Professional Documents
Culture Documents
Kalkınma, Fikret Başkaya
Kalkınma, Fikret Başkaya
"kalkınma herkes için aynı anlama gelen bir kavram değil. ikinci dünya savaşının hemen
sonrasında, sömürgeci-emperyalist ülkelerin aydınları, politikacıları, akademisyenleri,
gazetecileri, vb. sömürgelerdeki açlığı, yoksulluğu, sefaleti keşfettiler. geri kalmış ülkeler
geri kalmıştı, ilerletilmeliydi, kalkınmamıştı kalkındırılmalıydı. Elbette yeni bağımsızlığa
kavuşan ‘genç devletlerin' yönetici elitleri de kalkınmak, sanayileşmek, kendilerini
yüzyıllardır sömüren, tahakküm altında tutan emperyalist ülkeler gibi zengin, müreffeh
olmak istiyorlardı. kalkınma kavramı esas itibariyle sömürgeciliğin doğrudan biçiminin
tasfiye sürecine girip, biçimsel-siyasal bağımsızlığın kazanıldığı ikinci dünya savaşı
sonrasının kavramıdır. sömürge halkları tarih sahnesine çıkıncaya kadar, söz konusu
halkların durumu hiçbir zaman ilgi ve kaygı konusu olmamıştı.
emperyalist ülkelerin iyi niyetli, hümanist, naif aydınları dünyanın yaklaşık üçte ikisinin
durumunu bir skandal olarak algılıyordu ve bu sorunun çözülmesini arzuluyordu, ama
yönetici elitler için aynı şey söz konusu değildi. söylem farkı olsa da emperyalist odaklar
azgelişmiş ülkelerin kalkınmasını asla istemezdi. yaklaşık dört yüz elli yıldır beşeri ve doğal
kaynaklarını hoyratça kullandıkları ülkelerin kalkınması demek, emperyalizmi besleyen ana
damarın kesilmesi demekti. ikinci savaşı izleyen dönemde geliştirilen kalkınma teorileri ve
uygulanan iktisat politikaları, emperyalist ülkelerle üçüncü dünya denilen ülkeler
arasındaki eşitsiz ilişkileri yeni bir görüntü altında sürdürmeye hizmet edebilirdi. söz
konusu ülkelerin azgelişmiş oldukları kabul ediliyordu ama neden azgelişmiş oldukları
sorusu sorulmuyordu. dolayısıyla, kalkınma teorileri ve o teorilere dayalı politikalar, bir
azgelişmişlik teorisine dayanmıyordu… yaklaşım kabaca şöyleydi: azgelişmiş ülkeler
kalkınma yarışına katılmakta gecikmişlerdi , şimdi sorun söz konusu ülkeleri bu yarışa
sokup gecikmeyi telafi etmekti. önemli olan kalkınmanın kendisi değil, kalkınma hedefiydi
ve bu niteliği itibariyle de zorunlu, kaçınılmaz, mukadder ilerleme ideolojisine gönderme
yapılıyordu.
oysa, azgelişmişlik basit bir gecikmeye, yarışa geç katılmaya indirgenebilir birşey değildir.
sömürgeci–emperyalist ülkelerle kurulan ilişkiler, azgelişmiş ülkelerin gelişmesinin önünü
kesmiş, yolu kapatmıştı. sorun, yarış alanına geç gelmekle değil, yaralanmışlık,
çarpıtılmışlık, biçimsizleştirilmişlik, eklemsizleştirilmişlikle [désarticulation] ilgiliydi…
başka türlü ifade etmek gerekirse, söz konusu olan tıkanmaydı ve tıkanma emperyalizmle
kurulan hakimiyet, bağımlılık, ve şartlandırma ilişkilerinin sonucuydu. sanayileşmiş ülkeler
azgelişmişlerin kalkınması için gsmh [milli gelir] %1'ini yardım olarak verdiklerinde, aracın
kalkışa geçeceği düşüncesi hakimdi. aslında yardımların sömürü ve bağımlılık ilişkilerini
sürdürme işlevi gördüğünün anlaşılması için fazla zaman gerekmedi… yadımlar, neo-
koloniyalizmin [yeni-sömürgeciliğin] bir aracıydı ve yoksullardan zenginlere kaynık
transferi yapan tulumbayı çalıştırmaya yarıyordu... kaldı ki, söz kousu %1 yardım hedefi de
hiçbir zaman tuttturulamadı. daha sonra oran binde yediye [%07] indirildi ama bu hefefin
de hep altında kalındı.
ikinci emperlasitler arası savaş sonrasında faşizmin yenilgisiyle ezilen halklar ve sömürülen
sınıflar lehine bir güç dengesi oluşmuştu. emperyalist ülkelerin yönetici elitlerinin taviz
vermeye mecbur oldukları bu güçler dengesi durumu, üçüncü dünya'da savaş sonrasında
yaklaşık 25-30 yıl geçerli ulusal kalkınmacı modeli , olanaklı kılmıştı. fakat, emperyalist
hiyerarşi geçerliyken azgelişmişlerin gelişmişler gibi olmaları, onları yakalamaları,
kalkınmaları mümkün değildir. azgelişmiş ülkelerin sağlıklı bir kalkınma yoluna
girebilmeleri için: birincisi, uygulanan ekonomik ve sosyal politikaların bir azgelişmişlik
teorisine dayanması; ikinci olarak da, emperyalizmden kopmaları, hakimiyet ve bağımlılık
ilişkilerinin dışına çıkmaları gerekiyordu. elbette emperyalizmden kopma, radikal bir içe
kapanma, mutlak bir otarşi anlamında değildir. asla dışa kapanma söz konusu olmamalıydı
ama, dış ilişkiler içerinin, ulusal ekonominin, ulusal kalkınmanın hizmetine sunulmalı,
ilişkilerin yönü ve kapsamı, sömürgecilik dönemindekinin tersine çevrilmeliydi. azgelişmiş
ülkelerin yönetici elitleri, emperyalizmden kopmadan, kapitalist dünya sistemi içinde
kalarak karşılıklı bağımlılık koşullarında kalkınabileceklerini, batı'yı yakalaya bileceklerini
sanıyorlardı. sürecin sonunda sadece küçük bir azınlık kalkındı ama bu kadarı bile
bağımlılığın daha da derinleşmesi pahasına gerçekleşti. dünyanın en yoksul %20'si ile en
zengin %20'si arasındaki fark 1960 da bire otuz [1‘e 30] iken, şimdilerde bire seksen'e [1‘e
80] yükselmiş durumda. üçüncü dünya ülkelerinin kalkınma sorunu gündeme geldikden
yaklaşık yarım yüzyıl sonra kalkınma kavramı bakımından durumun vahim olduğunu
söylemek bir abartma değildir. aslında savaş sonrası yaklaşık yarım yüzyıllık dönemde,
sömürgecilikten yeni-sömürgeciliğe [ki, bu ulusal-kalkınmacığın geçerli olduğu dönemdi],
yeni-sömürgecilikten de yeniden kompradorlaşmaya evrilen bir süreç yaşandı.
1961 de birleşmiş milletler örgütü tarafından birinci kalkınma onyılı ilan edildi. on yılın
sonunda eski kanada başbakanı pearson başkanlığında hazırlanan rapor, kalkınma on
yılının umut verici sonuçlar doğurmadığını ortaya koyuyordu. aslında emperyalist sermaye
o kadarına bile razı değildi. kapitalizmin yeniden yapısal krize girip, güç dengesinin
sermaye lehine dönmesiyle, kalkınma kavramı da itibar kaybına uğrayıp silikleşti . 1950'li
ve 60'lı yıllarda emperyalist ülkeler üçüncü dünya'nın kendinden kopmasını engellemek
için ‘ödünler' veriyordu, ama kapitalizmin yapısal kriziyle birlikte güç dengesinin tekrar
ezilen halklar ve sömürülen sınıfların aleyhine dönüp savunmaya geçmeleriyle, artık ödün
verme dönemi de geri kalıyordu… abd'nin önünü çektiği kollektif emperyalizm yeniden
saldırıya geçti. borçlu üçüncü dünya'ya emperyalizmin [sermayenin] tek yanlı çıkarını
gözeten yapısal uyum proğramlarını dayatmalarıyla, artık kalkınmacılık retorik [söylem]
düzeyinde bile gündemden düşmüştü. yapısal uyum proğramlarıyla üçüncü dünyayı
kalkınmacılıktan uzaklaştırıp, yeniden kompradorlaştırma hedefi büyük ölçüde gerçekleşti.
kompradorlaşma kavramını, biçimsel bir siyasal bağımsığın varlığına rağmen, emperyalist
merkezler tarafından yönetilen, biçimlendirilen, biçimsizleştiren, deregülasyon sonucu
iğdişleşmiş devlet aygıtına sahip sosyal formasyonları, oradalarda geçerli rejimler için
kullanıyorum. söz konusu ülkelerin ekonomik ve sosyal politikaları emperyallist odakların
hizmetindeki kurumlar [imf, dünya bankası, dtö (dünya ticaret örgütü), vb.] tarafından
belirleniyor. dolayısıyla, daha önce başka yerde yazdığım gibi, üçüncü dünya'nın ayrıcalıklı
elitlerinin sınıfsal çıkarı, onları kompradorlaşma yönünde tercihe zorluyor. bu yüzden
“kendi” halklarından çok, emperyalizme daha yakın olduklarını söylemek gerekir… buna
rağmen ulusalcı söylemi dillerinden düşürmüyorlar… öyleyse, ulusal ve ulusalcılık gibi
kavramların teşhir edilmesi gerekecek.