Professional Documents
Culture Documents
Kaygi Kavrami Kierkegaard
Kaygi Kavrami Kierkegaard
KAYGI KAVRAMI
HASAN ALİ YÜCEL KLASİKLER DİZİSİ
DANCA ASLINDAN ÇEVİREN: TÜRKER ARMAN ER
İçindekiler
vi
vii
lem"i (problemataf göz önüne alarak incelenebilir: 1) Etik olan ereksel biçimde
askıya alınabilir mi? 2) Tanrı'ya karşı yerine getirmemizin gerektiği mutlak bir
ödev var mı? 3) İb¬rahim'in amacını ötekilerden gizlemesi etik açıdan savunula¬
bilir mi? Kierkegaard'un etik olan ile tümelin özdeş tutulma¬sından kaynaklandığ
ını iddia ettiği bu problemler, Hegel'in bakış açısı kabul edilirse3, olumlanmas
ı gerekmektedir.
Kaygı Kavrami'ndz da izlerinin sürüldüğü, Hegel ile Ki-erkegaard arasındaki teme
l karşıtlıklardan birinin kökeni de tümel ile tikel karşıtlığında yatar. Hegel'e
göre birey Devlet ideasındaki bir "moment"tir, tikel özgürlük de tümel idea ger
çekleşmeden mümkün değildir.4 Kierkegaard ise inanç ile düşünme etkinliğini kesi
n bir çizgiyle ayırdıktan sonra, He-gel'in terimleriyle Hegel'den farklı bir "es
tetik" tanımı yapar ve estetik yaşamın "dolaysız" bir yaşam olduğunu belirtir. E
tik yaşam da, Kierkegaard'a göre, bir tümelin dolayımı ol-maksızın tek bir birey
in inancı doğrultusunda yaptığı seçim-lerle belirlenir.
"İnsan, beden ile ruhun [Sjeî\ Tin [Aand] tarafından taşı¬nan bir sentezidir." K
aygı Kavramı'nm değişik bölümlerinde sıkça yinelenen bu önerme, inanç taşıyan te
k bir bireyin "Ben" tasvirini yapması açısından Kierkegaard felsefesinin anahtar
larından biri konumundadır. Aynı yargıya, 1846'da Johannes Climacus adıyla çıkan
, İngilizce'ye Conduding Unscientific Postscript to the Philosopbical Fragments
diye çevrilmiş metinde ve 1849'da Anti-Clinıacus adıyla basılan Sygdommen til Do
den (Ölüme Yönelik/İlişkin Hastalık) ki¬tabında da rastlarız.
Korku ve Titremezdeki tümel/tikel karşıtlığını, Johannes Climacus bu kitabında n
esnel doğru/öznel doğru karşıtlığı ile bütünler. Hegel'in üç aşamalı, "kişiden b
ağımsız olarak doğru" önermelerine karşıt olarak5, burada "inanç"ın bir başka ki
şiye ifade edilebilir olmadığı, Hıristiyanlığın asıl ele aldığı noktanın Hıristi
yan bireyin öznel inancı olduğu belir¬tilir. Kierkegaard'a göre psikolojik durum
lar sadece tek bir kişiye özgüdür, sadece o kişi bu durumların dolaysız bilgisi¬
ne sahiptir. İnancın nesnesi doğru olmayabilir, ama kişinin o inanca sahip olduğ
u yanlışlanabilir nitelikte değildir. Dolayı-sıyla öznellik, neye inanıldığı ile
değil, inanan kişi ile inancı arasındaki ilişkiye dairdir.
Hegel, "Hakikat" (Wahrbeit) terimini matematik ile do¬ğa bilimleri için olduğu k
adar, ahlâk, sanat ve müzik için de kullanır. Kierkegaard bu terimi (Danca: Sand
bed) Hegel'in kullandığı genişlikte alsa da ondan farklı olarak öznel ile nesnel
i, "içerisi ile dışarısını" karşı karşıya getirir. Kaygı Kavramı'nm üçüncü bölüm
ünde de içe dönüklüğü yitiren ki-şinin, kendisiyle dolaysız ilişki kurma olanağı
nı yitirdiği an-latılır. Johannes Climacus kişinin varoluşu için iki seçenek sun
ar: İnsan ya kendi varoluşunu unutacak, ya da tüm dik-katini kendi varoluşunda y
oğunlaştıracaktır.
Anti-Climacus da Tin'in bir hastalığı olarak umutsuzlu¬ğu "otantik" ve "otantik
olmayan" biçiminde ikiye ayırır.
5 Bu aşamalar; öznenin kendine dönmesi, kendisini psikolojik ve fiziksel değişik
durumlar içinde açığa çıkarması ve ussal Devlet'te özne-nesne bir-liği biçimind
e onaylanması olarak tanımlanır.
İkincisi, otantik olmayan, "kişinin bir Ben'i olduğuna dair bilinçten" yoksun ol
masından kaynaklanır. Bu, Johannes Climacus'un ve Vigilius Haufniensis'in tanıml
adığı, "dışarı¬ya dönüklüğün, nesnel doğrunun peşinden gitmenin dolay¬sız Ben bi
lincinin yoksunluğuyla sonuçlandığı" durumdur. Otantik umutsuzluk ise kişinin "k
endisi olmak istememesin-den doğan" ve "kendisi olmak istemesinin yol açtığı" bi
çi-minde tanımlanan iki doğrultuda açıklanır. Burada da Jo¬hannes de silentio'nu
n İbrahim'e atfettiği seçimle karşılaşırız: Tin, ya kendisi, ya da bir başkası t
arafından kurulabilir. Öz¬nel doğrunun, tikel inancın aracılığıyla Tin, kendisin
i kendi¬si olarak kurar; başkasının -tümel bir yapının- kurduğu Tin ise kendisi
değildir. Victor Eremita da 1843'te yayımladığı Enten Eller'dt (Ya/Ya da) kişini
n yapacağı seçimin iyi ile kö¬tü arasında değil, estetik ile etik arasında yapıl
acak bir seçim olduğunu, o insanın üzerinde umutsuzluğa kapıldığı Ben'in sonlu b
ir Ben (Tin) olduğunu, kendisiyle ilgili seçim yapıla¬cak Ben'in ise mutlak bir
Ben olduğunu söyler.
Anti-Climacus'a göre insan bir Tin'dir, Tin de bir ilişki değil, kendisiyle iliş
ki kurma etkinliğidir. Ölüme ilişkin has-talığın olanağı insanın hayvan karşısın
daki üstünlüğü, bu hastalığın farkında olmak hıristiyanın 'doğal insan' a karşı
üstünlüğüdür, bu/hastalığın tedavi edilmesi de hıristiyanın takdis edilmişliğidi
r. Johannes Climacus etkinliğin yok edil¬miş olanaklılık olduğunu düşünüyordu, A
nti-Climacus'a gö¬re ise etkinlik doygunluğa ulaşmış olanaklılıktır. Vigilius Ha
-ufniensis de Kaygı Kavramı'nm beşinci bölümünde olanak-lılığı etkinlik karşısın
da yüceltir ve "olanaklılık tarafından yetiştirilen kişi korkutan ve haz veren ş
eyleri aynı derecede kavrar," der.
Kaygı Kavramı'nm Giriş bölümünde "Bir sistem kurma¬ya girişen kişinin sorumluluğ
u büyüktür, ama bir monogra¬fi yazarı da kendi çerçevesine sadık olabilir, olmas
ı da gere¬kir" denir. Kierkegaard sistem kuran kişi olarak Hegel'i kast ediyordu
, monografi yazarı da kendisiydi. Yukarıda bir kıs-mından söz ettiğim müstear ad
lar, bu "monografi yazımı" iddiasının göstergeleri olarak yorumlanabilir. Kierke
gaard, kitapların hepsini biraraya getirecek "tümel yazar" ı silerek, bir açıdan
her metni sadece kendi üzerine kapanacak bir var-lığa indirgiyordu.
Kaygı Kavramı, bu önsözün başında belirttiğim ayrımı en açık biçimde üçüncü bölü
mde serimler: "Kaygı"nın nes¬nesi, "korku"dan farklı olarak, "hiçlik"tir. Kierke
gaard bu kavramı incelerken, "mevrus günah6 dogmasını zihninden hiç çıkarmamıştı
r". Kierkegaard Kaygı Kavramı'ın bir soru ile başlar: Mevrus Günah ile Âdem'in g
ünahı özdeş midir? Bu soruya olumlu cevap veren dogmatiklerin bir kısmı, Ki-erke
gaard'un aktardığına göre, Düşüş'ü "hayalî"7 bir baş¬langıç noktası olarak almış
tır. Bu ve benzer görüşlerin sonu¬cu, Kierkegaard'a göre, Mevrus Günah'ın nerede
yse ırsî bir hastalık gibi kuşaklar boyunca insanlığa bulaştığının düşü-nülmesin
e yol açmıştır. Bu kitapta Kierkegaard, Hegel ile ol-duğu kadar, yerleşik kilise
doğumlarıyla da mücadele eder, bu görüşlerdeki temel eksiklik de, Vigilius Hauf
niensis'e gö¬re, Suç ile Günah kavramlarının Kaygı ile ilişkilendirilmemiş olmas
ıdır, bu nedenle Masumiyet ve Kefaret de yetersiz bir biçimde açıklanmıştır.
6 "Mevrus Günah", bu çeviride Danca Arvesynd sözcüğünün karşılığı ola¬rak
kullanıldı. Kierkegaard da bu terimi Latince peccatum haereditari-um'dan çevirmi
ş. Bu çeviri için çok yararlandığım İngilizce baskısındaki (The Concept ofAnxiet
y, çev. R. Thomte, A.B. Anderson, Princeton Uni-versity Press, 1980) sözcük de h
ereditary sin. "Tevarüs etmiş," "miras kalmış" anlamında çevrildi: Kitabın ilk b
ölümü, Kierkegaard'un yerleşik kilise dogmasının temel öğretilerinden biri olduğ
unu belirttiği bu kavra¬ma ilişkin görüşlerin eleştirisi için ayrılmış.
7 Kierkegaard "hayalî" olarak çevrilen sözcük için burada kökeni Eski Yu-n
anca'da olan pbantastisk terimini kullanıyor. (j)avraoıa sözcüğü değişik yazarla
r tarafından "gerçek dışı" olan bir imgeyi belirtmek için kullanıl¬mıştır, TÖ 4>
avTaou.a görünüş, hayal, gölge, düş gibi çeşitli anlamları kar¬şılıyor.
Kierkegaard için Masumiyet "etik", Dolaysızlık [Alm. Unmittelbarkeit, Dan. Umidd
elbarheit, İng. Immediacy] ise
"mantık" alanında incelenmesi gereken iki ayrı konudur.8 Böylece Kierkegaard'un
üçüncü bölümde "zaman" üzerine söyledikleri, Giriş'te ve birinci bölümde Hegel m
antığına yö-nelttiği eleştiriye bağlanır: Hegel, "mantığa devinim atfettiği için
" eleştirilir, çünkü bu sistemde "masumiyet" gibi "za¬man" da Kierkegaard'a göre
mantık kategorilerinin içine yerleştirilmiş, hatta bu kategorilerin kendisine d
önüştürül-müştür. Hegel Logik'in giriş bölümlerinde Düşüş ile Masu-miyetten söz
ederken, Tin'in kendi durumunun dolaysız bil-gisini daha yüksek bir Tin aracılığ
ıyla edindiğini söyler.9
« Bu nedenle Hegel'in yöntemi, Kierkegaard için, "kategorik" olarak da yanlıştır
. Bunu Giriş'te ve birinci bölümde Hegel'in Logik [Mantık] kita¬bını eleştirirke
n belirtir. Bu kitapta Hegel, mannğı Varlık [Sein], Öz [We-sen] ye Kavram [Begri
ff] olmak üzere üç bölümde inceler. "Hakikat", ikinci bölüme ait bir alt-bölümdü
r. Kierkegaard, bunun "ne mantığa ne de hakikate yarar sağlamadığını" söyler ve
bununla ilgili uslamlamasını serimler.
» Adorno'nun Hegel üzerine yaptığı çözümlemeye göre (Hegel: three studi-es, İngi
lizce'ye çev.: S,W. Nicholsen, MİT Press, 1993), bu sistemde her şey bir dolayım
[Veıfnittelt] ile gerçekleşir; dolaysızlığın kendisinden bile dolayım olmadan s
öz edemeyiz.
ı o Sexualiteten, Kierkegaard tarafından erkek ve kadının cins olarak ayrımı¬nı
belirtmek için kullanılıyor. Üçüncü bölümde üzerinde durulan "şehva-nilik" ise D
anca Sandseligheten sözcüğünün karşılığı. Concupiscentsen ise bulunduğu bağlam g
öz önüne alınarak "cinsel istek", "kösnüllük", "aşırı istek" olarak çevrildi.
11 "Vaz etmek" sözcüğünü, Danca SteKe'nin karşılığı olarak kullandım. Or¬taya ko
ymak, yerleştirmek, konumlandırmak gibi anlamları da olan bu terim için İngilizc
e'de posit, Almanca'da Setzen, Fransızca'da poser fiille¬ri kullanılıyor. Bu ned
enle "Pozitif yasa" da, hukuk alanında, "negatifin değil, "Doğal Yasa"nın karşıt
ı olarak içerik kazamyor. J.G. Fichte'nin kurduğu sistemin temel etkinliği olan
bu sözcük, mantık, ontoloji, hukuk alanları arasındaki sürekliliği de belirliyor
. Hegel, bu sistemin "boş çek¬mecelerden ibaret" Kant kategorilerini "aktif" hal
e getirdiğini söylerken iddiasının zemininde Ben'in etkin duruma dönüştürüldüğü
bu etkinlik vardı. Kierkegaard Kaygı Kavramı'nm dördüncü bölümünde Fichte'nin bu
görüşüne eleştirel biçiminde kısaca değinir.
Kierkegaard'a göre, masumiyette insan bir tin olarak değil, doğal koşuluyla dola
ysız birliği içinde bir ruh olarak nitelenir. Kişinin tin'i, düş görmektir; Kayg
ı da düş gören tin'in nitelik kazanmasıdır: "Âdem masumiyette düş gören bir tin
idi." ikinci bölüm de Âdem'in masumiyette bir sentez olmadığı saptamasından yola
çıkan üç önerme ile açılır: "Cinsellik10, günahkârlık ile vaz edilmiştir.11 İns
an türünün tarihi de aynı anda başlar. İnsan türünün günahkârlığı ile Kaygı, nic
el belir¬lenimler ile devinir."
Kierkegaard, "Kaygı, hem pay almak istediğimiz, hem de karşısında durduğumuz bir
'pathos'tur," diyor12. Burada "sempatik" ve "antipatik" sözcüklerini değil, "'p
athos'tan pay almak; 'pathos' ortaklığı" ile '"pathos'un karşısında durmak; 'pat
hos' karşıtlığı" terimlerini tercih ettim. Bunun nedeni gündelik dilin yol açabi
leceği anlam kaymalarını ön¬lemek olduğu kadar, Kierkegaard'un "pathos" sözcüğün
ü Eski Yunanca'daki anlamlarına uygunluk içinde kullandığı¬nı düşünmem oldu.
Hint-Avrupa dillerinde karşılığı kolay bulunan, ama gön-derimde bulunduğu kültür
el çerçevenin hayli farklı olması nedeniyle Türkçe'de "problem" oluşturan bir te
rim de Dcemoniske. Çeviri sırasında okuduğum Nurdan Gürbi-lek'in "Kötü Çocuk Tür
k" adlı yazısı13 ve bu yazı aracılığıy¬la haberdar olduğum Şerif Mardin'in makal
esi,14 "demonik" olarak bıraktığım bu terim üzerinde düşünmemde bana çok yardımc
ı oldu. Kierkegaard'a göre demonik, "iyi"ye ilişkin bir kaygı, bir "içe kapanma"
dır.
12 Angest er en sympathetisk Antipathie og en antipathetisk Sympathie.
o Gürbilek, Nurdan, "Kötü Çocuk Türk-I", Kötü Çocuk Türk kitabının içinde, Metis
Yayınları, 2001
14 Mardin, Şerif, "'Aydınlar' Konusunda Ülgener ve Bir İzah Denemesi", Toplum ve
Bilim 24, Birikim Yayıncılık, 1984. Mardin bu makalede, Fichte ve Schelling gib
i "romantikler"in, "aydınlanma devri" düşünürle¬rinden farklı olarak, bir "dış g
erçeklik" kabul etmediğini belirtir ve ro¬mantiklerin, insanların içindeki "daem
onic" güce meşruiyet kazandığım ileri sürer. 'Bizde' ise durum farklıdır: "İslam
kültürünün bahis konusu et¬tiğim tasavvuf dışı ifadesinin belirgin taraflarında
n biri, insanın 'daemo¬nic' taraflarının yaratıcı bir yönü olabileceğini kabul e
tmemesi, hattâ böy¬le bir teklife bile şiddetle tepki göstermesidir. Bütün 'ınod
ernliğimize rağ¬men, çağdaş Türkiye'de bu inancın resmî tezlere de geçmiş olduğu
na ina¬nıyorum."
Orijinal metinde Latince, Eski Yunanca, Fransızca, Al¬manca bırakılmış bazı teri
mlerin karşılıkları çeviride köşeli parantez ile sözcüğün ya da cümlenin yanına
yerleştirildi.
Bazı Danca terimler de çevirinin yanında gene köşeli paran¬tez içinde verildi. K
ierkegaard'un dipnotlarının dışında çe¬virmene ait birkaç dipnot (ç.n.) ibaresiy
le ayırt edilebilir.
Türker Armaner Haziran 2002, İstanbul
KAYGI KAVRAMI
MEVRUS GÜNAH'I KONU EDİNEN DOGMATİK PROBLEM ÜZERİNE PSİKOLOJİ AÇISINDAN YALIN Bİ
R TEFEKKÜR
Vigilius Haufniensis
Ayrımlar yapma çağı geçmiş, sistem tarafın¬dan yenilgiye uğratılmıştır. Günümüzd
e ay¬rım yapmaya tutkun kişiye, ruhu uzun süre önce ortadan kalkmış bir şeye sad
ık tuhaf bir insan gözüyle bakılıyor. Öyle olabilir, Sokra-tes o sırada nasılsa,
bugün de aynı yalın, bil¬ge kişidir, çünkü o hem sözcükler, hem de hayatı ile,
Hamann'ın iki bin yıl sonra hay¬ranlıkla yinelediği şu tuhaf sözde ifadesini bul
an bir ayrım yapmıştır: "Sokrates yücey¬di, çünkü 'kavradığı ile kavramadığını a
yırt etmiştir."'
Bu Yapıt
Yunan kültürünün şen âşığı, Homeros'un hayranı, Sokrates'in sırdaşı, Aristoteles
yorumcusu -"Danimarka'dan aldığı zevk" ile Danimarka'nın kendisinden haz aldığı
, "hep yolculuk yaptığı" halde "Danimarka yazını aklından çıkarmayan" hayranlık
duyduğum, derin kaybım
müteveffa profesör POUL MARTIN M0LLER'E
adanmıştır.
Önsöz
Benim görüşüme göre, bir kitap yazmaya girişen kişi, hakkında yazdığı konuyu dik
katle incelemek zorundadır, bu konu üzerine daha önce yazılmış ne varsa mümkün o
ldu¬ğunca öğrenmesi de gerekir. Bu konunun bir yönü üzerine bütünlüklü, tatminkâ
r bir inceleme yapmış biriyle karşılaşır¬sa buna sevinmesi gerekir, tıpkı güveyi
n, yanında duran dos-tunun sesini duyduğunda sevinmesi gibi. Bunu tam bir ses-si
zlik ve yalnızlık gerektiren bir aşk heyecanı ile yaptığında, başka bir şeye iht
iyacı kalmamış demektir; artık bir kuşun ötüşü gibi, dikkatli, kendiliğinden bir
biçimde kitabını yaza-bilir; daha iyisi bundan keyif almak, yarar sağlamaktır.
Bun-dan sonra kendini önemsemeden, tedirgin olmadan, sanki her şeyi bir sonuca b
ağlamış, yeryüzündeki tüm nesiller yaz-dığıyla takdis olacakmış gibi rahatlıkla
kitabını yayımlayabi¬lir. Her neslin işi kendisine mahsustur, insan yok yere dah
a önceki ve sonrakilerin uğraştığı her şeyle ilgilenmek sıkıntı¬sına düşmemelidi
r. Her güne bir derdin yeteceği gibi, bir nes¬le ait her kişiye de kendisiyle uğ
raşmak yeterli gelmelidir; bir kişi babadan kalma bir merakla tüm yüzyılı kuşatm
ak, ça¬ğın ve dönemin, kitabıyla başlayacağını varsaymak zorunda değildir; ne de
, verdiği sözün üstüne düşen Yeni Yıl lambası¬nı, ileriye dönük sözlerine ilişki
n imaları, şüpheli bir değer üzerine verdiği teminata yapılan atfı hesaba katmak
yüküm-
lülüğü vardır. Ne her geniş omuzlu insan Atlas'tır, ne de o dünyayı taşıdığı içi
n böyle olmuştur. Tanrım, Tanrım, diyen herkese gökyüzü krallığının kapısı açılm
az. Kendisini çağın güvencesi olarak gösteren kişi, böyle yapmakla güvenilir ha¬
le gelecek değildir, bu kendisine kefil olabileceğini de göster-mez. Bravo, schı
vere, Notb, Gottsblitz, bravissimo diye ba¬ğıran herkes kendisini, hayranlığını
kavramış sayılmaz.
Basit bir insan olduğumu düşünerek, bir yazar olarak, ül-kesi olmayan bir kralım
; korku ve titreme içinde, iddiasız bir yazar olduğumu itiraf ediyorum. Soylu bi
r imrenme, ya da kıskanç bir eleştiri için Latince isim taşımak fazla geliyorsa,
Christen Madsen adını da memnuniyetle kabul ederim. Ro-malıların Tanrı ibadetin
de göstermiş oldukları hoşgörü gibi, ben de kendi inancımın yetkesine sofuca bağ
lıyım; buna rağ-men, tahminden uzak yaşayıp tahmin yapan ruhban sınıf dı-şında s
ıradan biri olarak görülmek beni çok mutlu kılar. İn¬san yetkesi söz konusu oldu
ğunda, ben fetişe tapan bir mü¬minim, herkese aynı dindarlıkla ibadet ederim, am
a bir ko¬şulla: Davulların vuruşuyla, tapacağım kişinin o olduğu, onun yetke ve
o yıl için Imprimatur olduğu açık olacak. Ka¬rar, kavrayışımın dışındadır; ister
çekiliş, ister gizli oy ile ol¬sun, isterse tahkim tahtasmdaki kasaba temsilcil
eri gibi her¬kesin sırayla yetkeyi paylaşacakları türden değişen bir rütbe olsun
.
Bunun ötesinde ekleyeceğim bir şey yok; yalnızca, görüş-lerimi paylaşan ya da pa
ylaşmayan, kitabı okuyan ya da Ön¬söz ile yetinen herkese içtenlikle veda ediyor
um.
Kopenhag Saygılarımla Vigilius Haufnıensis
Giriş
Ele aldığımız konu hangi anlamda psikolojinin alanı ve etkinliği içinde; psikolo
jinin bu etkinliğinden sonra hangi anlamda dogmatik düşünceye devrediliyor.
Her bilimsel görüşün, kendisini çevreleyen bilimin alanı içinde belirli bir yeri
, ölçüsü, sınırları olduğunu, böylece bü¬tün ile ahenkli bir uyum oluşturduğunu
ve bütünün kendi¬si tarafından ifade edilen meşru bir katılımda bulunduğunu iler
i süren görüş, bilimadamını heyecanlı, hüzünlü bir sev¬dayla yüceltmekten ibaret
bir pium desiderium [dindarca bir arzu] değildir. Bu görüş, onu sadece tümelliğ
in hizmeti¬ne veren, kuralsızlığın ve anakarayı gözden yitireceği mace¬raya atıl
maktan alıkoyan kutsal bir ödev olmakla kalmaz; aynı zamanda daha uzman bir düşü
ncenin de işine yarar, çünkü düşünme etkinliği, dilde hayli muğlak biçimde sıkça
ortaya çıktığı gibi, tam olarak nereye ait olduğunu unutur¬sa, kendini de unutu
r ve başka bir şeye dönüşür, böylece hiçbir şey ve her şey olma mükemmelliğini k
azanır. Bir kişi bilimsel yöntemle ilerlemezse, sanki sorun maskeli baloya ilk v
aran olmakmış gibi tekil konuların yan yana yürüdüğü¬ne dikkat etmeden acele ede
rse, kazandığı görkemle başka¬larının gözünü kamaştırır ve çok uzakta olan şeyle
ri çoktan kavramış izlenimini verir. Bazen de, çok farklı olan şeyleri belli bel
irsiz bir biçimde biraraya toplar. Meşruiyet ya da bi-
ı
limsellik taşımayan böyle bir kuralsız kazanç, her zaman el-den çıkmaya mahkûmdu
r.
Dolayısıyla, yazar Logik'in son bölümünü "Hakikat" di¬ye adlandırdığında, en yüc
e olanın mantık dahilinde elde edildiğini gösterme üstünlüğünü kazanıyor - buna
en aşağı olan da diyebiliriz. Neyin yitirildiği ise açıktır, çünkü hakika¬ti Log
ik içinde göstermek, ne mantığa, ne de hakikate yarar sağlar. Hakikat'e yararı y
oktur, çünkü hakikatin özsel bir parçası olarak olumsallık, mantık sınırları içi
nde kabul edi-lemez. Mantık'a yararı yoktur, çünkü mantık hakikati dü-şünmüşse,
kendine benzetemeyeceği bir şeyi içermiş, sadece önceden varsayması gereken bir
şeyi baştan gerçekleştirmiş demektir. Bunun cezası bellidir. Hakikatin doğası üz
erine ya-pılacak her türlü tefekkür güçleşmiş, belki de uzun süre ola-naksız hal
e gelmiştir, çünkü "hakikat" teriminin önce kendi¬ni toplaması, hatayı unutması
gerekmektedir.
Böylece, dogmatik düşünce inanç'ı başka bir nitelemeye başvurmadan dolaysızhk di
ye adlandırdığında, herkes inanç noktasında durmamanın gerekliliğine ikna olur,
bu da bir kazançtır. Bu tavizi koyu bir dindar da verebilir, çünkü her şeyden ön
ce o kişi neyin yanlış anlama olduğunu, bunun kaynağının sonraki bir hata değil
Jtoörcov İ|JSUÖOÇ, [temel ha-ta] olduğunu göremeyecektir. Neyin yitirildiği açık
tır. İnanç, kendisine meşru bir biçimde ait olan şeyden, yani tarihî ön kabulünd
en yoksun bırakıldığı için, dolaysızhk diye adlandı-rılmakla yenilmiştir. Burada
dogmatik düşünce de yenilmiş¬tir, çünkü doğru başlangıç noktasından, yani daha
öncesin¬den işe başlamamıştır. Dogmatik düşünce, daha önceki bir başlangıcı kabu
l etmek yerine bunu gözardı etmiş, sanki bu mantık dahilinde bir şeymiş gibi, de
rhal işe başlamıştır. As¬lında mantık, en ince soyutlamanın, yani en uçucu olanı
n ürettiği şeyle çalışmaya başlar: Dolaysızhk ile. Mantık için çok uygun olan şe
y, yani dolaysızlığın eo ipso ortadan kaldı¬rılması, dogmatik düşüncede boş konu
şma biçiminde ortaya çıkmıştır. İsmi söylendiği an uyanan uyurgezer gibi, sözü e
dildiği an ortadan kaldırılan dolaysızlık ile (başka bir nite¬lendirmeye başvurm
adan) sınırlı kalmak mümkün olabilir mi? Dolayısıyla, "Kefaret" sözcüğünün spekü
latif bilgiyi, ya da algılayan özne ile algılanan nesnenin özdeşliğini, öznel-ne
snel ilişkisini, vb. tanımlamak için kullanıldığını neredey¬se temel bir araştır
mayla gördüğümüzde, yazarın ne büyük bir dâhi olduğunu, dehasıyla da her bilmece
yi, özellikle de bilim alanında gündelik hayatındaki özeni göstermeyenlere yönel
ik olarak, açıkladığını görürüz; bu kişiler, bilmecenin terimlerini, anlamını ta
hmin etmeden önce, dikkatle dinler¬ler. Öte yandan, yaptığı açıklamayla yeni bir
bilmeceyi orta¬ya atan kişi olmak gibi benzersiz bir şöhreti de kazanır; söy¬le
diklerinin bir insana nasıl açıklama gibi geldiği bilmecesi¬ni. "Bütün" hakkında
ki düşüncenin gerçekliği olduğu fikri, Eskiçağ ve Ortaçağ felsefesinin tümünde k
abul edilmiştir. Bu kabul, Kant ile şüpheli hale geldi. Bugün Hegel'in felsefesi
¬nin Kant'ın skeptik yaklaşımını tümüyle doğru biçimde kav¬radığı (Hegel'in ve o
na bağlı sistemin "Yöntem ve Açığa çı¬karma" sloganıyla gizlediğini, Schelling y
eni bir başlangıç noktası olarak ifade ettiği "Zihinsel görü ve İnşa etme" slo¬g
anıyla gözle görülür hale getirmişti; Hegelci yaklaşıma rağ¬men bu büyük sorun v
arlığını sürdürmektedir.) ve kendisin¬den önceki etkinliği, düşüncenin bir ön ka
bul yoluyla ger¬çeklik kazanmaması nedeniyle, daha yüce biçimiyle yeniden inşa e
ttiği varsayılıyorsa, düşüncenin bilinç yoluyla ortaya attığı bu gerçekliğin bir
kefaret olduğu sonucu çıkmaz mı? Bu durumda yapılan şey, Kefaret'in muazzam anl
amı aracı¬lığıyla, sadece felsefeyi eski günlerdeki başlangıcına geri döndürme
ktir. Eski, saygıdeğer felsefî terimler vardır: Tez, Antitez, Sentez. Günümüzde
tercih edilen, "dolayım"ı üçün¬cü terimin yerine kullanmaktır. Bu olağanüstü bir
ilerleme sayılabilir mi? "Dolayım" muğlak bir terimdir, çünkü aynı anda hem iki
terim arasındaki ilişkiden, hem de bu ilişkinin sonucundan, yani birbirine bağl
anmış olan ve bağlanan iki terim olduğundan söz eder. Devinimi olduğu kadar, dur
a¬ğanlığı da imler. Bunun mükemmel olup olmadığı, ancak Dolayım'ı daha derin bir
diyalektik sınava tâbi tutmakla mümkün olur, ama ne yazık ki bunun için bekleme
k zorun¬dayız. Sentez reddediliyor, yerine "Dolayım" deniyor. Çok
güzel, dâhiyane, ama yeterli değil. "Kefaret" deniyor, peki bunun sonucu nedir?
Temel araştırmalar burada işe yara¬maz, çünkü bunlarla hakikatin açıklığı açısın
dan pek az şey elde edilir, tıpkı kurtulan bir insan ruhunun kendisine ilişti¬ri
len sıfatla pek bir şey elde edemeyeceği gibi. Tam aksine, iki bilim olan etik v
e dogmatik düşüncenin kafası tümüyle ka-rışmıştır, özellikle de "Kefaret" terimi
nin ortaya atılmasın¬dan, mantık ile ^öyoç birbirine karşılık gelen iki terim ol
a¬rak ele alınıp mantığın Xöyoç için doğru öğreti olduğu ileri sürüldükten sonra
. Etik ile dogmatik düşünce, yazgının bu-lunduğu bir confinium [sınır bölgesi] d
ahilinde Kefaret ile mücadele ediyor. Hınç ve Suç, Kefaret'e etik açıdan işkence
ederken, teklif edilen kefareti kabul eden dogmatik düşünce, tarihî somutluğu o
lan bir dolaysızhk edinip bilimin büyük diyaloğundaki söyleme bununla başlıyor.
Peki sonuç ne ola-cak? Muhtemelen dil, söz ile düşüncenin dinlendiği büyük Sabba
tik tatilini geçirirken biz de başlangıca dönebileceğiz.
Mantıkta değilleyici olan, şeyleri devindirmek için kulla¬nılan bir güçtür. Hang
i yol ya da araç ile ortaya çıktığının üzerinde durmadan, mantık ile devinim eld
e edilmelidir. De¬ğilleyici olanın, sözcükler ve sıradan sözlerle kurulan oyun i
çin bir işlevi Vardır; değilleyici olanın kendisi bir sözcük oyununa döndüğünde
ise hiçbir şey başaramaz.15 Mantık ile
16 Mantığın ebedi ifadesi, Elea okulunun bir yanlış anlamayla varoluşa ak¬tard
ığı şeydir: Hiçbir şey var olmaz, her şey vardır.
hiçbir devinim gerçekleşmez, çünkü mantık, ya da mantıksal olan her şey, sadece
vardır.u Mantığın bu güçsüzlüğü, varo¬luş ile hakikatin ortaya çıktığı, mantıkta
n varoluşa yapılan geçişten kaynaklanır. Böylece mantık, başından beri hep ay¬nı
kalmış olan kategorilerin somutlaştırılmasına gömülür. Her devinim, eğer an içi
n bu ifade kullanılacaksa, içkin bir devinimdir, daha derin bir anlamda ise, dev
inim değildir. De-vinim kavramının mantıkta yeri olmayacak bir aşkınlık içer-diğ
i düşünülürse, bu iddia da ikna edicilik kazanır. O halde değilleyici olan, devi
nimde içkin, gözden kaybolan, yok olan bir şeydir. Her şey böyle oluşuyorsa, olu
şan bir şey yok, de-ğilleyici olan da bir yanılsama demektir. Ama bir şeyin man-
tık ile oluşması için, değilleyici olanın işlevinin daha fazla ol-ması gerekir;
onun işlevi karşıtlığı getirmektir; değilleme ola-rak değil, tersevirme [Contrap
osition] biçiminde. Böylece değilleyici olan, içkin devinimin suskunluğu değil,
"zorunlu öteki" dit. Aslında, mantığa devinim atfetmek için bir şey çok gerekli
olabilir, ama bu değilleme dışında bir şeydir. Mantık-tan etiğe döndüğümüzde, He
gel'in tüm felsefesinde etkin olan aynı sebatlı değilleyici olanla karşılaşırız.
Değilleyici olanın "kötü"yü ifade ettiği yolundaki keşif de şaşırtıcıdır. Sonuç
tam bir kafa karışıklığıdır, zekânın ise sınırları yoktur; Madam Stael Holstein
'ın Schelling felsefesi için söylediğini, Hegelcilik için de kullanabiliriz: Bu
sistem insanın ömür bo¬yu zeki olmasını sağlar. Mantığa devinim atfetmenin ne de
n¬li mantıksız olduğu kolayca görülebilir, çünkü değilleyici olan "kötü"yü imled
iğine göre, "kötü" de değilleyici olan ise, bunun etikte yerinin olması ne kadar
etik dışı bir şeydir. Bu terimler mantıkta çok fazla, etikte çok az sayıdadır.
Her ikisine de uygun düştüğü varsayılıyorsa, hiçbir yere uygun değil demektir. E
tikte başka bir aşkınlık yoksa, bu temelde mantıktır. Eğer mantık, etikte yer al
an aşkınlığı edinecekse, o da mantık değil demektir.
Burada geliştirilen düşünceler, kapladıkları alana oran-landığında, fazla karışı
k gelebilir (ama konunun önemi ne-deniyle hiç de uzun değildir); bununla birlikt
e, konunun dı-şına da asla taşılmamıştır, çünkü seçilen ayrıntılar, kitabın ele
aldığı konuya ışık tutmak amacıyla kullanılmıştır. Da¬ha geniş bir alana ait bu
örnekler, daha dar bir alanda da yinelenebilir; yanlış anlama ise, sonuçlan küçü
k bir bölge¬de daha az zararlı olsa da, her ikisinde de benzerdir. Bir sis¬tem k
urmaya girişen kişinin sorumluluğu büyüktür, ama bir monografi yazarı da kendi ç
erçevesine sadık olabilir, ol¬ması da gerekir.
i? Şiir ve resim gibi bu bilim de, hem yaratıcıda, hem de yapıta bakanda bir ruh
halini varsayar, bunun değiştirilmesi yoluyla işlenen hata da, düşün¬ceye etkin
liği sırasında müdahale etmenin aynısıdır; bunun hata olduğu, içe dönüklük gibi,
insanların sahip olduklarını sandıkları ihtişamdan al¬dıkları haz ya da bunu hı
rsla bırakmaları nedeniyle, gölgeye giden köpek örneğine benzer biçimde, günümüz
de tümüyle unutulmuştur.
Bu çalışmanın amacı, "Kaygı" kavramını psikoloji açısın¬dan incelemektir, ama bu
nu yaparken, Mevrus Günah dog¬ması, in mente [zihinde] ve gözönünde sürekli olar
ak tutul¬muştur. Buna bağlı olarak, günah kavramının araştırılması da zorunludur
. Ama günah psikolojinin konusu değildir, bu kavram ancak çarpık bir göz kamaştı
rıcılığm hizmetine su-nulursa psikolojik açıdan ele alınabilir. Günahın kendi ye
ri vardır, daha doğrusu, bir yeri yoktur, bu da kendine has do-ğasından kaynakla
nır. Günah kendi alanı dışında bir yerde incelenirse, düşüncenin özsel olmayan b
ir kırılmasına maruz kaldığı için, değişikliğe uğrar. Kavram değişmiş, hakiki ka
v-rama karşılık gelen ruh haline de müdahale edilmiştir;17 doğ¬ru ruh halinin sü
rekliliği, yerini yanlış hallerin süzülen haya-letine bırakır. Dolayısıyla günah
estetiğin alanına taşındığın¬da, bu ruh hali gevşek bir zihinsel işleyişi, ya d
a melankoliyi imler; çünkü günahı içeren kategori bir çelişkiyi de içerir, bu-nu
n sonucu da komik ya da trajiktir. Böylece ruh hali değiş-tirilmiştir, çünkü gün
aha karşılık gelen hal ciddiliktir. Günah kavramı da değiştirilmiştir, çünkü ist
er komik ister trajik ol-sun, bu kavram sürekliliği olan, ya da özsel olmadığı i
çin or-tadan kaldırılan bir şeye dönüşmüştür; günah, hakiki kavra¬mı açısından,
üstesinden gelinmesi gereken bir şeydir. Daha derin bir anlamda, komik ile traji
ğin, bazen korkulan, bazen alaya alınan bir gulyabaniden başka düşmanı yoktur.
Günah metafizik alanda incelenecekse, bu ruh hali diya-lektik bir tekbiçimlilik
ve tarafsızlıktır; günaha, düşüncenin ince soruşturmasından kaçamayacak bir şey
gibi yaklaşılır. Günah kavramı burada da değişikliğe uğramıştır, çünkü gü-nahın
üstesinden, düşüncenin hayat veremeyeceği bir şey olarak değil, herkesi ilgilend
iren bir şey olarak gelinebilir.
Günah psikoloji alanında incelenecekse, ruh hali, gizli bir polisin korkusuzluğu
gibi, ısrarlı bir gözlemciliğe dönüşür; bu, günahın dışında yer alan ciddiliğin
muzafferâne uçuşuna benzemez. Kavram, başka bir kavram olur, çünkü günah bir du
rum olarak ele alınmıştır. Ama günah bir durum değildir. Günahta, kendi kavramın
ın sürekli biçimde ortadan kaldı-rılması düşüncesi yatar; bir durum olarak (de p
otentia [ola¬nak açısından]) değil, de actu ya da in actu [etkinliğe göre ya da
etkinlik dahilinde] sürekli olarak ortadan kaldırılması dü-şüncesi. Psikolojidek
i hal, "pathos" karşıtı bir meraktır, doğ¬ru ruh hali, cesur bir dirençte kendin
i gösteren bir ciddiliktir. Psikolojideki hal, Kaygı'nın keşfedilmesidir; psikol
oji, güna¬hı kendi kaygısı içinde tanımlar, kendi oluşturduğu tanım ne-deniyle d
e sürekli kaygı içinde kalır. Günah, bu şekilde ince-lendiğinde, daha güçlü konu
mdadır, çünkü psikoloji günaha kadınsı bir biçimde yaklaşır. Bu durumun hakikili
ği ise ke-sinlik taşır, etik durum kendi kesinliğini ortaya atmadan ön¬ce bu her
insan yaşamında az çok gerçekleşir. Ama bu şekil¬de bakıldığında günah kendisi
değil, bir "az ya da çok" olur.
Günah üzerine yapılan her incelemede, ruh hali yoluyla kavramın doğruluğu gözlem
lenebilir. Örneğin, günahtan bir hastalık, anormallik, zehir, ya da bir ahenksiz
lik gibi söz edi-lirse, kavram yanlışlanmış demektir.
Günah belirli bir bilime ait değildir, ama tek bir kişinin, tekil kişi olarak, b
ir başka tekil kişiyle konuştuğu kısa vaaz-ların konusudur. Günümüzde, bilimsel
önem düşüncesi pa-pazları oyuna getirmiş, onları vaaz vermeyi hakir gören ve bil
im uğruna çalışan bir nevi maaşlı memura çevirmiştir. Va¬az vermeye değersiz bir
sanatmış gibi horgörüyle bakılması şaşırtıcı bir şey midir? Oysa vaaz verme, ta
m olarak Sokra-tes'in yücelttiği sanattır, sanatların da en zorudur; bu, karşı¬l
ıklı konuşabilme sanatıdır. Burada kast edilen, cemaat kili¬sesinde cevap veren
birinin olması, ya da her seferinde vaaza karşılık verecek birinin bulunması değ
ildir. Sokrates'in so¬fistlerde eleştirdiği nokta, onların konuşma yapmayı bildi
ği halde nasıl karşılıklı konuşulacağını bilmiyor olmalarıydı; sofistler her kon
uda uzun süre konuşabiliyor, ama konuşma¬yı kendilerine mal etmiyorlardı. Karşıl
ıklı konuşmanın sırrı, konuşulan şeyin kişinin kendi malı olmasında yatar.
ıs Logik metni dikkatli incelendiği takdirde, etiğin asla ulaşamayacağı bir anla
mda "Hakikat"in, son bölüme başlık yapılmasının ne denli parlak bir fikir olduğu
rahatlıkla görülebilir. Mantığın Hakikat ile bitmesinin, hakikatin kendisiyle b
ir ilgisi yoktur, "Varlık" ile başlamasının, varlık ile ilgisinin olmaması gibi.
Günah kavramına karşılık gelen şey ciddiliktir. Bu neden¬le etik, içinde günahın
yer bulabileceği bir bilim olmak zo-rundadır. Ama burada büyük bir güçlük vardı
r. Etik, hâlâ ideal bir bilimdir (ama bu her bilim idealdir gibi bir anlam taşım
az). Etik, ideal olanı hakiki kılmak iddiasındadır. Öte yandan, etiğin kendine h
as devinimi, doğası gereği, hakikati ideal olanın düzeyine yükseltemez.'8 Etik,
ideale ulaşmanın bir görev olduğunu ve herkesin bunun için gerekli koşullara sah
ip bulunduğunu varsayar. Böylece etik, güç ve olanaksız olanı açıklığa kavuştura
rak bir çelişki oluşturur. Hukuk için söylenen, etik için de geçerlidir: O talep
leriyle sadece yargıla-yan, ama hayata bir şey getirmeyen bir disiplin amiridir.
Sa-dece Eski Yunan etiği buna bir istisnadır, çünkü sözünü ettik-leri saf bir e
tik değil, estetik öğeyi de içeren bir etkinlikti. Bu en çok erdem tanımında ort
aya çıkar; Aristoteles, özellikle
Nikomakhos'a Etik'te, tüm ince Yunan yalınlığıyla, erdemin tek başına bir insana
mutluluk ve huzur getirmeyeceğini, ki¬şinin sağlığa, dostlara, dünyevi nimetler
e ve aile saadetine de ihtiyacı olduğunu belirtir. Etik, ne kadar ideal olursa,
o ka¬dar iyidir; kendisini, olanaksızı istemenin yararsız olduğuna ilişkin boş l
aftan uzak tutmalıdır. Çünkü böyle sözleri dinle-mek bile etik dışıdır, zaten et
iğin de buna ne vakti, ne de fır¬satı vardır. Pazarlık etmenin ne etikte yeri va
rdır, ne de kişi bu yolla hakikate ulaşabilir. Hakikate ulaşmak için, devinim tü
müyle tersine çevrilmelidir. Etiğin ideal olma özelliği, kişi-yi bu bilimle uğra
şırken önce metafizik, sonra estetik ve psi-kolojik kategoriler kullanma konusun
da cezbeden Ama etik, böyle baştan çıkarmalara her bilimden daha çok direnmeli¬d
ir. Böylece, insanın yedeğinde tümüyle farklı kategoriler bu-lundurmadan etik üz
erine yazması imkânsız hale gelmiştir.
Bu durumda günah, ancak nedamet ile enkaz haline ge¬lirse etiğin alanına girebil
ir.19 Etik, günahı içerecekse, ideal durumu da sona ermiş demektir. Etik ideal d
urumunu koru-
ı? Johannes de Silentio Korku ve Titreme (Frygt og Bcsven, Kopenhag: 1843) adlı
yapıtında bu konu üzerinde durmuştur. Yazar bu kitapta, bir çatışma yaratarak, d
in açısından ideal durumun aslında hakikatin ideal durumu olduğunu belirtmek içi
n, etik için gerekli ideal durum adına, es¬tetiğin arzu edilen ideal durumunun ç
ökmesine izin vermiştir. Böylece es¬tetik için arzu edilen, etiğin ideal durumu
için imkânsız olmaktan çıkmış¬tır. Bu, ideal dinî durumun diyalektik sıçrama ile
ortaya çıkması sayesin¬de mümkün olmuştur, pozitif ("Yeni olan her şeyi seyret"
) ve negatif ("Yi¬neleme" kavramı ile karşılanan, anlamsız olanın tutkusu) olmak
üzere iki biçimi vardır. Ya etik istediği için varoluş tümüyle sona erecek; ya
da ya¬şam ile varoluşun, eski varoluş ile bir süreklilik kurarak değil (bu bir ç
e¬lişki olurdu), bir aşkınlık yoluyla yemden başlaması için gerekli koşul sağ¬la
nacaktır. Bu aşkınlık, yineleme ile önceki varoluşu bir yarılma ile birbi¬rinden
ayırır. Bundan sonra iki varoluşun ilişkisinden, okyanustaki, hava¬daki ve topr
aktaki canlıların birbiriyle ilişkisi gibi, ancak mecazî biçimde söz edilebilece
ktir. Ama bazı doğa bilimcilerine göre eski varoluş, yeni va¬roluşun ortaya çıka
rdıklarını eksik bir prototip olarak temsil ediyordu. Bu kategori için, Constant
in Constantius'un Yineleme (Gjentagelsen, Ko¬penhag: 1843) adlı menıine bakılabi
lir. Bu kitap, tasarlandığı gibi, şüphe¬siz zekice yazılmıştır. Bildiğim kadarıy
la yazar, "yineleme" kavramım can¬lı bir biçimde kavrayan ilk kişidir. Bunun yan
ında, bilimlerin yeni bir bi¬lim doğana dek birbirine dönüştüğü görünmez discrim
en rerum'a (dönüş noktası], işaret ederek, "pagan" ile Hıristiyan arasındaki ili
şkiyi açıkla¬mak için, "yineleme" kavramının üretkenliğine de izin vermiştir. Am
a >
duğu sürece, hiçbir zaman hakikati yitirecek kadar insana aykırı bir hale dönmez
; ama kendini herkesin yerine getirmei gereken bir ödev gibi sunar, bu yolla kiş
iyi, KOT' £^oyr\v [en yüksek anlamda] doğru ve bütünlüklü bir insana dönüştüre-c
eği iddiasındadır, bu güçlüğün getirdiği gerilim de böylece artar. Günah, etik ö
devi yerine getirmek için mücadele verir-ken, kendini arızi, kişiye tesadüfen ba
ğlı bir şey olarak değil, kişinin ötesine geçen, derin, çok derin, gittikçe deri
ne inen bir önkoşul olarak ortaya koyar. İşte o zaman etik her şeyi yitirmiş, he
r şeyi yitirmesi için etiğe destek verilmiş demektir. Karşımıza çıkan, ulaşılaca
k hedefin çok ötesinde bir katego¬ridir. Mevrus günah her şeyi daha da umutsuzlu
ğa sürükler; o etik yoluyla değil, dogmatik düşünce aracılığıyla güç duru¬mu uza
klaştırır. Antikçağ'daki bilgi ve akıl yürütme, düşün¬cenin bir gerçekliğe sahip
olduğunu varsayıyordu, Antik¬çağ'daki etik, bu yolla erdemin gerçekleştirilebil
eceği ön ko¬şulu üzerine kurulmuştu. Günahta bulunan şüphecilik, pa¬gan düşüncey
e tümüyle yabancıydı. Günah etik bilinç için neyse, hata da günahın bilgisi için
oydu - tekil istisna hiçbir şeyi ispat etmez.
Dogmatik düşünce, stricte [kesin anlamda] ideal diye ad-landırılan bilime karşıt
olarak, hakikat yoluyla ilerleyen bir bilimi, etiği, kendisine başlangıç noktas
ı almıştı; hakikat ile haşlamasının nedeni, onu ideale yükseltme isteğiydi. Bu d
ü-şünce günahın varlığını inkâr etmez, tam tersine, günahı bir on kabul olarak a
lır ve mevrus günah ile onu açıklar. Bunun-l.ı birlikte, dogmatik düşünce nadire
n arı bir biçimde ele alın¬dığı için, mevrus günaha kendi sınırları içinde yakla
şılır, böy¬lece bu düşüncenin çok biçimli orijinal görünüşü açıklığa ka-vuşmaz,
bulanıklaşır. Bu durum, İncil'de melekler, vb. bir dogmayla karşılaşıldığında da
yaşanır. Bu nedenle, dogmatik düşüncenin yapması gereken, mevrus günahı açıklam
ak ye-rine, onu ön kabul olarak alıp incelemektir. Bu, Antik Yu-nan'da doğa üzer
ine pek çok şey söylenmesiyle oluşan girdap gibidir: Hiçbir bilimin kavrayamayac
ağı, devinen bir şey.
Dogmatik düşünceyle ilgili bu söylenenler, Schleiermac-her'in bu bilime yaptığı
ölümsüz katkı yeniden kavranırsa, doğru olarak kabul edilebilir. O çok önce, ins
anlar Hegel'i tercih ettiklerinde geri planda kalmıştı. Schleiermacher, An-tikça
ğ Yunanı gibi, yalnızca bildiği şeylerden söz eden zarif bir düşünürdü. Hegel is
e tam aksine, olağanüstü yeteneğine ve çalışma gücüne rağmen, yaptıklarıyla bize
bir kez daha kendisinin geniş bir yelpazede tam anlamıyla Alman bir fel¬sefe pr
ofesörü olduğunu hatırlatıyor, çünkü a tout prix [ne pahasına olursa olsun] her
şeyi açıklamak zorunda olduğu¬nu düşünüyor.
İçkin bilimin işe metafizik ile başladığı gibi, yeni bilim de dogmatik düşünce i
le başlar. Burada etik kendine yeniden bir bilim olarak yer bulur; hakikatin dog
matik bilincini, ha¬kikat açısından üzerine bir görev olarak alır. Bu etik günah
ı göz ardı etmez; ideal durumu da, ideal talepleri yerine getir¬meyi değil, haki
katin bilincine, günahın hakikatine, gevşek bir metafizik zihinle değil, psikolo
jik şehevilik ile nüfuz et¬meyi gerektirir.
Devinimlerdeki farklılığı görmek zor değildir: Sözünü et-tiğimiz etik, şeylerin
değişik bir düzenine tâbidir. İlk etik, te-kil bireyin günahkârlığı ile karaya o
turmuştur. Böylece ilk etik, kişinin günahı insan türünün günahı biçiminde yayıl
dı¬ğı için, günahkârlığı açıklayabilmek yerine daha büyük bir etik bilmecenin iç
ine düşmüştür. Bu noktada, dogmatik dü¬şünce mevrus günah ile kurtarıcılığa soyu
nmuştur. Yeni etik dogmatik düşünceyi ön kabul olarak alır, mevrus günah ile de
tekil kişinin günahını açıklar; bu arada ideal durumu da bir ödev biçiminde tasa
rlar: Yukarıdan aşağıya değil, aşağı¬dan yukarıya bir devinim oluşturacak biçimd
e.
Aristoteles üzerine genellikle bilinen, JTQ<BTT| cpılooocpta [ilk felsefe] terim
ini metafiziği tanımlamak için kullandığı yönündedir, bize göre bu tanım, içinde
teolojiye ait bir par¬çayı da barındırır. Teolojiye bu açıdan yaklaşmak, pagan
dü-şüncenin düzenine uygundur. Böyle bir yaklaşım da, nüfuz edici ilahi tefekkür
ün eksikliğinden kaynaklanan, pagan ti-yatroya ilahi bir ibadet gibi gerçeklik a
tfeden görüş ile bağ-
I.ıııtılıdır. Bu muğlaklıktan bir soyutlama yaparsak, tanımı koruyabilir, Jtoüyt
T] cpıAoaocpia20 ile bizim "pagan" dediği¬miz, özü içkinlik olan, Antik Yunan'da
"hatırlama" diye ifa¬de edilen bilimin bütünlüğünü anlayabiliriz. Secunda philo
-lOpbia [ikinci felsefe] da, özü aşkınlık ya da yineleme olan bilimin bütünlüğün
ü ifade eder.21
Günah kavramı hiçbir bilimin konusu değildir; yalnızca ikinci etik, oluş sürecin
e dokunmadan, onun kendini göster-mesi ile uğraşabilir. Bu kavram başka bir bili
min elinde kar-makarışık olmaya mahkûmdur. Mevcut tasarımıza yaklaş¬mak için, bu
kavramın psikoloji tarafından incelendiğinde de aynı sonucun doğacağını belirtm
emiz gerek.
20 Schelling, Aristoteles'in bu terimine negatif ile pozitif felsefe arasmd
a ken¬di yaptığı ayrımı desteklemek için dikkat çekmişti. Negatif felsefe ile ka
st edilen "mantık"tır; burada bir sorun yok. Ama pozitif felsefe ile, kendi¬sini
n kurmak istediği felsefe dışında ne demek istediği benim için o kadar açık deği
l. Bununla birlikte, ben sadece kendi düşüncemi geliştirmekle uğ¬raştığım için,
bu konu üzerinde daha fazla durmamın yararı yok.
21 Constantin Constantius, içkinliğin "yarar" ile toprağa ayak bastığını sö
y¬leyerek bu konuya işaret etmişti. Hakikat, ilk kez bu kavram ile doğru bi¬çimd
e gün ışığına çıkıyor.
Psikolojinin inceleme konusu, huzursuz bir dinginlik için-de bulunan sükûnettir;
bu, kendini her zaman üreten ya da bastıran bir dinginlik değildir. Günahın sür
ekli ortaya çıktı¬ğı bu sabit duruş, zorunluluk ile değil (çünkü zorunluluk ile
oluş hali bir durumdur, örneğin bir bitkinin tüm tarihi bir durumdan ibarettir),
özgürlük ile gerçekleşir. Bu bekleme ha-li, önceden tasarlanmış bu kabul, günah
ın gerçek olanağıdır, psikolojinin yarar sağlayacağı konu da buradadır. Psikoloj
i, günahın oluş halini değil, nasıl var olduğunu konu edinip in-celer. Psikoloji
günaha, zaten var olan bir şey gibi yaklaşır, bir sonraki adım ise, günahın ora
da olduğudur; ilki ile ikin¬cisi arasında nitel bir fark vardır. Psikolojinin mu
azzam te¬fekkürü ve gözlemi açısından bu ön kabul, psikolojinin sağ¬layacağı yar
ar bakımından gittikçe genişliyor. Psikoloji ken-
ız
13
dinden vazgeçmeli, yani günahın bir hakikat olarak orada durmasından doğan hayal
kırıklığını bırakmalıdır. Ama bu hayal kırıklığı psikolojinin güçsüzlüğünü orta
ya serer ve ar¬tık üstlenebileceği bir iş olmadığını gösterir.
İnsan doğasının günahı olanaklı kılacak bir şekilde inşa edildiğini söylemek psi
koloji açısından doğrudur, ama güna-hın bu olanağını etkin hale getirmek, etiğe
karşı isyan etmek-tir; dogmatik düşünce de bunu, özgürlüğü tümüyle olanak¬sız kı
ldığı için, bir küfür olarak görür. Günah, var olduktan sonra etkindir, eski bir
felsefenin Tanrı'nın olanaklı olması ile zorunlu olmasının aynı şey olduğunu sö
ylemesi gibi.
Günah vaz edildiği anda etik ortaya çıkar ve günahın at¬tığı her adımı gözlem al
tına alır. Günahın yeryüzüne nasıl in¬diği etiğin konusu değildir, o yalnızca gü
nahın, günah olarak yeryüzüne gelmiş olmasıyla ilgilenir. Ama günahın olanağı¬nı
n durağanlığı, günahın oluşması kadar etiğin alanının dı¬şındadır.
Psikolojinin ele aldığı nesne üzerinde hangi anlamda ve nereye kadar gözlem yapa
bileceği daha açık sorulursa, cevap bellidir: Günahın hakikatinin bir düşünce ne
snesi biçiminde incelenmesinin psikoloji ile, bir inceleme alanı olarak da etik
ile ilişkisi yoktur, çünkü etik gözlem yapmaz, hep suçlar, yar-gılar, eylemde bu
lunur. Şu da bellidir ki, psikolojinin hakika¬te ilişkin deneysel ayrıntılarla d
a, bunların günahın dışında bulunuyor olması dışmda, bir ilgisi yoktur. Aslında
psikolo¬ji bir bilim olarak hiçbir zaman kendi alanındaki deneysel bir ayrıntıyl
a ilgilenmez, psikolojinin somutluğu arttıkça, ay¬rıntı da daha bilimsel bir tas
arım olacaktır. Günümüzde bu bilim, hayatın köpüren çeşitliliğinden zehirlenmeye
kendini öteki bilimlerden daha çok açmıştır, bunun sonucunda da kendini kırbaçl
ayan insanlar gibi, riyazete ve asketik hayata başlamıştır. Ama bu durum bilimin
değil, kendini ona ada-yanların hatasıdır. Öte yandan, günah açısından, hakikat
in tüm içeriği psikolojiye yabancı kalmıştır, ona ait olan tek şey l'.ıınahın ol
anağıdır. Etik için ise, günahın olanağı hiçbir za¬man meydana gelmez. Etik kand
ırılmasına izin vermez, böy¬le düşüncelerle de yitirecek vakti yoktur. Psikoloji
de bunla-ı.ı bayılır ve olanağın kenarlarını, açılarını hesaplayarak Arkhimedes
gibi rahatsız edilmeden çalışmak ister.
Psikoloji artık günahın derin olanağına batmışken, hiç düşünmeden başka bir bili
me hizmet eder, bu bilim de psi-kolojinin işini bitirmesini bekler, böylece o ye
ni baştan baş-layacak ve açıklama için psikolojiye yardım edecektir. Bu bi¬lim e
tik değildir, çünkü etik bu olanaklılık ile ilgilenmez. Bu bilim dogmatik düşünc
edir, mevrus günah da burada ortaya çıkar. Psikoloji günahın gerçek olanağını tü
müyle araştırır¬ken, dogmatik düşünce mevrus günahı, yani günahın ideal olanağın
ı açıklar. Ama ikinci etik, ne günahın olanağı, ne de mevrus günah ile ilgilenir
. İlk etik günahı gözardı eder. İkin¬ci etik ise günahın hakikatini, kendi alanı
içine alır, burada psikoloji işe ancak bir yanlış anlama sonucu karışabilir.
Burada söylenenler doğru ise, yazarın bu yapıtı psikolo¬jik tefekkür diye adland
ırması ve bu tefekkürün, bilim ile ilişkisinin bilinci içinde, nasıl psikolojini
n alanına girdiği, da-ha sonra dogmatik düşünceye nasıl yöneldiği açıklığa kavuş
-muştur. Psikoloji öznel tin üzerine bir doktrin olarak adlan-dırılmıştır. Buna
daha yakından bakılırsa, günah açısından, onun mutlak tin doktrinine nasıl geçme
k zorunda olduğu da görülür. Dogmatik düşüncenin yeri de burasıdır. İlk etik me-
tafiziği ön kabul olarak alır, ikinci etik de dogmatik düşün¬ceyi; ama ön kabul
olarak aldığı şeyi burada ve başka her yerde tamamlayarak.
Giriş bölümünde yapılabilecekler bitti. Giriş doğru, kay¬gı kavramına ilişkin te
fekkür ise tümüyle yanlış olabilir. Ge¬riye, böyle olup olmadığına bakmak kalıyo
r.
Birinci Bölüm
78
79
duğu bir azim örneğinden başka bir şey değildir: Tıpkı Dyrehaven'a gidecek araba
sı olmayıp, bunun önemli olma-dığını, kiralık bir araç bulabileceğini söyleyen k
işi gibi. Benzer bir durum; çünkü her ikisinin de isteği Dyrehaven'a ulaşmak. Öt
e yandan, ulaşım araçlarını kafasına takmayan biri, tahmin yürüteceği noktayı ya
kalasa da, tahminin ken¬disine ulaşamaz. Değişme, tarihî özgürlük alanı içinde,
bir "durum"dur. Ama bunu doğru biçimde anlamak için, yeni olanın sıçrama ile ort
aya çıktığını unutmamak gerekir. Bu
varsayımlardan çıkan sonuçlar ortaya konmuştur. Böylece "an", devinim ile durağa
nlık arasında zamanda yeri olmadan bulunan (ÖTOJTOV) [Yeri olmayan], bundan hare
ketle de devinimin durağanlık, durağanlığın da devinim olarak değiştiği tuhaf bi
r varlık olarak ortaya çıkmış, böylece de¬ğişme (|iETapoXr|) kategorisi olmuştur
. Çünkü Platon aynı biçimde "An"ın, Bir'in Çok, Çok'un Bir, Benzerlik'in Benzeme
zlik olarak değiş¬mesine bağlı olduğunu göstermiştir. An, ne EV [Bir], ne JtoXXd
[Çok], ne parçalanan, ne de bir araya getirilen (OİJTE ÖİCOCÛİVETCİİ OÜTE ŞUYKO
İVETCU 157 a) bir şeydir. Platon güçlüğü netleştirdiği için takdire şayandır, am
a "an" hâlâ suskun, içine kapak, gözardı etmekle açıklanamaz bir soyutla¬ma olma
yı sürdürür. Mantık, değişme kategorisini içermediğini belirtsey¬di (Bu kategori
yi içeriyorsa, mantığın kendisi de sistem dahilinde çalıştığı halde, gene de ona
sistemin içinde bir yer bulmak zorundadır), tarihe ait alanlar ve tarihî bir va
rsayımın üzerine kurulmuş bilginin tümü açıklığa kavuşurdu. Bu kategori, Hıristi
yanlıktaki pagan akıl yürütmeler kadar, Hıristiyanlık ile pagan felsefe arasında
ki ayrım açısından da önemlidir. Parmemdes'te yer alan başka bir bölüm, "an"a bö
yle bir soyutlama ola¬rak yaklaşmaktan doğan sonuca işaret eder: Bir, zaman tara
fından belir-lenmişse çelişki doğar; çünkü Bir (tö EV) bu durumda hem kendisinde
n hem de Çok'tan (T& ıtoW.d) daha genç ve daha yaşlı olacaktır (151 e). Ama Bir
"var olmak" zorunda olduğu için, '"Var olmak' şimdiki zaman¬la birlikte varlıkta
n pay almaktır" denecektir, (TÖ ÖE Eİvca öXKo xi EOTİ rj (.İEGE^İÇ otıaiaç \ısx
Jtapovtaç, 151 e.) Bu çelişki üzerine daha sonra söy¬lenenler (152 b-c), "Şimdik
i Zaman"ın, "Şimdiki Zaman," "Sonsuz" ve "An" arasında döndüğünü gösterecektir.
"Şimdi" (TÖVÖV), "idi" ile "ola¬cak" arasında bulunduğu için, "Bir," geçmişten g
eleceğe doğru yol alır¬ken "Şimdi"yi görmezlikten gelemez. Bir, "Şimdi"de mola v
erir; daha yaşlı olmaz, çünkü zaten yaşkdır. Günümüzün felsefesi "saf varlık" il
e şa¬hikasına çıkar, ama "saf varlık" Sonsuz'un en soyut ifadesidir ve "Hiç¬lik"
olarak An'ın kendisidir. Burada da An'ın önemi açıklığa kavuşuyor, çünkü Sonsuz
ancak bu kategori ile asıl anlamına kavuşuyor. Sonsuz ile An iki uç karşıtlığı
oluşturur, diyalektik büyücülük ise her ikisinin özdeş olduğunu ileri sürer. Şeh
vanilik, zamansallık ve An, ancak Hıristiyanlık ile doğru olarak anlaşılabilir,
çünkü sadece Hıristiyanlık Sonsuz'u zemine yerleştirmiştir.
80
gözden kaçınlırsa, değişme, sıçramanın gevşekliği üstünde nicel bir hâkimiyet ku
racaktır.
Demek ki insan ruh ile bedenin bir sentezi; ama aynı za-manda zamansal ile sonsu
zun da bir sentezidir. Bu düşünce sıkça yinelenmiştir, benim de bir itirazım yok
, çünkü niyetim yeni bir şey keşfetmek değil, çok basit bir şeyin üzerinde ka¬fa
yormaktır.
İkinci sentezin (zamansal ile sonsuz) ilkinden (ruh ile be-den) daha değişik biç
imde oluştuğunu görmek hayli şaşırtı-cıdır. İlkinin öğeleri ruh ile bedendir, Ti
n de üçüncü öğedir, ama sentezden söz etmemiz ancak Tin vaz edildiğinde ola-nakl
ıdır. İkinci sentezin sadece iki öğesi vardır. Peki üçüncü¬sü nerede? Üçüncü öğe
yoksa tam bir sentez olduğunu söy-leyemeyiz, çünkü çelişki içeren bir sentezin
tamamlanması için üçüncü öğenin varlığı zorunludur. Sentezin bir çelişki ol-duğu
nu söylemek, onun var olmadığını söylemektir. İmdi, zamansallık nedir?
Zaman, doğru olarak, sonsuz bir ardışıklık biçiminde tanımlanırsa; şimdiki zaman
, geçmiş, gelecek diye de tanım-lanabilir. Ama bu ayrımın zamanda örtük olarak b
ulundu¬ğunu söylemek doğru olmayacaktır, çünkü ayrım, ancak za¬manın sonsuz ile
olan ilişkisi ve sonsuzun zamandaki izdü¬şümü aracılığıyla ortaya çıkar. Zamanın
sonsuz ardışıklığı içinde tutunacak bir yer, yani ayrım noktası olan "şimdiki z
aman" bulunursa, ayrım da tümüyle doğru olacaktır. Ama an'ların toplamı kadar he
r "an"ın kendisi de (geçip giden) bir süreç olduğu için, zamanın içinde ne şimdi
ki zaman, ne geçmiş, ne de gelecek vardır. Ayrımın gene de olanaklı oldu¬ğunu sö
ylemek, an'ın uzama dönüştürülmesinden kaynak¬lanır. Bu durumda da sonsuz ardışı
klık kesintiye uğrayacak¬tır, çünkü öne sürülen tasarım, zamanın düşünülmesi yer
ine tasarlanmasına yol açar. Bunu kabul etsek de, yapılanların doğru olduğunu sö
yleyemeyiz, çünkü zamandaki sonsuz ar-dışıklık, tasarım olarak bile, içeriksiz s
onsuz bir şimdiki za-
81
mandır (sonsuzun parodisi de buradadır). Hindular, yetmiş bin yıl boyunca hüküm
sürmüş bir krallar dizisinden söz ederler. Krallar hakkında, isimleri dahil (bun
u varsayıyo¬rum) hiçbir şey bilinmez. Bunu zamanın bir örneği olarak alırsak, ye
tmiş bin yılın sonsuzda yitip gittiğini düşünürüz; tasarım olarak da, içerikten
yoksun, sonsuzun hayalî görü¬nüşüne yayılan ve uzama dönüştürülmüş bir hiçliktir
.50 Bir yılın ötekini izlediği kabul edildiğinde de şimdiki zaman vaz edilmiş ol
ur.
"Şimdiki zaman", içerikten sonsuza dek yoksun olması dışında, zamana ait bir kav
ram değildir; bu da gene sonsuz¬da yitip gittiğini gösterir. Bu unutulursa, ne k
adar çabuk göz¬den kaybolursa kaybolsun, şimdiki zaman vaz edilmiş ola¬cak ve ye
niden geçmiş ve gelecek kategorilerinde ortaya çı¬kacaktır.
Ebedilik ise, tam tersine, "şimdiki zaman"ın kendisi¬dir. Düşünce için ebedilik,
yok edilmiş bir ardışıklık ola¬rak (zaman süregiden ardışıklıktır) "şimdiki zam
an"dır. Tasarım için ise, ebedilik, hiçbir zaman yitip gitmeyen bir akıştır; çün
kü ebedilik, tasarımda, sonsuza dek içeri¬ğini koruyan bir "şimdiki zaman" olara
k karşımıza çı¬kar. Ebedilik için geçmiş ve gelecek ayrımı yoktur, çünkü "şimdik
i zaman", yok edilmiş bir ardışıklık olarak vaz edilmiştir.
50 Aslında bu uzamın kendisidir. Dikkatli bir okuyucu burada benim iddi¬amın isp
atının doğruluğunu görecektir, çünkü tasarım için olduğu kadar, soyut düşünce ve
Tanrı'nın her yerde hazır olarak tanımı için de zaman ile uzam tümüyle özdeştir
(nacheinander, nebeneinander).
Demek ki zaman, sonsuz ardışıklıktır. Zamanda var olan, sadece zamana ait bir ya
şamın "şimdiki zaman"ı yok¬tur. Genellikle şehvani yaşamı tanımlamak için, an'da
, yal¬nızca an'ın içinde var olduğu söylenir. Öyleyse an derken, ebedilikten yap
ılan bir soyutlama kast ediliyor, "şimdiki za-man" olduğu söylenseydi, bu ancak
bir parodi olurdu.
"Şimdiki zaman" ebediliktir. Başka bir deyişle, ebedilik "şimdiki zaman"dır, "şi
mdiki zaman" da eksiksizdir. Latin¬ce'de tanrısallıktan söz edilirken onun praes
ens olduğu söy¬leniyordu [praesentes dii) [Tanrıların varlığı]. Bu ifade tanrı¬s
allık için kullanıldığında, Tanrı'nın güçlü yardımı da belir¬tilmiş oluyordu.
An, "şimdiki zaman"ı, geçmiş ile gelecekten yoksun ola¬rak imler, şehvani yaşamı
n eksikliği de tam buradadır. Ebe¬dilik de "şimdiki zaman"ı geçmişsiz, geleceksi
z olarak imler; bu da ebediliğin mükemmelliğidir.
Burada an, "şimdiki zaman"ı tanımlamak için kullanılır, geçmiş ve gelecek bir so
yutlama ile "şimdiki zaman"ı imle-mesi için an'ın dışına atılırsa, an kesinlikle
"şimdiki zaman" olmaz, çünkü geçmiş ile gelecek arasında bir dolayım olmuş-tur,
salt bir soyutlama ile bakılırsa da, aslında yoktur. Demek ki an, zamanın bir b
elirlenimi değildir, çünkü zamanın belir-lenimi, "geçip giden" bir şeydir. Bu ne
denle zaman, kendini zamanda ortaya çıkaran belirlenimlerden biriyle tanımlana-c
aksa, geçmiş zamandır. Tam tersine, zaman ile ebedilik bir¬birine temas ediyorsa
, bunun zamanda gerçekleşmesi gere¬kir. Şimdi an'a geldik.
"An", mecazi bir ifade olduğu için, uğraşılması zor bir terimdir, ama dikkate de
ğer ölçüde de güzel bir sözcüktür. Hiçbir şey bir göz kırpması kadar hızlı değil
dir, zaten bu da ebediliğin içeriği ile oranlıdır. Öyleyse Ingeborg, Frithiof'un
ardından denize baktığında, bu ancak mecazi bir sözcük ile ifade edilen bir res
im oluşturur. Onun duygulan, bakışı, ya da bir sözcük, daha çok zamanda belirlen
en bir sese sahip¬tir; yitip giden, sonsuzluğu içinde taşımayan bir şey olarak v
ardır. Bu nedenle, bir bakış ya da sözcük, ruhu rahatlatma¬ya muktedirdir. Çünkü
ruhun taşıdığı ağır yük, söze dökül-düğünde, geçmişe ait bir şey olur. Demek ki
bir göz kırpışı, zamanın betimidir, ama dikkatinizi çekerim, ebedilik ile te-ma
s ettiğinde yazgısal bir çatışmaya giren zamanın betimi¬
dir bu.51 "An" dediğimiz şeyi, Platon xo e£jaicpvr)ç [Ansızın; Bir anda olan] te
rimiyle karşılıyordu. Kökenbilimsel açıkla-ması ne olursa olsun, "an", görünmez
olanların alanına gi¬rer; çünkü Tin kavramından, dolayısıyla da zamansallık kavr
amından yoksun olduğu için, zaman ile ebedilik, aynı derecede soyut bir biçimde
düşünülür. Latince'deki terim momentum'dur {movere'den [Devinmek] gelir), türeti
lmiş hali de yitip gideni ifade eder.52
Böyle anlaşılırsa, an, sadece zamanın değil, ebediliğin de bir atomudur. An, ebe
diliğin zamandaki ilk izdüşümü, za¬manı durdurmak için gösterdiği ilk çabadır. Y
unan kültürü bu nedenle an'ı anlamamış, ebediliğin atomunu anlamış ol¬sa bile bu
atomun an'ın kendisi olduğunu kavramamış, an'ı, ileriye değil, geriye dönük bir
doğrultuda tanımlamıştır. Yu¬nan kültürü için ebediliğin atomu aslında ebediliğ
in kendisi olduğu için, ne zaman, ne de ebedilik yerini bulmamıştır.
Zamansallık ile ebediliğin sentezi yeni bir sentez değil, ilk sentezin ifadesidi
r; bu da insanın ruh ile bedenin Tin tarafın-dan taşınan bir sentezi olduğu düşü
ncesiyle uygunluk göste¬rir. Tin vaz edildiğinde, an da oradadır. Böylece, kinay
eyle in¬sanın sadece an'da yaşadığı söylenebilir, çünkü oluşanın ge¬çip gitmesi
nedensiz bir soyutlamayla mümkün olur. Doğa, an'da bulunmaz.
Bu saptama, zamansallık için olduğu kadar, şehvanilik için de geçerlidir. Çünkü
zamansallık, doğanın zamanın için¬de güvenli görünen duruşuyla karşılaştırıldığı
nda, hâlâ daha eksik, an da önemsiz görünmektedir. Oysa durum tam aksi¬dir. Doğa
nın güvenli duruşunun nedeni, zamanın doğa açı¬sından bir önem taşımamasında yat
ar. Tarih, ancak an ile başlar. însanın şehvaniliği günah yoluyla günahkârlık ol
arak vaz edilir, böylece hayvanın şehvaniliğinden daha aşağı bir seviyeye indiri
lir. Burada daha yüksek bir noktadan işe baş-landığı için, Tin ile karşılaşırız.
An, zaman ile ebediliğin birbirine temas ettiği noktadaki muğlaklıktır. An kavra
mı ile, zaman ile ebedilik sürekli bir temas noktası bulur, ebedilik de sürekli
olarak zamanın ala¬nını işgal ederken, zamansallık vaz edilir. Bunun sonucu da,
yukarıda belirtilen ayrımın önem kazanmasıdır: Şimdiki za¬man, geçmiş zaman, gel
ecek zaman.
Bu ayrım ile dikkatlerimizi bir olguya yöneltiriz: Gelecek, bir anlamda, "şimdik
i zaman" ile geçmişten daha çok şey imler, çünkü bir anlamda gelecek, geçmişin b
ir parçasını oluşturduğu bütünün kendisidir; gelecek, bir anlamda, bütü¬nü imler
. Ebedilik bu nedenle ilk olarak geleceği imler. Gele-ceğin, zaman ile ölçülebil
ir olmadığı halde, onunla teması kaybetmemiş ebediliği içinde barındıran kılık d
eğiştirmiş kimse olmasının nedeni de aynıdır. Dilsel kullanım ara sıra gelecek i
le ebediliği özdeş tutar (gelecekteki yaşam/ebedi ya-şam). Yunanlılar, daha deri
ndeki bir anlamda, ne "ebedilik", ne de "gelecek" kavramına sahip değildi. Bu yü
zden, Yunan yaşamının an'da kaybolması nedeniyle sitem edilemez; daha doğru bir
ifadeyle, kaybolduğundan da söz edilemez, çünkü Yunanlılar Tin kategorisinden yo
ksun oldukları için zaman-sallığı saf bir yaklaşımla şehvanilik olarak görmüşler
di.
An ile gelecek zaman, geçmiş zamanı vaz eder. Yunan ya-şamı zamana bir nitelik y
üklemişse, bu geçmiş zamandır. Ama geçmiş zaman, şimdiki zaman ve gelecek zaman
ile iliş¬kisi açısından değil, genel olarak geçip giden zamanın kendi¬si olarak
tanımlanmıştır. Burada Platon'un "anımsama" te¬riminin önemi açıktır. Çünkü Yuna
nlılar için ebedilik geçmiş zaman gibi geride olduğundan, ona ancak geriye doğru
yü¬rüyüp ulaşılabilir.51 Bununla birlikte, ebediliği geçmişte gören düşünce, eb
edilik ister felsefî olarak (bir filozofun ölümüy¬le)54 ister tarihî olarak açık
lansın, tümüyle soyut bir kavram¬dır.
53 Burada, benim öne sürdüğüm bir kategori göz önüne alınmakdır: Ebedi¬liğe
, ileriye doğru yürüyüp ulaşılmasını sağlayan "yineleme" kavramı.
54 Kierkegaard, Platon'un Pbaidon diyaloğundaki ruh tasarımına dikkat çe¬ki
yor. - ç.n.ır.
Bütüne bakıldığında, geçmiş, gelecek ve ebediyet kav-ramlarını tanımlarken an'ın
nasıl tanımlandığı da görülebi¬lir. An olmasaydı, ebediyet geçmiş zaman olarak
geride beli-recekti. Bu, yolda adım atmadan yürüyen, böylece yolun o kişinin ard
ında kat edilmiş bir mesafe olarak göründüğü bir durumu hayal etmeme benziyor. A
n, sadece discrimen [Ay¬rım; Bölüm] olarak vaz edilseydi, gelecek zaman ebedilik
olacaktı. An vaz edilirse, ebedilik ile geçmiş zaman olarak tekrar karşımıza çı
kan gelecek zaman da vaz edilmiş olur; bu düşünce Yunan, Musevi, Hıristiyan görü
şlerinde hayli belir¬gindir. Her şeyi yeni baştan oluşturan belirleyici kavram,
"zamanın mükemmelliği", Hıristiyanlıkta bulunur. Ama za¬manın mükemmelliği, "ebe
dilik olarak an"dır; bu ebedilik de, gelecek ve geçmiştir. Buna dikkat edilmezse
, tanrıtanı¬mazlık ile ihanetin kavram bütününü yok eden karışımından hiçbir kav
ramı kurtaramayız. İnsan geçmişi kendisi olarak değil, gelecek ile olan süreklil
iği içinde anlar (İhtida, Kefaret, Kurtuluş kavramları bu şekilde dünya tarihind
eki önemleri¬ni ve bireysel tarihin gelişimindeki yerlerini yitirmişlerdir). Gel
ecek, kendi başına değil, şimdiki zaman ile yalın sürekli-liği içinde vardır (bu
rada da Yeniden Diriliş ile İlahi Yargı yok edilir).
Şimdi, Âdem'i düşünelim ve sonraki her bireyin, kuşak¬lar arasındaki ilişki ile
tarihî ilişkinin sonucu olarak nitel farklılığını korumakla birlikte, Âdem ile a
ynı şekilde bir baş-langıç yaptığını hatırlayalım. Bu nedenle "an", sonraki bi¬r
eyler için olduğu kadar, Âdem için de söz konusudur. Ruh ile bedenin sentezi Tin
tarafından vaz edilir; ama Tin ebedi olduğu için, bu ilk sentez, Tin ancak zama
nsallık ile ebedili¬ği birleştiren ikinci sentezi vaz ettiğinde gerçekleşir. Ebe
dilik dahil edilmezse, "an" da yoktur, ya da sadece bir discri¬men''dir [sınır;
ayrım çizgisi; dönüm noktası]. Bunun nedeni de, Masumiyet'te Tin'e sadece "düş g
ören Tin" niteliğinin yüklenmesi, ebediliğin de gelecek zaman olarak ortaya çık-
masıdır; çünkü bu, daha önce de söylendiği gibi, ebediliğin ilk ifadesi, onun kı
lık değiştirmiş halidir. Tıpkı (bir önceki bölümde), Tin sentezde vaz edileceği
sırada, daha doğrusu Tin kendisinin bireydeki (özgürlük) olanağını vaz edeceği s
ı¬rada, kendini Kaygı olarak ifade etmesi, böylece kendini Kaygı olarak ifade ed
en gelecek zamanın da, ebediliğin bi¬reydeki (özgürlük) olanağı olması gibi. "Ol
anak halindeki özgürlük" kendini özgürlük olarak ortaya koyduğunda "öz¬gürlük" b
oyun eğer; zamansallık da aynı şekilde, günahkâr¬lığı imleyerek şehvanilik olara
k ortaya çıkar. Şunu yineliyo¬rum: Bu söylediklerim, nitel sıçramaya yönelik nih
ai psiko¬lojik tahminin ulaşabileceği en son açıklamadır. Âdem ile sonraki birey
arasındaki farklılık, gelecek zamanın izdüşü¬münün ikincisinde daha çok bulunma
sında yatar. Psikolojik açıdan, bu "daha çok" ürkütücüdür, ama nitel sıçrama açı
¬smdan da hiçbir önemi yoktur. Âdem'in en çok farklılaştığı nokta, gelecek zaman
ın geçmiş, ya da Kaygı tarafından var¬sayılıyor görünmesi, olanak halindeki duru
mun ise daha or¬taya çıkmadan kaybolmuş olmasıdır.
Olanak halindeki durum, tam olarak gelecek zamana karşılık gelir. Gelecek zaman,
özgürlük için olanak halinde¬ki durumdur; demek ki gelecek zaman, sadece zaman
açısın¬dan olanaklıdır. Kaygı, bireysel yaşamda her ikisine de kar¬şılık gelir.
Böylece kesinlik içeren doğru bir dilsel kullanım, Kaygı ile gelecek zamanı bir
tutar. Bir kişinin geçmişe ilişkin kaygı duyduğu söylendiğinde, bu ifade söz kon
usu dilsel kul¬lanım ile çelişkiye düşer. Daha dikkatli bakıldığında, bunun sade
ce bir söylem biçimi olduğu, gelecek zamanın bir şekil¬de ortaya çıktığı görülür
. Kaygı duyduğumu varsaydığım geçmiş, benimle bir olanaklılık ilişkisi içinde bu
lunmak zo¬rundadır. Geçmişteki bir talihsizlikle ilgili kaygı taşıyorsam, bu üze
rine kaygılanılan şeyin geçmişte olduğunu değil, ileri¬de, yani gelecekte yinele
neceğini düşünmemden kaynaklanır. Geçmişteki bir cürüm nedeniyle kaygılanıyorsam
, bu onu tam olarak geçmişte bırakmamış olmam, kendimi kandıra¬rak ya da başka b
ir şekilde geçmişte olmuş olmasından ka¬çınmam yüzündendir. Gerçekten geçmiş zam
an olsaydı, kay¬gı değil pişmanlık duyardım. Pişman değilsem, bu kendime cürüm i
le diyalektik bir ilişkiye girme hakkını tanımış ol¬mamdan, böylece cürümün kend
isinin geçmişe ilişkin değil, olanak halinde bir şey olmasından kaynaklanır. Cez
adan kaygılanıyorsam, bu da ceza ile cürümün diyalektik ilişkisi nedeniyledir (ö
teki türlü cezamı çekiyor olurdum), o halde kaygımın olanak halindeki ve geleceğ
e ilişkin bir şeye yöne¬lik olduğunu söyleyebilirim.
Şimdi ilk bölümdeki yere geri döndük. Kaygı, günahtan önce gelen psikolojik duru
mdur; günaha, olabildiğince kay-gılı, yakınlaşır, ama sadece nitel sıçrama ile o
rtaya çıkan gü¬nahı açıklayamaz.
55 Zamansallığın günahkârlık olarak belirlenimini, bir ceza olarak ölüm dü¬şünce
si izler. Ölümün ürkütücülüğü, dışsal bir fenomene bağlı da olsa, or¬ganizmanın
mükemmelleşmesiyle artar; bu analoji nedeniyle de si placet [Eğer istenirse] yuk
arıdaki akıl yürütme bir ilerlemedir. Bir bitkinin ölü¬mü ve çürümesi bahardaki
kokusundan daha hoş bir rayiha yayarken, bir hayvanın ölümü havayı zehirler. Dah
a derin bir anlamda, insana yük¬lenen değer büyüdükçe, ölümün korkunçluğunun art
tığı da doğrudur. Hayvan gerçekten ölmez, ama Tin, kendisi olarak vaz edildiğind
e, ölüm de korkunç yüzünü gösterir. Böylece, ölüm kaygısı da doğum kaygısına kar
şılık gelir. Ölümün bir dönüşüm olduğu yolundaki kısmen doğru, kıs¬men zekice, k
ısmen heyecanlı, kısmen yüzeysel düşünceyi burada yinele¬mek niyetinde değilim.
İnsan, ölüm anında kendini sentezin evç noktasın¬da bulur. Tin, ölmesi olanaklı
olmadığı için, yoktur, ama beklemek zorun¬dadır, çünkü bedenin ölümü zorunludur.
Pagan düşünce şehvaniliğe da¬ha safça yaklaştığı için, zamansallığa ilişkin gör
üşü de daha özensizdir. Bu nedenle, pagan düşüncede ölüm daha yumuşak ve çekici
olsa da, en yük¬sek noktaya çıkmaktan çok uzaktır. Lessing'in klasik sanattaki ö
lüm ta-sarımı üzerine yazdığı olağanüstü yapıtı okurken, uyuyan peri resminden,
ya da ölüm perisinin başım eğip kandili söndürürken resmedilen yüce va¬karından
hüzün ve haz duymamak mümkün değildir. Burada, eğer iste¬nirse, hiçbir şeyin amm
sanmadığı bir anımsama kadar yatıştırıcı bir mih¬mandara güven duymayı kışkırtan
tarif edilmez bir çekicilik bulunur. Öte yandan, bu suskun rehberi izlemenin me
şum bir yanı da vardır, çünkü onun gizlediği bir şey yoktur. Bu rehber kılık değ
iştirmiş değildir, ne ise odur; o, ölümdür, böylece her şey sona ermiştir. Bu pe
riyi, dostane haliy¬le ölenin üzerine eğilip son öpücüğünün nefesiyle yaşamın so
n kıvılcımı¬nı söndürürken görmekte anlaşılmaz bir hüzün vardır. Bu öpücükle her
şey yavaş yavaş yitip gider; geriye, kendisim anlattnayan, ama her şeyin bir oy
un olduğunu, bunun da sonuna gelindiğini, önemli önemsiz herke-sin okul çocuklar
ı gibi uzaklaştığım, yanan bir kâğıdın kıvılcımları gibi söndürüldüğünü, sona ka
lan tek şeyin okul müdürlüğünü üstlenmiş ruh olduğunu söyleyen ölüm kalır. Her ş
ey bir çocuk oyunudur, oyun da bit¬miştir; yok olmanın sessizliğini burada bulur
uz..
Günahın vaz edildiği an, zamansallık günahkârlık olmuş-tur.55 Zamarısallığın, gü
nahkârlığı şehvanilikten daha çok imlediğini söylüyor değiliz; demek istediğimiz
, günah vaz edildiğinde, zamansallığın günahkârlığı imlediğidir. Demek ki, sadec
e ebedilikten soyutlanmış an'da yaşayan kişi günah işler. Saçma sapan bir rahatl
amayı göze alırsak, günah işle-memiş olsaydı Âdem'in o an'da ebediyete intikal e
tmiş ola-cağını söyleyebiliriz. Öte yandan, günah vaz edildiğinde, za-mansal, ya
da şehvani olandan yapılacak bir soyutlamayı ümit etmek nafiledir.56
1.
TİN'İN YOKLUĞUNA DUYULAN KAYGI
Yaşamı gözleyen bir kişi, burada ileri sürülen düşüncenin doğruluğu konusunda ik
na olacaktır: Kaygı, günahın nitel sıçramayla ortaya çıktığı nihai psikolojik du
rumdur. Bunun¬la birlikte paganlık ve Hıristiyanlık'ta yinelenen pagan dü¬şünce,
günahın nitel sıçramasının oluşmadığı yolundaki be-lirlenimden doğar. Ama bu du
rum Masumiyet değil, Tin açı-sından bakıldığında, daha çok Günahkârlık durumudur
.
Hıristiyanlık'taki yerleşik düşüncenin paganlığın günah-kârlık içinde var olduğu
nu söylemesi önemlidir, günah bilin-cini ilk ortaya atan ise Hıristiyanlıktır. A
ma yerleşik Hıristi¬yan düşüncesi kendini daha kesin olarak anlattığında iddiası
da doğruluk kazanır. Pagan düşünce, nicel belirlenimler yo¬luyla zamanın dışına
çıkar, zaten daha önce de oradadır ve günaha en derin anlamıyla hiçbir zaman ul
aşamaz, bu da günahın ta kendisidir.
56 Burada ileri sürülen düşünce üzerinde ilk bölümde de duruldu. Yineleme¬min ne
deni, bundan sonra söyleneceklere ışık tutacağım düşünmemden-dir.
Paganlığın bu şekilde tanımını yapmak kolaydır, ama Hı-ristiyanlık'ta yinelenen
pagan düşünceye gelince iş değişir. Bu düşünce, ne suçlu ne de suçsuzdur; şimdik
i zaman, geçmiş, gelecek ve ebedilik arasındaki ayrımdan haberdar değildir. Hıri
stiyanlık'ta ortaya çıkan pagan düşüncenin yaşamı ile ta-rihi, eski elyazmaların
a benzer; noktalama işaretleri olma¬dan, birbiri ardına gelen sözcüklerin, tümce
lerin dizilişi gibi muğlak bir biçimde ilerler. Estetik açıdan komiktir bu; yaşa
-mın içinden akan bir ırmağın mırıltısını dinlemek güzeldir, ama bir ussal varlı
klar toplamı da anlamsız, süregiden bir fı-sıkıya dönüştürülmüştür, komik olan d
a budur. Felsefe bu plebleri, nebati çamurun önce katı toprağa, sonra yer kömü-r
üne dönüşmesi gibi, daha yüksek bir kategori için taşıyıcı olarak kullanabilir m
i, bilmiyorum. Tin açısından bakıldı-ğında, böyle bir varoluş günahın kendisidir
, bu durumda in¬san en azından çerçeveyi çizip oradan Tin'i çekip almaya ça-lışa
bilir.
Burada söylenenler paganlık için geçerli değildir. Böyle bir varoluş sadece Hıri
stiyanlık'ta mevcuttur. Çünkü Tin'in vaz edilme düzeyi arttıkça yoksunluk derinl
eşecek, yitirilen şey büyüdükçe de saadet içinde yüzerken büyük bir sefalete düş
enler ot ânv^yr^ÖTeç [Hissetme özelliğini yitirmiş olan¬lar] olacaktır. Bu Tin y
oksunluğundan duyulan rahatlıkta, kölelerin paganlıktaki haliyle karşılaştırıldı
ğında, bir anlam¬da kölelik söz konusudur, çünkü bu kendi içinde bir hiçlik¬tir.
Bununla birlikte, Tin yoksunluğundaki kaybolmuşluk en korkuncudur, çünkü burada
ki talihsizlik, kendisi bir hiçlik olan Tin yoksunluğunun Tin ile ilişki içinde
olmasından kay-naklanır. Tin yoksunluğu, bir yere kadar Tin'in tüm içeriği¬ne sa
hiptir, ama altını çiziyorum; Tin olarak değil, üzerimiz¬de dolaşan bir hayalet,
anlaşılmaz bir laf yığını, bir slogan gi¬bi. Tın yoksunluğu doğruluğu içerebili
r, ama yineliyorum; doğruluk olarak değil, bir söylenti, bir kocakarı masalı gib
i. Estetik açıdan, Tin yoksunluğunda derinde yatan, genel ola¬rak dikkat çekmeye
n taraf budur, çünkü aktör, Tin açısın¬dan, kendini pek güvende hissetmez. İmdi,
Tin yoksunluğu tasarlanmaya çalışıldığında, aktörün diline bir laf salatası yer
leştirilir, çünkü kimse kendi kullandığı sözcükleri Tin yoksunluğunun diline yer
leştirmeye cesaret edemez: Güven-sizlik buradan kaynaklanır. Tin yoksunluğu, en
kapsamlı Tin'in söylediğinin aynısını söyleyebilir, ama bunu Tin adına söyleyeme
z. Tin yoksunluğunun bir nitelik olarak yüklendi¬ği kişi konuşan bir makineye dö
nüşür, bu insanı felsefî bir zırvalığı, inanca ilişkin bir itirafı, siyasi bir l
af silsilesini ez-berden okumaktan da kimse alıkoyamaz, ironiye ve mizaha en düş
kün güçlerin, en yalın görünen şeyin, kişinin neyi kav-rayıp neyi kavramadığını
ayırt etmesi olduğunu bir ağızdan söylemesi anlamlı gelmiyor mu? Tin'den en yoks
un kişiyi bu nakaratı tekrar etmekten ne alıkoyabilir? Tin'in bir tek ispa¬tı va
rdır; o da Tin'in ispatının kendi içinde yapılıyor olması¬dır. Başka bir yola sa
pan kişi, bir ispat yığını elde edebilir, ama bu insanın Tin'den yoksun olduğu z
aten bellidir.
Kaygı, Tin yoksunluğunda bulunmaz, çünkü bu yoksun¬luk kaygı için fazla mutlu, f
azla huzurlu, Tin'den fazlaca uzaktır. Bu hüzün veren bir nedendir, paganlık da
Tin yok¬sunluğundan şu noktada ayrılır: Paganlık Tın'e yönelmiş¬ken, Tin yoksunl
uğu Tin'den uzaklaşmaktadır. Bu bakım¬dan Paganlık çok daha fazla yeğlenebilir.
Tin yoksunluğu, Tin'in durgunlaşması, ideal olanın da palyaçoya dönmesidir. Bu n
edenle Tin yoksunluğu, ezberindekini okuduğunda ap¬tal sayılmaz, ama tuz ne kada
r ahmaksa o da bu ölçüde ap¬tallasın Tuz aptallaşırsa, tuzlama etkinliği ne ile
gerçekleşe¬cektir? Tin yoksunluğunun hiçbir şeyi tinsel olarak kavra¬maması, çık
ardığı aksak seslerle her şeye tutunma çabasına rağmen hiçbir şeyi üzerine vazif
e olarak almaması, kaybol-muşluğunun ve getirdiği rahatlamanın nedenidir. Tin yo
k¬sunluğu bir şekilde Tin'e temas etse ve çarpılmış kurbağa gi¬bi bir an titrese
, ortaya çıkan şey tam bir pagan fetişçiliği ola¬caktır. Tin yoksunluğunda yetke
yoktur, çünkü o bilir ki, Tin için de yetke söz konusu değildir. Bununla birlik
te, edindiği bilgiye rağmen, Tin yoksunluğu ne yazık ki Tin olamadığı için, müke
mmel bir putatapar olur. Tin yoksunluğu bir geri zekâlıya ve bir kahramana aynı
hürmetle tapınır, gerçek feti¬şi ise bir şarlatandır.
Tin yoksunluğunda Kaygı yoktur, çünkü o, Tin'in oldu¬ğu kadar Kaygı'nın da dışın
a atılmıştır, ama Kaygı gene de bir yerlerde bulunur: Bekleyerek. Bir borçlu ala
caklısını ge-vezelikle oyalayarak kaçacak kadar şanslı olabilir, ama bu¬rada gel
en, kimseye benzemeyen bir alacaklıdır: Bu alacaklı Tin'dir. Böyle bakıldığında,
Kaygı Tin yoksunluğunda da vardır, ama gizlenmiş, kılık değiştirmiş olarak. Kay
gı'nın ba¬kışıyla her düşünce ürperir, çünkü Kaygı'nın görünüşü -im¬gelem böyle
bir görünüşü tasarlamaya uygunsa- yeterince ürkütücü ve korkunçtur. Bu görünüş,
kendini olduğu gibi göstermemek için kılık değiştirirse daha da ürkütücü olur, a
ma zaten ne ise odur. Ölüm, gerçek haliyle göründüğünde, orağıyla kasvetli, yava
ş yavaş yürüdüğünde insan ona kork¬madan bakabilir; ama ölümle alay edilebileceğ
ini sananların karşısına kılık değiştirip çıktığında, bu insanlardan biri o bi¬l
inmez şeklin herkesi nezaketiyle esir alıp tutkuların vahşi coşkusuna kapılmasın
a neden olan ölüm olduğunu anladı¬ğında, artık derin bir dehşete kapılmaktan ken
dini alamaz.
2.
KAYGI: DİYALEKTİK YÖNTEMLE YAZGI OLARAK TANIMLANAN BİR TERİM
Çoğunlukla, Paganlığın günahta var olduğu söylenir, belki de Kaygı'da var olduğu
nu söylemek daha doğru olacaktır. Paganlık hem bir bütün olarak, hem de Tin deri
n anlamın¬da "Tin" olarak vaz edilmiş olmasa da, Tin ile ilişkisi içinde şehvani
liktir. Bu olanak halindeki durum da Kaygı'nın ken-disidir.
Kaygı'nın nesnesinin tam olarak ne olduğunu sorarsak, yanıt burada da "Hiçlik" o
lduğudur. Kaygı ile Hiçlik her za-man birbirleriyle karşılıklılık ilişkisi içind
edirler. Özgürlük ile Tin etkinlik halinde vaz edildiklerinde, Kaygı da ortadan
kalkar. O zaman Kaygı'nın hiçliği Paganlıkta daha kesin bi-çimde neyi imler? Yaz
gı'yı.
Yazgı, Tin ile dışsal bir ilişki içindedir. Bu ilişki, Tin ile, kendisi Tin olma
yan ama tinsel bir ilişkiye girmiş bir şey ara-sındadır. Yazgı, zorunluluk ile i
lineksel olanın birliği olduğu için, tam tersini de imleyebilir, dikkatimizden k
açmış bir şey-dir bu. Herkes pagan düşüncedeki fatum'dan bir zorunlu-lukmuş gibi
söz eder (bu terim Doğu ve Yunan düşüncelerin¬de farklı anlamlar taşır). Yazgı'
nın ilineksel olanı, yani Sağ¬görü [Dan. Forsynet;Lat. Providentia] ile ölçüleme
yecek ola¬nı imlediği Hıristiyan dünyasında da bu zorunluluğun izleri¬nin kalmas
ına göz yumulmuştur. Ama durum tam olarak da böyle değildir, çünkü Yazgı tam ola
rak zorunluluk ile ilinek¬sel olanın birliğidir. Yazgı'nın kör olduğu yolundaki
görüş, bu ifadeyi ustalıkla belirtmiştir, çünkü körlemesine ilerleyen bir kişi,
zorunlulukla olduğu kadar ilineksel olarak da yürür. Kendi bilincinde olmayan bi
r zorunluluk, bir sonraki an ile ilişkisinde eo ipso ilinekseldir. Demek ki Yazg
ı, Kaygı'nın hiçliğidir. Hiçliktir, çünkü Tin vaz edildiğinde Kaygı da orta¬dan
kalkar; ama aynı zamanda Yazgı'dır, çünkü burada Sağ¬görü de vaz edilmiştir. O z
aman Paulus, Yanlış Tanrı [Afgud] dediğinde, Yazgı'dan söz ediyor olmalı: Yeryüz
ünde Yanlış Tanrı yoktur, ama Yanlış Tanrı pagan dindarlığının nesnesi¬dir.
O halde, paganın kaygısı nesnesini, hiçliğini Yazgı'da bu-lur. Yazgı ile bir ili
şki kuramaz, çünkü Yazgı, bir an zorun-luyken, bir sonrakinde ilineksel olur. Am
a pagan Yazgı'ya bağlanmıştır da; bu bağlılık Kaygı'dır. Pagan kişi, Yazgı'ya da
ha fazla yaklaşamaz. Paganlığın yaklaşma çabası, Yaz¬gı'ya yeni bir ışık tutacak
kadar derinlik kazanmıştı. Yazgı'yı açıklamak isteyen kişi, Yazgı'nın kendisi k
adar muğlak kal-maya mahkûmdur. Kâhin'in durumu budur. Aslında Kâhin tam tersini
de imleyebilir. Bu nedenle, pagan kişinin Kâhin ile olan ilişkisi de Kaygı'dır.
Paganlığın en trajik, açıklanmaz durumu da burada yatar. Trajik olan, Kâhin'in
söylediğinin muğlaklığında değil, pagan kişinin ona danışmaya cesaret edememesin
de bulunur. Pagan kişi Kâhin'in sözü ile ilişkisi¬ni korur, ama ona danışıp yanı
lmaya cesaret edemez. Danış¬tığı zaman bile, Kâhin'in sözü ile muğlak bir ilişki
içindedir ("Pathos"a hem ortak, hem de onun karşısındadır). Bu nok¬tada, Kâhin'
in açıklamaları üzerine düşünür!
Paganlıkta suç ve günah kavramları yoktur. Eğer olsaydı, kişinin Yazgı nedeniyle
suçlu olması çelişkisi nedeniyle Pa-ganlık silinip giderdi. Bu, çelişkilerin en
büyüğüdür, Hıristi-yanlık da bu çelişkiyi aşar. Paganlık bunu anlamaz, çünkü gü
nah kavramını tanımlarken çok yüzeysel bir usa vurmada bulunmuştur.
Günah ve suç kavramları, tekil birey tarafından, tekil bir birey olarak ortaya k
onur. Bu kişinin bir bütün olarak dün¬ya, ya da geçmiş ile ilişkisi sorgulanmaz.
Sorun suçlu olma¬sıdır; Yazgı nedeniyle, dolayısıyla sorgulanmayan bir şey yü¬z
ünden suçlu duruma düşmüştür. Bu durumda da Yazgı kav¬ramını ortadan kaldıran bi
r şey durumuna dönüşür, düştüğü bu durumun sorumlusu da Yazgı'dır.
Bu çelişkinin yanlış anlaşılması, Mevrus Günah kavramı¬nın yanlış anlaşılmasına
yol açacaktır. İyi anlaşılırsa, bu kav¬ram doğru bir düşünceyi belirtir: Her bir
ey, hem kendisi, hem de türün kendisidir, daha sonra doğanlar da ilk kişiden özs
el olarak farklı değildir. Özgürlük, Kaygı olanak halin¬deyken, Yazgı'ya yenik d
üşer ve çöker. Bunun sonucu, öz¬gürlüğün suçlu olduğuna yönelik açıklamayla ayağ
a kalk¬masıdır. Kaygı, bireyin suçluymuş gibi göründüğü en uç nok¬tasında, henüz
günah değildir. Dolayısıyla günah, ne zorun¬luluk, ne de bir ilinek olarak orta
ya çıkar, Sağgörü'nün gü¬nah kavramına karşılık gelmesinin nedeni de budur.
Hıristiyanlık'ta, Tin'in var olduğu ama aslmda "Tin" olarak vaz edilmiş olmadığı
her yerde, Pagan düşüncedeki Kaygı'ya günah ile ilişkisi içinde rastlayabiliriz
. Bu olgu, en açık biçimiyle, bir dâhide görünür. Dâhi, dolaysız olarak dü-şünül
düğünde, temelde öznelliktir. Bu noktada, yalnızca Tin tarafından vaz edilebilec
eği için, kendisi henüz Tin olarak vaz edilmiş değildir. "Dolaysız" olarak, dâhi
Tin olabilir
(olağandışı kavrayışın Tin olduğu ve Tin tarafından vaz edil-diği görünüşünü ver
en aldatmaca buradadır), ama o zaman karşımıza şu çıkar: Tin, kendisinin dışında
Tin olmayan bir şeye sahiptir ve kendisi de Tin ile dışsal bir ilişki içindedir
. Dâhi böylece sürekli Yazgı'yı açar ve deha derinleştikçe, Yaz-gı'nın açılımı d
a derinleşir. Tin yoksunu kişiye göre aptalca bir şey olan bu durum, hakikatte y
üceliktir; çünkü hiç kim¬se Sağgörü "ideası" ile doğmaz. Eğitimin önemini kabul
edi¬yor olsam da, Sağgörü'nün eğitimle yavaş yavaş kazanılaca¬ğını söyleyenler b
üyük bir yanılgı içindedirler. Dâhi, ilk yalın gücünü Yazgı'yı açmasıyla gösteri
r, ama bu aynı zamanda onun güçsüzlüğünü de açığa çıkarır. Dâhi, sensu eminentio
ri [En yüce anlamda] olmasa da, her zaman dolaysız Tin'dir ve Yazgı onun için sı
nırdır. Sağgörü, günaha ulaşılmadan vaz edilmez. Dâhi, Sağgörü'ye ulaşmak için b
u nedenle büyük bir çaba harcar; ulaşamazsa, Yazgı üzerine yapılacak araştır¬ma
için bir özne olarak kalır.
Dâhi, her şeye Ansich [Kendi içinde] kadirdir, bu haliyle dünyanın tümünü yerind
en oynatabilir. Düzenin sağlanması için, yanında bir öğe belirir; bu da, bir hiç
lik olan Yazgı'dır. Onu açığa çıkaran dâhidir, dehası derinleştikçe, Yazgı'yı da
¬ha derin biçimde açığa çıkarır, çünkü bu öğe yalnızca Sağgö¬rü'nün önceden sezi
lmesinden ibarettir. Bu kişi sadece bir dâ¬hi olarak kalır ve yüzünü dışarıya çe
virirse hayranlık uyan¬dıran şeyler yapmayı başaracak, ama her zaman Yazgı'ya bo
yun eğecektir. Elle tutulur, gözle görülür biçimde dışarıya açılmazsa, içe dönme
si gerekir. Bu nedenle, dâhi derin an¬lamda kendi içine dönmezse, dehanın varolu
şu her zaman bir peri masalı olarak kalacaktır. Dâhi her şeyi yapmaya muktedirdi
r, ama hiç kimsenin kavrayamayacağı bir anlam¬sızlığa da mahkûmdur; dâhi, mutlak
kudretiyle, bu anlam¬sızlığın üstüne her şeye kadir bir anlam inşa eder. Böylec
e bir teğmen, eğer dâhi ise, bir imparator olup dünyayı değiştire¬bilir. Ortaya
çıkan, bir imparatorluk ve tek bir imparator olacaktır. Yine aynı nedenle, bir o
rdu, koşulların mükemmel olduğu, bir sonraki an da bozulabileceği zaman savaş iç
in toplanabilir. Bir kahraman topluluğu savaş emrinin verilme¬sini ister, ama o
bu emri vermez. Neden? Çünkü o Marengo savaşının tarihidir. Her şeyin hazır oldu
ğu zaman bile, o bir¬liklerinin önünde, sadece askerlerini ateşleyecek kehaneti
bil¬dirmek için güneşin doğmasını bekler; güneş, her zamankin¬den daha ilham ver
ici, ateş yüklü görünüşüyle doğabilir. Gü¬neş, sadece ona ilham vermekle kalmaz,
çünkü güneş hiçbir zaman Austerlitz'deki kadar ihtişamlı yükselmemişti; ancak A
usterlitz'in güneşi zaferi ve ilhamı kazandırır. Bu açıklan¬ması mümkün olmayan
tutkuyla, çok önemsiz bir kişiye hınç duyabilir, düşmanlarına merhamet gösterebi
lir. Evet, yazık erkeğe, yazık kadına, yazık masum çocuğa, yazık top¬raktaki hay
vana, yazık ağaca, yazık Dâhi kehanette buluna¬cağı an o ağacın dalına uçan kuşa
.
Dâhi'ye dışarısı kendi başına bir anlam ifade etmez, bu nedenle de onu anlayacak
kimse yoktur. Her şey, onun gizli dostuyla (Yazgı) birlikte dışarısını anlaması
na bağlıdır. Belki de her şey yitirilmiştir; sokaktaki adam ile bilge kişi, kend
ini yok yere ateşe atmaması için bir ağızdan ona nasihat veriyor olabilir. Bu no
ktada, Yazgı'nın istencini okumasını sağlayan görünmez metinden kuşku duyuyor de
ğilse, Dâhi tüm dün-yadan daha güçlü olduğunu bilir. Bu metni kendi isteğine gö¬
re okursa, her şeye kadir sesiyle geminin kaptanına "Aç yel-kenleri, Caesar'ı ve
onun talihini taşıyorsun" der. Her şey ka-zanılmış olabilir, o an Dâhi bir bilg
i edinir; önemini hiçbir canlının, gökteki Tanrı'nın bile anlayamayacağı bir söz
söy-lenmiş olabilir (çünkü belirli bir anlamda gökteki Tanrı Da-bi'yi anlamaz),
Dâhi bu söz ile gücünü yitirir.
Dâhi, genelgeçer olanın dışında kalır. Yazgı'ya olan inan¬cı nedeniyle, kazansa
da yitirse de yüceliğini korur, çünkü utku da yenilgi de ona, daha doğrusu Yazgı
'ya aittir. Genel¬likle kazandığı zaman ona hayranlık duyulur, ama en çok kendi
eliyle yenilgiyi tattığı zaman yücedir. Bu elbette, Yaz¬gı'nın kendisini dışsal
olarak ifade etmediği yolunda anlaşıl¬malıdır. İnsani açıdan, o an yine de her ş
ey kazanılmıştır, Dâhi şüpheli metni keşfeder ve sonra düşer, "Onu alt etmek içi
n bir dev gerekiyordu" denebilir, bunu da kendisinden başkası başaramaz. İnsanla
r bir söylence bulduklarını düşü¬nürler, oysa yeryüzündeki krallıkları ve ülkele
ri onun kutlu elinin hâkimiyeti altına alan inanç, onu yenik düşüren inançla ayn
ıdır; onun düşüşü bile, kavranması mümkün ol¬mayan bir söylencedir.
Dolayısıyla, Dâhi'nin kaygısının zamanı, tehlikeyi ancak tehlike anında sezen sı
radan insanın kaygısından çok daha farklıdır. Sıradan insanlar tehlikeden önce v
e tehlike geçtik¬ten sonra kendilerini güvende hissederler. Dâhi ise tehlike anı
nda her zamankinden daha güçlüdür. Kaygı onun için hem tehlikeden önce, hem de o
büyük bilinmezle, Yazgı ile karşılaşacağı o sarsıcı an olan tehlikeden sonra da
söz konu-sudur. Belki de tehlikenin geçtiği an kaygısı şahikasına ulaşır, çünkü
kesinliğin sabırsızlığı her zaman utkuya giden yolun kısalığıyla ters oranlıdır
. Utkuya yaklaştıkça, özellikle de ut-kunun kazanıldığı an yitirilecek şeyler de
artar: Yazgı'nın tu-tarlı olması, tutarsızlığın kendisidir.
Dâhi, kendini dinî olarak kavrayamaz, böylece ne güna¬ha ne de Sağgörü'ye ulaşab
ilir. Bu nedenle Dâhi, Kaygı ile Yazgı arasındaki ilişkide var olur. Eğer dindar
da değilse, bu Kaygı'dan yoksun bir dâhi yoktur.
Dâhi bu şekilde kalır ve dışarıya yönelirse yücelecek ve başarıları göz kamaştır
ıcı olacaktır, ama yüceliği hiçbir za¬man kendisine dönemeyecek, hiçbir zaman ke
ndisi için bir yücelik elde edemeyecektir. Tüm etkinliği dışarıya yönelirse, dey
im yerindeyse, her şeyi dışarıya yayan, kendi içinde olu-şamayan bir lüve olacak
tır. Dâhi'nin kendisi için anlamı, bir hiçlik, müphem bir melankolidir; tıpkı Fs
er adalarında yaşa¬yıp çeşitli Avrupa dillerinde hayranlık uyandıran metinler ya
zan, ölümsüz katkılarıyla bilimleri dönüştüren, ama ken¬di dilinde tek bir satır
yazmadığı için bu dili nasıl konuşaca¬ğını unutan bir kişi gibi. Daha derine in
ersek, Dâhi kendisi için asla önemli olamaz; talih, talihsizlik, takdir, onur, g
üç, ebedi ün gibi fâni alanlara yönelik sınırı asla Yazgı'nın sınır¬larının dışı
na çıkamaz. Günahın daha derindeki her belirle¬nimi de dışarıda bırakılmıştır. S
uçlu sayılmak, Kaygı'nın su¬ça değil, olsa olsa suçun erdem tarafından belirlene
n görü¬nüşüne yönelmesiyle mümkün olur. Ruhun bu durumu şiir için çok uygundur.
Bu anlatılanlar herkesin başına gelebilir, ama Dâhi için bunun anlamı çok derind
edir, o insanlarla de¬ğil, varoluşun esrarıyla savaşır.
Böyle dâhice var olmak, tüm göz kamaştırıcılığına, ihti¬şamına, önemine rağmen g
ünahtır, bu varoluşu kavramak cesaret ister, kişi ruhun arzu dolu açlığını gider
meyi öğren¬mediği sürece de kavranması pek mümkün değildir. Durum, gerçekte böyl
edir, bu varoluşun belirli bir mutluluk getirme¬si de bir şey ispatlamaz. Yetene
k bir oyun aracı gibi de görü¬lebilir, ama insan bu süreçte kendini asla zamansa
l kategori¬lerin üzerine yükseltemeyeceğini fark eder. Daha derine iner¬sek, Dâh
i ile yetenek ancak dinî bir bakış açısıyla doğrulana¬bilir. Talleyrand gibi bir
dâhiyi ele alalım: Yaşam üzerine da¬ha derin bir tefekkür yapmanın olanağını ta
şıyordu, ama bundan kaçındı, yüzünü dışarıya çevirecek özelliğini izledi. Böylec
e, dehası bir entrikacı kimliğiyle ihtişamlı bir şekilde tescil edildi; kendini
toparlama yeteneği, dehasının (aşındırı¬cı asitler üzerine çalışan kimyacıların
diliyle konuşursak) doygunluğa ulaştırma gücü hayranlık uyandırdı, ama o her zam
an zamansallığa bağımlı kaldı. Böyle bir dâhi zamansal olana hiç tenezzül etmeyi
p içine, ilahî olana dönseydi, ne denli dindar bir dâhi olurdu! Tahammül etmesi
gereken acı¬lar yaşadı, dolaysız niteliklerinin peşinden gitmek de bir ne¬vi tes
elliydi; bu nitelikler önemli de olabilir önemsiz de, ama ödül, önemli ya da öne
msiz, her zaman bunlarla oranlıdır.
Kuşaklar boyu sürecek ölümsüz onurun bile zamansal bir nitelik olduğunu kavrayac
ak kadar ruhunu eğitememiş kişi şunu da göremez: İnsanları uykusuz bırakan bu ar
zunun nesnesi için uğraşmak, tek bir insana mahsus, tüm yeryüzü¬nü kıskandıracak
ölümsüzlük ile karşılaştırıldığında su gö¬türmez ölçüde eksiktir; bu ruh olgunl
uğundan yoksun kişi ne Tin'i, ne de ölümsüzlüğü açıklarken fazla uzağa gidemez.
3.
KAYGI: DİYALEKTİK YÖNTEMLE SUÇ OLARAK TANIMLANAN BİR TERİM
Genellikle hukukun çıkış noktasının Yahudilik olduğu söy-lenir. Ama bu önerme, Y
ahudiliğin Kaygı içinde yer aldığı bi-çiminde de ifade edilebilirdi. Burada Kayg
ı'nın hiçliği, Yaz-gı'dan başka bir şeyi imliyor. Bu çerçevede, "Hiçlikten kaygı
duyuyor olmak" cümlesi paradoksal görünebilir, çünkü suç, belirli bir şeydir. B
ununla birlikte, suç Kaygı'nın nesnesi ol¬duğu sürece, o aynı zamanda hiçliktir.
Suç ile Kaygı arasın-daki ilişki muğlaktır, çünkü suç vaz edildiğinde, Kaygı or
ta-dan kalkar, yerini tövbekârlık alır. Kaygı ile kurulan her iliş¬ki gibi, bu d
a "pathos"a hem ortak, hem de karşı olmak an¬lamını taşır; paradoksal görünse de
, durum aslında böyle de¬ğildir; Kaygı korkuya kapıldığında, nesnesiyle kurduğu
ince iletişimi de korur, gözünü ondan ayıramaz, ayırmayacaktır da, çünkü kişi bu
nu yapmak istediğinde, karşısında tövbe-kârlığı bulur. Bu düşüncenin güçlük içer
diği söylenebilir, ama bu konuda yapabileceğim bir şey yok. Şunu söyleme cesare¬
tini göstereceğim: Gücünü, başkalarıyla değil kendiyle kur¬duğu ilişkiden alan i
lahi aktör, bunu güç bulmayacaktır. Ya¬şam, kaygı duyan bireyin, suça hem korku,
hem de arzuyla yaklaştığına ilişkin yeterli derecede olgu sunuyor. Suç, yıla¬nı
n büyüleyici bakışı gibi, Tin'in gözünden aldığı güce sahip¬tir. Mükemmeliğe gün
ah yoluyla erişme hakkındaki Kar-pokrat57 görüşün doğruluğu buradadır. Bu görüş,
dolaysız Tin'in, kendini Tin ile, Tin olarak vaz ettiği karar ânında doğru olur
. Ama gene de, bu düşüncenin in concreto gerçek¬leştiğini varsaymak, küfre girer
.
Yahudilik, suçun içerdiği kaygı nedeniyle Yunan kültürü-nün ötesine geçmiştir. K
aygı ile kurulan bu "pathos" ortak¬lığı da, Yunan kültürünün ifade etmekte acele
ci davrandığı düşünceler konusunda gösterdiği dikkat ile anlaşılabilir: Yazgı, t
alih, talihsizlik.
Yahudilik'teki kaygı, suça ilişkin bir kaygıdır. Suç, her ye¬re yayılmış bir kuv
vettir; varoluşu kaplıyor olsa da, hiç kim¬se onu daha derin bir biçimde kavraya
maz. Onu açıklayacak her ne ise, doğasının da aynı olması gerekir; tıpkı kâhin i
le yazgı arasındaki karşılıklı ilişki gibi. Pagan düşüncedeki "kâ-hin"e, Yahudil
ikte "kurban" karşılık gelir. Bu nedenle, "kur-ban"ın ne olduğunu kimse kavrayam
az. Yahudilik'teki derin tragedya burada yatar, paganlıktaki kâhine benzer biçim
de. Yahudi, çareyi kurbanda bulur, ama bu bir işe yaramaz, çün¬kü ona asıl yardı
m edecek olan, Kaygı ile Suç arasındaki iliş¬kinin ortadan kalkması ve doğru bir
ilişkinin vaz edilmesidir. Bu gerçekleşmedikçe, kurbanın üzerindeki yineleme il
e ifade edilen sis perdesi kalkmaz; bir sonraki sonuç da, kurban et¬me edimi üze
rine yapılan tefekkürde cisimleşen katışıksız şüpheciliktir.
57 M.S. ikinci yüzyıldaki gnostik bir tarikat. - ç.n.
Yukarıda söyleneni, yani Sağgörü'nün ancak günah ile indiğini haklı kılan düşünc
e burada da geçerlidir: Kefaret an-cak günah ile vaz edilir ve onun için bir ker
eye mahsus kur-ban verilir. Bunun nedeni kurbanın görünüşteki mükemmel-liği deği
ldir, tam tersine, kurbanın mükemmelliği, günahın etkin biçimde vaz edilmesine k
arşılık gelir. Günah ile kurula-cak etkin ilişki vaz edilmediğinde, kurban verme
ediminin yi-nelenmesi gerekir. (Kurban, kendisinin mutlak mükemmelli¬ği biliniy
or olsa da, Katoliklikte böylece yinelenir.)
Burada yeryüzü tarihi açısından kısaca belirtilen şey, Hı-ristiyanlık'ta bireyle
rde yinelenir. Sıradan insanda da olan, ama dâhinin tüm açıklığıyla ortaya koydu
ğu bu durum, ko-layca sınırlandırılamaz. Bütünlük içinde baktığımızda, dâhi ötek
i insanlardan sadece şu noktada ayrılır: O, tarihsel ön-koşulunu, Âdem'in yaptığ
ı gibi yalın biçimde ortaya koyar. Bir dâhi doğduğunda, varoluş da sınava tâbi t
utulur, çünkü dâhi, kendisine kavuşuncaya dek, geçmişteki her şeyi, her tecrübey
i kat eder. Bu nedenle, dâhinin geçmişe ilişkin bilgi¬si, dünya tarihi üzerine y
apılan araştırmalarda söylenenden tümüyle farklıdır.
Dâhinin, içinde bulunduğu dolaysız belirlenimi koruya-bileceği belirtilmişti; bu
nun günah olduğunu söylemek, ör¬tük olarak dâhiye yapılan bir iltifattır. Her in
san yaşamı, di¬nî olarak tasarlanmıştır. Bunu yadsıma çabası, her şeyi karış-tır
mak ve birey, tür, ölümsüzlük kavramlarını yok etmekten başka işe yaramaz. Bu ko
nu büyük güçlükler barındırır, çün¬kü insan artık hangi nedenle olursa olsun, ay
rım yapmayı ar¬zular. Kafası entrikaya çalışan birinin diplomat ya da detek¬tif,
komedya taklidine yeteneği olanın aktör, vasıfsız olanın da adliyede kapıcı olm
ası gerektiğini söylemek yaşama an¬lamsız bir yerden bakmaktır; aslında hiçbir ş
ey de demek de¬ğildir, çünkü gün gibi aşikâr olan bir daha tekrarlanmıştır. Asıl
iş, dinî ve dışsal varoluş arasındaki ilişkiyi açıklamak, dinî olanın duyulur o
landa kendini nasıl ifade ettiğini ortaya çıkarmakta yatar. Ama mevcut yaşamın u
çup giden bir an'a her zamankinden çok dönüştüğü günümüzde bunları düşün¬meyi ki
m kendine dert edinir? Biz sonsuzluğu kavramaya ça¬lışmak yerine, kendimizi, öte
kini idare etmeyi, an'ın -sadece o an'ın- peşinde koşmayı yeğliyoruz. Bir insan
ölüm an'ının tadına bir kez baksa, o an ile bir kez vals yapsa; talihsizlerin, d
oğmak yerine yaşama fırlatılıp dolu dizgin koşanların, hiç¬
58 Dinselliğin Yunanlılar arasında böyle tezahür etmesi olanaklı değildi; ge¬ne
de Platon'un bir yerde bunu hesaba kattığını görmek güzeldir [Prota-goras diyalo
gu): Epimetheus insanlara her türlü özelliği dağıttıktan son¬ra, Zeus'a, iyi ile
kötü arasında seçim yapma yetisini de dağıtmalı mıyım, diye sorar; böylece bir
kişi bu özelliğe sahipken bir başkası fiziksel güzel¬liğe sahip olacak, öteki şi
ir yazma, ya da resim yapma becerisini edine¬cektir. Zeus'un yanın, bu özelliğin
herkese eşit biçimde dağıtılması gerek¬tiği yolundadır, çünkü bu özellik istisn
asız tüm insanların özsel niteliğidir.
bir zaman ani yakalayamayacak kişilerin gıpta edeceği biri olacaktır. Tek bir ge
ce dansçıların yaşammı büyülüyor, erte¬si sabah da her şey sönüp gidiyorsa, genç
bir kadmın kısa sü¬ren yumuşaklığından daha önemli bir şey var demektir; in¬san
bunu gördüğünde gerçekten yaşamış olur. Dinî varolu¬şun nasıl olup da duyulur d
ünyaya nüfuz edip yayıldığını dü¬şünecek vakit yoktur. İnsanın umutsuzluğa kapıl
mak için acelesi yoksa da, gene de eli en yakınında ne varsa ona uza¬nır. Bu yol
la kişi dünyada önemli bir yer edinebilir, ara sıra kiliseye uğrar; artık onun i
çin iyi gitmeyen bir şey yok de¬mektir. Bu da, dinî olanın bazıları için mutlak
olduğuna, ba¬zıları için ise olmadığına işaret eder58 - sonra da yaşamın an¬lamı
na elveda! Duyulur dünyadaki ödev dinî niteliğinden uzaklaştıkça, tabii ki derin
bir biçimde düşünmek güçleşir. Böyle bir iş -örneğin komedya aktörü olmak- için
ne denli derin bir dinî tefekkür gerekir! Bunun mümkün olmadığını söylüyor deği
lim, çünkü dinî kavrayışa sahip kişi bunun al¬tın madeninden daha esnek olduğunu
, yan yana bile geleme¬yeceğini bilir. Ortaçağ, dinî tefekkürde bulunduğu için d
eğil, bundan vazgeçtiği için hataya düşmüştür. Burada yineleme sorunu tekrar kar
şımıza çıkıyor: Dinî tefekkürde bulunma¬ya başlayan kişi, kendine her anlamda ye
niden dönmeyi ne ölçüde başarabilir? Ortaçağ'da bir kesinti vardır. Bu nedenle k
işi kendine döneceği zaman, bir yeteneğe -örneğin komed¬ya oynamaya- sahip olduğ
unu fark eder ve bunu, mükem¬mellikten uzak olduğu gerekçesiyle örter. Bugünlerd
e böyle bir duruma aptallık deniyor. Çünkü bir insanın yeteneği ve komedya duygu
su varsa, o talihin Pamphilius'udur. Artık daha fazla ne isteyebilir? Böyle açık
lamalar soruna doğal olarak teğet bile geçemiyor, çünkü günümüzde insanlar eski
dönemlere göre daha bilge doğsalar da, çoğu dinî açıdan dünyaya gözlerini bir kö
r olarak açıyor. Ama Ortaçağ'da de¬rin düşünme etkinliğini daha ileri götüren ör
nekler de bulu¬nur. Örneğin bir ressam yeteneğini dinî açıdan kavrayıp bu yetene
ğini kullandığı yerlerde dine yaklaşamadığını fark ede¬bilir. Böyle bir ressam s
anatsal etkinliğini tümüyle bir Venüs figürüne vakfederse dindar biri gibi görül
ebilir ve kilisenin yardımına gelip cemaatin gözlerini göksel güzellikle kamaş¬t
ıran biri olduğu için sanatı dinî açıdan değerlendirilir. Tüm bunlara rağmen, gö
rünürdeki yeteneklerine rağmen kolay yolu değil, yitireceği cazip şeyleri düşünm
eden, acı, ıstırap, kaygı ile dolu patikayı din uğruna seçen kişilerin ortaya çı
k¬ması beklenmelidir. Böyle bir mücadele kuşkusuz tüketir in¬sanı, çünkü bu süre
çte kişinin bu yola saptığı için pişmanlık, melankoli, ıstırap dolu anları, karş
ılarında da yeteneklerinin peşinde gittikleri takdirde mutluluk vaat eden bir ya
şam ola¬caktır. Ama bu çekişmenin işkencesi altında, cazip gülümse-mesiyle çağır
an yeteneklerinin bulunduğu yolun kendisi ta¬rafından kapatılmış bir çıkmaz oldu
ğunu gören kişi, şöyle bir ses duyacaktır: Aferin evladım! Devam et, her şeyi yi
tiren her şeyi de kazanır.59
Dindar, yani kendisiyle bir dolayım yoluyla ilişki kuran bir dâhiyi ele alalım.
Yüzünü dışarıya çevirip çevirmeyeceği bir sonraki sorudur. Onun ilk yapacağı, ke
ndi içine dönmek¬tir. Yazgısı tarafından izlenen, kendisi ile dolaysız bir ilişk
i kuran dâhi, suçlu biridir. Kendine döndüğünde, Tanrı'ya da dönmüş olur, Katoli
k yasa, sonlu bir varlığın Tanrı'yı görme¬siyle suç işleyeceğini söyler. O kendi
ne döndükçe, suçu keş¬feder, dehası derinleştikçe, suçu daha çok kavrar. Tin'den
yoksun kişilerin bunu aptallık olarak görmesi benim için eğ¬lenceli bir durumdu
r. Dâhi başkalarına ne benzer, ne de on¬lar gibi olmakla yetinir; ama başkaların
ı hakir gördüğü için değil, kendisi üzerine yalın bir biçimde düşündüğü için. Bu
durumda, ne başkalarını, ne de onların yapacağı açıklama¬ları dikkate almaz.
Suçu böylesine derin biçimde keşfetmesi, bu kavramın onda -karşıt bir kavram ola
n masumiyetle birlikte- sensu eminentiori bulunduğunu gösterir. Kendisiyle dolay
sız ilişki içinde bulunan dâhinin Yazgı ile ilişkisi de böyleydi, çünkü az çok h
erkes Yazgı ile ilişki içindedir. Talleyrand'ın (ondan önce de Youngin) keşfetti
ği ve ifade ettiği şeyi, tümüyle boş lafın yaptığı gibi olmasa da, şu söz dikkat
e almaz: Dilin ama¬cı düşünceyi, yani insanın gizleyecek bir şeyi olmadığını giz
-lemektir.
Dâhi kendi içine döndüğünde, özgürlüğü keşfeder. Yazgı-dan korkmaz, çünkü dış dü
nyada tutunduğu bir görevi yok¬tur; özgürlük onun için saadet demektir, dünyada
istediğini yapma, kral, imparator, ya da belagat yapan bir sokak hati¬bi olma öz
gürlüğü değil, kendini bilme, özgürlüğün kendisi olduğunu bilme özgürlüğü. Kişi
ne kadar üst bir mertebeye çıkarsa, her şey için ödeyeceği bedel de o denli büyü
r. Düze¬ni sağlamak için, sahneye özgürlüğü Ansich taşıyan bir var¬lık daha çıka
r: Suç. Suç, onun için, Yazgı'nın daha önce ta¬şıdığı anlamı yüklenmiştir; artık
korkusu Yazgı'dan korktu¬ğu sırada en üst düzeye çıkan korku değildir: Suçlu ol
arak düşünülmekten değil, suçlu olmaktan korkar.
Suça ilişkin keşfi büyüdükçe, günahın getirdiği kaygı da onun peşinde bir olanak
olarak o denli büyür. Şimdi sadece suçtan korkmaktadır, çünkü ancak suç onu özg
ürlükten yoksun bırakabilir. Açıktır ki, buradaki özgürlük bir meydan okuma, ya
da dar anlamda bencil bir özgürlük değildir. Bu varsayım üzerinden, günahın köke
ni açıklanmaya çalışılmış¬tır, ama bu çabalar emek israfından başka bir şey deği
ldir, çünkü böyle bir varsayımın kabulü, açıklamanın kendisin¬den daha büyük bir
güçlük yaratır. Özgürlük bu şekilde an¬laşılırsa, karşıtını göz önüne almak da
gerekli hale gelir; bu da bize, özgürlüğün tefekkür yoluyla anlaşıldığını göster
ir. Hayır, özgürlüğün karşıtı suçtur, özgürlüğün yüceliği, kendi¬ne yetmesinden
kaynaklanır; suçu hem tasarlama, hem de vaz etme olanağına sahiptir. Suç etkin o
larak vaz edildiğin¬de, özgürlük de onu kendisi üzerinden vaz eder. Bu unutul¬du
ğu takdirde, suçun kendisinden tümüyle farklı bir şeyle, Güç ile kurnazca yer de
ğiştirmesine de yol açılmış olur.
Özgürlük, Suç'tan korku duymaya başladığında, korktu¬ğu şey kendisini suçlu görm
ek değil, suçlu olmaktır; çünkü Suç vaz edildiğinde, Özgürlük, nedamete dönüşür.
O an için, özgürlük ile suç arasındaki ilişki olanaktan ibarettir. Dâhi burada
da basit bir kararın peşine düşmez; ne kararı kendi-sinin dışındaki Ahmet'te Meh
met'te arar, ne de ucuz pazar-lıklarla yetinir. Ortada duranın özgürlük mü, yoks
a vaz edil-miş suç mu olduğunu, özgürlük sadece kendisi aracılığıyla kavrar. Ezb
erlenecek ev ödevi: Bir kişi günahkâr mı, yoksa suçlu mu diye din kitaplarına ba
kmak kadar gülünç bir şey yoktur.
Kaygı, Özgürlük ile Suç arasındaki ilişkidir, çünkü her ikisi de hâlâ olanak hal
indedir. Özgürlük, kendisine tutkuy¬la bakıp Suç ile araşma mesafe koyduğunda, s
uçun hiçbir parçasının üzerine değmemesini sağlayabilir; ama gene de Suç'a bakma
ktan kendini alıkoyamaz, bu bakış, Kaygı'nın bakışıdır - olanağın içindeki vazge
çişin, içinde arzuyu barın¬dırması gibi.
59 Matta ve Luka İncil'lerinde yer alan bir söz. - ç.n.
«o Benzetmenin kesinlik taşımadığı da gözden kaçmamalıdır; konumuz,
Adem' den sonraki bireyin masumiyeti değil, bastırılmış bir günah-bilin-
cidir.
Kaygı'nın, Âdem'den sonraki bireyde Âdem'den "daha fazla" olmasının ne demek old
uğu burada açıkça görülü¬yor.60 Suç daha somut bir kavramdır, özgürlük ile ilişk
isi için¬de de daha olanaklı hale gelir. Sanki sonunda tüm dünya onu suçlu kılma
k için birleşmiş, o da tüm dünyanın suçu yü¬zünden suçlu olmuştur. Diyalektik ni
teliği nedeniyle, suçu devretmek mümkün değildir, ama suçlu olan her kişi, suça
yol açan şey nedeniyle de suçlu olur. Çünkü suçun nedeni as¬la dışarıda değildir
, baştan çıkarılan kişi, baştan çıkarılma nedeniyle kendisi suçludur.
Bu durum, olanaklılık dahilinde hayal gibi görünüyor; ama nedamet etkin günah il
e karşılaştığında, onu nesne ola¬rak alır. Özgürlük olanağı açısından, suçun keş
fi derinleştik¬çe, dâhinin yüceliği de büyür, çünkü bir insanın yüceliği, sa¬dec
e içinde Tanrı ile kurduğu ilişkiden doğan enerjiye bağlı¬dır - bu ilişki hatalı
bir biçimde Yazgı diye tanımlansa da.
Yazgı, kendisiyle dolaysız ilişki kurmuş dâhiyi ele geçirir. O an, dâhi evç nokt
asına yükselir; bu, göz kamaştırıcı, in-sanların işini bırakıp bakmasına neden o
lan dışa dönük bir kavrama ânı değildir. O an, Suç'un dindar dâhiyi ele geçir-me
sine benzer biçimde, dâhinin Yazgı'ya yuvarlandığı evç ânıdır. Dâhi o an herkest
en daha yücedir, dindarlığının bir tatil cümbüşüne döndüğü an değildir bu; o an,
dâhinin ken¬di önünde, kendi içine, günah-bilincinin derinliklerine gö-müldüğü
ândır.
Dördüncü Bölüm
Beşinci Bölüm