Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 113

Bilginin

Islâmîleştirilmesi
GENEL ÇALIŞMA PLANI VE İ L K E L E R

P rof. D r .
İSMAİL R . FâRUK İ

CİALE'
Orijinal ismi Islamisation o f Knwledge-General
Principles and Workplan olan bu eser Uluslararası îslam Dü­
şüncesi Enstitüsü (International Institüte of
Islamic Thought) tarafından 1982’de
Washington’da yayınlanmıştır.

Kapak düzeni
BİRtM

Dizgi-lç Düzen
BİRtM

Baskı ve Cilt
PAŞAHAN MATBAACILIK

1. Baskı
EKİM, 1985

2. Baskı
TEMMUZ, 1986

3. Baskı
MART, 1995

İSTANBUL
Bilginin
Îslâmîleştirilmesi
GENEL İLKELER VE ÇALIŞMA PLANI

P rof. D r.
İSMAİL RACÎ EL-FARUKl

T ercüme
FEHMİ KORU

B A S I N- Y AYI N LTD.
Fevzipaşa Cad. Ocaklı Sok. No: 15 Fatih-Ist? »bul
Tel: 531 56 29-531 8 ■
’ 11 Faks: 532 77 86
İSMAİL RACİ EL-FARUKİ

İsm ail Râci el-Faruki, Filistin’de dünyaya geldi. Beyrut


Am erikan, tndiana ve H arvard Üniversitelerinde çalıştı.
Kahire el-Ezher Üniversitesi’nde İslâm Üzerine, Montreal
McGill Üniversitesi’nde Hristiyanlık ve Yahudilik üzerine
doktora sonrası çalışmalarda bulundu.
Profesör Faruki, Montreal, McGill Ü niversitesinde bulu­
nan Central Institute of lsJamic Studies’de; Karaçi’de bulu­
nan Central lnstitue o f lslamic Research’de; Kahire’deki
League of Arab States’e bağlı lnstitue of Higher Arabic Stu­
dies’de ve Syracuse Üniversitesi’nde görev yaptı. Kahire
Ezher ve İskenderiye Üniversitelerinde konuk profesör Un­
vanıyla bulundu. Vefat ettiğinde Philadelhia, Temple Üni­
versitesi’nde İslâm Bilimleri Profesörü idi.
The Canadian Journal o f Teology, The lom al o f American
Academy of Religion, The Bulletin o f The Faculty of Arts
of Cairo University, The Müslim W orld, Num en, Zygon
gibi dergilerde birçok makalesi yayınlanan el-Faruki’nin
bunlar dışında makalelerinin yayınlandığı başka dergiler
de vardır. Son olarak Haykal’dan yaptığı The Life o f Mu-
hammed adlı tercümeden başka, İngilizceden yaptığı bir­
çok tercüm e eseri bulunm aktadır. Urubah and Religion,
Christian Ethics, Particularism in the Old Testament and
Contem porary Sects in Judaism adlı eserlerin yazarı, The
Great Astan Religions adlı eserin ortak yazan, The Historial
Atlas o f Religions o f the World adlı eserin de ortak editörü­
dür.
Prof. Dr. İsmail Raci el-Faruki, 1986 Mayıs Ayı’nın son
günlerinde Yahudi teröristlerin saldırısı sonucu şehit edil­
di. Aynı saldırıda eşi Lois Lamia da ölürken kızı ağır yara­
landı.
A L L A H ’ I N ŞU AY E T L E R L E
ŞEREFLENDİRDİĞİ
MÜ S L Ü MA N Bİ Lİ M ADAML ARI NA.

“O nları ancak âlim ler anlayabilir.”


( K U R ’ AN 2 9: 43 )

“Allah’ın kulları arasında


O ’ndan korkan ancak âlimlerdir.”
( K U R ’AN 35: 2 8 )

“De ki: H iç bilenlerle bilm eyenler


bir o lu r m u?”
( K U R ’AN 39: 9)

“H ikm eti dilediğine verir.


Kime hikm et verilmişse şüphesiz ona
çokça hayır verilmiştir. Bundan ancak
akıl sahipleri ibret alır.”
( K u r ’ a n 2: 2 6 9 )
Dünya İslâm Gençlik Teşkilâtı (WAMY),
Uluslararası İslâm Öğrenci Teşkilâtları Federasyonu (1IFSO),
Islâmabad İslâm Üniversitesi ve Milli Hicret Komitesi’nin
yardımlarına; Eldeki eserin temelini oluşturan
‘Birinci “Bilginin Islâmîleştirilmesi” Senıineri’ne sunulan
tebliğlerin sahiplerine, Seminer sırasında ve dışında sayısız bilim
adamlarının bu eserin mükemmelleşmesi için yaptığı eleştiri
ve önerilere; Müsvettenin hazırlanması sırasında
Wail Şevket el-Hayrî ile Lâmya el-Farukî’nin yaptığı değerli
yardımları; Abdurrahman Bin Akll’in cömert ihsanına;
En derin şükranlarımı sunarım.
P r o f . D r . İSMAİL RÂCİ EL-FARUKİ
I. S O R U N
A. Ümmetin Bunalımı......................................................... 21
B. Bunalımın Belli Başlı Etkileri..........................................22
1. Siyasi Yönden............................................................... 22
2. Ekonomik Yönden....................................................... 23
3. Dinî-Kültürel Yönden.................................................25
C. Bunalımı Besleyen D am ar..............................................27
1. Islâm Aleminde Eğitimin Bugünkü D urum u...........28
2. Görüşsüzlük................................................................. 29
II. G Ö R E V
A. İki Eğitim Sistemini Birleştirme.................................... 36
B. Jslâmi Görüşü Aşılama................................................... 37
1. Zorunlu Islâm Medeniyeti Dersi................................38
2. Modern Bilginin Islâmileştirilmesi............................42
III. USUL
A. Geleneksel Usûlün Aksaklıkları..................................... 49
1. Fıkıh ve Fakih; Ictihad ve M üctehid..........................50
2. Vahyin Akla Muhalefeti.............................................. 52
3. Düşüncenin eylemden Ayrılması...............................54
4. Kültürel ve Dinî ikilik.................................................56
B. İslâm! Usûlün Temel ilkeleri..........................................58
1. Allah’ın (c.c.) Birliği...................................................58
2. Hilkatin Birliği............................................................59
3. Hakikatin Birliği ve Bilginin Birliği.......................... 64
4. Hayatın Birliği............................................................ 67
5. Beşerin Birliği............................................................. 74
IV. ÇALIŞMA PLANI
A. Bilginin Islâmîleştirilmesini Sağlayacak
Z orunlu Adım lar................................................................ 85
1. M odern Disiplinleri İyice Ö ğrenm ek......................... 85
2. Disiplin Araştırması....................................................... 86
3. İslâmî Birikimi İyice öğrenm ek: Antoloji................. 86
4. İslâmî Birikimi İyice öğrenm ek: Tahlil......................88
5. tslâmm Disiplinlere ö zel İlgisinin Kurulması...........89
6. Modern Disiplinin Eleştirilerek Değerlendirilmesi:
Durum Değerlendirm esi.............................................. 89
7. İslâmî Birikimin Eleştirilerek Değerlendirilmesi:
D urum Değerlendirm esi.............................................. 90
8. Ümmetin Belli Başlı Sorunlarının Araştırılması.......91
9. İnsanlığın Sorunlarının Araştırılması (E tü d ü ).........92
10. Yapıcı Tahlil ve Terkip................................................. 93
11. Disiplinleri İslâmî Çerçeve İçinde Yeniden
Biçimlendirmek-Üniversite Ders Kitapları.............. 94
12. Islâmîleştirilmiş Bilginin Yayılması...........................95
B. Bilginin Islâmîleştirilmesi için öteki
Zorunlu Çalışm alar...........................................................97
1. Toplantı ve Seminerler.................................................. 97
2. öğretim Üyeleri Eğitimi İçin Kurslar.........................97
C. Uygulamayla ilgili ö tek i Kurallar................................... 98
EK
I-Seminer raporu: Bilginin Islâmîleştirilmesi.................. 103
II-lslam.Medeniyeti K ursu.................................................110
III-Disiplinlere yapılacak katkıların fikri p lan ı...............115
Sunuş

“Bir şey hakkında bilinen kesin bilgi” anlam ına gelen


ilim kavramı cahiliye döneminde ayrı bir manaya sahipti. Bu
farklılık bilginin geldiği kaynak noktasından doğmaktaydı.
Cahiliyyet döneminde ilim, bir şahsi tecrübeye dayanması ve­
ya nesiller boyunca gelen ve itiraz görmeyen bir inanıştan
dogması sebebiyle kesinlik ifade etmekteydi. Kur’an term ino­
lojisinde ise yepyeni bir mana kazanmıştır. “Hayır zulmeden­
ler ilimsiz kendi hevalarına tabi oldular Allah’ın saptırdığını
kim hidayete erdirebilir. O nların yardımcıları da yoktur.”
(Rum, 29) ayetinde ilim Allah’a teslim olma, hidayete erme
manasında kullanılmıştır. Bu hususu şu ayeti kerime daha iyi
açıklar: “Şayet sana gelen ilimden sonra onların hevalarına
uyarsan seni Allah’a karşı koruyacak ne bir dost ne de bir sa­
vunucu bulursun.” (Rad, 37). Yani ilim kelimesi Kur’an’da
İlâhî kaynaklı ve doğruluğunun delili de bu olan bir bilgidir.
Bu bilgide bundan ötürü zan ve şüphe yoktur. Bu aynı za­
manda Allah ve Resûlü’nün müteaddid defalar övdüğü ve ta­
libine İlâhî mükafatlar vad ettikleri bilginin ne tür bilgi oldu­
ğunu da göstermektedir. “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur
mu?” âyeti âdet olduğu veçhile bilginin her türlüsüne şamil
tutularak kullanılmaktadır. Fakat âyetin bütünü dikkate alın­
dığında vakıanın böyle olmadığı ortaya çıkar. “O kafirler mi
hayırlıdır yoksa gecenin saatlerini secde ve kıyamla geçiren
ahiretten korkup ve rabbinin rahm etini um an mı? Sen onlara
söyle, hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu, ancak akıl sa­
hipleri düşünür.” (Zümer, 9). Yani ilim kavramı Kur’an’da -
terim olarak- sahasını Allah’ın m arifetinin ve kullukla ilgili
meselelerin teşkil ettiği bilgidir.
Yunan felsefe ve m antığının nüfuzuyla saf İslâmî bilgi
anlayışı kendine diğer bilgi sahalarıyla ilgili ve onların arasın­
da bir yer bulmaya itildi. Kur’ânî manadaki ilim anlayışının
sahası genişletilirken diğer taraftan da “ulum -ı dahile” islâ-
mîleştirilmeye tâbi tutulmaktaydı. Gittikçe dallanıp budakla­
nan ilim dalları bunların bir tasnife tutulması zorunluluğunu
da doğurm uş ve neticede ilimler “mezm um ” ve “m em duh”
olarak ikiye taksim olunmuştu. Bu ayırımın sınırını da Pey-
gam berim iz’in hadislerinde ifadesini bulan “faydasız ilim”
sözü belirlemiştir, öğrenilm esi farz olan yani Allah’ın kulları­
na yönelttiği itikadı ve amelî tekliflerin bilgisi memduh sını­
fının -bahsettikleri mevzuları itibariyle- en üst derecesini teş­
kil ederken zamanın tıp, hesap gibi ilimleri de tâlî derecede
olmakla beraer “ulûm-ı memduha”dan addedilmekteydi.
Zamanla bilgi üzerindeki kontrolün kaybolması ve bilgi
dallarındaki çoğalış müslümanları farklı isitkametlere yönelt­
ti. Asırlar sonra bazı düşünürler her yeni elde edilen netice­
nin İslâm’ı teyid edici olduğu inancından hareketle nasları
batı düşünüş metodlarınm ulaştığı neticelere uydurmaya ça­
lıştılar. Efganî, Abduh ve hatta günümüze kadar gelen takib-
çilerinin, hareketlerinin çıkış noktalarında İslâm’ın değişmez
gerçeklerinden ziyade bilimin vardığı neticeler olduğu izleni­
mi yatmaktadır. Bu hatalı çıkış her ne kadar büyük bir tepki
gördüyse de icra ettiği tesir inkar edilemez. Fakat bu, ümme­
tin uyanış m ahm urluğunun üzerinde olduğu bir dönem e
rastlıyordu ve kısa zamanda Islâm düşünürleri bilimden İs­
lâm’a değil, Islâm’dan bilime bakma merhalesine geliyorlardı.
Bu merhalede de iki farklı yaklaşım doğuyordu. Bunların il­
kine göre her bilim belli bir m etodun, zihni bir tavrın, bakış
tarzının m ahsulüdür; dolayısıyla batının ulaştığı bilimsel ger­
çeklerin temelinde batıyı batı yapan değerler manzumesi yat­
maktadır. Bunun için de İslâm! bir bilim anlayışına ulaşmak
için zorlamalardan uzak durarak önce İslâm! değerlerden te­
zahür eden fikrî oluşumlar sağlanmalıdır. Hatta bunun için
geleneğe de müracaat edilebilir.
ikinci yaklaşımda ise bilgiyi batılı vasfından kurtararak
ona İslâmî bir hüviyet kazandırma çabası yatmaktadır. “Tas­
hih” ve “seçme” bu yolda kullanılmalıdır. İslâm ülkelerindeki
bilim faaliyetlerinin güdük kalması, semeresiz olması bu ül­
kelerdeki İslâmî gelenek ile batılı anlayışın çatışması, arala­
rında bir ahenk bulunmamasındandır. Bundan dolayı yapıla­
cak ilk iş eğitimdeki düalizmin kaldırılması bütün bilgilerin
tevhid esasına oturtulmasıdır.
Birincisinin aksine daha tutarlı, gerçekçi ve makul görü­
nen bu anlayışın temsilcisi İsmail Farukî, bu hareketin teori
planında kalmayıp pratiğe indirilebilirligini “Bilginin lslâmi-
leştirilmesi" kitabıyla göstermiştir.
Eski Kelâmî tavrı andıran bu hareketin fikri yapısını gös­
teren elinizdeki eserin insanımıza yeni ufuklar açacağı umu-
dundayız.

D o ç . D r . M . a . YEKTA SAAAÇ
Önsöz

Uluslararası İslâm Düşüncesi Enstitüsü (The Internati­


onal Institute of islamic Thought) Mütevelli Heyeti, dünya­
nın her yöresindeki lslâmla ilgilenen bilim adamlarına bu de­
ğerli armağanı sunmakla mutluluk duyar. Bilginin Islâmileşti-
rilmesi konusunu işleyen bu deneme, Hicretin Onbeşinci
yüzyılının şu ilk yıllarında verilebilecek en uygun hediyedir.
Elinizde tuttuğunuz bu kitap Enstitü Mütevelli Heyeti Başka­
nı ve M üdürü’nün konuyu işleyen iki tebliği ile tslâmabad
Semineri’ne katılan ellinin üzerindeki Islâm konusunda çalı­
şan bilim adamının katkılarından meydana gelmektedir. Adı
geçen Seminer Islâmabad’taki Islâm Üniversitesi (islamic
University) ile Uluslararası Islâm Düşüncesi Enstitüsü deste­
ğinde olarak Rebiülevvel I402/0cak 1982 tarihinde, Islâma-
bad’ta düzenlenmiştir.
Bu sayfaları izleyen bölüm çok büyük bir önem taşımak­
ta. Bu önem, durumu değerlendirme, geçmişten ders alma ve
arzulanan amaçlara erişmek için gerekli değişimi plânlama
sürecinin hayatiyeti sürdürme ve refaha ulaşma yönünden
mutlak şart olmasından kaynaklanıyor. “Bir millet kendini
d e ğ iş tirm e d ik ç e A llah o n la r ın d u r u m u n u d e ğ iş tirm e z ”
(Kur’an 13:11) İlâhî h ü k m ü , tarihin değişm ez k anunudur.
Bu denem e, ü m m e tin çok tehlikeli b ir b u n a lım geçir­
m ekte o lduğunu belirtm ekte. Am a yalnızca bunalım ı belirt­
m ekle k a lm a m a k ta , aynı z a m a n d a ü m m e te sağlığını iade
edecek ve kendisi için tayin edilm iş sorum lu dünya liderliği
m evkiine yöneltecek kesin b ir tedaviyi uygulam aya da çabala­
m aktadır. “ Böylece sizi insanlara şahid ve örnek olm anız için
tam ortada bulunan (vasat) bir ü m m et kıldık. Peygamber de
size şahid ve ö rn e k tir” (K ur’an 2: 143). Bu düşünceler, - e n
büyük vadi gerçekleştirm e yolunda m anevî iştahını k ab art­
ması ve gelecekte oluşturulm ası çabalanna katılm asını sağla­
ması b a k ım ın d an - bu yayını m üslüm an d ü şü n ü rü n göstere­
bileceği âzam i dikkate lâyık kılm aktadır.
O n dördüncü yüzyılın ikinci yansı, üm m et bölüm lerinin
istiklâllerine kavuşm a yolunda dev adım larla yürüm elerine
ve İslâmî uyanışın dünya çapında dirilişine şahit oldu. Bu
ilerlemelere rağm en aynı yüzyıl büyük bir zaafın da şahidiydi:
m üslüm anların öteki m edeniyetlerin taklidine koşmaları. Bu
koşuş hiç bir alanda am acına ulaşam adı. Aksine, İslâm toplu-
m unun üst tabakasını İslâm’dan uzaklaştırdı ve öteki tabaka­
ların da yeise kapılm alarına sebep oldu. Emperyalist söm ür­
gecilerle gelen değişik b ir görüş tarzı İslâm gerçeğini örttü.
Bu yabancı görüş, söm ürgeciler İslâm topraklarından gittik­
ten sonra da varlığını sürdürdü; hatta işgalcilerin ayrılm asın­
dan sonra daha da gücünü arttırdı. M üteakip m üslüm an ne­
siller onun hakkından gelemediler. Bu d u ru m her yerde âşi-
kâr: ithal edilm iş kuram larda, İngilizce ve Fransızcanın ara­
larında yaygın hale gelm esinde, işyeri, ev ve kenderinin bi-
çim lendirilm esinde, boş zam anlarını değerlendirm e tarzla­
rında, izledikleri ekonom ik ve siyasî tutum larında, hakikat,
tabiat, insan ve toplum anlayışlarında... Yabancı görüşü yay­
m ada en etkin araç, biri “m o d e m ” öteki “İslâm î” olm ak üze­
re iki koldan y ü rütülen eğitim sistemidir. Eğitim in böyle iki­
ye b ölünüşü m üslüm anların geriliğinin bir tezahürüdür. Ele
alınıp yokedilm edikçe üm m eti yeniden düzenlem e ve Allahü
Tealâ’n m tevdi ettiği İlâhî em an eti gerçekleştirm e çabaları
boşa çıkacaktır.
Geçm işte bazı önem li m üslüm an önderler, İslâmî eğiti­
m i, yabancı g örüşü esas alan konuları da ders p rogram ına
ekleyerek ıslah etm eye çalıştılar. Seyyid A hm ed H an ve Mu-
ham m ed A bdüh bu yolun öndegelen iki ö rneğidir. Cemal
A bdünnâsır, İslâmî eğitim in en sağlam kalesi El-Ezher’i 1961
yılında “m odern” bir üniversite haline getirerek bu stratejiyi
en sona kadar uygulam ış oldu. Bunların ve benzeri m ilyon­
larca başka insanların b ütün çabalan, “m odern” denilen ko­
nuların zararsız olduğu ve m ü slü m a n lan güçlendirm ekten
başka b ir etkileri olam ayacağı varsayım ına dayanm aktaydı.
Bunlar, yabancı beşeri ve sosyal ilim lerin, h atta tabiî bilim le­
rin Islâma aynı derecede yabancı hakikat, hayat, dünya ve ta­
rih görüşlerinin ayrılm az bir parçası olduğunu pek fark ede­
mediler. Bu disiplinler ile bunların hakikat ve bilgi anlayışla­
rının yabancı bir âlem in değerler sistemine bağlayıcı bir iliş­
kiler zinciri bulun d u ğ u n u göremediler. Islah harekeüerinin
verimsiz olm asının sebebi işte budur. Bir yandan İslâmî eğiti­
m in durağanlığı el değm eden bırakıldı, öte yandan da yeni it­
hal edilen eğitim sistemi geldiği ülkede görülen m ükem m el­
likte bir ü rün veremedi. Tersine, m üslüm anlan yabancı araş­
tırm alara ve yabancıların liderliğine bağımlı kıldı. G ürültülü
biçim de bilimsel tarafsızlık iddialarına rağmen, bu yeni eği­
tim sistemi, ilericilik yanlılarının “tutucu” ve “gerici” olarak
vasıflandırdıkları Islama karşı kendi hakikatini kabul ettir­
meyi başardı.
M üslüm an bilginlerin böyle yüzeysel ve zararlı eğitimi
düzenlem e yöntem lerinden vazgeçm elerinin tam zam anıdır.
O n lar için eğitim de yapılacak düzenlem e çağda; bilginin Islâ-
m ileştirilm esidir. Bu görev, zam an ların ın ilm ini hazm etm iş
ve sonraki nesillere tslâm i k ü ltü r ile m edeniyet m irası bırak­
m ış atalarım ızın yüklendiğinin aynı, am a hacim ce on d an da­
ha büyük b ir görevdir. Beşerî, sosyal ve tabiî bilim ler birer d i­
siplin olarak yeniden tasarlanıp İslâmî tem el üzerine ve lslâ-
m a uygun yeni gayelere yöneltilerek yeni baştan inşa edilm e­
lidir. H er disiplin usulü (m ethodology) ve stratejisiyle verile­
ri, meseleleri, gayeleri ve tu tkuları olarak kabul ettikleri ala­
nında İslâmî ilkeleri yansıtacak biçim de yeniden düzenlen­
melidir. H er disiplin Islâm ın geçerliliğini -tev h id e ters düş­
meyen b ir sacayağı m ih v erin d e- kapsayacak tarzda yeniden
şekillendirilmelidir. Sacayağının ilk bacağı bilginin birliği il­
kesidir ki, bu ilkeye uyarak h er disiplin hakikatin akılcı, taraf­
sız ve eleştiriye açık bilgisinin peşinde koşar. Bu ilkeyle bazı
bilim lerin aklî, ötekilerin naklî ve dolayısıyla akıldışı; ya da
bazı disiplinlerin bilimsel ve kesin, bazılarınınsa dogm atik ve
izafi olduğu iddiaları b ir d arbede yıkılacaktır. Sacayağının
ikinci bacağı hayatın birliği ilkesidir ki, her disiplinin yaradı­
lışı bilgi alanı içine alıp onu n am acına hizm et etm esini ge­
rektirir. Bu ilke de b ir çırpıda bazı disiplinlerin değerli, öteki­
lerinse değerden yoksun veya değeri belirsiz olduğu iddiaları­
nı geçersiz bırakacaktır. Sacayağının üçüncü bacağıysa tari­
hin birliği ilkesidir ki, bu ilke ışığında b ütün disiplinler beşerî
faaliyetlerin cem aate ve üm m ete yönelik karakterini taşıya­
caklardır. Bu da b ü tü n disiplinleri derhal İnsanî ve cemaatçı
yaparak bilginin ferdî ve toplum sal biçim inde bölünm esini
sona erdirecektir.
Islâmın, düşünce ve yaşama olarak varlığın bütün yönle­
riyle ilgilendiği hususunda hiç kuşku yok. Bu ilgilenme her
disiplinde apaçık bir biçimde kendini hissettirmelidir. Disip­
line ait ders kitapları, konuların hakikatin Islâmca ifadesinin
ayrılm az bir parçası olduğunu belirtecek tarzda yeniden ya­
zılm alıdır. Dahası, m üslüm an öğretm enler yeni ders kitapla­
rını nasıl kullanacakları konusunda eğitilmeli ve m üslüm an-
ların okuduğu üniversite, yüksek okul ve öteki öğretim ku­
ru m la n dünya tarih in d ek i ö n cü lü k lerin i tek rar üzerlerine
alacak biçim de bir değişim e ugratılm alıdırlar. İslâmî görüşle
başlatılan m edrese sistemi, kendine b ir tüzel kişilik ve özerk­
lik veren vakıf statü sü n ü seçmişti; bu yönüyle de O nikinci
yüzyılda Paris, O xford ve Köln üniversitelerine m odel olm uş­
tu. Aynı İslâmî görüş medreseyi beşerî m erakın her alanında
bir öncü, insan karakterini ve kişiliğini biçim lendiren b ir ku­
rum ve üm m etin k ü ltü r ve m edeniyet olarak gerçekleştirdiği
olağanüstü başarının bir aynası yapmıştı. Medrese, günü sa­
bah namazıyla başlatıp yatsı namazıyla bitiren İslâmî progra­
ma sâdıktı. Medresede öğretim , öğretm enle öğrencinin kafa­
larında tek bir amaç, Allah’ın yaratış tarzının ifadesi amacı
olduğu halde beraberce yaşayıp çalıştıkları b ir hayat okulu
tarzında yürütülüyordu. Eğitim ise öğrencinin örnek alacağı
(m üderrisin) sağlam karakterinden kaynaklanıyordu. Bugü­
nün batı üniversitelerinde kara cüppe ve kep giyilen törenle­
rin kaynaklandığı m ezuniyet töreni, öğrencinin öğretm eni­
nin yetkisiyle ve onu n adına konuşabileceği konusunda tam
bir güvene sahip olduğunu sembolleştiren m üderrisin öğren­
cisine kendi imam esini (sarığını) teslimi biçim inde yapılıyor­
du. Eğitimin seviyesi çok yüksekti, çünkü öğretm enin şeref
ve şöhretinin öğrencisi tarafından sürdürülm esi gereği çok
ciddi bir görevdi. Bu mükemmeliyet, temelinde İslâmî görüş,
hakikatin peşine yalnız Allah rızası için düşm e irade ve bağlı­
lığı yattığı için m üm kün oluyordu.
Ama bütün bunlara rağmen, Hicretin Onbeşinci yüzyılı
başında m üslümanlar, kendilerini, eğitim sisteminin tabii ge-
lişimi için hiç bir plâna sahip olmayan bir öğrenci yığılması
ve bunlarla hakkıyla başa çıkacak bilim adamı ve kurum lan
plânlam adan bir bilgi patlamasıyla kuşatılm ış olarak bul-
maktalar. tslâm âlemi gençlerini, sayıları her gün artan bi­
çimde, eğitim ve görgü için Batıya göndermeyi sürdürmekte
ve beyin göçü yüzünden kayıplarına katlanmak zorunda kal­
makta. Onbeşinci yüzyıl başlangıcının trajediyi daha da bü­
yütecek biçimde müslüman vicdanları sarsan Irak’la İran İs­
lâm Cumhuriyeti arasındaki savaşa, Sovyetlerin Afganistan’ı
işgaline, İsrail’in Lübnan’ı istilâ ve Golan Tepelerini ilhakına,
bütün Filistin’i sistemli olarak söm ürgeleştirm esine, Batı
Sahra, Doğu Afrika, Güney Arabistan ve Filipinler’de sürüp
giden savaşlara, Keşmiş ve Bangladeş’in sürekli işgali ve sö­
mürülmesine, Hindistan’daki (dünyanın en kalabalık azınlığı
durumundaki) müslüman cemaatın ezilmesine şahit olduğu­
nu görüyoruz. Bütün bunlara ek olarak, dünyanın her tara­
fındaki müslüman mücahidler takip, baskı ve yanlış takdime
maruz bırakılmaktadır. Bizzat Islâm dâvasi tehlikede görün­
mektedir.
Bu durum ümmet üzerine kopkoyu bir karanlık ve yeis
çökertmektedir. Dâvanın düşünürleri için ümmetin bunalı­
mı üzerinde kafa yorup tedavisi yollarını aramaktan daha âcil
ve önemli bir görevin varlığı düşünülemez. Islâm tarihinin
hiç bir döneminde savaş nidası olan ‘Allahu Ekber’e fikrî sa­
hada olan ihtiyaç bugünkü kadar hissedilmemiştir.
Inşaallah ümmetin düşünürleri bu tehdide karşı koyabi­
lir; Allahu Taalâ onların her zaman rehberleri olur da Allah’ı
Peygamberini (s.a.s.) ve bütün müminleri sevindirecek başa­
rıyı bu alanda gösterirler.

ULUSLARARASI
Is l â m d ü ş ü n c e s i
e n s t it ü s ü
I. SORUN
tslâm âlemi/ümmeti milletler merdiveninin şu anda en
alt basamağında bulunuyor. Yüzyılımızda, başka hiç bir mil­
let benzeri yenilgi ve aşağılanmalara m aruz kalmamıştır.
Müslümanlar yenildi, kitleler halinde kıyıldı, toprak ve ser­
vetleri, hayat ve um udan çalındı, aldatıldılar, sömürgeleştiril­
diler ve sömürüldüler; misyonerlerin tecâvüzüne uğradılar,
zorla veya rüşvetle başka dinleri kabullendiler. Düşmanları­
nın iç ve dış ajanlarınca batıllaştırıldılar ve Islâmdan uzak­
laştırıldılar. Bütün bunlar tslâm âleminin hemen her ülkesi
ve köşesinde görüldü. Her anlamda adaletsizlik ve saldırı
kurbanı olan müslümanlar iftiralara, rezilce yergilere de he­
def oldular. Bugün dünyada tasavvur edilebilecek en kötü
imaja müslümanlar sahip. Dünya iletişim araçlarında “müs­
lüman” saldırgan, yıkıcı, kanun tanımaz, terörist, medenileş­
memiş, gözü dönmüş, tutucu, köhne ve çağdışı bir mahluk
olarak gösterilmekte. Gelişmiş-gelişmemiş, kapitalist-mark-
sist, dogulu-batıh, medenî-barbar, gayrimüslim herkesin nef­
ret ve tiksintisine muhatap olmakta. İslâm âlemi de yalnızca
iç bölünme ve çatışmalarıyla, çalkantı ve kendini tahribiyle,
savaşları ve dünya barışını tehdit etmesiyle, aşnı servet ve aşı­
rı fakirliğiyle, açlık ve kolerasıyla tanınmakta. I -inyanın dört
bir yanındaki insanların kafasında İslâm âlemi düyanın ‘has­
ta adam ı’dır ve tüm dünya, şerlerin hepsinin temelinde İslâm
dininin yattığına inandırılm ıştır. Ü m m etin nüfusunun bir
milyar tavanını delmesi, en geniş ve en zengin topraklar üze­
rinde yaşaması, en büyük beşerî, m addi ve jeopolitik potansi­
yele sahip bulunması ve nihayet inanç sistemi olarak Islâmın
bütüncül, yararlı, yaygın ve gerçekçi bir din oluşu m üslü-
manların yenilgi, aşağılanma ve yanlış tanıtılmasını daha da
taham mül edilmez hale getirmektedir.

B. B IMIN BELLİ BAŞLI ETKİLERİ

1. Siyasî Yönden: Üm m et kendi içinde bölünmüştür. Sömür­


geci güçler ümmeti elliden fazla millî-devlete parçalamayı ve
her birini diğerine diişman etmeyi başarmışlardır. İslâm dev­
letlerinin sınırları, her devlet komşularıyla sürekli çatışma
içinde bulunacak biçimde tespit edilmiştir. Düşmanın siyasî
dolapları, sürtüşmeleri devamlı olarak kendi yaranna kullan­
makta, yabancılaşma ve m ünaferet meydana getirmektedir.
Her m üslüm an millî-devlet de kendi içinde bölünm üştür;
nüfus yapısı karışıktır ve sömürgeci efendiler bir grubu öteki­
ler üzerine egemen hale getirmişlerdir. Hiç bir millî-devlete
kendi vatandaşlarını kaynaştırıp tek bir vücut haline getir­
mek üzere zaman, barış ve kaynak imkânı verilmemiştir. İki
devletin birleşerek daha büyük ve daha güçlü bir yapıya ka­
vuşmalarına da imkân tanınmamıştır. Daha da kötüsü, düş­
man, İslâm âlemine, kendileriyle yerli halk arasında sürekli
çatışma çıksın diye, yabancılar ithal etmiştir veya halkın bir
bölümünü batı Hıristiyanlığını kabule zorlamış, böylece bü­
tün bunların müslüman yurttaşlardan farklı olmalarını sağla­
ma almıştır; ya da gayrimüslim halkta kendilerini müslü-
manlarla çelişkiye düşürecek ayrı bir kişiliğe sahip oldukları
kanısını yerleştirm iştir. Son olarak da, düşm an, üm m etin
kalbinde m üslüm anlann enerjisini yapıcı işler yerine sonuç­
suz savaşlarda harcatacağı veya eger sömürgeciler kendi eko­
nomik, stratejik ve siyasi çıkartan için bu topraklan yeniden
işgale karar verirse üs olarak kullanacağı düşm an 'yabancı’
devletler kurdurm uştur. Hiç bir Islâm memleketi iç ve dış
güvenliğe sahip değildir. Kaynaklarının ve enerjilerinin en
önemli kısmını nafile yere içte iktidarlarını elden kaçırmama,
dışta itibar kazanma yolunda harcamaktadırlar.
Düşm anın işbirliği yapmaya hazır yöneticiler bulduğu
bölgeler dışındaki bütün tslâm âleminde, sömürgeci yönetim
ülkedeki siyasi kuram ların hepsini tahrip etmiştir. Sömürge
yönetim inin çekilme zamanı geldiğinde, bunlar yönetimi o
zamana kadar kendi çizgilerine gelmiş ve batılılaşmış yerli
seçkinlere bırakmışlardır. Fakat gerçek güç iktidarı ele geçir­
m ek için fırsat kollayan askerlerdedir. Pek çok durum da
müslümanlar, hükümeti işler hale getirecek veya halkı direni­
şe sevkedecek, hatta daha basiti, birbirine uyumlarını sağla­
yacak siyasî kuram lardan yoksun olduklarından askerlerce
yönetilmektedirler.
2. Ekonomik Yönden: Ümmet gelişmemiş ve geri bir du ­
rumdadır. Hemen her ülkede üyelerinin çoğunluğu okuma-
yazma bilmemektedir. Eşya ve hizmet üretimleri ihtiyaçları­
nın çok altındadır ve ihtiyaçları her zaman sömürgeci güçler­
den mamul madde ithaliyle karşılanmaktadır. Günlük haya­
tın gerekleri, ana gıda maddeleri, giyecek, enerji ve inşaat
malzemesinde bile kendine yetebilen tslâm ülkesi yoktur.
Eger sömürgeci güçler, her ne sebeple olursa olsun, esase'n
adaletsiz olan ticaretlerini sona erdirmeye karar verirlerse,
her ülke açlıkla karşı karşıya kalmaya mahkumdur. Sömürge­
ci çıkarlar her yerde tüketim arzularını kamçılamakta ve ken­
di ürünlerine talebi körüklemektedir, ö te yandan müslü-
m anlann üretim e yönelik ihtiyaçları kulakardı edilmektedir.
Yerel üretimle olan rekâbetinde, sömürgeciler onu pazar dışı
bırakmaya çalışmakta ve çoğu kez bunu başarmaktadır. Sö­
m ürgecinin yardımıyla bir sanayi geliştirildiğinde, çok geç­
meden bunun söm ürgecinin ham m eddelerine veya mamul
mallarına muhtaç olduğu anlaşılmakta. Böylece yalnız kendi­
lerinin sağlayabileceği bu malzemeyle o sanayi dalını kendi
menfaatlerine, kendi emperyalist amaçlarına hizmete m ah­
kûm etmektedirler. Çoğu kere m üslüman ülkelerin sanayileri
kendi temel ihtiyaçlarını değil, sömürgecilerin yoğun reklâm­
ları sonucu ortaya çıkmış sun’i ihtiyaçları karşılayacak şekilde
kurulmaktadır. Müslümanların ziraî yönden kendilerine ye­
ter olmaları kendilerine seçtikleri ilk hedeftir. Çünkü bu aşa­
mada, hatta uzun bir süre daha, sömürgeci oyunlarına karşı
müslüman direnişinin en güçlü olduğu alan ziraattır. Kent­
lerde daha iyi bir hayat bulacakları hayali kafalarına yerleşti­
rilerek, inşaat sektöründe veya tüketim maddeleri sanayim­
deki geçici işlerin cazibesine kapılan ve bu arada toprak ağa­
larıyla vergi m em urlarının söm ürüsünden yılan müslüman
çiftçiler, her yerde, kendi köylerinden kopmaya zorlanmakta-
dır. Bunlar ithal malı ihtiyaç maddeleri tüketiminin çn yoğun
olduğu gecekondu muhitlerinde yaşamak üzere kentlere göç­
mektedirler ve önlerine çıkan ilk lâfazanın peşine takılmaya
hazırdırlar.
Allahu Taâlâ’nın bazı Islâm ülkelerine bağışlamayı m ü­
nasip gördüğü petrol zenginliğinin de ilk bakışta göründüğü
kadar bir nimet olmadığı anlaşılmıştır. Çoğunlukla nüfusun
SlZ olduğu bölgelerde bulunan bu zenginlik, hükümetleri ırk­
çı bir çizgi izleyip servetlerini kendi topraklarının sun’i ve
‘gözboyayıcı’ bir kalkınmasını sağlamak üzere kullanmaya
yöneltmiştir. Gerçekten de bu yeni servet o kadar fazladır ki,
öyle harcamalarla bile tükeneceğe benzememektedir. Bu yüz-
den fazla paralar tslâm âlemi dışındaki malî kurum lara “ko­
lay ve em in” yatırım lar için pom palanm akta, bu da İslâm
düşm anlarının daha da güçlenmesine yardımcı olmaktadır,
tslâm âlem inin her köşesindeki siyasî karışıklıklar, buraları
dikkatli bir yatırımcı için uzun vâdeli plânlam a ve yatırım
açısından çok rizikolu hale getirmektedir. Bu sebeple, İslâm
âlem inin ziraî ve sınaî bakım dan önem li potansiyele sahip
bölgeleri sermayesizlikten kıvranırken, bu potansiyeli tüm
üm m etin refahına yarayacak şekilde kullanabilecek servet
başka yerlere gitmektedir.
3. Dini-Kültürel Yönden: M üslüm anların asırlar boyu sü­
ren gerilemesi aralarında cehaletin ve batıl inanışların yayıl­
masına yol açmıştır. Bu şerler de sıradan m üslümanı m utlu­
luğu kör inanışta aramaya, sathîlik ve kaba softalığa eğilim
duymaya, ya da ruhunu ‘şeyhine’ teslime yöneltmiştir. Bunlar
da onun büyük çaplı zayıf noktaları haline gelmiştir. M odern
dünya onun üzerine çullandığında askerî, siyasî ve ekonomik
zayıflığı paniğe kapılmasına sebep olmuştur. Şaşkınlıkla ve al­
tından kayan zemini ona hem en iade eder um uduyla yarım
ıslahat tedbirlerine başvurm uştur. Batının başarı örnekleri­
nin cazibesi, batılı ve batılılaşmış danışm anlarının etkisiyle,
ister istemez çareyi batılılaşmada bulmuştur. Sömürge yöne­
tim leri altındaki bölgelerdeyse, batılılaşma, elindeki her im ­
kânı değerlendiren yöneticilerce em redilm iş ve teşvik gör­
m üştür.
tyi niyetli veya değil, batılılaşm adan yana olan m üslü­
m an önderler program larının eninde sonunda tslâm dinine
ve yönettikleri halkın kültürüne zarar vereceğini kestiremedi-
ler. Batı verimliliği ve gücünün tezahürü ile batının Tanrı ve
insan, hayat, tabiat, dünya, zam an ve tarih konularındaki gö­
rüşleri arasında varolan ilişki onların farkedemeyecegi kadar
inceydi; veya o aceleyle bu ilişkiye aldırmadılar. Batılı değer
ve yöntemleri öğreten bir eğitim sistemi benimsendi. Kısa bir
süre sonra, topluma Islâmi kültür birikiminden habersiz dip­
lomalı nesiller akmaya başladı. Bunların cehaletleri, bütün
tutuculukları, sathîlikleri, softalıkları veya mistikliklerine
rağmen iyi niyeüi olan ve kültür birikiminin muhafızları du­
rum undaki ulemâya karşı duydukları kuşkuyla birleşmişti.
Üm m et saflarında onu batılılaşma yanlıları ve muhalifleri
olarak bölen bir uçurum meydana geldi. Sömürgeci güçler
birincilerin topluma egemen olmasını sağladılar.
Ya bizzat sömürgeciler veya onların yerli işbirlikçileri ta­
rafından İslâmî olan herşeye hücuma başlandı. Kur’an met­
ninin doğruluğu, Hz. Peygamberin (s.a.s.) hak oluşu, Sünne­
tin güvenilirliği ve doğruluğu, şeriatın mükemmelliği, müs-
lümanların kültür ve medeniyet alanlarında ulaştıkları seviye
dahil, saldırıya uğramayan tek bir şey kalmadı. Amaç müslü-
manın kendine, ümmetine, imanına ve seleflerine olan güve­
nini sarsmak, İslâmî şuuru tahriple İslâm! kişiliğini yok et­
mek ve böylece direniş için gerekli manevi güçten mahrum
bırakarak onu daha fazla köle haline getirmekti. Sömürgeci­
ler ve işbirlikçileri müslümanm günlük hayatını batı kültürü­
nü aşılayan etkilerle doldurdular. Gazeteler, dergiler, kitaplar,
radyo ve televizyon, sinema ve tiyatro, plâklar ve kasetler,
afişler ve ışıklı reklâmlar onu hergün bu etkiler bombardıma­
nına tuttu. Müslüman hüküm etler başkentlerinde iki yanı
batı tarzı gökdelenlerle çevrili yeni bir anacadde açılınca gu­
rurlandılar, ama kentlerinin öteki mahallelerinin ve köyleri­
nin sefaleti, viraneliğinden pek utanmadılar. Batılılaşmış seç­
kinler film, opera, piyes seyretmek, konser dinlemek üzere
salonları doldurdular, bunların çocukları da lâik veya misyo­
ner yönetimindeki okullarında, üniversitelerinde aynı konu­
larda kitaplar okudular. Hiç biri, bunların yaptıkları öteki
şeyler veya düşünceleriyle uygunsuzluğunu fark etmedi. Ken­
di kendini batılılaştırmayı tamamlayanlar müslüman çevrele­
ri ve geçmişleri ortasında sıntır hale geldiler, tslâm kültürü­
nün bütünlüğü ve tslâmi hayat tarzının birliği bunların kişi­
liklerinde, düşünce ve eylemlerinde, evleri ve aile çevrelerin­
de parça parça oldu. Batılı sosyal kurumlar ve adetler tered­
düt gösterilmeden kabul edildi. Bulunduğu zelil durum dan
İslâm tarafından öngörülen izzet ve sosyal yararlılık zirvesine
çıkarmak yerine, müslüman kadının peşinde koştuğu batının
bozuk yönleri oldu: tedrici çıplaklık ve ihtilât, kendi hayatını
yaşamak üzere ekonomik bağımsızlık, zevk tatmini ve ailesi­
ne karşı görevlerini ihmal...
Kentlerimizde bugün Islâm! mimari ölü durumda; kent
plânlamacılığı da mevcut değil. Sanki biz başkalarının dene­
yimlerinden yararlanma yeteneğine sahip değilmişiz gibi, iki
asır önce sanayi devrimi geçirmiş Avrupa kentlerinin ne ka­
dar berbat yönü, hatalı yanlan varsa hepsini aynen tekrarla­
yan kalabalık kent merkezlerimiz var. Evlerimiz, moilyaları-
mız ve süsleme sanadarımız, kim ve ne olduğumuz konusun­
daki kafa karışıklığımızı pek güzel yansıtır biçimde, her tar­
zın karması.
Kısacası, aksine iddialara rağmen, müslüman kendini
batılılaştırdıgı oranda berbatlaşmıştır. Hayatı, kendi mazisiyle
irtibatsız her tarzın görüldüğü bir yığındır. Kendisini ne İslâ­
mî ne de batılı sayılabilecek çağdaş bir kültür garibesine dön­
dürmüştür.

C. BUNALIMI BESLEYEN DAMAR

Ümmetin bunalımının kaynağı ve güç merkezi hiç kuş­


kusuz mevcut eğitim sistemidir. Hastalığın ürediği zemin
odur. lslâmdan, onun kültür birikimi ve üslûbundan uzak­
laşmanın gerçekleştiği ve sürdürüldüğü yerler okullar ve fa­
kültelerdir. Eğitim sistemi m üslüm an gençliğin yoğrulup kı­
yıldığı, bilincinin batının bir karikatürü biçimine sokulduğu
bir laboratuvardır. M üslüm anın mazisiyle irtibatı burada ko­
parılm akta, atalardan gelen birikim i öğrenmeye olan tabiî
m erakı burada yokedilmekte, Islâmın müsbet olarak tanın­
ması veya Vergegenvvargunga (yani onu günüm üze getirip
canlı kılma) ilgisi bilincinin her oyuğuna sistemin şırınga et­
tiği kuşkularla burada ulanmaktadır.
1. Islâm Aleminde Eğitimin Bugünkü Durumu: Yaygınlaş­
tırm a yönünde şu ana kadar yapılanlara rağmen, müslüman-
ların eğitim düzeyi bundan daha kötü bir durum da olamaz,
tslâmlaştırma konusunda geleneksel ve yeni kurulan okullar,
fakülte ve yüksek okullar gayrıislâmî propaganda yönünden
hiç bu kadar cüretkâr, müslüman gençlerin kahir çoğunluğu­
nu etkileme yönünden bugünkü kadar zehirleyici olmamış­
lardır. Sömürge yönetimince kurulduğundan bu yana batı
eğitim sistemi İslâmî sistemi alandışı ederek egemen hale gel­
miştir. İslâmî eğitim, çoğunlukla, devletin malî desteğinden
yoksun özel bir sistem olarak kalmıştır. Resmî destek söz ko­
nusu olduğunda çağdaşlık ve ilericilik adına kendilerini yeni­
leme talebi de gelmektedir. Bu, genellikle, ders programını
birbiriyle tezat -daha doğrusu ihtilâf- halinde, biri İslâmî di­
ğeri m odern (!) olmak üzere bölümlere ayırmak biçiminde
gerçekleşmektedir. El-Ezher bunun klasik örneğidir. İslâmî
bölüm ün ders programı, kısmen tutuculuk ve çıkarcılıktan,
kısmen de onu realite ve modernlikle ilgisiz bırakma plânı
içerisinde bulunduğundan, değiştirilm eden bırakılmakta,
böylece mezunları diğer kurumlardan mezun olanlara reka­
bet edememektedir. Bunlar emperyalistlerin strateji uzman­
larınca iyiden iyiye düşünülüp plânlanmış konulardır. Ba­
ğımsızlığa kavuşma, batı eğitim sistemini aynen benimseye­
rek, devlet imkânlarını bu sistemin okullarına yağdırarak,
emperyalistlerin tasarladığı sistemi kökleştirmiştir. Batılılaş­
madan yana güçlerin faaliyetleri ve öğretmenlerle grencilerin
bunlar eliyle Islâmdan uzaklaştırılması üniversite ve yüksek
okullarda bütün hızıyla devam etm ektedir; bu ihaneti d u r­
durm ak için hiç bir şey yapılmamaktadır. D urum sömürge
dönem indekinden daha vahimdir. Direnme ruhu, bağımsız­
lık aşkı, bir İslâmî çözüm bulma azmi o sıralar herkesi yakıp
tutuşturmaktaydı. Bugünse kuşkuculuk, atalet ve hiç bir lide­
re güvenmeme var; bu da geniş çapta sahte vaadler ve hayal
kırıklıkları, ahlâken iflâs etmiş lider örneklerinden kaynakla­
nıyor. Hiç bir müslüman hükümet, üniversite yönetimi veya
bir kurum yüksek öğrenim gençliğinin yıkılmış m oralini
yükseltme yönünde, bunların eğitim yoluyla sürekli olarak
Islâmdan uzaklaştırılmalarıyla ilgili olarak herhangi bir ted­
bir almamaktadır. Zengin ülkelerdeki korkunç imar progra­
mı, öğrenci ve öğretim üyesi sayısı ile hizmetlerdeki artış hep
batılı sistemin işine yaramaktadır. Devletin malî imkânları­
nın neredeyse tamamı gerçek anlamda bir “modernleştirme”,
yani eğitimin İslâmî seviyesini yükseltme, öğrenci ve öğretim
üyelerini İslâmî hüviyete kavuşturma yönünde kullanılma­
maktadır. Batılı eğitim modeline doğru yarış her yerde delir­
tici bir hızla sürmektedir.
2. Görüşsüzlük: Aksine iddialara rağmen, elde edilen so­
nuç batı modeli değil, onun bir karikatürüdür. İslâmî model
gibi batı eğitim modeli de, Islâmdan farklı da olsa, bir temel
görüşe ve bu görüşü gerçekleştirme azmine dayanmaktadır,
öğrenci ve öğretim üyeleriyle dolup boşalan binalar, kütüp­
hane ve laboratuvarlar, derslik ve konferans salonları bu gö­
rüş olmaksızın bir değer taşımayan maddî unsurlardır. Temel
görüşün tabiatı taklide müsait değildir. Ancak ârızı kısımları
taklit edilebilir. Yaklaşık iki asırlık batılı eğitime rağmen müs-
lümanların batıdaki yaratıcılık ve mükemmeliyette hiç bir şey
-ne bir okul, fakülte ve yüksek eğitim kurum u ne de ilim
adamları nesli- üretememelerinin sebebi budur. İslâm âlemi
kurum larında bir türlü halledilemeyen düşük standart soru­
nu da bu temel görüş yoksunluğunun doğal sonucudur. Bilgi
peşinde koşma ruhsuz m üm kün değildir; kopya edilmeyen
şey de ruhun kendisidir. O da insan, dünya ve hakikat görü­
şüyle, kısacası dinle yansıtılmaktadır. İslâm âleminde eğitim
bu temel görüşten mahrumdur, önderlerinde batılının temel
görüşü yoktur, çünkü varolması m ümkün değildir. Islâmın
temel görüşü de öyle istediği için, yani cehaleti, temelliği ve
ilgisizliği yüzünden, mevcut değildir. İslâm âlemindeki eği­
timden sorumlu kişiler kültürü ve dâvası olmayan insanlar­
dır. Batı üniversiteleri son iki asırdır milliyetçiliğin etkisi al­
tındadır, çünkü romantizm Hıristiyanlığın ölü Tanrısının ye­
rine ‘nihaî hakikat’ olarak ‘la nation’u (milleti) oturtmuştur.
Müslüman içinse Allah’tan başka nihaî hakikat yoktur. Bir
müslümanın mazisi ve kültür birikimi ile irtibatı ne düzeyde
olursa olsun, onun için Hristiyanlığını aşmış bir Avrupalı ka­
dar ‘milliyetçi’ olmak mümkün değildir.
Müslüman üniversite öğretim üyesinin en üst örneği
olarak bir batı üniversitesinde doktora yapmış olanı ele ala­
lım. Bu kişi batıda eğitim görmüş, orta ya da ortanın altında
bir dereceyle okulunu bitirmiştir, önceden bir İslâmî amaçla
işe girişmediğinden, yani Allah rızası için ilim tahsil etmek
niyetiyle değil, maddeci, bencil (en iyimser bakışla millî) bir
amaçla yola çıktığından, batıda mevcut bütün bilimleri alma­
mıştır. Batılı hocalarının oyunlarını da koşa çıkarmamıştır.
Eski Yunan, Pers ve Hint bilimlerini öğrenip Islâmîleştiren
ataları gibi öğrendiklerini hazmetmiş, ya da onları bilgi ve
hakikatin İslâmî muhtevası içerisinde eritmiş de değildir. Ge­
çer not almayı, ünvan sahibi olmayı, ülkesine dönüp rahat ve
saygın yaşayabileceği bir göreve atanmayı yeterli bulmuştur.
öğrencilik döneminde okuduğu kitaplar ilgisinin nihat kay­
nağıdırlar; şu sırada kendisinin eğitimi döneminde edindiği
bilginin sınırlarını genişletmek için ne zamanı, ne enerçisi, ne
de arzusu vardır. Böyle yüce hayallerden fersah fersah uzakta
bir hayat ve çalışma tarzına sahiptir, öğrencilerinin kendisin­
den daha az arzulu ve daha az yetenekli olmaları doğaldır.
Bunlar için batı ideali daha da ulaşılmaz olmuştur. Standart­
lar giderek düşer ve İslâm âlemindeki batılı eğitim taklide
kalkıştığı batı modelinin bir karikatürü haline gelir.
Şu anda İslâm âleminde öğretilen konular ve yöntemler
batıda uygulananların bir kopyasıdır, ama batıdakini işler ha­
le getiren temel görüşten yoksundur. O görüş olmaksızın
bunlar bayağı düzeyde kalmaya mahkumdurlar. Bu ruhsuz
konu ve yöntemler, farkında olmaksızın, hem ilericilik ve
çağdaşlaşma aracı görevini yapmakta, hem de Islâm! sisteme
alternatif olarak öğrenci üzerinde haince bir Islâmdan uzak­
laştırma etkisi bırakmaktadır. Bu durum da, İslâm âleminde­
ki üniversite mezununu bilgiçleştirmektedir; gerçekte çok az
şey bildiği halde herşeyi bildiğini sanmaktadır.
Batılı disiplinlerde mükemmelleşme ihtimali bu yüzden
bir müslüman öğrenci için ulaşılmaz olmaktadır. Çünkü bu
ihtimalin gerçekleşmesi için o alandaki bilginin bütünselliği­
ni kavramak, aynı zamanda o bütünselliği elde edip başkala­
rını geçme arzusuyla yanıp tutuşmak gerekir. Bütünselliğin
bilgisini elde etmek ancak bir dâvası olan insanlarda buluna-
ilecek bir aşkla dolup taşmakla mümkündür. Dâvası olmaksı­
zın bir müslümanm disiplindeki bilginin bütünselliğini elde
etmeyi arzulaması mümkün değildir. Bu elde edilmeden de o
disiplinde başkalarını geçmek söz konusu olamaz. Bir müslü­
man için dâva denilebilecek tek esas islâmdır. O olmaksızın
batı eğitimi almış müslüman öğreticiler bilginin bütünselliği­
ne erişemezler. Üniversite öğretim üyeleri olarak mükemme­
liyetin bu zorunlu şartını öğrencilerine aktaramazlar. Kopya­
cılığa ve erişebildiği kadarını almaya razı olarak hem kendile­
rini hem de öğrencilerini bayağılık düzeyinden kurtaramaz­
lar.
İslâm âlemindeki üniversitelerin öğretim üyelerinin İslâ­
mî temel görüş âşıkı olmamaları, onun dâvasını gütmemeleri
müslümanın eğitimleri için kesinlikle en büyük felâkettir. İs­
lâm âleminin her tarafında öğrenciler üniversiteye, temel İs­
lâmî görüş açısından, evlerinden ve orta dereceli okullarda
okurken aldıkları pek az İslâmî bilgiyle başlarlar. Bu bilginin
bir ‘görüş’ ve ‘dâvâ’ aşılamaktan uzak olduğu açıktır. Dolayı­
sıyla, ideolojik olarak, birinci sınıf öğrencisi boş bir sayfa gi­
bidir. Bazı duyguları olabilir, ama fikirden kesinlikle yoksun­
dur. Varolan duyguları da okuduğu disiplinde karşılaşacağı
görüşler’, ‘olgular’ ve ‘bilim’in ‘objektif’ hükümlerinden ala­
cağı yararlarla yokolmaya mahkumdur. Eger mezun oldu­
ğunda bir ateist veya komünist değilse, İslâmî yönü yalnızca
ailesi ve halkına kişisel ve duygusal bağlılığından ibaret kal­
mış biridir. Her türlü sorunu çözeilecek en iyi bilgilerle mü­
cehhez canlı bir ideoloji olarak Islâmdan habersizdir. İslâm
âlemindeki üniversite öğrencisi, ders kitabı ve sınıfta kendisi­
ne sunulan yabancı ideolojiler karşısında, tank ve makinalı
tüfeği kılıç-kalkanla cevaplayan bir asker kadar çaresizdir. Is­
lâm âleminin hiç bir tarafında İslâmî temel görüş, batıdaki
orta dereceli okullarda batı geleneğinin öğretildiği ısrar, ev­
rensellik, ciddiyet ve bağlılıkla her düzeydeki öğrencilere
okutulma maktadır. Böyle bir temel görüş, bütün öğrencilerin
almak zorunda oldukları dersler arasına hiç bir Islâm ülke­
sinde girememiştir.
A3^QD ‘II
Hicretin Oneşinci yüzyılında ümmetin karşı karşıya bu­
lunduğu en cjddî görev eğitim sorununu çözmektir. Eğitim
sistemi ters-yüz edilip hataları düzeltilmedikçe üm metin ger­
çekten ihyası için umudanmamalıdır. Yapılması gereken, sis­
temin yeni baştan biçimlendirilmesidir. Müslümanların eği­
tilmesindeki mevcut ikiliğe, sistemin İslâmî ve batılı eğitim
olarak iki değişik tarzda düzenlenmesine kesinlikle bir son
verilmelidir, iki tarz birleştirilip kaynaştırılmalıdır; ortaya çı­
kan yeni sistemde İslâmî anlayış egemen olmalı ve o ideolojik
programının ayrılmaz bir parçası olarak çalışmalıdır. Ne ba­
tının körükörüne taklidi olarak kalmasına müsaade edilmeli,
ne de kendi başına bırakılmalıdır, öğrencilerin profesyonel
bilgi, kişisel ilerleme ve maddî kazanç gibi yalnızca ekonomik
ve pragmatik ihtiyaçlarını karşılamaktan ibaret kalmamalıdır.
Eğitim sisteminin bir görevi bulunmalıdır; bu görev de İslâ­
mî temel görüşü yerleştirmek ve onu zaman-mekân plânında
gerçekleştirmekten başka bir şey olamaz. Böyle bir hamleyi
gerçekleştirmek hem zor, hem de pahalı olabilir. Ama unut­
mam alıdır ki, bir bütün olarak üm m et, diğer üm metlere
oranla ‘Gayrısafi Milli Hasılan’mn, yıllık bütv’sinin çok az
bir bölümünü eğitim için harcamaktadır. Eğitim bütçeleri
yüklü gibi gözüken zengin ülkelerde bile, harcamaların bü-
Bilgi fazlalığı ve öğrenci sayısının yüksekliği sebebiyle, şu
sıralarda eğitim yalnızca vakıf kurum unca yürütülemeyecek
kadar pahalı hale gelmiş olabilir. Devlet bütçesinin bir bölü­
m ünün de her yıl bu konuya tahsisi gerekebilir. Ancak, devlet
eğitimcilerle malî ihtiyaçları konusunda görüşm ek ve sonra
da tahsisatı en iyi şekilde kullanmayı onlara bırakm ak inceli­
ğini göstermelidir. Eger batıdaki devlet üniversiteleri bunu
becerebiliyorlarsa, Kur’anî esaslar çerçevesinde hareket eden
m üslüm anlann aynı başarıyı gösteremeyeceklerini söylemek
en azından haksızlık olur. Bilgi sahibi oğulları ve kızlarına
saygı duymayan, onlara atalarının kültür ve maneviyat m ira­
sını intikal çabasında bulunm ayan, gençlerine geleneklerini
zenginleştirecek kabiliyeti veremeyen üm m etten hayır gelmez
ve böyle bir üm m etin istikbali de olamaz. Devletin eğitim
kurum lârını sıkı denetim i altında tutarak eğitim cilerin gö­
revlerini serbestçe yerine getirm elerine m üsaade etm em esi
istibdat işaretidir. Eğitimcilerin ne öğreteceklerini ve nelerle
ilgilenmeleri gerektiğini siyasî yönetim lerin em irlerine göre
ayarlamaları da kesin çöküş belirtisidir.

B. İSLÂMÎ GÖRÜŞÜ AŞILAMA

İki sistem in birleştirilm esinin, geleneksel sisteme malî


imkân, batılı sisteme de özerklik getirmesinden daha büyük
hayırlara vesile olması beklenir. Bu birleşmeyle um ulan batılı
sisteme İslâmî bilgi ve İslâmî sisteme de m odern bilgi getir­
mesidir. ilk ve o rta dereceli öğretim de m üslüm an gençleri
m isyonerler veya gayrim üslim eğitim ciler eline bırakm ak
cürm üne son verilmelidir. Her m üslüm an genç din, ahlâk,
hukuk, tarih ve İslâm kültürü konularında eğitim görmelidir.
Ü m m et veya bölüm leri, liderler her müslüman gence İslâmî
temel esaslar ögretilmemesinden hem hukuken sorum ludur,
yük bir bölümü araştırma ve eğitim faaliyetlerinden çok inşa­
ata ve yönetim masraflarına gitmektedir. Ümmet parlak ze­
kâları çekip onları Allahu Teâlâ’mn kendilerine ilim adamı’
veya bilim ‘tâlibi’ olarak bahşettiği şerefe kavuşturmak üzere,
bugüne kadar sarfettiginin çok üstünde miktarları eğitime
ayırmalıdır.

A. t Kt EĞİTİM SİSTEMİNİ BİRLEŞTİRME

İlk ve orta dereceli medreselerle üniversite düzeyindeki


külliye ve câmialardan meydana gelen İslâmî eğitim sistemi
orta ve yüksek dereceli batılı okul sistemi ile birleştirilmelidir.
Bu birleşme her ikisinin en iyi tarafların, yani devletin malî
kaynakları ile İslâmî temel görüşü, meczetmelidir. Bu iki sis­
temin biraraya getirilişi bunların kötü yanlarının, yani gele­
neksel sistemin köhne ders kitapları ile tecrübesiz ve yetersiz
öğretmenlerin, batılı sistemdeki bütün yöntem ve idealleriyle
batının taklidinin, bertaraf edilmesi için bir fırsat olarak de­
ğerlendirilmelidir.
Hüküm etler katı denetim ine almaksızın gerekli fonları
' emrine verirse yeni sistem kolayca gelişebilir. Yeni eğitim sis­
temini malî yönden güvenli, hatta tamamen bağımsız kılacak
biçimde adımlar atılmalıdır. Geliri sistemin malî ihtiyaçlarını
tamamen ya da kısmen karşılamak üzere yeni kurum lar oluş­
turulmalıdır. Bu kurum lar şeriatın genel üm m et çıkarı için
çerçevesini çizip koruduğu vakıflardır (evkaf). Geçmişte her
medresenin vakfı gerçeğe ulaşmanın zorunlu şartı olan öğret­
m en ve öğrencilerin yalnız Allahu Taâla’nın rızasını kazan­
mak için bilgi peşinde koşm alarına imkân sağlamak üzere,
onu özerk kılmıştır. Medreseye tarihin ilk hukukî tüzel kişili­
ğini veren de vakıf kurum u olmuştur. Sekiz asır önce kurul­
duklarında ilk batı üniversitelerinin örnek aldıkları model de
vakfa dayalı medrese sistemiydi.
runda olmalıdır. Ümmetin bir üyesi, bir vatandaşı olması
ona ümmetin kültür birikimi ile ilgili yeterli bilgiye sahip ol­
mak, ümmetin mânâsını anlayıp medeniyetine âşinalık peyda
etmek görevini yüklemektedir. Böyle bir bilgiye sahip olma­
dan medenî olmak mümkün değildir, öğrencinin gayrimüs­
lim bir azınlığa mensubiyeti bile onu bu temel zorunluluğu
yerine getirmekten muaf tutmaz. Kendisi ve/veya anababası
Islâm memleketi vatandaşı olmayı seçtiklerine göre, mille­
tinin mensubu bulunduğu medeniyeti, kendine ve öteki yurt­
taşlara anlam kazandıran mânâ ve umudu yakından tanımak
zorundadır. Islâm kültürünü almayan, toplumu ile bütünleş­
meyen tek bir kişi bile kalmamalıdır. Ancak bu dersi almak
onu müstevli ideolojilere karşı güçlü kılacaktır. O sayede her
görüşü bir görüşle, objektif delili objektif delille karşılayabile­
cektir. Ancak böyle bir ders ona ümmetin kültür hayatına ve
kalkınmasına katılma imkânını verecektir. Çünkü Islâm me­
deniyetinin özünü, Islâmın mantığını, ümmetin gittiği veya
gitmeyi umduğu istikameti ancak bu sayede öğrenecektir.
Ümmetini -dolayısıyla kendini- başkalarından onun aracılı­
ğıyla ayırabilecek ve bu farktan gurur duyarak onu muhafa­
zaya ve başkalarını da kendisi gibi olmaya davete çalışacaktır.
Medeniyeti öğrenmek bir şahısta kişilik duygusunu geliş­
tirmenin tek yoludur. Atalannı bilmeyen, yani onları hareke­
te geçiren ruhtan, sanat ve bilim alanlarındaki, siyasî ve eko­
nomik hayatlarındaki, sosyal örgütlenmelerindeki, estetik de­
neyimlerindeki başarılarından haberdar olmayan, onların ka­
der ve trajedilerinden, zafer ve sevinçlerinden duygulanma­
yan, um utlarını paylaşmayan bir kişinin kendini bilm esi
m ümkün değildir. Kişi kendi kökünü, geçmişini bilip bunu
başka halk, grup ve medeniyetlere ait bilgiyle karşılaştırma­
dan kendi kişiliğinin bilincine varam az. Kendini bilm ek
maddî ihtiyaçlar veya elle tutulur gerçeklikler açısından değil,
hem de Allah katında cezaya müstahaktır.
Aynı şey, hem de daha ağır olarak, yetişkinlerin eğiti­
minde de söz konusudur. Çocuklar ebeveynleri tarafından
sürekli olarak Islâmın beğenmediği biçimde davranıyorlar
mı, İslâm esaslarını çiğniyorlar mı, diye izlenirler. Ama yetiş­
kinler böyle bir kayıt altında değillerdir. Üniversite içi ve dı­
şından İslâm karşıtı propagandanın hedefidirler. Fakülte sı­
nıflarında, ödev olarak okudukları kitaplarda bilim ve çağ­
daşlık adına devamlı yabancı ideolojiler kendisine sunulmak­
tadır. İslâm karşıtı görüş ve davranış biçimleri bilimsel ger­
çeklik olduğu ve objektif olguları yansıttığı iddiasındadırlar.
Çok küçükken müslüman öğrenciye İslâm, baba otoritesinin
yetkin sesiyle sunulmuştur. O zaman kafası ‘objektif’ iddiala­
rı anlayıp takdir edecek olgunlukta değildi. Bu sebeple kendi­
sinin lslâma bağlılığı akıl yürütüp ikna olarak değil, duygula­
rı yoluyla gerçekleşmişti, lslâma bağlılığı ‘bilimsel’, ‘objektif’
ve ‘modern’ gerçeğin taarruzu karşısında, tabiatıyla, tutuna­
maz. İslâmî görüşler aynı objektiflik ve bilimsellik gücüyle,
aynı çağdaş olma cazibesiyle sunulamayınca müslüman üni­
versite öğrencisinin Avrupai fikirlere eğilim duyup benimse­
mesi söz konusu olmaktadır. Müslüman üniversitelerde Is-
lâmdan uzaklaşma süreci böyle başlamaktadır. Üniversitede­
ki dört yılı boyunca karşılaştığı bu yabancılaştıran etkiye bir
de basın, çevre ve toplumdan gelen aynı eşitlikte, hatta daha
fazla etki eklenince m üslümanın İslâmî şahsiyeti tahrip ol­
maktadır. Bir kültür bilgici, ne İslâmî ne de batıyı bilen bir
tip, o an gönlünü okşayan sözler sarfeden herkesin peşinden
gitmeye hazır bir zavallı haline gelmesine şaşmamak gerek.
1. Zorunlu tslâm Medeniyeti Dersi: Üniversite düzeyinde­
ki bu Islâmdan uzaklaştırmanın tek panzehiri dört yıllık zo­
runlu İslâm medeniyeti dersidir. Üniversiteye devam eden
her öğrenci hangi dalda okursa okusun bu dersi almak zo-
ama İslâmî bilgiler bütün ümmet üyelerine verilmelidir. Her­
kesin tslâmî ilimleri gerektiği kadar tahsil etmesi zorunludur;
çünkü Islâmın şeklî bütünlüğünü o teşkil etmektedir.
Dahası İslâmî bilgiler ve tslâm medeniyeti konuları kim­
senin inhisarında da değildir. İslâmî temel görüş yalnızca uz­
manların ilgi alanı, ya da yalnızca onların ihtiyacı değildir. O
bütün insanlar içindir ve öyle tasarlanm ıştır ki, ona sahip
olanı varoluşun daha üst bir düzeyine çıkarır. Islâm insanları
ruhbanlar ve ruhban olmayanlar olarak ayırmaya karşı çıkar,
hakikati herkesin bilmesi, öğretmesi ve izlemesi gerektiğini
vurgular. İslâmî temel görüşe, vicdanlarını istilâ eden yabancı
ideolojilere karşı bütün insanları savunmak için ihtiyaç var­
dır. Herkes hastalığa karşı aşılanmadıkça üm meti korum ak
mümkün değildir. Dahası, İslâm beşerî her eylemle, fizikî,
sosyal, ekonomik, siyasî, kültürel veya manevî her etkinlikle
ilgili bir görüşü olan bir dindir. Hıristiyanlık veya Budizm gi­
bi yalnızca ‘İlâhî’ olanla ilgilenen ve gerisini Sezar’a bırakan,
öteki dünyaya önem veren bir din değildir. Dükkân, fabrika,
yazıhane veya evde, tiyatro sahnesinde veya cephede, daha
önemli olarak üniversite anfi ve laoratuvarlarında konuşulup
yapılan hiç bir şey yoktur ki tslâmı ilgilendirmesin. O halde
yalnız bir bölüm veya fakülteye hapsedilen tslâm güdüktür ve
dolayısıyla ölüdür. Her disiplinin, her çabanın, beşerî her ey­
lemin itici, belirleyici ilk ilkesi Islâm olmalıdır.
O halde ihtiyacımız olan şey her öğrencinin dört yıllık
öğrenimi sırasında, bölüm ü ne olursa olsun alacağı, ‘tem el’
müfredatın içinde bulunan bir derstir, iki yıl, m üslüm an öğ­
renciye Islâm medeniyetinin özünü teşkil eden temel ilkelerle
ilgili bilgiyi verecektir, ikinci yıl, Islâmın temel ilkelerinin za-
man-mekân boyutunda bir tezahürü olarak tslâm medeniye­
tinin tarihî başarılarını ele alacaktır. Üçüncü yıl, tslâm m ede­
niyeti öz ve tezahür olarak öteki medeniyetlerle ne gibi farklı-
ama dünya görüşü, ahlâkî değer ve manevî um ut bakanın­
dan başkalarından ne yönde farklı olduğunu bilmek demek­
tir. Bunların hepsi Islâmın ve onun inşa ettiği, nesiller boyu
koruduğu kültür ve medeniyetini başka din ve medeniyetlerle
mukayeseli olarak öğrenerek çıkılır. Bugün “çağdaş” olmak
demek medeniyetin, yani medeni mirasın tabiatının, değişik
biçimlerini doğuran özün, medeniyet tarihinin öteki sayfala­
rından farkının ve gelecekle irtibatının bilincinde olmak de­
mektir. Böyle bir bilgiye sahip olmadan kimse kendi kaderine
hakim olamaz ve kesinlikle dünyada ayakta kalamaz. Mazi­
den farklı olarak, çağımızın çarpışan medeniyet güçleri ülke­
sini işgal etmeden de herkese erişip egemenliğine alabilmek­
tedir. Farkında olsun olmasın, kafasını şekillendirebilmekte,
kendi dünya görüşüne çekebilmekte ve onu bir kukla gibi
kullanabilmektedir. Bu güçlerin dünya egemenliği için bir-
birleriyle çekiştikleri bir gerçek. Yarının muzaffer gücünün
Islâm olması, müslümanların ya tarih sayfalarına gömülmesi
ya da yeni şerefli sayfalar yazması bugünün müslümanlanna
kalmış bir iştir. Gerçekten de dünya sahnesinde görülmekte
olan medeniyet savaşı herkesi etkilemektedir. Herkes, kendisi
bilinçli olarak tarafını seçip ötekileri etkilemedikçe, taraflar­
dan birinin etkisinde kalmak zorundadır. Islâm medeniyeti
üniversitelerin İslâmî bilimlerle ilgili bölüm ve enstitülerinde
veya Ilâhiyat Fakültelerinde okutuldukça, bu m edeniyetin
ayakta kalacağım söylemek m üslümanlara yakışmaz. Gerçek­
te m üslümanların üniversitelerinde Ilâhiyat veya İslâmî Bilgi­
ler Fakülteleri kurm aları çöküşlerinin işaretidir. Bunlar, batı
üniversitelerinde, toplum larının İslâm âlemiyle ilişkilerini
düzenlemek için bir kaç kişiye İslâmî öğretmek amacıyla ku­
rulan Şarkiyat bölümlerinin kopyalarından başka bir şey de­
ğillerdir. ö te yandan m üslüm anlar arasındaki nizâları hallet­
mek üzere din âlimleri yetiştirilmesi ancak Ilâhiyat Fakültele­
rinin sağlayabileceği üst düzeyde bir eğitimi gerektirecektir,
tün modern disiplinleri öğrenmesi, tam olarak anlaması ve
bu disiplinlerin sundukları her şeye tam anlamıyla egemen
olması şarttır. Bu yalnızca bir önşarttır. Sonra, Islâmın dünya
görüşü ve değerleri ışığında bölümlerinin kimini tamamen
bırakarak, kimini ise olduğu gibi alarak bu yeni bilgiyi İslâmî
kültür birikimiyle bütünleştirmelidir. Disiplinin felsefesine -
yöntem ve amaçlarına- Islâmın tam irtibatı tesbit edilmelidir.
Islah edilmiş disiplinin Islâm! ideallere hizmet edebileceği ye­
ni bir yol belirlenmelidir. Nihayet, önce örnekler olarak müs-
lim-gayrımüsiim yeni nesle kendilerini nasıl izleyebilecekleri­
ni, insanın bilgi ufkunu nasıl genişleteceklerini, Allahu Ta-
ala’nın yaratıştaki kanunlarını nasıl keşfedeceklerini, Onun
irade ve emirlerini tarihte gerçekleştirecek yeni yolları nasıl
tesis edeceklerini öğretmelidir.
Bilginin Islâmîleştirilmesi (daha somut olarak disiplinle­
ri İslâmlaştırmak, ya da daha iyisi yirmi kadar disiplini İslâmî
görüşe uygun olarak yeniden veren üniversite düzeyinde ders
kitaplan hazırlamak) en zor görevdir. Hiç bir müslüman şu
ana kadar zorunlu şartlarını yeterince idrak edecek ve gerçek­
leştirmenin adım ve ölçülerini belirleyecek derecede bu görev
üzerinde kafa yormuş değildir, önceki ıslahatçılarımızın aklı
fikri batının bilgisini ve gücünü elde etmekti. Onlar batı bil­
gisiyle Islâmın temel görüşü arasındaki çelişkinin farkında
bile değillerdi. Bu çelişkiyi ilk keşfeden onu kendi fikrî haya­
tında yaşayan bizim neslim izdir. Çelişkinin sebep olduğu
manevî işkence, Islâm âlemi üniversitelerinde gözlerimizin
önünde cereyan eden tslâm ruhunun iğfali hadisesinin de
farkında olarak, bizi panik içerisinde kendimize getirmiştir.
Bu yüzden tslâm âlemini bu şer konusunda uyarıyor ve tarih­
te ilk defa olarak onu durduracak, etkileriyle çarpışacak ve Is­
lâm! eğitimi kendisi için daha önce çizilen yola sokarak yeni­
den düzenleyecek bir plân tasarlıyoruz.
lıklara sahiptir konusunu işleyecektir. Dördüncü yıl ise, İslâm
medeniyetinin günümüz dünyasında yaşayan müslim/gayri­
müslim insanların temel sorunlarına çözüm getiren tek sis­
tem olduğunu gözler önüne serecektir.
2. Modern Bilginin Islâmileştirilmesi: İslâm âlemindeki
üniversitelerin zorunlu İslâm medeniyeti dersini bütün öğ­
rencilerin alması gereken temel dersler arasına kabulu önemli
bir adım olacaktır. Bu, öğrencilerin dinlerine, kültür birikim­
lerine inanmalarını sağlayacak, mevcut güçlüklerinin hakkın­
dan gelebilmeleri için gerekli güveni verecek ve Allahu Taâla
tarafından kendileri için gösterilen hedefe doğru ilerlemeleri­
ni kolaylaştıracaktır. Ancak bu yeterli değildir.
İslâmî hedefe doğru ilerleyip Allahu Taâla’yı zaman-me-
kân boyutunda en yüce kılabilmek için dünyevî bilgilere sa­
hip olmak elzemdir. Bu bilgi de disiplinlerin amacıdır. Geri­
leme ve çöküşleri başlamadan önce müslümanlar disiplinleri
tesis etmiş, İslâmî, dünya görüşü ve değerleriyle, herbirine
yerleştirmişlerdi. Onları başarılı bir biçimde İslâmî bilginin
genel yapısı içine oturtm uşlardı. Her alanda göz kamaştırıcı
katkılarda bulunm uş ve bilgiyi tslâmî ideallerini yayma yo­
lunda başarıyla kullanmışlardı. M üslüm anların uykuya dal­
dıkları dönem de m üslüm an bilim ve hikm et adam larının
mirasına sahip çıkan gayrimüslimler bu mirası kendi dünya
görüşleri arasına almışlar, disiplinleri geliştirip onlara önemli
katkılarda bulunm uşlar ve bu yeni bilgiyi kendi menfaatleri
için kullanmışlardır. Bugün her disiplinin tartışmasız önderi
d urum unda olanlar gayrim üslimlerdir. Bugün İslâm âlemi
üniversitelerinde gayrimüslimlerin kitapları, başarıları, dün­
ya görüşleri, sorunları ve fikirleri m üslüm an gençlere öğretil­
mektedir. Bugün m üslüm an gençler m üslüm an üniversitele­
rinde m üslüman hocalarca batüılaştırılmaktadırlar.
Bu durum değişmelidir. M üslüm an bilim adam ının bü-
Islâmın herhangi bir disiplinle ilgili ikna edici bir delil ol­
maksam kabul edilmeyebilir. Ama İslâm bir konuda iddiada
bulunup onu en titiz incelemelere açtıktan, en zor beğenir bi­
linçlere sunduktan sonra, onu ancak akıldışı ve kasıtlı davra­
nanlar reddedebilir veya karşı çıkar. Akıldışılık cahilin ve de­
linin, kasıt ise inatçı düşmanın tavrıdır. Her ikisi de Islâmın
cahiliyye terimi içine girerler.
Müslüman aydınlar ve liderlerin üzerlerine almakla yü­
kümlü bulundukları ödev işte budur: beşeri bilgi mirasının
tüm ünü İslâm gözüyle yeniden şekillendirmek. Islâmi görüş,
hayat, hakikat ve dünya ile ilgili olmalıdır ki görüş olabilsin.
Bu muhteva değişik bilim dallarının amacıdır. Islâmın onun­
la irtibatını kurarak bilgiyi yeniden şekillendirmek onu İs­
lâmlaştırmaktır. Yani onu yeniden tanımlamak, verilerini ye­
niden düzenlemek, üzerinde yeniden akıl yürütmek, sonuçla­
rı yeniden değerlendirmek, hedefleri yeniden ayarlamak ve
bunu yaparken de bilim dallarının İslâm görüşünü keskinleş­
tirip dâvasına hizmet etmesini sağlamaktır. Bu gayeyle İslâmî
usul kuralları, yani gerçeğin birliği, bilginin birliği, insanlığın
birliği, hayatın birliği ve yaratılışın bir amaç için olduğu, ya­
ratıkların insana insanın da Allah’a boyun eğmesi kuralları,
batılı ölçülerin yerini almalı ve hakikatin kavranması ve tan­
zimini onlar yapmalıdır. İslâmî değerler de, yani insanın sa­
adeti için bilginin yaran, beşerî kabiliyetlerin geliştirilmesi,
ilâhl m uradı som utlaştıracak biçim de yaratılanın yeniden
düzenlenmesi, kültür ve medeniyetin, beşerî bilgi ve hikmet
âbidelerinin, kahramanlık ve faziletin, zühd ve takvânın ib-
kâsı batılı değerlerin yerini almalı ve her alandaki öğrenme
etkinliğini yönetmelidir.
Bu ilkeler üzerinde durup irdelemede bulunm ak bu kita­
bın bundan sonraki kısmının amacıdır.
Islâm âleminde böyle üst düzeyde düşünceler üreten bir
merkezin hâla bulunmayışı acınacak bir durum dur. Islâm
düşüncesi karargâhı vazifesi görecek, disiplinlerin Islâmîleşti-
riidigi, lisans ve lisans üstü programlarının uygulandığı sınıf
ve anfilerde bu sürecin denendiği bir üniversiteye ihtiyacımız
var. “Islâmabad İslâm Üniversitesi-Uluslararası İslâm D ü­
şüncesi Enstitüsü” ile işbirliğine girişene kadar Islâm âlemin­
deki tek bir öğretim kurum u bile bilgiyi lslâmîleştirmek, üni­
versitelerde kullanılan disiplinlere ait İslâmî ders kitaplarını
veya bu kitapların yazımı için gerekli araştırm a araçlarını
üretmek için kılını bile kıpırdatmış değildi. Ama Islâm âlemi­
nin her köşesinde bilim adamı ve kurumlarıyla, ders progra­
mı ve kitaplarıyla eğitimi Islâmîleştirme ihtiyacından bahse­
dildiği de bir gerçek. Resmî kararlar alma durum unda bulu­
nanlar arasındaysa bütün yapılan ya cahilce, ya da yığınları
yanıltma amacına yönelik lâf üretmektir.
Bu görev bütün görevler arasında en şereflisi, ilâhı irade­
nin en yüce tezahürü, ahlâkın ilk ve temel gereğidir. Bağlıları­
nı canlı tutan ve harekete geçiren böyle bir dâvâları olmasay­
dı, dünya dinleri, batı ve komünizm gelişip yayılamaz ve ba­
şarılarını gerçekleştiremezlerdi. Eger tarihin derinliklerinde
kalmamak ve ona yeni şerefli sayfalar ekleyebilmek istiyorlar­
sa müslümanlar da böyle bir dâvâ uğruna canlarını feda et­
meyi göze almalıdırlar. Ancak Islâm bu tür ideolojiler düze­
yinde bir başka “izm” değildir; iddiasını kişisel deneyle keyfî
olarak edinilmiş kabul veya reddi aynı şekilde m üm kün bir
dogm a olarak sunmaz. Islâmın iddiası m antıklı, gerekli ve
eleştiriye açık bir iddiadır. Geçerliliği evrenseldir, olmazsa ol­
maz bir iddiadır, bütün insanlığın kabul ve benimsemesine
açıktır. Mantıklı bir iddia olduğundan ancak başka bir görüş­
le karşı çıkılabilir. M üm in, karşı görüş çıkmasından m utluluk
duyar ve onu delille cevaplandırır. İslâmî iddianın bölümleri,
III. USUL
Hicretin altıncı ve yedinci yüzyıllarında gayrimüslimle­
rin -doğudan Tatar batıdan da Haçlı istilâsı- ümmet içerisin­
de yaptıkları korkunç tahribatın sonucu olarak, müslüman
liderler serinkanlılıklarını ve kendilerine olan güvenlerini yi­
tirdiler. Dünyalarının batmaya yüz tuttuğunu düşünerek aşırı
tutuculuğa saplandılar ve kişilikleriyle en değerli mülkleri
olan İslâmî, her yeniliğe karşı çıkarak, İslâm ilkelerine harfi­
yen uyulması gerektiğini savurarak korumaya çalıştılar. Hu­
kukun hayatiyet unsuru olan en önemli kaynağı içtihadı terk­
leri de aynı döneme rastlar, lctihad kapılarının kapandığını
ilân ettiler. Selefin eserlerinde şeriatın mükemmelleştiğini ka­
bulle ondan en ufak bir sapmaya bir yenilik (bid’at) ve her
yeniliğe de reddedilmesi gereken, makbul olmayan bir şey
gözüyle baktılar. Mezheplerce tesbit edildiği biçimiyle Islâm
dondurulacak ve Islâmın ayakta kalışı böyiece sağlanacaktı.
Islâmın varlığını sürdürmesi, hatta sekizinci ilâ onikinci yüz­
yıllar arasında Rusya, Balkanlar, Orta ve Güneydoga Avru­
pa’da kaydettiği zafer ve genişlemeler tutucu tedbirlerin kal­
dırılmasını getirmedi. Tasavvufun ve tarikatların evrensel ka­
bulü yeni olaylarla ilgili zorluklara karşı, içtihadın yokluğun­
da, müslümanların sığınağı oldu. Böyiece şeriat; modern bi-
lim ve teknolojinin batıya m üslüm anlan yenecek gücü verdi­
ği çağımıza kadar kapalı bir sistem olmaya devam etti.
Ç ağım ızda batı, Avrupa’daki O sm anlı fetihlerine son
verdi, bilek kuvvetiyle denize döküldüğü Anadolu ile önemli
görmediği Yemen, O rta ve Batı Arabistan dışında bütün İs­
lâm âlemini istilâ etti, sömürgeleştirdi ve bölük-pörçük hale
getirdi. Batılı güçler m üslümanların iktidarsızlığından sonu­
na kadar yararlandı ve bu çalışmanın ilk sayfalarında tanım ­
lanan İslâm âleminde mevcut bunalımın meydana gelmesine
yol açtı. Son iki asır boyunca batının İslâm âlemine tattırdığı
yenilgi, trajedi ve buhranlara cevap olarak birçok müslüman
ülkede liderler üm m eti batılılaştırm aya çalıştılar. Gayeleri
onu siyasî, askerî ve ekonom ik bakım dan canlandırm aktı.
Girişildigi her yerde teşebbüs başarısızlıkla sonuçlandı. Bu­
gün de başarısızlık devam ediyor, hem de en ısrarlı biçimde
uygulandığı yerlerde. Buralarda İslâmî sistem bütünüyle batı­
lı modelle değiştirilecekti. Batılılaşma toplumsal tabakalar­
dan birini Islâm’dan uzaklaştırmaya becermiş, ama başka hiç
bir işe yaramamıştır. Batılılaşmanın daha az ısrarla izlendiği
bazı ülkelerde ise, batılı bir sistem getirilmiş, fakat geleneksel
sistemin de onun yanında devamına izin verilmiştir, iki sis­
tem birbiriyle rekabete girmişler ve batı sisteminin yararlan­
dığı m üthiş imkânlara -malî yardım, devlet destek ve lütufla-
rına rağmen- ikisi de mükemmeliyete erişememiştir. Tek ba­
şardıkları birbirlerinin gücünü kırmak olmuştur.
1. Fıkıh ve Fakîh; Ictihad ve Müctehid: Bugün fıkıh keli­
mesi bir mezhebe göre şeriat ilmine vâkıf olmak anlamına
gelmektedir. Aynı kelimeden türemiş fakîh terimi de bu ilme
sahip kişi için kullanılır. Genelde fıkıh ve fakîh bütün mez­
heplere göre Islâm hukukuna vâkıf olma anlamına da kulla­
nılabilir. Bu ilim için Arap dilini ve Kur’an ile Sünnet’teki hü­
küm taşıyan bölümleri bilmek önşarttır. Hemen görüleceği
gibi, bunlar özellikle sayısız ayette kullanılan derinleşme ve
anlama, özü ve açıklamayı kavrama, kısacası Islâm! bilgi de­
mek olan “fakahe” ve “tafakkahe” K uran! terimleriyle karşı­
laştırıldıklarında çok sınırlı teknik anlamlardır. Terimin bu
kapsamlı anlamından dar teknik anlama kayışı bile, üm metin
yaratıcı eğilimini ve değişik eylemlerini içine alabilecek bir
genel anlama ihtiyacının ne kadar büyük olduğunun bir gös­
tergesidir. Terimin anlamındaki bu değişme ve ilk kullanılı­
şındaki dinamikliğin kayboluşu bir tutuculuk ve görüş darlığı
zihniyetine de işaret etmekte. Islâmın büyük hukukçuları -
Şafiî, Ebu Hanife, Malik ve Ahmed Ibn Hanbel- bileşik terim
olan “Usulü Fıkh”ı İslâm hukukunun genel ilkeleri olarak de­
ğil, Islâmın hayat ve realiteyi kavramasının da ilkeleri olarak
anlıyorlardı.
Dahası, Islâmın ilk fakîhleri -Hz. Peygamberin ashabı,
onlardan sonrakiler (tabiûn), mezhepjerin büyük kurucuları
(Allah hepsinden razı olsun)- müslümanların hayatları üze­
rinde etkisi bulunan her konuda kapsamlı bilgilere sahiptiler.
Klâsik dönemin fakîhleri bilgi okyanuslarıydılar; edebiyat ve
hukuktan astronomi ve tıbba kadar hemen her konuyu çok
iyi biliyorlardı. Hepsi meslek sahibi kişilerdi; İslâmî yalnız
hukuk olarak değil, ideal ve nazâriye olarak, milyonlarca in­
sanın hergün yüzyüze geldiği bir düşünce ve hayat sistemi
olarak tanıyorlardı. Ulaşılabilecek en yüksek Islâm! vasıf olan
Zevk-i Şer’î, yani hukukun amaçlarıyla ilgili bilgiye sezgiyle
vâkıf olabilme hassası, onlar için erişilmez bir şey değildi.
Onlar müslümanların sorunlarının hallinde yüksek yetenek­
leri bakımından model teşkil ediyorlardı ama, bugünün fıkıh
mezununun edindiği bilgi ve ruh, onu, ilk asırlar fakîhlerinin
başarıyla taşıdıkları sorumlulukları üzerine alabilecek bir du­
ruma getirmemektedir.
Geleneksel sistem içinde bile, kendini düzenleme yolun­
da bir kaç girişimde bulunuldu. Bunlardan en cüretlisi Mu-
ham m ed Abdüh ile hocası Cemaleddin Afganî’nin önerile­
riydi. Bazı müslümanlar bunların ictihad kapılarının yeniden
açılması çağrılarını kabul ettikleri halde, bu girişim de iki se­
bepten başarıya ulaşamadı. Birincisi, müctehid olmanın gele­
neksel şartlan aynı kaldı; bu da içtihadı geleneksel medrese
mezunlarının, yani ona ihtiyaç duymayanların eline bıraktı.
Açıktır ki, geleneksel medreselerden yetişenlerin aldığı eğitim
kendilerini usulün kesinlikle yeterli olduğuna inandırmakta
ve İslâm âleminin içinde bulunduğu bunalım, insanların İs­
lâmî değerlerin yerleştirilmesi konusunda isteksiz davranm a­
larından ibaretmiş gibi göstermektedir. İkinci olarak, mücte-
hidin fakîh, yani aldığı eğitim sayesinde her sorunu hukukî
terimlere dökebilen, hukukî çerçevede kararlar verebilen bir
kişi olması gerektiği anlayışı çağın sorunlarının o sınıflar
içinde hapsolmasına yol açtı. Bu, bütün çabayı fetva vermeye,
yani müslümanların günlük hayatlarında yaptıkları veya ya­
pacakları düşünülen belirli davranışlarla ilgili hukukî karar­
lar almaya yönelterek içtihadı daha da daralttı. Böyle tarif
edilince de, geleneksel fakîh ve müctehid soruna bütünselliği
içinde bakamayan, konuları daha önce bir vaya daha fazla
mezhepte halledildiği biçimlerde belirlemeye çalışırken kay­
bolan bir kişi olm aktan kurtulam adı. D urum geleneksel
m üctehidlerin tasavvur edemediği yeni bir yöntem, İslâmî
bilgi kaynaklan veya usulü ile ilgili anlayışımızın yeniden dü­
zenlenmesini gerektirmekteydi.
2. Vahyin Akla Muhalefeti: Ümmetin fikrî gelişme tarihi­
nin en hazin yönü vahiy ile aklın birbirine yabancılaşmasıdır.
Yunan mantığının ortaya çıkışı ve bu mantığın Islâmın hak
oluşunu gayrimüslimlere kabul ettirecek yöntemleri kullan­
ma iştiyakı içerisindeki müslümanlar üzerindeki etkisi böyle
bir yabancılaşmaya girilmesinin sebebi olmuştur. Hellenik
Hıristiyanlarla Yahudiler asırlarca bu ikilem içerisinde yaşa­
dılar ve müslüman olduklarında onu da beraberlerinde getir­
diler. Bunun Mütekellimûna (Kelâmcılara) karşı felsefecilerin
sarılacakları ilk açıklamasını yapan Farabi oldu. Bu, savun­
mada kalarak imanı sorgulamayla yetinen sonraki bazı Müte-
kellimûn tarafından da kabul edildi. Gerileme dönem inde,
özellikle tamamen ilhamcı ve bazen batını üsûlü savunan, bu
yönüyle de akıl ile vahiy arasındaki yabancılaşmayı ters karşı­
lamayan tasavvufun etkisi altında, yapılan bütün fikrî tartış­
malara bu bölünmüşlük egemen oldu.
Vahiy ile aklı birbirinden ayırmak kabul edilir bir şey de­
ğildir. Her şeyden önce akla hitabı esas alan, her konuyu akla
uygunlukla ölçen, akla daha yatkını, daha orta yolu tercih
eden Kur’anî usûle aykırıdır ve Islâmın ruhuna ters düşmek­
tedir. İnsanın anlayışını kıskıvrak bağlayan, vicdanını etkisiz
kılan ve böyiece onu akıldışıya (irrational), hatta “saçma”
(absürd) teslim eden bazı dinlerden farklı olarak Islâm’ın
çağrısı aklîden ve eleştirmeden yanadır. Buna bağlı olarak İs­
lâm, insanı aklını kullanmaya, her konuya eleştirici bir gözle
yaklaşmaya, alternatifleri gözden geçirmye, her zaman iknâ
edilmek ve tutarlı olmak istemeye, ancak yüzde yüz emin ol­
duğu hakikaüarı dile getirmeye, gerçekle daima dirsek tema­
sını korumaya davet eder. Bu yoldaki tavsiyeler, emir ve di­
rektifler Kur’an’m hemen her sayfasında bulunur. Aklı kul­
lanmadan vahyin gerçekleri takdir edilemez. İlâhî vasıflarının
anlaşılması ve kabulü de onsuz mümkün değildir. Vahyin id­
diaları öteki iddialardan, hatta saçmalardan, kolay ayırdedile-
mez. Vahyin kabulü akla dayanmıyorsa özneldir, keyfîdir,
kaprislidir. Kişisel heveslere dayanan hiç bir dinî tez insanlı­
ğın veya önemli bir bölümünün uzun süreli kabulüne maz-
har olamaz. Müslümanların aklı feda etme pahasına ilhâmı
vurgulamaları inanç bozukluğuna kapı aralamıştır. Onu akıl­
la saçmadan ayırmamak, batıl inanışlar ve kocakan hikâyele­
rinin gerçeklik kisvesi bürünüp inancın içine sızmasına sebep
olabilir. Nitekim aynı şekilde, ilhama dayalı iman pahasına
*akıl’ konusunda aşırı titizlik, onu maddecilik, yararcılık, ma­
kineleşmek ve amaçsızlık derekesine indirerek aklı ifsad et­
miştir.
3. Düşüncenin Eylemden Ayrılması: tslâm tarihinin ilk
döneminde, lider düşünürdü, düşünür de lider. Egemen olan
tslâmî görüştü ve onu tarih içerisinde gerçekleştirme tutkusu
her davranışına yön vermekteydi. Her şuurlu müslüman, on­
ları Islâmî ölçüler üzerine kurmak için madde ve imkânların
gerçekliğini soruşturuyordu. Fakîh imam, müctehid, hafız,
hadisçi, muallim, kelâmcı olduğu kadar siyasî lider, general,
çiftçi, iş veya meslek sahibi kişiydi de. Herhangi bir konuda
kendini güçsüz hissederse etrafındakiler devreye girip eksikli­
ğini gidermek arzusuyla doluydular. Herkes elindekini karşı­
lık beklemeden dâvaya veriyor ve ötekilerin gücüyle kendini
güçlü hissediyordu. Müslümanlar birbirlerine öyle yakındılar
ki, içlerinden birinin darda kalma hali herkesin dayanışma ve
deneyimleriyle hemen gideriliyordu. İslâm düşüncesi tabiatı
icabı gerçeğe yönelik olduğundan, bu somut yaşama ve yap­
ma ile yakınlık, İslâm düşüncesi için görüşlerini denemek
üzere bir laboratuvar görevi gördü. Aynı zamanda, düşünceyi
gerçek üzerine oturttu ve gözünü, yaşayan erkek ve kadınla­
rın üzerinden ayırmamaya zorladı. Eger o dönem bir parça
kurgusal (speculative) veya fızikötesi (metaphysical) düşün­
ceye şahit olduysa, bu onların yetersizliğinden değil, müslü­
man düşünürlerin önceliği insanların sağlıklı, mâkul, faziletli
ve müreffeh bir hayat yaşamalarına vermelerindendir.
Öte yandan, insanların gerçek hayatı, liderler sürekli
bunları düşündüğünden, onların yaratıcı fikirlerinden istifa­
de etmiştir. Ümmetin sorunları üzerinde de yeterince durul­
muş ve durum a uygun çözümler uygulanmıştır. Ümmet, dü­
şünce ve hayatın her yönü itibariyle refaha kavuşmuştur;
çünkü onun refahı en üstün zekâlarca düşünülmekte ve on­
larca önerilen çözümler, cins kafalar aynı zamanda yürütme­
yi de ellerinde tuttukları veya elinde tutanlânn yanında bu­
lundukları için, hemen uygulamaya konulmaktaydı.
Sonraları düşünce ile eylem arasındaki bu birlik parça­
landı. Birbirlerinden koptukları an herbiri kötüleşmeye baş­
ladı. Siyasî liderler ve iktidar sahiplerinin başı, düşüncesizlik­
ten ve âlimlerle istişareden uzak kalmak yüzünden, bunalım­
lardan kurtulamadı. Sonuç, akıllı vatandaşları yönetimden
soğutur, liderleri daha da tecrid eder biçimde herşeyin ele yü­
ze bulaştırılması oldu. Savunmaya çekilen siyasî liderler daha
çok ve daha büyük hatalar yaptılar, ö te yandan ümmetle ilgi­
li işlere etkin biçimde katılmaktan uzaklaşan düşünürler siya­
sî otoriteyi kınamak için yeğledikleri ideale sarıldılar. Bazıları
gerçek (aetual) karşısında biçimsel (normative) savunmaya
başladı. Kınaması siyasî ağırlık taşıyanlar iktidar sahiplerince
eziyetlere maruz bırakıldılar. Siyasî ağırlığı bulunmayan dü­
şünürlerse gerçekten daha da uzaklaşmaya teşvik edildiler,
ötedeki düşünürler siyasî yönetimle ilişkilerinde biçim yö­
nünden uzlaşmaya başladılar. Artan gerilim kutuplaşmaya
yol açtı; bu da hem düşünce hem de eylem için yıkım oldu.
Eylem müstebidleşti, iktidara gelme kan dökülmesini gerek­
tirdi. Düşünce deneysel gerçekliği terketti. Halk da eski eser­
lerin yorumlarıyla veya tasavvuf âlemine dalarak kendini
oyalamaya koyuldu. Kısa sürede ümmet kendi siyasî yöneti­
mi üzerinde etkisiz hale geldi. Sayısız müstebid ve ahlâksız
yönetici, taht hırsızları, güçlü sultanlarca kullanılan kukla ha­
lifeler ümmetin moralini bozdu ve onu siyaset sahnesinden
tamamen kopardı. Tarikatlar halkı bağırlarına bastılar. Kendi
kendini disipline sokarak ve sufî tecrübe içerisinde yoğurarak
halkın tarih sahnesinden kayboluşunu telâfi ettiler. Onların
elinde din dayanılmaz hale gelmiş istibdaddan bir kaçışa dö­
nüştü.
Kısa zamanda, sultanlar hiç bir karşı koymayla karşılaş­
madan yönetimlerini sürdürmeye başladılar; ümmetin aklî
enerjisi de tasavvufun biçimlendirdiği ruhsal, kişisel ve öznel
değerlere doğru yöneldi. Ruhsal olanın dünyevînin eşiti ve
dengi halini alışıyla ilk dönem özelliği yok oldu. Yerine, dün­
yevîyi kaybetmek pahasına ruhsalın, bu dünya yerine öteki
dünyanın peşinde koşmak geldi. Ümmetin gerçek deneyim­
leriyle dirsek temasım kaybeden İslâm düşüncesi hukukta tu­
tucu ve lâfza bağlı, Kur’an tefsirinde ve dünya görüşünde tah­
minci (speculative), ahlâk ve siyasette dünyaya değer vermez,
tabiî bilimlerde batmî hal aldı. Büyük düşünür, hukukçu ve
veliler siyasî otorite ve eyleme çok aşağılık, tiksinilecek bir
şeymiş gibi tepeden baktılar, önce dünyaya karşı direniş,
sonra da onu tamamen red faziletin ilk şartı oldu. Ümmet,
Hz. Peygamberin (s.a.s.) hayatın da yüce örneğini verdiği, ki­
şisel değerlerle kamu değerleri arasındaki dengeyi kaybetmiş
hale geldi.
4. Kültürel ve Dinî îkilik: Her müslümanın umudu ve ilk
müslümanların izlediği Sırat-ı Müstakim, dosdoğru yol, İslâ­
mî temel görüşten çıkmış tek ve birleştirici yoldu; Islâmın ta­
rihte gerçekleşmesi için insanın eğilimleriyle eylemlerini bü­
tünleştirmekteydi. Çöküş döneminde, düşünce ile eylemin
birbirine yabancılaşması yüzünden yol ikiye bölündü: dünye­
vî yol ve Allah’ın yolu ya da fazilet yolu. İslâmî hayatın birbi­
rine sürekli muhalefet halinde iki yola -biri övülen ve bütün
dinî/ahlâkî değerleri içine alan, öteki bütün değerleriyle
maddî âlemi kapsayan, bu özelliğiyle de nefret çeken- ayrıl­
ması her ikisini de bozup mahvetti. Her iki yol da biçim de­
ğiştirdi. Biri Hıristiyanlığın temelsiz ruhçuluğu ile Budist ra-
hipligine benzeyen içi boş ruhsallığa (spirituality) dönüştü.
Çünkü yığınların maddî refahıyla ilgilenmeyen, acımasız ve
karışık, dünyada adaleti gerçekleştirmeye çabalamayan bir
ruhsallık öznel olmaya, yalnızca müminin dinî menfaatine
dayanmaya mahkumdur. Fedakârlığa davet etse bile, bu tür
bir ruhsallık aslında bencildir; çünkü tek ilgili uygulayıcının
vicdanıdır. Başkaları ve menfaatları onun için kişisel deneyi­
min, kendi ruhsal temizlenmesinin ve şeref kazanmasının
araç ve vasıtalarından ibarettir. Bu ruhsalhgın marifet (gno-
sis) ve sufî deneyimin cazibesine kapılmasına, batıl inanışlar­
la keramet tüccarlarına av haline gelmesine şaşmamak gerek.
Tarikatları kuran şeyhler ve onlara ideolojik temel sağlayan
dehalar, tarikatlarının böyle yoldan çıkacağını, lslâma aykırı
bir ahlâk (ethic) ve bir umut sağlayacağını asla düşünemez­
lerdi. Ama tarikatların çoğunun içine düştüğü bu şaşkınlık
da inkar edilemez.
ö te yandan dünyevî yol da, tslâm din adamlarının müs-
lümanlardan bir sınıfın özel ihtisası olarak tanımladıkları ah­
lâkî gerekleri bir tarafa bırakarak kendi ahlâk dışı sistemini
geliştirdi. Özünü teşkil edip temel görevi yapacak ahlâki de­
ğerlerden yoksun kalan sistem bozulmaya mahkumdu ve uğ­
runda çabalayan herkesin ulaşabileceği bir mükâfat haline
geldi. Hükümet, siyasî yönetim veya makam böyiece kendini
yüceltmenin, müstebidçe iktidarın ya da halktan maddî-ma-
nevî çıkarlar sağlamanın bir aracı oldu. Çağımızda, dış sö­
mürgeci güç saldırıp topraklarını işgal ve istilâ ettiğinde yı­
ğınlar fazlaca bir direniş göstermediler. Savaşın onları ilgilen­
dirmediğine kendilerini inandırmışlardı. Sonunda, sömürge
yönetimleri başka bir eğitim sistemi kurup yığınların alıştı­
ğından farklı bir hayat, düşünce ve eylem tarzını getirdiğinde
bunu daha önceki bir filmin tekrarıymış gibi, kınanacak, iğ­
renilecek, ama ümmetin cihad ilân edip toptan direnmesini
gerektirmeyecek bir şey olariak karşıladılar.
B. İ S L Â M Î USULÜN TEMEL İLKELERİ

Eğitim sistem inden ikiliğin kaldırılm asının b ir önşartı


olarak, ki bu da hayattan ikiliğin kaldırılmasının bir önşartı-
dır, üm m etin bunalım ının halli için bilginin lslâm îleştirilm e-
si gerekir. Geleneksel usûlün hata ve eksiklerinden sakınır­
ken, bilginin lslâm ileştirilm esi Islâm ın özünü teşkil eden bazı
ilkeleri göz önünde tutm ak zorundadır. Disiplinleri İslâm î
çerçeve içerisinde yeniden biçim lendirm ek, bunların kuram
ve yöntem lerini, ilke ve am açlarını aşağıdaki esaslara dayan­
dırmak anlam ına gelir:
l. Allah'ın (c.c.) Birliği:
A llah’ın (c .c .) birliği Islâm ın ve İslâm î o lan herşeyin b i­
rin c i ilkesid ir. A llah ’ın g e rçek A llah o ld u ğu , b aşk a şey lerin
Allah o lm ad ığ ı, O ’nun kesin olarak Bir (E h a d ), Sam ed , fızi-
kötesi ve değerler a çısın d an (axio lo gically ) yüce old u ğu , h er­
şeyin O ’ndan varlık o la ra k (a n tically ) ayrı ve yaratığı b u lu n ­
du ğu ilk e sid ir b u . H erşey O ’ n u n e m riy le o lm u ş, h e r olay
O ’n un iz n iy le o lm a k ta d ır. H er iyilik ve gü zelliğ in kaynağı
O ’dur. T ab iat kan u n u da, ahlâk kan un u da O ’n un iradesidir.
H er yaratık ve ö zellikle en güzel b içim d e yaratılm ış, O ’nu id­
ra k ed ip e s e rle rin i ta k d ir ed ecek h a ssa la rla d o n a tılm ış ve
m ahlû kâtı O ’nun ahlâkî (e th ica l) ve estetik am açların a uygun
b içim d e yoğurm a becerisiyle o n u rlan d ırılm ış insan O ’na ib a­
det ve ham d ile yüküm lüdür.
İlâhî birliğin b ilin ci içerisinde düşünüp yaşam ak, için d e­
ki herşey A llah’ın izniyle varolan, O ’nun verdiği rızıkla haya­
tiyetin i sü rd ü ren ve tab iat tarafın d an O ’n un iradesi gerçek­
leşsin diye y ö n len d irilen m u tlu ve ca n lı b ir dünyada yaşa­
m aktır. Böyle b ir dünyada hiç b ir şey tesad ü f eseri değildir;
h iç b ir şey b o şu n a ve an lam sız değildir. A llah’ın m ahlû kâtı
olan h er şey O ’nun plânladığı kesin ö lçü lere göredir. Böyle
b ir dünyaya a it o lm a k insanın b ü tü n m a h iû k âtla so n su z iliş­
k ile r k a rm a şa sı iç e risin d e b u lu n d u ğ u n u ve h erşey d en ö n c e
y ara tılm ış o ld u ğ u n u , A llah’a b o rçlu b u lu n d u ğ u n u ve bu se­
bep le O ’na gereken sevgi ve bağlılığı sun m ayı idrak etm esid ir.
M ü slü m a n o lm a k A llah’ın devam lı o in san ın b ilin cin d e b u ­
lu n m ası dem ektir. H âlik ve H akim O old u ğu n d an m üslü m an
o lm a k h erşeyi O ’n u n istediği g ib i ve rızası için yapm ak d e­
m e k tir. H er tü rlü iy ilik , m u tlu lu k , b ü tü n h a y a t ve e n e r ji
O ’n u n a rm a ğ a n ıd ır. İslâ m î yaşayışta b u n la r b ö y le a n la şılıp
uygulanır; İslâ m î d ü şü n ced e de O herşeyin ilk ve n ih ai sebebi
ve so n u cu d u r. B u nd an dolayı bütün b ilginin b irin ci tem el il­
kesi O ’n un m evcu d iyeti ve irad esidir. Bilgin in ko n u su ister
ato m p a rça cık la rı, isterse yıldızlar â lem i, ru hu n derin likleri,
top lu m dü zeni veya tarih in yönelişi o lsu n , İslâm î bilgi, bilgi­
nin kon usu na m add î o larak o so n u cu n çıktığı d u ru m a ö n ce ­
ki ö ğelerinin sebebiyet verdiğini, am a aynı ö ğelerin yol a çab i­
leceği ö teki son suz ih tim aller yerine eldeki so n u ca gelm esinin
gerçekte b ir İlâhî varlığın ve İlâhî em rin eseri olduğunu söy­
ler. Aynı şekilde, İslâm î bilgi h er bilgi kon u su na, A llah’ın m u ­
radı o lan b ir a m a cı karşıladığı ya da öyle m urad edilen b ir
başka am aca h izm et ettiği ve böyiece evrendeki illiyet z in ciri­
n in , tepesinde İlâhî irade bulunan b ir gayeler z in ciri olduğu
gözüyle bakar. İlâhî irade h er ferdin gayesini, h er gayeler dizi­
sini ve b ir bü tü n olarak zinciri kararlaştırır. İslâm î bilgi, Alla­
hu Taala’nın h em ilk hem de nih aî çalarak illet ve gayesi bu­
lunduğu zin cir ve diziler dışında b ir m evcudiyet, hakikat ve
değer o lm ad ığ ın ın , İlâhî iradenin tayin ettiği bağ dışında ta­
sarla n a n , b ilin e n veya d eğerlen d irilen b ir şeyin nâm evcut,
sahte veya değersiz, ya da kasıtla o bağ dışındaym ış gibi gös­
terilen b ir şey olduğunun idrakindedir.
2. Hilkatin Birliği:
a) Kozm ik D üzen: Allah'ın (C C ) birliğinden m antık ge-
regi h ilk a tin b irliğ in e g id ilir. K u r’a n -ı K e rim ’de b u y u ru ld u g u
g ib i: “ E ğ er yerle g ö k te A lla h ’ta n b a şk a ta n rıla r o lsay d ı, ikisi
de b o z u lu rd u ” (2 1 : 2 2 ) . E g er b ird e n fazla n ih a î g erçek lik o l­
saydı, n ih a î g e rçek lik n ih a î o lm a z d ı. D a h a sı, ev ren o zam an
d eğişik d ü z en leri iz lem ek z o ru n d a k a lırd ı; o d u ru m d a da b il­
d iğ im iz in tiz a m lı ev ren o la m a z d ı. Biz in s a n la r için de b ird en
fazla d ü z e n i iç e re n b ir e v r e n i b ilm e k m ü m k ü n o la m a z d ı.
A kılda tu tu lm a lıd ır k i, sayesin d e şey leri ö z, vasıf, ilişki, olay
o la ra k k a v ra d ığ ım ız sistem k o z m ik d ü z en d ir, ö z le r in d e v a m ­
lılığ ın ı şey, o la y la rın te k ra rın ı da s e b e p -so n u ç ilişk ileri o la ra k
k a v ra m a m ız ı sağlayan da k o z m ik d ü z en in sürekliliği ve b ir li­
ğidir. K o zm ik dü zen siz ne şey ler n e de seb ep ve so n u ç la rı ay­
n ı o lab ilir.
H ilk a t, d ü zen i ve b içim le n d irm e s iy le h e r p a rça sın ı m ey ­
dan a getiren tek b ir H â lik ’in ese ri o ld u ğ u n d an b ö lü n m ez b ir
b ü tü n d ü r. K o zm ik dü zen ta b ia t k a n u n la rın d a n o lu şm aktad ır.
Bu k a n u n la r b ü tü n ev ren d e g e çe rlid ir ve o n u n h er p arçasın a,
h er y ö n ü n e n ü fu z etm işlerd ir. M a d d e, uzaysal, b iy o lo jik , fi­
zik, sosyal ve estetik g erçek lik b u k a n u n la ra uyar, boyu n eger.
B ü tü n k a n u n la r A llahu T aala’n ın h ilk a tte sü n en id irle r (S ü n -
n e tu lla h ). A llahu T aala b u k a n u n la rın y aln ızca kaynağı değil­
d ir veya ta b ia tı o n la ra g ö re b içim le y ip işley işlerin i ta b ia tta
g erçek leştird ik ten so n ra o n la rı kend i b a şla rın a d en etim siz b ı­
ra k m ış da değildir. O b ir k e n a ra ç e k ilm iş b ir ta n rı değildir,
eb ed î Hayy ve Fa’âl’dir.«Bu seb ep le ko zm o zd ak i h er varlık, c e ­
reyan ed en h er o lay O ’n u n e m riy le d ir. V arlığ ın ın h erh a n g i
b ir b asam ağın d a h er v a rlık k e n d i için d e değişim i sağlayan b ir
d in a m ik güce sah iptir. B u d in a m ik gü ç A llah’tan gelm ekte ve
O ’n u n ta ra fın d a n b eslen m ek ted ir. D a h a sı, b u güç k e n d isin ­
den b ek len en so n u cu m u tlak a d o ğ u rm a k zoru nd a da değil­
dir. Seb ep lerin genellikle gerçek leşm esin e yol açan belirli b ir
etk en A llah’ın em riy le o lm a k ta d ır. A llah (c .c .) etk isin i h em en
g ö ste re ce k b iç im d e b ir s e b e b i h a re k e te g e ç ire b ilir; a m a O b ir
se b e b i başka se b e p le r a ra c ılığ ıy la d a h a rek ete g e çire b ilir. B a ­
zen b ize akıl sır erm e z se b e p le r z in c iri o la ra k g ö rü n e n şey, as­
lın d a g en e tek b ir İlâhi se b e b in işidir. B e şer o la ra k b iz , A llah ’a
ve O ’n u n k o z m ik d ü z e n in e , b ir seb e p o lu n c a etk isin in h em en
g ö rü n ec eğ i b iç im in d e in a n ırız . G azali ve H u m e , a ra la rın d ak i
itik a d ı fa rk lılığ a ra ğ m e n , s e b e p -s o n u ç iliş k isin in m u tla k lıg ı
için b ir gerek o lm a d ığ ı k a n a a tin e v a rm ışla rd ır. G erç e k te n de,
b iz im n ed e n se llik (c a u sa lity ) d e d iğ im iz şey, a slın d a yalnızca
b izi b ir seb e p o lu n c a e tk isin in de h em en g ö rü n e c e ğ in e in a n - •
d ıra n b ir ‘d ev a m ’ ve te k ra rd ır. B ö y le b ir in a n c ın dayanacağı
ilâh î v a rlığ ın lü tfü k e re m in d e n b aşk a b ir şey yo k tu r. A llahu
T aala k a n d ırm a z ve y a n ıltm a z . O n u b iz im iç in y a şa n ılır ve
an la şılır k ılarak , ku llu k g ö rev lerim iz i h akkıyla y erin e getirip ,
a m ellerim iz le d eğ erim iz i isp a tla m a m ız ı m ü m k ü n kılsın diye
ev ren i d ü zen leyen lü tf u kerem sa h ib i b ir H â lık tır O.
b) H ilkat: A llahu Taala h erşeyi y a ra tm ış ve b u n u b elirl
b ir n iz a m d a y a p m ıştır (2 5 : 2 ). B u n iz a m ta b ia tın d a k i herşeye,
ö te k i varlıklarla iliş k ilerin e ve v a rlığ ın ın istik a m e tin e de şâ­
m ild ir. Aynı b içim d e , ilâ h î n iz a m h erşey i ya ln ız ca yu karıda
an latıla n seb ep lere bağlam akla k a lm az, b ir so n u ç la r sistem in e
de bağlar. H erşeyin b ir a m a cı, b ir v arlık seb eb i (ra iso n d ’etre)
vardır. B u a m a ç h iç b ir z a m a n n ih a î değildir, tersin e h er za­
m a n A lla h ’ta n so n b u la n b ir n ih a î b a ğ ı te şk il ed en başka
am açla rla irtib a tlıd ır. Ç ü n k ü h erşeyin ken d isin e döndü ğü tek
n ih a î so n , so n a m a ç O ’dur. H er iyiliği iyilik yapan O ’n u n ira­
desidir.
B u yü zden v a ro la n h erşe y b ir se b e p -s o n u ç , b ir a m a ç-
araç ilişkisi içerisin d e başka şeylerle irtib atlıd ır. Ç ü n k ü hem
fiz ik ö te si h em de a h lâ k î d e ğ e rle re a it iliş k ile r A llah ’ta son
bulu r. H erb irin in b ağı son suzd ur. H er ikisi de, kesinlikle in ­
san ın irad esine, b eşe rî bilgi ve tak d ire açıktır. Son suz o ld u ­
ğ u n d a n , k a p k a ra n lık b ir o rm a n d a el fe n eri yord am ıyla ilerler
d u ru m d a k i in san lar bu ilişkin in a n ca k b ir b ö lü m ü n ü b ile b i­
lirler. A m a d aha fazla a ra ştırm a ve k e şif yolu n d a çab a sarfet-
m ek görev ve so ru m lu lu ğ u n d ad ırlar. O ilişkileri keşfedip ger­
çe k le ştirm e k A llah’ın (c .c .) sab it k a n u n la rın ı ö ğ ren ip tak d ir
etm e k tir.
H ilkattaki h erşeyin b ir gayesi o lm a sı ve h er gayenin b ir-
b iriy le a m a ç -a ra ç ilişkisi iç in d e b u lu n m a sı dünyayı sü rekli
h arek et h a lin d e ve can lı, an lam d olu b ir a m a çlı sistem yap­
m aktad ır. G ö k tek i kuşlar, sem ad aki yıldızlar, oky anu slar d i­
b in d e k i balıklar, b itk iler ve ele m e n tle r-h e p si sistem in ay rıl­
m az p arçasın ı teşkil ederler. H iç b ir parçası, h er varlığın b ü ­
tü n ü n ü n h ayatınd a b ir işlevi ve rolü b u lu n d u ğu n d an , h antal
veya k ö tü d eğildir. B irlik te, - in s a n la r ın a n ca k şim d i, b ilim
için o da tab iatın ço k sın ırlı b ir b ö lü m ü n d e üyeleri ve org an ­
la rın ın b irb iriy le ilişkisini keşfetm eye b a şla d ık la rı- b ir org a­
n ik gövde teşkil ederler. M ü slü m a n la r h ilk atin o rganik old u ­
ğu nu , h er p arçasın ın kend ileri b ilm eseler b ile şu ya da bu ga­
yeye h iz m et ettiğ in i ço k iyi bilm ekted irler. Bu bilgi im an ları­
n ın b ir son ucud ur. Kurdun kuzuyu yuttuğu, kuşun kelebeği
yediği, insan vü cu d u nu n yeryüzündeki so lu can ları beslediği
b ir o rta m d a , h er b iri ilâhî b ir gayeyi gerçekleştiren, İlâhî ira­
dede yatan b ir gayeler sistem in in h izm etin d e iyi kişiler o lm a ­
yı kararlaştırm ışlard ır. M üslü m an h iç b ir şeyi tesadüfe ve kör
kad ere bağlayıp ku rtu lam az. D ep rem ler ve sarî h astalıkları,
k u raklık ve trajed iyi, m üslüm an , Allah tarafın dan plânlanm ış
o laylar olarak görür. N e kadar acıklı ve acı olurlarsa olsunlar,
m ü slü m an b u n lara Allah’ın eseri olarak, belki şu anda b elir­
gin olm ayan aslında iyi b ir sebeple O ’un ta ra fın d an tak d ir
e d ilm iş olaylar o la ra k bakar. A llah ’ın eseri o ld u k ların d an ,
m ü slü m a n b u n la r altınd a b u n a lm a z ; çü n k ü o bu olayların
yaratıcısı Allah’ı tanım akta, O ’nun kerem sah ib i b ir Rabb o l­
duğunu bilmektedir. Bu sebeple müslüman o tür olayları, Al­
lah tarafından kendisini denem ek, sebatını, inancını ve neti­
cede iyimserliğini sınam ak için hazırlanmış im tihanlar olarak
kabul eder. İnsanoğlunun acıyla karşılaştığında ihtiyacı olan
şey, işte Islâmın bu imanî yönüdür.
A llah’ın bu dünyayı, so n u çla rın sebepleri izlediği, seb e p ­
lerin sın ırsız b ir aland aki herşeye yaklaştığı, so n u çla rın s ın ır­
sız aland aki h er olaydan uzaklaştığı ve bu sın ırsız b irb iriy le
ilişkilerin herşeyi b ir gayeler sistem in d e biraraya getirip b ağ ­
ladığı b ir dü zende y aratm ası b ile insan hayatı ve ah lâkî çab ası
için b ir sah n e olsun diyedir. Sah n en in kendisi gaye değildir;
insan o n u n m âliki ve tek h âkim i de bu lu n m am aktad ır. İnsan
Y aratıcısın a ib ad etle g eçecek b ir ö m ü r için y aratıld ığ ın d an ,
dünya O ’nun insana b ir arm ağan ıd ır. Bu yüzden insanın g ö ­
revi, ondaki ilâhî yapıyı keşfetm ek, o n u n bozu lm asın ı en g el­
leyip gelişm esin e çalışm aktır.
c) M ah lû kâtın İnsana B oyun eğm esi: Allahu Taâla dü nya­
yı in san a g e çic i b ir a rm a ğ a n ve sa h n e o la ra k V erm iştir. O ,
için deki herşeyi, yani insan tarafın d an b eslen m e, yararlanm a
ve rahatlık için ku llan ılabilecek herşeyi, insanın em rin e ver­
m iştir. Böyle b ir ku llan ım b eslen m e ve yararlanm ada olduğu
gibi âcil olabilir, ya da tab iat kuvvetlerinin insanın ihtiyaçla­
rın ı ü retm ed e k u lla n ılm a sı d u ru m u n d ak i g ib i fazla âcil o l­
m ay a b ilir. M a h lû k â tla İn s a n î k u lla n ım a ra sın d a ta b iî b ir
âhenk vardır. H ilkat insanın ihtiyaçlarını onun için e koym uş,
m ahlû kâtı da bu ihtiyaçları karşılayacak biçim d e düzenlem iş­
tir. T abiat bütünüyle insanın etkisine, girişim iyle değişm eye,
istediği b içim e girm eye açıktır. Beşeriyet denizleri k u ru tm a­
ya, güneşe gem vurm aya, dağları oynatm aya, çölleri m ü n b it-
leştirm eye veya bütün dünyayı kullanm adan kendi haline b ı­
rakm aya yeteneklidir. Dünyayı güzelliklerle doldurabilir, h er­
şeyi geliştirebilir veya o n u çirkin lik lere boğup tahrip de ed e­
bilir. M ah lû kâtın insana boyun eğ m esinin b ir sın ırı yoktur.
Böyle olm asın ı Allahu Taala irade etm iştir. M ahlûkâtın b irb i-
riyle nedensel (causal) ve erekçi (fın alistic) ilişkileri bu boyu-
n egm enin, onlarsız boş ve anlam sız olacağı, özüdürler. İnsan,
e g er s o n u ç la rı d o ğ u rtm a k iç in seb e p lere sa rılm a z , ya da
am açları gerçekleştirecek araçlara başvurm azsa, çabucak hil-
kata karşı olan ilgisini kaybeder ve o n u A llah’ın em rettiğ i
tarzda değiştirm e çabasından vazgeçer. K antçı ‘yapm alısın, o
halde yapabilirsin ’ görü şü nü etik fızik ötesin in b irin ci ilkesi
halinde ilk defa ifade eden b ir m üslüm an düşünürdü. Bunu
yaparken “Allah kişiye an cak gü cü nü n yeteceği kadar yükler”
(2: 2 8 6 ) ayetine dayanm aktaydı. Bu gerekli im an olm aksızın
evren ya h antal, hareketsiz, durağan b ir dünya, ya da bir ap­
tallar dünyası olurdu.
3. Hakikatin Birliği ve Bilginin Birliği:
Aklın ku ru n tu ları, sapm aları ve tereddütleri olduğu ke­
sin . ö z e le ş tir i y ap ab ilm e yeten eğ i o n a b ir p arça koru n m a
sağlam akta; am a nihaî doğru ve h akikat söz konusu olduğun­
da b e ş e rî z a a fı o n u y a n ılm a z v a h iy k a y n a ğ ın ın tasd ik in e
m uh taç bırakm aktad ır. İlk ve n ih aî ilkeler soru nu halledildi
m i, akıl karşısına çıkan so ru nların hakkınd an gelebileceği gü­
ce kavuşm aktadır. Tem el varsayım larının kesin olm ası zoru n ­
ludur. B azıların ın öyle olduğu zaten açıktır; ötekiler de bütün
beşerin o rtak deneyim idir. Bu nu n la b eraber bazıları da var­
d ır ki b aşkalarının on ayın ı gerektirir. Yani doğrulukları ancak
ken d isin d e yeteri kad ar iz’ân, d in î ve etik görüş olgunluğu
b u lu n an ve gerçekliği b ü tü n çıplaklığıyla görebileceği u m u ­
lan kişilerce kavranabilir. Bu sebeple, böyle doğruların ve de­
ğ erlerin ta n ın m a sı sayıca ev ren sel o lm ay ab ilir, fakat bu da
farklı b ir gerekliliğe, olm azsa olm azlığa veya Sollensnotwen-
digkeit’e sahiptir. A klın zo ru nlu kesinlikten uzak olduğu d u­
ru m lard a bu kesinliği im an ışığı sağlayabilir. İm an ışığı öteki
bütün varsayım ları da aydınlatıp, bu varsayımlar üzerine b i­
na edilen bütün bir dünya görüşüne ek kesinlik sağlayabilir.
Bu im an ışığı kuşkusuz epistem olojiktir ve aklîlikten kaynak­
lanm aktadır, tersinden değil. O nunla aklın zorunlu kesin var­
sayımları arasında uygunluk, âhenk, ilişki ve biririni bütünle­
me vardır. Her bakım d an dogm atik başka dinlerden farklı
olarak, en azından islâm da im an, rolü ve katkısı bakım ından
asla akıldışı değildir. Ne im an aklın üstündedir, ne de akıl
im anın. Akıl ve im anı insanın aralarında bir tercihte bulun­
m ak zorunda olduğu tam am en zıt şeyler olarak kabul etm ek
İslâm î değildir. “Yahudiler mucize ister, Grekler hikm et pe­
şinde koşarlar. Fakat biz çarm ıha gerilmiş M esih, Yahudilere
tökez ve Greklere akılsızlığı vaazederiz... Allah’ın akılsız olan
şeyi insanlardan daha hikm etlidir.. Çokça akıllı adam lar çağ­
rılmadılar. Allah hikm etlileri utandırmak için dünyanın akıl­
sız şeylerini, seçti; kudretlileri utandırm ak için zayıf şeyleri
seçti; ve Allah, olan şeyleri iptal için olmayan şeyleri, dünya­
nın âdi ve h o r görünen şeylerini seçti” (I Karintoslulara 1:
2 2 -2 8 ). Bu Yahudi, Hıristiyan veya Hindu olabilir, am a kesin­
likle Islâmın savunduğunun tam aksidir.
Bilgi kuram ı konusunda Islâmın tutum u en güzel biçim ­
de hakikatin birliği olarak ifade edilebilir. Bu birlik Allah’ın
m utlak birliğinden kaynaklanmaktadır ve onunla değiştirile­
bilir. El-Hakk (hakikat) Allah’ın adlarından biridir. Allah ger­
çekten Islâmın bildirdiği gibi “bir Allah” ise hakikat da çok
sayıda olam az. Allah hakikati bilir ve vahyi ile onu açıklar.
Vahiyle aktardığı hakikattan farklı olamaz, çünkü bütün ger­
çekliğin ve hakikatin yaratıcısı O ’dur. Aklın am acı olan haki­
kat tabiat kanunlarında m ündemiçtir. Bunlar Allah’ın hilkat
tarzları, sürekli ve değişmez sünenidirler (Sünnetullah). Keşif
ve tesis edilm eleri, insanlığın yararına kullanılmaları bu se­
beple mümkündür. Allah’ın varlığını ve m ahlûkâtını bildir­
mesi yanında, vahiy evrenin idare edildiği tabiat kanunlarını
veya ilâhî tarzları belirterek dünya hakkında talim adar verir.
Bu kanunlar ve tarzların Hâlikından daha doğru ve m ükem ­
mel bir açıklam asını yapabilm ek elbette m üm kün değildir.
Bu sebeple, kuramsal olarak, bir tutarsızlık söz konusu ola­
m az. A kıl, h akikat ve gerçekliğin vahyî o lgularla böyiece
m antıklı eşitlenm esi, epistem olojinin şu ana kadar tanıdığı
en nazik ilkedir. Bu eşitleme bütün İslâmî bilginin altında ya­
tan üç ilke üzerine oturmaktadır.
Birincisi, hakikatin b ir oluşu esasına ters düşen hiç bir
iddianın vahiy namına yapılamayacağına işarettir. Vahyin ge­
tirdiği öneriler doğru olm alıdır; yani hakikata uygun olm alı­
dır. Allah’ın bilgisiz, ya da mahlûkâtım aldatıp yanıltmak he­
veslisi olabileceği düşünülemez. O ’nun beyanları, talim âdan
bu sebeple hakikata zıt olamaz. Hakikattan uzak düşm enin
görüldüğü hallerde, müslüman, hakikatin birliği öğretisi ta­
rafından vahyî anlayışını yeniden gözden geçirmesi yönünde
uyarılır, ö ğ reti onu, acele ve aşın remzî yorumlara, eisegesis’e
veya metne kişinin keyfiliğine bağlı batınî m ânalar yükleme­
ye karşı korur. Vahyin anlamı ebediyete kadar iki sağlam te­
mele oturm aktadır: Kur’an’ın inzalinden bu yana değişme­
den duran Arap sözlükbilim i (lexicography) ve sözdizim i
(syntax) ile hakikat. Kur’anî vahyin bu tür tefsir sorunlarıyla
şimdiye kadar karşılaşmamasının sebebi işte budur. Tefsirle
ilgili bütün konular sözlükbilimi ve sözdizimi sorunları etra­
fında dönüp durmaktadır.
İkincisi, hakikatin bir oluşu akılla vahiy arasındaki çeliş­
kinin, fark veya değişikliğin nihaî olam ayacağına işarettir.
Kategorik olarak çelişkiyi çözmek için bir temel ilke, olgu ve
anlayışın varlığını inkâr etmektedir. Tabiatı anlamaya, Hâ-
lik’ın evren için koyduğu kanunları keşfe çalışırken yanlışlar
yapmak, hayale kapılmak, hatada olduğu halde gerçeği yaka­
ladığım sanm ak her zaman mümkündür. Bunlar vahiyle akü
arasındaki çelişkinin sebebi olabilirler. Hakikatin birliği böyle
çelişkileri hayali bularak reddeder ve araştırıcının elindeki ve­
rileri yeniden gözden geçirm esini ister. Çelişkinin sebebi pe­
kâlâ bilim in veya aklın bulgularında olabilir; o durumda en
iyisi araştırıcıyı gözden geçirmek üzere tekrar verilerine gön­
dermektir. Tabiî sebebin kişinin vahyi anlayışından kaynak­
lanması da müm kündür; o durumda da onu gene verileri ba­
şına gönderm ek en doğru hareket olacaktır.
Üçüncüsü, hakikatin birliği veya tabiat kanunlarının Hâ-
lık’ın tarzları (sünen) olarak tanım ı hilkatla ya da onun bir
bölüm üyle ilgili araştırm aların kapatılıp bitirilem eyeceğine
işarettir. Allah’ın hilkat tarzları sınırsızdır. Onları ne kadar
derin, ne kadar fazla bilirsek bilelim keşfimizi bekleyen daha
pek çoğu bulunacaktır. Bu sebeple yeni delillere açıklık ve
araştırmada sebatlılık hakikatin bir oluşunu kabul eden İslâ­
mî görüşün gerekli niteliklerindendir. Beşeri bütün iddialara
eleştirici gözle bakmak ve hiç bir zaman nihaî kesinliğe sahip
bulunmayan tabiat kanunlarını araştırmak İslâmî oluşun ve
gerçek bilim in zorunlu şartland ır. Bu görüş açısından en
güçlü sonuç bile muvakkattir, ancak yeni delillerla karşılaşıp
reddedilene veya doğrulanana kadar geçerlidir. En yüce hik­
met, en kesin beyan bile her seferinde “en doğrusunu Allah
bilir” teyidiyle tamamlanmalıdır.
4. Hayatın Birliği:
a) İlâhî Emanet: Kur’an’m bir yerinde Allahu Taala şöyle
buyurmakta: “(Gökleri ve yeri yarattıktan sonra) Rabbin me­
leklere ‘Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım’ demişti. Me­
lekler de: ‘Biz seni hamdinle teşbih ve noksanlıklardan tenzih
etm ekte olduğumuz halde, orada fesat çıkaracak ve kanlar
dökecek kimse mi yaratacaksın:’ demişlerdi. Alıah: ‘Ben sizin
bilemeyeceğiniz şeyleri bilirim’ buyurdu. (Yarattığı) Adem’e
bütün eşyanın isim lerini öğretti. Sonra eşyayı meleklere gös­
terip: ‘eger sadıklarsanız bunların isim lerini bana b ildirin’
buyurdu. Melekler: ‘Biz seni tenzih ederiz. Senin öğrettiğin­
den başka bir ilmim iz yok. Herşeyi hakkıyla bilen, üstün hik­
m et sahibi sensin’ dediler. Allah Adem’e: ‘Ey Adem eşyanın
isim le rin i m eleklere b ild ir’ buyurdu. Adem de m eleklere
isim leri bild ird i... (S o n ra A llah) m eleklere: ‘Adem’e secde
edin’ dedi.” (2: 3 0 -3 4 ). İnsanın yaratılışıyla ilgili başka ayet­
lerde de Allahu Taâlâ şöyle buyurmakta: “Biz em aneti gökle­
re, yeryüzüne ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklen­
mekten kaçındılar, korktular. O nu insan yüklendi” (33: 72).
“ Ben insanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler diye ya­
rattım ” (51: 56). “Amel bakımından en güzel kim olduğu hu­
susunda sizi im tihan etm ek için ... gökleri ve yeri yaratan
O ’dur” (1 1 :7 ). “Amelce hanginiz daha güzeldir diye sizi im ti­
han etmek için hem ölüm ü hem hayatı yaratan O ’dur” (67:
2).
Kur’an’ın yukarıda anılan ayederi “İnsanın yaratılışının
bir sebebi var mıdır?” sorusunu kesin olarak cevaplamakta.
İslâm en kesin ifadelerle insanın bir varoluş sebebi (raison
d’etre) bulunduğunu, bunun da Allahu Taala’ya ibadet oldu­
ğunu beyan ediyor. İlâhî irade iki şekilde tecelli eder. Biri zo­
runlu olarak gerçekleşir ki hilkatin üzerinde oluştuğu ilâhî
tarzlardır. Bu tarzlar tabiat kanunlarıdır. Sabittirler ve gerçek­
leşmeleri kozmiktir. Vahye ek olarak akılla da bilinebilirler.
Allahu Taala insanı onları keşfetme, anlama, bilgi için tesbit
etm e ve yararlanm ak için kullanm ayla görevlendirm iştir.
İkinci tür, ancak özgürlük içerisinde, yerine getirme ile hiçe
saymanın mümkün olduğu ortamda gerçekleşir. Bunlar ah­
lâk (moral) kanunlarıdır. Tabiat kanunlarıyla birarada bulu­
nurlar; yani deneysel dünyada şeyler, kişiler ve ilişkiler çerçe­
vesinde gerçekleşirler, ama deneyselden değişik bir düzene
aittirler. Bunlar önseldirler (kablî, a priori). Gerçek durum la­
ra girip girm em eleri ve orada gerçekleştirilip gerçekleştiril-
m em eleri o durum un kendisine veya aksi halde kendi özel
şartlarına bağlıdır. Kişisel iradenin özgürce ifade edilm esini
isterler. Böyle bir irade söz konusu olmadığından “gökler, yer
ve dağlar” ilâhî em aneti yüklenem em işlerdir. Sadece insan
onu yüklenebildi, çünkü yalnız o böyle bir manevî serbestliğe
sahiptir. Bu yeteneği on u m eleklerden üstün kılar. Çünkü
melekler itaat veya isyan etm e özgürlüğüne sahip değillerdir.
Allah’ın onlara insana secde etmeyi em retm esinin sebebi işte
budur. Manevî serbestliğe sahip olmayışları yüzünden insan
onlardan üstündür. M elekler mükemm eldirler ve ancak Al­
lah’ın em irlerini yerine getirebilirler. Allah’ı sürekli hamd ile
teşbih ederler ve asla itaatsizlikte bulunmazlar. Bu sebepten
insanın itaati m eleklerin itaatinden daha değerlidir; çünkü
aksini yapabilecek bir kişi tarafından yapılmıştır. Böyle bir ki­
şinin dalâletten, daha az iyiden, maddeci, menfaatçi ve bencil
tutum dan yüz çevirm esi ve ahlâk kanununun gereklerini
yapmayı özgürce seçm esi daha yüksek bir değere -sahiptir.
Manevî hayat daha yüce, daha üstün, daha şerefli ve daha bü­
yük bir hayat tarzıdır. İlâhî iradenin daha yüksek bölümü, in-
sanoğulları onu özgürce gerçekleştirm eyi seçm eden, tarih
sayfalarına geçip gerçek hale gelemez. Bu sebeple insan İlâhi
iradenin üst basamaklarıyla tarihî gerçeklik arasında kozmik
bir köprüdür. Varoluşunun büyük bir özellik taşıdığı açıktır.
b) Hilâfet: İnsanın ilâhî em aneti yüklenmesi onun Al­
lah’ın halifesi olması anlamına geliyor. Halifeliği de manevî
kanunların yerine getirilmesi demek oluyor. Bunlar ve dinî
kurallar aynı şeydir. Dinî kurallar ibadetleri de içeriyor. Ama
bunlar da yalnızca dinî ve öteki dünyaya yönelik şeyler değil,
mahiyet ve etki olarak daha çok bu dünyayı ilgilendirmekte-
ler. D inî ve manevî kuralları oluşturan gövdenin geri kalan
kısmı yaşayan, varolan ve eylem içinde bulunan kişinin fiilî
uygulamalarını içermekte. Fiilî uygulamalara ekledikleri bir
vasıf, bir bakış açısı, aynı hüviyetteki uygulamaların yerine
getirilmesidir. İnsanların arzu duymaları, gelişmeleri, zevk­
lenmeleri, sahiplenmeleri, sevmeleri, evlenmeleri, çoğalmala­
rı, iktidarı ele geçirip gereğini yapmaları olağan işlerdendir.
İslâm bu etkinliklerin devamından yanadır. Hıristiyanlık ve­
ya Budizm gibi o n ları kınayıp en gellen m elerin i istemez.
Onun bütün istediği insanoğlunun bu etkinliklere farklı gü-
dülenimlerle (motivations) girmesi ve değişik biçimde yerine
getirmesidir. Farklı güdülenme onları Allah rızası için yap­
maktır, değişik biçim ise âdilâne ve dürüstçe yapmak, isten­
meyen, âdil olmayan, ahlâksızca sonuçlar doğurmasını engel­
leyerek faydaya yönelik ve ahlâkî hedefi gerçekleştirmektir.
Yukarıda anılan birlik, Islâmın kutsal veya dinî olanı, ol­
mayandan ayırmaması olgusundan kaynaklanmaktadır. Ona
göre, hayatı biri kutsal sektör öteki seküler sektör olmak üze­
re ayıran diğer dinlerde görüldüğü gibi iki değil, tek bir ger­
çeklik vardır. Allah’tan başka kutsal olan yoktur. Islâm O ’nun
dışındaki herşeyi kutsal değil yaratılmış olarak görür ve hayır
olduğunu da Allah’tan geldiği için kabul eder. Fiillerimizi ya­
pış tarzımız dinî veya manevî vecibeleri yerine getirip getir­
mediğimizi tayin eder. Yerine getirdiğimizde hayır, getirme­
diğimizde ise şerdir. Yalnızca insanın ameli adalet, dürüsÜük,
güzellik, mutluluk ve benzeri hayırları getirip getirmediğine
bağlı olarak, hayır veya şer, hüsn veya kubh olabilir. Bu se­
beple dindar olmak hayat sahnesinden çekilmek, ya da kişisel
hiç bir yararı dokunmayacak işler yapmak demek değildir.
Dinin esası hayatın niteliğinde yatmaktadır. Bu açıdan Islâm
hayat ve tarih süreçleri içerisinde düşünülebilir ancak. Bu sü­
reçler dışında ne takva, ne fazilet ve kesinlikle ne de İslâm
olabilir. Hıristiyanlık ve Budizm dine hayat ve tarih süreçle­
rinden başka işler yapmak gözüyle bakabilir ve nefse ezayı,
çileciliği, köşeye çekilmeyi ve bu süreçlerle savaşıp durdur­
mayı da tavsiye edebilirler. Hayat ve tarih süreçleri bunların
gözünde şer ve zararlı, bu yüzden de hor görülmesi gereken
şeylerdir. Çünkü Hıristiyanlık yaratılışın ‘alçak’, ‘şer’ ve ‘nafi­
le’ olduğuna inanmakta ve inançla imitio christi’yi insanlara
onlardan kurtulmanın reçetesi olarak sunmaktadır. Aynı şe­
kilde Budizm de, yaratılışın ‘şer’, ‘tanha’, acı ve çile dolu oldu­
ğuna inanmakta, kendini ve hayatı inkârı hayat ve tarih sü­
reçlerinden kurtulmak için önermektedir.
tslâm böyle hayatı ve tarihi hor gören varsayımları (a
priori axioms) reddeder. Ona göre, yaratılış olduğu biçimiyle
iyidir ve Allah (c.c.) tarafından hayırlı bir gaye ile, yani O ’na
itaat etmek ve insanlığa adaleti sağlamak üzere gerçekleştiril­
miştir. Onun süreçleriyle meşgul olmak Islâmın insan görü­
şünün kökeninde vardır. Allah (c.c.) iki gayeye ulaşmakla in­
sanı görevlendirmiştir: ilki, insanlar yaratılışı İlâhi tarzlara
dönüştürmelidirler, yani unsurlarını maddî (gıda, barınak,
refah, çoğalma), manevî, zihnî ve estetik olmak üzere beşer
ihtiyaçlarına uyacak biçim de yeniden düzenlem elidirler.
İkincisi, yaratılışı dönüştürme işinde, insanlar o dönüştür­
meyi Allah’a itaatin ve insanoğullanna adalet dağıtımının ge­
reklerine uygun biçimde yapmayı seçerek manevî değerleri
de gözetmelidirler.
İlâhî emaneti yerine getirmek, kültür ve medeniyeti ku­
rup geliştirmeyi hedef alır. Barışı sağlamak, hayatı ve malı
güvenceye kavuşturmak, insanları gıda üretip ürettiklerini
yeterli miktar ve evsafta işleyecek, depolayıp dağıtacak tarzda
örgütlemek, bir çatı, sıcaklık ve rahadık, haberieşme ve ko­
laylık temin etmek, bu amaçlan gerçekleştirecek âlederi yap­
mak ve hizmete sunmak, nihayet eğitim ve kendini ispada-
ma, istirahat ve bediî zevkin tatmini için imkânlar hazırla-
mak hilâfetin içeriğinin özünde bulunmaktadır. Bu, kültür ve
medeniyet kurmakla hayat ve dünyanın gereklerini yerine ge­
tirmekle eşdeğerdedir. Allahu Taala bütün bunların yapılma­
sını emretmekte ve bunun, dünyayı yaratmasının sebebi ol­
duğunu bildirmektedir. Bütün bunlardaki İlâhi gaye, insanla­
rın onlan yaparken kendi değerlerini ispat etmeleridir. Bunu,
hergünkü işlerini Allah’ın rızası için yapmakla ve etkinlikleri
sırasında adaleti elden bırakmamakla gerçekleştirebilirler.
Müslümanlar, gayet yerinde olarak, ilâhî emaneti yerine ge­
tirmeyi genellikle siyasî anlamda ele almaktadırlar. Kur’an
bunu, defaetle, siyasî iktidarın kurulması (7: 73), güvenlik ve
barışın sağlanması (24: 55), düşmanların bertaraf edilmesi
(7: 128; 10: 14, 73) bağlamında anmaktadır. Siyasî eylem, ya­
ni önderin seçimi veya biat -gibi devlet başkanı ve vezirlerine
sürekli istişare sağlama, davranışlarını izleyip eleştirme ve ge­
rekirse görevden el çektirme gibi siyasî sürece iştirak- yalnız
beklenen değil, aynı zamanda belli başlı dinî ve manevî gö­
revlerdendir. Bu görevleri yerine getirmemek, Hz. Peygambe­
rin (s.a.s.) ifadeleriyle cahiliyyenin kucağına düşmektir, ö te
yandan, Islâmın siyasî-ekonomik bünyesinin bir parçası ol­
maksa imandandır. Ebu Bekir ve ashab (Allah onlardan razı
olsun) siyasî görevlerini ihmal edenlerle savaşmışlar, kendile­
rini İslâm bünyesinin bir parçası haline getirmeyenlere de
mürted muamelesi yapmışlardır. Siyasî sürece bütünüyle şer
gözüyle bakan ve onunla meşguliyete karşı çıkan Hıristiyan­
lıktan farklı olarak İslâm, siyaseti esas kabul etmekte ve on­
dan uzak durmayı yasaklamaktadır. Aynı şey, hatta daha kuv­
vetli olarak, kültür ve medeniyet inşası için de geçerlidir. Is­
lâm onları inşa etmenin dinin işi olduğunu bildirmektedir.
Müslüman yığınların çöküş döneminde siyasî süreç dışı bıra­
kılmaları, bu sebeple Islâmın esaslarıyla tam bir tezat teşkil
etmektedir.
Aynı şey Islâm âleminin bugün en fazla muhtaç olduğu,
en değerli armağan durumundaki barış ve güvenlik konusun­
da da geçerlidir. Her müslümanın hayatı, mülkü, şerefi ve
toplum içindeki yeri güven altında olmalıdır. Bu görevin ye­
rine getirilmesi ilk İslâmî toplumsal gerekliliktir. Bu amaçla
İslâm müslümanın içinde yaşadığı toplum meseleleriyle ilgi­
lenmesini, yani gayeyi hem kendi kişiliğinde, hem de ailesi
üyeleri, komşuları ve öteki müslümanlar arasında gerçekleş­
tirmek üzere uyanık, örgütlü ve hareketli olmasını şart koş­
maktadır.
c) Kapsamlılık: Islâmın kültür ve medeniyete bakışı kap­
samlıdır; esasen iddiasında ciddi ise öyle de olmak zorunda­
dır. Bu kapsamlılık Islâmın kapsamlılığının temelinde yat­
maktadır. Beşer hayatının her yönü etkilenmektedir ve bu et­
ki Islâmın onunla ilgisinden gelmektedir. Bu ilgi açık veya
kapalı, Islâmın emir ve yasaklarında, farz (vâcibât) ve haram­
larında (muharramât) görüldüğü gibi sert, ya da mendub,
mekruh ve mübah altsınıflarındaki gibi yumuşak olabilir.
Ama hiç bir şey Islâmın ilgi sahası dışında kalamaz. Mübah
(serbest bırakılan) alanın geniş olduğu bir gerçek. Ancak ge­
nişliği bu alanın İslâmî ilgilendirmediğinin değil, bunun vâ-
cip ve haram gibi zorla, mendub ve mekruh gibi manevî oto­
rite ile sağlanan sıkı uygulama alanının dışında kalmasının
işaretidir. Bu alanın üstünde Islâm için en az sıkı uygulama
kadar önem taşıyan kültür ve hayat biçimi alanı bulunmakta­
dır. Gerçekte de sıkı uygulama önşartı olan ve onsuz düşünü­
lemeyeceği uygun bir kültürleşmeye (acculturation) dayanır.
Yığınların henüz kültür olarak benimsemediği, ikna olmadığı
bir şeyin kanun olarak uygulanması mümkün değildir.
Bu sebeple müslüman düşünürün görevi İslâmlaştırmak,
yani beşer hayatındaki herşeye Islâmın ilgisini tesbit edip uy­
gulamaktır. Kur’an bunu beşerî etkinliklerin normal olarak
‘yumuşak uygulama’ m ertebesinde gördükleri bazı alanlar
için, meselâ selâmlaşma, alçak sesle konuşma, girmeden önce
kapı çalma, az yeme, ana-babaya ve yaşlılara saygı gösterme
gibi, zaten yapmış bulunuyor. Hz. Peygamer (s.a.s.) bu uygu­
lamayı yeme ve içme tarzı, temizlik, istirahat, komşulara m u­
amele ve benzeri alanlardaki sözleri ve örnek oluşuyla ta­
mamlamak için elinden geleni yaptı. Kur’an ve Sünnetin bu
tür esaslarının bir uzantısı olarak Islâmın ilk döneminde ger­
çekleşen hayat tarzı bugün yeniden biçimlendirilip billurlaş­
tırılmalı, o sıralarda bilinen ve uygulanan diğer alanları veya
modern hayatın lüks olmaktan çıkartıp ihtiyaç haline getirdi­
ği konuları da kapsayacak şekilde tamamlanmalıdır. Sosyal
ilişkiler, seyahat ve ulaşım , istirahat, göze ve kulağa hitap
eden sanatlar, kide haberleşmesi gibi alanlar özellikle Islâmın
ilgisi içerisine sokulma ihtiyacındadırlar.
5. Beşerin Birliği:
Hâlık’ın birliği olarak ilâhî birlik bütün insanlara tama­
men aynı yaratılış ilişkisi içerisinde bulunmalıdır. Bu ilişkinin
karşılığı olarak bütün insanlar da Hâlık’la aynı yaratılış ilişki­
si içerisinde bulunmalıdır. Varoluşları açısından (ontically)
birden fazla olamazlar, çünkü bu birden fazla oluş Yaradan’m
da aynı şekilde birden fazla olması anlamını taşır. İnsanlar ta­
biatıyla ırk, renk, fizik, yapı, kişilik, dil ve kültür gibi değişik
özellikler gösterebilirler. Bunların hiçbirinin temelde bir de­
ğeri yoktur, yani bulundukları kişiyi başka bir varlık haline
getirmezler. Hiç biri kişinin Allah (c.c.) öündeki kulluk du­
rumunu etkilemez. Değerleri, kişinin Allah’ın yaratığı olma­
sına bağlıdır. Kişiliği ve kişinin davranışlarını belirlemede ırkî
özellikler onun manevî mutluluğuna veya mahvına sebep
olabilir, ekseriya da olmaktadır. Ama bunların ahlâkî oluşu­
mu belirlemeleri asla gerekli, asla nihaî değildir. Çünkü böyle
özelliklerin akla gelebilecek her türlü bileşiminin bir kişiyi
ahlâken değerli veya değersiz yapması söz konusu olam az.
Kişinin varlığının özünü teşkil eden hüviyeti belirleyici güç­
lerini izleyebilecek, ya da tersini yapabilecek, yani illi etkileri­
ni başka amaçlara yöneltecek biçim de bunlardan uzak kal­
malıdır.
Yukarıda anlatılanlar Kur’an’ın şu İlâhi beyanının bir
tekrarıdır: “Ey insanlar! Biz sizi tek bir çiftten, bir erkekle ka­
dından (yani Adem ile Havva’dan) yarattık ve sizi aşiret ve
milletlere böldük ki birbirinizi tanıyasınız. Aranızda en şeref­
liniz Allah katında en müttaki olanınızdır” (49: 13). Şu veya
bu cinse, “aşiret veya milletlere” ya da şu veya bu ırka mensu­
biyet insanlar arasında muhtemelen en bariz özelliklerden ve
ilk farklılaşmalardandır. İkinci olarak dil, dış görünüş, zekâ,
beceri, bedensel güçlülük gibi doğumda pek sabit olmayıp
değişime uğrayabilen özellikler gelir. Üçüncü de, kişiliğin he­
men değişmeye hazır özellikleri durumundaki erdemler ve
kusurlardır: akıl ve bilgi, takva ve sabır bir yanda, cehalet ve
aptallık, inançsızlık-ve isyan öbür yanda. Bütün bunlar beşeri
kişiliği, ya da hayat tarzını teşkil eder, hiç değilse temelinde.
Kişilik ve hayat tarzının geri kalanı o kişiliğin kendi amelleri­
nin birikimiyle oluşan alışkanlıkları, kanaatlan, eğilim ve mi­
zacı, Un, tarih ve geleneğidir. Bunlann hepsi insan kişiliği için
esas ve belirleyicidirler. Ama doğumdan önce takdir edilmiş­
likten oldukça farklıdırlar, aynı kalmazlar; hayatın değişik ba­
samaklarında edinilebilirler, gelişmeye, değişmeye veya terke-
dilmeye müsaittirler.
insanlar bu özelliklerin değerini, kişinin hayatında oyna­
dıkları rollerin mahiyetini kavramada yanlış yapabilmekte­
dirler. Tarihte, kişilerin ve grupların kanaadannı etkilemede
ilk özelliklerden, yani cinsiyet ve ırktan, daha etkili başka bir
beşerî özellik söz konusu olmamıştır. Halbuki bunlar ahlâkî
karar ve eylemlere en az dayalı ve değişmeye en az açık ol-
duklarınd an en m asum özelliklerdir. Pek ço k d u ru m d a, ilk
elde göze çarpm aları karar verm ede bunları en belirleyici du­
rum una getirm iş ve bunlara dayanılarak ayırım lar, farklılaş­
m alar m eydana getirilm iştir. Kur’an’ın ön ce bun ları ele alm a­
sı ve bunlara dayanılarak verilen hüküm leri geçersiz kılm ası­
nın sebebi işte budur. Bu özellikler Allah yapısıdır, zorunlu ve
değişm ezdirler. Allah tarafından yalnızca kim lik b elirtisi o l­
m ak üzere yaratılm ışlardır. Bu nlara, sah ibin in karakteri ve
değeri konusund a h iç b ir bilgi verm eyen b ir ‘p asaport’, bir
‘kim lik k a rtı’ gözüyle bakılm alıdır. Eger kelim eler lâfzî an ­
lam larıyla alınırsa ayetin anlattığı budur. Eger ‘tanım ak’ keli­
m esi m ecazî olarak alınırsa o zam an Kur’an bize cinsî ve ırkî
özelliklerin Allah tarafından aralarında karşılıklı tam am layı­
cılık ve işbirliği sağlayacak biçim de insanların yararına olarak
yaratıldıklarını söylem iş olur.
O halde bütün insanlar bir ve aynıdır. Islâm ın evrenselli­
ğinin temeli ve zem ini de budur. Bütün insanlar Allah naza­
rında birdirler, an cak ahlâkî yücelikte, kültür ve m edeniyet
sahasındaki başarılarda on ları farklı kılan am elleridir. Eğer
bu am eller başarıları engelleyen kültürel özelliklere dayanı­
yorsa, o özellikleri değiştirip yenilerini edinm ek -ki bu her
zam an m üm kündür- bir m anevî görevdir. Bu tür değişimle­
rin kapısı hiç kapanm az, ö t e yandan, eger hüküm değişmez
özelliklere bakılarak veriliyorsa çok büyük b ir cinayet -ırkçı­
lık (eth nocen trism )- işlenmiş olur. Böyle bir suçun korkunç
boyutları vardır: beşerin birliği ilâhî birlik ilkesiyle birlikte
parçalanır. Allah (c.c.) nazarında şirkten daha iğrenç bir şey
yoktur ve ırkçılık aslında şirkten başka bir şey değildir, insan­
lar arasında düşm anlıklara, savaşa ve kan dökülm esine sebep
olm ada ırkçılıktan daha üretken bir şey bulunam az, insan ce­
m aatleri arasında çeşitli çatışm aların sebebi olarak din ve
başka sebepler gösterilmiştir. Ama gerçekte, cem aatler arasın­
daki çatışm aların hem en tam am ı ‘düşm an’ın değişmesi
mümkün olmayan özelliklerine bakılarak alınan ırkçı karar­
lardan çıkmıştır denilebilir.
Irkçılığın hiç bir türüyle (ethnocentrism , ractsm, nati-
onalism) Islâmın uzlaşması mümkün değildir. Aralarındaki
çatışma amanvermez biçimdedir, çünkü ırkçılığın beşer ru­
hunda, -ister ayırımı yapanın ister ayırıma maruz kalanın-
meydana getirdiği tahribat tamir edilir gibi değildir.
Islâm ın yaptığı biçim de ırkçılığın reddi yurtseverliğin kı­
nanm ası anlam ına gelmez. Yurtseverlik aşk ve sevgiden, ce­
m aatin hayatı ve değerini tak d ird en , ca n ın ı verm ek dahil
onun savunm ası için her türlü fedakârlığa hazırlanm aktan
kaynaklanır. Bu haliyle yurtseverlik yalnız kötü olmayan bir
şey değil, Islâmın teşvik ettiği m üsbet bir niteliktir de. insa­
nın m illetini ve vatanını sevmesi, ona hizm et edip, saldın ve
haksızlıklar karşısında savunması hem d inî, hem de ahlâkî
bir görevdir. Oysa ırkçılık yurtseverlikten çok başka bir şey­
dir. Ö zü ırkı hayır ve şerrin tek kıstası yapm aktır. En göze
çarpan tavrı ise ırkı, o ırka mensup olanların özellikleri sebe­
biyle, insanlıktan üstün tutm ak, başka her şeyi gözden çıka­
rıp yalnızca o üstünlüğün üzerinde durm aktır. Bu varsayımla
yola çıktığından ırkçılığın m ensuplan üzerinde m utlak bir
denetim e sahip olm ası mümkündür, ileri sürdüğü iddia tek
gerçeklik olm a iddiasıdır. İster Yahudi, ister Fransız, Alman
veya Rus olsun, her ırkçı Yahudilerin, Fransa, Almanya veya
Rusya’nın hayır ve şerrin tek kıstası olan nihaî gerçeklikler ol­
duğuna sam im i olarak inanır. Siyanozmin Yahudi ruhunda,
Hegel, Fichte, Nietzsche ve diğer rom antik düşünürlerin ‘De-
utschland’ konusunda Alman ruhunda, Rousseau, Fustel de
Coulanges ve ötekilerin ‘La N ation’ veya ‘La France’ olarak
Fransız ruhunda meydana getirdikleri ve Yahudileri, Alman­
ya ve Fransa’yı kasıp kavuran, bir dinî inancın nihaî gerçekli-
gine benzeyen bir haldi. Bu mistik hareketlerin egemen oldu­
ğu gurur ve ilham, bağlılarının kalp ve tahayyüllerinde yarat­
tıkları harekete geçirici cazibe, gerçekten de anlaşılam az,
müthiş, büyüleyici, önsel ve aynı zamanda mudak, yüce ve
ulvî bir gerçekliğin meydana getirebileceğinden farksızdır.
Müslüman ise bunun tam tersine inanan kişidir. Çünkü
onun Rabbi âlemlerin Rabbidir ve bu önkabul, yukarıda anı­
lan birliklerin ve beşerin birliğinin esas alınmasını gerektirir.
Müslüman bir ırkçı, bu sebeple, terimsel bir çelişkidir. Irkçı­
lığın peşinde giden bir müslüman ya münafık ya da zındıktır
veya lslâma bağlılığı rüşvet ve kişisel çıkarın cazibesine daya­
namayacak kadar zayıf biridir. Müslüman milliyetçi önderler
diye anılan kişilerin çoğunun sebat, dâvâya sadakat ve ihlâs
noktasından eksik oluşlarının sebebi de budur.
Çağımızda, insanın bilgisinin neredeyse tümü, ırkı İnsa­
nî değerlerin nihaî tayin edicisi olarak kabule dayanmaktadır.
Toplumun bilgisi de sosyal düzen ve örgütün temeli olarak
ırkı kabul etmektedir. Aydınlanma döneminin evrenselciliği
-rom antizm in ırkçı yaklaşımmca yenilmeden ö n ce-, uygu­
lanma fırsatını bir türlü bulamamıştır. Gerçekten de, Aydın-
lanma’nm evrenselciliği kuramsal ve kuşkucuydu; hareketin
öncüsü Immanuel Kant’ın elinde bile insanlığın çeşitli dalları
Avrupalının geleneksel peşin hükümcülüğü ile Asyalı, Afrika­
lı ve AvrupalIların ırkî özelliklerine göre üstün ve aşağı olarak
sınıflandırümıştı. Romantizm akılcılığın veya Hıristiyan ev-
renselciliğin en küçük izlerini bile silerek bütün batıyı kasıp
kavurdu, beşerî ve sosyal bilim ler ile güzel sanaüar için en
önemli itici güç oldu. Düşünürleri insanı, hayalgücüyle tasar­
lanan bir topraktan, esrarlı biçimde sonu olmayan bir zaman
boyutunda bulunan bir ırk, halk veya kandan, zaman ve me­
kânda derinlik ve genişlik olarak sınırsız biçimde kök salmış
bir gelenekten kaynaklanıp beslenen olgular, birimler ve güç-
ler bileşkesi olarak tanımlarlar. Dahası, bunlar akılla anlaşıl-
maz; duygu, anlık deney ve ilham ile kavranırlar. En beliğ ve
en açık ifadeleri güzel sanatlarda, özellikle müzik, resim ve
edebiyatta bulunur. Din bile bu romantik düşünürlerce, özel­
likle Schleiermacher’ce, yeniden tasarlanmış ve yalnızca sâli-
kin anlaşılmazı deneyimine, yani kişisel duygularına dayan­
dırılmıştır. Böyiece ona, ‘hayal ürünü’ ve ‘afyon’ gözüyle ba­
kan muhaliflerinin çizgisinde akıldışı ve keyfi bir hüviyet ve­
rilmiştir.
Batılı beşeri bilimler ‘insan’ ve ‘insanlık’tan bahsetmeyi
sürdürdü. Ama romantikleştirilmiş anlamlarıyla bunlar, batı­
lı insan ve batılı insanlığa delâlet ediyordu. Asya, Afrika ve
Güney Amerika’nın milyarlık ‘zencileri’, milyarlık ‘kahveren­
gi’ ve milyarlık ‘san’ benizlilerini dışarıda tutmadıysa da, on­
ları sömürgeliştirilip istismar edilebilecek ve batılı insanlığın
çıkarları doğrultusunda kuilandabilecek insan müsveddeleri
kabul etti. Tabii bunlar üzerinde araştırmalar yapılmalıydı;
ancak bu araştırmalar, batının vaktiyle yaşadığı bir çağın ör­
nekleri olarak bunları ele almak ve böyiece batdı insanın tari­
hî gelişimini anlamasına katkıda bulunmak amacına yönelik
olmalıydı.
Irkçılık içte de bölücüdür; çünkü herhangi bir cemaat
içerisinde geniş gruptakinden daha yoğun içsel özellikler gös­
teren alt-gruplar bulunması daima mümkündür. Böyle bir
‘olgu’ bu daha küçük grubun kendinde daha güçlü özellikler
bulunduğu iddiası için bir temel teşkil edebilir. Bu yolla, sa­
nayii ve ulaştırmanın gelişmesi sayesinde daha yoğun temas­
ların söz konusu olmaya başladığı bir sırada dünyanın geri
kalan kısmıyla batıyı ayırması yanında, romantizm batıyı da
her biri hayır ve şerrin kıstasları olarak ‘millî yararı’ gören
birbirine düşman ve rakip milledere bölmüştür. Batı milletle­
ri birbirlerinin bulgularını öğrenmiş ve hemen kabul etmiş-
lerdir. Bir milletin romantik görüşleri, tahlil ve ifadeleri öte-
kilerce de doğru olarak kabul edilmiş ve kendi malıymış gibi
alınıp uygulanmıştır.
Batıda sosyal bilim ler -tarih, coğrafya, iktisat, siyaset bi­
lim i, sosyoloji ve an trop oloji- hep rom antizm in itici gücüyle
gelişmişlerdir. Hepsi de, herbiri kendine özgü biçim de, ırkçı
görüşe d ayanm aktadırlar. Bu görüşe göre, iyi belirlen m iş
coğrafî ve dem ografik sınırları, -a m a belirsiz ve başıbozuk
tarihi içerisinde- m illet veya ırka dayalı yapı tahlil ve değer­
len dirm en in nih aî birim id ir. ‘Toplum ’ veya ‘sosyal düzen’
kavram larından söz ettiklerinde kasıtları kendilerinin m illî
yapıları veya düzenleridir. Bazıları bunu daha ilk sayfadan
açıkça söyler, bazılarıysa ‘zaten herkes biliyor’ varsayımıyla
söylemeden geçer. İrkçı kuram ı en cesurca teyid eden sosyo­
lojidir, çünkü toplum ve sosyal düzenle doğrudan ilgilen­
m ektedir. O nu siyaset b ilim i izler. Batı coğrafya ve tarihi
dünyayı batının bir uydusu olarak görür; yazarına ve kitabın
basım yerine göre kalbin ve m erkezin İngiltere, Am erika,
Fransa, Almanya ve İtalya olabildiği bir dünyadır bu. Batı ik­
tisat ilmi, ilk zamanlarında, kendine evrensel bilim ünvanını
lâyık görecek kadar yüzsüzdü. Ama Avrupa’nın rom antik
ideolojide ve ırkçılıkta en ileri gitmiş bir m illetinin, Nazile-
rin, batıya yönelttiği tahlille gerçek yerine oturtuldu. Bu di­
siplin adına Kari M arx’ın aynı türden abartmalı iddiaları da,
tatbikatta Lenin ve Kruşçef tarafından yalanlandı. Rejimleri
bu konuda yazılı bir açıklamaya izin vermemekteyse de, göze
çarpar nitelikte ırkçı (burada milliyetçi-sosyalist) beyanların
Sovyetlerin 1978 Anayasalarına girmesi sağlandı.
Son olarak antropolojinin bu bilimlerin en cüretkârı ol­
duğunu belirtmeliyiz. Bu bilime göre ‘insanlık’, ırkî yapı de­
mektir, mantıken onunla eşanlamlıdır ve biri diğerinin yerine
kullanılabilir. Son iki asırda bu bilim in etkisi bir alt-grubu
bırakıp ötekini ele alarak, her biri için grubun içsel özellikle­
rinden bir ideoloji ve değerler sistemi imal ederek insanlığı
ırkçılık çılgınlığına saptırmak oldu. Evrensel insanı tanım la­
yıp üzerinde durm ak yerine, bütün ilgisi özeli tanım lam ak,
geliştirmek ve elinden geldiğince büyütmeye yöneldi.
Islâm, aileyi sosyal düzenin ana birikim i olarak kabul et­
ti ve m iras konusu ile çok sayıda aile ferdinin aynı sofrayı
paylaşmasını -y ani iktisatlı o lm ayı-, düzenleyen kararlarıyla
geniş aileden yana oldu. Amaç açıktır: birbirine çok yakın,
genellikle aynı çatı altında yaşayan geniş aileye mensup fertler
birbirlerini sosyal bakımdan, duygu ve akü sağlığı yönünden
desteklerler. Aileden sonra, Islâm, ırki (ethnic) grubu değil,
insanlığı, evrensel sosyal düzeni tanır. Aile ile insanlık arasın­
da bir şey bulunmaz. Sosyal düzen olarak yalnız bu ikisi var­
dır. İnsanın bu düzene mensubiyeti Islâmın sosyal bilimlere
ilgisini teşkil eder. Aİle ile insanlık arasındaki ülke veya bölge,
halk veya millet gibi beşerî gruplaşmalara, Islâm hayır ve şer
tanımıyla, Islâmın yorumu ve uygulamasıyla tamamiyle ilin-
tisiz idari birim ler olarak bakar. Çağdaş batının sanatı, beşerî
ve sosyal bilimleri bu sebeple baştan ayağa yeniden biçim len-
dirilmelidir. Bunlar için Islâmın evrenselliğini yansıtacak ye­
ni bir ilkeler temeli verilmeli ve bunlar müslüman düşünür­
den sosyal araştırmada nihaî rehberlik yapacak yeni bir de­
ğerler sistemi, yani İslâmî değerler ve gayeler, edinmelidirler.
Çalışma plânının amaçlan şunlardır:
1. Modern disiplinleri iyice öğrenmek.
2. İslâmî birikimi iyice öğrenmek.
3. Modem bilginin her alanıyla Islâmın özel irtibatını
sağlamak.
4. lslâmi kültür birikimiyle modern bilgi arasında geçerli
bir sentez için yollar aramak.
5. İslâmî düşünceyi Allah’ın (c.c.) yaratıştaki ilâhî tarzla­
rını Jkeşfedecek bir yörüngeye oturtmak.
Bu amaçlara ulaşmak için bazı adımlar atılmalıdır. Bun­
ların mantıkî dizimi her adıma ait öncelik sırasını da göster­
mektedir.

A. BİLGİNİN ÎSLÂMÎLEŞTİRİLMEŞINÎ
SAĞLAYACAK ZORUNLU ADIMLAR

Adım 1. Modern Disiplinleri iyice Öğrenmek: Batıda gö­


rülen en gelişmiş biçimleriyle disiplinler sınıflara, ilkelere,
usûllere, sorunlara ve konulara ayrıştırümalıd"-. Böyle bir ay-
rıştırma disiplinin usûlü konusundaki klasik bir ders kitabı­
nın ‘içindekiler’i veya o disiplinde lisansüstü çalışm a yapa­
cakların mudaka almış olm aları gereken bir dersin anahatla-
n n ı yansıtmalıdır. Böyle b ir ayrıştırma teknik terim ler veya
bölüm başlıklarıyla doldurulmayacaktır. Teknik terimlerin ne
anlama geldiğinin anlaşıldığı, sınıflar, ilkeler, sorunlar ve di­
siplinin batılı ve en üstün biçim inin belli başlı konularının
verildiği açık cümleler tarzında olmalıdır.
Adım 2. Disiplin Araştırması: Her disiplin konusunda
araştırmalar yapılmalı ve disiplinin çıkışını, tarihi gelişimini,
usûlünün kaydettiği gelişmeleri, ilgi alanının genişlemesini, o
bilimle uğraşanların katkılarını etraflıca anlatan raporlar ha-
zırlanmalıdır. Her disiplinle ilgili araştırmayı o konuda yazıl­
mış en önem li eserlerin şerhli bir bibliyografyası tam am la­
malıdır. Bibliyografya disiplinin üzerine oturduğu ve onlarsız
bilim in ögrenilemeyecegi temel kitap ve makaleleri ihtiva et­
melidir.
Bu adım, müslümanın, batıda geliştiği biçimiyle disiplini
iyice anlayıp öğrenm esi açısından önem lidir. A nahatlann
açıkça yer aldığı, dipnot ve şerhlerle donatılan disiplin araş­
tırması, o disiplinin Islâmîleştirmesi kendilerinden beklenen
uzmanlar için bir ortak anlama zemini teşkil edecektir. Bilgi
patlaması sebebiyle batıdaki disiplinler bugün 'çok ihtişamlı
şeyler’ haline geldiklerinden, o disiplinle ilgilenen müslüman
bilim adamlarının ayaklarını yere basması ve İslâmlaştırma
çabalarının konusunun tanımı, tarihi, topografyası ve sınırla­
rı üzerinde bir fikir birliğine varmaları gerekmektedir.
Adım 3. İslâmî Birikimi iyice öğrenmek: Antoloji: Islâmın
disipline irtibatını derinliğine ele almadan önce İslâmî kültür
birikiminin o disiplin konusundaki görüşlerini keşfetmek zo­
rundadır. Ecdadm mirası bizim için Islâmın irtibatının baş­
langıç noktasını teşkil etmelidir. Birikimi dikkate almadığı,
ecdadın kavrayışından istifade etmediği taktirde disiplini Is-
lâmîleştirme çabamız zayıf kalmaya mahkumdur. Fakat biri­
kimin disipline katkısı çağdaş araştırmacının kolaylıkla elde
edeceği, okuyup anlayacağı bir durumda değildir. Hatta çağ­
daş araştırm acı Islâmın disipline katkılarını birikim den ç ı­
kartabilecek biçimde techizatlanmış bile değildir. Çünkü m o­
dern disiplinin konulan, hatta bazen adı bile o şekliyle biri­
kimde bilinmemektedir. Aynı şekilde, birikimde öyle değerli
unsurlar da vardır ki, modern tarzda sınıflandırılmaları/ta­
sarlanmaları mümkün değildir. Batılı eğitim görmüş müslü­
man bilim adam ı ekseriya m irasın elde edilememesi duru­
muyla karşı karşıya gelmektedir. Umutsuzluk içerisinde, biri­
kim in o konuda suskun olduğu inancıyla, hemen dönüver-
mek eğilimindedir. Oysa bu durum, disipliniyle ilgili malze­
menin birikimde hangi başlıklar altında aranması gerektiğini
bilmemesinden ileri gelmiştir. Dahası, batı eğitimi görmüş
müslüman bilimadamı, İslâmî birikimin büyük ve muhteşem
eserlerini bütünüyle gözden geçirmek için gerekli olan za­
man ve enerjiye de sahip değildir.
ö te yandan, geleneksel eğitim görmüş ve İslâmî biriki­
min üstadlan olan bilimadamlan da, disiplinleri bilmedikle­
rinden birikimin modern disiplinlerle ilgisini keşfedip belir­
leyebilecek durumda değillerdir. Birikimdeki uzmanlıklarına
rağmen bu böyledir. Modern disiplinlerin konulan ve sorun­
larına âşinâ değildirler. Bu yüzden onları nelere ihtiyaç oldu­
ğu konusunda ve sonra gerekliyi çıkarmak üzere birikimle
başbaşa bırakmak gerekir. Bu konuda birinci ve ikinci adım­
da üretilenler, uzmanlan modern disiplinlere âşinâ kılarak ve
böyiece ellerine araştırmalarında kullanabilecekleri bir ilgi
kıstası vererek, faydalı olacaktır.
Bu adım, her disiplin için o disiplinin başlıklanna göre
birikimden hazırlanacak bir kaç ciltlik seçme okuma parçala-
rı a n to lo jisin in hazırlığıyla ilgilidir. Bu a n to lo jile r çağdaş
m üslüm an bilim adam ına uzm anlık alanında birikim le kolay­
ca ilgi kurabilm e im kânı sağlayacaktır. Birikim in onun ana
araştırm a alanını teşkil eden konulara katkılarını âşinâ oldu­
ğu bir düzen içerisinde bulacaktır. M üslüm an bilim adam ı b i­
rikim i kendiliğinden ulaşabilecek zam ana ve bilgiye sahip ol­
m adığından (h atta bazen b irikim in dilin i bile bilm ediğin­
den) bu antolojiler olm aksızın birikim i iyice öğrenm esi bir
tarafa, onunla âşinalık peyda etm esi bile m üm kün değildir.
Adım 4. tslâmî Birikimi iyice öğrenmek: Tahlil: İslâmî b i­
rikim in başarılarını batılı eğitim görm üş müslüman bilim a-
dam ının anlayışına biraz daha yakınlaştırmak için herhangi
bir konuyla ilgili sayfalar dolusu malzemeyi antoloji biçim in­
de takdim etm ek yalnız başına yeterli olmaz. Ecdat, karşıları­
na çıkan sorunlara tslâmî görüşü nasıl uygulayacakları konu­
sunda çalışm alar yapm ıştır. Bunu yaparken de dikkatlerini
kaptırdıkları pek çok unsur ve güçlerin etkisinde kalmışlar­
dır. Onların tslâm î görüşü billurlaştırm alarını anlayabilmek
için, eserleri tarihî çevreye, söz konusu sorunun hayatın öteki
bölüm lerine, tanım lanan ve açıklanan düşünceye irtibatına
göre tahlil edilm elidir. Birikim in katkılarının tarihî tahlili
kuşkusuz İslâmî görüşün sayısız yönlerine de ışık tutacaktır.
Ecdadın bir şeyi nasıl anlayıp ondan nasıl etkilendiklerini,
onu eyleme ve davranış biçim ine dönüştürme yolunda neler
tavsiye ettiklerini, özel zorluk ve sorunlarını halletmelerine
nasıl yardım ettiğini öğrenmek İslâmî görüşü daha iyi anla­
maya sebep olacaktır.
İslâmî birikim in katkılarının böyle bir tahlili rastgele ele
alınamaz. Bir öncelikler sırası tesbit edilm eli ve müslüman
bilim adam ları onları sırasıyla ele almaya davet edilmelidir.
Herşeyden önce günün sorunlarıyla ilgi kurulabilen ana so­
runlar, sürekli konular tslâmî eğitimin ve araştırma stratejisi­
nin hedefi olmalıdır.
Adım 5. Islâmın Disiplinlere ö z e l İlgisinin Kurulması:
ö n ce k i dört adım, sorunu müslüm an düşünürün önüne ge-
tirmektedir. Birarada m üslüm anların kendilerini kaybettikle­
ri dönem de kaçırdıkları disiplinlerin kaydettiği gelişm eleri
ona özetlem ektedirler. Aynı şekilde, Islâm! birikim in disip-
linlerce incelenen alanlara ve genellikle disiplinin ana am aç­
larına katkılarını m üm kün olan en inand ırıcı yetkinlik ve
açıklıkla ona bildirmelidir. Bu malzemeler ilgi ve uygulama­
nın genellem e veya kuram h alin e getirilm esi bakım ından
m odern disiplinle aynı düzeyde ilkelere dönüştürülerek daha
özelleştirilmelidir. Bu konuda modern disiplinin tabiatı, te­
mel yöntem, ilke, sorun, amaç ve um utlan, başarılan ve ek­
siklikleri İslâmî birikim le irtibatlandırılm alıdır ve birikimin
her birine özel ilgisi genel katkıdan çıkarılmalıdır. Üç temel
soru sorulmalı ve cevapları aranmalıdır. Birincisi, Kur’an’dan
modernistlere kadar İslâmî bilgi mirası disiplince tasarlanan
değişik konulara ne gibi katkılar yapmıştır. İkincisi, İslâmî b i­
rikimin disipline katkısı disiplinin başarılarıyla karşılaştırılıp
tartışıldığında ne durumdadır? Üçüncüsü, tslâmî birikimin
pek az katkıda bulunduğu, ya da hiç bulunmadığı konularda
çelişkiyi ortadan kaldırm ak, sorunu yeniden biçimlendirip
temel görüşü genişletmek üzere müslümanın çabası hangi is­
tikamete yöneltilmelidir?
Adım 6. Modern Disiplinin Eleştirilerek Değerlendirilmesi:
Durum Değerlendirmesi: Artık modern disiplin ve İslâmî biri­
kim elden geçirilmiş, yöntemleri, ilkeleri, konuları, ele aldık­
ları sorunlar ve başarıları belirlenmiş, araştırılıp tahlil edilmiş
ve nihayet Islâmın disipline özel irtibatı ortaya çıkarılmış bu­
lunuyor. Bundan sonra disiplin tslâmî açıdan eleştirici bir
tahlile tâbi tutulmalıdır. Bilginin Islâmîleştirilmesinde bu çok
önemli bir adımdır, ö n cek i beş adımın hepsi bunu sağlama­
ya yönelik bir tür hazırlayıcı durumundadır. Târihî gelişimi
içerisinde disiplinin ne olduğunu belirleyen ikinci derecede
unsurlar tanım lanm alı ve açıklanmalıdır. Veri, sorun ve tas­
n if tarzı olarak neleri görmekte, kuram olarak ve sorunlarını
incelemede temel ilkeler diye neleri ele almaktadır. Kısacası
usûlü tahlil edilmeli, indirgeme, yeterlilik, akla uygunluk ve
Islâmın öngördüğü o beş ‘birlik sistemi’ne sadakat bakımın­
dan denenmelidir. Disiplinin öndegelen sorunları ile devamlı
konuları, varsayımları, önem leri ve disiplinin temel görüşüne
ilgileri bakımından tahlil edilmelidir. Disiplinin nihaî gayesi
usûlüne ve ilk eldeki hedeflerine eleştirel olarak irtibatlandı-
rılmalıdır. Kurucularının amaçlarını gerçekleştirdi mi? Bilgi
peşinde koşma işindeki rolünü idrak etmiş midir? Anlama ve
tarih açısından kurması beklenen ilâhî yaratış tarzlarını sis­
temleştirebilmiş midir? Bu soruların cevaplan disiplinin İs­
lâm gözüyle tür bir genel değerlendirmesini yapmış, şu veya
bu tbir tslâmî düzeltme, ekleme ya da çıkarmanın gerekli ol­
duğu alanları aydınlatmış olacaktır.
Adım 7. tslâmî Birikimin Eleştirilerek Değerlendirilmesi:
Durum Değerlendirmesi: tslâmî birikimle kastımız, önce Al­
lah (c.c.) kelâm ı olan Kur’an-ı Kerim ve Hz. Peygamberin
(s.a.s.) Sünnetidir. Bunlar eleştiri veya değerlendirme konusu
değildirler. Kur’an’ın ilâhî mevkii ve Sünnetin biçim i tartış­
ma üstüdür. Oysa bu iki kaynağın müslümanlarca nasıl anla­
şıldığı tartışmaya açıktır. Bu iki kaynağın koyduğu ilkeler açı­
sından hem değerlendirme hem de eleştiri konusu olması ta­
biidir. Bu iki kaynaktan insanın zihnî çabası sonucu çıkabile­
cek tslâmî birikimdeki herşeyin durumu da aynıdır. Beşerî
unsur bir zamanlar müslümanın hayatında oynadığı -ve oy­
naması gereken- dinamik rolü artık bıraktığı için yeniden
gözden geçirilmeye muhtaçtır. Vahyin günün değişik sorun­
larına irtibatıyla ilgili beşerî anlayışımız üç noktada eleştiri
konusu yapılmalıdır. Birincisi, vahiy kaynaklarından doğru­
dan ve tarihte Hz. Peygamber (s.a.s.), ashabı ve onlardan
sonra gelenler (Allah hepsinden razı olsun) tarafından somut
uygulanmasından belirlenebileceği kadarıyla İslâm î görüş.
İkincisi, dünyanın her yanındaki ümmet mensuplarının bu­
günkü ihtiyaçları. Üçüncüsü, disiplinin temsil ettiği bütün
modern bilgi. Eger birikim yetersiz veya hatalı bulunuyorsa
bugünkü çabalarım ızla düzeltilmelidir. Yeterliyse, daha bir
geliştirilip billurlaştırılması gelecek için gereklidir. Her halü­
kârda, İslâmî birikim le irtibatsız hiç bir İslâmî tavır bugün
geçerli değildir. Bunun için de, gücü ve zayıflığıyla birikimin
tam bilgisine sahip olunmalıdır. Dahası, bugünün ve yarının
İslâmî tavrı da ondan radikal bir uzaklaşma yerine birikimle
bir devamlılık biçimi almalıdır.
Beşerî etkinliklerin her alanına İslâmî birikimin katkısını
değerlendirme görevi, bu sebeple, o etkinlikteki uzmanların
omuzlanndadır. O alanda müslümanların neye ihtiyacı oldu­
ğunu onlar izlemekte ve o etkinliği araştıran modern disipli­
ni en iyi onlar bilmektedir. Tabii ki, en geçerli ve doğru anla­
yışa ulaşabilmek için İslâmî birikim uzmanlarının yardımla­
rını da yedeklerine almalıdırlar.
Adım 8. Ümmetin Belli Başlı Sorunları Soruşturması: Ye­
ni yeni kendine gelmeye başlayan ümmet bugün her cephede
önemli sorunlarla karşı karşıyadır. Her bakımdan göze batar
haldeki ekonomik, sosyal ve siyasî sorunlan, zihnî ve ahlâki
düzeydeki derinde yatan bunalımına göre yalnızca aysbergin
su yüzünde kalan kısmı durumundadır. Aysbergin tümü ya
da sebepler, görüntüler, öteki olayların diyalektiği ve ümme­
tin sorunlarının sonuçları karmaşası deneysel bir soruşturma
ile eleştirel bir tahlil gerektirir. Disiplinin ruhu, ümmetin so­
runlarıyla başa çıkabilecek, yani müslümanların bunları doğ­
ru anlamasını, ümmetin hayatı üzerindeki etkisini dakik ola­
rak tesbitini ve dünyadaki İslâm dâvası üzerindeki nüfuzu­
nun belirlenmesini sağlayacak, biçimde kullanılmalıdır. Hiç
bir müslüman akademisyen disiplinindeki çalışmasını fildişi
kuleden boş bir merak olarak, ümmetin varoluşsal gerçekle­
rinden uzak biçimde yürütmemelidir. Allah’a (c.c.), bize ‘fay­
dalı bilgi’ vermesi için dua etmek bizim akademik araştırma­
larımıza da, bakışımızı eldeki konuya çevirerek, ışık tutmalı­
dır. Herşeyin üstünde de disiplinler ve eğitim kurumlarımız-
la, onların Islâmdan uzaklaştırmaya çalışmada ısrarları ve bi­
zim Islâmîleştirme çabalarım ız biçim inde gelişen çatışma
vardır. Aynı anda, dikkatimiz ümmetin siyasî, sosyal, ekono­
mik, fikrî kültürel, ahlâkî ve manevî yapısını, etkileyen belli
başlı sorunlara, daha doğrusu ümmetin her beşerî alandaki
sorunlarına yönelmelidir.
Adtm 9. İnsanlığın Sorunları Soruşturması: Yalnızca üm­
metin değil tüm insanlığın refahı sorumluluğunu üsdenmek
İslâmî görüşün esaslanndandır. Allah’ın (c.c.) emaneti bütün
evreni kapsayıcıdır; insanın sorumluluğu da aynı kapsamda
olmak zorundadır. Ümmetin, başka ümmetlerle karşılaştırıl­
dığında, pek çok konuda onlardan geri ve gelişmemiş olduğu
doğrudur. Ama ideolojik ifadesi aynı anda dinî, ahlâkî ve
maddî zenginliğin sebebi olan ‘hakikat’ın sahipliğinde üm ­
metin üstüne yoktur. İslâm sayesinde ve Allah’ın (c.c.) takdi­
riyle insanlığın muduluğu ve tarih için önşart olan temel gö­
rüşe sadece ümmet sahiptir.
Bu yüzden müslüman düşünür bugün kendi dünyasını
saran sorunları ele almak ve lslâma göre çözümlerini öner­
mekle yükümlüdür. Dâvaları emperyalist sömürgecilerle on­
ların zincirlerini kırma peşindeki devrimciler arasında bo­
ğulmuş beşerî yığınlar için tek hoş sadâ, İslâmî görüşün sahi­
bi olan ümmete aittir. İrkçılık insanlar arasındaki ilişkileri
bütün dünyada tahrip etmektedir. Alkol ve uyuşturucu mad­
deler, cinsî serbestlik ve aile yapısının bozulması, cahillik ve
tem b ellik, m ilitarizm ve silâhlanm a, tab iatın kendisine
yöneltilen tecavüz ve yeryüzünün ekolojik dengesine yönelen
tehdit hiç bir direnişle karşılaşmadan kendilerine düşen tah­
ribi yapmaktadırlar. Bu sorunlar da İslâmî düşünce, plânla­
ma ve eylemin, ümmetin ve bütün insanlığın mutluluğunu
da yakından ilgilendiren, bir meşguliyet sahası olmaya lâyık­
tır. Bu sorunları çözüp insanlığı mutluluğa, yani adalet ve te­
miz vicdanla zenginliğe, kavuşturmak İslâmî umuttan ayrıla­
maz.
Adım 10. Yapıo Tahlil ve Terkip: Modern disiplinleri ve
tslâmî bilgi mirasını anlayıp iyice öğrendikten, güçlü ve zayıf
noktalarım tesbitten, Islâmın disiplinlerin belli alanlarına il­
gisini kurduktan, Allah’ın yeryüzündeki halifeleri olarak baş­
lattığı tarihî yürüyüşte ümmetin karşı karşıya kaldığı sorun­
ları belirleyip kavradıktan ve müslümanlara beşer tarihin
‘Şühedâ alen-Nâs’ı (insanlar üzerine şahit) olmayı görev ola­
rak veren İslâm gözüyle insanlığın daha kapsamlı sorunlarım
anladıktan sonra, sahne müslüman beyninin yapıcı sıçraması
için hazır hale gelmiştir. Eger dünya önderliğini alacak ve be­
şerî ilişkilerde yararlı ve medenileştirici rolünü sürdürecekse
Islâm için onbeşinci yüzyılda yeni bir yol açılması zorunlu­
dur.
Asırlar sürmüş azgelişmişlik uçurumu üzerine bir köprü
kuracak biçimde İslâmî birikimle modern disiplinler arasın­
da bir yapıcı senteze gidilmelidir. İslâmî bilgi birikimi çağdaş
başarılarla sürdürülmeli ve bilimin sınırlarım modern disip­
linlerin öngördüğünden daha ileri ufuklara götürmeye başla­
malıdır. Yapıcı terkip belirlenmiş ve tahlil edilmiş sorunlarını
ele alarak ümmetin realitesi ile irtibatını da sağlamalıdır. Da­
ha doğrusu, bütün dünyanın sorunlarına yararlı çözümler
getirdiği gibi İslâmî umudun çıkardığı yepyeni konuları da
ele almalıdır. Beşer hayatının her yönünde o umudun özel
muhtevası nedir ve yeni terkip üm m et ile insanlığı bu um u­
dun gerçekleşmesi bakım ından nasıl harekete geçirecektir?
Islâmi birikim in belli b ir konu veya soruna irtibatı ve bir
konunun taşıdığı özel anlam söz konusu olduğunda müslü-
m anın izlemesi m eşru olan yollar nelerdir? Hemen her du­
rum da İslâmî olana yakın veya çok uzak, şu veya -bu şekilde
etken, Islâm ın nihaî gayesine doğru bir hareketi teşvik eden
veya engelleyen sayısız yollar izlemek mümkUn olabilm ekte­
dir. Bu yollardan hangisi m üm kün, zorunlu veya elzem, ar­
zulanır ve meşrudur? (H angisi farz, hangisi vacip, mendup
veya m übahtır?) Islâm ın, şeriatı, ahlâkî sistem i, kültürü ve
ruhuyla, eldeki soruna irtibatı hangi kıstasa dayanılarak tes-
bit edilecektir? ö n e rile n çözüm lerin yararlılığı hangi yön ­
temle ölçülecektir? Yapıcı terkibin katkısının görülmesi, de­
nenmesi ve değerlendirilmesi, uygun düzeltme ve eklemele­
rin yapılması, gelişme ve yararının izlenme ve değerlendiril­
mesi hangi ilkelere göre olacaktır?
Adım 11. Disiplinleri İslâmî Çerçeve içinde Yemden Bi­
çimlendirmek- Üniversite Ders Kitapları: Tabiatı gereği, Islâ-
ma ayarlı her kafa aynı çözüm e ulaşacak veya ümmetin bu­
günkü ve gelecekteki varlığına Islâmın irtibatını belirlerken
aynı yollan seçecek değildir. Böyle bir görüş farklılığı ne arzu
edilir, ne de arandır bir şeydir. Üm m etin kendi nitelik ve ga­
yeleri konusundaki bilinç düzeyini yükseltmek üzere modern
disiplinlerde uzman samimi müslümanların çok sayıda deği­
şik eleştirel tahlillerine muhtacız. Üm m etin Hicretin ilk asır­
larındaki dinamizmine yeniden kavuşması, ancak Allah’ın ta­
biatta gözettiği tarzlar konusunda sürekli yeni fikirlerin kay­
nadığı bir kazan, ilâhî değerleri ve emirleri tarihte somutlaş­
tırıp ortaya koyacak sınırsız bir ahlâkî ve yaratıcı görüşler
madeni haline gelmesiyle mümkündür.
Islâmın anlaşılmasıyla ilgili böyle bir dizi yeni fikirler ve
o anlayışın ikamesi için yaratıcı düşüncelerden hareketle d i­
siplinin üniversite düzeyinde arzulanan ders kitabı yazılabilir.
Her konu, dal veya sorunla ilgili ferdi keşifleri anlatan yazılar,
disiplin için İslâmî görüşün elde edilebileceği bir “tarih! özet”
veya “m üracaat kaynağı” sağlayacak kadar çok sayıda yazıl­
malıdır.
Disiplinin tslâm ileştirilm esi tek bir ders kitabıyla, hatta
bu kitap yukarıda belirlenen özellikleri taşısa bile, yerine ge­
tirilm iş olmaz. M üslüm an zekâların zihinsel gücünü a rttır­
m ak için pek çok ders kitabına ihtiyaç vardır. Herşeyden ö n ­
ce üniversitenin her sınıfının (lisans, lisansüstü) eğitim ihti­
yaçlarını karşılayacak çok sayıda kitaba acele ihtiyaç vardır.
Müslümanların sınırsız olan ihtiyaçlarını karşılamak ve yine
sınırsız olan tslâm! görüşü yansıtıp billurlaştırm ak üzere de
kitaplar gerekmektedir. Fakat öncelik, ilk çabalarım ızın, İslâ­
mî görüşün disiplinle irtibatını kuracak ve aynı zamanda ge­
leceğin müslüman zekâlan için izlenecek bir genel rehber gö­
revini üstlenecek, her disiplin için bir standart ders kitabına
harcanm asını gerektirmektedir. Üniversite ders kitabı hazır­
lanırken yukarıda anılan adımların ihmal edilmesiyle ortaya
çıkacak sonucun fazla parlak olmayacağı um anz anlaşılmış­
tır. Hz. Peygamber (s.a.s.) başladığım a her şeyi en mükem­
mel biçim de yapmamızı emretmiştir. Üniversite ders kitabı
disiplinlerin tslâmileştirilmesi uzun sürecinin gerçekten son
h alkasıd ır, ö n c e k i b ü tün a d ım ların hedefe ulaşm ası da
onunla olacaktır.
Adım 12. tslâmîleştirilmiş Bilginin Yayılması: Bütün bu
muazzam eserlerin müslüman bilim adamlarınca hazırlan­
dıktan sonra sadece onların özel koleksiyonlannda kalması
gerçekten çok yazık bir şey olur. Sadece yazarlarının eş-dost
çevresinde bilinm esi veya yalnızca kendi bölge ve ülkesinin
eğitim kurumlarınca kullanılması da üztinülecek bir durum-
dur. Allah (c.c.) rızası için üretilen herşey aslında bütün üm ­
m etin malıdır. Um ulan sevap Allah’ın en çok sayıda yarattığı­
na ulaştırılıp onlar tarafından benim senene kadar elde edil­
m iş olm ayacaktır. M ü slü m an lar fikrî çabaların d an dolayı
maddî olarak m ükâfatlandırılabilirler, ama İslâmî fikir eserle­
ri te lif hakkı konusu yapılam az, yani kâr için tekelleştirile-
mez. Allah (c.c.) rızası için üretilm iş olm ası, kâğıdı, m ürek­
kebi ve cildine yatırımda bulunm ak isteyen herkesin istifade­
sine her zaman açık olm asını gerektirmektedir.
İkinci olarak, yukarıda anılan adım larda üretilen fikri
eser dünya m üslüm anlarının -hatta insanlığın- uyanması, ay­
d ınlan m ası ve seviyesinin yükselm esi am acına yöneliktir.
Okuyucular, ya da ürünün ‘tüketicileri’ onlardır. İslâmî oluş­
ları, Allah (c.c.) rızası için yazılışları ve bizzat tslâmî görüşü
anlatm aları bu eserlerin yalnızca tebliğ değil, daha fazla bir
işlevleri olm asını beklememize yol açar. İslâmî görüş ortaya
çıkınca insan bilinci dengesini kaybetmeli, hareketlenmeli ve
o zam ana kadar bilinm eyen yeni en erjiyle yüklenm elidir.
Onun etkisiyle insanın ilâhî iradenin bir aracı olarak ileriye
atılması, daha önce ulaşabileceğini aklından bile geçirmediği
başarılara Allah adına erişmesi beklenmelidir.
Çalışma plânının yukarıdaki adımlarda üretilen her eseri
her müslüman akademisyenin eline ücretsiz ulaştıracak ted­
birlerin alınmasını öngörm esinin sebebi budur. Eline ulaşan
makale, deneme, broşür, antoloji veya kitap böyle bir akade­
misyen için bu girişime kendisinin de katılmasını ve ürünün
ele geçmesi sonucunda daha iyi eserler ‘üreticisi’ haline gel­
m esini isteyen bir tür davetiye durumundadır. Aynı şekilde
böyle ürünleri bütün m üslüm an düşünürlere ulaştırm ak
dünyada elde edilebilecek en büyük armağandır. Maddî ar­
mağanın önemini küçümsemeksizin, İslâmî görüş çizgisinde
ve Allah’ın vechini talep azmindeki bir bilim adamı için o gö-
rüşü başka bir beşerin kalp ve kafasına yerleştirmekten daha
büyük bir armağan, o görüşü dünya müslümanlarınuı bilin­
cine kazımaktan daha onurlu bir görev düşünülemez.
Üçüncü olarak, bu çalışma plânının ürünleri Islâm âlemi
üniversite ve yüksek okullarına, ilgili derslerin zorunlu oku­
malar listelerine alınmaları talebiyle resmen sunulmalıdır.
Tabiatıyla, Islâm âleminin değişik ülkelerindeki eğitim dille­
rine de çevrilmelidirler.

B. B İ L G İ N İ N 1S L A M 1L E Ş T I R 1L M E SI İ Çİ N
Ö T E K İ Z O R U N L U Ç A L I Ş MA L A R

1. Toplantı ve Seminerler: Bir disiplinde ortaya çıkan her­


hangi bir sorunu çözmek üzere plânlanan bir dizi toplantı ve
sem inerler, konunun uzm anlarının da katılmasıyla, düzen­
lenmelidir. Üm m etin sorunları, değişik disiplinlerin ayni za­
manda ışık tutmasıyla çözülebilecek karmaşıklıktadır. Tek bir
disiplinin değişik alanlarında uzm anlaşm ış bilim adamları
arasında da, bunların birbirlerine konularıyla ilgili yardım­
larda bulunmalarına imkân verecek içimde, başka toplantılar
da düzenlenmelidir.
2. öğretim Üyeleri Eğitimi îçin Kurslar: Adım 1-12'de ön­
görülen ders kitabı ve literatür hazırlanınca, öğretim üyeleri­
nin bunları nasıl kullanacakları konusunda eğitilmeleri gere­
kir. Bu eserleri yazan uzmanlara, öğretim üyeleriyle biraraya
gelip, onlarla eserde olmayan konuları, yazı ve kitaplarına al­
dıkları kuramlar, ilkeler ve çözümlerin öngörülmeyen etkile­
rini tartışma fırsatı verilmelidir. Ek olarak, bu tür toplantılar
malzemenin nasıl sunulacağı konusunda pedagojik soruştur­
malara ve böyiece öğretim üyelerinin en etkili ders anlatım
düzeyine ulaşmalarına da vesile olabilecektir.
BİL Gİ Nİ N I SL A M iL E Ş T t R t L M E S t

C. UYGULAMAYLA İLGİLİ ÖTEKİ KURALLAR

1. M üslümanların akademik gelişmelerinin bu aşama­


sında, müslüman bilim adamlarının çalışmalarına karşılık
beklemeksizin devamlarını um m ak akıllıca bir şey olmaz.
Teşvik edici unsur ve nitelikli ürünlerine mükâfat olsun diye
çabalarına denk ve normal maaşlarına ek olarak derece ve ar­
mağanlar tesis edilmelidir. Bu tür armağanlar bütün dünyada
uygulanan bilimsel ölçüler esasına dayandırılmalıdır. Müslü­
man veya o yöreden bir bilim adamının bir gayrimüslim veya
yabancı bilim adamından daha az maaş alması gerektiğine
inanmıyoruz. Bu tür ayırımlar ‘beyin göçü’nün ve müslüman
bilim adamının moral bozukluğunun, mahalli âlimin kuşku­
culuk, ilgisizlik ve akademik aldırmazlığının temel sebebidir.
2. Plânlanan ders kitaplarını hazırlamakla ancak en yete­
nekli bilim adamlarının görevlendirilmesini sağlamak üzere
elden bütün tedbirler alınmalıdır. Bir eser için görevlendiri­
len bilim adamının o görevi yerine getireceğinden emin olu­
namayacağı, meydana gelen eserin üstün seviyede olması her
zaman garanti edilemeyeceğinden aynı iş için birden fazla bi­
lim adamı görevlendirilmelidir, işi kazaya bırakmamak gere­
kir. Bu sebeple, aynı işi yapmak üzere dört-beş bilim adamı­
nın görevlendirilmesi ilke olarak kabul edilecektir. Dahası,
bilimsel eserler -sosyal ve beşeri bilimlerdekinden daha az ol­
makla beraber pozitif bilimlerde bile- kişisel olduklarından
ve yazarlarının değişik görüş ve üsluplarını aksettirdiklerin­
den birden çok eserin ortaya çıkması yalnız sayısal bir çoğal­
ma olmayacaktır. Bir gelişme, zenginleşme olacaktır.
3. Hazırlanması düşünülen eser, bir kişi için yerine geti­
rilemeyecek kadar ağır olması halinde, bölümlere ayrılmalı
ve her bölüm ayrı bir bilim adamına verilmelidir. Bu, eserin
tasarlanan zamanda tamamlanmasına da yarayacaktır.
4. Bu eser bir öncü çaba -Islâm âleminde ilk- olacağın­
dan ve faydası bütün tslâm ülkelerine dokunacağından, ge­
rekli malt fonu her tslâm ülkesinden beklemek doğru olacak­
tır. Modern bilginin lsiâmîleştirilmesi, sorumlu organların­
dan biri üzerine almadığı taktirde, ümmetin bütünü için
farz-ı ayndır. Islâm âlemi organları, kurumlar ve zengin fert­
lerinden fonlar sağlamak için her türlü çabayı göstermek, bu
sebeple zorunludur.
Seminer Raporu:
Bilginin îslâmileştirilmesi
tslâmabad, Rebiülevvel 1402/1982

I. K A P S A M

Seminere on ülkeden yirmibir bilim adamı katıldı. Katılaca­


ğını bildiren beş bilim adamı gelemedi, tebliğlerini gönderdi,
lslâmabad İslâm Üniversitesi öğretim üyeleri yanında onüç
PakistanlI bilim adamı da oturumlarda bulundu. Seminerde
ondört disiplin temsil edildi. Açılış oturumunda yapılan ko­
nuşmalara ek olarak onsekiz tebliğ sunuldu ve tartışıldı. Top­
lam ondört oturum yapıldı; bunlardan altısı çalışma plânı ve
bilginin tslâmileştirilmesi Usûlüne, sekizi ise disiplinlere ay­
rılmıştı. Katılanlann tam bir listesi bu ekin sonunda veril­
mektedir.

II. ANA N O K T A L A R

A. Sorun: Seminer dikkatini bilginin Islâmîleştirilmesini


gerektiren ana soruna çevirdi ve onu kesin terimlerle tanım­
lamaya çalıştı. Sorunun göze çarpan yönü eğitim sisteminde­
ki ikilik ve bunun müslüman gençte meydana getirdiği bö-
lünm üş kişiliktir. M üslüm an gencin kalbi ve bilinci evde,
çevrede ve ilkokulda aldığı eğitim sayesinde İslâm! iken, daha
yüksek eğitim düzeylerinde aldığı bilgiler yüzünden kafa ya­
pısı batılı bilgi ile yavaşça, fakat kesin olarak değişmektedir.
Modern disiplinler, genelde, hem menşe hem de yapı olarak
batılı ilkelere dayanmaktadır. Gelişmeleri batı tarihinin özel
durumlarına uyarak olmuş batı hayat, düşünce ve umudu­
nun gereklerini karşılayacak biçim de de tasarlanmışlardır.
Felsefeleri ve usûlleri halklarının genel dünya görüşlerinden
ayrılmaz durumdadır. M üslümanların bu disiplinleri, batı
ideolojisiyle ilişkilerinin şuurunda olmaksızın ve tslâm ide­
olojisine irtibadandırmadan öğrenmeleri, bu sebeple, doğru
olmaz. Böyle bir irtibatlandırma kesinlikle mümkündür; di­
siplinin kuramı, yöntemi ve gayesinin tslâm tarafından tas­
hih edilmesini, kuramı ve yapısının İslâm! ilke ve değerlerle
âhenk içinde yeniden düzenlenmesini gerektirmektedir.
Sorunun daha derin ve önemli boyudan da vardır. Müs­
lüman kafaların uzun zamandır müptelâsı bulunduğu dur­
gunluk, müslümanlan eylemden soyut düşünmeye ve düşün­
meksizin davranmaya alıştırmıştır. Müslüman düşünürlerin
aşırı şekilciliklerinin ve günün deneysel gerçekliklerinden ha­
bersizliklerinin sebebi de budur. Çünkü çok uzun zamandan
beri, ortaya çıkacaklarını önceden keşfedip hazırlamak yerine
sorunların sonuçları üzerinde kafa yormayla yetinmektedir­
ler. Müslüman liderler de, aynı şekilde, düşünme ve tasarla­
ma endişelerinden çok uzaktırlar. Müslüman liderlerin ey­
lemleri, genelde, körükörüne veya tereddütlüdür; amaçların­
dan emin değillerdir, hesapları anlıktır. Modem disiplinlerin
Islâm âlemine ithali durumu daha da kötüleştirmiştir. Batılı
disiplinler din ve ahlâk olarak Hıristiyanlığın gereksizliğini
kabul etmişlerdir. Bunları okuyan müslümanlara da seküler-
liklerinin hem evrensel hem de zorunlu olduğu, müslüman­
ların da inançlarını bırakmaları veya etkisinden kurtulmaları
gerektiği kanaatini aşılamışlardır. İslâm âleminde İslâm! dü­
şünce Ue müslümanların davranışlarının birbirine küs bu­
lunmasının sebebi de budur. Seminere sunulan hemen her
tebliğin bu soruna değindiği görülmüştür. Dr. Abdulhamid
Ebu Süleyman ve İsmail R. Faruki’nin tebliğleri ise tamamen
bu konuya ayrılmıştı.
B. Genel ilkeler: Seminer üç oturumunun neredeyse tü­
münü islâmileştirmenin genel ilkelerini tartışmaya ayırmış­
tır. Bu ilkelerin hakikatin veya bilginin birliği ilkesinden kay­
naklandığı belirlenmiştir, ki, bu da eylem ve düşüncenin tam
bir âhenk içinde bulunmasını gerektirmektedir. İslâm! vah­
yin hakikatlannın tümü insanın yeryüzündeki görevini kap­
sayan bir dünya ve hayatı desteklemektedir, lslâma göre, ha­
yat Allah tarafından tam anlamıyla yaşanılsın, tabiat gemle­
nip yararlanılsın, içgüdüler doyurulsun, melekeler kullanılsın
diye yaratılmıştır. Ancak bunların hepsinde ahlâklılık, adalet
ve hakkaniyet, evrensellik ve yardımseverlik, denge ve muva­
zene, diğergâmlık ve kardeşlik, ihlâs ve takva, doğruluk ve
dürüstlük erdemlerine dikkat edilmelidir. Kur’an’a göre ser­
vet bir hayır, çalışma ve zevk alma birer ibadettir. Ama bunlar
yolsuzluk ve hırsızlığa, ihtikâr ve sömürüye sapmadan elde
edilmelidir. Müslüman yaptığı her işte Allahu Taala’ya, dün­
yaya, -ümmete-, ailesine, kendine ve bütün gelecek nesillere
karşı sorumludur. Hayatını Allahu Taala’nın çizdiği sınırlar
içinde yaşamalıdır. Kendini, ailesi fertlerini, ümmeti, insanlı­
ğı, daha doğrusu bütün evreni Allahu Taala’nın bildirdiği ör­
nek üzere biçimlendirinceye kadar durup dinlenme bilme­
melidir. Bu ilkelerin Islâmın esası olduğu ve onun hayat ve
düşüncenin her alanına irtibatını tesis ettiği herkes tarafın­
dan kabul edildi.
C. Çalışma Plânı: Seminer tarafından öngörülen çalışma
p lâ n ı m ü slü m an ın d ü şü n cesin i Islâm la uyum a sokacak
adımlan içermektedir, tik zorunluluk İslâmî bilgi birikiminin
iyice öğrenilmesidir. İkincisi, çağdaş bilgi birikim inin iyice
öğrenilm esidir. Ü çüncüsü, bunlardaki eksikliklerin İslâmî
ideallere göre tanım lanm asıdır. Sonuncuysa, birb irin i ta­
mamlayacak ve İslâmî görüş ve ideallere âhenk teşkil edecek
biçim de elden geçirilmeleridir. Bu çalışma müslüman bilim
adamları tarafından kendi uzmanlık, alan ve yetenekleri içe­
risinde küçük adımlar halinde, ama birbirleriyle disiplinler
ve üniversiteler arası bir işbirliği içerisinde yapılmalıdır. Çe­
şitli aşamalarla ilgili ayrıntılar Prof. El-Farukî’nin tebliğinde
bulunm aktadır. Aynı tebliğ, p rojenin önüm üzdeki beş yıl
içinde tamamlanmasına yönelik bir yıllık bütçe üzerinde de
durmaktadır.

III. DEĞERLENDİRME

Bilginin lslâmîleştirilmesi Semineri bir kaç önemli sonu­


ca ulaşmıştır:
1. Dünyanın her tarafından çok sayıda bilim adamını
PakistanlI meslekdaşları ile fikir alışverişi için biraraya getir­
miştir. Gelen bilim adamlarının büyük bir kısmı kendi alan­
larında oldukça ünlü kişilerdir ve İslâmî konular yanında ba­
zı disiplinlerde de bugün dünyanın sayılı uzmanları arasında
bulunmaktadırlar. Seminer kendileri için biraraya gelip uz­
manlık konularında tartışmalarına imkân veren bir zemin ol­
muştur. İslâm Üniversitesi’ne de çok sayıda yetenekli müslü-
manı birarada görme fırsatını vermiştir.
2. Seminer, değişik disiplinlerin lslâmîleştirilmesine iliş­
kin ve alanlarının öndegelen bilim adamlarınca hazırlanmış
onsekiz tebliğe imkân sağlamıştır. Sözgelimi Seminer iktisat
dalında tebliğlere zemin olmuş ve dünyanın en ünlü dört Is­
lâm iktisatçısını bir araya getirmiştir. Bunlar o alandaki araş­
tırm acılar için değerli müracaat kaynakları olacaklardır.
3. Seminer, esasını ve amacını teşkil eden bilginin Islâ-
mîleştirilmesi konusunda da, Islâmîleştirmenin anlamı, eğiti­
mi Islâmîieştirmek için önşart olan disiplinlerin lslâmîleşti-
rilmesinin usûl ilkeleri ve am açlan üzerine bir beyannameyi
ittifakla kabul etmiştir.
4. Seminer, her bir disiplindeki Islâmileştirme sürecini
başlatmaya yönelik bir tatbikî çalışma plânı üzerinde durmuş
ve bir m etni onaylamıştır. İşi kolaylaştırıp çabuklaştırm ak
amacıyla, İslâmlaştırma süreci üniversite ders kitaplarını ha­
zırlamaya yönelik sekiz aşamaya ayrılmıştır. Böyiece tek bir
bilim adamının başedemedigi konular her biri araştırmanın
bir bölümünü üsdenmiş bir kaç bilim adamınca tamamlana­
caktır. Plân değişik yollarla -tasnif, soruşturma, bibliyografya,
antolojiler, durum değerlendirmesi raporlan ve yapıcı terkip­
lerle- disiplinlerin İslâmî ilke ve değerlerle uyumunu sağla­
maya çalışmaktadır.
5. Seminer, bilginin Islâmileştirilmesinin Islâmabad Is­
lâm Üniversitesi ile Uluslararası Islâm Düşüncesi Enstitüsü
arasında kurulacak bir işbirliği ile yürütülmesini kararlaştır­
mıştır. Bu amaçla çalışma plâmma-uygulanmasında her biri­
ne düşen sorumluluğun belirlendiği bir işbirliği plânı hazır­
lanmıştır. Islâm Üniversitesi, kendi payına, uygulamanın ay­
rıntıları ve unsurları konusunda görüş bildirecek ve Uluslara­
rası Islâm Düşüncesi Enstitüsü ile haberleşmeyi sağlayacak
bir komite kuracaktır. Pakistanlı olsun olmasın Pakistan’da
çalışan bilim adamlarının bu iki kuramca desteklenen araş­
tırmalarından lojistik ve malî bakımdan sorumlu da Islâm
Üniversitesi olacaktır. Islâm Üniversitesi, bu ortak projenin
hazırlayacağı eserlerin basımı, yayımı ile Uluslararası tslâm
Düşüncesi Enstitüsü’nün sağlayacağı 10.000 kadar adrese da-
ğıtımı işini de üzerine alacaktır. Üniversite ihtiyaç olduğunda
herhangi bir disiplin konusunda düzenlenecek uzmanlar se­
minerine ev sahipliği yapacak ve İslâmlaştırma programının
yürütülmesi için gerekli herhangi bir eğitim çalışmasına öğ­
renci, öğretim üyeleri ve tesisleriyle katılacaktır.
ö te yandan, Uluslararası tslâm Düşüncesi Enstitüsü de
kendilerine görev verilmiş disiplinlerin tslâmileştirilmesi ala­
nında Pakistan dışında çalışan tüm bilim adamlarının lojistik
ve malî sorumluluğunu yüklenecektir. Enstitü, İslâm Üniver­
sitesiyle temasını da sürdürerek Islâmîleştirme programı çer­
çevesindeki tüm bilim adamları ve çalışmaların akademik so­
rumluluğunu omuzlayacaktır. Bu amaçla, değişik disiplinler­
de uzmanlar danışma kurulları oluşturacak, tslâm âleminin
her köşesinde muhabir üyeler atayacak ve bilginin tslâmileş­
tirilmesi konusuyla ilgilenen resmî kuruluşlar, eğitim kurum­
lan, akademisyen ve düşünürlerle temaslan sağlayacak ya da
varolan temasları geliştirecektir. Enstitü tslâmîleştirme konu­
suyla meşgul müslüman bilim adamlarına, görevlerini kolay­
laştırmak üzere, kaynak toplama, uzmanlarla tanışma, bilim
merkezlerini ziyaret etme ve fikir danışma konuları da dahil
her türlü vasıtayla yardımcı olacaktır.
6. Dünyanın her tarafındaki müslüman üniversitelerin
Islâm medeniyeti derslerini temel ders programlan içine al­
ma ihtiyacı ile bu konudaki ders kitaplarından neredeyse ta­
mamen mahrum olmamız durumun taşıdığı hassasiyet sebe­
biyle, Seminer, önceliğin istenen ders kitaplarının hazırlan­
masına verilmesini ittifakla kabul etmiştir. Müslüman genç­
lerin yabancı ideolojiler bombardımanına uğradığı, Islâm
kültür ve medeniyeti konularının yalnızca o konuda uzman­
laşmak isteyenlere okutulduğu lâik ve modern üniversitelerde
bu alandaki ihtiyaç çok büyüktür, öğrencilerin büyük kısmı
ise evlerinde veya üniversite öncesi öğrenimleri sırasında
edindikleri, yabancı ideolojilere karşı durmada yetersiz ve bu
ideolojilerin yabancılaştıran etkilerine karşı korumaktan
uzak çok basit tslâmi bilgilere sahiptirler. Seminer, tslâm
Üniversitesi ile Uluslararası Islâm Düşüncesi Enstitüsü’nün
boşluğu dolduracak bir İslâm medeniyeti seçme okuma par­
çaları antolojisi hazırlama ve gelecekte üniversite ders kitabı
olarak kullanılmak üzere, yetenekli müslüman bilim adamla­
rına tslâm medeniyeti konularındaki yapıcı yorum ve anla­
tımları biraraya getirme görevini âcilen havale etmelerini de
kabul etmiştir.
İslam Medeniyeti Kursu

1. İhtiyaç ve Sebebi: 1. Dünyanın her tarafındaki müslü­


man gençler hem üniversite ve yüksek okullarda hem de okul
dışında Islâmdan uzaklaştırıcı etkilerin altındadır. Bu etkiler
çağdaşlaştırma iddialarıyla gençlerimizi batılılaştınp sektiler
hale getirmektedirler. Bunlar konferanslarla, kitap, süreli ya­
yın veya kitle haberleşme araçlarıyla iletilen bilgi düzeyinde
çalışmaktadırlar.
2. Müslüman gençler İslâmî konularda evde, ilk ve orta
dereceli okullarda bir parça bilgi sahibi oluyorlar. Ancak bu
bilgiler yetişkin hale geldiklerinde karşılarına çıkan yabancı
fikir ve ideolojileri etkisizleştirmede yetersiz kalmaktadır.
3. Yabancı ideolojilere karşı çıkmada çok önemli bir un­
sur olan İslâm medeniyeti ve kültürü ile ilgili yeterli bilgileri
alan tslâmî bilimler tahsili gören gençlerin sayısı çok azdır.
Genelde müslüman gençler, yüksek okul düzeyinde tslâmî
hiç bir ders almamaktadırlar ve bu sebeple kendilerine çağ­
daşlık, bilim ve objektiflik gibi sunulan yabancı fikirlere karşı
direnecek durumda değillerdir.
4. tslâmî ideolojimiz, kültür ve medeniyetimiz olarak, İs­
lâm düşünce ve hayatını etkileyen her olay için geçerli tek çö-
zilm olarak sunan bir ders en az yabancı ideolojilerin okutul­
duğu düzeyde verilmelidir. Ancak îslâm ideolojisinin aynı
eşidikte bilimsel, objektif ve anlaşılır takdimi gençlerimizin
Islâmdan uzaklaşması hareketini tersine çevirebilir.
5. Bu sebeple bütün üniversite ve yüksek okullarda zo­
runlu (mutlaka alınması gereken) bir ders olarak okutulacak
ve mezuniyet için ‘iyi’ dereceyle geçmenin şart olacağı iki yıl­
lık bir Islâm medeniyeti kursu önerilmektedir.
6. Kurs ekli genel çerçevede belirlenen konuları ihtiva et­
melidir. Üniversite düzeyinde kullanılabilir ders kitaplarının
yokluğunda, şu ana kadar yayınlanmış eserlerin (makaleler,
kitaplardan bölümler) bir antolojisi hazırlanıp yayınlanmalı
ve hizmete sunulmalıdır.

İKİ YILLIK BİR İSLAM MEDENİYETİ KURSU


İÇİN MÜFREDAT ÖNERİSİ

Başlık I: İLKELER

Giriş: M edeniyet ö ğ re n im i ve B ilin d

Bölüm 1: Zemin
Ayrım 1: Kadim Yakın Doğu
Ayrım 2: Yahudilik, Zerdüştiük, Hıristiyanlık
Ayrım 3: Mekke

Bölüm 2: ö z
Ayrtm 4: Din Olarak tslâm
Ayrtm 5: Tevhid-öz

Bölüm 3: İlk Prensip Olarak Tevhid


Ayrtm 6: Bilginin ilk Prensibi Olarak Tevhid
Aynm 7: Fizikötesinin İlk Prensibi Olarak Tevhid
Aynm 8: Siyasî Düzenin tik Prensibi Olarak Tevhid
Aynm 9; Ahlâkın tik Prensibi Olarak Tevhid
Aynm 10: Sosyal Düzenin İlk Prensibi Olarak Tevhid
Aynm 11: Ekonomik Düzenin tik Prensibi Olarak Tevhid
Aynm 12: Uluslararası Düzenin tik Prensibi Olarak Tevhid
Ayrım 13: Edebî Sanatların tik Prensibi Olarak Tevhid
Aynm 14: Görsel Sanatlar ve Hitabetin tik Prensibi Olarak Tevhid

Başlık II: TARİH

Bölüm 1: Beşeri Karaktere Yansıması


Aynm 1: Hz. Peygamber (s a v .) ve Sünneti
Aynm 2: Ashab (m .)

Bölüm 2: Siyasî Hayata Yansıması


Aynm 3: Medine tslâm Devleti
Aynm 4: Fetihler
Aynm 5: Ferdi ve Toplumsal Açıdan Dâva
Aynm 6: İdari ve Adlî Sistem

Bölüm 3: Sosyal Hayata Yansıması


Aynm 7: Aile
Aynm 8: Eğitim Sistemi
Aynm 9: Hisbe Teşkilâtı

Bölüm 4: Bilime Yansıması


Aynm 10: Ulûm'ul-Kur’an-il Kerim
Aynm 11: Ulûm’us-Sünne eş-Şerife
Aynm 12: Ulûm’ul-Fıkh ve Usûluhü
Aynm 13: Ulûm’ul-Ahlâk ve’s Siyase
Aynm 14: El-Adâb
Aynm 15.-Ulûm’ut-Tabia
Bölüm S: Hayata Yansıması
Ayrım 16: Kentler
Aynm 17: Hitabet ve Görsel Sanatlar
Aynm /8: Azınlıklar

Başlık III: Ö TEK İ M ED EN İY E TL ER

Ayrım 1: Batı Hıristiyanlığı


Ayrım 2: M odem Batı
Aynm 3: Sosyalizm, Faşizm, Komünizm
Ayrım 4: Yahudilik, Siyonizm
Aynm 5: Hinduizm
Ayrım 6: Theravada Budizmi
Aynm 7: Mahayana Budizmi
Aynm 8: Çin Dinleri ve Medeniyeti
Ayrım 9: Japon Dinleri ve Medeniyeti
Aynm 10: Kadim Toplumlar

Başlık IV: M ED EN İYET BUNALIM I

Bölüm 1: Hastalık
Aynm 1: Müslümanların Gerilemesi
Aynm 2: Sömürgecilik
Aynm 3: Misyonerler ve Şarkiyatçılık
Ayrım 4: Sömürgecilik Sonrası Dönem

Bölüm 2: Müslümanların Cevabı


Aynm 5: Selefiye Hareketi
Aynm 6: Sunusî Hareketi
Aynm 7: öteki Hareketler

Bölüm 3: Süreglden Hastalık


Aynm 8: Bölünmeler ve Irkçılık
Bölüm 4: İslâm ve Dünya
Aynm 9: Bilgi Sorunu
Aynm 10: Kişi ve Aile Sorunu
Aynm 11: Tabiat ve Kullanımı Sorunu
Aynm 12: Ekonomik ve Siyasi Dünya Düzeni Sorunu
Disiplinlere Yapılacak Katkıların
Fikri Planı

“Mevcut Durum” “Muhtevanın Yapısı”


“Eleştirici Tahlil”
Disiplinde uygulanmakta olan usûlle ilgili aşağıdaki
noktaları kapsayan bir deneme yazınız.
1. Tarih: Disiplin takip ettiği usûlü nasıl benimsedi?
Mevcut usûlü tesbit veya kabulüne yarayan hangi etkenler ol­
du? Disiplininizin usûl sürecini başlatan hangi büyük düşü­
nürlerdi? Herbirinin disipline yaptığı önemli katkılar neler­
dir? Fikirleri hangi baskılar ve/veya şartlar altında disiplince
kabul edildi? Disiplininizin usûl tarihi disiplinin geleceği ko­
nusunda dersler vermekte midir? Evetse, ne, nasıl ve niçin?
2. Yöntem: Disiplininizin ana bölümleri nelerdir? Disip­
lininiz verilerini nasıl belirler? Hangi malzemeler veri kabul
edilir? Disiplin verilerle ne yapmak ister? Nasıl? Disiplinin
varmaya çalıştığı nokta nedir? Amaç ve hedefleri nelerdir?
Usûl yönünden kaç ekole bölünmüştür? Ayrıldıkları ve bir­
leştikleri noktalar nelerdir?
3. Muhteva ve Sorunlar: Disiplinin temel (o konuda öğ­
renim gören her öğrencin in iki yıl alm ak zorunda olduğu)
ders kitaplarından altıstmn muhtevasını nasıl düzenlersiniz?
Değişiklik, ayrılık ve benzerliklerini nasıl açıklarsınız? Disip­
linin ele aldığı sorunların m ahiyeti nedir? Yazar, konu, veri,
toplum ve/veya değer olarak değişmeyen sorunları? Bu so­
ru nların çözüm ü m üm kü n m üdür? Bu d isiplinle uğraşan
herkes aynı görüşte mi? D isiplinin sın ın olarak ne kabul edil­
mekte? Sınırı beşerî bilginin sınırı mıdır?
4. İslâm ve Disiplininiz: Islâm ın disiplininizle irtibatına
kafa yorduğunuzu farzedersek, bu irtibatı hangi sınıflar ve
çerçeve içerisin e otu rtabilirsiniz? Islâm ın genel kaynakları
(Kur’an ve Sünnet) dışında bu irtibat nerede aranmalı? İslâm
etkisini disiplinin tarihi, yöntem i, m uhtevası veya sorunlan
arasında eşit olarak m ı d ağıtm aktadır. Yoksa fark lılık var
mıdır? İrtibatın disiplininize has belli başlı görüşleri nelerdir?
tslâmî irtibat ile disipline özgü olarak gördüğünüz bir kaç ö r­
nek verir m isiniz? D isiplin bugün b ir sanat m ı, bilim m i,
yoksa “humanitas” mıdır? D isiplinin insan mutluluğuna ne
gibi katkıları olab ileceğ in i um uyorsunuz? Bunu halihazır
durumuyla yapması m üm kün mü?
ULUSLARARASI İSLAM DÜŞÜNCESİ
ENSTİTÜSÜ

1401/1981 yılında teşekkül eden Uluslararası Islâm


Düşüncesi Enstitüsü (International Institute o f Is-
lam ıc T h o u g h t) bü tü n dünyada İslâ m î b ilim le r
alanında yapılacak araştırmaları desteklemek ve araş­
tırm acılara hizm et sunm ak arzusundadır. Am acı,
m üslüman bilim adam larını günümüz m üslüm an-
larını ilgilendiren fikrî ve güncel sorunlar üzerinde
düşünmeye ve Islâmın bu sorunlarla ilgisini kurmaya
dâvet etmektir.
Enstitü bu amacını, İslâmî ilgilendiren sorunlarla uğ­
raşan b ilim adam ları için uzm anlık sem in erleri
düzenleyerek, bilimsel eserler yazımını sipariş edip
araştırma bursları vererek ve meydana gelen eserleri
dünyanın her tarafındaki ilgili bilim adam larının
eline ulaştırarak gerçekleştirmeye çalışmaktadır.
Enstitü hiç bir devlet ve kuruma bağlı olmayan, kâr
am acıyla çalışmayan özerk b ir kuruluştur. Islâm !
bilim lerin hizm etinde olm ak dışında bir m enfaat
gözetm ez. M irası, gelişm esi ve geleceğiyle Islâm
düşüncesi üzerinde çalışan her kaynaktan gelecek iş­
birliği ve katkıya açıktır.
U lu s la ra ra sı İsla m D ü şü n c e si E n stitü sü 'n c e
k ita b ın g irişin d e , 'B ilg in in Islâ m île ştirilm e si'
k o n u su n u işley en bu ese rin H ic re t'in
o n b e ş in c i y ü z y ılın ın ilk y ılla rın d a v e rileb ilecek
en uy gu n h ed iy e o ld u ğ u b elirtiliy o r.

Eser, ü m m e tin ç o k te h lik e li b ir b u n a lım


g e çirm e k te o ld u ğ u n u b e lirtm e k te . A m a
y aln ız ca b u n a lım ı b e lirtm e k le k a lm a m a k ta ,
aynı z a m a n d a ü m m e te sağlığın ı iade ed ecek ve
k en d isi iç in ta y in ed ilm iş so ru m lu dü nya
lid erliğ i m e v k iin e y ö n elte k ecek kesin b ir
ted av iy i u y gu lam aya da ça b a la m a k ta d ır.

B u ese rin ö n e m i ta rih in değişm ez k a n u n u


o la n " B ir M ille t k e n d in i d e ğ iştirm e d ik çe A llah
o n la rın d u ru m u n u d eğ iştirm ez" (R a d , 11)
İlâhi h ü k m ü gereğ in ce b ir d u ru m
d e ğ erle n d irm e, g eçm işten ders alm a ve
arz u la n a n a m a çla ra erişm e k için gerekli
d eğ işim i p la n la m a sü rec in in , h ayatiyeti
sü rd ü rm e ve refah a ulaşm a y ö n ü n d e n m u tla k
şa rt o lm a sın d a n kaynaklan ıyor.

You might also like