Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 8

Frankfurt Okulu

Frankfurt Okulu

Almanya’da 1920’li ve 30’lu yıllarda ortaya çıkan Frankfurt Okulu’nun menşei, Marksizmin ya
da her türlü tahakkümü eleştirmek ve ortadan kaldırmak gibi pratik bir niyetle tasarlanmış bir
kuramın kapsamını neyin oluşturduğu tartışmasından bağımsız değildir.

Okulun düşünsel gelişim eksenini kavramak için, bu eksenin bağlamını oluşturan çalkantılı
olayların yerli yerine oturtulması gereklidir.: I.Dünya Savaşı’nın ardından Batı Avrupa’daki sol
kanat işçi sınıfı hareketlerinin yenilgisi , Almanya’daki kitlesel sol kanat partilerinin reformist Ya
da Moskova denetimindeki hareketler şeklinde çöküşü, , Rus Devrimi’ni Stanilizme dönüşerek
yozlaşması Nazizm ve Faşizmin yükselişi. Bu olaylar , Marksizmden esinlenen, ama ya
sosyalizmin ' planı"nın tarihin kaçınılmaz bir parçası olduğu ya da "doğru" toplumsal eylemin
yalnızca , parti çizgisinin resmi duyurusunu takip edeceği görüşlerinin ne kadar yanıltıcı v e
tehlikeli olduğunu anlamaya hazır olanlar açısından temel sorunların sorulmasını sağladı.

Frankfurt okulu, doğrudan doğruya anti-Bolşevik bir radikalizm ve ucu açık bırakılmış ya da
eleştirel bir Marksizm ile ilişkilendirilebilir. Hem kapitalizme hem de Sovyet sosyalizmine
düşman olan Frankfurt okulunun yazıları, toplumsal gelişme için alternatif bir yol olanağı tutma
arayışı içinde olmuş; ve 1960 ve 1970'li yıllarda "Yeni Sol"a bağlı olanların çoğu ;
çalışmalarında, hem Marksist kuramı ilgi çekici bir yorumunu ve hem de Marksizme daha
ortodoks yaklaşımlar tarafından hem de hiç ulaştırılmayan konu ve sorunların (örneğin bürokrasi
ve otoriterlik) üzerinde önemle durulduğunu görmüşlerdir.

Frankfurt okulunun düşünceleri genel olarak "eleştirel kuram° başlığı altında


adlandırılmaktadır. (Jay 1973; Jacoby 1974). Ancak, eleştirel kuramın bir bütün oluşturmadığını
önemle vurgulamak gerekir. Eleştirel kuram, ona bağlı olan herkes açısından aynı anlama
gelmez. (Dubiel 1978; Held 1980). Bu ad altında gevşek bir biçimde toplanabilecek düşünce
geleneği iki kola ayrılmıştır. Birincisi, 1923'de Frankfurt’ta kurulan, 1933'de Almanya'dan sürgün
edilen, bundan kısa bir süre sonra Amerika'ya yerleşen ve 1950'li yılların başlarında Frankfurt
'ta yeniden kurulan "Toplumsal Araştırma Enstititüsü" etrafında toplanmıştı.

Enstitünün önemli üyeleri, Max Horkheimer (felsefeci, sosyolog ve sosyal psikolog), Friedric
h Pollock
(iktisatçı ve ulusal planlama sorunları konusunda uzman),
Theodor Adorno
(felsefeci, sosyolog müzikolog),
Erich Fromm
(psikanalist, sosyolog),
Herbert Marcuse
(felsefeci),
Franz Neuman
(siyaset bilimci, özellikle hukuk alanında uzman),
Leo Lowenthal
(popüler kültür edebiyat konularında uzman),
Henryk Grossman
(siyasal iktisatçı),

1/8
Frankfurt Okulu

Arkadij Gurlarland
(iktisatçı, sosyolog) ve Enstitünün "dış çevresinin bir üyesi olarak
Walter Benjamin
(denemeci ve edebiyat eleştirmeni). Enstitünün üyelerine sık sık "Frankfurt okulu" olarak hitap
edilir. Ancak bu, Enstitü üyelerinin çalışmaları her zaman birbirine sıkıca bağlı ya da
tamamlayıcı bir projeler dizisinden oluşmadığı için, yanıltıcı bir adlandırmadır. Bir "okul" dan
meşru bir biçimde söz edilebilmesi, yalnızca Horkheimer, Adorno, Marcuse, Lowenthal, Pollock
ve (Enstitünün ilk dönemleri için) Fromm'un çalışmalarına referansla mümkündür ki, bu kişiler
arasında da oldukça temel görüş ayrılıkları bulunmaktadır.

Eleştirel kuramın ikinci kolu, Jürgen Habermas'ın felsefe ve sosyoloji alanlarındaki, eleştirel
kuram kavramını yeniden şekillendiren yakın dönem çalışmalarından kaynaklanmaktadır. Bu
yeniden şekillendirilme girişimine katkıda bulunanlar arasında, Albrecht Wellmer (felsefeci),
Claus Offe (siyaset bilimcisi, toplumbilimci) ve Klaus Eder (antropolog) bulunmaktadır. (Wellmer
1974).

Aşağıda yapılacak olan değerlendirme, Frankfurt okulunun önde gelen üyelerinin -Adornoo,
Horkheimer, Marcuse ve Habermas- çalışmalarına yöneliktir; onlar, eleştirel bir toplum
kuramının geliştirilmesinde bugüne dek başlıca katkıları gerçekleştirmiş olan kişilerdir. Bu tür bir
kuram fikri, onların çalışmalarındaki birtakım ortak ögeler aracılığıyla saptanabilir. Eleştiri
kavramının akıl ve bilginin olanaklılığının koşullarına yönelik bir ilgiden (Kant), tinin ortaya çıkışı
üstüne düşünmeye (Hegel) ve daha sonra da özgül tarihsel biçimler üstünde bir
vurguya-kapitalizm, değişim süreci (Marx) doğru genişletilip, geliştirilmesi, Enstitü tarafından da
sürdürülmüştür.

Enstitü üyeleri, tüm toplumsal pratiklerin tartışılmasında eleştirel bir perspektif geliştirmeye
çalıştılar; bu, ideoloji eleştirisiyle, yani asimetrik iktidar ilişkilerini gizlemeye ve meşrulaştırmaya
çalışan ve gerçekliğin sistematik bir biçimde tahrif edilmiş yorumları olan ideolojinin eleştirisiyle
uğraşan bir perspektifti. Onlar, toplumsal çıkarların, çatışma ve çelişkilerin düşüncede nasıl
ifade edildiği ve bunların tahakküm sistemlerinde nasıl üretildiği ve yeniden üretildiğiyle
ilgiliydiler. Bu sistemlerin incelenmesinin, tahakkümün kökleri konusunda uyanışı çoğaltmada,
ideolojileri geriletme ve bilinçlilik ve eylem değişikliklerini zorlamada yardımcı olacağını
umuyorlardı.

Öncelikle felsefe eğitimi almış olan eleştirel kuramcıların hepsi, Alman Felsefe Geleneğinin
temel kazanımları üzerine yazdılar. Amaçları bütün kapalı düşünce sistemlerinin kilidini kırmak
ve eleştirel projenin gelişiminin önüne set çeken gelenekleri yıkmak olduğundan, onlar bu
çalışmalarını, hem çözümleme hem de müdahale olarak kavrıyorlardı. Bu dört düşünür, Alman
idealizminin ilgilerinin çoğunu saklı tuttular  -örneğin, aklın, hakikatin ve güzelliğin doğası-; fakat
Kant ve Hegel'in bunlara ilişkin anlayışlarını yeniden formüle ettiler. Marx'ı izleyerek tarihi,
felsefe ve topluma yaklaşımlarının merkezine yerleştirdiler (örnegin, Marcuse 1941).

Ancak, her bir üye, bir yandan bütün bilginin tarihsel olarak koşullandığı fikrini muhafaza
ederken, öte yandan da bu bilgiye ilişkin hakikat iddialarının özgül toplumsal (örneğin sınıfsal)
çıkarlardan bağımsız bir biçimde rasyonel olarak değerlendirilebileceğini ileri sürdü. Eleştirel
kuramcılar, özerk bir eleştiri momentinin olanaklılığını savunmuştur (Horkheimer 1968, Adorno

2/8
Frankfurt Okulu

1966).

Eleştirel kuramcıların çalışmalarının çoğu, geçmişin ve günümüzün önemli felsefeci ve


toplumsal düşünürleriyle girilen bir dizi eleştirel diyalog etrafında odaklanmıştır. Frankfurt
okulunun önde gelen simaları, diğerlerinin yanısıra Kant, Hegel, Marx, Weber, Lukacs ve
Freud'un çalışmalarıyla ilgilenmeyi ve bu çalışmaların bazı yönlerini bir senteze ulaştırmayı
denediler. Habermas için, Anglo-Amerikan düşüncesinin belirli gelenekleri, özellikle dil felsefesi
ve son dönem bilim felsefeleri de önemlidir. Bu tür bir girişim için gerekli motivasyon her bir
kuramcı için benzerlik göstermektedir. Yani, disiplinler arası bir araştırma bağlamı içersinde,
toplumun yeniden üretimi ve dönüştürülmesini mümkün kılan koşullar, kültürün anlamı ve birey
toplum ve doğa arasındaki ilişki konusundaki soruların araştırılmasında bir temel oluşturma
arayışı.

Marksizmin Stalinist görünümüyle baskıcı bir ideoloji haline geldiğinin teslimi-böylece de


Marksizmin doktrinlerinin zorunlu olarak hakikati açıklayan anahtar konumunda olmadığının
doğrulanması-, eleştirel kuramın hayati öncüllerinden birini oluşturmaktadır. Bu yalnızca "klasik"
Marksist kavramların, (diğerleri arasında Stalinizm ve Faşizm gibi) bir dizi olgunun
değerlendirilmesinde yetersiz kaldığının değil, ama aynı zamanda Marksistlerin karşı karşıya
kaldıkları sorunların çözümünde -devrim neden Batı'da bekleniyordu ve neden gerçekleşmedi?-
Weber ve Freud gibi düşünürlerin düşünce ve kuramlarının önemli ipuçları sağladığının
kabulünü de beraberinde getirmektedir. Eleştirel kuramcıların Marksist olmayan düşünce
biçimlerine kıymet vermeleri ve bunları, uygulanabilir buldukları ölçüde de geliştirmeye yönelik
ilgileri, Marksizmi zayıflatmak yönünde bir çaba anlamına gelmez; tersine bu, Marksizmi
yeniden canlandırmak ve geliştirmek için gösterilen bir çabadır.

Bu anlamda, eleştirel kuramcılar, Marx'ın ekonomi politiğe yaptığı katkının önemini teslim
ederken, bunun günümüz toplumunu anlamada yetersiz bir temel oluşturduğunu
düşünmektedirler. Devletin giderek daha çok alanlara yayılması, "altyapı" ve "üstyapı"nın artan
kenetlenmesi, "kültür endüstrisi" adını verdikleri olgunun yayılması, otoriterliğin gelişmesi; bütün
bunlar, ekonomi politiğin diğer ilgi alanlarıyla bütünleştirilmesi gerektiğine işaret ediyordu.
Böylece siyaset sosyolojisi, kültürel eleştiri, psikanaliz ve diğer disiplinler, eleştirel kuramın
çerçevesinde kendilerine bir yer buldular. Mülkiyet ve kontrole ilişkin temel sorunun yanısıra,
işbölümü, bürokrasi, kültürel örüntüler ve aile yapısına ilişkin sorunları ortaya atan Frankfurt
okulu, "eleştiri"nin konusu olan alanı kesin bir biçimde genişletti ve "siyasal" nosyonunun
dönüşmesine yardımcı oldu.

Eleştirel kuramcıların çalışmaları, belki de Marxçı külliyatın en temel dayanağı olan üretim
tarzının, basitçe, nesnel yapılar, yani insani ajanların "zihinleri üzerinde" yükselen şeyler olarak
karakterize edilmesini önleyen karmaşık ilişki ve dolayımların gösterilmesiyle yola çıktı. Onlar,
özellikle, (görünürde özerk olan ekonomik "altyapı" tarafından yönlendirilen) tarihsel gelişmenin
tersine çevrilemez aşamalarını ve bu aşamaların anlaşılmasında doğa bilimlerinin
yöntembilimsel tarzının uygunluğunu vurgulayan tarihsel materyalizmin "determinist" ve
"pozitivist" yorumunu sorguladılar. Marx'ın kendisinin de reddettiği bir düşünce tarzına yani,
insani öznelliğin merkezi önemini gözardı eden bir "tefekkürcü materyalizm"e denk düştüğünü
iddia ettiler. Ortodoks Marksizmin geleneksel görüş açısı (Alman Komünist Partisinin doktriniyle
örneklenebileceği gibi), hem eylemin nesnel koşullarının hem de bu koşulların hangi tarzlarda

3/8
Frankfurt Okulu

anlaşıldığı ve yorumlandığının birlıkte incelenmesinin önemini kavramakta. başarısız kalmıştır.


Örneğin, kültür ya da kimlik.:oluşumunun öğelerinin çözümlenmesi zorunludur; çünkü "tarih",
"kısmen bilen öznelerin '' konumlanmış davranışları" tarafından "yapılmaktadır". Üretici güçler
ve üretim ilişkiler arasındaki çelişki, önceden belirlenmiş bir kriz. rotasına yol açmaz. Krizin
yönü, çözümünün doğası, toplumsal ajanların pratiklerine ve kendilerinin de içinde oldukları
durumu nasıl anladıklarına bağlıdır. Eleştirel kuram, yapı ve toplumsal pratikler arasındaki
karşılıklı etkilemelerin, nesnel ve öznel olanın belirli toplumsa olaylar içinde ve onlar aracılığıyla
dolayımının incelenmesini çağırır.

Sorunları formüle ediş tarzları açısından aralarında önemli farklar bulunmasına karşın, eleştirel
kuramcılar, gerçekleşebilirse toplumun rasyonelliğini arttıracak olan ilerdeki olanakları çağdaş
siyasal ve toplumsal sorunların incelenmesi aracılığıyla aydınlatabileceklerine inanıyorlardı.
Bununla birlikte ne yalnızca örtük olanı ortaya çıkarma, ne de Horkheimer ve Adorno'nun sıkça
belirttikleri gibi, unutulma tehlikesiyle karşı karşıya olan bir geçmişi -yani, özgürleşme için
yapılan mücadeleyi, bu mücadelenin nedenlerini, eleştirel düşüncenin kendi doğasını- yalnızca
"hatırlamaya" ya da "yeni den biriktirmeye" çalışıyorlardı; onlar aynı zamanda, kuram ve pratik
anlayışları aracılığıyla önemli yeni vurgular ve fikirler de geliştirdiler Marcuse'nin örneğin, (çileci
ve püriten bir bakış açısını sürdüren devrimcilere karşı) kişisel doyumu; (özgürlüğün basitçe
üretici güçler ve üretim ilişkilerindeki degişimi izleyeceği yolunda tartışmalar yapanlara karşı)
bireysel özgürleşmeyi; (varolan teknolojik biçimlerin gelişi ' 'nin hızlandırılması yanlılarına karşı)
insanlık ve' doğa arasında varolan ilişkilere karşı radika alternatifleri savunması...; bütün bunlar
geleneksel Marksist doktrinlerden belirgin bir ayrılma oluşturmaktadır (Marcuse 1955).

Bununla birlikte, Horkheimer, Adorno ve Marcuse hiçbir dönemde katı bir siyasal talepler dizisi
sunmadılar. Çünkü düşüncelerinin temel bir ilkesi, ki Habermas da buna dahildir, özgürlük
sürecinin bir kendini özgürleştirme ve kendini yaratma süreci gerektirdiğinde yatmaktadır. Bu
anlamda Leninist öncü örgütleri, bunların emek, bürokrasi ve otoriter önderlik arasında kronik bir
bölünmeyi yeniden ürettiğini düşündükleri için eleştirel bir biçimde değerlendirdiler. Eleştirel
kuramcılar, sürekliliği olan bir siyasal kuram üretmemiş olmalarına rağmen, özgürlük ve
sosyalizmi birarada düşünen ve rasyonel bir toplumun hedeflerinin, bu topluma ulaşmak için
gerekli araçlar içinde ve bu araçlarla tutarlı olarak tasarlanması gerektiğini iddia eden bir
gelenek içinde yer aldılar.

1930'lu ve 1940'lı yıllar boyunca Horkheimer'in yönetimindeki Toplumsal Araştırma Enstitüsü,


bireysel kimlik oluşumu, aile ilişkileri, bürokrasi, devlet, ekonomi ve kültürü içeren birkaç farklı
alanda araştırma ve çözümleme gerçekleştirdi. "Frankfurt" toplumsal kuramı olarak biline gelen
eleştirel kuram genellikle bildik Marxçı aksiyomlarla işe başlamış olsa da, bulgulan görülebilir bir
gelecekte toplumsal dönüşümün önündeki pek çok engeli aydınlattıkça, vardığı sonuçların
çoğunluğu geleneksel Marksist kurama aykırı düştü. Aşağıda belirtilen öğeler takımı, Frankfurt
okulunun kapitalist toplumda meydana gelen çağdaş gelişmeleri değerlendirmeleri açısından
önem taşımaktaydı.

BİRİNCİSİ, ekonomik ve siyasi olanın giderek daha çok bütünleşmesini getiren bir yönelim
saptadılar. Tekeller ortaya çıkıp, devlete müdahale ederken, devlet ekonomik süreçleri himaye
etmek ve sürdürmek için müdahalede bulunmaktadır.

4/8
Frankfurt Okulu

İKİNCİSİ, ekonomi ile siyasal toplumun (polity) giderek artan kenetlenmesi, yerel girişimin
bürokratik kararlara ve kaynaklara, pazar için- deki dağılımın merkezi planlamaya boyun eğişini
garantilemektedir. Toplum, giderek daha kendine yeterli hale gelen ama tek yönlü bir biçimde
üretime yönelen, güçlü (özel ve kamusal) yönetimler tarafından düzenlenmektedir.
ÜÇÜNCÜSÜ, bürokrasinin ve örgütlülüğün yayılması sonucu, araçsal aklın, yani önceden
belirlenmiş hedefler doğrultusunda araçları verimli olarak kullanmaya yönelik ilginin yayılması
aracılığıyla toplumsal yaşam artan bir biçimde rasyonelleşmektedir.

DÖRDÜNCÜSÜ, işbölümünün sürekli olarak genişlemesi, yapılması gereken işleri de


parçalamaktadır. Yapılan işler giderek artan ölçüde makineleştikçe, erkek ve kadın işçilerin
kendi emekleri üzerinde düşünme ve örgütlenme şansları azalmaktadır. Toplam iş sürecine
ilişkin bilgi, daha az ulaşılabilir hale gelmektedir. Mesleklerin çoğu, atomize olmuş ve yalıtılmış
birimler haline gelmektedir.

BEŞİNCİSİ, yapılan işlerin ve bu işlere ait bilginin parçalanması, sınıfsal tecrübeyi


zayıflatmaktadır. Tahakküm hiçbir zaman olınadıgı ölçüde giderek kişisellik dışı olmaktadır.
İnsanlar, kendine ait bir varoluşa sahip olduğunu gösteren amaçların yerine getirilmesi için
araçlar haline gelmektedir. Bu süreçleri koşullandıran belirli toplumsal ilişki örüntüleri -kapitalist
üretim ilişkileri- şeyleşmektedir. Toplumsal yaşamın giderek daha çok alanı, salt meta özellikleri
kazanmaya başladıkça, şeyleşme desteklenmekte ve toplumsal ilişkiler görülmedik biçim- de
daha az anlaşılır hale gelmektedir Çatışma, giderek, toplumun temelini sorgulamayan marjinal
sorunlarda onaya çıkmaktadır.

Frankfurt okulunun bu süreçleri çözümlemesi, görünürde anonim olan tahakküm biçimlerinin


özgül toplumsal temelini ortaya çıkartmak ve böylece de, insanların, kendiliğindenlik ve pozitif
eylem yeteneğine sahip "özneler olarak kendilerinin bilincine varmaları"nı neyin engellediğini
göstermek için yola çıkmıştır. Bu temanın izlenmesinde dikkat, "popüler kültür" aracılığıyla fikir
ve inançların aktarılması yolunun yani, benliğin dışsal (aile dışı) toplumsallaşması aracılığıyla
kişisel, özel alanın zayıflatılmasının yolunun değerlendirilmesi üzerinde odaklanmıştır.

Horkheimer ve Adorno, burjuva döneminin büyük sanatçılarının ürünlerinin, tıpkı Rönesans


ve Hıristiyan Ortaçağı'nın büyük sanatçılarının ürünleri gibi, tamamen pragmatik olan çıkarlar
dünyasından belirli bir özerkliği koruduğuna inanıyorlardı (Horkheimer ve Adorno 1947). Bu
sanatçıların yapıtları, biçim ya da üslupları aracılığıyla, bireysel tecrübelerini, bu tecrübelerin
anlamına ışık tutacak bir biçimde temsil ediyordu. Adorno'nun sıkça başvurduğu adıyla "özerk"
sanat, güzellik ve düzen ya da çelişki ve uyumsuzluk imgeleri gerçeklikten aynı anda hem
uzaklaşan ve hem de onu aydınlatan bir estetik alan üretmektedir Bu estetik alanın nesne
dünyası kurulu düzenden türetilmekte, ancak bu düzen konvansiyonel olmayan bir biçimde
resmedilmektedir. Bu suretle sanat, hem bilişsel hem de başkaldırıcı bir özelliğe sahiptir.
Sanatın "hakikat- içeriği", konvansiyonel anlam örüntülerini yeniden yapılandırması yeteneğinde
yatar.

Frankfurt okulu kuramcıları, onların dönemine kadar kültürün kendisinin bir "endüstri" ve
kültürel varlıkların çoğunun da metalar haline gelmiş bulunduğunu öne sürdüler. Burada
"endüstri" terimi, kültürel yapıntıların (artifact) "standartlaşması" ve "sözde bireyselleşme" ya da
farklarının marjinal olmasına (örneğin, televizyon Westernleri ya da film müzikleri) ve bu

5/8
Frankfurt Okulu

ürünlerin tanıtma ve dağıtım tekniklerinin rasyonelleşmesine işaret eder. Sanatsal biçimin


bütünselliğine önem vermeyen kültür endüstrisi, yaratılacak "etkinin öncelikle hâkimiyeti" ile
ilgilidir. Kültür endüstrisinin öncelikli amacı, gündelik hayatın sorumluluk ve ağır, sıkıcı işlerinden
geçici bir kaçış sağlayarak, oyalanma ve zihinsel uzaklaşma yaratmaktır. Bununla birlikte kültür
endüstrisinin sunduğu kaçış hakiki değildir. Çünkü onun sağladığı -talepler ve çabalardan
yalıtılmış- dinlenme, insanları yalnızca yaşamlarındaki temel baskılardan uzaklaştırmaya ve
çalışma azimlerini yeniden üretmeye hizmet eder. Televizyon, sanat, popüler müzik ve astroloji
çözümlemelerinde Adorno, özellikle "endüstri" ürünlerinin insanların kaçındıkları dünyanın
yapısını nasıl yalnızca kopyaladığını ve güçlendirdiğini göstermeye çalıştı. Kültür endüstrisi
ürünleri, hayattaki olumsuz faktörlerin doğal nedenlere ya da şansa bağlı olarak ortaya çıktığı
inancını ve böylece de, bir tür kadercilik, bağımlılık ve yükümlülük anlayışını güçlendirirler.
Kültür endüstrisi, mevcut düzen için bir "toplumsal sıva" üretir. (Adomo bunun bütün sanat ve
müziğin kaderi olduğu düşüncesinde değildi. Örneğin, Schönberg'in yaptığı atonal müziğin
eleştirel, olumsuzlayıcı bir işlevi saklı tuttuğu fikrini yorulmadan sürekli vurguladı.) Frankfurt
okulu, modern sanat ve müzik incelemeleri aracılığıyla, çeşitli kültürel olguların doğasını
değerlendirmeye çalıştı. Bu araştırmada, boş zaman etkinliklerinin nasıl denetlendiği ve kontrol
edildiğini göstermeye çalıştılar. Hem üretim hem de tüketim alanlarının, bireyin
toplumsallaşması üzerinde önemli etkileri bulunmaktadır. Kişisel olamayan güçler yalnızca
bireylerin inançları üzerinde değil, ama aynı zamanda onların sâikleri üzerinde de hükmünü
sürdürür.

Frankfurt okulu, kullandığı pek çok psikanalitik kavram aracılığıyla, toplumun, toplumsal
karakter tiplerini üreterek bireyi nasıl oluşturduğunu inceledi. Toplumsallaşma sürecinde ailenin
öneminin giderek azaldığını tespit ettiler. Aileler, dış dünyanın çok güçlü baskılarına karşı
giderek zayıflamaya başladı. Bunun sonucu, örneğin, erkek çocuğun babası gibi olmayı
özlemek yerine, giderek daha çok, genel olarak kültür endüstrisi (ya da Nazi Almanyası'nda
Faşizm) tarafından sunulan imajlara benzemeyi özlemesidir. Baba belirli bir gücü sürdürmekte,
ancak talepleri ve koyduğu yasaklar çocukta, en iyi haliyle, zayıf bir içselleşmeyle
sonuçlanmaktadır. Babanın iktidarı, bu nedenle, keyfi görünmektedir. Bu durumda çocuk, soyut
bir iktidar ve güç fıkri edinmekte ve bu imaja uygun daha güçlü bir "baba" figürü aramaktadır.
Dışsal güçlere karşı böylece genel bir dayanıksızlık durumu yaratılmış olmaktadır faşist
demagojilere karşı, örneğin. T
he Authoritarian Personality
adlı klasik çalışmaları (Adorno ve arkadaşları 1950), bu dayanıksızlık durumunu, böyle baskılar
altında belirginleşen bir kişilik sendromu aracılığıyla çözümlemeyi amaçladı. Bu çalışma, belirli
kişilik özellikleri ile, saldırgan milliyetçilik ya da ırkçı önyargı gibi, potansiyel olarak faşist diye
tanımlanabilecek siyasal görüşler arasındaki iç bağlantıları kurmaya yönelmişti. Çalışma,
stereotipler kullanmaya eğilimli olan katı bir düşünce tarzına sahip, konvansiyonel değerlere ve
otoriteye körlük derecesinde itaatkâr ve bâtıl inançlı olan bir "standartlaşmış" birey ortaya
çıkardı. İdeolojinin ne kadar derinde kök salmış olduğunu ve insanların "kendi rasyonel çıkarına
karşıt" inanç sistemlerini neden kabul edebildiklerini gösterdi. Çalışmada otoriter kişilik tipi,
eleştirel yargı yeteneğine sahip olan özerk bir bireye karşıt olarak ortaya konuyordu.

Frankfurt okulunun çağdaş kültür, otoriterlik örüntüleri vb. değerlendirmeleri, özgürleşme için
yapılan mücadelenin büyümesine yardım niyeti taşıyordu; ancak, bu tasarımın kati anlamı
üzerinde okul üyeleri arasında bir tartışma bulunduğu gerçeği de hemen ardından eklenmelidir.

6/8
Frankfurt Okulu

Zaten, Frankfurt okulunun çalışmalarında belirgin bir paradoks bulunduğu açıktır, bu, insani ve
toplumsal değişme potansiyellerinin tarihsel olarak temellendirilmesi gerekliliğini savundukları
için özellikle rahatsız edicidir. Sundukları kuram temelden bir toplumsal dönüşümün önemini
vurgulamasına rağmen, bu temel pek de toplumsal mücadelede yatmıyordu. Eleştirinin
ilişkilendirme terimlerini ve siyaset kavramını genişletmeleri, kendi konumlarından dolayı ortaya
çıkan gerilimleri birarada tutmada önemli bir adım oluşturuyordu. Tam da, kapitalizmin
dönüşmesinin kaçınılmaz olmadığını gördükleri için, ideoloji eleştirisiyle bu denli ilgileniyor ve
böylece varolan hâkimiyet yapısından bir kopuşun olanaklılığına dair bir farkındalık
yaratılmasına yardım ediyorlardı. Ancak gerilimler, sorgulanabilir bir tezden kaynaklanmaktadır:
Hem belirli siyasal mücadele tiplerinin ve hem de kendi çalışmalarının bu mücadeleler için
önemini değerlendiremeyen bir tezden.

Frankfurt okulunun başlıca ilgilerinden bir tanesi, Marx'ın düşündüğü gibi devrimin neden
Batı'da gerçekleşmediğini açıklamaktı. Devrimin olmaması durumunu yorumlamaya çalışırken,
siyasal olayların karmaşıklığını gözardı ettiler. Değişmenin mevcut düzenle kat'i bir kopuş onucu
gerçekleşmesi gerektiğine dair var- sayımlan, toplumu dengede tutmak üzere çalı- şan güçlerin
kudretine gereksiz bir önem ver- melerine neden oldu. Umduklarının neden gerçekleşmediğini
açıklamaya çalışırken, "sistem"in muhalefeti emme kapasitesini abarttılar. Bunun sonucu olarak,
eleştirel kuram, Batı'da ve Batı dışındaki önemli toplumsal ve siyasal mücadeleler -siyasetin
yüzünü değiştiren ve hâlâ da değiştirmekte olan mücadeleler- alanının önemini kavramakta
yetersiz kaldı.

Frankfurt okulu kuramcıları, değişen siyasal olaylar kümesine her zaman gerekli kıymeti
verememelerine rağmen, yine de kuram, eleştiri ve radikal siyasal hareketleri kısıtlayan birçok
tahakküm biçimini çözümlenmesi konularındaki ilgileri, dikkate değer pratik bir etkide
bulunmuştur. Bu alandaki çalışmaları, Marksist geleneğin bütünleyici ve önemli bir parçası
durumundadır.

Burada ele alınamayacak olmasına karşın, Frankfurt okulunun konumuna ilişkin başka
eleştiriler de mevcuttur . En önemli kusurlara, eleştirel kuramcıların ikinci kuşağına mensup
üyelerin yazılarında, özellikle de düşüncelerini Adorno, Horkheimer ve Marcuse'ninkinden
temelden farklı bir çerçevede oluşturan ikinci kuşagın önde gelen ismi Habermas tarafından
değinilmiş olması anlamlıdır. Habermas, özellikle, eleştirel kuramın rasyonellik ve "iyi toplum"
konusundaki ön gereklilikleri açımlamaya girişerek eleştirel kuramın felsefi temellerini
derinlemesine araştırmış ve eleştirel kuramın kapitalist toplumun gelişme olanakları
konusundaki yorumunu yeniden değerlendirmiştir (Habermas 1968,1973). Henüz bir gelişme
süreci içinde olan Habermas'ın çalışması, her ne kadar bugün biz eleştirel kuramın çoğu
doktrinini eleştirmeden kendimize mal edemiyorsak da, eleştirel toplum kuramının
geliştirilmesinin hâlâ canlı bir proje olduğu gerçeğine bir delil teşkil etmektedir.

Marksist Düşünce Sözlüğü


Tom Bottomore

7/8
Frankfurt Okulu

Çeviri: Meral Özbek


İletişim Yayınları

8/8

You might also like