Download as doc, pdf, or txt
Download as doc, pdf, or txt
You are on page 1of 14

(Uluslararası Türk Kültüründe Ölüm Sempozyumu,

Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırma ve Uygulama Merkezi, 25-26 Kasım 2004, İstanbul)

Melih Cevdet Anday Şiirinde Ölüm ve Ölümsüzlük İzleği


Mitat DURMUŞ*

“Ölüm bir söylencedir. Bu söylenceden birkaç söz bulalım.”


(Anday 1984:9).

Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatında önemli bir şiir akımı olan, Garip şiir
hareketini kuran üçlüden birisi de Melih Cevdet Anday’dır. Garip şiir kitabının 1941 yılında
yayımlanmasından önce, edebiyat kamuoyunca garip sıfatını almış olan üçlü, Türk şiirinde
önemli değişiklerin kullanıma girmesini sağladıkları gibi, şiir üzerinde de etkin tartışmaları
başlatmışlardır. 1948-1950’li yıllara gelindiğinde ise Garip şairlerinin (Orhan Veli, Oktay
Rifat ve Melih Cevdet Anday’ın) şiir anlayışlarında değişmeler görülür ve adı anılan şairler
Garip poetikasından uzaklaşmaya başlarlar.
Biz bildirimizde bu akımın önde gelen isimlerinden birisi olan Melih Cevdet
Anday’ın şiirlerinde ölüm ve ölümsüzlük izleği üzerinde duracağız.
İlk şiirlerinden 1960’lı yıllara -bir başka deyişle Kolları Bağlı Odysseus’un
yayımlanmasına gelinceye- değin ölüm konusunu doğal bir süreç olarak değerlendiren Melih
Cevdet, Kolları Bağlı Odysseus’tan sonraki şiirlerinde ise bu konuya felsefî bir içerik
kazandırarak, çeşitli düzlemlerde irdelemek ister. Bu bakımdan Anday’ın şiirlerinde ölüm
izleği değerlendirilirken seçilen ya da irdelenen metnin hangi dönemde yazıldığı, şairin, bu
izleğe yaklaşımını vermesi bakımından özenle seçilmeli ve belirtilmelidir. Çünkü, ilk dönem
ürünlerinde ölüm düşüncesinin / gerçeğinin verdiği duygusal durumun aktarımı söz konusu
iken, daha sonraki ürünlerinde ölüm, zaman olgusuna simetrik bir duruşla verilerek
ölümsüzlük izleği etrafında yürütülür. Kolları Bağlı Odysseus’tan 19 yıl sonra yayımlanan
Ölümsüzlük Ardında Gılgamış (Anday 1981) adlı şiir kitabı, 1960’larda değişen şiirsel arayışın
devamı olmasının yanı sıra, şiir öznesinin de ölümsüzlük ardında gitmesini isteyen bir
yorumla sunulmuştur.
Bu bakımdan, Anday şiirinde ölüm- ölümsüzlük izleğini iki döneme ayırarak vermek
gerekir. 1- 1933’ten (ilk ürünlerinden) 1960’a kadar yazmış olduğu şiirlerinde. 2- 1960’tan
1997’ye (en son şiirine) kadar yazmış olduğu şiirlerinde ölüm ve ölümsüzlük izleği.

*
Ankara Ünv. DTCF Türk Dili ve Edebiyatı Böl.
2

1933 tarihi, incelemesini yaptığımız temin ilk göründüğü tarihi değil, şairin ilk
ürünlerini verdiği yılları anlatmak için konulmuştur. Ziya şair uzun bir süre ölüm sözcüğünü
kullanmadığı gibi, ölümü çağrıştıracak her hangi bir kullanımda da bulunmaz. İlk kez, 1939
yılında yazdığı “Kışlanın Ortasına Yağmur Yağdı” isimli şiirinde kullanılan: “Demir kapı
mezarlığın karşısı / Vakit gecenin ortası / Dudağımda yemen türküsü / Nöbette şiir
yazılmaz.” (Anday 2000:34) dizelerinde geçen ‘mezarlık’ ve ‘yemen türküsü’ kullanımlarının
çağrışımsal anlamlarının ölümü düşündürüyor olmasına karşın, bu şiirinden iki yıl sonra
yazılan “Ölü” ve “İkinci Harbi Umumi” şiirlerinde ilk kez ölüm, bir tema olarak işlenmeye
başlanır ve bu şiirine şöyle yansır:
“O şimdi yalnızdır.
Anasız, babasız,
Şapkasız, elbisesiz.
Her şeyi arkada bıraktı.
Ne konuşacak arkadaşı,
Ne okunacak kitabı var,
Yalnız
Yapayalnız.”1
(Anday 2000:35)

“Nasıl sabrettim bugüne kadar.


Ölümden söz etmemek için,
Farkına varmamak mümkün mü?
Cıgaram acı işte,
Âşık olmak gayri kaabil,
Uyanmanın tadı kalmadı.
Birinci Harbi Umumide doğmuşum
Bizim hebası kesmek için
İkinciye ne lüzum vardı?
(Anday 2000 :41)
“Nasıl sabrettim bugüne kadar./ Ölümden söz etmemek için,” dizelerindeki “nasıl
sabrettim” kullanımı, 1933’ten (yani ilk şiirlerinden) Garip şiir kitabının yayımlandığı 1941
yılına kadar, şairin bu temayı işlememek ya da şiire taşımamak için özel bir gayret
gösterdiğini düşündürmeye ister istemez itmektedir. Şiirde “nasıl sabrettim” kullanımından
1
(Not: “Ölü” isimli bu şiir, Varlık (S.185, 15 Mart 1941) dergisinde ilk önce “Gurbet” başlığı ile yayımlanır.
Ancak, sonradan, -bizce- içerik düzleminin ‘ölü’mü daha fazla çağrıştırıyor olması dolayısıyla- ismi değiştirilir.
3

sonra gelen ve okurunu, şiirin yazıldığı döneme doğrudan yönlendiren “bugüne kadar”
ibaresindeki zamanın ne olduğu, şiirin isminden ve ilerleyen dizelerinden anlaşılmaktadır. Bu
bağlamda, Anday şiirindeki ölüm teminin ilk kez “İkinci Harb-i Umumî” ile birlikte
belirdiğini söylememiz olasıdır. Öyle ki, yukarıda adını andığımız diğer iki şiirinin
yayımlanış tarihleri de, 1 Eylül 1939’da başlayan II. Dünya Savaşı yıllarına denk düşer. Bu
bakımdan ölüm izleği, ilk önce toplumsal bir yıkımın en acı görünümü olarak kendini
gösterir. Bireysel bir yaralanışı anlatmaya yönelik olsa idi şair “nasıl sabrettim bugüne
kadar” demezdi. Ölüm teminin ilk görüldüğü şiir metinlerinin ismi (“Kışla”, “Harb-i
Umumî” ve “Ölü”) dahi bu bugüne kadar kullanımındaki zamanı okuruna verir.
Ölüm izleğinin ilk kez 1939’lu yıllarda görülmesi ve bunun II. Dünya Savaşı ile
ilintili olmasının bir sonucudur ki, şairin özellikle 1939’dan 1945 yılına kadar yazmış olduğu
25 şiirinden 10’u çeşitli düzlemlerde ölümü işler. Bu 10 şiirden kimisi bireysel bir duygu
durumunu, kimisi ise toplumsal bir eleştiriyi anlatmaya hizmet etse de ortak bir olgu üzerinde
birleşirler ki o da ölümdür.
1945’ten 1960’a kadar yazdığı şiirlerinde ise ölüm, çok fazla yer almaz. Dolayısıyla
şunu hemen belirtmemiz gerekir ki, Anday’ın 1960 yılından sonra ölümü felsefî bir alana
çekip işlediği şiirlerinin dışında kalan süreç içinde yazdığı şiirsel metinlerinde ölüm 1939-
1945 yılları arasında görülür.
Bu dönemde yazılmış şiirlerinde, karşı konulmadan kabul edilmiş bir ölüm gerçeği
ile karşılaşırız. Şair, ölümün metafizik sorgulamasından daha çok, hâldeki durumu üzerinde
durur. Ölümden sonrası dahi öte dünya bağlamında değil, bu dünya bağlamında
değerlendirilerek verilir. Anday şiirinde önemli olan ölüm sonrası değil, ölüm gerçeğinin
bireyi bu dünya ile ilişkisi bağlamında ilgilendirir. Ölüm, ne doğrudan trajik bir görünüm, ne
bir yok oluş ve ne de her daim korkulan bir gerçeklik olarak yer almaz. Doğal bir süreç olarak
görülür, ancak, bu doğal süreç olumsuzlanmış bir durum olmaktan da kendini kurtaramaz.
“Eskisi gibi yaşıyorum
Gezerek, düşünerek
Yalnız biletsiz biniyorum vapura, trene
Pazarlıksız alışveriş ediyorum
Geceleri evimdeyim, rahatım yerinde
(Bir de sıkılınca pencereyi açabilsem)
Ah... başımı kaşımak, çiçek koparmak
El sıkmak istiyorum arada bir.”
(Anday 2000:44)
4

Alıntılanmış metnin son iki dizesi, Anday’ın bu dönem şiirlerindeki ölüm konusunu
nasıl sorunsallaştırdığını vermesi bakımından önemlidir. Şiirin önceki dizelerinde ölümden
daha çok yaşamla ilintili anlatımlar kullanılmıştır. Ancak bu yaşam, sadece bedensel bir varlık
olarak bu dünyada bulunmakla ilgili bir yaşamdır. Yürüyen, gezen, dolaşan, pazarlık yapan,...
bir insan anlatımı verilmiştir. Ancak şiire isim olan ‘Ölmüş Bir Arkadaştan Mektup’ başlığı,
şiir okurunu bu şiirde ölümün hangi dizede verilmek istendiği üzerinde düşünmesini sorun
yapar. Hemen hemen yaşamsal bütün etkinliğe katılmış olan şiirin öznesi, el sıkmak, çiçek
koparmak eylemlerinden yoksundur. Bu bağlamda, ölümün bedensel bir etkinlik içinde olmak
değil, tinsel bir etkinlik içinde olmayı da düşündürdüğü görülür. Yine şairin “Mezarlık” isimli
şiirinin üçüncü bendinde dile getirilen:
“Yalnız yaşayanlar için midir, diyor mezarlık
Toprak üstündeki her bitki?
Yerin dibine doğru büyüyenler de var
Hep yaşayanlar için mi?”
(Anday 2000:46)
ifadelerinde yer alan “yerin dibine doğru büyüme” kullanımının ‘mezarlık’ kavramı ile
ilişkilendirilmesi bedensel bir var olmayı değil, tinsel bir yok olmayı imlemek içindir. Şiirin,
nesir cümlesi ile ifade edilmesi ya da düz anlatı mantığına dönüştürülmesi bu gerçeği açıkça
sergiler. Şöyle ki, “Toprak üstündeki her bitki, yalnız yaşayanlar için midir mezarlık?” diye
sorar ve karşılık olarak da “yerin dibine doğru büyüyenler içindir de” yanıtını alır. Bu
noktada ölümün, yaşamdan bedensel olarak değil, tinsel olarak bağı koparmak şeklinde
belirdiğini görürüz.
1943 yılında yayımlanan “Bizden Sonra” isimli şiirinde;
“Biz nasıl olsa öldük.
Artık ne çiçek koklamak.
Ne de ötekine berikine içerleyip
Rakıya sarılmak var bizim için?
Hiç, hiçbir şey kalmadı.

Bari bizden sonra ne olacağını bilsek...”


(Anday 2000:52)
ifadeleri, ölümün hem tinsel hem de toplumsal boyutuna vurgu yapar. Burada ve yukarıda
vurguladığımız ölümün tinsel bir tükeniş ve yok oluş olarak ele alınması son derece dikkat
çekicidir. Çünkü, genel kabul noktasında, tin (ruh) ölümsüz olarak değerlendirilir. Oysa
5

Anday, ölümü tinsel bir yok oluşun anlatımı için kullanır. Sadece bold dizilmiş sözcük ve
ifadelerin arkasında tinsel bir eylem (çiçek koparmak, içerlemek) söz konusu iken, altı
çizilmiş alıntıda ise şiir öznesi tinsel varlık alanı içinde gördüğü ve bu varlık alanının
kaybedilmesi durumunda ölümün gerçekleştiğini vurgulayarak, kendinden sonrakiler için bu
güzelliklerin olup olmayacağını / gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini soran kişi konumunda
kalır.
Kabullenilmiş bir konumda görülen ölüme çok fazla bir tepki gösterilmezken, bu
yumuşak başlılığa rağmen şair, “Bari bizden sonra ne olacağını bilsek...” diyerek soru
yöneltir ve sorunu bireysel boyuttan çıkarıp, toplumsal bir düzleme taşır.
Anday, tepki göstermeden karşıladığı ve doğal bir sürecin devamı olarak gördüğü
ölüm olgusunun trajik boyutu üzerinde durmadığı gibi, ölüm ötesine de geçmez. Bu noktada
bütün olup biten mezarlığa kadar vardır. Mezarlığın ötesine geçilmediği gibi, doğrudan
‘mezar’ kavramı üzerinde de durulmaz. Ne metafizik bir sorgulama, mistik bir çağrışım ve ne
de bir sızlanma görülmez. “Gelinlik Kızın Ölümü” adlı şiirinde bir cenaze törenini betimleyen
şair, ölümü dışardan izleyen, bu durum karşısında duygudan çok görüntünün aktarımı ile
ilgilenen insan konumundadır. Ölümü doğal bir süreç olarak vermek için şairin bunu özellikle
yapmış olduğunu söylememiz olasıdır. Ölümü ciddi bir sorun edilmeden (doğrudan ölüm
olgusu üzerinde durmadan) bu olgunun daha çok bu dünya ile ilgili yönü üzerinde duran şair,
birçok sorunsala ironik anlatımla cevap verirken ölüme de kimi zaman böylesi bir anlatımla
yaklaşmıştır. Çünkü şaire göre “ironi, hayatın tadıdır ve ölümle ciddi olarak uğraşılmaz.”
(İhsan Yılmaz 2000:6)
“Yeni tabutlarımız geldi
Bayanlar için baylar için
Çocuklar için büyükler için
Kısalar, uzunlar, şişmanlar için
Boy boy, biçim biçim
Yaldızlı, kakmalı, hareli
Tabutlarımız geldi
1952 modeli.”
(Anday 2000:92)
Anday şiirinde ironi, toplumsal bir içerik de taşır. İronik anlatım yolu ile başka bir
gerçeğe işaret etme Garip şiirinde ve özellikle Anday şiirinde önemli bir anlatım yoludur. Bu
bakımdan yukarıya alıntıladığımız metinde geçen “1952 modeli yeni tabutların” dönemin
(yani 1952 yılının) siyasal ve sosyal değişimi ili ilintisinin olma olasılığı yüksektir. Tabutun
6

insanı sıkan, daralan ve labirentleşen bir uzam olması ile 1952 yılı arasında (şiirin yazıldığı
dış zamanı vermesinin haricinde) kurulan ilişki bu açıdan ilginçtir.
Ölüm düşüncesinden doğan bir karamsarlık (“Ama ben hiç böyle mahzun olmadım; /
Ölümü hatırlatan ne var bu resimde? / Oysa hayattayız hepimiz.”) (Anday 2000:42) varken,
ölümden dolayı bir matem (yas), acıma ya da acındırma, olayı daha dramatik ve gerilim yüklü
bir anlatıma sokma veya ölümü sorgulama gibi bir düşünce söz konusu değildir. Rosenbergler
çifti için yazdığı “Anı” isimli şiirinde işlenen, ölenin anısı karşısında altüst oluş, ölümden
daha çok, haksızlık karşısında duyulan bir altüst oluşu imler. Bu altüst oluş, “Yanık yanık
kokan karanfil” ve “çaresiz geliyor aklıma” kullanımı ile ifade edilirken, “bir çift güvercin
havalansa” kullanımı ile de ölümün (Rosenbergler bağlamında) bir yok oluş olmadığı, tersine
yükselen (havalanma, güvercin gösterenleri bu çağrışımları kendiliğinden sağlar) bir değere2
dönüştürüldüğü gözlemlenir.
“Tezgah” isimli şiirinde insanoğlunun dünyadaki bitip tükenmek bilmeyen (“ne
mesud”,“ne bedbaht”) macerasını irdeleyen şair, saadet dolu bir dünyada yaşamayı kendisine
ödev kabul etmiş olmasına karşın, bu saadeti bulamadığı için ölümü bir tür saadete kaçış
olarak da görür.
“Bir gün biz de bu parka geleceğiz
Ahbap arkadaş omuzunda
Ve dağlara, taşlara benzeyeceğiz
Öyle sessiz, öyle manidar...

Konuşmak yok artık bu yerde


Yolculuk hevesi, avarelik yok
Evine toprağına bağlı herkes
Muharebe derdi, para derdi yok.”
(Anday 2000:46)
Ahbap, arkadaş omzunda gelinen ‘mezarlığın’ bir park olarak değerlendirilmesi ve
sonraki dizelerde geçen “Evine toprağına bağlı herkes / Muharebe derdi, para derdi yok.”
kullanımları ölüm gerçeğini son derece dingin bir varlık alanı olarak betimlemeye hizmet
eder.
Şairin, 1960’tan sonra yazdığı şiirlerinde ölüm, çok daha felsefî bir alana çekilir.
Mitolojinin kaynak olarak şiirinin merkezinde yer alması ve bu kaynağın sadece söylencenin
aktarımı düzleminde kalmaması, yeniden üretilmeye açık hale getirilmesi, bireyi mitolojik
2
Rosenbegler çifti bu yıllarda yazılan edebî metinlerde haksızlığa uğratılarak öldürülmüş bir tipi temsil eder.
Aynı yıllarda Oktay Rifat’ın “Telefon” isimli şiiri de bu tipi anlatan bir metindir. Bkz.: (Oktay Rifat 1954)
7

evren içinde kavrayıp, rasyonel bir tanımlamaya tabi tutması, Anday şiirinin öznesini
ölümsüzlük tutkusuna götürür. Kolları Bağlı Odysseus şiir kitabıyla başlayan mitolojinin şiire
kaynaklık etmesi olgusu, şairin son ürünlerine kadar devam eder. Mitoloji, şiirde [Anday’ın
tanımlaması ile (Konur Ertop 1991:7)] sadece bir bahanedir. Biz bu incelememizde ‘bahane’nin
şiir metinlerine nasıl yansıdığını irdelemeden önce, Kolları Bağlı Odysseus’tan sonraki
şiirlerine izleksel bir geçiş özelliği gösteren, öldükten sonra ‘bir başka bedende yeniden
yaşama dönme’ teminin 1950’li yıllarda yayınlanmış metinlerdeki varlığına da işaret etmek
durumundayız.
Melih Cevdet, 1991 yılında yazdığı “Gelip Gidiyor muyuz?” başlıklı denemesinde
şiirlerindeki bu gerçeği şöyle belirtir:
“Bize hani öldükten sonra ahrete gideceğimiz söylenir ya, doğrusu
ahiret’tir (Arapça), demek bu dünyaya dönüş yoktur, bir gittin mi tümden
gidiyorsun. Oysa kimi mistikler (lat. Mysticus; yun.mystikos, gizle ilgili
anlamına) bu dünyaya boyuna gelip gittiğimize inanırlar. Bir anımsayan
olmadığına göre değişerek geliyoruz anlaşılan. Mistikleri bir yana bırakırsak,
ilk kez karşılaştığımız bir görünüyü tanıdık bulma diye bir olay da vardır ki,
sanırım bütün insanların başından geçmiştir. Ben de bu konuda bir iki şiir
yazdım.” (Anday 1994:292)
1950’li yıllarda başlayan ölüme bu türlü bir yaklaşım, şairin sonradan ölümsüzlük
düzlemine çekeceği soruna geçiş özelliği gösterir. Kolları Bağlı Odysseus şiirinin yazılma
sürecinin de 1951-1961 yılları arasını kapsadığını (Anday 1994:292-295) bu arada belirtmemiz
gerekir. On yıl gibi uzun bir sürüde kurulmuş bu şiirinin 1. bölümü 9. bölgüsünde şair
çocukluk yıllarında (13 yaşındayken) yaşadığı bir olayı, bu bağlamda (yaşama yeniden dönüş
bağlamında) şiirine koymaktan kendini alamaz ve bunu birçok yazısında belirtir.3
Yeniden yaşam alanına dönüş izleğinin ilk kez Kolları Bağlı Odysseus’la başlaması,
Odysseus’un ‘iki ölümlü’4 sıfatı ile tanımlanmasıyla da ilintili düşünülebilir. Ancak bu
tamamen şairin ölüme bakışı ile doğrudan ilgili bir olgudur. Çünkü, Anday, Kolları Bağlı
Odysseus’tan sonraki şiirlerinde de bu düşüncesini sürdürür.
3
Bu konu hakkında şu yazılara bakılabilir: (Anday 1999:70-73); (Anday 1994:292) (Anday2001:421-424)
4
Troya savaşına katılan Odysseus, kent alındıktan, yakılıp yıkıldıktan sonra, yurdu olan İthake adasına dönmek
üzere denize açılır; fakat oraya bir türlü ulaşamaz, on yıl denizlerde sürünür ve Akdeniz’i boydan boya
dolaştıktan, bir sürü kıyıya, adaya çıktıktan, akla sığmaz serüvenler yaşadıktan sonra, on iki gemisini ve
yoldaşlarının tümünü yitirir. Aiaie adasına vardığında büyücü Kirke ile tanışır, bir yıl kalır orda, Kirke’den oğlu
olur. Fakat yurt özlemi içini yakmaktadır. Adaya giden yolu nasıl bulacağını düşünür. Büyücü Kirke, ona,
Hades’e inip (Hades, hem yer altını hem de yer altına hakim Tanrı’yı simgeler, bir diğer adı da Pluton’dur.
Tanrıların en zengini, çünkü bütün yer altı madenleri onundur. Bu yüzden zenginlerin yönetimine plutokrasi
denir.) bilici Teiresias’ın ruhunu bulmasını öğütler. Odysseus yer altı dünyasına iner, Teiresias’la konuşur ve
geri döner. İşte bu serüvenden dolayı kahramana “iki ölümlü Odysseus” da denir. Gitmiş ve geri gelmiş.
8

1960’tan sonra yazdığı birçok şiirinde görülen (“Ah kemikler, insan kemikleri, hayvan
kemikleri, / Bir biçimden başkasına geçmenin / En ince, en yüce çelenkleri.” (Anday 2000:183) kullanımlarda

olduğu gibi) yaşama yeniden dönüş izleğinin, 1977 ve 1980 yılında yazdığı “Şaşırıcı
Karşılaşma”, “Yıldızlar” ve “Yeni Bir Dünya” isimli şiirlerinde de devam ettiğini görürüz.
“Çok eskiden yaşadım bu ânı ben”
Dersiniz şaşkınlık içinde.
İlk girdiğiniz bir ev, bir merdiven,
Birden güneş vuran pencere,

Ve tam sırasında tiren düdüğü...


İşte böyle gelmişti siz dünyada
Değilken bir gün öğle üstü
Bu renklerle bu sesler bir araya.”
(Anday 2000:328)

“En çabuk ormanı unuttum


Meğer ben bir ormanmışım eskiden,
Düş’müşüm de meğer düş görüyorum,
Öteki berikiymişim ben.”
(Anday 2000:333)
Doğan Hızlan, “her şeye yeniden başlama duygusunun ve temasının Anday’da ana
özelliklerinden bir olduğunu” (Hızlan 1966:48) söyler ki, bu ‘her şeye yeniden başlama’, Kolları
Bağlı Odysseus’tan sonraki şiirlerde kendini gösteren ölümsüzlük arayışı izleğine bir tür geçiş
gibidir. Kolları Bağlı Odysseus’un 1. bölüm 10. bölgüsünde;
“Duyular eski ağaçlarım benim
Her gece bütün kuşlarını yiyen
Alaca bulaca fener alayı
Unutup gidilmiş körebelerim
Bilinçsiz bir inatla yeniden
Yeniden boyuna yeniden
Kurup kaldırıyoruz bu sofrayı”
(Anday 2000:148)
diyen şair, ‘her dem yeniden kurup kaldırılan bu sofra’ ifadesi ile zamana süreklilik
düzleminden baktığı gibi, insanı da bu süreklilik içinde devam eden bir varlık olarak
tanımlamak ister. Mitolojik kahramanların anakronik zaman aralıkları atlanarak hâle
9

taşınması, Köroğlu’nun Kıratı ile İskender’in Elcid’ini aynı metin içinde birleştirmesi de
süregelen insan gerçeğini birey bağlamında ölümsüz kılmak için seçilmiştir.
Şair, 1986’da yazdığı “İki Dünya Üstüne” başlıklı denemesinde Yunan mitolojisinde
bu konu ile ilgili söylenceleri aktarır ve şunları söyler: “Evet, biliyorum, öldükten sonra
dirilme masalı, insanoğlunun ölüme başkaldırmasını simgeler, bu bakımdan yüreklilik içeren
bir masaldır, yok olmayı aklımız almıyor.”5 (Anday 1990:171)
Anday şiirinde ölüm, yok olma (hiçlik) alanı değil, bir varlık alanı olarak açığa çıkar.
Yaşam alanı ile ölüm alanı, varlıksal anlamda birbirine karşıt kutuplarda yer almamaktadır.
Ölümsüz duyguların yer aldığı bir alan olarak ölüm alanı, ölümlü duyguların yer aldığı yaşam
alanının varlıksal bağlamda devamıdır (Kayıran 1994:56). Bunun içindir ki, şiirlerinde ölüm
izleği, asla ölüm korkusu içerecek bir anlatıma dayandırılmaz. Çünkü, ölüm korkusu insan
yaşamında ölümle biten / yok olan bir korku değildir.
Anday şiirinin merkezinde duran ve bir nevi onun şiirinin bütün tematik açılımlarının
sorgulanmasına olanak sunan ‘zamanın yadsınması’, ‘nesnenin değişikliğe uğratılması’ ve
‘uzamın sıklıkla değiştirilmesi’ gibi üç özellik, doğal olarak şairin ölüm / ölümsüzlük
konusundaki düşünsel evrenini açımlamaya da hizmet eder. Anakronik zaman aralıklarının
kaldırılması, uygar ile yabanılın aynı zaman içinde değerlendirilmesi, insanal varlığın
devamını vurgulamak için seçilmiş bir yöntem olduğu gibi, ölümsüzlüğü de kendiliğinden
doğuran bir sonuç olarak çıkar okur karşısına. Şiirlerinin öznesi olan bireyler, daima
ölümsüzlük tutkusu içindedir.6 Bu gerçeği Yücel Kayıran şu cümlelerle anlatır: “Anday’ın
bireyi, ölümsüzlük tutkusuyla nesnel dünyayı aşmak ister. İşte onu sürekli bir gerilim içinde
tutan, evrenin sınırlılığını ölümsüzlük tutkusuyla aşmak istemesidir. Ölümsüzlük tutkusu,
nesnel dünyanın içsel anlamda aşılması için bir sıçrama tahtasıdır. Çünkü nesnel dünya,
insanın varoluşu için yeterli değildir.
Yetersiz bu dünya el ayak için
Varolmak için, varolmamak için”

5
(Not: Anday’ın mitolojideki yeniden yaşama dönme ile ilgili olarak yazdığı şu yazılara da ayrıca bakılabilir.
(Anday 1989:2); (Anday 1991:2)
6
Şiir öznesinin bu tutkusu birçok metne yansımakla birlikte, bu açıdan şu şiirini örnek gösterebiliriz: “Ey benim
tuzlu kanım bedenimin denizi / Ölüm suyu değmesin sana / Ölüm suyunun arkasında olanı bul / Bırak zenginliği
yaşamı ara / Buğday yağmuru yağacak gökyüzünden / Çocuk sevinci verilecek sana” Bkz.: (Anday 2000:229)
10

Nesnenin değişikliğe uğratılması, doğal olarak nesneye ad olan sözcüğün (dilin) de


değişikliğe uğramasını zorunlu kılar.7 Böylece Anday şiirinde ölüm alanının bir özelliğini de
bu bağlamda vurgulamak gerekir ki, o da ölüm alanında dilin de ortadan kalkmasıdır.
“Ölmüşüm orda bir aralık,
Unutuverdim konuştuğum dili,
Ama ağacın kendisiydi,
Kavramı değildi görünen artık.”
(Anday 2000:331)
Estetik ve Ontolojik açıdan Platon’a ve Kant’a bir göndermenin varlığını
sezinlediğimiz bu şiirinde, iki uzam belirlenmiştir. Birincisi yaşam, ikincisi ise ölüm
uzamıdır. “orda” sözcüğünün dışında uzam belirten bir ibare yer almamasına karşın, ‘orda’
sözcüğü iki uzamı da düşündürmeye olanak sunacak şekilde kullanılmıştır. Şöyle ki,
“Ölmüşüm orda bir aralık” kullanımında ölümün olduğu yer belirtilirken, bu yer, yaşam alanı
içindeki bir yerdir. Şiirin ikinci dizesindeki “Unutuverdim konuştuğum dili,” ifadesinde
‘konuşulan dilin nerede unutulduğu’ sorusunun karşılığı da ‘orda’dır. Ancak bu kullanımla
‘orda’ artık yaşam değil ölüm alanının uzamını vermektedir. Böylesine girift bir yapı özelliği
gösteren şiirin sonraki dizelerinde, yaşam alanında, nesneyi ancak nesnenin kavramı ile
algılarken, ölüm alanında, ‘kavram’ ortadan kaldırılır ve nesne doğal olarak algılanmak
istenir.
Anday şiirindeki öznenin daima ölümsüzlük peşinde koşması (Gılgamış destanından
esinlenerek yazdığı şiirine Ölümsüzlük Ardında Gılgamış demesi gibi) zaman anlayışını da
değişikliğe uğratır. Ancak, Melih Cevdet’in 1976 yılında Konur Ertop ile yaptığı söyleşide
dile getirdiği şu düşünceleri, ölümsüzlüğün mü zamanı yadsımaya uğrattığını, yoksa zamanın
yadsınılmasının bir sonucu olarak mı ölümsüzlüğün kendiliğinden ortaya çıktığını belirlemede
önemlidir. “...ben de şiirim için gerekli bulduğum Hümanizmayı eski Anadolu’da aradım.
Onun üstüne çalışırken, günümüzü yazdığım duygusuna kapılıyorum. Başka türlüsü de işe
yaramazdı zaten. Hitit’ten, Frigya’dan, Likya’dan bir kişi ya da bir olay anlatırken kendimi o
zamanda, o olayı günümüzde varsayıyorum. (...) ‘zaman’ teması böylece benim mitologya
merakımla birleşiyor. Zamanın geçişinin kaldırılıvermesi bu eski masallara birden bire
7
Montaigne’in şu görüşü bu bakımdan dikkate değerdir. “Her şeyin bir adı bir de kendisi vardır. Ad, nesneyi
gösteren, anlatan bir sestir; ad, nesnenin, özün bir parçası değildir; nesneye eklenen yabancı, nesne dışı bir
takıntıdır.” (Montaigne 1999:97). Anday’ın “Sözler ve İşler” (Anday 1998:256) isimli düzyazı şiirindeki şu
ifadeleri de bu bağlamda anımsanmalıdır. “Hiçbir sözcük, simgelediği nesneden bir şey taşımaz kendinde.
Nesnelerle sözcükler birbirlerinden kesinlikle ayrılmışlardır, böyle olduğu için de yanyana yaşamak
zorundadırlar. Nesneleri anlamanın olanağı yoktur. Herhangi bir otu topraktan koparıp bakın, onu elinizden
atacaksınızdır, başka bir şey yapamazsınız; çünkü ot kendi kavramını bilmez ve dil söylemek için değil,
işitmek içindir. (...) Anlamak nesneleri yadsımakla gerçekleşir. Anlam dünyası bomboştur ve orada gözün
hiçbir yeri yoktur.”
11

güncellik kazandırıveriyor. En önemlisi de, yaşam ile ölümü birbirine karıştırıyor, ikisi
arasındaki zıtlığı ortadan kaldırıyor. Son kitabımdaki şiirlerin bir çoğunu bu üçlü bakış
açıklamaya yardım eder sanırım.” (Ertop 1976:5). Yine şairin 1982 yılında Zeynep Oral’la
yaptığı söyleşide dile getirdiği şu düşüncelerini de bu bakımdan anımsatmak gerekir.
“Ölüm konusunu zaman anlayışından ayrı düşünmeye olanak yoktur. Zaman sorunu
üzerine yeterince konuştuk. Ölüme gelelim: Doğa bakımından ölüm diye bir şey bulunduğunu
düşünmek ne saçmadır.
Doğa bir değişim ve ilişkiler dizgesinden başka bir şey değildir. Ama biz yaşamımızı
doğadan ayrı düşünmeye öylesine alıştırılmışız ki, durup dururken ve kimseye çaktırmadan
ölümümüze ağlıyoruz. Belki de arkamızdan ağlayacakları düşünüyoruz. Bunların tümü
saçmadır. Ölümümüze o kadar önem vermeyelim...” (Oral 1982:23)
Kolları Bağlı Odysseus’tan önceki şiirlerinde doğal bir sürecin devamı olarak
değerlendirilen ölüm, bu şiir kitabından sonraki şiirlerinde ‘doğanın sıradan düzeni’ (Anday
1994:86) olarak algılanır ve bu, doğa ile ilintili verilmesine karşın, doğa içinde ölümün saçma
olduğunu vurgulamaya kadar varır. Çünkü doğa, daima bir devingenlik içindedir ve ölüm
yoktur. Zaman, süreklilik düzlemine oturtulur ve doğa gibi daima devingen bir görünüm
olarak işlenir. Doğadaki devingenlik, zaman kavramının yorumlanmasına nasıl olanak
sağlamış ve süre giden bir olgu olarak işlenmişse, ölüm / ölümsüzlük de bu düşünsel everene
simetrik olarak ele alınmıştır. 1982 yılında Anday’la yapılan söyleşide şairin, “Ölmemiz
doğanın umurunda değil ki. Ölmemiz diye bir olay yok. Bu nedenle zaman da yoktur.” (Yücel
ve diğerleri 1982:11) demesi bu düşünsel evreni çok açık bir şekilde ortaya koyar.
Anakronik zaman aralıklarının atlanması / yadsınması, şiir öznesinin [“Gizi nedir
ölümsüzlüğün, yolu yordamı ne?”(Anday 1998: 95)] denilerek ölümsüzlük tutkusu içinde
verilmesi, insanın tinsel varoluş sürecini verme ereğine hizmet eder. Bu tinsel varoluş süreci,
insanlığın ortak belleğini ve bilincini yansıtması için özenle birçok tema içinde işlenmiştir.
Şairin “This is the mytologh of modern death” (Anday 2000:165) dediği yerde modern insanın
ortak bilinç ve bellekten uzaklaşması, doğaya ve kendine yabancılaşması8 insanal bağlamda
bir değer yitimi olduğu için ölüm mitolojisi olarak görülür. İnsanı var kılan değerlerin
silinmesi ile ortaya çıkan durumun, ölüm olarak değerlendirilmesi bu bakımdan önemlidir.
Şairin 1950’de yazdığı “Çürük” isimli şiirinde yineleme yolu ile baskın kılınan “kokuyor”
sözcüğü toplumsal bir bozulmuşluğu vurguluyor olmasının yanı sıra, betimlenen yaşam
alanının (otomobilleri, hastaneleri, okulları, kitapları, dergileri...ile) modern bir şehir
8
Modern insanın doğaya yabancılaşması bağlamında Anday’ın şu görüşü önemle yer alır ki, bu düşünce aynı
zamanda şairin neden ilkel insanı yücelttiğini göstermesi bakımından da önemlidir. “...insan dediğiniz biraz da
ilkel olmalıdır ki, taşla, toprakla bağlantısı kopmasın.” (Anday 1975:141)
12

görünümü çiziyor olması da bu noktada başka bir anlam alanının açılmasına sebep
olmaktadır.
“Akasya ağaçları akasya kokuyor
Bahçelerde güller gübreler kokuyor
Geçen otomobil benzin kokuyor
Otomobilin içindeki dehşet kokuyor
Bu lavanta kokusunu koklayan adam ne kokuyor
Rakı kokuyor
Kızlar oğlanlar ter kokuyor
Hastaların kapanmamış yaraları kokuyor
Sağlamların açılacak yaraları kokuyor
İnsanların elleri, gözleri, kalpleri kokuyor
Açlıktan nefesleri kokuyor
Çürüyen dişleri, derileri, beyinleri kokuyor
Duyguları, düşünceleri, sesleri, sözleri kokuyor
Yazdıkları, okudukları kokuyor
Çürüdükçe kokuyor
Kitaplar, dergiler, afişler, mektuplar kokuyor
Dostluklar, aşklar, arkadaşlıklar kokuyor
Havalandırılmamış odalar kokuyor
Sofalar, evler, apartımanlar kokuyor
Mahalleler, şehirler, memleketler, kıtalar kokuyor
Çürüdükçe kokuyor
Duymuyor musunuz kokuyor
Kokuyor kokuyor kokuyor kokuyor.”
(Anday 2000:90)
Yunan söylence bilimindeki Poseidon ile Gaia’dan doğma sayılan Antaios’un
yenilmezliğinin (ölümsüzlüğünün) kaynağı, anası Toprak’ın üstüne düşünce doğruluyor
olmasıdır. Antaios’un anası Toprak, nasıl onu var kılan değerlerin adı ise ve ondan ayrılınca
ölüyorsa (Herakles, Antaios’u sırtına alıp, ayaklarını yerden keserek öldürür), insan da
(özellikle modern insan) kendisini var kılan değerlerden uzaklaşınca ölüm mitolojisinin
konusu olmaktadır. Anday’ın “This is the mytologh of modern death” (T. Ş. I, s.165) derken
ifade etmek istediği de budur.
Yirminci yüzyıl sanatçısının en önemli sorunlarından biri kimlik sorunu olmuştur.
Kimlik bunalımı, yüzyıl başlarında önemli bilimsel, düşünsel atılımların, toplumsal
çalkantıların ürünüdür. Bilimsel alanda Darwin’in evrim kuramı, Freud’un bilinçaltı,
Einstein’in görecelik kuramları, teknolojik yeniliklerin bireyi doğadan uzaklaştırdığı inancı,
toplumda ise I. Dünya Savaşı’nın inançları sarsan etkileri, ayaklarını sağlam ‘toprağa’
bastığına inanan insanları önemli bir sorunla karşı karşıya bırakır: Bastıkları ‘toprak’
gerçekten sağlam mıdır sorusunun cevabı aranmaya başlanır. Aranan cevaplarda din büyük
bir yenilgiye uğratılır. Tanrı düşüncesi eski inandırıcılığını kaybeder. Nietzsche’nin, “Deli”de
13

ifade ettiği: “Deli ortalarına dalar, onları bakışlarıyla deler. Nerde mi Tanrı? diye bağırır.
Söyleyeyim: ÖLDÜKDÜK ONU, sen, ben. Hepimiz katilleriyiz. (...) Tanrı öldü...” (Nietzche
1970). Modern insanın ölüm mitolojisinde yer alan Tanrının ölümü ve hiçlik duygusu, şairi
insanın varoluş sorununu yeniden değerlendirmeye almasına sebep olur. Anday’ın, Kolları
Bağlı Odysseus hakkında, -Nermin Menemencioğlu’na yazdığı mektupta;“Bu kitap, insan
davranışlarının tarihsel bir hikayesi...(dir)” (Menemencioğlu 1963:28). demesi son derece
önemlidir.
Anday’ın, 64 yıllık şiir etkinliğinde ölüm asla ferdi duygulanmaların bir yansıması
olarak yer almamıştır. O, ölüm karşısında ‘gözü yaşlı bir baba’ olmadığı gibi, Tanrı’yı
sorgulayan feylesof olmaya da yeltenmemiştir. Anday şiirinde temel sorunsal, insanı tinsel ve
belleksel bir varlık olarak kavramak ve anlatmak olmuştur.
14

Bibliyografya

Anday, Melih Cevdet (1975). Sosyalist Bir Dünya, Çağdaş Yayınları, İstanbul
Anday, Melih Cevdet (1984). Akan Zaman Duran Zaman I, Adam Yayınları, İstanbul
Anday, Melih Cevdet (1989). “Selam Olsun”, Cumhuriyet, 29 Eylül, s.2
Anday, Melih Cevdet (1990). Sevişmenin Güdüklüğü ve Yüceliği, Çağdaş Yayınları, İstanbul, s.171
Anday, Melih Cevdet (1991). “Arkaya Bakmak”, Cumhuriyet, 10 Mayıs, s.2
Anday, Melih Cevdet (1994). Geleceği Yaşamak, Adam Yayınları, İstanbul
Anday, Melih Cevdet (1994). İmge Ormanları, Adam Yayınları, İstanbul
Anday, Melih Cevdet (1981). Ölümsüzlük Ardında Gılgamış,
Anday, Melih Cevdet (1998). Ölümsüzlük Ardında Gılgamış (Toplu Şiirleri II), Adam Yayınları, İstanbul
Anday, Melih Cevdet (2000). Rahatı Kaçan Ağaç (Toplu Şiirleri I), Adam Yayınları, İstanbul, s.121
Ertop, Konur (1976). (Söyleşen), “M. Cevdet Anday’la “Teknenin Ölümü” Kitabı Üstüne Konuşma”,
Cumhuriyet, 22 Mayıs, s.5
Ertop, Konur (1991). (Söyleşen), “Melih Cevdet Anday Şiir Dünyasını Anlatıyor”, Gösteri, S.132, Kasım, s.7
Hızlan, Doğan (1966). “Özlemini Duyduğu Güzel Günlerin Şairi Melih Cevdet”, Papirüs, S.7, Aralık, s.48
Kayıran, Yücel (1994) “Melih Cevdet Anday’ın Şiirine Bir Giriş Denemesi”, Sombahar, S.23, Mayıs- Haziran,
s.56
Menemencioğlu, Nermin (1963). “Kolları Bağlı Odysseus”, Ataç, S.11, 1 Mart, s.28
Montaigne (1999). Denemeler, (Çev.: Sabahattin Eyüboğlu), Cem Yayınevi, İstanbul, s.97.
Nietzche, F. (1970). Böyle Buyurdu Zerdüşt, (Ön söz), (Çev.: A. Turan Oflazoğlu), Bilgi Yayınevi, Ankara
Oral, Zeynep (1982). (Söyleşen), “Melih Cevdet Anday: Aşka, Yalnızlığa, Yaşlılığa, Zamana, Yaratıcılığa
Dair...”, Milliyet Sanat, S.40, 15 Ocak, s.23
Rifat, Oktay (1954). Karga ile Tilki, Yeditepe Yayınları, İstanbul
Yılmaz, İhsan (2000). (Söyleşen), “Atatürk’le İçmek İstemezdim”, Hürriyet, 16 Nisan, s.6
Yücel, Tahsin ve diğerleri (1982). (Söyleşenler), “ ile ∆ Arasında Melih Cevdet Anday”, Çağdaş Eleştiri,
S.2, Nisan, s.11

You might also like