Download as doc, pdf, or txt
Download as doc, pdf, or txt
You are on page 1of 5

Gerçek Kürt Sorunu

Kürtlerin sorunu ne?

Kürt olduğu için haklarından mahrum kalan kaç Kürt vardır?

Fırat’ın batısına geçtiği zaman insani haklarından mahrum kalan kaç Kürt vardır?

Güncel bir tespit olarak; Fırat’ın batısına geçebilen Kürtler doğuda kalanlardan neden
daha iyi durumdadır?

Ayrıca bunların Türklerden dahi iyi konumda olmalarının sebebi Kürtlere haksızlık
yapılması mıdır?

Yoksa bu ülkede bir asırdır Kürtlere değil de asli unsur olan Türklere mi haksızlık
yapılmaktadır?

Bu soruların hiç birisine doyurucu bir cevap verilemez. Ayrıca gerçek cevaplardan hiç
birisi devlet ya da benimle alakalı değildir. Çünkü Türkiye’nin tarihsel nitelikli “geri
kalmışlık sürecinde” Türk toplumu olarak vasıflandırılan kesimler, her zaman için devlet
karşısında, devletin devlet vasfından kaynaklanan nimetlerinden vareste tutulmuşlardır.

Türk toplumunun tabanını oluşturan ve künyesinde sadece “vatandaş” yazanlar, devletin


(daha doğrusu devleti ele geçiren devletlûların) ezici ve ayrımcı tutumu karşısında
sınıfsal bakımdan ezilmişlerdir. Künyesinde vatandaştan başka tanımlayıcı ve ayırıcı sıfat
bulunmayan herkes, hem devletin nimetlerinden mahrum bırakılmıştır hem de devletin
mali yükünü üstlenirken diğer sınıflar tarafından devletin eliyle ezilmiş ve sömürülmüştür.

Bu anlatılanlar bakımından Kürt Sorununu ele alınca Kürtlerin durumu ya da geri kalmış
konumu arasında ne Türkler ne de Türk Devleti arasında ideolojik anlamda kasıt içeren
bir illiyet bağı kurulması mümkün değildir.

Kürtlerin geri kalmışlığıyla ilintilenen daha doğrusu Türk Devletinin kuruluş paradigmasına
bağlanan Kürt Sorunu aslında iki konuyla alakalıdır.

Bunlardan birincisi bu verimsiz coğrafyanın, imkânları zaten kıt olan devletin


nimetlerinden diğer bölgelere göre kısmen daha az faydalanmasıdır. Cumhuriyetin
kuruluşundan itibaren ekonomik sistem; “kurucu irade ile Müdafai Hukuk Dernekleri
üzerinden kusursuz bir ittifak kuran burjuvazinin” denetiminde olmuştur. İşbirlikçi
ve kapitalist yönü ağır basan bu kesim “bir milli ekonomi modeli yaratmaktansa
Merkantil bir yaklaşımı tercih ederek Ege ve Marmara gibi daha kazançlı
bölgelerde kümelenmeyi” tercih etmiştir. Sonuç olarak durum sadece Güneydoğu
Anadolu Bölgesini değil tüm Anadolu’yu fakirleştirmiştir. Bu yönelimin bir sonucu olarak
bugün Ege ve Marmara bölgelerinde Kastamonu’dakinden çok Kastamonulu,
Erzurum’dakinden çok Erzurumlu, Sivas’takinden çok Sivaslı, Mardin’dekinden çok
Mardinli vardır. Elhak aynı durum diğer pek çok il için de geçerlidir.

Bu söylenenler tüm Anadolu’nun geri kalmışlığının yanında Güneydoğu Anadolu


Bölgesinin geri kalmışlığı için genel bir durum iken geri kalmışlığın sadece Kürtlere
özel olan kısmı ise doğrudan Kürtlerin sosyolojik yapısıyla alakalıdır. Bugün Kürt
Sorunu diye adlandırabileceğimiz konu aslında bu yapıyla ilgili sorunlardır.

Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerindeki aşiret olgusunun yarattığı kadim nitelikli


hiyerarşik yapı sorunu hem yaratan hem de geri beslemeye tabi tutan başlıca sorundur.
Kürtlerin bu noktada asıl sorunu kendi ileri gelenleri tarafından Fırat’ın doğusunda

1
sıkıştırılmış olmalarıdır. Dikkat edilirse batıya göçmüş, göçürülmüş ya da iş arama gibi
sebeplerle gitmiş olan Kürtler bu zincirden kısmen de olsa kurtulduğu için doğudakilere
nispeten daha özgürdür.

Doğuda süregelen bu hiyerarşik yapıyı güçlendiren ve zaman içinde devlet desteğiyle


meşrulaştıran durum ise cumhuriyetin kuruluş döneminde “kurucu kadronun” gittiği
ittifaklardır.

Bilindiği gibi cumhuriyet; “aydın-asker bürokrasisi, şehirli burjuvazi[1], siyaset


erbabı ve taşra eşrafı” şeklinde oluşan üçlü ittifak ile kurulmuştur. Devlet bu ittifak ile
merkeze yakın bölgelerdeki eşrafı merkezdeki güç paylaşımına ortak ederek onları
“kuruluş” sırasında verdikleri desteğe karşı ödüllendirirken Doğu ve Güneydoğu Anadolu
gibi uzak taşradaki yönetme imtiyazını da o bölgelerdeki eşraf ve feodal ağalara
bırakmıştır. Devlet bu yöntemle hem kendi otoritesini kısmen tüm sınırlar içerisinde zayıf
da olsa kurarken uzak bölgelerdeki yönetim sorunlarını da buradaki eşrafa havale ederek
merkezin hem yükünü azaltmış hem de içerde sağlanması gereken “ideolojik birlik
(uluslaşma) sorununa” yönelmiştir.

Menderes (Ege), Sazak (Eskişehir), Sökmen (Hatay Devletinin ilk ve tek cumhurbaşkanı
olan Tayfur Sökmen’in ailesi) aileleri merkezle iletişimi güçlü olan batı bölgelerindeki ilk
akla gelen ailelerdir. Bu ailelerin reisleri hem güçlü birer toprak ağasıdır hem de merkez
tarafından teveccüh buyrularak siyasete giren, kendi bölgelerini Ankara’da temsil eden
ailelerdir. Bu ailelerin güçlü bir müttefiklik özellikleri vardır. Özellikle Sökmen ailesi hala
diğer akrabaları ile birlikte Çukurova’da çok geniş arazilere hükmeden, Türkiye
Cumhuriyeti’ne Hatay’ı hediye eden aile olma özelliği ile özel bir yere sahiptir. Diğer
ailelerin de birinci, ikinci ve üçüncü kuşakları daha sonra görüleceği gibi vekillik hatta
bakanlık, başbakanlık yapmıştır[2].

Doğudaki eşrafın öde gelenleri ise özellikle “Ermeni Sorunu” karşısında Osmanlının
yanında Hamidiye Alayları gibi oluşumlarla yer almış olan aşiretlerden oluşturulmuştur.
Ayrıca doğudaki ortak seçimi konusunda Şeyh Sait İsyanı gibi, genç cumhuriyet için
tehlikeler içeren olayların da etkisi vardır. Devlet bu yollu davranışlara tevessül eden aile
ve aşiretleri kendine daha yakın gördüğü aileler yoluyla baskı altına almayı tercih
etmiştir. Ancak her şeye rağmen doğudaki hiyerarşik yapılanmanın cumhuriyet öncesine
giden sosyolojik ve dinsel kökleri olduğu için devlete rağmen gücünü devam ettiren
aileler de vardır. 1980 sonrası dönemde ise PKK terörüne bulaşmayan aileler,
“Koruculuk Sistemi” ile ortaklığa dahil edilmişlerdir. Kinyas Ağa, Bucak Aşireti,
Drejanlar, Şeyh Cevheri Ailesi gibi kişi ve aşiretler devletin doğuda imtiyazlılarının
başında gelir. Özellikle Dersim İsyanı, Şeyh Sait İsyanı, Ağrı İsyanları gibi olaylar devletin
bu yeniden düzenleme faaliyetini artırmış, güçlendirilen aşiretler diğerlerinin
sindirilmesinde önemli roller oynamışlardır.

Ayrıca bölgenin sosyolojik ve dinsel şebekelenmesi dolayısıyla Şeyh Sait’in bir kısım
varisleri, Ahmet Türk, Musa Anter, Cüneyt Zapsu, Egemen Bağış, Abdulmelik Fırat, M.M.
Dengir Fırat gibi bölge yapılanması ve siyaseti üzerinde her zaman bir vesayet gücü olan
aile ve kişiler de vardır[3].

Unutulmaması gereken bir konu daha vardır, o da özellikle terörün yarattığı kamplaşma
ve kümelenme dolayısıyla güçlenen bir Kürt aristokrasisi ve burjuvazisi de vardır. Bunlar
büyük ölçüde Ankara’daki siyasi müttefiklerin el altından sağladıkları destekle ve asıl
önemlisi terörün yarattığı otorite boşluğu ile artan uyuşturucu ticareti ile aykırı bir güç
odağına dönüşmeye başlamışlardır. Zaten bugünkü ortamda siyasal sorunların göbeğinde
de bu kesimler vardır.

Daha önce “Patron – Yanaşma Demokrasisi” ve “Türkiye’de Muhafazakarlığın


Tarihi ve Kökleri” yazılarında kısmen ele aldığımız gibi kırsal kesimlerdeki halk kitleleri,

2
kendisini denetiminde tutan kendi muhafazakar elitleri tarafından sindirilmiş ve
ezilmişlerdir.

Devletin, Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerinde “feodal ağalık düzenine” verdiği


geniş imtiyazlar, mevcut sistemin bölgedeki dinsel ve sosyolojik dinamiklerle daha da
derinleşerek dünyadan bihaber kapalı bir toplum yaratılmasına yol açmıştır[4]. Bu
bilgisizlik ve bihaberlik durumu bölge içi aşiret didişmeleri ile daha da derinleşme
göstermiştir. Bunu sağlayan ise bölgenin merkezde siyasi temsilinin aşiretler ve onların
önde gelenlerince yapılmasıdır.

Türkiye’deki temsili demokrasi sistemi Şeyh Sait İsyanı’nın yaşattığı tatsız tecrübenin de
etkisiyle bölgede merkez ile iyi geçinenlerin kollanmasına bu yolla da bu kesimlerin bölge
üzerindeki nüfuzunun artmasına yol açmıştır. Bu demokrasi anlayışının bölgeye en keskin
yansıması ise bu kast yapılanmasının en tepesindeki kişilerin, seçmen iradesine asla izin
vermeyen bir “patron-yanaşma” ilişkisi ile meşruiyetlerini kendi “marabasına”
(demokrasideki adıyla seçmen) tescil ettirmeleri olmuştur. Sonuç olarak sosyolojik bir
olgu olan “maraba kült’ü” zaman içinde bir siyasal meşruiyet aracına dönüşmüştür.
Soyutlamadan arınıp somut birkaç örnek verecek olursak; Şeyh Necmettin Cevheri, Sedat
Bucak gibi dinsel ya da feodal otoriteler yıllarca bölge insanı üzerinde var olan
tahakkümleri sayesinde merkezde bölgenin temsilcisi sıfatını taşımışlardır.

Bu kastlaşmış yapı, bölge insanının kendileri için münbit bir insan kaynağı olmasından
dolayı bölge insanının geri kalmışlığını bilinçli bir şekilde beslemiştir. Bu yapının devam
edebilmesi için bu elitler merkezi otorite ile her zaman işbirliği içinde olmuşlardır.

Başlangıçta ittifakı yaratan, kurucu parti olan CHP iken 1945 Toprak Reformu girişimi ve
İnönü’nün İkinci Dünya Savaşı yıllarında halka çile çektirenlerden hesap soracağına[5]
ilişkin beyanlarda bulunması üzerine bu kesimlerin İnönü ile ortaklığı bozarak yollarını
ayırmasına neden olmuştur. Ayrıca İnönü’nün kuruluş’un tamamlandığına olan
inancından dolayı bir takım köklü değişikliklerin de işaretini vermesi en çok da güç
paylaşımının burjuvaziden ve feodal sınıflardan olan kesimlerini tedirgin etmiştir.

Durumun tehlikeli sinyaller vermesi üzerine gerek merkez burjuvazisi gerekse taşra eşrafı
topyekun, iktidarın yeni adayı olan DP’yi desteklemiştir. Burjuvazinin ve eşrafın da
desteği ile kitlesel bir teveccühe nazar olan DP iktidara gelirken bu kesimler devletin hem
gazabından kurtulmuşlar hem de yeni ortaklarından daha güçlü taleplerde bulunabilir
olmuşlardır. Ki 1950–1960 arasında burjuvazi mahallelere inerken eşraf kesimi de faha
güçlenmiş, 1963 Toprak Reformu ile dağıtılan hazine/devlet toprakları da yine bu
sınıfların elinde toplanmıştır.

Bozulan ortaklığın ilerleyen siyasi hayatımıza en büyük etkilerinden birisi ise bu bölgeden
bu tarihlerden sonra CHP’ye hiçbir şekilde çoğunluk kabul edilebilecek ölçüde bir oyun
çıkmamış olmasıdır. Bugün de hala etnik yönelimi olmayan oyların % 90’dan fazlası hala
1950’lerdeki ittifakın varisi olan ve bölgenin muhafazakar elitlerine “açık çek veren sağ
partilere” gitmektedir. Bölgenin sağ partilerden seçilen siyasi kimlikleri ise ezici bir
çoğunlukla bölgenin ileri gelen ailelerinin “aile içinde seçilmiş” temsilcileridir.
Günümüzdeki seçilen bu aile içi seçkinlerin bir kısmının eskiye nazaran daha bir “okumuş
çocuk” olmaları genel anlamda manzarayı değiştirmediği gibi bu ailelerin ülke dışına
taşan bir güç yapılanmasına sahip olmaya başladıklarına da işaret eder.

Açıkça görüldüğü gibi Kürt Sorunu, Türkiye’nin uygulamalarıyla daha doğrusu güttüğü
ayrımcı bir politikayla ilgili değildir. Zaten var olan sorunun çözülememiş olmasından
devlet erkini elinde tutan siyasi kesimlerin elbette ki kusuru vardır. Ancak burada
doğrudan devletin kendisine ya da ideolojisine atfedilebilecek bir kusur söz konusu
değildir. Bu bölge ile ilgili asıl sorun bölge insanının “patron – yanaşma” ilişkisi içine
sıkıştırılmış “maraba kimliği’dir”.

3
Nasıl ki etnik manada Türk dediğimiz insanların sorunu vatandaş sıfatından başka bir
kimliğe sahip olamadıkları için kendi muhafazakar elitleri tarafından sömürülmekse
Kürtlerin sorunu da kendi muhafazakar elitleri olan eşraf/ağalar karşısında maraba
kimliğinden kurtulamayışlarıdır.

Bu yüzden tüm Kürtleri başımıza taç yapsak da onların sindirilmiş kalplerine ve iğdiş
edilmiş anlaklarına işlemiş olan o sarsılmaz “maraba kültü’nü” ortadan kaldıramadığımız
sürece çözülemeyecek ve daha da derinleşecektir. Çünkü Kürtlerin önce marabalıktan
insan olma özelliklerine geçiş yapabilmesi şarttır. Bu yapı kırılamadığı sürece Kürtler;
hem modern Şeyh Sait’lerin oyuncağı olmaya hem de geçimlerini Kürtlerin marabalığı
üzerinden sağlayan kendi efendileri tarafından sömürülmeye devam edeceklerdir.

Sanırım asıl açılımın nerden başlaması gerektiği şimdi daha iyi anlaşılmıştır. İyi niyetli bir
vatandaş olarak ilk açılım önerisini de ben yapayım;

İçinde 70 civarında Kürt milletvekili olan AKP ve 20 civarında Kürt vekili olan DTP’deki
dünyevi ve uhrevi ağaların topraklarındaki köleleştirilmiş marabaları önce bu ağalardan
kurtaralım. Bu sayede bu 90 kişinin el altından hükmettiği insanlara siyasal içerikli Kürt
kimliğinden önce vazgeçilmez nitelikteki “insan kimliğini” kazandırmış oluruz. Eğer ki
bölge insanı gerçek anlamıyla insan olmanın getirdiği “sui generis” statü ile tanışırsa
emin olun ki terör de geri kalmışlık da kendi mecrasında çözüme kavuşur.

Ama önce bu bölgenin insanlarına insan olma hakkını “sui generis” vasfıyla verelim…

[1] Son tahlilde, şehirli burjuvazi ile aydın-asker bürokrasisi aynı aileden sayılırken taşralı
eşraf ayrı bir sınıf, siyaset erbabı ayrı bir sınıf olarak değerlendirilebilir. Neticede
cumhuriyet bu üç ana kesimin ittifakı ile doğmuş ve hayat bulmuştur. Vatandaşa ise
seçimden seçime bu konsensüsü teyit etmek düşmüştür.

[2] Menderes Çakırcalı Çiftliği’nin mektepli ağasıdır ve 15 yıl CHP vekilliği yaptıktan sonra
1945 Toprak Reformu ile CHP’den tamamen kopmuş, dünyanın yeni hakimi olan ABD ile
ittifaka giderek başbakan olmuştur. Bu ittifakı bozmak istemesi ise sonunu getirmiştir.
Sazak ailesi, Emin Sazak’ın reisliğindeki bir ailedir. Emin Sazak 30 yıl vekillik yapmıştır.
Gün Sazak ise MHP’den bakanlık yapmıştır. Bu görevde iken sağ-sol kavgası yüzünden
terör saldırısına kurban gitmiştir. Ailenin diğer bir fertleri de oldukça tanıdık
simalardır. Tayfur Sökmen’in oğlu Murat Sökmenoğlu ise hem ANAP hem de MHP’de
siyaset yapmış bir dönem de TBMM Başkanvekilliği yapmıştır. Ayrıca Sökmenoğlu, derin
devlet olarak adlandırılan Encümen-i Daniş’in deşifre olan üyelerinden biridir.

[3] Bu gurubu oluşturanlar büyük ölçüde cumhuriyetin paradigması ile sorun yaşayan
ancak bu muhalif kimliklerine karşın bölge siyaseti ve insanı üzerinde çok güçlü olan
insanlardır. Bunların hepsi kan bağı sayesinde sivrilmiştir. Şeyh Sait’in torunu ile
evlenerek onunla kan bağı kuran sanatçı Yılmaz Erdoğan da artık bu gruba dahil edilebilir.
Bölgenin kan bağı dışında özellikleri ile yükselen, bölgenin gerçek sorunlarına eğilen ve
devlete fazla muhalefet etmediği için kıymet sahibi olamayan Ahmet Arif gibi ünlülerinin
de olduğunu bu çerçevede unutmamak gerekir.

[4] Bu bölgede var olan kapalılık hali Sovyetler Birliği vatandaşlarının konumuna oldukça
benzemektedir. Sovyet sisteminden başka bir sistem tanımayan “köleliğe evrilmiş ve
beyni yıkanmış halk kitleleri” hep en mükemmel sistemin komünizm olduğuna
inanmışlardır. Bu yüzden de sistemin yıkılışı halk ayaklanması ile değil de Gorbaçev’in
başını çektiği batı destekli bir avuç insan ile olmuştur. Bu bölge insanının da önemli bir
dışa kapalılık sorunu vardır. Şehre göçenlerin kısmen aydınlanması söz konusu olsa da

4
onlar da PKK ile devlet arasında sıkışmış durumdadır. Ayrıca Kürtlerde Sovyet halkına çok
benzeyen bir özellik daha vardır. Sovyetlerde az ya da çok çalışmak bir şeyi
değiştirmezken devlet standart yaşamsal ihtiyaçları karşılardı. Bu da insanlarda
“tembellik hakkı” denen bir durum yaratmıştı. Günümüzde, elektrik, su faturasını dahi
ödemekten kaçınan Kürtler için fıkralarda bile dile getirilen “Devlet versin” anlayışı tam
da bu kapalılık halinin ve tembellik hakkının bölge insanına yansımasıdır.

[5] İnönü özellikle karaborsacıları hedef alan açıklamalar yapmıştır. Aynı zamanda
1945’te uygulanan Toprak Reformu’nda devletin dağıttığı toprakların okuma yazma
bilmeyen halkın elinden sahte evraklarla alınması İnönü’nün hesabını görmek istediği bir
başka önemli konudur.

You might also like