Professional Documents
Culture Documents
Ürün Kitap Dizisi-4
Ürün Kitap Dizisi-4
İçindekiler:
AÇIKLIĞA DOĞRU
1998 BAŞINDA DÜNYA
LİBERAL FEMİNİZME BAKIŞ
ENİS BATUR: ÖLÜ ORDUNUN GENERALİ
DİSK YÜRÜYÜŞÜ
TUTUKLANMA VE YARGILANMALARIM II
AÇIKLIĞA DOĞRU
Başbakanlık Teftiş Kurulu Başkanı Kutlu Savaş'ın hazırladığı Susurluk raporu sansürlü olarak
açıklandı. Söyledikleri ve söylemedikleri ile raporun çok öğretici olduğu görülüyor. Raporun kabul
ettiği çok önemli gerçekler var. Sosyalistlerin yıllardır ortaya koyduğu tespitler resmen itiraf ediliyor.
Devlet aygıtı içerisinde bilinçli bir tercihle Amerikan emperyalizminin özel harp ve düşük şiddette
çatışma doktrinine uygun bir yapılanmanın kurulduğu, bu yapılanmanın nizami ve gayri nizami
öğeleri içerdiği, CİA ve MOSSAD'la eğitim, silah ve istihbarat ilişkisi kurulduğu, resmi görevliler,
politikacılar, faşist parti, mafya, bankacılık sistemi ve iş çevreleri arasında yasadışı bir kaynaşmanın
meydana geldiği, siyasal cinayetlere karar verenlerin ve uygulayanların karapara aklama, uyuşturucu
kaçakçılığı ve kadın satışı dahil yasadışı işlerle içli dışlı oldukları, yargı kararıyla suçluluğu
kesinleşmiş ve aranan faşist katillerin en saygın kurumlarda devlet yetkilisi olarak
görevlendirildikleri, yurt dışında devletler hukukuna aykırı örtülü eylemler yapıldığı, Azerbaycan'da
darbe düzenlendiği artık devlet raporlarında yer alan bilgiler haline geldi. Bakın Kutlu Savaş ne
diyor: (Bütün alıntılar 23 Ocak 1998 ve 28 Ocak 1998 tarihli Radikal'den yapılmıştır.)
"Kamuoyu siyasetçi, yeraltı dünyası, kamu kuruluşları ilişkisi ve kişisel menfaat etrafında
yoğunlaşan ve büyük ölçüde para, menfaat ve güç sağlamaya dönük illegal faaliyetlerden rahatsızdır.
Bu faaliyetlerin terörle mücadele ve ülke menfaatleri olarak gösterilmesi ve bu perdenin arkasına
gizlenmesi ayrı bir rahatsızlık konusudur."
"İstanbul'da Özgür Gündem gazetesinin bombalanması, Behçet Cantürk'ün öldürülmesi,
Diyarbakır'da yazar Musa Anter'in öldürülmesi, İstanbul'da Tarık Ümit olayı ile Azerbaycan'da ihtilal
denemesi, Bodrum'da Hikmet Babataş cinayeti, Gaziantep'te Mehmet Ali Yaprak'ın kaçırılması,
bankaların trilyonluk kredileri gerçekte Ankara'da cereyan eden olayın muhtelif veçheleridir."
"Susurluk Ankara'daki tercihlerden kaynaklanmış, OHAL bölgesinde gelişmiş ve ülkenin büyük
merkezlerine taşınmış, oralardaki uygun olay, kişi ve grupları bünyesine alarak genişlemiştir."
"Devletin tüm kurumları yapılanlardan haberdardır."
"Devlet içinde bir infaz grubu kurulmuştur. Ancak böyle bir yetkiyi kim kullanacaktır? Şu husus
bilinmektedir. Olağanüstü Hal Bölgesinde adam öldürme konusunda karar mercii başçavuşlara,
komiser yardımcılarına ve daha önemlisi bu yetki dünkü terörist yarınki potansiyel suçlu itirafçılara
kadar inmiştir."
"Mahkemelere kadar gitmiş kişilerin elden ele teslim edilerek devlet elindeyken köprü altında ölü
olarak bulunmasının faili meçhul olmayacağı aşikârdır."
"Sağcı ve solcuların, sivilin, üniformalının, doğru ile eğrinin bu kadar ve bu noktada buluşmasının
nedeni bu kargaşanın yarattığı verimli, fakat kirli faaliyet alanlarını ortaya çıkarmasındadır. Bu
noktada yetkililer olayları engellememiş, hatta teşvik etmiştir."
"Bunca bilgiye rağmen itlaf edilmesi gereken bir kişinin VİP salonundan devlet görevine
gönderilmesi anlayışı da Susurluk'tur. Emniyet teşkilatı, MİT ve Jandarma bu kişiyi yakından
tanımakta, takip etmekte, dinlemekte, bilgileri arşivlemekte, sadece adamı frenleyip
durduramamaktadır. Bunun nedenini Yeşil'in iş ve eylemlerinin kamu kurumlarının genel tercihine
aykırı olmaması, ters düşmemesinde bulmak gerekir."
"Mart 1994 ayı itibarıyla Alaattin Kanat'ın, kendisini MHP Güneydoğu sorumlusu olarak tanıttığı"
"Osmanlı döneminin Beylerbeyliği ünvanı kullanılmıyorsa da aşiret beyliğinin devam ettiği ve
Siverek yöresinin devletin kontrolünün dışına terk edildiği aşikârdır."
"Jandarma Genel Komutanlığı reddetse de JİTEM'in varlığı unutulabilir bir gerçek değildir."
"MOSSAD Başkanı'nın Emniyet Genel Müdürünü, keza CİA yetkililerinin Emniyet'i ziyareti bir
başka olumsuzluğun sebebi olmuştur."
"Turizm Bakanlığının memurlarından başlayan, yurtdışında Aliyev'e, Niyazov'a ulaşan bir haraç
zinciri çok geniş bir camiayı kapsamaktadır."
"Kamu bankaları belirli gruplara ve holdinglere, firmalara, ödeyebileceklerinden çok daha fazla
krediler açmış, limitlerin zorlanması gündeme gelince off-shore bankalar kredilendirmeye devam
etmiş, birçok firmaya leasing işlemleri yapılmış, bu da yetmemiş, yurtdışı ortaklık olan bankalardan
krediler açılmıştır."
Raporun kısıtlı bir çerçeveye oturtulmuş olduğu, siyasal sorumluluk taşıyan kurum ve kişiler
arasında ayırım yaptığı, bütün sorumluluğu artık çok yıpranan, haddini bilmeyen ve fiilen gözden
çıkarılanlarla sınırlamış olduğu doğru olsa da, bu haliyle bile Türkiye'de mevcut düzene yönelik
silinmez bir mahkumiyet kararı anlamına geldiği apaçıktır. Birinci açıklık budur. Bu kararın gereği
ise her türlü kanunsuzluğun içine batmış zihniyet sahipleriyle değil, ne kadar zaman alırsa alsın
halkın meşru siyasal gücüyle yapılır. İnsanlık suçu teşkil eden sistemli kanunsuzluklar zincirini teşhir
eden bu raporu hazırlayan Kutlu Savaş "kutsal devlet, devlet-i ebed müddet" ideolojisine inanan bir
Türk-İslam sentezcisi olarak devletin yargı kararı olmadan insanları öldürebileceğini, öldürülenlerin
yapılanları hakkettiklerini, ancak, "herşeyin bu kadar kolay ortaya çıkması ve duyulması"nın
gösterdiği gibi "bu işlerin ciddiyetsizce yapıldığını", alaturkalık ve basitliğin yaygın olduğunu,
cinayetleri işleyen ayak takımıyla samimi olunduğunu, ayrıca öldürülenlerden ele geçirilen para ve
dövizin kaydının tutulmayıp iç edildiğini ve yolsuzluk yapıldığını, "yapılanlarla tek ihtilafının
uygulamanın şekline ve neticelerine ilişkin olduğunu" sözünü sakınmadan belirtiyor. Nazi toplama
kamplarında insanların gazlanarak ve fırınlanarak katledilmesini inceleyen bir müfettişin tek itiraz
noktası olarak yakılanların ziynet eşyalarının ve altın dişlerinin görevlilerce tırtıklanmasından söz
etmesini düşünün! Zihniyet budur. İkinci açıklık budur.
Dikkatinizi çekmiş olsa gerektir, bugüne kadar Susurluk soruşturmasıyla ilgili hiçbir kişi -herbiri
hakkında yakalama ve tutuklama kararı olduğu halde- emniyet tarafından yakalanmamıştır. Hepsi
yapılan pazarlıklarla aylar sonra kendiliğinden teslim olmuştur. Özel timci polisler, İbrahim Şahin,
Yaşar Öz, Ali Fevzi Bir, son olarak Sami Hoştan, hepsi bu kalıba uyuyor. Kemal Türkler'in katil
sanığı olan ve Abdullah Çatlı'nın ekibinden olduğu belge ve tanıklarla kanıtlanmış Ünal
Osmanağaoğlu da 18 yıldır yakalanmıyor. Haluk Kırcı yakalanmadığı gibi Devlet Bakanı Eyüp
Aşık'a göre özel time gidip çay içiyor ve sohbetini bitirdikten sonra elini kolunu sağlayarak çekip
gidiyor. Yine Eyüp Aşık, Yeşil kod adlı kişinin devletin denetimi altında olduğunu açıklıyor. Türk
Ceza Kanununa göre sanıkları ve suçluları yakalamamak kesin bir suç teşkil eder. Belli durumlarda
bu suçun sürekli işlendiği görülüyor. Üçüncü açıklık budur.
Öte yandan, Refah Partisi anayasanın laiklik ilkesine aykırı davranışından dolayı Anayasa
Mahkemesi tarafından kapatıldı. Bu karar solu ezme planı çerçevesinde irticayı destekleyerek
bugüne getiren devletin bu desteğini geri almaya başladığının bir göstergesidir. Refah'ın ardından
Fethullah tarikatının gücünün kırılması ve BBP'nin kapatılması için hazırlık yapıldığı haberleri
yayılıyor. Ancak bu konuda Cumhurbaşkanı ve hükümet ile askeri çevrelerin yaklaşımı arasında bir
farklılığın bulunduğu anlaşılıyor. Bu farklılığı not etmek gerekiyor.
Refah'ın kapatılmasını, askeri çevrelerin irticaya karşı tutumunu, Milli Güvenlik Kurulunun "milli
siyaset belgesi"nde irticadan ve ülkücü mafyadan söz etmesini şeriata ve emperyalizme karşı milli
demokratik devrim belirtisi sayan, devletin anti-emperyalist bir tutuma yöneldiğini ve ittifak edilmesi
gereken bir güce dönüştüğünü savunan milliyetçi-solcu çevrenin görüşleri somut gelişmelerle
çürütülüyor. Yeni döneme uygun kimi düzenleme ve rötüşlerin bu çerçevede değerlendirilemeyeceği,
bu düzenlemelerin başını çeken yeni emekli jandarma genel komutanı Teoman Koman'ın görevden
ayrılır ayrılmaz Nergis holding bünyesindeki İnterbank yönetim kuruluna girmesi, Genelkurmay'ın
bir dernek statüsünde olan ve büyük sermayeyi temsil eden bir taraf niteliğindeki TÜSİAD'dan
ekonomi brifingi alması, özelleştirme çalışmalarına destek açıklaması, İsrail ve Amerika'yla
derinleşen ittifakıyla anlaşılıyor.
Yeni yönelimin özünü Levazım-Maliye Okulu ve Eğitim Merkezi komutanı Tümgeneral Oltan
Evren açıklıyor. Tümgeneral Oltan Evren, 21. yüzyılın olası askeri çatışmalarına Türkiye açısından
bakıldığında, bölgede bir süre daha "karışık bir savaş" türünün görülebileceğini söyleyerek, yeni
askeri doktrini tanımlıyor: "Bu savaş türünün, bir veya iki komşu ülkeyle kısa süreli, ancak yüksek
yoğunlukta klasik savaş, ülke dışı demokratik mücadelelere koalisyon güçleri ile birlikte iştirak ve
nihayet belki de en önemlisi, yurt içerisinde de savaş dışı harekât icrası şeklinde formüle
edilebileceği kıymetlendirilmektedir". (Cumhuriyet, 27 Kasım 1997).
Türkiye'de siyasal, ekonomik ve kurumsal yapılarda temel değişiklikler gerçekleştirilmeden
sistemin özünün değişeceğini, işleyişinin tersine döneceğini sanmak hayalden ibarettir. Emperyalist
sisteme bağımlı tekeller düzeni kendini değiştirmek yeteneğinden yoksundur. Şu dillere sakız olan,
devrim gibi sunulan, rantiyelere ve borsaya göstermelik vergi düzenlemeleri bile reddedildi. Üstelik
bizzat Başbakan Mesut Yılmaz "Nüfusun en üst yüzde 1'i milli gelirin yüzde 17'sini, yüzde 20'si ise
yüzde 55'ini alıyor. Bu kadar adaletsiz bir gelir dağılımı ile Türkiye'de sosyal barışı ve rejimi
korumak mümkün değil" (Milliyet, 29 Kasım 1997) dediği halde bu girişimden vazgeçildi. Ne
değişimi? Kapitalist seçkinlerimizin sömürücü, bencil mantığı en basit önlemleri bile baştan boğuyor.
İktidar daha bir yılı doldurmadan bin yıldır baştaymış gibi yıprandı. Herşey olduğu gibi duruyor.
Düşünce özgürlüğünü yokeden yasalarda milim değişiklik yok. Özgürlük ortamından alabildiğine
rahatsız olan sistem yangından mal kaçırır gibi yasalaştırmak istediği yeni Türk Ceza Kanunu
taslağına 142. maddeyi monte ediveriyor. Yeni tasarının 289. maddesiyle en masum eleştiri ve
düşünce açıklama bile cezalandırılacak. Kapitalist seçkinlerimizin sağcı zihniyeti her olayda kendini
belli ediyor. Memur sendika tasarısının yasakçı mantığı, Metin Göktepe ve Gazi mahallesi
davalarında herkesi isyan ettiren savsaklama ve engeller, görevden alınan bir dinci veya ülkücü
faşistin yerine bir benzerinin getirilmesi, yargısız infazların sürmesi, siyasal tutuklu ve mahkumlara
dönük planların bıkmadan usanmadan yeniden sahneye konması. 30 yıldır yaşananlar tekrarlanıyor.
Yeni dünya düzenine ayak uydurmak adına Tekel'in ABD sigara tekellerine satışı, elektrik dağıtım
sisteminde uygulanan özelleştirmeler, "onlar ortak biz pazar" sloganını bütünüyle doğrulayacak
şekilde gümrük birliğinde kan kaybetme, yerli sinemaya vergi koyup Amerikan filmlerinin vergisini
azaltma, dünya kapitalist sistemi içerisinde ikinci sınıf olduğunun göstere göstere tescil edilmesine
karşı çaresizlik içinde gün geçirme, ramazan çadırlarında yemek yemek için insanların birbirini
çiğneyecek kadar çaresizlik içine yuvarlanması... Yönetici sınıf acz içindedir, Türkiye'yi yönetme
meşruiyetini açıkça kaybetmiş bulunuyor. Düzen objektif olarak iflas etmiştir. DİSK'in sembolik
yürüyüşünün gördüğü yaygın destek, KESK grevine dönük sempati dalgası, durağan yapıya karşı
kıpırdanmaların artışı bu iflasın belirtileridir.
Böyle bir ortamda ÖDP kongresinde kamulaştırma tasarısının reddedilmesi, İşçi Partisi'nin ise
ülkücülerle cephe kurma noktasına gelmesi de çok büyük açıklık sağlıyor. Egemenlerimizin farklı
kesimlerine güven verme ihtiyacı duyan solcular hakikaten acı bir görünüm veriyor. Ancak açıklık
bilinç demektir, bilinç ise eninde sonunda yolunu bulur.
Geçen yılın ardından bilanço çıkarmak, yeni yıla hangi koşullarda girdiğimizi saptamak somut
koşulların somut tahlilini ilke edinenler için genel olarak yararlıdır. 1997 yılının sonuna geldiğimizde
esas olarak 1980'lerde başlayan karşı devrim ve gericilik dönemini sona erdirecek yeni bir devrimci
sürecin ilk işaretlerinin ortaya çıktığını, sağın egemenliğinde gedikler açılmaya başladığını, emekçi
kitleler ve aydınlar arasında ağır aksak da olsa sola ve sosyalizme yeniden yönelişin uç verdiğini
görüyoruz. Bu açıdan da bir döküm çıkarma ihtiyacı kendini duyuruyor. Ayrıca, 1998 yılı, bilindiği
gibi, 1848 Devrimlerinin ateşi içinde doğan Komünist Manifesto'nun 150. yıldönümüdür.
Kapitalizmin yıkılmaya mahkûm olduğunu güvenle ilan ederek proletaryanın eline müthiş bir manevi
silah veren çağ açıcı Komünist Manifesto'nun 150. yılı, dünyaya topluca bakıp uluslararası
proletaryanın kurtuluş mücadelesinin şu anda nasıl bir ortam içinde yürütüldüğünü değerlendirmek
için hiç kuşkusuz çok uygun bir vesile oluşturuyor.
Kollektif Sömürgecilik
Başta ABD, Japonya ve Almanya olmak üzere gelişmiş ülkelerin sermayelerinin iç içe girmesi,
uluslararası şirket evlilikleri, karşılıklı yatırımlar [örneğin 1996 yılı içinde dünyada yapılan 349
milyar dolar tutarındaki yabancı sermaye yatırımının dörtte biri sadece ABD'ye gitmiştir. (Bkz. Özer
Ertuna, "Yabancı Sermaye Yatırımları", Radikal, 19 Ocak 1998, s. 13.) Öte yandan, ABD kökenli
çokuluslu şirketlerin dış yatırımlarının dörtte üçü Batı Avrupa, Kanada ve yüksek ücret düzeyine
sahip öbür gelişmiş ülkelerdedir. (Bkz. William K. Tabb, "Globalization Is An Issue, The Power of
Capital Is The Issue", Monthly Review, Haziran 1997, cilt 49, sayı 2, s. 22.) Direkt yabancı sermaye
yatırımları bir bütün olarak değerlendirildiğinde ise 1991 itibarıyla bu yatırımların yüzde 81'inin
gelişmiş ülkelerde, özellikle de sırasıyla ABD, İngiltere, Almanya ve Kanada'da yoğunlaştığı
görülüyor. (Bkz. Linda Weiss, "Globalization and the Myth of the Powerless State", New Left
Review, Eylül-Ekim 1997, sayı 225, s. 10)]; İkinci Dünya Savaşının hemen ardından oluşturulan
ortak mali ve ekonomik kurumlar; bu kurumlardaki işbirliğinin askeri alanda NATO ve uzantısı
paktlarla pekiştirilmesi; sosyalist sisteme ve bağımlı halklara karşı ABD öncülüğünde Soğuk Savaş
ve bölgesel savaşlar açılması; bütün bunlar emperyalist ülkeler arasında -hâlâ varlığını sürdüren
çelişme ve ihtilaflara rağmen- büyük bir çıkar birliği yaratmıştır.
Soğuk Savaşın başarıya ulaşması ve sosyalist ülkelerin çökertilerek bağımlılaştırılması, Avrupa
Ortak Pazarının esas olarak Almanya'nın istediği koşullarda siyasal birlik yolunda köklü adımlar
atması, Demokratik Almanya'nın Batı Almanya tarafından yutulması, "hizadan çıkan" Irak'a karşı
ABD öncülüğünde oluşturulan uluslararası emperyalist savaş koalisyonu, Sovyetler Birliği'nin
parçalanması, NATO'nun Doğu ve Orta Avrupa ülkelerini içine alarak genişlemesi; bunlar da
emperyalist ülkeler arasındaki birliği daha da pekiştiren adımlar olmuştur.
Sonuç olarak, her emperyalist ülkenin sermayesi ulusal temellerini ve özgül çıkar hedeflerini
muhafaza etmekle birlikte, Kuzey Amerika, Japonya ve Batı Avrupa sermayeleri bütün dünyayı
egemenlikleri altında tutmayı amaçlayan bir kollektif sömürgecilik sistemi oluşturmayı
başarmışlardır. ABD'nin öncülüğünde yürütülen bu kollektif sömürgecilik sistemi, eski sosyalist
ülkelere ve geri kapitalist ülkelerin hepsine dışa açılma ve özelleştirme politikalarını bütün
emperyalist ülkelerin ortak iradesi olarak dayatıyor. Bu kollektif sömürgeciliğin maliye bakanlığını
İMF ile Dünya Bankası, ekonomi bakanlığını Dünya Ticaret Örgütü, savunma bakanlığını Birleşmiş
Milletler Güvenlik Konseyi, genelkurmay başkanlığını NATO yürütüyor.
Çözüm: Sosyalizm
Kapitalist mantığı kırmanın, kapitalist sistemi aşmanın adı sosyalizmdir. Kapitalist sistemin
hiyerarşisinde tepede yer alan emperyalist ülkelerde de, altta yer alan bağımlı kapitalist ülkelerde de
sistemin temel çelişmelerinin çözümü sosyalist devrimi ve sosyalizmin kurulmasını gerekli kılıyor.
Emperyalist ülkelerde yeni emekçi kuşakları artık ana ve babalarından daha kötü koşullarda
yaşıyorlar. Toplumsal eşitsizlik yoğunlaşıyor. Emperyalizme bağımlı kapitalist ülkelerde ise sistem
kendi halkını doyurmaktan, barındırmaktan, okur yazar kılmaktan, hastalandığında tedavi etmekten
bile aciz durumda. Yani insanca yaşamak bütün dünyada mülkiyet sisteminde köklü değişiklik
yapmaktan, kapitalist asalakların elinde bulunan muazzam servetleri yeniden ve eşitlik temelinde
dağıtmaktan, üretim ilişkilerini ve tüketim kalıplarını değiştirmekten, kısacası sınıfları kaldırarak
insanlar, cinsler, halklar, milletler, ülkeler, bölgeler ve kıtalar arasında adaleti sağlamaktan geçiyor.
Bu sosyalist devrimci projenin temel gücü dünya işçi sınıfı ve emekçi halklardır. Zorunlu olarak
enternasyonalist bir karakter taşıyan bu anti-kapitalist, anti-emperyalist mücadele dünya kapitalist
emperyalist sistemi ulus-devletlerden, ulusal birimlerden oluştuğu için, ulus-devletler bizzat sistemin
koruyucusu ve kollayıcısı oldukları için, öncelikle bu birimler içinde siyasal iktidarın ele
geçirilmesini, bu ulus-devletlerin devrimci dönüşümünü, Manifesto'nun diliyle söyleyecek olursak,
"proletaryanın ulusun önder sınıfı durumuna gelmesini" gerektirecektir.
Öyleyse şimdi de sınıf mücadelelerinin dolaysız mekânını oluşturan bu ulusal birimlerin belli
başlılarına bir göz atalım.
Amerika
Reagan döneminden bu yana işçi haklarına karşı girişilen saldırılara karşı başarılı bir şekilde
direnemeyen Amerikan işçi sınıfı, geçen yıl, dünyanın en büyük kargo şirketlerinden biri olan ve 190
bin kişiyi çalıştıran UPS'ye karşı Kamyon Sürücüleri Sendikası'nın başlattığı grevde zafer kazandı.
1981 yılındaki hava trafik kontrolörleri grevinin ordunun müdahalesiyle kırılmasından sonra egemen
olan moralsizlik ve teslimiyetçi ruh hali nedeniyle büyük çaplı bir grev veya direnişin yaşanmadığı
ABD'de, halktan ve diğer sendikalardan da büyük destek görerek başarıya ulaşan UPS grevi,
küreselleşme çağında da işçi sınıfının mücadele edebileceğini ve kapitalistlere isteklerini kabul
ettirebileceğini kanıtlayarak Amerikan işçi hareketinde yeni bir atılım döneminin müjdecisi oldu.
UPS grevinin başarısı ABD'de yıllardır kan kaybeden sendikalarda (1996 yılı itibarıyla sendikalı
işçilerin oranı kamu kesimi ve özel kesim birlikte ele alındığında yüzde 15'e kadar düşmüştü; özel
kesimde ise bu oran sadece yüzde 10'du.) gerçekleşen yönetim değişikliğinin ardından geldi.
Amerika Sendikalar Konfederasyonu AFL-CİO'nun Ekim 1995'te yapılan kongresinde muhalefet,
yıllanmış sağcı sarı yönetimi alt etmeyi başardı. Yeni yönetim bir örgütlenme kampanyası başlattı ve
mücadeleci bir strateji belirleyerek henüz pek ılımlı ve ürkek bir tarzda da olsa sola açılmaya başladı.
Bunun bir belirtisi olarak, yıllardır CİA'nın denetiminde olan ve Türkiye dahil uluslararası sendikal
harekette anti-komünist sarı-gerici roller üstlenen Uluslararası Enstitülerini kapattı. Bu enstitülerin
yerine Amerikan Uluslararası İşçi Dayanışması Merkezi ACİLS'i kurdu.
Meksika
Nüfusun yüzde 75'inin şehirlerde oturduğu, kırsal alanda yaşayanların yüzde 50'sinin emekgücünü
satarak yaşadığı ve yaygın bir işsizliğin bulunduğu Meksika'da gelişmiş bir sınai işçi sınıfı vardır.
1910-1920 yılları arasındaki devrimden sonra kurulan devrimci-milliyetçi rejimin işçi sınıfına
sağladığı iş güvenliği ve sosyal haklar 1970'lerdeki ekonomik krizin ardından adım adım geri alındı.
Neo-liberal kapitalist saldırının özelleştirme, işletme kapatma veya işçi çıkartma uygulamaları
sonucunda sendikalar üye sayılarının yüzde 40'ını kaybettiler.
Bugün sendikal alanda CT, Foro ve İntersindikal şeklinde üçlü bir yapı vardır. CT resmi
sendikacılığı, Foro ılımlı muhalefeti, İntersindikal sol sendikal anlayışı temsil ediyor.
Ocak 1994'te Chiapas'ta başlayan yerli Zapatista ayaklanması Meksika işçi sınıfının önemli bir
kesimi tarafından eylemlerle desteklendi. Ayaklanmanın sivil legal kolu olan Zapatista Ulusal
Kurtuluş Cephesi'nin işçi komiteleri İntersindikal bünyesinde yer alıyor. 1997 1 Mayısında
İntersindikal ile Foro işbirliği halinde yanyana ancak iki ayrı yürüyüş ve gösteri düzenlediler.
Güney Kore
1970'lerde gerçekleştirdiği kapsamlı ağır sanayi hamlesiyle dünyanın en başarılı "yeni
sanayileşmiş ülkesi" sayılan Güney Kore'de işçi sınıfı hareketi 1980 yılına kadar çok güçsüzdü. Bu
güçsüzlükte ülkeyi bir askeri garnizona çeviren askeri diktatörlüğün ağır anti-komünist baskısı büyük
bir rol oynuyordu. Güney Kore'de "sınıf" sözcüğünün akademik amaçla bile olsa kullanılması ve
göstermelik resmi sendikalar dışında sendika kurulması çok yakın zamanlara kadar resmen yasaktı.
1980'de askeri yönetimin yaklaşık iki bin göstericiyi öldürdüğü Kwangju katliamından sonra,
özellikle öğrenciler arasında çok daha güçlü hale gelen marksist eğilimli radikal akımlar büyük
fabrikalarda yoğunlaşan sanayi işçilerinin içinde de etkili olmaya başladı. Dünyada çalışma
saatlerinin en uzun olduğu, en fazla iş kazasının meydana geldiği, işçilerin en az sosyal hakka sahip
olduğu bu ülkede işçi sınıfının aşırı sömürüye ilelebet sessiz bir köle gibi boyun eğmesi mümkün
değildi.
Sovyetler Birliği'nde Gorbaçov'un başlattığı perestroyka hareketini sosyalizmi güçlendirici
adımlar sanarak başlangıçta destekleyen kimi radikal aydınlar Sovyetler Birliği'nin 1991'de
dağılmasından sonra umutsuzluğa kapılarak marksist bir siyasal parti oluşturma çabalarından
vazgeçtiler. Siyasal alandaki bu gerilemeye rağmen sendikal işçi hareketi militanlığını yitirmedi.
Tekelci sermayenin ve güya "sivil ve demokratik" yeni yönetimin inanılmaz baskılarına,
hapishanelerin işçilerle tıka basa doldurulmasına rağmen 1995 yılında göstermelik resmi sendika
konfederasyonuna karşı kendi konfederasyonları KCTU'yu -hükümet tanımayacağını ilan etse de-
kurdular.
1996'nın son günlerinde, 26 Aralıkta hükümetin muhalefet partilerine haber bile vermeden sırf
iktidar milletvekillerinin katıldığı parlamento oturumunda anti-demokratik iş yasasını geçirmesi
üzerine KCTU genel grev ilan etti. 1997'nin ilk ayında aralıklarla yirmi gün süren genel greve
yaklaşık 3.5 milyon işçi katıldı. Hükümet işçilerden özür dilemek ve yasayı değiştirme sözünü
vermek zorunda kaldı. Grev kaldırıldı.
Sonuçta işçilerin taleplerinin bir kısmını karşılayan (resmi sendikalar dışında sendika kurulması,
sendikaların siyasetle uğraşabilmesi) ancak memurlara ve öğretmenlere sendika hakkını hâlâ
tanımayan ve patronlara ekonomik gerekçelerle işçi çıkarma yetkisi veren bir değişiklik yapıldı.
KCTU "Kore mucizesi"nin çökmeye yüz tuttuğu, ekonomik krizin yoğunlaşmaya başladığı, iflasların
küçük ve orta boy işletmelerden büyük holdinglere ve bankalara sıçradığı koşullardan ürkerek bu
yetersiz yasayı sineye çekti.
Yılın son aylarında hükümet ekonomik iflas gerekçesiyle İMF programını kabul etti. Aralık
ayında yapılan başkanlık seçimini iktidar adayı kaybetti, reformist muhalefetin adayı seçildi. Ancak
yeni başkan Kim Dae-Jung İMF programına uymaktan başka çare olmadığını ilan etti ve sendikalara
da bu anlaşmayı içlerine sindirme çağrısında bulundu.
Fransa
Fransa'da işçi sınıfı 1968 olaylarından sonraki en büyük toplumsal hareketi 1995 yılının Aralık
ayında gerçekleştirdi. Üç hafta süren grev Fransa'da, Avrupa'da ve dünyanın her yanında son onbeş
yirmi yıldır neredeyse mutlak egemenliğini kuran sağcı düşünce tarzını sarsan, her türlü adaletsizliğe
"başka çözüm yok" gerekçesiyle katlanılmasını isteyen sermaye politikalarını çürüten bir eylem oldu.
(Aralık 95 eylemine ilişkin ayrıntılı bilgi için bkz. Raghu Krishnan, "Fransız Proletaryasının Büyük
Direnişi: Küreselleşmeye Karşı İlk İsyan", Ürün, 28-29 Ocak 1997, sayı 1, s.27-44)
Başarılı direnişin verdiği güven havası içinde Fransa'da çeşitli toplum kesimlerinin eylemlerinde
artış görüldü. Erken seçim sağcı iktidar partileri için yenilgiyle sonuçlandı, yeni hükümeti Sosyalist
Parti kurdu. İşsizlerin, göçmenlerin, öğrencilerin, köylülerin gösterileri Fransız toplumunun uzun bir
aradan sonra eski devrimci geleneklerini anımsamaya başladığını ortaya koydu.
1997'de "ilk Avrupa grevi" adı verilen Renault eylemi yapıldı. Fransız Renault şirketinin
Belçika'daki fabrikasını kapatma kararı üzerine 7 Mart 1997'de Fransa, Belçika, İspanya ve
Slovakya'daki Renault fabrikalarında bir saat süreyle topluca iş bırakıldı, 11 Mart günü ise Paris'te
adı geçen fabrikalarda çalışan işçilerin katıldığı uluslararası bir gösteri gerçekleştirildi. Mahkeme
kararıyla şirketin fabrika kapatma kararı durduruldu.
Bütün bu eylemlerde üyeleri, taban örgütleri ve yönlendirdiği sendikal yapılarıyla yer alan Fransız
Komünist Partisi ise bütünsel devrimci bir strateji oluşturmaktan henüz çok uzak bulunuyor. Aksine,
parti yönetimi, reformcu bir doğrultuyu sistemleştirmeye, "medya çağı"na uyum sağlayarak
propaganda kampanyasını profesyonel reklam şirketlerine ihale etmeye ve hatta partinin adını
değiştirmeye kalkışıyor.
Küba
Küba ABD'nin 90 mil açığında sürekli istila tehdidi altında, inanılmaz zorluklara karşın devrimi
ve sosyalizmi savunmayı sürdürüyor. Sosyalist sistemden aldığı büyük ekonomik ve askeri desteği
Sovyetler Birliği ile Doğu Avrupa ülkelerindeki karşı devrim sonucunda kaybeden Küba, ABD'nin
daha da katılaşan ambargosuyla birleşen bu etken yüzünden ekonomisinin birdenbire neredeyse yarı
yarıya küçülmesinin yol açtığı sorunları emperyalizme boyun eğmeden aşmak için çalışıyor.
Bu amaçla, sosyalist yönetim, bir yandan, ülke içinde kitleleri bilinçli bir siyasal seferberlik içine
sokmak için çabalarını arttırıp uluslararası alanda devrimci ve ilerici güçlerin dayanışmasını
sağlamaya gayret ediyor. Öte yandan da, ülke içinde kapitalist ve yarı-kapitalist uygulamalara sınırlı
ölçüde izin vererek yabancı sermaye yatırımlarını çekmeyi ve bu yolla ABD ambargosunun etkilerini
kırmayı deniyor. Papa'nın ziyareti de bu çerçeve içinde yer alan bir taviz niteliğindedir.
Bu tavizlerin karşıdevrimci bir sürecin başlatıcısı durumuna düşmemesi Küba komünistlerinin ve
emekçilerinin bilinç ve uyanıklığına ve devrimcilerin dünyanın heryerinde devrim mücadelelerini
güçlendirmelerine bağlı bulunuyor. Sosyalist Küba ile dayanışmayı yükseltmek bugün her zaman
olduğundan daha önemlidir.
Filistin ve İsrail
Yerleşimci İsrail sömürgeciliğine karşı intifadayla gerçek bir direniş destanı yaratan Filistin halkı,
İsrail ile Filistin Kurtuluş Örgütü FKÖ arasında yapılan anlaşmayla başlayan barış sürecinde ulusal
ve sosyal taleplerinin karşılanmadığını gördü. Yapılan anlaşmayla zaten İsrail'e çok köklü tavizler
verilmişti; FKÖ Filistin'in İsrail'in askeri denetimine bırakılan stratejik noktalar ve sömürgeci
yerleşimcilere bırakılan alanlarla zaten toprak bütünlüğü ve egemenliği olmayan bir ülke statüsüne
inmesine razı olmuştu. Ancak bu elverişsiz anlaşmaya göre bile boşaltılması ve Filistin yönetimine
teslim edilmesi gereken işgal altındaki topraklar sağcı İsrail hükümeti tarafından boşaltılmadı.
Bağımsızlık ve kurtuluşu halkın mücadelesi yoluyla değil, salt diplomatik görüşmeler yoluyla elde
edebileceği hayaline kapılan Arafat yönetimi ise Filistin emekçilerinden koparak inanılmaz
yolsuzluklarla hızla zenginleşmeye çalışan dar bir burjuva zümrenin temsilcisi durumuna geldi.
Filistin'de İsrail'in sömürü ve baskısına ve Arafat yönetiminin yozlaşmasına karşı mücadele
yükseliyor. İsrail'de ise sol güçlerin ve işçi sendikalarının başını çektiği, Filistin işgalinin sona
erdirilmesi ve barış için mücadele tırmanıyor. Ayrıca, sosyal hakları budayan sağcı hükümetin kemer
sıkma ve emeklilik haklarını kısıtlama politikalarına karşı İsrail emekçilerinin tepkisi artıyor. Son
olarak 700 bin emekçinin katıldığı beş gün süren bir genel grev yapıldı. Hükümet kararlarını geri
almak zorunda kaldı.
Sonuç
Bugün dünyamız kapitalizmin ve emperyalizmin egemenliği altında bulunuyor. Bu egemenliğe
esaslı bir tehdit oluşturan karşıt bir sistem artık yok. Kapitalizmin egemenliğine karşı mücadele eden
Küba gibi ülkeler ise politikalarını kapitalist sistemin mantığına göre ayarlamak, kapitalizme tavizler
vermek zorunda kalıyorlar. Kapitalist sistemin kendi içinde de işçi sınıfı bugün kapitalist efendilere
karşı güçlü bir kutup oluşturmaktan uzak bir dağınıklık ve politikasızlık içinde bulunuyor. Bununla
birlikte kapitalizmin iç çelişmelerinin işleyişi patlamaya hazır bir ortamı adım adım oluşturuyor.
Zamanında Kautski tarafından ortaya atılan, dünya kapitalist sınıfının ulusal ayrımları bütünüyle
silen tam bütünleşmiş bir süperemperyalizm oluşturarak dünyayı barışçı biçimde yönetebileceği
varsayımı günümüzün gelişmeleriyle yine çürütülüyor. Kuzey Amerika, Batı Avrupa ve Japonya
sermayelerinin kollektif bir sömürgecilik oluşturacak ölçüde bütünleşme yolunda çok büyük adımlar
attıkları ve iç içe geçtikleri doğruysa da, bu üç gücün ayrı ticari blokların başında bulunduklarını ve
bu blokları güçlendirmeye çalıştıklarını; gelişme hızlarının eşit olmadığını; başında Yeltsin gibi sadık
bendeler olmasına rağmen Rusya'yı kuşatmaya dönük adımlarını (NATO'nun Polonya, Çek
Cumhuriyeti ve Macaristan'ı içine alarak genişlemesi; Amerika ve Batı Avrupa'nın Ukrayna,
Azerbaycan ve Orta Asya Cumhuriyetlerini Rusya'ya karşı tahkim etmeye yönelik adımları; Avrupa
Birliği'nin Rusya'yla kendi arasında tampon bölgeler vb. yaratma girişimini vb.); Çin'e ve Hindistan'a
karşı ikircikli tutumu; Arap ve İslam dünyasına karşı ayrımcılığı, Afrika'nın ölüme terkedilişini vb.
dikkate alırsak bütün dünyayı kapsayan tam bir kapitalist bütünleşmenin çok uzak olduğunu
görebiliriz. Üstelik küreselleşmeye ilişkin moda teorilerin iddialarının tersine, yabancı sermaye
yatırımları dünya nüfusunun neredeyse üçte ikisinin yaşadığı bölgelere hemen hemen hiç uğramıyor
bile.(Bkz. William K. Tabb, adı geçen yazı). Kapitalizm, bu bölgelerin insanlarını bir yük sayıp
tarihin dışına atmaya çalışıyor, onları soğukkanlı bir barbarlıkla hastalık, açlık ve savaşların ortasında
çaresiz bırakıyor. Üstüne üstlük kendisinin harabeye çevirdiği ülkelerden kaçıp Batı Avrupa ve
Kuzey Amerika metropollerine sığınmaya çalışan insanları içeri almamak için sınırlarını tahkim edip
kendisine ırkçı kaleler inşa ediyor.
Kapitalizmin iç çelişmelerinin kaçınılmaz kıldığı devresel bunalımlardan bir yenisi kendini
hissettirmeye başladı. Dünyamız yavaş yavaş derinleşen bir ekonomik yavaşlamanın bütün
belirtilerini yaşıyor. Gelişmekte olan ülkelerin çoğunu ve eski sosyalist ülkeleri etkileyen durgunluk
ve ekonomik çöküş Asya kaplanlarını da yere vurdu, sırada Japonya var. Ardından Batı Avrupa ve
Kuzey Amerika gelecek. İnsanlar bunalım dönemlerinde toplumsal gerçekleri hızla öğrenebilirler.
Ama bunun için bıkmadan usanmadan gerçekleri anlatmaya, farklı ve kardeşçe bir yaşam kurmanın
mümkün olduğunu anlatmaya ihtiyaç var.
1980'lerden beri beyinleri yıkayan liberal masalların büyüsünden ve sosyalist sistemin
yıkılmasının yarattığı şoktan kurtuldukça işçi sınıfı ve emekçi halklar, dürüst aydınlarla birlikte
kapitalizme karşı yeniden güçlü bir siyasal ve toplumsal seçenek oluşturma yolunda ağır ağır
mütevazı adımlar atıyorlar. Ama bu adımların, Komünist Manifesto'nun 150. yılında mücadele
azmimizi pekiştirmek ve ileriye umutla bakmak için yeterli olduklarını şimdiden söyleyebiliriz.
Sınıf savaşımına, sınıf mücadelesine kadının katılımı şimdiye kadar hep tartışılagelmiştir. Bu
yazıda "kadın bakış açısıyla", yani "bir başka perspektiften" sınıf savaşımının nasıl göründüğünü
açıklamaya çalışacağım.
Yazıma benim gibi kadının kurtuluşu sorununu sınıfsal kurtuluş sorununun bir parçası olarak
savunan görüşün değişik kesimler veya gruplar tarafından nasıl değerlendirildiğini aktarmakla
başlamak istiyorum.
Değişik alanlarda çalışmalar yürüten kadın hakları savunucuları ve araştırmacıları yalnızca kendi
amaçları doğrultusunda tanımladıkları alanlarda çalışmalar yürütmektedirler. Bu sorunların
çözümünü işçi sınıfının mücadelesinin bir parçası olarak görmek, sorunu "dar" çerçevede algılamak,
kadının kurtuluşu sorununu sınıf sorununa "indirgemek"tir. Onlara göre, yaşanan sorunlar
"ertelenemez", hemen çözüme kavuşturulması gereken sorunlardır ve çözümü bu düzen sınırları
içerisinde de mümkündür.
Bu savı ileri süren liberal bakış açısı, kadının kurtuluşu sorununu işçi sınıfının mücadelesinden
ayırmış ve bugünkü kapitalist düzen içinde kalarak çözüme kavuşmayan düzeniçi arayışlara
yöneltmiştir.
Liberal bakış açısına sahip feministler, kadın sorununun nedenini erkek egemen düzen olarak
açıklıyorlar. Kadının yaşadığı her türlü sorunun kaynağı bu baskıcı erkek egemen düzen. Bir açıdan
bakıldığında buna katılmamak mümkün değil gibi görünüyor. Ama sınıflı toplumların ortaya çıkışına
bağlı bir sonuç olan ve erkek egemen hakimiyetin şekillenmesiyle neticelenen sınıflı toplum
yapısından nedense hiçbir şekilde söz etmiyorlar. Tarihsel olarak değerlendirildiğinde erkek egemen
düzen, aynı zamanda sınıflı düzenlerin temel karakteristik özelliğidir. Öyleyse erkek egemen sınıflı
toplum ortadan kalkmalı, toplumsal işbölümü sistemini değiştirecek önlemler alınmalıdır. Aile,
toplumsal egemenlik ilişkilerinin yeniden üretildiği bir toplum birimi olmaktan çıkarılmalıdır.
Tabii feministlerin tarihi ve sınıfları değerlendirirken bilinçli bir tercih yaptıklarını görüyoruz.
Özellikle 90'lı yıllarda kadın hareketinin kurumlaşması çalışmalarında kadın sorununa sınıfsal
perspektifle yaklaşımın söz konusu olmadığını görüyoruz. Kadın çalışmaları ve kadın hareketinin
kurumlaşmasını desteklemekle birlikte, kadın araştırmacıların tercihini onaylamıyorum. Bunun
kaynağını resmi tarih anlayışının dışına çıkamamak olarak değerlendiriyorum. Eşitlikten,
özgürlükten söz ederken, bu taleplerin hayat bulması için toplumsal altyapının buna göre
şekillendirilmesi, yani sistemin tümüyle değiştirilmesi için atılması gereken adımlardan sakınıldığını
gördükçe, zor ile kolay tercihleri arasında kolayın seçildiğini görüyorum.
Halbuki kadın çalışmaları yürütenler arasında tarihi de kadın bakış açısıyla yeniden tarama
hedefinde olanlar ve hatta kadın kütüphanesi oluşturanlar var. Durum böyleyken, hakikaten liberal
anlayıştan kurtulup biraz da diyalektik materyalist yöntemi keşfetmeleri, resmi tarih anlayışına
saplanıp kalma tehlikesine düşmelerini de önler.
1934 Öncesi
Kadınların seçme ve seçilme hakkına kavuştuğu 5 Aralık 1934'ün yıldönümünde resmi
toplantılarla kutlamalar yapıldı. Elbette hukuki ve siyasi alanda tarihsel olarak elde edilen kazanımlar
çok önemli mevzileri oluştururlar. Ancak diyalektik yaklaşım, sonuçlarla yetinmeyip, ayrıca bu
hakkın tanınmasından önceki tarihsel şartları da sorgulamayı gerektirir. 1934 öncesinde ne vardı,
kadınlar siyasal alanda ne yapıyordu, hakları ve özgürlükleri uğrunda mücadeleler vermişler miydi?
Sanki bu tarihsel kesit yok sayılıyor. Ne ki bilebildiğimiz kaynaklardan, Türkiye'de kadınların da
komünist partisi saflarında kadın hakları ve kadınların eşitliği için mücadele ettiklerini ortaya
çıkarmak mümkün olmuştur.
1923 yılına ait "Türkiye Komünistleri" imzasını taşıyan bir 1 Mayıs bildirisinde komünistlerin
kadınlara yönelik olarak "İntihabatın [Seçimlerin] bir derece[li] olarak icrası ve kadınların da
iştirakı," (1) talebi yer almaktadır. Liberal feministler komünist kadınların daima erkeklerin
güdümünde oldukları masalına kendilerini o kadar inandırmışlardır ki, bütün bu tarihsel gerçekleri
görmezden gelmek istemekteler. Bir yandan 8 Mart'ı kutlarlar, "kadınlar günü mü - emekçi kadınlar
günü mü" tartışmasını hep sosyalist kadınlar çıkarıyormuş gibi göstermeye çalışırlar, diğer yandan 8
Mart'ın hem dünyada hem de Türkiye'de nasıl ortaya çıktığını geçiştiriverirler. Komünist kadın lider
Klara Zetkin anılmadan 8 Mart'ı anmanın feminist kadınlara ne yararı vardır? Anlaşılmaz olan budur.
Tarihsel materyalist yaklaşımda ayrımcılığa yer yoktur. Komünist kadınlar cumhuriyetin ilan
edilmesinden çok önce, daha Hilafet hüküm sürerken varlardı ve 1920'de Bakü'de Türkiye Komünist
Partisi'nin kuruluşu ile birlikte gerek İstanbul'da gerekse Anadolu'nun diğer bölgelerinde çok daha
örgütlü ve aktif olarak sınıf savaşımına katıldılar. İki komünist kızkardeşin, Rahime Selimova ve
Cemile Nuşirvanova'nın, biraz uzun olmakla birlikte sabırla ve ilgiyle okuyacağınızı umduğum
yazısında bakın neler söylüyorlar.
"1921 yılının Şubat ayıydı. 1919'dan beri çalışmakta olan Ankara Türk Komünist Partisi
güçlenmiş ve Moskova'da Komünist Enternasyonali'yle ilişki kurmuştu. Anadolu içerilerinde birçok
illerde hücreler oluşturmuştu. Şubat ayının sonlarında, Komintern Kadınlar Sektöründen Klara
Zetkin Yoldaşın imzası ile, 8 Mart Kadınlar bayramını nasıl kutlamak gerektiğini gösteren bir
talimatname almıştık. Buna göre, kapitalist ülkelerde kadınların öz insan haklarını istemeleri şiar
edinilecekti. Ankara'daysa işsiz kadınların sayısı gittikçe artmaktaydı. Yıllardan beri erlerini
(kocalarını), oğullarını savaşta yitirmiş olan Türk kadınlarının yaşam koşulları çok ağırdı. İş bulmak
olanaksızdı. Uzun yıllar süren savaşlardan sonra Antanta devletleri Türkiye'yi tam mahvetmek için
İstanbul'u ve Anadolu'nun batı ve güney bölgelerini işgal etmişlerdi. İstiklâl Mücadelesi içinde
Ankara'da kurulan B.M.M. Hükümeti, de, Büyük Lenin'in yardımıyla dış düşmanlara karşı savaşı
sürdürüyordu. Bu sıralarda Sovyet ülkesinden gelen yardımın Karadeniz sahilinden Ankara'ya kadar
getirilmesini, kucaklarında silâh ve askerî malzeme taşıyan Türk kadınları gerçekleştiriyorlardı. Bu
kadınlar, erleri, oğulları, kardeşleriyle birlikte düşmana karşı çıkıyorlardı. Ama bu dönemde
kendilerinin hiçbir toplumsal hakları yoktu; yine de vicdanlarının sesine uyarak vatan müdafaasına
katılıyorlardı. Türk kadınlarının insanî ve toplumsal haklarını tanıyan tek örgüt, Komünist Partisiydi.
1921 yılının başlarında, Mustafa Suphi ve 14 arkadaşı, Türk bujuvazisinin eliyle Karadeniz'de
boğularak feci bir biçimde yok edilmişlerdi. Bu olay derin bir nefretle karşılanmıştı. Bundan başka,
Ankara'daki merkezi Komünist örgütünün 18 üyesi hapse atılmıştı. Bu gibi feci olaylar biz Komünist
kadınları çok üzüyordu. Bir yandan burjuva cellâtlarını protesto etmek, bir yandan da işsiz kadınların
ağır durumlarının hafifletilmesini talep etmek amacıyla, Komünist Süleyman Selim yoldaşın Ankara
dolaylarındaki bağında kadınların genel toplantısı yapıldı. 8 Mart Uluslararası kadınlar bayramının
önemini açıklayan, Şerif Manatov yoldaşın bildirisi oldu. İkinci sorun olarak, kadınların durumunu
düzeltmek, onlara iş sağlamak için bir kadınlar örgütü seçildi. Önceden hazırlanmış olan tüzük
onaylandı. Sonra B.M.M.'ne Türk Kadınları adına bir bildiri gönderilerek, Komünistlere, Mustafa
Suphi ve arkadaşlarına gösterilen vahşilikler protesto edildi. Kadınlar örgütünün Ankara'daki ilk 8
Mart bayramı, Türk Komünist hareketi tarihin sayfalarında şerefli bir yer tutmaktadır." (2)
Rahime ve Cemile kardeşlerin yazıya dökerek tarihe bırakmayı sağladıkları için gerçekten
sevindiğim bu açıklamaları ne çok şeyi aydınlatıyor!
Komünizm mücadelesine atılan ve bu mücadeleyi sürdüren kadınlar bu nedenle çok değerlidir.
Feministlerin Katkısı
Biz komünist kadınlar için kadın hareketinin ivme kazanması ve güçlenmesi son derece
önemlidir. Kadın hareketine feministlerin yaptıkları katkıların da son derece önemli olduğunu da
burada belirtmek istiyorum. Ancak, kadının kurtuluşu sorunu toplumsal gelişme yasalarından
bağımsız incelenemez. Kadının kurtuluşu sorunu sistem sorunudur. Kapitalist düzenin hukuk sistemi
erkek egemen zihniyet üzerine kuruludur. Hukuki alanda kadınlar yararına elde edilen kazanımlar
asla bu zihniyetin temelini değiştirmemiştir. Yani bu anlayış kökten değiştirilmedikçe, kadının
hukuki alanda erkekle eşitliği yakalama şansı, hukuk kadınlarımız ne kadar büyük çabalar harcarlarsa
harcasınlar, asla istenilen seviyeye ulaşamayacaktır.
Bugün sermaye sınıfını temsil eden sağcı partilerden meclise seçilen birkaç kadın milletvekilinin
ve bakanın öne çıkmasına aldanarak kadınların temsil edildiğini düşünmek büyük bir yanılgıdır.
Bundan daha büyük bir yanılgı ise, milletvekili kadınların kadın haklarına eğileceklerine inanmak,
çözüm üretecekleri hayaline kapılmaktır. Bunlar arasında, samimiyetle kadınların yaşadıkları
sorunlara duyarlı, taleplerine kulak veren tek bir kadın milletvekili bile gösteremezsiniz. Aksine,
Tansu Çiller, Meral Akşener, Işılay Saygın örneklerinde olduğu gibi kendi sağcı partilerinin
tabanındaki kadın seçmenleri dahi şoka uğratacak hareketlerde ve açıklamalarda bulunmuşlardır.
Durum böyle olunca, bazı kadın politikacılar, 'erkekler daha beterini yaptıkları halde hep kadınlar
göze batıyor' türünden açıklamalar yapınca, orada durmak gerekiyor. Gülay Aslıtürk örneğinde
olduğu gibi belediye başkanlığına seçildiğinde uygulamalarının başında, kendisinden önceki belediye
başkanı Fatma Girik'in faaliyetine destek verdiği kadın sığınma evini kapatmak yer almıştır. Gerisini
siz de biliyorsunuz, büyük vurgunlar yaptığı iddiası sonucunda ortaya çıkan tepkilere dayanamayarak
istifa etmek zorunda kalmıştır. Kadınlardan Sorumlu (!) kadın bakan Işılay Saygın, bekâret kontrolü
hakkında incilerini ortaya dökerek, kadının kimliğine yönelik saldırıda tavrını çok net olarak erkek
egemen mantıktan yana göstermiştir. Bu kadın politikacılar, Manisalı öğrenciler arasındaki genç
kızlarımıza işkence yapıldığı ortaya çıktığında hiçbir tepki göstermemişlerdir. Bu konuyu
feministlerin de doğru tespit etmesi gerekmektedir.
Bu örnekler bize bir konuda fazlasıyla ders vermektedir. Biz yaklaşımımızda sorunu sınıfsal
çerçevede ele almak zorundayız. Saydığım kadın politikacılardan hiçbiri toplumumuzda geniş
emekçi sınıfların yarısını oluşturan kadınların taleplerine cevap verebilecek nitelikte değildir, onları
temsil etmemektedirler, hepsi sermaye sınıfını temsil etmektedirler. Çıkarları sermaye sınıfının
sömürü düzeninden yanadır. Bizlerin onlarla hiçbir ortak yanımız olamaz. Ama bu konu sanıyorum
yeni bir konu değil.
Eğer kadınların ezilmesine ve sömürülmesine sebep olan kapitalist düzen değişmezse işçi
sınıfının kazanımları gerilediği gibi, kadınların kazanımları da gerileyecektir. Komünistler her
dönem, her türlü sömürüyle birlikte kadınların sömürülmesinin de karşısında olmuştur. Sınıfsal,
ulusal sömürüye karşı savaştıkları gibi, cinsel sömürüye karşı da mücadele yürütmüşlerdir.
Kadınların özgürleşmeleri doğrultusunda atacakları adımlarda işçi sınıfının savaşımını desteklemek,
kendi çıkarları için gereklidir. Öte yandan "Proletarya, kadınların tam kurtuluşu için savaşmadan,
kendini kesinlikle kurtaramaz". (3)
NOTLAR
1 Mete Tunçay, Türkiye'de Sol Akımlar-I (1908-1925) Belgeler 2, BDS Yayınları, İstanbul, 1991, s.
513.
2 Mete Tunçay, a.g.e., s. 411.
3 Marx, Engels, Lenin, Kadın ve Aile, Çev. Öner Ünalan, Sol Yayınları, Ankara, Kasım 1992, s. 204.
Aslında sonunda söylememiz gerekeni en başta söyleyerek yazımıza giriş yapalım: Enis Batur ve
çevresindeki burjuva aydınlar sosyalizme ve toplumsal gerçekçiliğe büyük bir saldırı başlatmış
bulunuyorlar. Bu toprakların yetiştirdiği komünist değerlerimizi unutturmak, komünist şairlerimizi,
yazarlarımızı, toplumsal gerçekçilik akımını savunan edebiyatçılarımızı tarihten silme amacını
güdüyorlar.
Bu girişten sonra herkesin okumasını umduğumuz bir alıntıyla derdimizi aktarmaya çalışalım.
"Tahta Troya'da Ece Ayhan üzerine üretilen eleştirel metindeki çok metinlilik ile sözdizimindeki,
genellikle saptanabilecek, çok düzlemlilik yani çizgisel olmayan bir söylem bakıma zihinsel yapında,
anında birden fazla konuya sapma, belki, başka bir deyişle dikkat dağınıklığı, ama bulanık olmayan
bir dikkat dağınıklığı bu -(bu yüzden zaman zaman dil karışıklığı-dil çokluğundan-, dağınıklığı
bazılarınca savrukluğu, hatta dili kullanmayı bilmediğin noktasına vardırılan saçma yorumlara yol
açabilen bir düzlemleşme bu) buluşuyor diye düşünüyorum. Dolayısıyla da ürettiğin metinler, türü ne
olursa olsun sendeki içkin, -makro planda, kendi biçemine uyuyor. Bir bakıma biçem kişinin
kendisidir tanımına mı geliyorum, neyse, bu saptamalar ve konular üzerine neler dersin?"
Tahammül sınırlarımızı zorlayarak sonuna kadar okumaya çalıştığımız ve sizin de okuduğunuzu
umduğumuz bu anlamsız yığını oluşturan kişi prof. dr. ünvanlı Mustafa Durak adında birisidir.
Herhalde uzmanlığı Türkçe'yi katletmek olan bu profesörün bir soru sormak istediğini bu yığma
sözcüklerin sonuna "soru işareti" koyduğu için anlıyoruz. Ama, işin ilginci, Enis Batur'un hiç renk
vermeden soruyu anlamış gibi yapıp bu duyduklarına bir cevap vermesidir. Onun verdiği ve soruyla
aynı "değer"i taşıyan cevabı merak edenler Cumhuriyet'in 23 Ekim 1997 tarihli ve 401 sayılı Kitap
Eki'ne bakabilirler.
Ümidin Düşmanları
Bu yazının amacı, kendilerini toplumdan soyutlamış, emekçilerin sorunlarıyla hiçbir ilgileri
kalmamış çok küçük bir grup sözde entellektüelin hangi dertlerle uğraştığını göstermek değil. Asıl
vurgulamak istediğimiz konu, böylesi anlaşılmaz sözlerin arkasına gizleyerek yapmaya çalıştıkları
sosyalizm düşmanlığıdır.
Şimdi bu kampanyada taraf tutanların edebi, siyasi ve ekonomik kimliklerini kısaca hatırlatalım:
Taraflardan birisi olan Yapı Kredi Yayınları (YKY), başında altın kaçakçılığıyla suçlanmış,
karapara aklamakla itham edilmiş Karamehmetlerin bulunduğu Çukurova Holding'e bağlı Yapı Kredi
Bankası'nın bir yan kuruluşudur. Edebiyat alanına büyük sermayeler yatırarak giren YKY, şu anda
bünyesinde Türkiye'nin önde gelen bir çok yazarını ve edebiyatçısını barındırmaktadır. Bağlı olduğu
holdingin finansal gücünü sağlayan Yapı Kredi bankası, 80 darbesi öncesinde Garanti ile birlikte
sendikalaşmanın en yaygın olduğu bankacılık kuruluşlarından birisiydi. Darbenin hemen ertesinde
büyük bir kıyıma girişerek, sendikalaşmanın gerçekleşmesini sağlayan yüzlerce insan işten atılmıştı.
Ardından, büyük finans çevrelerinin baskısı ve önerisiyle bankacılık ve finans kurumları grev
hakkının kullanılmasının anayasa marifetiyle yasaklandığı alanlara dahil edilmişti. İşte, YKY,
sendikal kıyıma yolaçan Çukurova Holding tarafından emekçi düşmanı yüzünü gizlemekte ve
kaybettiği prestijini aydınlar gözünde tekrar kazanmakta bir araç olarak kullanılmaktadır.
Orgeneral Batur
Taraflardan diğeri olan Enis Batur, 1970'li yılların sonunda yazmaya başladığı, kendi içinde
bütünsellik taşıyan uzun şiiri "Opera"nın kimi bölümlerini dönem dönem çeşitli yayınevlerinden
kitaplaştırarak çıkarttı. En son Altıkırkbeş yayınevinden çıkan "Opera" adını taşıyan kitabından
sonra, daha önceki kimi eserlerinin de aralarında bulunduğu 5 kitabının yayın hakkını Yapı Kredi
Yayınlarına verdi.
Enis Batur'u edebiyatçı kimliği dışında tanımayanlar için onun soyadından yola çıkarak bir
anımsatmada bulunabiliriz. Enis Batur, 12 Mart'ın ünlü cuntacılarından Orgeneral Muhsin Batur'un
oğludur. Yaşıtı sanatçılarımızın 12 Mart işkencelerinden geçtiği ve yıllarca hapse konulduğu
dönemlerde, faşist darbeyi gerçekleştiren babasının sayesinde öğrenciliğinin büyük bir kısmını özel
okullarda yapmış, daha sonra da elini sıcak sudan soğuk suya sokmadan uzun yıllar boyunca
yurtdışında yaşamış bir kişidir kendisi.
Solcu hiçbir etkinlikte yer almayan, solu anımsatacak, toplumsallığı gündeme getirebilecek
eserlerden ısrarla uzak kalan ve malumatfuruşluğu aydın olmak sanan Enis Batur, bugün YKY'nin
genel yayın yönetmenliğini yapıyor, bu kurumun yayın politikasını belirliyor. Enis Batur Paris ve
New York gibi kapitalist metropollerde moda olan tüm akımların ürünlerini en kısa zamanda
türkçeye çevirtip yayınlatmakla ün kazanmıştır. Türkiye'nin edebiyat dünyasına "kazandırdığı" bütün
bu "eser"lerin ortak özelliği, emekçiden, halktan yana en küçük bir içerik taşımamaları, insanların
geleceğe güven duymalarını sağlayacak hiçbir güzellik yansıtmamalarıdır.
Holding Profları
Bu kısa tanıtmalardan sonra Ürün'de Enis Batur hakkında yazma amacımıza geçebiliriz.
Yukarıdaki alıntı gibi, birazdan vereceğimiz alıntılar da M. Durak'ın, "Opera" üzerine 23-24 Ekim
tarihlerinde Antalya'da düzenlenen sempozyum için Enis Batur'la yaptığı ve "'Opera' odağında Enis
Batur şiiri" adını taşıyan ve Cumhuriyet'in belirtilen kitap ekinde yayınlanan röportajından alındı.
Sözkonusu sempozyuma hangi kıstaslara göre seçildikleri ve sanatsal faaliyetlerini nerede
gerçekleştirdikleri bilinmeyen üç beş cahil profesörün başını çektiği 10'a yakın kişi katılmıştı. Bu
"yâran"a hiç yakışmadığını düşündüğümüz Ahmet Oktay gibi marksizmi savunan, proletarya bilimini
kılavuz edinen ve diyalektiği bir yöntem olarak benimseyen bir edebiyatçı ve belli ölçülerde Doğan
Hızlan herhalde sırf bu cahiller meclisine itibar kazandırmak için çağrılmışlardı.
Kendi sözleriyle şiirde "kararsızlığı seven" bir biçimi benimseyen Enis Batur, "şüphe; içeri ve
dışarı yönelik şüphe..." içinde görünmesine rağmen, kendisine Mustafa Durak'ın yönelttiği
"20. yüzyıl Türk şiirinde sence gerçekten şiir dahisi sayabileceğimiz kişiler kimler olabilir?"
sorusuna karşı verdiği cevapla sınıfsal tavrını çok net ve bahsettiği şüphe ile kararsızlıktan uzak
biçimde ortaya koymakta tereddüt etmiyor:
"Önce Yahya Kemal tabii, yolumuzu açan odur. 1945-65 arası yazdıklarıyla Dağlarca, sonra.
Ardından, benim için, Necatigil, Ece Ayhan ve Oktay Rifat gelir. Bu beş şair, şiirimizin
parametrelerini değiştirmişlerdir." (vurgular bize ait)
Görüldüğü gibi, bir anda sayabileceğimiz, önce ve elbette Nazım Hikmet, sonra da Ahmet Arif,
Enver Gökçe, Hasan İzzettin Dinamo, Attila İlhan, Rıfat Ilgaz, Arif Damar, Hasan Hüseyin
Korkmazgil, Metin Demirtaş, Ahmet Oktay, Özdemir İnce, Can Yücel, Ataol Behramoğlu, Metin
Altıok gibi şair ve edebiyatçılarımızın hiçbiri, evet hiçbiri Batur'un saydığı "şiir dahileri" içinde yer
almıyor ve gene hiçbiri şiirimizin "parametrelerini" değiştirecek çapta değerlendirilmiyor.
Edebiyatımızda en köklü değişimi başlatan, şiirimize yepyeni bir ses getiren Nazım Hikmet'i ve bir
bütün olarak toplumcu gerçekçi şairleri yirminci yüzyıl Türk şiirinden kazımaya yelteniyor Enis
Batur. Yerli ve yabancı kapitalist tekellerin kamusallığın kökünü kazımaya yönelik yağma seferinin
bir benzerini kültür, sanat ve edebiyat alanında gerçekleştirmeye çalışıyor. Finans kapitalin
kalelerinden Yapı Kredi bankasının kültür komiseri olarak kapitalist asalakların artık sanat alanını da
bütünüyle kendi tekellerine alma operasyonunu uyguluyor. Türkiye'nin kültür dünyasını
şekillendiren, ülkenin yüzakı olan ve onurunu temsil eden sosyalist, toplumsal gerçekçi
şairlerimizden hiçbirinin adını anmayarak, yeni nesillere ruhsuz, düzenle barışık, akmaz kokmaz bir
kültürel yapı bırakma gayreti içinde bulunuyor.
Kiralık Sanatçılar
En başta söylediklerimizi daha kalın puntolarla bir kez daha tekrar etmek istiyoruz: Enis Batur ve
çevresindeki burjuva aydınlar sosyalizme ve toplumsal gerçekçiliğe büyük bir saldırı başlatmış
bulunuyorlar. Bu toprakların yetiştirdiği komünist değerlerimizi unutturmak, komünist şairlerimizi,
yazarlarımızı, toplumsal gerçekçilik akımını savunan edebiyatçılarımızı tarihten silme amacını
güdüyorlar.
Burada tüm sosyalist sanatçılarımız, şairlerimiz ve edebiyatçılarımız ile sosyalist kültür
dergilerimize büyük bir görev düşmektedir. Kendisini sosyalist kültür-sanat dünyasına ait gören
bütün insanlarımız, bize karşı yapılan bu sinsi saldırıyı ısrarlı bir kampanya sonucunda geri
püskürtme görevi ile mükelleftir. Ve elbette ki sosyalist, toplumsal gerçekçi edebiyatçılarımızın bu
görevlerini de kaleme aldığımız bu mütevazi yazının boyutlarını ve niteliğini aşan, çok daha
kapsamlı bir şekilde yerine getireceklerinden yana hiçbir kuşkumuz yoktur.
Enis Batur ve emekçi düşmanlığı yapmaya cüret eden herkes bilsin ki, hiçbir holdingin parasal
gücü, bizlerle değerlerimiz arasına sınır koymayı başaramayacaktır. Sanatlarını burjuvazinin
hizmetine kiralayan tüm "sanatçı"lar "bu güzelim memlekete, en şanlı elbisesi ile, işçi tulumuyla,
hürriyet" geldiğinde, "o büyük günü" gene bizim şairlerimizin dizeleriyle karşıladığımızı görecekler.
DİSK YÜRÜYÜŞÜ
Yürüyüşün Ardından
Baştan sona kadar coşku ve kararlılık içinde geçen Ankara yürüyüşü disiplin içinde ve halkın
büyük desteğini alarak sona erdi.
Şimdi bu eylemi daha da taçlandırmak üzere talepler yerine getirilmediği ve ülkede siyasi ve
sosyal yaşamda bir değişiklik olmadığı takdirde işçilerin üretimden gelen gücünü kullanarak bu kötü
gidişe dur demekten başka çıkış yolu görünmemektedir. Yoksa bu çok zahmetli ve disiplinli 9 günlük
Ankara yürüyüşü de 1980'den sonra yapılan birçok eylem gibi işçi sınıfı tarihinde bir anı olarak
kalacaktır.
Taleplerimizin takipçisi olma görevini üstlenen DİSK'e büyük görevler düşüyor. DİSK'in etkin
katılımıyla oluşturulacak bir emekten ve sosyalizmden yana eylem ve kader birliği tüm emekçilerin
özlemini çektiği yaşanası bir Türkiye için yapılması gerekenlerin büyük bir adımı olacaktır.
İnanmak kazanmanın önemli bir adımıdır.
TUTUKLANMA VE YARGILANMALARIM II
Kaçış Planı
Bu olaydan sonra dış memleketlere kaçma fikrine kapıldım. Ve Şükrü Dinsel uçak subaylarından
olduğu için ondan yararlanmayı düşündüm ve olayı kendisine açtım. Beraber kaçmayı kararlaştırdık.
Kaçmanın uçak aracılığıyla olmasında anlaştık. Kimi askeri haritalara ihtiyaç vardı, onları kısa
zamanda Şükrü sağladı. Sahte bir kimlik kartı sağladı. Kaçışımız uçakla olacağı için hedef olarak
başlangıç Bulgaristan, sonra Moskova. Denizin bozuk dalgalı zamanlarında kendimden geçercesine
denizin beni tuttuğunu ileri sürerek, o zaman uçakta da normal durumda olmayabilirim ve şimdiye
kadar uçağa hiç binmemiş olduğum için ilk olarak bir prova gidişi yapar ve arkasından da gerçek
kaçma hareketini uygularız şeklinde Şükrü ile anlaştık.
Ben bu olayı Şükrü’den başka İzmirdeki yoldaşlardan hiçbirisine anlatmamıştım. Şükrü, çalıştığı
Amerikan Geri kumpanyası işçilerinin bir kimlik kartı ile iki kişilik uçak biletiyle bir cumartesi beni
çalıştığım yerden alarak İzmir havaalanına gidiyor, uçağa biniyor, İstanbula hareket etmiş
bulunuyoruz. Ben uçağın sol ve tek koltuğuna oturmuş, Şükrü’nün ise iki kişilik sağ koltukta yanında
kelli felli bir vatandaşla konuşmasını yan gözle izliyordum. Hadiseleri gözden ciddi surette geçiriyor
ve bir tuzağa düşüp düşmemenin muhasebesini yapıyordum. Nihayet hiçbir sıkıntı ve arızaya
uğramadan İstanbul havaalanına gelmiş bulunuyoruz. Bu hareketimiz yalnızca bir deneme, uçağı
kaçırma girişimi değil.
Sekizinci Tutuklanmam
Bu cezalarımı ve sürgünümü yerine getirdikten sonra komünizm suçlamasının 8. olayını
anlatmamızın da zamanı gelmiş bulunuyor.
Sene 1951. Kış aylarından bir gün. TKP merkez komitesinin Cihangirde yapacağı toplantı için
Tevfik Dilmen’in bir vatandaştan kiraladığı evde toplanmıştık. Tüm yeryüzü insanlarının barış içinde
kardeşçe, özgürce yaşaması için sömürüden, işkenceden, baskıdan ezgiden kurtulabilmesinin
yollarını, usullerini yeni sınıf mücadelesini bizlere gösteren, öğreten büyük adamların Marks’ın,
Engels’in, Lenin’in ve Stalin’in sosyalizmin, komünizmin kurulması hakkındaki görüşlerinin şaşmaz
sürdürücüsü ve sadık takipçisi olan Türkiye Komünist Partisi merkez komitesi üyeleri, 1951
senesinin sonbaharında Cihangirde bir yurtdaşımızın evinde toplanmıştı. Toplantıya katılanlar şu
yoldaşlardı: Dr. Şefik Hüsnü, Zeki Baştımar, Reşat Fuat, Halil Yalçınkaya, Mihri Belli ve Mehmet
Bozışık.
1932 senesinde İstanbulda Balatta Zeki Baştımar’ın annesinin evinde TKP’nin 4. kongresinde
merkez komitesi üyeliğine seçilen Ahmet Fırıncı ile aynı kongrede, hapis olduğu için kongrede
bulunamayan, ama merkez komite üyeliğine seçilen Hikmet Kıvılcımlı, çağrıldıkları halde ve hiçbir
mazeret ileri sürmemelerine rağmen, merkez komitesinin toplantısına gelmemişlerdi. Bu durum
toplantıya katılanlar üzerinde makûs etki yaratmıştı.
Toplantıda gündemde iki konu vardı: 1. Partimizde yeni iş bölümü 2. Türkiye Cumhuriyeti
Hükümetinin Amerikanın etkisiyle Mehmetçiğin emperyalizm hesabına Türkiyeden 30 bin mil
uzakta bulunan Kore Savaşlarına gönderilmesi konusu.
Partimizin merkez komitesinin yeni iş bölümü şu şekilde kararlaştırıldı: Zeki Baştımar’ın eskisi
gibi genel sekreterliğinin devamı. Hatta şöyle bir durum da yaşandı: Hikmet Kıvılcımlı, toplantıya
katılsaydı onun genel sekreterliğe atanması ihtimali vardı. Hikmet toplantıya gelmeyince genel
sekreterlikte bir değişiklik olmadı. Halil Yalçınkaya tüm Türkiye sendikacılar konusu ile ilgilenmekle
görevlendirildi. Mihri Belli ise partinin illegal yayın organlarını yönetmek ve partinin illegal yayınını
organize etmekle. Mehmet Bozışık ise partinin gizli yayınını uzun süre yürütmesinin sonucu ve gizli
yayın kurulmasının deneyimli bir yoldaşı olduğu için Mihri Belli’ye bu alanda yardım etmek ve gizli
yayın evinde çalışacak insanları Mihri Belli ile tanıştırmakla.
Gizli Yayınevi
Ve Bozışık kendisine verilen görevi yerine getirmekte gecikmedi. Daha önce gizli yayın evinde
çalıştırılan Ramazan yoldaşı buldu. Parti kararını ona bildirdi. Ramazan yoldaş yaşlandığını ileri
sürdü. Bu görevde kendisinin değil, oğlu Muammer Tamkant’ın çalışmasını sağladı. Bozışık,
Muammer yoldaşla anlaştı ve kendisini Belli ile tanıştırdı. Bu durum karşısında Belli, Bozışık ve
Muammer birarada toplanarak konuyu konuştular ve yapacakları işleri tespit ettiler ve
kararlaştırdılar. Karar şuydu: Gizli yayınevi Beylerbeyinde kurulacak. Muammer oturduğu
Ortaköyden Beylerbeyine taşınacak, orada ona küçük bir bakkal dükkanı açılacak ve evde de gizli
parti matbaası kurulacak. Bu matbaanın gelişmesine, işlerin intizama sokulmasına Bozışık’ın yardımı
sağlanacak. İşte Mihri, Boz Mehmet ve Muammer Tamkant’tan oluşan yoldaşların aldıkları karar bu
idi. Bu kararın yerine getirilmesinin baş sorumlusu Mihri Belli’ydi.
Baştımar’ın Önerisi
Ne var ki günler, haftalar geçmesine rağmen bu kararın uygulanmasına dair hiçbir iz ortada
bulunmadığı bir sırada Zeki Baştımar ile karşılaştığımda, onun şu şikâyetini öğrenmiş bulunuyorum.
Kendisine bağlı üniversitedeki öğrenci yoldaşlara Mihri’nin direktif verdiğini ve partinin işlerinin
karıştığını, iki koldan direktif alan üniversiteli yoldaşların tereddüt içinde olduklarını, dolayısıyla
Mihri’nin parti disiplinini ihlal ettiğini ve partimizin gelişmesini engellediğini ileri sürerek merkez
komitesinden disiplinsizlikten dolayı ihraç edilmesi, bu arada gizli yayın organına ait hiçbir şey
yapılmadığını, partinin kendisine verdiği işi yapmayı boykot ederek partinin teşkilat işleriyle
uğraşmasının sonucu parti faaliyetinin sekteye uğramasının sorumlusu olan Mihri’nin merkez
komitesinden çıkarılması teklifi ile karşılaştım. Aynı durumu Halil Yalçınkaya’ya da anlattığı,
Mihri’nin merkez komitesinden atılması önerisini kabul ettiğini, bu konuda benim de aynı öneriyi
kabul edip etmeyeceğimi öğrenmek istediğini söyleyerek konuşmasını sona erdirdi.
Zeki Baştımar’ın bu önerisini ben de doğru bulup onayladım. Çünkü aylar günler geçtiği halde
gizli yayın konusunda hiçbir şey yapılmadığının baş şahidi benim. Zeki Baştımar aynı öneriyi Şefik
Hüsnü ile Reşat Fuat’a da yapmış, ama onlar bu öneriyi kabul etmemişler.
Bu olaydan bir süre sonra, tutuklamalar başlıyor ve bunlar arasında ilk tutuklananlardan biri de
hiç de beklemediğim halde Muammer Tamkant oluyor. İlk tutuklular arasında ve ilk tutuklu Sevim
Tarı oluyor. Arkasından Tevfik Dilmen, Mihri Belli ve diğerleri. Hayretimi mucip olan Muammer
Tamkant’ın tutuklanması. Babası Ramazan yoldaş partimizin yıllarca gizli matbaasını çalıştıran bir
yoldaş olduğu ve en küçük bir olay yaşamadığı halde oğlunun parti görevi almasının kısa bir
süresinde tutuklanması, Mihri’nin kendisini kimi üniversiteli yoldaşlarla tanıştırmasından sonra
yaşanmıştı.
Bir süre sonra ben de tutuklandım. Sansaryan Handa tabutluklarda hücrelerde ihtilattan
(görüşmeden) men olarak iki sene yatırıldım ve bir süre de Harbiye Askeri Cezaevinde taş odalarda
Şefik Hüsnü, Reşat Fuat, Celal Zühtü Benice, Mihri Belli ile de beraber yatırıldık. İki senelik süre
boyunca Sansaryan Handa polis müdüriyetinde işkenceden geçirilen ben, Mehmet Bozışık, Dr. Şefik
Hüsnü, Zeki Baştımar, Reşat Fuat Baraner, Mihri Belli ve Enver Gökçe yoldaşlardı. Halil
Yalçınkaya, merkez komitesi üyesi olmasına rağmen ifadesi alındıktan kısa bir süre sonra Harbiye
Cezaevine gönderilmişti.
Bu komünist hareketi tutuklamasında Ankaradan, İzmirden, Eskişehirden ve İzmitten
tutuklananların sayısı 186 idi. Askeri mahkemeye verilmemizin tek nedeni subay olan Abdulkadir
Demirkan, yani yeni ismiyle Vedat Türkali. Tahkikatı yapan askeri hakim Halil Ölçer ve Birinci Şube
Başmemuru Ahmet Topaloğlu. İşkence 17 yoldaşımızın akli dengesinin yitirilmesiyle neticelendi.
Baş işkenceci Ahmet Topaloğlu mükafaten Adnan Menderes hükümeti tarafından milletvekili seçildi,
bu yetmedi, milli müdafaa vekâletine (savunma bakanlığı) getirildi, fakat insanlara yaptığı
işkencelerin tesiri ile sinir krizleri geçirdi, vakitsiz, genç yaşta denecek durumda hastalanarak sinir
rahatsızlığından öbür dünyayı kendisine mekân olarak seçti.
Müşerref Hekimoğlu
17 insanın, evet onyedi insanın, komünistin akli dengesini yitirmesine sebep olan Ahmet
Topaloğlu genç denecek yaşta savunma bakanı olarak ölünce, bu işkenceci adamın ölümü nedeniyle
arkasından gözyaşları dökenlerden ve ona mersiye yazanlardan birisi de Cumhuriyet gazetesinin köşe
yazarı Müşerref Hekimoğlu’ydu. Bu olayı hiç unutmadım ve unutmayacağım.
Ahmet Topaloğlu’nun işkencelerine 1952 senesinde uğrayanlardan biri olarak İstanbulda
Harbiyede askeri mahkemede komünizm faaliyetinden ötürü 8. kez, evet sekizinci kez muhakeme
olmuş, suçlanmış, senelerce hapiste yatmam sağlanmış ve hapisten çıktıktan sonra 3 sene sürgün
olarak Eskişehirin Sivrihisar ilçesinde yaşamaya mahkum edilmiştim.
1953 Yılı
8. kez komünizm mücadelesinden dolayı burjuva askeri mahkemesinde duruşmam İstanbul
Harbiyede olmuştu. Sene 1953. Yanılmıyorsam hazirandaydı. Askeri duruşma hakiminin ismi İzzet
Kurtcebe. Savcının adı Albay Halil Ölçer. Bu adam 1951 senesinde komünist tahkikatının
başlangıcında tezgâhını polis müdüriyetinin, yani Sansaryan Hanının bir odasında kurmuş, bütün
işkencecilerle birlikte hareket etmiş ve tutuklanan 186 komünistin ifadesinin alınmasında ve işkence
neticesinde 17 yoldaşımızın akli dengesinin yitirilmesinde işkenceci Birinci Şube Başmemuru Ahmet
Topaloğlu kadar mesul bir kişidir ve şimdi de savcı olarak karşımızdadır.
Duruşmamızı kalabalık bir gazeteciler grubu izlemektedir. Özellikle Ahmet Emin Yalman’ın
Vatan gazetesi hepimizin dikkatini üzerinde toplamaktadır. Benim aleyhimde iki şahit dinlenmiştir.
Birisi Şükrü Dinsel, ikincisi Libyalı Ömer Atik. Şükrü Dinsel özellikle o uçak kaçırma olayını
anlatmıştır. Onun bu sözlerine ve ithamlarına karşı mahkeme başkanının “bu ithamlara karşı ne
dersiniz” demesi üzerine uzun boylu konuşmadım ve yalnız şu sözleri söylemekle yetindim:
“Hayatını köpeklik yapmak prensibine adamış bir kimsenin sözlerine karşı söyleyecek başka bir söz
bulamıyorum. Bu adam köpeğin teki.” Libyalı, 4 sene komünistlikten hapis yatan Ömer Atik’in
aleyhimde ithamına karşı da: “Bu adam alkoliktir. Şu anda sarhoştur ve ağzı leş gibi içki
kokmaktadır. Anormal bir kişidir. Böyle alkolik, anormal insanların sözlerine inanılması üzücüdür”,
dedim.
Duruşmalar
Askeri Harbiye Mahkemesinde oturma şeklimiz şöyle: Başta Zeki Baştımar, onun yanında Halil
Yalçınkaya, bitişiğinde ben Boz Mehmet, Boz’un yanında Mihri, bir insanın geçebileceği bir
aralıktan sonra Sevim Tarı.
Mihri ile Sevim Tarı birinci şubede ihtilattan men edildiğimizden beri birbirleriyle konuşuyordu.
Bunu Mihri Belli bizlere kendisi söylemişti. Birinci şubedeyken birbirimizle konuşmak yasak
olmasına rağmen, Mihri, nöbetçi olan bir polise bir miktar para vererek Sevim’le konuşma olanağını
sağlamış. Mihri’nin anlattıklarını Harbiye’de taş odalarda dinlemiştik. Birbirleriyle poliste konuşma
olanağı bulan bu yoldaşlar, Harbiye’de mahkemede birbirlerine her duruşmada mektup verirler ve
alırlardı. Ve kısa bir zaman sonra, haftada hiç olmazsa bir defa olmak üzere, Harbiye’de bahçede
uzun uzun konuşma iznini idareden almışlardı. Mahkeme esnasında da her zaman mektup alıp
verirlerdi. Ve bu durumu iddia makamındaki Halil Ölçer görür, fakat en küçük bir müdahalede
bulunmazdı. Ta ki Sevim yoldaşın Mihri Belli yoldaşa verdiği son mektuba kadar.
36 Sayfalık Rapor
Bu olayın olduğu gün duruşma sonunda koğuşlarımıza giderken Mihri aramızdan askerler
tarafından alındı. Arandığında üzerinden Sevim yoldaş tarafından verilen bir mektubun çıktığını
öğrendik. O güne kadar birbirlerine verdikleri mektupları ele geçirme hevesinde olmayan savcı Halil
Ölçer bu son mektubu elde etme hevesine kapılmış ve yetkililere emir vererek Mihri yoldaşın üzeri
aranmıştı. Sonradan öğrendiğimize göre bu mektup değil, otuzaltı sayfalık, partimiz hakkında Sevim
yoldaşın yazdığı, Doktor Şefik Hüsnü ve Reşat Fuat yoldaşların Sevim’den parti faaliyeti hakkında
görüşlerinin anlatılmasını istedikleri bir rapormuş. Bu otuzaltı sayfalık yazı mahkeme tarafından 186
komünist yoldaşın mahkum olması için yegâne resmi delil olarak kullanıldı. Bunun suçluları yazılı
rapor istedikleri için Doktor Şefik Hüsnü ve Reşat Fuat yoldaşlardır. Sevim ile Mihri’nin
hapishanede istedikleri her zaman görüştüklerini hepimiz biliyoruz. 36 sayfalık rapor Sevim
tarafından şifahi olarak anlatıldıktan sonra Mihri raporun münderecatını Doktora ve Reşat Fuat’a
pekâlâ anlatabilirdi. Bu yol uygulanmıyor, aptalca hareket edilerek büyük yanlışlık yapılıyor.
Mahkemede müdafaamı yaparken bu görüşümü dile getirmiştim ve şöyle demiştim: “Mihri ile Sevim
şimdiye kadar birçok mektubu duruşma esnasında değiş tokuş yapmalarına rağmen iddia makamında
oturan Halil Ölçer hiçbir mektubu elde etme girişiminde bulunmadığı halde, bu son hareketiyle
otuzaltı sayfalık yazıyı yakalatması danışıklıdır ve Mihri ile Halil Ölçer arasındaki bir anlaşmanın
var olduğunu ortaya çıkarmıştır.”
Komünist partisi mensubu olmakla 8. kere itham edildiğim bu askeri mahkemede 20 sayfalık
müdafaamın özelliklerinin en can alıcı bölümü idi Mihri ile Halil Ölçer hakkındaki görüşlerim. Bu
duruşmada 7 sene 6 ay ve 3 sene de Sivrihisar sürgün cezasına maruz kaldım.
Dokuzuncu Tutuklanmam
Sosyalizm mücadelesinde komünistlikten 9. kez tutuklanmam ve askeri sıkıyönetim
mahkemelerinde duruşmam: 1990’da Ankara ve İstanbulda oluşumun öyküsü.
Bu insanlık mücadelesinin ilki 1924 senesinin son ayında, kavganın sonu 1990 yılı; bu yıl 1997
yılının ağustos ayı, ama mücadelem sürüyor ve sürecek. Çünkü işçi sınıfı mücadelesinin, işçi
sınıfının sadık bir neferi olduğum için.
Askeri mahkemede 7 sene 6 ay ceza ile Sivrihisarda 3 sene sürgün cezasını çektikten sonra
1960’ta İstanbula geldim. Az sonra Zeki Baştımar ve başta Şehabettin Bakırsan da olmak üzere bütün
yoldaşlar cezalarını çekmişler, İstanbula gelmişlerdir. Bu dönemde Zeki’nin Sultanahmette
Divanyolunda açtığı yazıhanede toplanıyorduk ve yapılması gerekli parti işlerini konuşuyorduk. Bu
toplantılarımız uzun süre devam etmedi, Zeki’nin Avrupaya gitmesi üzerine konuşmalarımız da sona
erdi.
TİP Dönemi
Ne var ki bu sırada Türkiye İşçi Partisi açıldı. Bu parti sosyalizm görüşlerini savunmada bizlere
çok yakın olduğu için ve Mehmet Ali Aybar, Behice Boran gibi ilerici kimselerin yönetim
kadrosunda bulunmasından ötürü bu partiyi destekleme kararı aldık. Bu sıralarda yurdumuzda
önemli işçi hareketleri oldu.
Biz komünistler bütün hareketleri destekledik ve Türkiye İşçi Partisine önemli katkılarda
bulunduk. Toplantılara, yürüyüşlere önemli katkılarda bulunduk. Ve Taksimde 1 Mayıs alanındaki
mitinglerin hepsinde kendimizi gösterdik. Hatta 1977 yılında 36 devrimci yoldaşımızın ölümüyle
sonuçlanan katliamda da oradaydık. Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idamına karşı aktif
protestolarda, çıkışlarda bulunduk.
12 Eylül
Kenan Evren ve generallerinin 12 Eylül eyleminde bir çok ilerici yoldaşlar, hatta ben de
tutuklandım. Selimiyeye getirildim, polisin sorgusuna maruz kaldım. 12 Eylül’de faşist general
Kenan Evrenler tarafından hayatımızın tehlikeye girdiğini sezince dış memleketlere gitmeye karar
verdik.
Ben yurdumu 1981 Nisan ayında terkedip Almanya, Rusya ve Danimarkaya göç ettim. 9 sene gibi
uzunca bir müddet orada kaldıktan sonra, Türkiye Cumhuriyetinin Kopenhag konsolosluğuna
başvurarak, Türkiyeye gelmemi sağladım ve 1989 senesinin 22 Eylül’ünde yurdumuzdaydım.
Tekrar Türkiye
İstanbul havaalanına gelir gelmez tutuklandım ve derhal Ankaraya gönderildim. Ankarada polisin
işkence odalarında bir süre kaldıktan sonra ifademin alınması için, görevinden ayrılır ayrılmaz faşist
MHP’ye üye olarak ne olduğunu gösteren eski başsavcı Nusret Demiral’ın huzuruna çıkarıldım. Ve
ona kürtlerin verdiği mücadele hakkında neler düşündüğümü bütün açıklığıyla anlattım. Daha genç
olsaydım yapabileceklerimi de söyleyip, cezası idam bile olsa seve seve katlanacağımı belirttim.
Sonunda beni Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesine çıkardılar. Orada da yeni MHP’li Nusret
Demiral’a söylediklerimi tekrarladım. Bir süre sonra beni tutuklu olarak İstanbul Devlet Güvenlik
Mahkemesine verdiler. Beni savunan avukatım İnci Hanımın da içinde bulunduğu duruşmada
kendimi savundum. Aynı mahkemede Ahmet Kardam yoldaş savunmamın etkisinin sonucu
gözyaşlarının akmasını engelleyemedi. O sıralarda ceza kanununun 141. ve 142. maddelerinin
kalkması neticesi mahkeme tahliyeme karar verdi. Tarih 1990’dı.
Yargılanma Rekoru
Ve işte yaşantımın ilk tutuklama tarihi 1924. Son komünistlikten tahliye tarihi 1990. Bu tarih 9.
kez yargılanmamın tarihsel dökümüdür. Aksi ispat edilmediği takdirde komünizm suçundan en fazla
burjuva mahkemelerine çıkarılma rekorunun bana ait olduğunu iddia ediyorum ve iddia etmekte
devam edeceğim.
Mustafa Suphi neslinin, komünizmin er geç tahakkuk edeceğinin muannit savaşçısı, işçi sınıfı neferi
M. Bozışık, yaş 96. Dokuz kez burjuva mahkemelerinin öyküsü.
Sözlerimi Bağlarken
Komünist hareket suçlamasından soyguncu vahşi burjuva iktidarları tarafından 9. kez işkenceden
geçirilip duruşmaya çıkmama ve 97 yaşıma basmama bir ay bile kalmamasına ve yüzden fazla
polisçe tutuklanmama rağmen halen dünyada insanların kardeş olması mücadelesini veren bir insan
olarak hâlâ yaşamaktayım ve işkenceci polisler gibi genç yaşta öbür dünyaya göçmediğim gibi şimdi
de hiç gitmek niyetinde değilim. Sizlere sesleniyorum işkenceciler. Kafalarınızı iyi çalıştırın,
sömürücüler hesabına aptalca, şuursuzca, budalaca hizmet yapmaktan, kendinizi vicdan azabına
sokmaktan, çoluk çocuğunuzu üzmekten vazgeçin, insanlığın savunucusu olun.
İnsanlığa büyük bir hizmet için, insanlık adına yapmış olduğum bu sınıf mücadelesinde, faşist
iktidarlar ve devlet tarafından bana yapılanlardan hiç de şikayetçi değilim. İnsanlığa hizmet için
yapılan, yani yaptığım onurlu savaşın büyük gururu içinde bu mücadeleyi verdim ve şimdi 97 yaşıma
girmeme bir ay kala bu verdiğim savaşların sevinci içinde yaşıyorum.
9. kez komünizm mücadelesini verdiğimin kısa mücadele öyküsünü “ÜRÜN” dergisini
çıkaranlara ve onu okuyan yoldaşlara sunar ve sevgilerimi, saygılarımı sizlere iletirim.