Professional Documents
Culture Documents
Aşk
Aşk
Kızıl misketler gibi dallara asılmış minik narların öpüşecek gibi açılmış çatallı uçlarında asılı kalmış
su damlaları, kırmızı yansımalarla pırıldayarak düşmeyi bekliyorlardı.
Çimenlerin üstünde kayan kaplumbağa arada bir fıtrattan kırışık boynunu kabuğunun dışına
uzatarak merakla çevresine bakınıyordu.
Durdum.
Kaplumbağaya baktım.
Zorla bir iki adım attı, sanırım beni fark edip durdu, başını içine çekti.
Seyrek damlalarla yağan yağmurun omuzlarımı ıslatmasına aldırmadan oradaki bir taşa oturdum.
Ot yiyor, bir yerden bir yere gidiyor, korktuklarından sakınıp hayatta kalmaya uğraşıyor, türünün
devamını sağlamak için çiftleşiyor.
Onun varlığının tabiatın büyük çarklarının işleyişi açısından mutlaka bir işlevi var.
Benim de var.
O yaratıldığı dünyaya bir katkıda bulunmuyor, milyonlarca yıldır aynı hayatı yaşıyor, belli
zamanlarda belli amaçlarla çiftleşiyor, kaprisleri, ihtirasları, utangaçlıkları, zevkleri yok, aşık
olmuyor, duygusal acılar çekmiyor.
Biz yaratıyor, bize verilen hayatı bizden sonrakilere mutlaka bir şeyler ekleyerek aktarıyoruz,
hayatımızı bedenimiz kadar duygularımız da belirliyor, aşık oluyoruz, sadece üremek için değil zevk
için de sevişiyoruz.
Aşk, bağlanmak, özlemek, kıskanmak, sahiplenmek, sadakat beklemek gibi duygularımız olduğu
için kaplumbağaların çiftleştiği bir dünyada biz sevişiyor ve bu sevişmelere bir kaplumbağanın
aklına gelmeyecek anlamlar yüklüyoruz.
Ruhumuzla tenimiz arasındaki ilişkileri hiç durmadan kurcalıyoruz.
İki kişinin yıldız yağmurları arasında bir günahkar hayalden bir başka günahkar hayale loş bir odada
terli bedenleriyle meteor alevleri saçarak dolaşmasını, ruhlarını bedenlerinin arzularına teslim
etmesini, zihnin bulanıklaştıkça aydınlanan gizliliklerinde saklı olan isteklerin fısıltılarla
paylaşılmasını, her şeyin mümkün olduğu sihirli vahalarda her ağacın altında başka biri olunmasını,
en şiddetli yasakların en çılgın zevklerle parçalanmasını da bilmiyor.
Bunların arasında insanların iddia ettikleri kuvvetli bağlar var mı diye de sorgulamıyor.
Yüzlerce yıldan beri birçok filozof, birçok psikiyatr aşkın arkasında sevişmenin hayalinin
bulunduğunu söylüyor.
Üstelik delice aşık olduğu biriyle sönük sevişmeler yaşayıp, hiç de aşık olmadığı biriyle delice
sevişiyor.
Schopenhauer gibi filozoflar, Freud gibi doktorlar aşkın köklerinde bedensel arzuların izlerini
sürerken, neredeyse bütün kadınlar sevişmeyle aşkı sıkı bağlarla birbirine bağlamaya çalışırken
nasıl oluyor da hayat bu iki grubun da iddialarını böylesine sarsıcı bir biçimde yalanlamaya
uğraşıyor?
Freud, ruhun, bedenin arzularını değişik biçimlerde tercüme ettiğini iddia ederken kadınlar da,
bedenin ruhun arzularını ifade etmekte bir araç olduğunu söylemeye yatkın duruyorlar genellikle.
Beden insanlar tarafından öylesine hakir görülmüş, onun arzuları öylesine aşağılanmış ki bir kadın
ruhundan bir şey katmadan yalnızca bedeninin isteklerine ayak uydurduğunda bütün "erdemini ve
namusunu" kaybettiğini öğrenerek büyümüş.
Aşksız bir sevişmenin, bir kadının bilincinin gizli bölmelerinde nasıl değerlendirildiğini, kendisini
bundan dolayı farkında olmadan nasıl suçlayabileceğini kim bilebilir?
Bir kadın sadece sevişmek için değil ama "o erkekle" sevişmek istediği için, "o erkeği" sevdiği için
seviştiğini düşündüğünde, ruhun her zaman affedilmeye hazır istekleri, bedenin her zaman
suçlanan arzularına kendi damgasını vurmuş oluyor, "aşk" sevişmeyi kutsuyor, onu ruhun erdemli
çeşmesinde yıkayarak yeniden vaftiz ediyor.
Belki de birçok kadın, seviştiği erkeğe aşık olduğuna ya da en azından onu sevdiğine kendisini bu
yüzden inandırıyor.
Sanırım her kadın, yalnız kaldığında "Sen aslında bir orospusun" diyen kötü kalpli bir cadı taşıyor
ruhunda ve hiç kimseden korkmadığı kadar korkuyor ondan.
Ve sürekli olarak onu kandırmaya uğraşıyor.
"Ben sevişmekten hoşlandığım için sevişmiyorum. Ben onunla sevişmekten hoşlandığım için
sevişiyorum."
Acaba içlerindeki suçlayan cadıyı kandırabilmek için seviştikleri bir erkeği sevdiklerine inanan
kadınlar, kendi etkilerinde kalarak gerçekten de aşık olurlar mı seviştiklerine?
Sevişme ya da biraz daha gerçekçi olarak söylersek, iyi bir sevişme aşkın kapısını açar mı kadına?
Peki kendi kendine söylenen bir yalandan gerçek duygular çıkabilir mi?
Eğer böyleyse, cinsellikle aşk arasında kuvvetli bir bağ kuran Freud en azından kadınlar konusunda
haklı çıkabilir.
Ama erkekler...
Onların böyle bir cadıları yoktur içlerinde, erdemle sevişme arasında bir ilişki de kurmazlar pek.
Adına aşk diyemeyeceğimiz bedensel bir arzu, ruhu da yatıştırıp huzura kavuşturan bedensel bir
mutluluk bir erkeği bir kadına bağlayabilir mi?
Aşk, en yakıcı, en güçlü, en şiddetli haline başladıktan çok kısa bir süre sonra ulaşabiliyor, çok
süratli bir şekilde kendi sınırlarına dayanıyor, daha başladığında gidebileceği, açılabileceği çok fazla
alan kalmıyor.
Her duygu gibi hareket etmek, kıpırdamak, yeni biçimlere girmek isteyen aşkın başladıktan bir süre
sonra yaptığı her harekette gerilemekten başka bir çaresi kalmıyor.
Belki de bu yüzden bir aşkın ancak "engellendikçe" sürebileceğini söylüyorlar, o engelin kilitlediği
kapının ardında yeni bir dünya olduğuna duyulan inanç, aşkın daha büyüyebileceğine inanması,
sürekli olarak mücadele edeceği bir hedefi olması onu canlı tutuyor, gerilemek yerine hep ileri
atılmaya çalışıyor.
Çünkü, sanılanın aksine sevişme sadece bedenle ilgili bir duygu değil.
İnsanların koyduğu o kadar çok yasak vardır ki bunları bedeninizle aşmanız çok zordur ama hayal
gücü her yasağı aşar, yapılamayacak her şeyi, terden gümüşi ışıklara batmış iki beden hayallerini
birleştirerek yapabilir.
Sanırım, iki bedeni sevişmenin salıncağında en güçlü biçimde sallayan, yasakları birlikte yok eden
ortak hayal güçleridir.
Hayal gücü bedenden de ruhtan da daha güçlü ve dayanıklıdır, ruhla beden yorulduğunda bile o
yorulmaz, aksine sürekli olarak kendi diriliğini, arzusunu, canlılığını ve en karanlık yerlere yolculuk
etme isteğini bedene ve ruha kabul ettirir.
Şeffaf bir karanlığın kapladığı gülümsemeleriyle aynı hayalin içinde sürekli değişip bir başkası
olarak, bir başkasının gövdesinin bilinmeyen ama sezilen ürpertilerini yaşayarak, karşısındaki
gövdenin biçim değiştirip bir başkasına dönüştüğünü, bir başkasının ellerinin kendisine
dokunduğunu hissederek, çoğalıp kalabalıklaşarak, bütün bu değişimi, kalabalığı, tek bir gövdeye
yüklemek, o gövdeye öylesine sonsuz ve tahmin edilemez hazlar verir ki bu hazdan vazgeçmek
neredeyse imkansızlaşır.
Değildir bence.
Değildir bence.
Dönüşebilir.
Bunun cevabını tam olarak bilebilmek kolay değil ama aşk sahiplenmek isteyen, endişelerle,
huzursuzluklarla, kuşkularla dolu bir duygudur, bu endişeler hayal gücünü sürekli yolundan saptırır,
bir batakhanede sevişme hayalinin yerine sakin bir evin hayalini tercih eder, sevdiğinin gövdesini
hayalinde bile olsa bir başkasının gövdesi yerine koymaktan çekinir, sevişmeleri hayal gücünün
sonsuzluğundan belli ve huzurlu bir hayalin sakin sularına çekmeye uğraşır.
Onun yerine ruhun fırtınalarını, özlemlerini, kendi varlığını bir başkasının varlığıyla doldurmanın
başka hiçbir şeyle kıyaslanamayacak olağanüstü tecrübesini, bir süreliğine de olsa ölümün
ürkütücülüğünü yok etmeyi, mutluluk hayallerinin doyumunu, bedeniyle değil ruhuyla dokunmanın
şefkatle şehveti harmanlayan zevkini koyar.
Bir sevişmeden geriye unutulmaz sahneler kalırken, bir aşktan geriye unutulmaz duygular kalır.
Aşık olduğun biriyle, sanki o aşık olmadığın biriymiş gibi sevişebilir misin?
Gündüzleri kurduğun mutlu hayaller, geceleri yerini hayal gücünün sonsuzlukta dolaşan şiddetli
değişimlerine bırakabilir mi?
Hiç aramadığı.