Professional Documents
Culture Documents
Demokrasinin Yeniden Tanımlanması-Ali Demirsoy
Demokrasinin Yeniden Tanımlanması-Ali Demirsoy
İnsan soyu, yerleşik düzene geçince, ilk defa alan paylaşımı ile ilgili
kurallar ve sınırlamalar yapma zorunluluğu ortaya çıktı. Keza ilk defa,
ortada, sabit ve sürekli kalabilen bir mal olunca, onun gelecek kuşaklara
3
Böyle bir toplumda, temel ölçüt mal olunca, temel hak ve özgürlükler
de buna göre tanımlanmıştı. Bireyler, bir diğerinden karşılıksız mal alma
ya da yararlanma hakkına sahip değildi; ama milyarlarca yıldır birlikte
yaşadığı ortağından (bitkilerden) ya da kendi gibi bu ortaklığa
katılanlardan (diğer hayvansal canlılardan) yararlanma, diğer bir
söyleyişle sömürme, bireylerin temel hak ve özgürlüğü olarak görülmüştü
(görülmektedir). Doğanın yenilenme gücü, en azından başlangıçta, bu
talanı karşılayabilecek durumdaydı ve insan soyu zaman içinde meydana
gelen değişikliği fark edecek kadar, en az bu konuda, duyarlı ve özenli
değildi. Ya da kapılmış olduğu histerinin gereği, böyle bir
vurdumduymazlık işine geldiği için, gözlerini doğanın acıklı durumuna,
kulaklarını ise acı dolu çığlıklarına kapatmıştı (kapatmıştır). Neredeyse
4
bireylerin, toplumda etkili bir yere sahip olması için zemin oluşamamıştır.
Yükselmelerde ve bazı makamların, özellikle parasal kaynakları denetim
altında tutan ve geniş halk kitlelerinin çıkarlarını etkileyen siyasi
mevkilerin paylaşımında, bilimsel yeterlilik hiç göz önüne alınmamıştır.
Geçmişte ve bugün, Türkiye’de parasal olanakları denetleyen ve
çıkarların paylaşımında etkili olan makamların birçoğu, bilimsel ve kişisel
yeterliliğe sahip olmayan bireylere verilmektedir. Birçoğuna göre de
birçok makam yeterli kişilerle doldurulmamıştır. Bu bugünkü hükümete
özgü bir şey de değildir; bu bizim kronik hastalığımızdır. Bu tip
makamlar, çoğunlukla, insanları birbirinden ayıran öğretilere angaje
olmuş (tarikatlar, siyasi gruplar, ırksal ayırım yapanlar vs vs) müfritler ya
da siyasi iradenin peşkeşlerine maşalık görevi yapanlar tarafından
paylaşılmıştır. Dolayısıyla yükselmenin temel koşulu, bilgi ve yetenek
olmaktan çıkmıştır. Bu nedenle halk arasında “okuyup da ne olacak? “
sözü, ulusal bir slogan haline gelmiştir. Buna karşın insanların çoğu
çocuklarının okumasını istemektedir. Acaba bu istek, gerçekte,
çocuklarının bilgi ve yeteneklerini artırmak için midir? Bu konuda bilinçli
ailelerin çok az olduğu izlenimindeyim. Çünkü bugüne kadar herhangi bir
ailenin, yetersizliği nedeniyle, çocuklarının derslerini ya da okumakta
olduğu sınıflarını tekrarlaması için bir başvurusu olmamıştır; hatta Milli
Eğitim Bakanlığı’nın son zamanlarda yayınlamış olduğu bir genelgede,
çocukların ne kadar zayıfı olursa olsun, aile ile anlaşmak kaydıyla sınıf
geçirilebileceği irad (!) edilmektedir. Edindiğim bilgiye göre de hiçbir aile,
tekrarlatılarak, çocuğunun daha iyi yetişmesini talep etmemiştir. Zayıf
öğrencinin terfisi (sınıf geçmesi), bilimsel düşünceye ve beceriye sahip,
yetiştirilmeyi bekleyen belirli sayıda çocuğun ve keza eğitmek amacıyla
11
Yükselmek için (teknik bazı işleri yapmak için değil), geniş olanakları
denetlemek için (gerektiğinde yararlanmak için) ve saygınlık kazanmak
için bilginin gerekli olmadığını gören aile, elindeki olanakları niçin eğitim
için kullansın? Bunun yerine, alınacak bir arsanın ilerideki ederi, bir
matematik profesörünün 35 yıllık kazancından daha fazla olabilir. Çünkü
arsanın getirisinin ya da bilgi yerine getirinin geçmesini önleyecek, ciddi
bir devlet politikası da, bilinçli olarak oluşturulmamıştır... Çünkü böyle bir
önlem, bilgiyi ve beceriyi ön plana geçireceği için, er ya da geç
yeteneksizlerin ayağının kaymasına neden olur... Bu kör döngü sürüyor...
Bakalım nereye kadar... Bu haramiler, soygunu ya da etkinliklerini biraz
daha sürdürebilmek için, eğitim süreci içerisinde, bilgi yerine, birçok
safsatayı bilimmiş gibi yutturma ve eğitim programlarında bu safsataların
ağırlıklarının artırılması konusunda özel bir çaba göstermektedirler. Milli
Eğitim Bakanlığımızın her yıl eğitim programlarında bu yönde yaptıkları
değişiklikleri, sosyal ve fen bilimleri yerine din dersinin zorunlu
okutulmasını başka nasıl açıklayabilirsiniz?
istense de, eğer çok büyük bir özür tespit edilmemişse, bu yaşama son
verilmemelidir. Bu hak her canlıya doğuştan verilen temel haktır;
üzerinde tartışılması dahi anlamsızdır. Anasından canlı doğan herkesin,
birlikte getirdiği temel hak ve özgürlükler vardır. Bunların birçoğu, bugüne
kadar bilinen ve uygulanan, hatta bazı anayasalarda kurallara bile
bağlanmış haklardır. Sağlıklı yaşama, beslenme, barınma, temel eğitim,
fikrini açıklama, belki yetenekleri ölçüsünde ek eğitim vs. Bugün
demokrasinin temel unsurlarından sayılan seçme ve seçilme hakkını
önemli bir nedenle bunun dışında tutmak gerekiyor. Bu neden daha
sonra anlatılacaktır.
“BİLİM TOPLUMU”
Şu ana kadar, bir insanın maddi yapısının (uzunluk, ağırlık, renk vd.)
niteliğini ölçen ölçütlerin dışında, insanı insan yapan değerlerini ölçen
herhangi bir sistemin kurulmasına yanaşılmamış ya da objektif ölçüler
geliştirilememiştir. Durum böyle olunca, bir insanın toplumsal açıdan
değeri, sahip olduğu maddi olanaklar ve mezun olduğu okulun
diplomasıyla ölçülmeye başlanmıştır. Özellikle ikincisinin benimsenir ve
kabul edilebilir bir tarafı olmasına karşın, yine de bir insanın yetenekleri
konusunda yeterli bilgi veremeyeceği için, soyut ölçütler olarak
21
bilgi birimlik meslek bilgisinin üzerine, örneğin 25.000 bilgi birimlik, orta
ölçekli bir proje yapmak istiyorsa ona ilave örneğin bir 25.000’lik, büyük
boy bir proje yapmak istiyorsa, örneğin onlara ilave yeni 25.000 bilgi
birimlik mesleki bir bilgiyi eklediğini kanıtlamalıdır. Bunların üzerinde
yasal olarak bir denetim yetkisini kullanmak istiyorsa, ek olarak örneğin
25.000 birimlik bilgiyi daha eklediğini kanıtlamalıdır. Böylece, örneğin,
ancak 175.000 bilgi birimlik mesleki bilgiyi sahip bir insan, denetleme
yetkisini kullanabilir. Böyle bir insan şube müdürü olmak istiyorsa,
mesleki yetki kapsamı büyüyeceği için, örneğin ek 50.000 mesleki bilgi
birimine sahip olması gerekir. Bu kişi genel müdür olmak istiyorsa,
örneğin, ek bir 50.000 mesleki bilgi biriminin yanısıra, altındaki kişilerin
özlük haklarıyla ilgili kararlar vereceği için, örneğin 20.000 bilgi birimlik
sevk ve yönetim ve 20.000 bilgi birimlik yönetim hukuku ve belki bir
yabancı dil bilmek zorundadır. Bu kişi müsteşar olmak istiyorsa, 50.000
birimlik ek meslek bilgisinin yanısıra, örneğin 50.000 birimlik sevk ve
yönetim, 30.000 birimlik idari hukuk, 30.000 birimlik halkla ilişkiler vs.
bilmek zorundadır. Eğer bu kişi bakan olmak istiyorsa, ek mesleki, idari,
hukuki bilgilerin dışında, siyaset bilimine ve halkla ilişkiler bilimine
yeterince hâkim olması ve belki ikinci bir yabancı dili bilmesi talep
edilmelidir. Bu kademelere gelecek insanların seçimi, yalnız ve yalnız bu
niteliklerini kanıtlamış olanlar arasından yapılabilmelidir. Diğer yollar
yasal olarak kapatılmalıdır. Bu, hekim için de, ziraatçı için de, öğretmen
için de, yetkisi ve sorumluluğu olan her alan için de geçerlidir.
Bir kişinin bu bilgiyi bir defa kazanmış olması da yeterli olamaz. Çünkü
hemen her konuda bilgi sürekli artmaktadır. Yetkiyi ve hakkı sürekli
olarak kullanmak isteyen, yeni bilgileri de izlemek zorundadır. Bu
nedenle, bir hekimin, bir mühendisin, bir ziraatçının ya da bir öğretmenin
vs.nin bilgisini sürekli yenilemeden aynı yetkiyi kullanması söz konusu
olmamalıdır. Çünkü özellikle kullanılmayan bir bilginin kısa zamanda
yitirildiği bilinmektedir. Örneğin üniversiteden mezun birinin, bilgisini
kullanmadığı takdirde birinci yılda %40'ını, ikinci yılda %60’nı, beşinci
yılın sonunda %80-90’nını yitirdiği bilinmektedir. Bu sırada gelişme
gösteren yeni alan bilgilerine ulaşmadığı da göz önüne alınınca, kişinin iş
yapabilir bilgisinin hemen hemen sıfırlandığı görülür. Hâlbuki birçok
ülkede, keza bizim ülkemizde, 50 yıllık hekimlerin, mühendislerin,
öğretmenlerin vb.nin meslek içi bir eğitimden dahi geçmeden, bilgi
dağarcığının kapsamını kanıtlamadan “hak ve yetkisini” sürdürdüğü
bilinmektedir. Bu nedenle, herhangi bir işin aksamadan, çağdaş
ölçülerde yürütülmesi nadiren olmaktadır.
doğduğu yeri, bir anlamda ilk karşılaştığı çevreyi, öleceği zamanı seçme
hakkı ve özgürlüğü olmadığı gibi, bir anlamda adını, dinini, dilini,
geleneğini ve göreneğini de en az başlangıçta seçme özgürlüğü yoktur.
Dolayısıyla süreç, eşit olmayan koşullarda başlar (uygar ve sosyal devlet
yönetimlerinde bu sürecin eşit koşullarda geçmesi sağlanmasına karşın)
ve öyle de sürür (en azında zamanımızda böyle). Bilinen dinlerin
çoğunda da insanın dünyaya gelişi, hep bir deneme süreci olarak
tanımlanmıştır. Kişi bu dünyada denenir ve öbür dünyada da yargılanır.
Pek ala bu mantıkla yanaştığımızı varsayarak, denene insanların nasıl
eşit olduğuna karar veriyorsunuz. Deneme demek, kişiyi sınıflara ya da
kategorilere ayırmak demektir. Dinsel açıdan da bu süreçte insanların
eşit olduğunu ileri sürmek doğruyu örtmektir.
Ancak burada bilinçaltımızda önemli bir şey yatar. Bunun için binlerce
atasözü üretmişiz, biz burada bir tanesini vermekle yetineceğiz: “Bal
tutan parmağını yalar”. Bunun açılımı, konumuz olan demokrasinin,
herkesin eşit seçme ve seçilme hakkı olan bir sistemle yürüyemeyeceği
şeklindeki yaklaşımı, bu yazıya karşı çıkanlar açısından geçersizdir.
Çünkü bu yazıda biyolojik yeteneklerinin yanı sıra, belirli bir süreçten
geçmiş, bilgi, beceri, yetenek ve deneyim, kazanmış kişilerin toplumun
yönetiminde daha etkili olarak söz sahibi olması öngörülmesine karşın,
bu yaklaşıma karşı çıkanların çoğu, bilinçaltında, bu süreçten geçerek
belirli bir yetkiye sahip olanların, aynı zamanda “bal tutan parmağını
yalar” geleneğinden geldikleri için, yeteneği, bilgisi ve deneyimi ne olursa
olsun bu hakkı kazanmış olanların, olanakları, kendilerine, çocuklarına,
yandaşlarına ve kendini düşünmeden destekleyenlere dağıtacakları için,
endişelidirler. Çünkü böyle bir paylaşımda kendileri kurtlar sofrasına
oturamayabilirler. Karşı çıkmanın altında yatan temel bilinç özünde
31
Bütün bu anlatılan geçmişe ait öyküler değil; 2008 yılı biterken, mahalli
seçimlerin yaklaşması nedeniyle devrin egemen siyasi partisi “fakir
fukaraya yardım sloganı ile” iki ayda 8 milyon ton kömürü yaklaşık bir
milyondan fazla konuta (bunların bir kısmının doğal gaz kullandığı evin
dışındaki sayaçlardan görünmesine karşın) teslim etmiş ve bu partiye
mensup belediyeler, örneğin sadece İstanbul Belediyesi 03.12.2008
tarihi itibariyle son iki ayda 116.000 aileye yaklaşık 680.000 adet çeşitli
miktarlarda para yazılı çek dağıtmıştır. Böylece biraz ahlaki değerli
olanlar bile gökten yağan bu seçim avantası ya da ganimeti dolayısıyla
olanı da yitirmişlerdir. Türk demokrasisi bir çeşit alınır satılır mala
dönüştürülmüştür.
Bir ağacın yapraklarında eğer sararama varsa, bu sararmayı teşvik eden ya da tasvip eden bir
kök sistemi var demektir.
Eski Yargıtay Başkanlarından Doç. Dr. Sami Selçuk’un 30 milyonu aşkın seçmeni kastederek
“Bunlar ayıplı çoğunluk” demesini bugün kim hatırlıyor?. (1982 Anayasası referandumunda
“evet” diyen milyonlar için söylemişti.)