Professional Documents
Culture Documents
Türk Dili YePYENİ
Türk Dili YePYENİ
Türk Dili YePYENİ
herhangi bir kişiyi, bir eseri, bir konuyu doğru ve yanlışlarını dile
getirerek göstermek amacıyla yazılan metinlerdir. hedeflenen öğeyi
doğru ve yanlış yönleriyle tanıtmayı amaçlayabileceği gibi, bu öğenin
doğru tanıtılmasını sağlamayı ve bir değerlendirmeyi de hedef alabilir.
temeli ilkçağa dayanan eleştiri, ancak xix. yüzyılın ikinci yarısından
sonra bağımsız bir yazı türü olma niteliğini kazanmaya başlamıştır.
eleştirmen,bir sanat eserinin gerçek değerini,özünü yapılışını,değerli-
değersiz yanlarını ortaya koyar.eleştirmenin görevi güzellik yaratmak
değil,yaratılmış güzelliği yargılamak,okurlara tanıtmaktır.
tarİhsel eleŞtİrİ
bunlara göre bir eseri sanatsal kılan onun biçimidir. sanatçı o biçimi
kurmak için hangi yola başvurmuştur, nelerden yararlanmıştır?
eleştirmen bu soruların cevabını esere bağlı kalarak açıklamaya çalışır.
”sanatçı, ele aldığı konuyu içerik haline getirir, bunun için de belli bir
teknik kullanır. sanat eserinin anlamı ancak o biçimin taşıdığı anlam
olduğu için teknikten söz etmek her şeyden söz etmektir. eserin
konusu, kişileri ve bunların arasındaki çatışma, anlatım tekniği, olay
örgüsü, imajlar, ton, semboller, bunların hepsi teknikle ilgili şeylerdir ve
eserin kendine özgü anlamını meydana getirir.
bir okur olarak eleştirmenler de elbette aynı haklara sahiptir. ancak, belirli bir
“yetkinlikle” donatılmış olduğu varsayılan ve bu “yetkinlik” adına görüşlerini yayın
yoluyla kamuoyuna sunan, bir anlamda okuru yönlendirme ya da etkileme olanağına
sahip olan eleştirmenlerin konumu diğer okurlardan biraz farklıdır. ciddiye alınmak ve
inandırıcı olmak isteyen bir eleştirmen, salt kendi öznel düşünce ve duygularını
yansıtmakla yetinemez.
“eleştiride sınır ve seviye” başlıklı yazısında sayın füsun akatlı’nın da belirttiği gibi,
edebi olduğu iddia edilen bir değerlendirme yapılacaksa, bir takım geçerli kriterlere sahip
olmak gerekir: “edebiyatla ilişkiliymiş gibi sunulan, ama o ilişkinin asgari gereklerini
hiçe sayan (…), epeyce düşük seviyede ve demagojik bir üslupla kaleme alınmış” bir yazı,
eleştirisi yazısı değildir. “bu alanlarda neyin ‘düşünce’, neyin demagoji, neyin küfür
olduğunu ayırt edebilecek ölçütler” vardır (virgül, mart 2001).
Örneğin, bir romanın bütün kahramanlarını yazarın yarattığını, tüm diyalogların onun
kaleminden çıktığını, kahramanların başlarına gelenler hakkında okurun edindiği tüm
bilgilerin yazarın bilinçli kurgusunun ürünü olduğunu hesaba katmadan yapılan bir
eleştirinin pek “anlamlı” olmayacağı açıktır. aynı şekilde, eleştirmenliğe soyunan kişinin,
kafasında yazarla özdeşleştirdiği roman kahramanlarından birine (dolayısıyla yazara)
saldırmak için, bir diğer roman kahramanının anlattıklarını kendine mal ederek
kullanmaya kalkışması, dahası, roman kahramanlarından birinin sözlerini kendi adına
benimseyip, (aslında yine yazarın yazmış olduğu!) o sözler sayesinde ve yazarın yaratmış
olduğu o kahraman adına yazarı ya da yapıtını “eleştirmesi” de gülünç olur.
yazarla romanının kahramanlarından birini özdeşleştirmek sıkça yapılan bir hatadır.
yazarın kimliği, duruşu ve düşünceleri elbette yapıtlarına şu ya da bu biçimde yansır.
ancak edebi bir yapıtta, romanda, bu yansıma dolaylı yoldan, yapıtın bütünü içinde
gerçekleşir. başka bir deyişle, roman kahramanlarının ağzından çıkan her sözü bire bir
yazarın düşüncesi olarak değerlendiren, roman kahramanına atfettiği kişilik kusurlarını
yazarın kişiliğine mal eden, buradan hareketle de yazarı itham eden bir eleştiriyi ciddiye
almak olanaksızdır. zaten bu mantık geçerli olsaydı, psikopat bir katilin iç dünyasını
anlatan bir romanın yazarı hakkında (hele iç konuşma ya da birinci tekil şahıs türü bir
anlatımı seçmişse!) derhal suç duyurusunda bulunmak ya da onu cinayetten tutuklamak
gerekirdi…
edebiyat eleştirisi açısından önemli olan roman kahramanlarının sempatik ya da
antipatik olmaları, doğru ya da yanlış düşünmeleri değil, roman kahramanlarının
kişiliklerinin yazar tarafından ne şekilde ve hangi yöntemlerle aktarıldığıdır. dolayısıyla,
görüşlerini ya da kişiliğini beğenmediği bir roman kahramanıyla polemiğe giren, onun
düşüncelerini ya da tavırlarını hakarete varan sözcüklerle mahkum eden bir kişinin yaptığı
işin, “edebiyat eleştirisi” olarak değerlendirilmesi olanaksızdır. başka bir deyişle, yazar,
eleştirmenin görüşlerine çok ters düşünceler savunan ya da ona çok antipatik gelen bir
roman kahramanı yaratmışsa dahi, eğer onu eleştirmende “haklı” ve “haysiyetli” bir öfke
yaratacak derecede başarılı bir şekilde betimlemişse, gerçek bir eleştirmenden beklenen,
kahramanıyla yazarı özdeşleştirip yazarı aşağılaması değil, bu anlatım ustalığından ötürü
yazarı kutlamasıdır…
unutulmamalıdır ki, roman kahramanlarının düşünceleri, yazarın kendi doğrularıyla
taban tabana zıt olabilirler. roman kahramanları (tıpkı gerçek insanlar gibi!) çelişkili
düşünceler de taşıyabilirler, ya da farklı kahramanlar, aynı roman içinde birbirleriyle
çelişen görüşler ya da tutumlar da sergileyebilirler. bu nedenle, yazarın, her hangi bir
konuda yapıtına yansıttığı kendine ait düşünceleri, soruları, kuşkuları ya da kaygıları
anlayabilmek, yorumlayabilmek için, romanın bütününde söylenmek istenenleri ele almak
gerek. Çünkü romanın şu ya da bu bölümünde sahneye konan olaylar, şu ya da bu
kahramanın her hangi bir bölümde dile getirdiği düşünceler, romanın bütününde
anlatılmak istenenlere hizmet eden kurmacanın bir parçasıdır.
ayrıca, romanların düşünsel içerikleri, (öznel algılarını her şeyin üstünde tutanların
sıkça yaptıkları gibi) yüzeysel bir okumayla kestirmeden çözümlenemeyecek kadar
karmaşık olabilirler. romancıların kurcaladıkları sorunlar ya da sorguladıkları düşünceler,
ezberledikleri kutsal metinlerin kerameti ya da şeyhlerinin fetvalarıyla her şeyi
halledebileceklerini sanan müritlerin basit, basmakalıp ve kesin yargılarıyla içinden
çıkılamayacak nitelikte olabilirler. totaliter zihniyetin kendinden emin ak ve kara
dünyasından farklı olarak, romancının dünyasında henüz yanıtı bulunamamış sorulara,
çözülememiş sorunlara, tartışmalara, yanılmalara ve çelişkilere de yer vardır. Üstelik,
siyasi ya da ahlaki düşüncelerin tartışıldığı ya da ele alındığı bir roman dahi, ne bir siyasi
manifestodur, ne de bir ahlaki davranış kılavuzu. bu anlamda, sıradan siyasi
polemiklerden ya da ahlak zabıtalarının vaazlarından farklı olarak, edebiyat eleştirisi
ciddi bir iştir, gerçek bir yetkinlik ister.
kaldı ki, yazarın ya da roman kahramanlarından birinin düşünceleri eleştirilecekse
de, bu eleştiri dürüst bir biçimde, gerçekten söylenen sözlerin ya da gerçekten ifade edilen
görüşlerin eleştirisi olarak yapılmalıdır. eleştirilen yapıtın bir yerinden cımbızla çekilmiş
ve bağlamından koparılmış, başı sonu tıraşlanmış alıntıları, metnin başka bir yerinden
alınmış ve benzer şekilde bağlamından koparılıp tıraşlanmış alıntılarla alt alta koymak
suretiyle, yazara (ya da bir roman kahramanına) kendisine ait olmayan düşünceler
atfetmek, sırtlarına bir takım yaftalar asmaya kalkışmak, asgari entelektüel dürüstlükten
yoksun bir yöntemdir. 1930’larda goebbels’in hitler adına, jdanov’un da stalin adına en uç
noktasına kadar geliştirdikleri bu yöntemin adı tahrifattır, karalamadır. Özellikle yoz
siyasi polemiklerde sıkça karşımıza çıkan bu yöntemin amacı, düşünce yaşamı üzerinde
terör estirmek ve cadı avları tertiplemek suretiyle, gerçek anlamda bir düşünce
tartışmasını olanaksız kılmak, aykırı sesleri susturmaktır.
hele hele yazarlardan, tüm duyarlılıklarını ve otosansür de dahil her türlü sansürden
arınmış düşüncelerini yapıtlarına yansıtmaları beklendiği düşünüldüğünde, bu yöntemin
edebiyat tartışmalarına da egemen olmasının çok vahim sonuçlar doğuracağı açıktır. ciddi
tartışmaların ve eleştirinin alanının zaten iyice daraldığı, kendini ifade edebilme
araçlarının iyice azaldığı bir ortamda, edebiyat, sanat ve genel olarak düşünce hayatına
provokasyonun, terör estirmenin ve düzeysizliğin egemen olması halinde, az sayıdaki
okurun edebiyattan iyice soğuması, yeterince hırpalanan ve yıpratılan yazarların esas
işlerinden uzaklaşıp verimsizleşmesi, egemen yozlaşma karşısında direnmekte güçlük
çeken düşünce yaşantımızın da iyice sığlaşması kaçınılmaz olur.
her şeyin ötesinde, edebi bir eleştirinin de bu niteliğe uygun bir düzeyi ve üslubu
olması gerekir. Çirkin, düzeysiz, saldırgan bir üslupla yazılmış, hakarete varan ifadeler
içeren, tahrifat, demagoji, provokasyona dayalı bir metin, eleştirdiği yapıtı beğenmemiş
bir eleştirmenin kaleminden çıkmış “normal bir eleştiri yazısı” olarak kabul edilemez. bu
tarz bir üslubun edebiyatla ilgili tartışmalarda yeri olmaması gerektiği açıktır. zaten
gerçek edebiyat okurları da, okumamış oldukları bir roman hakkında yapılmış olsa dahi,
bu tarz “eleştirilerin” edebiyat dışı bir iş olduğunu rahatlıkla anlarlar. kaldı ki üslup
kişiliğin aynasıdır ve bu tür bir üslupla “edebi eleştiri” yaptığını sananların tek
başardıkları şey, kendi kişilik yapılarını ve ruh hallerini sergilemektir.
sonuç olarak, sayın akatlı’nın adı anılan yazısının başında dile getirdiği düşüncelere
(daha doğrusu çağrıya) katılmamak elde değil: “eline kalemi alan, lahana tarlasına
bıçakla dalar gibi edebiyat dünyasına dalar, yazarların kişiliklerine saldırmaya,
provokasyon yapmaya, terör yaratmaya başlarsa, kendine saygın bir derginin sayfalarında
yer bulamayacağını bilmeli, nedenini merak etmediğim öfke ve kinini söndürmenin başka
yollarını aramak zorunda kalmalıdır”.
"...pençe namıyla ortaya atılan o saçmasapan şeylerin birbirine eklenmesinden mütehassıl şerif, memleketimizde
yalnız sanayi-i nefise müntesipleri değil, her türk'ü utandırmıştı. herkes, pek bi-gane olduğumuz bu sanata karşı,
biraz daha az bala-pervaz olmamızı haysiyet-i milliye namına temenni ediyordu..."
sİnema eleŞtİrİsİ
eleştiri yöntemleri
a.1 tanitma yazilari
daha çok gündelik gazetelerde ve magazin dergilerinde yayınlanan bu çeşit yazılarda, filmin çok kısa fllmografısi
verildikten sonra konusu da çok kısa anlatılmaktadır. genellikle bir değer yargısı ve yorum belirtilmemektedir.
ancak bazen de değerlendirme yapılan, yorumda bulunan tanıtma yazılarına rastlanmaktadır. bu tür tanıtma
yazılarında yorumlar ve değerlendirmeler bir iki kelimeyi geçmemektedir ve daha çok izlenimci eleştiri yöntemine
dayanmaktadırlar.
ciddi fikir gazeteleri, siyasi dergiler, sanat dergileri ile yarı magazin dergileri ve ciddi sinema dergilerinde yer alan
film eleştirilerine "klasik eleştiriler" adını veriyoruz. klasik eleştirilerde filmin kısa filmografisi verildikten sonra
(zaman zaman filmografiyi vermeden de yapanlara rastlanmaktadır) konu kısa bir biçimde anlatılmaktadır. daha
sonra fazla detaya inmeden filmin görüntü, ses, renk, senaryo, oyuncu yönetimi ve filmin üstünlükleri ve
eksiklikleri verilmekte bazen yönetmenin öteki yapıtlarından örnekler verilerek bu filmle ortaya konan sanat
değerlendirilmekte ve kısa bir yorumda bulunulmaktadır.
ciddi sinema dergilerinde ve sinema kitaplarında yayınlanan bu tür kapsamlı, detaylı film eleştirilerinde; film top-
lumsal, ideolojik, psikolojik, semiyolojik, teknik, estetik bir ya da birkaç yönden derinlemesine incelenmektedir. bu
tür eleştiriler dayanaklarını 'toplumbilimsel eleştiri", 'tarihsel eleştiri", "marxist eleştiri" ve "biyografik,
"psikanalitik eleştiri" ve "biçimsel eleştiri"den almaktadır.derinlemesine eleştiri yapılırken bazı durumlarda
filmografiye yer verilmediği görülmektedir. yalnızca filmin adını yazıp doğrudan toplumsal, ideolojik, psikolojik,
semiyolojik, tarihsel, teknik ve estetik bir ya da birkaç yönden incelenmesi yapılmaktadır.
bir filmin toplumsal, siyasal, tarihi, psikolojik, etik, teknik, anlambilim, estetik açılardan incelenmesi, nedenlerinin
araştırılması, bu araştırmaların bilimsel verilere dayandırılarak nesnel bir biçimde incelenmesi ve eserin sanat
içindeki yerine oturtulmasıdır. bilimsel eleştiri yapılırken öznellikten tamamen kaçınılır. nesnel bir biçimde, çağdaş
yöntemle eser incelenir. bu tür eleştiride filmin filmografisi verilmekte, konu ayrıntılı olarak anlatılmaktadır. filmle
ilgili başka kaynaklarada çıkan yazılardan örnekler verilmekte ve film toplumbilimsel, siyasal, etik, psikolojik,
anlambilim, teknik ve estetik yöntemlerden dayanaklarını alarak ve bunların yardımıyla neden-sonuç ilişkisini
gözönüne alarak incelemektedir.
Örnek
gÖnÜl yarasi
sinemaseverler için, günler heyecanlı geçiyor. gördüğümüz gibi, her yıl bıkılmadan yaratılan
suni oscar tantanası, nitelikli yapımların aradan sıyrılmasına engel olamamakta. İnsanlar
kıymeti kendinden menkul başıbozuklar akademisinin bu yıl dikenli çelenklerini kimin başına
takacağını düşünürken, artık "hollywood ve diğerleri" ayrımını kırarak kendi yerelliklerini -aynı
zamanda evrenselliklerini- masaya vurmaya başlayan dünya sinemasından ilginç filmler
seyircisini arıyor. turgul'un eşkıya'dan beri beklediğimiz filmi "gönül yarası" ise, etkileyici
anlatımıyla bu yapıtlar arasında zirveye oturmayı haketmiş gözüküyor.
dipsiz bir derinliğe doğru inişe geçmiş hayatların kesişme noktasından dikkatli gözler
tarafından çekilmiş fotoğrafların birleştirilmesini andırıyor gönül yarası. dünyayı ya da ülkelerini
kurtarmayı bir kenara bırakın, sevdiklerinin hayatlarını kurtarmayı bile başaramamış
kahramanlar, sefilliğimizin yüzümüze indireceği tokat için bizi daha ilk dakikadan uyarıyor.
yavuz turgul, bir hikaye anlatıcı olarak iyi ve kötüyü kalın uçlu bir kalemle çizmekten yine
başarılı bir şekilde sakınmış, yorum herşeyiyle seyirciye kalıyor. kendi içimize bu kadar
yakından bakınca ne kadar yorum yapabiliriz, o kısım belirsiz tabii. İnsanın içsel kaosuyla o
kadar sık ve o kadar sarsıcı anlarda karşılaşıyoruz ki, bir süre sonra kimin tarafından
olacağımızı keşfedemediğimiz gibi, taraf tutup tutmama konusunda da kuşkuya düşüyoruz. son
yıllarımızı nefesimiz tükenene kadar tartışmakla geçirdiğimiz sinemada sanal görsellik
konusunda savunulan tüm tezler, masum bir kız çocuğunun katıksız bakışıyla ve basit bir omuz
çekimiyle aktarılmış bir baba-oğul görüşmesinin yıkıcı etkisiyle altüst oluyor. elimizde kalan ise,
filmin sonunda bir avuç daha yalnızlık, bir parça daha kuşatılmışlık oluyor. Ümitlerini ve
ideallerini eski sandıklarda saklayanlarımız haklı olmanın verdiği gururla çıkıyorlar salondan,
bizler; henüz ümidi kesmemiş olanlar ise önümüzdeki insan denen varlığın mutlak
anlaşılamazlığını bir kez daha yüklüyoruz omuzlarımıza. bu etkiyi yaratmak için, bir yönetmenin
elinde çektiği tüm filmlerden daha değerli bir altın heykelcik olması ise, ne yazık ki yeterli
olmuyor. heykelciği son yıllarda bol bol toplayan muhafazakar sağcıların ve özbeöz siyah
blaxploidlerin böyle bir derdi yok zaten, o da ayrı bir konu.
film bana, belki çok alakasız görünecek ama ilk defa bir ferzan Özpetek filmi izlediğim zaman
hissettiğim sarsıntıyı yeniden yaşattı. İki filmde de yakaladığım ortak noktalar; yönetmenlerin
klasik araçları kullanarak film yapma tutkuları ve amerikan sinemasının tank namlusu gibi tüten
parmağıyla gösterdiği yöne gitmeyeceklerine dair inançları. turgul büyük bir hikaye anlatma
derdinde değil, o hikayeyi oyuncularının zaten büyüteceğini biliyor. siz filmi geriye doğru
yürütseniz, kurguyu paramparça etseniz seyirciyi sersemletmekten ve sahte entelektüellerin
sakallarını gülümsetmekten başka neye yarayacak ki; yılların öğretmeni Şener Şen, filmin
sonlarına doğru kral lear'vari monoloğuyla zaten anlatılması gerekeni özetliyor. bir kez daha
görüyoruz; büyük hikayeler, küçük gibi görünen insanlar üzerinden daha parlak aksediyor.
oyuncular, devlerin omuzlarından dünyaya bakan cüceler gibi olmaktansa zıplayarak duvarın
arkasına birşeyler fısıldamayı -neredeyse- kusursuzca başarıyorlar. gerçi Şener Şen'in iyi
oyuncularla oynaması ilk defa rastladığımız bir olay değil ama, özellikle timuçin esen'in
performansı konuşulmaya değer. bir aktör olarak içine girdiği kalıbı genişletmek yerine,
davranışlarını silikleştirip halil'i öne çıkarmayı denemiş, ve başarılı olmuş. karakterinin içerisine
düştüğü açmazları, rahatlamaları ve tekrar tekrar karşımıza gelen buhranları, hiç zaiyatsız
atlatıyor. meltem cumbul için söylenecek çok birşey kalmadı artık, böyle karmaşık ve tuhaf bir
rolde bile derinlemesine içimize nüfuz etmeyi becerebiliyor. kendisini yıllardır erkan can ile
karşılıklı izlemeyi hayal etmişimdir, bu da benim için ütopik bir hayal olarak kalacak gibi
görünüyor. mesela bir serdar akar filminde, karşılıklı tatlı tatlı konuşsalar.. eminim orada bile,
bu kadar zarif kalabilirdi. hayat tarafından bu kadar yara almış bir kadının gururunu karşımıza
dimdik ayakta çıkarabiliyorsa, yapabileceklerinin sınırı üzerine düşünmemiz gerekli.
tiyatro eleştirisi:
yazınsal etkinlik olarak tiyatro yapıtlarını değerlendirilmesi. 19. yüzyılda gazeteciliğin
yaygınlaşması ve eleştiri gücü kazanmasıyla gelişme gösteren tiyatro eleştirisi, gündelik
gazeteler ve sanat dergilerinde bir oyunun gösterimi üstüne tümünde değerlendirici,
yorumlayıcı bilgileri içerir; yazar, dramaturji, sahneleme, oyunculuk, sahne tekniği olarak
oyunun tümünü eleştiri konusu edinerek, okuyucuyu bilgilendirir. tiyatro eleştirisi,
gazetelerde gazetecilik boyutlarında kalırken, dergilerde daha geniş boyutlu
olabilmektedir. tiyatro eleştirisi, edebi eleştiri kapsamına girdiğinden edebiyat eleştirisi
yöntemlerini, edebiyat estetiği metodolojisini izlemek durumundadır. eleştiri
değerlendirme olduğundan, tiyatro eleştirisi de eleştirmenin siyasal-sanatsal dünya
görüşüyle bağlanımlıdır; bu nedenle de tiyatro eleştirisi'nin ölçütleri hep tartışmaya
açıktır. tiyatro eleştirisi günlük yayın boyutlarını aştığı, kuramsal çözümleme boyutlarına
ulaştığı zaman, tiyatro estetiği düzeyine yükselir. tiyatro eleştirisi, bilgilendirici,
bilinçlendirici, aydınlatıcı, uyarıcı, eğitici, yol gösterici, kısacası, yapıcı olma
durumundadır; sığ ve yıkıcı tiyatro eleştirisi, kolayından yargı ve değerlendirmeler,
sözkonusu tiyatro yapıtı ile okuyucu arasında doğru iletişim kurulmasına engel olur. Öte
yandan, ticari tiyatro sisteminin geçerli olduğu toplumlarda, tiyatro eleştirmenlerinin
değerlendirmeleri, tiyatroların ticari başarısı üstünde önemli bir rol oynar.
Örnek
sunum
eleştiriler,genellikle gazete ve dergilerde yayimlanir. zaman zaman bir araya
getirilerek bir kitap da toplanir. bazi eleştiriler çok uzundur. böyle eleştiriler kitap
olarak yazilir.
eleştiriler,sanattan ve sanatçidan anlayan kültürlü kişilerce yazilir. ancak bizler de
kendi çapimizda basit eleştiriler yazabiliriz.
eleştiriler de belli plana gör yazilir. kisa eleştiri yazilarini giriş
bölümünde,eleştirilecek kişi ya da yapit genel çizgileriyle tanitilir. gelişmede çeşitli
özellikleri,başarili-başarisiz yanlari...örneklerle anlatilir. sonuçta da bir yargiya
varilir. bu yargi; ya olumlu,ya olumsuz,ya da bazi yönlerden olumlu,
bazı yönlerden olumsuz olabilir.
tablo için
ama, bu yazılar da, biçem açısından aynı türden değil. biçemleri dikkate alındığında, şair-
eleştirmenlerin eleştiri yazıları da kendi içinde, tavlama yazısı ve bilgi üreten yazılar
olmak üzere ikiye ayrılır. tavlama yazılarının temel özelliği, kendilerini sınayacak
örneklerden yoksun oluşlarında veya kendilerini test edecek örnekleri göze
alamayışlarında görülür. bunlar, yazıdaki öznenin inancını dile getiren yazılardır. bu
özneye göre, tek değer kendisidir veya kendi dışında başka bir değer var değildir. Özne,
muhalif düzlemden konuşuyor gibidir. ama bu muhaliflik sürekli iktidar konumunda olan
bir muhalifliktir. tavlama yazılarına attila İlhan, İsmet Özel, murathan mungan ve roni
marguies'in şiir/eleştiri yazıları örnek verilebilir.
bilgi üreten yazılar ise, belli bir şiir beğenisine ilişkin varsayım ve görüşlerden çok,
varolan şiire ilişkin bilgi üretmeyi hedefleyen yazılardır. bu yazılar da, kendi içinde ikiye
ayrılır: Şair edasıyla yazılanlar ve arayış veya arama problemiyle yazılanlar. Şair edasıyla
yazılan yazıların hareket noktası, söz konusu yazıyı yazan şairin kendi şiirine ilişkin
şairlik deneyimi ile kendi şiir anlayışına ilişkin beğenidir. bu yazıların temel özelliği,
biçernin, söz konusu deneyimin olgunluğunu dile getirmesinde görülür. Şair, genel olarak
şiir hakkında konuşurken aynı zamanda kendi şiiri hakkında konuşmakta, kendi şiiri
hakkında konuşurken aynı zamanda genel şiir hakkında konuşmaktadır.
yahya kemal, behçet necatigil, turgut uyar, (günler bağlamında) cemal süreya, İlhan berk,
gülten akın, hilmi yavuz, ataol behramoğlu, tahir abacı, Şavkar altınel, haydar ergülen,
orhan kahyaoğlu, cihan oğuz, osman Çakmakçı, ayhan kurt gibi şairlerin yazıları, bu
türün örnekleri içinde yer alır.
arayış problemiyle yazılan yazıların temel özelliği ise, genel olarak şiire ilişkin argüman
üretmekle birlikte, çeşitli kuramlardan hareketle yazılmakta olan şiiri tanımlama
girişiminde görülmektedir. bu yazılar, kuşkusuz, şairlerinin gerek şiirlerine gerekse şiir
anlayışlarına ilişkin yargıları da içerirler. ama, bu dolaysız olarak dile getirilmiş değildir.
bu yazıların olanaklı en öznel yorumu, şairlerinin kendilerinin de içinde bulunduğu
dönemi açıklama, anlama kaygısı içinde olduklarını dile getirir. ahmet hamdi tanpınar,
ahmet oktay, cemal süreya, Özdemir İnce, enis batur, ali günvar, ebubekir eroğlu, güven
turan, mahmut temizyürek gibi şairlerin yazıları bu bağlam içinde yer almaktadır.
eleştirinin varlık nedeni bilgi ortaya koymaktır. eleştirinin konu nesnesi, sanat
yapıtlarıdır. bu bilgi, sanat yapıtlarının taşıdığı imgede gizlidir. eleştirinin görevi, sanat
yapıtının taşıdığı bilgi imgesini ideleştirmektir. kavramlaştırmak da diyebiliriz buna. ama
her kavramlaştırma tanımlamakla olanaklıdır.
murat belge, orhan koçak, oğuz demiralp birinci bağlam içinde yer alırken; hüseyin
cöntürk, füsun akatlı, mustafa durak, necmiye alpay, kemal bek ikinci bağlam içinde yer
almaktadır.
İkinci bağlamın en önemli jsmi, kuşkusuz, hüseyin cöntürk'tür. türkiye'de şiir eleştirisinin
bağımsız bir disiplin olarak kurulma girişimi cöntürk'le başlar. ama, bu girişim, onun geri
çekilmesiyle birlikte '60'lı yılların sonunda, bir ruhun ait olmadığı bir bedende kalışı gibi,
kalmıştır. çünkü, bu eleştiri anlayışı, şairin, ergin olmuş bir tamlık içinde algılanması
gerektiğini, ergin almamışlık "halinin ergin olamamışın kendisi tarafından aşılması
gerektiğini (cöntürk, bu nedenle her şairin, şiir yayınlamadan önce eleştiri yazısı yazması
gerektiğini dile getiriyordu sürekli), dolayısıyla eleştirinin, ergin olmamışı ergin hale
getirme çabasından vazgeçmesi gerektiğini, dile getiriyordu.
eleştirmen statüsünden yazan eleştirmenlerin temel özelliği ise, temsil ettikleri statüyle
özdeşleşmiş olmalarında görülmektedir. bu özdeşlikle ıralanan bu kimlik, türk şiir
ortamının da kabulünü kazanmış genel bir itibara sahiptir. bu eleştirmenler de kendi
içinde, izlenimciler ve f'ikirciler olmak üzere ikiye ayrılmaktadır.
İzlenimciler derken, şairi, başlangıçından, yani bir ergin olmama durumu olarak gençlik
döneminden başlayıp, olgunluk dönemine kadar izleyip ,takip ederek, ondaki her olumlu
gelişmeyi tanımlayıp destekleyerek, yani onu ergin olma haline getirme edimlerini içeren
eleştirmenlik biçemini kastediyorum. İzlenimci eleştirinin temel tezi, eleştirmenin
izlenimlerini betimlenmesini dile getirdiğini ileri sürülmesine karşın, türkiye'de bu
eleştiri anlayışını yönlendiren temel öğe, varolanın izlenimlerinden çok, olacak olanın,
olmakta olanın nasıl olması gerektiğini belirleme kaygısı olmuştur. bu eleştiri anlayışının
kare asını nurullah ataç, memet fuat, mehmet h. doğan ve doğan hızlan oluşturmaktadır.
cumhuriyet dönemi türk şiiri, yüzyılın başından 90'ların sonundaki yerine gelmişse, bu
biçemin 'yol arkadaşlığıyla' gelmiştir. ramis dara, bu eğilimin en genç temsilcisidir; belki
de son temsilcisi.
“Çocuklara aşk şiirlerini öğretmediniz mi gerçekten güzel şiir gösteremezsiniz. bunun
içindir ki birtakım yavan lâkırdılardan başka bir şey belletmiyorlar çocuklara. Şiiri
sevdiremiyorlar onlara.
ne olur, çocuk aşk şiirlerini öğrenirse? aşk sevda düşünür de derslerine çalışmazmış,
erkekse kızlara, kadınlara söz atar, kızsa kendisine söz atılmasından hoşlanırmış. onlara
aşk
şiiri öğretmek âşık olmalarına, çapkınlık etmelerine izin vermek olurmuş. siz izin
vermezseniz,
aşk sözü etmezseniz onlar kendiliklerinden öğrenmeyecekler, değil mi? ama oğlunuz
büyüyünce, şöyle on sekiz on dokuz yaşını bulunca kızlara bakmazsa bu sefer de
korkarsınız,
bir eksikliği, bir hastalığı mı var bu çocuğun diye hekime danışırsınız.
Çocukların bir yaşa gelince, aşk düşünmeleri tabiatın bir buyruğudur, bunun önüne
geçemezsiniz. Öyle ise aşklarını, o duygularını da eğitimden geçirin. güzel aşk sözlerini
öğretin, imrensinler onlara, birbirlerini sevdiklerini söylerken onları kullansınlar, onlara
benzer
sözler bulmağa çalışsınlar
ama çocukların tabii isteklerini saklamaları daha doğru bulunuyor. böylece sinsiliğe,
ikiyüzlülüğe yalancılığa sürüklüyorlar onları, sonra da eğitim diyorlar, terbiye diyorlar
bunun
adına” (ataç, 1971, 89 90)
bu açıdan vasfi mahir kocatürk’ün metinlerle türk edebiyatı adlı ders kitabında, tevfik
fikret’in “balıkçılar” şiirinde yaptığı değişikliği tenkit eder. vasfi mahir kocatürk “deniz
kadın
gibidir: hiç inanmak olmaz ha!” mısraındaki kadın kelimesinin yerine çocuk kelimesini
koymuştur. Çocuğu aşk duygusundan korumak endişesiyle başkasının sözü değiştirilmiş,
yani
“hilei şer’iye” yapılmıştır. ataç, bu değişikliği çocukları yalana alıştıracak bir örnek
olarak
görür:
“aşk tehlikeli bir konudur, çocuklara açmağa gelmez. ama ötekinin berikinin sözlerini,
yazılarını değiştirmek, olur. ne kötülüğü var? yalana alıştır çocukları. yalan da biliyoruz,
toplumun direği, temel taşıdır...” (“ders kitapları”) (ataç, 1972, 281).7 ataç’ın bu görüşü
hem
ders kitaplarına giren metinler, hem de çevirilerdeki değişiklikler açısından hâlâ değerini
korumaktadır.
orhan seyfi orhon, daha garip hareketinin varlık mecmuasında görülmeye
başladığı dönemde, edebiyat tenkidi alt başlığı altında yayımlanan “varlık
mecmuası Üzerine” isimli yazısında edebiyatımızın o zamana kadar alışık olmadığı
bu yeni şiir örneklerini eleştirmiştir:
“(...)artık şiir yazabiliriz. yalnız dikkat edin, içinde vezin, kafiye,
şekil, his, hayal falan olmasın.
montör sabri ile
daima geceleyin
ve daima sokakta
ve daima sarhoş konuşuruz
o her seferinde
(eve geç kaldım) diyor
ve her seferinde,
kolunda iki okka ekmek.
bitti. İmzayı atalım. oktay rıfat.[
3
] nasıl yeni tarzda şiir yazmak
kolay değil miymiş? ah, keşke ağaçlar kalem, denizler mürekkep ve
bir iki hafta boş zamanımız olsa da birkaç yüz cilt şiir yazıp ortaya
çıkıversek!”
orhan seyfi’nin akbaba’da bobstil şairlere dair yazdığı tenkit yazılarından
en dikkat çekeni ise, “yegâne münekkidimiz nurullah ataç’tan bir rica”
5
başlıklı
olanıdır. Çünkü orhan seyfi, bu yazısında orhan veli’nin 17.06.1939 tarihli bir
mektupla akbaba’da basılmak üzere yaz senfonisi adlı bir şiir gönderdiğini
belirtmiş, garip şiirinin o dönemde en önemli savunucusu olan nurullah ataç’tan
da bu şiirin orhan veli’ye ait olup olmadığı noktasında fikirlerini sormuştur.
orhan seyfi orhon’un akbaba mecmuasında neşrettiği orhan veli imzalı
şiir aşağıda verilmiştir:
yaz senfonİsİ!
nazif toker’e
sonbaharı beklemek ne de zor,
henüz patlıcanlar renk vermedi...
samanpazarı esniyor durmadan!
bu yaz asla bereket getirmedi
tembel bir merkeptir zaman,
yıldızlar tükeniyor gökyüzünde...
mevsimler bir İspanyol öküzünde,
haykırıyor zaman zaman!...
ankara
orhan veli
yaz senfonisi isimli şiir, kullanılan imgeler göz önüne alındığında garip şiir
hareketinin özelliklerini yansıtmaktadır. Şiirde geçen “patlıcanların renk
vermemesi”, “samanpazarı’nın esnemesi”, “zamanın tembel bir merkep olması”,
“mevsimlerin bir İspanyol öküzünde haykırması” gibi ifadeler türk edebiyatının o
döneme kadar alışık olmadığı imgelerdir. Şiirde bu tarz kullanımlar, garip
hareketi ile edebiyatımızda görülmeye başlanmıştır.
nazif toker’e ithaf edilen şiirin ilk dörtlüğünde, yaz mevsiminden
kaynaklanan rehavet anlatılmaktadır. İkinci dörtlükte ise, genel olarak zaman
kavramı değerlendirilmektedir. Şiirin ikinci dörtlüğünde zamanın tembel bir
merkebe benzetilmesi, ilk dörtlükteki sıkıntının yansıması olarak düşünülebilir.
yaz senfonisi, dörtlüklerden müteşekkil bir şiirdir ve şiirin mısralarında
hece sayıları arasında simetrik bir uyumun olduğu gözlemlenmektedir. İlk
dörtlükte hece sayıları 10 ve 11’li, ikinci dörtlükte ise 8 ve 11’li heceler art arda
ya da çaprazlama gelecek şekilde sıralanmıştır.
akbaba dergisi, dönemin tirajı en yüksek dergisidir ve bu sebeple orhan
veli’nin bu dergiye yukarıdaki şiiri gönderme ihtimali vardır. bu şiir akbaba
dergisinde yayımlandıktan sonra orhan veli ve nurullah ataç, orhan seyfi’nin
yazısına cevap mahiyetinde bir yazı kaleme almamışlardır. bu durum da yaz
senfonisi adlı şiirin orhan veli’ye ait olma ihtimalini artırmaktadır.
orhan veli’nin gerçekten orhan seyfi’ye akbaba’da neşredilmek üzere
yukarıdaki şiiri gönderip göndermediği yahut böyle bir mektubun var olup
olmadığı noktasında şüphelerimiz olmakla birlikte [fakat böyle bir mektup varsa
ve bu şiir de orhan veli’ye aitse] şairin adam ve yapı kredi yayınevlerince
neşredilen ve bütün şiirlerini toplayan kitaplarında bu şiir görülmemektedir