Renkler Kusagı 9. Fas

You might also like

Download as doc, pdf, or txt
Download as doc, pdf, or txt
You are on page 1of 30

RENKLER KUŞAĞI 9.

FASİKÜL

VİCDAN VE
RUHUN İKLÎMİ

Gerçek hayat, vicdan ve ruhun öteler esintili duru iklîminde yaşanan hayattır; önü ve sonu itibariyle de
aslâ, elemi, kederi, hasreti yoktur.
Hayatı, bütünüyle cismaniyete bağlayan düşünce; mide, bağırsak ve yemek borusunu insan varlığı
üzerinde en hâkim unsurlar haline getirmiş ve insanı bedenî hazlarının âzad kabul etmez kulu, kölesi
yapmıştır.
Yıllar var ki, bu kahredici anlayış içinde insanımızın hem duygu ve düşünceleri, hem de rûhî ve vicdanî
temayülleri kaynayıp gitmiştir. Cismaniyetin bu öldürücü girdabında ferd, sadece, yiyen-hazmeden-
ıtrahta bulunan-şehvetini tatmin yollarını araştıran tâli’siz bir mahlûk; yuva, bağrında bu çeşit bahtsızları
barındıran bir tavla, yığınlar da, sağda-solda münbit mer’alar araştıran sürülerden farksızdır.
Yine; bu mel’ûn anlayışa göre, geçmiş-gelecek, her şeyiyle birer masal, öteler ve ebed düşüncesi faydasız
birer hülyâ, rûhânî zevkler ise, birer garib tesellisinden başka birşey değildir. Varsa da-yoksa da hâl’i
değerlendirip hayattan kâm almak ve bedenî zevklerle gününü gün etmek...
Oysa ki, geçmişden gelen inanç ve azmimiz, geleceğe açık düşünce ve tavrımız, bizlere, yaşamadan daha
zevkli, daha güzel şeyler fısıldar. Bizler, gönüllerimizin ihtiyacı olan ve fakat bir türlü erişemediğimiz
bütün sevinçleri, saadetleri bu inanç ve bu düşüncede bulur, sonra da her an perde perde ayrı bir vuslata
erer gibi oluruz.
Bu aydınlık dünyâda geçmişin bağrından ve atalarımızın düşünce ırmağından çağlayıp gelen şeyler, hiçbir
zaman ölü birer hâtıra ve tarihin sayfaları arasına sıkıştırılmış birer vak’a raporu olmadığı gibi çok
eskilerden gelen bu soylu millet ağacının, şanlı bir geleceği bağrında besleyip büyütmesi de kat’iyyen bir
hayâl değildir. Aksine, şanlı cedlerimizden tevarüs ettiğimiz her şey, onların kalb ve his dünyâlarının ayrı
ayrı perdeden sesleri ve binbir ibret sayfalarıyla mâzînin belâğatlı bir lisan olması itibâriyle, daima,
yarınlarımıza ışık tutan birer meş’ale ve bizlere varolma yollarını gösteren birer rehber vazifesini
göreceklerdir.
Bu anlayış sayesindedir ki, hemen hepimiz, ilerde elde edeceğimiz bir aydınlık devir ümîdiyle yaşar;
hatta onu, hasretini çektiğimiz “yitirilmiş cennet” sayarak rüyâ ve hülyâlarımızda, inançlarımızın
kollarıyla yakalamaya çalışır; onun semâlarında uçar, onun atmosferine dalışlar yapar, onun havasını
teneffüs eder ve bütün bir ömür boyu ondaki yerimizi almak için çırpınır dururuz. Çırpınır dururuz; zira,
kaderimiz Âdem nebînin kaderi, cebren iskâna me’mur edildiğimiz yer eski dünyâlara nisbeten mahzun
Serendip, bizler ise, kadrini bilemeyip dün elden kaçırdığımız cennetleri hasretlerle, iştiyaklarla anan,
arayan batızedeleriz.
Evet, Âdem nebî Cennet’teki memnu’ meyveye el uzatınca yurdundan-yuvasın-dan oldu ve kendini sıra
sıra sıkıntı ve hasretler içinde buldu. Bizler ise, batının mel’un ve memnu’ meyvesi sayılan, o-nun
medeniyet anlayışına, çarpıcı fantaziyelerine ve yalancı vaadlerine aldanarak her şeyimizi yitirdik ve
milletlerarası muvazene unsuru olma mevkiinden, devletlerarası gülünçlerden gülünç en acınacak
seviyeye düştük.
Dünkü yerimiz, şimdilerdeki hasret ve inkisarlarımız içindir ki, bugünkü nesiller, en büyük
kahramanlıklar içinde en büyük fedakârlıkları, en derin aşk içinde en çaplı hizmetleri, en sağlam tevekkül
içinde en mantıkî sistemleriyle kaybettikleri zirvelere yeniden tırmanma, rüyâ ve hülyâlarında görüp-
duydukları cennetleri elde etme; hislerinin hudutsuzluğu, duygularının sonsuzluğuyla düşünce
gergeflerini geçmişin kaneviçesi üzerine ve fakat bugünün renk ve desenlerine göre işleme
mecburiyetindedirler. Yoksa daha bir süre hasret içinde inler dururuz.
Sînelerinde aşk u heyecan, dillerinde ölümsüzlük nağmeleri, gönül gözleri dünü-yarını bir arada
müşâhedeye uyanmış yolu gözlenen bu yiğitler, hiçbir yana iltifat etmeden, hiçbir şey karşısında dize
gelmeden, kaderlerinin yazılarını ilan edecekleri noktalara doğru ilerlerken, dünyâları yerinden oynatacak
bir müthiş îman, bir müthiş aşk ve bir müthiş heyecanla yollarına devam etmelidirler ki, arkadan gelen
inançlı nesillerin irâdelerine kuvvet, ümitlerine fer verip karanlık ruhları da yeis ve hasretler içinde
bırakabilsinler.
Büyük ölçüde daha şimdiden, dünyânın dört bir yanında aşkla şevkle gerilmiş mü’min nesiller, kendi
mübarek dünyâlarını ararken, duyup tattıkları, görüp hissettikleri Hakk’ın lütuflarının câzibe ve
çarpıcılığı karşısında, ne fânîlik ve cismaniyetin aldatıcılığına, ne de her dönemeçte yollarını kesen
gulyabânîlerin çokluğuna aldırmadan tâli’li tırmanışlarına devam etmekte ve zirvelerin hesabıyla dolup
taşmaktalar bile.
Hergün biraz daha güçlü, biraz daha azimli, biraz daha iradeli ve soluk soluğa koştukları bu yolda,
ruhlarının ebedî-leştiğini, sonsuzluk düşüncesinin bütün benliklerini sardığını, cismâniyet ve bedenin
ağırlıklarından kurtularak melekler gibi birer mânevî varlığa inkılâp ettiklerini duyan ve bu yüksek ruh
hâletinden ayrılmayı asla düşünmeyen bu hasbî ruhlar, gönül verdikleri bu aydınlık yoldan uzaklaşmayı
en büyük günah sayacak ve görüp sezdikleri ışıklara, ruhlarını dolduran seslere, daha doğrusu Hakk’ın,
gönüllerine saldığı ezelî vaadlere doğru ve geçmiş ömürlerimizi yeniden bize kazandırmak herbiri birer
hâtıra, şuraya buraya dağılmış bir gül devrinin bütün güzelliklerini biraraya getirmek sonra da bizlere
bütün zamanları birden yaşatmak için kendilerini Cennet esintilerine kaptırmış gibi, alabildiğine şevkli,
alabildiğine neşeli, hiçbirşeye takılıp kalmadan, fevkalâde kıvrak, çalımlı ve tıpkı bir zafer yürüyüşüyle
hayatın daha bahtlı daha intizamlı olduğu iklimlere koşacak ve bizlere, gönüllerimize, hülyâlarımıza,
emellerimize sığmayan en tatlı devirleri yaşatacaklar.

DERTLİ SÎNELER

Sîneler dertli, ruhlar sıkılmışsa kederden,


Gözler mahzûn, ufukta yeni doğuşlar bekler.
Ve “Ba’s ü ba’del mevt” emri gelmişse kaderden,
Her taraf canlanır, her şey “Baharı!” heceler.

Hiç durmaz, hep ümît peşinde yol alır alan,


Yüreğindeki ateş ocaklardakine denk;
Bir başka aydınlığa gebe önünde zaman,
Yollar onun artık, günler doğuruncaya dek...

Ufukta ışık cümbüşü, karanlıkta hummâ,


Uçuşuyor yarasalar şaşkın ve elemli;
Gözsüzler için bu geliş olsa da muammâ,
Hicranlı ruhların şafağı olduğu belli.

Yılları gam üstüne gam geçenlere bayram!


Sarsılıyor eski meyhane tâ temelinden...
Geleceğe selâm, gelenlere binler selâm!
Dönüyor şanlı akıncı artık seferinden...

UHREVÎ ESİNTİLER

Hissediyorum yavaş yavaş ihtiyarlığı,


Çatladı artık hayat rüyâsının billûru..
Kirpiklerimin ucunda ötelerin nûru,
Bir başka aydınlık görüyorum yaşlılığı...

Gençlik tutkularından uzak, hep ötelerde,


Tülleniyor gözlerimde Sonsuz’un serhaddi.
Zaten bir zaman rûhumu saran hayâlimdi
Şimdi gönlümde ağaran şeyler perde perde.

Artık ne şafak arzusu, ne akşam tasası;


Yok düşüncemde hiçbirinin o eski yeri.
Aynı şey bence dünyânın lezzeti - kederi,
Meltemi-sabâsı ve tûfânı - fırtınası.

Ne eski köşkler, ne yeninin gökdelenleri,


Ne kırların lâlesi, zambağı, papatyası;
Ne yokluğun acısı, ne varlığın safâsı;
Ne de dünün dillere destan ma’mûreleri...

Artık hiçbiri birşey anlatmıyor kendince,


Felek devirdi hepsinin kâsesini bir bir
Ve şimdi dalgalanıyor derûnumda tekbir:
“Allah bes bâki heves!” işte hayat bu, bence.

Geceler gündüzlerle içiçe ve aydınlık,


Yıllarca kaderden beklediğim buymuş meğer;
Uğrunda bin ömür fedâ edilmeye değer
Bir dünyâ ki, yok hiçbir yöresinde karanlık...

Elvedâ gece gazelhanlığına, elvedâ..!


Ve yarasalar yarasalarla kalsın artık.
Işık dalgaları içinde yüzerken varlık,
Karanlığa türkü söylemek bir kuru sevdâ...

İNSANLIK

İnsan, başkalarına karşı iyi-kötü bütün davranışlarında nefsini mizan kabûl ederek her şeyi onunla
tartmalı; nefsine hoş gelen şeyleri başkaları için de istemeli, nefsinin hoşlanmadığı bir muame-leden
başkalarının da hoşlanmayacağını kat’iyyen hatırdan çıkarmamalıdır. Böylece o, hem yanlış
davranışlardan, hem de başkalarını rencide etmekden kurtulmuş olur.
***
Sen, kendine yapılan ihsanların vicdanını yumuşatdığını ve ihsanda bulunan zatlara karşı sevgi ve alâka
duyduğunu düşünerek, başkalarının da seni sevip, alâka duyacakları bir yolu keşfedip çıkarabilirsin.
“İnsan iyiliğin kölesi”, iyilik de şerrinden endîşe edilen kimselere karşı en sağlam bir sığınakdır.
***
İnsanın olgunluk ve kemâli, fenalık gördüğü şahıslar hakkında dahi hakperestlikden ayrılmayıp, elden
geldiğince iyilik yapmasıyla belli olur. Evet insan, kötülük gördüğü kimseler hakkında dahi mürüvvet ve
insanca davranışlardan ayrılmamalıdır. Zira, kötülük yapmak hayvanî bir davranış; kötülüğe kötülükle
mukabele, insanda ciddî bir kusur ve eksiklik; fenalığa iyilikle karşılık vermek ise, bir civanmertlik ve âlî
cenablıkdır.
***
Başkalarına yararlı olmanın sınırı yokdur. Himmeti yüce bir ferd, başkaları için ruhunu feda etmeye kadar
diğergâm olabilir. Ne var ki, böyle bir civanmertliğin insan için bir fazilet olması, o insanın samimiyyet,
hasbilik, niyet duruluğu, ırk ve aşiret taassubundan uzak bulunmasına bağlıdır.
***
Bir şahsın insanlık ve mürüvveti, dost ve ahbablarına karşı yakınlığı ve bu yakınlığın da devamiyle
kabildir. Onlara yakınlık gösterilmeden mürüvvetden dem vurmak; mücerred bir iddia, onlara karşı
iyiliklerimizi, onların bize olan iyiliklerine bağlamak ve yer yer o iyilikleri keserek onları cezalandırmak
da ham ruhluluk ve hakikata ermemişliğin ifâdesidir.
***
Bir insanın diğer insanlara karşı en büyük iyiliklerinden biri de, onların uygunsuz davranışlarını
görmemezlikden gelip kusurlarına karşı göz yummak şeklinde olur. Halkın kusurlarını araştırmak bir
edebsizlik, onları sağda-solda anlatıp durmak affedilmez bir nakîse; onların işledikleri fenalıkları
yüzlerine söylemek ise, ferdleri birbirine bağlayıp vahdet içinde bulunduran kardeşlik zincirine indirilmiş
bir darbedir. Heyhat ki, böyle bir darbe ile rencide edilmiş egolar yeniden bütünleşerek bir vahdet teşkîl
etsinler!..
***
İnsanlara ettiği en büyük iyilikleri ehemmiyetsiz, onlardan gördüğü en küçük ihsanları büyük görüp
takdir edenler İlâhî ahlâka yükselmiş ve vicdanında huzura ermiş kâmil kimselerdir. Böyleleri ne etdikleri
iyilikleri başa kakarlar, ne de gördükleri alâkasızlıkdan şikâyet ederler.

RENKLER KUSA⁄I 9. FASİKÜL

İLMİN
PUTLAŞTIRILMASI

Günümüzde modern ilim ve teknolojik gelişmeler, insanoğlunun gözlerini öylesine kamaştırdı ki, artık o,
iki adım ötesini görememekte, ilim ve teknolojinin dışında hiçbir şeye tam güvenememekte, güvenmek
bir yana; mevcut teknik imkânlarla her müşkülünü yenip, her problemini çözebileceğine inanacak kadar
çarpık kanaâtler taşımaktadır. Böyle bir aşırılığın, insanoğluna neye malolacağını kestirmek zor olmasa
bile, bu mevzûda verilecek herhangi bir hüküm için zamanın tefsirini beklemeyi daha faydalı
bulmaktayız. Yalnız şu kadarını söyleyelim ki; her şeyde ifrat ve aşırılık zararlı olduğu gibi, ilmin bir
“put” haline getirilerek bütün değerlerin ona götürülüp bağlanması da, hem insanlık adına hem de ilimler
adına fevkalâde tehlikeli ve zararlıdır.
Evet ilmin, sâlim düşünce-tecrübe-vicdan üçlüsüyle ele alındığı zaman yararlı olduğunda, cemiyetin
hayat seviyesini yükselterek ona, bugünü ve yarını itibariyle huzur, mutluluk vadettiğinde şüphe yoktur.
Ne var ki o, tek başına kaldığında, sapma ve saptırmalara vesile olacağı da kat’iyyen gözardı
edilmemelidir.
Evet, zihinler sonsuzluk düşüncesinden mahrum bırakıldığı, ruh teknolojinin esiri haline getirildiği, kalbî
hayat bütün bütün ihmale uğradığı bir yerde ilimden de ilmin yararlı olacağından da bahsedilemez.
Aksine, böyle bir iklimde ilim, vahşetlerin buutlaşıp devam etmesine, boğuşmaların kıran kırana sürüp
gitmesine, aldatma ve istismarların “dev” birer afet halini almasına yardımcı olacak ve “hak” karşısında
“kuvvet”e omuz verip yan çıkacakdır.
Doğrusu şu ki; ilim, insanın maddî-manevî mutluluğunu hedef alıp, onun bedenî-ruhî problemlerini
çözmeye çalıştığı ve insanı gönül-zihin birliğine ulaştırabildiği ölçüde faydalı ise de, bunları yapmadığı
veya yapamadığı zamanlarda faydasız, hatta bir ölçüde zararlıdır ve ondan insanlık yararına birşeyler
beklemek de abesdir.
Bugünün bütün bütün maddîleşen insanı, ilim ve tekniğe sadece şahsî hazları, maddî refah ve rahatı
itibariyle alâka duymaktadır. Böyle bir anlayış ise onu, hergün biraz daha ahlâkî çöküntü, ruhî bunalım ve
düşüncede sığlaşmaya götürmektedir. İşte bu insan tipidir ki, büyük bir kısmı itibariyle gerçeği
araştırmaya ve o yolda tefekküre yanaşmamakta, hatta bunları sevmemektedir. Şüphesiz bunda, topluma
avam kültürünün hakim olmasının, ilim adamlarındaki beleşçilik düşüncesinin ve hasbî ruh kıtlığının
tesiri çok büyük olmuştur. Ne var ki, ruh insanı, ilhâm insanı, gönül insanı yetiştirememenin tesiri bundan
daha büyüktür. Ortalığı, her şeyi maddede arayan aklı gözüne inmiş karakuraların sardığı bir dönemde,
gerçeğin ilminden, ilimde derinleşip buutlaşmaktan bahsetmek mümkün değildir. Aksine, böyle bir
atmosferde muhakeme ve tefekkür hergün biraz daha kısırlaşacak, insanlar biraz daha aptallaşacak ve
dünyanın her yanı makinaların komutlarıyla iş yapan insanlarla dolup taşacaktır.
Onun içindir ki, yarınları yeniden inşa etmeyi plânlayanlar, öncelikle ilmin ne olup ne olmadığını, ondan
neler beklenebileceğini, onun hedef ve gayelerini çok iyi belirleme mecburiyetindedirler. Yoksa
aksaklıklar sürüp gidecek ve ilim de kendinden beklenenleri kat’iyyen veremeyecektir.
Öyle zannediyorum ki, bugün talim ve terbiye müesseselerimizden en yüksek devlet kademelerine kadar
görüp müşahede ettiğimiz kusurların büyük bir bölümü de, işte bu kimliği tesbit edilememiş ilim
anlayışından kaynaklanmaktadır. Kanâatim o ki, her şeyi vak’aların dış yüzünde araştıran talim ve terbiye
müesseseleri, hikmet ruhundan uzak kaldıkları ve bu müesseselere ilim taassubu, dar kafalılık hükmettiği
sürece, nesiller sathileşmeye devam edecek, tefekkür hayatımız daha da sığlaşacak; yeni buluş ve tesbitler
insanlığın kurtuluşu adına bir kısım sihirli reçeteler takdim etseler bile, dünya çapındaki bu umumî
yozlaşmanın önü alınamayacaktır.
Bir yerde, eğer ilmî keşif ve tesbitler, insanoğlunun maddî-manevî mutluluğunu hedef almıyor ve insanlık
ruhunun emrinde şekillenmiyorlarsa, ilim gayesinden saptırılmış, teknoloji insanlık aleyhinde işlemeye
başlamış ve insanoğlu rağmına her şey altüst olmuş demekdir.
İnsanoğlu, kulakardı edilebilecek kadar ehemmiyetsiz bir varlık değildir. O, varlık adına sözü edilen her
şeyin merkez noktasını tutmakta, önünde ve üstünde başkalarına yer vermeyen, Yaratıcı’nın gözdesi
müstesna bir yaratıkdır. Kâinatları vareden Zât, onu, varlığın özü, hülâsası ve gayesi olarak yaratmıştır.
Böyle bir mevkide yaratılan insanın gayesi de, Yaratıcı’sını arayıp bulmak, varlığına gaybî ve uhrevî
derinlikler kazandırmaktır.
Bu noktada ilme düşen vazife ise, insanın gözünden perdeyi kaldırıp ona gerçeği göstermek ve onu yeni
tefekkür ufuklarına doğru seyahata hazırlamak olacakdır.
Bu sayede, ilmin bütün buluş ve tesbitleri, insanoğlunun ruhunda, ötelere doğru uzayıp giden birer
merdiven haline gelecek ve hergün ayrı bir iman şuuru, ayrı bir ibadet aşkıyla şahlanan talihli ruhlar, bu
merdivenle, cismaniyetin dehlizlerinden kurtulacak, zaman üstü hüviyetlere ulaşarak bütün zaman ve
mekânların üstünde Sonsuz’la hemdem olacaklardır.
Artık bundan böyle, bunlar için, ne kendilerini aşağıya çekmek isteyen tabiatın zararlı yanları karşısında
yenilmek, ne de bedene ait sis ve dumanlar içinde şaşırıp kalmak bahis mevzû değildir. Çevrelerini saran
bütün is ve pasdan arınmış bu üstün kametler, kimbilir günde kaç defa gökler ötesi varlıklarla tanışıklığa
giriyor, kaç defa meleklerle atbaşı sonsuzluk istikametinde yarışlara katılıyor ve kaç defa, hakikatın
hararetiyle bir mum gibi eriyip o bilinmez okyanuslarla bütünleşiyorlardır..?

“Bunlar da garip”

Şanlı geçmişin ak bahtlı insanının,


derin zevk ve üstün istidâdıyla,
tavus tüyleri kadar zarif işlediği
bu motiflerde, topyekün
milletle beraber, sona ermesi beklenen
en acı gurbet günlerini yaşamaktadırlar.

“Yürüyün yolda bekleyenler var!”

Biz ölüp
yollar
bitinceye kadar,
her dönemeçte
yollarımızı
gözleyen
karamsar ruhlara
ışık mesajları
sunmaya
devam edeceğiz..!

“Düşünenlere ibret ola”

İnsanların körlüğüne bakınız ki,


örümcek ağını görür,
onun sanatkârını takdirlerle alkışlarlar da,
gökleri yıldızlarla,
zemini çiçeklerle süsleyip
istifâde ve müşâhedemize
takdim eden Zât’ı
görmemezlikten gelirler...
“Kalbî açlık”

Gönlünü yüce hakikatle dolduracağın


güne kadar, zannediyorum,
hep böyle hüzünle duracak, hüzünle oturacak
ve hüzünle kalkacaksın...

“Göklerde alkışlanan hizmet”

(Saçtım, her taraf yemyeşil oldu) deme!


Saç saçabildiğince;
zira göklere kadar bu işin yolu var...

Kimbilir ne âteşîn dimağların elinden çıktın


ve renkli hülyalara göre bina edildin!
Arkanda bıraktığın bir devr-i fânî;
hâl-i hazırdaki durumun gam üstüne gam..
Geleceğin şâd ola..!

Boğaziçi bir yandan bir yana geçilirken, her iki sahilde de


insan dikkatini çeken göz kamaştırıcı manzaraları,
rengârenk ve baygın duruşlu evleri, rüyalardakine denk yolları,
pırıl pırıl cami siluetleri ve şehadet parmağı gibi
dikilmiş minareleriyle bir hayal ülkesi gibi insanın ruhunu sarar.
Zannediyorum Fatih Köprüsü, tarihî bin bir hâdiseyi
tedâi ettirmekle bu güzelliklere ayrı bir buud kazandıracaktır.

O halîmdir,
her şeyi sabırla karşılar;
bir kere de derdest etti mi
aman vermez,
dünyaları başınıza yıkar.

O’nun
sırlarla dolu icraatına
hayranlık duymamak
mümkün mü ki,
sen de duymayasın?

Feza,
muhteşem kentleriyle
insanlığın tatlı rüyası..
İnşaallah, kin
ve nefretlerimizle
orayı da
kirletmeyiz!
“Kalb O’nunla tatmin olur”

Çevreni saran bunca güzellikler içinde dahi


mutlu olamıyorsan kalbinin balansını
yeniden gözden geçirmen lazım!

İDEÂL RUHLAR

İnsan yüksek ideâllerle yaşar;


Çocukluk ufkunda tatlı rüyâlar,
Gençlikle ağaran zengin hülyâlar,
Ardarda beliren sırlı verâlar...
İnsan yüksek ideâllerle yaşar!

Bahar çağlar gözlerinin içinde,


Düşüncede dirildiği demlerde..
Hep âhû peşinde ıssız çöllerde,
Ölüp ölüp dirildiği günlerde
Bahar çağlar gözlerinin içinde...

Ufku çok engîn dertliler yolunda;


Bakışlar hüzünlü, sîneler gamlı,
Havârîler gibi ahd ü peymânlı
Nâm u nişân bilmez bir başka şanlı
Ufku çok engîn dertliler yolunda...

Sonsuzlukla gülümseyen yüzleri,


Ayrı bir beyân, ayrı bir ifâde..
Öteyle sermest, ellerinde bâde,
Gönüller arıyor temiz ve sâde
Sonsuzlukla gülümseyen yüzleri.

Kaf dağından ağır yükleri çekmek,


Bir ömür boyu mukaddes ızdırâp;
Lâubâlîlerce her şey bir serâp..
İdeâl ruhlar için şevk ü târâp
Kaf dağından ağır yükleri çekmek.

GAYE VE VASITA

Her iş ve hamlede, önce hedef ve maksadın ta’yin edilmesi lâzımdır ki, insan vesîlelere bağlanıp
kalmasın. Hizmetlerimizde rûha yön verilip hedef gösterilmezse, düşünceler girdaplaşır, bizler de
bunların zebûnu olarak kalıp gideriz.
***
Düşünce platformunda hedef ve maksat daima belirli ve birinci yeri işgal etmelidir. Yoksa, çokluğa
gidilmiş ve dolayısiyle de şaşkınlığıa düşülmüş olur. Nice çalımlı hamleler vardır ki, gâye ve vasıta
karmaşıklığı yüzüden semeresiz kal-mış; böylece de hiçbir hayırlı neticeye ulaşamadığı gibi, arkada da
bir sürü kin ve nefret bırakmıştır.
***
Her hamle ve hareket adamının perspektifinde, her şeyden evvel, Yüce Yaratıcı ve O’nun hoşnutluğu
olmalıdır. Yoksa, araya çeşitli putların girmesine, bâtılın hak görünmesine, heva ve hevesin fikir suretine
bürünmesine ve gazâ nâmiyle cinayetler işlenmesine gidilebilir...
***
Hakk’ın hoşnutluğu istikâmetinde yapılan işlerin zerresi güneş, katresi deryâ ve bir ân’ı ebedler
kıymetindedir. İş böyle olunca, O’nun hoşnut olmayacağı bir yolla, dünyalar cennetlere çevrilse dahi, hiç
hükmündedir; kıymeti yokdur ve sahibinin sırtında bir vebâldir. Vesîle ve vâsıtaların kıymeti, maksada
ulaşdırıcılığı ve ulaşdırmadaki arızasızlığı ölçüsündedir. Bu itibarladır ki, hedefe ulaşdırmayan, hatta o
yolda engel teşkîl eden vesîleler mel’ûn sayılmışlardır. Dünyanın la’netlenmesi de O’nun bu yüzüne aittir.
Yoksa, binbir “Esmâ-i İlâhî”nin cilvelenmesine âyinedarlık eden ve muhteşem bir meşher hüviyetinde
bulunan bu dünya, hem sevilecek hem de alkışlanacak mahiyetdedir.
***
Hakk’ı tutup kaldırmada çeşit çeşit yollar ve vesîleler vardır. Bu yollar, Hakk’a saygı ve hakikat
düşüncesini geliştirdikleri nisbetde kıymetlidirler. Bir ev, içinde barınanları ma’rifetle kanatlandırıyor; bir
ma’-bet, kubbesi altında bir araya gelen cemaatde sonsuzluk düşüncesini mayalıyor ve bir mektep
çıraklarını ümit ve inançla şahlandırabiliyorsa, vesîleliğini edâ ediyor; dolayısıyla da mukkaddesdir.
Aksine, bunların hepsi insanoğlunun yolunu kesmiş birer cadı tuzağıdır. Cemiyetler, dernekler, vakıflar,
siyasetler de öyle..!
***
Büyük küçük her müessese kurucusu, o müessesenin kuruluş gâyesini, varoluş hikmetini sık sık
hatırlamalıdır ki, iş hedefinden saptırılma-sın ve semereli olsun. Aksine, hedef ve kuruluş gâyesi
unutulmuş yurtlar, yuvalar, mektepler, tıpkı yaratılış gâyesini unutan bir insan gibi, kendi zararına ve ters
bir çizgide işler durur.
***
İnhisar-ı fikir ve hakkı yalnız kendi cebhesinde görme, bir vesîleperestlik ve hedefsizlik ifâdesidir. Aynı
inanç, aynı duygu ve düşünceyi paylaşan insanlara karşı duyulan kin ve nefretler, hedef ve gâye
düşüncesinden mahrumiyet değil de ya nedir? Ah, o kâinâtı kendi bozuk hendesesine göre idâre etmeyi
düşünen, nefsin âzât kabûl etmez köleleri sefîl yaratıklar..!

ALTIN SAÇLI BAHAR

Bu mevsim o kadar coşkun ki sular,


Çığlık çığlık vadi, dere inliyor.
Sular gibi köpürüyor duygular,
“Gel Sonsuz’a yelken açalım” diyor.

Nur yağıyor, ışık sarmış her yanı;


Zaman artık sevinç, neş’e zamanı..
Beklemiştik mevsimlerce bu ânı,
Bir bir ölenler bir bir diriliyor.

Her yanda güzellik, her yanda âhenk,


Geçmişteki muhteşem günlere denk
Ve bahçelerimizde hevenk hevenk,
Bir başka tadda meyveler eriyor...

Duygularla dolu esiyor rüzgâr,


Kabarıyor denizlerde dalgalar;
Enginlerde altın saçlı bir bahar,
Binbir renk ve desenle tülleniyor.

Ve, gelenler daha mutlu olacak;


Dünyâ yeniden ışıkla dolacak..
Bir bir bu karanlıklar boğulacak,
Muştusu ULU DÎVÂN’dan geliyor.

AYYÜZLÜ

Ay yüzlüm, apaçık sözlüm rûhum Sana kurban;


Gönlüm Sana hayran!

Nergis bakışlarının te’siri ne de yaman!


Sultânım el amân..!

Bak sînemde bir ok var, derûnumda bir acı,


Sen’dedir ilâcı...

Ey varlığı nûr, dünyâsı sürûr, sözü Kur’ân!


Her derdime derman...

Pür âteşim bırakma beni hicranda zinhâr!


Rûhumda âh u zâr...

Hem mahzûn, hem de perişan derdlerle kıvrandım;


Kapına dayandım!

Bilmem başka ocak, başka ateş, Sana yandım;


Sen’inle uyandım.

Ey dünyâya arşdan gelen nûr, ey tâbân!


Aydınlattı ziyân...

Hayâlimle gezip yine dîdârını andım;


Aşkınla kıvrandım.

Ey taptâze gül, kâkülü anber, saçı reyhân!


Câziben ne yaman!

Görmemiştir cihânda gözler Sen gibi dilber...


Güneşten de enver...

Aç lütufla bağrını aç ki kıtmîr kulundur!


Dergâhın uludur...

Deryalar gibi kereminden bir katre ihsân,


Ey gönlüme Sultân!

Lütfeyle ne olur bildiğim başka kapı yok!


Derdim herkesden çok.
1989

BEKLENEN NEVBAHAR

Mevsim döndü birdenbire bahar oldu hazân,


Gül kokularıyla esiyor esince rüzgâr.
Sonsuzluğa doğru akıyor tül pembe zaman,
Az ötede muhteşem günün şehrâyini var...

Pas tutmuş gündüzler artık bir bir çözülüyor;


Kara-buza inat ufukta sımsıcak bir yaz..
Her yörede murat üveykleri süzülüyor,
Rüyâları masmavi, ufukları bembeyaz...

Keşke güneş batmasa, asla gece olmasa!


Yollar eklense uç uca ötelere kadar!
Karanlık bassa da, zeminin rengi solmasa!
Bir daha yalnız kalmasa asırlık yalnızlar..!

Doğan şu renk renk sabah sürsün asırlar boyu!


Yaşayalım hülyâlarımızı doya doya..
Ve hazır ısınmışken karanlıkların suyu,
Dalmasın irâdeler o öldüren uykuya...

Kızıllık yaslandı gurûba gayri zor işi,


Diyalektik yanıyor içinden mangal gibi.
Devriliyor peş peşe bâtılın dördü beşi,
En son göründü yalancı hülyâların dibi...

GÖNÜLLERDE YEŞEREN BAHAR

Karanlığın gözleri uykuyla kapanınca


Fecrin ışık okları gönüllere ulaştı.
O eski nurlu günleri yeniden anınca
Hülyâlarım coştu, coştu ve bendini aştı.
Bir nûr tûfânı oldu, yer ışığa büründü
Ayrıldı birbirinden Hak-bâtıl ve kara-ak
Ağardı ufuk, altın saçlı bahar göründü
Bütün yamaçlar gül, nergiz, papatya ve zambak.
Yaslı dudaklar lâle yanaklarına döndü
Ve bülbül dilinden ruhları nağmeler sardı
Hasretle yanan sînelerin hasreti söndü
Bu bahar, gönüllerde yeşeren bir bahardı.
Gelin odasına benzeyen gül yuvasından
Gözlerimize sihirli sürmeler çekildi.
Bu zeberced iklimin, suyundan, havasından
Duygularımız coştu, gönüller deme geldi.
Aşkla yanan dudaklarda kevser kadehleri
Cibrîl'in dolaşıp durduğu altın yollarda
Varıp Cennet'e erenler ve daha ileri
Süprizler gördüler O Görünmez'den ardarda.
Kelebek kanadından renk almış ağaçlarda
Çiçekler Cennet ıtırlarıyla burcu burcu
Ebedle büyülü bu sihirli yamaçlarda
Sonsuzla bütünleşir her şeyin diğer ucu.
Burada eşyâ bir başka nazla yatar-kalkar
Burada bahar çemenleri selâmlar gezer
Burada ırmaklar köpürür "Hû" deyip akar
Burada Firdevsî renklerle tüllenir heryer.
Burada hergün bülbüller öter, güller açar
Gonca gamzeler çakar, gamze yürekler deler
Renkler dalga dalga gözlere güzellik saçar
Geçerken burda Hızır seccâde sermiş meğer...

HAK ERLERİ

Gölgesine pervaneler koşar kudsîlerin


Sîneleri güneşin tâç tabakasına denk
İnim inim ve güvercin kalbi gibi ürkek
Cennetler kadar şirin sonsuzluk kadar derin
Gölgesine pervaneler koşar kudsîlerin.

Bir ayna gibi parıldayan çehrelerinde


Öteden esip gelen nûr hüzmeleri çağlar
Bin râyiha ile eser iklimlerinde rüzgâr
Sonsuz sükûna erer insan çevrelerinde
Bir ayna gibi parıldayan çehrelerinde.

Hayat üfler geçerler geçtikleri her yere


Avuçları içinde toprak altın kesilir
Ve şeker-şerbet olur dudaklarında zehir
Bir bir kapıları aralanmış sînelere
Hayat üfler geçerler geçtikleri her yere.

Sözleri Sonsuz’un çerağları gibi pâr pâr


Ufukları bitevî bulutlarla yüklüdür
Sînelerinde mağma, mağmalar köpüklüdür
Söyler, söz cevherinden çeşmeler akıtırlar
Sözleri Sonsuz’un çerağları gibi pâr pâr.

Büyülü soluklarıyla gebe kalan zaman


O kutlu doğum sancılarıyla kıvrım kıvrım
Ve anladık; bu milletin, bu, benim baharım
Işığını, rengini öbür âlemden alan
O büyülü soluklarla gebe kalan zaman.

HAYAT VE RUH

Hayat bir bedenî yaşayışdır. Bedendeki harâret ve canlılık tamamen fıtrîdir ve alınan gıdaların kan ve
canlılığa dönüşmesi seyri içinde hâsıl olur.

Cismânî hayatın gâyesi, hareket ve canlılık bazındaki vazîfeleri yerine getirmekten ibârettir ki; böyle bir
hayat itbâriyle, insanla hayvan arasında herhangi bir fark yoktur. Gerçek insânî hayat ise, içinde şuur,
idrâk ve ötelere açık olmanın da bulunduğu hayattır.

Hayat rûh demek değildir. O, bir cismânî yaşayıştır. Rûh ise, çözülmez, parçalanmaz.. maddî
cevherlerden farklı, lâtif bir varlık ve şuurlu bir “kanun-u emrîdir.”

Rûh cisme, hayat ile beraber taalluk eder ve onun ayrılmasıyla da ayrılıp gider. Hayat, mahvolup söner,
rûh ise ebedlere kadar bâki kalır.

Hayat, fıtrat kaynaklı ve tabiat buudludur. Rûh ise, İlâhî bir nefha, fıtrat ve tabiatüstü bir hüviyyete
mâlikdir. Hayat, sonlu ve ölümlü; rûh ise ebediyet payandalı ve ölümsüzdür.

Rûh; dimağ mekanizmasının üstünde bizzat idrâk eden, duyan, isteyen-dileyen bir varlıktır. Onun bedenle
münâsebeti ise, muvakkat bir komşuluk ve kader birliğinden ibârettir.

Rûh; ölümden müteessir olmadan, kabir çukurunu rahatlıkla atlayıp geçtiği gibi, Berzah ve Mahşer
engebelerinde takılmadan gidip cehennem ve cennet ebediyetlerine ulaşan bir ölümsüzlük üveykidir.

Rûh, bazen insan sû-retinde, bazen lâtif bir buhar şeklinde, bazen de başka bir cevher halinde, misâlî
aynalara, rüyâlar ve hülyâlara akseder ve melekler gibi hayır, yümün ve bereketlerle boşalır geçer.

Hakîkî hayat, rûhâni ve cismânî hayatın, omuz-omuza ve atbaşı olduğu hayattır. Böyle bir hayat, aynı
zamanda, burada hakîkî insan hayatını sünbül verecek bir tohum; ötede de salkım salkım boy atıp
gelişecek cennet hayatıdır.

Tâ dünyaya geldiğimiz andan itibâren hakîkî hayat, hayvânî hayatımızla sarılı olarak, inkişâf ettirilmek
üzere bize emanet edilmiştir. Rûh-beden münâsebetli bozulacağı âna kadar da uhdemizde kalacaktır.

İnsan, hayvânî hayatı itibâriyle hayvanlarla, ruhânî hayatı itibâriyle de meleklerle hemhâl ve içli-dışlıdır.
Kendi özündeki isti’dât ve dinamikleri değerlendirebilenlerin zamanla melekleşmesi mukadder olduğu
gibi, bu kabili-yetleri köreltenlerin, hatta kötüye kullanıp tahrib unsuru haline getirenlerin de er-geç
şeytanlaşması kaçınılmazdır.

İDEAL CEMİYET

İdeal bir cemiyet, ideal fertlerden meydana gelir. Parça ve parçacıkları günâhlardan ibaret hezeyan
yığınlarına gelince, bunlar, iyiye, güzele ve hayırlara kapalı bir kısım kuru kalabalıklardır.
İdeal insan veya eskilerin ifadesiyle, meleklere ait vasıflarla serfirâz “kâmil insan” “and olsun Biz insanı
en güzel biçim ve mahiyette yarattık” meâlindeki âyet veya âyetlerle, maddî-mânevî suret ve şekillerin,
en göz alıcısı, en mükemmeli ve tam “ahsen-i takvîm” sözüne uygun olarak yaratılmış olmayı takdir ve
“Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara arzettik.. bunlar onu yüklenmekten kaçındı ve korktular da, onu
insan yüklendi...” şeklindeki beyanlarla, görülüp bilinen varlıklar arasında sonsuza kadar yükselmenin tek
namzedi ve her şey olmaya müsait istidat ve kabiliyetlerle donatılmış bulunmanın şuurunda ve kendisine
bahşedilen ilk mevhibeleri değerlendirmesini bilen basîret ve idrak insanıdır.
Evet o, ilâhî birer lütuf olan ilk mazhariyetlerini değerlendirip, hayatını vahy ve ilhâmların altında
sürdürmeye gayret ederek, irâdesinin hakkını verip ve bu ilk ihsanları yediveren başaklar gibi geliştirip
ölümsüzleştirebildiği ölçüde kâmil insan olma yoluna girmiş sayılır.
İdeal insan; hayat nedir, ölüm nedir, varlık nedir, kendisinin varlıkla alâkası nedir, kulluk nedir, itaat
nedir, günâh nedir, sevab nedir, musibetler nedir ve bunların insanoğluna musallat olması nedendir? gibi
binbir bilmecenin, onun dimağında anaforlar meydana getirmesine karşılık, vicdanında çakıp duran
hikmet parıltılarından, ruhuna akseden ilhâm esintilerinden örüp ortaya koyduğu nurdan helezonların tâ
zirvesine yükselerek, oradan her şeyin perde arkası “melekût” -unu sezer, anlar.. sonra da hayret ve
hayranlığın hasıl ettiği sevgi ve mehâbetle ruhun ilk kaynağına yönelir ve itminan soluklar. Bu noktaya
ulaşmış bir ruh ne ihsanlarla şımarır, ne de mahrumiyetlerle sarsılır. Nimet ile nikmeti, kahr ile lütfu bir
tutar, bir görür; başkalarının şımarıp küstahlaştığı, karamsarlaşıp yeisle inlediği aynı anda o, çölde gül
bitirmesini, kamıştan şeker çıkarmasını bilir, kaybetme kuşağında dahi sürekli kazanır.
Evet o, en amansız musibetler karşısında, en ürpertici girdaplar içinde dahi hep, kendini, başarı ve
muvaffakiyetlere doğru uzayıp giden upuzun bir imtihan koridorunda yürüyormuş gibi hisseder.. ve en
zorlu, en çetin dakikalarında dahi ötelerden gelen huzur ve üns (1) esintilerini ruhunda duyar, Allah’a
hamd ve senâ hisleriyle iki büklüm olur.
İdeal insan, gücü her şeye yeten, sözü heryerde geçen bir Kudret-i Sonsuz’a imanı sayesinde, her zaman
güven ve itminanın en erişilmezine mâlik sayılır.. ve kalbinin derinliklerine doğru kök salmış dupduru
inancı; ruh dünyâsına, akıl almaz buudlar kazandıran tasavvur, düşünce ve itikadı onu ihsaslar üstü öyle
bir noktaya ulaştırır ki; eğer kendini bu derinliklere âşina bir kulakla dinleyebilse “Korkma, mahzun
olma! Sana söz verilen Cennetlerle neşelen” veya “Selâm sana! Yapageldiğin güzel işlerin, güzel
amellerin mükâfatı olarak gir ebediyet otağı Cennetlere..!” sesini işitecek ve zevklerin en erişilmezini
yaşayacaktır.
İdeal insan; hayatını, yürekten inandığı ötelere göre tanzimedip yaşayacağından, her zaman cürüm,
cinayet, zulüm ve rezâletlerden uzak kalmaya çalışacak ve nefsiyle mücahedesi sayesinde başıboşluk ve
bohemliğe düşmeyecektir.. gözleri sürekli dost güzelliklerinin cilvelendiği yamaçlarda, kafası ebedler
duygusuyla sermest; gönlü, ruhanîlerin konup kalkmasına açık bir gönül bahçesi gibi pırıl pırıl ve
rengârenk.. o da bu tılsımlı iklîmin, gezip gören, düşünüp araştıran mütâlâacısı ve seyyahı...
Beden ve ceset insanının, bütün bir hayat boyu cismanî hazlarını takip edip, nefsanî isteklerin zebunu
olarak yaşamasına rağmen bir türlü doygunluk ve itminana ulaşamamasına mukabil, mefkûre insanı hep
huzurlu ve itminan içinde olmanın yanında, ilim ve irfanıyla insanlığa hâdim, cesaret ve şecaatla
yeryüzünden zulüm ve haksızlığı kaldırmaya kararlı.. yerinde “Dövene elsiz, sövene dilsiz”,
kadirnâşinaslara karşı afv u safh ile kanatlı; yerinde de muharebe meydanlarında tepeden-tırnağa yara-
bere içinde.. vücudu delik-deşik; urbası kızıl kanla boyanıp bayrak rengini almış.. mızrağı kırık ve kılıcı
kesmez olmuş ama, yine de atını mahmuzlayıp saflar yarmasını, sîneler deşip kelle almasını ve bir arslan
gibi zâlimleri pençe-i kahrıyla lerzân(2) etmesini bilen ruh insanıdır.
Bu ruh insanı, Allah’dan gayrı her şeyin fâni ve geçici olduğuna inandığı için, kimseye ve hiçbir şeye
serfurû etmez, madde karşısında aldanmaz.. mâlik bulunduğu her şeyi İslâmiyet ve müslümanlık yolunda,
uhrevîlere has bir duygu ve düşünce ile değerlendirir.. eşyâ ve hâdiseleri pamuk gibi hallaç eder..
mesaisini milletin mutluluğu istikametinde ve hususiyle de gelecek nesiller adına en hayatî noktalarda
yoğunlaştırır, ve “Yaşasın gelecek nesiller” diyerek arkasına bakmadan çeker gider.
O, hep Hak rızâsı ve doğruluk peşindedir. Ne bedeni adına hakk-ı temettu, ne de ruhu hesabına keramet
ve harikalara mazhariyet onun bakışını bulandıramaz. Allah’a kulluğu en büyük değer sayar ve bu
değerler ölçüsü içinde en küçük kulları dahi kendinden yüce bilir ve onları başına tâc yapar. Onlardan
gelebilecek sertlik, huşûnet ve hazımsızlık ateşlerini basar sînesinde söndürür.. ve edep-erkân
bilmeyenlere, kötülüklerin, iyiliklerle nasıl savrulabileceği yolunu gösterir. Onun bu yumuşaklardan
yumuşak iklîminde, yıldırımlar, şimşekler ışık içinde doğar, ışık içinde gelişir ve gözlere gönüllere ziyâ
olur gider.. onun aydınlık atmosferinde her an ayrı bir Nemrud’dan ateş “berd-u selâm” (3) olur da haşin
ve hırçın ruhlara ülfet ve ünsiyet üfler.
Öyle zannediyorum ki, bizler bir kısmımız itibariyle henüz bu seviyeyi yakalayamadık.. ve
yakalayamadığımız için de kötülükleri iyilikle savmasını bilemiyoruz, sertliklere sertlikle, kinle, öfkeye
öfkeyle mukâbele ediyor, heva ve heveslerimizi fikir sanarak sürekli aldanıyor ve İslâm uğrundaki
mücadelemize hislerimizi karıştırıyor ve böylece kazanma kuşağını tutmuş olmamıza rağmen çok defa
kaybediyoruz.
Eğer İslâm’ın zâtî güzellik ve câzibesi, Kur’ânın da gönüllere hayat üfleyen o altın nefesi olmasaydı,
bizim bugünkü eksik ve kusurlu temsilimizle, yüce dâvâ ve mukaddes emanet hâlihazırdaki noktaya
ulaşması dahi mümkün değildi...

1) Alışkanlık, arkadaş, hemdem.


2) Titrek, Titreyen.
3) Ateşin selâmeti, soğuk oluşu.

İLİMDEN BEKLENEN GÂYE

İnsanoğlu için gerçek hayat, ilim ve irfanla kabil olacağınan, öğrenip öğretmeyi ihmâl edenler, hayata
dahi olsalar ölü sayılırlar. Zirâ, insanın yaratılşının gâyesi, görüp bilmek ve öğrendiklerini başkalarına
sildirmekten ibarettir.

Bir ferdin tedbir ve isabetli kararları, onun akıl ve mantıkla münasebeti nisbetindedir. Akıl ve mantık ise,
ilim ve ma’rifetle aydınlığa kavuşur ve kemâle erer. Onun içindir ki, ilim ve ma’rifetin olmadığı biryerde,
akıl âtıl, mantık aldatıcı, kararlar da isabetsizdir.

Bir insanın insanlığı, öğrenip öğretmek ve başkalarını tenvir etmekle belli olur ve ortaya çıkır. Bilmediği
halde öğrenmeyi düşünmeyen; öğrendikleriyle kendini yenilemeyip başkalarına da örnek olmayan, suretâ
insan görünse bile, düşündürücüdür!

Öğrenip öğretilecek şeyler, insanın mâhiyetini, kâinatın sırlarını keşfe ma’tûf olmalıdır. Benlik sırlarına
ışık tutmayan, mekândaki karanlık noktaları ve tıkanıklıkları açıp aydınlatmayan ilim, ilim değildir.

İlim ve ma’rifetle elde edilen mansıb ve pâye, başka yollarla elde edilen makamlardan daha yüksek ve
daha uzun ömürlüdür. Zirâ ilim, sahibini, dünyada fenalıklardan uzak ve fazîletli; öbür âlemde de,
irfanıyla aydınlattığı makamların temâşasıyla mest ve mutlu kılar.

Her anne ve baba, çocuklarının kafaları gereksiz şeylerle işgal edilmezden önce, onları ilim ve irfanla
doyurmalıdırlar. Çünkü, hakikat adına boş gönüller ve ma’rifetden mahrum rûhlar, her türlü fena
düşüncenin serpilip gelişmesine müsait birer tarla mesâbesindedirler. Önceden kim onlara sahip çıkar ve
tohum saçarsa, ona teslim olur ve onu aksettirirler.

İlim öğrenmekten maksat, bilginin insanoğluna mürşit ve rehber olması ve öğrenilen şeylerle, insanî
kemâlâta giden yolların aydınlığa kavuşturulmasıdır. Binaenaleyh, rûha maledilmemiş bir ilim, sahibinin
sırtanda bir yük; insanı ulvî hedeflere tevcih etmeyen ma’rifet de, bir aldanmışlıktır.
“İlim, ilim bilmektir,
İlim kendin bilmektir;
Sen kendini bilmezsen,
Ya nice okumaktır.”

Hedef ve maksadı belirlenmiş bir ilim, sahibi için, “ilel-ebed” devam edecek bir bereket vesîlesi ve
tükenmez bir hazînedir. Bu hazîneye mâlik olanlar, yaşadıkları sürece ve ondan sonra, bir tatlı su kaynağı
gibi daimâ ziyaret edilir ve hayra vesîle olurlar. Gönüllere şüphe ve tereddüt atan ve ruhları karartan,
hedefi belirlenmemiş boş faraziyeler ise, ümitsiz ve bulanık rûhların, etrafında uçuşup durduğu bir erâcif
yığını ve azab vesilesidir.

İlim ve fen, çeşit çeşit dalları ve her dalın ihtivâ ettiği fâideleriyle, hemen herkes için yararlı ise de;
insanın ömrü mahdût, imkânları sınırlı olduğundan, bunların hepsini belleyip istifade etmesi mümkün
değildir. Bu itibarla, her fert kendisi ve milleti için gerekli olan şeyleri öğrenip değerlendirmeli,
diğerleriyle ömrünü beyhûde zâyi etmemelidir.

Gerçek ilim adamı, çalışma ve araştırmalarını, en doğru haberlerin; en aldatmaz beyanların ışığı altında
ve ilmî tecrübelere göre düzenleyip sürdüreceğinden, gönlü rahat, işleri de âsân olacaktır. Gerçeğin
bilgisinden mahrûm bir kısım zavallı ruhlar ise, durmadan yol ve yön değiştirip, bir türlü ham-
hayâllerden kurtulamadıkları için, hep “âh u vah” edip inkisar içinde kalacaklardır.

Her şahsın kadir ve kıymeti tahsil ettiği ilmin muhtevâ ve zenginliğine göredir. İlmi, sırf bir “dedi-kodu”
unsuru olarak kullananın kıymet ve değeri o kadar; onu, eşya ve hâdiseleri tanımada bir “menşûr” olarak
kullanıp, mekânın en karanlık köşelerine kadar aydınlık saçan ve irfanıyla kanatlanıp “tabiat” ötesi
hakîkatlarla kucaklaşanınki de o kadar...

KUR)AN

Varlığın en bereketli ışık kaynağı, sözün en çarpıcı, en kuvvetli nüktesi O’dur. Yeryüzündeki bütün
câzibedâr güzellikler, O’nun ışığının varlık üzerine akseden gölgesi, en büyüleyici ses ve nağmeler o
semâvi solukların sadece bir perdesidir. O’nun ışıktan beyanları arasında tenezzüh, gönülden kirleri,
gözlerden de günahları siler-süpürür. O’nun ötelere açık zümrütten iklimlerini temâşâ, düşünceye hikmet
tohumlarını saçar, aklı semâlar ötesi âlemlerde gezdirir.
Güneş, O’nun aydınlık dünyâsına nisbeten bir ateş böceği, Ay, çehresine ışık çalınmış bir avuç siyah
topraktan ibarettir. O, dışının parlaklığı, içinin derinliği, muhtevâsının zenginliği ile, gökler ötesinden
gelmiş öyle bir sofradır ki; bize ulaşıncaya kadar, O’nu elden ele bir gül demedi gibi taşıyan melekler
dahi O’ndan müstağni kalamamışlardır.
Yeryüzü ve O’nun sakinleri, bu ilâhî sofranın gelişini ihtiyaç ve iştiyak türküleriyle karşıladı ve bu köhne
kürenin dört bir yanı O’nun gülüyle, nergisiyle âdeta Cennet yamaçlarına döndü. O’nun olmadığı
dönemde kapkaranlık kesilen ova, vâdi, dağ, dere, tepe O’nun her yana saldığı nurlarla aydınlandı ve
okunan bir kitap haline geldi. Hele, O’nun şerhedip önümüze serdiği eşyânın hakikatı âdeta ruhlarımızı
dolduran bir hitâp oldu.
İki cihan saadetinin yol göstericiliği O’na verilmiştir. Mutluluğun altın anahtarı O’nun elindedir. O her
yerde karşımıza çıkıp bizleri hayret ve şaşkınlıklara sevk eden muammâları çözüp aydınlatmasaydı, bu
binbir bilinmezler karşısında hayretten hayrete sürüklenip duracak, müşahede ve düşüncelerimizi te’lif
etme imkânını bulamayacaktık. O bir Hızır gibi imdadımıza yetişmeseydi, bu uçsuz bucaksız çöllerde
garip, kimsesiz mahvolup gidecektik...
Ey bütün bir ölü dünyâyı tertemiz soluklarıyla canlandıran Ruh, Sen olmasaydın dünyâların
Cehennemden farkı neydi! Yeryüzünde Hak rahmetini temsil eden Sen.. gönüllerden imansızlık zulmetini
silen de yine Sen’sin! İnsanlık doğru yolu ve doğru yolda yürümeyi Sen’inle öğrendi. Öğrendi de
kaoslardan ve yollara takılıp kalmaktan kurtuldu. Varlık Sen’inle aydınlandı ve ruhlara ünsiyet salan dost
ve ahbâb haline geldi..!
“Sâyende azaldı zulmet-i beşeriyet,
Benzer mi fürû’un sönük envârına Bedr’in?
Caiz sana dense güneşi leyle-i kadrin,
Ey nûr-u hidâyet!”
(İsmail Safâ)
Şimdi, aç ağzını konuş ki, ağzının suyuna susamış gönüller cana gelsin; diller ve dudaklara şeker-şerbet
ersin! Ve ilk turfanda hurmalarına denk, gönüllerde turunçlar yeşersin! Bak, bin-şeref başımıza ayak
basışınla “irem bağlarına” dönen bu ülke, zakkum ve dikenlerin işgâline uğradı. Bize azap olsun diyemi
bilmem, nûrun gidip “Kaf dağı” nın arkasına saklandı.
Çilemiz bittiyse gel artık; gel ki, Sen’i bütün bütün hiçbir zaman unutmadık. Zemini sararan, semâsı
kararan bu ülkede hâlâ, yoksullar yuvası ma’bedler Sen’in anber kokularınla dolup-taşmak-ta, karanlık
gönüller Sen’in meş’-alelerinle aydınlanıp ışığı tanımakta..!
Ey Mekke’de inip Medine’de çağlayanlaşan Nûr, saklanmak Sana yaraşmaz; aç nurlu çehrenden nikabı..!
Aç ki, çirkinliğe boğulan gözler güzellik görsün! Aç ki, bizler bir kere daha şem’ine pervâne olalım!
“Ey hutbe-i ezeliye, ey nâzilet’ül-arş..!
Nâsût nüzûlünle ziyâdâr-ı Muhammed...
.........
Ey nefha-i lâhut!”
İsmail Safâ
Hakk’ın ezelî hutbesi olarak, Arş’dan iniyor gibi in! İn ki; gönüller, Hazreti Ahmed’in aydınlık dünyâsına
bir kere daha uyansın! Ey o ışık kaynağı Fahr-ı Kâinat’ın gönlünde zuhur eden Nûr; ey O’nun güneşlere
tâç giydiren hakiki çehresine ayna olan Kitap, seslen dörtbir yana; cihanlar soluklarınla dolsun... Hatip
taslakları seslerini kessin ve kalp hutbeler sussun!
Yıllar var ki, insanlık yanlış şeyleri dinleye dinleye doğruları anlamaz oldu ve karanlıkta yürüye yürüye
yarasalarla arkadaşlığa karar kıldı... Çöz dilinin bağlarını, ruhlarımız Sen’in söz cevherinin çağlayanlarını
duysun! Sal ışıklarını dünyâmıza, insanoğlu asırlık karanlıklardan kurtulsun! İsrâfil gibi borunu öttür ve
yeryüzünü velveleye ver; ver ki, uykuda olanlar uyansın; ters yanından doğrulan bencil ruhlar kendilerine
gelsin; kendini rahata salmış olanların ödü kopsun ve birkaç asırdan beri heryanı saran karakuralar
savulup gitsin..!
Yağmur gibi yağ başımıza; kuraklıktan canlarımız dudaklarımaza geldi. Sabâ gibi Arş’ın kokusuyla es her
tarafta; ma’siyet kokusundan ruhların midesi bulandı. Yıldırımlara bin ve dörtbir yanda gürle; ortalığı
saran haşarat kaçıp inlerine girsin..! Yağmazsan, esmezsen, gürlemezsen nasıl olacak halimiz ve
insanlığın hâli? Millet nasıl canlanacak? Mektep nasıl hamle yapacak? Ma’bed nasıl nurlanacak? Kalb,
ruh, akıl aradığını nereden bulacak? Başka hangi şey bu perişan ruhların ve bu yaralı gönüllerin dermânı
olacak; olacak da, meflûç ruhları kanatlandırıp uçuracak..? Aklın önü-sıra tıkanan yolları açıp düşünceye
sonsuzluğu gösterecek..!
Sen’in olmadığın bir dünyâda irâdenin kolu-kanadı kırık, his âlemi kaos üstüne kaos; beşerî duygular bir
bataklık; muhakemeler tutarsız, mantık aldatan bir hokkabaz, ilim de bir ukalâlıktır. Bu karanlık dünyâda
insânî değerleri aramaksa beyhûdedir, abestir ve bir aldanmışlıktır.
Gel, nefesinden bir vefâ kokusu gönder; şeytanın bütün oyunlarını boz ve bizlere, Âdem Nebî’ye
gösterilen tövbe yollarını göster!

BASÎRET

Basîret; ilim, tecrübe, firâset nûruyla görüp sezmeye, bilip değerlendirmeye esas teşkîl eden hususları,
ihâtalı ve tam tekmil kavramaya denir ki, bu ma’nâda basîretli insan, ötelere de açık olursa, artık o, insan-
ı kâmil olmaya azmetmiş bir hakîkat eri, bir mâneviyat kahramanı sayılabilir.

Akıl, önemli bir ilim kaynağı, basîret ise ciddî bir irfân menbaıdır. Aklı olup da basîreti bulunmayan
birisi, çok şey bilip, çok şey anlasa da, bildikleriyle biryere varabilmesi oldukça zor, hatta imkânsızdır.

Basîret; bir şeyi olduğu gibi veya olduğuna yakın kavramak ise, her akıllı insan basîretli sayılmayabilir.

Basîretsiz akılda sık sık şüphe, tereddüt ve kararsızlıklar görülmesine mukâbil, basîret iklimi, her zaman
sıcacık, yumuşak, kararlılık içinde ve emniyetle üfül üfüldür.

Akıl, fikir, dimağın en son kavrama seviyesi, basîret ise, rûhun ilk idrâk mertebesidir. Basîretin zirvesi ise
hikmetdir ki, Kur’ân “Kime hikmet verilmişse, şüphesiz o, bir çok hayra Varlığa sadece gözleriyle
bakanlar, onu ancak, gözlerinin ihâtası ölçüsünde kavrayabilirler. Eşyâyı basîretle didik didik edenlerdir
ki, arının çiçeklerden balözü topladığı gibi, onlar da, her şeyden şeker-şerbet ma’nâlar çıkarabilirler.

Göz, baktığı kimselerin şekil, sîma ve kâmetlerini görür. Basîret, bunların ötesinde ahlâk, fazîlet ve rûhun
derece-i kıymeti gibi şeyleri de sezer.

Gözler, eşyâ ve hâdiseleri dış yüzleri ve maddî yanlarıyla, basîret ise, muhtevâ, fâide, gâye ve hikmet gibi
iç yüzleriyle de görür, tanır ve kavrar.

Basîret, akıl demek olmadığı gibi, düşünce de değildir. Düşünmek, akıl ve aklın semerelerini aşkın
olduğu gibi basîret de, düşüncenin çok ötesinde İlâhî bir melekedir.

İnsanı hayvanlardan ayıran şey, onun şuuru, basîreti, sonra da ilhâm ve hikmete mazhariyetidir. Bu
hasselerden mahrum olanların şekli ne olursa olsun, olmaları gerekli olan son noktaya ulaşamamış
sayılırlar.
erdirilmiş sayılır” diyerek bu hakîkatı nazara vermektedir.
İLMİN
PUTLAŞTIRILMASI

Günümüzde modern ilim ve teknolojik gelişmeler, insanoğlunun gözlerini öylesine kamaştırdı ki, artık o,
iki adım ötesini görememekte, ilim ve teknolojinin dışında hiçbir şeye tam güvenememekte, güvenmek
bir yana; mevcut teknik imkânlarla her müşkülünü yenip, her problemini çözebileceğine inanacak kadar
çarpık kanaâtler taşımaktadır. Böyle bir aşırılığın, insanoğluna neye malolacağını kestirmek zor olmasa
bile, bu mevzûda verilecek herhangi bir hüküm için zamanın tefsirini beklemeyi daha faydalı
bulmaktayız. Yalnız şu kadarını söyleyelim ki; her şeyde ifrat ve aşırılık zararlı olduğu gibi, ilmin bir
“put” haline getirilerek bütün değerlerin ona götürülüp bağlanması da, hem insanlık adına hem de ilimler
adına fevkalâde tehlikeli ve zararlıdır.
Evet ilmin, sâlim düşünce-tecrübe-vicdan üçlüsüyle ele alındığı zaman yararlı olduğunda, cemiyetin
hayat seviyesini yükselterek ona, bugünü ve yarını itibariyle huzur, mutluluk vadettiğinde şüphe yoktur.
Ne var ki o, tek başına kaldığında, sapma ve saptırmalara vesile olacağı da kat’iyyen gözardı
edilmemelidir.
Evet, zihinler sonsuzluk düşüncesinden mahrum bırakıldığı, ruh teknolojinin esiri haline getirildiği, kalbî
hayat bütün bütün ihmale uğradığı bir yerde ilimden de ilmin yararlı olacağından da bahsedilemez.
Aksine, böyle bir iklimde ilim, vahşetlerin buutlaşıp devam etmesine, boğuşmaların kıran kırana sürüp
gitmesine, aldatma ve istismarların “dev” birer afet halini almasına yardımcı olacak ve “hak” karşısında
“kuvvet”e omuz verip yan çıkacakdır.
Doğrusu şu ki; ilim, insanın maddî-manevî mutluluğunu hedef alıp, onun bedenî-ruhî problemlerini
çözmeye çalıştığı ve insanı gönül-zihin birliğine ulaştırabildiği ölçüde faydalı ise de, bunları yapmadığı
veya yapamadığı zamanlarda faydasız, hatta bir ölçüde zararlıdır ve ondan insanlık yararına birşeyler
beklemek de abesdir.
Bugünün bütün bütün maddîleşen insanı, ilim ve tekniğe sadece şahsî hazları, maddî refah ve rahatı
itibariyle alâka duymaktadır. Böyle bir anlayış ise onu, hergün biraz daha ahlâkî çöküntü, ruhî bunalım ve
düşüncede sığlaşmaya götürmektedir. İşte bu insan tipidir ki, büyük bir kısmı itibariyle gerçeği
araştırmaya ve o yolda tefekküre yanaşmamakta, hatta bunları sevmemektedir. Şüphesiz bunda, topluma
avam kültürünün hakim olmasının, ilim adamlarındaki beleşçilik düşüncesinin ve hasbî ruh kıtlığının
tesiri çok büyük olmuştur. Ne var ki, ruh insanı, ilhâm insanı, gönül insanı yetiştirememenin tesiri bundan
daha büyüktür. Ortalığı, her şeyi maddede arayan aklı gözüne inmiş karakuraların sardığı bir dönemde,
gerçeğin ilminden, ilimde derinleşip buutlaşmaktan bahsetmek mümkün değildir. Aksine, böyle bir
atmosferde muhakeme ve tefekkür hergün biraz daha kısırlaşacak, insanlar biraz daha aptallaşacak ve
dünyanın her yanı makinaların komutlarıyla iş yapan insanlarla dolup taşacaktır.
Onun içindir ki, yarınları yeniden inşa etmeyi plânlayanlar, öncelikle ilmin ne olup ne olmadığını, ondan
neler beklenebileceğini, onun hedef ve gayelerini çok iyi belirleme mecburiyetindedirler. Yoksa
aksaklıklar sürüp gidecek ve ilim de kendinden beklenenleri kat’iyyen veremeyecektir.
Öyle zannediyorum ki, bugün talim ve terbiye müesseselerimizden en yüksek devlet kademelerine kadar
görüp müşahede ettiğimiz kusurların büyük bir bölümü de, işte bu kimliği tesbit edilememiş ilim
anlayışından kaynaklanmaktadır. Kanâatim o ki, her şeyi vak’aların dış yüzünde araştıran talim ve terbiye
müesseseleri, hikmet ruhundan uzak kaldıkları ve bu müesseselere ilim taassubu, dar kafalılık hükmettiği
sürece, nesiller sathileşmeye devam edecek, tefekkür hayatımız daha da sığlaşacak; yeni buluş ve tesbitler
insanlığın kurtuluşu adına bir kısım sihirli reçeteler takdim etseler bile, dünya çapındaki bu umumî
yozlaşmanın önü alınamayacaktır.
Bir yerde, eğer ilmî keşif ve tesbitler, insanoğlunun maddî-manevî mutluluğunu hedef almıyor ve insanlık
ruhunun emrinde şekillenmiyorlarsa, ilim gayesinden saptırılmış, teknoloji insanlık aleyhinde işlemeye
başlamış ve insanoğlu rağmına her şey altüst olmuş demekdir.
İnsanoğlu, kulakardı edilebilecek kadar ehemmiyetsiz bir varlık değildir. O, varlık adına sözü edilen her
şeyin merkez noktasını tutmakta, önünde ve üstünde başkalarına yer vermeyen, Yaratıcı’nın gözdesi
müstesna bir yaratıkdır. Kâinatları vareden Zât, onu, varlığın özü, hülâsası ve gayesi olarak yaratmıştır.
Böyle bir mevkide yaratılan insanın gayesi de, Yaratıcı’sını arayıp bulmak, varlığına gaybî ve uhrevî
derinlikler kazandırmaktır.
Bu noktada ilme düşen vazife ise, insanın gözünden perdeyi kaldırıp ona gerçeği göstermek ve onu yeni
tefekkür ufuklarına doğru seyahata hazırlamak olacakdır.
Bu sayede, ilmin bütün buluş ve tesbitleri, insanoğlunun ruhunda, ötelere doğru uzayıp giden birer
merdiven haline gelecek ve hergün ayrı bir iman şuuru, ayrı bir ibadet aşkıyla şahlanan talihli ruhlar, bu
merdivenle, cismaniyetin dehlizlerinden kurtulacak, zaman üstü hüviyetlere ulaşarak bütün zaman ve
mekânların üstünde Sonsuz’la hemdem olacaklardır.
Artık bundan böyle, bunlar için, ne kendilerini aşağıya çekmek isteyen tabiatın zararlı yanları karşısında
yenilmek, ne de bedene ait sis ve dumanlar içinde şaşırıp kalmak bahis mevzû değildir. Çevrelerini saran
bütün is ve pasdan arınmış bu üstün kametler, kimbilir günde kaç defa gökler ötesi varlıklarla tanışıklığa
giriyor, kaç defa meleklerle atbaşı sonsuzluk istikametinde yarışlara katılıyor ve kaç defa, hakikatın
hararetiyle bir mum gibi eriyip o bilinmez okyanuslarla bütünleşiyorlardır..?

O halîmdir,
her şeyi sabırla karşılar;
bir kere de derdest etti mi
aman vermez,
dünyaları başınıza yıkar.

O’nun
sırlarla dolu icraatına
hayranlık duymamak
mümkün mü ki,
sen de duymayasın?

Feza,
muhteşem kentleriyle,
insanlığın tatlı rüyası..
İnşaallah, kin
ve nefretlerimizle
orayı da
kirletmeyiz!

“Kalb O’nunla
tatmin olur”

Çevreni saran
bunca güzellikler
içinde dahi
mutlu
olamıyorsan
kalbinin
balansını
yeniden
gözden
geçirmen
lazım!

“Bunlar da garip”

Şanlı geçmişin
ak bahtlı insanının,
derin zevk
ve üstün istidâdıyla,
tavus tüyleri kadar
zarif işlediği
bu motifler de,
topyekün
milletle beraber,
sona ermesi beklenen
en acı gurbet günlerini
yaşamaktadırlar.

“Yürüyün yolda bekleyenler var!”

Biz ölüp
yollar
bitinceye kadar,
her dönemeçte
yollarımızı
gözleyen
karamsar ruhlara
ışık mesajları
sunmaya
devam edeceğiz..!

“Düşünenlere ibret ola”

İnsanların körlüğüne bakınız ki,


örümcek ağını görür,
onun sanatkârını takdirlerle alkışlarlar da,
gökleri yıldızlarla,
zemini çiçeklerle süsleyip
istifâde ve müşâhedemize
takdim eden Zât’ı
görmemezlikten gelirler...

“Kalbî açlık”

Gönlünü yüce hakikatle dolduracağın


güne kadar, zannediyorum,
hep böyle hüzünle duracak, hüzünle oturacak
ve hüzünle kalkacaksın...

“Göklerde alkışlanan hizmet”

(Saçtım, her taraf yemyeşil oldu) deme!


Saç saçabildiğince;
zira göklere kadar bu işin yolu var...

Kimbilir ne âteşîn dimağların elinden çıktın


ve renkli hülyalara göre bina edildin!
Arkanda bıraktığın bir devr-i fânî;
hâl-i hazırdaki durumun gam üstüne gam..
Geleceğin şâd ola..!

Boğaziçi bir yandan bir yana geçilirken, her iki sahilde de


insan dikkatini çeken göz kamaştırıcı manzaraları,
rengârenk ve baygın duruşlu evleri, rüyalardakine denk yolları,
pırıl pırıl cami siluetleri ve şahadet parmağı gibi
dikilmiş minareleriyle bir hayal ülkesi gibi insanın ruhunu sarar.
Zannediyorum Fatih Köprüsü, tarihî bin bir hâdiseyi
tedâi ettirmekle bu güzelliklere ayrı bir buud kazandıracaktır.

İDEÂL RUHLAR

İnsan yüksek ideâllerle yaşar;


Çocukluk ufkunda tatlı rüyâlar,
Gençlikle ağaran zengin hülyâlar,
Ardarda beliren sırlı verâlar...
İnsan yüksek ideâllerle yaşar!

Bahar çağlar gözlerinin içinde,


Düşüncede dirildiği demlerde..
Hep âhû peşinde ıssız çöllerde,
Ölüp ölüp dirildiği günlerde
Bahar çağlar gözlerinin içinde...

Ufku çok engîn dertliler yolunda;


Bakışlar hüzünlü, sîneler gamlı,
Havârîler gibi ahd ü peymânlı
Nâm u nişân bilmez bir başka şanlı
Ufku çok engîn dertliler yolunda...

Sonsuzlukla gülümseyen yüzleri,


Ayrı bir beyân, ayrı bir ifâde..
Öteyle sermest, ellerinde bâde,
Gönüller arıyor temiz ve sâde
Sonsuzlukla gülümseyen yüzleri.

Kaf dağından ağır yükleri çekmek,


Bir ömür boyu mukaddes ızdırâp;
Lâubâlîlerce her şey bir serâp..
İdeâl ruhlar için şevk ü târâp
Kaf dağından ağır yükleri çekmek.

GAYE VE VASITA

Her iş ve hamlede, önce hedef ve maksadın ta’yin edilmesi lâzımdır ki, insan vesîlelere bağlanıp
kalmasın. Hizmetlerimizde rûha yön verilip hedef gösterilmezse, düşünceler girdaplaşır, bizler de
bunların zebûnu olarak kalıp gideriz.
***
Düşünce platformunda hedef ve maksat daima belirli ve birinci yeri işgal etmelidir. Yoksa, çokluğa
gidilmiş ve dolayısiyle de şaşkınlığıa düşülmüş olur. Nice çalımlı hamleler vardır ki, gâye ve vasıta
karmaşıklığı yüzüden semeresiz kalmış; böylece de hiçbir hayırlı neticeye ulaşamadığı gibi, arkada da bir
sürü kin ve nefret bırakmıştır.
***
Her hamle ve hareket adamının perspektifinde, her şeyden evvel, Yüce Yaratıcı ve O’nun hoşnutluğu
olmalıdır. Yoksa, araya çeşitli putların girmesine, bâtılın hak görünmesine, heva ve hevesin fikir suretine
bürünmesine ve gazâ nâmiyle cinayetler işlenmesine gidilebilir...
***
Hakk’ın hoşnutluğu istikâmetinde yapılan işlerin zerresi güneş, katresi deryâ ve bir ân’ı ebedler
kıymetindedir. İş böyle olunca, O’nun hoşnut olmayacağı bir yolla, dünyalar cennetlere çevrilse dahi, hiç
hükmündedir; kıymeti yokdur ve sahibinin sırtında bir vebâldir. Vesîle ve vâsıtaların kıymeti, maksada
ulaşdırıcılığı ve ulaşdırmadaki arızasızlığı ölçüsündedir. Bu itibarladır ki, hedefe ulaşdırmayan, hatta o
yolda engel teşkîl eden vesîleler mel’ûn sayılmışlardır. Dünyanın la’netlenmesi de O’nun bu yüzüne aittir.
Yoksa, binbir “Esmâ-i İlâhî”nin cilvelenmesine âyinedarlık eden ve muhteşem bir meşher hüviyetinde
bulunan bu dünya, hem sevilecek hem de alkışlanacak mahiyetdedir.
***
Hakk’ı tutup kaldırmada çeşit çeşit yollar ve vesîleler vardır. Bu yollar, Hakk’a saygı ve hakikat
düşüncesini geliştirdikleri nisbetde kıymetlidirler. Bir ev, içinde barınanları ma’rifetle kanatlandırıyor; bir
ma’bet, kubbesi altında bir araya gelen cemaatde sonsuzluk düşüncesini mayalıyor ve bir mektep
çıraklarını ümit ve inançla şahlandırabiliyorsa, vesîleliğini edâ ediyor; dolayısıyla da mukkaddesdir.
Aksine, bunların hepsi insanoğlunun yolunu kesmiş birer cadı tuzağıdır. Cemiyetler, dernekler, vakıflar,
siyasetler de öyle..!
***
Büyük küçük her müessese kurucusu, o müessesenin kuruluş gâyesini, varoluş hikmetini sık sık
hatırlamalıdır ki, iş hedefinden saptırılmasın ve semereli olsun. Aksine, hedef ve kuruluş gâyesi
unutulmuş yurtlar, yuvalar, mektepler, tıpkı yaratılış gâyesini unutan bir insan gibi, kendi zararına ve ters
bir çizgide işler durur.
***
İnhisar-ı fikir ve hakkı yalnız kendi cebhesinde görme, bir vesîleperestlik ve hedefsizlik ifâdesidir. Aynı
inanç, aynı duygu ve düşünceyi paylaşan insanlara karşı duyulan kin ve nefretler, hedef ve gâye
düşüncesinden mahrumiyet değil de ya nedir? Ah, o kâinâtı kendi bozuk hendesesine göre idâre etmeyi
düşünen, nefsin âzât kabûl etmez köleleri sefîl yaratıklar...!

İNSANLIK

İnsan, başkalarına karşı iyi-kötü bütün davranışlarında nefsini mizan kabûl ederek her şeyi onunla
tartmalı; nefsine hoş gelen şeyleri başkaları için de istemeli, nefsinin hoşlanmadığı bir muameleden
başkalarının da hoşlanmayacağını, katiyyen, hatırdan çıkarmamalıdır. Böylece o, hem yanlış
davranışlardan, hem de başkalarını rencide etmekden kurtulmuş olur.
hhh
Sen, kendine yapılan ihsanların vicdanını yumuşatdığını ve ihsanda bulunan zatlara karşı sevgi ve alâka
duyduğunu düşünerek, başkalarının da seni sevip, alâka duyacakları bir yolu keşfedip çıkarabilirsin.
“İnsan iyiliğin kölesi”, iyilik de şerrinden endişe edilen kimselere karşı en sağlam bir sığınakdır.
hhh
İnsanın olgunluk ve kemâli, fenalık gördüğü şahıslar hakkında dahi hakperestlikden ayrılmayıp, elden
geldiğince iyilik yapmasıyla belli olur. Evet insan, kötülük gördüğü kimseler hakkında dahi mürüvvet ve
insanca davranışlardan ayrılmamalıdır. Zira, kötülük yapmak hayvanî bir davranış; kötülüğe kötülükle
mukâbele, insanda ciddi bir kusur ve eksiklik; fenalığa iyilikle karşılık vermek ise, bir civanmertlik ve
âlîcenablıkdır.
hhh
Başkalarına yararlı olmanın sınırı yokdur. Himmeti yüce bir ferd, başkaları için ruhunu feda etmeye kadar
diğergâm olabilir. Ne var ki, böyle bir civanmertliğin insan için bir fazilet olması, o insanın samimiyyet,
hasbilik, niyet duruluğu, ırk ve aşîret taassubundan uzak bulunmasına bağlıdır.
hhh
Bir şahsın insanlık ve mürüvveti, dost ve ahbablarına karşı yakınlığı ve bu yakınlığın da devamiyle
kabildir. Onlara yakınlık gösterilmeden mürüvvetden dem vurmak; mücerred bir iddia, onlara karşı
iyiliklerimizi, onların bize olan iyiliklerine bağlamak ve yer yer o iyilikleri keserek onları cezalandırmak
da ham ruhluluk ve hakîkata ermemişliğin ifadesidir.
hhh
Bir insanın diğer insanlara karşı en büyük iyiliklerinden biri de, onların uygunsuz davranışlarını
görmemezlikden gelip kusurlarına karşı göz yummak şeklinde olur. Halkın kusurlarını araştırmak bir
edebsizlik, onları sağda-solda anlatıp durmak affedilmez bir nakîse; onların işledikleri fenalıkları
yüzlerine söylemek ise, ferdleri birbirine bağlayıp vahdet içinde bulunduran kardeşlik zincirine indirilmiş
bir darbedir. Heyhât ki, böyle bir darbe ile rencide edilmiş egolar yeniden bütünleşerek bir vahdet teşkil
etsinler!..
hhh
İnsanlara ettiği en büyük iyilikleri ehemmiyetsiz, onlardan gördüğü en küçük ihsanları büyük görüp
takdir edenler, İlâhî ahlâka yükselmiş ve vicdanında huzura ermiş kâmil kimselerdir. Böyleleri ne
etdikleri iyilikleri başa kakarlar, ne de gördükleri alâkasızlıkdan şikayet ederler.
hhh

RENKLER KUŞA⁄I BAŞLARKEN

Vicdan ve Ruhun İklîmi

Gerçek hayat, vicdan ve ruhun öteler esintili duru iklîminde yaşanan hayattır; önü ve sonu itibariyle de
aslâ, elemi, kederi, hasreti yoktur.
Hayatı, bütünüyle cismaniyete bağlayan düşünce; mide, bağırsak ve yemek borusunu insan varlığı
üzerinde en hâkim unsurlar haline getirmiş ve insanı bedenî hazlarının âzad kabul etmez kulu, kölesi
yapmıştır.
Yıllar var ki, bu kahredici anlayış içinde insanımızın hem duygu ve düşünceleri, hem de rûhî ve vicdanî
temayülleri kaynayıp gitmiştir. Cismaniyetin bu öldürücü girdabında ferd, sadece, yiyen-hazmeden-
ıtrahta bulunan-şehvetini tatmin yollarını araştıran tâli’siz bir mahlûk; yuva, bağrında bu çeşit bahtsızları
barındıran bir tavla, yığınlar da, sağda-solda münbit mer’alar araştıran sürülerden farksızdır.
Yine; bu mel’ûn anlayışa göre, geçmiş-gelecek, her şeyiyle birer masal, öteler ve ebed düşüncesi faydasız
birer hülyâ, rûhânî zevkler ise, birer garib tesellisinden başka birşey değildir. Varsa da - yoksa da hâl’i
değerlendirip hayattan kâm almak ve bedenî zevklerle gününü gün etmek...
Oysa ki, geçmişden gelen inanç ve azmimiz, geleceğe açık düşünce ve tavrımız, bizlere, yaşamadan daha
zevkli, daha güzel şeyler fısıldar. Bizler, gönüllerimizin ihtiyacı olan ve fakat bir türlü erişemediğimiz
bütün sevinçleri, saadetleri bu inanç ve bu düşüncede bulur, sonra da her an perde perde ayrı bir vuslata
erer gibi oluruz.
Bu aydınlık dünyâda geçmişin bağrından ve atalarımızın düşünce ırmağından çağlayıp gelen şeyler, hiçbir
zaman ölü birer hâtıra ve tarihin sayfaları arasına sıkıştırılmış birer vak’a raporu olmadığı gibi çok
eskilerden gelen bu soylu millet ağacının, şanlı bir geleceği bağrında besleyip büyütmesi de kat’iyyen bir
hayâl değildir. Aksine, şanlı cedlerimizden tevarüs ettiğimiz her şey, onların kalb ve his dünyâlarının ayrı
ayrı perdeden sesleri ve binbir ibret sayfalarıyla mâzînin belâğatlı bir lisan olması itibâriyle, daima,
yarınlarımıza ışık tutan birer meş’ale ve bizlere varolma yollarını gösteren birer rehber vazifesini
göreceklerdir.
Bu anlayış sayesindedir ki, hemen hepimiz, ilerde elde edeceğimiz bir aydınlık devir ümîdiyle yaşar;
hatta onu, hasretini çektiğimiz “yitirilmiş cennet” sayarak rüyâ ve hülyâlarımızda, inançlarımızın
kollarıyla yakalamaya çalışır; onun semâlarında uçar, onun atmosferine dalışlar yapar, onun havasını
teneffüs eder ve bütün bir ömür boyu ondaki yerimizi almak için çırpınır dururuz. Çırpınır dururuz; zira,
kaderimiz Âdem nebînin kaderi, cebren iskâna me’mur edildiğimiz yer eski dünyâlara nisbeten mahzun
Serendip, bizler ise, kadrini bilemeyip dün elden kaçırdığımız cennetleri hasretlerle, iştiyaklarla anan,
arayan batızedeleriz.
Evet, Âdem nebî Cennet’teki memnu’ meyveye el uzatınca yurdundan-yuvasın-dan oldu ve kendini sıra
sıra sıkıntı ve hasretler içinde buldu. Bizler ise, batının mel’un ve memnu’ meyvesi sayılan, o-nun
medeniyet anlayışına, çarpıcı fantaziyelerine ve yalancı vaadlerine aldanarak her şeyimizi yitirdik ve
milletlerarası muvazene unsuru olma mevkiinden, devletlerarası gülünçlerden gülünç en acınacak
seviyeye düştük.
Dünkü yerimiz, şimdilerdeki hasret ve inkisarlarımız içindir ki, bugünkü nesiller, en büyük
kahramanlıklar içinde en büyük fedakârlıkları, en derin aşk içinde en çaplı hizmetleri, en sağlam tevekkül
içinde en mantıkî sistemleriyle kaybettikleri zirvelere yeniden tırmanma, rüyâ ve hülyâlarında görüp-
duydukları cennetleri elde etme; hislerinin hudutsuzluğu, duygularının sonsuzluğuyla düşünce
gergeflerini geçmişin kaneviçesi üzerine ve fakat bugünün renk ve desenlerine göre işleme
mecburiyetindedirler. Yoksa daha bir süre hasret içinde inler dururuz.
Sînelerinde aşk u heyecan, dillerinde ölümsüzlük nağmeleri, gönül gözleri dünü-yarını bir arada
müşâhedeye uyanmış yolu gözlenen bu yiğitler, hiçbir yana iltifat etmeden, hiçbir şey karşısında dize
gelmeden, kaderlerinin yazılarını ilan edecekleri noktalara doğru ilerlerken, dünyâları yerinden oynatacak
bir müthiş îman, bir müthiş aşk ve bir müthiş heyecanla yollarına devam etmelidirler ki, arkadan gelen
inançlı nesillerin irâdelerine kuvvet, ümitlerine fer verip karanlık ruhları da yeis ve hasretler içinde
bırakabilsinler.
Büyük ölçüde daha şimdiden, dünyânın dört bir yanında aşkla şevkle gerilmiş mü’min nesiller, kendi
mübarek dünyâlarını ararken, duyup tattıkları, görüp hissettikleri Hakk’ın lütuflarının câzibe ve
çarpıcılığı karşısında, ne fânîlik ve cismaniyetin aldatıcılığına, ne de her dönemeçte yollarını kesen
gulyabânîlerin çokluğuna aldırmadan tâli’li tırmanışlarına devam etmekte ve zirvelerin hesabıyla dolup
taşmak-talar bile.
Hergün biraz daha güçlü, biraz daha azimli, biraz daha iradeli ve soluk soluğa koştukları bu yolda,
ruhlarının ebedî-leştiğini, sonsuzluk düşüncesinin bütün benliklerini sardığını, cismâniyet ve bedenin
ağırlıklarından kurtularak melekler gibi birer mânevî varlığa inkılâp ettiklerini duyan ve bu yüksek ruh
hâletinden ayrılmayı asla düşünmeyen bu hasbî ruhlar, gönül verdikleri bu aydınlık yoldan uzaklaşmayı
en büyük günah sayacak ve görüp sezdikleri ışıklara, ruhlarını dolduran seslere, daha doğrusu Hakk’ın,
gönüllerine saldığı ezelî vaadlere doğru ve geçmiş ömürlerimizi yeniden bize kazandırmak herbiri birer
hâtıra, şuraya buraya dağılmış bir gül devrinin bütün güzelliklerini biraraya getirmek sonra da bizlere
bütün zamanları birden yaşatmak için kendilerini Cennet esintilerine kaptırmış gibi, alabildiğine şevkli,
alabildiğine neşeli, hiçbirşeye takılıp kalmadan, fevkalâde kıvrak, çalımlı ve tıpkı bir zafer yürüyüşüyle
hayatın daha bahtlı daha intizamlı olduğu iklimlere koşacak ve bizlere, gönüllerimize, hülyâlarımıza,
emellerimize sığmayan en tatlı devirleri yaşatacaklar.

Bizim elimizde ışık var.


Işık zarar vermez; ışık incitmez;
ışık incitmelere vasıta da edilmez.
O aydınlatır, yükseltir ve erdirir.

“Hep böyle oldu...”

Dünyamızı aydınlatacak sonsuz bir ışık,


yüreklerimizi hoplatacak canlı bir mesaj
ve iradelerimize fer verecek kutlu iki el...

“Yangına öyle karşı konulmaz”

At kendini o alevler içine!


Yangın söndürmeye geldi desinler.
Koş, katlan.. birşey gelmesin içine.
Bir bu derdimizi bildi desinler.

“Herkesin endişesi ayrı bir girdapla sarsık”

Kiminin hülyası zevk üstüne zevk,


kiminin ki ince bir dilim ekmek,
kimininki de bitmeyen çile ve çilesi kendi ızdırabına denk..

“İnanç bir Cennet çekirdeği”

Yeni bir diriliş ve ötelere ait saadet inancıyla


bu zayıf ruhların
imdadına koşmadığınız takdirde,
onları ne ile teselli edeceksiniz..?

O ellerin içine nurdan danecikler


belki gelip dolmaz ama;
insanın gönlünü aydınlıklara boğacak ışık tayflarının
o yukarı âlemlerden akıp akıp geldiğinde
kat’iyyen şüphe edilmemelidir.

DERTLİ SÎNELER

Sîneler dertli, ruhlar sıkılmışsa kederden,


Gözler mahzûn, ufukta yeni doğuşlar bekler.
Ve “Ba’s ü ba’del mevt” emri gelmişse kaderden,
Her taraf canlanır, her şey “Baharı!” heceler.

Hiç durmaz, hep ümît peşinde yol alır alan,


Yüreğindeki ateş ocaklardakine denk;
Bir başka aydınlığa gebe önünde zaman,
Yollar onun artık, günler doğuruncaya dek...

Ufukta ışık cümbüşü, karanlıkta hummâ,


Uçuşuyor yarasalar şaşkın ve elemli;
Gözsüzler için bu geliş olsa da muammâ,
Hicranlı ruhların şafağı olduğu belli.

Yılları gam üstüne gam geçenlere bayram!


Sarsılıyor eski meyhane tâ temelinden...
Geleceğe selâm, gelenlere binler selâm!
Dönüyor şanlı akıncı artık seferinden...

UHREVÎ ESİNTİLER

Hissediyorum yavaş yavaş ihtiyarlığı,


Çatladı artık hayat rüyâsının billûru..
Kirpiklerimin ucunda ötelerin nûru,
Bir başka aydınlık görüyorum yaşlılığı...

Gençlik tutkularından uzak, hep ötelerde,


Tülleniyor gözlerimde Sonsuz’un serhaddi.
Zaten bir zaman rûhumu saran hayâlimdi
Şimdi gönlümde ağaran şeyler perde perde.

Artık ne şafak arzusu, ne akşam tasası;


Yok düşüncemde hiçbirinin o eski yeri.
Aynı şey bence dünyânın lezzeti - kederi,
Meltemi-sabâsı ve tûfânı - fırtınası.
Ne eski köşkler, ne yeninin gökdelenleri,
Ne kırların lâlesi, zambağı, papatyası;
Ne yokluğun acısı, ne varlığın safâsı;
Ne de dünün dillere destan ma’mûreleri...

Artık hiçbiri birşey anlatmıyor kendince,


Felek devirdi hepsinin kâsesini bir bir
Ve şimdi dalgalanıyor derûnumda tekbir:
“Allah bes bâki heves!” işte hayat bu, bence.

Geceler gündüzlerle içiçe ve aydınlık,


Yıllarca kaderden beklediğim buymuş meğer;
Uğrunda bin ömür fedâ edilmeye değer
Bir dünyâ ki, yok hiçbir yöresinde karanlık...

Elvedâ gece gazelhanlığına, elvedâ..!


Ve yarasalar yarasalarla kalsın artık.
Işık dalgaları içinde yüzerken varlık,
Karanlığa türkü söylemek bir kuru sevdâ...

SA⁄LAM GEÇMİŞ
GÜÇLÜ YARIN

Şanlı geçmişimizi kendine has zevkleriyle her duyuş ve her yudumlayışımızda, peşi peşine ihtişamlarla
başımızın döndüğünü hisseder, bu hisle gerilir, onunla bir başka hazlara uyanır ve o şanlı, namlı devirleri
bütün tazeliğiyle yeni baştan yaşıyor gibi oluruz.
Mâziye dair her söz, her düşünce, her hâtıra öyle sırlı bir menşûrdur ki, geçmişten esip gelen, ruhlarımızı
okşayıp geçen her ses ve her izle gözlerimizin önünde bambaşka dünyâların tüllendiğini duyar gibi olur
ve kendimizi cedlerin o velveleli hayat armonileri içinde buluruz. Buluruz da, dünü bugünle, bugünü de
yarınla içiçe tahayyül eder ve bu uçsuz-bucaksız hazlarla sonsuzluk kadar derinleşiriz.
Vâkıa, yer yer geçmişten hazan rüzgârlarının esip geldiği, hayâllerimizi bir kısım hüzünlerin sardığı da
olur; ama sürekli olmayan bu sis ve duman, tıpkı bahar bulutları gibi çarçabuk silinip gider, yerlerini
göklerin ve zeminin çehrelerinde dalgalanıp duran daha çarpıcı güzelliklere ve daha derin zevklere
bırakırlar. Aslında, gerçek zevk de, bu iniş ve çıkışların, bu med ve cezirlerin birleştiği noktada çağlayıp
duran zevktir.
Bu itibârla geçmişin hülyâ ve hâtıralarıyla gelen hüzün ve kederler, hayatın bütün buudlarını duyup
hissetmek, her lâhza varolmanın ayrı bir derinliğine ermek yolunda çok zevkli bir “dâus-sıla”dır ve bizler
için yaşanmış ve yaşanacak olan binbir hazzın beliğ bir lisanı olduğunda da şüphe yoktur. Bu lisan, her
şeyi cismaniyetin karanlık labirentlerinde ele alan bahtsızlar için, matemle dolmuş ağlayanların dili olarak
kabul edilse bile, hakikata uyanmış gönüller nazarında o, geçmişin başdöndürücü zenginliklerine,
hülyâlarla bezenmiş en tatlı, en imrendirici güzelliklerine menfezler açıp, hasret ve hicranla yanan
sînelerimize, olmuşun çehresinde olacağın mesajlarını fısıldayan talâkatlı bir beyândır.
Evet, geçmişten kopup gelen levent nârâları, nal sesleri ve at kişnemeleri, bizlere ayrı bir inşirah ve teselli
esintileriyle gelir ve hayat yolunda karşımıza çıkan engelleri aşabilmemiz için kollarımız, kanatlarımız
olurlar. Bu sayede en acı anların yanında en tatlı saatlarla, en karanlık dakikaların ardından en aydınlık
günlerle yeni yeni ümitlere, sevinçlere erer; ışıktan ışığa koşar, ilerisi için beslediğimiz hülyâları,
emelleri, rüyâları yakalamağa çalışırız.
Kendini, geçmişin bu tatlı, bu zevkli hayâl akıntılarına salıverenler için hayat, içimine doyum olmayan
kevserler gibi gönülleri yararak hislerin en derin noktalarına ulaşır ve girdiği sînelerde eski günleri
yeşerten birer tohum haline gelir. Sonra da, bunların iç dünyâlarında en büyüleyici renkleri, en bayıltıcı
kokuları ve en imrendirici desen ve nakışlarıyla yepyeni baharlar belirir. Yarınki mutluluklara uyanmış
kalbler için aşkın, ümidin bilmem kaç zevkini birden tattıran baharlar...
Evet, insan, hayatın binbir te-
cellisi içinde, geçmiş, gelecek ve ikisinin birden onun rûhuna boşalttıkları duygu ve şuurla, varlığa daha
bir başka bakabilir, vak'aları daha değişik tahlil edebilir ve her an ayrı bir zaman parçasını tartan hassas
bir terazi gibi, bütün zamanları birden tartarcasına daha isabetli hüküm ve neticeler elde edebilir.
Bu kuşakta o, dünden bugüne ortaya konan en parlak tabloların bir takım uhrevî kıymetlere ulaştıklarını
görür, fiziğin dudağında metafiziğe ait nağmeleri dinler, sonra da iç içe bu seziş ve anlayışlarla her türlü
takdirin üstünde ledünnî bir hayatın zevkleriyle beslenerek, kendini sonsuz denizlere salıp, onların
maviliklerinde yüzer gibi, semâların derinliklerine dalıp yeni bir yurt arama yolunda uçar gibi; aya,
güneşe, yıldızlara bakarak sonsuzluğa yelken açar gibi olur.
Eski-yeni, dün ve yarın arasındaki bu râbıtaları bulamamış, şuraya buraya konup kalkan, köksüz ve
geçmişten nasipsizlere gelince, bu dalgın bakışlarla ne bir terkip ve tahlil yapabilir, ne de bir yere
varabilirler.
Aşk, Rahmeti Sonsuz'un, insanoğluna gelip ulaşan en gizli lütuflarından biridir. Aşk, bir nüve, bir
çekirdek olarak hemen her fertte bulunur. Şartların elverdiği ölçüde de o çekirdek ve tohum, ağaçlar gibi
dal-budak salar; çiçekler gibi uyanır ve meyveler gibi, başlangıç ve sonu bir araya getirme noktasında
kıvamına erer.
***
Aşk, bir duygu olarak göz, gönül ve kulak menfezleriyle insanın iç âlemlerine akar; vuslata dek de, bir
baraj gibi şişer, bir çığ gibi büyür ve bir alev gibi onun her yanını sarar. Aşk vuslatla noktalanınca her şey
durgunlaşmaya yüz tutar; ateş söner, baraj boşalır, çığ da dağılır gider...
***
Doğuştan bir ma'nâ ve nüve olarak, hemen her rûhun önemli bir yanını teşkil eden aşk, gerçek ton ve
rengini hakîkî aşka inkılâb etmekte bulur, ebedîlik kazanır ve zamanla da vuslat eşiğinde bir mücerret
lezzet haline gelir.
***
İnsanoğlunda, Hakk tecellilerine açık olan zirve, gönüldür. Gönüllerin bu tecellilere, dolayısıyle de Allah
(cc) sevgisine mazhar olmalarının en zâhir emâresi ise, o sînelerde Yüce Yaratıcı'ya duyulan aşk ve
iştiyâktır.
***
İnsan-ı kâmil ufkuna ulaşma yollarının en keskin, en kestirme ve sıhhatli olanı aşk yoludur. Aşka, iştiyâka
açık olmayan yollarla, o ufka ulaşmak oldukça zordur. Denebilir ki hakikata ulaşmada, “acz u fakr, şevk ü
şükür” yolundan başka aşka denk ikinci bir yol yoktur.
***
Aşk, yitirdiğimiz Cenneti bulabilme yolunda, Cenâb-ı Hakk'ın bizlere ihsan ettiği bir buraktır. Ve bu
buraka binenlerden şimdiye kadar hiç takılıp yolda kalan olmamıştır. Vâkıa bu semâvî burakın sırtında
dahi, şatahat ve neş'e sarhoşluğuyla “yol kenarı” yürüyenlere rastlamak mümkündür. Ama bu, tamamen,
onların, Hakk'la aralarındaki münâsebete râcidir...
***
Aşk, insanı bütün bütün yakıp kül ettiği için, bundan böyle onu ne dünya ne de ukba ateşleri yakmaz ve
yakamaz. Zira, iki emniyet ve iki korku, iki iştiyak ve iki ızdırabın bir insanda cem olmaması esasına
binaen, bütün bir hayat boyu sînesini aşkın alevlerine açan ve iç dünyâsında cehennemî ateşlerle
pençeleşen kimselerin, ikinci bir defa aynı ızdırap ve aynı elemleri yaşamaları artık düşünülemez...
***
İnsana kendi varlığını unutturup onu sevdiğinin varlığıyla bütünleştiren aşk, kalbin, garazsız-ivazsız,
sadece mâşuku dileyip, onun arzu ve isteklerinde eriyip gitmenin ünvânıdır ve zannımca insan olmadan
murad da budur.
***
Aşk mesleğine göre âşıkın gözlerine başka hayâllerin girmesi haramdır ve bu haramın irtikâbı aşkın
ölümüdür. Aşkın hayatı, çevresinde duyulan şeylerin, sevgilinin ad ve ünvânları, onun cemâlinin vasıfları
ve kemâlinin destanları olduğu ölçüde devam eder yoksa, söner ve ölür...
***
Âşık, hiçbir mes'elede mâşû-kuna muhalefeti düşünmez ve düşünemez. Hele, başka şeylerin ona gölge
etmesini, önüne geçip onu unutturmasını kat'iyyen istemez. Hatta ondan bahsetmeyen her sözü abes ve
faydasız sayar, onunla alâkalı olmayan her işi de ona karşı nankörlük ve vefâsızlık bilir.
***
Aşk, kalbin alâkası, irâdenin meyli, duyguların ağyârdan arınması ve insan lâtifelerinin, mâşûkun rüyâ ve
hülyâlarından gayrı hiçbirşey hissetmemesi hâletidir ki; âşıkın her davranışında sevgiliye ait bir ma'nâ
parıldar: Kalbi, ona olan iştiyakla atar, dili hep onu mırıldanır, gözleri onun hayâliyle açılır-kapanır...
***
Âşık, esen yelde, yağan yağmurda, çağlayan ırmakta, uğuldayan ormanda, ağaran sabah ve kararan
gecede hep dostunun kokusunu duyup canlanır; O'nun, çevreye akseden güzelliklerini görüp coşar; her
esintide O'na ait solukları hissedip neş'elenir ve yer yer de O'nun sitemlerini sezip inler...
***
Mâşûka ait emârelerin şafağına uyanan âşıklar, dudaklarında kıpkızıl kan, sînelerinde alev alev bir tûfan,
kendilerini bir ateş çemberi içinde bulurlar. Bir daha da bu zevkli cehennemden dışarı çıkmak istemezler.
***
Aşkı, fâsıkların şehevânî sevgilerinden ibâret saymak bir yanlışlık ve hakîkî aşkı bilememenin ifâdesidir.
Vâkıa, bazan mecâzî aşkların dahi hakîkî aşka inkılâb ettiği olmuştur; ama bu, katiyyen mecâzî aşkın zâtî
bir değer ve kıymet ifâde ettiği ma'nâsına gelmez; aksine onun eksik, kusurlu ve ebediyet ifâde
etmediğine delâlet eder.
***
Gerçek âşıklar, tutuldukları aşk hummâsıyla, iç dünyâları dâima bir yanardağ gibi dumanlı ve inim
inimdir. Duyup sezebilenlerce, onların her iniltileri sînelerinden kopup gelen öyle “lâvlar”dır ki; düştüğü
her yeri yakar-yıkar ve yangınlar çıkarır.
***
Aşkın sözlerle anlatılması oldukça zor, hatta imkânsızdır. Bu îtibârladır ki, aşk adına anlatılan şeylerin
büyük bir kısmı, onun dışa aksetmiş eserleri olmadan öteye gitmez. Zira, o, bir haldir ve onu beyan
edecek dil de sadece âşıkın kendisidir.
***
Âşık, Hakk sevgisini mezhep edinip ömrünü hayret, hayranlık ve sevdiğine takdir hisleriyle donatmış
öyle bir sermestdir ki, ancak Kıyâmet Sûr'uyla kendine gelebilecektir.
***
Fânilik elemini dindirecek, hazanla oturup kalkan rûhların ızdırâb ateşini söndürecek tek şey hakîkî aşktır.
Ve yıllardan beri bütün dertlerimize, onulmaz zannettiğimiz hastalıklarımıza, korku ve endişelerimize,
kargaşa ve buhranlarımıza yegâne çare ve biricik devâ da yine aşktır.
***
Nesiller, ilim-irfân ve günümüzün kültürüyle ihyâ edilmeye çalışırken, onların gönüllerine, az dahi olsa,
aşk kıvılcımlarını saçmadığımız takdirde, hep eksik ve kusurlu kalacak ve katiyyen cismânîliklerini
aşamayacaklardır.

TAHRİP EDİLEN
TABİAT

Tabiat baştan başa bir hârikalar meşheridir ama, biz ona “meşher” demektense, bir “kitap” demeyi daha
uygun buluruz. Zira, onu bir kitap gibi duyar, bir kitap gibi okur ve bir kitabın rengârenk canlı, yaldızlı
nakışlarını temâşâ ediyor gibi hayran hayran seyrederiz. Onu, her sabah yeniden boyanmış, süslenmiş o
göz kamaştırıcı endamıyla, bir ruh, bir hayat kaynağı olarak karşımıza dikilmiş görür ve kendimizden
geçeriz.
Ve hele bir zamanlar bu meşher ve bu kitap, rüyâlara sığmayacak kadar baş döndürücü, hülyâları avlamak
için kurulmuş tıpkı bir tuzak... Yelkenlerini aşk ve muhabbet iklîmine açmış muhteşem bir gemi ve ışıktan
parmaklarıyla öteleri gösteren binbir kandilli bir âvize gibiydi. Zümrütten tepeleri, üfül üfül vâdileri,
içinde binler-yüzbinler canlının oynaştığı, kaynaştığı ormanları, Cennet bahçelerini hatırlatan bağları,
bostanları; cıvıl cıvıl kuşları, çığlık çığlık böcekleri, gökten akıp gelen rahmet ve bereketi, bu rahmet ve
berekete karşı, yeryüzünde, temiz sînelerden fışkırıp semâlara doğru yükselen hamd ü senâlarıyla uhrevî
âlemin bir kıyısını teşkil ediyordu...
Evet, tabiatı bu şekilde duyan, hisseden gönüller, Kudret Eli’nin onun bağrından fışkırttığı ses, nağme,
tat, koku ve güzelliklerin tiryâkisi gibi, onları görmeden, tatmadan, onlarla söyleşip konuşmadan
edemezlerdi. Edemezlerdi, zirâ onlarla öyle hemhâl olmuşlardı ki; nasıl nefîs bir yiyecek ve içecek
karşısında tükrük bezlerimiz harekete geçer; nasıl ney’i görünce, gayr-i ihtiyari bir şeyler mırıldanırız...
Öyle de, onun mütâlaasıyla sermest bu temiz ruhlar, ona her bakışta, ötelere ait farklı şeyler hisseder,
farklı şeyler duyar ve hep ürperirlerdi.
Nasıl ki, bir köşk, bir yalının mimârîsi, mimârîsindeki incelik ve zarafeti, köşkün ve yalının ötesinde,
bizlere başka şeyler fısıldar; öyle de bu san’at hârikası tabiat meşheri de, varlığının ötesinde, bir varedip
gün yüzüne çıkaran, bir tanzim edip ortaya koyan; ortaya koyduğu her eseriyle kendisini hissettiren, fakat
azametiyle bir türlü sezilmeyen, insan idrak ve ihâtasının üstünde bütün nizam ve güzelliklerin hakiki
kaynağını onların vicdanlarına duyurur ve mesteder.
Tabiatda mimârî, semâlarla içiçe gibidir. Dağlar, o mehîb edâlarıyla başlarını semânın eteklerine dayamış
gibi görünmeleri, göklerin, bu şiddetli vuslat arzusuna karşı kendilerini salıvermeleri, evet bu mimârî,
bütünüyle ne tatlı bir remzdir! İnsan hayâli, çiçeklere konup-kalkan arılar gibi, onun güzelliğinin
akislerine kona-kalka ufka kadar ilerler... Oraya ulaşınca da, yeniden başlayacak bir seferle, yolların
gökler ötesi sonsuza doğru uzayıp gittiğini sanır. Sanır da, ruhunun derinliklerinde ötelere ait nağmeler
duymaya başlar. Hülyâlarıyla bu âlemde, uzun süre kalmayı başaranlar; sevdâsıyla yanıp tutuştukları,
hasretini vicdanlarında duydukları hakiki sevgilinin vuslatına erer ve bu tatlı rüyâdan uyanmak
istemezler...
Kalb, ruh ve vicdanlara binbir haz ve lezzetin akıp-durduğu bu irfan kuşağında seyahate azmetmişler için
tabiat, gönüllere inşirâh salan manzaraları; rengârenk tepeleri, hülyâlı dağları; baygın bahçeleri, ürperten
koruları; çağıltılarla akıp giden çayları “vahdet vahdet!” diye denizlerle bütünleşen ırmakları... Evet,
bütün bunlarla bilhassa, bahar ve yaz mevsiminde tabiat meşheri, bir keyif, bir neş’e, bir huzûr, bir hayâl
diyârıdır âdeta.
Bu kitap ve meşherin, her yanının ayrı bir ihtişamı, ayrı bir şiiri, ayrı bir füsûnu vardır. Onun bu ayrı ayrı
güzellikleri; güzelliklere birer buud teşkil eden renkleri, şekilleri, biçimleri ve “olandan daha
muhteşemini bulmak mümkün değil” dedirtecek kadar tasav-vurlar üstü endamlarıyla, güzellik
müsabakasına arz edilmiş gibidirler. Bu güzellikler galerisine uyanan ruhlar, varlığı daha bir derin
görmeye başlar ve her şeyde tasavvur üstü bir güzellik mûsikîsi dinlerler... Bu sermest gönüller nazarında
ağaçlar “hû” der semâa kalkar; güller, çiçekler, kendilerine mahsus dillerle Yüce Yaratıcı’yı ilân eder ve
müşâhe-desine doyum olmayan renkleriyle zambaklar, menekşeler, leylaklar; bayıltan râyihalarıyla güller,
karanfiller, yaseminler; büyüleyici edâlarıyla kamelyalar, orkideler, manolyalar bizlere hep o gizli
güzellikten birşeyler fısıldarlar. Burada za-man öyle derince duyulur ki, insan âdeta soyunun yaşadığı
bütün devirlerdeki güzellikleri birden görür, duyar ve yaşar...
Hele, bazı yerler, hiç değişmeyen mevsimleri ve hazan bilmeyen iklimleriyle o kadar derin, o kadar göz
kamaştırıcıdır ki, insanlar, buralarda güzelliklerin son kıyılarına yaklaşır gibi olur; yaklaşınca da burayla
öteleri içiçe ve birarada görmeye başlar: Buranın yamaçlarında cennetleri heceler; buradaki nehirlerde
cennet ırmaklarının çağıltılarını duyar; buradaki ağaçların salınmasında Firdevs bahçelerinin esintisini
hisseder... Hasılı, buradaki bütün güzelliklerin çehresinde sonsuz güzellikleri duyar, müşâhede eder ve
insan ömrünün bu zevkleri bütünüyle yaşamaya yetmiyeceğini düşünerek ebediyet arzusuyla gerilir, sonra
da bu hayâtî arzuyu yerine getirebilecek Kudret-i Sonsuz’a yönelir.
Rahmet-i Sonsuz tarafından yaratılıp insanoğlunun tenezzüh, müşâhede ve mütâlaasına sunulan bu
muhteşem kitap, bu büyüleyen meşher, ne acıdır ki bugün, bir çöp yığını kadar dahi önemsenmemekte ve
ihtimam görmemektedir. Önemsenme ve ihtimam görme şöyle dursun, dört yandan çölleştirme,
mezbeleliğe çevirme taarruzları karşısında sarsık, perişan ve lime limedir.
Bugün artık emir ve irâdenin muhteşem bir arşı olan hava, ifritten bir duman ve kahırla dalgalanan bir
girdap... Hakk’ın, hayat ve lütûf kaynağı olan sular, tehlike ile çağlayan birer seylâp ve hayata kapalı birer
zift kanalı; Rahmet-i Sonsuz’un ihsan ve keremini, hazinedârlık plânında temsil eden toprak, beti-bereketi
akıp gitmiş bir çorak, kuvve-i inbâtiyesi kaybolmuş bir çöl ve ekolojik dengesi bozulmuş bir ölüm ülkesi
gibi...
Bize emanet edilen her şey gibi, bu mücessem kitap, bu muhteşem meşhere de yazık ettik. Yazık ettik
çölleştirdiğimiz ovaya-obaya.. yazık ettik kirlettiğimiz denize-çaya.. yazık ettik toprağa-havaya.. ve yazık
ettik içinde yaşanılmaz hâle getirdiğimiz ormana, bağa, bahçeye... Daha doğrusu cennete benzeyen bu
güzel dünyâyı cehenneme çevirmekle yazık ettik kendi kendimize..!
Şayet insanlar, nizamını bozup kirlettikleri bu dünyâyı, yeniden imâr edip eski güzellik ve ihtişamına
ulaştırmazlarsa, Nuh Tûfanı gibi hâdiselerle bu güzel dünyâ, enkaz yığınları halinde başımızdan aşağı
dökülmesi kaçınılmaz olacaktır.

TASAVVUF

Tasavvuf, İslâm hakîkatının insan vicdânı tarafından duyulup hissedilmesi mesleğidir. Bu itibârla da, onu,
yaşadığı hayatın şuurunda olamıyanlar idrâk edemeyecekleri gibi, başkalarına ait menkîbelerle tesellî
olanlar da katiyyen anlayamıyacaklardır.

Tasavvuf, neticesi, itibâriyle, insanın kendi aczini, fakrını, hiçliğini kavrayarak varlığının esasını teşkîl
eden Hakk’ın vücudunun şuâları karşısında bütünüyle eriyip yok olmanın ünvânıdır.

Tasavvuf, insan rûhunun saflaşıp kendi özüyle bütünleşmesi, bütün zaman ve mekânları aşarak bir
bilinmez buuda ulaşması keyfiyetidir. Ve ancak bu yolladır ki, her ferd, Mîrâc-ı Nebevî ile açılan kapıdan
geçerek, gidip Rabb’ine ulaşır ve bir nevi mîrâca mazhar olur... Tâbîî kendi istîdâd ve kabiliyetine göre
bir mîrâca...

Felsefe ve hikmet, insanın düşünce ufkunu genişletir ve onun, eşyâ ve hâdiseleri tanımasına yardımcı
olurlar. Tasavvuf ise, idrâk edilmez bir buudda eşyâ ve hâdiselerin yaratıcısıyla insanın temâsını temin
eder ve onu Allah (cc)’ın dostu haline getirir.

Tasavvuf, tarîkat ehlinde de görüldüğü gibi, zikir ve fikir yoluyla insan rûhunun, nâmütenâhî olan
“Kemâlât-ı İlâhiyye”den feyiz alarak aydın-lanmasından ibâretdir. Başlangıcı, insan benliği mikyâs
yapılarak sonsuza bir kısım farazî hatlar koymakla başlar; nihâyeti de benlik ve benlik sırlarından
vazgeçip her şeyi O’n-dan bilmekle noktalanır.

Tasavvuf; felsefenin elinin ulaşamadığı Ulûhiyyet gerçeğinin, kalb eli, kalb ayağı ve kalb gözüyle
araştırılması yoludur. Aklın, yalınayak ve başaçık hayalleriyle tersyüz edildiği bu yolda, kalb bir üveyk
gibi kanatlanır, kendi kadirşinas kriterleriyle o Mevcûd-u meçhûlü tanımaya çalışır. Sonra da elde ettiği
irfânını, “mâ arefnâke hakka ma’rifetike” (Seni hakkıyla bilemedik) sözleriyle ilân eder.
YENİDEN VAROLMA

Eksiksiz tam bir yenileşme, ancak, ruh, zekâ, his ve irâdenin müşterek gayretleriyle mümkündür. Ruh
gücünü, bütünüyle kullanmak, geçmişten gelen bilgileri eksiksiz değerlendirmek, sürekli olarak ilhâm ve
mâneviyât esintilerine açık kalabilmek, körükörüne taklidlere takılıp kalmamak ve her zaman nizâmîliği
tâkip etmek... İşte mantıkî yenileşmenin bir kaç dinamiği!
Ruh zinde, zekâ canlı, his hüşyâr, irâde de sıhhatli ise, bugün, geride veya ileride olmanın, üstte veya altta
bulunmanın hiçbir önemi yoktur. Kim olursa olsun, ruh ve irâdesiyle var olabiliyor ve yolunda ilerlemeye
tâlip ise, bugün gerilerin gerisinde de bulunsa, yarın zirveleri tutacağı muhakkaktır.
Çin, o hârika surlarını inşâ ve o ileri ahlâkî ve içtimâî prensiplerini hazırlayıp insanlığa takdîm ettiği
dönemde, Avrupalı insan, henüz mağaralarda yaşıyordu. Nebîler sayesinde, Şark’ın dört bir yanı Cennet
bahçelerinin ihtişâmına ulaştığı hengâmda, Londra şehrinin üzerine kurulduğu yerler, ayıların, kurtların
içinde serbestçe dolaşabildiği ormanlardan ibaretti. Ninova’da, Bâbil’de, Karnak’ta beşerî hârikalar devri
sürerken, Sorbon’lar, Oxford’lar, Cambridge’ler henüz rüyâlara bile girememişlerdi. Batılı, “Ortaçağ”
deyip karaladığı bir zaman dilimini -ki gerçekten de onun için öyleydi- koskoyu bir cehâlet, bir vahşet
içinde idrak ederken, İslâm dünyâsı, Endülüs’-leri, Bağdat’ları ve Buhara’larıyla, ileride Avrupalıya da
ilhâm kaynağı olabilecek rönesansını yaşıyordu...
Cihan varoldu olalı, hiçbir şey kararında kalmamış; gelenler gitmiş, gidenlerin yerlerini başkaları almış ve
onları da daha başkaları takip edip durmuştur. Bir zamanın azizleri, başka bir zamanın perişanları; perişan
ve derbeder olanları da azizleri olarak ortaya çıkmışlardır. Bu itibarla, bugün azîz görünenlerin yarın zelîl,
bugün zelîl sayılanların da yarın azîz ola-mayacakları iddia edilemez.
Dün üzerinden silindirler geçmiş gibi yerle bir edilen Japonya, bugün dünyâ ile hesaplaşma yolunda...
Dün kolu-kanadı kırılıp bir tarafa itilen Almanya, bugün baş-kalarının korkulu rüyâsı... Öyleyse, bizim
dünyâmız neden yerinde kalakalsın! O da pekâla kendine gelip toparlanabilir, toparlanıp çağı ile
hesaplaşabilir. Kaldı ki, görünebildiği kadarıyla, bu dünyâ da, yeniden derlenip toparlanma, geçmişini
onlara borçlu bulunduğu târihî dinamiklere yönelme ve hızlı bir mâneviyât topluluğu haline gelme
devresine girmiş sayılır.
Bir asırlık bilgi ve tecrübe birikiminin yanında, Avrupa’nın zulüm, tahakküm ve yıllardan beri süregelen
sinsice ezme politikalarının da onun metâfizik gerilimini bir hayli arttırdığı düşünülecek olursa vasat
müsâit ve şartlar da tamam demektir. Buna mukabil, hasım dünyâ ise bohemlik, lâahlâkîlik, mâneviyât
buhranları ve cismânî hayat cenderesinde canı gırtlağına gelmiş olma gibi çözülüş sebepleriyle karşı
karşıya bulunmaktadır ki, bu haliyle onun için, bugün olmasa yarın bir inkirâz kaçınılmaz gibi
gözükmektedir.
Bir zamanlar, kısmen dahi olsa, milletimizi de saran zafer ve muvaffakiyet sarhoşluğu, dolayısıyla da,
rahat, rehâvet, tenperverlik, bugün Batı topluluğunu bütünüyle kıskacına almış ve adım adım onu ölüme
götürmektedir. Harb ü darpten usanmış ve uzaklaşmış, kendini hergün biraz daha dünyânın câzibe ve sûrî
güzelliklerine kaptırmış bu maddeci yığınlar, birgün bütün bütün mukâvemetleri kırılacak ve kendilerini,
etrafında dönüp durdukları girdabın ‘ile’l-merkez’ gücüne karşı koruyamıyacak, ya başka kuvvet
kaynaklarına takılıp başka bir hâl alacak veya tamamen sahneden silinip gideceklerdir. Varsın onlar
şimdilik dünyâyı fethettiklerinden, onu zapt u rabt altına aldıklarından dem vuradursunlar; gelecek, onlara
pek de tebessüm edeceğe benzemiyor.
Evet, Bâbil’den, Mısır’dan, Yunan’dan, Bizans’tan, Selçuklu ve Osmanlı’dan sonra, Batı toplumları da,
bir ma’nâda, devirlerini tamamlayıp, bugünkü fonksiyonları itibariyle, târih sahnesinden silinecek ve
yerlerini daha inançlı, daha dinç, daha kararlı ve hayata bakışları daha farklı bir kısım yeni milletlere
bırakacaklardır.
Dünden bugüne yıkılışa giden yollar hep aynı olmuştur. Başlangıcı, bir-iki asır ötelere dayanan bizim
yıkılışımız da, aynı çizgide cereyan etmiştir. Dînî salâbetimizi muhafaza edememiş ve vahdet-i rûhi-
yemizi koruyamamış, an’a-nelerimizi devam ettirememiş; gelecek adına hazırlanamamış, gerilememiş;
genç nesilleri bu çizgi ve bu anlayışa göre yetiştirememiş; millet olarak genç kalamamış; dolayısıyla da
ardı-arkası kesilmeyen iç ve dış sarsıntılara mukavemet edemeyerek tıpkı içi boşalmış bir çınar gibi
devrilivermiştik.
Şimdi ise, karşı tarafın binbir rezâlet ve sefâhet içinde adım adım bir ölüm çukuruna doğru kaymasına
mukâbil, biz ve bizim çizgimizde olan milletler, sürekli zirvelere doğru yükselmekteyiz.
Bugüne kadar, bâtıl üzerine kurulmuş bir dünyâyı, bize hep başka türlü anlattı, başka türlü gösterdiler;
kuvve-i mâneviyemizi kırdı ve fert fert hepimizi felç ettiler. Batı’nın sanâyi ve teknolojik gelişmeleri
karşısında şok olmuş aydınlarımız, çağa göre kendilerini ye-nileyeceklerine, bize ait bütün değerleri terk
etmek ve duyguda, düşüncede bütün bütün batılılaşmak gibi korkunç bir târihî yanlışlık içine girdiler.
Tabiî, ne tam batılılaşabildi, ne de kendi dünyâlarında kalabildiler: Öz gitti, mânevî değerler yıkıldı,
millet ağacı sarsıldı; ama bütün bunların karşılığı olarak, kendi değerleriyle Batı’yı yakalamak da
mümkün olmadı. Olamazdı da; zirâ, ruh yüceliğine, insânî değerlere binâ edilmemiş bir medeniyet, çağlar
boyu ma’nâ ve ruhla haşr u neşr olmuş bir millet için bütünüyle benimsenemez ve kabullenilemezdi.
Nitekim öyle de oldu. Oldu ama, bu arada millet de kendi rûhundan pek çok şey kaybetti.
Bütün seyyiâtına rağmen Batı, şimdiye kadar bizlere hep bir fazilet kaynağı olarak gösterildi;
fenalıklarına bütün bütün göz yumuldu; iyiliklerinin de habbeleri kubbeler gibi destanlaştırıldı.. alkışlandı
ve alkışlatıldı; kitleler aldatıldı ve bu bâzicede (1) olan da yine millete oldu.
Şimdi, yeni bir devre başlıyor. Bu devrede çözülme ve çökme sırası onlarda.. tabiî doğrulup kendine
gelme sırası da biz ve bizim gibi milletlerde. Bu yeni tekevvünün hızlı veya yavaş yavaş cereyan etmesi,
‘esbâb-ı âdiye’ (2) içinde, Allah’ın irâdesini temsil edip alkışlayanların gayretlerine bağlı. İn-sanlardaki
gayret ve teşebbüsler birer duâ farzedilecek olursa, Kudret-i Sonsuz’un bu mevzudaki halk ve icâdına, bu
duâlara icâbet nazarıyla bakılabilir.
Bu itibarladır ki, ne istediğimizi çok iyi bilmeli ve isteyeceğimiz şeyleri sebeplere riâyet çerçevesi içinde
istemeliyiz.
Maalesef bizler, Tanzimat’tan bu yana bir türlü ne istediğimizi belirleyebilmiş, ne de bunları usûlü
dairesinde ifâde edip tatbikâtına geçebilmişizdir. Hiç bir zaman ülkenin terakkisi için bilinmesi lâzım
gelen içtimâî ve iktisâdî kâideleri bilememiş, milletin istîdat ve kabiliyetlerini değerlendirememiş, onun
ahlâkî ve mânevî yapısını hep kulakardı etmiş.. sadece ve sadece bir zamanlar Batılı devletlerin
yükselmesine esas teşkil eden dinamikleri görmüş.. görmüş ve onları değişmez, yanıltmaz esaslar sayarak
bir bir kopya etmiş ve şanlı milletimizi mevhum bir kazanç uğruna muhakkak bir zarara uğratmışızdır.
Oysa ki, her şeyden evvel, asırlardan beri milletimizin kanıyla, canıyla bütünleşmiş dînî, millî, ahlâkî ve
harsî değerlerimiz korunup kollanmalı ve başkalarından alınacak şeyler de ona göre alınmalıydı. Böyle
bir hareket daha tabiî, daha fıtrî olurdu; dolayısıyla da daha çok semere alınabilirdi. Ne acıdır ki, bizde
öteden beri devam edegelen bütün ıslâhat hareketlerinde, bu önemli husus hep ihmâle uğramış ve hep
gözardı edilmiştir. Ricâ ederim, bugün maddî terakkînin zirvesinde dolaşan ülkeler, daha işin başında
iken, kendilerince mükemmel saydıkları bugünkü kanunları hazırlayıp, o kanunları hayatlarına hâkim
kıldıklarından dolayı mı yükselmişlerdir; yoksa, terakkî ettikçe daha değişik şeylere ihtiyaç duyup ona
göre yeni ictihad ve yeni kanunlar mı vaz’etmişlerdir..?
Aslında, her mes’elede onları isabetli görmek, bizim için doğruyu bulamama mevzûunda çok ciddî bir
inhiraf; onları kopya ederken dahi, doğru-dürüst kopya edememe de bir basiretsizlik ve bir ayıptır.
Bizler, ta Mustafa Reşit Paşa’dan Mithat Paşa’ya, O’ndan Genç Osmanlılar’a, onlardan da İttihatçılar’a
kadar kat’iyyen bunları düşünememiş; kendi insanımızı hep Fransız, İngiliz, Alman gibi mütâlâa etmiş ve
onlardan aldığımız düşünce sistemlerini tıpkı konfeksiyon elbise gibi, milletimizin sırtına geçirmek
istemişizdir.
Tanzimat ve onu takip eden dönemlerdeki ferman ve kanunnâmeler hep bu anlayış içinde hazırlanmış,
hazırlanırken de ‘düvel-i muazzama’ ya şirin görünme hedeflenmiş.. ama katiyyen toplumumuzun temel
yapısı hesaba katılmamış.. bu ferman ve kanun-nâmelerin getirdikleri, götürecekleri hiç mi hiç
düşünülememişti. ‘Gülhâne Hatt-ı Hümayûn’ u binbir tantana ve debdebe ile okunurken halk kitleleri
şöyle dursun, bu tumturaklı kelimelerden, cümlelerden devlet ileri gelenleri bile pek birşey
anlamamışlardı.
Şayet Üçüncü Selim’den bu yana gelen devlet adamlarımız, çeşit çeşit ıslahat fermanları adı altında millet
ve ülkenin geleceğiyle alâkalı plânlar teklif ederken, dînî değerlerimizi ve millî kültürümüzü muhafazada
da biraz olsun hassasiyet gösterebilselerdi, milletçe şimdiye kadar bir hayli mesafe almış olacaktık. Ama
her ıslahat döneminde bu cihet hemen hemen hep kulakardı edildi ve zaten anormal doğan Tanzimat ve
Meşrutiyetlerin de doğmalarıyla ölmeleri bir oldu.
Islahat hareketlerine başladığımız o günlerde, bizimle beraber yola çıkan milletler, bugün maddî
terakkînin zirvelerinde dolaşıyorlar. Bunun sırrını keşfetmek için oturup uzun uzadıya düşünmeye lüzum
yok. Dün, ülke içinde mesâîlerini tanzim edip mükemmel bir iş bölümü yapabilenler, belli bir ölçüde de
olsa, kendi aralarında emniyet ve güven duygusunu yaygınlaştıranlar, millî ve târihî değer-lerini
koruyabildiklerince koruyabilenler, bugün birer millet oldular. Âkıbeti ümit vâdedici olmasa bile, birer
millet...
Şimdi, istirhâm ederim, milletimiz için muâsır milletler seviyesinde ciddî bir mesâî tanziminden,
mükemmel bir iş bölümünden ve yine bizim ölçülerimiz içinde emniyet ve güven duygusunun
yaygınlaştırılmasından; heryeri başlıbaşına eşsiz birer pırlanta sayılan o dînî ve millî değerlerimizi
koruyup kolladığımızdan söz edebilir miyiz..?
Bütün bu menfî hususlara rağmen, insanımız hâlâ her yönüyle canlı, geleceğe açık, ne olduğunun ve ne
olmak istediğinin şuurunda, mükellefiyetlerini yerine getirmeye kararlı ve baştakilerin hazırlayacağı
imkânları beklemektedir. Öyle inanıyoruz ki, şâyet bir muhâlif rüzgâr esmezse milletimiz, târihî
tekerrürlerle açılan yollarda devletler muvazenesindeki o muhteşem yerini bir kere daha alacaktır ve
Hakk’ın inâyetiyle bunu önlemeye de kimsenin gücü yetmeyecektir.

1) Oyuncak, eğlence.
(2) Sebebler dairesi.

You might also like