Professional Documents
Culture Documents
Anatole France Penguenler Adası
Anatole France Penguenler Adası
ANATOLE FRANCE
Anatole France (1844-1924) 19. yy sonu ve 20. yy başları Fransız edebiyatında klasik
geleneğin en saygın temsilcisi sayılır. Yapıtlarında zengin bir klasik kültürü açık ve
duru bir dille, bilge bir alaycılıkla yansıtabilmiş, edebiyatın her türünde yapıtlar
vermiş, politika, din, tarih, sanat, edebiyat ve felsefe alanlarında Voltaire ve
Diderot'nun hümanist aydınlanma geleneğini sürdürmüştür.
Asıl adı Jacques-Anatole-François Thibault olan Anatole France 1844 yılında Paris'te
bir kitapçının oğlu olarak dünyaya geldi. Stanislas Lisesi'nde sağlam bir hümanist
eğitim aldıktan sonra kütüphanecilik, yayınevi asistanlığı, arşivcilik, öğretmenlik gibi
değişik işler yaptı. Bu arada Parnasse okulu şairleri arasında yer aldı ve edebiyat
çevrelerinde saygın bir yer edindi.
1875 yılında Le Temps gazetesi onu edebiyat eleştirmeni olarak işe aldı. Bu gazetede
çağdaş yazarlar üzerine yazdığı eleştiriler daha sonra dört ciltlik La Vie Litteraire
(Edebiyat Hayatı) adıyla yayımlandı. Daha sonra yayımlanan Sylvestre Bonnard'ın
Suçu (1881) adlı romanı, güzel dili ve alaycı deyişiyle onu bir anda üne kavuşturdu.
1877 yılında evlenip beş yıl sonra boşandı ve Paris'in ünlü edebiyat salonlarından
birine ev sahipliği yapan Madam de Caillavet ile birlikte yaşamaya başladı. Bu
ilişkiden esinlenerek yazdığı trajik bir aşk öyküsü olan Kırmızı Zambak (1894) büyük
başarı kazandı.
1896 yılında Fransız Akademisi'ne seçildi. Bu yıllarda toplumsal sorunlarla giderek
daha çok ilgilenmeye başladı. Dreyfus Olayı başladığında Emile Zola'nın en yakın
destekçisiydi. Onun hazırladığı bildiriye ilk imzayı attı. Amerika'daki Sacco-Vanzetti
davası nedeniyle yazdığı açık mektup Amerikan gazetelerinde yayımlandı. 1897-1901
yılları arasında yazdığı dört ciltlik Histoire Contemporaine (Çağdaş Tarih) adlı
romanında Dreyfus olayını ve Fransız toplumsal politik yaşamını ele aldı.
Voltaire ve Fenélon biçeminde özyaşam öykülerinden oluşan Le Livre de Mon Ami
(Dostumun Kitabı, 1899); Le Petit Pierre (Küçük Pierre, 1918), Ördek Ayaklı Kraliçe
Lokantası (1893), Jerome Coignard'ın Düşünceleri (1893), Azize Claire Çeşmesi (1895)
ile toplumsal sorunlara ve Fransız politik tarihine eğildiği Penguenler Adası (1908),
Jean D'Arc (1908), Tanrılar Susamışlardı (1912) ve Meleklerin İsyanı (1914) gibi
romanları, öbür önemli yapıtlarıdır.
1921 yılı Nobel Edebiyat Ödülü ona verildiğinde 25 cilt tutan yapıtlarıyla tüm
dünyada tanınan bir yazardı. Ömrünün son yıllarında Fransız Komünist Partisi'ne üye
oldu.
12 Ekim 1924'de on yıl kadar önce taşınmış olduğu Tours kentinde öldü. Cenazesi devlet
töreniyle gömüldü.
PENGUENLER ADASI...
Yaşamımda, günlük bir yığın ilginç uğraş arasında, tek bir düşüncem var. Bu düşünce
büyük bir amacı gerçekleştirmektir: Penguenlerin tarihini yazıyorum. Bu uğurda,
karşılaştığım sayısız güçlüğe aldırmadan aralıksız çalışıyorum.
Bu budunun toprak altında gömülü anıtlarını bulmak için toprağı kazdım. İnsanın ilk
kitapları taşlardı. Ben de Penguenlerin ilk çağlarını öğrenebilmek için taşları
inceledim. Okyanus kıyılarında bozulmamış höyükleri eşeledim; beklediğim gibi,
çakmak taşından yapılmış baltalar, tunç kılıçlar, Roma paraları ve Fransa Kralı I. Louis-
Philippe adına kesilmiş bir yirmi para buldum.
Eski çağların tarihi için Beargarden Manastırı rahiplerinden Johannes Talpa'nın yazdığı
kitap en büyük yardımcım oldu. Ortaçağ Penguen Tarihi için tek sayılabilecek bu
kaynaktan doya doya içtim.
XIII. yüzyıldan sonraki tarihleri için biraz daha şanslıyız, ama yine de tarih yazmak
oldukça güç. Neyin nasıl olduğunu tam anlayamıyoruz; en büyük sorun tarihçinin
elindeki belge bolluğu. Bir olay tek tanık tarafından belgelenmişse, bunu hiç
düşünmeden kabul ederiz. Kararsızlık, iki veya daha çok tanık olduğunda başlar;
çünkü bunların aktarımları her zaman birbiriyle çelişkilidir.
Kuşkusuz, bir tanığı diğerine yeğlemenin güçlü bilimsel nedenleri olabilir. Ama, bu
nedenler duygu, tutku, çıkar ve hepsinden de öte, ciddi adamların ortak yönü olan
sorumsuz düşünme hastalığından daha güçlü değildirler. Böylece olayları ya çıkarcı
yahut da kaprisli bir deyişle aktarıyoruz.
Ülkemin ve Avrupa'nın en büyük arkeoloji ve paleografi bilginlerine gidip, Penguenlerin
tarihini yazarken karşılaştığım güçlükleri anlattım. Her defasında bir küçümsemeyle
karşılaştım. Bana acıyan bakışları şöyle diyordu: "Sanki biz tarih mi yazıyoruz
sanırsın? Bir belge veya anıttan en ufak bir yaşam veya gerçek kırıntısı çıkarabilmek
için mi uğraşıyoruz? Hayır, metinleri olduğu gibi yayınlıyoruz. Belli ve ölçülebilir olan
yalnızca metindir; metnin ruhu olmaz, düşünceler fanteziden ibarettir. Tarih yazmak
için insanın boş savları ve iyi bir düşlem gücü olması gerekir."
Bir gün, sayın bir bilim adamıyla konuştuktan sonra, her zamankinden daha moralsiz
ve üzgün dönerken, birden şöyle düşündüm:
"Oysa, tarihçi denen insanlar da var; soyları henüz tükenmedi. Akademide beş-altı kadarı
korunuyor. Onlar metinleri yayınlamıyor, tarih yazıyorlar. Gidip onlarla konuşayım;
bana bu uğraş için insanın boş savları olması gerektiğini söylemeyeceklerdir."
Bu düşünce cesaretimi artırdı. Ertesi gün, en yaşlı ve en tanınmış tarihçinin kapısını
çaldım.
"Bayım," dedim ona, "sizin gibi deneyimli birinin öğütlerini almaya geldim. Bir tarih
yazmak istiyorum, ama sonuca ulaşamıyorum."
Tarihçi omuzlarını silkerek yanıt verdi:
"En tanınmış yapıtları kopya etmek varken, tarih yazmak için kendinizi niye bu kadar
yoruyorsunuz? Görenek budur. Yeni veya özgün bir düşünceniz varsa, insanları veya
olayları yeni bir bakış açısıyla anlatırsanız, okuyucuyu şaşırtırsınız. Okuyucuysa,
şaşırmak istemez; bir tarih kitabında önceden bildiği saçmalıkları görmek ister. Onu
eğitmek isterseniz, aşağılandığını düşünür ve öfkelenir. Onu aydınlatmaya çalışmayın,
yoksa inançlarına sövdüğünüzü basbas bağırır.
Tarihçiler birbirlerinden aşırır. Böylece boşuna yorulmamış ve saygısız görünmekten
kaçınmış olurlar. Siz onları örnek alın, özgün olmayın. Özgün bir tarihçi evrensel bir
kuşku, aşağılama ve iğrençlik anıtıdır."
"Siz sanıyor musunuz ki," diye ekledi, "yazdığım tarih kitaplarına yeniklikler koymuş
olsaydım, şimdiki ünüme kavuşabilirdim? Nedir yenilik? Görgüsüzlükten başka şey
değil."
Yerinden kalktı. Ona teşekkür edip kapıya gidiyordum ki arkamdan seslendi:
"Bir şey daha: Kitabınızın iyi karşılanmasını istiyorsanız, toplumun üzerine kurulu
olduğu erdemleri her fırsatta yüceltmeyi savsaklamayın: inanç, zenginlik, sadaka,
özellikle toplumun ana direği olan, yoksulun yazgısına boyun eğmesinin erdemi.
Kitabınızda mülkiyet, soyluluk ve jandarmanın kaynaklarını, bu kurumların layık
oldukları saygıyla ele alınacağını söyleyin. Yeri geldiğinde doğaüstü güçleri kabul
ettiğinizi belirtin. Bunları yaparsanız, kitabınız başarılı olur."
Bu yerinde düşünceleri kafamdan hiç çıkarmadım ve yeri geldiğinde kullandım.
Burada, Penguenlerin değişim geçirmelerinden önceki yaşamlarına eğilmeyeceğim.
Onların zoolojiden çıkıp tarihe ve tanrıbilime girdikten sonraki dönemleriyle ele
alıyorum. Açıkçası, büyük Aziz Mael'in insana dönüştürdüğü Penguenlerden söz
ediyorum. Bu terimi biraz açıklamak isterim, çünkü bugün bile karışıklığa yol
açmaktadır.
Fransızcada Penguen, Kuzey Kutup bölgelerinde yaşıyan ve alkidler familyasından bir
kuştur. Güney Kutup Denizi'nde yaşayan ve sfenisid familyasından olanınaysa manşo
deriz. Örneğin, M. G. Lecointe adlı bilgin Belgica gemisiyle yaptığı seferi şöyle
anlatıyor: "Gerlache Boğazı'nda yaşayan kuş türleri arasında en ilginç olanı
manşolardır. Bunlara çoğu kez yanlış olarak güney Penguenleri denir." Doktor J. B.
Charcot ise, gerçek Penguenlerin Güney Kutup bölgesinde yaşayan bu manşolar
olduğunu ileri sürmektedir. Ona göre, 1598 yılında bu bölgeye ilk gelen Hollandalılar,
yağlı vücutlarından dolayı bu kuşlara pinguinos adını vermişler. Peki manşolara
Penguen diyeceksek, Penguenlere ne ad vereceğiz? Doktor J. B. Charcot bu soruya
yanıt vermiyor ve görünüşe bakılırsa, bu pek umurunda da değil.
Her neyse, manşolara Penguen deyip dememe konusunda karar vermek, onları ilk kez
gözleyen doktorun hakkıdır; yeter ki bizim söz ettiğimiz Kuzey Kutup Penguenleri
Penguen olarak kalabilsin. Böylece Güney ve Kuzey Penguenleri, Kuzey Kutbu ve
Güney Kutbu Penguenleri, alkidler veya sfenisidler familyasından Penguenler
olabilecek. Bu durum perde ayaklıları sınıflandırmak isteyen ornitoloji bilginlerinin
hoşuna gitmeyecektir; birbirine karşıt kutuplarda yaşayan ve birçok şeyleri, özellikle
gagaları, kanatçıkları ve ayakları birbirinden farklı olan bu iki tür hayvana aynı adı
vermenin doğru olmadığı düşünülebilir. Bana sorarsanız bu karşılıklığa aldırmam.
Benim Penguenlerimle Doktor Charcotnunkiler arasındaki farklar ne olursa olsun,
benzerlikler daha çok ve daha derin görünüyor. Her ikisinde de düşünceli bir yüz
anlatımı, dingin bir gülünçlük, alaycı bir babacanlık ve acemi bir saygınlık gözleriz.
Her iki tür de barışsever, geveze, gösteri canlısı, kamu işlerine meraklı ve belki de
üstlerini biraz kıskanan yapıdadır.
Bizim Penguenlerin kanatçıkları pullarla değil, kısa tüylerle örtülüdür. Ayakları kuzeyli
akrabalarına göre biraz daha geride olduğundan, başları dik, göğüsleri kabarık ve
gövdelerinde gururlu bir salınmayla yürürler. Gagalarındaki görkem de düşünülürse,
Aziz Mael'in nasıl olup da onları yanlışlıkla insan sandığı kolayca anlaşılabilir.
Elinizdeki yapıt, eski tarih diyebileceğimiz ve belleklerde kalan olayları olabildiği
ölçüde neden-sonuç ilişkileriyle anlatan türden olacaktır; bu nedenle bilimden çok bir
sanat yapıtı sayılabilir. Bu anlatım biçiminin günümüzde olumlu düşünen kafalara
yeterli gelmediği, eskil çağların Cliosunun bugün dedikoducu bir kadından farklı
olmadığı ileri sürülmektedir. Gelecekte kendine daha çok güvenen, çağının yaşam
koşullarıyla ilgilenen ve falanca budunun etkin olduğu tüm alanlarda ortaya
koyduklarını bize anlatan daha farklı bir tarih deyişi belki de olacaktır. Bu tarih artık
sanat değil, bilim olabilir. Fakat bunun olabilmesi için, şimdi elimizde pek az olan ve
özellikle Penguenler konusunda hiç bulunmayan, bir yığın sayıbilimsel (istatistiki)
bilgiye gerek duyulacaktır. Bir gün çağdaş uluslar bu tür bir tarihe kavuşacaktır, ama
geçmiş insanlık için eski deyişte bir tarihle yetinmek zorundayız. Böyle bir yapıtın
yararlı olmasıysa özellikle anlatanın iyi niyetine ve gözlem yeteneğine bağlıdır.
Alcalı büyük bir yazarın dediği gibi, bir budunun yaşamı cinayet, yoksulluk ve
çılgınlıklar bütünüdür. Penguenlerin tarihi de diğer uluslarinkinden farklı değil; ancak
öyle ilginç sayfaları var ki bunları açığa kavuşturabildiğimi sanıyorum.
Penguenler uzun süre savaş içinde yaşadılar. İçlerinden biri, Düşünür Jacquot,
özyapılarını küçük bir tabloda şöyle özetliyor:
"Drakonitlerin son çağında Bilge Gratien Penguistan'da gezmeye çıkmıştı. Bir gün temiz
havada yalnızca inek çıngıraklarının dalgalandığı yemyeşil bir koyaktan geçerken, bir
çam ağacının gölgesindeki küçük bir köy evine konuk oldu. Evin kadını eşikte bebeğini
emziriyor, küçük bir çocuk köpeğiyle oynuyor, kör ve yaşlı bir adam da güneşin
altında oturmuş dudaklarıyla gün ışığını içiyordu.
Evin efendisi olan genç ve sağlam bir adam Gratien'e ekmek ve süt ikram etti. Düşünür
Penguen bu sağlıklı yemeği kabul etti. Sonra:
- Ey bu sevimli ülkenin insanları, dedi, sizleri kutsuyorum. Burada her şey neşe, uzlaşma
ve barış kokuyor.
O böyle konuşurken çobanın biri kavalıyla bir marş çalarak geçti.
- Bu canlı hava nedir? diye sordu Gratien.
- Bu bizim Foklara karşı açtığımız savaşın marşıdır, dedi köylü. Burada herkes bu marşı
söyler. Bebekler konuşmadan önce bu marşı öğrenirler. Hepimiz yurtsever
Penguenleriz.
- Fokları sevmez misiniz?
- Onlardan nefret ederiz.
- Niçin nefret ediyorsunuz?
- Bir de soruyorsunuz! Foklar Penguenlerin komşuları değil mi?
- Evet.
- İşte bu nedenle Penguenler Foklardan nefret ederler.
- Bu bir neden mi?
- Elbette. Komşu demek düşman demektir. Şu benim tarlamı görüyor musunuz? İşte
onun yanındaki tarlanın sahibi en nefret ettiğim kişidir. Ondan sonraki en büyük
düşmanlarım bu koyağın öbür yakasında yaşayanlardır. Bu dar koyakta yalnızca
onların ve bizim köyümüz vardır: öyleyse düşmanımızdırlar. Bizim delikanlılar ne
zaman onlardan bir öbeğe raslasa, karşılıklı sövgü ve kavga alışverişi olur. Şimdi
Penguenler Foklara düşman olmasın da kime olsunlar? Siz yurtseverliğin ne olduğunu
biliyor musunuz? Benim göğsümden yalnızca şu iki haykırış çıkar: Yaşasın Penguenler!
Foklara ölüm!"
On üç yüzyıl boyunca Penguenler tüm komşularıyla kıyasıya savaştılar. Sonra bu pek
sevdikleri uğraştan birkaç yıl içinde bıktılar ve barış için içten bir istek duydular.
Generaller bu yeni modayı kolayca benimsediler; tüm ordu, subaylar, astsubaylar ve
erler buna uymayı zevkle kabullendiler; ama bürokratlar ve kitaplık fareleri bu işe
karşı çıktılar, sakatlar üzüldüler.
Aynı Düşünür Jacquot insanlık tarihinin türlü olaylarını gülünç ve çarpıcı bir deyişle
anlatan, kıssadan hisseli bir kitap yazdı ve kendi ülkesinin tarihinden de birçok sayfayı
kattı. Bazıları ona bu gerçek olmayan tarihi niçin yazdığını, ülkesinin bundan ne yarar
göreceğini sordular.
"Büyük yararı olur," dedi düşünür. "Penguenler kendi eylemlerini, gururlarını okşayan
her şeyden yalıtılmış ve abartılmış olarak görebilirlerse, daha iyi düşünür ve belki de
daha bilge olurlar."
Bu tarih kitabına sanatçıları ilgilendiren konuları da almak istedim. İçinde Ortaçağ
Penguen resim sanatı üzerine bir bölüm bulacaksınız; bu bölümün öbür bölümler
kadar eksiksiz olmadığı düşünülebilir. Bunun korkunç nedenini anlatarak bu önsözü
bitirmek isterim.
Geçen yılın haziran ayında, Penguen sanatının kaynakları ve gelişmesi üzerine bir
görüşme yapmak üzere, "Evrensel Resim, Yontu ve Mimarlık Yıllığı" adlı yapıtın bilge
yazarı, şimdi rahmetli olan Fulgence Tapir'i görmeye gittim.
Çalışma odasına girdiğimde, üzerinde belgeler yığılı masasında çalışan, ufak tefek ve
miyop gözlüklerinin arkasında sevimli bakışları olan bir adam gördüm.
Gözlerinin yetersizliğini örtmek ister gibi, güçlü bir koku alma duyusuna sahip bir burnu
vardı. Bu organıyla Fulgence Tapir sanat ve güzellikle iletişim kurabiliyordu. Fransa'da
sık görüldüğü üzere, müzik eleştirmenleri sağır, resim eleştirmenleri de kör olurlar. Bu
onlara, estetik düşünceyi kavrayabilmek için gerekli yoğunlaşmayı sağlar. Gizemli
doğayı saran biçimleri ve renkleri ayırt edebilecek kadar keskin gözleri olsaydı,
Fulgence Tapir bu belge yığınının üzerinde yükselip tüm çağları ve tüm ülkeleri
kavrayabilen o büyük sanat kuramını geliştirebilir ve Fransız Akademisi'ne girebilir
miydi sanıyorsunuz?
Çalışma odasının duvarları, döşemesi, hatta tavanı bile bağlı paketler, şişkin karton
kutular, içleri sayısız fişle dolu teneke kutularla kaplıydı. Bu kadar belge karşısında
içimde korkuyla karışık bir hayranlık uyandı. "Hocam," dedim heyecanlı bir sesle,
"sizin tükenmek bilmeyen iyilik ve bilginize gereksinmem var. Penguen sanatı
konusunda yaptığım araştırmada bana yol gösterebilir misiniz?"
"Bayım," dedi büyük adam, "sanat üzerine her şey, abecesel olarak sınıflandırılmış ve
konularına göre ayrılmış fişler halinde bende var. Penguenlerle ilgili her şeyi sizin
kullanımınıza vermek benim için bir görevdir. Şu merdivene çıkın ve en üstte
gördüğünüz kutuyu indirin. Gerek duyduğunuz her şey orada."
Titreyerek dediğini yaptım. Fakat o uğursuz kutuyu açar açmaz, içinden fırlayan mavi
fişler elimden kaydı ve yağmur gibi yağmaya başladı. Hemen sonra, sanki o kutuya
destek olmak ister gibi, yanındaki öbür kutular da açıldılar ve pembe, yeşil, beyaz
renkte fişler nisan sağanağı veya çağlayanlar gibi dağıldılar. Bir dakika içinde yerler
kalın bir kâğıt örtüsüyle kaplanmıştı. Bitmek bilmeyen yerlerden kükrer gibi seslerle
fırlayan kâğıtlar sel gibi akıyordu. Bu kâğıt yığınında dizlerine kadar gömülü kalan
Fulgence Tapir duyarlı burnuyla yıkımı izliyor, olan biteni seyrederken içini çekiyordu:
"Ah, ne sanat, ne sanat!"
Onu sağanaktan kurtarmak için, elimi uzatıp merdivene çekmek istedim. Fakat çok
geçti. Artık umutsuz, yorgun ve acınacak bir anlatımla, kısa kollarını çırparak göğüs
hizasına kadar yükselen bu seli durdurmaya çalışıyordu. Birden fişler bir hortum
oluşturdu ve dev bir burgaç onu içine aldı. Bir an bilim adamının parlak kafasını ve
küçük tombul parmaklarını görür gibi oldum; sonra her şey kayboldu, durgun ve
sessiz bir deniz oluştu. Merdivenin üstünde kendim de güvencede olmadığımdan,
tavan penceresine tırmanarak canımı kurtarabildim.
BİRİNCİ KİTAP
KÖKLER
Cambrialı soylu bir ailenin çocuğu olan Mael dokuz yaşındayken Yvern Manastırı'na
eğitime gönderildi. On dört yaşına geldiğinde aile haklarından vazgeçti ve kendini
Tanrı'ya adadı. Günün saatlerini, görenek olduğu üzere, ilahiler söylemek, dilbilgisi
çalışmak ve hep var olan gerçekleri düşünmekle geçiriyordu.
Bu din adamının erdemleri, tanrısal bir koku gibi, çok geçmeden çevreye yayıldı.
Sonunda, Yvern Başrahibi Gal öbür dünyaya göç ettiğinde, manastırın yönetimine
genç Mael getirildi. Mael orada okul, sayrıevi, konukevi, demir işliği ve gemi
yapımında yararlı olabilecek türlü işlikler kurdu; çömezlerini çevre toprakları ekip
biçmeye yönlendirdi. Manastır bahçesini de kendi elleriyle yeşertiyor, metal işliğinde
çalışıyor, çırakları eğitiyor ve böylece yaşamı, gökleri yansıtan ve kırları yeşerten bir
ırmak gibi, dingin akıp gidiyordu.
Gün batımında bu Tanrı hizmetçisi, bugün Aziz Mael'in Sandalyesi diye bilinen, denize
karşı bir kayanın üzerinde oturmayı alışkanlık edinmişti. Kara ejderhalara benzeyen
ve yeşil yosunlarla kaplı kayalar, ayaklarının altında, dalgaların köpüğüne göğüslerini
siper etmiş gibi dururlar; Mael, güneşin bulutları kana boyayan kızıl bir ayin ekmeği
gibi okyanusa inişini seyrederdi. Ermiş adam bunda toprağa kızıl rengini veren İsa'nın
çarmıha gerilişindeki tansığı görür gibiydi. Uzakta ince bir koyu mavi çizginin
belirlediği Gad Adası vardı; Azize Brigide orada Saint Malo tarikatına bağlı bir kadınlar
manastırını yönetiyordu.
Aziz Mael'in yeteneklerini duyan Brigide ondan, önemli birine armağan olmak üzere, kendi
elleriyle yapacağı birkaç şey istedi: Mael onun için tunçtan bir el çıngırağı yaptı;
bitince çıngırağı kutsayıp denize attı. Çıngırak denizde çala çala gidip Gad Adası
kıyılarına erişti; dalgaların arasından gelen tunç sesini duyan Azize Brigide çıngırağı
saygıyla aldı, kızlarıyla birlikte görkemli bir törenle manıstırın mihrabına yerleştirdi.
Böylece Aziz Mael erdemden erdeme koşuyordu. Yaşamının üçte ikisini geçmiş, artık din
kardeşleri arasında dünyadaki yolculuğunu bitirmeye hazırlanıyordu ki yaşadığı bir
olay Tanrı Efendimizin başka niyetleri olduğunu ve ona daha çalkantılı, ama bir o
kadar erdemli bir görev vereceğini duyurdu.
II
Mael bir gün denize uzanmış kayaların koruduğu küçük bir koyun kıyısında
düşüncelerine dalmış giderken, suyun üzerinde bir kayık gibi yüzen taştan yapılmış
bir yalak gördü.
Buna benzer bir tekneyle Colombanlı büyük Aziz Guiree ve yanında İskoçya ve İrlandalı
birçok din adamı Arnorique'i kutsamaya gitmişlerdi. Yine daha önceki çağlarda Azize
Avoye pempe granitten yapılmış bir tekneyle Auray Irmağı'nda dolaşmış, daha sonra
çocukları güçlü kılmak için onları bu tekneye yatırır olmuşlardı. Aziz Vouga'nın
Hibernia'dan Cornouailles Adası'na geçerken kullandığı taş teknenin parçaları halen
Penmarch'da sergileniyor, başağrısı çeken ziyaretçiler bu taş parçalarında başlarını
dinlendiriyorlardı. Aziz Samson, Mont Saint-Michel Körfezini granit bir yalakla geçmiş,
bu körfeze sonraları Aziz Samson'un Yalağı denir olmuştu. İşte bu nedenle, taştan
yapılmış bu yalağı gören Aziz Mael, Tanrı'nın kendisini Breton Adaları ve diğer
kıyılarda dinden habersiz yaşayan budunları inanca getirmesi için görevlendirdiğini
hemen anladı.
Başrahiplik asasını pederlerden Aziz Budoc'a verip manastırın yönetimini ona
devretti. Sonra bir ekmek, bir kap su ve kutsal İncil'i yanına alarak taş yalağa bindi ve
dingin bir yolculuktan sonra Hoedic Adası'na vardı.
Bu ada yılın on iki ayı fırtınalı dalgalarla dövülen, yoksul insanların kayalıklar arasında
balık tutarak ve kumlu çakıllı topraklarda güçlükle birkaç sebze yetiştirerek
yaşayabildikleri bir yerdi. Adanın kuytu bir yerinde görkemli bir incir ağacı yükseliyor,
dalları uzaklara yayılıyordu. Ada yerlileri bu ağaca tapıyorlardı.
Aziz Mael onlara şöyle dedi:
"Sizler güzel olduğu için bu ağaca tapıyorsunuz. Demek ki güzelliğe duyarsız
değilsiniz. Ben de size saklı güzelliği açık etmeye geldim."
Böylece onlara İncil'i öğretti. Eğitimleri bitince bu budunu tuz ve deniz suyuyla
kutsadı.
O çağlarda Morbihan'da daha çok ada vardı, günümüzde birçoğu denizde yok olup
gitti. Aziz Mael bu bölgede altmışa yakın adayı inanca getirdi. Sonra granit yalağa
binip Auvray Irmağı boyunca ilerledi. Üç saat yol aldıktan sonra bir Roma evinin
önünde karaya ayak bastı. Evin bacasından ince bir duman yükseliyordu. Aziz adam,
kapıda dişlerini gösteren ve ayakları gerili bir köpek mozaiğiyle süslü eşikten içeri
girdi. Bu evde onu karşılayan yaşlı çift, Marcus Combabus ve Valeria Moerens,
topraklarının geliriyle yaşıyorlardı. İç avlu yerden yarı yüksekliğe kadar kırmızıya
boyalı sütunlarla çevriliydi. Deniz kabuklarından yapılmış bir çeşme ve evin
efendisinin küçük toprak putlarla donattığı bir mihrap görülüyordu. Bu putlar kâh
kanatlı çocuklar, kâh Apollon veya Merkür, bazen da saçlarını yolan çıplak kadınlar
biçimindeydi. Fakat Aziz Mael bunların arasında, bebeğini dizinde taşıyan genç bir
anne tablosu olduğunu gördü.
Onlara bu tabloyu gösterip şöyle dedi:
"Bu gördüğünüz Bakire Meryem, yani İsa'nın annesidir. O dünyaya gelmeden çok
önce Ozan Virgilius dizelerinde onun haberini verdi. Ey Marcus, eski çağlarda biliciler,
senin bu mihraba yerleştirdiğin türden tablolarda onu resmettiler ve evlerini yıkımda
koruması için yalvardılar. İşte bu nedenledir ki doğal yasalara uyanlar, gelecekteki
gerçeklere kendilerini hazırlamış olurlar."
Bu konuşmayı dinleyen Marcus Combabus ve Valeria Moerens Hıristiyanlığı kabul
ettiler. Gözleri gibi sevdikleri kahya kadın Caelia Avitella ile birlikte kutsandılar. Aynı
gün Aziz Mael evin tüm sütunlarını da kutsadı.
Marcus Combabus, Valeria Moerens ve Caelia Avitella erdemlerle dolu bir yaşam sürdürdüler.
Öldüklerinde azizlik aşamasına eriştiler.
Sonraki otuz yedi yıl boyunca Aziz Mael iç bölgelerdeki budunları inanca getirmekle
uğraştı. Yüz on sekiz kilise ve yetmiş dört manastır yaptırdı.
Bir gün, Vannes kentinde İncil'i yorumlarken, yokluğunda Yvern rahiplerinin din
yolundan saptıkları haberini aldı. Hemen, civcivlerini toparlayan bir tavuğun telaşıyla,
yitik çocuklarının yanına gitti. O sırada doksan yedi yaşındaydı; sırtı kamburlaşmış,
ama kolları hâlâ güçlü ve sesi koyak kuytularındaki kar yığınları gibi bereketliydi.
Rahip Budoc asayı Aziz Mael'e geri verirken manastırın düştüğü talihsiz durumu
anlattı. Din kardeşleri Paskalya Yortusu'nun kutlanacağı gün konusunda anlaşmazlığa
düşmüşlerdi. Bir kısmı Roma takvimine, öbürleri Yunan takvimine uyulmasını ileri
sürüyor, görüş ayrılığı manastırı temelinden sarsıyordu.
Karışıklığa yol açan bir başka neden daha vardı. Gad Adası'ndaki rahibeler,
başlangıçtaki iffetli yaşamlarını değiştirmiş, her gün kayıklarla Yvern kıyılarına
geliyorlardı. Din kardeşleri onları konukevinde ağırlıyor, inançlı ruhları üzüntüye
boğan rezaletler yaşanıyordu.
Budoc raporunu şu sözlerle bitirdi:
"Bu rahibeler geldiğinden beri keşişlerin huzuru ve gönül temizliği kalmadı.
"Bunu anlayabiliyorum," dedi Aziz Mael. "Çünkü kadın, ustaca hazırlanmış bir tuzaktır;
kokusu alındığında çoktan yakalanmış olunur. Heyhat! Bu yaratıkların tatlı çekiciliği
uzaktan çok daha etkili olabiliyor. Kestirebileceklerinden çok daha derin istekler
uyandırabiliyorlar. Eski bir ozanın dediği gibi:
Yanımdaysan kaçıyorum, yokluğunda seni arıyorum.
İşte bu yüzden, oğlum, bedensel isteğin çekiciliği yalnız yaşayanlar ve rahipler
üzerinde çok daha güçlüdür. Şehvet şeytanı yaşamım boyunca türlü yollarla beni
baştan çıkarmayı denedi; verdiğim en zorlu sınavlar güzel ve hoş kokulu kadınlar
karşısında olmadı. Yokluğuyla beni çeken bir kadın görüntüsü beni daha çok zorladı.
Şimdi bile, doksan sekiz yaşıma yaklaştığım bu dönemde, hiç olmazsa düşünceyle
şeytana uymamak için büyük çaba veriyorum. Geceleri soğuk yatağımda kemiklerim
takırdarken, Melikler kitabının üçüncü suresinin ikinci beytini okuyan sesler
duyuyorum: Dixerunt ergo ei servi sui: Quoeramus domino... (1) Ve şeytanın
gösterdiği genç bir kız çocuğu bana sesleniyor: 'Ben senin Abisag'ınım,
Sunamite'inim. Ey efendim, beni yatağına al.'"
("Bana inanın," dedi yaşlı aziz, "Tanrı'nın özel bir yardımı olmadan bir din adamı
bedensel ve manevi bekaretini koruyamaz."
Hemen manastırda barış sağlamak ve ahlakı düzeltmek üzere işe koyulan yaşlı aziz,
önce gökbilim ve kronoloji hesaplarıya takvimi düzeltti, tüm din kardeşlerine kabul
ettirdi. Azize Brigide'in yoldan çıkmış kızlarını manastırdan çıkardı. Ama onları kabaca
kovmak yerine, ilahiler eşliğinde kayıklarına bindirip uğurladı.
"Azize Brigide'in kızlarından saygımızı eksik etmeyelim," diyordu Aziz Mael. "Günahkar
kadınları aşağılamayı gösteriş sayan sofular gibi olmayalım. Bu kadınların kendilerini
değil, günahlarını aşağılamak gereğir; düştükleri durumu değil, yaptıkları eylemi
utandırıcı bulmak gerekir; çünkü onlar da Tanrı'nın kullarıdır."
Ve Aziz Mael çevresindeki keşişlere son bir uyarıda bulundu:
"Dümende kimse yoksa, gemiyi sudaki kayalar yönetir."
III
IV
Şeytan beline kadar soyunup tekneyi kumsala çekti ve bir saat içinde yelken ve
dümeni takıp hazır duruma getirdi.
Aziz Mael bindikten sonra, yelkenleri şişen tekne bir anda gözden yitti. Yaşlı aziz Land's
End Burnu'nu dolanmak için güneye gidecekti. Fakat karşı koyulmaz bir akıntı onu
güney batıya sürükledi. İrlanda kıyılarını geçtikten sonra aşağı yöneldi. Akşam
olduğunda hava serinledi. Mael yelkeni sökebilmek için boşuna uğraştı; tekne çılgın
gibi açık denizlere sürükleniyordu.
Ayışığında Kuzey'in dolgun vücutlu ve saçları örgülü denizkızları teknenin çevresini
beyaz gerdanları ve pembe kalçalarıyla sarıp zümrüt ışıltılı kuyruklarını suda çırparak
şarkılar söylediler:
Denizkızları kahkahalarıyla bir süre yıldızların altında onu izlediler. Fakat tekne artık
Vikinglerin kızıl gemisinden yüz kat daha hızlı ilerliyordu. Uçan martıların ayakları aziz
pederin saçlarına takılıyordu.
Daha sonra karanlık ve uğultulu bir fırtına koptu, öfkeli bir kasırganın ittiği tekne bir
kuş gibi havalandı.
Üç kez yirmi dört saat süren bir geceden sonra karanlıklar birden açıldı. Aziz Mael ufukta
elmas gibi parlayan bir kıyı gördü. Yaklaştıkça büyüyen, alçak ve durgun bir güneş
ışığının aydınlattığı bu kıyıda beyaz bir kent vardı. Karlar altındaki sessiz sokakları yüz
kapılı Tebai gibi sonsuza kadar uzayan bu kentin buzdan sarayı, kırağıdan kemerleri
ve dikilitaşları görünüyordu. Okyanus üzerindeki dev buz parçalarının üstünde
yumuşak bakışlı denizciler yüzüyordu.
Bu sırada tekneye koşut yüzen bir buz parçasının üzerinde, yavrusunu kucağında
taşıyan bir beyaz ayı göründü. Mael ayının dudaklarından Virgilius'un şu dizelerinin
döküldüğünü duydu: İncipe, parve puer. (2)
Ve yaşlı adam, üzünç ve endişeyle ağlamaya başladı.
Yanında getirdiği tatlı su kabı donarak parçalanmıştı. Susuzluğunu gidermek için buz
parçalarını yalıyordu. Yine tuzlu suyla ıslanmış ekmeğini yerken, saç ve sakal telleri
cam gibi kırılıyordu. Buz tabakasıyla örtülü cüppesi her deviniminde eklemlerini
sızlatıyordu. Dev dalgalar kabarıyor, köpüklü çenelerini açıp yaşlı adamın üzerine
geliyorlardı. Yirmi kez teknenin içi suyla doldu. Ve azizin atlas kumaş içinde özenle
sakladığı İncil bir ara okyanusa düşüp gözden yitti.
Otuzuncu gün okyanus yatıştı. O sırada suyu ve göğü titreten bir çatırtıyla üç yüz ayak
boyunda bir buzdağı taş teknenin üzerine doğru gelmeye başladı. Mael'in kurtulmak
için sarıldığı dümen kırılıp elinde kaldı. Teknenin hızını kesebilmek için yelkenleri
çözmeye uğraştı, kopan halatlar avuçlarını yaktı. Mael bu sırada üç şeytan çömezinin
kancalarla direğe tutunup yelkenleri üflediğini görür gibi oldu.
O zaman Mael, Şeytanın oyununa gelmiş olduğunu anlayıp istavroz çıkardı. Birden
kopan fırtına taş tekneyi, yelkeni ve dümeniyle birlikte havaya kaldırıp kurtardı.
Tekne sakin sulara geldiğinde Aziz Mael dizleri üstüne kapanıp kendisini şeytanın
tuzaklarından kurtaran Tanrı'ya şükretti. O sırada yine, yüzen buz parçasının
üstündeki beyaz ayıyı gördü. Ana ayı bu kez kucağında yavrusuyla birlikte atlasa sarılı
bir kitap tutuyordu. Taş tekneye yaklaşan ana ayı Aziz Mael'i şu sözlerle selamladı:
"Pax tibi, Mael." (3)
Ve ona kitabı uzattı.
Yaşlı aziz kendi İncilini tanıdı ve şaşkınlık dolu bir yüzle Yaratan ve yaratılana dua ve
ilahiler okudu.
Aziz Mael, akıntı boyunca bir saat kadar gittikten sonra, yüksek dağların çevrelediği
dar bir kumsala çıktı. Kıyıyı izleyerek, bazen da kayaları dolanarak, bir gün ve bir gece
boyunca yürüdü. Sonunda yuvarlak bir adada olduğunu anladı. Ortada tepesi
bulutlarla kaplı bir dağ vardı. Nemli ve temiz havayı neşeyle ciğerlerine doldurdu. O
kadar tatlı bir yağmur yağıyordu ki yaşlı aziz Tanrı'ya şöyle dedi:
"Tanrım, burası gözyaşı adası, pişmanlık adası olmalı."
Kumsalda kimseler yoktu. Yorgun ve aç olarak oturduğu bir kayanın kovuğunda, kara lekeli,
iri ve sarı yumurtalar gördü, ama onlara dokunmadı:
"Kuşlar Tanrı'nın canlı övgüleridir. Benim yüzümden bu övgülerden birinin bile
azalmasını istemem."
Ve kaya çatlaklarının arasından yolduğu yosun yapraklarını çiğnedi.
Aziz Mael hiçbir insana raslamadan adayı dolanıp bitirmek üzereydi ki yalçın ve kırmızı
kayaların çevrelediği, gürültülü çağlayanların aktığı bir koya ulaştı.
Kutup buzlarının parlaklığı yaşlı adamın gözlerini kamaştırmıştı. Ama, şişen
gözkapaklarının arasından sızan zayıf bir ışığı algılayabiliyordu. Bu sayede, kat kat
yükselen bu kayalıkların üstünde, tıpkı bir anfideki insanlar gibi dizilmiş, canlı varlıklar
bulunduğunu hayal meyal sezebildi. Aynı anda, duyduğu dalgaların uğultusundan
sağır olmuş kulaklarına zayıf sesler ulaştı. Bunların doğal yasalara göre yaşayan
insanlar olduğunu ve Tanrı'nın onlara kutsal yasaları öğretmesi için kendisini buraya
gönderdiğini sandı. Bu yaratıkları kutsadı.
Yabanıl koyun ortasındaki yüksek bir taşın üzerine çıkarak onlara seslendi:
"Ey bu adanın yerlileri! Boyunuz küçük de olsa, balıkçı veya denizci topluluğundan
çok, bilge bir topluluğun senatosu gibi görünüyorsunuz. Ciddi ve dingin duruşunuzla
Vatikan'da görüşme yapan kardinaller meclisine veya Akropol merdivenlerinde
tartışan Atinalı düşünürlere benziyorsunuz. Kuşkusuz, onların ne dehasına, de bilimine
sahipsiniz; ama Tanrı'nın gözünde belki onlardan daha değerlisiniz. Sizlerin sade ve iyi
insanlar olduğunuzu görüyorum. Adanızı dolaşırken ne bir cinayet, ne bir kıyım, ne de
direklere asılı insan kelleleri gördüm. Bir sanatla uğraştığınızı görmedim, madenleri
tanımıyorsunuz. Fakat yürekleriniz saf ve elleriniz temiz. Gerçekler kafanıza daha
kolay girebilir."
Oysa, küçük boylu ve ciddi insanlar sandığı bu topluluk, baharda kayalara dizilip
güneşlenen Penguenlerdi. Bazen küçük kanatlarını çırpıp barışçı çığlıklar atıyorlardı.
İnsandan kaçmıyorlardı, çünkü onu tanımıyor ve kötülüğünü bilmiyorlardı. Ayrıca bu
din adamında, en ürkek hayvanlara bile güven veren ve özellikle Penguenlerin hoşuna
giden bir yumuşaklık vardı. Ona beyaz tüylerle çevrili gözlerinde bir merakla ve
dostça yaklaşıyorlardı.
Bu ilgiden duygulanan aziz peder onlara İncil'i öğretti:
"Ey ada yerlileri, kayaların arasından doğan bu gün ışığı, ruhlarınızda doğmakta olan
manevi ışığın benzeridir. Size içinizi ve ruhunuzu aydınlatacak olan ışığı getirdim.
Dağlarınızdaki karı eriten güneş gibi, İsa Efendimiz yüreklerinizdeki buzları
eritecektir."
Yaşlı aziz böyle konuştu. Doğada her ses nasıl karşılık buluyor ve gün ışığı şarkılarla
karşılanıyorsa, Penguenler de kursaklarından çıkan seslerle yaşlı adama karşılık
verdiler. Sesleri özellikle güzeldi, çünkü çiftleşme mevsiminde bulunuyorlardı.
Aziz Mael onların puta tapan bir budun olduğundan ve toplu halde Hıristiyanlığa
dönme isteklerinden emin olarak, onları vaftiz olmaya çağırdı:
"Sanıyorum çok sık suya giriyorsunuz. Bu kayalıklar arasından geçip yanınıza
gelirken, bir çoğunuzu suda yıkanırken gördüm. Oysa, beden temizliği ruh temizliğinin
aynasıdır."
Ve onlara vaftizin kaynağını, yöntemini ve sonuçlarını anlattı:
"Vaftiz bir tür benimseyiş veya yeniden doğuş veya aydınlanma demektir."
Bu terimlerin her birini sırayla açıkladı.
Önce çağlayanlardan dökülen tatlı suları kutsadıktan sonra, her birinin başından
aşağı birkaç damla su döküp gerekli duaları okuyarak hepsini vaftiz etti.
Bu vaftiz töreni üç gün üç gece sürdü.
VI
Penguenlerin vaftiz edildiği haberi Cennet'te duyulduğunda, sevinç veya üzüntü yerine,
büyük bir şaşkınlıkla karşılandı. Tanrı bile zor durumda kaldı. Hemen azizler ve
dinbilim bilginlerini topladı; onlara bu vaftizin geçerli olup olamayacağını sordu.
"Geçersizdir," dedi Aziz Patrick.
"Niçin geçersiz olacakmış?" diye karşı çıktı Aziz Gal. Çünkü Cornouailles Adaları'ndan
sorumluydu ve Aziz Mael'i din yolunda o seferber etmişti.
"Nasıl ki," diye açıkladı Aziz Patrick, "hadım edilmiş birinin evliliği geçersiz sayılırsa,
kuşlara yapılan vaftiz de geçersizdir."
Fakat Aziz Gal yılmadı:
"Bir kuşun vaftiziyle bir harem ağasının evliliği arasında nasıl bir ilişki kurarsınız? İlgisi
yok. Evlilik bir tür koşullu kutsamadır. Rahip olacağını kestirdiği bir eylemi önceden
kutsar; ama eylem gerçekleşmezse bu kutsama etkisizdir. Bu çok açık. Vaktiyle,
dünyadaki yaşamımda Antrim kentinde Sadoc adında zengin birini tanımıştım. Bu
adamın evlilik dışı yaşadığı bir kadından dokuz çocuğu vardı. Yaşlandığında, benim
zorlamam üzerine kadınla evlenmeye razı oldu ve bu birliği kutsadım. Ne yazık ki
Sadoc'un sağlık durumu kocalık görevini yerine getirmesine engeldi. Kısa süre içinde
tüm mal varlığını yitirdi ve yoksulluğa dayanamayan karısı bu evliliğin geçersiz
kılınması için kiliseye başvurdu. Papa bu isteği kabul etti, çünkü evlilikte karı-koca
ilişkisi gerçekleşmemişti. İşte evlilik böyle bir kutsamadır. Vaftiz ise hiçbir kayıt veya
koşula bakılmaksızın yapılan bir kutsamadır. Bence durum açık: Penguenlerin vaftizi
geçerlidir."
Aynı konuda görüşü sorulan Papa Aziz Damase şöyle konuştu:
"Bir vaftizin geçerli olup olmadığını anlamak için, kimin yaptığına ve kime yapıldığına
bakmak gerekir. Çünkü vaftizin kutsayıcı özelliği, vaftiz edilenin kişisel bir katkısı
olmadan, yalnızca yapılış eyleminden kaynaklanmaktadır. Böyle olmasaydı, yeni
doğan bebeklere yapılamazdı. Ayrıca, vaftiz olmak için yerine getirilmesi gereken
hiçbir özel koşul yoktur. Yalnızca kilisenin yolunda gitme niyeti olmak, kutsal sözleri
yinelemek ve törene katılmak yeterlidir. Aziz Mael'in bu koşullar altında vaftiz yaptığı
görülüyor. O halde, Penguenler vaftiz edilmişlerdir."
"Vaftizin ne olduğunu sanıyorsunuz siz?" diye atıldı Aziz Guenole. "Vaftiz insanın ruh ve
sudan yeniden doğuşudur, çünkü günahkar olarak girdiği sudan tertemiz çıkar. Vaftiz
İsa'yla ölümüne birleşebilmektir. Bu, kuşlara verilecek bir yetenek değildir.
Düşünelim, aziz pederler. Vaftiz Adem'in ilk günahını temizlemektir; oysa Penguenler
ilk günahı işlemediler. Vaftiz olan kişi erdem ve zarafet bulur, İsa'nın sürüsüne katılır.
Oysa, Penguenlerin erdem ve zarafet kazanabilecekleri düşünülemez..."
Aziz Damase onun sözünü bitirmesine fırsat vermedi.
"Bu yalnızca vaftizin yararsız olduğunu gösterir; etkili olamayacağını kanıtlamaz."
"Ama böyle düşünürsek," diye konuştu Aziz Guenole, "suya batırmakla yalnızca
Penguenleri değil, tüm öbür kuşları veya dört ayaklıları, hatta cansız cisimleri, örneğin
bir yontuyu veya masayı vaftiz etmek mümkün olurdu. Örneğin, şu masa Hıristiyan
olurdu! Saçmalık bu!"
Aziz Augustin söz istedi. Derin bir sessizlik oldu.
"Sizlere, bir örnek üzerinde, yöntemlerin gücünü göstermek istiyorum," dedi Hipponeli piskopos.
"Aslında bu şeytanca bir iştir. Fakat, şeytanın öğrettiği yöntemlerin zekadan yoksun
hayvanlar, hatta cansız cisimler üzerinde etkisi olduğu biliniyorsa, tanrısal
yöntemlerin hayvanlar ve cansız dünya üzerinde etkili olamayacağını kim ileri
sürebilir? İşte size bir örnek:
Sağlığımda Madaura kentinde bir büyücü kadın vardı. Bu kadın, yatağına çekmek
istediği bir adamın saçından alınan birkaç teli bazı otlarla karıştırır, kendince bazı
dualar okuyarak bir mangalda yakar ve isteğine kavuşurdu. Bir gün bu yolla bir
delikanlının aşkını kazanmak istediğinde, hizmetçi onu kandırıp delikanlının saçı
yerine, bir tavernanın kapısında asılı keçi tulumundan yolduğu birkaç kıl verdi. Gece
yarısı bu şarap tulumu kentin bir ucundan sıçrayıp büyücü kadının eşiğine düştü. Bu
gerçek bir olaydır. Büyüde olduğu gibi, ayinlerde de etkili olan şey uygulanan
yöntemdir. Tanrısal bir yöntemin şeytani olanlardan daha zayıf olduğunu
düşünemeyiz."
Bu sözlerden sonra Aziz Augustin alkışlarla yerine oturdu.
Oldukça yaşlı ve karaduygulu görünen cennetlik bir kul söz istedi. Kimse onu
tanımıyordu. Adı Probus'tu ve azizler defterinde kayıtlı değildi.
"Meclisin bağışlamasını diliyorum," dedi Probus. "Başımda ayla yok, sonsuz mutluluğu
sessiz sedasız kazandım. Fakat, Aziz Augustin'in sözlerinden sonra, vaftizin geçerliliği
konusunda başımdan geçen acı bir deneyimi anlatmak isterim. Hippone Piskoposu bu
ayinin yöntemlere uygun olmasının yeterli olduğunu söylerken haklıdır. Ayinin erdemi
yöntemde olduğu gibi, günahı da yöntemdedir. Ey azizler ve bilginler, benim acıklı
öykümü dinleyin. İmparator Gordion zamanında Roma'da rahiptim. Sizler gibi özel bir
yeteneğim olmadan, görevimi istekle yapıyordum. Azize Modeste Kilisesi'nde kırk yıl
çalıştım. Düzenli bir yaşamım vardı. Her cumartesi günü Capene Kapısı'ndaki
tavernanın sahibi Barjas'a uğrar ve o hafta ayinde kullanacağım şarabı alırdım. Bu
uzun yıllar süresince haftalık ayinimi bir kez bile aksatmadım. Fakat neşem yoktu,
mihrabın önünde diz çöktüğüm anlarda kendime sorardım: 'Niçin neşesizsin, ey
ruhum ve neden içimde bir sıkıntı var?' Kutsal ayine gelen inanmışları gördükçe
üzülüyordum; çünkü onlara elimle yedirdiğim kutsal ekmek ve şarap ağızlarında
erimeden, günahkar davranışlarına geri dönüyorlardı; sanki kutsal törenin onlar
üzerinde hiçbir etkisi veya gücü yok gibiydi. Sonunda dünyadaki görevim bitti ve
daldığım uykudan gökyüzünde uyandığımda, kendimi cennetlikler arasında buldum. O
zaman meleklerden birinden gerçeği öğrendim: Tavernacı Barjas diye biri sattığı
içeceği bir takım kökler ve kabuklarla hazırlıyor ve içinde bir damla bile üzüm suyu
bulunmuyormuş. Bu nedenle üzüm suyunun İsa'nın kanına dönüşmesi gereken
ayinlerimin hiçbiri geçerli olmamış; ben ve topluluğum kırk yıl boyunca bilmeden
kutsal törenin yararlarından yoksun kalmışız. Bunu öğrendiğimde duyduğum üzüntü
ve şaşkınlık hâlâ geçmedi. Cennet bahçelerini dolaşırken topluluğumdan bir tek
Hıristiyan göremiyorum. Çünkü kutsal ekmeğin korumasından yoksun olarak kolayca
günaha kapıldılar ve tümü de cehenneme gittiler. Tavernacı Barjas'ın da orada
olduğunu bilmekle avunuyorum. Bütün bu olanlarda yalnızca Efendimizin
anlayabileceği bir mantık var. Ama benim talihsiz örneğim, ayin yöntemlerinin
niyetten daha önemli olduğunu gösteriyor. Sizlere saygıyla soruyorum: Sonsuz
Efendimiz buna bir çare bulamaz mı?"
"Hayır," dedi Tanrı, "çünkü çaresi hastalıktan daha da beter. Eğer kurtuluş yolunda
niyet, yöntemden daha önemli olsaydı, dinlerin sonu gelirdi."
"Ama, Efendimiz," diye içini çekti Probus, "inancı yöntemle değerlendirdiğinizde, tanrısal
adaletiniz büyük engellerle karşılaşıyor."
"Bunu senden daha iyi biliyorum," dedi Tanrı. "Bir bakışımla, zor olan bugünün sorunları
yanısıra, daha da zorlaşacak olan geleceğin sorunlarını görebiliyorum. Örneğin, Güneş
Dünya'nın çevresinde iki yüz kırk kez döndükten sonra..."
"Ah! Bu ne ulu düzen," diye haykırdı melekler ve azizler.
"Bu lafın gelişi," dedi Tanrı. "Başka türlüsünü söyleyen çıkmadıkça eski kozmoloji
kavramlarını kullanacağım..."
"Dediğim gibi, güneş iki yüz kırk kez döndükten sonra Roma'da Latince bilen tek bir
papaz kalmayacak. Kiliselerde ilahiler okunurken Aziz Orichel, Roguel ve Totichel'in
adları söylenecek; bildiğiniz gibi bunlar melek değil şeytandırlar. Bir sürü hırsız, günah
çıkarmak isteyecek, ama çaldıklarının bir kısmını kiliseye bağışlamaktan kaçındıkları
için, gezici papazlara gidecekler; bunlar da İtalyanca veya Latince bilmediklerinden
köylerinde öğrendikleri dilden ve bir şişe şarap karşılığında günahları bağışlatacaklar.
Bunları pek dert etmiyoruz, çünkü yönteme uygun olmadığından bir çoğu geçersiz
olacaktır. Ama bilgisiz papazların Latincenin kafasını gözünü yararak yaptıkları
vaftizler başımızı ağrıtacağa benziyor. Her neyse, biz Penguenlere dönelim."
"Tanrısal sözlerinizle zaten dönmüş olduk, efendimiz," dedi Aziz Gal. "Din kurallarında
yöntemin niyetten daha önemli olduğunu, bir ayin biçimine uygun yapılmışsa geçerli
olacağını anladık. Şimdi soru Penguenlerin yönteme uygun olarak vaftiz edilip
edilmediğidir. Oysa bu sorunun yanıtı tartışma götürmeyecek kadar açık."
Azizler ve bilginler bu sözleri onayladılar, ama sıkıntıları daha azalmadı. Aziz Corneille söz
aldı:
"Hıristiyanlık sanı Penguenlere pek uygun düşmüyor. Şimdi bu kuşlar ruhlarının
kurtuluşu derdine düşecekler. Nasıl başaracaklar bunu? Kuşların görenekleri kilisenin
buyruklarına tam uygun değildir; Penguenlerin göreneklerini değiştirmeleri için bir
nedenleri de yok.
"Göreneklerini değiştiremezler," dedi Tanrı; "bu konuda buyruklarım çok açık."
"Öte yandan," diye sürdürdü Aziz Corneille, "vaftiz sonucu artık eylemleri iyi veya kötü,
sevap veya günah olarak değerlendirilecektir."
"Evet," dedi Tanrı, "sorun buradan kaynaklanıyor."
"Ancak tek bir çözüm görebiliyorum," dedi Aziz Augustin. "Penguenler cehennemlik olacaklar."
"Fakat ruhları yok," diye atıldı Aziz İrenee.
"Kuşkusuz," dedi Aziz Gal. "Görüyorum ki çömezim Mael din aşkıyla biraz fazla ivedi
davranıp efendimize büyük bir dinbilim sorunu çıkarmış oluyor."
"Şaşkın ihtiyar," diye söylendi Alsace Emini.
Fakat Tanrı bakışlarıyla Alsace Emini'ni ayıplayıp şöyle dedi:
"Aziz Mael sizler gibi şanslı değil, beni görmüyor. Kötürüm, yarı sağır ve yarı kör bir
yaşlı adam. Ona karşı fazla haşinsiniz. Ama ortada bir sorun olduğu kesin."
"Çok şükür bu geçici bir sorun," dedi Aziz Irenee. "Penguenler vaftiz edildi, ama
yumurtaları değil. Yapılan yanlış bir kuşak sonra bitecektir."
"Böyle konuşmayın, oğlum Irenee," dedi Tanrı. "Hekimler dünya üzerindeki yanlışlarını
böyle örtebiliyorlar. Ama benim kurallarım hiçbir kuraldışılığı kabul etmez. Vaftiz
edilen bu Penguenlerin ne olacağını, hiçbir tanrısal yasayı çiğnemeden ve On Emir'in
dışına çıkmadan kararlaştırmalıyız."
"Efendimiz," dedi Aziz Gregoire, "onlara ölümsüz ruh verin."
"Ne yapacaklar o ruhla," diye içini çekti Aziz Lactance. "Size şükretmek için ilahi söylemeye
uygun bir sesleri bile yok."
"Ayrıca, tanrısal yasalara uymayacaklardır," dedi Aziz Augustin.
"Uyma olanakları yok," dedi Tanrı.
"Olsun," diye sürdürdü Aziz Augustin. "Böylece sonsuza kadar cehennemde yanarlar ve şaşkın
Mael'in bozduğu tanrısal düzen yeniden kurulmuş olur."
"Bana önerdiğin çözüm gerçekten kurallara uygun, oğlum Augustin," dedi Tanrı. "Ama
esirgeyen adıma uygun düşmüyor. Her ne kadar, değişmez olduğum söyleniyorsa da,
giderek daha yumuşak oluyorum. Bu özyapı değişimim Eski ve Yeni Ahit kitaplarını
okuyanların gözünden kaçmamıştır."
Bu tartışma hiçbir sonuç vermeden uzadı ve aynı görüşler yinelenmeye başlayınca,
İskenderiyeli Azize Catherine'e danışmaya karar verildi. Zor konularda hep böyle
yapılırdı. Bu kutsal kadın yeryüzündeki yaşamında elli dinbilim bilginini mat etmişti.
Kutsal kitap kadar Platon'un felsefesini de okumuştu ve konuşma sanatını iyi
biliyordu.
VII
Azize Catherine toplantıya geldi. Başında zümrüt ve yakutlarla bezenmiş bir taç,
üstünde yaldızlı bir giysi vardı. Boynunda ateşten bir tekerlekle geziyordu; bu
tekerleğin parçaları ona dünyada işkence edenleri yok etmişti.
Tanrı onu söz almaya çağırınca azize şöyle dedi:
"Efendimiz, görüşümü sorma inceliği gösterdiğiniz bu konuda ben hayvanların veya
kuşların göreneklerini inceleyecek değilim. Burada bulunan melekler, azizler ve
bilginlerin dikkatini yalnızca şu noktaya çekmek isterim: İnsanla hayvan arasındaki
ayrım o kadar kesin değildir; her ikisinin özelliklerine yakın olan yaratıkları anımsayın.
Örneğin, yarı kadın, yarı yılan olan kimeralar, üç gorgonlar, denizkızları, keçi ayaklı
panlar, beline kadar insan ve gerisi at olan kentaurlar. Sizin de bildiğiniz gibi,
bunlardan biri aklın ışığıyla sonsuz kurtuluşa kavuştu. Gerçekten de Chiron adındaki
bu kentaur Achille'in eğitimini sağladı. Bu genç kahraman daha sonra Kral
Lycomedes'in kızları arasında iki yıl genç bir bakire gibi yaşadı. Kızlar onun kendileri
gibi olmadığını anlamadan oyunlarını ve yataklarını onunla paylaştılar. Onu bu kadar
ahlaklı yetiştiren Chiron, İmparator Trajan'la birlikte, yalnızca doğa yasalarına uyarak
cennete giren kişidir. Oysa Chiron yarı insandı.
Bu örnek yeterince gösteriyor ki insanın yalnızca bazı organlarına, yeter ki soylu organlar
olsun, sahip olunarak sonsuz kurtuluşa kavuşulabilir. Kentaur Chiron'un vaftiz
olmadan elde ettiğini, yarı Penguen yarı insan olsalar, Penguenler nasıl elde
edemezler? Bu nedenle, sizden rica ediyorum, efendimiz, Yaşlı Mael'in Penguenlerine
bir insan kafası ve küçük bir ruh bağışlayın; böylece size layıkıyla şükredebilirler."
Azize Catherine'in bu sözleri üzerine mecliste olumlu bir uğultu yayıldı.
Fakat Aziz Augustin, iri ve pazulu kollarını Tanrı'ya uzatarak haykırdı:
"Bunu yapmayın, efendimiz! Aziz Paraclet adına! İnsan kafalı kuşlar daha önce de
vardı. Azize Catherine'in söylediklerinde yeni bir şey yok!"
"Düş gücü birleştirir ve kıyaslar; yeni bir şey yaratmaz," diye ona sertçe karşılık verdi
Azize Catherine.
" ... Bu tür kuşlar daha önce de vardı, diye sürdürdü Aziz Augustin. Bunlara harpi denir
ve yaradılışın en sevimsiz hayvanlarıdır. Bir gün çölde Aziz Paul'ü yemeğe
çağırmıştım. Sofrayı yaşlı bir incir ağacının altına kurdum. Harpiler gelip dallara
üşüştüler; cırtlak sesleriyle kulaklarımızı sağır edip yemekklerin içine pislediler.
Bunların gürültüsü yüzünden Aziz Paul'ün öğrettiklerini duyamadım ve ekmeğimizi
kuş pisliğine katık ettik. Harpilerin size layıkıyla şükredeceklerine inanılabilir mi,
efendimiz?
Kuşkusuz, dünya yaşamımdaki karabasanlarımda birçok melez yaratık gördüm; yılan
kadınların, denizkızlarının yanı sıra çok daha sevimsiz olanları vardı. Bedeni tencere,
saat veya çandan yapılmış adamlar, hatta birinin gövdesi ev gibiydi ve
pencerelerinden içerde çalışan başka insanlar görülüyordu. Gemi gibi yelkenli
balinalar, çeşmemin üzerine yağan kırmızı böcekler. Kendimi yalıtmış olduğum o
hücrede gördüğüm karabasanlar anlatmakla bitmez. Fakat hiçbiri, benim güzel incir
ağacımın yapraklarını pisleten harpiler kadar çirkin değildiler."
"Harpiler," diye açıkladı tarihçi Lactance, "kuş bedenli dişi canavarlardır. Başları ve
göğüsleri kadına benzer. Dedikoduculukları, edepsizlikleri, Virgilius'un Eneide adlı
yapıtında belirttiği gibi, dişi doğalarının sonucudur. Havva'nın ilencine onlar da ortak
edilmişlerdi."
"Havva'nın ilencinden söz etmeyelim," dedi Tanrı. "Çünkü ikinci Havva birinciyi aratır
oldu."
Dünya tarihi üzerine bir kitap yazmış olan Paul Orose adında bir tarihçi ayağa kalktı ve
Tanrı'ya yalvardı:
"Efendimiz, benim ve Aziz Augustin'in dualarını işitin. Bundan böyle Yunanlı masalcıların
pek sevdiği kentaurlar veya denizkızları gibi yaratıklar yaratmayın. Bundan bir iyilik
gelmez. Bu tür yaratıklar genelde dinsizliğe yönelir ve çift yapıları nedeniyle temiz
ahlaklı olamazlar."
Tatlı dilli Lactance şu sözlerle ona karşılık verdi:
"Bu konuşan arkadaşımız herhalde cennette bulunan en iyi tarihçi olmalı, çünkü
Herodot, Thukidid, Titus Livius, Velleius Paterculus, Suetone, Manethon, Sicilyalı
Diodore, Dion Cassius, Lampride efendimizin görüntüsünü göremiyorlar. Tacitus ise
sövenlerin layık olduğu cehennemde azap çekiyor. Fakat Paul Orose yeryüzünü
tanıdığı kadar gökleri tanımıyor anlaşılan. Bilmez ki kuş ve insan görüntüsündeki
melekler temiz ahlaklıdır."
"Konuyu dağıtıyoruz," dedi Tanrı. "Bu kentaurlar, harpiler ve meleklerden niye söz
ediyorsunuz şimdi. Konumuz Penguenlerdir."
İskenderiyeli aziz bakirenin mat ettiği elli dinbilim bilgininden en yaşlı olanı söz aldı:
"Benim değersiz görüşüme göre, efendimiz, gökleri ayağa kaldıran bu skandala son
vermek için, bizi alteden Azize Catherine'in dediği gibi yapmanız, yaşlı Mael'in
Penguenlerine yarı insan görünümü ve bu yarıya yetecek kadar da ruh vermeniz
doğru olur."
Bu sözler üzerine mecliste herkes aynı anda konuşmaya başladı; her köşede,
Penguenlere verilecek ruhun boyutları konusunda akademik tartışmalar başlatıldı.
Sonunda Tanrı sesini yükseltti:
"Azizler ve bilginler, burasını yeryüzündeki Vatikan sinodları ve meclislerine
benzetmeyin. Militan dinciliğin şiddetini sevgi dinine taşımayın. Bu dediğim
yeryüzünde benim adıma toplanan tüm konseylerde, Avrupa, Asya ve Afrika'da hep
yapıldı; rahipler birbirlerinin sakalını ve gözlerini oydu. Fakat vardıkları sonuçlarda bir
yanlış yoktu, çünkü hep onların yanındaydım."
Düzen sağlandıktan sonra yaşlı Hermas ayağa kalktı ve şöyle dedi:
"Annem Saphire'in cennetlikler sürüsü içinde doğmasını sağladığınız için size
şükrediyorum, Efendimiz. Yine oğlunuz İsa'yı bu gözlerle görebildiğim için
şükrediyorum. Bu mecliste konuşuyorum, çünkü siz gerçeğin değersiz kullarınızın
ağzından çıkmasını istediniz, ve şunu diyorum: "Penguenleri insana dönüştürün. Sizin
adaletinize ve sevecenliğinize uygun olan tek çözüm budur."
Herkes yeniden söz istemeye, almadan konuşmaya başladı. Kimse öbürünü dinlemiyor,
kollarını ve kafalarını sallayarak konuşmaya çalışıyordu.
Tanrı sağ elini kaldırıp onları susturdu.
"Bu kadar tartışma yeter. Sevimli yaşlı Hermas'ın sözleri benim tanrısal gönlüme de
uygun düşüyor. Bu kuşlar insana dönüşecekler. Bunun birçok sakıncası olacağını
görebiliyorum. Bu insanların büyük bir bölümü, Penguen durumundayken
yapamayacakları kötülüklere neden olacaklar. Fakat, geleceği görebildiğim halde,
onların tikel istencine karışmamayı uygun bulurum. İnsanın özgürlüğüne
dokunmamak için bildiğimi unuturum, gözlerimdeki delik perdeyi daha kalınlaştırırım
ve önceden bildiğim şeyler beni şaşırtır."
Ve hemen melek Rafael'i çağırdı:
"Git Aziz Mael'i bul. Ona, yaptığı yanlışı anlat; ona yetki veriyorum, benim adıma
konuşsun ve Penguenleri insana dönüştürsün."
VIII
PENGUENLERİN DEĞİŞİMİ
Melek Rafael Penguenler Adası'na indiğinde yaşlı azizi bir kaya kovuğunda, yeni
çömezleriyle uyur buldu. Elini omzuna koyup onu uyandırdı ve yumuşak bir sesle:
"Mael, sakın korkma!" dedi.
Gözleri tanrısal ışıkla kamaşan yaşlı aziz Tanrı'nın meleğini tanıdı ve yere kapandı.
Melek şöyle dedi:
"Ey Mael, yanlış yapmışsın: Ademin çocuklarını vaftiz edeyim derken kuşları vaftiz
etmişsin. Bundan dolayı Penguenler Hıristiyan oldular."
Bu sözlere yaşlı adamın ağzı açık kaldı. Melek sürdürdü:
"Ayağa kalk, Mael, Tanrı'nın adını kuşan ve bu kuşlara şöyle de: 'İnsana dönüşün!'"
Ağlayarak dualar okuyan Aziz Mael Tanrı'nın adını kuşandı ve kuşlara seslendi:
"İnsana dönüşün!"
Bir anda Penguenler insan görüntüsüne büründüler. Alınları genişledi, kafaları
yuvarlaklaştı. Kısık gözleri açılıp dünyaya daha iri bakmaya başladı; soluk deliklerinin
ortasında etli bir burun oluştu. Gagaları ağıza dönüştü ve bu ağızdan söz çıktı.
Boyunları kısa ve kalın oldu; kanatçıkları kollara, perde ayakları bacaklara dönüştü. Ve
en sonunda, göğüslerine ürkek bir ruh yerleşti.
Fakat yine de ilk doğalarından izler kalmıştı. Yine yan yan bakıyor ve kısa kalçaları
üzerinde salınarak yürüyorlardı; bedenleri ince bir tüy tabakasıyla örtülü kalmıştı.
Ve Mael bu Penguenleri İbrahim'in kervanına kattığı için Tanrı'ya şükretti.
Fakat, yakında bu adadan ayrılacağını düşününce içinde bir üzüntü kaldı; o giderse,
rehberden yoksun Penguenlerin inancı, susuz kalan genç bir fidan gibi ölürdü. Aklına,
Penguenler Adası'nı Armorique kıyılarına taşımak geldi.
"Efendimin neyi niçin istediği sorulamaz, diye düşündü. Ama, Tanrı adayı taşımak
istiyorsa, kim buna engel olabilir?"
Bunun üzerine aziz adam cüppesinin pamuğuyla kırk ayak uzunluğunda ince bir ip
dokudu. İpin bir ucunu kıyıdaki bir kayanın sivri ucuna bağladı, öbür ucunu eline alıp
taş teknesine bindi.
Tekne deniz üstünde yol almaya ve Penguenler Adası'nı peşinden sürüklemeye başladı.
Dokuz günlük bir yolculuktan sonra adayla birlikte Brötanya kıyılarına vardı.
İKİNCİ KİTAP
ESKİ ÇAĞ
İLK GİYSİLER
Aziz Mael bir gün okyanus kıyısında kızgın bir kayanın üstüne oturmuş bekliyordu.
Kayanın güneşten ısınmış olduğunu sanıp Tanrı'ya şükretti. Oysa o kayaya az önce
Şeytan oturmuştu.
Yaşlı aziz, denizden gelecek olan Yvern keşişlerini bekliyordu. Onların getireceği
hayvan kürkleri ve dokumalarla Alca Adası'ndaki Penguenleri giydireceklerdi.
Az sonra gelen gemiden, sırtında bir sandıkla Magis adında bir din adamı indi. Bu keşiş
çok dindar olarak tanınıyordu.
Magis yaşlı azizin yanına gelince sandığı yere bıraktı, alnındaki teri silerek şöyle dedi:
"Pederim, demek Penguenleri giydirmeye karar verdiniz."
"Ne yazık ki bu gerekli, oğlum," dedi Mael. "Penguenler, daha önceden bilmiyorlardı,
ama İbrahim'in sürüsüne katıldıklarından beri çıplak olduklarının farkına vardılar.
Onları giydirme zamanı geldi, çünkü değişim sırasında üstlerinde kalan tüy tabakaları
da artık dökülmeye başladı."
Magis kumsalda balık tutan, midye toplayan, şarkı söyleyen veya uyuyan Penguenlere
bir göz gezdirdi:
"Haklısınız, çıplaklar. Fakat, pederim, onları böyle çıplak bırakmak daha doğru olmaz
mıydı? Niçin giydireceksiniz? Giysilerle dolaşmaya başladıklarında, ahlak yasalarına
uymaları gerekecek ve bundan dolayı büyüklenecek, ikiyüzlü ve acımasız
olacaklardır."
"Sizce, oğlum, insanların uymakta olduğu ahlak yasalarının kötü etkileri mi oluyor?"
"Ahlak yasaları temelde bir hayvan olan insanı hayvandan farklı yaşamaya zorlar. Bu
durum belki onları kısıtlıyor, ama öte yandan gururlarını da okşuyor; ve doğallıkla
kibirli, korkak ve zevk düşkünü olduklarından, sahip oldukları güvence ve gelecekte
umdukları rahatlık için bu kısıtlamaya katlanıyorlar. Her türlü ahlakın kökeni budur...
Fakat konuyu dağıtmayalım. Arkadaşlarımla birlikte, gemideki kürk ve dokumaları bu
adaya indireceğiz. Fakat, henüz vakit varken bir kez daha düşünün, pederim!
Penguenleri giydirmek ciddi sonuçlar doğuracaktır. Halen erkek bir Penguen dişi bir
Pengueni arzuladığında ne istediğini biliyor; tutkuları, peşinde koştuğu dişinin sahip
olduklarıyla sınırlı. Şu anda kumsalda iki üç çift Penguen gün ortasında sevişmekteler.
Ne kadar yalın olduğunu görün! Kimse onlara aldırmıyor, onlar da öbürlerinin
bakışlarına aldırmıyorlar. Fakat dişi Penguenler giydirildiğinde, erkek Penguen
kendisini neyin çektiğini tam olarak bilemeyecek. Düş gücü onun isteklerini sınırsız
kılacak; ve en önemlisi, pederim, aşkı ve onun getirdiği acıları öğrenecek. Öte
yandan, dişi Penguenler de gözlerini süzüp dudaklarını yayacak ve giysileri altında
değerli bir hazine taşıdıkları izlenimini verecekler.
Bunun yol açacağı kötülük, Penguenler yoksul ve bilgisiz kalacak olsalardı, pek önemli
olmazdı. Fakat, bin yıl kadar geçmesini bekleseydiniz Alcalı kızlara ne korkunç bir
silah verdiğinizi görürdünüz. İzin verirseniz, bunun bir gösterisini yapayım. Şu
sandıkta birkaç parça giysi var. Kumsalda erkek Penguenlerin ilgilenmediği dişilerden
birini rasgele seçelim ve giydirelim.
İşte bu yana doğru bir genç kız geliyor; öbürlerinden ne çok güzel, ne de çok çirkin.
Kimsenin onunla ilgilendiği yok. Kumsalda başıboş geziyor, bir eliyle burnunu
karıştırırken, öbür eliyle sırtını kaşıyor. Dikkat ederseniz, kızın omuzları dar, göğüsleri
sarkık, beli kalın ve bacakları kısa. Diz kapakları her adım atışında gıcırdıyor, kalın ve
damarlı ayaklarının dört parmağı kayalara çengel gibi sarılıyor. Yürüyüşe çıktığı
anlaşılıyor; tüm kaslarını bu işe yoğunlaştırmış. Onu böyle uzaktan gözlediğimizde, bir
yürüme makinesi gibi algılayabiliyoruz; ama asla bir sevişme makinesi gibi değil.
Oysa her iki işlevi ve daha nicesini yerine getirebilecek bir yaratık. Şimdi iyi bakın,
aziz peder, onu ne hale getireceğim."
Bu sözlerden sonra Keşiş Magis, bir çırpıda dişi Penguenin yanına gitti, onu yakalayıp
koltuğunun altına aldı ve saçlarını yerlerde sürüyerek Aziz Mael'in yanına getirdi.
Dişi Penguen ağlayarak canını yakmamaları için yalvaradursun, Magis sandığı açtı ve
çıkardığı bir çift ayakkabıyı giymesini buyurdu.
"Ayakkabı bağcıklarını sıktığımızda ayakları daha küçük görünecektir," diye açıkladı
Magis, "ayrıca, iki santim yükselecek olan topuğu bacaklarını daha uzun gösterecektir."
Dişi Penguen ayakkabıları bağlarken; bir yandan da sandığın içindekilere bakıyordu.
Sandığın içindeki mücevher ve takıları görünce, yaşil gözleri ışıldadı.
Keşiş Magis Penguenin saçlarını ensesinde topladı ve çiçeklerden bir taç iliştirdi.
Kollarına altın bilezikler taktı. Sonra onu ayağa kaldırıp bel ve göğüs hizasını
kumaşlarla sarıp örttü. Böylece göğüsleri ve kalçaları daha dikkati çeker olmuştu.
Ağzından çıkardığı iğnelerle kumaşları iyice sıkılaştırdı.
"Daha da sıkabilirsiniz," dedi dişi Penguen.
Keşiş Penguenin gövdesindeki yumuşak yerleri sıkıca ve özenle kapadıktan sonra,
tüm vücudunu pembe bir şalla örttü.
"Eteğim sarkmıyor, değil mi?" diye sordu Penguen; bir yandan da belini kıvırıp
omzunun üstünden bakmaya çabalıyordu.
Magis ona isterse etek boyunu kısaltabileceğini söyledi. Ama genç Penguen kararlı bir
anlatımla, buna gerek olmadığını, kendisinin halledeceğini bildirdi.
Nitekim, sol eliyle eteğini arka tarafından tutup, yalnızca baldırlarının görünmesine
dikkat ederek, bir çırpıda dizleri hizasında düğüm yaptı. Sonra, kalçalarını sallayarak
küçük adımlarla uzaklaştı.
Şimdi başını dik tutarak yürüyordu; bir su kıyısında göz ucuyla kendini bir yoklamayı
da savsaklamadı.
Oradan geçmekte olan bir erkek Penguen şaşkınlıkla bir an durakladı; sonra yolunu
değiştirip dişiyi izlemeye başladı. Deniz kıyısından geçerlerken, balık avından
dönmekte olan bir öbek erkek de dişiye yaklaşıp incelediler ve hemen izlemeye
koyuldular.
Böylece, ilerleyen dişi Penguenin yolunun geçtiği patikalardan, ırmak kıyılarından, kaya
kovuklarından çıkan yeni Penguenler bu kervana katılmaya başladılar. Yaşlı veya
genç, zayıf veya iri yapılı erkeklerin, derileri buruşmuş bastonlu yaşlıların oluşturduğu
bu kortejden solukların uğultusuyla birlikte ağır bir koku da yayılıyordu. Ama dişi
Penguen çevresinde olan bitenle ilgilenmiyor, yürümesini sürdürüyordu.
Magis güldü: "Pederim, işte bakın: Tüm erkekler bir çembere odaklanmış gidiyorlar,
merkezindeyse örtülü bir kadın var. Çemberin salt geometrik özellikleri bilginleri
araştırmaya yönlendirebilir; ama çembere fiziksel özellikler de eklerseniz bambaşka
düşüncelere salar adamı. Penguenlerin bu kadına ilgi duyabilmeleri için, onun
vücudunu gözleriyle görmelerini engelleyip düş güçlerini çalıştırmanız yeterli oldu.
Neredeyse ben bile bu dişiye karşı dayanılmaz bir istek duymaya başladım. Belki
eteklik, örttüğü kalçaya daha sentetik ve genel bir özellik verip onu daha da mı
soyutlaştırıyor, bilemem; ama şimdi ona sarılmış olsaydım insanlığın tüm şehvetini
avuçlarımda duyumsayabilirdim sanıyorum. Örtünme kadınlara nasıl da dayanılmaz
bir çekicilik veriyor. Doğrusu duygularımı daha fazla denetim altında tutamayacağım."
Magis, bunu dedikten sonra, üzerindeki cüppeyi fırlatıp ilerleyen konvoyun arkasından
koşmaya başladı. Önüne çıkan Penguenleri iteleyip ayakları altında ezerek kendine
yol açtı ve Alcalı kıza ulaştı. Pembe giysili kızı yakaladı ve yüzlerce iştahlı gözün
önünde kucağına alıp bir mağaranın içinde gözden yitti.
Penguenler bir anda sanki güneşin karardığını sandılar. O zaman Aziz Mael şeytanın
Keşiş Magis kılığına girerek onu aldattığını ve Alcalı kızların örtünmesini sağladığını
anladı. Tüm vücudu ve ruhu derin bir üzüntüyle sarsıldı. Güçlükle adım atarak
kulübesine yürürken, sokaklarda altı-yedi yaşlarındaki küçük Penguenlerin yosun
yapraklarından etekler yapıp giyerek dolaştıklarını gördü. Bu küçükler de kumsalda
dolaşırken, erkeklerin gelip gelmediğini görebilmek için arkalarına bakıyorlardı.
Aziz Mael Alcalı kıza giydirilen ilk örtünün Penguenlerin ahlakına yarar yerine zarar
getirdiğini görmekten büyük üzüntü duydu. Yine de tansık adasının yerlilerini
giydirme çabasından vazgeçmedi. Onları kıyıda toplayıp Yvern keşişlerinin getirdiği
giysileri dağıttı. Erkek Penguenlere kısa ceket ve pantolon, dişilere ayak bileklerine
kadar uzanan etekler verdi. Ama bu giysiler ilk defakinden farklı bir etki yarattılar.
Hem zevksiz ve kaba dikilmiş oldukları, hem de tüm kadınlar giydikleri için, artık
dikkati çekmiyorlardı. Kadınlar mutfakta yemek pişirdikleri veya tarlada
çalıştıklarından, zamanla üstleri yağlı ve çamurlu, kir pas içinde gezer oldular.
Erkekler onları daha çok işe sürmeye başladığı için de pek yük hayvanından farkları
kalmadı. Kadınlar artık gönül işlerinden ve fırtınalı duygulardan anlamaz oldular.
Ahlakları saftı. Aile içi ilişki onlar için günah değildi. Örneğin bir delikanlı sarhoş
kafayla kendi annesinin ya da babasının yatağına girse de, ertesi gün bunu aklına bile
getirmiyordu.
II
Buzulları arasında ve kayalıklarında bir kuş topluluğu yaşayan adanın, o eski kıraç
görüntüsü artık değişmişti. Tepesindeki karların erimesiyle giderek alçalmış olan
dağın tepesinden bakıldığında, sonsuz bir sisle örtülü Armorique kıyıları ve kum
adacıklarının doğaüstü bir görüntü verdiği okyanus görünüyordu.
Kıyılar artık incir yaprağını andıran daha geniş düzlüklerden oluşmuştu. Kısa süre
içinde bir bitki örtüsü gelişti; tadı ekşi olan ve hayvanların sevdiği bir ot türünün
yanısıra, söğüt, incir ve meşe ağaçları boy gösterdi. Bu dönemle ilgili bilgileri
Saygıdeğer Bèdeve öbür güvenilir yazarlardan alıyoruz.
Kuzeyde kıyı derin bir haliç oluşturmuştu ve burası daha sonraları dünyanın en büyük
limanı olacaktı. Doğuda köpüklü deniz dalgalarının yaladığı kayalıkların gerisinde
kıraç ve kokulu bir toprak yayılmıştı. Burası Gölgeler Kıyısı diye biliniyor ve ada
yerlileri, yılanların ve ölü ruhların dolaştığına inandıkları bu bölgeye adım
atmıyorlardı. Güneyde, Dalgıç Körfezi denen ve suları ılık olan kıyının hemen dibinde
asma bahçeleri ve ormanlar başlıyordu. Bu bereketli kıyıda Aziz Mael ahşap bir kilise
kurdu. Sonunda, Batıda Clange ve Surelle adında iki ırmak, sırasıyla Dalles ve
Dombes vadilerini suluyorlardı.
Mutlu Mael, bir güz sabahı, işte bu Clange vadisinde, yanında Bulloch adında bir Yvern
keşişiyle birlikte gezintiye çıkmıştı. Karşıdaki yoldan bir öbek Penguenin ellerinde
tırmık ve taşlarla geçtiğini gördüler. Bu arada bağırış ve haykırışlar vadide yankılanıp
dingin gökyüzüne yükseliyordu.
Aziz adam Bulloch'a döndü:
"Oğlum, üzüntüyle görüyorum ki, insana dönüştüklerinden beri, bu adanın yerlileri
daha sağgörüsüz oldular. Kuş oldukları dönemde yalnızca çiftleşme mevsiminde
dalaşırlardı. Şimdi her gün kavga ediyorlar, yaz kış demeden bela arıyorlar. Ah, buzlar
üstünde bir öbek Penguenin, sanki uygar bir devletin parlamentosunda gibi, o soylu
görüntüsünü öyle özlüyorum ki!
Bak, oğlum Bullock, Surelle Vadisi tarafında da bir düzine erkek Penguen birbirlerinin
kafasını gözünü yarmakla uğraşıyor. Oysa, bu enerjiyle toprağı kazmaları daha iyi
olurdu. Dişiler erkeklerden daha acımasız, tırnaklarıyla düşmanlarının gözünü
oyuyorlar. Heyhat! Oğlum Bulloch, sence niye kavga ediyorlar acaba?"
Bulloch şöyle yanıt verdi:
"Dayanışma ruhu ve geleceği öngördükleri için, aziz pederim. Çünkü insanın
doğasında geleceği düşünmek ve toplu davranmak vardır. Özyapısı böyledir; mal ve
mülk edinmeden geleceği düşünmek istemez. Ey efendim, bu gördüğünüz Penguenler
toprakları bölüşüyorlar."
"Bu bölüşmeyi daha sakince yapamazlar mı? diye sordu yaşlı adam. Bu kavga
sırasında birbirlerine gözdağı veriyor ve sövgüler savuruyorlar. Ne dediklerini tam
duyamıyorum. Ama, ses tonlarına bakılırsa, çok kızgın olmalılar."
"Birbirlerini hırsız ve gaspçı olarak suçluyorlar," dedi Bulloch.
Aziz Mael derin bir iç çekip gözlemeyi sürdürdü:
"Bak, bak, oğlum, yere düşen rakibinin burnunu dişleriyle koparmaya çalışan adamı
görüyor musun? Ya ötedeki? Bir kadının kafasını taşla ezmeye çalışan şu adama bak!"
"Görüyorum, efendim," dedi Bulloch. "Onlar bir hukuk yaratmakla uğraşıyorlar; özel
mülkiyetin temelini atıyorlar; uygarlığın ilkelerini, toplumun temellerini ve yargı
kurallarını belirliyorlar."
"Nasıl?" diye sordu yaşlı Mael.
"Tarlalarını çitle çevirerek. Her türlü devlet düzeninin kaynağı budur. Ey üstadım, sizin
Penguenleriniz en kutsal bir işlevi başarıyorlar. Onların bu yaptıkları, yüzyıllar sonra
hukukçular tarafından onaylanacak ve yargıçlar tarafından uygulamaya konulacaktır."
Keşiş Bulloch bunları söylerken, beyaz derili, kızıl saçlı ve iri gövdeli bir Penguen
vadinin yamacından aşağı doğru iniyordu. Omuzunda iri bir ağaç kütüğü vardı.
Bahçesinde marullarını sulamakta olan kısa boylu bir Penguene yaklaştı ve sesini
yükselterek şöyle dedi:
"Bu tarla benim!"
Bu sözlerin ardından, elindeki kütüğü küçük Penguenin kafasına indirdi ve onu, kendi
elleriyle ektiği tarlanın ortasında, cansız yere serdi.
Bu görünüm karşısında Aziz Mael bir an sendeledi ve gözünden yaş geldi. Sonra, korku
ve dehşetle boğuklaşmış sesiyle, gökyüzüne şu duayı gönderdi:
"Ey Tanrım, sen ki Habil'i kucağına aldın ve Kabil'e ilendin, tarlasında ölen bu masum
Pengueni cennetine al, katile de yumruğunun gücünü göster. Ey Tanrım, senin
adaletine bu cinayet ve gasptan daha ağır bir aşağılama olabilir mi?"
"Aman dikkatli olun, aziz pederim," dedi Bulloch yumuşak bir sesle, "cinayet ve gasp
dediğiniz şeylere savaş ve fetih denir, insanlık tarihinin ve büyük imparatorlukların en
şanlı sayfaları bunlarla doludur. Özellikle, iri Pengueni suçlayarak onun mülkünün
kaynağına ve hukukuna saldırıda bulunuyorsunuz. Bunu size kolayca kanıtlayabilirim:
Toprağı ekmek bir şeydir, ona sahip olmak başka bir şey. Bu ikisi birbiriyle
karıştırılmamalıdır. Mülk konusunda, ilk işgalcinin hukuku belirsiz ve temelsizdir. Oysa,
fetih hakkı sağlam temellere dayanır. Tek saygıdeğer hukuk budur, çünkü kendini
saydırmasını bilir. Mülkiyetin tek ve şanlı kaynağı güçtür. İşte bu yüzden mülk sahibi
olana soylu denir. Çiftçiyi öldürüp tarlasını alan bu kızıl saçlı yiğit, bu toprak üzerinde
ilk soylu hanedanı kurmuş bulunuyor. Onu kutlamak isterim."
Böyle diyerek Bulloch, kanlı topuzuna yaslanmış olarak duran iri Penguene yaklaştı ve
yerlere kadar eğilerek onu şöyle selamladı:
"Efendi Greatauk, soylu prens, gücü yasal ve arkası bereketli olacak soylu bir hanedanın
kurucusu olarak size saygılar sunarım. Tarlanıza gömülecek olan bu Penguenin
kafatası, sizin bu topraklar üzerindeki hakkınızın sonsuza kadar nişanı olacaktır.
Çocuklarınız ve onların çocuklarına ne mutlu! Onlar Skull Dükü Greatauk'un
mirasçıları olarak Alca Adası'na egemen olacaklardır."
Sonra, Aziz Mael'e dönüp bağırdı:
"Pederim, Greatauk'u kutsayın. Çünkü, tüm güç Tanrı'dan gelir."
Mael gözlerini gökyüzüne kaldırmış, sessiz ve kımıltısız duruyordu. Keşiş Bulloch'un
kuramı karşısında acı bir kuşku duyuyordu. Oysa, yüksek uygarlıklar çağında geçerli
olacak olan bu kuramdı. Bir bakıma Bulloch, Penguenistan'da ilk uygarlık hukukunun
yaratıcısı olarak görülebilir.
III
"Oğlum Bulloch," dedi yaşlı Mael, "Penguenlerin nüfus sayımını yapıp her birini
deftere yazmamız gerekiyor."
"En acil işimiz de budur," dedi Bulloch; "bu olmadan iyi bir devlet düzeni kurulamaz."
Aziz Mael on iki rahibin de yardımıyla kısa sürede nüfus sayımını gerçekleştirdi. Sonra,
yaşlı adam şöyle dedi:
"Şimdi herkesin kaydı bulunduğuna göre, kamu giderlerini ve kilise gereksinimlerini
karşılayabilmek için, adil bir vergi toplamamız gerekiyor. Herkes gücü oranında
verebilmeli. Öyleyse, oğlum, hemen Alcalı büyükleri toplantıya çağırın, onlarla birlikte
vergi işini konuşalım."
Toplantıya çağrılan otuz küsur büyük Penguen incir ağacının altında toplandılar. Bu,
Penguenistan'ın ilk meclisi oldu. Bunların dörtte üçü Surelle ve Clange vadilerindeki
büyük toprak ağalarıydı. Greatauk, ülkenin en soylusu olduğundan, en yüksek taşın
üzerine oturdu.
Aziz Mael rahiplerinin yanında yer aldı ve şu sözlerle başladı:
"Oğullarım, Tanrı bildiği biçimde insanlara zenginlik verir ve bildiği biçimde geri alır.
Ben sizi buraya, kamu giderlerini ve kilisenin gereksinimlerini karşılayacak biçimde,
halk üzerine bir vergi koyulması için topladım. Bana göre bu vergi her kişinin
zenginliği oranında olmalıdır. Örneğin, yüz öküzü olan on öküz versin, on öküzü olan
da birini versin."
Yaşlı adam sözünü bitirince, Clange Vadisi'nde çiftçilik yapan ve ülkenin en
zenginlerinden biri olan Morio ayağa kalkıp söz aldı:
"Ey Mael, ey aziz pederim, herkesin kamu giderlerine ve kilise gereksinimlerine katkıda
bulunması gerektiğine inanıyorum. Ben kendi hesabıma, Penguen kardeşlerimin
yararı için, tüm servetimi hatta sırtımdaki gömleği vermeye hazırım. Benim gibi öbür
tüm büyükler de servetlerini feda edeceklerdir, onların ülkeye ve dinlerine
bağlılıklarından kuşku duymayın. Yalnızca kamu yararını düşünelim ve ne gerekiyorsa
yapalım. Ancak, aziz babamız, kamu yararı malı çok olandan daha çok alınmasını
gerektirmez. Böyle yapılırsa, zengin daha az zengin, yoksul daha yoksul olur.
Yoksullar zenginlerin varlığıyla yaşarlar; bu nedenle mülk kutsaldır. Ona dokunmakla
büyük bir yanlış yapmış olursunuz. Zenginlerden alsanız ne olacak, sayıları zaten
azdır. Ama tüm kaynakları kurutur ve ülkeyi yoksulluğa itersiniz. Oysa servetine
bakmadan her vatandaştan az bir miktar toplarsanız, kamu giderlerini rahatça
karşılayabilirsiniz. Böylece, insanların servetini soruşturmaya kalkmazsınız, çünkü
yurttaşlar bu tür bir çabayı ağır aşağılama olarak görürler. Herkesten az ve eşit
miktarda alırsanız, yoksullar de hoşnut olur, çünkü zenginlerin servetinden
yararlanmayı sürdürürler. Hem sonra, zenginliği nasıl ölçeceksiniz? Dün iki yüz
öküzüm vardı, bugün yüz oldu, yarın belki altmış olacak. Komşularımdan Clunic'in iki
öküzü var, ama cılız; oysa komşum Nicclu'nun iki öküzü de besili. Şimdi, Clunic ile
Nicclu'dan hangisi daha zengin? Servetin belirtileri aldatıcıdır. Oysa, gerçek olan şu ki,
herkes yiyip içiyor. İnsanlara, yiyip içtikleri oranında vergi koyun. Bu daha akıllıca ve
adil olur."
Morio konuşmasını bitirince meclisten bir alkış koptu.
"Bu konuşmanın tunç tabletlere kazınmasını öneriyorum," diye haykırdı keşiş Bulloch.
"Geleceği aydınlatan bir konuşmaydı; belki on beş yüzyıl boyunca kimse bundan daha
iyi konuşmayacaktır."
Büyüklerin alkışları sürüyordu ki Greatauk, elini kılıcının kabzasına koyarak, kısa bir
konuşma yaptı:
"Soylu olduğum için, ben katkıda bulunmayacağım; çünkü vergi vermeyi aşağılayıcı
buluyorum. Yalnızca alçaklar öder."
Bu görüş üzerine büyükler sessizce dağıldılar.
Böylece, Roma'da olduğu gibi, her beş yılda bir nüfus sayımı yapılır oldu. Bu sayede
nüfusun hızla arttığı gözlendi. Çocuk ölümlerinin yüksek olmasına, kıtlık ve vebanın
düzenli aralıklarla gelip köyleri boşaltmasına karşın, daha kalabalık yeni bir Penguen
kuşağı yoksulluklarıyla kamu varlığına katkıda bulunmayı sürdürüyordu.
IV
O çağda Alca Adası'nda bileği güçlü ve zekası parlak bir erkek Penguen yaşıyordu.
Adı Kraken olan bu adam Gölgeler Kıyısı denen ıssız bölgede yaşadığı için ada
yerlileri, yılanlar ve vaftizsiz ölen Penguenlerin ruhlarıyla karşılaşmaktan korktukları
bu tekinsiz bölgeye adım atmıyorlardı. Bir gören yoktu ama, söylenceye göre, Aziz
Mael'in duasıyla insana dönüşen Penguenlerden bazılarının vaftiz edilmediği için
fırtınalı havalarda ruhlarının geri gelip burada inlediklerine inanılıyordu. Kraken bu
ıssız bölgede, kıyıdaki kayalıklar arasında ve ulaşılması zor bir mağarada yaşıyordu.
Bu mağaraya ormanda çalılıklarla örtülü ve yüz ayak uzunluğunda bir yeraltı tüneliyle
ulaşılabiliyordu.
Bir akşam ıssız arazide yürümekte olan Kraken çok güzel bir dişi Penguenle karşılaştı.
Bu kız keşiş Magis'in ilk giydirdiği dişi Penguendi. Bu bakireye, pembe giysileriyle
herkesin gözlerini kamaştırdığı ilk günün anısına Pembekız adı verilmişti.
Kraken'i görünce kız bir çığlık attı ve kaçmaya davrandı. Fakat delikanlı onu arkasından
uçuşan eteğinden tutarak şöyle dedi:
"Bakire, bana adını, aileni ve nereli olduğunu söyle."
Pembekız ona korkuyla bakıyordu:
"Efendim," dedi, "bu gördüğüm siz misiniz, yoksa ilençli ruhunuz mudur?"
Kızın böyle sormasının nedeni, Gölgeler Kıyısında yaşamaya gittikten sonra
Kraken'den hiç haber alınmamış olmasıydı. Alca yerlileri onu ölmüş ve gecenin
şeytanları arasına karışmış biliyorlardı.
"Korkmayı bırak Alcalı kız," dedi Kraken. "Konuştuğun kişi başıboş bir ruh değil, güçlü
bir erkektir. Yakında daha büyük servete kavuşacağım."
Genç Pembekız sordu:
"Peki, bu serveti nasıl elde etmeyi düşünüyorsun, ey Kraken, basit Penguenoğlu."
"Aklımla," dedi Kraken.
"Biliyorum," dedi Pembekız, "aramızda yaşadığın günlerde avcılıkta ve balık tutmada
senin üstüne yoktu. Kimse senin gibi, balığı ağa düşüremez ve uçan kuşa ok
atamazdı."
"Bunlar bayağı ve sıkıntılı işlerdi, ey kız. Ben artık fazla yorulmadan zengin olmanın
yolunu buldum. Ama sen bana kim olduğunu söyle."
"Benim adım Pembekız."
"Akşamın bu saatinde evinden uzakta ne arıyorsun?"
"Kraken, bu Tanrı'nın isteğiyle oldu."
"Ne diyorsun, Pembekız?"
"Diyorum ki, Kraken, Tanrı beni senin yoluna çıkardı, nedenini ben de bilmiyorum."
Kraken düşünceli bir sessizlikle uzun süre kıza baktı. Sonra, yumuşak bir sesle şöyle
dedi:
"Pembekız, benim evime gel. Penguenler arasındaki en yiğit ve en akıllı adamın evine
çağırıyorum seni. Bana katılırsan, seni kendime eş yaparım."
Genç kız bakışlarını eğerek mırıldandı:
"Sizinle geliyorum, efendim."
Böylece güzel Pembekız yiğit Kraken'in eşi oldu. Bu birliktelik davullar ve fener
alaylarıyla kutsanmadı, çünkü Kraken Penguen halkı arasında görünmeyi sevmiyordu.
Derin mağarasında büyük planlar kuruyordu.
V
ALCA EJDERHASI
VI
VII
VIII
Pembekız kocasına aşıktı, ama tek sevdiği o değildi. Soluk gökyüzünde Venüs'ün
ışığının parladığı saatte Kraken köylere korku salmak üzere yola çıktığında, genç
kadın da Marcel adında genç ve güçlü bir çobanı görmeye gidiyordu . Güzel Pembekız
çobanın parfüm kokulu yatağını zevkle paylaşıyordu. Fakat, ondan gerçek kimliğini
saklamış, adının Brigide ve Dalgıç Körfezi'nde bir bahçıvanın kızı olduğunu söylemişti.
Çobanın kollarından zorla ayrılan kadın sisli çayırlar arasında Gölgeler Kıyısı'na
dönerken, yolda evine geç kalmış bir köylüye raslarsa, hemen geniş pelerinini kanat
gibi açıp haykırıyordu:
"Ey yolcu, bakışlarını indir, yoksa Tanrının bir meleğini gördüğün için kargışlanırsın!"
Korku içinde titreyen köylü hemen alnını toprağa değdiriyordu. Adada artık, geceleri
yollarda meleklerin gezdiği ve onları görenlerin hemen öldüğü söylentisi dolaşıyordu.
Kraken henüz Pembekız ile Marcel'in ilişkisini bilmiyordu, çünkü o bir yiğitti ve yiğitler
eşlerinin gizlerini asla araştırmazlar. Fakat, bu bilgisizliğine karşın Kraken bu ilişkiden
bir yarar sağlıyordu. Her gece eşini daha mutlu, daha gülümser bir güzellikte buluyor
ve yatağını saran kır çiçeklerinin kokusunu doya doya tadıyordu. Genç kadının
Kraken'e olan sevgisi asla üzüntü verici veya rahatsız edici değildi, çünkü bu sevgi
yalnızca onun üzerinde yoğunlaşmamıştı.
Üstelik Pembekız'ın bu zararsız kaçamakları bir ara yiğit Kraken'i büyük bir beladan
kurtarmakla kalmadı, onun servetini ve şanını daha da artırdı. Gece dönüşleri
sırasında Pembekız bir akşam, sığırlarını güden Belmontlu bir sığırtmacı görüp aşık
oldu ve çoban Marcel'i unuttu. Bu adam kamburdu, kulaklarının arkasından omuz
başları görünüyor, gövdesi çarpık bacakları üzerinde sallanıyor ve çalı gibi saçlarının
arasından bakan şaşı gözlerinde yabanıl bir bakış okunuyordu. Gırtlağından boğuk bir
sesle konuşuyor ve çatlak kahkahalar atıyordu. Her yanı sığır kokan bu adam
Pembekız'ın gözüne yakışıklı görünüyordu.
Bir sabah vakti, köydeki bir ağılda kambur sığırtmacın kollarında uyumakta olan
Pembekız birden kopan bir gürültüyle uyandı. Borular ötüyor, bağrışma ve koşuşmalar
işitiliyordu. Ağıl penceresinden bakınca pazar yerinde toplanmakta olan köylüleri
gördü. Genç bir rahip ortalarında bir taşın üzerine çıkıp şu sözleri söyledi:
"Ey Belmont yerlileri, saygıdeğer babamız Aziz Mael benim ağzımdan sizlere şunu
bildiriyor: Ejderhaya ne silah, ne de kol gücü yetebilir. Onu ancak bir bakire
altedecektir. Eğer aranızda tertemiz bir bakire varsa ayağa kalksın ve canavarın
üzerine gitsin. Onunla karşılaştığında kemerini boynuna dolarsa canavar artık bir kuzu
gibi olacaktır."
Genç rahip bu sözlerden sonra yine başlığını giyip Aziz Mael'in buyruğunu başka köylere
iletmek üzere uzaklaştı.
O gidedursun, Pembekız bir eli dizinde, öbürü çenesinde, duyduğu sözleri
düşünüyordu. Kraken'e karşı bir bakirenin gücünden çok silahlı güçten korkardı, ama
yine de Aziz Mael'in buyruğu onu rahatsız ediyordu. Aklına yol gösteren sağlam
içgüdüsü, artık Kraken'in ejderha olmayı güvenle sürdüremeyeceğini söylüyordu.
Kadın sığırtmaca döndü:
"Sevgilim, ejderha hakkında ne düşünüyorsun?"
Kambur başını salladı:
"Eski çağlarda ejderhaların dünyayı kasıp kavurduğu olmuştur; içlerinde dağ gibi
büyük olanları bile vardı. Fakat artık gelmiyorlar. Bana kalırsa bu bölgede ejderha
sanılan şey, güzel Pembekız'ı ve öteki çocukları gemileriyle kaçırmış olan korsanlar
veya bezirganlar olabilir. Eğer bu haydutlar sığırlarımdan birini çalmaya kalkarlarsa,
gücümle veya aklımla kendimi korumasını bilirim."
Sığırtmacın bu sözleri Pembekız'ın kuruntularına daha da artırdı ve kocasına
duyduğu sevginin ateşini canlandırdı.
IX
Günler geçti, fakat ejderhayla savaşmak isteyen hiçbir bakire çıkmadı. Bir gün, küçük
ahşap manastırın bahçesindeki incir ağacının gölgesinde, yanında Regimental adında
çok dindar bir keşişle oturmakta olan yaşlı Mael, nasıl olup da tüm Alca Adası'nda
canavarı altedecek bir bakire bulunmadığını endişe ve üzüntüyle aklından
geçiriyordu.
Yaşlı adam içini çekince Regimental da iç çekti. O sırada bahçeden geçen genç
Samuel'i gören Mael onu yanına çağırdı:
"Oğlum, çocuklarımıza, sürülerimize ve tarlalarımıza saldıran bu ejderhadan
kurtulmanın yolları üzerine yeniden düşündüm. Bu konuda, Aziz Riok ve Aziz Pol de
Leon'un ejderha öyküleri çok öğreticidir. Aziz Riok'un ejderhası altı kulaç boyundaydı,
kafası horoz ve kertenkele, gövdesi öküz ve yılan karışımıydı. Kral Bristocus
zamanında Elorn ırmağı kıyılarını talan ederdi. Aziz Riok daha iki yaşındayken,
ejderhanın boynuna ip bağlayıp denize götürdü ve kendini suda boğması için kandırdı.
Altmış ayak uzunluğunda olan Aziz Pol'un ejderhası da en az onun kadar korkunçtu.
Aziz Pol de Leon onu peleriniyle sarıp evcilleştirdi, temiz ve bakir genç bir derebeyinin
hizmetine verdi. Bu örnekler gösteriyor ki Tanrı'nın gözünde bir bakire kızla bakir bir
delikanlı aynı değerdedir. Tanrısal gökyüzü aralarında bir fark gözetmez. Öyleyse,
oğlum, dediklerime katılıyorsanız, benimle Gölgeler Kıyısı'na gelin. Ejderhanın
mağarasına varınca onu çağıralım, ben pelerinimi onun boynuna dolarım, siz de onu
denizde boğulmak üzere götürürsünüz."
Yaşlı adamın bu sözleri üzerine Samuel yanıt vermeden bakışlarını indirdi.
"Biraz kararsız görünüyorsunuz, oğlum" dedi Mael.
Peder Regimental'ın, sorulmadıkça konuşma alışkanlığı yoktu, ama bu kez söz aldı:
"Kim kararsız olmaz ki! Aziz Riok ejderhayı yendiğinde iki yaşındaydı, dokuz on yaşına
geldiğinde aynı güce sahip olacağını kim söyleyebilir? Ayrıca, aziz pederim, adaya
bela olan bu ejderhanın küçük Elo ve öbür beş çocuğu çoktan yemiş olabileceğini de
düşünün. Bence, on dokuz yaşındaki keşiş Samuel on iki on üç yaşlarındaki bu
çocuklardan daha temiz olabileceğini düşünmemekle doğru yapıyor."
"Heyhat," diye içini çekti Regimental, "bu dünyada her şey, doğadaki hayvanlar ve bitkiler
bize her gün cinsel gücün çekiciliğinden örnekler verirken, kim bakir ve iffetli
kalabildiğini ileri sürebilir? Hayvanlar doğalarının gerektirdiği ölçülerde çiftleşiyorlar,
fakat dört ayaklılar, kuşlar, balıklar ve sürüngenlerin cinsel görenekleri ağaçların
yanında yavan kalır. En basit bir kır çiçeği bile, dinsizlerin mitolojilerinde düşledikleri
türlü ahlaksızlıkları geride bırakabilir. Hele leylak ve güllerin yaptıkları zina ve
edepsizlikleri bilseniz, bu masum görünüşlü çiçekleri mihraplarınızdan uzak
tutardınız."
"Böyle konuşmayın, Regimental kardeş," dedi yaşlı Mael. "Doğa yasalarına uymak
zorunda olan hayvan ve bitkiler masumdurlar. Onların kurtarılacak bir ruhları yoktur,
oysa insan..."
"Haklısınız," dedi peder Regimental, "hele insan başlıbaşına bir olay. Fakat genç
Samuel'i ejderhaya göndermeyin, canavar onu hemen yer. Beş yaşından beri Samuel
artık masumluğuyla canavarları şaşırtacak durumda değil. Kuyrukluyıldız yılında bir
gün Şeytan, onu baştan çıkarmak için, yoluna bir sütçü kızı çıkardı. Kız bir su yatağını
geçmek için eteğini sıyırmıştı. Samuel zorlandı, ama çok şükür baştan çıkmadı.
Vazgeçmeyen Şeytan o gece düşünde Samuel'e bu kızın hayalini gönderdi. Canlısının
yapamadığını görüntüsü yaptı ve Samuel kendini bıraktı. Uyandığında çok ağladı,
ama pişmanlık ona masumluğunu geri vermezdi."
Bu sözleri dinleyen Samuel, gizinin nasıl öğrenildiğini anlayamadı, oysa Şeytan,
çoktandır peder Regimental kılığında, Alcalı keşişlerin yüreklerini bulandırmaktaydı.
Yaşlı Mael ise sıkıntı içinde inleyerek düşünüyordu:
"Kim bizi ejderhanın pençelerinden kurtarabilir? Soluğundan ve bakışından kim
koruyabilir?"
Bu arada Alca yerlileri biraz yüreklenmişlerdi. Dombes Vadisi çiftçileri ve Bouviers
sığırtmaçları, eğer canavarla karşılaşırlarsa, bir bakireden daha çok zorluk
çıkaracaklarını söylüyor ve "Hele ejderha bir gelsin!" diyerek pazularını
gösteriyorlardı. Birçok kadın ve erkek onu görmüştü. Biçimi ve yüzü konusunda pek
anlaşamıyorlardı, ama hepsi de onun göründüğü kadar iri olmadığı, ancak bir adam
boyunda olduğu konusunda birleşiyorlardı. Savunma planları yapılıyordu: Gün
batımında, köylerin girişlerine bekçiler konuyor, yaba ve tırmıklarla donatılmış
adamlar ağılları ve kümesleri bekliyordu. Hatta bir keresinde Anis köyünde yürekli
birkaç çiftçi onu Morio'nun bahçe duvarından atlarken yakaladılar. Yaba ve tırmıklarla
üzerine saldırdılar. İçlerinden en yiğiti onu tırmığıyla yaraladı, ancak ayağı kayıp
düşünce peşini bıraktı. Ötekiler, canavarın bıraktığı tavuk ve tavşanları toplamak için
geride kalmasalardı, belki de onu yakalarlardı.
Bu çiftçiler köyün büyüklerine, canavarın boy ve biçim olarak insana benzediğini, ancak
kafa ve kuyruğunun çok farklı ve korkunç olduğunu anlattılar.
Bir gün Kraken mağarasına her zamankinden erken döndü. Üstüne iki öküz boynuzu ve
yaban domuzu dişleri geçirilmiş ve deniz danası derisinden yapılmış olan başlığını
çıkardı. Yırtıcı kuş pençelerini taktığı eldivenlerini masanın üzerine attı. Yılan gibi uzun
yeşil bir kuyruk bağladığı kemerini de çıkardı. Sonra, hizmetçi çocuk Elo'ya çıkarması
için çizmelerini uzattı. Çocuk işini çabuk göremeyince arkasına bir tekme atıp kovdu.
Yün örnekte olan Pembekız'a bakmadan, ocakta pişmekte olan koyun budunun önüne
çömeldi ve dişlerini gıcırdattı:
"Adi Penguenler! Ejderhalık yapmak ne kadar zor sanatmış!"
"Efendim ne buyuruyor?" diye sordu güzel Pembekız.
"Artık kimse benden korkmuyor," diye sürdürdü Kraken. "Eskiden daha ben
yaklaşırken kaçarlardı. Torbama tavuk ve tavşanları doldurur, inek ve öküzleri önüme
katıp geçerdim. Şimdi bu uğursuzlar gece uyumuyor, bekçilik yapıyorlar. Bu gece Anis
köyünde beni tırmık ve sopalarla kovaladılar, tavuk ve tavşanları bıraktım, kuyruğumu
toplayıp kaçmak zorunda kaldım. Sorarım size, kuyruğu elinde kaçmak bir ejderhaya
yakışacak iş midir? Üstümdeki pençeler, tırnaklar ve kabuklara karşın bana saldırdılar,
içlerinden biri elindeki tırmığı kıçımın sol yanına batırdı."
Bunu söylerken acımakta olan yeri eliyle ovuşturuyordu.
Bir süre daha söylenip durdu:
"Aptal bu Penguenler, yahu! Bu gerizekalıların yüzüne alev üflemekten bıktım Pembekız,
beni işitiyor musun?"
Böyle söylendikten sonra, korkutucu başlığı eline alıp uzun süre sessizce oyalandı. Sonra,
kararlı bir sesle şöyle dedi:
"Bu başlığı kendi ellerimle deniz danası derisinden yaptım, ona balık kafası biçimi
verdim. Daha korkutucu olması için öküz boynuzları ve yaban domuzu dişleri taktım.
Gece yarısı bunu başıma geçirdiğimde, bu adada hiç kimse karşımda duramazdı. Ben
yaklaşırken kadın, çocuk, genç veya yaşlı demeden herkes korku içinde kaçardı.
Penguen soyuna korku saldım. Bu saygısız halk nasıl oluyor da başlangıçtaki
korkusunu bir yana atıp bu korkunç surata bakmaya cesaret edebiliyor?"
Başlığını yere fırlatıp attı:
"Yok ol, kalleş kafa! Armor'un tüm şeytanları adına, bir daha seni kafama
takmayacağıma ant içerim!"
Bu andı içtikten sonra başlığı, eldivenleri, çizmeleri ve yeşil kuyruğu tekmelemeye
başladı.
"Kraken," dedi güzel Pembekız, "şan ve servetinizi kurtarmanız için eşinizin
kurnazlığıyla size yardım etmesine izin verir misin? Bir kadının yardımını
küçümsemeyin. Buna gereksinmeniz var sanıyorum, çünkü tüm erkekler aptaldır."
"Kadın," dedi Kraken, "niyetin nedir?"
Güzel Pembekız ona keşişlerin köyleri dolaşıp ejderhadan kurtulmanın yolunu nasıl
öğrettiklerini anlattı. Buna göre, bir bakire canavarın boynuna kemerini dolarsa onu
bir köpek gibi uysal yapabilecekti.
"Peki," diye sordu Kraken, "keşişlerin böyle söylediğini sen nerede biliyorsun?"
"Hayatım, şey..., böyle saçma sorularla önemli bir konuyu kesmeyin," dedi Pembekız.
"Keşişler 'Alca'da temiz bir bakire varsa ortaya çıksın!' diye ilan ediyorlar. Düşündüm
de, Kraken, ben bu çağrıya yanıt vereceğim. Aziz Mael'e gidip şöyle diyeceğim:
'Ejderhayı yenmek için Tanrının gönderdiği bakire benim.'"
Bu sözler üzerine Kraken kızdı:
"Sen nasıl temiz bir bakire olursun? Ayrıca, neden beni altetmek istiyorsun? Aklını mı
kaçırdın, Pembekız? Şunu bil ki sana yenilmem!"
"Kızmadan önce, anlamayı deneyemez misiniz?" diye içini çekti Pembekız.
Sonra, kocasını, aşağı gören bir sabırla planını anlattı.
Yiğit onu sessizce dinledi, sonunda şöyle dedi:
"Pembekız, eşsiz bir planın var. Eğer bu gerekleşirse büyük çıkarımız olacak. Peki
ama, sen nasıl Tanrının gönderdiği bakire olacaksın?"
"Bunu dert etme," dedi Pembekız. "Haydi, artık yatalım."
Ertesi sabah, hayvan yağı kokan mağarada Kraken kamışlardan bir iskelet hazırladı,
korkutucu bir görüntü vermek için üzerini değişik hayvan derileriyle kapladı.
Pembekız bu iskeletin bir ucuna Kraken'in başlığını, öbür ucuna da yeşil kuyruğunu
taktı. Bitirdikleri zaman, Elo ve öteki beş çocuğa bu iskeletin içine girmelerini
söylediler. Çocuklar içerden bu ejderhayı yürütecek, kafasının içinde barut tozu yakıp
dışarıya alev ve duman üfleyeceklerdi.
XI
Pembekız üstüne kaba kumaştan bir giysi geçirip beline bir urgan doladı ve
manastıra gidip Aziz Mael'le görüşmek istediğini bildirdi. Kadınların manastıra girmesi
yasak olduğundan, yaşlı aziz dışarı geldi. Bir eli asasında, öteki eli en genç
çömezlerinden biri olan keşiş Samuel'in omzundaydı.
Mael sordu:
"Kadın, kimsin?"
"Ben bakire Pembekız'ım."
Bu yanıt üzerine Mael titreyen kollarını göğe kaldırıp şükretti.
"Doğru mu söylersin, kadın? Pembekız'ı ejderhanın yediği söylenirdi, ama karşımda
Pembekız'ı görüyor ve sesini işitiyorum. Ey kızım, belki de canavarın karnında
yaratıcıya duanı eksik etmedin, o da seni sağ esen bıraktı, değil mi? Bu bana akla
uygun geliyor."
"Yanılmıyorsunuz, pederim," dedi Pembekız, "aynen öyle oldu. Hayvanın karnından
çıkınca Gölgeler Kıyısı'nda bir manastıra sığındım. Orada yalnız başıma oruç tutup
dua ederek yaşıyordum. Sonra, göklerden bir haberci bana ejderhayı bir bakirenin
yenebileceğini, bu bakirenin de ben olduğumu bildirdi."
"Sana esin geldiğini nasıl kanıtlayabilirsin?" diye sordu Mael.
"Kanıtı benim işte," dedi Pembekız.
"Vücutlarına mühür koyanların gücünü bilmiyor değilim," dedi Penguenlerin havarisi.
"Fakat, gerçekten söylediğin gibi misin?"
"Bunu, etkisini görünce anlarsınız" diye karşılık verdi Pembekız.
Keşiş Regimental yaklaşıp söze karıştı:
"En iyi kanıt budur," dedi. "Sultan Süleyman şöyle demişti: 'Üç şeyin izini bilmek, zor,
dördüncüyü bilmek olanaksızdır. Bunlar, yılanın taş üzerindeki, kuşun havadaki,
geminin denizdeki ve erkeğin kadındaki izidir.' Bu konuda uzman olduklarını söyleyen
ebe kadınlara katılmıyorum. Pederim, bana inanıyorsanız, dindar Pembekız için onlara
başvurmazsınız. Hem onlar görüşlerini bildirseler de, fazla bir bilgi edinmiş
olmayacaksınız. Bakirliği kanıtlamak onu korumaktan çok daha zordur. Plinus bize
tarih kitabında bu tür işaretlerin belirleyici olmaktan uzak ve asılsız olduğunu
söylüyor. (4) Vücudunda kırk türlü şehvetin izini taşıyan bir kadın meleklerin gözünde
temiz olabildiği gibi, ebelerin yaprak yaprak inceleyip temiz dedikleri başka biri bu
görünüşünü tıbbın inceliklerine borçlu olabilir. Şu gördüğünüz kızın bakire olduğuna
inanmasam, elimi ateşe sokardım."
Keşiş böyle rahat konuşabiliyordu çünkü Şeytandı. Bunu bilmeyen yaşlı Mael
Pembekız'a sordu:
"Kızım, sizi yiyecek kadar vahşi olan bu hayvanı nasıl altedebileceksiniz?"
Bakire yanıt verdi:
"Yarın, ey Mael, gün doğarken halkını Gölgeler Kıyısı'na uzanan düzlükteki kayaların
önüne toplayacaksın. Yalnız dikkat et, kimse kayalıklara yaklaşmasın, yoksa canavarın
ateşten soluğuyla yanarlar. Ejderha kayalıklardan çıktığında boynuna kemerimi
bağlarım ve onu uysal bir köpek gibi getiririm."
"Yanında yiğit bir adam da bulunsa ve sen bağladıktan sonra onu öldürse daha iyi
olmaz mı?" diye sordu Mael.
"Doğru söyledin, ey aziz: Ejderhayı Kraken'e götürürüm, o da çelik kılıcıyla onun
boğazını keser. Şunu bilin ki öldüğünü sandığınız soylu Kraken yaşıyor ve ejderhayı
öldürmek için Penguenlerin arasına dönecektir. Canavarın yediği çocuklar da onun
karnından çıkacaklar."
"Ey bakire," diye haykırdı Mael, "bu söylediklerin insan gücünü aşıyor, sanki bir tansık."
"Tam üstüne bastın," diye yanıt verdi Pembekız. "Ey Mael, bana gelen tanrısal esinde,
onları kurtardığı için Penguen halkının Kraken'e her yıl üç yüz tavuk, on iki koyun, iki
sığır, üç domuz, 1800 teneke buğday ve mevsim sebzeleri vermeleri buyuruldu.
Ayrıca, canavarın karnından çıkacak çocukların da yaşamı boyunca Kraken'in
hizmetine verilmesi öngörüldü.
Eğer Penguen halkı bu buyrukları yerine getirmezse, çok geçmeden adaya daha
tehlikeli yeni bir ejderha gelecektir. Benden söylemesi."
XII
Penguen halkı yaşlı Mael'in çağrısıyla Gölgeler Kıyısı'nda toplandı. Gece boyunca
kayalıkların önünde, aziz adamın çektiği çizginin berisinde canavarın soluğundan
korunmuş olarak beklediler.
Gecenin örtüsü toprağın üzerinden henüz kalkmamıştı ki, boğuk bir haykırışla birlikte
kayaların arasından ejderhanın pek seçilemeyen görüntüsü belirdi. Bir yılan gibi
kıvrılarak ilerleyen gövdesi onbeş ayak boyundaydı. Onu gören kalabalık büyük
korkuyla geri kaçtı. Sonra, bütün bakışlar Pembekız'ın üzerine çevrildi. Genç kadın
beyaz giysileriyle şafakta pembe bir görüntü alan süpürge otlarının üzerinde ilerledi.
Çevik fakat kibar adımlarla yaratığın üstüne yürüyünce hayvan alevler içindeki ağzını
açıp acıyla böğürdü. Penguenlerin arasından dayanılmaz bir korku ve acıma çığlığı
yükseldi. Fakat bakire kız belindeki kenevir kuşağı çıkarıp ejderhanın boynuna geçirdi
ve seyircilerin alkışları arasında, uslu bir köpek gibi yedeğine alıp yürüdü.
Düzlükte epey yol almıştı ki Kraken parlak kılıcıyla ortaya çıktı. Onun öldüğünü sanan
halk şaşkınlık ve sevinç çığlıkları attı. Kahramanımız hayvanın üzerine atılıp devirdi ve
kılıcıyla karnını deşti. Hayvanın karnından gömlekli, saçları bukleli ve elele tutuşmuş
çocuklar çıktı. Bunlar, ejderhanın yediği Küçük Elo ve öteki çocuklardı.
Çocuklar hemen bakire Pembekız'ın ayaklarına kapandılar, kadın onları kucaklarken
kulaklarına şöyle fısıldıyordu:
"Şimdi köylerinize vardığınızda şöyle deyin: 'Bizler ejderhanın yuttuğu zavallı
çocuklarız, onun karnından sırtımızda gömlekle çıktık.' Köylüler size ne dilerseniz
fazlasıyla vereceklerdir. Ama, başka türlü konuşursanız, size güler ve kıçınıza tekme
atarlar. Haydi bakalım!"
Ejderhanın karnının yarıldığını gören birçok Penguen, kimi öfke ve öç alma isteğiyle,
kimi de ejderhanın kafatasının içinde olduğu söylenen drakonit adındaki sihirli taşı
alabilmek amacıyla ileri fırladılar. Anneler de dirilen çocuklarına sarılmak için
koşuyorlardı. Fakat Aziz Mael onları durdurdu, çünkü henüz ölmemiş bir ejderhaya
yaklaşabilecek kadar masum değillerdi.
Az sonra küçük Elo ve öbür beş çocuk halkın yanına gelip şöyle dediler:
"Bizler ejderhanın yuttuğu zavallı çocuklarız, onun karnından sırtımızda gömlekle
çıktık."
Bu sözleri duyan herkes onları kucaklarken şöyle diyorlardı:
"Kutsal çocuklar, size her dilediğinizi fazlasıyla vereceğiz."
Coşku içindeki halk ilahiler söyleyerek dağıldı.
Tanrı'nın halkı böyle bir afetten kurtardığı bu günün anısına köylerde her yıl törenler
düzenlenir oldu; bu törenlerde zincirli bir ejderha maketi gezdirilirdi.
Kendisine söz verilen haracı alan Kraken zamanla Penguenlerin en zengin ve güçlüsü
oldu. Zaferinin işareti olarak ve halka ufak da olsa bir korku vermek için başında bir
ejderha başlığıyla yaşadı. Halka şöyle diyordu:
"Canavar öldü, şimdi ejderha benim."
Pembekız yıllarca cömert kollarını sığırtmaç ve çobanların boynundan eksik etmedi.
Güzelliği geçip gittikten sonra, kendini Tanrı'ya adadı.
Tüm halkın saygısını kazanmıştı, öldükten sonra azizelik katına erişti ve
Penguenistan'ın koruyucu azizesi oldu.
Kraken geriye bir erkek çocuk bıraktı, babası gibi başında ejderha başlığıyla dolaştığı için
ona Draco lakabı verildi. Draco Penguenistan'da ilk krallık hanedanını kurdu.
ÜÇÜNCÜ KİTAP
ORTAÇAĞ VE RÖNESANS
II
BÜYÜK DRACO
AZİZE PEMBEKIZ'IN KUTSAL EMANETLERİ
Dindar Brian'ın doğrudan gelen soyu 900 yıllarında Kısa-Burun Collic ile tükendi.
Yerine, kuzenlerinden biri olan Görkemli Bosco geçti ve tahtını güvenceye almak için
tüm akrabalarını öldürttü. Onun soyundan üç büyük kral yetişti.
Bunlardan birincisi Büyük Draco savaş adamı olarak ün yaptı. Herkesten fazla yenilgi
almakla ünlüdür. Büyük komutanlar yenilgilerinin düzenli oluşundan belli olurlar. Daha
yirmi yaşındayken yüz bin kadar köy, bucak, kasaba, kent ve üniversite yaktı. Yakma
eylemini düşman topraklarında olduğu gibi, ayırt etmeden kendi ülkesinde de
sürdürdü. Bu davranışı açıklamak için şöyle derdi:
"Yangınsız bir savaş hardalsız bir sosise benzer, tadı olmaz."
Adaleti katıydı. Rehin aldığı köylüler fidye ödeyemedikleri zaman onları bir ağaca asar,
kazara köylünün karısı gelip bağışlaması için yalvarırsa, kadını da saçlarından atının
kuyruğuna bağlayıp süründürürdü. Bir asker gibi sade yaşadı. Onun zamanında
hanedanın ünü azalmadığı gibi, yenilgilerde bile Penguenistan'ın onurunu yukarda
tuttu.
Büyük Draco zamanında Azize Pembekız'ın kutsal emanetleri Alca adasına getirildi.
Azizenin cenazesi Gölgeler Kıyısı'nda çiçek kokulu bir mağaraya gömülmüştü. Mezarını
ilk ziyaret eden hacılar komşu köylerdeki genç erkek ve kızlar oldu. Genellikle, çiftler
halinde akşamları gelirlerdi, sanki dindar duyguları karanlıkta ve gözden ırakta
depreşiyordu. Gençler azizeye duydukları istek dolu bağlılığı pek ortalığa yaymaz, bu
kutsal yerde edindikleri izlenimleri uluorta konuşmayı sevmezlerdi; yalnızca kendi
aralarında fısıltılarla Azize Pembekız'ın mağarasında nasıl bir aşk ve huşu
yaşadıklarını konuşurlardı. Kimi orada dünyayı unuttuğunu, kimi de mağaradan dingin
ve yatışmış olarak çıktığını söyler, özellikle genç kızlar içlerine nasıl bir zevk
dolduğunu anlatırlardı.
İşte, Alcalı bakirenin sonsuzluğa kavuştuktan sonra dağıttığı harikalar böyleydi; bu
nimetler doğan güneşin sıcak dalgaları gibiydi. Mağaranın gizemi hoş bir koku gibi,
kısa sürede çevreye yayıldı; iyi insanlar için şifa ve örnek oldu; kötüler yalan ve
karaçalmayla insanları azizenin mezarından çıkan kaynaktan uzaklaştırmak istediler
ama başaramadılar. Kilise bu şifanın yalnızca çevredeki gençlerle sınırlı kalmaması
için önlem aldı. Mağara çevresine yerleşen din adamları burada bir manastır ve kıyıda
bir otel kurdular. Böylece hacıların akını başladı.
Sanki gökyüzünde kalışı uzadıkça Azize Pembekız, mezarını ziyarete gelenlere daha
büyük şifalar dağıtır oldu; kısır kadınları döllendiriyor, genç karılarından kuşkulanan
yaşlı kocalara yatıştırıcı düşler gönderiyor; kıtlık, veba ve Kapadokya ejderhalarını
ülkeden uzak tutuyordu.
Ancak, Kral Collic ve ardılları döneminde ülkedeki karışıklıklar sırasında Azize
Pembekız'ın mezarı yıkıldı, manastır yakıldı ve din adamları dağıldı; inançlı hacıların
ayak izlerinin oluşturduğu toprak yolda hasırotu, süpürge otu ve deve dikenleri bitti.
Bir yüzyıl boyunca şifalı mezarın ziyaretçileri yılanlar, sansarlar ve yarasalar oldu.
Sonra bir gün Azize'nin görüntüsü, yakın köylerin birinden Momordic adında bir
köylünün önüne çıktı:
"Ben Azize Pembekızım," dedi; "tapınağımı yeniden kurmak için seni seçtim. Bu
yöredeki tüm insanlara haber ver, benim adıma ve mezarıma saygı göstermez veya
adak göndermezlerse, Penguenistan'a yeni bir ejderha saldırtırım."
En bilgili din adamları bu görünüşü araştırıp, Şeytanın işi değil gerçek olduğunu
saptadılar. Daha sonraki çağlarda, Fransa'da Azize Foy ve Azize Catherine de aynı
biçimde ortaya çıkmış ve benzer şeyleri söylemişti.
Manastır restore edildi ve hacılar yeniden sökün ettiler. Azize Pembekız giderek daha
büyük tansıklar yaratıyordu. Düztabanlık, inme ve karın şişmesi gibi en kötü
hastalıkları iyi ediyordu. Mezarın bakıcıları olan keşişler giderek kıskanılan bir
gönence kavuşmuşlardı ki, bu kez Azize Kral Draco'ya göründü. Ona krallığının
gökyüzündeki koruyucu meleği olduğunu bildirdi ve kutsal cesedinin kalıntılarını Alca
Katedrali'ne taşıtmasını buyurdu.
Böylece bakirenin pek kokulu kalıntıları büyük bir ayinle başkent kilisesine götürüldü,
altın ve sedef kaplı bir sandığın içinde sergilendi.
Kilise görevlileri Azize Pembekız'ın aracılığıyla gerçekleştirilen tansıkların defterini
düzenli olarak tuttular.
Hıristiyan dinini her zaman savunmak ve yüceltmekten geri kalmamış olan Büyük
Draco dindar bir kral olarak öldüğünde kiliseye büyük bir servet bıraktı.
III
KRALİÇE CRUCHA
Büyük Draco'nun ölümü büyük yıkımların başlangıcı oldu. Bazılarına göre bunun nedeni
ardından gelen kralların zayıf oluşuydu. Gerçekten de, sonraki krallar bu yiğit
atalarına layık olamadılar.
Oğlu Chum topaldı, Penguenistan topraklarını genişletmesini bilemedi. Onun oğlu,
Bolo, dokuz yaşında tahta çıkmaya hazırlanırken saray korumanları tarafından
öldürüldü. Kardeşi Gun onun yerine geçtiğinde yedi yaşındaydı ve yönetimi annesi
Crucha ele aldı.
Kraliçe Crucha güzel, akıllı ve bilgili bir kadındı; fakat duygularına söz geçirmeyi
bilmiyordu.
Saygıdeğer Talpa anılarında bu ünlü kadından şu şöyle söz ediyordu:
"Kraliçe Crucha, yüzünün güzelliği ve endamının uzunluğuyla ne Babilli Semiramis, en
Amazon Kraliçesi Penthesilee ve ne de Herodias'ın kızı Salome'den aşağı kalır değildi.
Fakat vücudunda, insanların değişken görüşlerine göre, güzel veya çirkin
denilebilecek özellikleri vardı. Alnının iki yanında boynuzları vardı ve bunları gür
saçları altında saklardı; bir gözü mavi, öbürü siyahtı; Makedonyalı İskender gibi boynu
sola doğru çarpıktı. Sağ elinde altı parmak ve göbeğinin altında küçük bir ben vardı.
Yürüyüşü görkemli ve alımlıydı. Harcamalarına dikkat ederdi, ama isteklerini aklıyla
denetleyemezdi.
Birgün, saray ahırlarında çalışan yakışıklı, genç bir seyis görünce bir anda aşık oldu ve
orduların komutanlığını bu delikanlıya verdi. Bu büyük kraliçenin başka bir güzel yanı
da kilise ve manastırlara, özellikle Tanrı'nın izniyle on dört yıldır görev yaptığım
Beargarden Kilisesi'ne yaptığı bağışların bolluğuydu. Ruhunu bağışlatmak için o kadar
sık ayin yaptırırdı ki krallıktaki tüm kiliselerde yanan mumlar gökyüzünün bereketini
şevketli Crucha'nın üzerine yağdırırdı."
Bu satırlara ve yaptığım öteki alıntılara bakıldığında, Saygıdeğer Talpa'nın Gesta
Pinguinorum adlı yapıtının yazınsal ve tarihsel değeri kolayca anlaşılabilir. Ne yazık ki
bu anılar, Zayıf Gun'un ardılı Sade Draco'nun saltanatının üçüncü yılında kesiliyor.
Yapıtımın bu bölümüne geldiğimde, böyle latif ve güvenilir bir kaynağın yokluğuna
yazıklanıyorum.
Bundan sonra gelen iki yüzyıl boyunca Penguenler kanlı bir anarşiye sürüklendiler. Tüm
sanatları yok oldu. Genel bilgisizliğin ortasında, kiliselerine kapanan din adamları
kendilerini öğrenime verdiler ve büyük bir çabayla Kutsal Yazıtları kopya etmeyi
sürdürdüler. Parşömen kâğıdı az bulunduğu için, elyazma eski kitapları kazıyıp kutsal
sözleri bunların üzerine yazıyorlardı. Böylece, Penguen topraklarında İncillerin bir gül
ağacının filizleri gibi bollaştığı görüldü.
Aziz Benoit tarikatından Penguen Ermold adında bir keşiş dört bin elyazması kitabı tek
başına silerek Aziz Jean incilini dört bin kez yazmayı başardı. Bu sayede eski çağların
şiir ve konuşma başyapıtlarının büyük çoğunluğu yok oldu. Tarihçilerin düşündeş
olduğu bir kanıya göre, Ortaçağ'da yazın ve kültürün sığınağı Penguen
manastırlarıydı.
Penguenler ile Foklar arasındaki Yüzyıl Savaşları yine bu çağın sonlarına raslar. Bu
savaşların gerçek nedenlerini bilmek zordur; kaynak eksik olduğu için değil, tersine
çok olduğu için. Fok tarihçilerin savları her bakımdan Penguen tarihçilerinkiyle
çelişiyor. Üstelik, Penguen tarihçilerin kendi aralarında da çelişkiler var, tıpkı fok
tarihçileri arasında olduğu gibi. Birbiriyle uyuşan iki tarihçi buldum, ama biri
ötekinden kopya etmiş. Ama bir şey kesin: toplu kıyımlar, yakıp yıkmalar, ırza
geçmeler ve yağmalar hiç aralıksız sürdürülmüş.
Karayazılı kral IX. Bosco zamanında bir ara krallığın sonu gelmiş gibiydi. Altı yüz
büyük gemiden oluşan bir Fok filosunun Alca önlerinde göründüğü haber alınınca,
başpiskopos bir geçit ayini yapılmasını buyurdu. Rahipler kurulu, seçilmiş yargıçlar,
parlamento üyeleri ve üniversite öğretim üyeleri kiliseye gelip Azize Pembekız'ın
sandığını aldılar, halkı da peşlerine katıp ilahiler söyleyerek kent içinde dolaştırdılar.
Ancak, Penguenistan'ın koruyucu meleğini yardıma çağırmak boşunaydı; Foklar kenti
hem karadan, hem de denizden kuşattılar ve sonra ani bir saldırıyla ele geçirdiler. Üç
gün üç gece boyunca, alışkanlığın verdiği bir aldırmazlıkla öldürdüler, yağmaladılar,
ırza geçtiler ve her yeri ateşe verdiler.
Bu uzun karanlık çağ boyunca Penguenistan'da din duygusunun hiç bozulmadan
kaldığını hayranlıkla izliyoruz. Sufilerin ayartamadığı ruhlarda gerçeğin görkemi
gözleri kamaştırıyordu. İnançların topluca gelişmesi böyle açıklanabilir. Ayrıca, kilise
inançlıların bu mutlu birliğini sürdürmek için pratik bir yol bulmuştu: Farklı düşünen
bir Penguen olursa hemen ateşte yakılıyordu.
IV
Kral Gun zamanında, Beargarden Manastırı'na on bir yaşında girmiş ve bir daha ömrü
boyunca oradan dışarı adım atmamış olan rahip Johannes Talpa on iki ciltlik ve
Latince yazılmış De Gestis Pinguinorum adlı ünlü yapıtını yayınladı.
Beargarden Manastırı'nın duvarları yalçın bir dağın tepesinde kurulmuştu. Çevrede
başı bulutlarla kaplı tepelerden başka bir şey görülmezdi.
Johannes Talpa De Gestis Pinguinorum kitabını yazmaya başladığında çoktan
yaşlanmıştı. İyi yürekli rahip bu konuda bizi kitabında uyarıyor: "Başımda çoktan beri
sarı saç kalmadı, kafatasım bayan Penguenlerin özenle kullanır olduğu tümsek
aynalara benzemeye başladı. Zaten kısa olan boyum artık kambur olup daha da
ufaldı. Beyaz sakalım yalnızca göğsümü sıcak tutmaya yarıyor."
Talpa hoş ve saf bir deyişle yaşamından bazı kesitler ve özyapısından ipuçları veriyor.
"Soylu bir ailenin daha doğuştan din yoluna adanmış bir çocuğu olarak doğdum, bana
dilbilgisi ve müzik öğretildi. Adı Amicus olan, fakat gerçekte Inimicus (6) olması
gereken disiplinli bir hocadan okumayı öğrendim. Harfleri doğru okuyamadığım
zaman elindeki sopayı öyle şiddetle kullanırdı ki, abeceyi kızıl harflerle kaba etlerime
yazmıştır diyebilirim."
Sonra, Talpa şehvete olan doğal eğiliminden söz ediyor. İşte bazı çarpıcı satırlar:
"Gençliğimde uyanan istekler o kadar şiddetliydi ki ormanın içindeki serin havada bile
kazanda boğuluyor gibi olurdum. Kadınlardan kaçıyordum, ama boşuna! Çünkü en
basit bir çıngırak veya şişenin biçimi bana hemen onları anımsatıyordu."
O anılarını yazarken, ülkede hem iç, hem de dış savaş yaşanıyordu. Manastırı Foklara
karşı korumak üzere gelen Crucha'nın askerleri o bölgeye iyice yerleştiler, düşmanı
gözlemek için duvarlarda delikler açtılar, sapan mermisi yapmak için çatıdaki
kurşunları erittiler. Geceleri manastır avlusunda ateş yakıp, çam dallarından
yonttukları şişlerde koca sığırları çevirme yapıyorlardı. Sonra da, ateşin çevresinde
yağ ve reçine kokan ağır bir havada oturup fıçılar dolusu şarabı deviriyorlardı.
Şarkıları, sövgüleri, bağırtıları arasında sabah çanlarının sesi duyulmaz oluyordu.
Sonunda, Foklar yalçın uçurumları aşıp manastırı kuşattılar. Bunlar kuzeyden gelen
bakır zırhlı, bakır silahlı savaşçılardı. Kayalık yamaçlara yüz elli kulaç uzunluğunda
merdivenler dayıyorlar, bazı geceler fırtınada, bu merdivenler üzerlerindeki insan ve
bakır yükünü çekemeyip kayınca, Foklar salkım gibi uçuruma yuvarlanıp
kayboluyorlardı. Karanlığın içinden dalga dalga yükselen çığlıklar arasında saldırı
yeniden başlıyordu. Penguenler duvarın üzerinden boşalttıkları kızgın ziftle
saldırganları çıra gibi yakıyorlardı. Foklar altmış kez saldırıp altmış kez geri
püskürtüldüler.
Manastır kuşatması onuncu ayına girmişti ki, kutsal Epifanya günü vadide buldukları
bir çoban onlara gizli bir patikanın yerini gösterdi. Bu patikadan dağa tırmanıp
manastırın mahzenlerine ulaştılar, dehliz ve mutfaklardan geçip tapınağa, kitaplığa,
çile odalarına, çamaşırhane, yemekhane ve yatakhanelere girdiler. Yapıları ateşe
verdiler, yağmaladılar, yaşına ve cinsiyetine bakmadan gördükleri tüm Penguenleri
kılıçtan geçirdiler. Neye uğradıklarını şaşıran Penguenler silahlarına davrandılar; onlar
karanlıkta şaşkınlıkla birbirlerine saldırırken, Foklar aralarında talan kavgası
yapıyorlardı; kutsal vazolar, buhurdanlıklar, şamdanlar, yaldızlı kaftanlar, sandıklar,
altın haçlar ve mücevherler balta darbeleri arasında paylaşılıyordu.
Havada genizleri yakan bir yanmış et kokusu vardı; ölenlerin çığlıkları alevler ve çöken
çatılar arasından yükselirken, yüzlerce keşiş, çil yavrusu gibi kaçışıyor ve uçurumdan
aşağı vadiye uçuyorlardı. Oysa bu sırada, Johannes Talpa kitabını yazıyordu.
Crucha'nın askerleri hemen kaçmış, üstelik Fokları yanan yapıların içinde tutmak için
manastırın tüm çıkışlarını kayalarla örtmüşlerdi. Ayrıca, çam ağaçlarının gövdelerini
koçbaşı gibi kullanıp manastır duvarlarını içerdekilerin üzerine yıkmak için
yükleniyorlardı. Ateş içindeki kalaslar büyük bir gürültüyle çöküyor, altı yüz askerin
birlikte yüklendiği koçbaşı darbeleri altında duvarlar devriliyordu. Sonunda, zengin ve
berkitilmiş manastırdan Johannes Talpa'nın odasının dışında ayakta bir şey kalmadı.
Yaşlı tarihçi hâlâ yazmayı sürdürüyordu.
Bu kadar yüksek bir görev bilincinin, çağının olaylarını aktarmaya çalışan bir tarihçi için
aşırı olduğu düşünülebilir. İnsan ne kadar dalgın ve aldırmaz olursa olsun, çevresinde
olup bitenlerin etkilerini duyumsar. Ben Johannes Talpa'nın ulusal kitaplıktaki özgün
elyazmasını inceledim. El yazısı aşırı derecede okunaksız, satırlar düz bir çizgi
izleyecekleri yerde her yöne kaçıyor, birbirlerine çarpıp karışıyorlar. Harfler o kadar
kötü yazılmış ki onları yalnızca birbirinden değil, kâğıt üzerindeki mürekkep
lekelerinden bile ayırt edebilmek olanaksız. Bu paha biçilmez sayfalar yazıldıkları anın
dehşetini böyle yansıtıyorlar. Onları okuyabilmek çok zor. Buna karşın, Beargardenli
yaşlı rahibin deyişi hiçbir duygu izi taşımıyor. De Gestis Pinguinorum'un deyişi yalın,
ciddi ve bazen kuruluğa varacak kadar ayrıntılı. Yazar pek ender düşüncesini belirtmiş
olmakla birlikte, bunlar çoğu kez doğru.
Penguen eleştirmenlere göre, Penguen sanatı daha başlangıcında güçlü ve hoş bir
özgünlük taşımakta, ilk yapıtların zarafeti ve zeka özellikleri başka hiçbir ekolde
bulunmamaktadır. Öte yandan, Fok eleştirmenlerse Penguen ressamların hep Fok
ustalar tarafından eğitilip geliştirildiklerini ileri sürerler. Bu konuda karar vermek
zordur, çünkü Penguen ulusu kendi ilkel ressamlarının yapıtlarını incelemeye fırsat
bulamadan çok önce, hepsini yok etmiştir.
Bu kayba ne kadar üzülsek yeridir. Ben kendi hesabıma, eski Penguen tarihine ve ilkellere
hayran biri olarak, çok hayıflanıyorum.
Bu yapıtlar pek hoşturlar. Hepsi de birbirine benzer demek istemiyorum, bu doğru
olmaz; fakat tüm ekollerde görülen ortak yönleri, oturtmuş oldukları ve hiç
vazgeçemedikleri bazı teknikleri vardır. Penguen ilkel ressamları hakkında bir
düşünceye varabilmek için İtalyan, Felemenk, Alman ilkellerine, veya hepsinden daha
üstün olan Fransız ilkellerine bakmak yeterlidir. (Sayın Mösyö Gruyer'in dediği gibi,
bunlardaki mantık daha sağlamdır, çünkü mantık Fransızların özelliğidir.) Örneğin,
1904'de Marsan Galerisi'nde açılan Fransız ilkeller sergisinde IV. Henri ve Balois
Hanedanı'nın sonlarından kalma çok sayıda küçük resim bulunuyordu.
Çok geziye çıktım ve Eyck kardeşler, Memling, Rogier van der Weyden, d'Ambrogio,
Lorenzetti ve eski Umbria'lı ustaların tablolarını gördüm. Ama, aradığımı ne
Bruges'de, ne de Köln, Siena veya Perugia'da bulabildim. Sonunda bundan on yıl
kadar önce ziyaret ettiğim küçük Arezzo kasabasında aradığımı buldum ve naif resme
olan merakım bilince erişti. O yokluk ve yalınlık yıllarında, gün boyu kapalı tutulan
belediye müzelerinin kapıları turistler için her saatte açılabiliyordu. Bir akşam, yarım
liret karşılığında yaşlı bir kadının tuttuğu şamdan ışığında dökülen Arezzo müzesini
geziyordum ve orada, Margaritone'un Aziz Francis tablosunu görünce gözlerimden
yaşlar döküldü. Çok duygulandım; o günden beri Arezzolu Margaritone benim için en
değerli ilkel ressam oldu.
Diğer ilkel Penguenlerin resimlerini hep bu ustanın yapıtlarıyla kıyaslayarak
değerlendiririm. Öyleyse, burada biraz durup Margaritone'un resmindeki genel
özelliklere biraz dikkat ve ayrıntılı olarak eğilirsem, hoşgörüyle karşılanmalıdır.
Ondan günümüze beş veya altı tablo kaldı. Başyapıtı sayılan ve Londra National
Gallery'de bulunan resminde, bir taht üzerinde oturan Meryem ve kucağında bebek
İsa görülüyor. Bu resme bakıldığında ilk göze çarpan oransızlıktır. Gövdenin boyundan
ayaklara kadar uzunluğu kafa uzunluğunun yaklaşık iki katıdır; bu nedenle renkleri
tüm saflığıyla kullanıyordu. Böylece, renk uyumundan çok, bir renk canlılığı ortaya
çıkıyor. Meryem ve çocuğunun yanaklarının kızarıklığını vermek için, yaşlı ustanın her
yüze kondurduğu iki kırmızı daire o kadar mükemmel ki sanki pergelle çizilmişler.
18. yüzyıl eleştirmenlerinden Rahip Lauzi bu yapıtlara küçümsemeyle bakıyor:
"Bunlar kaba ve değersiz çiziktirmeler. O zavallı çağlarda ne çizim, ne de resim
biliyorlardı." O ve öbür pudralı bilginlerin ortak görüşü buydu. Ama, büyük
Margaritone ve çağdaşları kısa süre sonra bu acımasız aşağı görmenin acısını
çıkardılar. 19. yüzyılda İngiltere'nin dindar kasabalarında ve kır evlerinde kuzu gibi
kıvırcık saçlı bir sürü küçük Samuel ve St. Jean doğdu; bunlar 1840 ile 1850 arasında
gözlüklü bilginler olarak yetiştiler ve sonra ilkel resmi gerçek yerine oturttular.
Rafaello öncesi dönemin saygın kuramcısı Sir James Tuckett hiç kimseden çekinmeden,
National Gallery'deki o tabloyu Hıristiyan sanatının başyapıtları arasına koyuveriyor:
"Meryem'in başını," diyor Sir James, "tüm bedenin üçte biri büyüklükte çizerek yaşlı
usta bakanların dikkatini insan bedeninin en yüce kısımlarına, özellikle ruhu yansıtan
organ olarak bilinen gözlere yoğunlaştırmak istiyor. Bu resimde renklerle çizgiler,
ülküsel ve gizemli bir izlenim bırakmak için, adeta elbirliği ediyorlar. Yanakların
kızarıklığı tenin doğal rengini vermek değil, daha çok Meryem ve çocuğun yüzünde
cennetin güllerini yansıtmak içindir."
Böyle bir eleştiri incelediği yapıtın güzelliğini de yansıtıyor; hele Edinburglu dinsel
sanat uzmanı Mac Silly bu ilkel tablonun insanda bıraktığı izlenimi daha duyarlı ve
daha derin anlatmaktadır: "Margaritone'un madonnası sanatın öze ulaşma amacını
başarıyor; tabloyu görenlere saflık ve masumluk duyguları esinliyor, onları küçük
çocuklara dönüştürüyor. Bu o kadar gerçek ki, altmışlı yaşıma geldiğim halde, onu üç
saat aralıksız seyrettiğimde birden kucakta bir bebek gibi oldum. Bir arabayla
Trafalgar Alanı'ndan geçerken, gözlük kılıfımı bir çıngırak gibi sallıyor ve gülücükler
dağıtıyordum. Sonra, kaldığım pansiyondaki hizmetçi yemeğimi getirdiğinde, bir
yaşındaki çocukların muzipliğiyle, kaşıklar dolusu çorbayı kulağımdan içeri döktüm."
"Bir sanat yapıtının yetkinliği," diye ekliyor Mac Silly, "işte bu tür etkileriyle
anlaşılabilir."
Vasari'nin aktardığına göre, Margaritone yetmiş yaşında "yeni bir sanat anlayışının
doğduğuna ve yeni sanatçılara payeler verildiğini gördüğüne pişman" olarak öldü.
Çevirdiğim bu alıntı, Sir James Tuckett'in kitabındaki en keyifli sayfalara esin vermiş
gibidir. Nitekim, Sanat Değerlendirme Elkitabı adındaki bu yapıtı tüm Rafael öncesi
dönem meraklıları ezbere bilirler. Kitabın bu güzel bölümlerinden bir alıntıyı buraya
aktarıyorum. Filistin peygamberlerinden bu yana, bundan daha güzel satırlar
yazılmadığı genel kabul görmektedir.
MARGARITONE'UN DÜŞLEMİ
Margaritone, omuzlarında çalışmasının ve yılların yüküyle, kente yeni gelmiş genç bir
ressamın işliğini görmeye gitmişti. Orada henüz boyası kurumamış bir Meryem
tablosu gördü; resim katı ve ciddi olmasına karşın, oranlardaki belli bir gerçeklik ve
şeytanca bir ışık-gölge oyunu sayesinde, üç boyutlu ve soluk alıyor gibiydi. Bu resme
bakmakta olan Arezzo'nun saf ve ulu işçisi, birden resim sanatının geleceğini dehşet
içinde gördü.
Elini alnına götürerek mırıldandı:
"Bu tablo bana ne büyük utançlar muştuluyor! Bunda, ruhları resmeden ve göklere
ulaşma isteği esinleyen Hıristiyan sanatının feci sonunu görüyorum. Gelecekteki
ressamlar, bunun gibi bir duvar veya pano üzerine bedenimize biçim veren maddeyi
resmetmekle kalmayacaklar; onu kutsayıp göklere çıkaracaklar. Bunlar figürlerini
etten kemikten yapılmış gerçek insanlar gibi tehlikeli bir biçimde giydirecekler. Azize
Magdelena'nın göğüsleri belli olacak, Azize Martha'nın göbeği, Azize Barbara'nın
bacakları ve Azize Agnes'in kalçaları sezilecek. Aziz Sebastian'ın yüzü yakışıklı
resmedilecek, Aziz George'un zırhının altında kaslı bedeni ve erkeklik organı belli
olacak. Tüm havariler, rahipler, dinbilimciler ve hatta Tanrı sıradan insan, yani sizin
bizim gibi gösterilecek; melekler gizemli, karışık anlamlı ve iç gıcıklayan bir güzelliğe
sahip olacaklar. Bu görüntülerin hangisi sizde göklere özlem uyandırabilir? Hiçbiri;
ama onlara bakarken bu dünya yaratıklarının zevkine varmayı öğreneceksiniz. Bu
ressamlar saygısız arayışlarını nereye kadar mı sürdürecekler? Hiçbir yerde
durmayacaklar; erkek ve kadınları Roma fresklerindeki pagan tanrılar gibi çıplak
göstermeye kadar gidecekler. Eskiden dinsel sanat vardı; şimdi bir de dinsiz sanat
olacak, ama hangisinin daha günahkar olduğu belli olmayacak.
"Öte dur, şeytan!" diye bağırdı yaşlı usta.
Çünkü, bir bilici düşlemindeymiş gibi, velileri ve azizleri üzgün sporculara dönüştürmüş
bir dünya görüyordu; çiçekler arasında , ince tül giysiler içindeki perilerin eşliğinde
keman çalan Apollolar, mersin ağaçlarının gölgesinde sere serpe uzanan Venüsler ve
gün ışığı yağmurlarına vücutlarını açan Danaeler görüyordu. Bir tapınağın sütunlarının
altında, kentsoylular, sarışın kibar kadınlar, müzisyenler, uşaklar, zenciler, köpek ve
papağanlar arasında Hazreti İsa görülüyordu. Bir yumak gibi birbirine dolanmış kol ve
bacaklar, açılmış melek kanatları, rüzgârda uçan etekler, şamatalı İsa doğum günleri,
zengin ve besili azizler, tumturaklı çarmıha gerilmeler... Artık gözlerinin önünden her
şey geçiyordu: Catherine, Barbara ve Agnes adlı azizeler gerdanı açık sırma kadifeli
giysileri ve inci kolyeleriyle kentsoylularla yarışıyordu; onları, güller saçan Auroreler,
ırmak kıyılarında çıplak yakalanmış Dianalar ve Nemfalar izliyordu.
Ve büyük Margaritone düşünde Rönesans ve Bologna okullarının gelişini haber alarak
dehşet içinde son nefesini verdi.
VI
EDEBİYAT: MARBODE
Elimizde 15. yüzyıl Penguen yazınının değerli bir yapıtı bulunuyor. Bu kitap, Saint-
Benoit tarikatından olan ve ozan Virgilius'a hayran olduğunu söyleyen rahip
Marbode'un cehenneme yaptığı bir yolculuğu anlatıyor. İyi bir Latinceyle yazılmış olan
kitap Bay Clos des Lunes tarafından gün ışığına çıkarıldı. Burada ilk kez Fransızca
çevirisini veriyoruz. Yurttaşlarıma, ortaçağ Latince yazınında çok raslanan bir yazın
türünün yeni bir örneğini sunarak bir hizmet yaptığıma inanıyorum. Buna yakın
türden yapıtlar arasında, Dante Alighieri'nin "Tanrısal Komedya"sının yanısıra, Aziz
Brendan'ın Yolculuğu, Elbéric'in Düşlemi, ve Aziz Patrice'in Araf Gezisi sayılabilir.
Bu izlek üzerine yazılmış yapıtlar arasında Marbode'un yapıtı daha yeni, ama tuhaf
yönleriyle öbürlerinden hiç de geri kalmıyor.
İsa'nın dirilişinin bin dört yüz elli üçüncü yılında, haç düşmanlarının Helena ve
Constantin'in sevgili kentini ele geçirmesinden birkaç gün önce, bana yani ben yoksul
Kardeş Morbode'a, hiç kimsenin görüp işitmediği şeyleri görüp işitme olanağı verildi.
Bu gördüklerimin sadık bir öyküsünü kaleme aldım; insan ömrü kısadır ve benimle
birlikte yok olmalarını istemiyorum.
Sözünü ettiğim yılın mayıs ayında, ikindi duası saatlerinde, Corrigan Manastırı'nın
yaban gülleriyle çevrili havuzunun yanında taş bir sıraya oturmuş, hep yaptığım gibi,
çok sevdiğim ozan Virgilius'un toprak, kırsal yaşam ve çobanlar üzerine yazdığı güzel
dizeleri okuyordum. Akşam kızıl cüppesinin eteklerini manastırın kemerlerine asıyordu
ve ben, dudaklarımda titrek bir sesle Fenikeli Didon'un cehennemin yaban mersinleri
altında henüz taze yarasıyla süründüğünü mırıldanıyordum. O sırada, Hilaire Kardeş
ve arkasında kapıcı Jacinthe Kardeş yanımdan geçtiler.
Esin perilerinin doğuşundan önceki barbar çağlarda büyümüş olan Hilaire Kardeş, eski
çağın bilge sözlerinden anlamazdı ama Mantovalı'nın dizeleri beyninde bir an için bir
zeka parıltısı uyandırdı.
"Marbode Kardeş," dedi bana, "böyle göğsünüzü şişirip gözlerinizi baygınlaştırıp
mırıldandığınız dizeler, sabah akşam elinizden düşürmediğiniz şu Eneide adlı kitapta
mı yazıyor?"
Ona Virgilus'un dizelerinde Anchise'in oğlunun Didon'u ağaçlar arasında böyle bir ay gibi
nasıl gördüğünü anlattım.
"Marbode Kardeş," dedi Hilaire, "Virgilius'un her konuda bilge ve derin sözler
ettiğinden eminim. Fakat, bence Syracuse flütü ile bestelediği şarkılar çok daha güzel;
o kadar derin bir felsefe sunuyorlar ki insanın gözleri kamaşıyor."
"Ama dikkatli olun sayın pederim," diye söze karıştı Jacinthe Kardeş. "Virgilius
şeytanların yardımıyla tansıklar yaratan bir büyücüydü. Bir keresinde Napoli'de bir
dağı delmiş, tüm hasta atları iyileştiren tunçtan bir at yapmıştı. Ölü ruhlarla
konuşurdu; İtalya'nın bir kentinde onun ölüleri göstermekte kullandığı ayna hâlâ
sergilenir. Oysa, bir kadın bu büyücüyü kandırdı. Napolili bir nedime Virgilus'u,
pencereden erzak çıkartmakta kullandığı bir sepete binerek yanına gelmeye çağırdı;
sonra da onu bütün gece sepetin içinde dışarda bıraktı."
Hilaire Kardeş bu sözleri duymamış gibi sözünü sürdürdü:
"Virgilius bir peygamberdir; hem de öyle güçlüdür ki kutsal değnekli Sibylleler, Kral
Priamos'un kızı veya gelecek tansıkları söyleyen Atinalı Platon bile onunla yarışamaz.
Örneğin, Syracuse şarkılarının dördüncüsünde İsa Efendimizin doğuşunu, sanki
göklerde yazılmış bir dille haber veriyor.
Öğrenciliğim sırasında, jam redit et virgo (7) dizesini ilk kez okuduğumda sonsuz bir
hazza kapıldığımı anımsıyorum; ama aynı zamanda derin bir acı duydum, çünkü insan
dudaklarından çıkabilen en güzel şarkının yazarı olan ve geleceği görebilen bu
adamın Tanrı'nın iyiliğinden sonsuza dek yoksun olarak cehennem karanlığında
dinsizler arasında bulunduğunu düşündüm. Bu acı düşünce, ders çalışırken, dua
ederken veya günlük işlerimi yaparken beni hiç bırakmadı. Virgilus'un Tanrı'yı
görebilmekten yoksun olduğunu ve belki de cehennemliklerle aynı yazgısı paylaştığını
düşündükçe neşem, rahatım kaçıyordu; öyle ki bazı günler ellerimi göğe kaldırıp
yakarıyordum:
'Bana açık eyle, Tanrım, meleklerin gökyüzünde söylediği güzellikteki şarkıları
yeryüzünde söyleyen adamın sonu ne oldu?'
Bu huzursuzluğum birkaç yıl sürdü, ta ki eski bir kitapta büyük havari Aziz Paul'ün
Napoli'ye gittiğinde ozanlar prensinin mezarına uğrayıp onu kutsadığını okudum. O
zaman, İmparator Trajan gibi Virgilus'un da cennete kabul edildiğine inanır oldum.
Buna siz inanmayabilirsiniz, fakat bunu düşünmek beni mutlu ediyor."
Bunu dedikten sonra, yaşlı Hilaire bana iyi geceler dileyip Jacinthe Kardeşle birlikte
yanımdan uzaklaştı.
Yeniden sevgili ozanımın dizelerine döndüm. Elimde kitap, Eros'un kuytu ormanlarda
kovalayıp gönül ağrısı çektirdiği insanları düşünürken yavaş yavaş yıldızların
yansımaları önümdeki yaban güllerinin arasındaki çeşmenin sularına karıştı. Birden,
ışıklar, kokular ve göklerin sessizliği yok oldu. Bulut ve yağmurla yüklü dev bir kasırga
gürültüyle karşıma çıktı, beni kucaklayıp bir saman çöpü gibi havaya kaldırdı; birkaç
gün ve geceye bedel bir gecede kırların, kentlerin, ırmakların ve dağların üzerinde
dolaştırdı. Sonra, fırtına dindiğinde kendimi doğduğum yerden çok uzaklarda, selviler
arasında bir vadide oturur buldum. O zaman, hırçın güzellikte bir kadın yanıma
yaklaştı. Sol elini omzuma koyup sağ eliyle önümdeki sık yapraklı bir meşe ağacını
gösterdi:
"Bak!" dedi bana.
O anda kutsal Averne Ormanı'nı koruyan Sibylle'i tanıdım ve parmağının gösterdiği
ağacın dalları arasında, güzel Proserpine'in (8) çok sevdiği altın dalı gördüm.
Ayağa kalkıp haykırdım:
"Demek böyle, ey bilici bakire, ne istediğimi bildin. Bana, kimsenin sahip olmadıkça ölüler
vadisine giremeyeceği büyülü dalı gösterdin. Şu gerçek ki yıllardır Virgilus'un ruhuyla
konuşabilme isteğiyle yanıyordum."
Bunu dedikten sonra ağacın gövdesinden kutsal dalı kopardım ve beni sonunda Styx
ırmağına götürecek olan dumanlı yardan aşağı atladım. Proserpine'e adanmış altın
dalı gören Charon beni gıcırdayan kayığına bindirdi; ölüler kıyısına vardığımda beni üç
kafalı Cerbere köpeğinin havlayışları karşıladı. Ona bir taş atıyormuş gibi yapınca
uğursuz yaratık yuvasına kaçtı. Bir yanımdaki sazların arasından tatlı gün ışığında,
gözlerini açmakla kapamaları bir olan bebeklerin sesi geliyordu, öte yanda karanlık
bir mağaranın dibinde Minos ölümlüleri sorguya çekiyordu. Aşka kurban gidenlerin
sızlandığı mersin ağacı ormanına daldım; orada Phedre, Procris, üzgün Eriphyle,
Evadne, Pasiphae, Laodamie ve Cenis'i, Fenikeli Didon'u görebiliyordum; sonra,
savaşta ölen yiğitlere ayrılmış olan barutlu tarlalara girdim. Oradan iki yol ayrılıyordu:
Soldaki dinsizlerin dinlendiği Tatar Çölü'ne, sağdaki Elysee bahçesiyle Tanrıça Dis'in
köşküne gidiyordu. Altın dalı tanrıçanın kapısına astıktan sonra, kırmızı ışıkta yüzen
sevimli bir düzlüğe geldim. Orada, düşünür ve ozanlar ciddi birer yüzle aralarında
konuşuyorlardı. Çimenlerde esin perileri korolar oluşturmuştu. Yaşlı Homeros elinde
kaba bir sazla şarkı söylüyordu. Gözleri kapalıydı, ama dudakları tanrısal ışıklarla
kımıldıyordu. Orada Solon, Democritos ve Pythagore gençlerin oyunlarını
seyrediyorlardı. Yaşlı bir defne ağacının dalları arasından Hesiode, Orphee, düşünceli
Euripides ve erkeksi Sappho'yu gördüm. Geçip gittim, ötede serin bir dere kıyısında
oturan ozan Horace, Varius, Gallus ve Lycoris'i görüp tanıdım. Biraz gerilerinde, koyu
bir pırnal ağacının gövdesine yaslanmış, düşünceli gözlerle ormana bakan Virgilius
duruyordu. Uzun ince boylu, hâlâ güneş yanığı teni ve sağlığında olduğu gibi dehasını
saklayan kaba bir görünüşü vardı. Onu derin bir saygıyla selamladım, ama uzun süre
dilim tutuldu.
Sonra, gırtlağımdan ses çıkabilecek duruma geldiğimde:
"Ey sen, esin perilerinin sevgilisi, Latin adının gururu Virgilius," diye haykırdım, "ben
güzelliği seninle duydum; seninle tanrıların masasına ve tanrıçaların yatak odalarına
konuk oldum. Değersiz bir hayranının övgülerini işit"
"Ayağa kalk, yabancı," dedi tanrısal ozan. "Bu sonsuz akşamda, gövdenin çayırda
bıraktığı gölgeden, senin canlı biri olduğunu anlıyorum. Bu yerlere zamanından önce
gelen ilk ölümlü sen değilsin. Gerçi, ölümlülerle ilişkiler pek zor kuruluyor. ama, beni
övmeyi bırak, övgülerden hoşlanmıyorum; ünün kaba gürültüsü hep kulaklarımı
tırmalamıştır. Bu yüzden, boştagezerler ve meraklılarca pek tanındığım Roma'dan
kaçıp çok sevdiğim Parthenope'un yalnızlığında çalıştım. Ayrıca, övgülerinin tadına
varabilmem için, senin çağındaki insanların dizelerimi anladığından emin olmak
isterdim. Söyle, kimsin?"
"Benim adım Marbode, Alca ülkesindenim. Corrigan Manastırı'nda yetiştim. Gece ve
gündüz senin şiirlerini okurum. Cehenneme seni görmek için indim: senin sonunun ne
olduğunu merak eder dururdum. Dünya üzerinde, dinbilimciler bu konuda düşündeş
değiller. Bir bölümü, puta tapılan bir çağda yaşadığın için, büyük olasılıkla ateşte
yanmakta olduğunu ileri sürüyor. Daha düşünceli bir bölümü, ölüler hakkında
söylenen her şeyin belirsiz ve çoğunlukla yalan olduğunu bildikleri için, görüş
belirtmiyor; en akıllı diyemiyeceğim başa bir bölümüyse, Sicilyalı esin perilerini
hoşnut ettiğin ve göklerden yeni bir doğumu haber verdiğin için, tıpkı İmparator
Trajan gibi, Hıristiyanların sonsuz mutluluk cennetine kabul edildiğini düşünüyor.
"Gördüğün gibi, bu doğru değil," dedi ozan gülümseyerek.
"Gerçekten, ey Virgilius, seni yiğitler ve bilgeler arasında, kendi betimlediğin Elysee
kırlarında buldum. Demek ki, dünyada söylenenlerin tersine, gökyüzünden kimse
gelip seni yanına almadı, öyle mi?"
Virgilius bir süre suskun kaldıktan sonra şöyle dedi:
"Bak, senden hiçbir şey saklamıyacağım. O beni çağırdı; haberci olarak sade bir adam
gelip O'nun beni beklediğini, kendi yöntemlerini pek bilmemekle birlikte, bilicilik
içeren dizeler yazdığım için, bu yeni mezhebin yoldaşları arasında bana yer ayırdığını
bildirdi. Ama, ben çağrıyı kabul etmedim; yerimi değiştirmeye hiç isteğim yoktu.
Yunanlıların Elysee çayırlarına olan düşkünlüğü veya Proserpine'e annesini unutturan
o zevkleri küçümsediğimden değil. Ben Eneide'de söylediklerime kendim bile fazla
inanmadım. Yalnızca, düşünürler ve fizikçilerden öğrendiklerimle geleceği biraz
kestirebildim. Cehennemde yaşam oldukça sıkıntılı; sanki orada değilmişsin gibi, ne
zevk, ne de acı duyabiliyorsun. Ayrıca, buradaki akşam ölümlülerin sana biçtikleri
biçimde sürüyor. Ama, yine de burada kalmayı yeğliyorum."
"Fakat, ey Virgilius, hangi nedenle bu çağrıyı geri çevirdin?"
"Çok neden gösterdim. Tanrının habercisine, bana gösterilen onura layık olmadığımı,
dizelerime benim amaçlamadığım yorumlar getirildiğini söyledim. Gerçekten,
dördüncü şarkımda atalarımın dinine ihanet etmedim. Ancak bilgisiz yahudiler, Sibylle
bilicilerinin öngördüğü altın bir çağın geri geleceğini söyleyen şarkımı, barbar bir
tanrıdan yana yorumladılar. Bu nedenle, yanlışlıkla bana ayrılan ve hakkım olmayan
bir yeri kabul edemeyeceğimi söyledim. Sonra, değişik huy ve zevklerimin göklerin
yeni görenekleriyle uyuşmayacağını ima ettim. Bu haberci adama şöyle dedim:
'Ben geçimsiz biri değilim; sağlığımda yumuşak ve rahat bir özyapım vardı.
Alışkanlıklarım sade diye benim cimri olduğumdan kuşkulandılar, ama sahip
olduklarımı kendime saklamadım; kitaplığım herkese açıktı ve Euripides'in şu sözü
bana hep yol gösterdi: 'Dostlar arasında her şey ortaktır.' Övgüler bana
yöneltildiğinde ne kadar rahatsız oluyorsam, Varius veya Macer'e gittiğimde o kadar
mutlu oluyordum. Ama, ben aslında kaba ve yabanıl biriyim, hayvanlar arasında daha
rahat ediyordum; onları incelemeye çok emek verdim. Onlara o kadar özen
gösteriyordum ki, pek haksız olmasa da, iyi bir baytar sayılıyordum. Bana
söylendiğine göre, sizin mezhebinizde insanlara ölümsüz bir ruh verilmiş ama
hayvanlar bundan yoksun bırakılmış; eğer böyleyse aklınızdan kuşku duyarım. Koyun
sürülerini ve onların çobanlarını daha çok severim. Ama sizler bunu hoş
karşılamıyorsunuz. Tüm davranışlarımı şu özdeyişe göre ayarlardım: Hiçbir şey fazla
değil. Zayıf sağlığımın yanısıra, felsefem de bana her şeyde ölçülü olmayı öğretiyor.
Obur değilim; bir marul, birkaç zeytin tanesi ve bir damla Falerne şarabı tüm
yemeğim olurdu. Yabancı kadınların yatağını paylaşırken de ölçülüydüm; tavernada zil
çalıp oynayan Suriyeli kızı seyretmek için geç saatlere kadar kalmazdım. Ama,
isteklerimi denetim altında tuttuysam bundan hoşlandığım ve istençli olduğum içindi;
zevkten korkmak ve şehvetten kaçmak bence doğaya yapılacak en büyük
saygısızlıktır. Bana denildiğine göre, sizin mezhebinizdeki bazı din adamları yaşamları
boyunca oruç tutuyor, kadınlardan kaçıyor ve gereksiz bir takım eziyetler
çekiyorlarmış. Bu tutucu adamlarla ıssız bir yolda karşılaşmaktan korkarım. Bir
ozandan belli bir fiziksel ve ahlaksal öğretiye sıkı sıkıya bağlı kalmasını istemeyin;
zaten ben Romalıyım ve Romalılar, Yunanlılar gibi derin ahlak muhasebesi yapmazlar;
bir felsefeyi benimsiyorlarsa bundan pratik bir yarar sağladıkları içindir. Benim
çevremde saygın bir adı olan Siron bana Epicure dizgesini öğretti, beni boş tasalardan
ve dinin bilgisiz insanlara benimsettiği katılıklardan kurtardı. Zenon'dan kaçınılmaz
acılara katlanabilmeyi öğrendim; Pythagore'un insan ve hayvan ruhları konusundaki
düşüncelerini benimsedim, çünkü her ikisi de tanrısal bir özden geliyor; bu da
kendimize utanmadan veya büyüklenmeden bakabilmemizi sağlar.
İskenderiyelilerden Dünya'nın önce sıvı olduğunu, sonra Neree yeraltındaki nemli
kuyulara çekildikçe katılaştığını öğrendim; daha sonra öbür varlıkların sırayla
oluştuğunu, bulutlardan dökülen yağmurların sessiz ormanları beslediğini, adı
konmamış dağlarda tek tük hayvanların ortaya çıktığını öğrendim. Aristarque'ın ve
Samos'un öğrencisi olan ben, sizin Suriye çöllerindeki devecilere göre olan yaratılış
inancınıza alışamam. Hem zaten, dostlarım, atalarım, ustalarım ve kendi tanrılarım
arasında olmayacaksam, sizin sonsuz cennetinizde ne yaparım? Ben Rhea'nın şanlı
oğlunu, Eneadeların anası tatlı gülüşlü Venüs'ü, Pan'ı, genç Dryadeları, Sylvainleri ve
Egle'nin kırmızı dutla yüzünü boyadığı yaşlı Silene'i görebilmek isterim.'
"İşte, o haberciye Jupiter'in ardılına bu gerekçeleri iletmesini söyledim."
"Peki, ey ulu gölge, o zamandan beri başka haber gelmedi mi?"
"Hiç haber almadım."
"Senin yokluğunda, Virgilius, üç ozanla yetiniyorlar: Commodien, Prudence ve
Fortunat; her üçü de dilbilgisi ve şiir sanatının bilinmediği karanlık günlerde doğdular.
Fakat, söyle bana, ey Mantovalı, çağrısını geri çevirdiğin Tanrı'dan başka haber
almadın mı?"
"Hayır, hiç anımsamıyorum."
"Az önce söz ettiğin, bu yerlere inen ilk ölümlü kimdi peki?"
"Haa, anımsadım. Belki birbuçuk yüzyıl kadar önce (gölgelerin gün ve yılları
sayabilmesi zordur), düşlemlerim tuhaf bir yabancı tarafından bölündü. Styx ırmağı
kıyısındaki mor ağaçların altında yürürken karşıma buradakilere benzemeyen, daha
koyu bir gölge dikildi: Onun canlı olduğunu anlamıştım. Uzun boylu, zayıf, kanca
burunlu, sivri çeneli ve avurtları çökük bir adamdı; kara gözlerinde kıvılcımlar vardı;
kırmızı takkesini kemikli şakaklarına kadar çekmişti. İçinde kemiklerin ucu belli olan
dar ve uzun giysisi topuklarına kadar iniyordu. Beni saygıyla selamladı, ama
görünüşünde yabanıl bir büyüklenme vardı. Benimle, kutsal Julius Cesar'ın
ordularında bolca bulunan Galyalı Fransızların dilinden farklı ve daha anlaşılmaz bir
dille konuştu. Anlayabildiğim kadarıyla, Fesules yakınlarında, Arnus kıyısında,
Sylla'nın kurmuş olduğu bir kolonide doğmuş ve servete kavuşmuş. Zamanında kentin
tüm onur sanlarını almış ama meclis, şövalyeler ve halk arasında kanlı anlaşmazlıklar
çıkınca yeniden istekle kavgaya katılmış. Sonra yenilmiş ve uzun bir sürgüne
gönderilmiş. Onun anlattığı İtalya, benim gençliğimdekinden çok daha geçimsiz ve
kavgacı olmuş, yeni bir Augustus'u bekler olmuşlar. Onun dertlerini dinlerken, vaktiyle
benim çektiğim sıkıntıları düşünüp ona acıdım.
Hırslı ruhu ve kafasındaki geniş düşlemlerle yerinde duramıyordu, ama ne yazık ki
kabalığı ve bilgisizliğiyle barbarlığın bir temsilcisi gibiydi. Şiir, bilim veya Yunanca
bilmiyordu, dünya ve doğa üzerine eskilerin söylediklerinden habersizdi. Önemli bir
şey söylermiş gibi söylediği kıssadan hisseler, benim zamanımda Roma'da hamama
ücretsiz giren çocukları bile güldürürdü. Bilgisiz insan canavarlara kolayca inanır.
Örneğin, Etrüskler'in cehennemi bir hastanın karabasanlarında görülen türden
korkunç yaratıklarla doludur. Çocukluktaki korkuların büyüdükten sonra bile sürüyor
olması, bilgisizlik ve yoksulluğun nereye vardığını pek açık gösteriyor; ama bilgisiz
halktan daha yukarda olması gereken okumuş bir adamın aynı safsataları paylaşması
bana üzüntü veriyor. Bu Etrüsklü adam bana, halk dili dediği yeni bir lehçeyle yazdığı
şiirleri okudu, hiçbir şey anlamadım. Uyak diye her üç dört satırda bir aynı sözcüğü
kullanması bana hiç keyif vermedi. Bu yapaylık bana sevimli gelmedi; ama yenilikleri
eleştirmek biz ölülerin işi değil.Aslında, talihsiz bir çağda doğan bu Syllalı İtalyanın
berbat şiirler yazmakta bizim Ravius veya Maevius'la yarışıyor olmasına karşı değilim;
ama ona kızmamı gerektiren kişisel bir hesabım var. Olacak şey değil! Bu adam
yeryüzüne geri döndüğünde benim hakkımda yalanlar söylemiş; yazdığı yabanıl
dizelerde benim kendisine yol gösterdiğimi, benim Roma tanrılarının sahte ve yalancı
olduklarını, gerçek tanrının Jupiter'in şimdiki ardılı olduğunu söylediğimi ileri sürmüş.
Ey dost, ülkene geri döndüğünde bu iğrenç uydurmaları yalanladığımı söyle; halkına
de ki Enee'nin güzelliğini okuyan şair asla yahudilerin tanrısına buhurdanlık sallamadı.
Bana söylendiğine göre, bu şairin etkisi artık azalıyormuş ve yakında tümüyle gözden
düşecekmiş. Böyle bir haber bana neşe verirdi; ama bu yerlerde neşe, korku veya
istek olmuyor ki."
Virgilius bunları söyledikten sonra, bir veda işaretiyle uzaklaştı. Çiriş otlarını eğmeden
geçen gölgesine baktım ve benden uzaklaştıkça daha saydamlaştığını gözledim;
sonunda, her zaman yeşil kalan defne ağaçlarının yanında görünmez oldu. O zaman,
bana söylediği şu sözlerin anlamına vardım: "Buradaki yaşam ölümlülerin sana
biçtikleri biçimde sürüyor." Kafam düşüncelerle dolu, soluk çayırları geçip kapıya
doğru yürümeye başladım.
Bu yazdıklarımın tümüyle doğru olduğunu belirtirim. (9)
VII
AYDA BELİRTİLER
Penguenistan'da bilgisizlik ve barbarlık egemenken, Aziz Francis tarikatından olup asıl adı
Gilles Loisellier olan fakat Aegidius Aucupis adıyla bilinen bir rahip yazın ve bilim
alanında büyük bir çaba gösteriyordu. Gecelerini, Sayı ve İmge'nin uyumlu iki güzel
kızı dediği matematik ve müzikle geçiriyordu. Tıp ve astrolojiden anlıyordu. Onun
büyü yaptığından kuşkulanılıyordu, çünkü bazen cisimleri değiştirip gizli şeyleri
bulabildiği olmuştu.
Yaşadığı manastırdaki öbür rahipler onun hücresinde Yunanca kitaplar bulmuşlar,
dilinden anlamadıkları için büyü kitabı olduğunu sanarak bu bilgiç kardeşlerini büyücü
diye suçlamışlardı. Aegidius Aucupis kurtuluşu kaçmakta buldu ve İrlanda adasına
geçti, orada otuz yılını araştırmayla geçirdi. Manastırları dolaşıp arşivlerde bulunan
eski Yunan ve Latin elyazmalarını arıyor, birer kopyalarını çıkarıyordu. Bir yandan fizik
ve simya öğreniyordu. Böylece, evrensel bir bilgeliğe ulaştı ve özellikle hayvanlar,
bitkiler ve madenler konusunda keşifler yaptı. Bir gün onun, lut çalıp şarkı söyleyen
güzel bir kadınla eve kapandığını gördüler, sonra bunun kendi yaptığı bir makine
olduğu anlaşıldı.
Bazen İrlanda denizini aşıp Galya ülkesindeki manastırları da ziyaret ettiği oluyordu.
Bu geçişlerinden birinde, geceyarısı güvertede dururken denizde iki mersin balığının
birbiriyle konuştuğunu duydu. İşitme duyusu keskindi ve balıkların dilinden anlıyordu.
Bir mersin balığı ötekine şöyle diyordu:
"Uzun süredir ay yüzeyinde görünen ve sırtında odun taşıyan adamın denize düştüğü
söyleniyor."
Öbür mersin balığı yanıtladı:
"Artık, ayın gümüş yüzeyinde, öpüşen iki aşık görünecekmiş."
Birkaç yıl sonra, Aegidius Aucupis doğduğu ülkeye geri döndüğünde eskil yazının ve
bilimin yine gözde olduğunu gördü. Ülkesinin görenekleri yumuşuyordu; insanlar artık
ormanlarda, ırmak kıyılarında ve dağ yamaçlarında güzel kızları rahatsız etmiyorlar,
evlerinin bahçelerini esin perilerinin yontularıyla süslerken aşk tanrıçasına eski
onurunu geri veriyorlardı. Doğayla barışmışlardı; safsata korkularını atıyor, artık
gökyüzünde öfke ve ilenç belirtileri görme korkusu olmadan gözlerini yukarı
çevirebiliyorlardı. Bu görünüm karşısında Aegidius Aucupis, yıllar önce Erin Denizi'nde
konuşan iki mersin balığının geleceği gördüklerini anımsadı.
DÖRDÜNCÜ KİTAP
YENİÇAĞ
TRINCO
II
TRINCO
Deniz üstünde doksan gün yol aldıktan sonra Penguenistan'ın geniş ve ıssız limanına
ulaştım. Ekilmemiş topraklardan geçip yıkıntılar içindeki başkente vardım. Surlarla
çevrili, her yanı cephanelik ve kışlalarla dolu bir savaş alanı gibiydi. Sokaklarda
bakımsız ve sakat adamlar eski üniformalarını ve madalyalarını gururla taşıyorlardı.
Kentin giriş kapısında, bıyıkları gökyüzünü korkutan bir asker beni sertçe durdurdu:
"Nereye gidiyorsunuz?"
"Bayım," dedim, "bu adayı merak edip gezmeye geldim."
"Burası ada değil," diye yanıtladı asker.
"Nasıl? Penguenler Adası ada değil mi?"
"Hayır bayım, burası yarımada. Eskiden ada derlerdi, ancak yüzyıl önce bir yasayla
yarımada adı verildi. Dünyadaki tek yarımada budur. Pasaportunuz var mı?"
"İşte burada."
"Gidip onu Dışişleri Bakanlığı'nda vize ettirin."
Bana yol gösteren topal rehber geniş bir alana geldiğimizde bir yontunun önünde durdu.
"Bu gördüğünüz," dedi, "yarımadamızda doğmuş olan, evrenin en büyük dehası
Trinco. Sağınızdaki dikilitaş Trinco'nun doğumu anısına dikildi. Solunuzdaki sütunun
tepesinde Trinco'nun taç başlı yontusu var. Şuradaki de Trinco ve ailesi onuruna
yapılan zafer anıtı.
"Bu kadar olağanüstü ne yaptı, Trinco?" diye sordum.
"Savaş."
"Olabilir, ama Trinco tüm dünyanın ve tüm zamanların en büyük savaşçısıdır. Onun kadar
büyük fatih gelmedi. Limanımıza yaklaşırken sol yanınızda külah biçiminde, fazla
büyük değil ama şarabı ünlü olan Amphelopore Adası'nı, sağınızda ise daha büyük,
bakır madeniyle zengin ve keskin dişler gibi göğe yükselen dağlarıyla Köpek Çenesi
dediğimiz adayı görmüş olmalısınız. Trinco'dan önce bu iki ada bizimdi,
imparatorluğumuz orada sınır buluyordu. Trinco Penguenlerin egemenliğini Turkuaz
Takımadalarıyla Yeşil Kıta'ya kadar genişletti, tarihsel düşmanımız Foklara boyun
eğdirdi, bayrağımızı kutup buzullarına ve Afrika'nın yakıcı çöllerine dikti. Fethettiği her
ülkeden ordusuna asker katardı, öyle ki orduları geçit yaptığında bizim piyadeler,
topçular ve süvarilerin arkasından mavi zırhları içinde istakoza benzeyen sarı derili
savaşçılar, başlarında papağan tüylü sorguçları, dövmeli bedenleri ve sırtlarında
zehirli oklarıyla kızılderililer, devekuşlarına binmiş pigmeler, yaşlı ve kıllı göğsünde
madalya taıyan bir erkek maymunun arkasında bir ağaç dalını tutarak yürüyen
goriller. Tüm bu ordular, ateşli bir yurt sevgisiyle Trinco'nun sancağının altında
zaferden zafere koştular. Otuz yıl süre içinde Trinco dünyanın yarısını fethetti."
"Ne!" diye haykırdım, "siz dünyanın yarısına mı sahipsiniz?"
"Trinco bize onları kazandırdı ve kaybettirdi. Yenilgide de aynı büyüklüğü gösterip tüm
aldıklarını geri verdi. Hatta, daha önce sahip olduğumuz Amphelophore ve Köpek
Çenesi adalarını da yitirdik. Penguenistan'ı daha yoksul ve daha az nüfuslu bıraktı.
Yarımadanın genç insanları savaşlarda yok oldular. Trinco tahttan indiğinde ülkemizde
yalnızca kambur ve topallar kalmıştı, biz onların çocuklarıyız. Olsun, o bize şan ve
onur verdi ya!"
"Ama, bunu pek pahalıya ödemişsiniz!"
"Şan ve onur asla ucuza gitmez," dedi rehberim.
III
Ardarda gelen birçok akıl almaz değişiklik, bir yandan zamanın törpüsü, öbür yandan da
tarihçilerin berbat anlatımı sayesinde unutulduktan sonra, Penguenler halkın kendisini
yönettiği bir hükümet kurdular. Önce bir kurultay oluşturup devlet başkanını seçme
yetkisini bu kurula verdiler. Basit halk arasından seçilen bu başkan başında
ejderhanın tacını taşımıyor, halk üzerinde kesin bir yetke oluşturmuyordu. O da halkın
yasalarına uyuyordu. Ona kral bilmem kaçıncı sanı verilmiyordu, adları Paturle,
Janvion, Truffaldin, Coqenpot veya Bredouille gibi sokakta raslanan bir ad olabiliyordu.
Bu başkanlar savaş da yapmıyorlardı, zaten hazır üniformaları da yoktu.
Yeni devlete "kamu malı" anlamına gelen cumhuriyet (republik) adı verildi. Buna
yandaş olanlara cumhuriyetçiler deniyordu, ama arada bir mızıkçılar veya
düzenbazlar dendiği oluyorsa da bu nitelemeler hoş karşılanmıyordu.
Penguen demokrasisi tam olarak halkın yönetimi değildi, mali bir oligarşinin
egemenliğindeydi. Bunlar gazetelerde kamuoyu oluşturuyor; milletvekillerini,
bakanları ve başbakanı avuçlarında tutuyorlardı. Bu oligarşi kamu harcamalarını
yönlendiriyor, ülkenin dış politikasını belirliyordu.
O çağda tüm krallık ve imparatorluklar büyük deniz filolarına sahiptiler, onlar gibi
yapmak zorunda kalan Penguenistan, silahlanmanın mali yükü altında eziliyordu.
Herkes bu durumdan yakınıyordu veya öyle görünüyordu; fakat zenginler, tüccarlar
ve bankerler bu yurt görevine severek katlanıyorlardı; çünkü mallarını korumak ve
yeni pazarlar, sömürgeler bulabilmek konusunda askerlere ve denizcilere
güveniyorlardı. Büyük sanayi patronları yurt sevgisi ve biraz da artırmalarda iş
alabilme aşkıyla silah ve savaş gemisi yapımına hız vermişlerdi. Orta sınıf ve aydın
kesimden insanlara gelince, birinciler bu durumun hiç değişmeyeceğini düşünerek
yakınmasız katlanıyor, ikincilerse sonun gelmesini sabırsızlıkla bekliyor ve tüm büyük
güçlerin aynı anda silahsızlanmasını sağlamaya çalışıyorlardı.
Ünlü Profesör Obnubile bu ikincilerdendi.
"Savaş denen barbarlık," diyordu, "uygarlığın gelişmesiyle yok olacaktır. Büyük
demokrasiler barışçıdırlar ve bunların etkisi kesinlikle öbür devletlere de yayılacaktır."
Altmış yıldır dünyadan elini eteğini çekmiş ve laboratuvarında yalnız yaşamakta olan
Profesör Obnubile ulusların düşüncelerini kendi kulağıyla işitmeye karar verdi.
İncelemesine dünyanın en büyük demokrasisi ile başladı ve Yeni Atlantis'e gitmek
üzere bir gemiyle yola çıktı.
Gemi onbeş günlük bir yolculuktan sonra gece vakti, binlerce deniz aracının
demirlemiş olduğu Titanport limanına yanaştı. Suların üzerine uzatılmış çelik bir
köprünün ışıkları altından geçerken Profesör Obnubile Satürn'ün denizlerinden
geçtiğini ve yaşlı gezegenin altın kuşağını görmekte olduğunu sandı. Bu dev köprü
dünya servetinin dörtte birinden fazlasını taşıyordu. Karaya inen bilgin Penguen kırk
sekiz katlı ve robotların hizmet ettiği bir otelde ağırlandı, sonra kendisini Yeni
Atlantis'in başkenti Gigantopolis'e götürecek olan büyük trene bindi. Trende
lokantalar, oyun salonları, cimnastik odaları, para ve mal ticareti konusunda
telgrafların okunabildiği bir postane, bir tapınak ve profesörün bilmediği Yeni Atlantis
dilinde bir gazetenin basıldığı basımevi bulunuyordu. Tren büyük ırmak kıyılarından
geçerken fabrika-kentlerin bacalarından çıkan dumanın gökyüzünü kararttığını gördü:
Gündüz kapkara, gece ışıl ışıl ve sürekli uğuldayan kentler.
"İşte," diye düşündü profesör, "sanayi ve ticaretle uğraştığı için savaş yapmaya
gereksinimi olmayan bir halk. Yeni Atlantislilerin barışa dayalı bir politika
izlediklerinden şimdiden eminim. Çünkü tüm ekonomistler de bilirler ki yurtta barış
dünyada barış ilkesi ticaret ve endüstrinin gelişmesi için temeldir."
Gigantopolis'i gezerken bu düşüncesinin doğru olduğu kanısına vardı. Caddelerde
yürüyen insanlar o kadar aceleciydiler ki yollarına çıkan ne varsa çarpıp deviriyorlardı.
Birkaç kez yere yuvarlanan Obnubile nasıl yürümesi gerektiğini sonunda öğrendi: Bir
saat sonra kendisi de bir Atlantalıyı devirdi.
Büyük bir alana geldiğinde yetmiş metre boyunda sütunları olan ve klasik mimaride
yapılmış büyük bir saray gördü.
Başını kaldırıp bu yapıyı incelerken sade giyimli bir adam yanaştı ve Penguen diliyle
konuştu:
"Giysilerinizden Penguenistanlı olduğunu anlıyorum. Ben dilinizi bilirim, yeminli
tercümanlık yapıyorum. Bu bina Parlamento'dur. Şu sırada milletvekilleri görüşüyorlar.
Oturumu izlemek ister misiniz?"
Dinleyici localarına alınan profesör hezaren koltuklarda oturan ve ayaklarını
önlerindeki sıraların üzerine uzatmış olan milletvekilleri gördü.
Meclis başkanı ayağa kalktı ve genel umursamazlık içinde pek de işitilmeyen bir sesle
konuştu. Tercümanın çevirdiği sözler şöyleydi:
"Mongolya pazarının açılma savaşı devletin başarısıyla sonuçlanmıştır; harcamaların
maliye komisyonuna gönderilmesini öneriyorum..."
"Karşı görüş var mı?"
"Önerge kabul edilmiştir."
"Üçüncü Zelanda pazarının açılma savaşı devletin başarısıyla sonuçlanmıştır,
harcamaların maliye komisyonuna gönderilmesini öneriyorum..."
"Karşı görüş var mı?"
"Önerge kabul edilmiştir."
"Yanlış mı duyuyorum?" diye sordu Profesör Obnubile. "Siz, bir endüstri devleti,
savaşlar yapıyorsunuz?"
"Elbette," dedi tercüman, "bunlar endüstri savaşlarıdır. Ticaret ve endüstrisi olmayan
devletler savaş yapmak zorunda değildirler; ama zengin bir ulus fetih politikası
uygulamak zorundadır. Açtığımız savaşların sayısı üretim artışımızla birlikte gider. Bir
sanayi kolumuz ürettiğini satamaz olduğunda yeni bir savaşla ona yeni pazarlar
bulmak gerekir. Örneğin, bu yıl bir kömür savaşı, bir bakır savaşı, bir pamuk savaşı
oldu. Üçüncü Zelanda'ya şemsiye ve pantolon askısı satabilmek için halkının üçte
ikisini öldürmek zorunda kaldık."
O sırada meclisin ortalarında oturan şişman bir milletvekili kürsüye geldi.
"Zümrütistan Cumhuriyeti'ne savaş açılması için önerge vermek istiyorum," dedi. "Bunlar
utanmadan tüm dünya pazarlarında bizim sosis ve jambomlarımızla rekabet ederek
et endüstrimizle alay ediyorlar."
"Kim bu milletvekili?" diye sordu profesör.
"O bir domuz tüccarıdır."
"Karşı görüş var mı?" diye sordu başkan. "Önergeyi oylatıyorum."
Zümrütistan'a savaş açılması el kaldırılarak büyük bir çoğunlukla kabul edildi.
"Nasıl?" diye haykırdı Obnubile, "bu kadar acele ve umursamazlıkla bir savaşa karar
verdiniz?.."
"Oh! Bu pek önemsiz bir savaş, yalnızca sekiz milyon dolara mal olacak."
"Ama insanlar..."
"İnsanlar da bu sekiz milyon doların içinde."
O zaman Profesör Obnubile başını elleri arasında alıp acıyla düşündü:
"Madem ki uygarlık ve zenginlik de barbarlık ve yoksulluk kadar savaşlara yol açıyor,
madem ki insanların çılgınlık ve kötülüğünün çaresi yok, yapılacak tek bir şey kalıyor.
Bilge kişi bu gezegeni havaya uçuracak kadar dinamit bulmalı. Patlayıp parçaları
uzaya yayıldığında evrende ufak da olsa bir iyileşme olurdu, varlığı zaten kuşkulu olan
evrensel vicdan biraz olsun rahat ederdi."
BEŞİNCİ KİTAP
YAKIN ÇAĞ
CHATILLON
Her yönetim düzeni mutsuzlar yaratır. Cumhuriyet, yani "kamu malı" yönetim düzeninde
de böyle oldu: Eski ayrıcalıklarını yitiren soylular giderek Draco hanedanının son üyesi
olan Prens Crucho'ya hayranlık ve umutla bakmaya başladılar. Bu genç prenste
sürgünde olmanın verdiği üzünçlü bir çekicilik vardı. Öbür mutsuzların başında, köklü
ekonomik nedenlerle artık para kazanamayan küçük esnaf geliyordu; bunlar önce
destekledikleri cumhuriyeti zamanla tüm dertlerinin sorumlusu olarak görmeye ve
ondan her gün biraz daha uzaklaşmaya başlamışlardı.
Hıristiyanlar kadar Yahudi bankerler de, küstahlık ve açgözlülükleriyle, soyup
aşağıladıkları ülkenin başına bela olmuşlardı; her hükümet döneminde önlerinde bir
engel olmadan işlerini yürütebileceklerinden emin olduklarından, hükümetlerin
kalması veya değişmesini önemsemiyorlardı. Ancak, onların da gönlünde krallık
yönetimi yatıyordu, böylece henüz genç ve çelimsiz olan sosyalist rakiplerinden daha
iyi korunabileceklerdi. Giderek, yaşam biçimlerine öykündükleri soyluların politik ve
dinsel düşüncelerini de benimsemeye başladılar. Özellikle, havai ve gösteriş seven
banker hanımları prensi seviyor ve onun sarayına konuk olabilmeyi düşlüyorlardı.
Fakat, cumhuriyetin de taraftarları ve savunucuları vardı. Cumhuriyet kendi memurlarının
bağlılığına güvenemiyorsa da, işçiler vardı: Gerçi onların zor yaşam koşullarını
değiştirememişti, ama ne zaman cumhuriyet tehlikeye girse taş ocaklarından,
kulübelerinden ve zindanlarından kapkara ve bakımsız yüzleriyle çıkıp alanlarda
yürüyorlardı. Onun için canlarını verirlerdi, çünkü cumhuriyet onlara bir umut
vermişti.
Theodore Formose'nin başkanlığı döneminde, Alca kentinin sakin bir varoşunda,
yaşamını çocukları eğiterek ve nikah kıyarak sürdüren Agaric adında bir rahip vardı.
Kendi okulunda, eskinin soylu fakat tüm zenginliklerini yitirmiş ailelerin çocuklarına
din, eskrim, ata binme dersleri veriyordu. Sonra, çocuklar evlenecek yaşa
geldiklerinde bu genç adamları, bankerlerin bol çeyizli ama hâlâ küçümsenen
kızlarıyla evlendiriyordu.
Uzun boylu, zayıf ve esmer olan Agaric, elinde tesbihi ve yüzünde düşünceli bir
anlatımla sürekli okulun koridorlarında ve bahçelerinde dolaşırdı. Öğrencilerine
yalnızca eski din bilgilerini ve biçimsel din kurallarını öğretmek, sonra da onları zengin
kızlarla evlendirmekle kalmazdı. Onun çok daha büyük politik niyetleri vardı ve dev
bir planın gerçekleşmesi için yaşıyordu. Tüm düşüncesi ve yaşam amacı cumhuriyeti
devirmekti. Bunu kişisel çıkarı için istiyor değildi. Demokratik bir düzeni, kendini
bedeni ve ruhuyla adadığı tanrısal toplum düzenine aykırı görüyordu. Diğer rahip
kardeşler de onun gibi düşünüyorlardı. Cumhuriyet din adamları ve onların
topluluklarıyla sürekli çatışma içindeydi. Kuşkusuz, yeni düzeni devirme düşüncesi zor
ve tehlikeli bir uğraştı. Ama Agaric hiç olmazsa yaman bir darbe girişimi başlatabilirdi.
Din adamlarının yüksek sınıflarla içli dışlı olduğu o dönemde, Alcalı soylular üzerinde
bu rahibin derin bir etkisi vardı.
Yetiştirdiği gençler, halk yönetimine karşı yürümek için ondan bir işaret bekliyorlardı.
Eskinin soylu aile çocukları sanat veya ticaretle uğraşmıyorlardı. Cumhuriyete hizmet
ediyor, ama onu sevmiyorlardı; ejderha başlığını özlüyorlardı. Ve Yahudi gelinler, soylu
Hıristiyan sayılabilecekleri umuduyla, kocalarının bu özlemlerini paylaşıyorlardı.
Bir temmuz günü, varoştan kırlara açılan tozlu bir yolda yürürken, yosun tutmuş bir köy
kuyudan yardım sesleri geldiğini işitti. Yakındaki bir kunduracıdan öğrendiğine göre
hırpani kılıklı bir adam "Yaşasın cumhuriyet!" diye bağırınca, oradan geçmekte olan
süvari subayları adamı yakalayıp kuyuya atmışlardı. Agaric basit olayların derin
anlamları olduğuna inanırdı. Bu adamın kuyuya atılmasını, tüm soylu ve asker
sınıflarının artık kıvamına erdiğini ve harekete geçme zamanının geldiğini gösteren bir
belirti olarak gördü.
Ertesi gün, Conil Ormanı içinde yaşayan Peder Cornemuse'ü görmeye gitti. Bu büyük
din adamını laboratuvarında, imbikten altın renkli bir sıvıyı damıtırken buldu.
Peder Cornemuse kısa boylu, şişman, kırmızı yanaklı ve başında saç kalmamış yaşlı bir
adamdı. Göz kapakları kobaylarınki gibi kırmızıydı. Konuğunu saygıyla buyur etti; ona
kendi ürettiği ve satışından iyi para kazandığı Azize Pembekız Şurubu'ndan sundu.
Agaric şurubu eliyle geri çevirdi. Sonra, büyük ayakları üzerinde dikilip buruşuk
şapkasını göbeğinin üstünde sıkı sıkı tutarak sessizce bekledi.
"Otursanıza" dedi Cornemuse.
Agaric topal bir tabureye ilişti ama sessizliğini bozmadı.
O konuşmayınca, Conil Ormanı'nın din adamı üsteledi:
"Ya genç öğrencileriniz ne yapıyorlar? Çocuklar iyi okuyorlar mı?"
- Çok hoşnutum," dedi Agaric. "İşin püf noktası temel ilkeleri öğretmekte. Düşünmeye
başlamadan önce iyi düşünmeyi öğrenmek gerekir. Sonra çok geç olur... Çevremde
avunacak çok şey buluyorum. Doğrusu, zor zamanlar yaşıyoruz.
"Ne yazık ki öyle!" diye içini çekti Cornemuse.
"Kötü günler geçiriyoruz."
"Sınama günleri bunlar..."
"Ancak, Cornemuse, kamuoyu sandığımız kadar yozlaşmış değil."
"Olabilir."
"Halk kendisini sefil eden ve hiçbir şey yapmayan bu hükümetten bıkmış. Her gün yeni
skandallar patlıyor. Cumhuriyet utanç içinde boğuluyor. Sonu geldi."
"Tanrı sizi işitsin!"
"Cornemuse, Prens Crucho hakkında ne düşünüyorsunuz?"
"Sevimli bir genç, ulu bir hanedana layık bir oğul. Onun bu genç yaşta sürgün acısı
çekmesine üzülüyorum. Sürgündekiler için baharda çiçekler açmaz, güzün meyveler
olmaz. Prens Crucho doğru yolda; din adamlarına saygılı, tapınımını yerine getiriyor;
ayrıca benim şurubumun da iyi bir tüketicisi."
"Cornemuse, yoksul veya zengin birçok yuvada onun dönüşü özleniyor. Bana inan, o geri
gelecek."
"Cüppemi onun yoluna sermeden ölmeyeyim!" diye iç çekti Cornemuse.
Onun bu duygularını öğrenen Agaric, kendi algıladığı biçimde halkın özlemlerini anlattı.
Soylular ve askerlerin halk yönetiminden bıktığını, ordunun yeni aşağılamalara artık
katlanmak istemediğini, memurların ihanete hazır, mutsuz halkın ayaklanıp kilise
düşmanlarını Alca kuyularına atmaya hazır olduğunu anlattı. Sonuç olarak büyük bir
darbe vurmanın zamanı geldiğini söyledi:
"Penguen halkını," diye haykırdı, "bu acımasızlardan ve kendi nefsinden kurtarıp
ejderha tacını yerine geri koyabiliriz! Eski ulu devleti, inancın onurunu ve kilisenin
bereketini geri getirebiliriz. İstersek bunu başarabiliriz. Yeterli servetimiz ve gizli
yerlerde etkimiz var; gazetelerimizdeki ateşli yazılarla kent ve köylerdeki din
adamlarına iletiler verebiliyor, onların inançlarını ayağa kaldıracak ateşi canlı
tutabiliyoruz. Onlar ateşle topluluklarını harlandıracaklar. Ordunun en büyük önderleri
ve halkın önemli temsilcileriyle gizli bağlantım; ayrıca, şemsiye tüccarları, şarapçılar,
mağaza tezgahtarları, gazete çığırtkanları, fahişeler ve polisler arasında da bana
bilmeden hizmet edenler var. Gerektiğinden fazla adamımız var. Daha ne bekliyoruz?
Harekete geçelim!"
"Ne yapmayı düşünüyorsunuz?" diye sordu Cornemuse.
"Büyük bir kalkışmayla cumhuriyeti devirmek ve Draconit tahtına Crucho'yu geçirmek
istiyorum."
Cornemuse dilini uzun süre dudakları üzerinde gezdirip tatlı bir sesle şöyle dedi:
"Elbette Draconitleri yeniden başa geçirmek istenebilecek bir şeydir, ben de bütün
yüreğimle isterim bunu. Cumhuriyete gelince, onun hakkında ne düşündüğümü
biliyorsunuz... Fakat, onu kendi yazgısıyla başbaşa bırakıp özünde var olan kötü
hastalıktan ölmesini beklemek daha doğru olmaz mı? Sizin önerdiğiniz şey, sevgili
Agaric, soylu ve yiğit bir yol. Bu büyük ve talihsiz ülkeyi kurtarıp ilk günlerindeki
görkemine kavuşturmak güzel olurdu. Ama, bir düşünün: Bizler Penguen olmaktan
önce Hıristiyanız. Politik girişimlerle dinimizin adını lekelemeye karşı çok dikkatli
olmalıyız."
Agariç hışımla yanıt verdi:
"Hiç korkmayın. Komplonun tüm ipleri elimizde olacak, fakat bizler gölgede kalacağız.
Bizi görmeyecekler."
"Süt içindeki sinekler gibi," diye mırıldandı Conil Ormanı'nın adamı.
Sonra kırmızı gözkapaklarını meslektaşının üzerine dikip şöyle dedi:
"Dikkat edin, sevgili dostum. Cumhuriyet sandığınızdan daha güçlü olabilir. Sakın onu bu
saatte uyuduğu gevşeklik uykusundan uyandırmakla gücünü artırmış olmayalım? O
çok kurnazdır, saldırırsak kendini savunur. Yaptığı kötü yasalar şimdilik bize ilişmiyor;
ama korktuğu zaman bizi ezecek yasalar koyar. Tüylerimizi bırakabileceğimiz bir
savaşa sorumsuzca kalkışmayalım. Zaman uygun diyorsunuz, öyle mi? Buna
inanmıyorum, nedenini size söyleyeyim. Var olan yönetim düzenini aslında pek kimse
tanımıyor. O kendisini halkın malı diye tanıtıyor. halk buna inandığı için demokrat ve
cumhuriyetçi olmayı sürdürüyor. Ama sabredin! Aynı halk bir gün cumhuriyetin
gerçekten kamu malı olmasını isteyecektir. Bu tür halkın malı olma savlarını ne kadar
saçma ve kutsal düzene aykırı bulduğumu söylememe gerek yok. Ama halk
kendisinin olanı isteyecek ve alacaktır; bu da var olan yönetim düzeninin sonu
olacaktır. Bu anın gelmesi pek yakındır. İşte bizler, yüce amaçlarımız için, o zaman
harekete geçmeliyiz! Bekleyin! Ne acelemiz var? Varlığımız tehlikede değil,
yaşamımız katlanılmayacak kadar zorlaşmadı. Cumhuriyet bize saygı göstermiyor,
sözümüzü dinlemiyor; rahiplere hak ettikleri payeleri vermiyor. Ama yaşamamıza izin
veriyor. Ne kadar yaşarsak o kadar güçleniyoruz. Cumhuriyet bize düşman, ama
kadınlar bizi sayıyorlar. Tövbekar başkan Formose ayinlerimize katılmıyor, ama karısı
ve kızları her pazar dizlerime kapanıyor. Şişelerimden düzinelerce alıyorlar. Soylular
arasında bile böyle iyi müşterim yok. Şunu açıkça itiraf edelim: Dünya üzerinde kilise
ve rahiplere bu kadar yararlı başka bir ülke yoktur. Başka hangi ülkede bu kadar bol
sayıda ve bu kadar yüksek fiyata şifalı merhemimizi, kuvvet macunumuzu,
tespihlerimizi, atkılarımızı, okunmuş sularımızı ve Azize Pembekız Şuruplarımızı
satabiliriz. Hangi ülke halkı elimizle yaptığımız bir haç işaretine, ağzımızdan çıkan
birkaç duaya yüz ekü para öder? Bana gelince, bu sevimli, sadık ve uysal
Penguenistan'da bir balya kekik otundan çıkardığım bu şuruptan kazandığımın binde
birini, Avrupa ve Amerika'nın en kalabalık ülkelerinde kırk yıl boyunca vaaz verip
ciğerlerimi paralasam bile kazanamam. İçten olalım, bir polis komiseri beni gelip
götürse ve Gece Adaları'na sürgüne giden bir gemiye bindirse Penguenistan daha mı
mutlu olurdu?"
Böyle konuştuktan sonra, Cornemuse ayağa kalktı ve konuğunu büyükçe bir çiftlik
yapısına götürdü. Orada, mavi önlükler giymiş yüzlerce yetim çocuk şişeleri
paketliyor, kasaları çakıyor ve etiketleri yapıştırıyorlardı. Çekiçlerin gürültüsü ve
raylarda ilerleyen şişelerin çınlaması kulakları sağır ediyordu.
"Gönderimleri buradan yapıyorum, dedi Cornemuse. Devletin orman içinden kapıma
kadar gelen bir demiryolu yapmasını sağladım. Gördüğünüz gibi, cumhuriyet tüm
inançları yıkamamış."
Agaric bilge damıtıcıyı inandırmak için son bir çaba gösterdi. Başarının kesin, çabuk ve
parlak olacağını göstermeye uğraştı.
"Buna katkıda bulunmak istemez misiniz?" diye ekledi. "Kralınızı sürgünden kurtarmak
istemez misiniz?"
"İnançlı kişilere sürgün tatlı gelir," dedi Conil Ormanı'nın adamı. Bana inanıyorsanız,
sevgili dostum Agaric, şimdilik tasarınızdan vazgeçersiniz. Bana gelince, pek düş
kurmuyorum. Beni nelerin beklediğini biliyorum. Aranıza katılmasam bile, siz
yitirdiğinizde bedelini ödeyenler arasında ben de olacağım."
Peder Agaric dostundan izin isteyip ayrıldı ve sevinçle okuluna döndü. "Cornemuse," diye
düşündü, "komployu önleyemeyeceğini anlarsa, başarılı olmasını ister ve gerekli
parayı verir." Agaric yanılmıyordu. Gerçekten de rahiplerin dayanışması böyleydi,
içlerinden birinin eylemlerine tümü katılırdı. Huylarının en iyi ve en kötü yanı da
buydu.
II
PRENS CRUCHO
Agaric vakit yitirmeden, eskiden yakın görüştüğü Prens Crucho'ya gitmeye karar verdi.
Şafakla birlikte bir sığır tüccarı kılığında okulun yan kapısından çıktı ve limandan Aziz
Mael gemisine bindi.
Ertesi gün Foklar Ülkesi'nde karaya çıktı. Prens Crucho sürgünün acı ekmeğini bu
konuksever ülkedeki Chatterlings şatosunda yiyordu.
Agaric onu asfalt yolda bir otomobilde iki güzel kızla saatte yüz otuz kilometre hız
yaparken buldu. Onu gören din adamı kırmızı şemsiyesini sallayınca prens arabasını
durdurdu.
"Siz misiniz, Agaric? Binin bakalım! Zaten üç kişiyiz, ama biraz sıkışabiliriz. Bu
bayanlardan biri sizin kucağınıza otursun."
Dindar Agaric arabaya bindi.
"Haberler nasıl, sayın pederim?" diye sordu genç prens.
"Haberler büyük," dedi Agaric. "Konuşabilir miyim?"
"Konuşun. Bu bayanlardan hiçbir şeyimi saklamıyorum."
"Majesteleri, Penguenistan sizi istiyor. Onun çağrısını duymazdan gelemezsiniz.
Agaric kamuoyunun son durumunu özetledi ve büyük bir komplonun planını açıkladı.
"Benim bir işaretimle," dedi, "tüm yandaşlarınız ayaklanacaklar. Eli öpülesi rahipleriniz
cüppelerini sıvayıp ellerine haçlarını alacak ve silahlı kalabalığı Formose'un sarayına
yürütecekler. Düşmanlarımızın ruhuna korku ve dehşet salacağız. Tüm bu
uğraşılarımız karşılığında sizden tek isteğimiz var: Bunları boşa çıkarmayın. Gelip size
hazırladığımız tahta çıkın."
Prens şöyle dedi:
"Alca'ya yeşil bir at üstünde gireecğim."
Agaric bu erkekçe yanıtı beğendi. Gerçi, alışık olmadığı biçimde kucağında bir bayan
vardı ama, genç prense krallık görevlerine sadık olmayı öğütledi.
"Majesteleri," diye ağlayarak haykırdı. "Bir gün sizi sürgünden kurtarıp halkınıza
kavuşturan, atalarınızın tahtına Draco'nun tacıyla oturtanların din adamları olduğunu
anımsarsınız. Kral Crucho, şanınız ve onurunuz atanız Büyük Draco kadar olsun!"
Duygulanan genç prens koruyucusunu kucaklamak istedi; ancak bu sıkışık arabada iki güzel
kızın arasından ona ulaşmak kolay olmadı.
"Sayın pederim," dedi, "bu kucaklaşmaya tüm Penguenlerin tanık olmasını isterdim."
"Gerçekten bu yaman bir görüntü olurdu."
Bir yandan kasaba ve köy sokaklarından hızla geçen araba, tavuk, kaz, hindi, ördek,
ispenç tavuğu, kedi, köpek, domuz, çocuk, ırgat ve köylü, ne çıkarsa iştahlı
tekerlerinin altında ezip geçiyordu.
Bu arada Agaric aklında büyük planlarını sıralıyordu. Kızların arasından zor işitilen
sesiyle şöyle dedi:
"Para gerekiyor, hem de çok para."
"O sizin işiniz," dedi prens.
Sonunda şatonun demir kapısı büyük otomobilin önünde açıldı.
Akşam yemeği görkemli oldu. Kadehler Draco tacının şerefine kalktı. Herkesin bildiği
gibi, ağzı kapalı bir kadeh egemenlik işaretidir. Nitekim, Prens Crucho ve eşi Prenses
Gudrune ayin kabına benzeyen kadehlerden içtiler. Prens Penguenistan'ın beyaz ve
kırmızı şaraplarından bol bol tattı.
Crucho gerçek prenslere layık bir eğitim görmüştü: Otomobil kullanmaktaki becerisi
yanında, kendi tarihini de bilmiyor değildi. Şanlı ailesinin antikalarını ve resimlerini
tanımakta usta olduğu söyleniyordu. Bu kültürünün bir kanıtını tatlı sırasında verdi.
Ünlü kadınların ortak özelliklerinin konuşulduğu bir sırada şöyle dedi:
"Adını almış olduğum Kraliçe Crucho'nun göbeğinin altında bir ben olduğu doğrudur."
Agaric o akşam prensin üç yaşlı danışmanıyla ciddi bir görüşme yaptı. Para için,
damadını kral görmek isteyen kayınpedere, soylular arasına girmeye istekli bazı
Yahudi bayanlara ve Foklar Ülkesi'nin naip prensine başvurmaya karar verildi. Bu
sonuncusu, halkının tarihsel düşmanı olan Penguenleri zayıflatmak için Crucho'nun
tahta geçmesinin yararlı olacağını düşünüyordu.
Üç yaşlı danışman aralarında sarayın baş görevlerini paylaştılar; mabeyinci, baş
yargıç ve haznedarlık görevlerinden geri kalanları prensin çıkarına uygun olarak
başkalarına dağıtma görevini din adamına bıraktılar.
"Özveriyi ödüllendirmek gerekir," dediler danışmanlar.
"İhaneti de," dedi Agaric.
"Çok doğru," dedi darbeler uzmanı olan danışman Marki Septplaies.
Sonra dans edildi. Balodan sonra Prenses Gudrune yeşil giysisinin eteklerini yırtıp
kokartlar yaptı; bunlardan birini kendi eliyle rahibin göğsüne iliştirirken din adamının
gözlerinden mutluluk ve minnet yaşları akıyordu.
Hemen o sabah, prensin başseyisi M. de Plume yeşil bir at bulmak için harekete geçti.
III
GİZLİ GÖRÜŞME
Penguenlerin başkentine dönen Peder Agaric düşüncelerini, Draco yanlısı görüşlerini
bildiği Prens des Boscenos'a açtı.
Prens de Boscenos'un soylular arasında iyi bir adı vardı. Boscenoslu Torticol ailesinin
soyağacı Dindar Brian'a kadar uzanıyordu ve krallık tarihinde yüksek görevlerde
bulunmuşlardı. 1179'da Penguenistan'ın büyük amirali olan Philip Torticol cesur,
sadık, şevketli ama kinci olduğundan, aşığı olduğu Kraliçe Crucho'nun kendisini bir
ahır seyisiyle aldattığından kuşkulanarak La Crique limanını ve tüm Penguen deniz
filosunu düşmana teslim etmişti. Boscenoslara o ünlü altın banyo küvetini bu büyük
kraliçe armağan etmişti. Bu ailenin parolası 16. yüzyıldan kalmadır; nasıl olduğunu
anlatayım. Bir şölen gecesi, kralın bahçesinde havai fişek gösterisini izleyen
nedimelerin kalabalığı arasına karışan Dük Jean des Boscenos, Skull Düşesi'ne yanaştı
ve elini kadının eteğinin altına soktu. Soylu kadın sesini çıkarmadı; ama oradan
geçmekte olan kral onları bu durumda görünce şöyle demekle yetindi: "Ha şöyle,
keyfiniz yerinde olsun." İşte, bu beş sözcük Boscenosların parolası oldu.
Prens des Boscenos ataları gibi yozlaşmış değildi; Draconitlerin kanına tükenmez bir
bağlılık besliyor, Prens Crucho'nun ve kendi yitik servetlerinin geri gelmesini iple
çekiyordu. Bu nedenle, rahip Agaric'in komplosunu hevesle benimsedi. Hemen din
adamının tasarılarına katıldı ve onu, yakın çevresinde tanıdığı en ateşli krallık yanlıları
olan Kont Clena, Bay de la Trumelle, Vikont Olive ve Bay Bigourd ile ilişkiye geçirdi.
Tüm bu kişiler bir gece, Alca'nın iki fersah batısında Dük Ampoule'un kır evinde
toplanıp yol ve yordam görüştüler.
Bay de la Troumelle yasal eylemden yanaydı:
"Yasal sınırlar içinde kalmalıyız," dedi özetle. "Bizler düzen adamlarıyız.
Umutlarımızın gerçekleşmesi için yorulmadan propaganda yapmalıyız. Ülkenin kafa
yapısını değiştirmek gerekir. Davamız haklı olduğu için kazanacaktır."
Prens des Boscenos karşı düşüncedeydi. Ona göre haklı davaların haksızlar kadar,
hatta daha da çok, güç kullanmaya gereksinimi vardı.
"İçinde bulunduğumuz durumda," diye açkıladı sakin bir sesle, "üç eylem yolu
gözüküyor: Kasap çıraklarını yanımıza çekmek, bakanları ihanete zorlamak ve Başkan
Formose'u kaçırmak."
"Formose'u kaçırmak yanlış olur," diye Bay de la Trumelle karşı çıktı. "Başkan bizimle
birlikte."
Bir Draco yanlısının başkanı kaçırmayı önermesi ve başka bir Dracocunun onun dost
olduğunu ileri sürmesi cumhurbaşkanının davranış ve düşüncelerini yeterince
açıklıyordu. Formose, hayran olduğu ve tavırlarına öykündüğü kralcılara sempatiyle
bakıyordu. Ancak, Draco tacından söz edildiğinde gülümsüyorsa, bu, onu kendi başına
takmayı düşündüğü içindi. Kesin bir yetke ona çekici geliyordu; bu yetkeyi
kullanmaktan çok, öyle görünebilmek hoşuna giderdi. Ünlü bir Penguen tarihçinin
dediği gibi, "o bir kazdı".
Prens des Boscenos elde silah parlamentoyu ve Formose'un sarayını basma düşüncesini
üsteledi.
Kont Clena daha da doluydu:
"Önce cumhuriyetçileri ve tüm yardakçılarını kılıçtan geçirelim, boğazlayalım ve
barsaklarını dökelim. Gerisini sonra düşünürüz."
Bay de la Trumelle ılımlıydı. Ilımlılar şiddete hep ılımla karşı çıkarlar. Kont Clena'nın
düşüncesinin soylu ve yiğit bir duygudan kaynaklandığını kabul ediyordu; ancak,
utangaç bir sesle bunun ilkelere aykırı ve bazı tehlikeleri olduğunu belirtti. Sonunda,
tartışmaya açık olduğunu söyledi.
"Halka bir çağrı yapalım," diye önerdi. "Onlara kim olduğumuzu bildirelim. Merak
etmeyin, ben bayrağımı cebimde taşıyacak değilim."
Bay Bigourd söz aldı:
"Baylar, Penguenler yeni düzenden yakınıyorlar, çünkü onun nimetlerinden
yararlanıyorlar; durumundan hep yakınmak insanın doğasında vardır. Fakat, aynı
zamanda düzen değiştirmekten de korkarlar, yenilik onları ürkütür. Bu halk Draco'nun
değerini bilmedi; şimdi arada bir onu özlediklerini söylüyorlarsa onlara inanmayın:
Kısa süre içinde, düşünmeden konuştuklarını anlayacaklardır. Bizim hakkımızdaki
düşünceleri konusunda kendimizi aldatmayalım. Bizi sevmiyorlar. Soylulardan nefret
ediyorlar; ya bize gıpta ettikleri yahut da eşitlik duygusunu sevdikleri için. Bu iki
duygu halkta bir araya geldiğinde tehlikeli olur. Kamuoyu bize karşı değil, çünkü bizi
umursamıyor. Ama, ne istediğimizi öğrendiği an, arkamızı bırakır. Demokratik yönetim
düzenini yıkıp yerine ejderha başını getirmek istediğimizi belli edersek, yandaşımız
kim kalır? Kasap çırakları ve Alca esnafı. Hem bu esnafa da sonuna kadar güvenebilir
miyiz? Onlar şimdi mutsuz, ama yüreklerinin içi cumhuriyetçidir. Crucho'yu yeniden
görmektense, o berbat mallarını mutsuz bir yüzle satabilmeyi yeğlerler. Açığa
çıkarsak, onları ürkütürüz.
Bizi sevimli bulmaları ve arkamızdan gelmeleri için, bizim cumhuriyeti devirmek değil,
tersine onu sağlamlaştırmak, temizlemek, güzelleştirmek, süslemek, kısacası daha
yüce ve sevimli kılmak istediğimize inanmaları gerekir. İşte bu nedenle kendi
başımıza hareket etmemeliyiz. Var olan düzenden yana olmadığımızı biliyorlar.
Cumhuriyet dostu birine, hatta bu düzenin savunucusu birine başvuralım. Bunlardan
ortalıkta çok var. En popüler ve en cumhuriyetçi olanını seçelim; onu iltifat ve verilmiş
sözlerle, özellikle sözlerle, kazanalım. Verilmiş sözler daha ucuz ama daha etkilidirler;
umut verirken daha çok şey verilmiş olur. Onun kafası fazla çalışan biri olması
gerekmez. Hatta, zeki olmamasını yeğlerim. Çünkü, budalalar hilecilikte eşsiz bir
incelik gösterirler. Bana inanın baylar, kamu malını kamudan birine yıktırın. Ama,
enerjik olurken önlemi elden bırakmayın! Bana gereksinme duyarsanız, her zaman
buyruğunuzdayım."
Bu söylev dinleyenler üzerinde derin bir etki oluşturmakla kalmadı. Din adamı Agaric
özellikle yararlandı. Ama herkes gelecek sanları ve onurları düşlüyordu. Hemen,
orada bulunanların tümünün üyesi olduğu, gizli bir hükümet taslağı hazırlandı.
Takımın en büyük para kaynaklarından Dük Ampoule maliye bakanı seçildi ve
propaganda giderlerini tek elde toplamakla görevlendirildi.
Toplantı sona ermek üzereydi ki karanlığın içinden gür bir köylü sesi, eski bir halk
şarkısını söylemeye başladı:
Bu, Alca'da iki yüz yıldır bilinen bir şarkıydı. Prens des Boscenos bu şarkıdan nefret
ederdi. Hemen verandaya çıktı; şarkı söyleyen adam kilisenin çatısına arduaz taşı
döşeyen bir işçiydi. Ondan, kibarca başka bir şarkı söylemesini istedi.
"Canım ne isterse onu söylerim," dedi adam.
"Bakın, dostum, bana iyilik edin..."
"Size iyilik etmeyi canım istemiyor."
Prens des Boscenos genelde sakin biriydi, ama inatçı ve boğa gibi güçlüydü.
"Alçak, in aşağı! yoksa ben oraya geleceğim" diye gürledi.
Çatıya ata biner gibi oturmuş olan işçi kımıldamayınca, prens hemen kulenin
merdivenlerinden çatıya kadar çıktı ve şarkıcının üzerine atıldı. Onu bir yumrukta
merdivenlerden aşağıya yuvarladı. O sırada, tavan arasında çalışmakta olan yedi-
sekiz kadar marangoz, arkadaşlarının çığlığı üzerine dışarı fırladılar. Çatıda prensi
görünce, aşağı inmesini beklemeden yanına vardılar. O gece prens, yüz otuz yedi
basamaklı merdiveni başı üzerinde inmek zorunda kaldı.
IV
VİKONTES OLİVE
Penguenler dünyanın en güçlü ordusuna sahiptiler. Foklar da öyle. Öbür tüm Avrupa
ülkelerinde de durum böyleydi. Biraz düşünülürse bu pek şaşırtıcı gelmemelidir.
Çünkü dünyanın tüm orduları en güçlüdürler. Eğer ikinci güçlü bir ordu var olsaydı,
çoktan yenilip yok olmuş olurdu. Bu yüzden tüm ülkelerin orduları en güçlüdürler. Bu
gerçeği bilen Albay Marchand, Rus-Japon savaşı sırasında, Yalu ırmağı geçilmeden
önce gazetecilerin bir sorusu üzerine, hem Rus ve hem de Japon ordularının en güçlü
olduğunu söylemişti. Bir ordunun en büyük hezimete uğramış olması onu birinci
konumundan aşağı indirmez. Çünkü, her ülke zaferlerini generallerinin zekasına ve
askerlerinin cesaretine bağlar da, yenilgilerin hep şanssızlıktan kaynaklandığını
söyler. Bunun tersine, donanma gücü gemi sayısına bağlıdır. Bir birinci, ikinci, üçüncü
donanma hep vardır. Bu nedenle, deniz savaşlarının sonuçları önceden bilinir.
Penguenler dünyanın en güçlü ordusuna ve ikinci güçlü donanmasına sahiptiler. Bu
donanmanın komutanı ünlü Amiral Chatillon idi. Amiral soylu bir aileden gelmiyordu;
halk çocuğuydu ve halk kendi saflarından çıkan birinin bu yüksek oruna gelmesinden
hoşnut olup onu seviyordu. Chatillon yakışıklıydı; mutluydu; hiçbir şey
düşünmüyordu: Hiçbir tasa onun bakışlarındaki erinci karartmıyordu.
Aziz Peder Agaric, Bay Bigourd'un gerekçelerine katılarak, cumhuriyeti ancak onun
savunucularından birinin eliyle yıkabileceklerine inadı ve dikkatini Amiral Chatillon'da
yoğunlaştırmaya başladı. Dostu peder Cornemuse'e gidip yüklü bir borç istedi. Yaşlı
damıtıcı içini çekerek parayı verdi. Agaric bu parayla altı yüz kasap çırağı tuttu ve
onlara, caddelerden her geçişinde amiralin atının arkasından koşup "Yaşasın Amiral!"
diye bağırmalarını söyledi.
Artık Chatillon ne zaman dışarı bir adım atsa alkışlanıyordu.
Vikontes Olive ondan gizli bir randevu istedi. Amiral onu komutanlığında gemi demirleri,
çıpalar ve elbombalarıyla süslü bir salonda karşıladı.
Kadının üstünde gri mavi sade bir giysi, güzel sarışın başında güllerle süslü bir şapka
vardı. Yüzündeki tülün altında gözleri yakut gibi parlıyordu. Soylular arasında,
geçimini Yahudi bankerlerden sağlayan bu kadın kadar güzeli yoktu. Uzun boylu ve
güzel vücutluydu.
"Amiral," dedi tatlı bir sesle, "size olan duygularımı artık saklayamıyorum. Doğaldır ki...
kahraman bir subayımız..."
"Çok naziksiniz, madam, Bu ziyaretinizi neye borçlu olduğumu bana söyler misiniz?"
"Uzun zamandır sizi görmek, sizinle konuşmak istiyordum. Bu yüzden, size bir ileti
getirme görevini üzerime aldım."
"Lütfen, oturun."
"Burası ne kadar huzur verici!"
"Evet, sakin bir yerdir."
"Kuşların ötüşü duyuluyor."
"Lütfen oturun, sayın madam."
Kadın ışığa karşı bir sandalyeye oturdu:
"Amiral, size çok önemli bir görevle geliyorum..."
"Lütfen, sözlerinizi açıklayın."
"Amiral, hiç Prens Crucho'yu gördünüz mü?"
"Asla."
Kadın içini çekti.
"Ne yazık! Oysa o sizi görmekten çok mutlu olurdu. Sizi beğeniyor ve saygı duyuyor.
Çalışma masasının üstünde, annesinin resminin yanında sizin resminiz duruyor. Ah,
birbirinizle tanışmamanız ne kadar yazık! O çok iyi bir prens ve kendisi için çalışanları
unutmayan bir nisan! Ne büyük bir kral olurdu. Ama, olacak: Bundan kuşku
duymayın. O, sanıldığından çok daha erken geri gelecek. Bana verilen görev, size
iletmemi istedikleri de işte bu ko..."
Amiral ayağa kalktı:
"Bir sözcük daha etmeyin, sayın madam. Ben cumhuriyetin saygısına ve güvenine
sahibim. Ona ihanet etmem. Hem, neden ihanet edebilirim ki? İkbal ve onurlarla
ağırlanıyorum."
"Ama ikbal ve onurlarınız, saygıdeğer amiralim, gerçek değerinizin çok altında. Eğer sizi
layıkıyla ödüllendirselerdi, şimdi başkomutan olur, hem kara ve hem de deniz
ordularına komuta ederdiniz."
"Her hükümet biraz iyilikbilmezdir."
"Evet, ama cumhuriyetçiler sizi kıskanıyorlar. Bu adamlar tüm üstün insanlardan
çekinirler. Hele, askerlere katlanamazlar. Ordu ve donanmayla ilgili her şey onlara
iğrenç gelir. Sizden korkuyorlar."
"Olabilir."
"Ama bu alçaklar ülkeye yazık ediyorlar. Penguenistan'ı kurtarmak istemez misiniz?"
"Bu nasıl olacak ki?"
"Hükümeti tüm bu düzencilerden temizleyerek."
"Ne diyorsunuz, sayın madam?"
"Kesinlikle olacak olanı sizin yapmanızı istiyorlar. Siz olmazsanız başka biri bunu
yapacak. Örneğin, başkomutan tüm bakanları, milletvekillerini ve senatörleri denize
döküp Prens Crucho'yu çağırmaya hazır."
"Ah! Alçak adam!" diye bağırdı amiral.
"Onun size yapacağını siz ona yapın. Prens hizmetinizi ödüllendirecektir. Size mareşal
kılıcı ve yüklü bir gelir armağan edecek. Ben bu arada, size onun dostluğunun bir
armağanını vermekle görevlendirildim."
Kadın bunu söyleyerek göğsünden yeşil bir kokart çıkardı.
"Nedir bu?" diye sordu amiral.
"Crucho size armasını gönderiyor."
"Lütfen, onu geri götürür müsünüz?"
"Gidip başkomutana sunsunlar diye mi? Hayır, asla! Amiralim, bırakın onu kendi
ellerimle şanlı göğsünüze iliştireyim."
Amiral genç kadını yavaşça uzaklaştırmak istedi. Ama, son birkaç dakikadır onu çok
çekici bulmaya başlamıştı. Hele, iki güzel çıplak kol ve ellerinin pembe ayaları yüzüne
dokunmaya başlayınca bu heyecanı daha da arttı. Fazla direnmedi. Kokart takıldıktan
sonra, kadın Chatillon'u yerlere kadar eğilerek "başkomutanım" diye selamladı.
Deniz adamı şöyle dedi:
"Her asker gibi, ben de hırsları olan biriydim, bunu saklamıyorum. Belki hâlâ öyleyim;
ama şimdi sizi gördükten sonra, bir tek dileğim var: Sizinle yüreklerimizi birleştirmek."
Kadın gözkapaklarının altında parlayan yakut bakışlarıyla onu süzdü:
"Bu da olabilir tabii... Ah, ne yapıyorsunuz, amiralim?
"Yüreğinize giden yolu arıyorum."
Sonra, amiralin yanından çıkan Vikontes doğruca peder Agaric'e gidip rapor verdi.
"Oraya yine dönmeniz gerekecek, sayın madam" dedi ciddi rahip.
VI
AMİRALIN DÜŞÜŞÜ
O gece Draco hareketinin doruk noktası oldu. Artık krallıkçılar zaferden kuşku
duymuyorlardı. İçlerinden birçoğu Crucho'ya kutlama telgrafları gönderdiler. Bayanlar
ona atkı ve terlik örmeye başladılar. Seyis Bay de Plume yeşil atı bulmuştu.
Peder Agaric bu iyimserliği paylaşıyordu. Ama yine de prense yandaş toplamayı
sürdürüyordu.
"Daha derin katmanlara ulaşmak gerekir," diyordu.
Bu amaçla üç sendikacı işçiyle ilişki kurdu.
O çağda sanatkarlar, Draco zamanında olduğu gibi lonca yöntemiyle çalışmıyorlardı.
Özgürdüler ama yarınki kazanç umutları belirsizdi. Uzun yıllar birbirlerinden kopuk,
yardımsız ve desteksiz yaşadıktan sonra, sendikalar oluşturdular. Üyelerin ödenti
verme alışkanlığı olmadığı için bu sendikaların kasaları boştu. Üye sayısı otuz bin olan
sendikalar vardı; ama bin, beş yüz veya iki yüz üyeli sendikalar da vardı. Hatta
bazıları iki, üç veya daha az üyeliydi. Fakat, üye çizelgeleri açıklanmadığından, büyük
sendikalarla küçükleri ayırt etme olanağı yoktu.
Karanlık ve dolambaçlı pazarlıklardan sonra, peder Agaric bir gece La Galette
Kabaresi'nin bir salonunda Dagobert, Tronc ve Balafille yoldaşlarla buluşturuldu. Her
üçü de sendika başkanıydı; birinin on dört üyesi, ötekinin yirmi dört, sonuncunun da
bir üyesi vardı. Agaric bu görüşmede olağanüstü ustalık gösterdi.
"Baylar," dedi, "birçok bakımdan, aynı politik ve toplumsal görüşleri paylaştığımız
söylenemez; ama üzerinde anlaşabileceğimiz çok nokta olabilir. Ortak bir düşmanımız
var. Hükümet sizi sömürüyor ve sizlerle alay ediyor. Onu devirmek için bize yardım
edin; biz gerekli olanağı size vereceğiz; üstelik, sonunda minnettarlığımızı da
göstereceğiz.
"Anlaşıldı. Parayı uçlan bakalım" dedi Dagobert.
Rahip, Conil ormanda gözü yaşlı peder Cornemuse'den aldığı keseyi masanın üzerine
bıraktı.
"Çak bakalım" diye üç arkadaş tokalaştılar.
Bu kutsal antlaşma böyle mühürlendi.
Rahip, derin katmanları da hareketine ortak etmekten mutlu ayrıldıktan sonra,
Dagobert, Tronc ve Balafille, sokakta bir işaret bekleyen kız arkadaşları Amelie, Reine
ve Mathilde'i ıslık çalıp yanlarına çağırdılar. Sonra, altı kişi el ele tutuşup kesenin
çevresinde dans ederek eski bir halk şarkısından uyarlayıp söylediler:
Draco kışkırtması taşra kentlerine yayılmamıştı. Peder Agaric bunun nedenini merak
ediyor, ama bir türlü bulamıyordu. Sonunda, Peder Cornemuse onu aydınlattı:
"Elimde kanıt var; Dracocuların maliyecisi Dük Ampoule, propaganda için topladığı
paralarla Fok Ülkesinde yurtluklar satın alıyormuş."
Parti para sıkıntısı çekiyordu. Prens des Boscenos kavgada cüzdanını yitirince sıkıntıya
düşmüş ve ağırına giden bir zorluk içinde geçinmeye çalışıyordu. Vikontes Olive
onlara pahalı gelmeye başlamıştı. Cornemuse bu bayanın ödeneğini azaltmayı önerdi.
"Bize çok yararlı oluyor," diye karşı çıktı Agaric.
"Kuşkusuz," diye yanıtladı Cornemuse. "Ama, bizim cebimizi boşaltırsa zarar da
verebilir."
Derin bir ikilik Dracocuları bölüyordu. Görüşmelerinde hep bu konuda tartışma
çıkıyordu. Bir bölümü rahip Agaric ve Bay Bigourd'un politikasına uygun olarak,
sonuna kadar cumhuriyeti güçlendirme görüntüsü vermeyi sürdürmek istiyorlardı.
Diğerleriyse, uzun bir bekleyişten yorulmuş, Draco tacının ortaya çıkarılmasını ve bu
işaret altında savaşım verilmesini istiyorlardı.
Bu sonuncular durumun netleştiğini, daha fazla rol yapılmasına gerek kalmadığını ileri
sürüyorlardı. Nitekim, halk da çalkantıların hangi yöne kaydığını giderek görmeye
başlamış, Amiral yanlılarının cumhuriyeti yıkma niyetlerini anlamıştı.
Prensin La Crique limanında karaya çıkacağı ve yeşil bir ata bineceği söylentileri
yayılmaya başlamıştı.
Bu söylentiler bağnaz rahipleri mest, yoksul soyluları mutlu ve zengin Yahudi bayanları
tatmin ediyor, küçük esnafın içine umut veriyordu. Fakat bunların pek azı, umdukları
nimetleri toplumsal bir yıkım veya kamu düzenini yıkma pahasına elde etmeye
razıydı. Hele bu işe paralarını, rahatlarını, özgürlüklerini veya eğlencelerinden bir
saatlerini ayırmaya razı olanların sayısı çok daha azdı. Buna karşılık işçiler, her zaman
olduğu gibi, bir iş günlerini cumhuriyete feda edebiliyorlardı; nitekim, varoşlarda
uğultulu bir direniş filizlenmeye başlamıştı.
"Halk bizimle birlikte" diyordu peder Agaric.
Oysa, fabrika çıkışlarında kadın, erkek ve çocuklar hep bir ağızdan şöyle bağırıyorlardı:
Chatillon alaşağı!
Huu! huu! Canım takke!
Hükümete gelince, tüm hükümetlerin ortak özelliklerini, yani kararsızlık, zayıflık, gevşeklik ve
ilgisizliği sergiliyor; yine hiçbirinin yapamadığı gibi, belirsizliğe ve şiddete tepki
göstermiyordu. Üç tümceyle söylersek, hiçbir şey bilmiyor, istemiyor ve yapamıyordu.
Başkanlık Sarayı'nda Formose, kibirli yapısına uygun, kör, sağır, dilsiz ve görünmez
bir biçimde oturuyordu.
Kont Olive son bir yardım kampanyası açmayı ve Alca kenti kaynıyorken büyük bir olay
yaratmayı önerdi.
Kendi kendini seçmiş olan bir yürütme komitesi Parlamento üyelerini kaçırmaya karar
verdi; bunun için yöntemleri görüşmeye başladı.
Sonunda, 28 Temmuz günü harekete geçmeye karar verildi. O gün, kentin üzerine parlak bir
güneş doğmuştu. Parlamento Sarayı'nın önünden ev kadınları pazar torbalarıyla
geçiyor; işportacılar elma, armut, şeftali ve üzüm diye bağırıyor; fayton beygirleri
dinginlik içinde başlarına geçirilmiş torbalardan yulaflarını yiyorlardı. Kimse bir olay
beklemiyordu; darbe gizli tutulduğundan değil, ama duyanlar pek inanmıyordu.
Kimsenin inanmıyor olması kimsenin istemediği biçiminde yorumlanabilirdi. Saat ikiye
doğru, her zaman olduğu gibi, milletvekilleri Parlamento kapısından birer ikişer
girmeye başladılar. Saat üçte, hırpani kılıklı bir öbek adam kapıda birikmeye başladı.
Üç buçukta, yan sokaklardan çıkan kara giysili bir insan seli Devrim Alanı'na boşaldı.
Bu geniş alan kısa sürede buruşuk şapkaların oluşturduğu bir okyanus gibi
dalgalanmaya, köprüyü aşıp gelen meraklıların da katılmasıyla, uğultularıyla yasama
duvarına çarpmaya başladı. Bağırışlar, homurdanmalar ve marşlar dingin gökyüzüne
yükseliyordu. "Bize Chatillon gerek! Milletvekilleri aşağı! Cumhuriyetçilere ölüm!"
Prens des Boscenos tarafından yönetilen Dracocuların kutsal korosu kendi kutsal
şarkılarını söylemeye başladı:
Yaşasın Crucho,
Yiğit ve akıllı,
Beşikten beri
Cesaret dolu!
VII
SONUÇ
Nunc est bihendum (1). Korktuğu şeyden kurtulan ve büyük bir belayı atlamış olmaktan
keyifli olan hükümet Penguenistan'ın yeniden canlanış ve cumhuriyetin kurtuluş
yıldönümünü kutlamak üzere büyük bir tören düzenlemeye karar verdi.
Başkan Formose, bakanlar, Parlamento ve Senato üyeleri bu törende yer aldılar.
Penguen ordusunun başkomutanı da tören üniformasıyla oradaydı. Büyük alkış aldı.
Yoksulluğun kara bayrağıyla devrimin kırmızı bayrağının arkasında işçi temsilcileri,
yüzlerinde haklarının bilincinde olduklarını gösteren ciddi bir anlatımla yürüdüler.
Başkan, bakanlar, milletvekilleri, bürokratlar, yüksek yargı üyeleri ve subaylar, kendi
adlarına ve halk adına, ya özgür yaşayacaklarına ya da öleceklerine bir kez daha ant
içtiler. Bu ikilemde kararlıydılar. Ancak, özgür yaşamayı yeğlerdi. Oyunlar oynandı,
söylevler verildi, danslar edildi.
Devlet temsilcileri çekildikten sonra, yurttaş kalabalığı da yavaş ve dingin bir biçimde
dağılırken şöyle şarkı söylüyorlardı: "Yaşasın cumhuriyet! Yaşasın özgürlük! Hu! hu!
Canım takke!"
Gazeteler bu mutlu günde yalnızca bir tek üzücü haber geçtiler. Tören kıtası Kraliçe
Parkı'nın önünden geçerken Prens des Boscenos orada bir sıraya oturmuş purosunu
içmekteydi. Prens bakanların arabasına yaklaştı ve gürleyen bir sesle
"Cumhuriyetçilere ölüm!" diye bağırdı. Polisler onu hemen yaka paça götürmek
isteyince yine yaman bir direnişle karşılaştılar. İçlerinden büyük bölümünü ayaklarının
dibine serdi; ama sonunda yenilip kafası gözü yarıldı, karısının bile tanıyamayacağı bir
duruma getirildi ve şen sokaklarda sürüklene sürüklene, karanlık bir zindana
götürüldü.
Yargıçlar Chatillon davasını tuhaf bir biçimde ele aldılar. Amiralin makamında
bulunan mektuplar Peder Agaric'in komplonun içinde olduğunu kanıtlıyordu. Kamuoyu
hemen papazlara karşı tavır aldı; Parlamento da kiliselerin haklarını, ayrıcalıklarını,
dokunulmazlıklarını, vergi bağışıklıklarını, şube açma izinlerini kısıtlayan, azaltan,
ortadan kaldıran, kısacası onlara dünyayı dar eden bir düzine yasa çıkardı.
Peder Agaric kendisini özellikle hedefleyen bu yasaların ağır sonuçlarına ve neden olduğu
amiralin düşüşüne büyük bir sabır ve metanetle katlandı. Kötü talihine boyun
eğmektense, bunu geçici bir sınama olarak görüyor, ilkinden daha cesur yeni politik
dolaplar çevirmeyi tasarlamaktan geri kalmıyordu.
Bu tasarılarını yeterince olgunlaştırdıktan sonra, bir sabah yeniden Conil Ormanı'nın
yolunu tuttu. Ağaçlarda bir karatavuk ötüyor, taşlı yoldan hamarat bir kirpi geçiyordu.
Agaric kendi kendine konuşarak uzun adımlarla yürüyordu.
Uzun yıllar orada Azize Pembekız'ın altın şurubunu damıtmış olan, dindar ve çalışkan
imbikçinin laboratuvarına geldiğinde kapıları kapalı ve her yeri terkedilmiş buldu.
Yapıları dolanırken arka tarafta peder Cornemuse'ü cüppesini toplamış, bir merdivenle
duvara tırmanırken gördü.
"Siz misiniz, can dostum?" dedi. "Orada ne yapıyorsunuz?"
Conil Ormanı'nın adamı Agaric'e acı dolu bir bakış ve zayıf bir sesle yanıt verdi:
"Gördüğünüz gibi," dedi, "evime gidiyorum."
Gözkapaklarında eskisi gibi yakut pırıltıları yoktu; gözleri bulutluydu, feri kaçmıştı.
Yüzündeki mutlu doymuşluk anlatımı da kalmamıştı. Parlak kafası bakışları
büyülemiyordu; terli ve yer yer kızarıklarla örtülüydü.
"Anlamadım," dedi Agaric.
"Oysa anlaması o kadar kolay ki. Burada sizin komplonuzun sonuçlarını görmektesiniz.
Üzerime gelen bir düzine yasanın yarısını savuşturabildim. Ama öbür yarısı beni yok
etti. Bu kinci adamlar laboratuvarımı ve dükkânımı kapattılar, şişelerime ve
imbiklerime el koydular, kapımı mühürlediler. Şimdi evime pencereden girebiliyorum.
Eğer ilkel araçlarla arada bir gizlice birkaç damla damıtabilirsem kendimi mutlu
duyumsuyorum."
"Size yapılan eziyeti anlıyorum," dedi Agaric. "Hepimiz aynı durumdayız."
Conil rahibi elini alnına götürdü:
"Size söylemiştim, Agaric kardeş; yaptıklarınızın bize ödetileceğini söylemiştim."
"Bu yenilgi geçicidir," dedi Agaric. "Şanssızlıklar yüzünden böyle oldu. Chatillon budalanın
biriydi; kendi beceriksizliğinde boğuldu. Beni dinle, Cornemuse kardeş. Yitirecek bir
anımız bile yok. Penguen halkını ayıltmak, onu bu kıyıcılardan kurtarmak ve kilisenin
onuru, Katolik inancın sürmesi için eski düzeni, Draco'nun tacını geri getirmek
gerekiyor. Dinsiz demokrasiyi kimin eliyle yıkabileceğimizi artık biliyorum. Bu kez sivil
Gomoru'yu seçtim. Penguenler ona bayılıyorlar. Şimdiden bir tabak pirinç uğruna
partisine ihanet etti. İşte bize gereken adam o!"
Bu söylev daha başlarken Conil Ormanı'nın adamı pencereden girmiş ve merdiveni
yukarı çekmişti. Burnunu pencereyle çerçeve arasından uzatıp şöyle dedi:
"Görüyorum ki topumuzu bu güzelim, huzurlu ve tatlı Penguenistan'dan sürdürmeden rahat
etmeyeceksiniz. İyi akşamlar, Tanrı sizi korusun!"
Agaric duvarın önünde dikilip aziz kardeşinin biraz daha dinlemesi için yalvardı:
"Çıkarınızı bir düşünün, Cornemuse! Penguenistan bizimdir. Onu fethetmek için ne
gerekir ki? Bir parça çaba... Az bir para yardımı..."
Ama, Conil Ormanı'nın din adamı daha fazla dinlemeden penceresini örttü.
ALTINCI KİTAP
YAKIN ÇAĞ
Amiralin kaçışından kısa bir süre sonra, serveti olmadığı için soyluların arasına
karışamadığına üzülen Pyrot adında bir Yahudi, ülkesine hizmet etmeye karar verip
Penguenistan ordusuna katıldı. Zamanın savaş bakanı olan Skull Dükü Greatauk bu
subayı hiç sevmiyordu: çalışkanlığı, kanca burnu, gururu, hamaratlığı, etli dudakları
ve örnek alınacak davranışları generalin sinirine dokunuyordu. Ne zaman bir suçun
sorumlusu aranacak olsa Greatauk şöyle diyordu:
"Bunu Pyrot yapmıştır."
Bir sabah Genelkurmay Başkanı General Panter Greatauk'a çok ciddi bir olayı bildirdi.
Süvariler için satın alınmış olan seksen bin balya saman kaybolmuştu; izini
bulamıyorlardı.
Greatauk hemen haykırdı:
"Onları Pyrot çalmıştır!"
Uzun bir süre düşünceli durdu, sonra ekledi:
"Düşünüyorum da, bu seksen bin saman balyasını Pyrot'nun çaldığından kuşkum
kalmıyor. Nedeni açık: Samanları çalıp, ezeli düşmanımız Foklara yüksek fiyatla
satmıştır. Bu düpedüz bir vatan hainliğidir!
"Bu kesin," dedi Panter, "geriye bunu kanıtlamak kalıyor."
Aynı gün, bir süvari kışlasının önünden geçmekte olan Prens des Boscenos, avluyu
süpürmekte olan süvari erlerinin şarkı söylediğini işitti:
Prens, hem halk türküsü ve hem de devrimci bir marş olup çalkantılı günlerde ortaya çıkan
bu şarkıyı, askerin söylemesini disipline aykırı buldu. Orada hemen, askerin moral
çöküntüde olduğu yargısına varan prens, eski dostu Greatauk'u acı bir gülümsemeyle
düşündü: Zavallı Greatauk, yurt düşmanı bir hükümetin kaprislerine boyun eğip bu
yüce orduyu ne duruma getirmişti. Hemen, bu konuya el atmaya karar verdi.
"Bu tabansız Greatauk," diye söylendi, "uzun süre savaş bakanı olarak kalamaz."
Prens de Boscenos çağdaş demokrasinin, özgür düşüncenin ve Penguenlerin kendi
seçtiği yönetim düzeninin en barışmaz düşmanıydı. Yahudilere karşı derin bir kin
besliyor, gece gündüz demeden, gizli gizli Draconitleri geri getirmek için uğraşıyordu.
Onun krallıkçı ruhu, her geçen gün bozulan parasal durumuyla birlikte daha da
ateşleniyordu; çünkü, Büyük Draco veliahtının Alca'ya girdiği gün para sıkıntısının da
biteceğine inanıyordu.
Evine döndüğünde, kasasından bir deste eski mektup çıkardı; efendisine ihanet eden
bir uşaktan aldığı bu mektuplardan, eski dostu Skull Dükü General Greatauk'un
vaktiyle artırmalarda numara çevirdiği ve Maloury adında bir sanayiciden az bir
rüşvet aldığı anlaşılıyordu. Oysa, rüşvet ufak olduğu ölçüde onu kabul eden bakanın
ayıbı daha büyük sayılırdı.
Prens bu mektupları büyük zevkle okudu, yine kasaya kilitleyip Savunma Bakanlığına
koştu. Kararlı bir yapısı vardı. Bakanın kimseyi kabul etmediği yanıtını alınca
hademeleri bir yana savurdu, sivil ve askeri görevlileri ayakları altına aldı, kapıları
kırıp Greatauk'un şaşkın bakışları arasında odaya girdi.
"Az konuşalım, öz konuşalım" dedi bakana. "Sen yaşlı bir alçaksın. Ama bu bir şey
sayılmaz. Sana cumhuriyetçilerin akıl hocası General Monchin'in kulağını kopartmanı
söylemiştim; yapmadın. Dracocular için çalışan ve kişisel olarak borçlu olduğum
General des Clapiers'e etkin bir görev vermeni istemiştim; yapmadın. Kumarda hileyle
elli louis altınımı çalan, tutuklandığımda Amiral Chatillon'un tayfası gibi bana kelepçe
taktıran ve Alca limanı koruman birliğine komuta eden General Tandem'i görevden
almanı istemiştim; bunu da yapmak istemedim. Kepek ve yulaf artırmasını bana
vermeni istedim, yine yapmadın. Foklar Ülkesi'ne gizli görevle gönderilmek için
başvurdum; geri çevirdin. Bütün bu isteklerime olumsuz yanıt vermekle kalmadın;
hükümetteki arkadaşlarına benim tehlikeli biri olduğumu, hafiyelerce izlenmem
gerektiğini ispiyonladın. Alçak ihtiyar! Senden artık hiçbir şey istemiyorum, sana
yalnızca şunu söylemek için geldim: S.tir ol git, suratını fazla gördük! Senin yerine
bizden birini seçmesi için cumhuriyeti zorlayacağız. Bilirsin, ben sözünün eri bir
adamım. Eğer, yirmi dört saat içinde istifanı vermezsen, Maloury dosyasını
gazetelerde yayınlatacağım."
Fakat, Greatauk istifini bozmadan yanıt verdi:
"Sakin ol, ahmak. Şu anda bir Yahudiyi kürek cehennemine göndermek üzereyim.
Seksen bin balya saman çalma suçundan Pyrot'yu askeri mahkemeye veriyorum."
Prens des Boscenos'un öfkesi bir anda yelken gibi söndü. Gülümseyerek sordu:
"Sahi mi?.."
"Yakında görürsün."
"Kutlarım, Greatauk. Ancak, seninle başetmek zor olduğundan, bu haberi hemen
gazetelere duyuracağım. Bu akşam Alca'nın tüm gazetelerinde Pyrot'nun tutuklandığı
okunacak..."
Oradan ayrılırken şöyle mırıldanıyordu:
"Ah bu Pyrot! Sonunun kötü olacağını biliyordum."
Az sonra, General Panter Greatauk'un makamına çıktı.
"Sayın bakanım, seksen bin balya saman olayını inceledim. Pyrot'ya karşı hiçbir kanıt
yok."
"Bulunsun, efendim," dedi Greatauk, "adalet bunu istiyor. Derhal Pyrot'u tutuklayın."
II
PYROT
Pyrot'nun suçu tüm Penguenistan'da nefretle karşılandı; ama öte yandan, böyle ihanet ve
siyaset kokan ağır bir suçun zararsız bir Yahudi tarafından işlenmiş olması onları biraz
rahatlatıyordu. Bu duyguyu anlamak için, kamuoyunun büyük ve küçük Yahudiler
konusundaki tutumunu bilmek gerekir. Bu öyküde daha önce birkaç kez belirttiğimiz
gibi, tüm insanlığın nefret ettiği ama tüm ülkelerde güçlü olan finans kapital Hıristiyan
ve Yahudi bankerlerden oluşuyordu. Tüm nefret bu sınıfın bir parçası olan zengin
Yahudiler üzerinde toplanıyordu. Bunların zenginliği sınırsız olup Penguenistan
servetinin beşte birini ellerinde tuttukları söyleniyordu. Bu yaman sınıfın dışında,
yaşam koşulları yoksul olan çok sayıda küçük Yahudi de vardı; bunlar büyüklere
duyulan nefretten paylarını alıyorlar, ama onlardan çekinilmiyordu. Tüm devlet
düzenlerinde özel mülkiyet kutsal bir şeydir; demokrasilerde ise tek kutsal şey odur.
Penguen devleti demokratikti; cumhuriyet bakanlarından daha geniş ve etkin bir güce
sahip olan üç dört finans şirketi bu bakanları gizlice, para gücüyle veya gözdağı
vererek, kendi çıkarları doğrultusunda yönlendiriyor, eğer namuslu kalmakta inat
ederlerse basında çamur atarak iş yaşamlarını söndürüyorlardı. Para çantaları gizlice
el değiştiriyordu ama, raslantı sonucu açığa çıkanların miktarı halkta nefret
uyandırmaya yetiyordu. Fakat, irili ufaklı Penguen orta sınıfının tümü, servet
saygısıyla doğup büyümüş olduğundan, büyük servet olmadan küçüğün
olmayacağının bilincindeydi. Bu yüzden Hıristiyan ve Yahudi milyarderlere kutsal bir
saygı duyuyorlar, bu büyük Yahudilerin saçının teline dokunmaktan ürküyorlardı. Ama
küçükleri söz konusu olduğunda, gözünün yaşına bakmıyorlar, bunlardan birini yerde
gördüklerinde üzerine basıp çiğniyorlardı. İşte bu nedenle, tüm ulus hainin küçük bir
Yahudi olmasından rahatlamıştı. Onun kişiliğinde, düzeni sarsmadan, tüm İsrail
soyundan öç alınabilecekti.
Pyrot'nun seksen bin balya samanı çaldığından kimse bir an bile kuşku duymadı.
Duymadı, çünkü bu karanlık olayda bir neden yoktu. İnsanlar nedensiz kolayca
inanırlar, oysa kuşkulanmak için bir neden gerekir. Kuşku duymadılar, çünkü her
yerde yineleniyordu ve bir şeyin sürekli yinelenmesi halka göre doğru olduğunu
gösterir. Kuşku duymadılar, çünkü buna inanmak istiyorlardı ve halk inanmak istediği
şeyi doğru bulur. Ve en önemlisi, kuşku duyma yetisi insanlar arasında az bulunur;
kafasını kullanmayı bilen kişilerde biraz filizlenir ama eğitim olmadan gelişmez. Kuşku
tuhaf bir şeydir; zarif, felsefi, ahlak dışı, öze inen, korkunç; kurnazlık dolu, insanlara
ve mallarına zarar verebilen, polis devletinin ve imparatorluk servetinin karşısında,
insanlığa uğursuzluk getirebilen, tanrıların yıkıcısı, kısaca yerlerde ve göklerde
istenmeyen bir şeydir. Penguen halkı kuşkuyu bilmiyordu; Pyrot'nun suçlu olduğuna
inandı ve bu inanç kısa sürede onun en önemli yurtseverlik ve milliyetçilik göstergesi
oldu.
Pyrot gizli oturumda yargılandı ve suçlu bulundu.
General Panter hemen gidip savaş bakanına mahkeme sonucunu bildirdi.
"Bereket versin ki," dedi, "yargıçlar onun suçluluğuna inandılar, çünkü dosyada bir kanıt
yoktu."
"Kanıtlar," diye mırıldandı Greatauk, "kanıtlar neyi kanıtlar ki? Kesin ve çürütülmez
tek bir kanıt vardır: suçlunun itirafları. Pyrot itiraf etti, değil mi?
"Hayır, generalim."
"İtiraf edecek; etmesi gerekir. Panter, bu işi çözümle; ona kendi yararı için itiraf
etmesini söyle. İtiraf ederse kazançlı çıkacağına, ceza indirimi uygulanacağına sözver;
suçunu kabul ederse aklanacağını söyle; ona madalya veririz. Onun yurtseverlik
duygularına seslen. Yurt, bayrak, düzen için, emir-komuta zincirine saygı için, savaş
bakanlığının özel buyruğuyla, bir asker olarak... canım, itiraf etsin işte. Sahi, Panter?
Hâlâ itiraf etmedi diyorsun, ama suskunluk kabul etme anlamına gelmez mi?
Susuyorsa itiraf etmiş demektir.
"Fakat, generalim, susmuyor ki; bir kokarca gibi, suçsuz olduğunu haykırıp duruyor."
"Bak Panter, bir suçlunun itirafı bazen yalanlamasının şiddetinden anlaşılır. Bağırıp
yadsımak suçu kabul etmektir. Pyrot itiraf etmiş demektir; şimdi suçu kabul ettiğini
söyleyen tanıklar bulmalıyız; adalet bunu gerektiriyor."
Penguenistan'ın doğusunda La Crique adında bir liman vardı; üç koydan oluşan bu
liman eskiden gemilerle dolup taşarken, o yıllarda bırakılmış, kumlar ve yosunlarla
örtülmüş, pis kokuların yayıldığı ve durgun sularında hastalıkların kol gezdiği bir yer
olmuştu. Orada, deniz kıyısında kare biçiminde yükselen bir kule vardı. Eski
Venedik'teki Campanile'yi andıran bu kulenin kayalık tarafındaki duvarının üzerinden
tahta bir kalas uzatılmış, ucuna da zincirle bağlı çelik bir kafes asılmıştı. Draconitler
zamanında Alca Engizisyon Mahkemesi yargıçları dinsizleri bu kafese kapatırlardı.
Pyrot, üç yüz yıldır boş olan bu kafese kapatıldı. Kaleye yerleştirilen altmış bekçi de,
onu gece gündüz gözetlemek ve itiraflarını not edip savaş bakanına iletmek üzere
görevlendirildi; çünkü önlemli ve titiz olan Greatauk itirafları istiyordu. Ahmak olarak
bilinen bu bakan, gerçekte bilge ve ileri görüşlü biriydi.
Fakat Pyrot, güneşte kavruldu, sivrisineklere yem oldu, yağmur, dolu ve karda ıslandı,
soğuktan dondu, fırtınada beşik gibi sallandı, kafesin üzerine tüneyen kargaların
uğursuz sesleriyle karabasanlar geçirdi; ama gömleğinden kopardığı bez parçalarının
üzerine kanına batırdığı bir çöple suçsuz olduğunu yazmayı sürdürdü. Bu bez
parçaları ya denize düşüyor ya da bekçilerin eline geçiyordu. Bunlardan birkaçı halkın
da eline geçti. Ama, Pyrot'nun protestoları kimseyi etkilemiyordu, çünkü itirafları
gazetelerde yayınlanmıştı.
III
Küçük Yahudilerin her zaman örnek olabilecek bir yaşam biçimleri yoktu, Hıristiyan
uygarlığının kötü huylarını onlar da kapmıştı; eski çağlardan kalan yalnızca aile
bağlarının güçlü oluşu ve dayanışma ruhlarıydı. Pyrot'nun kardeşleri, üvey kardeşleri,
amcaları, dayıları, kuzenleri ve yeğenleri yedi yüz kişiyi buluyordu; bunlar önce
yedikleri darbenin acısıyla evlerine kapanıp üstlerine kül döktüler ve kırk gün oruç
tuttular. Sonra, birer duş alıp suçsuzluğundan hiç kuşkulanmadıkları Pyrot'nun hakkını
sonuna kadar, yorulmak bilmeden ve her türlü tehlikeye karşın aramaya karar
verdiler. Hem neden kuşkulanacaklardı ki? Hıristiyan Penguenler onun suçluluğundan
nasıl kuşkulanmıyorsa, onlar da aynı gerekçelerle Pyrot'nun suçsuz olduğuna
inanıyorlardı. Pyrot soyadlı yedi yüz adam önlemi elden bırakmadan işe koyulup derin
araştırmalara giriştiler. Onlar her yerdeydi; onlar hiçbir yerdeydi; Ulysse'in kılavuzu
gibi, yerin altından gidebiliyorlardı. Savaş Bakanlığının bürolarına girdiler, başka
kimlikler altında davanın yargıç, yazman ve tanıklarına yaklaştılar. İşte, o zaman
Greatauk'un akıllılığı anlaşıldı: Tanıklar bir şey bilmiyordu, yargıç ve yazmanlar bir şey
duymamıştı. Pyrot'nun kafesine kadar ulaşan emin kişiler dalgaların gürültüsü ve
kargaların çığlıkları arasında onun ifadesini aldılar. Ama boşuna: Tutuklu da hiçbir şey
bilmiyordu. Yedi yüz Pyrot savcılığın kanıtlarını çürütemiyorlardı, çünkü kanıtların ne
olduğunu bilmiyorlardı. Ortada olmayan kanıt çürütülemiyordu. Kısacası, Pyrot'nun
mahkum edilişi bir boşluğun üzerine kurulmuştu. İşte bu nedenle, akıllı Greatauk bir
gün General Panter'e şöyle diyordu: "Bu dava bir başyapıttır, çünkü boşlukta ayakları
üzerinde duruyor." Yedi yüz Pyrot bu karanlık olayı aydınlatabilmekten umutlarını
kesmek üzereydiler ki bir gün, çaldıkları bir mektuptan, seksen bin balya samanın
hiçbir zaman var olmadığını öğrendiler. Ülkenin en namuslu işadamlarından biri olan
Kont Maubec onları devlete satmış, parasını almış, fakat malı teslim etmemişti. Eski
Penguen toprak soylularından olan Maubec de La Dentdulynx ailesinin elinde eskiden
dört dükalık, altmış kontluk, bin ikiyüz markilik, baronluk, vikontluk varken bugün
avuç içi kadar bile toprakları kalmamıştı, tapusu elinde olsa da bir tutam ot yolması
yasaktı. Çevre çiftçilerden veya tüccarlardan saman alıp devlete vermesi de
olanaksızdı, çünkü herkes Maubec'ten altmış santim para alabilmenin taşın suyunu
çıkarmaktan daha zor olduğunu bilirdi.
Kont Maubec de la Debtdulynx'in parasal kaynaklarını dikkatle araştıran yedi yüz Pyrot bu
adamın başlıca gelirinin güzel bayanların çalıştığı bir randevuevi olduğunu öğrendiler.
Sonra, kamuoyuna suçsuz bir adamın mahkum edildiği seksen bin balya samanın
gerçek hırsızının o olduğunu açıkladılar.
Maubec Draco yanlısı soylu bir ailenin çocuğuydu. Doğuştan soyluluğa demokrasiler
kadar değer veren başka bir düzen yoktur. Maubec Penguen ordusunda görev
yapmıştı ve Penguenler ordularını taparcasına severlerdi. Maubec savaşta madalya
almıştı ve bu, Penguenlerin gözünde onur işaretiydi; bir madalya eşlerinin
yataklarından daha çekiciydi. Tüm Penguenistan Maubec'ten yana tavır koydu, iftiracı
yedi yüz Pyrot'nun şiddetle cezalandırılmasını istedi.
Maubec şövalye ruhlu bir adamdı; yedi yüz Pyrot'yu düelloya davet etti; kılıç, tabanca
veya tüfek seçme hakkını onlara bıraktı.
Ünlü bir mektubunda onlara şöyle sesleniyordu:
"Pis Yahudiler, sizler İsa'yı çarmıha gerdiniz, şimdi de benim postumu istiyorsunuz;
ama size söylüyorum, ben onun gibi tabansız olmayacağım ve sizin bin dört yüz
kulağınızı keseceğim. Tekmemi poponuzda bilin."
O zamanki hükümet başkanı Robin Mielleux adında bir köylüydü; zengin ve güçlülere
iyi, yoksullara katı davranan, yüreksiz ve çıkarından başka şey tanımayan bir
politikacıydı. Bir bildiri yayınlayıp Maubec'in namusuna ve suçsuzluğuna kefil
olduğunu ilan etti ve yedi yüz Pyrot için suç duyurusunda bulundu; mahkemeler kısa
sürede bunları karalayıcı olarak yargılayıp ağır para cezaları ve suçsuz kurbanlarının
üsteleyerek istedikleri büyük ödencelere mahkum ettiler.
Bu gidişle Pyrot kargaların tünediği kafesinde ölünceye kadar kalacak gibiydi. Fakat,
ortaya konan kanıtların yetersiz ve çelişkili olduğunu gören bazı Penguenler bu
Yahudinin suçlu olduğunu bilmek ve kanıtlamak isteğindeydiler. Genelkurmay
subayları yoğun bir çalışma içinde olup bazen önlemi elden bıraktıkları oluyordu.
Greatauk saygın sessizliğini korurken, General Panter geveze söylevler veriyor, her
sabah gazetelerde mahkumun suçluluğunu kanıtlıyordu. Oysa, bir şey söylememek
daha doğru olurdu; açık olan bir şey kanıtlanamaz. Bu kanıtlamalar kafaları
karıştırıyor, ama inançları değiştirmiyordu. Halka ne kadar kanıtlanırsa daha fazlasını
istiyordu.
Bu kanıt bolluğu pek zararlı olmayabilirdi ama, her ülkede olduğu gibi,
Penguenistan'da da özgür düşünmeye, zor bir sorunu açık görüşlülükle ele almaya ve
felsefi kuşkuya açık insanlar vardı. Sayıları çok azdı; açıkta konuşmaya taraf
değillerdi; zaten halk onları dinlemek istemiyordu. Yine de karşılarındaki herkes sağır
değildi. Alca'nın büyük Yahudi milyarderleri, Pyrot'dan söz edildiğinde "Bu adamı
tanımıyoruz" diyorlardı; fakat içten içe onu kurtarabilmeyi düşlüyorlardı. Servetlerinin
onları bağladığı önlemi elden bırakmıyorlar, ama daha az çekingen başkalarının
ortaya çıkmasını diliyorlardı. Bu dilekleri gerçekleşecekti.
IV
COLOMBAN
Yedi yüz Pyrot'nun bozgunundan birkaç hafta sonra bir sabah kısa boylu, miyop, asık suratlı,
saçı sakalı birbirine karışmış bir adam evinden elinde bir kutu yapışkan, taşınabilir bir
merdiven ve bir paket afişle çıktı, sokakları dolaşıp gördüğü her duvara bunları
yapıştırdı. Bu afişlerde iri harflerle "Pyrot masum, Maubec suçludur" diye yazıyordu.
Bu adamın işi afiş yapıştırmak değildi; adı Colomban olan ve Penguen sosyolojisi
üzerine yüz altmış cilt kitabı bulunan bu adam, Alca'nın en çalışkan ve en saygın
yazarıydı. uzun süre bu dava konusunda düşünmüş, Pyrot'nun suçsuzluğundan emin
olduktan sonra, şimdi bu düşüncesini en etkili bulduğu bir biçimde yayınlıyordu. Issız
sokaklarda birkaç afiş astı, fakat kalabalık mahallelere geldiğinde, ne zaman
merdivenine çıkmak istese çevresinde bir meraklı kalabalığı toplanıyor, afişi
okuduktan sonra da şaşkınlık ve öfkeyle dilsizleşip ona düşmanca bakıyorlardı. O bu
bakışları cesaret ve miyopluğun verdiği rahatlıkla karşılayabiliyordu. Onun ardından
kapıcı ve tezgahtarlar afişleri yırtıyorlar ama o, peşine okula gitmeye acelesi olmayan
çocukları, sepetlerini taşıyan dükkân çıraklarını takmış, afişlerini asmayı inatla
sürdürüyordu. Sessiz protestolar giderek homurdanma ve bağrışmalara dönüştü. Ama
Colomban bunları görmeye veya işitmeye değer bulmuyordu. Azize Pembekız
Sokağı'nda afişlerini asarken, öfkeli bir kalabalık şiddet işaretleri vermeye başladı.
Ona "hain, hırsız, alçak, kahpe!" diye bağırıyorlardı. Bir ev kadını penceresini açıp
başından aşağı bir kova bulaşık suyu boşalttı; alkışlar arasında bir arabacı kırbacıyla
şapkasını başından uçurdu; bir kasap çırağı merdivenini çekip onu, yapışkan kutusu
ve afişleriyle birlikte çamurun içine yuvarladı. Bu görüntüler Penguenlere ne kadar
büyük bir ülke olduklarını anımsatıp gurur verdi. Colomban çamurlar içinden üstü başı
pislik içinde, ama dingin ve kararlı bir yüzle doğruldu.
"Kaba adamlar", diye omuzlarını silkti.
Sonra, düşen gözlüğünü yerde elleri üstünde aramaya koyuldu. O arada, ceketinin
sırtının boydan boya sökülmüş, pantalonunun yırtılmış olduğu anlaşıldı. Halkın tepkisi
daha da arttı.
Sokağın öbür yanında Azize Pembekız Bakkalı vardı. Yurtseverler bakkalın
sergisinden ellerine ne geçerse Colomban'ın üzerine atmaya başladılar; portakal,
limon, reçel kavanozları, çikolata tabletleri, şurup şişeleri, sardalya kutuları, ciğer
ezmeleri, salamlar, tavuklar, yağ şişeleri ve fasulye torbaları üzerine yağdı. Bu
yiyecek yağmuru altında kafası gözü yarılan adam, üstü başı yırtık ve çamur içinde,
gözleri görmez bir biçimde kaçmaya başladı; peşinden dükkân çırakları, yeni
yürümeye başlayan çocuklar, işsizler, işgüç sahibi adamlar onu kovalarken "Haine
ölüm! Onu denize atın!" diye bağırıyorlardı. Bu adi insan seli kalabalık caddeler
boyunca dolaştıktan sonra Aziz Mael Sokağı'na geldi. Polis görevini yapıyordu: yan
sokaklardan çıkan üniformalı polisler, sol elleri kılıçlarının kabzasında, kovalayan
kalabalığın önünde koşuyorlardı. İri elleriyle Colomban'ı ensesinden tutmak
üzereydiler ki ayağı kayan adam, açık bırakılmış bir mazgal deliğinden düşüp
ellerinden kurtuldu.
Geceyi o karanlık delikte, pis sular ve şişman sıçanlar arasında geçirdi. Görevini
düşündükçe yüreği genişliyor, cesareti ve azmi artıyordu. Ve, sabahın ilk ışıkları
delikten sızmaya başladığında ayağa kalkıp söylendi:
"Bu zorlu bir kavga olacak."
Yılmayan Colomban kaleme aldığı bir kitapçıkta, Pyrot'nun seksen bin balya samanı
çalamayacağını, çünkü Maubec'in parasını aldığı halde samanları savaş bakanlığına
teslim etmemiş olduğunu açık bir dille anlattı; sonra bu kitapçığı Alca sokaklarında
dağıttırmaya başladı. Halk bunu okumak istemiyor, alıp yırtıyordu. Esnaf kaldırımda
gördükleri satıcılara yumruklarını gösteriyor, elleri süpürgeli ev kadınları onları
sokağın başına kadar kovalıyorlardı. O gün halkın öfkesi akşama kadar yatışmadı.
Gece serseri kılıklı adamlar "Colomban'a ölüm!" diye sokaklarda tur attılar.
Yurtseverler dağıtıcılarda gördükleri kitapları zorla alıp alanlarda yakıyor, sonra da bu
ateşin çevresinde, eteklerini beline dolamış kızlarla birlikte dans ediyorlardı.
En ateşlileri Colomban'ın evine kadar gidip, adamın kırk yıl boyunca derin bir barış ve
erinç içinde çalıştığı evin camlarını taşladılar.
Mecliste de tepkiler oldu; milletvekilleri önergeler verip Colomban'ın ulusal ordunun onuru ve
Penguenistan'ın güvenliğine karşı girişimleri konusunda hükümetin hangi önlemleri
aldığını sordular. Başbakan Robin Mielleux Colomban'ın küstah biri olduğunu bildirdi
ve, milletvekillerinin alkışları arasında, bu adamın mahkemelerde hesap vereceğini
ilan etti.
Kürsüye çıkan savaş bakanının yüzü çok değişmişti. Eskiden kutsal bir kaz gibi
kendinden emin olan Greatauk şimdi ürkek, suratı asık, boynu eğri bir görünüm almış,
ülke düşmanlarının arasındaki akbabalara benzemişti.
Meclisin ulu sessizliği ortasında yalnızca şunları söyledi:
" Pyrot'nun hain olduğuna ant içerim."
Greatauk'un bu andı tüm Penguenistan'a yayıldı ve kamu vicdanını rahatlattı.
VI
Yedi yüz Pyrot giderek halkta daha çok nefret uyandırıyordu. Alca sokaklarında her gün
onlardan iki üçünü pataklıyorlardı. Biri halkın ortasında dövüldü, öbürü çaya atıldı, bir
üçüncüsü zifte bulanıp tavuk tüyü içinde yuvarlandıktan sonra, kahkahalar arasında
caddelere salındı, bir süvari subayı dördüncüsünün burnunu kesti. Artık, her zaman
gittikleri yerlere, tenise, at yarışlarına kolay kolay gidemiyorlardı, Borsa'ya saklanarak
girebiliyorlardı. Onları bu sinmiş durumda tutmak ve daha da bunaltmak gerektiğini
düşünen Prens des Boscenos bu amaçla Kont Clena, Bay de la Trumelle, Vikont Olive
ve Bay Bigourd ile kafa kafaya verdi, birlikte Büyük Anti-Pyrot Ocağı'nı kurdular. Kent
ve kasabalardan yüzlerce, binlerce yurttaş, bölük bölük asker bu derneğe katıldılar.
Bir gün, genelkurmay başkanının makamına giden savaş bakanı, General Panter'in
eskiden nerdeyse boş olan çalışma odasının şimdi her yanında üç dört katlı klasörler,
çelik kasalar, her renk ve boyda dosyalar yığılı olduğunu gördü, tüm bu belge yığını
birkaç gün içinde mantar gibi bitmişti.
"Nedir bu?" diye sordu bakan şaşkınlıkla.
"Pyrot'ya karşı kanıtlar," diye mutlu bir yüzle yanıtladı General Panter. "Onu mahkum
ettiğimizde elimizde bir şey yoktu, artık eksiğimizi giderdik."
Kapı açıktı. Greatauk koridorda uzun bir kuyruk oluşturan hamalların, her an yeni
belge paketleri getirip bıraktıklarını gördü, dosyaların ağırlığı altında gıcırdayan
asansörün sesini işitti.
"Ya bu gelenler?" diye sordu.
"Bunlar Pyrot'ya karşı yeni bulduğumuz kanıtlar," dedi Panter. "Penguenistan'ın tüm
kentlerine ve ordu birliklerine, tüm Avrupa saraylarına haber gönderip istedim, ayrıca
Amerika'dan, Avustralya'dan ve Afrika'daki şubelerden gemiler dolusu dosya
bekliyorum."
Ve Panter görevini yapmış bir kahraman gibi huzurlu ve ışıldayan yüzünü bakana
çevirdi. Fakat, Greatauk'un yüzü asılmıştı, bu dosya yığınına endişe ve umutsuzlukla
bakıyordu.
"Pekâlâ," dedi, "iyi etmişsin! Ama, Pyrot davasının o güzel sadeliğini bozmandan
korkarım. Ne kadar basitti, onun değeri kaya kristali gibi saydam oluşundaydı.
Mercekle bile bir çöp, leke veya kusur arasanız bulamazdınız. Benim ellerimden
çıktığında su gibi duruydu. Ben size bir inci verdim, siz onu bir dağa dönüştürdünüz.
Daha iyi iş yapayım derken her şeyi bozabilirsiniz. Kanıtlar! Elbette kanıt olması iyidir,
ama hiç olmaması daha iyidir. Size daha önce söylemiştim, Panter: Çürütülemez en iyi
kanıt suçlunun (veya masumun, fark etmez) itiraflarıdır. Benim hazırladığım Pyrot
davası eleştiriye olanak vermiyordu, saldırabilecekleri bir açığı yoktu. Darbeler ona
işlemezdi, çünkü göze görünmüyordu. Şimdi tartışmaya açık bir duruma
getiriyorsunuz. Panter, size dosyalarınızı dikkatli kullanmanızı öneririm. Özellikle,
gazetecilerle az ilişki kurmalısınız. İyi konuşuyorsunuz, ama çok konuşuyorsunuz.
Söyleyin bana, Panter, bu belgelerin arasında sahte olanı var mı?"
Panter gülümsedi:
"Eh, gerektiği kadar var."
"Çok iyi! İşte buna sevindim. En iyileri bunlar. Kanıt olarak sahte belgelerden daha
iyisi olamaz, bunlar ısmarlama yapıldıkları için davaya en uygun olurlar, bu nedenle
doğru ve adildirler. Ayrıca, insanı her şeyin ideal olduğu bir düşlem dünyasına
götürür, kusurlu gerçek dünyadan uzaklaştırırlar... Ama, Panter yine de hiç kanıtımız
olmamasını yeğlerdim."
Anti-Pyrot Ocağı'nın ilk işi hükümeti bu yedi yüz Pyrot'yu ve işbirlikçilerini yurda ihanet
suçundan yüksek mahkemeye çıkarmaya çağırmak oldu. Ocağın sözcüsü olarak Prens
des Boscenos Meclis kürsüsüne çıktı ve hükümetten bu konuda kararlılık ve teyakkuz
beklediklerini söyledi. Sonra, tüm bakanların elini sıktı, General Greatauk'un yanından
geçerken onun kulağına fısıldadı:
"Doğru yürü, alçak, yoksa Maloury dosyasını açıklarım."
Birkaç gün sonra, hükümetin verdiği bir önergeyi oybirliğiyle onaylayan Meclis Anti-Pyrot
Ocağı'nı kamuya yararlı dernek olarak tanıdı.
Ocak hemen Fok Ülkesinde Chitterlings şatosunda sürgün yaşayan Crucho'ya bir kurul
gönderdi ve üyelerinin prense bağlılıklarını iletti.
Fakat, Pyrotcuların sayısı giderek artıyordu; şimdi on bin kadar olmuşlardı. Kentin
bulvarlarında toplaştıkları kendi kahveleri vardı; onların karşısında yurtseverlerin
daha geniş ve zengin kahveleri bulunuyordu. Her akşam, bir kahvenin terasından
öbürüne bardak, fincan, küllük, sürahi, sandalye ve masalar uçuşuyor, aynalar aşağı
indiriliyordu. Karanlık sayıların eşitsizliğini örtüyor, çağrılan polisler hangi yanda
olduğuna bakmadan tüm kavgacıları demir çivili botları altında eziyorlardı.
Bu şanlı gecelerin birinde, Prens des Boscenos yanında birkaç yurtseverle birlikte
kahveden çıkarken, Bay de la Trumelle ona birini, gözlüklü, sakallı, şapkasız ve
kaldırımda zorlukla yürüyen bir adamı gösterdi:
"Hey bakın! işte Colomban!"
Prens des Boscenos güçlü ama hoşgörülü, sevecen biriydi. Fakat, Colomban'ın adını
duyunca kan beynine sıçradı. Anında gözlüklü adamın üzerine atılıp bir yumrukta onu
yere serdi.
O anda, Bay de la Trumelle bir yanlışlık yaptığını, Colomban sandığı kişinin Anti-Pyrot
Ocağı genel sekreteri, eski dava vekili, yurtsever Bay Bazile olduğunu gördü. Prens
des Boscenos eskinin bükülmez adamlarındandı, ama yanılgısını kabul etmeyi bilirdi.
"Bay Bazile," dedi adamı selamlayarak, "sizin yüzünüzü biraz incittim, ama bunu neden
yaptığımı bilirseniz beni anlar, onaylar ve kutlarsınız. Sizi Colomban sandım."
Bay Bazile kanayan burnunu mendiliyle siler ve yırtılan ceketini düzeltirken kuru bir sesle
şöyle dedi:
"Hayır, efendim, sizi anlamam, onaylamam ve kutlamam, çünkü davranışınız çok
gereksiz, hatta aşırıydı. Bu akşam üç kez beni Colomban sanıp ona layık bir davranışı
uygun gördüler. Yurtseverler onun kaburgalarını ve sırtını benim üzerimde kırdılar.
Artık yeterince dayak yediğimi düşünüyordum."
Sözlerini bitirmemişti ki geçmekte olan bir grup Pyrotcu onları gördü; onlar da aynı
yanlışlığı yaptılar: Yurtseverlerin Colomban'ı dövdüklerini sanan topluluk Prens des
Boscenos ve arkadaşlarına baston ve kırbaçlarla saldırdılar; onları kısa sürede yere
serip karşı çıkmasına aldırmaksızın dava vekili Bazile'i omuzlarına aldılar, "Yaşasın
Colomban! Yaşasın Pyrot!" sloganlarıyla bulvarlarda yürüyüşe geçtiler. Sonra, polisler
harekete geçip onları coplarıyla kovaladı, karakola sürükleyip götürdü ve orada dava
vekili Bazile'in bir kez daha Colomban olarak çivili botlar altında pestili çıkarıldı.
VII
BIDAULT-COQUILLE VE
MANIFLORE - SOSYALİSTLER
Alca'da bir öfke ve nefret fırtınası yapıtken, gökbilimcilerin en yoksul ve en mutlusu olan
Eugene Bidault-Coquille, Draco zamanından kalma bir itfaiye tulumbası üzerinde eski
bir teleskopla gökyüzünü inceliyor, kayan yıldızları yarı bozuk fotoğraf filmleri üzerine
kaydediyordu. Dehasıyla araçlarının yanlışlarını düzeltiyor, bilim aşkıyla filmlerin
görüntülerini yorumluyordu. Yorulmaz bir çabayla göktaşlarını, meteorları, asteroitleri,
uzay tozlarını, dünya atmosferini, kısacası uzayda bulunan her şeyi gözlüyordu; bütün
bu uykusuz gecelerinin ödülü olarak da halkın umursamazlığını, devletin iyilik
bilmezliğini ve bilim kurumlarının düşmanlığını kazanıyordu. Uzayın derinliklerindeki
kazaları görmekten, yeryüzündeki olayları bilmiyordu; hiç gazete okumazdı ve yolda
giderken, kafası kasım ayının asteroitleriyle dolu olduğu için, birkaç kez kör kuyulara
düşmüş, bir otomobil tekerleri altında kalmıştı.
Boyu da bilgisi kadar uzundu; kendine ve başkalarına saygısını soğuk bir kibarlıkla ve ince
siyah bir redingot, silindir şapka giyerek belli ediyor, bu da ona çok zayıf ve
buharlaşmış bir görünüm veriyordu. Yemeklerini, kendisinden daha az bilgili
müşterilerin çoktan bıraktığı bir lokantada yerdi; oraya gittiğinde yalnızca onun
masası hazır tutulurdu. İşte bir akşam bu lokantada, Colomban'ın Pyrot yanlısı
kitapçığı gözüne çarptı; bir yandan fındıklarını kırarken onu okuyordu ve birdenbire,
şaşkınlık, dehşet ve acıma duygularıyla büyülenip meteorları, yıldız yağmurlarını
unuttu; gözleri kargaların tünediği çelik kafeste sallanan suçsuz adamdan başkasını
görmez oldu.
Bu görüntü onu bırakmıyordu. Sekiz gündür kafasında suçsuz tutukluyla yaşarken, bir
gün lokantadan çıktığında bir yurttaş kalabalığının miting yapılan bir kahveye
girdiklerini gördü. O da girdi; bu, yansız bir toplantıydı; insanlar bağırıyor, sövüyor,
dumanlı salonda birbirlerinin kafasını kırıyordu. Pyrot yanlıları ve karşıtları sırayla
alkışlanıyor veya yuhalanıyordu. Kuşkulu ve karışık bir canlılık dinleyicileri
coşturuyordu. Bidault-Coquille, utangaç ve yalnız insanlara özgü o cesaretle, sahneye
fırladı ve üç çeyrek saat konuştu. Çok hızlı ve düzensizdi, ama coşkuyla ve gizemli bir
matematikçinin inancıyla konuşuyordu. Alkışladılar. Kürsüden inerken uzun boylu, yaşı
makyajından belli olmayan ve büyük şapkasında tavus tüyleri taşıyan bir kadın onun
üzerine atıldı, duygulu ve ateşli bir sarılmayla öptü, ona şöyle dedi:
"Ne kadar yakışıklısınız!"
O, her zamanki saflığıyla, bunda gerçek payı olabileceğini düşündü.
Kadın yaşamını Pyrot'nun savunmasına ve Colomban'ın düşüncelerine adadığını
söyledi. Adam onu güzel ve alımlı buldu. Maniflore adındaki bu yoksul kadın eski bir
fahişeydi; artık işe yaramayıp unutulduktan sonra, birden iyi bir yurttaş olmuştu.
Kadın bir daha onun peşini bırakmadı. Birlikte miting alanlarında, kahvelerde, otel
odalarında, gazetelerin yazı işleri bürolarında unutulmaz saatler yaşadılar. Adam
idealist olduğundan, kadında güzellikde, kibarlık da kalmadığını gösteren birçok
ipucuna karşın, onu hâlâ güzel buluyordu. Eski güzelliğinden yalnızca hoşa gitmeyi ve
iltifat etmeyi bilmesi kalmıştı. Fakat, itiraf etmek gerekir ki, tansıklarla dolu bu Pyrot
davası Maniflore'da da uygar bir değişime yol açmış, kadın adalet ve gerçeğin simgesi
oluvermişti.
Ne Pyrot'ya karşı olanlar, ne Greatauk'un savunucuları, ne de ordunun dostları
arasında Bidault-Coquille ve Maniflore'a karşı hoşgörülü veya alaycı bir tutum vardı.
Öfkeli tanrılar bu adamlara o değerli gülümseme yetisini bile çok görmüşlerdi. Ciddi
yüzlerle eski fahişeyi ve gökbilimciyi casusluk, ihanet ve devlete karşı komplo
kurmakla suçluyorlardı. Bidault-Coquille ve Maniflore bu karaçalma ve aşağılamalar
karşısında daha da büyüyorlardı.
Penguenler uzun bir süredir ikiye bölünmüşlerdi ve şaşılacak bir şey, sosyalistlerin daha
bir partisi bile yoktu. Onların kesiminde dağınık, kopuk ve kafası karışık el emekçileri
bulunuyordu. Pyrot davası bu kesimin önder kadroları için tuhaf bir sorun yarattı:
kimse bankerlerden veya ordudan yana görünmek istemiyordu. Küçük ve büyük
Yahudileri değişmez düşmanları gibi görüyorlardı. Bu temel ilkeleri ve kişisel
çıkarlarını bu dava yüzünden değiştirmek istemezlerdi. Fakat, tüm Penguenistan'ın
karıştığı bu olayda kavgadan uzak kalabilmek giderek zorlaşıyordu.
Bu önderlerin başlıcaları Şeytan Kuyruklu Aziz Mael Sokağı'ndaki federasyon
merkezinde buluştular; içinde bulundukları durumu ve gelecekte izleyecekleri yolu
görüşeceklerdi.
Sözü önce yoldaş Phoenix aldı:
"İğrenç ve alçakça bir adalet suçu işlendi. Üstleri tarafından baskı yapılan askeri
yargıçlar suçsuz bir adamı korkunç bir cezaya çarptırdılar. Kurbanın bizden biri
olmadığını söylemeyin; varsın geçmişte ve gelecekte bize hep düşman olan bir sınıfın
adamı olsun. Bizler sosyal adaletçiyiz; hiçbir haksızlık bize yabancı olamaz.
Eğer Colomban gibi bir kentsoyluyu, Kerdanic gibi bir köktenciyi veya ılımlı bazı
cumhuriyetçileri zorbaların kılıcı önünde yalnız bırakırsak yuh olsun bize. Eğer kurban
bizden değilse, onun cellatları kardeşlerimizin cellatlarıdır; Greatauk bu askere
vurmadan önce grevci arkadaşlarımızı kurşuna dizdirmişti.
Yoldaşlar, zorlu bir savaşım, düşünce ve ahlak gücüyle Pyrot'yu acılarından
kurtarabilirsiniz ve bu soylu işi yaparken üzerinizdeki özgürlükçü ve devrimci
görevden sapmış olmayacaksınız, çünkü Pyrot ezilmişliğin ve tüm sosyal eşitsizliklerin
simgesi oldu; bu eşitsizliklerden birini devirirsek öbürlerini kökünden sarsarız."
Phoenix sözlerini bitirdikten sonra yoldaş Sapor konuştu:
"Size asıl görevinizi bırakıp sizi hiç ilgilendirmeyen bir işe karışmanızı öneriyorlar.
Hangi yanda olursanız olun, doğal ve değişmez düşmanlarınızla aynı safta olacağınız
bir kavgaya niçin giresiniz? Bankerler size askerlerden daha mı yakın? Kimin kasasını
kurtaracaksınız? Sosyal savaşımınızda hep karşınızda bulacağınız yedi yüz Pyrot'nun
yardımına koşmak hangi ahmak ve sorumsuz kişilerin işidir?
Sizden düşmanlarınızın saflarını ve kendi suçlarıyla bozdukları düzenlerini
sağlamanızı istiyorlar. İyiliğin bu derecesine başka bir ad vermek gerekir.
Yoldaşlar, rezilliğin topluma ölümcül olduğu bir aşama vardır; Penguen kentsoylu
sınıfı kendi rezilliğinin altında boğulmaktadır ve sizden onu kurtarmanız, soluk
almasını sağlamanız isteniyor. Bu, sizinle alay etmektir.
Bırakalım boğulsun ve son çırpınışlarını gülerek seyredelim. Tek tasamız, onun
kirlettiği bu topraklarda yeni bir toplumun temelini atarken bu kirliliği nasıl
temizleyeceğimiz olmalıdır."
Sapor söylevini bitirdikten sonra yoldaş Lapersonne söz aldı:
"Phoenix bizi suçsuz dediği Pyrot'nun yardımına çağırıyor. Bence bu yeterli değil. Pyrot
suçsuz olabilir, ama o tam bir askerdi ve başlıca görevi halkın üzerine ateş etmek
olan her asker gibi görevini tam yaptı. Bu gerekçe, halkın tüm tehlikeleri göze alarak
onu savunması için yeterli değil. Bana Pyrot'nun suçlu olduğunu ve ordunun samanını
çaldığını kanıtlayın, o zaman yürüyeyim."
Sonra yoldaş Larrivée söz aldı:
"Arkadaşım Phoenix ile aynı görüşte değilim; arkadaşım Sapor'la da aynı görüşte
değilim; haklı deniliyor diye bir davaya partimizin katılması gerektiğini
düşünmüyorum. Burada sözcük oyunları ve tehlikeli bir iş var gibime geliyor. Çünkü,
sosyal adalet devrimci adalet değildir. Bunlar her zaman karşıda olurlar: birine hizmet
etmek öbürüne karşı savaşmaktır. Bana gelince, ben seçimimi yaptım: sosyal adalete
karşı devrimci adaletin yanındayım. Ama bu davada çekimser kalmayı kınıyorum.
Diyorum ki şans bize böyle bir olay armağan etmişse, ondan yararlanmamak
budalalık olur.
Nasıl mı? Bize militarizme iyi bir darbe vurma fırsatı verilmiştir. Kollarımızı
kavuşturup seyredelim mi? Sizi uyarıyorum, yoldaşlar: Ben hint fakiri değilim ve asla
böylelerinin yanında olmam. Burada hint fakirleri varsa, onların yanında olmamı
beklemesinler. Bir şey yapmadan göbeğini seyretmek sonuç vermeyen bir politikadır,
ben bunu asla yapmam.
Bizim gibi bir parti her gün kendini sınamalıdır; yaşamını sürekli eylemle kanıtlamalıdır.
Pyrot davasına katılacağız ama devrimci tavırla katılacağız, şiddet eylemi
uygulayacağız... Sizler şiddetin modası geçmiş, at arabaları, kollu baskı makinesi ve
telli telgraf gibi rafa kaldırılması gereken bir yöntem olduğunu mu sanıyorsunuz?
Yanılıyorsunuz. Dün olduğu gibi bugün de şiddet olmadan bir şey alınmaz; en etkili
araç budur; yalnızca kullanmasını bilmek gerekir. Biz nasıl davranmalıyız? Size bunu
söyleyeyim: egemen sınıfların birini öbürünün üstüne salmalıyız; yani, orduyu
bankerlerle, hükümeti yargıyla, soylu ve dindarları Yahudilerle kapıştırmalı, birbirlerini
yok etmelerini sağlamalıyız. Hastayı bitkin düşüren ateş gibi, hükümeti zayıflatan bu
karışıklığı sürdürmeliyiz.
Pyrot olayı, eğer kullanmasını bilirseniz, silahsızlanma, genel grev ve devrim gibi,
sosyalist partinin büyümesine ve işçi sınıfının gelişmesine en az on yıl
kazandıracaktır."
Sonuç olarak, bu konuşan parti önderleri birbirlerinden çok farklı düşünüyorlardı; böyle
durumlarda olduğu gibi, her biri daha önce defalarca söylediklerini daha düzensiz ve
ölçüsüz bir biçimde yinelediler. Uzun süre tartışıldı ve kimse düşüncesini değiştirmedi.
Fakat, bütün bu görüşler son incelemede iki öbeğe ayrılıyorlardı: Sapor ve
Lapersonne'un çekimser kalma düşüncesiyle Phoenix ve Larrivée'nin kavgaya katılma
düşüncesi. Ama her iki öbeğin ortak yanları asker şeflerinin adaletinden nefret
etmeleri ve Pyrot'nun suçsuzluğuna derin bir inanç duymalarıydı. Öyleyse kamuoyu,
tüm sosyalist önderlerin tehlikeli Pyrotcular olduğuna inanmakta haklıydı.
Bunların adına konuştukları ve konuşmak ne kadar temsil edebiliyorsa, temsil ettikleri
büyük halk yığınları, yani düşüncesini söyleyemediği için anlaması pek zor olan işçi
sınıfı, Pyrot davasıyla pek ilgilenmiyordu. Onlar için bu dava fazla entelektüel, klasik
bir tadı olan, yüksek kentsoylu ve büyük sermaye kokan bir olaydı ve hoşlarına
gitmiyordu.
VIII
COLOMBAN'IN YARGILANMASI
Colomban davası başladığında Pyrotcuların sayısı otuz bini geçmiyordu; ama her
yerde, rahipler ve askerler arasında bile bulunuyorlardı. Onlara en çok zarar veren
büyük Yahudilerin desteğiydi. Buna karşılık, sayılarının az oluşu nedeniyle sempati
topluyorlardı ve içlerindeki aptal sayısı rakiplerinden daha azdı. Daha kolay toplanıp
daha çabuk karar alabiliyor, uyumlu davranabiliyorlardı; her biri elinden gelenin en
iyisini yapma gereğini duyuyor ve daha çok göze batıyorlardı. Her şey onların daha da
büyüyeceğini, rakiplerininse, başlangıçta tüm halkı yanlarına aldıkları için, artık
yalnızca azalabileceklerini gösteriyordu.
Colomban halka açık mahkemeye çıktığında, yargıçlarının pek meraklı olmadığını
hemen gördü. Ağzını açtığı anda yargıç ona, devlet yararı bakımından susmasını
söylüyordu. Aynı gerekçeyle, ondan yana olan tanıkların söyledikleri de duyulamadı.
Genelkurmay Başkanı General Panter üniforması ve tüm madalyalarıyla ifade
vermeye geldi. Söyledikleri şunlardı:
"Alçak Colomban Pyrot'ya karşı kanıtlarımız olmadığını ileri sürüyor. Yalan söylüyor:
Kanıtlarımız vardır; benim arşivlerimde yedi yüz otuz iki metrekare alan üzerinde, her
biri beş yüz kilo olmak üzere, tam üç yüz altmış altı bin kilo kanıt var."
Bu yüksek rütbeli subay daha sonra zarif ve kolay anlaşılır bir dille kanıtlar hakkında bilgi
verdi:
"Her renk ve tonda kanıtlarımız vardır; her birinin biçimi değişiktir: su kabı, şapka, para,
üzüm, güvercin yuvası, kartal vb. En küçüğü bir milimetre kare boyunda, en büyüğü
ise yetmiş metre uzunluğunda ve doksan santimetre genişliğindedir."
Bu açıklama üzerine dinleyiciler dehşetle titrediler.
Greatauk sırası gelince tanıklık etti. Daha sade giyinmiş ve bu nedenle daha etkileyici
bir havada, ellerini arkasında kavuşturmuş olarak konuştu:
"Ülkemizi yıkımın eşiğine getiren bu davranışının sorumluluğunu Colomban'a
bırakıyorum. Pyrot olayı devlet sırrıdır ve öyle kalmalıdır. Eğer açıklanırsa, en büyük
dertler, savaş, yağma, doğal afetler, yangın, toplu kıyım, bulaşıcı hastalıklar anında
Penguenistan üzerine saldıracaklardır. Bir sözcük daha edersem kendimi yurduma
ihanet etmiş sayarım."
Aralarında Bay Bigourd'un da bulunduğu, politika deneyimi olan birkaç kişi savaş
bakanının bu söylediğinin genelkurmay başkanınkinden çok daha akıllıca ve ustaca
olduğunu düşündüler.
Alboy Boisjoli'nin söyledikleri büyük etki yaptı:
"Savaş Bakanlığı yapısında bir gece, komşu bir ülkenin askeri ateşesinin bana
söylediğine göre, ülkesindeki bir süvari alayını gezerken çok yumuşak ve tatlı yeşil
renkte, lezzetli bir saman görüp 'Bunu nereden buldunuz?' diye sormuş. Ona yanıt
vermemişler, ama nereden geldiğinden kuşkusu yokmuş. Bu, Pyrot'nun çaldığı
samanmış. Çünkü bu yeşil renk, yumuşaklık ve koku ülkemiz samanlarının bir
özelliğidir. Komşumuzun samanı kül rengi ve kırılgandır; yabayla atılırken hışırdar ve
toz yapar. Bunun ne anlama geldiğine siz karar verin."
Teğmen Hastaing, yuh sesleri arasında verdiği ifadesinde, Pyrot'nun suçlu olduğuna
inanmadığını söyledi. Hemen jandarma tarafından tutuklanıp, gözdağlarından da,
vaatlerden de uzak kalacağı, yılan ve böceklerle dolu izbe bir hücreye kapatıldı.
Mübaşir seslendi:
"Kont Pierre Maubec de la Dentdulynx."
Salonda bir sessizlik oldu ve kürsüye doğru yaklaşan, giysileri yamalı ama görkemli bir
soylu adam görüldü; bıyıkları göğe bakıyor ve bakışları ateş saçıyordu.
Colomban'a yaklaşıp ona küçümseyen bir gururla baktı, sonra:
"Benim ifadem," dedi, "işte şöyle: sizin ağzınıza s...ayım!"
Bu sözler üzerine tüm salon alkışlarla inledi, yürekleri kaldıran ve ruhları yücelten bir
huşu içinde coştu. Başka tek sözcük etmeden Kont Maubec çekildi.
O dışarı çıktığında, tüm dostları peşinden geldiler. Prenses des Boscenos onun
ayaklarına kapanmış, bacaklarını kucaklıyordu; ama kont, mendil ve çiçek yağmuru
altında ağırbaşlı bir yüzle yürüyordu. Boynuna sarılmış olan Vikontes Olive'i ayırmak
mümkün olmadı ve bu mağrur kahraman onu göğsünde hafif bir eşarp gibi taşıyarak
götürdü.
Onun yüzünden ara verilen oturum yeniden başladığında, yargıç bilirkişileri çağırdı.
Ünlü yazı uzmanı Vermillard incelemelerinin sonuçlarını anlattı:
"Pyrot'nun evinde bulunan belgeleri, özellikle harcamalar defterini ve kuru temizleyici
faturalarını, dikkatle inceledim; zararsız görünümleri altında, çok gizli bir şifreyle
yazılmış olmalarına karşın, onları çözebildim. Hainin yaptıkları her satırda
görülmektedir. Bu şifrede 'Üç bardak bira için Adele'e yirmi frank' sözleri 'komşu bir
ülkeye yirmi bin balya saman sattım' anlamına gelmektedir. Bu belgeyi incelediğimde
bu subayın sattığı samanın türünü de belirledim: Nitekim, gömlek, yelek, külot,
mendil, yaka, aperitif, tütün, puro sözcükleri yonca, bukağı, kabayonca, aptesbozan
otu, yulaf, karamuk ve çayırotu anlamındadırlar. Bunlarsa, Kont Maubec'in orduya
sattığı samanın koku ve lezzetini oluşturan bileşenlerdir. İşte, Pyrot kimsenin
anlamayacağını sandığı bir dilde suçunu böyle kaydediyordu. Bu kadar
sorumsuzluğun böyle bir kurnazlıkla birleşmiş olması şaşırtıcıdır."
Colomban, hafifletici nedenler olmaksızın, suçlu olundu ve en yüksek cezaya çarptırıldı.
Jüri üyeleri hemen bir yargıtay dilekçesi imzaladılar.
Adalet Sarayı'nın önündeki alanda, bin iki yüz yıllık büyük bir tarihi görmüş olan
ırmağın kıyısında, elli bin kişi mahkeme sonucunu bekliyordu. Orada, Anti-Pyrot
Ocağı'nın ileri gelenleri arasında Prens des Boscenos, Kont Clena, Vikont Olive, Bay de
la Trumelle bulunuyordu; Peder Agaric Aziz Mael Okulu'nun öğretmen ve öğrencilerini
toplayıp getirmişti; rahip Douillard ile Başkomutan General Caraguel kucaklaşıyor,
oluşturdukları yüce birliğe katılmak üzere, Pont-Vieux Köprüsü'nden geçip gelen
pazarcı ve çamaşırcı kadınlar, ellerinde tokaçları, çamaşır suyu dolu kazanlarıyla akın
ediyorlardı. Tunç kapıların önünde ve merdivenlerdeyse, Alca'da Pyrotcu olarak
bilinen kim varsa toplanmıştı: Profesörler, gazeteciler, tutucu veya devrimci işçiler
arasında, buruşuk giysileri ve sert bakışlarıyla Phoenix, Larrivée, Lapersonne,
Dagobert ve Varambille yoldaşlar görülüyordu.
Uğursuz kara redingotu ve silindir şapkasıyla Bidault-Coquille, Colomban ve Teğmen
Hastaing için matematiksel duygularını haykırıyordu. Merdivenlerin en üst
basamağında kahraman fahişe Maniflore, hırçın bir gülümseyişle parlıyor, Leena gibi
bir zafer anıtı veya Epicharis gibi tarihin övgüsünü kazanabilmek için yarışıyordu.
Limonata satıcısı, işportacı, izmarit toplayıcısı ve anti-Pyrotcu kılığına bürünmüş olan
yedi yüz Pyrot Adalet Sarayı'nın çevresinde dolanıyordu.
Colomban göründüğünde öyle bir gürültü koptu ki havanın ve suyun çıkardığı sesle
kuşlar dallardan düştü, balıklar sudan fırlayıp karın üstü çimenlere uçtular. Her yerden
haykırışlar geliyordu:
"Colomban suya! Onu ırmağa atalım!"
Bazı çığlıklar da geliyordu:
"Adalet ve gerçek!"
Hatta şöyle bir ses işitildi:
"Ordu alaşağı!"
Bu ses korkunç bir arbedenin işareti oldu. Binlerce kavgacı merdivenlerde birbirine girdi;
kalanları da bu kalabalığa katılıp boğazına sarılacak birini buluyordu. Kadınlar da
ateşli, saç baş dağınık, dişi ve tırnaklarıyla erkeklere saldırırken yüzlerinde o zamana
kadar fark edilmeyen ve ancak yatak odalarının loş ışığında görülebilen bir mutluluk
okunuyordu. Bunlar Colomban'ı yakasından tutmuş, ısırmak, boğmak ve parçalamak
üzereydiler ki şahane Maniflore, saf ve soylu bir görüntü veren kırmızı tüniğiyle
karşılarına dikildi. Colomban kurtulmuş gibiydi; yandaşları Adalet Alanı'nın ortasından
ona bir yol açmış ve Pont-Vieux köşesinde bir arabaya bindirmişlerdi. At hemen dört
nala hareket etmek üzereydi; ama Prens des Boscenos, Kont Clena ve Bay de la
Trumelle arabacıyı tutup alaşağı ettiler, hayvanları geri geri gitmeye zorlayıp
köprünün parmaklıklarına dayadılar, son bir itelemeyle alkışlar arasında ırmağa
yuvarladılar. Sular sesli bir gürültüyle fışkırdı; az sonra ırmağın parlak yüzeyinde ufak
bir kıpırdanmadan başka bir şey kalmadı.
Hemen aynı sıralarda, Dagobert ve Varambille'in adamları, kılık değiştirmiş yedi yüz
Pyrot ile birlik olup Prens de Boscenos'u bir çamaşırcı dubasına başı önde yuvarlayıp
kötü hırpaladılar.
Sessiz gece Adalet Alanı'na indiğinde yerlerdeki kalıntıları dingin bir barışla örttü.
Ancak, üç kilometre ötede, köprünün altında, ıslanmış bir adam topal bir atın yanına
büzülmüştü. Colomban halkın bilgisizliği ve anlayışsızlığı konusunda derin derin
düşünüyordu.
"Bu kavga düşündüğümden daha zorlu olacak. Yeni engeller seziyorum."
Talihsiz hayvana yaklaşıp şöyle dedi:
"Sen onlara ne kötülük yapmıştın, can dostum? Benim yüzümden başına neler geldi."
Zavallı hayvanın boyuna sarılıp alnından öptü. Sonra, dizginlerinden çekip kaldırdı,
topallayan hayvanı yedeğine aldı ve kentin sokaklarından geçirip evine getirdi. Orada
derin bir uyku ikisine de insanların kötülüğünü unutturdu.
IX
PEDER DOUILLARD
O güne kadar korkudan gözleri kör olan cumhuriyetçiler, Peder Douillard ve Prens Crucho'nun
sokağa döktüğü yığınlar karşısında ayıldılar ve sonunda Pyrot davasının gerçek
yüzünü gördüler. Ama, iki yıldır halk yığınlarının haykırışları önünde sinen
milletvekilleri doğru yolu da seçmediler; bir alçaklığı bir başkasıyla değiştirip
Başbakan Robin Mielleux'a karşı döndüler, hoşgörüleriyle cesaret verdikleri, perde
arkasından elebaşılarını kutladıkları karışıklıklardan onu sorumlu tuttular; onu zayıf
davranıp cumhuriyeti tehlikeye atmakla suçladılar. İçlerinden bazıları da, kişisel
çıkarlarının belki de Pyrot yanlısı olmaktan geçtiğini düşünmeye başladı; bu
düşünceyle kafeste başkasının yerine acı çeken suçsuz adam için gözyaşı dökmeye
başladılar. Üstünün yerine göz dikmiş olan Bakan Guillaumette, iktidar
milletvekillerinden birine şöyle diyordu: "Gözlerime uyku girmiyor!"
Bu yiğit milletvekilleri kabineyi devirdiler ve cumhurbaşkanı, Robin Mielleux'nün
yerine Trinité adında, sakallı ve doğuştan cumhuriyetçi bir milletvekilini atadı; bu yeni
başbakan da, Penguenlerin çoğu gibi, Pyrot olayını anlamıyordu, ama bu davada biraz
fazla rahip cüppesi görüldüğünü düşünüyordu.
General Greatauk, savaş bakanlığındaki görevinden ayrılmadan önce, Genelkurmay
Başkanı Panter'e son öğütlerini veriyordu:
"Gidiyorum, ama siz kalıyorsunuz," dedi elini sıkarak. "Pyrot davası benim kızımdır, onu
size emanet ediyorum; o sizin sevgi ve özeninize layıktır; güzeldir. Ama unutmayın,
güzellik loş yerleri sever, utangaç yüzü tül arkasında olmayı seçer. Onun
utangaçlığına saygılı olun. Daha şimdiden, görmemesi gereken gözler ona ilişmeye
başladı... Panter, kanıtlar istediniz ve buldunuz. Ama, çok fazla kanıtınız var. Gereksiz
karışmalar ve tehlikeli meraklar olacağını görüyorum. Sizin yerinizde olsam, o
dosyaları yok ederdim. Bana inanın, en iyi kanıt hiç olmayanıdır. O tartışılmaz."
Heyhat! General Panter bu öğütlerin değerini anlamadı. Gelecek Greatauk'un
öngörüsünü doğru çıkardı. Trinité başbakanlığa adımını atar atmaz Pyrot dosyasını
istetti. Kendi savaş bakanı Peniche, ulusal savunmanın yüksek çıkarları adına dosyayı
vermeyi kabul etmedi; Başbakana, General Panter'in koruması altındaki bu dosyanın
dünyanın en büyük arşivi olduğunu fısıldadı. Trinité elinden geldiğince duruşma
tutanaklarını inceledi, derinliğine varamadı ama işlem yanlışlıkları buldu. Bunun
üzerine, yetkilerini kullandı ve duruşmanın yeniden ele alınmasını buyruğunu verdi.
Savaş bakanı Peniche bunun orduyu aşağılama ve ülkeye ihanet olacağını söyleyip
bakanlık mührünü yüzüne fırlattı. Yerine atanan bir ikincisi, bir üçüncüsü, ve ardından
gelen yetmiş tanesi aynı örnek davranışı gösterdiler. Trinité kafasına isabet eden
mühürlerin acısıyla kıvranıyordu. Sonunda, yetmiş birinci savaş bakanı van Julep
makamında kaldı; soylu meslektaşlarından farklı düşündüğü için değil, onlar
tarafından casus olarak görevlendirildiği için kaldı; görevi başbakanına ihanet etmek,
onu utandırmak ve dosyanın gözden geçirilme işini, Greatauk'un, rahiplerin ve Crucho
yanlılarının zaferine dönüştürmekti.
General van Julep yüksek bir askeri ahlaka sahip olup Greatauk'un zeki görüşlerine ve ustaca
planlarına aklı ermezdi. O da, General Panter gibi, Pyrot'ya karşı kanıtlar olması
gerektiğini, ne kadar çok olursa o kadar iyi olacağını düşünüyordu. Bu düşüncelerini
Genelkurmay Başkanına açtı:
"Panter," dedi, "öyle bir noktaya geliyoruz ki daha bol kanıt gerekebilir."
"Anladım, generalim," dedi Panter; "dosyalarımı tamamlayacağım."
Altı ay sonra Pyrot'ya karşı kanıtlar savaş bakanlığının iki katını doldurmuştu. Bir gün,
dosyaların ağırlığına dayanamayan döşemeler çöktü; devrilen kanıtlar altında iki şube
şefi, on dört büro memuru ve yer katında çizmeleri boyayan altmış er ezildi. Bakanlık
yapısının duvarlarına destek konması zorunlu oldu. Yoldan geçenler eskiden yüce olan
bu yapıya abanarak çirkinleştiren dev kirişlere, yola kadar taşıp trafiği zorlaştıran
sevimsiz payandalara şaşkın şaşkın bakıyorlardı.
Pyrot'u mahkum eden yargıçlar gerçek yargıç değil, subaylardı. Clomban'ı mahkum
edenlerse gerçek, fakat küçük rütbeli yargıçlardı; kiliseleri süpüren çömezlerin giydiği
türden şayak cüppeleriyle acınacak durumdaydılar. Bunların üstünde, kırmızı
cüppelerinin yakaları kakım kürküyle süslü yüksek mahkeme yargıçları bulunuyordu.
Bunlar, yasaları ve içtihatları iyi bilen, bu nedenle de gücüne korkuyla karışık bir saygı
duyulan bir kurul oluşturuyorlardı. Adına kırma mahkemesi (4) denir ve tüm ülkedeki
mahkemelerin tepesinde çekiç gibi dururdu.
Bu kurulun üyelerinden biri olan Chaussepied adında bir yargıç Alca'nın varoşlarında
küçük bir evde alçakgönüllü ve dingin bir yaşam sürüyordu. Yüreği temiz, yüreği
namuslu ve zihni açıktı. Dosyalarını inceleyip bitirdikten sonra keman çalar ve
bahçesinde ektiği sümbüllere su verirdi. Pazar akşamları komşusu Helbivoire
kızkardeşlerin evinde yemek yerdi.
Ama son birkaç aydır düşünceli ve üzgün görünüyordu; hele gazeteleri açtığında
neşesi daha da kaçıyor, pembe yüzünde acı kırışıklıklar oluşuyordu. Bunların nedeni
Pyrot idi. Yargıç Chaussepied bir subayın düşmana seksen bin balya saman satmak
kadar alçakça bir eylemi nasıl yapabildiğini anlayamıyor, hele onu savunmaya
kalkacak kişilerin ortaya çıkabileceğine hiç inanamıyordu. Kendi yurdunda bir Pyrot,
bir Hastaing, bir Colomban, bir Phoenix'in çıkabildiğini düşünmek ona sümbüllerini
sularken, kemanını çalarken veya Helbivoire kızkardeşlerde yemek yerken hep acı
veriyordu.
Pyrot davası adalet bakanınca yüksek mahkemenin önüne getirildiğinde, ön rapor
hazırlama ve varsa usül hatalarını bulma görevi Chaussepied'e verildi. Her ne kadar
dürüst ve titiz olsa da, şimdiye kadar önüne gelen tüm dosyalara yansız ve önyargısız
bakmışsa da, bu dosyada somut ve tartışılmaz kanıtlar bulma beklentisi içindeydi.
Uzun uğraşlardan ve General van Julep'in sayısız olumsuz yanıtından sonra dosyayı
getirtebildi. Dosya, sınıflandırılmış ve paraf edilmiş on dört milyon altı yüz yirmi bin üç
yüz on iki sayfadan oluşuyordu. Yargıç bunları okurken sırasıyla şaşırdı, hayran kaldı
ve sonunda aklı başından gitti. Dosyada mağaza ilanları, gazete kesikleri, moda
dergileri, bakkal kesekâğıtları, eski ticari yazışmalar, öğrencilerin okul defterleri,
ambalaj kâğıtları, parkeleri silmek için zımpara kâğıtları, iskambil desteleri, altı bin
adet Düş Yorumları kitabı bulunuyordu; ama Pyrot'dan söz eden bir tek belge yoktu.
XI
SONUÇ
Dava bozuldu ve Pyrot kafesinden indirildi. Anti-Pyrotcular yenildiklerini kabul etmediler. Asker
yargıçlar Pyrot'yu yeniden yargıladılar. Bu ikinci davada da Greatauk örnek bir
davranış sergiledi; duruşmadan yine mahkumiyet kararı çıkarmayı başardı. Bu
amaçla, mahkemeye sunulan kanıtların bir işe yaramayacağını, iyi kanıtların devlet
sırrı olarak saklandığını söyledi. Uzmanlara göre bu kadar ustalık hiç görülmemişti.
Salondan çıktığında, meraklıların bakışları arasında mahkeme koridorlarından
geçerken, kırmızı giysili ve yüzü kara peçeli bir kadın, elinde bir mutfak bıçağıyla
onun üzerine atıldı:
"Geber, alçak herif!"
Bu kadın Maniflore'du. Çevredekiler ne olup bittiğini anlayamadan, General Greatauk
onu bileğinden yakaladı; gözle görülür bir nezaketle bileğini sıktı ve bıçağı yere
düşürdü.
Sonra, yerden aldığı bıçağı Maniflore'a uzattı:
"Madam," dedi eğilerek, "bir mutfak aygıtınızı düşürmüşsünüz."
Fakat kadının karakola götürülmesine engel olamadı; daha sonra, onun hemen
serbest bırakılmasını sağladı; sonraki günlerde kadın hakkında dava açılmasını
önlemek için tüm etkisini kullandı.
Pyrot'nun ikinci kez mahkum edilmesi Greatauk'un son zaferi oldu.
Eskiden askerleri çok seven ve onların adaletine saygı duyan Yargıç Chaussepied şimdi
askeri yargıçlara düşman olmuş, önüne gelen askeri davaları ceviz kırar gibi kırıyordu.
Pyrot davasını ikinci kez bozdu; gerekirse beş yüz kez bozmaya hazırdı.
Korkak davranıp ikinci kez aldatıldıklarını ve alay edildiklerini gören cumhuriyetçiler
bu kez papaz ve rahiplere döndüler; Mecliste kiliseye karşı üst üste yasalar çıkarıp,
onları evlerinden çıkardılar, mal ve mülklerine el koydular. Peder Cornemuse'ün
korktuğu yine başına geldi. Bu iyi yürekli rahip Conil Ormanı'ndan kovuldu. Maliye
memurları tüm imbiklerine el koydular, alacaklılar Azize Pembekız Şurubu şişelerini
aralarında paylaştılar. Rahip bu işten yıllık üç milyon beş yüz bin frank gelirini yitirdi.
Peder Agaric, okulunu laik ellere bırakıp sürgün yolunu tuttu. Besleyen devletten
koparılan Penguenistan kilisesi, kökünden koparılmış bir çiçek gibi soldu.
Suçsuz adamın savunucuları kendi aralarında kavgaya tutuştular ve birbirlerine her
türlü karaçalma ve aşağılamayı yağdırdılar. Usta konuşmacı Kerdanic Phoenix'in
boğazına sarıldı. Büyük Yahudiler ve yedi yüz Pyrot, eskiden yardımlarını dilendikleri
sosyalist yoldaşlardan yüz çevirdiler. Onlara:
"Biz sizi tanımıyoruz," diyorlardı. "Sosyal adaletinizle kafamızı şişirmeyin. Sosyal
adalet zenginleri savunmak demektir."
Milletvekili seçilen ve yeni iktidarın başı olan yoldaş Larrivée, hem Parlamento'nun, hem
de halkın onayıyla başbakan oldu. Pyrot'yu mahkum eden askeri mahkemelerin ateşli
bir savunmaya başladı. Eski sosyalist arkadaşları, el emekçileri ve devlet memurları
için biraz adalet ve özgürlük isteyecek olsalar, güzel konuşma sanatını kullanarak
onlara şöyle diyordu:
"Özgürlük taşkınlık demek değildir. Düzenle kargaşa arasında ben seçimimi yaptım:
Devrim güçsüzlük demektir; kalkınmanın en büyük düşmanı şiddettir. Şiddetle hiçbir
şey elde edemezsiniz. Baylar, benim gibi düzeltim yanlıları her şeyden önce, hastayı
bitkin düşüren ateş gibi, hükümeti zayıflatan bu karışıklığa bir son vermelidirler.
Namuslu insanların rahat etmesini sağlamalıyız."
Bu söylev alkışlarla karşılandı. Cumhuriyet hükümeti yine büyük finans şirketlerinin
denetimine girdi, ordu yine sermayeyi savunmayı, donanma da büyük fabrikalara
artırmayla iş vermeyi; yoksullar da, vergi vermeyi geri çeviren zenginlerin yerine de
vermeyi sürdürdüler.
Bu arada, eski yangın tulumbasının üstünde, gecenin yıldızlarını seyreden Bidault-
Coquille uyuyan kente üzüntüyle bakıyordu. Maniflore onu bırakmıştı; adanacak yeni
davalar ve özveriler arayan kadın genç bir Bulgar'ın peşinden, adalet ve öç aramak
için Sofya'ya gitmişti. Gökbilimci onu özlemiyordu; dava bittikten sonra, kadının
güzelliği ve zekasının düşündüğünden daha az olduğunu görmüştü. Ama, düşünceleri
çok başka alanlarda da değişmişti. En acısı, kendisini artık pek o kadar yüce biri
olarak görmüyor olmasıydı.
"Kendini yüce sanıyordun," diye düşündü, "oysa saf ve iyi niyetli olmaktan başka bir
hünerin yoktu. Ne için büyükleniyordun, Bidault-Coquille? Pyrot'un suçsuz,
Greatauk'un alçak biri olduğunu ilk görenlerden biri olduğun için mi? Oysa, yedi yüz
Pyrot'ya karşı Greatauk'u savunanların dörtte üçü bunun böyle olduğunu senden iyi
biliyorlardı. Sorun bu değildi. Neyinle övünüyordun? Düşünceni açıkça söylemiş
olmanla mı? Bu uygar cesarettir ve askeri cesaret gibi, düşüncesizliğin bir sonucudur.
Sen düşüncesizlik ettin. Zararı yok, ama bunun için övünmen gerekmez.
Düşüncesizliğin ufak boyuttaydı; seni ufak tehlikelere atıyordu; kelleni ortaya
koymuyordun. Penguenler eskiden başlarını ortaya koyarak devrimler yaptıkları
gururlarını yitirdiler; bu, inançların ve özyapıların gelişmesinin bir sonucudur. Ufak bir
noktada halkın yanıldığını söylemek, sana yüce bir ruh verebilir mi? Korkarım ki,
Bidault-Coquille, ulusların zihinsel ve ahlaki gelişme koşullarını anlamadığın için, bir
bilim adamına yakışmayacak biçimde davrandın. Sen, sosyal eşitsizliklerin bir tespih
gibi dizili olduğunu ve bunlardan biri koparıldığında hepsinin düşeceğini sanıyordun.
Bu çok saf bir görüştür. Bir eylemle ülkende ve tüm evrende adaleti sağlayabileceğini
sandın. Cesur ve namuslu bir adamsın, fakat deneysel felsefeyi pek bilmiyorsun.
Ama, kendi içine bak, sen de kurnazlık ve şeytanlığı elden bırakmadın. Bu davada sen
de ahlaki bir kazanç peşindeydin. Kendi kendine "İşte, artık adil ve cesur oldum, artık
halkın önünde ve tarih kitaplarında başım dik yer alabileceğim" demiyor muydun?
Şimdi düşlerin yıkıldı, haksızlıkları yok etmenin o kadar kolay olmadığını ve her gün
yeniden başlamak gerektiğini gördün. Yeniden yıldızlarına dön. Ama dikkat et,
Bidault-Coquille, bu kez alçakgönüllü ol!"
YEDİNCİ KİTAP
YAKIN ÇAĞ
MADAM CÉRÈS
Cumhuriyetin yüksek bürokratlarından birinin dul eşi olan Madam Clarence evinde
çağrılar vermekten hoşlanıyordu: Her perşembe günü orta sınıftan ve söyleşiden
hoşlanan dostlarını evinde buluştururdu. Oraya gelen her yaştan bayanlar çok acı
çekmişler ve para sıkıntısı içinde yaşıyorlardı. İçlerinde iskambil falcısı görünümünde
bir düşes ve düşes görünümünde bir falcı kadın vardı. Eski tanışıklıklarını
koruyabilecek kadar güzel olan Madam Clarence yeni dostlar kazanabilecek kadar
güzel değildi. Güzel bir kızı vardı, ama çeyiz parası olmayan bu kız konukları
ürkütüyordu; çünkü Penguenler çeyiz parası olmayan kızlardan şeytan görmüş gibi
korkarlar. Evelyne Clarence nedenini bildiği bu çekingenliği fark ediyor, ama aldırış
etmeden çay servisini sürdürüyordu. Zaten, ortalıkta fazla görünmez, bayanlarla veya
genç erkeklerle az konuşurdu; onun kısa ve ağzı kapalı varlığı konukların söyleşilerini
bölmüyordu, çünkü ya genç bir kızın bunları anlamayacağını yahut da yirmi beş
yaşında olduğu için her şeyi işitebileceğini düşünüyorlardı.
Bir perşembe günü, Madam Clarence'ın salonunda aşktan söz açılmıştı; kadınlar
bundan gururla, incelikle ve gizemle söz ediyorlardı; erkeklerse bilmiş ve kaba
tavırlarla konuşuyorlardı. Herkes konuşmaya kendi görüşünü dinlemek için
katılıyordu. Ortaya çok espri yapıldı ve süslü laflar edildi. Hele, Profesör Haddock
söyleve başlayınca herkesin kafası şişti.
"Aşk konusundaki düşüncelerimiz," diyordu profesör, "diğer konulardakinden pek
farklı değildir; tümü de kaynağını unuttuğumuz eski alışkanlıklara dayanır. Ahlak
konusunda, varlık nedeni çoktan unutulmuş kurallar, en yararsız davranışlar, en
rahatsız edici kısıtlamalar, karanlık eski çağların ne kadar derinliğinden geliyorsa o
kadar tartışmasız, incelemesiz ve saygıyla sürdürülür. Cinsler arasındaki ilişkilere
yönelik tüm ahlak kuralları şu ilkeye dayanır: Bir erkekle ilişkiye giren kadın, tıpkı atı
veya silahları gibi, artık onun malıdır. Bu yaşam biçimi artık bittiği halde çağdışı
alışkanlıklar sürer, örneğin kadın evlilik gibi bir sözleşmeyle erkeğe verilir. Ancak,
erkeğin giderek mülkiyet hakkının zayıflamasıyla sözleşmede birtakım kısıtlamalar
getirilmiştir.
Bir kızın evlendiği erkeğe bekaretini götürme kuralı da, kızların ergen olduktan
hemen sonra evden kovulduğu eski çağlardan kalmadır. Bugün yirmi beş veya otuz
yaşında evlenen bir kızdan bu kurala uymasını beklemek gülünç olur. Bunun kocasına
sunduğu bir armağan olduğunu söyleyebilirsiniz; oysa günümüzde erkeklerin evli
kadınların da peşinden koştuğu, dul kadınlarla da pekâlâ evlenebildiği görülmektedir.
Bugün dahi kızların dinsel ahlakında, tüm bekaretlerin Tanrı'ya ait olduğu, ancak onun
bıraktıklarını insanların alabileceği gibi eski bir inanış vardır. Dilimizdeki bazı gizemli
değişmecelerde görülen bu inanış artık tüm uygar ülkelerde bırakılmıştır; ama hem
dindar ailelerde, hem de özgür düşünceli olduğunu söyleyen, ama hiç düşünme
alışkanlığı olmayan, ailelerde de kızların eğitiminde bu inanış sürmektedir.
Akıllı demek bilgili demektir. Bugün bir kızın hiçbir şeyden haberi yoksa ona akıllı
denir. Bu bilgisizliğin sürmesi istenir. Oysa, bu yöndeki tüm çabalara karşın, en
akıllıları bile her şeyi öğrenir, çünkü onlara kendi doğalarını, bedenlerini, istek ve
duygularını saklama olanağı yoktur. Ama bildikleri yanlışlarla doludur. İşte dikkatli bir
eğitimin sonuçları bunlardır..."
Alca Defterdarı Joseph Boutourlé onun sözünü kesti:
"Ama bayım, gerçekten masum kızlar da var ve en kötüsü de bu. Ben böyle üç kız
tanıdım; bu kızlar evlendiler ve üçünün de evliliği çok kötü oldu. Birincisi, kocası
gerdek gecesi yanına yanaşıp sarılmak istediğinde korkuyla yataktan fırlayıp cama
koştu, "İmdat! Beyefendi aklını yitirdi!" diye bağırarak yardım istedi. İkincisi gerdek
gecesinin sabahı, gecelikle aynalı dolabın tepesine büzülmüş olarak bulundu, aşağı
inmek istemiyordu. Üçüncüsü sesini çıkarmadan katlandı, ama birkaç hafta sonra
annesinin kulağına şöyle fısıldıyordu: "Kocamla benim aramda aklınızın alamayacağı,
size bile söyleyemeyeceğim şeyler oluyor." Bu kadın ruhunu kurtarabilmek için günah
çıkarttığı rahibe durumu açtı ve bunların doğal olduğunu ancak o zaman öğrenebildi.
"Dikkat ediyorum," dedi Profesör Haddock, "Avrupa'da ve özellikle Penguenistan'da spor ve
otomobil merakı yayılmadan önce, insanların tek uğraşı cinsellikti. Düşünüldüğünden
daha az önemi olan bir konu bu."
"Nasıl?" diye atıldı Madam Crémeur. "Bir kadının kendini tüm bedeniyle teslim etmesi
önemsiz midir diyorsunuz?"
"Hayır, madam, önemi olabilir. Ama verdiği şeyin güzel bir çiçek mi, yoksa dikenli bir
çalı mı olduğuna bakmak gerekir. Hem de "kendini teslim etme" deyimi biraz abartılı
değil mi? Kadın aşkta kendini teslim etmez, ödünç verir. Örneğin, güzel Madam
Pensée..."
"O annem olur," dedi genç bir adam.
"Kendisine sonsuz saygım var, bayım," dedi Profesör Haddock; "merak etmeyin, onun
hakkında saygısız bir söz edecek değilim. Ama izin verirseniz, erkeklerin anneleri
konusundaki düşüncelerinin de tutarsız olduğunu söylemeliyim: Annelerinin bir erkeği
sevdikleri için anne olabildiklerini, hâlâ da sevebileceklerini düşünmezler. Oysa,
bundan daha doğal bir şey olamaz. Ama kız çocukları daha gerçekçidir; annelerinin
yeniden sevebilme yeteneklerini kabul ederler, hatta kendilerine rakip görürler."
Münasebetsiz profesör daha uzun süre konuştu, kırdığı potlar ve söylediği budalaca
görüşler, beceriksiz ve görgüsüz tavırlarıyla birleşince, artık kimse onu dinlemez oldu.
Bu sırada, sade döşenmiş odasında, hüzünlü bir bekleme odasını andıran, tüm genç
kızlarınki gibi bir odada Evelyne Clarence kulüp ilanlarına ve hayır dernekleri
broşürlerine bakıyor, toplumu tanıyabileceği çıkar bir yol arıyordu. Annesinin
entelektüel ve yoksul arkadaş çevresinden hiç kopmayacağını, bu nedenle kızının
gözde olabileceği bir ortamı asla yaratmayacağını biliyordu. Sakin, inatçı, hayal
kurmayan, evliliği yalnızca topluma katılma ve serbestçe gezebilme pasaportu olarak
gören, karşılaşacağı tehlikeleri de hesaba katan gerçekçi bir arayışla kendi işini kendi
görmeye karar vermişti. Hoşa gidecek çok yeteneği vardı. Ama zayıf yanı soylu olan
her şeye gözleri kamaşarak bakıyor olmasıydı.
Annesiyle yalnız kaldığında ona şöyle dedi:
"Anne, yarın Peder Douillard'ın çile odasına gideceğiz."
II
Aziz Mael Kilisesi'ndeki Rahip Douillard'ın çile odası her çarşamba akşam saat dokuzda
Alca sosyetesi seçkinlerinin buluşma yeri olmuştu. Prens ve Prenses des Boscenos,
Vikont ve Vikontes Olive, Bayan Bigourd, Bay ve Bayan de la Trumelle hiçbir akşamı
kaçırmıyorlardı; orada soyluların krem tabakası ve güzel Yahudi baronesler göz
kamaştırıyordu, hem Alca'nın Yahudi baronesleri artık Hıristiyan olmuşlardı.
Bu vakfın amacı, tüm dinsel vakıflar gibi, zengin insanlara ruhlarını kurtarmak için
huşu içinde düşünebilecekleri bir ortam yaratmaktı; aynı zamanda, zengin ve
tanınmış aile üyelerinin, Penguenleri seven Azize Pembekız'ın hayır duasını almalarını
sağlıyordu. Peder Douillard, havarilere yakışan bir çabayla yüce bir amaca hizmet
ediyordu: Azize Pembekız'ın adını yeniden Penguenistan'da yüceltmek ve Alca'nın en
yüksek tepesine onun adına dev bir kilise yaptırmak. Çabaları büyük ilgiyle
karşılanmış, daha şimdiden yüz binden fazla çömez ve yirmi milyon frank bağış
toplamıştı.
Azize Pembekız'ın emanetleri artık Aziz Mael Kilisesi'nin mihrabında, yeni yaptırılan
mücevherlerle süslü altın bir sandıkta sergileniyordu.
İşte rahip Plantain'in yazdığı Alca'nın koruyucusu azizenin tansıkları adlı kitapta
yazılanlar:
"Eski sandık terör döneminde eritilmiş, azizenin kutsal artıkları Greve Alanı'nda
yakılan bir ateşe atılmıştı; ancak, Rouquin adında dindar bir kadın gece yarısı
yaşamını tehlikeye atarak ateşler arasından azizenin yanmış kemiklerinden birkaçını
ve biraz külünü toplayabilmişti; bunları bir reçel kavanozunda sakladı ve inançlar
özgür bırakıldığında Aziz Mael Kilisesi rahibine teslim etti. Ömrünün son yıllarını dine
adayan Bayan Rouquin ölünceye kadar kilisede mum satıp sandalye kiraladı."
Gerçekten de, dinin gerilediği çağlarda Rahip Princetau ve öbür dinbilimci
eleştirmenlerin etkisiyle iyice gözden düşmüş olan Azize Pembekız tarikatı, Peder
Douillard zamanında artık doğruluyor, eskisinden daha gür olarak yeşeriyordu. Şimdi
dinbilimciler söylencenin bir satırına bile dokunmuyorlar, Rahip Simplicissumus'un
aktardığı biçimde, şeytan kılığına giren bir ejderhanın onu mağaraya kapattığını, ama
aziz bakirenin onu yenip çıktığını gerçek olarak kabul ediyorlardı. Artık yer ve tarih
çelişkilerine yanıt verme gereği bile duymuyorlardı; çünkü bu yolun nereye varacağını
biliyorlardı.
Kilise, ışık ve çiçeklerle parlıyordu. Bir opera sanatçısı Azize Pembekız'ın ünlü ilahisini
söylüyordu:
Cennetin bakiresi,
Gel, gel, kahverengi gecede,
Ve üzerimize ay gibi
Işığını gönder.
Matmazel Clarence annesinin yanında ve Kont Clena'nın önünde yer aldı, uzun süre
sandalyesinde başı öne eğik olarak oturdu; nitekim, dua duruşu genç kızlara çok
yakışır ve beden hatlarını ortaya çıkarır.
Aziz Peder Douillard minbere çıktı. Güçlü bir konuşmacıydı, duygulandırmayı ve
şaşırtmayı biliyordu. Ama kadınlar, ahlaki günahlar konusunda kullandığı sözcükleri
ve çok katı oluşunu pek beğenmiyorlardı. Yine de onu çok seviyorlardı.
Rahip konuşmasında Azize Pembekız'ın yedinci sınavından söz etti. Bu iffet sınavında
da Pembekız ejderhanın tüm çabalarını boşa çıkarmıştı. Konuşmacı buradan giderek,
azizenin bize esinlediği erdemlerle bizlerin de her gün karşımıza çıkan kuşku,
dinsizlik, unutkanlık gibi ejderhaları yenebileceğimizi, onun yolunda gitmenin
toplumsal diriliş demek olduğunu gösterdi. Sonunda, çömezlerine ateşli bir çağrı
yapıp tanrısal gücün bir parçası, Azize Pembekız'ın yapıtlarının destekçisi ve
besleyicisi olmalarını ve onun yücelip daha çok tansıklar yaratabilmesi için gerekli
tüm olanakları sağlamalarını istedi.
Tören bittiğinde Rahip Douillard özel sorusu olanlar veya bağış yapacaklar için
emanet odasında hazır bekliyordu. Matmazel Clarence rahiple konuşmak istiyordu;
Vikont Clena'nın da isteği aynıydı. Çok kalabalık olduğundan uzun bir kuyruk
oluşmuştu. Hoş bir raslantıyla, Vikont Clena Matmazel Clarence'ın arkasındaydı ve
biraz abanıyordu. Evelyne, spor çevrelerinde babası kadar tanınmış olan bu şık genci
fark etmişti. Clena da genç kızı görmüş, güzel bulduğu için arkasından gitmişti. Genç
adam kız ve annesiyle önceden tanıştırıldığı bahanesiyle onları selamladı ve biraz
konuştu.
Ertesi hafta Vikont Clena Madam Clarence'ın evine geldi. Bu kadının biraz çöpçatanlık
ettiğini sanıyor, bundan rahatsızlık duymuyordu. Orada Evelyne'i yine gördüğünde
yanılmamış olduğunu anladı; kız çok güzeldi.
Vikont Clena Avrupa'nın en güzel otomobiline sahipti. Üç ay boyunca anne kız
Clarence'ları arabasıyla dağ, bayır, orman, vadi demeden gezdirip durdu; onlarla
birlikte müzeleri ve şatoları gezdi. Evelyne'e ne söylemek gerekiyorsa, hatta daha da
fazlasını söyledi. Kız da onu sevdiğini saklamadı, onu her zaman seveceğini, başka
birini sevemeyeceğini söyledi. Genç adamın yanında sessiz ve yüreği çarparak
yürüyordu. Ama bu yüce sevgisinin ardından, iffetinin tehlikede olduğu durumlarda,
aşılmaz bir duvar çekmesini de biliyordu. Üç ay süreyle genç adam, onu arabaya
bindirdi, indirdi, yine indirip bindirdi ve araba bozulduğunda kuytu ormanlarda
gezdirdi. Kısa süre içinde onu otomobilinin direksiyonu kadar iyi tanıyordu, ama hepsi
o kadar. Sürpriz taktikleri, serüvenler, ormanda veya gece kulüpleri önünde ani
duruşlar hiçbir işe yaramadı. Üç ay önce başladığı yerdeydi. Adam bunun aptalca
olduğunu düşünüp öfkeleniyor, sonra arabasına atlayıp bir hendeğe yuvarlanma veya
ağaca çarpma tehlikesine aldırmadan saatte yüz yirmi hız yapıyordu.
Bir gün almaya geldiğinde, onu her zamankinden daha güzel ve daha kışkırtıcı buldu.
Bir göl kıyısına geldiklerinde, sazları eğen fırtına gibi, genç kızın üzerine atıldı. Kız hoş
bir zayıflıkla eğildi, büküldü, bir saz gibi yirmi kez kökünden sökülecek, kırılacak ve
rüzgârda uçacak gibi oldu, ama yirmi kez doğrulup direndi ve her defasında sanki
hafif bir rüzgârda kalmış gibi diri ve gülümseyerek kalktı. Geri döndüklerinde zavallı
adam kudurmak üzereydi, aklının üçte ikisini yitirip yolunu şaşırdı ve Madam
Clarence'ın yatak odasına daldı; aynanın önünde şapkasını denemekte olan yaşlı
kadını kapıp yatağın üzerine attı, kadın ne olduğunu anlayamadan ona sahip oldu.
Aynı gün araştırmalarını sürdüren Evelyne, Vikont Clena'nın uçan kuşa borcu
olduğunu, yaşlı bir fahişenin parasını yiyerek geçindiğini ve bir otomobil fabrikasının
reklam için ödünç verdiği arabayı kullandığını öğrendi. İki genç anlaşarak ayrıldılar ve
Evelyne annesinin çağrılarında çay servisi yapmayı sürdürdü.
III
HIPPOLYTE CÉRÈS
IV
BİR POLİTİKACININ EVLİLİĞİ
Genç kadın onu sevmiyordu, ama adamın kendisini sevmesini istiyordu. Ona hep
resmi davranıyordu; yalnızca içinden gelmediği için değil, aşk konularındaki kadınlara
özgü sezgilerinden, geleneklerden, onun üzerindeki gücünü deneme ve sınırını ölçme
isteğinden aynı zamanda. Önlemli olmasının bir nedeni de, onun kaba biri olduğunu
bilmesi, yakınlık gördüğünde içtenliği artırıp yılışacağını, kadın bunu sürdürmediğinde
de kabalaşacağını görebilmesiydi.
Adam işi nedeniyle dine karşı ve özgür düşünce yanlısı olduğundan, kadın onun
önünde dindar tavırlar takınıyor, elinde kırmızı maroken kaplı din kitaplarıyla geziyor,
onun gözleri önüne Azize Pembekız Vakfı'na yapılmış bağış makbuzlarını koyuyordu.
Evelyne bunları muziplik, aksilik olsun diye veya ona takılmak için yapmıyordu; bu
biçimde kendi özyapısını vurguluyor ve büyüyordu; milletvekilinin cesaretini artırmak
için, Brunhild'in Sigurd'a alevlere sarılarak yaptığı gibi (6) kendini dinle sarıyordu. Bu
cüretli davranışları işe yaradı. Adam onu artık daha çekici buluyor, dindarlığın
kadınlara bir incelik verdiğini söylüyordu.
Büyük bir çoğunlukla yeniden seçilen Cérès bu defaki Meclisin daha ilerici, daha sol ve
daha çok düzeltim isteyen bir havada olduğunu gördü. Bunun da aslında değişim
korkusundan ve hiçbir şey yapmama isteğinden kaynaklandığını hemen fark etti;
bunun üzerine bu istekler doğrultusunda bir politika izlemeye karar verdi. Dönem
başladığında, kürsüden uzun bir söylev verdi; iyi hazırlanmış ve ustaca düzenlenmiş
bu konuşmasında, her düzeltimin uzun bir olgunlaştırılma süresi geçirmesi gerektiğini
söyledi. Ateşli bir konuşmaydı bu, ılım öneren kişinin hararetli konuşması gerektiği
ilkesine uygundu. Tüm Meclis onu ayakta alkışladı. Başbakanlık locasında anne kız
Clarencelar onu izliyorlardı; Evelyne alkışların uğultusuyla elinde olmadan titredi. Aynı
locada bulunan Madam Pensée bu erkek sesinin titreşimleriyle kendinden geçiyordu.
Kürsüden inen Hippolyte Cérès gömlek değiştirmeye gitmeyip, alkışlar hâlâ sürerken
Clarence ailesini localarında selamlamaya gitti. Evelyne onu başarılı ve yakışıklı
buldu; adam, mendiliyle boynunu silerken, hayranlarının kutlamalarını saygılı ve
alçakgönüllü bir yüzle kabul ediyordu. Genç kız göz ucuyla baktığında, yan taraftaki
Madam Pensée'nin yiğit milletvekilinin ter kokusunu sarhoş gibi kokladığını, göz
kapakları ağırlaşmış ve başını geriye atmış, bayılacak bir durumda olduğunu gördü.
Bunun üzerine hemen Bay Cérès'e sevgiyle gülümsedi.
Alca milletvekilinin konuşması büyük yankı uyandırdı. Politik çevrelerde çok doğru
bulundu. Büyük bir ılımlı gazete "Sonunda dürüst bir ses işitmiş bulunuyoruz" diyor,
meclis kulislerinde "Bu doğru bir program" diye konuşuluyordu. Herkes onun çok
yetenekli olduğunda birleşiyordu.
Hippolyte Cérès şimdi köktenci, sosyalist ve din karşıtı partinin doğal önderi gibi
ortaya çıkmıştı; Mecliste en kalabalık olan bu parti onu Meclis grubu başkanlığına
seçti. İlk yapılacak kabine değişikliğinde bakan olmasına kesin gözüyle bakılıyordu.
Evelyne Clarence, uzun bir duraksamadan sonra, Bay Hippolyte Cérès ile evlenmeyi kabul etti.
Onun beğenisine göre, büyük adam biraz kabaydı; ayrıca politikanın büyük servet
getirdiği o noktaya gelmekten hâlâ uzak görünüyordu. Ama genç kız yirmi yedi yaşına
gelmişti ve bu yaşta fazla titiz veya seçici olmamak gerektiğini bilecek kadar
yaşamıştı.
Hippolyte Cérès ünlü olmuştu. Hippolyte Cérès mutluydu. Artık çok değişmişti; giysilerinin
şıklığı, davranışlarının kibarlığı giderek artıyordu; onun beyaz eldivenler taktığını
gören Evelyne bu adamın belki de eski halini yeğleyebileceğini düşündü. Madam
Clarence bu evliliği olumlu karşıladı; hem kızının geleceğini ve hem de perşembe
günleri salonuna gönderilen çiçekleri güvencede görüyordu.
Ama evlilik töreni bazı zorluklar çıkardı. Evelyne dindardı ve kilisede dini nikah
istiyordu. Hippolyte Cérès hoşgörülü, ama özgür düşünceliydi ve yalnızca medeni
nikahı kabul ediyordu. Bu konu üzerinde tartışma çıktı, kırıcı sözler edildi. Son
tartışma genç kızın odasında, çağrılıklar yazılırken oldu. Evelyne kiliseden gelinlikle
çıkmazsa kendini evlenmiş sayamayacağını söyledi. Nişanı bozmak, annesiyle yurt
dışına gitmek veya bir manastıra kapanmaktan söz etti. Sonra yalvardı, inledi. Bu
bakire odasında her şey, beyaz yatağın başucundaki şimşir dalı ve kutsama kabı,
küçük etajerdeki din kitapları, şömine üzerindeki Azize Pembekız'ın mavi beyazlı
yontucuğu, her şey onunla birlikte inliyordu. Hippolyte duygulanıp yumuşamaya
başlamıştı.
Yüzünde gözyaşlarıyla ışıldayan gözleri, bileklerine dolanmış lacivert taşından
tespihiyle acıdan daha da güzelleşen genç kız birden yere kapanıp Hippolyte'in
ayaklarına sarıldı, dizlerini öperek yalvardı.
Pes etmek üzere olan adam mırıldanıyordu:
"Dini nikah, kilise nikahı... Hadi seçmenlerime bunu kabul ettirebilirim, ama Meclis
grubu o kadar kolay yutmaz ki... Hoş, bir denerim... hoşgörü, toplumsal
zorunluluklar... Onlar da kızlarını din derslerine göndermiyorlar mı?.. Bakanlığa
gelince, vay anasını! Bana öyle geliyor ki sevgilim, onu okunmuş suda boğmak
üzeresiniz."
Bu sözler üzerine, genç kadın ayağa kalktı; ciddi, özverili, yazgısına razı ve yenilmiş bir
sesle:
"Sevgilim, artık üstelemiyorum" dedi.
"Öyleyse, dini nikah yok, değil mi? Bu daha iyi, çok daha iyi olur!"
"Yok, öyle değil! Nasıl yapacağımı bana bırakın. Hem sizi, hem de beni mutlu edecek
bir çözüm bulacağım."
Genç kadın Peder Douillard ile görüşüp durumu anlattı. Rahip onun beklediğinden çok
daha anlayışlıydı.
"Kocanız zeki bir adam, düzen ve akıldan yana; sonunda o da bize gelecektir. Onun
ruhunu kurtarmış olacaksınız, çünkü Tanrı ona Hıristiyan bir gelini boşuna
göndermedi. Dinimiz evlilikleri kutsamak için her zaman gösterişli ve parlak
törenlerde istemez. Hele şimdi baskı altında olduğu bu dönemde, onun bayramları
karanlık mahzenlere yakışır oldu. Matmazel, resmi nikah bittikten sonra, kocanızla
birlikte sivil giysilerinizle buraya, benim özel tapınağıma gelin. Baş piskopostan
gerekli izin ve mühürleri alıp hazırlayacağım."
Hippolyte bu çözümü biraz tehlikeli buluyordu, ama içten bir sevinçle kabul etti:
"Ceket giyip giderim" dedi.
Yine de smokin ve beyaz eldivenleriyle gitti, orada da bolca yerlere kadar eğildi.
VISIRE KABİNESİ
Saygın ve gösterişsiz Cérès ailesi yeni bir apartmanın oldukça güzel bir dairesine
yerleşti. Cérès karısını babacan ve dingin bir sevgiyle kucaklıyor, ancak bütçe
komisyonundaki işleri nedeniyle haftada en az üç gün eve geç geliyordu; üzerinde
çalıştığı posta yönetimi bütçesi raporunun bir başyapıt olmasını istiyordu. Evelyne
onu yine kaba buluyordu, fakat hoşlanmıyor değildi. Durumun kötü yanı, fazla paraları
olmayışıydı; gelirleri çok azdı. Öyle inanıldığı gibi, cumhuriyetin hizmetlileri onun
buyruğunda çalışırken zengin olmazlar. Armağanlar dağıtan bir kral olmadığından
beri, herkes elinden geldiği ve başkalarından artakaldığı miktarlarda götürdüğü için,
fazla bir şey kalmazdı. Demokrasi önderlerinin alçakgönüllü yaşamları buradan
kaynaklanır. Ancak büyük devlet artırmaları zamanında zenginleşirler ve o zaman
olanakları daha az olan uğraşdaşlarının kıskançlığıyla karşılaşırlar. Hippolyte Cérès
yakın bir gelecekte büyük artırmalar açılacağını öngörüyordu; ve bunun gelişini
sağlayacak kişiler arasındaydı; bu arada karısıyla birlikte namuslu bir yoksulluğa
katlanıyordu. Evelyne'in bu yokluktan fazla etkilendiği söylenemez; Rahip Douillard ve
Azize Pembekız tarikatı ile ilişkilerini sürdürüyor ve orada işine yarayabilecek önemli
kişiler buluyordu. Bu kişileri seçmesini biliyor ve ancak güvenebileceği kişilerle ilişki
kuruyordu. Vikont Clena ile otomobil gezilerinden bu yana deneyim kazanmış,
özellikle evli bir kadının fiyatına erişmişti.
Milletvekili önceleri karısının, ufak sansasyon gazetelerinin alay ettiği bu dinsel
etkinliklerinden kuşkulandı; ancak kendi çevresindeki demokrasi önderlerinin de
soylular ve kilise çevreleriyle seve seve yakınlaştıklarını görünce, içi rahat etti.
Ülke, yine fazla ileri gidildiğinin anlaşıldığı bir dönemde bulunuyordu (bu dönemler çok
sık geliyordu). Hippolyte Cérès bunu ılımla kabulleniyordu. Onun izlediği politika hırçın
değil, hoşgörülü bir politikaydı. Bunun temellerini düzeltim hazırlığı üzerine yaptığı o
büyük konuşmada atmıştı. Hükümet fazla ileri gitmişti; sermaye için tehlikeli
olabilecek bazı tasarılara girişmişti; bankerler ona karşı, dolayısıyla tüm gazeteler ona
karşıydı. Tehlikenin büyüdüğünü gören kabine tasarılarını, izlencesini ve görüşlerini
tümden terk etti, ama çok geçti; yeni bir hükümet hazırdı, Paul Visire'in bir soru
önergesi hemen güvensizlik önergesine dönüştü ve Hippolyte Cérès'in güzel bir
konuşmasıyla hükümet düşürüldü.
Cumhurbaşkanı yeni kabineyi kurma görevini aynı Paul Visire'e verdi; çok genç olduğu
halde iki kez bakanlık yapmış olan bu milletvekili kabarelerin ve tiyatro kulislerinin
vazgeçilmez konuğu, sanatsever, sosyetede tanınan, esprili, zeki ve dinamik bir
adamdı. Paul Visire bunun "durup soluk alma ve kamuoyuna güvence verme"
hükümeti olacağını söyledi ve Hippolyte Cérès'i bu hükümete posta telgraf bakanı
olarak aldı.
Yeni bakanlar çoğunluk grubundaki tüm partilerden ve her tür birbirine karşıt görüşlü
milletvekillerinden oluşuyordu; ama tümü de ılımlı ve kararlı tutuculardı. Giden
hükümetin dışişleri bakanı yerini korudu; Crombile adındaki bu kara kuru, büyüklük
karmaşası geçiren adam günde on dört saat çalışıyor, kendi diplomatlarından bile
saklanıyor, kimseyi kuşkulandırmadığı halde o herkesten kuşkulanıyordu.
Kamu inşaatları bakanlığına sosyalist Lapersonne getirildi. Bu ülkede en eski, en
değişmez ve diyebilirim ki en acımasız geleneklerden biri buydu; sosyalizme karşı
savaşım veren bakanlıklara bir sosyalisti getirmek; böylece, servet ve mülkiyet
düşmanları kendilerinden birinin yaptıklarından utansınlar ve yarın kendilerini kimin
cezalandıracağını kendi aralarında arasınlar diye düşünülürdü. Ancak insan ruhunun
derinliklerini bilmeyenler, sosyalistler arasından bunu yapacak birinin çıkmayacağını
düşünürler. Yoldaş Lapersonne, Visire Kabinesine kendi isteğiyle, hiçbir baskı altında
kalmadan girdi; kendi arkadaşları arasında bile onu onaylayanlar oldu, çünkü iktidar
Penguenler arasında saygınlık getiren bir makamdı.
General Debonnaire savaş bakanlığına getirildi; ordunun en zeki subaylarından biri
olarak tanınıyordu; fakat bir kadın tarafından yönetiliyordu; soylu bayan Barones de
Bildermann hâlâ dolap çevirecek yaşta ve güzellikte olup, komşu ve düşman bir
ülkenin çıkarlarına hizmet ediyordu.
Yeni deniz bakanı, saygıdeğer Amiral Vivier des Murenes yetkinbir denizci olarak
biliniyordu; bu bakanın dindar oluşu, laik cumhuriyet hükümetleri dinin deniz
kuvvetlerinde gerekli olduğuna karar verdiğinden beri, tepki toplamıyordu. Dinsel
rehberi Peder Douillard'ın önerilerine uyan Amiral Vivier des Murens, tüm gemilerin
Azize Pembekız adına kutsanmasını buyurdu, Alca bakiresi adına Hıristiyan
bestecilere yaptırdığı ilahilerin, deniz bandolarında milli marş yerine okunmasına
karar verdi.
Başbakan Visire dinin politikaya karışmasına karşı, ama inançlara saygılı olduğunu
bildirdi; o ılımlı bir düzeltimciydi. Paul Visire ve çalışma arkadaşları düzeltim istiyorlar,
ama düzeltimleri tehlikeye atmamak için hiç düzeltim önermiyorlardı; çünkü gerçek
politikacılar bir düzeltimin önerildiği anda suya düşeceğini bilirlerdi. Bu hükümet iyi
karşılandı, namuslu yurttaşlara güven verdi ve borsayı yükseltti.
Hükümet dört zırhlı gemi ısmarladı, sosyalistlere karşı davalar açtı ve gelir vergisi
koyma önergelerine karşı çıkacağını kesin bir dille açıkladı. Maliye Bakanı
Terrasson'un seçimi özellikle büyük basın tarafından alkışlandı. Eskiden borsa
spekülasyonlarıyla ünlü olan Terasson rantiyecilere umut veriyor, işlerin açılacağını
gösteriyordu. Ulusların tekelcilik, hisse senedi oyunları ve dolandırıcı spekülasyon
denen üç memesi sütle dolacağa benziyordu. Şimdiden uzak ülkelerde sömürge
kapma girişimlerinden söz ediliyor, en atak gazete yazarları Nigristan ülkesine askeri
müdahaleyle manda tasarısı ortaya atıyorlardı.
Henüz kendini göstermemiş olmasına karşın, Hippolyte Cérès değerli bir bakan olarak
görülüyordu; işadamları onu beğeniyorlardı. Her yandan, bakanlık sorumluluğu içinde,
aşırı uçlar ve tehlikeli adamlarla ilişkilerini kestiği için onu kutluyorlardı.
Bakan eşleri arasında bir tek Madam Cérès zarafetiyle parlıyordu. Crombile müzmin
bekardı; Paul Visire, kuzeyli bir büyük sanayicinin kızıyla zengin bir evlilik yapmıştı;
karısı iyi yetişmiş, görgülü bir kadındı, ancak sağlığı bozuk olduğundan, uzak bir ilde
annesinin yanında bakım görüyordu. Öbür bakan eşleri gözlere bayram olsun diye
yaratılmamışlardı; örneğin, gazetelerin sosyete sayfalarında Madam Labillete'in
cumhurbaşkanlığı balosuna başında cennet kuşlarıyla geldiği yazılmıştı. Amiralin eşi
iyi bir aileden, boyuna değil enine geniş, yüzü boğa, sesi işportacı gibi bir hanım olup
kendi bakkal alışverişini kendisi yapıyordu. General Debonnaire'in eşi uzun boylu,
sıska, yüzü sivilceli, genç subaylara bir türlü doymak bilmeyen, çirkinlikte yitirdiği
saygınlığı türlü türlü skandalla yakalamaya çalışan biriydi.
Madam Cérès hükümetin zarafet ve kibarlık elçisiydi. Genç, güzel ve ayıbı olmayan bu
kadın zarif giysileriyle seçkin sosyeteyi ve içten gülüşüyle halk yığınlarını hükümete
kazandırıyordu.
Salonunda verdiği çağrılar Yahudi banker eşlerinin akınına uğradı. Genç kadın
cumhuriyetin en güzel bahçe partilerini veriyordu; gazeteler bu çağrılarda giyilen
tuvaletlerin ayrıntılarını yazıyor, zaten büyük modaevleri kadından giysilerinin ücretini
almıyorlardı. Kilise ayinlerine gidiyor, böylece hem Azize Pembekız tarikatını halkın
düşmanlığından koruyor, hem de soylu ailelerin yüreklerinde yeni umutlar
yeşertiyordu.
Altın sarısı saçları, keten grisi göz kapakları, ince kıvrak beliyle gerçek bir güzeldi;
namusunda hiçbir leke yoktu, suçüstü yakalanmadığı sürece de olmayacaktı, çünkü
bu ilişkilerde usta, önlemli ve kendinden emin davranıyordu.
Gelire vergi konulması için verilen önergenin görüşülmesi hükümetin zaferiyle
sonuçlandı, Parlamento tatile girmeden önce, önerge alkışlar arasında geri çevrildi.
Madam Cérès ülkeyi ziyaret eden üç kral onuruna parlak bir şölen verdi.
VI
GÖZDENİN KANEPESİ
Başbakan tatil sırasında Bay ve Bayan Cérès'i sezon için kiraladığı ve yalnız yaşadığı
dağ şatosuna çağırdı. Bayan Visire'in sağlığı gerçekten de kocasına katılmasına izin
vermiyordu; uzak bir ilde annesiyle kalıyordu.
Bu şato eskiden son Alca krallarından birinin gözde metresinin mülkü olmuştu; salon
eski mobilyalarıyla korunmuş olup gözdenin kanepesi hâlâ duruyordu. Çevre güzelliği
harikaydı; şatoya egemen tepenin eteklerinde mavi Aiselle ırmağı akıyordu. Hippolyte
Cérès oltayla balık tutmayı seviyordu; bu tekdüze uğraş sırasında en iyi siyasi
taktikleri ve en güzel konuşmaları hazırlayabildiğini söylüyordu. Aiselle ırmağında
alabalık kaynıyordu, başbakanın onun buyruğuna verdiği bir sandalda sabahtan
akşama kadar balık tutuyordu.
O arada Evelyne ve Paul Visire şatonun bahçesinde yürüyüşe çıkıyorlardı. Evelyne,
onun kadınlar üzerindeki çekiciliğini biliyor, ama kendisine henüz kur yapmadığını
görüyordu; art niyetsiz, bir salon adamı olarak yüzeysel ve havalı söyleşilerle
yetiniyordu. Adam zevk sahibiydi ve onun güzel olduğunu biliyordu; başkentteyken
Meclis ve opera kulisleri tüm zamanını alıyordu; ama bu küçük şatoda Evelyne'in
keten grisi göz kapakları ve ince beli paha biçilmez değerdeydi. Bir gün Hippolyte
Cérès ırmakta balık tutmakla uğraşırken, adam onu gözdenin kanepesinde yanıbaşına
oturttu. Perdelerin aralığından güneşin altın ışıkları aşk perisinin okları gibi Evelyne'in
yüzüne düşüyordu. Beyaz muslin giysisinin altında kadının kıvrak vücut hatları belli
oluyor, gençlik ve zarifliğini vurguluyordu. Kadının nemli teni kesilmiş ot gibi
kokuyordu. Paul Visire bu durumda kendinden bekleneni yaptı, kadın da sosyetenin
aşk ve raslantı oyununa karşı çıkmadı. Kadın bu kaçamaktan pek bir şey
çıkmayacağını düşünüyordu; ama yanılmıştı.
Adam ona bir öykü anlattı:
"Eski bir Alman baladında, bir kent alanının güneş tarafındaki duvarı önünde, bir salkım
ağacının yanında bir posta kutusu vardı; bu güzel posta kutusu kantaron çiçeği gibi
mavi ve güleçti.
Bu posta kutusuna her gün büyük takunyalı küçük esnaf, zengin tüccar, kentsoylu,
tahsildar ve jandarmalar gelir, iş mektubu, fatura, ihbarname, vergi makbuzu ve
asker celp kâğıtlarını atarlardı; o her zaman güleç ve sessizdi.
Çiftlik işçileri, gündelikçiler, hizmetçiler, dadılar, muhasebeciler, ofis memurları,
kucağında çocuğuyla ev kadınları da neşeli veya üzgün, bu posta kutusuna gelirlerdi;
doğum veya ölüm haberlerini, evlilik çağrılıklarıni, nişanlı mektuplarını, eş
mektuplarını, anaların oğullarına, oğulların analarına yazdığı mektupları bu kutuya
atarlardı; o yine güleç ve sessizdi.
Hava karardığında, delikanlılar ve genç kızlar gizlice ona ulaşır, kimi gözyaşıyla ıslanıp
mürekkebi akmış, kimi nereye öpücük kondurduğunu belirten, ama tümü de uzun
olan mektuplarını kutuya bırakırlardı; o her zamanki gibi güleç ve sessizdi.
Zengin tüccarlar, emin olmak için, şafakla birlikte erkenden ona gelirler, içinde para veya
banka çekleri bulunan, kalın ve dört beş kez mühürlenmiş zarflarını kendi elleriyle
kutuya bırakırlardı; o yine güleç ve sessizdi.
Bir gün, posta kutusunun hiç görmediği ve tanımadığı Gaspar adında bir genç geldi,
kutuya bir mektup bıraktı; içinde ne olduğu bilinmiyordu, ama zarf şapka gibi
katlanmıştı. O anda güzel posta kutusu deliye döndü. Artık yerinde duramıyordu;
sokaklarda, kırlarda ve ormanlarda, üstü başı sarmaşık ve güllerle kaplı olarak
dolaşıyordu; orman bekçisi bir gün onu buğday tarlasında Gaspar'ın kollarında ve onu
dudaklarından öperken gördü."
Paul Visire yeniden salon adamı havasına büründü; Evelyne gözdenin kanepesinde, tatlı
bir şaşkınlıkla uzanmıştı.
Dinbilimin ahlak dalında uzman olan rahip Douillard, kilisenin gerileme döneminde
gelişen ilkeler gereği olarak inanıyordu ki bir kadın para için kendini veriyorsa büyük
bir günah işlemiş olur, ama bunu karşılıksız yapıyorsa günahı çok daha büyük olurdu;
çünkü, birinci durumda yaşamını sürdürme zorunluluğu hoşgörülebilir ve belki de
Tanrı'nın sürüsünden ayrılmazdı. Tanrı kendini öldürmeyi hoşgörmez, kullarının
kendilerini yok etmelerini istemezdi; yaşamak için kendini veren kadın bu işten belki
de zevk almadığı için günahı az olurdu. Fakat, karşılıksız veren kadın bundan zevk alır,
böylece suçuna katık ettiği şehvet günahını daha da attırırdı.
Madam Cérès örneği bu ahlak gerçeklerinin derin anlamını doğruluyordu. Kadın, o
zamana kadar bilmediği, varlığından kuşkulanmadığı duyguları olduğunu gördü; kısa
bir an süren bu buluş ruhunu ve yaşamını derinden değiştirecekti. Önce, kendi
vücudunu tanımış olmaktan büyülenmiş gibiydi. Eski felsefenin kendini tanı ilkesi
insan ruhuna uygulandığında bir işe yaramaz, çünkü insan kendi ruhunu tanımaktan
zevk duymaz; ama her türlü zevkin kaynağı olan bedensel varlığa uyguladığımızda,
bize yeni zevkleri öğretir. Kadın, kendini tanıma fırsatı veren yol göstericisine büyük
minnet duydu ve bu derinliklerin anahtarının da yalnızca onu keşfeden adamda
olduğuna karar verdi. Bu bir yanılgı mıydı, altın anahtarı bilen başkalarını bulamaz
mıydı? Buna karar vermek zor; olup bitenleri daha sonra öğrenen (ki birazdan
göreceğimiz gibi, öğrenilmekte gecikmedi) profesör Haddock bunu deneysel bir
araştırma makalesi olarak bilimsel bir dergide yayınladı; bu makalede profesör,
Madam C...'nin Bay V...'nin bir eşini daha ulabilme olasılığının 975.008'de 3,05 olduğu
sonucuna vardı. Yani, hiç bulamazdı. Kadın bunu içgüdüsüyle bildiği için, adama
çılgınlar gibi bağlandı.
Bu olayı, düşünen ve felsefeye eğilimli kişilerin ilgilenebileceği tüm yönleriyle
anlattım. Gözdenin kanepesi tarih sayfalarına layık bir yerdir; orada büyük bir ulusun
yazgısı çizildi; ben ne diyorum, o kanepede olanların yankıları komşu ülkelere ve tüm
insanlığa yayıldı. Bu tür olaylar her zaman büyük sonuçlara gebe olduğu halde, tarih
yazmaya soyunan yüzeysel insanların gözünden kaçarlar. Bu nedenle, olayların gizli
zembereği bizden saklanır; imparatorlukların yıkılışı, hanedanların değişmesi bizi
şaşırtır, altlarında yatan ve her şeyi başlatan o gizli noktayı bilemediğimiz için bize
anlamsız gelirler. Bu büyük tarihin yazarı kendi eksiklerini ve yetersizliklerini
herkesten daha iyi bilir, ama devlet işlerinin önemine layık bir ölçüyü ve ciddiliği her
zaman korumuştur.
VII
İLK YANKILAR
Evelyne Paul Visire'e hiç böyle bir şey yaşamadığını söylediğinde adam ona inanmadı.
Kadınları tanıyor ve onların erkeklerin hoşuna gitmek için böyle sözler etmeye alışık
olduklarını biliyordu. Bu nedenle, geçmiş deneyimleriyle gerçeği göremedi. Pek
inanmadı, ama gururlandı; kadına bir sevgi, hatta daha fazlasını duyar oldu. Bu hava
önceleri onun zihinsel yeteneklerine yaradı; seçim bölgesinde yaptığı parlak ve zarif
bir konuşma onun başyapıtı sayıldı.
Meclisin açılışı sakin oldu; tek tük hesaplaşmalar, henüz çekingen bazı tutkular
başlarını çıkarmak istediler. Fakat, başbakanın bir gülümseyişi tüm gölgeleri
dağıtmaya yetiyordu. Kadınla günde iki kez görüşüyor, arada da mektuplaşıyorlardı.
Adam gizli ilişkilerde deneyimli ve usta olduğundan saklamayı biliyordu. Evelyne
çılgın bir umursamazlık gösteriyordu; onunla çağrılarda, tiyatroda, Mecliste ve
elçiliklerde birlikte görünmekten çekinmiyordu; aşkını yüzünde, bakışlarının
bulanıklığında, gülümseyen dudaklarında, yüreğinin çarpışında, yürüyüşünde ve
dirilen tüm çılgın kişiliğinde taşıyordu. Kısa sürede tüm ülke ilişkilerini öğrendi;
yabancı devletler bile bilgilendirildi, yalnızca cumhurbaşkanı ve Evelyne'in kocası
daha bilmiyorlardı. Cumhurbaşkanı yanlışlıkla önüne konulan bir polis raporundan
öğrendi.
Hippolyte Cérès fazla duyarlı veya önünü gören biri değildi, ama evliliklerinde bir
şeylerin değiştiğini fark ediyordu; eskiden kocasının işleriyle ilgilenen, sevecenlik ve
arkadaşlık gösteren kadın şimdi uzak ve ilgisizdi. Eskiden de çok sık evden dışarda
olduğu, Azize Pembekız Vakfı'na uzun ziyaretler yaptığı oluyordu; ama şimdi her
sabah erkenden evden çıkıp bütün günü dışarda geçiriyor, akşam da yemeğe
uyurgezer gibi oturuyordu. Kocası bu durumu ancak gülünç buluyordu; belki de hiç
öğrenemeyecekti; kadınlar konusunda derin bir bilgisizlik, kendi değerine ve şansına
sonsuz bir güven, gerçeği sonsuza kadar ondan uzak tutabilirdi, ta ki aşıklar bilmesi
için neredeyse onu zorlayana kadar.
Paul Visire Evelyne'in evine gidip de onu yalnız bulduğunda, hem kucaklaşıyor, hem de
"Burada olmaz! Burada olmaz!" diye fısıldaşıyorlardı; birbirlerine karşı sürdürdükleri
bu çekingenlik değişmez kural gibiydi. Ama bir gün, Paul Visire meslektaşı Cérès'e
randevu verip onun evine geldiğinde, kendisini Evelyne karşıladı: Posta bakanı bir
komisyon toplantısından gelememişti.
İki aşık "Burada olmaz! Burada olmaz!" diyerek kucaklaştılar.
Onlar böyle öpüşüp sarılışırken Hippolyte Cérès içeri girdi.
Paul Visire kendini çabuk topladı; Madam Cérès'e gözündeki dikeni çıkaramayacağını
söyledi. Bu yolla kocayı inandırabileceğini sanmıyordu, ama görünüşü ve kapıdan
çıkışını kurtarabilirdi.
Hippolyte Cérès yıkıldı. Evelyne'in davranışı ona anlaşılmaz geliyordu; karısına
nedenini sordu.
"Niçin? Niçin?" diye yineleyip duruyordu, "niçin?"
Kadın her şeyi yadsıdı; onu inandırmak için değil, çünkü kocası onları görmüştü; ama
hem uzun açıklamalardan kaçınıyordu, hem de canı böyle istiyordu.
Hippolyte Cérès kıskançlığın tüm acısını yaşıyordu; kendi kendine "Ben güçlü bir
adamım; dışardan geleceklere karşı zırhlıydım; ama yaram içerde, yaram yüreğimde,"
diyordu.
Sonra, hâlâ yüzünde zevk izleri olan, günahıyla daha da güzelleşmiş karısına dönüp şöyle
dedi:
"Onunla yapmayacaktın."
Haklıydı; Evelyne hükümetten biriyle ilişki kurmamalıydı.
Adam o kadar acı çekiyordu ki bir ara tabancasını aldı, "O herifi öldüreceğim!" diye
bağırdı. Fakat, bir posta-telgraf bakanının başbakanı öldüremeyeceğini düşünerek
tabancasını komodine geri koydu.
Haftalar onun acılarını yatıştıramadan geçiyordu. Her sabah yarasını güçlü adamın
zırhıyla örtüp kendini verdiği işinde erinç arıyordu. Her pazar yontu, çeşme, artezyen
kuyusu, sayrıevi, dispanser, demiryolu, kanal, hal yapısı, atık su, zafer anıtı, pazar
yeri, kesimevi açılışları yapıyor ve ateşli söylevler veriyordu. Yorgunluk bilmeyen bir
enerjiyle dosyalara saldırıyordu; sekiz gün içinde posta pullarının rengini on dört kez
değiştirtmişti. Fakat, arada bir gelen kıskançlık ve öfke nöbetleri onu çılgına çeviriyor,
bazen tüm gün aklını yitirdiği oluyordu. Özel bir şirkette çalışıyor olsaydı, onun bu
durumu çabuk anlaşılırdı; fakat devlet bürokrasisinde delilik ve çılgınlığı görebilmek
zordur.
O sıralarda, devlet memurları da sendika ve federasyonlar oluşturma çabası
içindeydiler; Parlamento ve kamuoyu bu hummalı girişimlerden ürkmeye başlamıştı;
özellikle posta görevlileri sendikal etkinliklerde başı çekiyorlardı. Hippolyte Cérès
memurlarına dolaştırdığı bir yazıyla bu tür girişimlerin yasal olduğunu bildirdi ve izin
verdi. Ertesi gün, ikinci bir yazıyla, devlet memurlarının her türlü sendikal eyleminin
yasadışı olduğu gerekçesiyle yasakladı. Yüz seksen posta dağıtıcısının işine son verdi,
sonra yeniden işe aldı, kınama cezası verdi, sonra ödüllendirdi. Bakanlar Kurulu
toplantılarında en ufak bir konuda öfkeyle patlıyordu; başbakanın varlığı olmasa belki
de görgü sınırlarının dışına çıkacaktı; rakibinin boğazına sarılma olanağı bulamayınca,
rahatlamak için Savaş Bakanı General Debonnaire'i aşağılıyordu; ama, general sağır
olduğu için bunları işitmiyor, bir yandan da Barones Bildermann'a şiirler karalamayı
sürdürüyordu. Hippolyte Cérès başbakanın yaptığı önerilerin tümüne ayırt etmeksizin
karşı çıkıyordu. Kısacası delirmişti. Tek bir yeteneği bu çılgınlığın dışında kalabilmişti;
hâlâ Parlamento sezgilerini koruyordu; çoğunluk arama, hizipleri kollama ve oyalama
taktiklerini iyi yapıyordu.
VIII
YENİ YANKILAR
Meclis dönemi huzur içinde sona ermek üzereydi ve çoğunluk grubu milletvekili
sıralarından çatlak ses gelmiyordu. Arada bir, Hıristiyan ve Yahudi bankerlerin
yurtsever isteklerine aracılık eden ılımlı büyük gazetelerde, Nigristan'a uygarlık
götürecek bir askeri hareket veya çelik tekelcilerinin ülke kıyılarını korumak amacıyla
yeni zırhlı gemiler sipariş edilmesi istekleri yer alıyordu. Savaş dedikoduları
dolaşıyordu; bu tür dedikodular alize rüzgârları gibi her yıl düzenli olarak eserdi; aklı
başında insanlar bunlara kulak asmaz, hükümetler de kendiliğinden dinmelerini
beklerdi; ancak dedikodular iyice artarsa, ülkenin hareketlenme olasılığına karşı
hükümet ciddiye alırdı. Bankerler yalnızca sömürge savaşları istiyorlardı; halk her tür
savaşa karşıydı; ama hükümetin de kabadayı ve güçlü görünmesini istiyorlardı;
Avrupa'da en ufak bir karışıklık olsa, halkın tepkisi hemen Meclise yansıyordu. Paul
Visire rahattı; ona göre, Avrupa'da endişe edilecek bir durum yoktu. Yalnızca manyak
dışişleri bakanının sessizliğine bir anlam veremiyordu; bu ufak tefek adam bakanlar
kuruluna kendininkinden daha kalın bir dosyayla geliyor, hiç konuşmuyor, sorulara
yanıt vermiyor, çok çalışmanın verdiği uykusuzluğu ancak orada giderebildiği için,
toplantı süresince uyukluyordu.
Bu arada Hippolyte Cérès güçlü adam kişiliğine yeniden kavuşmuştu; meslektaşı
Lapersonne'la birlikte bayan tiyatro oyuncularıyla alemler yapıyordu; bu ikisi gece
yarıları en gözde gece kulüplerinde güzel kadınlarla birlikte görülüyorlardı; silindir
şapkaları ve uzun boylarıyla kısa sürede bulvarların sürekli gezginleri arasında
sayılmaya başlandılar. Eğleniyorlar ama acı çekiyorlardı. Lappersonne da zırhının
altında bir yara taşıyordu; bir markinin elinden alıp evlendiği manken karısı bir
sürücüyle kaçmıştı. Onu hâlâ seviyor ve yitirmiş olmanın acısını dindiremiyordu;
bazen, gülerek istakoz yiyen kızların ortasında, iki bakan acıyla göz göze geliyor ve
birdenbire ağlamaya başlıyorlardı.
Hippolyte Cérès yüreğinden vurulmuştu ama yıkılmayı kabul edemiyordu. Öç almaya
karar verdi.
Sağlığı iyi olmadığı için uzak bir ilde annesiyle kalmakta olan Bayan Visire, bir gün
imzasız bir mektup aldı; mektubun yazdığına göre, kendisiyle beş parasız evlenen Bay
Paul Visire, aldığı çeyiz parasını evli bir kadın olan Madam E... C.... (kim olduğunu siz
düşünün!) ile yiyor, bu kadına otuz bin frank değerinde otomobiller, seksen bin frank
değerince inci kolyeler alıyor, her geçen gün iflasa, onursuzluğa ve yıkıma doğru
gidiyordu. Madam Visire, bunları okuyunca sinir bunalımları geçirdi ve mektubu
babasına uzattı.
"Ah, kocan olacak o alçağın kulaklarını keseceğim," dedi Bay Blampignon; "bu soytarı,
eğer yola getirilmezse, seni ortada bırakır. İsterse başbakan olsun, ondan çekinmem."
Bay Blampignon trenden iner inmez doğruca başbakanlığa gitti ve hemen görüşmeye
alındı. Başbakanın odasına hışımla girdi:
"Size söyleyeceklerim var, bayım!"
Ve imzasız mektubu uzattı.
Paul Visire onu gülümseyerek karşıladı.
"Hoş geldiniz, sayın kayınpederim. Ben de size yazacaktım... Evet, Legion d'honneur
nişanına aday gösterildiniz, bunu size kendim müjdelemek istiyordum. Öneriyi bu
sabah yaptım."
Bay Blampignon yerlere kadar eğilip damadına teşekkür etti ve ihbar mektubunu ateşe
atıp yok etti.
Taşradaki evine döndüğünde kızına çıkıştı:
"Kocanı gördüm; iyi bir adam. Ama suç sende! Onu elinde tutmasını bilmiyorsun."
O sıralarda Hippolyte Cérès dedikodu gazetelerinin birinden (bakanlar devlet işlerini
hep gazetelerden öğrenirler), başbakanın her akşam Folies Dramatiques Tiyatrosu
oyuncularından Matmazel Lysiane ile yemek yediğini ve onunla pek sıkı fıkı olduğunu
öğrendi. Şimdi, karısı akşamları eve geç geldiğinde Hippolyte gizli bir keyif
duyuyordu. Kadın yine her akşam yemeğe geç dönüyor, çağrılara gitmek için
giyinirken yüzünde almış olduğu zevkin dinginliği ve mutlu yorgunluğu okunuyordu.
Kocası gizlice ona da ihbar mektupları göndermeye başladı. Kadın bu mektupları
sofrada onun önünde okuyor, hiç bir yorum yapmadan gülümsüyordu.
Adam havadan dedikodularla dolu mektupların pek etkili olmadığını düşünerek, ona
ihanetin somut kanıtlarını ve doğru olup olmadığını kendi başına denetleyebileceği
bulguları vermeye karar verdi. Bakanlıkta ulusal savunmaya yararlı olabilecek gizli
bilgileri araştırmakta ve komşu bir devletin posta yönetimine kadar sızdırdığı ajanları
izlemekte kullandığı çok güvenilir adamları vardı. Bay Cérès adamlarına tüm işlerini
bırakıp başbakanın Matmazel Lysiane ile ne zaman ve nerelerde buluştuğunu
araştırmalarını buyurdu. Bu ajanlar görevlerini titizlikle yaptılar ve bakana,
başbakanın bir kadınla sık sık buluştuğunu ama bu kadının Matmazel Lysiane
olmadığını bildirdiler. Hippolyte Cérès onlara gerisini sormadı. Haklıydı; Paul Visire ile
Lysiane'ın aşk dedikodusu başbakanın kendisinin hazırladığı bir dolaptı; Evelyne daha
rahat, daha karanlık ve daha gizli hareket edebilmek için bu dolabı sevinerek
onaylamıştı.
Ama aşıklar yalnızca posta ajanları tarafından izleniyor değillerdi; polis şefinin ve
başbakanın kendi ajanları onları güvenlikleri için izliyorlardı; ayrıca kralcı, emperyalist
ve kilise yanlısı ajanlar, sekiz on ayrı şantaj örgütü, birkaç amatör polis, kalabalık bir
gazeteci ve fotoğrafçı topluluğu da onları izliyor, serseri aşıkların sığındıkları her
yerde, büyük oteller, küçük oteller, garsoniyerler, şatolar, müzeler ve saraylarda
peşlerinde oluyorlardı; bunun için sokakta, çevre evlerde, ağaç tepelerinde, duvar
üstlerinde, merdivenlerde, çatılarda, komşu dairelerde ve şöminelerde
konuşlanıyorlardı. Başbakan ve sevgilisi yatak odalarının duvarlarında, kapılarında
matkapla açılmış delikler görmekten rahatsız oluyorlardı. Bu çabalar sonucu, Madam
Cérès'in iç çamaşırlarıyla ve çizmelerini giyerken bir fotoğrafını elde edebilmişlerdi.
Bu güçlükler karşısında Paul Visire bazen sinirlenip öfkeleniyor, her zamanki neşeli
tavırlarını kaybediyordu. Bakanlar kuruluna suratı asık geliyor ve o da, savaş alanında
yiğit ama yönetimde gevşek ve disiplinsiz olan Savaş Bakanı General Debonanaire'e
sataşıyor, bazen hızını alamayıp, gemileri giderek daha sık batan Amiral Viviers des
Murenes'e de bulaşıyordu.
Lapersonne bunları dinlerken gözlerine inanamıyor, dişlerini gıcırdatıp söyleniyordu:
"Hippolyte Cérès'in karısını aldığı yetmiyormuş gibi, şimdi onun huylarını da kapmış."
Bu sataşmalar, hem dedikodu yoluyla, hem de yaşlı iki bakanın, böyle giderse
bakanlık mührünü başbakanın suratına atacaklarını söyleyerek sızlanmaları üzerine
yayıldı; ama iki bakan sevimli başbakana zarar verecek bir davranışta bulunmadılar
ve bütün bu huysuzluklar Parlamento'da olumlu bir etki yaptı; herkes başbakanın bu
davranışlarla ordu ve donanmaya özel ilgi gösterdiği sonucuna varıyordu.
İktidar ortaklarının ve meclis ileri gelenlerinin kutlamaları sırasında başbakan kararlı
ve kısa konuştu: "Benim yönetim biçemim böyledir!"
Ve üstüne, yedi sekiz sosyalisti tutuklattırdı.
Dönem sona erdiğinde, çok yorgun olan Paul Visire kaplıcalara gitti. Hippolyte Cérès
izne çıkmayı geri çevirip telefoncu kızlar sendikasının başlattığı boykot eylemini
izlemek için, bakanlıkta kaldı. Kızlara görülmemiş bir sertlikle davrandı, çünkü artık
kadın düşmanı olmuştu. Pazar günü, meslektaşı Lapersonne ile kırlara gidip, başından
hiç çıkarmadığı silindir şapkasıyla balık tutuyordu. İki adam balıkları unutup kadınların
anlaşılmazlığından sızlanıyor ve acılarını paylaşıyorlardı.
Hippolyte hâlâ Evelyne'i seviyor ve acı çekiyordu. Ancak, yüreğine bir umut gelmişti.
Karısı bir süre dostundan ayrı kaldığına göre, onu yeniden kazanabilirdi; bunun için
tüm ustalığını kullandı; içten, sevecen ve duyarlı oldu; yüreğinin ona söylediği tüm
incelikleri kullanıyordu. Vefasız karısına hoş ve dokunaklı sözler ediyor, hatta onu
insafa getirmek için, çok acı çektiğini itiraf ediyordu.
Pantolonunun kemerini çekip gösteriyordu:
"Bakın, ne kadar zayıfladım."
Bir kadının hoşuna gidebilecek her şeyden, kır gezilerinden, şapkalardan ve
mücevherlerden söz ediyordu.
Bazen onu insafa getirebildiğine inanıyordu. Kadın ona eskisi gibi aldırmaz bir
mutlulukla bakmıyordu; oysa Paul'den ayrı kalmanın üzüntüsünü yaşıyordu; ama
kocası onu kazanmak için girişimde bulunduğunda kendini geri çekiyor, somurtkan ve
üzgün bir yüzle içine kapanıyor, günahını altın bir kemer gibi kuşanıyordu.
Adam bıkmıyor, özür diliyor ve yalvarıyordu.
Bir gün yaşlı gözlerle Lapersonne'a gitti:
"Onunla bir de sen konuş!"
Lapersonne özür dileyerek geri çevirdi; arabuluculuğun işe yaramayacağını biliyordu. Ama,
arkadaşına başka bir öneride bulundu:
"Sen de onu kıskandır; başka birini sevdiğini görürse sana geri döner."
Bu yolu deneyen Hippolyte gazetelerde, her gün opera yıldızı Matmazel Guinaud ile
buluştuğu dedikodusunu yayınlattı. Eve ya geç geliyor ya da hiç uğramıyordu.
Evelyne'in yanında içinde kaynayan mutluluğu saklayamıyormuş gibi davranıyor,
yemek sırasında cebinden çıkardığı parfüm kokulu bir mektubu zevkle okumuş gibi
yapıyor, dudaklarıyla düşlemindeki bir görüntüyü öpüyordu. Ama bunların hiçbiri işe
yaramadı. Evelyne bu oyunun farkında bile değildi. Çevresindeki her şeyden uzaktı,
yalnızca kocasından para istediği zaman ayılıyordu; eğer kocası vermezse, ona
nefretle ve sanki suçunun kaynağı oymuş gibi bakıyordu. İlişkisi başladığından beri
giyimine daha çok para harcıyordu ve tek para kaynağı kocasıydı; bir tek para
konusunda ona bağlıydı.
Sonunda adamın sabrı bitti, öfkeden kudurup tabancasıyla gözdağı verdi. Bir gün onun
önünde annesi Madam Clarence'a şöyle dedi:
"Sizi kutluyorum, bayan; kızınızı bir orospu gibi yetiştirmişsiniz."
"Anne beni eve götür," diye haykırdı Evelyne. "Boşanmak istiyorum!"
Adam onu her zamankinden daha çok sever oldu.
Öfkesiyle kudurmak üzere olan Hippolyte karısının gizli mektuplarını yakalamayı düşündü;
tüm posta örgütünü göreve çağırdı; bu yüzden ülkede posta hizmeti aksadı; insanlar
özel mektuplarını, Borsa müşteri isteklerini alamaz oldu; aşk randevularını
kaçırdıkları, işleri bozulup iflas ettikleri için insanlar intihar etti. Basının bağımsız
kanadı halkın yakınmalarını dile getirdi. Hükümete yakın gazeteler, bu keyfi önlemleri
haklı gösterebilmek için, kamuya zararlı ve krallık yanlısı bir komploya karşı önlem
alındığını üstü kapalı yazdılar. Daha dalkavuk bazı gazeteler elli bin tüfek
yakalandığını ve Prens Crucho'nun karaya çıktığını duyurdular. Ülkede heyecan
artıyordu; cumhuriyetçi organlar Meclis'in ivedi toplanmasını istiyorlardı. Paul Visire
tatilini yarıda kesip Paris'e döndü, kabinesini topladı ve haber ajansları kanalıyla bir
açıklama gönderdi: Cumhuriyete karşı bir komplonun gerçekten var olduğunu, ancak
hükümetin görev başında ve duruma egemen olup soruşturma açıldığını bildirdi.
Başbakan hemen otuz sosyalistin tutuklanmasını buyurdu; ülke onu bir kurtarıcı gibi
alkışlarken o, kendisini izleyen altı yüz ajanı atlatıp Evelyne'i Kuzey Garı yakınında
küçük bir otele götürdü ve bütün geceyi onunla geçirdi. Onlar otelden ayrıldıktan
sonra, sabahleyin çarşafları değiştiren hizmetçi kız, yatağın başucundaki duvarda saç
tokasıyla çizilmiş yedi çarpı işareti gördü.
Tüm uğraşmasına karşılık Hippolyte Cérès'in elde ettiği tek bilgi bu oldu.
IX
SON YANKILAR
Anlattığımız olaylardan yarım yüzyıl sonra Madam Cérès yetmiş dokuz yaşında, uzun
süredir dul ve saygın bir hanımefendi olarak öldü. Cenaze töreni sade oldu ve kilise
çocukları ilahiler söyleyerek onu uğurladılar.
Ölmeden önce, tüm mallarını Azize Pembekız Vakfı'na bırakmıştı. Bu bağışı kabul
ederken, rahip Monnoyer şöyle diyordu:
"Heyhat! Çektiğimiz bunca para sıkıntısı içinde yalnızca bu cömert kadının yardımımıza
koşması ne büyük acı. Zenginler ve yoksullar, okumuşlar ve bilgisizler bizden yüz
çeviriyorlar. Yolunu yitirmiş kuzuları doğru yola çekebilmek için gözdağları,
sözvermeler, tatlı sözler veya zorlamalar, hiçbir şey işe yaramıyor. Penguenistan'da
din görevlileri yalnızlık içinde inliyorlar; köy papazlarımız yaşamlarını sürdürebilmek
için en pis işleri üstleniyor, takunyalarını sürüyüp lapa yemekten başka iş
yapmıyorlar. Yıkıntıya dönmüş kiliselerimizde göklerin yağmuru inanmışların üzerine
yağıyor ve ayin sırasında kubbelerden taşlar dökülüyor. Katedralin çan kulesi yan
yatmış, her an devrilebilir. Penguenler Azize Pembekız'ı unuttular, türbesini bıraktılar.
Altın ve mücevher süsleri sökülmüş olan kutsal sandığının üzerinde şimdi örümcekler
sessizce ağlarını örüyorlar."
Bu yakınmaları dinleyen doksan sekiz yaşındaki Pierre Mille henüz güçlü zekasını ve
moral gücünü yitirmemişti; Azize Pembekız'ın bu utanç verici unutulmuşluktan bir gün
çıkıp çıkamayacağını rahibe sordu.
"Bunu umduğumu söylemeye dilim varmıyor," dedi rahip Monnoyer.
"Çok yazık!" dedi Pierre Mille. "Pembekız çok çekici biriymiş ve söylencesinde ne
ilginç yönler var. Örneğin, geçen gün raslantı sonucu onun yeni bir tansığını ortaya
çıkardım; Jean Violle tansığını hiç duymuş muydunuz, Peder Monnoyer?
"Sizden duymak isterim, Bay Mille."
"Öyleyse, 14. yüzyıldan kalma bir elyazmasında bulduğum öyküyü anlatayım:
Pont-au-Change'da kuyumculuk yapan Nicolas Gaubert'in karısı Cecile, namuslu ve dürüst,
uzun yaşamının ortalarına yaklaştığında, Greve Alanı'ndaki Paon köşkünde oturan
Kontes de Maubec'in genç uşağı Joan Violle'ye aşık olur. Çocuk henüz on sekiz
yaşındaydı; kısa boyluydu ve sevimli bir yüzü vardı. Duygularını bastıramayan Cecile
aşkına teslim olmaya karar verdi. Delikanlıyı evine çağırıp ona türlü iltifatlar etti,
şekerler verdi ve sonunda birlikte oldu.
Ama bir gün, iki sevgili kuyumcunun yatağında birlikteyken, Nicolas Usta eve her
zamankinden erken döndü. Kapıyı kilitli bulup kulak verdiğinde karısının içerden
'Hayatım! Bir tanem! Benim küçük farem!' diye inlettiğini işitti. Karısının bir adamla
eve kapandığından kuşkulanan adam kapıyı yumruklayarak bağırmaya başladı:
'Ahlaksız kaltak, kapıyı aç da senin burnunu ve kulaklarını keseyim!' Bu sesi duyan
kadın panik içinde çaresiz kalınca Azize Pembekız'a dua edip adak adadı; eğer
kendisini ve odada çıplak bekleyen küçük uşağı bu rezaletten kurtarırsa ona mum
dikmeye söz verdi.
Azize bu dileği kabul etti. Hemen Jean Violle'yi kıza dönüştürdü. Onu böyle gören
Cecile rahatladı ve kocasına bağırdı: 'Ah! Fesat, kıskanç adam! Açmamızı istiyorsan
kibarca iste.' Böyle söylenerek dolaba koştu ve eski giysilerinden entari, bluz ve bir
şapka kapıp dönüşüme uğramış çocuğa aceleyle giydirdi. Sonra, yüksek sesle ona
"Catherine, hayatım, Catherine, küçük farem, git dayına kapıyı aç; merak etme, aptal
görünür ama kötü değildir, sana ilişmez.' Kız olan Jean Violle dediği gibi yaptı. Odaya
giren Nicolas Usta hiç tanımadığı bir genç kızla yataktaki karısını gördü. Karısı ona
'Koca budala,' dedi, 'gördüğüne şaşırma. Karnım ağrıdığı için biraz uzanayım
demiştim, o sırada on beş yıldır dargın olduğum kız kardeşim Jeanne'ın kızı beni
görmeye geldi. Hadi uzatma da yeğenimizi öp! Öpmeye değer hani.' Kuyumcu
Violle'yi parlak yanaklarından öpünce hemen orada onunla yalnız kalıp doya doya
öpebilmekten başka bir şey düşünmez oldu. Onu şarap ve kek ikram etmek
bahanesiyle alt kattaki salona götürdü, orada sarılıp okşamaya başladı. Azize
Pembekız namuslu karısını uyarmasaydı işi daha da ileri götürecekti. Kadın aşağı
indiğinde yeğenini kocasının kucağında buldu, adama bağırıp çağırdı ve tokat attı,
yeğenden özür dilemesi için üsteledi. Ertesi gün Violle yine kız olmuştu."
Bu söylenceyi dinleyen Peder Monnoyer Pierre Mille'e teşekkür etti; sonra masasına geçip
o günkü at yarışlarında kazanacak atların kuponlarını doldurmaya başladı, çünkü
dinsel görevleri yanısıra at yarışı bayiliği de yapıyordu.
Ama, Penguenistan halkı ülkenin zenginliğiyle övünüyordu. Yaşam için gerekli şeyleri
üretenler bu şeylerden yoksundular, üretmeyenler deyse bolluk vardı. Bir Enstitü
üyesinin dediği gibi "Bunlar kaçınılmaz ekonomik gerçeklerdir." Büyük Penguen
ulusunun artık ne geleneği, ne entellektüel kültürü ve ne de sanatı vardı. Uygarlığın
gelişme belirtileri yalnızca öldürücü sanayi, utanmaz spekülasyon ve çirkin lüks
düşkünlüğü olmuştu. Başkent de, öbür tüm büyük kentler gibi, karmakarışık bir finans
merkezine dönüşmüştü: Uçsuz bucaksız ve tekdüze bir çirkinlik egemendi. Ülke çok
büyük bir erinci yaşıyordu. Penguenistan doruğa ulaşmıştı.
SEKİZİNCİ KİTAP
GELECEK ÇAĞ
BİTMEYEN ÖYKÜ
Yoksulluk Yunanistan'ın hep bildiği bir şeydi, fakat erdemi bilgelik ve sağlam yasalarla
öğrendi.
(Herodote, Tarihler, VII, cu)
Bqsft tfusf tpvtusbjuf b mbvvupsjup eft spjt fu eft fnqfsfvst bqsft bxpjs qspdmbnf uspjt gpjt tb
mjcfsuf mb gsbodf tftu tpvnjft b eft dpnqbhojft gjobodjfsft rvj ejtqptbou eft sjdifttft ev qbzt fu qbs mf
npzfo evof qsfttf bdifuff ejsjhfbou mpqjojno qvcmjrvf fyfsdfou vof qvjttbodf b mbrvfmmf
obuufjhojsfou kbnbjt mpvjt rvbusaf pv obqpmfno.
VO UFNPJO XFSJEJRVF.
Öyle bir kimya biliminin eşiğindeyiz ki şimdiye kadar eşi görülmedik yoğunlukta bir
enerjiyi depolamış olan maddelerin hal değişimlerini inceleyebileceğiz.
Sir William Ramsay.
1.
Yapılar artık hep daha yüksek yapılıyordu; otuz kırk katlı yapılar içlerinde ofisler,
mağazalar, banka şubeleri, şirket merkezleri barındırıyordu; toprağın içine doğru, hep
daha derine, mahzenler ve tüneller kazılıyordu.
Dev kentte, gece gündüz hiç sönmeyen projektörlerin ışığının altında onbeş milyon kişi
çalışıyordu. Kenti çevreleyen fabrikaların dumanlarından kente hiç gün ışığı
sızmıyordu; demir köprülerin arasından görülebilen ve sürekli isli bir yağmur yağan
kapkara gökyüzünde bazen kırmızı bir çember biçiminde ışıksız bir güneşin izi
seçiliyordu. Bu, dünyanın en büyük sanayi kenti ve en zenginiydi. Yönetimi çok iyi gibi
görünüyordu; artık eski krallık veya demokratik toplum yapısından hiçbir iz kalmamış,
her şey kartellerin çıkarları doğrultusunda düzenlenmişti. Bu ortam içinde
antropologların milyarder dediği bir insan türü çıktı. Bunlar hem enerjik hem narin, en
karmaşık zihinsel dolapları çevirebilen, ofislerinde saatlerce çalışabilen, ama yaşları
ilerledikçe kalıtımlarındaki kusurları daha da açığa çıkan insanlardı.
Tüm gerçek soylular, cumhuriyetçi Roma'nın yasa koyucuları, eski İngiltere'nin lordları
gibi, bu güçlü adamlar da katı bir ahlak anlayışını benimsemişlerdi: Holdinglerin
yönetim kurulu toplantılarında traşlı yüzler, çökük avurtlar, çatık kaşlar ve gergin
alınlar görünüyordu. Vücutları daha zayıf, yüzleri daha sarı, dudakları daha kuru ve
bakışları yaşlı İspanyol keşişlerinden daha kıvımcımlı olan bu milyarderler banka ve
sanayi işlerini tükenmez bir enerjiyle yürütüyorlardı. Birçoğu, her türlü eğlence ve
dinlenceyi kendine yasaklamış, sefil yaşamlarını havasız, gün ışığı girmeyen, yalnızca
elektrikli aygıtlarla döşenmiş odalarda geçiriyor, bir omletle karınlarını doyuruyor ve
kamp yataklarında uyuyorlardı. Metal bir düğmeye basmaktan başka işi olmayan bu
sofular yüzünü bile görmeyecekleri servetleri topluyorlar, karşılayamayacakları
istekleri gerçekleştirebilecek gücü biriktiriyorlardı.
Bu zenginlik mezhebinin şehitleri de vardı. Bu milyarderlerden biri olan ünlü Samuel
Box servetinden ufak bir parça vermektense ölmeyi yeğledi. İş kazası geçiren
işçilerinden birine küçük bir güvence akçesi bile vermeyi geri çevirince, işçi hakkını
mahkemede aramak istedi, fakat karmaşık yargı mevzuatı içinde kaybolup daha da
sefil duruma düştü; umutsuz kaldığı bir gün tüm kurnazlık ve cesaretini topladı,
patronun başına tabancasını dayadı; eğer yardım etmezse onun beynini dağıtacağını
bildirdi: Samuel Box hiçbir şey vermedi ve ilkeleri uğruna öldü.
Örnek yukardan gelirse izleyeni daha çok olur. Az sermaye sahibi olanlar (ki bunların sayısı
daha çoktu) milyarderler katında sayılabilmek için onların görenek ve düşüncelerini
benimsemiş gibi davranıyorlardı. Servetin büyütülmesine veya korunmasına zarar
verebilecek her türlü düşünce onursuzluk sayılıyordu; uyuşukluk, tembellik, çıkar
düşünmeden araştırma isteği, sanat sevgisi, özellikle de savurganlık tehlikeli birer
zayıflık gibi görülüyor ve ayıplanıyordu. Halk çoğunlukla şehvet düşkünlüğünü
beğenmiyordu, ama ani bir şiddetle doyurulan iştahı bağışlanabilir görüyordu:
Nitekim, olumlu toplumsal enerjinin bir yüzü olarak algılanan şiddet düzene zararlı
görülmüyordu. Devlet çatısı iki büyük kamusal erdem üzerine kurulmuştu: Zengini
saymak ve yoksulu aşağı görmek. Yoksulların acısı karşısında duyarlı insanların
ikiyüzlülükten başka yapabilecekleri bir şey yoktu; bu ikiyüzlülük de düzenin ve
kurumların sürmesine yaradığı için, olumlu karşılanıyordu.
Bu yüzden, zenginler arasında topluma duyarlılık yaygındı veya öyle görünüyordu;
bazıları bunu izlemese de herkes bu yönde öğüt veriyordu. Zenginler yaşadıkları
zorluklara gurur veya görev bilinçleriyle katlanıyorlardı. Bazıları da gizli ve dolambaçlı
yollardan bu durumlardan kurtulabiliyorlardı. Bunlardan biri, demir karteli sahibi
Edouard Martin, bazı günler yırtık giysiler içinde bir köşe başında dilencilik yapıyor,
gelen geçenden azar işitiyordu. Bir gün köprü başında avuç açmışken, gerçek bir
dilenciyle kapıştı, kavga sırasında adamı boğdu.
Milyarderler tüm zekalarını işlerinde kullandıkları için, eğlence konusunda fazla seçici
değillerdi. Eskiden çok ilgi gören tiyatro artık pandomima ve gülünç danslara
dönüşmüştü. İçinde kadınların olduğu oyunlar kendiliğinden yok olmuştu, çünkü güzel
kadın ve zarif giysilere olan düşkünlük bitmişti; artık soytarıların düşüşleri, Zenci
müziği, sahnede boynunda pırlanta kolyelerle geçit yapan figüranlar veya omuzlarda
taşınan altın külçeler daha çok ilgi görüyordu.
Zenginlerin kadınları da aynı saygın yaşamı paylaşıyorlardı. Tüm uygarlıklara özgü bir
gelenek onları halkın gözünde yüceltiyordu; servetleri ne kadar büyük ve
dokunulmazsa, o kadar tutumlu ve gösterişsiz olmaları bekleniyordu. Eski gizli aşk
öyküleri çağı bitmişti; eskinin sosyete çapkınları yerlerini kaslı masaj hocalarına veya
hizmetçilere bırakmıştı. Ama, skandallar çok az oluyordu; ülke dışına yapılan geziler
her şeyi örtüyor, kartel prensesleri halktan saygı görmeyi sürdürüyorlardı.
Zenginler küçük bir azınlıktı, ama her kesimden sadık işbirlikçileri vardı. Bunlar iki
sınıftı: Ticaret ve banka memurlarıyla fabrika işçileri. Birinciler çok çalışıyor ve yüksek
aylık alıyorlardı. İçlerinden bazıları kendi işini kuracak duruma bile gelebiliyordu;
kamu zenginliğinin sürekli artışı ve özel servetin hareketliliği, daha zeki ve girişken
insanların zengin olma umutlarını besliyordu. Kuşkusuz memur, mühendis veya
muhasebeci kesiminde hoşnut olmayanlar, hatta kızgınlar bile vardı; ama bu zengine
saygılı düzen onların beynine kendi demir disiplinini kazımıştı. Anarşistler bile bu
disipline uyuyorlardı.
Fabrikalarda ve kent varoşlarında çalışan işçilere gelince, onların fiziksel ve ruhsal
çöküntüsü çok daha büyüktü; antropolojinin yoksul tanımına denk düşüyorlardı.
Yaptıkları işlere göre bazı vücut kasları gelişmiş olduğundan, gerçek sağlıkları
konusunda yanlış bir kanıya varılabilirdi; oysa hastalıklı ve güçsüzdüler. Boyları
çarpık, başları ufak ve ciğerleri dar olup daha birçok fizyolojik özellikleri onları zengin
sınıflardan ayırıyordu. Bu yozlaşmanın daha da hızlanacağı kesindi, çünkü devlet
içlerinde biraz güçlü olanları hemen asker yapıyordu; askerlerin sağlığı da kışla
çevresinde kümelenmiş genelev kadınlarına fazla dayanamıyordu. İşçilerin kafa
sağlığı da giderek bozuluyordu. Düşünsel yeteneklerindeki bu azalma yalnızca yaşam
koşullarının bir sonucu değildi; patronların sistemli bir seçim yapmasından
kaynaklanıyordu. İşverenler, yasal haklarını bilecek kadar akıllı olan işçilerden
çekiniyor, türlü yollarla bunları eliyor ve yerlerine, zaten makinelerin basit işlemlere
indirgediği işleri yapacak kadar akıllı ama haklarını istemeyecek kadar bilgisiz ve
kafasız işçiler buluyorlardı.
Bu yüzden işçiler koşullarını değiştirebilecek hiçbir girişimde bulunamıyorlardı.
Yaptıkları grevlerle ancak ücretlerini koruyabilmeyi beceriyorlardı. Bu olanak da
giderek ellerinden alınmaya başlamıştı. Kapitalist düzenin özelliği olan üretimdeki
dalgalanmalar nedeniyle birçok sanayi kolunda öyle bir işsizlik yaşanıyordu ki grev
ilan edildiğinde hemen işsizler göreve alınıyordu. Kısacası bu sefil üreticiler hiçbir
şeyin şenlendirmediği ve umut vermediği derin bir yozluğu yaşıyorlardı. Sosyal devlet
için bu, düzenle uyumlu ve gerekli bir yaşam biçimiydi.
Kısacası bu toplumsal düzen tarihte görülmedik kadar sağlam ve oturmuş bir
düzendi; daha doğrusu insanlık tarihinde, çünkü arılar ve karıncaların düzeniyle kıyas
bile edilemezdi. İnsan doğasındaki en güçlü iki şeye, kibir ve açgözlülüğe dayanan
böyle bir düzenin yıkılabileceğini hiç kimse düşünemezdi. Oysa, ileri görüşlü bazı
gözlemciler kuşku duyulabilecek birçok sorun görebiliyorlardı. En az görünen ama en
önemli sorunlar ekonomideydi; uzun ve acımasız işsizliklere yol açan, dolayısıyla
sanayicilerin işçi gücünü zayıflatmak için kullandıkları aşırı üretim vardı. Daha önemli
bir tehlike belki de tüm halkın fizyolojik durumundan kaynaklanıyordu. Sağlık
uzmanları "Halkın sağlığı neyse o; ama zenginlerin sağlıksızlığı anlaşılır gibi değil."
diyorlardı. Oysa, bunun nedenlerini anlamak zor değildi. Kentte, yaşam için gerekli
oksijen yetersizdi; yapay bir hava solunuyordu; besin kartelleri en riskli kimyasal
maddeleri kullanarak yapay şarap, et, süt, meyve ve sebze üretiyorlardı. Bu ürünlere
dayalı yemek alışkanlıkları mide ve beyinlerde ciddi rahatsızlıklara yol açıyordu.
Milyarderlerin on sekiz yaşında saçları dökülüyor, bazılarında ciddi bellek kaybı
görülüyordu. Hasta, kuruntulu ve zengin milyarderler sayesinde, hamam çırağıyken
birden terapi uzmanı veya şifa peygamberi diye ortaya çıkan bazı uyanıklar kısa
sürede zengin oluyorlardı. Zenginler arasında hasta sayısı gün geçtikçe artıyordu;
zeka ve duyarlığın hangi aşırılıklara varabileceğini gösteren, bazıları feci ve
anlaşılmaz koşullarda gerçekleşen intiharlar artıyordu.
Tüm halkı etkileyen bir başka uğursuzluk daha vardı. Artık düzenli aralıklarla
yinelenen, istatistiksel hesapları yapılan ve günlük yaşamın bir parçası olan bir
yıkımdı bu. Her gün makineler patlıyor, evler havaya uçuyor, yük dolu trenler
caddelere devrilip yüzlerce insanı eziyor, iki üç kat toprağın derinliğindeki işlikleri
çökertip orada çalışan işçileri yok ediyordu.
2.
Kentin güney batısında, hâlâ eski adıyla Fort-Saint-Michel olarak bilinen tepenin
eteğinde, yaşlı ağaçların yapraklarıyla örtülü bir alan vardı. Tepenin kuzey yamacında
kent peyzajcısı mühendisler yapay bir çağlayan, burgaçlı akıntıların dolaştığı bir
mağara, göl ve adacıklar kurmuşlardı. Bu yamaçtan bakıldığında tüm kent sokakları,
caddeleri, türlü türlü çatıları, kubbeleri, antenleri ve uzağın etkisiyle sessizleşmiş bir
dünyanın insanları görülebiliyordu. Bu yazlık alanı başkentin en sağlıklı köşesiydi;
dumanların gökyüzünü karartmadığı bu alana çocuklar oynamaya getiriliyordu.
Yazları, çevredeki büro veya laboratuvar görevlileri, öğle paydosunda bu sessiz
alanda kafa dinleyebiliyorlardı.
Bir haziran günü öğle vakti, Caroline Meslier adında bir telgrafçı kız gelip kuzey
yamacındaki bir banka oturdu. Gözlerini biraz yeşillikle dinlendirebilmek için sırtını
kente dönmüştü. Esmer, gür kaşlı, sağlıklı ve dingin olan Caroline yirmi beşle yirmi
sekiz yaşları arasında görünüyordu. Biraz sonra, elektrik kartelinde görevli bir
teknisyen olan Georges Clair onun yanına oturdu. Sarışın, ince yapılı, atletik ve kadın
inceliğinde bir adamdı; kızla aynı yaşlardaydı ama daha genç görünüyordu. Her gün
bu saatlerde bu bankta buluşan iki genç yakınlaşıyor ve birbirleriyle konuşmaktan
mutlu oluyorlardı. Fakat, konuştukları aşk gibi özel şeyler değildi. Caroline geçmişte
bu konularda acı deneyimleri olmasına karşın, yüreğini açabilirdi ama Georges her
zaman ciddi ve uzak duruyordu; konuşmalarını hep entellektüel düzeyi yüksek genel
konularla sınırlıyor, her konuda en geniş düşünce özgürlüğünü sergiliyordu.
Genç adam toplum düzeni ve çalışma koşullarından konuşmaktan hoşlanıyordu:
"Zenginlik," diyordu, "mutlu yaşama araçlarından yalnızca biridir; ama onu varlığın tek
nedeni durumuna getirdiler."
Ve içinde yaşadıkları durum onlara iğrenç geliyordu.
Çoğunlukla, her ikisinin de sevdiği bilimsel konulara takılıyorlardı.
O gün, fizik bilimindeki yeni gelişmelerden söz açtılar. Georges Clair şöyle diyordu:
"Radyumun helyuma dönüştüğü anlaşıldıktan sonra, basit maddelerin değiştirilmez
olduğu düşüncesi bırakıldı; artık basit oranlar veya maddenin korunumu gibi eski
yasalar rafa kaldırıldı.
"Ama," dedi genç kız, "fizik yasaları hâlâ geçerli."
Kadın içgüdüsü onu tutunacak bir şeyler olması gerektiği düşüncesine itiyordu.
Genç adam sürdürdü:
"Artık, bilimin elinde yeterince radyum elde edilebilecek yöntemler var; eskiden basit
dediğimiz cisimlerin aslında bileşik maddeler olduğu ve bunların parçalanmasıyla
büyük miktarda enerji açığa çıktığı anlaşıldı."
Bir yandan konuşuyor, öbür yandan da kuşlara ekmek kırıntıları atıyorlardı;
çevrelerinde çocuklar oynuyordu.
Sonra başka bir konuya geçtiler:
"Şu gördüğün tepe," dedi Clair, "dördüncü jeolojik çağda yaban atlarının yaşadığı bir
yerdi. Geçen yıl, su boruları döşemek için yapılan kazılarda yaban eşeği kemikleri
bulundu."
Genç kız o eski çağda insanların yaşayıp yaşamadığını sordu.
"İnsan atları evcilleştirmeden önce onları avlıyordu," dedi genç adam. "İnsan önce
avcı, sonra çoban, çiftçi ve sanatkar oldu... Ve tüm bu evrim aklın alamayacağı kadar
geniş bir zaman aralığında gerçekleşti."
Adam saatine baktı.
Caroline "büroya dönme zamanı mı geldi?" diye sordu.
Georges Clair "hayır" diye yanıtladı; saat daha yarımdı.
Bankın önünde küçük bir kız çocuğu kumdan yontular yapıyordu.
Yedi sekiz yaşlarında bir oğlan çocuğu zıplayarak önlerinden geçti; annesi komşu
bankta dikiş dikerken çocuk yalnız başına atçılık oynuyor ve ancak çocukların düşlem
gücüyle başarabileceği biçimde, hem kaçan hem de kovalayan atları oynuyordu.
Kendini paralarcasına bağırıyordu: "Deeh! Deeh! Yakalayın; benim atım çok yaman;
onu kimse yakalayamaz!"
Caroline şunu sordu:
"Eski çağlarda insanların daha mutlu olduğunu düşünüyor musunuz?"
Arkadaşı şöyle yanıtladı:
"İlk çağlarda daha az acı çekiyorlardı. Tıpkı şu çocuk gibiydiler: Oyunlar oynuyorlardı;
sanatçılık oynuyorlar, erdemlilik, fesatçılık, kahramanlık ve dindarlık yapıyorlardı;
onları eğlendiren düşlerdi bunlar. Çok gürültü yapıyorlardı. Ama şimdi..."
Burada sözünü kesip yine saatine baktı.
Koşmakta olan çocuk kumdaki kızın kovasına çarpınca çakıl taşlarının üstüne düştü.
Bir an kımıltısız uzanıp kaldı, sonra dirseklerinin üzerinde doğruldu, alnı kasıldı, ağzını
yayıp ağlamaya başladı. Annesi yanına koştu, ama daha önce Caroline onu yerden
kaldırmış, mendiliyle gözlerini ve ağzını siliyordu. Çocuk ağlamayı sürdürdü; Georges
onu kollarına aldı:
"Hadi! Ağlama, küçüğüm! Sana bir masal anlatayım:
Vaktiyle, ağlarını denize atan bir balıkçı bakırdan, ağzı tıpalı küçük bir kap çekmiş.
Bıçağıyla tıpasını açtığında, göklere kadar yükselen bir duman çıkmış ve bu duman
yoğunlaşıp bir dev olmuş; dev öyle güçlü hapşırmış ki tüm evren yokolmuş..."
Georges Clair sustu, acı bir kahkaha atıp çocuğu annesine verdi. Sonra yine saatini
çıkarıp baktı ve bankın üzerine çömelip bakışlarını uzaktaki kente çevirdi.
Küçük maketlere benzeyen evler, göz alabildiğine, ufka kadar uzanıyorlardı.
Caroline de aynı yöne baktı.
"Hava ne kadar güzel!" dedi genç kız. Güneş parlıyor, ufuktaki dumanları altına
dönüştürüyor. Uygarlığın en acı yanı, güneş ışığından yoksun kalmış olmak."
Genç adam yanıt vermedi; bakışları kentin bir noktasında odaklanmıştı.
Sessiz birkaç saniye sonra, ırmağın ötesinde ve kentin en seçkin mahallelerinden
birinde trajik bir bulut yükseldi. Kısa bir an sonra da kulakları sağır eden bir patlama
onlara ulaşırken, duman bulutu dev bir ağaç gibi göklere yükseliyordu. Sonra, insan
haykırışlarından oluşan bir uğultu çevreye yayıldı.
"Ne oldu? Ne patladı?"
Şaşkınlık büyüktü; çünkü, her ne kadar patlamalar olağan hale geldiyse de, bu güçte
olanına ilk kez raslanıyordu ve herkes bu değişimin farkındaydı.
Yıkımın olduğu yöre belirlenmeye çalışılıyordu; herkes tahminde bulunuyor, falanca
sokak, filanca yapı, kulüp, tiyatro veya mağazanın adı geçiyordu.
Georges Clair saatini cebine koyarken "Çelik kartelinin yapısı havaya uçtu," dedi.
Caroline gözlerine dolan şaşkınlıkla ona baktı. Sonra kulağına fısıldadı:
"Siz biliyor muydunuz? Bunu bekliyor muydunuz?... Yoksa siz..."
Genç adam çok sakin yanıtladı:
"Bu kent yok olmalı."
Genç kız düşte gibi onu tamamladı:
"Ben de öyle düşünüyorum."
Ve ikisi de sakin bir yürüyüşle işlerine döndüler.
3.
O günden sonra anarşist eylemler bir hafta boyunca aralıksız sürdü. Çok sayıda kurban
vardı; bunlar çoğunlukla yoksul kesimden insanlardı. Bu cinayetler tüm halkı
öfkelendiriyordu. Ama özellikle, kartellerin yaşamasına izin verdiği küçük esnaf, yani
otelci, lokantacı ve bakkallar arasında nefret daha büyüktü. Kalabalık semtlerde ev
kadınlarının dinamitçilere en ağır cezalar verilmesini isteyen haykırışları duyuluyordu.
Piyasa birden durdu ve bundan ilk zarar gören küçük esnaf oldu; bunlar anarşistleri
yakalarlarsa cezalarını kendi elleriyle vereceklerini söylüyorlardı. Fabrika işçileri ya
ilgisizdiler ya da şiddet kullanılmasına karşıydılar; işlerin yavaşlamasını yakın bir
lokavt ve işsizliğin öncüsü gibi görüyorlardı; bu konuda, patronlarla savaşımda en
güçlü silah olarak grevi gören sendikalarla karşı karşıya geldiler; tüm iş kolları,
afişçiler dışında, iş bırakmak istemiyorlardı.
Polis çok sayıda insan tutukladı. Ülkenin her yanında çağrılan askeri birlikler kartel
yapılarını, milyarderlerin köşklerini, kamu yapılarını, bankaları ve büyük mağazaları
korumakla görevlendirdiler. Onbeş gün kadar bir süre patlama olmadan geçti.
Bundan, az sayıda oldukları varsayılan dinamitçilerin tümünün öldüğü veya kaçtığı
sonucuna varıldı. Huzur önce yoksullarda geri geldi. En yoksul semtlerde iki üç yüz
bin asker buralardaki ticareti canlandırınca "Yaşasın asker!" diye tempo tutuldu.
Korkuyu daha geç yaşamış olan zengin kesimin rahatlaması da daha geç oldu. Borsada
yükselişe oynayanlar bir iyimserlik havası yaratıp düşüş çabalarını önlediler; piyasa
yeniden canlandı. Çok satışlı gazeteler bu devinimi desteklediler; yurtsever bir kalem
gücüyle, sarsılmaz sermayenin birkaç çapulcunun verdiği gözdağına boyun
eğmediğini ve tüm engellere karşın kamu zenginliğini artırmayı sürdürdüğünü
yazdılar. Patlamalar görmezden gelinip her şey unutulmaya çalışıldı. Pazar günleri at
yarışlarında, inci ve elmaslarıyla ağırlaşmış sosyete hanımları tribünlerde yeniden boy
gösterdiler. Kapitalistlerin olaylardan etkilenmediğini görmek sevinç yarattı.
Milyarderler yine alkışlandılar.
Ertesi gün Güney Garı, petrol karteli yapısı ve yeni yapılmış olan Morcellet katedrali
havaya uçtu; otuz ev yandı; rıhtımlarda başlayan bir yangın söndürüldü. İtfaiye işçileri
büyük özveri ve yiğitlik gösterdiler. Uzayan çelik merdivenlerini ustaca kullanıyorlar,
otuzuncu katta alevler içinde kalmış zavallılara ulaşabiliyorlardı. Askerler düzeni
sağlamakta başarılı olunca iki tayın bedeli aldılar. Fakat, bu yeni sabotajların paniğe
yol açmasını önleyemediler. Paralarını alıp gitmek isteyen milyonlarca insan
bankaların önünde kuyruk oldu; bankalar iki üç gün ödeme yapıp sonra kepenkleri
indirince ayaklanmalar oldu. Kaçanlar bagajlarıyla tren istasyonlarını dolduruyor,
zorlayarak trenlere biniyorlardı. Yiyecek stoklayıp mağaralara sığınmak isteyen
bazıları da marketlere akın edince askerler süngü takıp dükkânların önüne siper
oldular. Kamu yöneticileri çok çaba gösterdiler. Yeni tutuklamalar oldu, suçlular için
gıyabi tutuklama kararları çıkarıldı.
Daha sonraki üç hafta boyunca bir yıkım yaşanmadı. Opera yapısında, hükümet
konağında ve Borsa'da patlamamış bombalar bulunduğu söylentisi yayıldı. Sonra da,
bunların sorumsuz kişiler veya deliler tarafından bırakılmış konserve kutuları olduğu
anlaşıldı. Yakalanan bir adam savcı karşısında bombalama olaylarının baş suçlusu
olduğunu ve tüm yardakçılarının öldüğünü söyledi. Gazetelerde yayınlanan bu itiraflar
halkın rahatlamasını sağladı. Fakat, ancak soruşturmanın sonuna doğru bu adamın eşi
görülmemiş bir yalancı olduğu anlaşıldı.
Mahkemelerce görevlendirilen bilirkişiler kullanılan patlayıcı türünü saptayabilecek hiçbir
parça bulamadılar. Varsayımlara göre, yeni patlayıcı radyumdan açığa çıkan bir gazdı;
fitil olarak boşlukta yayılan elektrik dalgaları kullanılıyordu; ama en uzman kimyacılar
bile kesin bir şey söyleyemiyorlardı. Sonunda bir gün, Meyer Oteli önünden geçmekte
olan iki polis memuru kaldırım kıyısında yumurta biçiminde, tenekeden yapılmış, bir
ucunda fitil olan bir cisim buldular. Büyük bir özenle yerinden alıp Belediye
laboratuvarına götürdüler... Uzmanlar bunu incelemek üzere çevresinde toplandıkları
sırada yumurta patladı, yapının kubbesi laboratuvarın üzerine çöktü. Aralarında Topçu
Generali Collin ve ünlü Profesör Tigre de bulunan tüm uzmanlar öldüler.
Kapitalist toplum bu yeni yıkımla yok olmaya karşı direndi. Büyük bankalar yine
gişelerini açtılar, kredilerin yarısını altın, yarısını da devlet kâğıdıyla ödeyeceklerini
bildirdiler. Hisse senedi ve mal borsaları, işlemler durma noktasında olduğu halde,
seansları açık tutmaya karar verdiler.
Bu arada, ilk tutuklamaların sorgusu bitmişti. Bunlar hakkındaki iddianame, başka
koşullarda yetersiz görülebilirdi, ama yargıçların çalışkanlığı ve kamuoyunun öfkesi
aradaki farkı kapatıyordu. Duruşmanın başlamasından bir gün önce Adalet Sarayı
havaya uçtu; büyük çoğunluğu yargıç ve avukat olan sekiz yüz kişi öldü. Öfkelenen
halk cezaevlerini bastı, tutukluları linç etti. Düzeni sağlamak için gönderilen birlikler
taş ve tabanca kurşunlarıyla karşılandılar; birçok subay atlarından yuvarlanıp ayaklar
altına alındılar. Askerler ateş açtı; çok sayıda ölü ve yaralı vardı. Kamu güçleri
sonunda duruma egemen oldu. Ertesi gün Merkez Bankası havaya uçtu.
O günden sonra, işitilmedik şeyler oldu. Daha önce grev yapmak istemeyen fabrika
işçileri kundakçılık yapan işsizlere katıldılar, devrimci marşlar söyleyerek kentte
dolaştılar, limanda buldukları petrol varillerini alevlerin üzerine eklediler. Patlamaların
ardı kesilmiyordu. Bir sabah dev Posta Sarayı'nın bulunduğu yerde üç kilometre
boyunda ve mantar biçiminde dev bir duman bulutu yükseldi; yapı yok olmuştu.
Kentin yarısı alevler içindeyken, öbür yarısı olağan yaşamını sürdürüyordu. Sabahları
sütçü arabaları teneke sesleriyle caddelerden geçiyorlardı.
Issız bir sokakta yaşlı bir sarhoş bir duvarın önüne oturmuş, şişesini bacaklarının
arasına almış, peynir ekmek yiyordu. Tüm kartel başkanları görevleri başındaydılar.
Bunlardan bazıları kahramanca bir sadelikle işlerini yürütüyorlardı. Şehit bir
milyarderin oğlu olan Raphael Box şeker kartelinin genel kurulunda tüm ortaklarla
birlikte havaya uçtu. Cenaze töreni görkemli oldu; kortej yol boyunca moloz yığınları
arasından geçmek zorunda kaldı.
Zenginlerin olağan işbirlikçileri uşak, memur, komisyoncu ve menacerlerin zenginlere
olan sarsılmaz güvenleri sürüyordu. Havaya uçan bankanın memurları yıkıntılar
arasından topladıkları para, mücevher ve senetleri tüm kentte dolaşıp sahiplerine
teslim etmeye çalıştılar, bu uğurda bir kısmı alevler arasında ölüp gitti.
Fakat, artık gerçeği görme zamanı gelmişti: görünmez bir güç kentin efendisi
olmuştu. Patlama sesleri artık olağan duruma gelmişti. Sokak lambaları çalışmaz
olduğundan, geceleri tüm kent karanlığa gömülüyor, akıl almaz şiddette suçlar
işleniyordu. Yalnızca, daha az hasar görmüş olan yoksul semtler direniyorlardı.
Oralarda gönüllü milisler düzeni sağlıyor; yağmacılar hemen kurşuna diziliyor, her
köşe başında kan gölü içinde, elleri arkadan bağlı, dizleri üzerine çökmüş, gözleri
mendille örtülü ve karnında suçu yazılmış cesetler görülüyordu.
Yıkıntı kaldırmak ve ölüleri gömmek giderek zorlaşıyordu. Kısa sürede ceset kokuları
dayanılmaz duruma geldi. Yayılan bulaşıcı hastalıklar sayısız ölü ve sakat bıraktı.
Geride kalanların işini de açlık görüyordu.
İlk patlamadan yüz kırk bir gün sonra, sahra ve kuşatma birliklerinin kente girdiği
günün akşamı, artık ateşten bir çemberle sarılmış kentin yoksul bir mahallesinde,
ayakta kalabilmiş evlerden birinin çatısında, Caroline ve Georges el ele tutuşmuş,
kenti seyrediyorlardı. Caddelerden şen şarkılar yükseliyor, aklını yitirmiş insanlar dans
ediyorlardı.
"Yarın herşey bitecek," dedi genç adam. "Böylesi daha iyi."
Saçları dağınık ve yüzünde alevlerin izi yansıyan genç kız çevrelerini saran alev
çemberini acı bir gülümsemeyle seyrediyordu:
"Evet, böylesi daha iyi," dedi o da.
Ve sonra, yok edicinin kollarına atılıp onu çılgınca öptü.
4.