Download as doc, pdf, or txt
Download as doc, pdf, or txt
You are on page 1of 8

Melek MEMİŞ

121008011

IMT-3

Bu metinde çeviri yaparken bolca uğraştığımız, çevirimizin karakterini belirleyen bir


çeviri yönteminden bahsedeceğim: yerelleştirme ve yabancılaştırmadan. Yerelleştirme ve
yabancılaştırma kavramlarından ne anladığımı, yereleştirme/yabancılaştırmaya başvurma
nedenimizin ne olduğunu ve bunların örneklerini, bu kavramları kendi deneyimlerimde nasıl
kullandığımı, çeviride bu stratejilerin izlenmesinin erek kitle ve çevirimiz üzerinde ne gibi
etkileri olduğunu, ideoloji açısından yerelleştirme/yabancılaştırmayı, metin türlerine göre
yerelleştirme/yabancılaştırma kararlarımızın da etkilenebileceğini ve benim bu konudaki
tutumumu anlatacağım. Daha doğrusu anlatmaya çalışacağım.

Öncelikle yerelleştirme ve yabancılaştırma kavramlarından ne anladığımı kısaca


yazmak isterim. Yerelleştirmeden anladığım şey bir kavrama ya da bir kültüre özgü herhangi
bir ifadeye erek kültürde karşılığı/eşiti olan bir ifadeyi kullanarak tanımalamaktır.
Yerelleştirmenin amacı çoğu zaman okurun duraksamasına sebep olmamak, daha kolay
okunabilir olmasını sağlamak isteğidir. Yani okurun “yabancı” olanı fark etmemesi
yönündeki tercihimizdir. Bunun yanısıra yabancı kültürdeki ifadenin bağlam içinde uygun
olmayacağına karar verip onun erek kültürdeki eşitini kullanma kararı da yerelleştirmeye
başvurmamızın bir nedenidir. Örneğin, “bekarlığa veda partisi” yerine “kına gecesi” ifadesini
kullanmak gibi.

Yabancılaştırmadan anladığım şey ise bir metni çevirirken kaynak kültüre özgü olan
bir şeyi erek kültürde var olmamasına ya da az bilinir olmasına rağmen olduğu gibi bırakmak,
erek kültüre yakınlaştırmaya çalışmamaktır.Çoğunlukla bir kavramın“bizden” olmadığını
okurun görmesini istediğimiz durumlarda ya da bağlam ve çeviri amacımız doğrultusunda
(amacı belirleyen faktörlere daha sonra değineceğim) bunu göstermemiz gereken durumlarda
yabancılaştırma yöntemine başvururuz.

Peki kaynağı nedir yerelleştirme ya da yabancılaştırma yöntemlerinin? Neden bu


kavramlar, yöntemler ortaya çıkmıştır? Aslında bunun temel sebebi kaynak kültür ile erek
kültür arasındaki kültürel farklılıklardır. Kaynak kültürdeki bazı öğelerin hedef kültürde
bulunmamasıdır her şeye sebep olan. Bir kavramı yerelleştiriyorsak ya da olduğu gibi
bırakıyorsak da bunu, erek kültürde o kavram olmadığı ya da o kavramın erek metnin okuruna
kaynak kültürdeki okuyucudan daha başka şeyler çağrıştırdığı için yaparız.

Bu konuda birkaç örnek vermek isterim ki kendimi daha iyi ifade edebileyim. İlk
örneğimde Talat Sait Halman’ın bir anısından alıntı yapacağım. Halman şöyle diyor:

Yunus’un “Ben yürürüm yane yane/Aşk boyadı beni kane” dizelerindeki “kane”
sözcüğü “kan’a” ya da “kana kana” gibi iki farklı anlamda yorumlanabilir. İngilizce’ye
çevirdiğimde; “love splattered my body with blood” dedim. 20 yıl kadar önce Fransızca’ya
da çevrildi bu şiir. Ayla Algan onu şarkı olarak söyledi. O zamanki Turizm Bakanlığı plak
olarak çıkardı. Plağı Brüksel radyosuna vermişler. Bir iki parçayı çok beğenmişler. Fakat bu
şiire gelince işler sarpa sarmış; çünkü “kane” sözcüğü Fransızca’da vahşiyane bir imaj
yaratıyor. Bütün vücudu kana boyanmış bir adam... bizim dinleyicimizi tedirgin eder bu,
demişler. Bu dize yüzünden o şarkıyı çalmadılar. İşte kültür farkının yol açtığı bir sorun.
Oysa bizde o imaj hiç garipsenmez. Aşkı biz çok çarpıcı imajlarla, kanla falan anlatırız. Çok
yorulduğumuzda “kan ter içinde kaldım” deriz. İngilizce’de de “I was drehened in sweat”
olur karşılığı bunun-kan sözcüğünü dışta bırakırız. Ama Yunus’un şiirinde bu olmaz.
Çözümsüz sorunlar bunlar. Ne yaparsanız yapın bir farklılık olacak.1

Ali Baykan’ın Sosyal Kültürel Faktörlerin Çevirideki Rolü isimli tezinde kültürel
farklılılarla ilgili başka bir örnek yer alıyor.

Ülkeden ülkeye, kültürden kültüre, yalnızca iklim, hayvanlar ve bitki örtüsü değil, aynı
zamanda davranış biçim ve kuralları, gelenek ve görenekler, alışkanlıklar ve daha pek çok
toplumsal kurumlar da değişir. Bunların çevrilmesinde karşılıklardan ya da eş anlamlardan
çok benzerlik, çağrışımlardan söz edilebilir. Örneğin Japonya’da beyaz renk yas tutma
belirtisi olduğu için, bir Japon romanında geçen “beyazlara bürünmüş kadın” sözünü
İngilizce’ye veya Türkçe’ye “siyahlara bürünmüş kadın” olarak çevirmek daha doğru olur.2

Baykan’ın örneğine benzer bir örnek de ben vermek isterim. Belki çeviri yaparken hiç
dikkatimizi çekmeyecek, üzerinde düşünmeden kullandığımız “meyve” kelimesi. Meyveden
Türkiye’deki insanın anlayacağı şey başkadır, Hindistan’daki insanın anlayacağı şey başkadır.
Meyve diyince bizim aklımıza belki elma gelirken, Hindistan’daki adamın aklına ilk olarak
mango gelebilir. Bir bakıma bu da yerelleştirme gereken bir şeydir. Çeviri yaparken
vereceğimiz kararlarda elimizden geldiğince işin tüm yönlerini düşünmeye çalışmalıyız.
Şimdi de elimden geldiğince “işin tüm yönleri” derken ne kastettiğime değinmek isterim.
Hatırlıyorum, bölüme gelişimizin ilk haftasında Çeviriye Giriş dersinde Esra
Hoca’mız bize bir metin vermişti ve “Bunu çevirin” demişti. Hatırlayabildiğim kadarıyla
metin İngiltere’de yazılmıştı ve içinde İngiliz isimleri, İngiliz gazetelerinin adları gibi o
kültüre ait pek çok öğe vardı. Aslında yarım sayfalık bir metindi. Biz de “Bunda
çeviremeyecek ne var?” diye düşünerek beş dakikada çevirivermiştik metni. Sonradan
hocamız bize çok önemli bir şeyi unuttuğumuzu, bunun da tüm çevirimizi etkilediğini
söylemişti. Bunun ne olduğuna dair fikir yürütmemizi istediğinde de sınıftan “Bu metin
nerede yayınlanacak ki?” diyenler oldu. Evet, çevirmenlik okumaya gelmiştik ancak çevirinin
pek çok etkene bağlı olduğunu bilmiyorduk. Ben o gün çok şaşırdığımı hatırlıyorum. “Kaynak
metni al, hoop kelimelerin Türkçe karşılıklarını bul, al sana çeviri” değilmiş olay. Bahsettiğim
metinde yerelleştirme/yabancılaştırma kararı vermemizi gerektirecek öğeler de vardı. İşte o
metin sayesinde daha ilk hafta çevirinin nelere bağlı olabileceğini ve neleri gerektirebileceğini
az da olsa gördüm. Geçtiğimiz iki yılda ise bunu çok daha iyi anladım, benimsedim.
Yerelleştirme/yabancılaştırma da çeviri kararlarımzı etkileyen bu pek çok etmene bağlı
aslında. Çünkü yerelleştime ya da yabancılaştırma stratejisi uygulamak da bir çeviri kararı.

Peki nedir çeviri kararlarımızı, stratejimizi (yerelleştirme-yabancılaştırma açısından


ele alırsak) belirleyen bu faktörler? Aslında bu soruya cevap vermek çok zor. Çünkü
çevirmenin göz önünde bulundurması gereken o kadar çok faktör var ki tek tek hepsine
değinmek benim gibi hala tecrübesiz olan bir tercümanlık öğrencisi için imkansız diyebilirim.
Ancak bu faktörlerin en temel olanlarından bahsedersem ve bunları yerelleştirme ve
yabancılaştırma açısından ele alırsam doğru bir yöntem izleyeceğimi düşünüyorum. Bu
faktörlerin başlıcaları şöyle sıralanabilir: çevirisini yaptığımız metnin türü, bu türün
gerektirdikleri, çeviri amacımız, hedef kitle, yazarın/eser sahibinin üslubu, işverenin
tercihleri, metnin içeriği, bizim çevirmen olarak kendi tercihlerimiz/yönelimlerimiz,
çevirmenin/yayıncının ideolojisi, iki kültür arasındaki farklar.

Çok genel anlamıyla çeviri amacımız bizim metinde yerelleştirmeye mi yoksa


yabancılaştırmaya mı daha meyilli davranacağımızı belirler. Söz gelimi, 8-10 yaş arasındaki
çocuklar için hazırlanmış bir hikaye kitabı çeviriyorsak (bazı çocuk kitaplarında hangi yaşlara
uygun olduğu yazıyor) burada çocuğun algılama yetisini, dünya bilgisinin kısıtlılığını ve
soyut kelimeleri tam olarak anlayamayacağını göz önünde bulundurmamız gerektiği gibi...
Böyle bir hikaye kitabı çeviriyorsak yabancı öğelere çevirimizde yer vermemeye çalışırız. Bu
konuda Martin Luther’den bir alıntı yaparak kendimi daha net ifade edebileceğimi sanıyorum.
Bildiğiniz üzere Martin Luther İncil’i halk da anlasın diye kendi diline çevirmişti. Bu konuda
Luther Çeviri Üzerine Genelge adlı çalışmasında şöyle diyor:

Nasıl Almanca konuşulacağını Latince’nin harflerinde aramak gerekmez. Önce evdeki


anaya, sokaktaki çocuklara, pazardaki adama sorup, nasıl konuştuklarını dinlemek, çeviriyi
ondan sonra yapmak gerekir. Böylece onlar da bu çeviriyi anlarlar ve kendileriyle Almanca
konuşulduğunun bilincine varırlar.3

Elbette Luther burada çeviriden ziyade dili göz önünde bulunduruyor, ancak çeviri
amacı da onun halkına yakın olan, “yabancı” olmayan ifadelerle çeviri yapmasını sağlıyor.
Yani Luther çeviri amacı doğrultusunda yerelleştirmeyi tercih ediyor.

Ben de burada çeviri amacımı ve bu amacımı oluşturan faktörler doğrultusunda


yaptığım bir çeviriden ve bu çeviride başvurduğum yerelleştirme yönteminden bahsetmek
isterim. Bu senenin başında Yazılı Çeviri dersindeki ilk ödevimiz bir Amerikan dergisinde yer
alan sekiz sayfalık Bacardi reklamını çevirmekti. Uydurduğumuz çeviri amacı da yine
Türkiye’deki bir dergide basılacak bir Bacardi reklamı olacağıydı. Metnin orijinalindeki tema
ise Amerika Birleşik Devletleri’nde markanın düzenlediği Bacardi partileriydi. Markanın
reklamlarını araştırdığımda zaten genel olarak reklam temalarının dans, parti üzerine kurulu
olduğunu gördüm. Ancak yine yaptığım araştırmalarda gördüm ki Bacardi Türkiye’de böyle
bir parti düzenlememişti. Sonuç olarak da o partiden bahseden bir çeviri yapsam ziyadesiyle
saçma olacaktı. Ben de Bacardi’nin düzenlediği o partiden hiç bahsetmeden, ancak marka
reklamlarının teması olan partiyi genel bir şekilde vererek çeviri yapmayı uygun buldum.
Kaynak metinde Türkiye’de hiç de yaygın olmayan “mashup, dubstep” gibi müzik türlerinden
bahsediliyordu. Ben bu türlerden hiç bahsetmemeyi, onun yerine pop müziğe değinmeyi
tercih ettim. Çünkü pop müzik zaten Türkiye’deki insanların bildiği, dinlediği bir müzik türü.
Bu metinde bunun gibi pek çok örnek vardı aslında. Çoğunda bu şekilde bir yöntem izledim
ya da bazı kısımları tamamen attım. Nitekim, bizde olmayan bir özelliği metinden çıkarmak
da bir bakıma yerelleştirmedir. Sonuçta bir reklam metninde dip not koyup her şeyi
açıklamaya kalksaydım, yani yabancılaştırmayı tercih etseydim eminim metnin uzunluğu
kadar da dip not olurdu ki reklam metinleri buna izin veren bir tür değil.

Çevirdiğimiz metnin türü de çevirimizi nasıl yapmamız gerektiği konusunda bizi


yönlendirir aslında. Şöyle ki: çevireceğimiz metin türü hakkında bilgi sahibi olmak metni
anlamamızı, dolayısıyla da çevirmemizi kolaylaştırır. Örneğin, öykünün genel, yapısal
özelliklerini bilirsek metni bu bilgilerimiz doğrultusunda değerlendiririz ve çeviririz. Her
metin türünün kendine özgü özellikleri olduğu gibi çeviri açısından zorlukları da vardır.
Örneğin, vize öncesinde de gördüğümüz gibi altyazı çevirisi buna çok güzel bir örnek. Benim
çevirisini yaptığım film Shakespeare In Love filmi idi ve filmde çok uzun cümleler, bizde
karşılığı olmayan deyimler, kavramlar vardı. Bunları çevirirken pek çok zorluk yaşadık. En
başta altyazıdaki karakter sayısı konusunda tasarruflu davranmamız gerekiyordu. 40 karaktere
bütün söylenenleri sığdırmamız gerekiyordu ki bu sorunu aşmamızı en çok zorlaştıran şey
Elizabeth dönemi İngiltere’sine özgü olan kavramları bu 40 karakterin içine yedirmeyi nasıl
başaracağımızı bilmiyor oluşumuzdu. O “yabancı” kavramları nasıl olur da dipnot düşmeden
açıklardık? Çünkü altyazı çevirilerinde dipnot koyma şansımız söz konusu bile değildi.
Bunun yanında, tamamen “yabancı” olan o filmdeki bazı öğeleri izleyenin anlaması için
“yerli” hale getirmemiz gerekiyordu. Aksi taktirde izleyici filme “yabancı” kalacaktı ve bu da
filmi izlerken duraksamasına sebep olacaktı. Bu yüzden biz çevirimizi yaparken mecburen
yerelleştirme yöntemini seçtik. Çünkü şartları düşündüğümüzde izleyebileceğimiz en mantıklı
yöntem buydu. Bir de çevirimiz gerçekten bir yerlerde yayınlanacak olsaydı eminim bundan
çok daha fazla kafa yormamız gerekecekti çevirimize. Tabi ki “Hocam siz okuyacaksınız
zaten, kafa yormadık” demek istemiyorum.  Ama Türkiye’deki izleyicilerin çoğunun bu
filmdeki kavramları bilmiyor olma ihtimalinin yüksek olması gereken yerlerde yerelleştirmeyi
seçmemize neden olacaktı.

Üslup ise yerelleştirme-yabancılaştırma da dahil bütün kararlarımızı etkileyen önemli


bir etmendir. Şöyle ki: eser sahibinin üslubunu korumaya çalışmak çevirmen olarak özellikle
dikkat etmemiz gerek bir şeydir ya da en azından öyle olmalıdır. Çünkü bir eseri “özgün”
yapan en önemli şeylerin başında üslup gelir. Biz de alacağımız çeviri kararlarında her daim
üslup özelliklerini göz önünde bulundurmalı ve çevirimizi buna göre yapmalıyız. Peki bunu
yerelleştirme- yabancılaştırmada nasıl yaparız? Burada bu aralar okuduğum bir kitaptan, John
Fowles’ın The Magus adlı romanından bahsetmek isterim. Kitabın ana karakteri bir İngiliz,
ancak işi gereği Yunanistan’da yaşıyor. John Fowles, kitabında Yunan kültürüne özgü çoğu
şeyi, örneğin uzoyu ouzo şeklinde bırakmış. Ben bu kitabı çevirecek olsaydım –editör
faktörünü göz ardı ederek söylüyorum bunu- ouzoyu sırf bizde de bir benzeri var diye rakı
şeklinde çevirmezdim mesela. Çünkü Türkiye’deki pek çok insan uzoyu da biliyor ve kitabı
okurken “Bu ne yahu?” demeyecektir. Yani, burada yerelleştirmeye başvurmazdım. Kısacası,
yazarın da “yabancı” olduğunu göstermek istediği şeyin ben de “yabancı” olduğunu okura
göstermek isterdim. Tabi burada Türk ve Yunan kültürlerinin birbirine yakın olmasının,
dolayısıyla kitabı okuyan okurun Yunan kültürüne de aşina olmasınınn etkisi var. Eğer kitapta
yer alan bir kavram Türkiye’deki okurun hiç bilmediği bir şeyse roman türünün çevirmene
sağladığı kolaylıklardan biri olan dipnotlardan yararlanabilirdim.

Buraya kadar çevirimizi yaparken göz önünde bulundurduğumuz faktörlerden


bahsettim ancak çevirimizin gerçekten nasıl olacağını belirleyen faktör tabii ki (büyük
oranda) işverenimizin, çalıştığımız kuruluşun tercihleri ve ideolojisidir. Biz çevirimize ne
kadar kendi düşündüğümüz şekilde yaparsak yapalım ister istemez işverenimizin tercihleri,
pazarlama stratejileri doğrultusunda yaptığımız işi yeniden şekillendirmek durumunda
kalacağız. Henüz iş hayatında (çeviri açısından) bir deneyimim olmadığı için elbette bu
durumu birebir yaşamadım ancak konuştuğumuz çevirmenlerin neredeyse tamamı bunu
diyorsa bu, göz ardı edilemez bir etmendir. Biz de bazen çeviri dersimizde bile çevirimizi
hocamıza okuduğumuzda ve hoşnutsuz bir bakış gördüğümüzde kendi bulduğumuz
karşılıkları silip hocanın beğendiği, tercih ettiği ifadeleri metnimizin en son halinde
kullanıyoruz. Elbette çevirmen de işverenin beğeni ve tercihlerine uyabilmek adına çevirisini
buna göre şekillendirecektir. Tabii burada işverenin “beğenilerinden” daha derin etkileri olan
bir faktör giriyor devreye: ideoloji.

Çeviride ideoloji tabii ki çok geniş bir konu, ancak yine de kendimce çeviri ve ideoloji
ilişkisini yerelleştirme-yabancılaştırma ekseninde tartışmak isterim. Çevirmenin ideolojisi
kadar işverenin ya da yayıncı kuruluşun ideolojisi de çevirinin nasıl olacağı konusunda büyük
etkiye sahiptir. Özellikle sosyal bilimler metinlerinde çevirimizde ideolojimizi
yansıtmamamız imkansıza yakındır. Çünkü zaten bizim o metni algılayışımız ve
yorumlamamız kendi ideolojik süzgeçimizden geçirmemizle olur. Bu yüzden tamamen
“tarafız” çevirmen diye bir şey mümkün değildir, olamaz. Aynı şekilde işverenler de kendi
dünya görüşlerini (özellikle yayınevlerinde bu daha çok dikkatimi çekiyor) çevirilecek metnin
seçiminde ortaya koymuş oluyorlar. Örneğin, medyada aynı haberi Yeni Şafak’ta, ardından da
Cumhuriyet’te okuduğumuzda birbirinden bambaşka yorumlarlar karşılaşıyoruz çoğunlukla.
Olay aynı olay ancak kuruluşların ideolojik görüşleri sebebiyle okuduğumuz şey aynı
olamıyor. Çeviride de durum aynen böyle. Farklı ideolojilere sahip çevirmen ve kuruluşlar
aynı metinden birbirinden çok farklı çeviri metinler ortaya çıkmasına neden olabiliyor ki bu
çok doğaldır. Kurum kimliği ve ideolojik çeviri deyince aklıma gelen –muhtemelen pek çok
kişinin de aklına bu örnek geliyordur- namaz kılan örümcek adam. Tamamen “yabancı” olan
bir çizgi roman kahramanının Diyanet İşleri Başkanlığı’nca çocuklara namaz öğretmek
amacıyla hazırlanan bir kitapta namaz kılması herhalde yapılmış olan yerelleştirmelerin en
göze batanlarındandır. Diyanet İşleri tarafından yapılan açıklamada ise şöyle denilmiş:
Çocuklarımızın ilgisini çekecek bir namaz kitabı düşünüyorduk. Bunun için
sevilen bir çizgi kahraman olan Örümcek Adam´ı kullanma fikri bize uygun geldi.
Biliyorsunuz ´örümceğin´, mağaranın girişine ağ örerek müşriklerin girmesine engel
olduğu için İslam dünyasında ayrı bir yeri vardır.

Bir de okurun talapleri meselesi var tabii. “Ben yabancı öğeleri de okuduğum
kitapta görmek istiyorum” ya da “ Ben bir okur olarak okuduğum kitap/izlediğim
film/oyun vs vasıtasıyla yabancı öğeleri de öğrenmek istiyorum” diyenler, çeviri
metinleri özellikle yabancı olanı da tanımak için tercih edenler olacaktır. Aynı şekilde,
çeviri metinleri sırf gördüğü yabancı öğeler ve dipnotlardan sıkıldığı için okumaktan
kaçınanlar da olacaktır. Nitekim “Benim için okuduğum/izlediğim şeyin akıcı olması
önemli kardeşim!” ya da “Bu kitap da baydı be habire dip not koymuşlar” diyenleri sık
sık duyuyoruz. Bu durumda da sanırım yine yayıncı kuruluşların halktan gelen
talepler doğrultusunda izledikleri pazarlama stratejileri çeviride hangi yöntemin
izleneceğini belirleyecektir.

Toplayacak olursak, öncelikle metinde de gördüğünüz gibi ben doğrudan bir


taraf seçmedim kendime hocam. Siz bu konuda yazmamızı istediğiniz zaman fark
ettim bir tarafımın olmadığını. Yani özellikle “İlla bu yöntemi izlerim ben”
demediğimi gördüm. Bunun sebeplerini ise yukarıda saydığımı düşünüyorum. Çünkü
çeviride izleyeceğimiz yöntemi yukarıda saydığım faktörler belirliyor. Her durumda
izlenebilecek kesin bir yöntem olduğuna inanmıyorum açıkçası. Çeviriyi oluşturan o
pek çok faktör yaptığım çeviriye göre beni yönlendireceklerdir. Bir çizgi film
çeviriyorsam –yukarıda saydığım şartlar izin veriyorsa- yerelleştirmeyi tercih ederim,
ancak sosyal bilimlerle ilgili bir metin çeviriyorsam –yine o şartlar bunu mümkün
kılıyorsa- yabancılaştırmayı tercih ederim. Ancak bir okur olarak özellikle roman
okurken yabancı öğelerin ağırlıklı olduğu bir kitap okumak bana pek tat vermez.
Benim okur olarak tercihim yerelleştirmeden yanadır. Çevirmen olarak tercihim diye
bir şey söz konusu değil. Çünkü bu iş görebildiğim kadarıyla tercihlerden ziyade
şartlar doğrultusunda şekilleniyor.
Kaynakça

1,2,3- Baykan, Ali. Sosyal Kültürel Faktörlerin Çevirideki Rolü. Konya, 1995

4- http://www.haber7.com/haber/20061020/-Orumcek-Adam-nasil-imana-
geldi.php

You might also like