Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 56

KRALİÇENİN GÖZLERİ mıyım, Sırlar Oteli'nden atlayan çocuk gibi, gözkapakları huzura

SEDAT DEMİR yapıştırılmış...


Kimsenin uğramadığı adanın sahilinde, küçük kulübede uyanıp sandalımla Atlayacağım.
denizin ortasına uzanmamı sağlayacak imkanları, yıllar var ki, Dirimin korkusu beni alıkoyuyor şu an buradan atlamaktan ama açıkçası
denkleştiremedim. Ben de sirenleri cinnetten, sinirleri pistonlarından bir trene ve doğrusu buradan atladığımda şilte gibi bir ceset olma ihtimali de
battaniyemi, tahta bavulumu atıp, karlı ovaları yara yara, dağları çığlık yüksek. Bu tipiden birbirinin gözlerini görmeyen insanların, gazetede,
çığlığa, ülkenin en uzak noktasında biti, böceği, tahtakurusu, resepsiyonu, benim ölüm haberimi görme konusunda ne kadar yetenekli olduklarını
komisi, çaycısı ve sahibi aynı olan motelde ve ömrümün ortasında gece biliyorum. 'Genç
geçirdim. Ve gittiğim yoldan geri geldim.
Buradayım! SEDAT DEMİR KRALİÇENİN GÖZLERİ
Tipi ve kar. Nasıl da seviyor âdemoğlu bunları. Yüzlerce semaverden insan, adam varoluşa doğru bir adım attı, düştü ve öldü...' Çok felsefi. Hem de
çıkardığı buharla çehresini kolluyor, saklıyor... Koyu ve eski renklerin yalan. Çok şükür varım.
ceketlerine, kasketlerine, mesai bitimi halkına, çocuklarla kalem satan 'Sevdiği kız yüzünden...' Çok eski bir gazete haberi.
çocuklara, çakı-çakmak, elektronik malzeme, ayakkabı, simit, tavuk-pilav Gündüz vaktinin devrildiği saatte burada olmamın varoluş-sal bir temeli
tezgahlarına elektrik çarpması gibi bir an uğradım. Herkesi kafasını yere var elbette, 'sevgi'mi ispat uğruna bu soğukta, burada değilim. Buradan
eğmiş, buharında saklanırken yakaladım. Hareketsiz. Fotoğraf gibi, yüzlerce atladığımda şık bir duruşla, bir hevesimi yerine getirmek için, önce havada,
delil teşkil eden fotoğrafı aynı anda. sonra yerde bulunmak. Ama şimdi değil. Böyle işler konsantrasyon, inanç
Yerler buzlu. Aksaray'dan Samatya'ya koşarak, hızla ve ecel korkusuyla ve beceri istiyor.
geldim. Çok soğuk!
Buradayım. Şu an bulunduğum teras suriçinin bütün terasları gibi; onların gösterdiği
Işkırlak Sokak, No: 15 ya da 17. Güler Apt. Teras. Terasın köşesi. her yeri buradan görebiliyorum, buradan görülmesi mümkün olmayan
Derin bir nefes, avuçlarım yere paralel. Yarım metre sıçrayarak kafa kafaya yerleri de seçebiliyorum ufak tefek; şu an böyle bir göze sahibim
vermiş apartmanların arasına, boşluğa, sonra asfalta kendimi bırakayım şimdi. Sol tarafımda birinci meşrutiyette iskelesi atılmış, ikinci meşrutiyette
Asfalt: İpekten değil betondan. Hoop! Baş dik, gözler karşıda. Yanaklarım kar duvarlarına mermer katılmış, fazla bekletilmeden o günden buraya
fırtınası gönderilmiş ilkokul binası, Samatya-Yu-nus Emre İlkokulu. Arkada Galata
Kulesi, Süleyman'ın minaresi, Elmadağ, Aksaray'daki binaya dijital
8 | ÜMRANİYE BELEDİYESİ HİKÂYE YARIŞMASI renklerle saklanarak zemine yedirilmiş koca bir göz. Bulunduğum yerden
yalıyor, emiyor. Etime, kanıma hiç bulaşmadan, ellerimle, kollarımla dengemi bana sırtını dönmüş binaların ön cephesini, denizin dibini, dükkanların
sağlayarak asfalta yumuşak bir iniş yapmalıyım. Süzülürken karşıdaki ardiyelerini, yerin altında yaşayan metroyu, Aksaray'da bana sırtı dönük
pencereleri yakalamak. Beş. Yukarıda kaldı, bu dört. Sol bacak hafifçe binanın yüzünü, yüzündeki dijital gözü görebiliyorum.
bükülmüş. Üç. Yavaş! Yavaş! Aman yavaş! İkinci kat. Ciğerlerimi iyice temiz Karla karışık şehir. Karışık. Karışık, ama Madam Herika'ya Paris'ten
havayla doldurmalı. Sağ ayakla dokunmalıyım yere de. Bir. Hooppaa. oğlunun Noel ağacının dibine konması için satın alınmış, içinde pullar
Sarsıntı. Önce sağ ayak, sonra sol. Nefesini bırak. İki kolu gererek aç. İki ayak oynaşan kürecik gibi tuhaf, karikatürize, sevimli ve elde edilebilir. Sağ
da yerde. Sağ bilekte sızı, belimde zorlama, omurilikte zararsız bir basınç, tarafımda güvercin kafaları, Siv-riada. Marmara'nın çalkalanan suları bütün
ince bir çıtlama. Soğuktan olacak. Kollar! Denge! Tamam, denge. kem gözlerle yazılmış, sonra içlerine tükürülmüş muskaları yıkayan
Karlar arasında oluşan hayalet. Böyle düşünür gören. Belki. Varsa, ya da Marmara'nın ekşi suyu. Başımın üstünde, karanlık bulutların koynunda
birkaç kişinin anlamsız bakışları ve şüpheleri altında karla dondurduğum ağlamaklı, masmavi bir çift göz. Anne gibi bakıyor, anne gözleri
gülümsememi sulandırmadan adımımı attığım tarafa omuzlarımı düşüre
düşüre yürüyüp apartman duvarına sırtımı verdikten sonra sağ tabanımı 9
duvara koymalıyım. Sigara. Kibrit. Alev. Büzülmüş dudaklar, ergen isyanı
gözler, çapkın ve küstah, tepeden süzmeli herkesi. Sigaramı yakmalıyım. ÜMRANİYE BELEDİYESİ HİKÂYE YARIŞMASI
Sigaramı yakarken içinde siyah-beyaz bir James Dean olan kartpostala oraya asılmış beni izliyor. Sendeledim. Ne tuhaf gözler! Ne işi var orada,
dönüşebilir miyim? her ikisinin de?
Geri çekilip, ta terasın öbür köşesine kadar, bütün gazlarının beni Sendeledim.
yavaşlatmak için elbirliği ettiği atmosferde her biri üçer saniye süren on adımı Düşüyordum neredeyse. Şimdi inmesem daha iyi olur. Tehlikeli bir işe
kalçalarımdan fırlatarak yaptığım fiyakalı koşunun ardından boşluğa zıplayıp böyle hazırlanmadan kalkışırsa, insan ölür.
ışıktan bir perdenin diğer tarafına düşüp sır olabilir miyim, yoksa yere çakılır Terastaki bütün kiremit rüzgârlıklı, siyah tuğlalı bacalar sağlam. Otuz
sene önceki gibi. Vay be. Otuz sene evvel bir gün buradaki bir bacayı cinayeti işleyenlerin elleri vardı, yüzleri yoktu. Film bittikten sonra
kırmıştık. yüzlerini çizmiştim; saçlarımdan renk, dudaklarımdan kırmızı, gözlerimden
O bir gün? nefret, yanaklarımdan çocukluk kaçırarak karanlıkta. O günden sonra
Otuz sene evvel, askerin sokakta yürümeyi veya apartman kapısında durmayı Sirkeci-Halkalı hattında koşuşturan tren hep salonumuzun içine uğrar
yasakladığı günle, burada, bu terasta Mustafa'yla top oynama gayretlerimiz ve olmuş-
bacayı kırdığımız an aynı güne denk gelir. Top aşağı düşmüştü; peşinden
atlayıp, koltuğumun altında topla geri dönüp arkadaşıma sürpriz yapmanın 12
mümkün olduğunu, hatta şaşılası bir durum arz etmediğini düşünmüştüm; ama
sokakta görüldüğüm an, annemin elinin kulağımda olduğu an olacağı için bu ÜMRANİYE BELEDİYESİ HİKÂYE YARIŞMASI
atlayışı gerçekleştirme-dim. Ben de oyunumun elimden alınmasına kızarak
banyomuzun penceresinden, altıma sandalye koyarak ilk defa va-pursuz da SEDAT DEMİR KRALİÇENİN GÖZLERİ | 13
yaşayabilen denizi seyretmiştim.
Hatta, o gün yaşadıklarımı, atlama isteğimi, askeri, vapurdan soyunmuş
Marmara'yı orta üçe giderken Türkçe dersinde kompozisyon olarak
yazdığımda Türkçeci bana T' vermişti. Ah yüce edebiyat! Ne anlasın o tu, paldır-küldür, siren sesiyle. Annem seyretme derdi.
kadıncağız edebiyattan. Edebiyattan anlaması kocasının açlığıydı belki. Nurperi Hanım, o bembeyaz, o etten boğum boğum olmuş şahadet
Gönül. parmağını nezaketle gerip, 'Sakın ola ki, yerli film seyretme oğulcuğum!
Şimdi de aynı şeyin mümkün olduğunu düşünüyorum. Yani atladığımda, Ecnebi filmler seyret, seyret ki onlar fevkalade latif oluyorlar, fevkalade
tekrar yukarı sıçrayabileceğimi, ya da eve gidebileceğimi. terbiye ediyorlar sendeki manayı.' der de ben seyretmez miyim ama?
Gökyüzü kar bulutlarıyla kaplanmış, karanlık. 'Bizdeki televizyon çok iyi çekmiyor.'
Çok soğuk ve başımın üstünde, bulutların koynunda ağlamaklı, bir çift 'Sizde seyredebilir miyim Nurperi teyze, bu akşam sizde kalabilir miyim?'
masmavi göz. Sıcacık iki tane gökyüzü; kirpiklerine tuz durmuş, aklarına Her zaman yalvaran sesim Nurperi Hanım'ı fetheder, benim sesimin ondaki
yüzlerce yaş düşmüş... Çocukluğum- yankısı annemi ikna ederdi. Hava kararır kararmaz kedi desenli kazağımla
ona balık yemeye, film seyretmeye giderdim. Kapıyı açar açmaz beni
SEDAT DEMİR KRALİÇENİN GÖZLERİ onunla birlikte bir bambu bitkisi karşılardı; daracık boyunlu, koca kıçlı bir
da durdurup beni öğütlemiş, büyütmüş, bana filmlerden artan masallar vazonun içinde, tahtamsı çirkin gövdesiyle ve dumanı esrar, kıvrım kıvrım
anlatmış, gözbebeklerinin sinemasına beni ko-nuklayıp filmler seyrettirmiş tavana yükselen kafasıyla. Ayakkabılarımı çıkarttırmazdı. 'Hımm... Son
gözler. moda bunlar beyzadem, yüksek topuklu, çıkarma onları, ama yatağa da
'Sakın ola ki, yerli film seyretme oğulcuğum! Ecnebi filmler seyret, seyret ki onlarla yatayım deme, emi.' Ayakkabılarımın yeni gıcırtılarıyla girerdim
onlar fevkalade latif oluyorlar, fevkalade terbiye ediyorlar sendeki manayı.' içeri, salona alırdı beni. Oturduğumda, üzerinde kaybolup gittiğim yemek
...Gözbebeklerinde sakinleştirici, derin bir yakınlık ve göz-bebeklerinde, her masasının etrafındaki beyaz mobilyalı, kadife tenli sandalyeler beni
bucağı uçsuz arazinin ortasında, saman yanaklı bir korkuluk... diplomat gerginliğiyle çağırıyordu. Krem rengi ipliğiyle masanın her
Annemin gözleri değil bunlar! tarafını kuşatmış örtünün altında ve beyaz, bembeyaz mobilyasıyla beni
Bunlar Kraliçenin gözleri, Nurperi Hanım'ın... bekleyen yemek masası da. Önce kanepeye yerleşiyordum sırıtarak,
Kraliçemin gözleri... saçlarımda Nurperi Ha-nım'ın su kokan yumuşak elleri. Sonra ben
Mutluluğu benim doğumuma bağlı annemin psikiyatri bölümüne nevroz görmeden giderdi ellerini saçlarımda bırakıp.
tedavisi için sık sık gittiği dönemlerde yerleşmişler şu an terasının köşesinde Kaybolurdu. Nereye kaybolurdu? Mutfağa kaybolurdu. Çakmak sesi,
dikildiğim apartmana. Doktor 'Eğer bir çocuk doğurmazsa, hanımefendi çok tüpgaz tıslaması. Heyecanla kanepeden iner, biraz da onun salonda
mutsuz bir yaşam sürecek' demiş babama. Doğduğumda ev şenlenmiş Ama olmamasını fırsat bilerek, burnundan kıl aldırmayan, bakılası, dokunulası
teyzemin dediğine göre, dilim dönünceye kadar, yani kardeşimin doğumundan kütüphanesinin önünde biti-verirdim. Toz toplayan kitapların cilt cilt
sonra annemin gözlerini seyretmişim vaziyetten haberdarmışım gibi, sürekli. kokusu ciğerlerime dolar, onların önünde kendimden korkuyla dinlenen bir
'Oğulcuğum bu gece televizyonda film var, ünlü bir kadın edebiyatçının bil-
romanından. Kat'iyetle seyret olur mu.'
Babam eve gece yarıları gelirmiş ve ben salonda annemin dev gibi gin yapardım. Meydan La-ro-us-... üsse... Kaç kitapmış. Bir, iki, üç, dört...
gövdesinin ardına saklanarak filmler izlediğimi çok iyi hatırlıyorum. Dr. Amma çokmuş. Dur. En sonundakinde yazıyor. Yirmi dört. Tamam. Tür-
Jivago, Doğu Ekspresi Cinayeti. kiye Rehber Ansiklo-lopedisi. Bu kaç kitapmış? Bir, iki, üç. Yedi kitap.
Annemin uyuklayan gövdesinin ardına saklanarak seyrettiğim filmde Ama ondan bir önceki kitapta dokuz yazıyor.
Boşver. Var mıydı zaten o zamanlar böyle bir ansiklopedi? paylaş' derdi babam. Yaşanan hayat böyle olmalı, duvardaki gibi, diye bir
Var mıydı sahiden? masal uydururdum, filmdekilerin hayatı böyle değil, diyordum, en azından
Üstteki mavi kitap. İki Gelin-in Hatır-a-raları. Tek kitap. Bal-zaç. Cık. Bal- bizim duvarlarımız kağıtsız mavi ve bu kadar düz değil hiç.
zacmış. Tarık Buğra. Küç-ük Ağa. Küçük ağa benim. Küçük paşayım ben. Pencerenin dibindeki sehpaya oturtulmuş o güzelim camda, üstteki camda
Buğra diye soyadı mı olurmuş. İsim o. Volkan'ın abisi Buğra Abi. Nurperi İstiklal Marşı. Program. Yani 'içindekiler' bö-
Teyze geliyor. Oturayım. 'Beyzadem, sen otur... Canın sıkılırsa kitaplara
bakabilirsin, mecmualara...' SEDAT DEMİR KRALİÇENİN GÖZLERİ | 15
Sadece sesi geliyor... lümü... Sehpanın altındaki camda gümüş kaseler, biri kız iki bembeyaz
Okula başlamadan önce o öğretti bana okumayı, sayıları, çizgi-romanların çıplak çocuğun el ele göğü gösteren biblosu. Minik bir tavla kutusu.
önce resimlerinde göz gezdirmeyi, sonra baloncuklara bakıp kutucukta ne Maviden iki vazo. Çerçeveler: Bir; kenarı bisküvinin kenarına benzeyen
olup bittiğini öğrenmeyi. Pope-ye'nin Temel Reis olduğunu kendi kendime çerçevenin ortasında kalpaklı, çok bıyıklı bir amca. İki; altın rengiyle
öğrendim ve uzun süre Karadeniz fıkralarından Popeye fırladı ortalığa Temel çevrelenmiş çok soluk fotoğrafta başında bir külah, göğsü annemin 'reşat
Reis yerine. altını' adını taktığı paralarla çok süslü, ak sakallı, çok sakallı bir başka
'Televizyon da açıldı herhalde, istersen televizyon da seyredebilirsin...' amca. Üç; kocaman gözlü, kocaman gözbebekli, saçlarının hepsini tepesine
Herika Teyze'nin evinde kulağıma çalan bazı isimleri evvelki gün çıkan koymuş çok güzel bir abla, kadın, kız, teyze; neyse işte; filmlerdeki
filmde de duydum; İsa Peygamber, Meryem Ana... Ama bunlar Türk ismi!.. kadınlar kadar güzel. Dört: Boş
'Ecnebiler de Türk mü Nurperi Teyze?.' 'Değil Paşam.' 'Neden ama, Türkçe Hepsinden iki tane vardı. Çünkü arkalarında ayna vardı. Doğrulurdum.
konuşuyorlar?' 'Onların yerine başkaları konuşuyorlar, seslendiriyorlar...' 'Televizyon şimdi ayna değil, ondan bir tane var, benden de bir tane
'Türkler mi?' şimdi.'
Seslendirmek? Anlamadım. Her defasında sorardım: Bu çok bıyıklı adam kim? Ağabeyim, İstiklal
'Televizyonu aç istersen, paşam...' Harbi'nde şehit düştü oğulcuğum. Bu çok sakallı, çok paralı amca kim?
Herika Teyze'nin evinde ilaçlı bir koku vardı. Akrabam, nazırdı, paşaydı. Nazır kim? Büyük adam. O paralar neden
orada? Onlar para değil ki, madalya, nişan. Bu çok güzel abla kim? Ah
14 canım, o benim. Ben de paşayım ama değil mi? Tabi ki sensin. Gülerdi ve
ellerinden lavanta sürerdi saçlarıma. Bu dördüncüsü neden boş?
ÜMRANİYE BELEDİYESİ HİKÂYE YARIŞMASI Sorduklarımın cevaplarını hiç unutmazdım. Hatta cevapları alırken bile
Herika Teyze, Türkçe'yi Niğdeli bir eskici diliyle konuşurdu. içimden onunla birlikte tekrar etmeme rağmen, o balık kızartırken ben
Çamaşır suyu, naftalin, deterjan kokuları arasından fışkıran holün tekrar hatırlamak için dikilirdim sehpanın önünde. Sonra diğer pencerenin
karanlığına sıkışmış banyoda ellerimi yıkamalıyım, o söylemeden önce; beni önündeki, onun tombul kırmızıdan koltuğuna çıkardım. Oradan yarın
daha çok sevmeli. sokağa çıkmanın yasak olup olmayacağını düşünürdüm ve içimden dua
'... Ama önce ellerini yıka bir güzel paşam.' geçerdi balıklar bir an önce kızarsın diye. Penceremdeki yansımamda
Televizyon kendi kendine açıldı. Açılış. İstiklal Marşı'nı duyuyorum. saçlarımı kapatırdım ellerimle. Hop: Yul Bryner. Sonra saçlarımı dökerdim
Bakır renkli musluktan akan su ve kabartmalı sabun. Ayaklarımın altındaki önüme. Hop, Majestic: Charles Bronson.
taburede büyüyen ben. Benim de sakallarım çıkacak mı, ağzımın kenarında Evi seyrederdim sonra. Ev çok güzeldi. Avizesi vardı, bir taşından bizim
bir sigara, gözlerim kısık, kötü ve çirkini gönderebilecek miyim çölün lamba gibi yüz tane lamba yanardı, ampul. Kır-
mezarına? Benim de sakallarım çıkacak mı, terleyen güneşin altında pırıl pırıl,
sarı sarı? Ama önce ellerimi yıkamalıydım, ellerimi ovalamalıydım pespembe.
Bir beyefendi gibi inip tabureden aylak adımlarla yürürdüm holü; mutfakta 16
kızaran balık kokusunu, kaynayan çorbayı, limon coşkusunu aklımda tutarak ÜMRANİYE BELEDİYESİ HİKÂYE YARIŞMASI
salona geçerdim. Perdeleri geceye açılmış pencereden içeriye sızan ilkokulun mızı perdeleri. Duvarlarını kollarının arasına alan sarmaşığı. Esrar
mermer duvarlarına gülümserdim saçları briyantinle yağlanmış bir üçkağıtçı dumanıyla tavana yükselen bambusu. Çikolata renkli mobilyaları.
gibi. Herhalde 'Bir sene daha bekle, hem biliyorum bana öğreteceklerini' Şamdanları. Şeffaf bir kumaşa işlenmiş çiçeklerin altında çikolata renkli
derdim. bacaklarıyla başka bir masa. Kitapları. Nurperi Hanım'ı. Zamanı her dem
Tavadaki balıkların bir an önce kızarmasını beklerdim. Salondaki duvar taze tutan Nurperi Hanım'ın nefesini ve.
kağıdının, her biri aynı olan, duvarı küçük eşit parçalara bölen desenlerini 'Sıkılmıyorsun değil mi?' 'Bu evde her şey var Nurperi Teyze. Teşekkür
yerden tavana kadar sayardım, bir pencereden diğerine yürüyen bütün ederim.' 'Canım benim, aferin bak, 'r'leri söyle-yebiliyorsun okula gitmeden
desenlerini seyrederdim. 'Hayatta herkes eşit, eşit pay alır, sen de kardeşinle daha... Yemek geliyor sabret'
Yemek değil, balık. Yemek: Çorba, pilav, kuru fasulye gibi şeyler, patatesten
yapılan yemekler. Balık. Başka. 18
Balık, annemin Balık Pazarı'na tembelliği yüzünden gidip alamadığı, ya da ÜMRANİYE BELEDİYESİ HİKÂYE YARIŞMASI
babamın parasını balıktan esirgediği bir düş. Balığın kızarmasını beklerken bir çift masmavi göz. Buz gibi iki tane güneş; kirpiklerine tuz durmuş, aklarına
ömür geçerdi pencerenin önünden beni kızdırmak için. Kokuları arasında asırlık yaş düşmüş... Çocukluğumda bekletip beni, benim saçlarımı
damaklarıma biriken limon tadıyla ziyafeti beklerdim. Bol limon, bol salata, okşamış, tütsüler yakmış, bana masallardan artan filmler anlatmış,
bol balık. Hep palamut. Ama önce çorba gelirdi sofraya. Çorba midemin gözbebeklerinin sinemasına beni konuklayıp filmler seyrettirmiş gözler.
cilasıymış, öyle derdi. Çorbanın buğusunda yüzümü ısıtır, mideme daha çok ...Gözbebeklerinin kandıran ışıltısı, her bucağı uçsuz arazinin ortasında
balık doldurabilmek için çorbayı ekmeksiz kaşıklardım. saman yanaklı bir korkuluğun üzerinde, gökyüzünde bulutun içinde
'Doydun mu, daha getireyim mi?' kendisi...
Nurperi Hanım televizyonun sesini açmak için kalktığında, onun ne kadar Annemin gözleri değil bunlar!
cevval olduğunu heyecanla anlardım. 'Meyve var, yer misin?' Bunlar Kraliçe'nin gözleri, Nurperi Hanım'ın...
Muzla, soyulmuş ve bölünmüş portakallarla, yemezsem sararacağından Kraliçe'nin kandırılan gözleri...
korktuğum dilinmiş elmalarla kaplı bir tabak gelirdi ve yerdik. Yerken Kandırıldığı için kandırmaktan başka çaresi olmayan gözleri.
ellerimizi şekere bulardık. Kileri boş bulmuş iki neşeli hırsız gibi kıkırdayarak Annem bir bardaktan fazla çay içmemi istemezdi, kahvenin ise beni 'arap'
meyveleri avurtlaa-mıza doldura doldura, sularını tabaklara döke döke tadına yapacağını söylerdi.
varırdık çocukluğumuzun. Saçlarım da kıvır kıvır olacak mıydı? Gözlerim siyah? Alnım
Şu an terasının köşesinde dikildiğim Güler Apartmanı'nın esmerleşecek miydi? Yoksa sadece yanaklarım mı batacaktı çamura?
Soruların hepsini Nurperi Hanım'a sorardım.
SEDAT DEMİR KRALİÇENİN GÖZLERİ Samatya'da, Arap Kuyusu Mahallesi'nde gördüğüm Mısır'dan buraya
dördüncü katındaki daireden her sabah altı buçukta siyah önlüğümü giyip, gelmiş arap teyzelerine benzeyecek miyim?
sonbahar yapraklarının çamurunu sildiği yolu çocuk adımıyla yirmi adımı 'Yok yavrucuğum, yok evlatcığım' derdi. 'Benzemezsin. Ben sana paşa
tüketip annemin camdan uzattığı öpücüklü elle okula giriyordum. çayı yaparım. Ardından bol sütlü bir kahve... Sabaha bembeyaz uyanırsın
Babam bir gün ağzından sır kaçırdı: 'Evladım, oğlum anneni üzme. O ne paşam.'
derse sen tersini yapıyormuşsun. Dediklerine cevap vermiyormuşsun, tamam Mutfaktaki semaverden salona yağan buharın tazeliği. Kaşık, bardak
kırıp dökmüyorsun ortalığı ama annen seninle konuştuğunda sadece gözlerine şıkırtılarından mutluluğun kına gecesi. Dünya boydan boya sevinç, her yer
boş boş bakıyormuşsun, mel mel. Annen bak üzülüyor. Sen olmadan evvel çay.
mutsuzdu annen, sen oldun. Senin doğumunun anneni mutlu edeceğini söyledi Nurperi Hanım, keyifli bir gururla taşırdı çay tepsisini. Dimdik sırtını
doktorlar, çok akıllı çocuksun, annen hasta, üzme onu, o seni seviyor, tamam kambur etmeden özenle koyardı sehpanın üzerine. Bardağın ağzına tam
mı? oturmayan süzgecin muzipliğine gülümseyerek gözlerini kısar, ilkini
Annemin okuma-yazma bilmemesi köyde okulun olmamasına, benim doldurur, sonra diğer bardağa geçerdi. Küçük çaydanlıktan akan kırmızı
doğumum ise annemin yalnızlık korkusundan sinmiş bakışlarla babama suya, şırıl şırıl beyaz su karışırdı. İki bardağı da doldurur, kendi çayını alır,
durmadan bakması, babamın annemi her şeyden daha fazla seviyor olması ve karşım-
şehirde psikiyatrların görev yapmasına bağlanabilirdi.
Köyde okul yoksa şehirde psikiyatr var. SEDAT DEMİR KRALİÇENİN GÖZLERİ
Her sabah okul kapısının levhasının altından geçerken annemin hâlâ neden daki koltuğuna otururdu.
okuma-yazma öğrenmediğini ve doktorların söylediği sözü düşünürdüm. 'Seninki niye daha kırmızı?' 'Çünkü seninki paşa çayı.' 'Sen niye şeker
Annemi çok seviyordum, ama uçuşan bulutun koynundaki gözler annemin atmıyorsun çayına, o minik kutudan şeker çıkmaz ki?' 'Sakarinim' derdi
gözleri değil. minik kutusuna. Her defasında öğrenirdim onun kuş olmadığını, yalancı
Şu an tipi altında turuncu ve kırmızı balıkların yüzdüğünü görüyorum; çok şeker olduğunu. 'Çünkü ben senden daha ziyade şeker yedim küçükken,
üşüyorum; bu apartmanın dördüncü katında değil de, beşinci katında, doğrusu hem ben ihtiyarım evladım, yüzüme baksana...' 'Benim de büyüdükçe
Nurperi Hanım Teyze'nin evinde çok mutlu olduğumu hatırlıyorum; annem çayım kırmızılaşacak mı, acılaşacak mı?..' Yüzüne bakmayı hiç düşünmez
sevdiğim için vardı, ben Nurperi Hanım için yaşıyordum. gözlerine bakardım.
'Sakın ola ki, yerli film seyretme oğulcuğum! Ecnebi filmler seyret, seyret ki Yüzündeki kırışıklıkları hiç görmezdim. Yüzü her zaman bir fırtınanın
onlar fevkalade latif oluyorlar, fevkalade terbiye ediyorlar sendeki manayı.' arkasında sakin ve yenilenen. Pırıl pırıl bir alın, gözlerinin üstüne
Başımın üstünde, göğün tozlanmış siyahında ağlamaklı, bir doğmadan sürülmüş iki kaş, kemerli bir burun. Saltanat batırabilecek
dudakları her zaman kıpırdardı rüzgârı, söyledikleriyle bîçare bırakırdı
sevdiklerini, sevmediklerini. la konuşmamız da nadirattandı zahir. Velev ki konuştum, o A 'merhaba'.
Eski bir İstanbul hanımefendisiydi; konuştuğunda susturur, sustuğunda Bizim kaza Ege'nin kazâsıydı, ama öyle diğer vilayetlerin kazası gibi
konuşurdu. Şık giyinirdi, saçlarını her zaman sultan yeşili, laciverdi su, değildi. Bugünkü buralar gibi sanki.'
sönmüş mühür bordosundan cumhuriyet türbanları örterdi. Yerdeki halının içine gözlerini diker, aradığı her şeyi oradan bulup
Ceplerine hiçbir şey koymadığı üç döpiyesi vardı: Siyah, gri, mavi. Kalın çıkarırdı.
topuklu, erkek ayakkabısına benzeyen, kemer tokalı ayakkabıları. Ellerinde 'Her sokakta sıra sıra haneler, çevresi çiçekli ağaçlarla dolu bahçeler.
dolaştırdığı tek taş yüzükler, içine akik sarılmış altın pırıltıları ışıklandırırdı Böyle apartman hayatı gibi değil, cıvıl cıvıl. Köylüsü de pek zarifti bizim
yürürken yeri. Ama ben onun daha çok gözlerine bakardım. Televizyonda oraların. Sokak kesme taşlarla, pırıl pırıl taşlarla döşeliydi. İki sinema
gördüğüm büyük bir devletin kraliçesi gibi oturuyordu tombul kırmızı vardı. Biri yazlık, diğeri kışlık. Babamla, nur içinde yatsın, eğlenceli
koltuğunda; ya da filmlerde gördüğüm kraliçelerin tacını, pelerinini yavere filmlere giderdik. Lokantaların, attarların, fotoğrafçıların, nalbantların,
verip tahttan indikten sonra halkın arasına karışması gibiydi salonda mecmua, gazete satan dükkanların olduğu bir çarşı vardı. Asfaltlıydı o.
yürüyüşü. Yürümesi, etrafı seyretmesi bir keyifti beyzadem orada, ama bir şartla:
Gizli bir çekiciliği vardı o yaştaki bir çocuk için bile; le char-me discret de la Ehl'i-keyfin doluştuğu kahvehanelerin, mey satan kapıların önünden
bourgeoisie... Burjuvazinin gizli çekiciliği. geçmeyeceksin, geçersen de kafanı kaldırmayacaksın.'
Böyle bir film vardı... Anlattığı kaza, iyice gerilmiş bir perdeden akıp önüme düşer, ben de her
'Bir çay daha ister misin paşam? Film başlayınca da kahvelerimizi içeriz.' sokağında evlerin içini görmek için telaşla avluya açılan kapılara bakar,
dükkanların önünden geçer, meyhanenin oraya geldiğimde kafamı önüme
eğerdim.
20 'Doğumum muharrem, miladi bin dokuz yüz sekizlerde, nur içinde yatsın,
ÜMRANİYE BELEDİYESİ HİKÂYE YARIŞMASI anam öyle söylerdi. Kızım derdi, sen boynu-bükük soğukların kırılmasıyla,
Çayı gene aynı tertiple, ben sanki onun paşasıymışım gibi aynı terbiyeyle bohça derdest etmesiyle açtın gözlerini. İkinci kocakarı soğuklarının ilk
doldururdu bardağıma. Bardağımın doldurulduğunu görür görmez üç çay soğuklara, senin elindeki fırsat benim imkanlarımda olacaktı ki, bak o
kaşığı şeker doldururdum. Bu evdeyken hiç dökmezdim şekeri sehpaya. Alt zaman görürdün sen, koyundaki kuzuyu, inekteki buzağıyı, emzikteki
katta ise bu tatlı görevimi annem yerine getirirdi, bu yüzden tadı hep noksan sabiyi bak nasıl alırdım kendime' dediği zamanlarda doğdun sen derdi.'
olurdu çayın. Üstelik annem, bardağın üzerinde biraz boşluk bırakır, o Birden bire bir ağıl kokusu dolardı içime, Kurban Bayra-mı'nda kırmızıya
boşluğu da sürahiden su koyardı. Burada biraz daha üstten tuttumu iki elin boyanan arsaların kokusu gibi.
üçer parmakla, dudaklarımı da fazla yapıştırmadan çektimi, zaten çekerken 'Harb, İstiklal Harbi'ni hatırlarım oğulcuğum. Birinci Cihan Harbi'ni ise
soğuyan çay keyif buruğu bir tat bırakırdı ağızda, hem de hiçbir etim pek havsalam getirmiyor seyredeceğim kıvama;
yanmazdı. Kristal yapıştırılmış bardakları, kristal çıkartılmış tabaklarda da
başkaydı çayı içmenin. 22 | ÜMRANİYE BELEDİYESİ HİKÂYE YARIŞMASI
Nurperi Hanım karşıma oturur, işte böyle düşündüklerimi seyrederdi. yalan yanlış işte. Hatarlıdır birazcıcık hafızacığım, zaten fındık kadardır.
Düşünürken hiçbir şey saklamazdım Nurperi Hanım Tey-ze'den... On yedime kadar Fransızca öğrendim hatırı sayılı muallimlerden. Dikiş,
İki bardak üçe çıkardı. nakış, terennüm, edebiyat... Bunların hepsini bir güzel öğrendim on yedime
Sonra bir önceki gün anlattığı hikayesini anlatırdı bana... Sonraki gün bugün kadar. On yedinci baharım şimşeklidir birazcıcık. Yağmurlu... İstiklal
anlattığı hikayesini.... Uzun uzun, başkasının hikayesini anlatır gibi anlatırdı, Harbi'ni müteakiben, günlük güneşlik olacağını farz ettiğim bir gün.'
yalımsız, ışıklı... Kalın ve düzgün dudaklarını bazen çocuk gibi büzer, Televizyondaki yerli dizilerle şekillendirirdim olup biteni hemen; elinde bir
korkuturdu beni. Bazen bir genç kız gibi tepesinde pembe çiçekler, 'pembe kitap, saçları kafasında toplanmış, dar uzun etekli, fırfırlı gömleğiyle
dizi' yığını gibi kitaplığında... Birlikte ağlar, birlikte kaçardık onu muallime 'Nurperi'. 'Neyse, sözü yormayalım...
kovalayanlardan ve oturur birlikte seyrederdik onun seyrettiği filmleri, onun Kâzâda bir müsabaka tertip edilmiş idi. Asıl anlatacağımı dinle. Vakta ki,
gözleriyle.. Hikayesinde çok geç yaşlanırdı, yaşlanmak istemezdi, yaşlanınca ben bu müsabakaya katılmayı kendim için pek yakışır görmüyordum,
da yaşlılığın tadını çıkarmak için bugüne gelir birlikte çay içerdik... Hiçbir şey validem görüyordu. Bir güzellik müsa-bakasıydı. Bir sürü eğlenceye,
tûfeylî olmazdı, ortalıkta kalmazdı; ben sakallı paşa olurdum, o genç kız... temaşaya eklenmiş müsabaka. Her ne kadar Kur'ân hıfzetmediysem de,
'Ben genç kız iken çok güzeldim evladım. Öyle güzeldim ki, kazanın eşrafı güzelliğimi öyle ortalık yerde herkese gösteremezdim. İmânım var, Allah
oğullarıyla evlendirebilmek için babama yakınan sözlerle anlatırlarmış korkusu... Hem sadece kazanın adamları değil, her kazadan o sıralarda
oğullarını nasıl ağlattığımı. Oğulla- oralarda dolaşan memurlar, subaylarda temaşa edeceklerdi, müsabakayı
diyorum seyredeceklerdi. Eh pek tabi kazanın köyleri, komşu kazaların
SEDAT DEMİR KRALİÇENİN GÖZLERİ | 21 köyleri de gelecekti. Kazanın eşrafı da bu dedikoduyu duymuş, onlar da
kızlarının bu müsabakaya iştirak etmelerini arzulamış olacaklar ki, hepsi rakibelerimize, çay içen yaşlılara bakıyorduk. Aniden İstanbul'dan,
kızlara nı bir güzel hazırlamışlar bu müsabaka için. Eh benim, nur içinde Ankara'dan, Eskişehir'den gelen subaylar, kravatlı memurlar kaza halkının
yatsın, babam da katılmamı istemiş, rahmetli anneme söylemiş, iştirak etmem arasına karıştılar, oradaki bizlere dans edelim mi, dediler, teker teker.
hususunda beni sıkıştırsın diye. Aman aman, neydi o öyle. Hepsinin saçı briyantinli, elleri kolonyalı, binbir
Müsabaka bahsi bütün vilayete yayılmış, her bu işi duyan kerimelerini, kokulu losyonlar... Oradaki çoğu kız dansı ilk defa duymuşlar ki, nasıl dans
kızlarını yani buraya göndermiş. Oldu ortalık bir panayır yeri. edecekler? Sonra, onların çoğu benim gibi onlardan birileriyle izdivaç
Her yer süslendi. O kadar fazla tabure dizilmişti ki, lakin gelenleri etmişler, dünya evine girmişler. Efendim. Aman efendim. Ne komiklikler.
ağırlayacak miktarda kafi değildi, ucu bucağı görünmüyordu meydanın, Ne şamatalar. Subaylar biliyor ama dansı mansı... Beni de dansa bir
meydanın tamamı taburadendi.. Ben 'Ey Ulu Allah'ım, Yüce Rabbim, sen teğmen kaldırdı. Kumral, yeşil gözlü bir genç. Benden büyük-çeydi.
affeylersin beni diyerek ', tev- Sakındım. 'Olmaz' diyebildim. Çatık kaslarıyla beni süzüp ısrar etti.
Babama baktım. Babam oturuyordu, ihtiyar, sandalyesinde. O da bir bana
23 baktı, bir ona... Kafasını yan yatırıp, biraz da, eh tabi biraz da çevreden
SEDAT DEMİR KRALİÇENİN GÖZLERİ çekinerek, kafasını yan yatırıp, derin bir nefes aldı, bıraktı, kabul etti.
' tiafarlar getirerek müsabakaya iştirak ettim. Yüzden fazla Kıpkırmızı oldum. Terledim. Terimden utandım. Hiçbir şey bilmiyorum.
vardı benim gibi orada. Değil onlara bakmak, kaldırıp da k famı etrafıma Nasıl dans edeceğim? Ettim sonunda. Ölecektim. Kulağıma öyle güzel
bakacak takati kendimde toplayamıyordum. Velhasıl, müsabaka başladı. sözler fısıldıyor, öyle güzel nağmeler söylüyordu ki.. Kur yapıyormuş...
Kaymakamlık binasının salonunda Davul zurna çıkacağını zannediyorduk. Kur. Kendimi zorattımdı babamın yanına. Neyse efendim.' 'Kimdi o
Zeybekler dönecek zannediyorduk. O kadar şaşaanın içinde... Kedi Nurperi Teyze?' 'Dördüncü çerçevedeki adam.' 'Boş çerçevedeki?' 'Evet, bir
merdivenleri, fenerler içinde bir nutuk, ardından bir alkış duyacağımızı taneciğim... Evet'
zannediyorduk. Bir orkestra peyda oldu bir perdenin arkasından, kıpkırmızı 'O teğmen tetkik etmiş, sormuş soruşturmuş, kim olduğumu sonra,
bir kadife perdenin altından. Smokinlerini üzerlerine geçirmiş kimi kel, kimi kimlerden olduğumu, kimin kızı olduğumu öğren-
saçlı başlı adamlar uzun uzun çaldılar biz ayakta orada, öylece beklerken.
Kontrbaslar, viyolonseller, hep birden titrek titrek keman çalanlar...' sEDAT DEMİR KRALİÇENİN GÖZLERİ
Pazar günleri, önce klasik müzik saatiydi, orkestralar... Ardından halk miş. Ertesi gün, ikindi vakti dayanmaz mı kapıma, yanında Kaymakamla,
oyunları, zeybekler. Evimizde televizyon yoktu, onun evine çıkıp seyrederdik. komutanıyla. Neymiş efendim. Beni istiyorlar-mIş Desti izdivacıma talip
'En başlarında da bir tane adam, elinde çubuğuyla... Bir adamın bir olmak istiyormuş. Evlenmek istiyor senin anladığın dilde. Babam, nur
orkestrayı yönetmek için öylece durup çubuğunu sallaması gerektiğini, o içinde yatsın, rahmetli babam sılayı rahim var, uzağa kız vermeyiz, hem
adama şef denildiğini biliyordum aslında velakin ilk defa görüyordum bu daha yaşı küçük, vakti var, dedi. Onlar, sanki bunlara hazırlıklıymış gibi
manzarayı. Orkestranın ne olduğunu biliyordum, ama ilk defa dinliyordum şaşırmadan nezaket gösterdiler. Daha da ısrarcı bir tavra hüründüler.
böyle bir sesi.' Subayın her an vazife yeri değişir, ben buna dayanamam, kızım erken
Halının üzerinde, önümüzde, orkestra eşliğinde zeybekler dönüp dönüp bezer hayatından, dedi babam. Sevdiği var mı, diye sordular.'
dizlerini yere vuruyordu. Gözleri alevlendi, ısındı.
'Sonra onlara benzeyen bir adam gelip müsabakayı takdim etti. Asıl gaye 'İstanbul'da tıbbiyede okumuş bir çocuk vardı. Ara sıra gelirdi.
yerine getirildi. Netice okundu. Ve ben birinci olarak tamamladım Gülümserdik birbirimize, karşılaşınca. Yüzümüz kızarırdı. Hızlıca
müsabakayı. Ne kadar güzel, ne kadar ahmlı, çalımlı bir kızdım o zamanlar. yürürdüm, yanından hızla geçmek için; ya da beklerdim başımı öne eğerek,
Fettan değildim tabii. Değil kazanın, vilayetin en güzel kızı seçilmiştim. Arâbî yanımdan geçsin diye. Kaldırıp ba-kamazdım yüzüne. Yüzüm kızarırdı.
bir yüzüm olduğunu söylediler. Fârisî bir bakışım olduğunu... Gözlerimin Güzel de zeybek atardı düğünlerde, seyrederdik hala kızlarımla.'
rengi biraz Rum'dan, biraz İngiliz'den, Alman'dan çalı-yormuş. Sünnetlik Sustu. Gözlerini kapatıp kafasını salladı.
çocuklar gibi de, sen de taktın ya ondan, hani 'MAŞALLAH' yazıyordu, öyle 'Sonra kaymakamla babam evimizde bir yemek yedi baş başa. Kaymakam
bir kumaşa, öyle bir şekilde gittiğinde babamın suratı sarıcaydı, sapsarıydı. Babam, hasta olmasındı.
Hasıla evlendik. Ertesi günü resmi nikah kıyıldı.'
24 | ÜMRANİYE BELEDİYESİ HİKÂYE YARIŞMASI Gözlerini kıstı, dudaklarını ağzının içine gömdü.
yazı astılar üzerime: 'EN GÜZEL TÜRK KIZI' diye...' 'Bir güzelliğe sahip olmanın keyfini tam anlamıyla hiçbir zaman
Sünnetimi atlatmıştım. Gerisini kardeşim düşünsün, diyerek yaşatmadım ona;..'
keyifleniyordum... Gözlerine tül beyazı bir ıslaklık indi. '...ama evlendiğimiz an bir güzelliği
'Sonra yine orkestra çıktı, biz içeriye geçtik. Terimizi silip ana-babalarımızın dünyadan koparmanın hazzını her zaman yaşadı o. Nikahtan sonra da beni
yanına çöktük. Ellerimiz dizlerimizde, güzel, yakışıklı oğlanlara, seyyarlara, bir trenin içine koyup Eskişehir'e götürdü. Hep yanında taşıdı beni.
Balolara, operalara, tiyatrolara, sinemalara gittik onunla. Resmi davetlerde, Kırkıma merdiven dayamışken gizli gizli gidiyordum sinemaya. Yanımda
törenlerde, hep yanındaydım, protokolün arasında. Ankara, Bursa, İstanbul, o yoktu artık.'
Antep, Trabzon... O kadar çok vi- İşte, iştahla bir aktris, bir yıldız röportaj veriyordu. Bana öyle geliyordu.
'Bisiklet Hırsızları'nda yüreğim sıkışıyor ağlayamamaktan, Birleşen
26 | ÜMRANİYE BELEDİYESİ HİKÂYE YARIŞMASI Kalpler'de Bogart'ın yanağından usulcacık makas alıyordum.
layet gördüm ki, tayini çıktığı yere giderken yolda, mazot kokulu yollarda Bu serseriliğimi tam on dört sene boyunca hissetmedi. Ne filmler
ölmek için dualar ediyordum. Hani soruyordun ya dördüncüsü neden boş. İşte seyretmedim ki; ne adamlar sevmedim, ne kadınlar kıskanmadım.
o bahsettiğim adam yüzünden boş.' Her sabah bulunduğumuz vilayetin çarşısına inip ecnebi filmler oynatan
Albay'dan bahsediyor. salonu soruyordum. Tariflere uyup sinemanın önünü yakalıyordum. Girip
Ondan bahsederken kaşlarını indirir, bir şeyler düşünür, sonra yine denkleştirdiğim parayı gişeye uzatıyordum. Tek başıma. Tam ondört sene...
anlatmaya devam ederdi.
'Sustum. Hep sustum. Bir operayı seyrederken yanımda olduğunu unutmak 28
istiyordum, unutuyordum da. Böylesi bir fikir c'aha çekilir yapıyordu hayatı.
Sinemada onun yokluğunu yaşamak müthiş bir keyifti. Ellerini bırakıp, ÜMRANİYE BELEDİYESİ HİKÂYE YARIŞMASI
çenemi ön koltuğa yaslayıp öyle seyrediyordum ışıklı, resimli mucizeyi.
Hep susuyordum. Benimle konuşmak karşımda eğilip sabırla o da SEDAT DEMİR KRALİÇENİN GÖZLERİ
susuyordu. Ama konuşmamak için benim sabretmeme gerek yoktu.
Birl'aç kere vurdu bana. 29
Hakaret etti ağızlar dolusu.
Birgim eğilip, ne istiyorsun sen, diye sordu. Sinema, diyebildim.
Otuzik- yaşındaydım.'
Şık, en neşelisinden kahkaha attı. Şendi.... Epey bir zaman sustu. Evdeki her kuruşun hesabını iyice soruşturmasına rağmen, ben, bu yaşlı
'Her ne kadar kabul etmesi zor olsa da sinemayla kandırıyordu beni. kadın o zaman da yaşlıydı, elliiki yaşındaydı, bir akşamüstü, İzmir
Sinemanın kapısı güneşin ışıklarının söndürüldüğü yer. Yerin altına inerken Sineması'ndan eve döndüğümde beni kapıda yakaladı ve bana, seni
her daim ayaklarımdan yukarıya doğru yükselen bir ses harikası, sesin öldürürüm, dedi.'
titremesi. Sadece kulaklarımla duymuyordum aktörlerin, aktrislerin sesini... Yüzünde birikmiş çaresizlik, korku, öfke bu anı dillendirdiği zaman
Yavaş yavaş iniyordum, aşağı, tadını çıkara çıkara, yerin dibine. Karanlık. Ve kendisini ele veriyordu. Daha çok öfke karşısında duramamak, ona boyun
karanlığın ötesinde başka bir Nurperi. O Nurperi'nin siyahı içinde binlerce eğmenin öfkesi... Eşine hiçbir şey borçlu değildi.
parıltı, beyazı içinde o parıltılarla başka bir göğe yükselen binlerce renk. 'O bana bir hayat borçluydu, kendi hayatımı...'
Bana bunları niye anlatırdı? Bir başkasına aitmiş gibi görünen hikayesini
sEDAT DEMİR KRALİÇENİN GÖZLERİ daha çok gözlerinden seyrederdim. Kendisine ait yaşananları başkasına
Bay Porter'da tek başıma kıkırdıyor, Bir Gecede Olup Bit-ti'de koltuğa yaşatıyor gibiydi; bir başka kadına. Drama, trajedi, yer yer epikleşen,
oturtulmuş uslu, terbiyeli bir kız oluyordum.' cümle cümle epikleşen oyunu; akordeon, keman, flüt ve piyano yağmuru
Altı fırfırlı, yakaları fırfırlı, kollan fırfırlı eteğiyle yaşıtım bir kız çocuğu gibi altında sırılsıklam yapardı beni. Gözyaşlarını bir çukura döker gibi dökerdi
oturuyordu karşımda altı yaşındaki bir çocuğun üzerine, benim üzerime... Evvelki gün anlattığı
'Yolda yürürken elimi kıracak gibi sıkıyor, sinemaya girdiğimizde diğer hayatının, her anının aynı olduğunu unutup, her gün aynı telaşla anlatırdı.
dünyaya geçmek için ellerinden çözülüp yanından kaçıyordum. Peşimden Anlattıklarını daha çok gözlerinden seyrederdim; acısı insanın ya da
geliyor, yanıma oturuyor, elleri dizlerinde filmin nihayetini bekliyordu. Filmi insanların tarihinin anlatılmak üzere parçalara bölünüp her şeyi açığa
seyredip seyretmediği bile malumatımda yok.' çıkarma pahasına irdelenmesi yanılgısından çok daha yakıcı görünüyor
'Kim?' bana şimdi... Tarihin olaylar üzerinde dolaşan sorumsuz, dağınık bir
'O çerçevedeki adam' kameraman gibiydim ben de. Arka penceresinden, ön penceresinden kaçak
'Fotoğrafı yok mu?' resimler; bir pencereden diğer pencereye koşardım; hiç anlamazdım
'Yok miniciğim benim.' anlattıklarını.
'Les Enfants du Paradis'de serserilikler yapıyor, Casablan-ca'da askerler beni Ellerimde, omuzlarımda, ayaklarımın altında, salonun her yerindeki film
kovalıyor,. şeritlerini bir araya, getirmeye uğraşır, hepsinden bir film oluşturmaya
Ama yanımda onunla sinemaya gitmek fikri bile çelikten yumruktu kafamın çalışırdım. O, vatanı olan dünyada kocası tarafından hizmet için despotça
tepesinde, boğazımı düğümlüyordu bu sıkıntı verici hal. alıkonulmuş bir tutsaktı, o da kaçamağını sinemayla yapıyordu, yapabildiği
kadar; bunu şimdi anlayabiliyorum. İkisinin de sahip olduğu tek şey olmayan, çökük avurtlu, ince ve yorgun sesli bir ihtiyardı.
Babam, 'Bu adamın cenazesi nereye verilir, namazı nerede kılınır ki?'diye
Nurperi Hanım'ın güzelliğiydi. Kocasının, varlığından haberdar olmadığı soruşturduğunu hatırlıyorum, evde, annemden.
Nurperi'nin geçmişinden koparılmasına rağmen sahip olduğu nezaket ve sabır. Okula başlamama iki sene vardı, sekseninde ölmüştü seksen senesinde.
Ellerimde film şeridinden yumaklar. Ah! Onun yaşadıkları ve The lazz Singer, 'Burcu-vaz ne demek?'
Thirty Nine Steps, Göne with the Wind, Wuthering Heights,... '..., seni 'Şu kahveyi yapıp geleceğim beyzadem, anlatırım şimdi,
öldürürüm,...'
Bu sözü, kendi sesiyle seslendirdikten sonra bazen öylece kala kalırdı. SEDAT DEMİR KRALİÇENİN GÖZLERİ
Gözlerini kapatır, iri damlalar halinde sabır ve nezaket gözkapaklarının sabret'
arasından aşağıya taşardı. Burnunu çeker, elleriyle, mendil bulamamış Hiçbir zaman anlatmazdı. Daha doğrusu film başladığı zaman hiçbir şey
elleriyle yanaklarını siler, usulca kalkardı. Evde çıt çıkmazdı. anlatamazdı. Kahveleri getirir, benimki beyaz-onunki siyah, iki koca,
Ben de korkardım her şeyden, onun korktuğu kadar... Ben, suratı buruşuk ağzına kadar, kahve dolu, fincan, koltuğuna usulca bırakırdı, hayata
halde kahve beklerdim. '..., seni öldürürüm,...' dönerdi, hayatı ve kendisini.
Bazen bu ifadeyi henüz duymuş da umursamazmış gibi, 'boşver' der gibi tek İşıkları söndürürdü önce.
elinin avucunu yukarı kaldırır hikayesine kaldığı yerden devam ederdi. Her Tombul kırmızıdan koltuğu kararıyordu, karanlık koltuğa saklanıp epik
gün aynı filmleri oyuncularıyla, konusuyla ve kendi dilindeki ismiyle anar, bu kahveler içiyordu, şekersiz.
arada kocasından gördüğü baskıdan bahis açmayı ihmal etmezdi. Yetmişiki yaşına varan vücudu dimdik, filmin her karesine doymak için,
Filmleri Türkçeleriyle birlikte söyler, kimi zaman sadece ülkelerindeki gözleri, mavi gözleri, siyah perdeleriyle sonuna kadar açık, pencereden
isimleriyle bırakırdı onları; sokak ışığı beyazı camdan geçerken, akı ak yere ak ak vurur, ben filmi
'Le Notti di Cabiria, Bonnie and Clyde, Some Like it Hot, Space Odyssey...' onun gözlerinden seyrederken, koca, ağır, fincandan kahve, içerken
Bazen de Amerikan rüyaları görürdü... It's a Wonderful Life... fincandan baş dön-gülüğü, kayboluyordum.
Yağmur altında şarkı söyleyerek dönüyormuş, sinemaya kaçtığı zamanlar; Her sabah kendi evimizdeki yatağımdan baba eskisi kumaşından dikilmiş
Singin' in the Rain... Ve sırıtarak, pijamalarla uyur vaziyetimi yakalıyordum son anda, kanepenin kadife
'A Matter of Life and Death, Stairvvay to Heaven; Albay Blimp'in Hayatı ve derisine yapışmış ummayı beklerken. Sadece kahve kokuyordu.
Ölümü...' Kahve, beyaz.
Seksenlerde, ortaokuldayken, bir öğle üstü, bîr Oliver Sto-ne fiminin
30 | ÜMRANİYE BELEDİYESİ HİKÂYE YARIŞMASI ardından eve gitmek istemedim. Kitaplarımı koltuğumun altına iyice
derdi. sıkıştırıp ilk günlerini hatırlayabildiğim çocukluğumun semtine yokuş
'Ne rüyalardı onlar!..' aşağı bıraktım kendimi, aşağı, ta-şıtsız.
Neşeyle konuşmasını tamamlar, bu cümleyi fısıldardı. Epey yürüdüm, nereye gittiğimi bilince yürümenin hiçbir ağır tarafı
'Seni de sinemaya götüreceğim ama, annen izin vermiyor' kalmıyordu. O günün güneşi, yerden yağmurun ıslaklığını süpürüyor, iki
Bunu söylediğinde dudaklarını büzerek beni alaya alırdı. apartman arasına gerilmiş çamaşırların deterjan nemini alıyordu; beni
'Haydi, sıkıldın sen. Filmimiz başlayacak, şu gözlerine bak, bozulacak beni terletiyordu.
dinlerken seyretmekten.' ilkokulun karşısı, Güler Apartmanı.
'Ne filmi var bu akşam Nurperi Teyze?' Zilleri çaldırmak için apartman kapısının yanına yerleştirilmiş butonların
'Le Charme Discret de la Bourgeoisie: Burjuvazinin Gizli Çekiciliği... Daha üzerinde yazılmış olması gereken isimler yok-
önce seyretmiştim ben Ankara'da, son vazife yerinde.'
'Kiminle?' 32
'Boş çerçevedeki adamla, sıkılmıştı seninki...' ÜMRANİYE BELEDİYESİ HİKÂYE YARIŞMASI
'Şimdi nerede o?' tu. Üstten ilk zile bastım. Kilidin çekilmiş olduğuna dair otomatik, kalın
'Öldü, beni öldüremeden... Sen ne diye hatırlamazsın ki çocuğum, daha ses. Kapıyı ittim. Apartmanda bodrum katından gelen fare ölülerinin
geçen sene ölmüştü. Hatırlarsın da aslında hayal mayal. Sen bizim evimize kokusu, merdivenlerin bitimindeki açık camlardan yığılan küf koyuluğuna
gelmezdin o vakitler, çocukları evde istemezdi, gelemezdin gerçi.' karışıyordu. Kapı açıldı.
Hoparlörden çıkan ince sesinin buyurganlığını, öfkesini yattığım döşekten Kapıyı, benim boylarda, gözleri kuyruklu mavi bir kadın açtı. Dişleri
meraklı, biraz da korkulu bir halde dinlediğimi hatırlıyorum. muntazamdı, sırıtıyordu. Maviden elbiseliği kısaydı. Güzeldi, ama
Bana baktığını hatırlıyorum, kaçıp annemin arkasına saklanmıştım. huzursuz edici bir boşluk vardı suratında, ya da karışıklık. Nurperi Hanım'ı
Hatırlıyorum. Alnı, kaşlarını kaldırmaktan kırış kırış, gözlüklü, gözbebekleri sordum. İçerideydi ve tekerlekli sandalyenin üzerine bırakılmış gibi, biraz
sonra onun üzerinden alınacak gibi bırakılmıştı. Elini öptüm. Adımı sordu.
Şaşırdım. Sivilcelenmişsin, dedi 34
İşe yeni başlamış bir pazarlamacının adımlarıyla salonu dolaştım. Kitaplığın
mobilyaları sapasağlamdı. ÜMRANİYE BELEDİYESİ HİKÂYE YARIŞMASI
İçlerinde video kasetler vardı; Zavallılar, Sahte Kabadayı, Beyaz Zehir, olan aşkı da artıyordu.
Mavi Mavi... Peki ya, benimkisi neydi?
'Az önce sinemada bir film seyrettim Nurperi Teyze...' 'Gel otur, ne sineması?' Serin bir yaz akşamı, içinde yaşlı kadın dolaşan bir film gördüm. Odanın
'İyi bir yönetmenin, savaş filmi...' tozunu alıyordu. Cebine hiçbir şey koyulmamış döpiyesi vardı üzerinde,
Oturduğum tabureye doğru eğildi, gözlerimin içini gözlüyordu, oyuyordu içine de fırfırlı bir gömlek giymişti. Yüzünü seyirciye döndü. Başında bir
demeliyim, gözleriyle... Kırışmış ve torba gibi olmuş yanakları titredi. Bir şey cumhuriyet türbanı... Gözlerimin içine bakıp gülümsedi.
söyleyecekti. Suratını buruşturdu. Sinemadan yutkunarak çıktım. Bir taksiyi durdurup 'Samat-ya' dedim.
Titreyen, çubuk gibi parmaklarının pelteleşmiş etiyle sehpanın tozunu sildi. Işkırlak Sokak. No:I5 ya da 17. Okulun karşısı. Beşinci katın zili. Açan
Parmaklarını birbirine sürtüp eliyle avucu-nu üfledi. Etleri düşmüş şahadet yok.
parmağını kaldırdı. Biraz daha eğilerek konuştu: Sokağa indim.
'Sinema koca, koskoca bir yanılgıdır, oğulcuğum. Koca bir yalan. Yerin Bakkala sordum.
altına iniyorsun. Maden mi çıkaracaksın, hayır. Altın falan yok orada, her şey Hala orada yaşıyordu.
toz. Binlerce yalan ses, binlerce Nurperi değil, Mübeccel dediler onun için.
Bodrum katta oturan kapıcıya sor, dediler.
SEDAT DEMİR KRALİÇENİN GÖZLERİ 'Kasım Efendi! Kasım Efendi!'
lan renk, kare kare yalan. Düşünsene! Yerin altına iniyorsun. Etkileyici. 'Valla', dedi, 'bir-iki aydır kapıyı açmıyorlar.'
Yerin. Altı. Hiç görmeyeceğin süper adamları, güzel kadınları görüyorsun, Yukarı çıktık. Kapıyı dövdük kırarcasına. Ses yok. Tornavidayla
yalan. Onlar yerin altına inmiyorlar. Yalan. Senin o güzel başındaki aklı böyle menteşeleri zorladık, kilidi kırdık.
kandırıyorlar, gönlünü böyle çeliyorlar. Elinden rüyalarını, bu dünyanı Ölüm kokusu.
alıyorlar, yavaş yavaş. Ne veriyorlar, görmeni istedikleri kendi hazırladıkları Küf yığını, fare kokusu, örümcek ağı, toz bulutu.
rüyaları. Sinema, oğulcuğum, sinema, koca bir yanılgıdır. Yalan.' Gözleri İçinden birşeyler çıkardığı halı yerinde duruyor. Kitaplığın içinde video
ağlamaklı! kasetler. VHS. Perdeler çekilmiş. Tombul kırmızı koltuk yerinde.
Elini öptüm. Bambu, esrar dumanı üflüyor. Siyah avize. Nurperi Hanım. Mübeccel
Çaya kalmadan, evin kapısı beni uğurlamak için kapanır kapanmaz üçer Hanım Kraliçe.
beşer basamaklık adımlarla terasa çıkıp, koşarak yine bu köşeye gelmiştim. Tekerlekli tahtında, kafasını arkasına yaslamış, bizi karşılıyor.
Gözlerim ağlamaklıydı, hiçbir şey göremiyordum. Yüzünde en ufak bir kırışık ya da geçirdiği yılları okuyabileceğimiz bir
Mavi bir çölün rüzgârla yerden kalkan çok uzaktaki kumları gibiydi çizgi yok.
gökyüzü o gün.
Çok sıcaktı. Ağlamaklıydım. sEDAT DEMİR KRALİÇENİN GÖZLERİ
Şu an, başımın üstünde, buz tutan rüzgârın arkasında ağlamaklı, bir çift Yanakları rüzgâr yanığı. Arabî bir yüz. Farisî bir bakış, suyun içinde.
masmavi göz. Yangında iki göz; kirpiklerine tuz durmuş, aklarına asırlık yaş Gözlerinin rengini biraz Rumlar, biraz İngilizler, biraz Fransızlar çalmış.
düşmüş... Yanakları rüzgâr yanığı, gür siyah saçlar... Gençliğimde çağırıp, Ama sımsıcak iki göz. Perdenin aralık kalmış, ışık bir mercekten geçiyor.
bana el etmişti, kameranın arkasından... Bir mercekten daha. Işık ana-morfozdan süzülüyor. Gözlerine düşüyor.
'Sinema, oğulcuğum, sinema, koca bir yanılgıdır, yalan.' Sinemaskop
Ne zaman sinemaya, gitsem, bir filme, kameranın arkasındaki ele, başımı Yok hayır. Tam tersi. Işık gözlerinden çıkıyor. İlk mercekten geçiyor.
eğerek karşılık vermeden içim rahat etmezdi. Onun anlattığı büyülenmiş Anamorfozdan çıkıp dışarıdaki hayatın üzerine yayılıyor, yaşanıyor
zamanlar, jjnun her gittiği yerde rütbesi yükselen, yükseldikçe gözlen yok yaşanan, her şey renge kavuşuyor.
olan, emirlerini arttıran, sınırlayan, zorlayan babasını, babasının kazasını Tozlar kaçışıyor, ışığın içinde, gürültüler içinde.
zaten elinden almış kotasımn betonlaşan yüzünden kaçışıydı. Sinemaskop.
Üsteğmen, yüzbaşı, binbaşı, albay... Yanaklarına dokunuyorum on yedi yaşındaki Nurperi'nin. Sıcak.
Rütbesi yükseldikçe Nurperi JJanım'ın, hayatın gölgesine Küçük, ıslak bir öpücük konduruyorum yanaklarına, dudağının
kenarına...
33 Dudağı titriyor.
'Ne yapıyorsun arkadaşım? Ölü ya o...' çıkmış solculuktan, şimdi tavşan niyetçiliği yapıyormuş: İlhan. Diğeri,
Burnunu kapatarak homurdanıyor kapıcı. ülkücü bir birliğin önde gelenlerindenmiş, vurulmuş: Lemi.
Titredim. 'Ama iyi filmlere git.
'Kokuyor be arkadaşım burası, ölmüş kadıncağız baksana. Hadi çıkalım
buradan, belediyeye haber verelim.' Besmele getiriyor kapıcı. Ayrı dünyalara...
Önümde duran şeye bakamıyorum. Hemen kapının dışına çıkıp Bulutların üstünden bak dünyaya.'
soluklanıyorum. Yüzümü merdivenlere doğru çevirip derin derin, burundan Başımın üstünde, bulutların koynunda gülümseyen bir çift masmavi göz.
nefes alıyorum. Sıcacık iki tane gökyüzü; kirpikleri ok gibi, akları pınl pınl çocuksu.
'Ulan, sapık mıdır nedir! Ne tuhaf oluyor, bu okumuş tayfası be...' Çocukluğumda durdurup beni öğütlemiş, büyütmüş, bana filmlerden artan
İçeriden sesler geliyor, metal sesler. Kapıcı eşyaları karıştırıyor. masallar anlatmış, gözbebeklerinin sinemasına beni konuklayıp filmler
'Vay be, gözlere bak mevtanın, her yeri kararmış, erimiş, kemikleri çıkmış. seyrettirmiş
Bir tek gözleri... Vay kurban olduğum Allah'ım, gözlere bak masmavi, gözler.
kocaman. Onlar duruyor. Dişleri gülümseyen dudaklarının arasında, dudakları şarap
sarhoşu... Kemerli bir burun. Yanakları rüzgâr yanığı.
36 | ÜMRANİYE BELEDİYESİ HİKÂYE YARIŞMASI ...Gözbebeklerinin ışıltısı, her bucağı uçsuz arazinin ortasında sarı saçlı bir
çocuğun üzerinde, şefkatle... Annemin yüzü değil bu! Kraliçe'nin gözleri,
sEDAT DEMİR KRALİÇENİN GÖZLERİ Nurperi Hanım'ın yüzü... Yerin altından gelen bir gürültü; binalar, Galata,
İlkokul, martıların kafaları, dijital göz, yerin altından beslenen metro
37 titriyor. Renkler titriyor, sesler titriyor.
Kulağımı sağır eden bir sessizlik bekliyor ıslak kum tipisinin arkasında,
titreyen yer üzerinde. Felaketin ve coşkunun rengi sarı. Sarı bir filtre
takılmış kamera vizörü molozların üzerinde...
'Sakın ola ki, yerli film seyretme oğulcuğum! Ecnebi filmler seyret, seyret ki Şaryo!
onlar fevkalade latif oluyorlar, fevkalade terbiye ediyorlar sendeki manayı. Yerin altındaki sessizlik göğüs kafesimin altından geliyor
Görgün gelişir, bilgin gelişir. Dünyayı tanırsın. Kitap okumak gibidir, insan coşkuyla. Susuyor.
okumak gibidir sinema. Hiçbir vakit canını sıkma, bak bana... Bak beni, Şu an kimsenin uğramadığı bir sessizliğin ortasında uzanıyorum.
kopardılar beni geçmişimden, babamdan -gerçi bir gözüm hala orada- resmi Sessizliğin kemana yaslanan ezgisi toprak altından yükseliyor; nefesli
nikah yaptılar o kadar. Bir daha görmedim babamı. Anamı, arkadaşlarımı, çalgılar çıkıyor ceplerden, üfleniyor sırra döpiyesin ceplerinden.
okumak istediğim şeyleri okuyamadım, yazmak istediklerimi yazamadım, Felaketin ve coşkunun rengi sarı.
istediğim gibi giyinemedim, istediğim duaları bile yapamadım; hep bir Ezgi yükseliyor toprak altından.
şeylerin, birilerinin karşısında hazır olda bekledim. Gerçi o zamanlar herkes Göğüs kafesimden gürültü yumrukluyor coşkuyu keyifle.
öyleydi. Yine öyle...
Ama ben, sevdiğimin olamadım, beyzadem. 38
Sevdiğimi alamadım.
Sinema öyle mi ya? ÜMRANİYE BELEDİYESİ HİKÂYE YARIŞMASI
Sinema saray.
Kütüphaneler gibi... SEDAT DEMİR KRALİÇENİN GÖZLERİ
Ama şahsi kütüphaneler.
Kurul koltuğuna. Seyret. Az para alıyorlar zahir. 39
Ecnebi lisanlara bak.
Onların çeşitliliğine şahit olmak ayrı bir zenginlik, ayrı bir keyif...
Korku, eğlence, sevgi, aşk... Hepsi orada...
Hiç kimse gitmemiştir fezaya sinemacılardan önce...' Sinema. Requiem.
Belediyeye vermedim mevtayı. Asıl adı Mübeccelmiş, kocası Sinema.
evlendiklerinde öyle çağırmak istemiş onu. O da, hem bir sevimlilik bulmuş Çok üşüyorum...
bu isimde, lakap gibi; hem de durumunu anlatan bir alaysılık. Bütün defin Soğuk adımımı geciktiriyor.
işini üstlendim. Önce çocukları çıktı kütükten. Birisi evsiz barksız, hapse girip Geciken adımım.
Sağ ayağım terasın ucunda; diğeri, dizini kırmış, havada ve haddinden fazla silip atamamış. Nayşin'in başına gelenler dilden dile dolaşmış. Bütün
lak lak yaptım. Geciken adımımı bir an önce atmalıyım. İstanbul aylarca onu konuşmuş. Her evin odasında Nayşin anlatılmış
Kollarım açık. Ölüme, dirime bulaşmadan, ellerimle dengemi koruyarak geceleri. Her kız çocuğu Nayşin ile uykusundan feryad ile uyanmış. Vah
atlamalıyım aşağı. Bulunduğum yerden sıçrayarak kendimi boşluğa vah! Vahlar bana!"
bırakmalıyım. Hoop! Göğüs şişkin, gözler karşıya bakıyor, baş dik. Beş katlı Nadîma böyle dövünürken dağ eteğinde büyük bir evde yaşayan doktora
apartmanın en üst katı. Beşinci katın ışıkları sönük. Süzülüyorum... Her o vakit haber verdiklerinde bir sokak lambaları uyanıktı, bir de gece uyku
şeyimin hasılası, kıssası, kısa hikayem düşüyor aklıma. Beşinci kat: İşıkları tutmayanlar. Deniz hiç olmadığı kadar durgundu. "Bu gecede bir hâller
yanıyor, beni gördüler. 'Bir çocuk dünyayı seyretmeye doyamıyordu; var" diye fısıldıyordu pencerelerden içeri süzülen rüzgâr, sahibi uykuda
seyrederken dünyayı kaçırdı elinden. Bir askerin yaşlanmış karısından taptaze kulaklara. Tıpkı 1821 yılının hoş bir mayıs gecesinde olduğu gibi...
öyküler dinledi ya da onun gözlerinden filmler izledi.' Zünnannın gerisine bir şişe zehir gizleyip karanlık sokaklarda padişahın
Sol bacak hafifçe içe doğru hafifçe bükülmüş. Kısa hikaye daha ölümcül, gece gözlerine bile görünmemeye çalışarak Dlr kapının ardına kayıveren
daha hayati böyle zamanlarda. Dördüncü kat. 'Çocuk kadının her söylediğine hallice göbekli adam, mühim bir
inandı. Sinemaya inandı. Böylesi bir inanç onu korudu, kolladı.'
Yavaş! Yavaş! Aman yavaş! Üçüncü Kat. Daha iyi yazılıyor düşerken, kısa 42 | ÜMRANİYE BELEDİYESİ HİKÂYE YARIŞMASI
hikâyeye dönüşüyor. iş üzerindeydi. O gece her şey sükût hâlinde iken, gizli bir belge o evden
Ciğerlerimi iyice temiz havayla doldurmak... 'Kadının koca, ağlamaklı mavi alınıp bir ulak tarafından Tatar topraklarına doğru yola koyulmuştu. Bu
gözlerinden onun yaşadığı her şeyi gördü; öyle ki, sadece kadını değil, bir ulak Şemay ve Meyra'nın dedesinin dedesi Kamburizâde Fettah Efendi idi.
ülkenin bütün mesire yerlerini, savaş alanlarını, bütün filmleri, gizli hesapları, Üzerindeki yıpranmış dülger kıyafeti ile ne kadar özel bir görevle yolda
idamları... olduğunu gizlemeye çalışmıştı. İç cebinde murassa kakmalı hançeri, ayak
Sağ ayakla dokunmalıyım yere. İki. bileğinde keskin ağızlı bıçağı gerektiğinde onu korumak için bekliyordu.
'Çocuk büyüdü, gençliğe ulaştı, olgunluğa erişti ve sinemaya gün geçtikçe Boynundan aşağı keten iple sarkıtılmış bir bez parçasının içinde Osmanlı
gönülden bağlandı. Sinemadaki o baş döndü- mührü durmaktaydı. Bu mühür varacağı yerde karşılaşacağı kapılarda bir
anahtar hükmü taşıyacaktı.
ûcü gerçeklikler yanılgının ters yüz edilmiş haliydi; yanılgının kendisi de Fettah Efendi atını dörtnala sürüyordu. Alnında biriken terler hem
hayata aitti ama hepsi de aynı kumaştı. Yenilgi bunu unutmakla başlıyordu. hızından, hem görevinin ağırlığından, hem bir işe yarıyor olmanın verdiği
Sinema, yanılgının en güzel yüzü. Çocuk bunu biliyordu, kazanmalıydı.' heyecandandı. Belge salimen varmalıydı varması gereken yere. Aklında
Hooppaa. Bir. Asfalt. Sarsıntı. Önce sağ ayak, sonra sol. Nefesini bırak. İki bin çeşit düşünce yol boyu hanlarda konakladı. Yarı uyur, yarı uyanık hâli
kolu gererek aç. İki ayak da yerde. Sağ bilekte sızı, belimde zorlanma, ile çevresinde olanı biteni göz hapsinde tutup en ufak bir hareketi bile
omurilikte zararsız bir basınç, ince. Soğuktan. Kollar! Denge! Tamam, denge. kaçırmamaya çalışıyordu. Masasına oturan "nereye böyle?" diye soruyordu
'Yaşlı kadın da bunu biliyordu.' sırf âdet yerini bulsun diye. Fettah Efendi her seferinde "yolun götürdüğü
Sedat Demir yere" diyordu gülerek. Memleketin toprağı boldu çok şükür. Padişahın
1975 yılında Kızılcahamam'da doğdu. Özel Şener Lisesi ve Şehremini emniyeti her yanı sarmış; gezmeli, görmeli, öğrenmeli, bilmeli... Sohbetin
liselerinden öğrenim gördü. İ. Ü. Edebiyat Fakültesinde Arşivcilik eğitimi kıvamı arttıkça vakit geceyi vursa da farketmiyordu. Fettah Efendi'nin
aldı. yolculuklarında öğrendiklerinden biri insanların konuşmayı çok sevdiği idi.
Çeşitli gazete ve dergilerde eleştiri ve tanıtım yazıları yazdı. İngilizce'den Onun gibi birisi içinse çoğu zaman dinlemek yol gösterici, konuşmak
çeviriler yaptı. tehlikeli olabilirdi. Bunu iyi bilirdi Fettah Efendi. Bu yüzdendir ki çok
konuşur görünüp konuşturmayı pek becerirdi.
YAZILANLARI OKURKEN YAZILABİLECEKLERİ YAŞAMAK Şemay, günlerce yatağında inleye inleye kendinden geçti, başucundakileri
NAZİFE ÇİFÇİOĞLU de kendinden geçirdi. Henüz on yedisinde bu genç kız tıpkı Kamburizâde
"Anlatılanlar Fettah Efendi'nin ilk karısına
bir hayâlin arta kalanlarından
yakalanabilmiş olanlardır." 43
Şemay'ı geceyarısı ateşler içinde inlerken görünce telâşlandılar. "İnme indi" İFE çİFÇİOĞLU YAZILANLARI OKURKEN YAZILABİLECEKLERİ
dedi Nadîma dövüne dövüne. "Dedemin dedesinin ilk karısından olma kızı YAŞAMAK
gibi mi?" diye sordu Mey-ra. "Evet evet" diye başını salladı korkuyla Nadîma. nziyordu. Yani Fettah Efendi'nin hayatının değişmesine se-, Q|an
"Evet evet... Vah vah! Vahlar bana! Babamın dedesinin ilk karısından olma jimal'e... Onun kadar beyazdı teni. Onun kadar sarı-
kızı Nayşin gibi. Nayşin'in feryadını duyan ölene dek bir daha kulaklarından çalan kumral saçları omuzlarının üzerinde havalanıyordu. Lâcivert gözleri
onun gözleri kadar yürek çalıyordu. Bir Tatar güzeliydi işte Şemay da. Aynı ödenecekti.
iniltili geceleri yaşamış Nayşin ise tıpkı babası gibi kara kaşlı, kara gözlü, Fettah Efendi Tatar topraklarına vardığında kızıl bir ok ile atından
kömür saçlı bir endam sahibiydi. İstanbul'un Boğaz'a nazır yalılarından düşürüldü. Henüz on altısında bir Tatar kızı olan Ji-mal, arazilerine giren
birinde yine bir gece yarısı ateşler içinde yanmaya başladığında en müstesna bu yabancı zâtı tereddütsüz yere sermeyi istemiş, aklınca bir ceza
hekimlerin ellerine bırakıldı, yetmedi ecnebi memleketlerden en has ilaçlar verebileceğine inanmıştı. Dudakla-
getirtildi. Buna rağmen Nayşin alevlere batıp batıp çıktı günlerce. "Nesi var?"
sorusuna hekimlerin verdiği tek cevap ise "Allahüâlem" oldu. ÇİFÇİOĞLU YAZILANLARI OKURKEN YAZILABİLECEKLERİ
Şemay'ın kaç göbek gerisinde kalmış bir akrabaya benzer hastalığa tutulması YAŞAMAK
annesi Nadîma'yı garip bir telâş içine sokmuştu. Meyra'ya durmadan "falcılar ucuna kondurduğu "seni de devirdim" ifadesinin kıvrımı • zelliğine ayrı
bulun bana" diyor, pencerenin ardından okuyup okuyup yollara üflüyordu: bir çekicilik katıyordu. "Oh olsun sana!" diye
"Kış kış da kış kış, kış kış da kış kış..." Üflüyordu ki varsa kötü ruhlar çekilip ldandı. Böylece Kamburizade Fettah Efendi'nin Osmanlı'ya ettiği sâdık
gitsinler evinin barkının üzerinden. Ceddi ehl-i beyt'e dek uzansa da, Nadîma bağlılık yemini ile üzerine aldığı vazife de kendisiyle birlikte yere düşmüş
oldu bitti hurafelere takılı kalmaktan kurtulamamıştı. "Ne kadar bâtıl varsa şu oldu. Kızıl ok sırtında, boylu boyunca uzandığında tüm bilincini yitirmiş,
dâr-i âlemde elhamdülillah bilirim, bilirim de ona göre davranırım" der gözleri yuvalarından fırlamış, bedeni derin bir uykuya kayıvermişti. Jimal
dururdu herkese. yayını yere bırakıp düşmanının üzerini yoklamaya başladığında Fettah
Fettah Efendi yolda başına neler geleceğini bilmeden ko-naklaya konaklaya, Efendi'nin sahip olduğu her şeye kolayca el koydu. Hiçbir şeysiz öylece
etrafını dört gözle yoklaya yoklaya, emaneti de itinayla koruya koruya, bir de kalakaldı Fettah Efendi. Arkadan gelen bir oka karşı hiçbir hançer, hiçbir
dilindeki hamd -ü senâ'yı tekrar ede ede ilerliyordu. Tatar topraklarına bıçak fayda veremezdi.
gitmişliği yoktu. Lâkin pek emin bir ulağıydı sarayın. Gözü kara, bileği sert, Jimal onu bıraktı ve gitti. Akşam çökmek üzereydi. Serin bir dağ esintisi
tuttuğunu koparan bir yiğitti işte. Öncesinde Endülüs'e, Besarab-ya'ya, ağaçların arasında dolaşırken yerdeki yabancıya dokunmamayı tercih etti.
Mezopotamya'ya, Memleketeyn'e, Mısır'a ve daha birçok yere gitmişti vazife Kan taşların üzerinden akıp toprağa ulaştı. Fettah Efendi bir rüyada
icabı. Arap dilini ana dili gibi bilir, ecnebileri bile ecnebi olduğuna gezintideydi o sıra. Önce bulutların üzerine çıktı. Oradan yıldızlara geçti.
inandırabilirdi. Yeteneği bol bir Ay ile sohbet, ardından Kaf Dağı'nın Anka'sına uğradı.
"Bana bir hâller oldu" dedi Fettah Efendi. Anka oturduğu altın dalın
44 | ÜMRANİYE BELEDİYESİ HİKÂYE YARIŞMASI üzerinden uzun uzun ona bakıp "Nerelerdeydin?" diye sordu. "Yoldaydım"
delikanlıydı velhâsıl. Kuzey doğuya doğru yola çıkmadan önce, "iklimi sert dedi Fettah Efendi. "Boğaz'ın mavisinden çıktım yola, dağ yamaçlarının
yerlerden geçeceksin" demişlerdi kendisine Ruslarla da karşılaşmaya hazır yeşiline vardım. Derken düştüm."
olmalıydı. Bir de çapulcular yankesiciler, yağmacılar, kara yüzlü adamlar "Sonra?" diye sordu Anka. Sakince devam etti Fettah Efendi. "Sonra,
çıkabilirdi karşısına. Her bir şeyi demişlerdi demesine de fettan bakışlı düştüğüm yerden kalkmaya çalıştım. Toprak beni içine çekmek için
dilberlerden hiç bahseden olmamıştı. Bir Tatar dilberinin onun hayatını nasıl çabaladı. Ayaklarımı aldı önce."
değiştirebileceğini nereden bilebilirdi ki... "Sormadın mı niye?"
Nitekim Fettah Efendi yolculuğunun on yedinci gününde, bir dere kenarında "Konuşamadım. Dilimi bağlamışlardı urganla. Çözemedim. Vazifeliyim
su içerken küçük bir çocuğun yanında be-lirip fısıltıyla "çok yakındalar, her ben Anka. Söyle çekilsinler yolumdan."
an gelebilirler" dediğini duydu. Tam "kimler?" diye soracaktı ki Azerî çocuk "Hiç yandın mı?" diye sordu Anka.
çalıların ardında kayboluverdi. Fettah Efendi'nin bu uyarının boş yere "Yanmadım" dedi Fettah Efendi.
olmadığını düşünmesi bir felâketi engellerken, gizlenecek bir yer bulabilme "O hâlde yan da gel."
şansına sahip olması ile de kıl payı kurtuldu. Kara giysili adamlar, kara
tavırlarını takınıp bir gölge gibi dolaştılar. Bir şeyi bulmadan yitirmiş olmanın 45
esefiyle söylenerek Fettah Efendi'yi de göremeden kaybolup gittiler. Atlattığı
kaçıncı vartaydı bu. Belli ki verilmiş sadakası vardı. Zaptiye Amiri Berkeli 46 j
Necah hep böyle derdi ona. "Sen doğuştan şanslı olanlardansın azizim, ÜMRANİYE BELEDİYESİ HİKÂYE YARIŞMAS|
sadakanı dağıtan belâların gözünü kör etmiş sana karşı." Fettah Efendi belgeyi Jimal, ay nurdan top misâli en dolunay haliyle göğe yerleşip de hayatın
yerine ulaştı-ramama korkusuyla bir an titredi kara adamların arkasından. O uykuya çekildiği vakit geri gelerek Fettah Efen-di'yi ahşap bir kulübeye
vakit neler olmazdı ki. Tüm planlar boşa çıkar, yüzlerce insanın hayatı taşıttı. Yumuşak bir yatağa yavaşça yüz üstü yatırdılar. Kan damlıyordu.
noktalanırdı. Bu yüzden Fettah Efendi vazifesini kusursuz gerçekleştirmeli, Kan damlamaya devam ediyordu. Her damlada can biraz daha çekiliyordu
kimsenin canı yanmamalıydı. Ancak bir ufak ayrıntı sebebiyle maalesef hiçbir bedeninden. Kızıl ok dimdik duruyordu sırtında. Bir yolunu bulup, hâl edip
zaman belge yerine ulaşamadı. Bunun bedeli birgün mutlak surette çıkardılar onu saplandığı yerden. Kan durmak bilmiyordu. Her şey kana
bulanmaya başlamıştı. Yatak, çarşaf, yer, toprak, hava, su, Jimal, adamlar ve getirmemesine binaen üç muhafızın baskınına uğradı yaslı yalı. Neredeyse
Fettah Efendi. Kan kokusu ağırdı, kan kokusu bulaştığı yerden çıkmazdı, kan sürüklenerek dışarı çıkarılan Fettah Efendi gizlice, hiçkimsenin bilmediği
sebebi hiç silinmezdi. Jimal günlerce ok sapladığının başında küçük bir dehlizlerle dolu karanlık yeraltı zindanlarından birine atıldı. Dersaadet'in
Osmanlı mühründen dolayı bekledi. güzel-Üği ne vurgun gözler, bu Dersaadet'in korkunç yüzüne tanık olmayı
Fettah Efendi ilk olarak Jimal'in gözlerini gördü. Öyle bir lâcivert ki alev hiçbir zaman dilemezdi elbet. Dârulemân'ın bir başka
alevdi. O günden sonra uzun bir süre başkaca da bir şey görmedi. Aşkın eline
düşmüş biçarelerden farksız, bir güzelliğe meftun günler birbirini kovaladı. 48 J ÜMRANİYE BELEDİYESİ HİKÂYE YARIŞIR
Unuttu Fettah Efendi nedenlerin cümlesini birden. Neden yola çıktığını, neden manzarası da buydu. Hataların telâfisi gerekti, yoksa emîn olunacak yer
oklandığını, neden sağaltıldığını, neden hoş tutulduğunu, neden varolduğunu, kalmazdı. O karanlık gecenin üzerinden tam yjr_ mi koca yıl geçti. Lâkin
neden olduğunu, neden... Fettah Efendi'nin yalıda kalan aile efradından hiçbiri bu yirmi yıl süresinde
Bilinmez kaç zaman sonra; belki üç ay, belki de beş... Ji-mal'i eş aldı ondan hiçbir haber alamadı. Gidenlerin dönmediği gerçeği, o gece
kendisine. Eş oldu ona bir de. Tatar topraklarında, bir Tatar konağında, bir Kamburizâde'le-rin yüreğinde yer edindi. Üstelik gitmeler bir başladı mı
Tatar kızına sevda türküleri yaktı. Anka'yı ancak Jimal'i, kızı Nayşin'i artık durdurmak mümkünsüzleşiyordu. Fettah Efendi'nin ikinci karısı
dünyaya getirirken kaybedişinde hatırlayabildi. İşte o an yandı Fettah Efendi. Gülfeda, kahverengi dantelli cilbabını üzerine geçirip ara sokaklardan
Toprağa diz vurup avuçladı toprağı, tırnakladı. Okuyla vurulduğu Jimal'in birine bir başına dalmış, bir daha da geri dönmemişti. Araştırıldı,
yokluğuyla vurulmak daha bir acı geldi. Çaresizlikten mi, geri dönülmezlikten soruşturuldu, dört yana elçiler yollandı; kapıya gelen bohçacılara, dağ
mi, zamanı yakalayabilememekten mi.... Fettah Efendi gözleri göğe köylerindeki falcı kadınlara danışıldı,- birçok türbeye bez bağlandı, adak
mıhlanmış kalakaldı. Birşey-ler yapmak, birşeyleri incitebilmek, birşeyleri üstüne adak adandı; Gülfeda'ya ulaşılamadı. Kimi dedi "söz meclisten
acıtabilmek, birşeyleri koparabilmek için yana yöne saldırdı. Ağaçları devirdi dışarı" olmuş bir aşifte. Kimi dedi "aman düşman başına" gözü ecnebilerde
bir bir, yetmedi çiçekleri yoldu bütün bahçeyi kaplayan, yetmedi odunları imiş, sebep oldu mahpusluk kaçıverdi. Kimi dedi "Allah vermeye" aklını
parçaladı kocaman bir baltayla, yetmedi her peynir ekmekle yedi, kurda kuşa yem oldu. Kimi dedi "günahı söyleyenin
boynuna" limandan dev bir sefineye binip denizler ötesi memleketlere
47 vardı da bir gâvura yamandı. Laf laf üstüne bindi, cümleler konuşanın
E cJFÇİOĞLU YAZILANLARI OKURKEN YAZILABİLECEKLERİ defterine bir bir işlendi, kimse gerçekleri hiçbir vakit öğrenemedi. Bir tek
YAŞAMAK ardında bıraktığı yeni doğmuş bebesine ad olup üzerinde kaldı:
n kuşu vurdu düşürdü yere, yetmedi saçlarını yoldu, yet-Hi buz gibi sulara "Gülfeda'nın Metruk..."
dalıp soğumayı bekledi saatlerce, yetmedi bağır çağır ağladı; yetmedi... hiç bir Gülfeda'nın Metruk yirmisine vardığında Kamburizâde Fettah Efendi
şey yetmedi. karanlık zindanlardan şerhsiz salıverilmiş, yine bir gece nasıl alındı ise
Baktı ki olmuyor. Baktı ki unutmaya çabalamak daha bir canlı tutuyor acıyı, evinden, öylece geri getirilip atılıver-mişti. Bir rivayete göre Baba
alevlendiriyor daha bir... Uykusuz gecelerin sabaha çıktığı günlerden birinde Cafer'de, bir rivayete göre Kurşunlu Mahzen'de, bir başka rivayete göre ise
apansız; oklandığı gün üzerinden çıkan hançeri, bıçağı, artık ehemmiyeti Sintine'de yatmış bunca yıl. Aklı yerinden oynamış, şekli şemaili kaymış,
kalmayan mühim belgesi ve Osmanlı mührünü sandıktan aldığı gibi yasını saç sakal birbirine karışmış; Fettah Efendi artık ihtiyar bir meczûb olup
sona erdirdi. Hışımla. Öfkeyle. Hırsla. Kızgın, acılı, sert ve haşin... Nayşin o çıkmıştı. Bir "ne" idi isim koyana, sıfat yakıştırı-na aşk olsun. Çok
vakit kırkını yeni geçmiş bir bebekti. Bakıcısının kollarında baba memleketi yaşamadı, ağzından tek kelâm çıkmadan send-i musallaya yatırıldı. Kabri
Dersaadet'e doğru yola koyulduğunda on yedisinde mutluluğu ateşli bir Eyüp'te, başucunda "Eifâti'
hastalıkla gölgelenecek, dünyaya gelmiş sıradan insanlardan sadece biri olarak
Boğaz'ın mavi akıntısına narin bedenini bırakıverecek-ti Beylerbeyi CİFÇİOĞLU YAZILANLARI OKURKEN YAZILABİLECEKLERİ
mevkiinden. İşte o gün Fettah Efendi yaşanmışların hiç olmamış gibi silinip YAŞAMAK | 49
gittiğini anlayacaktı. Sanki hiç Jimal olmamıştı, sanki hiç Nayşin ha" yaz,h-
doğmamıştı... Bir sürü "sanki" hayatı anda rüyâlık kılıveriyordu. Fettah Efendi Nadîma, Şemay'ın bahtının açık olması için dualar ederken miste yaşanmış
bir kez daha yandı. Bu kez yokluk alevinin içinde kaldı. Ne buz gibi sular ne kadar kötü varsa aklından geçiriyor; hepsinin orada, tarihin sayfalarında
yangınını soğutabildi, ne toprak... Yine Anka'yı hatırladı. "Ne kadar çok uykuda kalması için avuç açıp; sabahtan akşama, akşamdan sabaha; her
'yanmak' varmış" dedi. "Ne kadar azmışım" dedi. "Ne kadar yalanmışız" dedi. müezzin minareye ezan okumaya çıktığında; her kerahet vaktinde ve her
Gelenin nereden geldiğini ve gidenin de nereye gittiğini ilk kez belki de kulağı çın çın çınladığında yalvarıyordu. Ona göre kötünün kapısı bir açıldı
düşüncelerine misafir etti. "İnsan tek başınaymış aslında, tek başına taşırmış mı silsilenin önünü kesemiyordu insan. "Nazar var bu kızda" diyenlere
kendini aslında" diye yüreğinin en müstesna köşesine işledi. kulak verip mavi boncuklar döşeniyor; sabah akşam tütsüler yakıyor;
O gece Fettah Efendi'nin 1821 gecesi başlayan görevini bihakkın yerine kurşun dökmeye gelen kadınların ardı arkası kesilmiyordu. Meyra, annesini
bu bâtıl tavırdan kurtarmaya çok çalıştı ise de bir türlü başarılı olamadı. icHnĞLU YAZILANLARI OKURKEN YAZILABİLECEKLERİ
Şemay'ın sararmış yüzüne bakıp bir çare bulmayı denedi uzun süre. Sonunda YAŞAMAK
Nadîma'nın mum yakmaya gittiği bir sabah, Şe-may'ı özel bir araçla "Yeşil NAZİFE Ç\tVu
Çam Ormanı Kliniği"ne doğru yola çıkardı. Nadîma güneş tepeye ? Holdü da doldu. Birgün bütün biriktirdiklerini aktarmak
tırmandığında eve dönünce ceviz komodinin üzerine bırakılmış küçük bir ı„ kalacak ve kendi cümlelerini kurup kağıtlara döke-zorunoa
notla karşılaştı: "Şemay ve ben bir süre uzaklarda olacağız. Bizi merak etme çekti.
lütfen." Meyra bir dolu doktora danıştıktan sonra aldığı net karar ile Şemay'ı
Nadîma notu bir kere daha okudu. "Olamaz!" diyerek yeniden okudu. "Nasıl kurtarma çabalarına Yeşil Çam Ormanı Kliniği'nde devam etmek için uzun
olur!" feryadıyla bir daha okudu. Okudu ağladı, okudu ağladı. Kızdı, bağırdı, bir yolculuk hazırlığı yapmıştı gizli gizli Klinik, adından da anlaşılacağı
dövündü, inledi, kendinden geçti. Fakat Meyra'nın ne kadar sert, keskin, kesin üzere, çam ormanıyla kaplı bir dağın güneye bakan yamacının en düz
ve kararlı olduğunu iyi bilirdi. Şehrin her taşını kaldırsa onlara çayırlığına kurulmuş, bir kür merkeziydi. Şehrin her tür kirinden uzak;
ulaşamayacağının farkındalığından bir köşeye kıstırılmış hissine kapıldı- dinginliğin, saflık ve temizliğin ve dahi sıhhatin barındığı bir arınma, bir
Nefes alamadı bu çıkmaz yüzünden. Yıllar önce geçirdiği guatr hastalığından rahatlama, bir kendini bulma mekânı olarak da tanımlanabilirdi. Kim olsa
kalma bir ayrıntıydı bu. Ne zaman eli kolu Daglı kalakalsa bir nefessizlik hâli orada bulunma arzusuna kapılırdı. O denli cazip, çekici ve alımlı kılınmıştı
baş gösterir, sık sık soluk alıp vermeye başlardı. Haylice sakinleştirici klinik. Rahat, duru, emin...
yuttuktan sonra yatağına bıraktı gergin bedenini. Uykunun açacağı kapılardan Yola çıktıkları sabahın ertesi günü araba kliniğin kapısına yanaştığında
g'rip bir parça ferahlık arayacaktı kendisine. Ferahlık ki Nadî- Şemay hiçbir şey bilmez vaziyette kesik kesik inlemelerine devam
ediyordu. Ateşi otuz dokuz buçuk derecenin altına hiç düşmüyor, belli
50 | ÜMRANİYE BELEDİYESİ HİKÂYE YARlş^ aralıklarla ateş düşürücüler vermek zorunda kalıyorlardı. Onu bu duruma
ma'nın bir türlü yüreğine tattıramadığı bir erişilmezdi. getiren neydi? Meyra'ya göre bu, nazara bağlanacak kadar basit bir hastalık
Gülfeda'nın Metruk, bir dolu insanla birlikte yalıda geçirdiği annesiz ve değildi. İstanbul'daki doktorlar tüm incelemelere rağmen bir sonuca
babasız yirmi yıl boyunca hem var, hem yok idi Tıpkı bir hattatın zarif varamamışlar, "işin bir de psikolojik boyutunun tahkiki" notunu
yokluğu gibi. Konuşmamayı tercih etmiş, elini kaleme bağlamış, hat ile düşmüşlerdi. On yedi yaşında bir kızın psikolojik sarsıntısı bedenini bu
kelâmı seçmiş ince bir delikanlı olarak, gözlerini hayata çevirmekten hep derece yıpratsın, Meyra akıl sır erdire-miyordu. Kendi on yedisini
çekingen Metruk, mürekkebin hata kabul etmez sertliğiyle mücadelede pek hatırlamaya çalıştı, fakat böyle bir karşılaştırma yapması neredeyse
başarı gösterince dikkatleri celb etmişti. O yıllar artık kitabın çok da kıymet olanaksızdı. Şemay ve Meyra aynı batından doğma iki yabancı gibiydiler.
görmediği yıllardı, lâkin Metruk karşılaştığı her kitabı kendi eşsiz hattıyla Hiçbir benzer noktaları yoktu. Saçlar, gözler, duruş, bakış, tavır, karakter,
yeniden kopyalıyordu. Babası Kamburizâde Fettah Efendi, yıllar boyunca ses, ton, renk, tarz ve daha bir sürü ayrıntı neredeyse onlara sız kardeş
gittiği her memleketten kitaplar yüklenir gelir, birini bile açıp okumadan değilsiniz" şeklinde vurgu yapıyordu. "Herneyse" diyerek Meyra tüm
raflara itinayla dizerdi. ';te bu garip kitap toplamaya alâka, gün gelip düşüncelerini aklından atıverdi. Şemay'ı odasına yerleştirdikten sonra,
Metrûk'un sanatını ortaya çıkarmak için bekliyordu. Kimsenin kendisini yapılması gereken tüm işlemle-
görmediği büyük yalıda, yalnızlık Met-rûk'e geniş kitaplığın kapısını açıverdi
henüz on yaşında iken; Yeni bir dünya keşfettiğini çok sonraları anlayacaktı 52 | ÜMRANİYE BELEDİYESİ HİKÂYE YARIŞMASI
Metruk. Ve kurtuldu karanlıklar içinde yaşamaktan. Ve kurtuldu unu- re hiç zaman yitirmeden başlandığında, Meyra için de iyi bjr dinlenme
tulmuşluğun hep acıtan yanından. Yaptığının ne kadar doğru ne kadar yanlış döneminin kapıları açılmış oldu.
olduğunu bilmeden, yanlış ise kim için yanlış olabileceğini bile farketmeden Yeşil Çam Ormanı Kliniği'nde iki odadan oluşan küçük bir daire onlara
Villon'un şiirlerinden başlayın da Avicenna'nın felsefe üzerine yazdığı her verilmişti. Klinik kondiminyum tarzında oluşturulmuş, hastalara
cümleye kadar; Binbir Gece Masallan'ndan tutun da, Tutînâme'ye kadar; her hastahane havasını yaşatmamak amacı önem kazanmıştı. Dairelerindeki
ne geliyor ise hatırınıza, her şeyi yeniden temize çekmeye ya da kopya etmeye odalardan biri Şemay'ın, diğeri de Meyra'nındı. Klinikte kaldıkları süre
başladı kendi üslûbu ile. Şah-u Geda, Mah-zenül-esrar, Gülşen-i envar, Gül-ü boyunca Şemay'ın tüm bakımı klinik doktor ve hemşirelerine ait
bülbül, Tuhfetüs'-Sürûr, Şe-refnâme, Câmiü't-Tevârîh, Poetika, Candide... olduğundan Meyra kızkardeşine sadece arkadaşlık etme rolünü
Risaleler geçti elinden, mesnevî'ler, aşk öyküleri, çocuk masalları, her dilden üstlenecekti. O da bütün zamanını yanında getirdiği bir yığın kitabı
öğüt, her dinden metin; ağıtlar, destanlar, hatırat ve garbın yeni tavrıyla okumakla, ormanda dolaşmakla, yanından ayırmadığı defterine notlar
yazılmış acayip romanlar... Metruk hayatın bile bir köşede unuttuğu bir almakla, kara kalem çalışmakla geçirmeye başladı. Bu arada Şemay en iyi
terkedilmiş iken dev bir kütüphane şekilde bakıma alınmıştı.
Günler hızla geçti. Nadîma, Boğaz'a bakan salonun penceresine karşı
51 kurulu koltuğunda kızlarından haber beklemeye devam ediyordu. Meyra'ya
karşı kurduğu hiddet cümleleri her geçen gün biraz daha azaldı. Sonunda, tam 54
gidişin yirminci gününe tekabül eden zamanda, Nadîma'da hiddetten eser ÜMRANİYE BELEDİYESİ HİKÂYE YAR|ŞMAS,
kalmadı. Annesi Asımgiller'den Zîfeşan Hanım "hiç konuşma tüm öfkenin vakti geldiğinde Hafız ve Vehime hariç hepsiyle bir bir vedalaşma fırsatı
kendiliğinden söndüğünü göreceksin" derdi kızına her zaman. "O hep bulabilmişti. Hasta bedenini daha fazla taşıyamayacağını düşündüğü son
haklıydı" diyerek validesinin ardından bir Fatiha okudu Nadîma. Daha otuz günlerinde ayrı ayrı görüştü onlarla. Nadîma'ya verdiği son öğüt "doğru
sekizinde bu kaybedişi kabullenemedi. Herkesin hürmetle elini öptüğü kararlar alabilmek için mutlaka bir bilene danış, hayatın her şeyi tamamıyla
Zîfeşan Ha-nım'ın yokluğunu omuzlayamadı. Bir boşluktu ondan kalan. öğrenmeye yetmez" olmuştu. Nadîma bu öğüdü, ilerleyen günlerde güzelce
Doldurmak lâzımdı boşlukları içine düşmemek için. Düşerse çıkamazdı yazdırıp yatağının baş ucuna astı. Ne zaman dönüp baksa Zîfeşan Hanım'ın
Nadîma. Bu yüzdendi karanlığını başka bir renge boyamaya çalışması. Ama o hafif otoriter sesi kulaklarında çınladı. Onun yokluğu ile aile aheste
hiçbir rengi tam olarak tutturamadı. Bir renk karmaşası çıkınca ortaya Nadîma aheste dağılma eğilimleri gösterince, Nadîma evin büyüğü olarak
daha da karıştı. Bu karışıklık onun hayatının her kesitine hızla yayılınca ayrılıklara müdahale etmeye çalıştı. Olmadı. Zîfeşan Hanım kadar güç
durumda ciddi anlamda bir vahamet belirdi. Her bakan göz ondan korkmaya sahibi olmadığı gibi böyle bir başarıya imza atacak kadar sesi çıkmıyordu.
başladı. Ziyaretçiler azaldı, dostlar bir bir çekildi, saksıda çiçekler soldu. Çok Hep kısıktı Nadîma. Hep silik, hep belirsiz; sönük, yetersiz ve sessiz.
severdi annesini Nadîma. Herço- Hafîz'in yokluğunun belirgin şekilde hissedildiği günlerde hem felâketler,
hem kopmalar günyüzüne çıkmaya başladı. Ailenin tek erkek duruşunu
7İFE ÇİFÇİOĞLU YAZILANLARI OKURKEN YAZILABİLECEKLERİ yitirmek bütün birliği ve birlikteliği ve bağlılığı sarsmıştı.
YAŞAMAK Şimdi de oturmuş, Boğaz'ın mavi sularını seyrederken annesinin öğüdünü
? annesini severdi elbet de, Nadîma bir başka severdi sanki Mütebessim yüzü hiç de tutamadığını düşünüyordu Nadîma. "İnsan alışmayı çok seviyor"
bir başka aydınlıktı ona göre. Ayak bileklerine kadar uzanan bol elbisesi dedi fısıltıyla. Her zaman oradan buradan dolmuş bilgilerle çözümler
asaletine asalet katar, her adımında ağırlığının farkı hissedilirdi. Kızı bulmaya çalıştığını çok iyi biliyordu. Nadîma'nın bu tarafı belli ki
Nadîma'ya her fırsatta ince öğütler vermeye çalışırdı. Zîfeşan Hanım bir Kamburizâde'lere çekmişti. Bütün tuhaflıkların Kamburizâde'lerden,
keresinde "insan hayat boyu çok şey kaybediyor" demişti. "Kazandıklarımız asaletin ise Asımgiller'den geldiğini yıllarca anlatıp durmuşlardı ona
kaybettiklerimizden çok daha fazla olsa da, hep kayıplarımızın acısıyla teyzeleri, dayıları ve anne tarafından karşılaştığı tüm akrabaları. Her şey
yaşarız. Mutluluğun izi derin değil de ondan. Unutuyoruz. Ya da acılarımız dönüp dolaşıp Fettah Efendi'ye ulaşıyordu. Fettah Efendi...
kadar sık hatırlamıyoruz." Nadîma hayatı dramatize etmeyi bir huy Kamburizâde'lere dair bilinen her şeyin başlangıç noktası. Onun gerisinde
edindiğinden mutsuzlukla ömür geçirmeyi seçmişti kendisine. Belki de ne vardı zaten bugüne kadar kimse öğrenememişti. Şecere Fettah
annesinin dediği gibi hatırlayacak çok acısı olsun istiyordu o. İnsan Efendi'den başlıyor; sonrası tastamam yerliyerinde, en ufak ayrıntılarına
hatırladıkça da acı çekiyordu sonuçta. kadar biliniyordu da öncesi tam bir muamma idi. Kimdir bu Fettah Efendi?
Nadîma'nın bir büyüğü Hafîz, kırk yaşında iken bir araba kazasında hayatını Kimden olma, kimden doğmadır? Memleketi neresidir? Kim
kaybetmiş, bu ölüm Zîfeşan Hanım'ın eve kapanmasına sebep olmuştu. Hafîz,
aile içindeki ikinci kayıptı. Babaları Kamburizâde'lerden Kadîm Keza kalbine 7İFE ÇİFÇİOĞLU YAZILANLARI OKURKEN YAZILABİLECEKLERİ
yenik düşmüş, üçüncü şoku atlatamayıp ayrılmıştı dünyadan. Çocuklar henüz YAŞAMAK | 55
küçüktüler babasız kaldıklarında. Bu yüzden Asımgiller'in etkisi, Iduğuna dair birçok fikir öne sürülmüş ise de bu vakte kadar kimse bu
Kamburizâde'lere göre ağır basmış, çocuklar modern kültür üzerine eğitim fikirlerden birini bile kanıtlayamamıştı. Yok devşirme olduğunu, yok
almışlardı. Zîfeşan Hanım, Hafîz'in toprağa verilmesinden sonra yas içinde kölelikten azâd edildiğini, yok sonradan İslâm'ı seçtiğini, yok esir alınıp
sürdürdü geri kalan birkaç yılını. Kimse ne Hafîz'den bahsedebildi, ne de İstanbul'a getirildiğini falan da filan daha bir sürü şeyi söyleyenler çıkmıştı.
Hafîz'i hatırlatacak herhangi bir olaydan... Zîfeşan Hanım sustukça, onunla Lâkin tek gerçek vardı ki, o da Fettah Efendi'nin öncesine ait zifirî bir
birlikte yaşayanlar da susmak zorunda hissettiler kendilerini. "Artık İstanbul karanlık. En çok Rıdâ bu işin peşinde koştu. Sebebini hiçbir zaman
benim yaşadığım İstanbul değil, her şey değişti" diyerek değişen İstanbul'a ve söylememiş olsa da "tarihe olan merakım" diyerek mevzuyu kestirip atsa
değişen dünyaya karşı ilgisiz kalmayı tercih eden Zîfeşan Hanım, ona nasıl da, aslında Rıdâ bir çeşit kovalamaca içine girme arzusundaydı. Enerjisi
öğretildi ise yaşamak ya da ailesinden nasıl gördü ise yaşamayı, öyle bütün aileyi taşıyabilecek kadar çoktu da, bu enerjiyi tüketecek alan
yaşamaktan hiç vazgeçemedi. Nadîma ve diğer çocukları Hafîz, Eyda, bulamıyordu kendisine. Araştırmalara verdi tüm zamanını. Böylece
Şidayet, Vehime, Rıdâ ve Hüma bu minval üzere yetiştirildi. Zîfeşan Hanım dinginleşebileceğini, merakların da sonunda giderileceğini umuyordu. Ve
dünyadan ayrılma birgün "İspanya'da bir iz buldum" diyerek pilini pırtısını topladığı gibi
ortadan kayboldu. Neredeyse on iki yıl dolacaktı bu gidişin üzerinden. Tek
53 bir "çıt" dahi duyulmadı Rıdâ'nın ardından. Neden giden sessizliği
seçiyordu? Belki sorumsuzluktan, belki ilgisizlikten, belki umarsızlıktan,
belki bilinmeyen felâketlerden, belki de vurdumduymazlıktan. Belki sorsaydı da cevap verirler miydi ki? Nadîma bu sorunun cevabını hiçbir
kaybolmak, unutulmak, yeni başlangıçlara atılmak arzusundan... zaman öğrenemdi. Ama annesi Zîfeşan Hanım, Nadîma'yı suçlayacak tek
Eyda sülâle boyunca en sadeleriydi hayatı yaşamak konusunda. Ve en bir söz dahi söylemedi. Vehime ne kadar onun kızı ise Nadîma da o kadar
güzelleriydi de. Öyle duru bir duruşu vardı ki, Nadîma her zaman onu kızıydı. Ne söylese kendine etmiş, ne etse kendini yaralamış olurdu.
imrenerek seyretmiş, kendi boyunun kısalığına hayıflanarak ondaki endama Nadîma, bulutlanan gözlerini duvarda asılı duran fotoğraflara
hayran kalmış, tüm şatafatı dizse üzerine hiçbirinin kendisini onun gibi güzel çevirdiğinde tüm bedeninin acıyla kıvrandığını hissetti. Acılar... bu aile
yapamayacağını bilerek çuval giyse yakışan Eyda'ya içten bir kıskançlık acılar biriktirmişti hep. Ne çok ana başlıklar, ana başlıkların altında da ne
beslemişti. Bir arkeolog olarak hayatını sürdürmede ısrarlı Eyda, Fas'ta çok ara başlıklar vardı. Hangi birini sayabilirdi ki... zaman yetmezdi buna.
kendisine bir hayat kurmak için gittiğinde, yirmi beş yaşında tüm serveti "Zaman" diye mırıldandı Nadîma. Zaman ona neler vermiş, zaman ondan
elinin tersiyle itivermişti. Sekiz yıldır Afrika'da biryerlerde, bulayım derken neler almıştı. Almak vermek hadisesi dünyanın tutturduğu bir değişmez
belki de kendini kaybedenlerdendi. Eyda da Rıdâ gibi kendi seçimini yapmış ritimdi aslında. Bu ritme ayak uyduramayanlardan biri de Nadîma idi.
ve o seçimi sonuna kadar izlemede net tavrını ortaya koymuş- Ritimsiz Nadîma. Tınısız Nadîma. Mevsimsiz, yetersiz ama bir o kadar da
herkese çok Nadîma. Sanki Kamburizâde Fettah Efendi'nin oklandığı o gün
56 | ÜMRANİYE BELEDİYESİ HİKÂYE YAR|ŞlVlAS| açılışı yapılmıştı yaşanacak olumsuzlukların. Böyle düşündü hep, böyle
tu. Nadîma karşılarına durup "yok olmaz!" deme cesaretini bile bulamamıştı olduğuna inandı hep, böyle gideceğini sanarak da bir yanı hayattan kopuk
kendisinde. Her karar sonrası yüzünü devirip koltuğuna gömülmekten başka kaldı hep. Kopuk Nadîma. Kırık, dökük Nadîma.
bir şey yapamadı. Gidenler safına katılan Eyda da yaşam belirtisi gösterecek Şidayet'in bindiği geminin batması bir başka acıydı meselâ. Gezmeyi,
tek bir ses çıkarmadı. Memleket toprakları dışında bir yer seçmeleri, acaba bir dolaşmayı, dünyayı tanımayı pek seven; deli dolu, capcanlı bir kızdı o da
kaçış mıydı, hep düşündü Nadîma. Özgürlüğün bu kadarı ona göre, acıdan sulara gömüldüğünde. "Paris pek güzel be abla" derdi gülerek. Nadîma
başka bir şey getirmezdi. onun yeşil gözlerini hiç aklından çıkaramadı. Yeşil gözlerine uysun diye
"Ben hariç herkes bir şey olmayı başardı" diye mırıldandı Nadîma sütlü hep yeşil tonlarda seçerdi giysilerini. Yeşili, Şidâyet taşırdı ailede.
kahvesini yudumlarken. Güneş tepeye yaklaşmak üzereydi. Sulara yansıyan Kırmızıyı Vehime... Ağaçtan düştüğünde üzerinde en sevdiği kırmızı
ışık dans ede ede vuruyordu kıyıya. Yalnız kalışını hiçbir şey olamayışına •Ibisesi vardı. Bu yüzdendi Nadîma'nın kırmızı rengi Vehi-
bağlamakta ısrar ediyordu. "Kızlarım bile beni önemsemiyor" diye geçirdi
içinden. Şemay ve Meyra, hayatının en güzel iki tarafıydı. Biri narin, hassas, 57
nazenin; diğeri katı, inatçı, keskin... O ara Vehime ile oynadığı çocuk
oyunlarını hatırlayınca birden yüzünde bir aydınlanma oldu Nadîma'nın. Çok 58
kısa süren bir aydınlanma... ÜMRANİYE BELEDİYESİ HİKÂYE YARIŞMASI
"Abla abla, baksana bana. Ağacın en yüksek dalına çıktım ben. Düşersem me'ye verişi. Gri Hafîz'indi. Gri tonlarda gezinir, gri bir dünya içinde
kedi gibi miyavlar mıyım?" diye sesleniyordu Vehime. Nadîma korkudan olmayı tercih ederdi. Kazakları, çorapları, kravatları... Kelimeleri,
titriyor "yetişin! düşecek!" feryatları eşliğinde dört dönüyordu bahçede. Ve cümleleri, sesi ve tüm seçimleri hep griye bakardı. Bir gri gökyüzü altında
Vehime, Nadîma'nın o hâline gülerken aniden daldan düşüverdi. "Ne oldu da son yolculuğuna uğurlamışlardı onu. Şidâyet yeşiller, Vehime
sana Vehime, konuş Vehime, ağla Vehime, kalk yerden Vehime..." Vehime'de kırmızılar, Hafîz de griler içinde kaldı hep onda.
hiç hareket yoktu. Nadîma daha çok bağırdı. Nadîma bağırdıkça gök yarıldı Her rengin bir ifadesi olduğunu Nadîma bu renk dağılımını yaptıktan çok
sanki. Ama uyanmadı Vehime. Apar topar beş yaşındaki kızıl saçlı kızı sonraları öğrendiğinde hayretini gizleyeme-miş "bunu bilmiyordum"
doktorlara yetiştirdiler. Aylar geçti, Vehime hep yatakta kaldı. Hep uyudu diyerek odasına çekilmişti sessizce. Bu yeni edinim onu yine anıların içine
Vehime. Nadîma gök gözlerinden yaşları içine akıttı, Vehime yatakta öylece firlatıvermişti hızla. Nadîma her anılarla karşılaştığında şöyle bir sallanır,
kalakaldı. Nadîma kendini suçlayarak günlerce o ağacın altında gitti geldi, bu sallantıda yerinden oynayan her ne var ise yerine yerleştirmek için bir
Vehime hep yatakta kaldı. Nadîma ne diyeceğini bilemeden hıçkırıklara müddet kendine gömülmesi gerekirdi. Susan Nadîma neden sustuğunu ise
boğuldu, Vehime hep yatakta kaldı. Kaç mevsim sonraydı Nadîma artık susma dönemi bittiğinde açıklamaz, hiçbir şey olmamış gibi hayatın
hatırlayamı- akışına kapılır giderdi. Buna artık herkes alışmış; kimsenin onu
yadırgayacak, abes görecek; onun ardından söz dökecek hâli tavrı
ÇJFÇİOĞLU YAZILANLARI OKURKEN YAZILABİLECEKLERİ kalmamıştı. Zamanla herkes her şeye alışmayı becerebiliyordu.
YAŞAMAK Renklerle kendince oyun kuran Nadîma, Eyda'ya sarı rengi yakıştırmış,
du bir gemiye bindirip hiç konuşmayan ve hiç kımıldama-Vehime'yi denizlere ona her baktığında saçlarından altın damlacıkların aktığını düşünmüştü
uğurladılar. Vehime de böyle gitmiş-«•• Nadîma hiçkimseye soramadı: "Ne elinde olmadan. Dümdüz saçları Ey-da'nın yüzünden akarken, çöldeki
zaman dönecek? Nerece götürüyorlar onu? Neden gidiyor?" Bir cesaret vahaların serinliğinin ferahlığını yüzünde hissederdi. Sadece birhisti işte bu
da. Hisler... Nadîma'nın hisleri karmaşıktı. Daldan dala konmayı sever, sürekli bile unutmuştu. Lâkin duyan kulakların sahipleri, bu meşhur şairin bir
birbirleriyle kavga ederlerdi. Onların kavgalarıyla uğraşmaktan yorulmuştu Horasanlı olduğunu yaymada hiç vakit kaybetmediler. Böylece Metruk
yıllardır. Neden böyle olduğunu ise bir-gün annesi Zîfeşan Hanım söylemişti: birden Horasanlı Sûzî'ye dönüşüverdi. Adına uydurulan bir hayat hikâyesi
"Bir meslek seçmedin kendine." Yıkılmıştı Nadîma. Doğrulan bu kadar net de üzerinde kalıp dilden dile aktarıldı gitti. Biri de çıkıp "yok öyle değil,
duymak kolay taşınmıyordu onun cihetinde. Frida'nın acıları onu ressam işin aslı budur" demedi. Demedi çünkü işin aslını Matrûk'ten başka bilen
yapmıştı, ama Nadîma acılarından yola çıkarak bir şey olabilmeyi yoktu. Metruk de gizli kalmayı sevmiş, seçmiş ve ille de susmuştu. Varsın
becerememişti. Bu kendi düşüncesiydi elbet. Kendi kuruntularından sadece Horasanlı Sûzî oluversindi bu beyitlerin şairi, ne çıkardı ki.
bir tanesi... "Meslek" kelimesi Sonra Metruk, beyitler bir yana, ecnebîler usûlünde bir roman çıkardı
ortaya. Osmanlı döneminde yazılan ilk Türk romanı olma özelliğini taşıyan
NAZİFE ÇİFÇİOĞLU YAZILANLARI OKURKEN bu romanın adı "Dokuzuncu Boğum" idi. Fakat bu romanın bir Türk
YAZILABİLECEKLERİ YAŞAMAK | 59 tarafından yazıldığını hiçkimse hiçbir zaman öğrenemedi. Çünkü Metruk
başının üstünde döner olmuştu o günden sonra. Ne olabilirdi ki Nadîma? bu sefer de farklı bir isim kullanmış ve yazan kişinin adını Adrian Marjina
Hiçbir meslek ona uymuyordu nedense. Ya üç beden büyük, ya beş beden olarak kaydetmişti. İstanbul edebiyat muhitince yıllarca beğeniyle okunan
küçük; ille de uyumsuz, uygunsuz ve fazla. Dünyaya dar Nadîma. kitap her sayfasında ayrı bir trajediyi resmediyor, her okuyan "şiirin
Rıdâ hep toprağın rengini sevdiğinden kahverengiydi. Kahverengi Rıdâ... gizemi, mahremiyeti başka" kelâmını söylenip duruyordu. Romanın
Ve mor Hüma... Hüma neden mordu? Hayalciydi belki ondan. Masalları İstanbul'da yaşanan olayları anlatıyor olması da verilen ehemmiyeti
severdi belki ondan. Birgün Kibritçi Kız olurdu, birgün Polyanna, birgün arttınyordu. "Filhakika bir ecne-bî muharririn kaleminden İstanbul'u
Sofi... Geceleri kendi masalını kendi anlatır, öyle dalardı uykuya. Mordu okumanın keyfi başka" diyorlardı birbirlerine. Adrian Marjina, romanında
Hüma. Mor Hüma. Hayâl üretip o hayâlin peşinden koşmayı iyi bilirdi. Koreli Metrûk'ün yaşadığı hayatın üzerine kurmuştu kurgusunu. Kimseler bil-
mühendis Yuşen Bzuri ile evlenip Japonya'ya gitmiş, ama evliliğini ancak altı
yıl sürdürebilmişti. Birgün çekik gözlü kızı Çyu Mehil ile geri döndüğünde NAZİFE ÇİFÇİOĞLU YAZILANLARI OKURKEN
Hüma'yı tanımakta çok zorlandı Nadîma. Her haliyle değişik duruyordu YAZILABİLECEKLERİ YAŞAMAK | 61
karşısında. Sevinçle, neredeyse uça uça gidişi; bu gülmeyi unutmuş gözlerle medi gerçeklerin asıl rengini, biçimini; duruş, görüş ve sınırlarını. Onca
geri gelişi uyuşmuyordu. Çyu Mehil'in elini bırakmaktan korkuyor gibiydi. okumaya rağmen o dönemde kıymetli "Dokuzuncu Boğum", sonraları
Artık hayâl kuran Hüma, hep tedirgin yaşayan bir anneye dönüşmüştü. Yine unutuldu sahafların raflarında. Zaman onu da yıprattı, insanlar konuşacak
de Nadîma ona verdiği "mor kız" adını hiç değiştirmedi kendi içinde. İnsanlar, başka yeniler buldular kendilerine kolayca. Herdem yeniler çıkıyor,
en yakınları da olsalar değişiyorlardı zamanla. Bu bir zorunluluk, bu bir herdem yeniler keşfediliyordu. Eskilere kıymet veren yoktu nedense.
olağan durumdu belki de. Dünyanın düzeni bunu gerektiriyordu ve canlı Cedidine bakıp "atık olmasın" deniyordu.
cansız her şey sürekli değişime uğruyordu. Fakat Nadîma bu değişimden Metruk daha birçok eser kaleme aldı ve başka başka isimler altında verdi
payına düşeni bile almaktan çekindi her zaman. Hiçbir dala konamayışından karilerin eline, yaptığının doğruluğunu kendi içinde hiç tartışmadan.
dolayı belki de, kendisine bir renk de seçemedi o; yakıştıra-madı hiçbir rengi Yazdıkça; mutmain Metruk, mesrur Metruk hâline dönüştü. Bunca
üzerine. Renksizlikti onunkisi ya da renklerin tümü birden. Hep arada dönüşüme rağmen yalıda yaşayan bir dolu insan ne onun mutmain oluşunu,
Nadîma. Hep ortada Nadîma. ne de mesrûri-yetini farketti. Herkes kendi telâşında, herkes kendi hayat
Gülfeda'nın Metruk, artık Hattat Metrûk'e dönüşmüştü. Böylece bir zamanlar çizgisinde ilerlemekten bir başkasını göremeyecek kadar amâ olup çıkmıştı
kaybolup giden Gülfeda'nın adı da silinmiş oldu dillerden. Kimseler hatırlayıp ona göre. Her gün yalıda yeni yeni olaylar patlak veriyor, mutlaka birisinin
da anmadı bile. Bir Metruk unutmadı, bir Metruk söküp atamadı onu. İçinde başına bir şey geliyordu. Ya çocuklardan biri avludaki kuyuya düşüyor, ya
bir- yıllar önce giden çat kapı dönüyor, ya biri hastalanıyor çığırtkan bir eda ile
hekimler ünleniyor, ya ölüm kapıyı çalıyor; ya kavga, gürültü, patırtı
60 çıkıyordu... Ve daha bir sürü vukuat arasında kim kime dum duma bir
ÜMRANİYE BELEDİYESİ HİKÂYE YARIŞMASI hayat kayıp gidiyordu.
yerlerde hep bir acı olarak duracak, hayatının başlıklarını atmada en etkin rolü Nadîma, tahammülü zor bekleyişini sürdürürken bir pazartesi sabahında
oynayacaktı bu terkediliş hikâyesi. Hattat Metruk, hat üzerinde olgunlaşıp da bir mektup aldı. Mektubun üzerindeki damgada Paris yazılıydı. "Paris"
bu işte ustaya dönüştüğünde kendi eserlerini vermeye başladı. Önce diye mırıldandı hüzünle. Elbette ki bu şehir ona Şidâyet'i anımsatmış,
meclislerde beyitleri okunur oldu Sûzî mahlası ile. Sûzî kim bilmeden zevkle içinde Şidâyet'in olduğu pek çok anıyı canlandırmıştı. "Paris pek güzel be
beyitleri üzerinde sohbet ediliyor, onun Horasan'da yaşayan bir Türk olduğu abla" diyen Şidâyet orada yaşadığı güzel günleri anlata anlata bitiremezdi
sanılıyordu. Bu Horasanlı Sûzî hikâyesini de, meclisin birinde, tüm dikkatleri de Nadîma, "artık yeter!" diye feryad etmek zorunda kalırdı. Paris hiç
üzerine çekmek isteyen bir dilbaz ortaya atmış, sonra da söylediklerini kendi görmediği ama çok iyi bildiği bir şehirdi bu yüzden. "Hani şu köşeyi
dönünce tam karşındaki küçük pastaha-ne var ya..." diyecek kadar üstelik. Şemay'ın yıkımları, Şemay'ın boşlukları... Belki Meyra'nın da, Şemay'ın da
adını dahi bilmedikleri var, ama yok "baba" kelimesinin eksik yanı,
62 | ÜMRANİYE BELEDİYESİ HİKÂYE YARIŞMASI tamamla-namaz yanı, doldurulamaz yanı...
Zarfı elinde evirdi, çevirdi... "Nadîma Beyan" adına gönderilişine pek şaşıran Metruk uzun zaman önce adını "Mektubat" koyduğu metinler yazmaya
Nadîma, Paris'te bir tanıdık olmadığından o kadar emindi ki, "mutlaka bir başlamış, onları en gizli köşelerde bir bir biriktirmek suretiyle külliyetli bir
yanlışlık var" diye geçirdi içinden. Tereddütle zarfı açtı. Dörde katlanmış kitap haline getirmişti. Bir kendine yazdığı bu mektuplarda konuşamadığı,
beyaz kağıda yazılmış tek paragraftan oluşan yazıyı okuyunca o an kalbinin haykıramadığı, her ne var ise söyleyemediği, bir de peşinden koştuğu
duracağını, son nefesini verip de şu âlemin karmaşasından kurtulacağını hayâllerini anlatıyordu. Hiç olmayan dostlar yerine kalem ve kağıdı
sandı. Tiz bir çığlık bıraktı havaya. "Şidâyet! Şi-dâyet yaşıyor!" seçmiş, paylaşıyordu ömrünün her cümlesini.
Şemay'ın ateşi Yeşil Çam Ormanı Kliniği'ne gelişlerinin haftasına düşmeye "Meğer ki özlediğim senmişsin; zemheride de, temmuzunda da
başlayınca Meyra, oldukça rahatladı. Sürekli annesini aramak için eli telefona İstanbul'un. Hani hep yerde olanın hiç düşemeyeceği
gidiyordu, ama onun sesini duyunca nerede olduklarını söylemekten
korktuğundan vazgeçip erteliyordu her seferinde. "Şemay tamamen iyileşir de 64 | ÜMRANİYE BELEDİYESİ HİKÂYE YAR|ŞIV|AS|
iyi haberler veririm" diyerek Şemay'ın doktoruyla konuşmaya gitti. Doktor gibi... Bir kere düşebilseydim eğer bilirdim nasıl olduğunu Düşmek ve
Fehim, Şemay'ın klinikteki sorumlu doktoru idi. Diğer bütün doktorların sevmek... İçinde olup da tanımadığım iki... Meğer ki özlediğim senmişsin;
teşhis ve tedavi sırasında yapılması gereken tüm takip işlemlerini anda, zamanda, hayatta, orada, burada, suda, havada... Belini bükmüş kılıç
gerçekleştiriyor, her an Şemay'ı kontrol altında tutuyordu. Meyra alması balığı Boğaz'ın mavisinde kayıpta.
gereken bilgileri sadece Doktor Fehim'den alıyor, sadece onunla görüşüyordu. Ben her gece gitmelerdeyim sana. Sen bana bîgâne, ben sana ünlem.
Meyra, Doktor Fehim'in aydınlık, ferah, hoş kokulu, estetik ve sade odasına Yolun başında kaldığım yerdeyim. Hep elem, hep keder, hep hasret
girer girmez "hastalığın türü kesinleşti mi?" diye sordu. noktasını koyamadığım. Yolun başı ilk adımdan da öncesi. Yalının
Doktor Fehim, Meyra'yı ayakta karşılayıp hafif tebessümle "hayır" dedi. panjurları denizle bakışırken içim hasta, dışım hasta.
"Henüz değil, ama tahminler var tabiî. Psikiyatr bölümü "psikolojik sebepler" Kaç yıl yasını tutmuşlardı Şidâyet'in? Kaç yıl ağlamışlardı arkasından ve
üzerinde çalışmalarını sürdürüyor. Nöroloji bölümü de tüm tetkiklerini hâlâ ağlamayı sürdürüyorlardı için için. Bir kelebek kadar narin Şidâyet,
tamamlamak üzere." bir kelebek ömrü yaşamıştı. Nadîma Şemay'ı işte tam da o sırada aklından
Meyra "Ne zaman netleşecek sizce?" diye sordu. çıkarıvermiş, elleri ayaklan buz kesmiş, dili tutulup kalıvermişti salonun
"Bunu bilemem" dedi Doktor Fehim. "Ateşi düşmeye başladı. Yakında orta yerinde. "Bu bir şaka olmalı, bu bir şaka olmalı..."
uyanmasını umuyoruz. Eğer bunu sağlayabilirsek işimiz biraz kolaylaşacak. Nadîma kendine gelebilmeyi başardığında elinde tuttuğu mektubu belki
Sizce son zamanlarda hiç prob- on, belki yirmi, okudu da okudu. "Başım, başım, ay başım!" diye diye
çekmecelerde sakinleştirici aramaya başladı. "Geldi mi üst üste gelirler, bir
NAZİFE ÇİFÇİOĞLU YAZILANLARI OKURKEN çekildiler mi kimsenin aklına gelmez bu ellisini geçkin kadın!" Herkes
YAZILABİLECEKLERİ YAŞAMAK | 63 neredeydi o günlerde? Meşguldüler her zamanki gibi; bir yalı bekçisi
lem yaşadı mı?" Nadîma, her cümlenin içine düşmede mahir Nadîma böyle arkada, olduğu
Meyra düşünceli düşünceli "bilmem" diye mırıldandı. "Ya-şadıysa da ben yerde; bir odada, bir salonda; bir alt katta, bir üst katta,- bir bahçede, bir
bilmiyorum." çatıda; bir tencerede, bir kovada; bir yatakta, bir dolapta...
"Uyanabilirse ve konuşmaya başlarsa bütün sorularımıza cevap Ellerinin titremesini durduramayan Nadîma annesini özledi, seslendi
alabileceğimizi düşünüyoruz" dedi Doktor Fehim. O ara çalan telefona Zîfeşan Hanım'a, "bu hayat ağır, taşıyamıyorum" diye yerlere kapandı,
bakmak için uzandığında Meyra izin isteyerek odadan ayrıldı. Henüz nadide iğne oyalarıyla kenarları geçilmiş toz pembe bir namaz örtüsünü
konuşabilecek çok fazla konu da yoktu zaten. Bir genç kızın başından bakımlı saçlarının üzerine
geçebilecekleri tasavvur etmeye çalışarak Şemay'ın hayatını gözünün önüne
getirdi Meyra. Bir lise öğrencisi neden kendisini kilitlerdi hayata karşı? Güzel NAZİFE ÇİFÇİOĞLU YAZILANLARI OKURKEN
ve güneşli ve ılık ve pembe düşler kurarken ansızın ortaya çıkan bir uçuruma YAZILABİLECEKLERİ YAŞAMAK | 65
yuvarlanarak boşlukta asılı kalmak ve çırpınmak, çırpınmak, çırpınmak... dolayarak secdeye kapandı, ağladı, ağladı, ağladı... Boşa geçirilmiş bir
Sımsıcak kumların üzerinde uzanmış yatıryorken dev dalgaların altında ömre mi, bir ucu yakalanamamış hayâllere mi, tutu-namayışa mi;
nefessiz kalmak ve çırpınmak, çırpınmak, çırpınmak; en derin uykusunda yalnızlığa, kimsesizliğe, hep kaybedişe, hayattan lezzet alamayışa mı...
gecenin, rüyadan rüyaya kanatlanıp gökkuşağına dokunurken serçe Ağladı da ağladı Nadîma. Evin sevimli ve ihtiyar kedisi Pelüş hiç
parmağından damlayan kan ile sürüklenmek ve açamamak gözleri ve görmediği bu ağlama seansına karşı nasıl davranacağını bilememiş, bir
çırpınmak, çırpınmak, çırpınmak... Şemay'ın girdapları, Şemay'ın fırtınaları, kuytu köşeye pusmuş, gözlerini kısarak "Ankara Kedisi" olma ayrıcalığını
hatırlatacak aile fertlerinin yokluğuna hayıflanıyor olabilirdi. Pelüş, Meyra'nın o kadar tamdı Nadîma ve olabildiği o kadardı.
sevgi çemberi içine alınmış bir güzellikti. Bu eve henüz bir yavru iken Haziran ayının on dördüydü İstanbul'dan hareket ettiğinde
getirildiğinde, Meyra'ya yaşgünü hediyesi olarak sunulmuş, onun güzel kahve
gözlerine hayran kaldığı için de kimsenin elini yüzünü tırmalamamıştı. Ama NAZİFE ÇİFÇİOĞLU YAZILANLARI OKURKEN
ani ha' reketlerden o vakitten beri pek haz etmediğinden, şimdi olduğu gibi YAZILABİLECEKLERİ YAŞAMAK
hep uzak durdu Nadîma'dan. Fevrîlikte birinci, asabilikte kimseye pabuç gemi- Çok lüks, çok eğlenceli, rahat ve güvenilir bembeyaz, büyük bir
bırakmayan, sesi herdâim yüksek ve tiz, "ben yaparım" tehditleriyle evin yolcu gemisiydi Nimon. Her milletten insan, dünya hayatının
düzenini koruyacağını zannetmekte ısrarlı bir zavallıydı aslında Nadîma; nimetlerinden istifade için bir fırsat yakaladığını düşünüyordu. Büyük
üstelik bu zavallılığı en iyi de kendisi bilmekte idi... Bir ömrü tutunama-dan ihtimâl Nimon'da tek ağlayan, üç yaşındaki sarı bukleli kızdı. Şidâyet onu
yaşamak hiç kolay olmasa gerekti. Bu da bir çeşit teselli oyunuydu belki. bir köşede için için ağlarken gördüğünde yollarının ayrılmamacasına
Nadîma'nın içsel dünyasında kurup oynadığı orrlarca oyundan-bir tanesiydi kesişeceğini bilemezdi. Mavi gözlerine bakıp "küçük bir gezgin" diye
işte. düşünmüştü ilk olarak. "Bu yaşta gezme şansına sahip bir harikulade."
Pelüş, koltuğun altından kısık gözlerle Nadîma'ya bakarken "insanları Nimon'un hedefi Fransa idi. Arada birçok limanda konaklayacak, gide
anlamak zor" cümlesini yorgun patileriyle havada yakalamaya çalışıyordu. gide Atlantik Okyanusu'na varacak, en son Fransız sularında, bir liman
Nadîma da gözyaşlarının yardımıyla kendine gelmeye, yumuşamaya, kenti olan Brest'e demirleyecekti. Her şey çok güzel başladı. Gemide "yok"
doğrulmaya ve gerçeklerle yüzleşme cesaretini toplamaya çabalarken bir aransa ihtimâl bulunamazdı. Kısa sürede herkes keyifli yolculuğun
müddet uyumanın her yönden iyi geleceğine karar verdi ve titrek adımlarla, rehavetine bıraktı bedenini. Fakat ne olduysa oldu ve Nimon bir geceyarısı,
yeri geldi duvarlara tutuna tutuna odasına yöneldi. Böyle zamanlarda yıldızların altında, kimseye haber vermeden, kimseden de izin almadan
yumuşak bir yatağın rahatlatıcı gücünü kimse inkâr edemezdi. Uyudu sulara gömüldü. Filikalara yetişebilen az insandan biri Şidâyet, diğeri de
Nadîma. Bütün yorgunların yaptığı gibi uyudu Nadîma. telaş arasında onun karşısına çıkan sarı bukleli küçük kızdı. Şidâyet onu
kucakladığında mavi gözlerine korku dolmuş, ellerini minik ağzına
66 sokmaya çalışıyordu. Sabaha kalmadan insanların hayranlıkla baktığı, "bir
ÜMRANİYE BELEDİYESİ HİKÂYE YAR|ŞMAS| şaheser" diyerek beğenilerini gösterdikleri Nimon'u okyanus yutmuş,
Şidâyet yeni bir yolculuk için gemiyi seçmişti bu kez. Bazen havalarda geriye filikalara doluşan bir avuç insandan başka bir şey kalmamıştı. Bir
olmak, bazen trenle ağır ağır ilerlemek, bazen bir arabanın daldığı yol facia, bir felâket, bir trajedi... İnsanın aklına getirmediği karşısına
manzaralarına kapılıp gitmek, bazen de bir gemiye günlerce hapsolup maviye çıkıveriyordu böyle, ölüm her an bir buluşma noktası seçebiliyordu
boyanmak... Daldan dala konan güzel, şirin, tatlı, hızlı ve alımlı bir kızdı kendisine; kara ya da deniz, yer ya da gök; sıcak ya da soğuk; sebep,
Şidâyet. Tutulması, önüne geçilip durdurulması, yavaşlatılması neredeyse mazeret, ıslak, kuru, gece, gündüz dinlemiyordu. Her şey "hazır olun" diye
mümkünsüz görünüyordu. Onu gören bütün dünyasını yeşil sırt çantasında bağırsa da, insan başına gelmeden "bana dokunmaz" edasını üzerinden
taşıdığını düşünebilir, hatta dünyaya sığmayan bir küçük çantaya ne atamıyordu. Ve Nimon faciası "dünya haberleri"ne şöyle geçti: "Kurtulan
sığdırabilir hayretiyle bakakalir-di. Hep harekete hazır spor giysileri ile bir tüy olmadı." Bunun sebebi, filikaları kazadan iki gün sonra bir ticarî geminin
kadar hafif ve rahat görünürdü Şidâyet. "Üzerimde bir yığın taşımak için farkedip yolcuları almış olmasıydı. Gemi nereye gidiyorsa oraya götürdü
gelmedim dünyaya" der Nadîma'nın üşenmeden döşendiği takılarına yolcuları. Yani Ceza-
takılmadan edemezdi. "Ayaklı bujiteri, kuyumcu güzeli, moda dergisi, vitrin,
sonbahar-kış kreasyonu..." gibi isimler takarak onu çileden çıkarır, evin içinde 67
elinde oklava ablasını peşinden koştururdu. Şidâyet gülmeyi pek sevdiğinden
Nadîma'nın aklında hep gülen yüzü kalmıştı onun. Geminin battığı haberini 68 | ÜMRANİYE BELEDİYESİ HİKÂYE YARIŞMASI
aldıklarında yirmi beş yaşındaydı Şidâyet. Aileden biri daha ayrılmıştı işte yir'e... Ve büyük bir hata yapan kaptan hiçbir yere hiçbir açıklama vermedi.
ansızın. Nadîma, Kamburizâde Fettah Efendi'nin bir yerlerde açık unuttuğu Şidâyet zorlu bir yolculuk sonrasında, kucağından bir an olsun
karanlık kapının kapatılması gerektiğini yine söyledi haykıra haykıra, saçını indirmediği sarı bukleli kızla Annaba limanına bırakıldığında her taraf
başını yola yola, kendini yerden yere vura vura. Onun bu hâline acıyıp, az insan kaynıyordu. Korkudan konuşması durmuş olan kızın ağzından tek bir
biraz deli olduğunu kulaklara bir daha fısıldayıp, bîtap bedenine ilaç üstüne kelime alamadı. Yıpratıcı, yorucu yolculuğa bir de sıcak havanın
ilaç yükleyip odasına götürdüler. Nadîma ise her zaman onların çatlak boğuculuğu eklenince tüm eklemlerinin hissizleştiğini farketti Şidâyet.
olduğunu, delilerin içinde kala kala birgün gelip fırlatacağını söyledi sürekli. Küçük kızın, kollarının arasından nasıl kaydığını anlayamadan bir çuval
Duyanlar da gülüp geçtiler bu sözlerin üzerinden. "Delidir, ne yapsa yeridir" gibi yere devrildi. Düştüğünde başını vurduğu beton parçasından tok bir
dediler. "Boşverin" dediler. "Hasta" dediler. Oysa bütün bunları söyleyenler ses çıktı. Ve sonrası yıllar sürecek bir belirsizlikten ibaret günlerden
ne kadar akıllı, ne kadar tam iseler, ne kadar hazır iseler küçük kıyametlerine; oluşacaktı. Şidâyet, Nimon'dan kaçarken yanına kimlik, pasaport ya da adı,
uyruğu gibi kişisel bilgiler taşıyan hiçbir belge alamadığı için onu limanda 70
yerde bulan adam Şi-dâyet'in kim olduğu hakkında bilgilenemedi. ÜMRANİYE BELEDİYESİ HİKÂYE YARIŞMASI
Yanıbaşında sürekli ağlayan kıza sorduğu sorulara da cevap alamayınca; dönmek zorunda kalıyordu Metruk.
kaynayan kalabalığa bakıp durumu umursayan tek bir insan bile olmadığını Sonunda 62 numaralı küçük dükkanın içine girdiğinde önce kimseleri
görerek Şidâyet'i sırtına alıverdi. Kalabalık limandan çıkıp 1971 model göremedi. Etrafına bakınırken merak içinde, yaşlı bir adam bez çekilmiş bir
kırmızı bir Mercedes'e bindiler; Şidâyet, sarı bukleli kız ve zayıflıktan her an bölümün ardından ortaya çıkıverdi. Metrûk'e sorsalar adam yüz yirmisini
ortadan kırılacakmış gibi duran neredeyse iki metre boyundaki siyahı adam... çoktan geçmişti. Tek diri duran tarafının mavi gözleri olduğunu
Araba hareket ettiğinde kız ağlama şiddetini arttırmış, güzel mavi gözleri kan düşünecekti daha sonraları. Ve ondan hatırlayabildiği tek ayrıntı bu
çanağına dönmüştü. Adam bu gürültüye daha fazla dayanamayarak kendi kalacaktı aklında.
dilinde "zırlama!" dediğinde, anlamasa da kız hıçkırıklara boğuldu. Adı İhtiyar, kısık ve titrek bir sesle, neredeyse fısıldayarak "gel, otur şu
Hujima olan bu siyahı adamın evine geldiklerinde, yıllar sürecek olan "bu iskemleye" dedi. Metruk, çekingen, iskemlenin ucuna ilişirken "hayırdır
kadar da olmaz" dedirtecek olayların içinden nasıl çıkılacağı kestirile- inşallah" diyordu aklından. "Sana o mesajı gönderen benim. Yani Petrov
meyecek kadar karmaşıklaşmıştı. Vasile... "Nereden nereye" diyeceksin belki, ama Fettah Efendi ile
Metruk, yazmakla bu denli haşir neşirken bir sabah uyanmadan daha şehir, zindanda tanıştım. Çok kısa süre de olsa bana bir şeyler anlatma fırsatı
bir haberci vasıtasıyla Gümüşçüler Arasta-sı'na çağrıldı. Önce ürperdi, yakalayabilmişti. Az kaldım o karanlık yerlerde, ama bir ömre bedeldi.
tedirgin hissetti kendisini, sonra Çıktığımdan beri yalıyı gözaltında tutuyorum. Bilirim bu yüzden her
odasını yalının, bilirim her olanını da."
NAZİFE ÇİFÇİOĞLU YAZILANLARI OKURKEN Metruk daha hiçbir söz söylememişti ihtiyarın karşısında. Ağzı açık
YAZILABİLECEKLERİ YAŞAMAK | 69 dinliyordu adamı o kadar. Asıl sözü nereye getireceğini merak ediyordu. O
da içten içe korktu Metruk. Ne demeye gidecekti ki oraya? Alelacele ara Vasile gözlerine bakarak "yazmayı sevdiğin kadar gezmeyi de sever
habercinin eline tutuşturduğu varak üzerinde "Pet-rov Vasile usta, 62..." misin?" diye sordu. Metruk ne cevap vereceğini bilemedi. Yazmak ve
yazılıydı. Kimdi bu zat, derdi ne idi? gezmek... "İkisini hiç bir arada düşünmemiştim" diye aklından geçirdi.
Metruk o sabah odasında dört döndü. Ter içinde kalmış, aklı fikri karışmış, "Biliyorum, biliyorum..." dedi Vasile. "Yalıdan bile pek çıkmadığını
babası Kamburizâde Fettah Efendi'nin başına gelenleri düşünüp kaçmak biliyorum."
arzusuna kapılmış; lâkin gizlenebileceği bir tek delik bile bulamamıştı. Metruk sinirlenmeye başladığını hissetti. Aceleyle "benden ne
"Gümüşçüler Arastası" diye mırıldanıyordu sürekli. Sonunda her ne pahasına istiyorsunuz?" diye soruverdi.
olursa olsun gitmeye karar vererek giyindi. Gümüşçüler Aras-tası'na varması "Senden ne istiyorum? Uzak bir yere mektup götürmeni, mektubu
takriben bir saatini aldı. İlık bir nisan baharında İstanbul bir başka güzel verdiğinin seni yönlendirdiği yönde ilerlemeni ve sonunda bıraktığım bir
görünse de Metruk hiçbir güzelliğin üzerinde duraklayabilecek hâlde değildi. şeyi alıp bana getirmeni istiyorum açıkçası" dedi Vasile.
En çabuk tarafından meselenin iç yüzünü öğrenmek ve bu fena dakikalara son Metruk şaşakalmış, bu haddini bilmez adamın neden bu
noktayı koymak telâşındaydı. Arasta'nın yuvarlak kemerli doğu kapısından
içeri süzüldüğünde önce hiçbir şey göremedi Metruk. Dışarının aydınlığından NAZİFE ÇİFÇİOĞLU YAZILANLARI OKURKEN
girdiği karanlığa alışması zaman aldı. İki duvar arasında, kalın taş sütunlardan YAZILABİLECEKLERİ YAŞAMAK | 71
birisinin arkasına durarak sakinleşmeyi bekledi. Gözleri açıldıkça ortalıkta kadar ihtiyar olduğuna kızarak söylemesi gereken kelimeleri biraraya
dolaşan insanları seyretti bir süre. "Herkesin bir işi var belli" dedi kendi getirmeye çalışıyordu. Aklından geçirdiği cümleler çok başka, diline gelen
kendine. Ve orada bulunma sebebine bir müddet hayıflandı. Rutubet kelimeler bambaşkaydı. "Yavaş git çarpma, bastonun nerede? Ağaçtan kedi
kokusuna karışan çay kokusu içini okşadı. Semâverde demlenmiş çayını düştü, sütçünün sütü döküldü, ağlayan güneş, harp meydanından yükselen
yudumladığı hâlini hayâl edip ne kadar rahat olduğunu düşünerek iç çekerken sesler, ah ü vah eden lala..."
"artık şu işi noktalamah" diyerek gizlendiği yerden çıkıverdi. Önce küçük bir "Neden?" diye sordu onca cümleyi iteleyerek.
çocuğa çarptı, ardından siyah çarşaflı bir kadına... Herkes arkasından bir dolu "Nedenini boşver, eğer gidersen çok şey kazanabilirsin."
laf saydı, ama Metruk korkunç bir hata yapmış gibi koşarak uzaklaştı Şemay sonunda gözlerini açmayı başarabilmişti. Meyra sevinçten ne
onlardan. Ve 62'yi aradı uzun bir süre. Tonozlu dükkanları seyrederken üçgen yapacağını şaşırdı ilkin. "Kurtuldu" diye bağırdı birkaç kez koridorda. Ama
biçimlerinin oluşturduğu düzene hayran kaldı. 102 dükkan içinde aradığını Şemay'ın hiç konuşmadığını farke-dince donup kaldı. "Neden?" diye sordu
bulmakta zorlanmasının en büyük sebebi, sağa sola koşturan kalabalığın Meyra. Doktor Fehim "yaşamak istemediği için vücudu kendisini
ortasından bir türlü kendini çekip çıkara-mamasıydı. Kalabalık onu metrelerce kilitlemeye çalışıyor" diye karşılık verdi. "Uzun bir süre alabilir
sürüklüyor, gerisin geri barışması."
Meyra, kızkardeşine ne kadar uzak durduğunu; hiçbir şey yapamadan
narin elinden tutup, duru gözlerine baktığında anladı. "Bütün bulutlan eline geçmeyi başaracak ve o noktada kilitlenecekti dünya kapıları aniden.
getirsem sana; beyaz beyaz, pof pof; ve bir ikindi çayının yanına en sevdiğin Hangi cümlenin nelere sebep olabileceğini kimse bilemezdi sonuçta.
keki pişirsem; ve saçlarını Hint işi tarakla hiç üşenmeden saatlerce tarasam; Şidâyet düşme esnasında aldığı darbe sebebiyle bir hafıza kaybı yaşamış,
ve uykudan önce masalı seçsem en güzelinden, anlatsam sen gözlerini uyandığında hatırlayamamıştı ne varsa geçmişinde. Beyaz duvarlara baktı
kapatana kadar; ve hayatın ne de güzel kılındığını çize-bilsem yüreğine... uzun süre. İçinden rengârenk boyamak geçti onları. "Bir fırçam olsa" dedi.
Yine gitmek ister misin?" "Boyasam yeşile" dedi. "En tepeye bir güneş kondursam" dedi. Ama içinde
Meyra çaresizdi. Hiç bu denli kıstırılmış, bu denli küçük, bu denli zayıf, bu varlığını hissettiği küçük bir kara noktayı bir türlü başka renkle
denli yetersiz ve bu denli insan bulmamıştı kendisini. "Kaybetmek meğer kapatamadı. Sarı bukleli kızın fasılasız ağlayışını seyretti sonra. Bir köşeye
kolaymış, zor olan kaybetmemek için direnmek imiş" diye defterine yazarken pusmuş, başını dizlerinin üzerine yaslamış, içini çeke çeke belki Şidâyet'in
herkesin acılarını tek başına taşımak zorunda olduğunu düşünmeden edemedi. hatırlayamadığı korkularına, belki Şidâyet'in hiç tanımadığı annesine, belki
Şemay eğer isterse bu derin kuyudan çıkmayı başaracak, Meyra'ya düşen Şidâyet'in hiç görmediği oyuncaklarına ağlıyordu. Hujima sarı bukleli kızı
sadece kuyunun başında onu beklemek olacaktı. Meyra kuyuya ipi sarkıtmıştı Şidâyet'in kızı sandığı için cümlelerinde hep vurgu yaptı: "Kızın neden
onun tutunması 'Çin, ötesi onun yeteneklerini aşıyordu. konuşmuyor? Kızın sürekli ağladı. Kızın korkmuş galiba. Sen ve kızın
limanda ne yapıyordunuz?" gibi... Şidâyet ak-sansız Fransızca
72 1 konuşabildiği için Hujima onların Fransa'dan geldiğini düşündü hep. Bu
ÜMRANİYE BELEDİYESİ HİKÂYE YAR|ŞMAS| yüzden hafızası uyanana kadar Şi-dâyet'e Anya, kızına da Luisa adını
Metruk hayatının en büyük hatasını yapmakta olduğunu, bu işin külliyen verdi. Luisa bu isme hiç itiraz etmedi. Şidâyet de Anya olmayı reddedecek
safsata olduğunu söylene söylene yola çıktığında bir Petrov Vasile'in mavi bir sebep bulamadı, ki geride büyük ve karanlık bir boşluk vardı. Böylece
gözlerini aklından söküp atamadı. Elinde sımsıkı tuttuğu haritada kırmızı birbirlerini hiç tanımayan Luisa ve Anya bundan sonraki hayatlarına ana-
renkle çizilmiş olan güzergâhtan ayrılmamak için sürekli tetikte duruyordu. kız olarak devam etmeye başladılar. Bu sırada Hujima "nasılsa hatırlayacak
"Ne işim var benim bu yolda?" diye soruyor, ara ara bu soru yüzünden ve bilinmeyenler çözülecek" diye düşünüyordu. Olmadı. Yıllar hızla geçti.
duruyor; sonra "kendine gel" diyerek tekrar ilerlemeye devam ediyordu. Atı Geçerken Lu-ısa'nın gözyaşlarını durdurdu, Anya'nın sorularına yeni
Rün, simsiyah bir safkandı. Siyahtı, gizlenmek için,- hızlıydı, zaman sorular ekledi, gemiler getirdi limana, türlü biçim insanlar çıkardı
kazanmak ve belki de iyi kaçmak için; asildi; sahibine bağlılık için... karşılarına. Anya hiçbir şey hatırlayamayışının tuhaflığını doldur-
Metruk yalıda kimseye bir tek kelâm etmeden, bir gecenin yüzünü sabaha
döndüğünde, ayrıldı İstanbul'dan. Her bir ihtiyacını Petrov Vasile karşılamış, 74 | ÜMRANİYE BELEDİYESİ HİKÂYE YARIŞMASI
bu zât ne gerekiyor ise temin etmiş ve işi, yine bu zat ayrıntıları atlamadan maya çalışırken Luisa zamanla gerçekleri tamamen unutup zamanın akışına
belki on kere tekrarlamış; ardından da "mutlaka geri dön" diye kulağına eğilip kapıldı bütün yaşayanlar gibi. Artık Anya'yı, pek çok şeyi hatırlayamadığı
fısıldamıştı. Metruk onun mavi gözlerinde çakan şimşeği ve dudaklarını için annesi olarak kabul etmiş ve susmak üzerine ısrarlı davranmıştı.
hafifçe geren alaycı tebessümü farkedemeye-cek kadar şaşkın, şeb, tecrübesiz, Kelimeler, çıksın diye ağzından bekleşiyorlardı. Her şeyin bir vakti zamanı
sahipsiz ve kimsesizdi. vardı elbet. Anya bekledi, Luisa bekledi; otlar, böcekler, çiçekler bekledi.
Sıradan bir mektup taşıyıcısı olarak başlamıştı bu çok gizli ve tuhaf vazifeye Meyra, tüm incelemeler tamamlanıp da kesin teşhisin "yaşama arzusunun
Metruk. İlkin Varna yakınlarında bir orman köyünde sahibini bulup mektubu bitmesi" olarak belirtilmesi üzerine annesini aramaya karar verdi. Nadîma,
ona teslim edecek, ardından mektubu alanın vereceği talimata uyarak yönünü Şidâyet şokunun altında ezilirken bir de Şemay'ın vahim durumunu
belirleyecek ve o tarafa doğru ilerleyecekti. Bu şekilde ucunun nereye öğrenince tamamen tükendiğini, daha fazla bu acılar yükünü
varacağı kestirilemeyen bir yolculuk sürüp gidecekti kim bilir kaç zaman. taşıyamayacağını düşünerek bir çıkış aramaya koyuldu. Lâkin yorgun
Sibirya'dan bile geçecek olan Metrûk'ün bu yol hikâyesi ona birçok garip, Nadîma, tüm bedeninin yıprandığını, sararmış yapraklarının da artık
tehlikeli, karanlık ve bazen güzel olaylar yaşatacaktı. Lâkin geri dönmesi uzun dökülmeye başladığını, tüm canlılığının solup kurumaya yüz tuttuğunu
yıllar alacak olan yolculuğunda Metruk her mânâda büyük değişimler biliyordu. Çıkışlar tümden tüketilmiş, kapıların anahtarları yitirilmiş,
geçirecek, olgunlaşıp pişecek, belki kendini bulacak, rengârenk bir biçim alıp dümdüz bir koridordan başka gidecek yer kalmamıştı. Zamanla
hayatın ne çok anlam yüklü olduğunu farkede-cekti. Birgün "hayat açılabilecek kapı sayısı azalıyor, gün geçiyor ikiye üçe düşüyor, derken
yazılanlardan çok başkaymış aslında. Ya kapısı olmayan tek yön kalakalıyordu. Seçim yok, seçme zorluğu yok,
seçme zorunluluğu yok... Bizatihi sunulanı almak.
NAZİFE ÇİFÇİOĞLU YAZILANLARI OKURKEN Meyra, Yeşil Çam Ormanı Kliniği'ne geldikleri zaman, tedavi döneminin
YAZILABİLECEKLERİ YAŞAMAK | 73 aylara dek uzanacağını hiç kestiremediğinden kısa süreli bir iş arası
Ha yazılanları okumakla yazılabilecekleri yaşamak çok başkaymış" diye not vermişti kendisine. Dönmesi gerektiğini, ama Şemay'ın da iyi bir bakıma
düşecekti bir köşeye. Bu not yıllar sonrasına kadar uzanıp nazenin Şemay'ın ihtiyaç duyduğunu bildiğinden annesine "gel ve Şemay'ın yanında ol" emir
kipiyle davrandı. "Bir ikinci kişiyi daha kliniğe yatırmayı taşıyamam" dedi. koşa koşa onlara doğru geldiğini gördü Metruk. Elinde küçük bir balta
Nadîma, kendisine gelmek zorunda olduğunu ve belki de ilk kez birisinin ona tutuyordu. Soluk soluğa kalan lenya "Ne oldu?" diye sordu. Igor mektubu
ihtiyaç duyduğunu kavrayarak "artık gereksiz duygusal gösterilere son" ona uzatırken devrilmiş bir ağacın nemli gövdesine oturdular. Metruk de
diyerek dik durmayı denedi ve soluğu klinikte aldı. Meyra'yı görür görmez Rün'ün yanına gidip yelesini okşayarak beklemeye başladı. Bunun büyük
tam ağzına gelen tüm cümleleri sarf edecekken sanki birisi onu durdurdu bir oyunun ilk adımı olduğunu Rün'ün yanında öylece dururken aklının
ucundan bile geçiremezdi. Oysa insanların ne zaman, ne ile
NİAZİFE ÇİFÇİOĞÜJ YAZILANLARI OKURKEN ilgileneceklerini; hangi noktalar üzerinde durup, o noktalan hedef
YAZILABİLECEKLERİ YAŞAMAK | 75 seçeceklerini kestirmek mümkün değildi. İnsan, hayatında hiç gedik
t kulağına "şşşt" dedi. Bu "şşşt" nedense Nadîma'nın pişman olacağı sözler bırakmamaya dikkat etmeli, açık kalabilecek her mevzûyu örtmede îtina
söylemeye kalkışacağı zaman ortaya çıkı-veriyordu. Allah'tan çıkıyordu da göstermeliydi bu yüzden.
Nadîma'nın zaten kördüğüm hayatına yeni düğümler atmasının önüne Bu sırada Jenya, mektupta yazanları okuyordu: "Lütfen kağıdı tekrar
geçiyordu. Bu yüzden Meyra'ya ilk söylediği "Şidâyet yaşıyormuş" oldu. zarfın içine koyup, mektubu getirene verin. Ve ona mektubu başka bir
Meyra hiç böyle bir haber beklemediğinden olsa gerek yüksek tonda bir "Ne!" yerde yaşayan tanıdığınız birisine götürmesini isteyin." Igor bu
ile karşılık verince Nadîma birden irkildi. Alelacele çantasından çıkardığı yazanlardan hiçbir şey anlamayınca çok sinirlenip yerdeki baltayı aldığı
mektubu Meyra'ya uzatarak Şemay'ın odasına girdi. Zor da olsa karar vermişti gibi ağacın gövdesine sapladı. "Ben hayatta kalmaya çalışıyorum. Bir kağıt
kendi kendine Nadîma: "Bu işin peşinden ben koşmayacağım." parçasıyla oyalanacak zamanım yok." dedi homur homur.
Nadîma, Meyra'nın odasına kısa sürede yerleştikten sonra, Meyra annesini
kardeşinin yanında bırakıp İstanbul'a döndü. Aklında "kurcalamam gereken ÇİFÇİOĞLU YAZILANLARI OKURKEN YAZILABİLECEKLERİ
bir olay daha" cümlesi dönüyordu. Şidâyet teyzesini ne kadar zamandır YAŞAMAK j 77
görmediğini hesaplamaya çalıştı, ama işin içinden çıkamadı. Hâlbuki Nadîma lenya aklından "ne hoş bir oyun" diye geçirirken, oyuna katılmadan
olayları her zaman en ince ayrıntısına kadar anlatmaktan hiç üşenmez; duramayacağını düşünüp Metrûk'ün yanına gitti. Zarfı ona verirken "dedem
döndüre döndüre, başa sara sara, fazlaca da kendinden kata kata yaşanmışları bunu Bükreş'e götürmeni istiyor. Şehre yakın bir köyde Marina adında bir
en üst abartı noktasına çıkarırdı. Meyra anımsamayı denedi. Yedi yıl mı?" kadın yaşıyormuş. İşte zarfı ona verecekmişsin" dedi ciddi bir tavır
dedi. "Yok yok altı yıl" diye düzeltti. Sonra "Sanırım sekiz yıldı" dedi. Ama takınarak. Metruk hiç zaman kaybetmeden çocuğun söylediklerini yerine
rakamların içinden bir türlü çıkamadı ve tarihler üzerinde durmadığı sonucuna getirmek isteğiyle hemen haritasını çıkarıp bulunduğu yerden Bükreş'e
vararak mektuba bak p yapması gerekenleri düşündü. Sonunda resim giden yolun üzerini çizdi. Ve atına atladığı gibi akşamın çökmek üzere
atölyesini bir süreliğine kapatarak Paris'e gitmek üzere bir uçak bileti aldı. olduğu ağaçların arasında gözden kayboldu. Aslında lenya, Petrov Vasile'in
Metruk, Varna'da tesadüflerden dolayı bir orman köyünde bulduğu Igor'u yaptığının tam da aynısını yapmıştı farkında olmadan. O da Varna'da bir
konuşturmada çok zorlanmıştı. Adam dev bir çam ağacını kesmekle meşguldü orman köyünü tarif etmiş ve aklına gelen ilk isim olan Igor'u söyleyerek
ve Metrûk'ün söylediklerinin birine bile kulak vermiyordu. Metruk kendi Met-rûk'ü yönlendirmişti. Ne Varna'yı bilirdi, ne de buralarda Igor adında
kendine "Acaba yanlış mı konuşuyorum?" diye sorarken bu civarda bir tanıdığı vardı gerçekte. "Nasılsa bir Igor yaşıyordur oralarda"
konuşulabilecek her dilden cümleler kurmaya başladı. Tüm bu dilleri Metruk, düşüncesinden yola çıkarak atmıştı bu adımı. Ve öyle de oldu. Metruk nasıl
on yaşından beri kopya ettiği kitaplardan öğrenmiş, bir oyunun içine düştüğünü bilmeden köylerden geçti, nehirler boyunca
ilerledi, karşılaştığı insanlara neyin nerede olduğunu sordu, durdu, uyudu,
76 ' ÜMRANİYE BELEDİYESİ HİKÂYE YAR|ŞMAS| yedi, yeri geldi bin pişman oldu yaptığından. Lâkin dönmeyi de yedi-
lâkin çok da konuşma fırsatı yakalayamamıştı. "Bu mektup size" cümlesini remedi kendisine. Yoksulluktu genellikle karşılaştığı. Şatafatın zirvelerde
neredeyse on dilde Igor'a yöneltti ve adam sonunda elindeki aleti bırakıp yaşayanların üzerlerine geçirdikleri çirkin bir libas olduğunu, bu çirkinliğin
mektuba şöyle bir baktı. "Yabancıları sevmem. Kimse bana mektup yazmaz." aşağılara bakmamalarından kaynaklandığını, zâlimin merhametten ne
dedi Bulgarca. Metruk en azından onun ilgisini çekebilmeyi başarmış olmanın derece yoksunluğunu, kuru ekmekle öğün geçiren çocukların kararmış
az buçuk rahatlatıcı keyfini sürerken, "İstanbul'dan Vasile gönderdi" dedi ellerini, zayıfları, soğuktan ağlayanları gördükçe içi cızladı. Dünyanın bin
zorlukla. Igor "İstanbul'da Vasile adında bir tanıdığım yok" diye karşılık türlü yüzü vardı. Metruk yolculuğunda bu yüzlerin pek çoğuyla karşılaşıp
verdi, kaşlarını çatarak. "Belli ki o sizi tanıyor. Lütfen mektubu okuyun!" dedi onlarla yüzleşti "Ben hangi yüzüyüm?" sorusunu sorarak.
ısrarla Metruk. Her geçen gün biraz daha yıprandığını fark ederek, bir de tüm tehlikeleri
Igor sert ellerine mektubu aldı. İki üç evirdi çevirdi. Ho-murdana homurdana göze alarak, Metruk Bükreş'e yaklaştığında Glina'da konakladı. Mektubu
"Ben okuma bilmem ki!" dedi. Sonra da ağaçların arasına doğru "Jenya! açıp içindekileri okumak bir kez olsun aklından geçmediğinden bu
lenya!" diye seslendi. Kalın sesi yaprakların altından üstünden geçti, sürüklenmenin içindeydi
çamurlara batıp su birikintilerine daldı. Bir süre sonra incecik bir çocuğun
78 Leyla ve Mecnûn'unu hıfzetmişti. Bilirdi Yusuf ile Züleyha'yı. Bilirdi dağ
ÜMRANİYE BELEDİYESİ HİKÂYE YARIŞMASI delenleri, çöle düşenleri, ince hastalığa tutulup da ölenleri. Lâkin
o. Eğer okusaydı, eğer insanlara güvenmemek gerektiğine inansaydı, belki de tatmamıştı aşkı. Yakalayamamıştı kokusunu. Doya doya içine çekememişti
bütün bunları yaşamak zorunda kalmayacaktı. Fakat azgın bir nehrin, azgın hiç. Okumakla yaşanmıyordu aşk. Aşk bir erişilmezdi sanki Met-rûk'e.
sularına kendini bırakmış gibi kayıp gitti Metruk. Yıllar sonra tüm bu Erişilmezdi aşk. Aşk derin mi, uzak mı, gizli mi, hayâl mi, sır mı?.. Belki
yaşanmışları bir daha gözden geçirme fırsatı yakaladığında her şeyin de bu yüzden bu kadar hızlı, bu kadar âni, bu kadar net konuşabilmişti.
yaşanması gereken kaderi olduğu kararına varacak, hatta "iyi ki de gittim" Yani, bu işler nasıldır hiç bilmezdi. Albîna, öyle durdu. Durmak... Cevaptı
diye memnuniyet ifadesi taşıyacak, en sevdiğini oralarda yakalamışlığından belki. Dudakları titredi. Gözleri seğirdi. Kargalar havada asılı kaldı.
dolayı "eş-şükrü lillah" diyerek hamd edecek, tüm kötü niyetine rağmen Arkasını döndüğü gibi eve girdi Albîna. Ardından Metruk bir çığlık duydu.
Petrov Vasile'i bile bir teşekkür mâhiyetinde ziyaret için bulmaya çalışacaktı. Korktu. "Dönüp kaçsam buradan" diye düşündü. "Yanlış yaptım,
Meyra artık yaşayan Şidâyet teyzesini bunca zaman sonra görebileceğine çok
da inanmayarak Paris'e indi. Aklında kalan ayrıntılardan biri, teyzesinin en 80 | ÜMRANİYE BELEDİYESİ HİKÂYE YARIŞMASI
sevdiği şehirlerden birisinin Paris olduğu idi. Şidâyet Saint-Benoît Fransız acele ettim, neme lâzım" dedi, ama gidemedi. Mıhlanmışçası-na,
kolejini bitirdikten sonra, uzun yıllar Sorbonne Üniversitesi'nin Felsefe Bölü- bağlanmışçasına, her ne gelecekse başına gelmesini bekledi.
mü'nde devam etmişti eğitimine ve sürekli gitti geldi oralara. Yılın büyük bir Sonra...
bölümünü Fransız topraklarında geçirdiği gerçeği herkesçe bilinir, ne zaman Sonra küçük bir çocuk çıktı evden. Metrûk'e bakıp "Sahiden istiyor musun
Paris adı geçse sohbetlerde, ilk akla gelen Şidâyet olur, tüm gözler onu?" diye sordu. "Hı hı" diyerek başını salladı Metruk. Cebinden mektubu
sulanıverirdi ardından. Ancak Meyra'nın, Nadîma'nın Şemay'ın yanında çıkarıp çocuğa uzatırken de "bunu Marina'nın çocuğu kimse ona götür"
kalmasından istifade ederek, evin Şidâyet teyzesine ait, girilmesine yasak dedi. Çocuk geri dönüp de bir on dakika kadar gözden kaybolmuş, bir
konulmuş odasına dalıp ufak çaplı bir inceleme yapması, üzerinde durulması sedirin altına gizlenip de mektubu hızla okumuş, sevgili ablası Al-bîna'nın
gereken ayrı bir noktaydı elbette. Kalın bir defteri, hangi içsel sese kulak hep Venedik'e gitmek istediğini düşünüp de kıs kıs gülmüştü. Metrûk'ün
vererek aldığını bilmeden, bir ihtimâl meraktan yanına aldı. Defterin üzerinde yanına gelince "Venedik'te dere mi ne varmış. O derede kayık yüzdüren
büyük harflerle "Yoldaki kaplumbağa" yazılıydı. adama verecekmişsin bu mektubu" dedi. Metruk, çocuğun söylediklerini
Glına nın, Bükreş'e en yakın yer olduğuna kendince karar venp Marına aklı fikri Albî-na'ya takılı kaldığından "olur olur" sözleriyle geçiştirdiğini
adındaki kadın, sorup soruşturdu Metruk. Epey dolaştıktan ve epey insanla çok zaman sonra hatırlayacaktı. Çocuk Venedik işini çok kolay hâlletmenin
konuştuktan sonra bir Marina olduğunu, ama takriben yedi ay önce öldüğünü, şaşkınlığını atlatmaya çalışırken, Albîna bahçeye çıkmış arkasından da bir
ille de evine dolu insan sökün etmişti.
Metruk onca insanın o küçücük eve nasıl sığabilmiş olduğuna hiçbir
NAZİFE ÇİFÇİOĞLU YAZILANLARI OKURKEN zaman akıl sır erdiremedi. Evden çıkan herkes, çocuğundan yaşlısına,
YAZILABİLECEKLERİ YAŞAMAK | 79 erkeğinden kadınına kadar ağlıyordu. Albîna hepsine teker teker sarıldı.
sitmek istiyorsa şimdi orada çocuklarının yaşadığını öğrendi. Metruk yine de Çocukları al yanaklarından öptü. "Sizi hiç unutmayacağım" diyerek
tarif edilen eve giderek kapıda karşılaştığı kıza "Marina burada mı?" diye Metrûk'ün yanına geldi. Metruk ne olup bittiğini anlamadan Albîna'yı bir
sordu. Kız biraz ürkerek "artık yok" cevabını verdi. Öyle güzeldi ki kız; uzun hamlede arkasına oturtup Rün'ü sürdü. Bu işin bu kadar kolay olmasını
yüzü, yerleri süpüren düz saçları, incecik beli ve yalın ayakları vardı. Metruk havsalası almıyor, beline dolanmış ince ellerin bir hayâl olmasından cidden
ona uzun süre bakıp ne kadar yokluk içinde yaşadıklarını düşündü. Kız endişeleniyor, "bir rüya" inanmazlığı başını döndürüyor, arada bir
karşısında sessiz sessiz duran adama diyecek başka bir söz bulamadığı için Albîna'ya bakmak ihtiyacı duyuyordu "var mı yok mu" diye.
olsa gerek bahçedeki gereksiz otları yolmaya koyuldu. Metruk onu seyrettikçe Ve o günden sonra Albîna Metrûk'ün bir ömür yoldaşı, sırdaşı, cananı,
ondan vazgeçemeyeceği fikrine saplanıyordu. Hiç farkında olmadan "Adın sevdiği, sevgilisi ve en paylaşılmazı oldu. Hayatı onunla anlam buldu,
ne?" sorusu dudaklarından döküldüğünde buna kendisi de inanamadı. Kız onunla tamamlandı, onunla doldu taş-
çamurlu ellerini elbisesinin üzerinde asılı olan kirden kararmış önlüğüne
sürdükten sonra "Albîna" dedi. ZİFE çipçiOĞLU YAZILANLARI OKURKEN YAZILABİLECEKLERİ
"Albîna" diye tekrarladı Metruk. Kulağına hoş gelen bu ismi hep tekrarlamak YAŞAMAK | 81
arzusu başını döndürdü. "Albîna, benimle gelsene" dedi. Dedi ve tl onunla güzelleşip dallandı budaklandı ve yalnızlık kelâmı bir daha diline,
söylediklerini duyunca dondu kaldı. Daha önce bir kızla konuşmamıştı bile. fikrine, yüreğine ve evine uğramadı. Ancak Metruk ve Albîna uzun
Aşkı okumuştu satırlarda. Dokunmamıştı eline bir sevgilinin, titrememişti içi yolculuklar yaptılar birlikte, içeriğini bilmedikleri mektup yüzünden.
hiç her görüşte. Aşkı bilirdi bilmesine de hiç âşık olmamıştı. Nasıl olunurdu, Gezmedikleri toprak, görmedikleri şehir, uğramadıkları memleket kalmadı
aşkı bilmeden düşsel aşk yolculukları yapardı geceleri. Hille'li Fuzulî'nin, neredeyse. Bazen güneşin altında yandılar, bazen yağmurda ıslandılar,
bazen soğukta donma tehlikesi geçirdiler... Bir sürü zoru atlatıp sonunda varlığa bir göz at Meyra. Dört basamakla ulaşılan kahverengi kapının eski
Metrûk'ün "yeter artık" demesiyle bu sonu gelmeyecek yol macerasına son usul tokmağını kaldırıp indirirken tüm bedeninin ürperdiği, bir boşluğa
vermek için canım İstanbul'un yolunu kapılıp kaydığı, ayaklarının yerden kesilip bir ejder tarafından göğe doğru
tuttular. çekildiği hissine yakalandı apansız. Ne ki her
Bu sırada ilginç olaylar geliyordu başlarına onlardan habersiz. Bir şekilde
Venedik'e vardıklarında uzun süre dere aradılar birlikte. Sonunda şehrin 7İFE ÇİFÇİOĞLU YAZILANLARI OKURKEN YAZILABİLECEKLERİ
içinde yüzdüğü suları bir dere kabul ettiler ve karşılaştıkları ilkgondolcuya YAŞAMAK | 83
mektubu uzatıp "bu size" dedi Metruk. Adam bir tuhaf baktı onlara. Sonra da hatırlandıkça ardından Fatiha okunan bir sevilenin gözlerine, diri bedenine
zarfı açıp içindeki kağıdı neredeyse on dakika inceledi. Anlamadığı dilde bakmak için bekliyor olmak Meyra açısından hiç de kolay kabullenilecek
yazılmış yazıyı çözemeyeceği sonucuna varınca da mektubu Metrûk'e verip bir şey değildi. Yıllara eş üç-beş dakikalık zaman dilimini orada, kapı
"Bunu şu köprünün yanında bir kitap dükkanı olan Limar Victor'a verin" önünde öylece kapıya bakarak beklerken Meyra; bir kazak örebileceğini,
demekle yetindi sağ taraflarındaki köprüyü işaret ederek. İşin aslı şuydu ki, bir tabloyu tamamlayabileceğini, bir ziyafet sofrası hazırlayabileceğini, bir
gondolcu anlayamadığı yazıyı okusun diye Metruk ve Albîna'yı çok dil bilen tekne gezintisine çıkabileceğini düşünmeden edemedi. O ara açılan kapı
bir tanıdığı Victor'a göndererek onlara yardımcı olmak istemişti. Her geçen aralığında mavi gözlü bir kız belirdi. On üç yaşlarında görünen bu kız
gün biraz daha çetrefilleşen bu garip oyunda Metruk, görevini en iyi biçimde Meyra'nın sonradan adını öğreneceği Lu-
yerine getirme gayretinde, ama hangi ulvî amaç için kendini heder ettiğini isa idi.
ölçüp tartmadan, başını her bakışında döndüren Albîna'yı koruyup kollayarak Luisa, gemi kazasının üzerinden yaklaşık dört yıl geçtikten sonra ilk
ilerleyen, tam anlamıyla beyaz bir piyondu. Bir el tarafından sürekli kelimesini söylemeyi başardığında Şidâyet, Anya olarak henüz hafıza
yönlendiriliyormuş gibi, kendi aklına, yüreğine ve iradesine danışmak kapısının anahtarını bulmaya çalışıyordu. Hujima'nın sürekli Fransızca
düşüncesi bir türlü uyanmıyordu. konuşmasından dolayı belki de, Anya'nın Fransız dilini ne kadar ustaca
Meyra, "Yoldaki kaplumbağa" ile ancak uçakta tanışma fırsatı kullandığını ortaya koyması da Hujima'nın gözünde onları şüpheye yer
yakalayabilmiş, açıldıkça sayfalar bir ömre neler sığdırıla- bırakmadan Fransız oldukları sonucuna götürmüştü. Fransız bir anne ve
onun kızı olarak başladıkları bu yeni hayatın ayrıntılarını Hujima hiçbir
82 | ÜMRANİYE BELEDİYESİ HİKÂYE YARIŞMASI zaman öğrenemeyecekti, ama Fransa Elçiliği'ne gitmeyi de, sıcak havadan
bileceğine şahit olup hayretten hayrete atlamış, en önemlisi de her zaman olsa gerek, akıl edemedi. Sıcaktı. Uyumak hissi hep üzerlerinde; bir
Şidâyet teyzesinin bir vakit bir yerde "seyahat ya Resulallah" demiş olma mayhoşluk, bir hâlsizlik, bir uyuşukluk, bir vurdumduymazlık... Hep sıcak,
ihtimâlini çokça düşünmüşken tüm bu yolculukların ardında yatan bir hecelik şıpır şıpır bir ten ile boğuşmaya nedendi.
kelime ile karşılaşarak hayâl kırıklığına uğramıştı. Bir yerde; Anya yakaladığı her fırsatta limana gidip o kalabalığa bakmayı, gemileri
"Aşkına sebepse yokluğum, yokluğuma bırakamıyorum seni. Ara da bulama izlemeyi bir âdet hâline getirmişti. "Belki bir ayrıntı yakalarım" diye
diye unutacağım beni. Dur ve düşün o zaman var mıyım yok mu? Şarkının düşündü hep. İlk şimşek kazadan yedi yıl sonra, bir geminin pruvasında
nakaratı bu. Bir su damlası olup karışacağım enginlere. Ve üstüme mavi sallanan kırmızı bayrakla Çaktı zihninde. Ve sonrasında azar azar uyandı
giyeceğim kimseler görmesin beni diye. 7. Cadde'de bir çay bahçesi. İçi dolu belleği, azar azar anılar Şidâyet'e döndü. Anya her geleni hasretle
şapka, atkı, limonata ve sıcak çikolata. Kar düşmüş askıdaki paltolara. kucakladı. "Neredeydiniz? Neden beni bırakıp gittiniz? Sizsiz bomboş
Neredeyse kaplumbağa, rotam o tarafa." kaldım" dedi ve ağlaya ağlaya andı herkesi ve her şeyi. Annesini,
Meyra okuduğu cümlelerin içinde sadece "aşk" kelimesini anlayabildiğini, Nadîma'yı, İstanbul'u, İstanbul'dan ayrıldığı anları,
diğerlerinin birer semboller dizini olup ancak Şidâyet için mânâ
taşıyabileceğini düşünmeden edemedi. Ama ısrarla, inatla sürdürdü okuma 84 | ÜMRANİYE BELEDİYESİ HİKÂYE YARIŞMASI
eylemini. Ancak bu okumalar vasıtasıyla yaşayan Şidâyet'e varabilir, nasıl bir sokakları... Tüm tamamlanma sona erdiğinde Şidâyet bir karar ile Fransa'ya
Şidâyet ile karşılaşacağını belki biraz kestirebilirdi. doğru yola çıktı. Luisa her zaman yanında olan bir vazgeçilmez; bir candan
Mektupta yazılı olan adresin kapısını çaldığında, Meyra nerdeyse kendisini bir can, bir hayat arkadaşı; en zor zamanlarda dayanabileceği bir yoldaş
kaplumbağanın karşılayacağını sandı. Yoldaki Kaplumbağa'nın her olmuştu. Nasıl hiçbir şey-siz geldiler ise Annaba Limanı'na, yine aynı
cümlesinden etkilenmiş, her cümlesini zihninde canlandırmaya çalışmış; biçimde hiçbir şeysiz bir gemiye binerek ayrıldılar Cezayir'den.
yazan elin kıvraklığına, yüreğinin derinliğine hayran kalmıştı. Sanki o Anya, Şidâyet'liğini anımsadıktan sonra Luisa'nın yaşadıklarına dair ne
cümlelerden biri olup çıkmıştı. Cümle Meyra. Harf Meyra. Küçük Meyra. varsa aklında üzerine bir çizgi geçti ve anlatmadı onun gerçeklerini. Bu
Gardırobunu siyah dolduran Meyra. Çizgisi, sınırı belli Meyra. Ressam noktadan sonra, onu geri döndürmek adına yapılabilecekler, yaralanmasına
Meyra. Kopuk hayatların içinde bir hayat Meyra. Her şey birgün bitecek sebep olabilir ve bilmek, hayata tutunmaktan onu vazgeçirebilirdi. Yine de
Meyra. Düşün Meyra. Duy Meyra. Titre Meyra. Bütün varlığına ve bütün Şidâyet Paris'e yerleşme fırsatı yakaladığında kendince bir araştırma peşine
düşmek isteğine gem vuramadı. Dizginleyemedi merakını. Önüne geçemedi lann izni üzerine. Şemay deniz manzaralı odasına yerleştirildi ve yirmi dört
öğrenme arzusunun. Sordu, soruşturdu. Nimon'a dair ne yazılmışsa buldu saat bakımını üstlenecek bir yardımcı seçildi onun için. Meyra onları
okudu. "Kurtulan olmadı" cümleciğinin acıtan yanından payını aldı. büyük bir süprizle karşıladı: "Yeniden kazandığı Şidâyet teyzesi ve onun
Filikalardaki diğer insanların başına neler geldiğini öğrenmeye çalıştı. Yolcu kızı Luisa..."
listesine ulaştı. Kendi adını içi cızlayarak okudu, ama Luisa'nın gerçek adını Nadîma onları gördüğü ilk anda bir ağlama nöbetine tutuldu da, saatlerce
hiç öğrenemediği için hangi ismin onu işaretlediğini bilemedi. Bir yandan akan gözyaşlarını durdurmak mümkün olmadı. Sular seller misâli aktı
araştırdı, bir yandan da sevgili kızını kaybetme korkusu taşıdı içinde. Nadîma. Zîfeşan Hanım'ı hatırladı, Vahime'yi hatırladı, Hafîz'i hatırladı.
Zamanla, yaşadıkları trajedinin onlar için çizilen bir yol olduğunu, bu yolda Her yıl okuttuğu mevlîd'i, her mevlîd günü pişirilen helvaları,- Yasin-i
ilerlerken yazılanların gerçeğe döndüğünü ve olması gerekenin değişmezliğini Şerif günlerini, indirilen hatimleri, alınan hatim dualarını bir bir düşündü
kabullendi. Ve Nimon sayfasını bir daha açma-macasına kapadı. Yeni bir de ağladı. Sarıldı Şidâyet'e. Öptü, saçlarına dokundu. Ellerini bırakmaktan
hayat, yeni hayâller ve yeni umut' lar ile ilerlemeye koyuldu Anya. korktu. Yeşil gözlerinden gözlerini uzun süre ayıramadı. Ve hep
Dönüş yolculuğunda geminin mutfağında çalışarak yol ücretini ödemesi, gülümseyen yüzüne düşen keder noktalarını yakaladı. Sonra aniden
Hujima'dan kaçmak zorunda kaldıklarının bir işaretiydi. Çünkü Fransa yerinden fırlayarak kıymetli örtüsünü başına doladığı gibi şükür secdesine
toprağına bastıklarında tek bir kuruş bile yoktu üzerlerinde. Şidâyet Fransa'yı kapandı. "Meğer ağlayanlar birgün gülermiş. Meğer hayat insanı kendine
çok iyi bilme özelliğini kullanarak aşılmaz görünenleri aşmayı, zor ile bağlamak için hoş sürprizler hazırlamayı da bilirmiş" dedi dört dönerek.
mücadeleyi başardı ve bir kaçak olarak geldikleri Fransa'da ayakta du- Meyra onları uzun süre bir köşeden sessizce seyretti. Luisa ise yine
korkmuştu, yine pusmuş iri gözlerini daha bir iriieştir-miş, birbirine sarılıp
NAZİFE ÇİFÇİOĞLU YAZILANLARI OKURKEN duran iki kadından bakışlarını ayıramıyordu. On üç yaş onun bazı
YAZILABİLECEKLERİ YAŞAMAK | 85 gerçekleri idrâki için yeterli değildi Şidâyet'e göre. Bu yüzden öğrenmesi
rabileceğini gösterdi kendisine. Paris'te yıllar sonra adımlamanın hem derin gerekenleri vakti geldiğinde, bu buluşma gününden çok yıllar sonra
sızısını, hem de doyumsuz hazzını yaşadı. Bu arada Luisa birşeyler hatırlamış öğrenecekti. Her ne kadar başından geçenler zor görünse de, Luisa Şidâ-
gibi ya da içinde kalan korku kırıntılarından etkilenmiş gibi yine kısa süreli yet'in yardım ve eksiksiz desteğiyle sapasağlam bir karakter, bir şekil, bir
bir sessizlik dönemi yaşadı. "Ben korkuyorum, korkuyorum ben; ben duruş kazanacaktı. Hep Luisa olarak kalsa da hiçbir zaman İstanbul dışında
korkuyorum, korkuyorum ben" diye geceleri uyumak istemedi. Gemiden yaşamak arzusuna kapılmayacak, böyle bir düşünce de zihnine hiç
indiği gün sevinçle annesine sarılıp rahatlayınca, "bir daha gemiye takılmayacaktı.
binmeyelim" demekle yetindi. Şidâyet de o günden sonra, kızına verdiği söze Metruk, Petrov Vasile'yi bulabilmek umuduyla Gümüşçüler Arastasına
bağlı kalarak, su üzerindeki tüm taşıtlardan uzak durdu. Boğaz'da bile gittiğinde onu tanıyan bir tek kişiye bile rastlamadı. Amaç. neydi? Neden
karşıdan karşıya geçmeyecek, "Neden?" sorusuna ise hiçbir zaman cevap Metrûk'ü böyle bir yolculuğa sürük-
vermeyecekti. Oysa ki bir gemi kazasıyla yaşanmışları olan birisine
sorutabilecek en gereksiz soruydu bu. E CİFÇİOĞLU YAZILANLARI OKURKEN YAZILABİLECEKLERİ
Birgün, tam olarak kendini hazır hissettiğinde Şidâyet "Na-dîma Beyan" YAŞAMAK
adına mektubu postaya verdiğinde "bir ölünün mektubu" cümlesi geçti isti? Bütün soruların cevabını yalıdan öğrendi Metruk. Bir ce beş tavırsız
aklından. Heyecanlı, hüzünlü, huzursuz; ama ümit dolu düşünceler eşliğinde; adam yalıyı altına üstüne getirmiş, bütün ya-ılı belgelere el koymuş, ne
tüm geçmişini yeniden yüz kere, bin kere yaşayarak mektubun aks-i sadâsını kadar kitap varsa çuvallara doldurup karanlığa dalıp gitmişlerdi. Metruk
bekledi. Bir de "ya hiç ses çıkmazsa" endişesi yüreğinin üzerine oturmuş onu bütün bunlara bir mânâ veremediyse bile, alınan kitaplara çok da yanmadı.
sıkıyor, kalkmaya da hiç niyetli görünmüyordu. Çok da üzerinde durup ahlanmadı, hatta bir gülümseme bile geçti
Şemay, günlere gecelere uzanan sessizliğini sürdürürken Nadîma, onun yüzünden.
yanında "kapat" düğmesi olmayan bir radyo gibi sürekli konuşmaya verdi Yıllar öncesinin Metrûk'ü nihayetinde çok başkalaşmış, çok ayrı bir tavır
kendisini. Hatırlayabildiği ilk anısından başladı da hiçbir ayrıntıyı atlamadan, kazanmış, kolunda Albîna ile bambaşka bir adam olup çıkmıştı. Yalıdakiler
olaylar üzerine bire bin katan yorumlar ekleyerek anlattı da anlattı. Şemay en Metrûk'ten çok Albîna'ya baktılar, Albîna'yı yukarıdan aşağıya şöyle bir
ufak bir tepki göstermedi. Ne bir parmağını hareket ettirdi, ne bir tebessüm inceleyip süzgeçten geçirdiler, akıllarından geçen her bir kelâmı erinmeden
sundu annesine, ne de bakışlarında bir sıcaklık oldu. Şemay küsmüştü hayata. hemen yanı başındaki kulaklara eğilip fısıldamaktan geri durmadılar ve en
Küsmüştü küsmesine de hiç-kimse neden küstüğünü bir türlü çözemedi. Yeşil çok da dupduru güzelliğinden gözlerini alamadılar. Yalının en büyüğü
Çam Ormanı Kliniği'nde yaklaşık dört ay kaldı Şemay ve ona eşlik eden Kamburizâde Fettah Efendi'nin dördüncü karısı Refika burnunu
Nadîma . Dört ayın sonunda İstanbul'a döndüler birlikte, doktor- kaldırabildiği kadar yukarıda tutarak "Nece söyleşir bu hatun?" diye
sorunca avluya biriken bütün yalı efradını kahkahaya boğuverdi. Refîka
86 | ÜMRANİYE BELEDİYESİ HİKÂYE YARIŞMASI yalının en büyüğüydü, lâkin kimse lafına dönüp bakmazdı. Ardından dil
çıkarmayı pek seven çocukların eğlencesi, maskarası olduğunu bilmeden, güç seyrek olarak karşılık geliyordu. Çevredeki evlerin pencerelerinde,
belâ da olsa kasıla kasıla yürümekten, "bu yalıyı ben yaptım" havasını yana kepenklerinde, cumbalarında birikmiş olan çocuklar ürkek bakışlarla ve
yöne yaymaktan pek hoşlanırdı. Çocuklardan biri "nece söyleşse öyle büyük bir korkuyla olanları izlemekteydi. Onların biraz daha arkalarında
söyleşecek" diyerek kalabalığı daha derin kahkahaya boğdu. Metruk bu işsiz, loş köşelerden kızlar, kadınlar ve yaşlılar ağlamaklı seslerle dualar
güçsüz, lüzumsuz kalabalığın hiç dağılmayacağından emin olduğundan mırıldanmaktaydı. Bir kaç günden beri süren yağmur balçığa döndürmüştü
Albîna'yı yalıya sokup gidişinden bu yana hiç dokunulmayan odasına sokakları. Yağmur kesildiğinde derin vadilerden kopup gelen sis kütleleri
sürükledi. Darmadağınık, toz içinde kalmış odada sedire oturduklarında her yanı kaplıyordu ara ara. İşte tam böyle, gözün gözü göremediği bir
yıllarca yanlarında taşıdıkları mektubu nçıp okumayı akıl ettiler. İşte o vakit anda büyük bir patlama sesi duyuldu: Hemen ardından da kuşatılmış olan
Metruk gerçeği alenen idrâk edip, nasıl bir oyun içine sokulduğunu fark etti. binadan alevler ve dumanlar yükselmeye başladı. Bir roket mermisinin
Güya Metrûk'ü yalıdan uzaklaştırmak ve her ne yazdıysa el koymaktı amaç. isabet ettiği kav gibi kurumuş olan ot yığınları ateş almış, cayır cayır
Güldü Metruk. Gülüp geçti Metruk. Bu yolculuk ona yanıyordu.
Şamil yüzüne doğru harlanan alevlerden dehşete düştü; ayrıca
87 yoğunlaşmış olan duman tabakası soluk almasını imkansız kılıyordu:
Kendini toparlamaya çalıştı ve arkadaşlarına seslendi:
88 "Arka kapıya gelin!"
Kendisi de arka kapıya doğru koşmaya başladı.
ÜMRANİYE BELEDİYESİ HİKÂYE YARIŞMASI
90
ÜMRANİYE BELEDİYESİ HİKÂYE YARIŞMASI
Binanın içi bir tandır gibiydi şimdi: Otlardan yayılan ateş, ağaçlarla
zaten hıfzettiği eserlerin içinde bulamayacağı öyle güzellikler kazandırmıştı örülmüş olan binanın hemen hemen her yanını sarmış gibiydi.
ki, bunlardan en mühimi Albîna idi. Kapının iç yanında toplanmış olan direnişçiler tahtaların ince aralıklarından
Albîna gün gelip yalının boşala boşala içinde kalan tek güzelliği, tek çevreye göz atmak istediler: Hiçbir şey görünmüyordu; zira sis her tarafa
sevileni, tek sahibesi oldu. Bataklıktan bir gül çıkarmayı başarmıştı Metruk. yapışmıştı adeta. "Tam zamanıdır"dedi Şamil.
Kamburizâde'lerin adını sürdüren nesil, Meyra'ya dek, bu yalıda Albîna ve Kısa aralıklarla birbirlerinin gözlerine baktılar. Hissettiklerini bastırmak
Metrûk'ten olma bir ağacın dalları gibi uzanacaklardı. Her şey zamanla ve karşısındakilere hissettirmemek için çok soylu ve yiğitçe bir gayret
değişmek zorundaydı. Yalı, bu değişimin tek seyircisi idi. Zîfeşan Ha-nım'ın içerisindeydi hepsi. Hiç biri hiç bir şey söylemeden büyük bir tevekkül ve
dediği gibi, İstanbul o eski İstanbul değildi belki, ama gerçek şu idi ki hiçbir temkinle sis ile duman karışımı bir alaca karanlıkla kaplanmış olan
şey eskisi gibi değildi zaten. meydana çıkmadı-lar da; sanki süzüldüler. Henüz birkaç metre ilerlemeden
Nazife ÇİFÇİOĞLU yağmur çiselemeye, sis parçalanmaya başladı. Onunla birlikte silah sesleri
1973 yılında Biga'da doğdu. İlkokul eğitimini Osmaniye'de aldıktan sonra ve ıslık çalan kurşunlar yağdı ortalığa.
lise eğitimime Ankara İmam Hatip Lisesi'nde bitirdi. Ankara Üniversitesi "Binaya dönün!" dedi, Şamil. O sözünü bitiremeden Selman'dan "Allah!"
İlahiyat Fakülte-si'nden mezun oldu. Eşinin işi nedeniyle yurtdışına çıkarak diye bir çığlık yükseldi; elinden silahı düştü, dizleri çözüldü ve bir ağacın
Moğolistan, Tayland, Kırgızistan ve Moldova'da hayatını devam ettirdi. Evli yıkılması gibi vakarla toprağa devrildi. Alnından kan süzülüyordu.
ve iki çocuk annesi. Arapça, İngilizce, Kırgızca ve Rusça konuşabiliyor, İşgalciler kurşun sağanağını sürdürüyorlardı. Otuz-kırk metre ileride bir
www.siraze.net Kültür Edebiyat Sitesi'nin editörlüğünü yapıyor ve yazılarını başka binanın görünmeyen kısmında mevzilenmiş olan askerlerden,
yine aynı sitede Naz Ferniba adı altında yayınlıyor. Yaklaşık üç yıldır Ay başlarındaki komutan, beklenmedik bir şekilde ateş kesmelerini istedi.
Vakti Edebiyat Dergisi'nde deneme ve öyküleri yayımlanmakta... Ürkütücü bir sükunet çöktü ortalığa. Binanın içindeki yangın hafiflemiş
ama yukarıya, çatıya ve oradan da saçaklara kadar ulaşmıştı. Saçaklardan
DÜRÜLMEDEN ÖNCE kopan tahta ve ağaç parçaları alevleriyle beraber peyderpey aşağıya
AYŞEGÜL ÖZCAN düşerken Şamil ve arkadaşları ağır yaralı durumdaki Selman'ı kapıya doğru
Ay güneşi, gece gündüzü izlemekte ve zaman ırmağı akıp durmaktaydı.. taşımaya çalışıyorlardı.
Kadim ve yorgun arzdan kan, kir ve kahır sızmaktaydı zaman ırmağına. Komutan tekdüze bir sesle "Şamil'i diri istiyorum" diye uyardı
Sonbahardı: Vodeno, Kaf Dağfnın eteklerinde bir köydü. İşgale direnen yanıbaşındaki askerleri.
Çeçenlerin son mevzisiydi. Köy çepeçevre askerlerle kuşatılmış tanklar sokak "Ama bu çok zor" diye cevap verdi çavuş. "Tekrar binanın içine
başlarının tamamını tutmuştu. Askerler, daha çok samanlığa benzeyen eski bir çekilirlerse, bunlar mermileri bitmeden asla teslim ol-
binayı bir çok noktadan ateş altına almışlardı. İçerden hafif silahlarla çok
91 Birbirine karıştı kanları. Dayanılmaz acılarla kıvranıyorlardı ve bu halde
AYŞEGÜL ÖZCAN DÜRÜLMEDEN ÖNCE sıkıca sarılmışlardı birbirlerine. Başlan omuzlarına düşmüş; bayılmışlardı.
zlar Yakın temas sağlanıncaya kadarda silah kullanmazlar." Ateş durdu.
Komutan sert bakışlarla "emrimdir" dedi. Yukarıdan gelmekte olan bir tankın homurtusu duyuldu.
Bir hinlik vardı bakışlarında. Pusudakiler zafer çalımlanyla mevzilerinden çıktı ve can çekişmekte olan
Şamil ve arkadaşları sürünerek de olsa Selman'ı kapıdan içeri almayı kurbanlarının yanına vardılar tank da yetişti.
başardılar. Kapıyı kapattılar ve çitlere yaslanarak beklemeye başladılar Daha önce hazırladıkları zincirlerin birer ucunu kurbanlarının boynuna
Otların çoğu yanmış, yangının hızı bir hayli kesilmişti. Yanan otlardan diğer uçlarını tankın arkasındaki kalın kancalara bağladılar.
geriye kapkara bir tortu tabakası kalmıştı. Yalnızca çatıdaki ağaçların bir
kısmı cılız alevlerle ağırdan yanmaya AYŞEGÜL ÖZCAN DÜRÜLMEDEN ÖNCE
devam ediyordu. Tank yürüdü... Ardında da henüz canlı olan üç beden ça-mUr ve kanlar
İçeridekilerdışarıdakilerin sinsi planını anlamaya çalışıyorlardı. Yorgun ve içinde sürükleniyordu.
umutsuz görünüyorlardı. Sonbahardı; sarı yapraklar, kan ve çamur iç içeydi. Vodeno'
"Ne yapmak istiyor olabilirler?" dedi, Hattab. "Müthiş bir plan!" dedi, Aslan, lular ağlıyordu.
"Bizi diri ele geçirip konuşturmak istiyor olabilirler." ***
Yüzleri gerildi, şimşekler dolaştı gözlerinde. Yıllardan beri duyageldikleri İlkbahardı. İgman Dağı'nın dumanlı ve karlı doruklarından aşağılara şırıl
korkunç işkenceler çığ gibi yuvarlanmaya başladı zihinlerine bir bin şırıl akıp duran derelerin kenarındaki nergislere, reyhanlara, sümbüllere,
Aya sıkma, boyun altı askısı, soydaşı ve dindaşı olan kadınlara, hatta çok daha menekşelere... Ve daha nice adı koyulmamış yüzlerce çiçeğe... Yemyeşil
yakınlarına mağdurların gözleri önünde tecavüz etme... Akıllarını bozacak ve çayırlara, tomurcuklanmış ağaçlara ağır bir barut kokusu sinmişti. Kuşlar,
onları çıldırtacak türden işkencelerdi bunlar. Böylesi durumları hatırlamak ve kelebekler, sincaplar, tavşanlar ortalarda pek görünmüyordu artık.
düşünmek bile bir kahır burgacına sokmuştu beyinlerini. Ne güzeldi ölmek! Saraybosna'ya bakan yamaçlarda mevzilenmiş olan askerler aylardan beri
Ya da yurtlarını kurtarıncaya kadar kendi dağlarında savaşmak... kenti ateş altında tutmaktaydılar.
Üçüncü ihtimal kapkara bir kabustu. "Çıkalım" dedi, Aslan. İlıca, dağa doğru yayılmış küçük bir birimiydi Saraybos-na'nın. Çetnikler
"Selman ne olacak? Onu bu halde burada bırakamayız." diyerek bu fikre karşı bu küçük kasabayı işgal ettikten sonra evleri tek tek kontrol ederek yetişkin
çıktı Hattab. Sustular... "Allah" diye bir inilti duyuldu Selman'dan. Çenesi ve erkekleri toplamaktaydılar.
du- Çetnik çavuş, bahçeli, tek katlı küçük evin ahşap kapısını bir kaç dipçik
darbesiyle aşağı indirdikten sonra yanındakiler-le birlikte iç odalara
92 yöneldi. Yüzlerinde dehşet, postallarında çamur vardı. Büyük bir öfkeyle
ÜMRANİYE BELEDİYESİ HİKÂYE YARIŞMASI ve gürültüyle kapıları çarpa çarpa bir bir aradılar tüm odaları. Giysi
dakları devindi belli belirsiz.. "Allahuekber, Allahuekber, Al-Iahuekber" dolaplarını, kanepe altlarını, akıllarına gelen her yeri didik didik ettiler;
dediler hep beraber. ellerine geçen her şeyi rastgele saçıp savurdular. Daha çok öfkelendi
Biraz ilerideki otlardan bir kaç kucak getirdiler ve örttüler Selman'ı. Sonra çavuş...
da eğilip bir bir öptüler alnından. "Olamaz!" dedi. "Bu adamı mutlaka bulmamız lazım."
Tahtaların aralıklarından bir süre etrafı kolaçan ettikten sonra "üçgen Askerlerden biri açık durumdaki ana kapının arkasında bulunan daha
tertibiyle" dedi, Şamil. "Konuşmak asla yok. hHerkes haklarını birbirine helal küçük bir kapıyı fark etti ve koşarak kapıyı açtı. Küçük ışıksız bir
etsin. Arka kapıdan dağ patikasına." bölmeydi burası. Salondan ulaşan ışıkla, içinde odunların istif edildiği dar
Son bir kez daha göz attılar dışarıya. bir yer olduğu anlaşılıyordu. Daha arka kısımları loş ve karanlıktı.
Hain pusuların sessizliğine ve kımıltısızlığına gömülmüştü sokaklar... Asker çevik bir hamleyle dizilmiş odunların üstüne sıçradı. Cebinden
"Bismillah" deyip kapıyı yavaşça araladılar. Sırtları binaya dönük olarak çakmağını çıkardı ve yaktı. İleriye doğru uzattı; za-
saçak boyunca, elleri tetikte, temkinle yürümeye başladılar.
Bina boyunu tam ortaladıklarında bir makineli tüfek tırılda-maya başladı. 94 | ÜMRANİYE BELEDİYESİ HİKÂYE YARIŞMASI
Hemen karşıdaki binanın delinen duvarından içeriden yerleştirilmiş hafif yıf alevlerin ışığında duvarın dibine sinmiş bir kadın yüzünü seçer gibi
makineli bir tüfeğin, çok az bir kısmı dışarıya çıkarılmış namlusundan ateş oldu.
yağıyordu. "Bir kadın!" diye seslendi salondakilere. "Getir!" dedi, çavuş.
Çavuş "Belden aşağı... sadece belden aşağı" diye uyardı makineliyi kullanan Her tarafı tiril tiril titreyen, gözlen korkudan büyümüş, ürkek bakışlı genç
askeri "Çünkü bunların dirileri ölülerinden çok daha işe yarar." bir kadın ayaklarını sürüyerek askerle birlikte salona çıktı. Başında omuz
Birbirlerinin koynuna, kucağına düştüler birer birer. Silahları da düştü. üstlerine yayılan bir beyaz örtü, üstünde de küçük çiçek desenleriyle
süslenmiş topuklarına kadar inen, dökümlü, bol, açık yeşil bir elbise vardı. Çetnik çavuşu silahını bir kere daha kaldırdı ve genç kadının karnını bir
Karnının oldukça şişkin görünmesinden bunun bir hamile kıyafeti olabileceği çok kez daha sapladı. Artık ne ses ne de soluk
anlaşılıyordu. Salonun ortasında durdu, başını önüne eğdi. Gözleri yaşlandı;
sessizce ağlıyordu. 96 | ÜMRANİYE BELEDİYESİ HİKÂYE YARIŞMASI
Çavuş elindeki bıçağı genç kadının gerdanına doğru uzattı. Bıçağın ucuyla kalmıştı kanlar içindeki bedeninde. Salonun köşelerine doğru taze ve sıcak
çenesini yukarıya doğru zorlayarak: kan süzülmekteydi yavaş yavaş.
"Başını kaldır Fikretoviç'in nerede olduğunu hemen söyle, bayan!" diye Askerler dışarıya yürüdü.
gürledi çavuş. "Çünkü çok acelemiz var." İçlerinden birisi, birkaç dakika sonra salona geri geldi. Genç kadının baş
Genç kadın ürperdiği bıçaktan kurtulmak için bir refleksle birkaç adım geri örtüsünü açtı; boynunda ellerini gezdirdi. Cebinden çıkardığı bıçakla
çekildi ve yeniden başını öne eğdi; gözlerini sürekli muhatablanndan kadının gerdanındaki altın zinciri kesti ve telaşla cebine yerleştirdikten
kaçırmaya çalışıyordu. sonra koşarak evi terk etti.
Bu kere çavuş birkaç adım ileri çıkarak kadını omuzlarından yakaladı ve Fikretoviç gerçekten de evde değildi ve Leyla onun nerede olduğunu
silkeleyerek yeniden sordu: "Fikretoviç nerede?" "Bilmiyorum" dedi kadın bilmiyordu.
çok enez bir sesle. Çavuş elindeki iri bıçağı demir saplı tarafını büyük bir Çünkü; o, genç bir kimya mühendisiyken iki üç yıl önce savaş başlamış;
hırsla kadının kafasına vurmaya başladı. Vurdukça soruyor, sordukça vuruyor, doğduğu ve anne-babasının halen yaşadığını sandığı kent olan Banja
sesindeki öfke perde perde yükseliyordu. "Nerede? Nerede? Fikretoviç? Luka'yı işgalden kurtarmak için o cepheye gitmiş, o günden beri hiçbir
Nerede o uğursuz adam?" Genç kadının başından kanlar süzülmeye başladı ve haber alınamamıştı kendisinden...
bu bıçak darbelerine daha fazla dayanamayıp döşemedeki kilimin üzerine Belki çok özlemişti Leyla'yı... Belki çiçekli düşler örmüştü dağlarda
yığılıverdi. Bayıldı. Alnından göz çukurlarını ve oradan da yanaklarına doğru doğacak çocuğu için... Aliya İzzet koyacaktı adını. Ali-ya izzet dünyayı hiç
iyice kana bulanmıştı yüzü. Yerdeki el dokuması kilim ise askerlerin postal görmedi ve göremeyecekti...
çamurlarıyla tümden kirlenmişti. ***
Yalvaçlar yurdu kutlu bir kent. En sevgilinin gökler ötesi yolculuğuna
AYŞEGÜL ÖZCAN DÜRÜLMEDEN ÖNCE | 95 çıktığı kutlu durağa hep imrenerek bakan Zeytin-dağı. Zeytindağı'na
Ve çavuş öfkeden çıldırmış gibiydi... Azgın ve kudurmuş gibi... muntazır duran bir küçük kent, bir kutlu kent: Halil...
"Çıkın çatıyı arayın! Bahçeyi, sağı solu... kuyu, kuytu ne varsa arayın! Bu Bir kuşluk vaktiydi. Sofradaydılar... Ekmek vardı sofrada; bir de zeytin.
adamı bulmamız lazım. İğne deliğine girse dahi bulmamız, çıkarmamız Sofranın etrafındakiler yemeğe istekli görünmüyordu. Yalnızca iki küçük
lazım." çocuğun ellerinde ve ağızlarında bir devingenlik göze çarpıyordu. Diğerleri
Askerler dışarıda ve yukarıda aramalarını sürdürürken, çavuş, elinde kanlı dalgın ve yaslıydılar. Teessür dalgaları gelip gidiyordu yüzlerinde
bıçağıyla, tepesinden taşmış öfkesiyle dişlerini gıcırdatarak salonda bir oyana mütemadiyen.
bir buyana yürümekteydi. Adımları sertti; bastığı tahtalar çatırdıyordu. Arada Bir hafta önce işgalci Yahudi askerleri bir gece yarısı gelip hiçbir gerekçe
bir genç kadına göz atıyordu. Kadın baygın durumda yerde yatıyordu. Çevreyi göstermeden Halit'i alıp götürmüşlerdi... "Sorgulayıp, salıvereceğiz"
ve çatıyı inceden inceye arayan askerler salona döndüğünde yerdeki baygın demişlerdi. Ama, Halit'ten hala bir haber yoktu. Zaten hasta olan yaşlı
kadın hafifçe aralar gibi oldu gözlerini. Çavuş kadına doğru yaklaştı ve anası yemeden içmeden iyi-
merakla beklemeye başladı. Biraz daha açıldı genç kadının gözleri; bir
noktaya takılıp kalmışlardı ve anlamsız bakıyorlardı. Kaşları üzerinde, gözleri AYŞEGÜL ÖZCAN DÜRÜLMEDEN ÖNCE |(
çevresinde ve alnında pıhtılaşmaya başlamış olan kan belki de bakmasını daha e kesilmişti- Hanımının ağlamaktan gözleri kızarmıştı. İsmail kendini
da zorlaştırıyordu kadının. Yeğni bir sesle dudakları kıpırdadı. Derinden gelen cesur göstermeye zorlayarak hem çocukları, hem onları avutmaya
iniltiler arasında arada bir "Fikret!" diye seslendiği duyulabiliyordu. Çavuş çalışıyordu.
kadının yüzüne doğru eğildi ve kulağını ağzına yaklaştırarak bir kez daha ama Kapı çalındı. Herkes irkildi. Sevinç ve heyecanla parladı yüzleri bir an.
bu kere yavaş bir sesle "Fikret nerede?" diye sordu. Bir tepki ve yanıt Gelin irkildi; elleri ayaklarına dolaşmış gibiydi. "Halit'tir inşaallah" dedi
gelmedi; yeniden gözleri yumuldu kadının. İniltiler seyrekleşti... Çavuş daha titrek bir sesle. Umutla kapıyı açtı. Açmasıyla birlikte donakaldı, buz
çok öfkelendi; duvara doğru yürüdü; yaslanmış silahını aldı ve süngülü yanını kesildi. Yahudi askerleriydi
kadının göğsüne doğru hışımla sapladı; sonra aşağıya doğru çekti. Tekrar gelenler...
tekrar aynı şeyi yaptı. Kilimin üzerindeki çiçek desenleri ve çavuşun postalları Askerlerden birisi elindeki kağıdı uzatarak "bir saat içerisinde evi terk
kana bulanmıştı-, kıpkızıldı... Boğazından çıkan çok zayıf bir hırıltıdan sonra edeceksiniz; yıkım emri var" dedi. Gelin onların ne söylediğinin ve ne
genç kadının bedeninden tiz bir ses duyuldu; derinden, dokunaklı, cılız bir istediğinin pek farkında bile değildi; zira, onun şu anda daha çok merak
bebek çığlığı... ettiği kocasının durumuydu.
"Halit nerede? Bir geceliğine götürdüler aradan bir hafta geçmesine rağmen
hala gelmedi. Bir şey söyleyin; ne olur! Ölü müdür, sağ mıdır?" AYŞEGÜL ÖZCAN DÜRÜLMEDEN ÖNCE |<
"Bilmiyorum" dedi asker sakince. , Hından cılız bir çığlık yükseldi. İsmail hızla o yana doğru koştu.
Gelinin dönmeyişinden kaygılanan içeridekiler de bir bir kapıya geldi. Yaralıydı anası. Öfkesi ateş oldu. Çevreyi arandı gözleriyle iriCe bir taş
"Abime bir şey mi oldu?" diye sordu İsmail. buldu ve hınçla savurdu askerlere doğru. Onlardan birinin koluna isabet etti
"Bilmiyorum. O konu bizi ilgilendirmiyor" diye cevap verdi asker. Sonra taş. İsmail'e yöneldiler. İsmail kaçıyor, onlar kovalıyordu. Nihayet bir
eliyle yengesinin elindeki kağıdı işaret ederek "Bir saat içerisinde evi terk köşede sıkıştırdıktan sonra hep birlikte kuzgun gibi çullandılar üstüne.
etmek zorundasınız. Vaktinizi boşa harcamayın! Derhal eşyanızı boşaltmaya Yüzüstü yatırdılar. Birisi, arkadan ensesine silahı dayayıp ayaklarına sıkıca
başlayın!" diye ekledi asker. basarken, bir başkası sırtına diz üstü oturmuş İsmail'in kollarını belinin
ismail kağıdı yengesinden aldı; bir kaç kez dikkatlice okudu. ortasında birleştirmeye çalışıyordu. Bir üçüncüsü yolun kenarından
"Ama bir gerekçe belirtilmemiş burada" dedi. getirdiği bir taşla İsmail'in kollarına vurmaya başladı. Canhıraş çığlıkları
"Gerekçesini ancak yerel mahkemeden öğrenebilirsiniz." diye cevap verdi arasında kemik sesleri kaybolup gidiyordu. Asker daha çok vurdu, daha
asker. çok kırmak için. Omuz başından bileklerine kadar kocaman kemikler parça
Kül gibi kesilip kalmıştı hepsinin elleri ayakları. İsmail komşulara haber parça olmuştu şimdi. Onu, orada öylece bırakıp yıkım yerine yürüdü
vermek üzere evden ayrıldı. Yaşlı kadın fenalaştı ve eski bir koltuğun üzerine askerler.
uzandı. Gelin kendi ken- Yüzüstü yere uzanmış, dayanılmaz acılarla kıvranıyordu İsmail. Kimi
acılar insanın dayanma gücünü de aşabilir. Öyle oldu şimdi. İsmail külçeye
ÜMRANİYE BELEDİYESİ HİKÂYE YARIŞMASI dönmüş kollarından habersizdi artık; baygındı ve inliyordu.
dine söyleniyor ve ağlıyordu. "Bu ne zulüm Allah'ım! Kocamı aldılar, İlkin Hamide ulaştı yanına. Sonra diğerleri, daha sonra da haberciler.
götürdüler. Biraz sonra da evimizi yıkacaklar. Nereye gidelim; kime sığınalım Hamide amcasını sırt üstü çevirmek istedi. Tuttuğu kolun
biz?" parçalanmışlığından dehşete kapıldı; çıldırdı sanki. Gözleri sicim sicim, bir
On üç, on dört yaşlarındaki Hamide kapının tam eşiğinde oturmuş sessizce kuş yavrusu gibi çığırıyor, çırpınıyordu. Diğerlerinin de yardımına
ağlıyordu. Kardeşi olan biteni anlamayacak kadar ufaktı ve bu yüzden gelmesiyle İsmail'i sırt üstü çevirebildiler. O hâlâ baygındı.
oldukça tepkisiz görünüyordu. Hamide sustu ve yaşlı kara gözlerine yavru bir kartal bakışı giydirdi ve
Haber hızla yayılmıştı mahallede. Mahalle halkının büyük bir kısmı eşyaları haykırdı habercilere doğru. Alıp götürsünler, du-yursunlar diye bu kara
kurtarmak için akın akın İsmail'lerin evine geliyorlardı. Bu konuda bir çok haberi: "Ya eyyüha-n nas!.. Arun aley-
deneyim yaşamışlardı çevrelerinde. Bu tür yıkım işlerinde çok hoşgörüsüz ve küm!.. Arun aleyküm!.. Arun ala külliküm ecmain!.."
katı davranıyordu yetkililer. Bu nedenle de, evlerini terk etmeyen bir çok * **
insan enkaz altında kalarak ölmüştü geçtiğimiz aylarda. Gülkurusu bir akşam üzeriydi. Kasvetin, kederin, firkatin,
Çıkarılan eşyalar sokağın bir köşesine yığıldı ve onların da yanı başında bir
kanepenin üzerine yaşlı kadın uzatıldı. Birkaç saatten beri meydanda bekleyen 100
buldozer bir canavar gibi eve yöneldi. Gelin çevik bir hamleyle buldozerin ÜMRANİYE BELEDİYESİ HİKÂYE YARIŞMASI
önüne geçti: hicranın ve melalin gönüllere katar katar sökün ettiği bir vakittir bu.
"Yıkmayın! Ne olur, yıkmayın!" Gecenin gündüzle kucaklaştığı; ayın güneşle bakıştığı bir vakit eşiği...
Buldozer haşmetle yoluna devam ediyor, gelin ise umutsuzca ona karşı Gözleri dalgındı; denizse dalgalı ve biraz da hırçın. Oysa içindeki denizler
direnmeye çalışıyordu. Kendinden geçmiş, bilincini yitirmiş gibiydi. Yüzü, asude ve ıssızdı artık. Bakıyor, görmüyor; duyuyor, anlamıyordu. Onun
ağır araca dönük olduğundan geri geri yürürken ayağı küçük bir taşa takıldı ve için yürüyecek bir yol, yaşanacak bir yarın, taşınacak bir sevda artık hiç
sırt üstü kaldırıma düştü. Buldozer devam ediyordu. Bir vaveyla kapladı olmayacaktı sanki. Martılarla insanlar veya insanlarla ağaçlar arasında
ortalığı... nasıl bir fark vardı? Var idiyse bu hangisinin lehineydi? Öncelerden beri
"Zalimler!.. Katiller!.." insanlar hep böyle soğuk, sevimsiz ve anlamsız mıydı? Ya da çoğunluğu
İsmail kendi canı pahasına büyük bir çeviklikle ve cesaretle kendini mu böyleydi? Anlam ve bilinç düzleminden her gün daha çok ayağı mı
buldozerin önüne attı ve hızla yengesini bir kolundan kavrayıp kenara kaymaktaydı? Dönüşüm ve değişimler hep böyle olumsuza doğru mu sürüp
çekmeyi başardı. gidecekti? Dertsiz, dava-sız, yükümsüz, sorumsuz olmak ucu bucağı belli
Buldozer evin çatısına ilk darbeyi indirdiğinde her yandan taşlar yağmaya olmayan karanlık uçurumların bıçak sırtında yürümek değil miydi?
başladı. Olay yerinden insanları uzaklaştırmak isteyen askerler de taş sağanağı Deniz coşkun ve dalgalıydı; o ise yorgun ve dalgındı. Önünden, yanından
altındaydı. Onlar da buna karşılık çevreye rast gele ateş etmeye başladılar. geçip giden kalabalıklar dağılmış, saçılıp savrulmuş düşlerini çiğniyorlardı
Eşyaların dibinde bir şiltenin üzerine yatırılmış olan yaşlı sürekli. Kavrulmuş, perişan edilmiş ve tutsak alınmış gül kurusu düşlerim...
Toparlamak istedi kendini. Umut kırıntıları, umut ışıltıları arandı yüreğinin engin erdeminde kişiliğini bulacak, özgün birey olmanın keyfini ve
en körfez köşelerinde. Düşlerine can verecek bengisu damlacıkları. Ayakları lezzetini tadacaktı. Düş çiçeklerine hayatiyet kazandırmanın başlangıcı
denize doğru yürüyordu; bir elinde kitapları, bir elinde çiçekleri vardı. Yaşlar olacaktı o gün. O gün güzel bir gün, bir gül günü olacaktı...
süzülüyordu gözlerinden. Ayakları denize doğru yürürken o güneşe bakı- Ama hiçbiri olmamıştı.
yordu. Güneş batmak üzereydi. Bir adım ötesi denizdi. Güneşe baktı, denize Başka yüzlerce arkadaşı gibi üniversitenin girişinde polisler tarafından
baktı; içindeki denizlere bakt. Baktı kaldı, baktı durdu... Ve elindeki kitapları durdurulmuştu.
denize bırakıverdi; çiçek-leri göğsüne bastırdı ve kalabalıkların içine karıştı. Gülümsemiş, gül sunmuştu kendisini durduranlara. "Bu son sınavım, bu
Ağlıyor ve yürüyordu. son hakkım..." demiş; yalvarmış yakarmıştı dakikalarca. Dilinin en
Son sınavı olacaktı bu; girebilseydi. Ama yine giremedi işte. İki yıldan beri inandırıcı, en ikna edici kelimelerini seçmeye çalışmıştı.
bu engelleri aşamamıştı bir türlü. Her şey tam bir işkenceye dönüşmüştü. Bir polis memuru birden parlamış "Uzatma bayan! Biz de emir kuluyuz"
Kazanacağından zerre kadar diyerek, omuzundan tutmuş bir bakıma sürükleyerek giriş turnikesinden
uzaklaştırmıştı.
AYŞEGÜL ÖZCAN DÖKÜLMEDEN ÖNCE Dizlerinin feri kesilmiş, fenalaşmış ve ağaçların altındaki bir tahta oturağa
, ç^u yoktu; çünkü bilgi donanımında hiçbir zaafı olmasın, hiçbir eksiklik bırakıvermişti kendini. Sessizce ve saatlerce oracıkta ağlamıştı.
kalmasın diye dipnotlara, referanslara değin her şeyi yutmuş gibiydi. Yoruma Sonra diğer arkadaşlarının yanına giderek beraberce susmuşlar ve
açık içtihat soruları için yayınlanmış yargı kitaplarını ve dergilerini büyük bir yürekleri birbirine yaslanmış olarak girişin bir yanında saatlerce
özenle elemiş, taramıştı adeta. beklemişlerdi.
Avukat olacaktı. Çocukluğundan beri hep bunu düşlüyordu. Dedesinin Yorgun ve yılgın gözlerini denize çevirmişlerdi. Deniz göğe bakıyordu...
mahpusluk günlerinden beri adaletsizliğe uğramış, mağdur edilmiş, itilip En sonunda soylu yalnızlıklarını kuşanmışlar ve belki de hiç istemeksizin
kakılmış, horlanmış, aşağılanmış, küçümsenmiş, yok sayılmış... kalabalıklara karışmak zorunda kalmıştılar.
Mazlumlaştırılmış, velhasıl hakları gasp edilmiş her kim olursa olsun elinden AdıGül'dü...
tutacak, savunacak, selamete çıkaracaktı. Kimsesizlere kimse, arkasızlara * ılı *
arka olacaktı. Denizin öbür kıyısında, büyücek bir kentte bir ikindi üzeriydi. Hava
Gel gör ki her şey başlamadan bitmiş gibiydi. Çetin bir kapanın karanlık sıcaktı; deniz durgundu ve gökyüzüne bakıyordu. Geniş ve görkemli bir
labirentlerinde umutsuzca dolanıp duruyordu salon. Zemini mermer döşenmiş, ta-
artık.
Sabahleyin büyük bir heyecanla güneş doğmadan çok önce uyanmış; günün AYŞEGÜL ÖZCAN DÜRÜLMEDEN ÖNCE
o vaktiyle ilgili görevlerini bi hakkın yapmaya çalışmış, güneş tepelerden vanları çeşitli renklerde alçı desenleriyle süslenmiş. Aşın sıcak nedeniyle,
aşağıya ininceye kadar boynu bükük, gönlü kırık dualar etmişti. Duş almış, panjurları indirilmiş pencerelerin üstündeki klima cihazları sürekli serin
kahvaltısını etmiş, annesiyle kucaklaşarak onun da duasını almıştı hava üflemekteydi odanın ortalarına doğru. Sarmaşık türü kalın ve küçük
Sonra meydandaki çiçekçiden güller almıştı renk renk... yapraklı yeşil dallar dört bir yanına dağılmıştı salonun. Pencerenin
Kendi kendine umutlarını çoğaltmak, kaygılarını azaltmak için telkinler karşısındaki duvarın boyunda, kapının sol yanında ilk bakışta antik eser
yapmıştı: olduğu izlenimi uyandıran, yanlan oyma işlemeli, ceviz ağacından yapılmış
'Onlar da insandır nihayet; yürek sahibidirler. Onlar da hep hayaller irice bir masa vardı. Masanın iki yanında ve arkasında üslup bakımından
kuragelmiştir. Belki birçok da hayal kırıklığı yaşamışlardır. Hayatlarının bir ona çok uygun düşen deri kaplamalı koltuklar. Köşede genişçe bir dolap;
kesitinde, bir kavşağında bu tür acıları belki bir kez olsun duymuşlardır. dolabın raflarında çeşitli boylarda klasörler ve mevzuat kitapları
Tam iki sene... Sadede gelmiş bir öğrencinin, bilgi bakımından hiçbir eksiği duruyordu. Masanın görünen bir köşesinde gümüşten mamul küçük bir
bulunmayan; aksine önceki yıllarda çok başarılı olmuş bir öğrencinin geleceği tabelanın üzerinde lacivert renkli harflerle yazılmış isim ve unvanlar göze
basit bir nedenle karar-tılabilir miydi?' çarpıyordu-.
Gül dağıtacaktı o gün; güllerle açacaktı yolunu. Polislere, "Nedim Şahin, Müteahhit, Mali Müşavir, Muhasebeci, Sigortacı ve
Emlakçı"
102 Nedim Bey koltuğuna adam akıllı yaslanmış, elleri ensesine bağlı olduğu
halde, konuklarına bir ay kadar süren Avrupa tatilinden söz ediyordu.
ÜMRANİYE BELEDİYESİ HİKÂYE YARIŞMASI Gözlerini ikide bir sağa sola, pencerelere ve oradan da sokağa dolandırıyor
profesörlerine, bölüm başkanına, rektörüne değişik renklerde güller sunacaktı. olması, muhataplarını pek ciddiye almadığının, bu işten biraz da
Bir sükunet ve barış ortamında sırasına oturacak sınav sorularını sıkıldığının işareti sayılabilirdi. Böyle olmasına karşın çalımlı ve tafralı bir
cevaplayacaktı. Öğrenmiş olmanın kıvancını, onurunu yaşayacaktı. Bilginin anlatış biçimi vardı. Gerçekte, anlattıklarına ara ara kendisi de gülmekten
vazgeçse belki de daha inandırıcı olabilirdi. Hele ikide bir esneyip gerilmesi
uyandırmaya çalıştığı heyecanın iyiden iyiye tavsamasına neden oluyordu. 'Siyaset bu, hiç kimseye yüzde yüz güvenmemek gerekir'
"İtalya bambaşka... Belki insanları bize benzediği için orayı daha çok diye düşündü.
sevdim. Kolesyum muhteşem bir yapı. Kiliseler de öyle. Makarnanın envai "Kendim için hiç bir şey istiyor değilim. Ülke için, millet için ve en çok
çeşidini bulabilirsiniz. Tabii ki İtalya'yla pizza artık özdeşleşmiş gibi. da kentimiz için süratle bir şeyler yapmamız lazım."
İnsanları genellikle sevecen ve sıcak kanlı. Kuzeylilerdeki kibir ve kendini Masanın üstündeki telefonlardan birisi çaldı o anda. Ahizeyi kaldırdı ve
beğenmişlik onlarda yok. Yani biraz Fransız- kısaca "gelsin" dedi.
Üç beş saniye sonra, uzunca boylu, takım elbiseli, kravatlı, düzgün tıraşlı
104 birisi girdi içeriye.
Kollarını açarak doğruca Nedim Bey'e yürüdü. O ise ağır hareketlerle
ÜMRANİYE BELEDİYESİ HİKÂYE YARİŞMASİ koltuğundan doğruldu ve yeni konuğuna yöneldi; kucaklaştılar.
"Hoş geldin azizim! İyice özlettin ha!
AYŞEGÜL ÖZCAN DÜRÜLMEDEN ÖNCE "Teşekkür ederim; sen de hoş geldin. Nasılsın, işler nasıl,
Sedat Bey?"
105 "Bildiğin gibi... Toparlamaya çalışıyoruz. İstikrar olmadan hiç bir şeyin
yola girmesini bekleyemeyiz."
Bir zaman sustular.
"Ee... Yediğin içtiğin senin olsun da, Avrupa'da gördüklerinden biraz
lan, daha çok da İngiliz ve Almanlar'ı kastediyorum." anlat bakalım, Nedim Bey!"
Bir kahkaha attı ve ekledi: Nedim Bey'in yüz ifadeleri az önce olduğundan başka bir hal almaya
"Avrupa'ya tatile giden, önceden tezgahını iyi ayarlasın, 'iş seyahati' desin, başlamıştı şimdi. Oldukça ciddi ve biraz da tedirgin görünüyordu.
ne derse desin ama asla karısını götürmesin.' "Avrupa iyi de, 'biz bir gün gerçekten Avrupalı olabilecek miyiz?' diye
İki konuğundan biri; koca göbekli, ablak suratlı olanı, yüzündeki terleri düşünüyorum, Sedat Bey, geleli beri."
sildi, kravatını gevşetti ve sordu: Önceki konuklar diğerleriyle vedalaşarak salondan ayrıldılar. Nedim Bey
"Esas oturumu açalım artık, Nedim Bey! İtalyan kadınlarından biraz anlat! kapıya kadar onları uğurladı. Birer elini her ikisinin omzuna koyarak "Bu
Kaç ceviz kırdın oralarda?" işi muhakkak koparmalıyız; başka yolu yok" dedi ve yeniden salona döndü.
Bir kahkaha tufanı daha koptu. Gözlerinden yaş gelinceye kadar güldü Boncuk boncuk terlemekteydi konuğu. Yüzü gergin ve kaygılıydı.
Nedim Bey. Elindeki dosyayı masaya bıraktı.
"Evet ben de tam o noktaya geldiydim işte; ama reklamlar girdi araya. "Yazlığın tapusu, ipotek senedi, teminat mektubu, gerekli her şey bu
Efendime söyleyeyim, bu faslı çok özel bir seansta, yazlıkta, bir barbekü dosyanın içinde!"
seansında anlatacağım... ve tabii ki çok özel davetlilere. Kuşkusuz bir bedeli
de olacak bunun. Beş yüz Dolar gibi. İsterseniz size şimdiden rezervasyon 106
yapabilirim. Fakat, önce şu kongrenin de salimen atlatılması lazım. Kongreyi
alırsam, sizi tarife dışı tutabilirim. Bu kadar basit!" ÜMRANİYE BELEDİYESİ HİKÂYE YARIŞMASI
Bir kahkaha daha savurdu. Nedim Bey okuma gözlüklerini taktı ve önündeki kağıtları incelemeye
Bir sonraki hafta en büyük partinin kongresi olacaktı. Nedim Bey başkan başladı.
adaylarından en şanslı olanıydı. İki ay sonra da genel seçimler yapılacaktı. "Fakat, Nedim Bey, Dolar bazında da olsa, aylık yüzde üç biraz çok değil
Elan belediye başkan vekilliği yapıyor olsa da bu kendisini yeterince tatmin mi?" diye sordu kararsız bir sesle. Kaşlarını kaldırdı, hafifçe dudaklarını
etmiyordu. Halihazır durumdan ve yaşadığı kentten iyiden iyiye sıkılmaya ısırdı ve biraz da gülümsedi kendi kendine. Nedim Bey dosyayla çok fazla
başlamıştı. Kökten değişiklikler istiyordu hayatında; Milletvekili olsun, meşguldü. Cevap vermedi; belki duymazlıktan geldi.
başkente gitsin. Bu hedeflere varmada biricik engel kongreydi. Konuklarından Sedat Bey, bu kere sorusunu daha yüksek bir sesle tekrarladı.
birisi kentteki esnaf örgütünün başkanı, diğeri ise saygın bir bürokrattı. Nedim Bey gözlüklerini çıkardı, iyice bir gerindikten sonra Sedat Bey'i
"Bu iş tamam gibi... Ama yine de maçın doksan dakika olduğu süzen gözlerle: "Üstadım piyasaları sen de biliyorsun. Bu günden yarına
unutulmamalı!" neyin nasıl olacağı hiç de belli değil. Ben büyük bir risk alıyor ve yüz bin
Bir tereddüt ve kaygı dalgası çabucak gelip geçti yüzünden. Kısa bir Dolar'ı tam bir yıllığına sana kiralıyorum. Üstelik; çok daha cazip, çok
sessizlik oldu. Karşısında oturanları biraz ilgisiz ve tepkisiz buldu son daha az riskli birçok imkan varken ben bunu yapıyorum. Bir dostluğumuz
anlattıklarına. bir hukukumuz var diye...
Repoya yatırsam, belki senden alacağımın birkaç mislini kazanabilirim. iki..."
Bu bir hatır ve hukuk işidir üstadım. Ben bu kıyağı babamın oğluna bile Gevşedi, gönendi ve gülümsedi Nedim Bey. "Hadi olsun bakalım. Öyle
yapmam. Sevildiğini bil ve ses çıkarmal olsun. Fakat akşam yemeği senden."
Biliyorsun, her şey Pazar günü akşamına endeksli. Kazanamazsam, maalesef "Tamam" dedi beriki.
bu iş yatar. Şunun için yatar; ibre siyasetten ticarete döner çünkü." Beraberce dışarıya yürüdüler.
Çok rahat görünmesine karşın derinden seyreden bir kuşku kemiriyordu Nedim Bey'in arabasına bindiler. Kent dışında, bir sahil lokantasında
içini. Muhatabı, ilgili partinin şu andaki il başkanıydı. Son bir yıldan beri balık yemeye ve siyasi projelerini daha ayrıntılı görüşmeye karar verdiler.
ticari işleri hep geri, hep kötü gitmişti. İflasın eşiğinde gibiydi; çok acil bir Akşam üzeri olmasına karşın havadaki hararet ve sıkıntı hala sürüyordu.
hayat öpücüğüne; yani bunun ekonomideki karşılığı olan sıcak paraya ihtiyacı Asfalt gevşemiş, cıvıklaşan zift yolun üzerinde yer yer akmaya başlamıştı.
vardı. Bu onun için tam bir ölüm kalım meselesiydi. Bunu sağlayamazsa hem Yola paralel uzanan gazino amfilerinden yayılan yüksek ses ayarlı şarkılar,
ticaret hem de siyasette kötü bir sona ulaşması kaçınılmazdı. Ticari saygınlığı martı seslerine ve balıkçı lokantalarındaki komilerin "buyriin, buyriin"
azaldığından bu acil kaynağı bankalardan tedarik etmesi mümkün seslerine karışmaktaydı.
görünmüyordu. Bir dö- Nedim Bey ve Sedat Bey kendi hayal dünyalarındaydılar şimdi ve biraz
da uyku çökmüştü üzerlerine.
AYŞEGÜL ÖZCAN DÜRÜLMEDEN ÖNCE 'Kongreden sonra kafadan birinci sıra. Kötü bir ihtimal ikinci sıra, en
nem için siyaseti bırakıp, işlerini toparlaması akıllı bir strateji olacaktı. Bu kötüsü üçüncü sıra. Yedi garanti çıkar. Ver elini başkent. Yüzlerce insan
bağlamda ikisinin de birbirine çok ihtiyacı vardı; zira, Nedim Bey de ticarette etrafında pervane... Ağzına bakıyor...' Sağ elinin parmaklarını yumdu ve
tempoyu düşürüp siyasete yoğunlaşmak istiyordu. İkisinin de artık kartları hafifçe direksiyonun ortasına vurdu.
açıktı ve kozlarını daha değerli nasıl kılabileceklerinin ince hesabı "Güzel günler bekliyor bizi üstadım. Ama, önce kongre, kongre,
içerisindeydiler... kongre..."
Uzun bir iç çekişten sonra "evet, işte böyle!" dedi Nedim Tam o esnada, yol kenarında yürümekte olan birileri dikkatini çekti.
Bey. Oldukça yaşlı, biraz kamburlaşmış, ak sakallı birisi, ve yanında genç bir
"Bu iş tamamdır. Artık esas işimize bakalım. Bir haftayı gecesiyle kız.
gündüzüyle en iyi şekilde değerlendirmeye çalışalım. "Allah Allah! Bu bizim deli Hafız ve torunu. Bir duralım bakalım" dedi
Sahi n'apıyor bu öğretmen emeklisi veya ne yapabilir?" Nedim Bey. Ağırdan frene bastı ve sağa yanaşıp yanlarında durdu. Aşağıya
Bir an düşündü Sedat Bey. Söyleyeceklerine ilişkin hızlı bir hesap yaptı indi. Onlar ise tam da ana yoldan dağa doğru ayrılan tali bir yola henüz
içinden... girmiş bulunuyorlardı.
"Ne başkanlık çantada keklik, ne de öğretmen çok kolay bir rakip!.. Bilirsin
ince bir sanattır siyaset... İyi bir örgütü, fevkalade bir performans ve sonra da AYŞEGÜL ÖZCAN DÜRÜLMEDEN ÖNCE
sabır..." Nedim Bey seslendi:
Karşı taraf iyi çalışıyor. Bire bir yüz yüze ve sıkı bir markaj... Ağırlıklı "Hafız dayı! Hafız dayı!" Duyamamış olmalılar ki tepki göstermediler. Bu
olarak örgütü kontrol etmeye devam ediyorum. Öğretmenin bilgili ve kere kıza seslendi "Gül! Gül!" Kız şaşırmış olarak durdu; geriye baktı.
yetenekli olduğu tezi işleniyor sıklıkla. Ama çok ciddi bir de handikapı var bu "Aa!.. Nedim dayım, dede!.." Ortada bir yerde buluştular. "Selamun
arada: tabansızlık. Stratejimizi bunun üstüne koyacağız: İyidir, hoştur; ama aleykum Hafız dayı." "Aleyküm selam Nedim."
siyaset halkla olur' tezini işleyeceğiz ısrarla. Ayrıca, muhafazakar ve Eğilip elini öpmeye yeltendi Hafız dayının. O ise yaşından ve yapısından
mütedeyyin oluşunu onun artıları olarak göstermek isteyenlere karşı da beklenmeyecek bir çeviklikle geriye doğru yekindi ve elini çekti
'kardeşim, Nedim Bey eski bir hafız; bir müftü kadar İslâm'la ilgili bilgiye "estağfirullah."
sahip' diyorum." "Ne demek 'estağfirullah' dayı? Ben senin ayaklarını bile öpsem az olur
Bu son cümle oldukça hoşuna gitti Nedim Bey'in; hayli keyiflendi. ve hakkını ödemiş sayılmam."
"Beni siz anlatacaksınız; benim kendimi anlatmam şık olmaz." "Estağfirullah, Nedim" dedi ve yukarılara, dağlara doğru çevirdi
"İçini serin tut üstadım! Biz bu işin piri olduk. Ömür verdik bu işe. Pazar gözlerini...
günü akşamı rolleri ve nöbetleri değiştireceğiz. Ama ondan önce "Her çeşit hukukun mercii olan yalnız bir Hak vardır. O'nun hukukuna ve
değiştirmemiz gereken bir şey daha var." hükmüne çok dikkat etmek lazım!.."
Fazla karmaşık ve derin geldi bu sözler Nedim Bey'e. Kızdan tarafa
108 | ÜMRANİYE BELEDİYESİ HİKÂYE YARIŞMASI çevirdi başını.
"Nedir o?" diye sordu, Nedim Bey, anlamamış görünerek. "Sen nasılsın Gül? Girebildin mi sınava?" Bu ikinci cümlenin içerdiği soru
"Oranı değiştireceğiz üstadım! Buçuk bize yakışmaz, düz olacak; yani yüzde artık çok özel, nev-i şahsına münhasır, başkalarının belki hiçbir zaman
hissedemediği bir sıkıntı oluşturmaya başlamıştı Gül'ün ruhunda. Herkesin bir uykuya dalmış olarak buldu.
Öğrenmek için merak duyduğu, ama anlatıldığında saçma ve soğuk bulduğu ***
tuhaf bir hikâye... Bundan dolayı kendince pratik bir cevap bulmuştu: "O Gece bir kez daha devasa bir siyah elbise gibi kadim ve yorgun arzın
defteri kapattık dayı". İnce bir keder ağdı yüzüne Gül'ün. "Nasıl kapatırsın üzerine giydirildi...
kızım? Yıllarını verdin.." Kısa bir suskunluk oldu. Gözleri toprağa bakıyordu Bir çok insan, birer şehvet ve şöhret panayırına dönüştüre geldikleri
üçünün de... kutsuz kentlerde geceleri daha çok seviyorlardı nedense!.. Ve kentlerle
"Gül! Diyorum ki, parlak bir istikbalin kapısını açmak başı- insanlar her gün daha çok benziyorlardı birbirlerine. Ve kentlerin zalim
burgacında kıvranan, inleyen, ağlayanlar da vardı:
ÜMRANİYE BELEDİYESİ HİKÂYE YARIŞMASI Halit yurtsuzdu, evsizdi; üç metrekarelik bir hücrede güneşsizdi ve
nı bir tek başını açmaktan geçiyorsa; üstelik, sen bunu içinde bulunduğun umutsuzdu...
şartların zorlamasıyla ve kerhen yapacaksan, yapılması çok da sakıncalı olmaz Hamide evsizdi, babasızdı ve açtı...
bence." Tankların parça parça ettiği Şamil ve arkadaşları mezarsız-dı...
Hafız dayının yüzü sertleşti. Gül ise son günlerde hep ola-geldiği gibi yine Aliya İzzet dünyayı ve güneşi hiç göremeyecekti...
ağlıyordu. Başını kaldırmadan kararlı bir sesle "olmaz, olmaz, hiçbir zaman Banja Luka'da bir kampta günlerce aç tutulan Boşnaklar birbirlerinin etini
asla olmaz, olamaz dayı" dedi. yemeye zorlanıyordu...
Nedim Bey kuzeninin yarasını daha çok kanatmak istemiyordu. Gül derin bir kahrın pençesindeydi
"Neyse... Başka neler yapıyorsun?" ***
'Mazlum Toplumlara Yardım Derneğİ'nde' çalışıyorum. Yani Abdulkerim'le 'Euphrates' idi kod adı.
beraber çalışıyoruz. Sürekli planlar, projeler üretiliyordu bilgisayarlardan. Yeni yeni buluşlar
Ayrıca bir aydan beri dedemle birlikte evimizde okul çocuklarına Kur'an-ı gerçekleştiriliyordu laboratuarlarda. Birileri dünyayı yeniden
Kerim öğretiyorduk. İlgi baştan oldukça iyiydi; kırk kadar öğrencimiz vardı. yapılandırıyor, yeniden düzenliyorlardı...
Ama her gün bira daha azaldı; kimileri aileleriyle tatile çıktı, kimisi çırak girdi
bir yerlere. En son üç öğrencimiz kalmıştı ki herhalde birilerinin şikayet 112 I ÜMRANİYE BELEDİYESİ HİKÂYE YARIŞMASI
etmesinden dolayı dün sabah eve iki polis geldi ve bu işi bırakmamızı istedi; Napalmlar, nötronlar, hidrojenler, kimyasallar, nükleerler uçaklara
vazgeçmezsek, gözaltına alınabileceğimizi söylediler. Biz de bu işi tatil etmek yükleniyor, öte yakasına gönderiliyordu denizin katar katar...
zorunda kaldık. "Dünya şirin" diyordu Soros, "..ve dünya bizim..." ve ekliyordu:
Dedem "köye gidelim" dedi. "Ben de çok iyi olacağını düşünerek köye "Those only who believe in our values or help our benefits can have the
gitmeye karar verdik. Ve gördüğün gibi de yola çıktık." right to share the green Dollars but never the golden ones... They always
"İyi, öyleyse bırakıvereyim sizi köye." belong to us, only to us, never to anyone else."
"Sağol dayı. Yürümek istiyoruz. Benim çok ihtiyacım var buna." Çok ince hesaplar yapıyordu Soros. Matematiğin bütün imkanlarını ve
Hafız dayı, nedense kendisine karşı hep mahcup bir tavır takınan Nedim ihtimallerini kullanıyor ama sonuç değişmiyordu bir türlü:
Bey'e anlamlıca baktı ve bir şey söylemeden başını salladı birkaç kez... Sonra "En iyimser hesaplamalara göre bir Afrikalı ancak bir Dolar; bir Asyalı
da kısaca "eyvallah!" dedi. da bir Euro eder" diyordu
Dede ve kızı yürüdüler, dağa doğru... Maxwell ve Mourdock dünyayı yeniden çiziyor, yeniden boyuyor ve
Nedim Bey arkalarından bir zaman baktı ve neden sonra "dua et dayı!" diye şipşirin kılıyorlardı.
seslendi. Duvar ustaları büyük marifetlerle büyült bir dünya inşa ediyorlardı.
Hafız dayı bu ısmarlamayı duydu veya duymadı; ama, ön- ***
Gece sadrında sakladığı dayanılmaz kahırlarla şafağa doğru yürüyordu.
AYŞEGÜL ÖZCAN DÜRÜLMEDEN ÖNCE |1 Deniz durgun ve dalgındı... Ve gökyüzüne bakıyordu...
ce gülümsedi sonra da anlaşılmaz biçimde ağlamaklı bir hal aldı. Çok Nedim Bey, denize bakan balkonunda bir bardak buzlu viski içtikten
yaşlanmış ve yorulmuş olan vücuduna yol ağır geliyordu arık. Ama gene de sonra içeriye, yatak odasına yürüdü. Odanın içinde özel bir köşeye
torunundan çok o istemişti yürümeyi Beli bükülmüş, gözleri ayaklarında, yerleştirilmiş olan kasaya takıldı gözleri. Yatağın altından çıkardığı bir
küçük adımlarla ağır ağır yürüyordu dağa doğru; dağın ardında çağın anahtarla çelik kasanın kapağını açtı ve öylece bakakaldı bir süre. Sonra
kirlerinden azade kalmak için saklanmış gibi duran köyüne doğru. Çok çok içindekilerin hepsini; demet demet dövizleri, özel mahfazalardaki
sevdiği, onun da kendisini bir o kadar çok sevdiğini bildiği torunuyla mücevherleri, tapuları, çekleri, senetleri, teminat mektuplarını birer birer
köylerine doğru yürüyorlardı... ortadaki geniş masanın üzerine taşıyıp özenlice yerleştirdi. Küçük barına
Nedim Bey arabanın yanına döndüğünde Sedat Bey'i arabanın içinde derin doğru yürüdü. Bardağına küçük bir buz parçası koyduktan sonra şişedeki
viskiyi içine boşalttı. Masanın başına dön- olacak" diyerek babama verirdi.
Her Cuma günü Abdullah'a ve bana mutad hale getirdiği beşer kuruşluk
AYŞEGÜL ÖZCAN DÜRÜLMEDEN ÖNCE harçlıklarımızı verdikten sonra sarı renkli bir kaç yirmi beş kuruşluğu
dü ve oturdu. Gülümseyen gözlerle bir zaman seyretti masanın üzerindekileri; birimizin avucuna yerleştirir ve Deli Hafız'a götürmemizi isterdi.
sevindi, gönendi. Bardağı dikti ve bitirdi. Deli Hafız'ın köyün öteki ucundaki küçük evine sevinçle koşa koşa
Kışlar derin, geceler uzun olurdu o zaman. giderdik. Kapının önündeki taş sundurmaya vardığımızda hep içimizi bir
Televizyonumuz, radyomuz yoktu. Nasıl olsun ki; elektriğimiz yoktu, korku ve ürperti kaplardı. "Sen aç!", "Hayır, sen aç!" diyerek bir birimizi
yolumuz yoktu. Issız bir dağ köyünde, yedi numara bir gaz lambasının loş cesaretlendirmeye çalışırken, kapı hep Deli Hafız tarafından usulca
ışığında nenemin ve tetemin fasıl fasıl, özlemle anlatıp durdukları Rumeli açılıverirdi. Hep gülümser bulurduk kapıyı açtığında. Biz ise şaşırır ve
yüreğimizde düş düş, imge imge büyürdü. Masallara karışır, büyülü bir ülkeye mahcup olurduk. Başımızı okşar ve birer akide şekeri tutuşturuverirdi
dönüşürdü sonunda. ellerimize. Abdullah da sarı yirmi beş kuruşları uzatırdı buna karşılık. O,
Tetem, yanında torunu Abdullah olduğu halde, neredeyse her gece bunları bazen alır; bazen de "Aldım, kabul ettim" diye-
konuğumuz olurdu. Belki, kardeşi olan nenemden başka önemli bir yakını
kalamamış olmasından dolayı böyle yapardı. 1115
O zamanlar 'tete' diye hitab ederdik biz ona. Sonraları, Balkanlardan AYŞEGÜL ÖZCAN DÜRÜLMEDEN ÖNCE
getirdiğimiz dile ait olan bu kelimenin Türkçe karşılığını öğrenecek ve onu rek önce alır, sonra da Abdullah'a veya bana geri verirdi. "Evlerinizde
'teyze' diye çağıracaktık. Ama, o bunu hiç sevmeyecekti; ve biz, onun, bu bulunanlara selam götürün" der ve bizi uğurlardı...
değiştirilmiş hitap biçimini niçin hep soğuk karşıladığını hiç bir zaman Biz ağzımızdaki şekerlerin tadına varmaya çalışırken, bir yandan da ben,
öğrenemeyecektik... Çünkü o, bir kıyı kentinin yapışkan sıcaklarında, doksan ona, insanların niçin 'Deli Hafız' dediklerinin bulanık hikmetlerine dalar
üç yaşında ölürken bile Rodop Dağlan'nın düşleriyle serinleyecekti... giderdim.
Balkan savaşında kocasını ve yurdunu kaybettikten sonra tek oğluyla ***
Türkiye'ye göç etmişti. O da yirmi üç yaşında veremden ölünce gelini bir Yarım asırdan biraz daha çok bir zaman önceydi. Hazirandı; gül ayıydı bu
başkasıyla evlenmiş ve tetem cefa dolu bir ömrün biricik hasılası olan yöre için...
torunuyla, Abdullah'la kala kalmıştı. Birkaç rengi olurdu dağların bu mevsimde. En uzaktakiler mor, orta
Siyah başörtüsü, siyah feracesi, lacivert şalvarı, siyah yün Çorapları. Hiç uzaklıkta olanlar eflatun... ve ufuktan gözlere doğru yeşilce bir ırmak gibi
değişmeyen giysileri gibiydi. akıp duran dağlar... Çağla yeşili, ceviz yeşili, çimen yeşili, hardal yeşili ve
Bazan gündüzleri de bize geldiği olurdu. Öğle yemeği zamanlarında biz yeşilin tasavvur edilebilecek bütün tonları...
sofraya oturduğumuzda, o, ufak yün yığınları arasında elindeki eğirme Bir masal ülkesinden küçük bir kesit gibiydi. Koca bir dağın yeşil
aygıtını fıldır fıldır döndürmeye de- eteklerine serpilmiş beyaz sıvalı, kırmızı kiremitli, tek katlı evlerle ufacık
bir köy. Köyden ileri devam eden yamaçlara yayılmış sürüler, kuzular,
114 kuşlar, kelebekler... Ilgıt ılgıt esen bir rüzgârın önünde nazlı nazlı salınan
gelincikler, papatyalar...
ÜMRANİYE BELEDİYESİ HİKÂYE YARIŞMASI Çobanların yanık kaval ezgilerine kısa birer keman faslı gibi karışıveren
vam ederdi. Kimsenin aklına onu sofraya davet etmek gibi bir şey gelmezdi; horoz sesleri, kuş cıvıltıları... Tarlalarda çapa yapan imeci kızlarının sevda
çünkü, herkes bilirdi ki bayramların dışında o hep oruçlu olurdu. türküleri, genç gelinlerin gurbet ağıtları...
Bir kuşun yavrusunu esirgediği gibi esirgerdi Abdullah'ı. Kollarının arasına ...Ve bunların hiçbirisi asla bir gürültü bayağılığında değil; aksine, insan
alır, öper, koklardı uzun uzun. Gözleri dolu dolu olurdu konuşurken. gönlünü sonsuz bir esenliğe doğru kanatlandıran hoş bir senfoniydi sanki,
"Anasız oğlum... Babasız oğlum... Talihsiz oğlum... tam bir pastoral senfoni, bir şaheser...
Büyük Allah'ın aciz bir kuluna küçük emaneti. Büyüyecek, hafız olacak Yeğin bir poyrazın sarhoşluğunda dalgalanan gök ekinler başağı yardı
benim oğlum; nenesinin ruhuna Kur'anlar okuyacak, dualar gönderecek yaracak. Çiçekten meyveye henüz dönmüş olan erikler, kirazlar, armutlar
hergün..." olgunlaşma uysallığında vakur ve sakin. Gül goncalarına inat haşhaşların
Bizim evin karşısında, tek katlı, ufak taş bir konutta yaşarlardı. her renk çiçeklerle coştuğu, saçılıp savrulduğu güzel günler...
Bir ineği, altı yedi kadar da koyunu vardı tetemin; bir de tavukları... Cuma
günleri, bir sonraki gün pazara götürülmek üzere, hasır bir sepetin içerisinde 1161 ÜMRANİYE BELEDİYESİ HİKÂYE YARIŞMASI
bir miktar yumurta ile, bir toprak çömleğin içerisinde biraz yağ getirir, Körfez bir dağ köyüydü orası...
babama teslim ederdi. Bunun yanında bazı haftalar gaz, tuz, sabun gibi şeyler Eski takvime göre Hıdırellezin kırk ikinci günüydü. Yaşlıların en çok
ısmarlar; bu alış verişlerden artan paraları "bunlar bir gün Abdullah'ıma lazım korktuğu günlerden biriydi. "Otuz ile kırk beş arası tufan günleridir. Allah
afatından esirgesin" diye söyler dururlardı bu günlerde. Dedem ise Nihayet Sıska Selim söze bir yol açmak istedi:
kuşaklardan beri süregelen bir tecrübeden çıkarsanmış değerlendirmesini de "Öğleye ne kadar var, Şerif Çavuş ?"
eklerdi buna: Sigarasından bir nefes daha çektikten sonra çalımlı bir edayla saatini
"Öğlenden önce yağan, afet; öğlenden sonra yağan rahmet olur." cebinden çıkardı ve yanı başında oturmakta olan Molla Süleyman'a
İşte öyle bir güne benziyordu bu. dönerek
Kuşluk vaktinin sonu, öğle vaktinin eşiği bir vakitti; başka bir deyişle zeval "Hava karardı. Ben pek seçemiyorum" dedi ve saati ona doğru uzattı.
vakti. "On ikiye çeyrek var" dedi Molla.
Domuzdere tutmuştu vadilerden peydahlanan bulutlar bölük bölük
yükseliyor, gökyüzüne yayılıyordu. Gerçekte, çoğunlukla böyle başlardı
yağmurun serüveni bizim dağlarda. Domuzdere'den kalkan bulutlar birkaç 118
saat içerisinde yağmura dönüşür, şırıl şırıl yağan yağmurla toprak suya kanar, ÜMRANİYE BELEDİYESİ HİKÂYE YARIŞMASI
hemen ardından açan güneşle birlikte yeşilden bir şenliğe dönüşürdü yaylalar. "Yarım saat kalmış öğlene: bu zaman zarfında yağmazsa bu günü de
Ama bu süreç genellikle öğlenden birkaç saat sonra başlar, ikindi üstü kurtarmış olacağız tufandan" dedi Şefik Ağa.
tamamlanırdı. "Allah afatından korusun!" diye karşılık verdi Molla.
Bugünkü oldukça farklıydı. Bundan dolayı, öğle namazı için köy meydanına Hep beraber "Amin" dedi diğerleri.
toplanmış yaşlılarda bir suskunluk, bir kaygı, bir ürperti vardı. "Giyim tertibin çok iyi bugün Şerif Çavuş!" dedi Şefik Ağa, "Hayırdır,
"Öğlenden önce gelirse afet, öğlenden sonra gelirse rahmet!.." vilayete yolculuk mu var yoksa ?"
Domuzdere'ye doğru bakıyorlardı mütemadiyen. "Yok yok Şefik Ağa. Ben gitmeyeceğim ama vilayetten gelecekler var."
Köydeki halk odasının mümessili ve aynı zamanda da kolcu olan Şerif Kaygıyla karışık bir merak sardı çardaktakileri. Kim gelecekti vilayetten,
Çavuş belirdi caminin öteki yanından. Ağır adımlarla yürüyordu köy niçin gelecekti? Vilayetten ya jandarma ya da öşür memurları gelirdi
meydanına doğru. Başında boz-siyah renkli bir fötr şapka vardı; giysileri yeni, genellikle. Şerif Çavuş buyurgan bir tonla sürdürdü konuşmasını:
tıraşı tazeydi. Her zaman olduğu gibi elinde iri taneli bir tespihi çeviriyordu. "Baş Gedikli gelecek. Dün Esenköy muhtarından haber yollamışlar. 'Ezan
İskarpinleri de yeni boyanmış, pırıl pırıl parlıyordu. Zaten başka kimsede de meselesini mahallinde teftişe geleceğiz' demişler. 'Öğleye yetişiriz' diye
iskarpin yoktu köyde. söylemişler."
Kimi nalın, kimi çarık; bazıları da yenilerde pazarlarda gö- Buz kesildi ortalık. Başlar öne eğildi; dalıp gitti herkes. Hava perde perde,
ton ton kararmaktaydı. Çok olağan dışı bir durumdu bu; sanki akşamın
AYŞEGÜL ÖZCAN DÜRÜLMEDEN ÖNCE |1 alaca karanlığı çökmüştü ortalığa.
rünmeye başlayan 'Beykoz' marka gıslaved lastikler giyiyorlardı. Ayakları Şerif Çavuş yan gözle çardaktakileri süzerek konuşmasına devam etti.
fazla yakmaması ve terletmemesi için; ayağı üstten alta, önden arkaya "Hafızın işi bozulmasın, ekmeğinden olmasın diye, geçen hafta Baş
sarmalayan bu tabansız lastikleri üstten ve yanlardan üç dört noktadan Gedikli'ye yalan bile söyledim: 'Ezan köyümüzde Türkçe okunuyor' dedim.
kızdırılmış çivilerle de-liyorlar ve bunları "havalı pabuç" diye Ama inanmadılar... Öyle sezdim ki bizim köyden veya Esenköy'den birileri
adlandırıyorlardı. ezanın bizde hâlâ Arapça okunduğunu söylemiş. 'Gelip tahkikat yapacağız;
Kolcu Şerif, meydana bakan bir asma çardağı altındaki sekilere oturmuş gerekirse halka tek tek soracağız' dediler."
olan yaşlılara selam verdi. Bir kenara da kendisi çömeldi. Ayakkabılarını Hava ve ezan meselesi sedirdekilerin çoğuna sıkıntı vermeye başlamıştı;
çıkarıp vücudunu geriye doğru çekerek tahta sekileri çepeçevre dolaylamış buna karşın Şerif Çavuş sürdürüyordu konuşmasını:
olan yastıklara yaslandı. Fötrünü çıkarıp yanına bıraktı; bağdaş kurdu.Yeleği- "Dün akşam Hafız'ı odaya çağırdım. Güzelce anlattım. 'Bir bizim köy
nin ön sağ cebinden tabakasını aldı, açtı; ince İngiliz gazetelerinden özenle kaldı' dedim 'ezanı çevirmeyen.' 'Senin de başın belaya girer, bizim de'
kesilmiş sigara kağıtlarından birisini sol işaret ve baş parmaklarının arasına dedim. 'Ülü-1 emre itaati emreder bi-
yatırdı. Sağ elinin parmaklarıyla tütününü yerleştirmeye koyuldu; sonra da
tabakayı ortaya itti. Yeleğinin sol cebinde ise herkesin büyük bir hayranlık 119
duyduğu 'Serkisof marka, gümüş köstekli bir cep saati vardı; köyde mevcut AYŞEGÜL ÖZCAN DÜRÜLMEDEN ÖNCE
olan iki saatten birisiydi bu. Diğeri de Şefik Ağa'-nınki. 7İrn dinimiz' dedim. Hasılı, söylenecek her şeyi söyledim. 'Halk odası
Kavli bir çakmakla sigarasını yaktı; derin bir nefes çekti, çardaktan sarkan mümessili olarak benim yapabileceğim hiç bir şey kalmadı' dedim."
asma güllere doğru üfürdü dumanını. Başını kaldırdı, göğe doğru baktı. "O ne dedi?" diye sordu Sıska Selim.
"Bu saatte bu bulutlar... Pek hayra alamet değil bu durum" dedi. Bir bakıma "Sustu, hep sustu: ak demedi, kara demedi; olur demedi, olmaz demedi.
kendi kendine konuşuyor gibiydi. Çardakta-kiler suskun ve tepkisizdi. Nutku tutulmuş gibi sustu. Ama gene bildiğini
'Havadandır' diye düşündü. okudu."
Çardak neredeyse boşalmıştı; kalanlar sadece birkaç kişiydi: Kolcu, köyün "Siz Şefik Ağa'yla buyurun kumandanım. Birkaç dakika sonra da ben
kahyalığını yapan Sıska Selim ve Şefik gelirim."
Ağa'ydı. Şefik Ağa ve Başgedikli caminin hemen karşısındaki halk odasının
Niceden beri muhtar ve ihtiyar heyeti de yoktu köyde. Ezan meselesi zuhur merdivenlerine doğru yürüdüler.
ettikten sonra hepsi beraberce istifa etmişlerdi. Yeni bir seçime kadar yönetme Hafız meydanda dikilmekte olan jandarma erlerini görüve-rince irkildi,
yetkilerinin tamamı Şerif Çavuş'un uhdesine verilmişti. biraz da benzi geçer gibi oldu. Onlara ve Kolcu'ya selam verdikten sonra
Köyün üst yanından gelmekte olan atların ayak sesleri duyuldu. şadırvana doğru yürüdü; hemen arka-sından da Kolcu:
Çardaktakiler telaşlandı. "Selamunaleyküm!"
"Onlar" dedi, kolcu, "nallarının sesinden tanırım Başgedik-li'nin atını. Ne "Aleykümselam, Şerif Dayı."
rahvan yürüyüşü var mübarek hayvanın!.." "Bak Hafız! Bu güne kadar ne oldu ise oldu. Gedikli iyi bir adam; onları
O sözünü tamamlayamadan, biri Gedikli Başçavuş olmak üzere üç jandarma görmezlikten gelebilir. Ama bundan sonra kimse kimseye göz yumamaz;
süvarisi göründü meydanda. daha doğrusu kimse başını belaya sokmak istemez. Gel, şu inadından
Çardaktakiler öne çıkıp istikbal ettiler gelenleri. Atlarından hışım gibi indiler vazgeç! Ya da bu işi bırak!"
ve tek tek tokalaştılar meydandakilerle.
"Ezan okundu mu Şerif Dayı?" Gene sükut geçti Hafız. Çatkılı mendiliyle yüzünü kurularken acı bir
"Hayır, Başçavuşum." gülümseme geldi geçti yüzünden.
Saatini çıkardı, Sıska Selim'e baktırdı. Dışarıda biraz daha kararmış olan hava, şiddetli gök gürle-meleri ile ard
Selim saate baktı; çevirdi tekrar baktı. Pek emin olmamakla birlikte "bir" arda çakan şimşeklerle aydınlanıyordu ara sıra. Çatırdayan yıldırımlarla
dedi. yıkılacak gibiydi gökyüzü... Yabani hayvanlar bir yerlere sığınmak için
"Nasıl bir olur, Selim?" diye çıkıştı Kolcu, "şu saate bakmayı öğretemedim kaçışıyor, davarlar bir araya toplanıyor, sığırlar gerdanlarını gere gere
gitti sana!" havayı kokluyor-lardı. Köpekler kuyruklarını kısıp mütemadiyen
Gedikli aldı ve baktı bu kere. uluyorlardı. Bir yağış öncesinde bunların hiçbirisi olağan sayılmaz ve
"On ikiyi beş geçiyor." hayra yorulmazdı.
"On dakika kalmış ezana; Hafız da gelmek üzeredir herhalde." Haberler bir kısım evlere ulaşmış, herkes pencerelerde ve kepenklerde
kulak kesilmiş-, ezanın hangi şekliyle okunacağını bekliyordu merakla...
1201 ÜMRANİYE BELEDİYESİ HİKÂYE YARIŞMASI Havanın getirdiği tedirginlik dayanılmaz hale getiriyordu bu bekleyişi.
Ağaçtan yapılmış orta boylu minarenin içindeki yer yer çürümüş tahta
;EGÜL ÖZCAN DÜRÜLMEDEN ÖNCE merdivenleri çıkarken, Hafız, zamanın birkaç dakika için dahi olsa
durmasını o kadar çok istiyordu ki... Dizleri çözülse, oracığa çöküverse,
121 geçiverse kendinden, uyuşa hiç uyanmamak üzere...
"Ben bu işi onların istediği gibi yapamam" dedikçe, hanımı, "Adam deli
olma! Herkesin yaptığı gibi sen de yap! Yapanlar dinden mi çıktı sanki!?
Öküz yok, tarla yok; bağ yok, bahçe yok. Ele güne rezil oluruz, aç kalırız,
Selim'e dönerek "atları ahıra götür ve bolca yem koy önlerine! Terliyseler, muhtaç oluruz" diyerek bu konuda en ufak bir tartışmaya bile hoşgörü
çullarla sarıp sarmala güzelce! Sonra da bizim eve gidip yengene sofrayı göstermiyordu. Diğer insanlar, konu komşu da meselenin ortaya çıktığı
hazırlamasını söyle" diyerek bir bir sıraladı buyruklarını. günlerde hissettirdikleri olumlu tepki ve tavırlarını değiştirmişler, ona
Şefik Ağa girdi araya: verdikleri desteği artık esirger olmuşlardı. Karısı tümden de haksız
"Katiyyen olmaz, Şerif Çavuş! Bu gün bizim odayı şereflendirecek sayılamazdı: Bilinen yakın çevrede, bu konuda direnen tek bir imam veya
misafirlerimiz. Sabahleyin bir kuzu kestirdim; hazır edilmiş olmalı." hatip kalmamıştı; ne köylerde, ne de kentlerde. "Deli olma adam!" diyordu
"Eh, öyle olsun madem" diyerek Şefik Ağa'nın önerisini onayladı Kolcu. hanımı...
"Köylüler nerede? Üstelik, ezan da okundu okunacak!.." diye sordu 'Öyle de: altmış kile buğday için bu zillete katlanılır mıydı?' Gönül suları
Başçavuş. bulanmasın, kurumasın diye ne cefalara kat-
Kısa bir tereddütten sonra kendini toparladı Kolcu:
"İş zamanı kumandanım. Kimisi çapa yapıyor, kimisi bağ kazıyor, kimisi ot ÜMRANİYE BELEDİYESİ HİKÂYE YARIŞMASI
biçiyor. İşinde, gücünde herkes." lanmışlar, ne çileler çekmişlerdi. Savaşlarda kırılmışlar yurtsuz kalmışlardı.
"Odaya çıkalım" dedi Başgedikli. Ve o geceden beri, henüz altı-yedi yaşlarındayken, bir dolunaylı gecede,
Kolcu'nun gözleri hızlı adımlarla camiye yürüyen Hafız'a ilişti. amcasının damında, koca cevizin dalları arasında Komitacı Hristoph'un
elindeki aynalı mavzerden yansıyan pırıltıları ilk gördüğünden beri.. .Gönül çırpınarak 'Gel!' işareti yapıyor, bir yandan da bütün soluk gücünü
suları damla damla, bulanıp durmaktaydı. kullanarak "Baba, baba, babacığım! Koş baba, koş!" diyc^ haykırıyordu.
Kolcu, meydanın bir köşesinden minarenin şerefesini gözetlemekteydi: Pancar yaprakları arasında kaybolup giden küçücük çıplak ayakları
Işıldamakta ve çatırdamaktaydı gökyüzü. Değişik noktalara düşen dizlerine kadar çamura bulanmış, çamuıa gömülmüştü.
yıldırımların patlama şiddetiyle zangır zangır titremekteydi camlar. Tufan Yay gibi gerildi ve en kestirme yerinden tarlaya dalarak koşmaya başladı
günleriydi... Hafız. Topladıkları çamurla ağırlaşan eskimiş Çarıklarını topuklarından
Kısa süren korkutucu bir sessizlikten sonra Kızıltepe'nin doruklarında sıyınverdi ve daha hızlı koşmaya başladı.
beliriveren kurşun rengindeki bir bulut, bir hışırtıyla beraber, bir çığ gibi
büyüye büyüye köyün üstüne doğru ilerliyordu. Gökyüzü hafifçe aydınlandı 1241 ÜMRANİYE BELEDİYESİ HİKÂYE YARIŞMASI
ve boz bulanık dolu sağanağı bastırıverdi. Kiremitlerde ve camlarda ürkütücü "Baba koş!"
bir takırtıyla seken dolu tanelerinin kimisi neredeyse ceviz kadar iriydi. "Ne oldu kızım?"
Hafız minarenin şerefesindeydi. İnsanlar bulundukları noktalarda onu "Annemi yıldırım çarptı, baba."
izlemekteydiler. Sol elini iri dolu tanelerinden korumak için başına siper "Nerede kızım?"
etmiş; sağ elinin baş parmağı kulak memesinde, diğer parmakları ise açık ve "Koca meşenin altında."
gergin olduğu halde gözleriyle ufukları tarayarak ve dudakları devinerek ağır Balçığa dönmüş tarlaların içinden ayaklarını adeta kopara kopara
ağır dolanmaktaydı şerefeyi... yürüyorlardı. Bir soru zehirli bir burgu ucu gibi deşip duruyordu yüreğini:
Dolu sağanağı sürmekteydi. Yerler bembeyazdı; dallar kırık, yapraklar delik 'Öldü mü?' diye sormak için yekiniyor ama bir türlü soramıyordu. Kara bir
deşik ve perişandı. çiseye dönüşmüştü artık yağmur; oldukça seyrek ve zayıf. Toprak batak ve
Kolcu, ta minarenin altına kadar sokulmasına, var olan bütün dikkatini inatçıydı. Küçük bir sırtı aşınca koca meşe göründü; altında da yatay bir
kulaklarında toplamasına rağmen dolu tanelerinin oluşturduğu gürültü karaltı... 'Öldü mü?' sorusu yıldırım oluyor, yüreğine iniyor, şimşek gibi
sebebiyle hiçbir şey duyamıyordu. çakıyor ufak bir iç tufana dönüşüyordu... Bir kere daha sormaya yeltendi,
Hafız şerefedeki devri tamamladığında dolunun şiddeti azalmış, toprak dudakları devindi; ama birden vazgeçti. Üstelik kızı da hiç fark etmemişti
yüzeyinde birikenlerin kalınlığı iki parmağa yaklaşmıştı. bu girişimi. Belki de kendisine güç veren o küçücük umut kırıntılarını bir
Hafız caminin kapısından çıkarken her yanı sırılsıklam ıs- kelimede ve bir anda tüketmemek istediğinden böyle davranıyordu.
Gülizar'ın ufacık toparlak yüzü kıpkırmızı kesilmiş, solukları sıklaşmış,
AYŞEGÜL ÖZCAN DÜRÜLMEDEN ÖNCE | 123 düştü düşecek gibiydi ama çok yaklaşmışlardı meşeye.
lanmış bir vaziyetteydi. Gömleği omuzlarına ve sırtına yapışmış, paçalarından Belirgindi her şey. Meşenin iri gövdesinde yukarıdan aşağıya doğru
sular süzülüyordu. bıçak ağzı genişliğinde bir yarık oluşmuştu. Kabuk boydan boya kalkmış;
Şadırvan sergeninin altında bekleyen Kolcu uzaktan sordu: -Nasıl okudun ateş yanığı rengindeki yarık meşenin kalınlaşan köküne doğru inceliyor,
Hafız, Türkçe mi, Arapça mı?" Çelik gibiydi hafızın yüzü. açlarından, dipte iyice kayboluyordu.
sakallarından, yüzünün ve bedeninin her yanından sicim sicim, saçak saçak Kadın birkaç adım ötede sağ kolu üzerine yaslanmış, sol kolu sırtına
sular doğru sarkmış, ayakları karnına doğru çekilmiş bir durumda yatıyordu.
süzülüyordu. Başında siyah bir örtü, üstünde diz kapaklarının altına kadar uzanan
Kaşlarını çattı, gözleri kısıldı: bozarmış bir ferace; vücudunun alt kısmında, çoğunu feracesinin örttüğü,
"Bir çeşit okudum... Duyanlar duydu; duymayanlar artık hiç özgünlüğü anlaşılmayacak denli bir çok yerinden değişik renk ve
duyamayacak..." Sesi içli ve *itemkardı. Boğazında düğümlenen hıçkırıklarla desenlerde basmalarla yamanmış bol bir şalvar topuklarına değin
boğulacak gibiydi. "Ben bu işte artık yokum. Bakın başınızın çaresine!" inmekteydi. Çıplak ayakları toprakla kirlenmiş, narin ve zayıftı-
Hafız yürüdü; Kolcu bakamdı arkasından... Dolu kesilmiş, yağmur
başlamıştı; kısmen durulmuştu ortalık. 125
Evine doğru vakur adımlaıla yürüyordu Hafız; yağmur dam-lalarıyla AYŞEGÜL ÖZCAN DÜRÜLMEDEN ÖNCE
gözyaşları yanaklarında birbirine karışıyor ve sakallarına doğru süzülüyordu. Kınalıydı parmakları... Hafız büyük bir heyecanla eğildi gözka-klarını
Darmadağınık düşünceler, karma karışık hislerle yürüyordu... araladi; bakıyor gibiydi. Yavaşça yeniden yumuldu sözleri. Kulağını ağzına
Apansız kulaklarına erişilen bir sesle irkildi; silkindi, götürdü; dinledi. Bir şey anlayamadı. Bileğini tuttu; nabzını arandı, buldu.
dikkat kesildi. Çok seyrek ve zayıf olmasına rağmen kalbi çalışıyordu hâlâ. Bir hayat
"Baba!.. Baba!.. Koş baba!-" nişanesine rastlamıştı; sevinir gibi oldu. Umutları depreşti...
Pancar tarlaları tarafından geliyordu haykırışlar; kızının sesiydi bu, Eğildi; Gülizar'ın da yardımıyla kadını doğrulttular, oturur vaziyete
Gülizar'dı. Bir pancar tarlasının ortasında dikilmiş; bir yandan küçük elleriyle getirdikten sonra sırtını kadının göğsüne dayadı, onun kollarını kendi
omuzlarının üstünden aşırarak sıkıca kavradı, yekindi, doğruldu ve yürüdüler. olmuşlardı...
Sırtındaki ağırlık da eklenince tarlalardan yürümek neredeyse imkansız hale Bazı sürülerde oğlak ve kuzu telefatı olduğu da söylenmekteydi.
gelmişti. Hafız'ın çıplak ayakları dizlerine kadar yapışkan çamura batıyor, Hafız bir süre sonra kendini toparladı. İçeriden getirdiği yazmalardan
birini kurtarmak isterken diğeri daha derine saplanıyordu. Ama sırtında biriyle hanımının çenesini bağladı, bir başkasıyla da ayaklarını, yüzünü
taşıdığı cana ilişkin küçücük umut bir dev kuvveti veriyordu sanki... örttü. Daha önce hanımının dokuduğu bir çarşafı ayaklarını da kapsayacak
Tökezliyor, yıkılacak gibi oluyordu. Arada bir dizlerinin üzerine çöküyor, şekilde üstüne yaydı.
soluklanıyor; acele etmesi gerektiği düşüncesi yüreğini kavuruyor, iliklerine Bahçenin orasına burasına çardaktaki gülün dallarından saçılmış olan
değin bütün gücünü seferber ederek yeniden yürümeye koyuluyordu. Bulutlar katmerli pembe güllerin, gül goncalarının ve gül tomurcuklarının yeşil
gitmiş, yağmur dinmişti. Yıkanmış yeryüzü taze bir güneşle pırıl pırıl çimenler arasındaki perişan duruşları bu felaketin trajik yanını simgeliyor
parlıyordu. Son candaydı Hafız ve kan-ter içindeydi. Muştu olabilecek bir can gibiydi.
taşıyordu sırtında ve yüreğinde umut... Gülizar tam olarak izah edilmesi Diğerlerinin yardımıyla naaşı içeriye taşıdılar, tahta kerevetin bir köşesine
mümkün olmayan küçücük dünyasını taşıyordu, çamura gark olmuş incecik uzattılar.
zayıf ayaklarının üstünde... Suskundu.
Avlu kapısından içeri girdiklerinde Hafız'ın umudu da tükenmiş gibiydi; zira Ev tenhalaşmışti; akşam kasveti ve ıssızlığıydı gelmekte olan Babası
sırtında taşıdığı karısının başı da beline kadar sarkıyordu. Kiraz ağacının kandili hazırlarken, Gülizar, anasının yazmayla örtülü yüzüne başını
ardındaki sekiye yanaştı ve usulca uzatıverdi karısını. Çenesi açılmış ve iyice yaslamış ağlıyordu.
yana kay-mıştı. Önce çenesini düzeltti sonra iki yanına uzatmak için bi- İkindi vakti arada kaybolmuş gibiydi bugün. Ezanın okunmadığını çok az
'eklerini tuttuğunda acı gerçeği kaçınılmaz biçimde fark etti: Duz gibiydi insan fark edebilmişti. Afetin getirdiği dehşetle insanlar sarsılmış, şaşırmış;
elleri. Gözleri yumuluydu ve yüzünden kan tümden çekilmişti. Çok küçük bir ekinlerin en nazik zamanlarında vurulup yerle bir olması derin kederlere
umutla nabzını yokladı; biraz gömmüştü onları. Açlık kaygısı, sarmalına almıştı herkesi...
Ayşe tete, o gün, köye epeyce uzak bir tarlada mısır çapası yapmış; akşam
126 üzeri biraz çalı çırpı toplamış, eşeğin iki yanına yüklemiş ve yüklerin
ortasına da beş altı yaşlarındaki torunu Abdullah'ı oturtmuş olarak köye
ÜMRANİYE BELEDİYESİ HİKÂYE YARIŞMASI dönüyordu. Yukarı mahalleye ulaştıklarında, güneş, ardında engin bir
kızıllık bırakarak henüz batmıştı.
;EGÜL ÖZCAN DÜRÜLMEDEN ÖNCE Yolun sol yanındaki evin penceresinden bir kadın seslendi: "Ayşe Abla,
neredeydin sen? Olanlardan haberin yok mu?" Ayşe Tete yularını çekerek
127 eşeği durdurdu ve sesin geldiği tarafa döndü: "Hayırdır, Fatma!"
"Hayır mı, şer mi; nasıl desem bilmem ki." "Lafı çevirme de söyle, ne
oldu?"
"Sizin Hafız'ın karısı Hüsnüye'yi yıldırım çarpmış, Ayşe Abla!"
bekledi. Dizleri çözüldü, başını hanımının yüzüne yasladı; hüngür hüngür Hüzünlendi Ayşe Tete.
ağlamaya başladı. Gülizar, babasının ardından dolaşarak, anasının baş ucuna "Hasbünallah... İnna lillah..." diyerek Hafız'ın evine doğru yönlendirdi
geçti; o da başını anasının yüzüne yasladı. Ağlıyorlardı... eşeğini. Eşeğin üzerinde, semerin kaşlarına küçücük elleriyle tutunmuş
Neden sonra çevrelerine birikmiş olan insanları fark ettiler. Meseleyi olan torununun meraklı sorularını hiç duymuyordu bile.
öğrenmek isteyenlere kısaca "yıldırım" diyordu Hafız... Sol kulağının "Yıldırım çarpınca ne olur nene?"
arkasından boynuna doğru uzanan mor bir çizgi dikkatini çekti. Çenesinin Hafız, Ayşe Tete'nin kız kardeşinin oğlu olurdu. Belki kendi oğlunu
altından bağlanmış olan beyaz örtüyü çözmeye yeltendi; ama bir tereddütle zamansız kaybedivermesinden, Hafız'ı kendi oğlu gibi benimsemişti; onu
vazgeçti. Avluda toplanmış olanları gözleriyle süzdükten sonra örtüyü çözdü; çok sever, hıfzına ve ilmine çok saygı duyardı.
gerçek ortaya çıktı. Boynundaki birkaç altın kap kara kesilmiş ve gerdanına
kaynamıştı sanki... 1281 ÜMRANİYE BELEDİYESİ HİKÂYE YARIŞMASI
Güney mahalleden küçük Veli'nin yakınmaları duyuluyordu: "Mahvolduk, Eşeği avludaki kiraz ağacına bağladı, üstünden torununu indirdi ve
aç kaldık; tek bir başak kalmamış ekinlerde." seyirterek kapıdan içeri daldı. Kerevetin köşesindeki karaltıları zar zor fark
Gerçekten felaket yeni yeni fark ediliyordu. Yeşilden ayva sarısına dönmüş edebiliyordu. "Hafız!" diye seslendi. Gülizar yerinden doğruldu "Tete sen
olan ekinlerin yarı sertleşmiş tanelerle dolu başakları anız başlarından kopmuş misin?" dedi. Ayşe Tete köşeye doğru yürüdü; yerde boylu boyunca
saplarıyla kala kalmışlardı... Çağla kıvamındaki erikler, armutlar çoğunluk uzanmış örtülü bedeni seçmeye çalışıyordu.
yerlere saçılmışlardı... Nohutlar, mercimekler, fasulyeler yer döşek "Ne oldu anana, Gülizar?"
"Yıldırım" dedi, hıçkırarak, Gülizar, "Yıldırım çarptı, tete." sonra götürür, işrak vaktine kadar da defin işlerini bitirmiş oluruz,
Eğildi; yüzündeki yazmayı el yordamıyla sıyırdı ve yüzünü ayrımsamaya inşallah."
çalıştı. "Vay garibim, vay!" dedi ve oracıkta çö-melip ağlamaya başladı.
İç odadaki kalın taş duvarın ortasında iki yana bakan bir pencerenin dibinde 130
yanan bir kandilin ölü ışığı sızmaya başlamıştı kerevete... Köşedeki karanlıksa
hicran ve gözyaşlarını saklamaya çalışıyordu sanki... ÜMRANİYE BELEDİYESİ HİKÂYE YARIŞMASI
Neden sonra "Baban nerede Gülizar?" diye sordu, Ayşe Tete.
"İçeride namaz kılıyor, tete." iEGÜL ÖZCAN DÜRÜLMEDEN ÖNCE
Tam o esnada kapı açıldı ve elindeki kandille Hafız kerevete çıktı.
"Hoş geldin tete" dedi. Elindeki kandili yer ocağının üstündeki rafa koydu ve 131
teyzesine doğru yürüdü.
Bir şey söylemeden, Ayşe Tete Hafıza sarıldı; gürül gürül ağlamaya başladı.
Abdullah da onun feracesinin eteğine tutunmuş, olanlara anlam vermeye
çalışıyordu. Öylece kalakaldılar bir zaman. "Sala verilmeyecek mi, cenaze namazı kılınmayacak mı, oğlum!?" diye
"Vakit ilerledi; ben de orucumu açıp namazımı kılayım" dedi Ayşe Tete. şaşkınlıkla sordu Ayşe Tete.
"Bu arada ben de yemek için bir şeyler hazırlayayım sen kılana kadar" dedi "İnsanlara kırgınım, tete... Bu ezan meselesi çıkalı beri herkes bir mesafe
Hafız. koydu araya. Hani onlara da hak vermiyor değilim; çünkü bir korku, bir
Kerevetin ortasındaki sofranın etrafına sıralanmış olanlardan Abdullah'tan sindirilmişlik var herkesin üstünde. Ama bu kadarı da biraz fazla.."
başka hiçbirinin yeme isteği yoktu. Ayşe Te- "Sabretmeye devam edelim, Hafız."
Gece kahırla sürdü; Hafız Kuran-ı Kerim okudu, Ayşe tete kefen biçti,
AYŞEGÜL ÖZCAN DÜRÜLMEDEN ÖNCE | 129 ölüyü yıkadı, kefenledi, birinci şafağa kadar her şeyi hazır etti. Sonra o da
te bakır maşrapadaki s ayla iftar etmiş, açlığına rağmen boğazından lokma Kitabı aldı, okumaya başladı.
geçebileceğini düşünmüyordu. Sofranın üzerindeki dört kaşıktan ü;ü tertemiz "Ben artık gideyim" dedi Hafız.
beklemekteydi. İçine ekmek doğranmış olan sütU dolu derin tas, Abdullah'tan "Nereye oğlum!?"
başka kimseyi cezbetmiyordü... "Ezan okumaya, tete."
Hiç alışık olmadıkları ve ömürlerinde ilk kez duydukları çok tuhaf bir sesle "Nerede okuyacaksın?"
irkildiler: "Ardıç Tepe'de."
"Tanrı uludur, Tanrı uludur; yoktur başka tapacak..." "Hadi bakalım, Allah sesine kuvvet versin!"
Büyük bir şaşkınlıkla, Ayşe Tete, "Nedir bu, ne oluyor böyle?" diye sordu. Batı ufkuna doğru çekilmiş eski bir ay vardı gökyüzünde. Ardıç Tepe'ye
Hafız, derin bir kederle "Türkçe ezan dedikleri şey!" diye cevap verdi. çakılmış gibiydi. Köyün kurulduğu yamaca hakim bir noktaydı Ardıç Tepe.
"Sen bıraktın mı vazifeyi, Hafız?" Bir yanında köy, diğer yanında Sorgun Çay'ının aktığı derin bir vadi vardı.
"Bırakmak zorunda kaldım, dedi." Hafız. Köy tarafından gelen horoz sesleriyle, vadinin diplerinden yükselen çakal
Kısa bir suskunluktan sonra devam etti Hafız: ulumaları birbiriyle yarışıyor gibiydi...
"Dünyanın bütün hazinelerini ayaklarımın altına serseler gene de ben bunu Tepenin tam doruğunda birkaç dakika soluklandıktan sonra, Hafız, sesinin
yapamam... Hadiselerin cereyan şekli de haklılığımı gösteriyor ve fısıldıyor bütün gücünü toplayarak haykırmaya başladı. "Allahu ekber! Allahu
bana." ekber!"
Bir an gözleri köşede uzanmış naaşa gitti geldi. Şada vadiyi aşıyor, karşı tepelerde yankılanıyordu. Issız geceye yayılan
"Ama tete, şunu bil ki, ben sağ oldukça bu dağları, bu kırları ezansız ezan nağmeleri Hafız'ı duygulandırmış ve ağlamaya başlamıştı.
komayacağım... Onlar bildikleri gibi okusunlar; ben de dağda bağda, kırda Köye doğru inerken, kimi evlerde kandillerin ışıldamaya başladığını
derede bildiğim gibi okumaya devam edeceğim. Arz Allah'ındır, arzın her görmesi büyük bir gönenç oluşturdu gönlünde. Kuş gibi hafiflediğini
yanı da mesciddir. Minarelerde yasaksa, dağlarda değil ya!.." hissediyordu...
Gülizar ve Abdullah bulundukları yerlerde, hasırın üstüne kıvrılıp uyuya Tepeden birkaç yüz metre aşağıda, köylülerin 'harmancık'
kalmışlardı.
"Tete! Sen Hüsnüye'nin sandığına bir göz at! Önceki yıllarda kendisinin ,. e adlandırdıkları ufak bir düzlükte durdu ve köye doğru dönerek bu kere
dokuduğu bezlerden kefen yapılabilecek olanları bir kenara çıkar ve de sala okumaya başladı.
hazırlamaya çalış! "Esselatu vesselamu aleyke ya Resulallah..." sesi yanık, yaralayıcı ve
Yıkama ve kefenleme işini sabah namazına kadar tamamlanış ol! Namazdan hüzün doluydu. Gece renk atmış, boz bir aydınlık yayılmaya başlamıştı
doğu taraftan. dinlendiğini rivayet ederler...
Düzlüğün bir kenarına hırkasını yaydı ve namazını kıldı. Anlayamadığı bir Çok ilginç bir rastlantıyla, aynı gün, Kolcu Şerifin, afyonunu çok
durum vardı: O güne kadar kıldığı hiç bir namaz bu sabah olduğu kadar engin kaçırdığı bir şarap nedeniyle zehirlendiğini ve sarhoş öldüğünü anlatırlar...
bir huzur ve sekinet kaynağı olmamıştı. İlginç bir durum; son bir gün Sonraki yıllarda Hafız büyük bir titizlikle ve tutkuyla görevini sürdürdü;
içerisinde ard arda meydana gelen bunca musibetten sonra böyle bir sekinet, yüzlerce insana Kur'an-ı Kerim öğretti, onlarca hafız yetiştirdi...
böyle bir huzur!..
Bunun hikmetlerini düşüne düşüne eve ulaştı. Cenaze kefenlenmiş, AYŞEGÜL ÖZCAN DÜRÜLMEDEN ÖNCE
kokulanmış, bir çetin yolculuğa kamilen hazır edilmişti... Onlardan biri de, sonradan ismini 'Nedim' olarak değiştirecek olan,
Paylaştıkları yazgıyı, yoksullukları, çileleri ve sevdaları düşündü bir an; teyzesinin yetim torunu Abdullah idi.
küçük ölçekli depremler oluştu yüreğinde... Naaşı teyzesinin yardımıyla ***
tabuta yerleştirirken gözleri nemliydi Hafız'ın. ..Ve zaman, o engin mecrasında akıp giderken Abdullah büyüdü. Hafız
Evin içi kadınlarla, avlusu ise erkeklerle dolmaya başlamıştı bile. Molla Dayısı'nın taht-ı terbiyesinde iki yılda hafızlığını tamamladıktan sonra
Süleyman, Sarı Kadir, Sığırtmaç Recep... Köyün yoksul ve garip kesiminden değişik yerlerde Arapça , Fıkıh, Tefsir, Hadis, Siyer ve başkaca İslamî
birkaç erkek ile onların hanımları.. ilimler tahsil etti.
'Nereden haberleri olmuştu ki bunların, cenazenin işrak vakti Bu süreçte, Ayşe Tete yumurta sattı, yağ sattı, ineğini sattı, koyunlarını
defnedileceğinden?' Hafız kimseye sezdirmemeye çalışmış; buna rağmen sattı; en sonunda da var olan birkaç parça tarlasını sattı ve tümünü
sabahın çok taze bir vaktinde epeyce insan toplanmıştı. Abdullah'ın tahsiline harcadı.
Tabut avludan çıkarken herkesin gözü yaşlı yüreği bir parça yaslıydı; ama, Başkalarının tarlalarındaki artık başakları toplayarak elde ettiği
Gülizar'ın ayrılık ateşiyle kavrulan küçücük yüreğinden doğup gözlerinden buğdayların ekmeklerini yediği zamanlarda, artık Abdullah askerden
boşalan yaşlar ve boynunun büküklüğü herkesi bir kat daha yaralıyor ve gelmiş, bir kıyı kentinde imam olmuş ve zengin bir iş adamının kızıyla
derinden etkiliyordu. evlenmiş idi.
*** Birkaç yıl sonra, o kıyı kentinde Ayşe Tete biraz mutlu ama çok daha
Bu olaydan sonra, Hafız, toplumla ilişkilerini en aza indir- kaygılı öldü...
Abdullah imamlığın yanı sıra, kimi esnafın muhasebe defterlerini de
1321 ÜMRANİYE BELEDİYESİ HİKÂYE YARIŞMASI tutmaya başladı. Çok kısa bir zaman içerisinde bu işin bütün inceliklerini
di; bir bakıma, bir ipek böceğinin kozasına kapanması gibi kendi dünyasına kavradı ve küçük bir muhasebe bürosu kiraladı.
kapandı kaldı... Küçük bir tarla, bir at, birkaç koyun ve bir de Gülizar vardı İzleyen yıllarda, kayınpederinin ölmesiyle hatırı sayılır bir miras devraldı.
onun dünyasında yalnızca. Muhasebeciliğin yanında konut işlerine girdi ve imamlığı bıraktı.
Ezan vakitlerinde kırlarda ve dağlarda bulunurdu genellikle. Saati geldiğinde İşte tam o günlerde adını da değiştirdi; 'Abdullah' iken 'Nedim' oluverdi
uygun noktalarda; bazen bir tepede, bazen bir kaya veya bir ağaç üstüne çıkar, ve o zamandan beri de 'Nedim Bey' diye
ezan okurdu, hep büyük bir aşkla, hep aynı heyecanla. anılır oldu.
Bu durumunu şikayet edenler olduysa da yetkililer "meczuptur" deyip takibe ***
değer bulmuyorlardı. O, artık, kiminin nazarında bir 'deli', kiminin Artık pijamalarını giymiş, hanımından gece sütünü hazırlamasını istemiş
nazarındaysa 'veli' idi... ve yatmaya hazırlanırken birden kapı açıldı; gelen büyük oğlu Abdülkerim
Ama o her halükarda tetesini, tetesi de onu çok seviyordu. idi.
Yıllar geçip devran değiştikten sonra, ezan özgün şekline dönüştürüldüğü Abdülkerim saygın bir üniversitenin Felsefe bölümünde son sınıfı
yıllarda, ağaç minare yıkılmış, yerine tuğla bir minare inşa etmek zarureti okuyordu.
ortaya çıkmıştı. Toplanan yardımların, yapılacak minarenin giderlerinin ancak
yarısını karşılaya bildiği anlaşılınca yeni durumla ilgili sevinç ciddi bir ÜMRANİYE BELEDİYESİ HİKÂYE YARIŞMASI
inkisara dönüşüvermişti. Babasından oldukça farklı bir yapısı, farklı fikirleri, farklı bir dünyası
Ayşe Tete, Hızır gibi yetişmiş; yıllardan beri aklın alamayacağı özverilerle vardı onun.
biriktire geldiği parayı muhtara getirmiş; şartını söylemişti: "Minarenin son Varsa yoksa okumak, yazmak, sorgulamak, düşünmek, bazen günlerce
tuğlasına kadar ne masraf olursa ben karşılayacağım; ama bir dileğim var: Bu araştırmak... Ne şirket, ne servet, ne de siyaset onu çok fazla ilgilendiriyor
yeni minareden ilk ezanı Hafız okuyacak." demişti. değildi.
Öyle de oldu. Her yanı kitaplarla dolu olan odasına kapanır, bazen günlerce dışarıya
Gene bir ilkbahar gününde; Hafız'ın, yeni minarenin şerefesinden okuduğu çıkmadan bir şeylerle meşgul olurdu.
çok içli ve yanık o ilk ezanın yedi köyü uyandırdığını, yedi dağdan "Hoş geldin, filozof" dedi babası, "Hayırdır!? Gecenin bu saatinde!?."
"Hayır istersen, hayır tecelli eder baba... İşte sana altın bir fırsat... Geçen düzenlemek için...
hafta söylemiştim hani; şu yardım işi... Bu gece saat ikide, hazırladığımız Yeni yapının tam ortasında bir karanlık odada, karanlık
yardımlarla yüklenmiş yedi tır ile hareket edeceğiz. Ne zaman döneceğimiz de
beli olmaz." AYŞI
Bir an şaşırdı Nedim Bey. 136
"Ben çoktan unutmuştum o konuyu. Herkesin bir derdi var işte. Bu kongre
telaşı iyice sersemletti beni. Her ne ise! Kaç Dolar istiyorsun sen?" ÜMRANİYE BELEDİYESİ HİKÂYE YARIŞMASI
"Bilmem ki, baba. Senin gönlünden ne kopar acaba?"
Nedim Bey bir süre burnunu kaşıdıktan sonra EGÜLÖZCANDÜRÜLMEDENÖNCE
"Bir sürü masrafımız oluyor oğlum. Üstelik bu işe de fazla bel bağlamamak
gerekir." Kısa bir tereddütten sonra "Beş yüz Dolar nasıldır?" 137
Büyük bir hayal kırıklığıyla sarsıldı Abdülkerim...
"Bizim zekatlarımız beş yüz Dolar mı tutar baba!? Niye kendi kendini
aldatıyorsun. Altı dükkan, on bir konut ve şirketin on beş milyarın üstündeki
cari gelirlerinden senin zekat ve infak olarak ayırabileceğin miktar sadece beş odanın da tam ortasında altından bir boğa heykeli vardı... Boynuzunda da
yüz Dolar!.. Öyle mi?" Büyük bir üzüntüyle oturduğu koltuktan kcjktı ve bir yıldız...
kapıya doğru yürüdü. Salonun ortasında durdu, bakışları ayak uçlarına Günden güne semiren ve azgınlaşan bir altın boğa...
çakılmış gibi konuşmaya başladı: Soros, Maxwell, Mourdock ve onlar gibi başkaca bazıları, büyülü bir
"Çeçenistan'da insanlarımız tankhrın arkasında sürüklenirken, Filistin'de hayalin tam ortasından hep altın boğaya bakıyorlardı...
delikanlıların kollan taşlarla kırılırken, Bosna ...Ve Musa Tur Dağı'ndan asla bir daha geri dönmeyecekti...
Aşk, hikmet ve şiir hiç dönmemek üzere dolunaya taşınmışlardı...
AYŞEGÜL ÖZCAN DÜRÜLMEDEN ÖNCE | Kadim arz yorgundu. Zaman ırmağı akmaya devam ediyordu..
H rsek'te kadınlarımıza tecavüz edilirken... Ana karnındaki hebekler Doksan dokuzuncu yılıydı yirminci asrın, bin dört yüz yirmi, beş
süngülenirken... İnsanlarımız birbirinin etini yemeğe mecbur kalacak kadar Cemaziye-1 Evvel... Gecenin yarısıydı ve saat üçü dört geçiyordu...
açken... Senin gönlünden beş yüz Dolar koptu ha!.." Arz apansız ve müthiş bir sarsıntıyla sallandı... Deniz, nicedir, sinesini
Son cümlelerde sesine hıçkırıklar karışmıştı. Ağlıyordu; ağlayarak yürüdü. kaynatmakta olan ateşleri kustu ve kükredi... Gökler yarılır, güneş ve arz
Eli kapı kolunda olduğu halde; dürülür, yıldızlar dökülür gibi oldu... Apansız bir sayha ve müthiş bir
"Hakkınızı helal edin! Ben gidiyorum. Belki gelirim, belki de hiç gelemem sarsıntıyla sarsıldı her yer... Hayvanlar inlerinden, kuşlar yuvalarından
artık" dedi ve tam kapıdan çıkmaktayken annesiyle karşılaştı. O da ağlıyordu. kaçıştılar, korktular, dağıldılar; uludular, ağladılar...
"Birkaç dakika bekle Abdülkerim" dedi ve odalardan birine yöneldi. Bir süre ...Ve insanlar, hiçbir zaman hissetmedikleri kadar derin korkularla
sonra elinde bir poşetle geldi. Poşetin ağzını açarak oğluna uzattı. "Al bunları uyandılar, ürperdiler, titrediler, "Ne oluyor?" dediler.
götür yavrum. Bunların tamamı bana aittir... Allah yardımcınız olsun." Poşet Nedim Bey de büyük bir korkuyla uyandı. Karanlıktı her taraf. Çok ağır
neredeyse yarıya kadar bilezik, külçe altın ve küçük altınlarla doluydu. bir yükün altında ezilmekte olduğunu hissetti, belli belirsiz. Demir
"Anacığım..." dedi ve sıkı sıkı sarıldı anasına. "Hakkını helal et!.." soğukluğunda bir cismin ayağını ortasından ikiye böler gibi olduğunu
"Helal olsun yavrum. Sen de helal et!" Ağlaştılar, koklaştı-lar bir zaman. ayrımsadı büyük bir acıyla. Soluk almakta zorlanıyordu ve ayağındaki acı
Sonra yürüdü Abdülkerim. Yürürken, anası, o, sokağın öbür ucunda dayanılamayacak kadar şiddetliydi. Bilinci geldi gitti bir kaç kez. Kısa bir
kayboluncaya kadar arkasından uzun uzun baktı... süre sonra tümden gitti ve yitti bilinci...
Bir uluslararası örgüt olan 'Mazlum Toplumlara Yardım Demeği'nin bölge Birkaç saat sonra, kahırlı gece şafağa ulaştı ve güneş, harabeye dönmüş
sorumlusuydu Abdülkerim. onlarca kenti ve kasabayı bir bir ortaya çıkardı.
Sorumluluğunun bilincini iliklerine değin hissediyordu ve yürüyordu geceye
karşı... Bir hafta kadar sonra, başka bir kentin hastanelerinden bi-• de Nedim Bey,
##* bir dostu aracılığıyla, her şeyini nasıl kaybettiğini bütün ayrıntılarıyla
Kentler kutsuzdu; insanların bir kısmı bir şehvet ve hırs burgacında ağlayarak öğrendi. Kendisininse nasıl olup da kurtulabildiğini bir türlü
kendilerini küçücük tanrılara dönüştürmeye çalışıyordu ve gece kahırlıydı, öğrenemedi ve belki hiçbir zaman da öğrenemeyecekti.
şafağa doğru yürüyordu. ...Ve Nedim Bey, bir gece hastaneden sessizce ayrılıverdi...
Deniz dalgın ve durgundu... Gökyüzüne bakıyordu... Ardında artık asla görmek istemediği bir kent ve asla anmak istemediği
Duvar ustaları çalışmaktaydı; dünyayı yeniden yapılandırmak, yeniden zamanlar bırakarak dağlara, dağların ardında saklanmış köyüne doğru yola
çıktı... Kesilmiş bir ayakla dağlara yolcu olmak çok zordu; ama zorunluydu Salonun perdelerini çekti. İçerisi bayağı karardı. Birden, Sevda'ların
yürümeye... geleceğini hatırladı. Mutfağa yöneldi. Işığı yaktı. "Sevda, Sevda'm, canım
Kadim arz yorgun olmasına rağmen zaman ırmağı akmaya devam ediyordu... kızım" dedi. Sevda evleneli birkaç ay olmuştu. O gittiğinden beri kendi
Ayşegül Özcan kendine konuşması artmıştı Kebîre'nin. Eşyalarla ve çiçeklerle bile
1982 yılında Bilecik'in Şükraniye Köyü'nde doğdu. İlkokulu da aynı yerde konuşmaya başlamıştı. Yalnızlık, kendi kendine konuşmanın, eşyaları
okuyan Özcan, Bozöyük İmam Hatip Lisesi'nden mezun oldu. Şu anda insanlaş-tırmanın bir başka adı mıydı ne? Sevda gidene kadar, hiç yalnız
Anadolu Üniversitesi Dil Meslek Yüksekokulu İngilizce Tercümanlık kalmamıştı. Kayınvalidesi ve kayınpederiyle oturmuşlardı uzun yıllar.
Bölümü'nde hazırlık sınıfı okumakta- Onların ölümünden sonra bu evi almıştı Erol. "İstediğin yerde olsun."
demişti. "İstediğin gibi döşe..." Sev-da'yla döşemişlerdi. Sevda, neleri
GELİNCİK sevdiyse onları almışlardı. Evi ne güzeldi!.. Her şeyde Sevda'sı vardı.
FATMA KÖRPELİ Güzel kızı. Onun hayatı gönlünce başlamıştı. "Hep öyle olur inşallah!" diye
Elindeki kitabı masaya bıraktı. Kitabın kapağına baktı. Masmavi bir deniz... dua etti kızına.
Yüzen bir yelkenli... Yelkeni, beyaz bir gül... Tepede Güneş, sarı mı sarı... Odalardan biri Erol'un çalışma odası idi. Bugün, o kitabı çalışma
Gökyüzü denizden daha açık tonlarda mavi... Martılar uçuşuyor... "Martısız masasının üzerinde bulmuştu. Erol, hiçbir zaman kitaplarından birini
olmazdı bu tablo." dedi kendi kendine Kebîre. "Rüya gibi bir kapak." Gözleri, getirip okumasını istemek şöyle dursun, kapak resimleriyle ilgili fikrini bile
gülden yelkenliye takıldı. Yüzündeki hüzün, dudaklarında hıçkırığa benzer bir sormamıştı. Elini çabuk tutmalıy-
sesle akşamın odaya çöken karanlığına karıştı: "Bir Gül Hatırlar Gibi... Bir
Gül Hatırlar Gibi... Bir Gül Hatırlar Gibi... Erol Sırlı, kocam... Erol Sırlı FATMA KÖRPELİ GELİNCİK |
benim kocam... Yazar... Bu romanı O yazdı..." Yüreği yanıyordu. Sabah Buzdolabına uzandı. Daha önceden hazırladığı köfteleri çı-dı öyle zor
başlamıştı romanı okumaya. Hayır, okumamıştı. Nefes nefese kelimelerin hareket ediyordu ki... Sanki, bir kerpeten bü-.. gUCünü söküp almıştı.
ardından koşmuştu, kalbi acımıştı, ağlamıştı, öfkelenmişti, bazen kendine, Isıtılacak yemekleri çıkardı. Ocağı vakti. Tavayı ocağa koydu, ardından
bazen kocasına "ah" etmişti. tavaya yağ döktü. Köfteleri kızartmaya başladı. Kayınvalidesini hatırladı.
Bakışları, kitabın kapağına takıldı kaldı. Romanın adı ve yazarı kırmızı İlk köfte yaptığında, "Erol köfte sevmez. Üçümüze göre kızart." demişti
renkte yazılmıştı. Ne kadar dikkat çekici idi. Mavi, beyaz, kırmızı, sarı ve Kişi başına sayıyla kızartmayı kayınvalidesinden öğrenmişti. "Neyi ondan
tonları... Kocasının renkleri... Kitabın kapağını gördüğü an birden çarpılmıştı. öğrenmedin ki... Onun ocağına düştüğün gün, bütün bildiklerini unuttun.
Gün boyu yemek yemeden, telefonlara bakmadan okumuştu beş yüz sayfalık Bilgin, onun bilgisi oldu hep." diye söylenirken bir yandan da köfteleri
romanı... Bir kitap kapağı, insanı ilk anda bu kadar etkileyebilir miydi? Hâlâ çeviriyordu. Hareketleri mekanikleşmişti. Düşünmeden el yordamıyla
esrikti Kebîre... Geçmişi, bendi yıkılmış birbara-]in suları gibi hızla üzerine yapıyordu her
geliyor, bu taşkını nasıl kucaklayacağını bilemiyordu... Çaresizlikle pencereye şeyi.
doğru baktı. Hava kararmıştı. Batan güneşin kızıllığı, karanlığa el veriyordu. Kocasıyla ilk karşılaştıkları güne gidiverdi birden. Yüzünü, tatlı bir
Pencereye yaklaştı. Uzaktan deniz görünüyordu. Kırmızı, ma-Viı turuncu ve tebessüm bir anda okşadı geçti. Köfteleri tavadan aldı, ocağı söndürdü. On
mor renkler denizin üzerinde oynaşıyordu. Ne güzel bir vakitti, akşam vakti... sekiz yaşındaydı. Annesi öleli altı yıl olmuştu. Babası da hastaydı. İki
Kocası bir yazısında "Dört yer- oğlunu evlendirmiş, iş güç sahibi etmişti. Ölmeden bir de kızının
mürüvvetini görseydi. "Gördün!" dedi salonun lambasını yakarken. Sonra
140 masadaki kitaba uzandı. "Erol Sırlı, sarışın ince delikanlı ne çok sıkılmıştın
ÜMRANİYE BELEDİYESİ HİKÂYE YARIŞMASI beni istemeye geldiğiniz o gece." Kahve verirken bakmıştı yüzüne. Ve o
de güneş bir başka batar." diye yazmıştı. Oralara gitmediğini düşündü. "Erol, yüzü sevmişti Kebîre... Hâlâ da seviyordu... Sevmeseydi ne olacaktı ki!..
hep yalnız gezerdi... Yazdıklarını yalnız yaşardı." dedi kendi kendine. Ailesi nasıl olsa onu birine verecekti; bu ince, sarışın delikanlı düştü
Hatırlamaya çalıştı güneşin en güzel battığı yerleri şöyle diyordu Erol o zamanın sarkacından... Kebîre de talihini sevdi... Erol üniversitede
yazısında: "Bodrum'da, güneşi kalenin tam solundan batıracaksın. okuyordu. Ailesinin durumu iyiydi. Babası tuhafiyeciydi. Kale İçi'nde
Pamukkale'de, tra-vertenlerde batıracaksın. İzmir'de, Konak'tan bir vapura cumbalı, atadan kalma bir evleri vardı. Şu fanî dünyada bir de bu sarı
atlayıp, Karşıyaka'ya geçerken denizden batıracaksın. Ama, en güzeli oğlancıkları... Birlikte oturacaklardı. Masadan aldığı kitabı çalışma odasına
Gemlik'te... Sahildeki çay bahçesine oturup bir elinde çay bardağın, gözlerin götürdü. Çalışma masasına, aldığı yere bıraktı. Kahveyi bile içemedin o
uçuşan martılarda güneşi denizin tam ortasında batıracaksın. Martılar olmadan gece. Anlatamadıklarını bu kitaplara yazdın hep!" diye söylenerek salona
olmaz, martılar uçmadan da olmaz. Bir tek, martıların lacivert-mavi ya da doğru yürüdü.
kırmı-zı-bordo billur damlalar halinde uçtuğunu Gemlik'te, sadece kıyıdaki o Masadaki vazoyu ve dantel örtüyü kaldırdı. Dertsiz masa °rtüsü dedikleri
çay bahçesinde birkaç dakikalık zamanda yakalayabilirsiniz." beyaz örtüyü örttü. Hatıralar alabildiğine hü-
giderdi. Tezgâhta durmayı hiç sevmedi Erol. Babası, huyunu bildiği için
ÜMRANİYE BELEDİYESİ HİKAYE YARIŞMASI sadece muhasebe işlerini yaptırır, böylece dükkâna ısınmasını beklerdi. Ne
cum ediyordu. Yine o güne gitti. Gizliden, sarı oğlanı seyretmişti. O kadar de olsa bu dükkân, çift çubuk hep ona kalacaktı. Oğlu gönülsüz olsa da
sıkılmıştı ki sarı oğlan, göğsü bir balon gibi şişmişti. "Ah! Bir iğnem olsa da alışsın, sahiplensin isterdi. Evlendikten sonra, bir ara babası hastalandı.
patlatsam şu balonu." diye gülmüştü yengesine. "Evlenince sıkıntı mıkıntı Dükkânı Erol açmak zorunda kaldı. Kebîre de yardıma gitti. Çatalları
kalmaz." demişti yengesi. Oysa, balon birkaç sene sonra bir yanardağa döndü. yerleştirirken: "Ne iğreti duruyordun tezgâhın arkasında Erol Uslu." diye
Dışı güllük gülistanlık, içi alevli korlar ülkesi... Kayınvalidesi "Müsaade gülerek kocasının gençlik hayali ile konuşuyordu. "Hiç ellerin
ederseniz, Erol'u gönderelim." demişti de balon patlamaktan kurtulmuştu o yakışmıyordu düğme kutularını açmaya; dantel yumaklarını torbalardan
gece. Annesi "Utangaçtır, pek sıkılır kalabalıktan" diye ilâve etmişti. "Bugüne çıkarıp uzatmaya; kurdele ölçüp kesmeye; kadınlara ço-raP, uzatmaya..."
kadar hiç değişmedi bu hali. Neyse ki hiç yanımızda patlamıyor bu balon, bu Kadınlara da bir şey beğendirmek kolay de-
yanardağ!" diyerek tabaklan masaya diziyordu. Onun bu halini iyi bellemişti
Kebîre. Başkaları gibi kızmaz, bağırmaz, vurmaz, öte beriye zarar vermezdi. ÜMRANİYE BELEDİYESİ HİKÂYE YARIŞMASI
Kaçardı... Yalnızca kaçardı... Balonun büyüklüğüne ve doluş sebebine göre ğildi ki... Bin tane çıkarttırıyorlar, bir alıyorlardı. Yahut da "Beğenmedim,
birkaç saatten, aylara uzayan kaçışlar... Zamanla bu kaçışlara alıştı Kebîre. aradığım siz de yok!" deyip çekip gidiyorlardı. Topla bakalım tezgahı. Bu
Yanardağa döndükten sonra kaçmalara, yazmalar eklendi. Yazmak da bir çeşit iş Erol'a göre değildi. Kebîre bunu anlamış, tezgah işini kendi yüklenmiş;
kaçmaktı. Günlerce bürodan eve gelmeden yazar, yazar, yazardı... kasayı Erol'a bırakmıştı. Böylece, sessizce iş bölümü yaptılar.
Erol'un ilk gidişi evlendiği geceydi. Kayınvalidesi "Merak etme kızım" Babası okul bitiminde işini biricik oğluna bırakmak istemiş, Erol
demişti. "O bunalınca biraz gider, bununu atar gelir. Kötü bir şey yapmaz. Hiç susmuştu. Baba biraz diretince, bizim balon evden uçtu... Anneyle baba
aklına olmadık şeyler getirme, şüphelenme, üzülme. Vesvese; hayatı, dirlik yine merak etmedi oğullarını. "Üzülme kızım, gelir!" dediler. Bir hafta
düzenliği mahveder. İlk okuldaydı Erol. Bir gün eve gelmedi. Nasıl merak geçti yok, bir ay geçti yok, iki ay geçti yok... Üzülmenin ötesinde, Kebîre
ettik. Aradık taradık yok. Polise haber verdik. Ne zor gündü evlâdım bir hayatını yoklamaya başladı. Kayınvalidesi ve kayınpederi "Nasıl olsa gelir,
bilsen! O günkü üzüntüm bir ömür boyu, hem sana hem de bana yeter. aklına kötü şeyler getirme, gelir nasıl olsa gelir..." diye teselli ettiler. Sevda
Gecenin bir yarısı polisler eve getirdi. Sahile gitmiş. Martıları simitle daha doğmamıştı. Baba arzusuna "hayır" diyememe-nin, diretememenin
beslemiş. Sonra da uyuya kalmış. O gün bu gündür sahile pek sık gider, balık yolunu kaçmakta bulmuştu kocası... Peki, ya o ne yapmıştı? Neden karısını
tutar, martıları yemler. Kocaman adam oldu hâlâ kâğıt gemiler yapar, denizde cezalandırıyordu? Hiç mi onu düşünmüyordu? Bir ömür böyle mi olacaktı?
yüzdürür. Denizi seyreder. Eskiden 'Ben bir kaptanım.' derdi. 'Donanmamı Bugüne ka-dar üç gün, beş gün en fazla bir hafta ortalardan kaybolmuştu.
kaybettim. Bir gün gemilerim gelecek diye sahilde bekliyorum.' Bazı geceler Hiç bu kadar uzamamıştı. O zamanlar okulu vardı. Dersler, kitaplar,
dolunay seyrine çıkar, sınavlar belki o yüzden. Artık okul bitti, hürdü kocası, istediği kadar
gidecek miydi? Bunalımı nasıl geçecekti? Hiç bir şey konuşamıyorlardı
FATMA KÖRPEÜ GELİNCİK I 143 Erol'la... Kayınvalidesi ve kayınpederini de anlayamıyordu. Bu kadar
, eÇ gelir. Bazen yukarıda cihannümada dalar gider. Hele soğukkanlı oluşlarına akıl erdiremiyordu. Kendisine bir şey
. je ay denize şavklanmışsa zor ayrılır sahilden. 'Ay delisi' söylemiyorlardı. Yaşadıkça öğreniyordu. Daha nelerini öğrenecekti bu
,. takılırım ona... Çocukluk işte... Ne zaman merak ettiysek adamın!...
ahilde bulduk. Vazgeçiremedik, biz de alıştık gitti. Şimdi de Ne yapmalıydı? Hayatın başındaydı daha. Ailesinin yanına mı
sahildedir. Birazdan gelir. Utangaçtır bilirsin, biraz sıkıldı." dönmeliydi? Babası evlendikten birkaç ay sonra ölmüştü. Kızının
Utangaç mıydı kocası bir türlü anlayamadı. Tam yirmi beş yıldır evliydi. Pek mürüvvetini gören bir babanın huzuruyla eşinin yanına göçtü gitti. Anne,
çok şey sıkardı kocasını, patlayacak gibi olurdu ama utanmak başka, sıkılmak baba yok; gidecek bir ev yok! Ağabeylerinin yanına gitmek, yengelerinin
başkaydı. Sıkılmakta tahammülsüzlük vardı. Utanmakta ise varlığın içe yanında sığıntı olmak, buradaki hayatından farklı mı olacaktı? Evet, bir yol
çekilmesi... Erol, o kadar özeldi ki tahammül edemediği kişi, olay ve daha vardı. Çalışmak... İlkokul mezunuydu. Yirmi yaşına bile gelmemiş,
durumlardan hep kaçardı. Komşular mı geldi, bunaldığı an ayıp bilmez, kusur eşinden ayrılmış bu genç hanıma bu küçük şehirde ne iş ola-
bilmez; kaçardı... "Allah'a ısmarladık" bile demeden evi terk ederdi. Babasının
beklentileri ona uymadı mı evi terk ederdi, "Hayır" diyemezdi. Kendini FATMA KÖRPEÜ GELİNCİK | 145
savunmazdı, düşüncesini beklentilerini anlatmazdı; giderdi... Önce anne ve Lit'rdi? En 'y* i§ °'sa °'sa k'r dükkanda tezgâhtarlıktı. Kayın-derinin
babası, daha sonra Kebîre, Erol'a alıştılar... Başka ne yapılabilirdi ki... dükkânında, zaman zaman Erol'la çalıştıkları için tezgâhtarlığın nasıl bir iş
Evlendikten bir buçuk yıl sonra Erol üniversiteyi bitirmişti. Muhasebe olduğunu biliyordu. Kayınpederi tezgâhtar çalıştırmazdı. Her işini kendi
bölümü mezunuydu artık Erol. Babasının defterlerini tutardı. Ayrıca masraf yapardı. Yılda bir iki kez de kayınvalidesi ile birlikte dükkânda büyük
etmezdi babası. Tatillerde bazen, babasının isteğine boyun eğer dükkâna temizlik ve düzenleme yaparlardı. O yüzden, tezgâhtar bir kızın ne işler
yapabileceğini düşünebiliyordu. Günlük temizlikler, müşterilerle ilgilenme, saklambaç oynarlardı... İşte bu evi, çekip çeviriyordu Kebîre... Ona en zor
çay-kahve gibi ayak işleri de hep tezgâhtarların işiydi. Aldığı ücretle bir ev gelen sürekli merdivenlerden inip çıkmaktı. Ne de olsa bu evin geliniydi,
tutup kirasını ve diğer ihtiyaçlarını karşılaması da mümkün olacak mıydı? zora katlanacaktı. Erol, eş seçmemiş; annesi ve babası kendilerine gelin
Tezgâhtarlık dışında bir de gündeliğe gidebilirdi. Bilmediği evlere... Yirmi getirmişti.
yaşında bile değildi. Hayat ne kadar ağırdı. "Erol âh Erol!" diye yüksek sesle Yine yüksek sesle konuşmaya başladı ekmek sepetini ko-
iç geçirdi salataya sos dökerken. Masaya şöyle bir baktı "İşini de iyi
yapıyorsun Kebîre." dedi. "Suyu bardaklara doldurmayı unutma!" FATMAKÖRPELİ GELİNCİK |1
Peki buradaki hayatı nasıldı? İlk kez o zaman, bir buçuk yıllık evlilik arken: "İşte, o gün başka evlerde çalışacağıma burada çalışacağım.
hayatının hesabını yaptı. Topladı, çıkardı, çarptı, böldü... Sonuç hep, bu eve Kendimi bu evde bir işçi görüp öyle yaşamaya alışacağım dedim ve
mahkûmiyetti. Gözleri dolmuştu çaresizliğine... Ne zaman çaresiz kalsa, becerdim. Becerdim ama neyi? Robot gibi yasamayı, beklememeyi,
annesini düşünürdü. Yardımına koştuğunu sanırdı annesinin. Onun hayaliyle vermeyi... Evet vermeyi, bütün beden gücümü vermeyi... Hem ailesi hem
konuşurdu. Aslında hayali konuşturan da kendisi değil miydi? Annesi, de Erol, benden bunun dışında hiç bir şey istemedi. Hele Erol, hiç bir şey
"gelinciğim" diyordu. "Gelincikler yadda yabanda biter, zor yerlerin çiçeğidir. istemedi... Bugüne kadar 'Bir bardak su verir misin?' bile demedi."
Hemen ölür derler, inanma! Zor olan yabanda, tarlada çiçek olmaktır. İki buçuk ay sonra, bir akşam üstü kapı çalındı. Erol'u karşısında görünce
Süslemektir gülün, sümbülün süslemediği yeri... Nasıl da yaraşır o dağlara, şaşırmıştı Kebîre. Gelişine değil daha çok tavrına. Erol, sanki sabah evden
tarlalara, yollara gelincik... Ha gayret gelinciğim!.. Baban "Kebîre" dedi sana işine gitmiş, akşama da evine dönmüştü. "Merhaba!" dedi, ayakkabılarını
büyüklük, ululuk sahibi olasın diye... Ha gayret gelinciğim, becereceksin çıkardı. Sonra da "Ne yemek var?" diyerek merdivenlere doğru yürüdü.
yaşamayı!.." Eve her geldiğinde "Ne yemek var?" derdi. "Ne pişirdin?" demezdi. Sanki
O gün Kebîre, bu evde kalmaya karar verdi. Erol bilmese de kader rüzgârı, eve geldiğinde bir şey söylemiş olmak için bu cümleyi bulmuştu.
kızıl yapraklarını uçursa da o yeşil yaprakları, ince gövdesiyle toprağına Bazen "Yemekte ne var?" sorusuna olmadık cevaplar hayal ederek, oyun
sarılacak, her bahar taptaze açılıyı becerecekti... Değil mi ki o sarı oğlanı oynardı Kebîre... Abuk sabuk bir sürü yemek isimleri bulur, uydurur, için
sevmişti!.. Sarı için gülerek işlerini yapardı. Hem güler hem de hayalindeki Erol'a bu
isimleri sayar dökerdi: Kuru köfte, çiğ köfte, mercimekli köfte, Adana
146 köfte, ekşili köfte, içli köfte, kadınbudu köfte... Aman, ne çok köfte vardı.
Fakat, Erol köfte sevmezdi. Bazen, tuhaf Fransız yemekleri isimlerini,
ÜMRANİYE BELEDİYESİ HİKÂYE YARIŞMASI Japon yemek isimlerini söylemeyi düşünür, kocasının nasıl tepki
oğlan bilmese de... İki yaşlı insana ömürlerinin ahirinde bir evlât, bu koca evi vereceğini hayal ederdi. Mutlaka kaçıp giderdi ya da susar şaşkın şaşkın
çekip çeviren bir gelin olmayı o gün kabullendi. "Bu ne diyor?" gibisinden yüzüne bakardı. İlkokul mezunu Kebîre kim,
O zamanlar cumbalı bir evde otururlardı. Evin cumbası sokağa bakardı. Fransız, Japon yemek isimleri kim!.. Böyle oyun oynadığı bir gün, o
Cumba penceresinden bakınca sokak kapısı görünürdü. Avlusu arka olmadık kurt içine düşüverdi: "Hadi dene! Ne yapacak bakalım! Hadi,
taraftaydı. Duvarları, insan boyunun iki katından fazlaydı neredeyse. Avluda hadi!.." deyip durmaya başladı.
bir asma çardağı, birkaç meyve ağacı, az da olsa çiçek ve sebze tarhları vardı. Kayınvalidesinin ve kayınpederinin olmadığı bir gün bütün hamaratlığıyla
Bahçe kayınvalidesinin, ev Kebîre'nin, dükkân kayınpederinindi... Giriş beş çeşit köfte yemeği yaptı. Güzel bir sofra hazırladı. Erol'un erken
katında eskiden sağda ve solda haremlik ve selamlık denen odalar varmış. geldiği nadir günlerden biriydi o
Daha sonra bunlardan sağ taraftakini tuvalet ve banyo, sol taraftakini
kömürlük olarak kullanmaya başlamışlar. Kışın, bahçeden odun ve kömür 1481 ÜMRANİYE BELEDİYESİ HİKÂYE YARIŞMASI
taşıma zorluğundan Kebîre böylece kurtulmuştu. İkinci katta geniş bir sofa gün. Malûm soru "Yemekte ne var?" Kebîre başladı saymaya: Sulu köfte,
vardı. Sofaya beş tane kapı açılırdı. Kebîrelerin odası, kayınvalidesinin odası, köfteli pilav, köfteli oturtma, köfteli mantar, iç]j köfte... Bir köfte tatlısı
misafir odası ve mutfak. Daha sonra misafir odası Sevda'nın oldu. Beşinci yoktu... Ve kocası hiç tepki göstermedi. Ne şaştı ne de kaçtı. Hayır, hayır
kapı bir merdivene açılırdı. Merdiven, kayınvalidesinin cihannüma dediği üç aslında kaçtı. Bir başka türlü kaçtı. "Ne güzel yemekler yapmışsın ama,
tarafı pencereli küçük bir odaya çıkardı. Çatıdaki küçük odaydı cihannüma. ben bugün arkadaşlarımla dışarıda yemek zorunda kaldım. Sonra çayı
Oradan şehri seyretmek ne güzeldi... Karşıdan, uzaktan da olsa deniz el birlikte içeriz." dedi. Kebîre'nin yüzüne şaşkın şaşkın bakmadı. Gerçekten
sallardı. Sağ taraftan yemyeşil dağlar selâm verirdi. Ve, çatılar. .. Bol bol, karnı tok muydu yoksa, köfte oyununa mı gelmedi? İstemediği bir şeyi asla
renk renk, çeşit çeşit çatılar... Kebîre en çok ci-hannümayı severdi. Erol'un yapmıyordu. Erol, işte böyle bir adamdı...
kitaplarının çoğunu burada okumuştu. Bu evde en çok sevdiği şeylerden biri Peki, evlenmelerine nasıl boyun eğmişti? O zaman da kaçmış mıydı?
de gömme dolaplardı. Her odanın bir duvarı gömme dolaplıydı. Oymalı tahta Yoksa öğrenci olması maddi yönden bağımlılığı mı onu mahkûm etmişti?
dolap kapakları ve raflar ne hoştu... Sevda büyürken bu dolaplara saklanır, Erol'u tanımıştı Kebîre, "Asla muhtaçlığı için evlenmedi benimle... O
paraya hiç boyun eğmedi. Beş parasız çok gittiği olmuştu. Büroyu bile defter Giyimi bile spordu. Forma gibi hep kot giyerdi. Değişik model ve renkte
tutarak açtı." diye küçük bir saksı Afrika menekşesiyle konuşur buldu kendini. de olsa hep kot... İçine çizgili veya kareli gömlek. Erol'u hiç takım
Bir saksı mor-beyaz ebruli çiçeklerle doluydu. Sevda, "Çiçeksiz sofra olmaz." elbiseyle görmemişti. Kot takım dışında... Sevda'nın düğününde bile kotlu
derdi. Saksıyı masanın tam ortasına yerleştirdi. Yine annesi geldi aklına. O da: bir kayınpederdi Erol... Kebîre için hiç zahmetsizdi bu giyim tarzı. Yıka,
"Sofra tatlısız olmaz." derdi. Her öğünde sofranın tam ortasına bir tatlı tabağı giy; gömlek dışında ütüye gerek yok!
koyardı. Kimi zaman pekmez, kimi zaman baklava, kimi zaman bal kabağı, Eşi, "iyi kadındı. Bir gün "öf" bile demeden anne babasına tahammül
ama mutlaka bir tatlı... Annesiyle Sevda arasında sofralarında her zaman ediyor, evi çekip çeviriyordu. Kendi bile ne kadar çok evden uzaklaşma
bulunan özel bir şey olmadı... Kayınvalidesini de böyle bir şeyle hatırlamak ihtiyacındayken, bu kadın hep o iki yaşlıyla beraber." diye düşünüp insaf
isterdi. O sabrı ve vesveseyle baş etmeyi öğretmişti... mı ediyordu ne?
Eve dönüşünden sonra babası bir daha "Birlikte çalışalım, dükkânı sana Sevda beş yaşlarındayken Erol, özellikle pazar günlerini evinde
devredeceğim." gibi isteklerde bulunmadı. Erol, defter tutmaya başladı. Önce geçirmeye başladı. Mümkün olduğunca o gün kızıyla ilgileniyor, gezmeye
küçük bir yazıhane açtı. İş-leri çoğaldıkça yazıhane birkaç çalışanı olan çıkıyorlar ya da kitaplarını evde okuyor, yazılarını evde yazıyordu.
büroya dönüştü. Bir müddet sonra Erol, patron oldu. Patron olduktan sonra, "Yazar kocam" dedi boş salata kâsesini mutfağa götürürken. "Bu romanı
artık eskisi gibi kaçmıyordu. Kaçmalarının adının değiştiğini biliyordu patlayacak, edebiyat dünyasını alt üst edecek, ilk beni patlattı..."
Kebîre: Uzun iş seyahatleri, iş yemekleri, iş toplantıla- Kâseye deterjan döktü, köpürttü, sonra duruladı. Yerine yerleştirdi.
Mutfaktan çalışma odasına yöneldi. Masada duran romanı eline aldı. Sonra
FATMAKÖRPELİ GELİNCİK | duvarlara gözü takıldı, ne kadar çok kitap vardı. Odanın duvarlarını
voğun olan işlerin sabahlara uzaması gibi adlar daha masum ve daha çevreleyen kütüphane kitaplar, dergilerle doluydu. Çalışma masasının tam
makûldü. Yazarlığın da devreye girmesiyle konferanslar, kitap tanıtım karşısında bir müzik seti, yanında yığınla kasetler ve CD'ler vardı. Erol,
toplantıları, imza günleri arttı. Olsun, artık Sevda vardı. müzik dinlemeyi severdi. Sonra gözü Erol'un kitaplarına takıldı. Araştırma
Sevda deyince birden "Ne kadar geciktiler" diye düşündü Kebîre. Saate kitapları, deneme ve gezi kitapları... Yerde de bir sürü dergi. Dergilere de
baktı, sekizi geçiyordu. Kızını evden aradı, cevap vermiyordu telefonu. Sonra zaman zaman yazardı.
cep telefonundan aradı. "Bir Gül Hatırlar Gibi" diyerek elinde romanla salona geçti. Pestil
- Anne, merhaba! Hayrola bir şey mi oldu? diye telaşlı sesi geliyordu gibiydi... Canı yoktu sanki. Eklemlerini tutan o şey neyse erimişti,
Sevda'nın. kemiklerini sadece derisi tutuyordu. Hatta kemikleri bile pelteleşmişti. Et
- Yok bir şey. Kızım sizi bekliyorum. Bugün yemeğe gelecektiniz. Sofra yığınını koltuğa bıraktı... Yine daldı..-
hazır. Babanın ne zaman geleceği belli olmaz. Siz yolda mısınız?
Bombardıman eder gibi konuşmuştu!.. Ardı ardına kesik kesik. FATMA KÖRPELİ GELİNCİK |1
- Anne, bugün Çarşamba. Biz yarın size geleceğiz. Biliyorsun bu gece biz "Bunca kitap, dergi ve içinde cahil bir kadın... Hiç benim oku-abileceğimi
tiyatroya gidiyoruz. Şu anda salona girmek üzereyiz. Anne sen iyi misin? düşünmedi." diyen iç yangını, gözlerinde bir damla yaş olmuş
Gündüz seni aradım, neden telefonlara cevap vermedin? yanaklarından yavaş yavaş süzülüyordu. Artık bent yıkılmıştı.
- Aaaa, ben nasıl dalmışım, diye bir çığlık attı Kebîre. Kızım kusura bakma, Düşünmeden edemiyordu. Azgın sular halinde yaşananlar, hatıralarda
günleri karıştırmışım, insan kırkından sonra böyle oluyor. Yarın bekliyorum, kalan onca insan hücum ediyordu. "Gidin" demek de içinden gelmiyordu.
siz eğlenmenize bakın. Öptüm evlâdım. Mehmet'e selâm söyle. Yirmi beş yıl, dile kolay geliyordu. Bu gece, saltanat hatıralarındı.
Telefonu kapattıktan sonra, masayı toplamaya başladı. Önce, menekşe Kovamıyordu onca Tanrı misafirini...
pencerenin önündeki yerine oturdu. Sonra bardaklar, tabaklar, kaşıklar Kebîre, kocasının okuduğu kitapların neler olduğunu merak ettiği için
dolaplarına kuruldular. Dantel masa örtüsü yerine serildi. Üzerine vazosu okumaya başlamıştı. Önceleri pek anlamasa da zamanla okudukça
kondu. Sonra gitti salatayı aldı. Salondaki koltuğa oturdu, yemeğe başladı. anlamaya başladı. Sonraları, kocasının yazdıklarını okudu. Tabiî eve
Artık beklediği Erol'du. O da kim bilir kaçta gelecekti. Çoğu zaman geç getirdiklerini. Hiç olmazsa kütüphanesine koymak için bir tane getirirdi.
gelirdi. Uykusu çok azdı Erol'un. Beş saatten fazla uyuduğuna hiç şahit Araştırma kitaplarını pek anlayamazdı Kebîre, bazen sözlük kullansa da...
olmamıştı Kebîre. Erkenden büroya gider, kahvaltısını da orada yapardı. Denemelerini, gezi yazılarını çok severdi. Ne tatlı, ne canlı yazardı.
Çatalını salata kâsesine daldırırken: "Ne zahmetsiz eş" diye iç geçirdi. Yine Kocasının yazılarını okurken kendini onunla birlikte hissediyor, kocasını
yalnızdı. Anne ve yazılarından tanıyordu. Gezdikleri yerlerde onunla gezmiş gibi oluyordu.
Pek çok şey öğreniyordu aynı zamanda. Erol'un bundan hiç haberi yoktu.
15° I ÜMRANİYE BELEDİYESİ HİKÂYE YARIŞMASI İlkokul mezunu bir ev kadını niye okusundu. Bir sürü işi gücü vardı. Ev
babasına hizmet için getirilen geline kendi yükünü taşıtmak istemiyordu süpür, merdiven sil, çamaşır yıka, yemek yap, çocuk büyüt... Her halde
anlaşılan. okumaya vakit bulabileceğini düşünememiştir. Hele hele bazı
konferanslarına gelebileceğini hiç düşünememiştir. Olacak işlerden midir bu? baba hakkı, ceza; evlilik... Kebîre, ayak bileğine geçirilen demir halka,
"Ah Kebîre ah! Bunca yıl bütün yazdıklarını okudun bu adamın. Okudun da bukağı... Bu hisle yaşıyordu demek sarı oğlan... Sevdiği... Ömrünün
ne oldu? Gizli gizli konferanslarına gittin de ne oldu? Akîbetin işte bu kalanında sevdiğinin yürümesine, uçmasına, hareket etmesine engel bir
roman!.. Yani hiç... Yani kocanın değil, senin yaşayamadıkların... Bir gül demir parçası olmak duygusunu nasıl taşıyacaktı. Evin gelini, Erol'un
hatırlar gibi hatırla bakalım giden yılları..." Artık yüksek sesle düşünüyordu. bukağısıydı... On yıllık evliliğin adı artık konmuştu. Ağladıkça açıldı
Mırıl mırıl sesler salonda öteye beriye çarpıp, sönüyordu. Kebîre. Taşıyacaktı. Yine konuşmayacaktı. İşi gücü susmak değil miydi?
Dün gece romanın tanıtım toplantısı vardı. "Gelir misin?" dememişti. Hiç bir Yürüdükçe açılıyor, daha dingin düşünüyordu... Yazık olmuştu. İkisine de
zaman dememişti. Hiç bir arkadaşı, dos- yazık olmuştu: Erol da onun için bukağı değil miydi? Evlilik, iki yaşlı
insanın hizmetine adanan bir hayat mıydı? Herkes, onun hayatına
ÜMRANİYE BELEDİYESİ HİKÂYE YARIŞMASI imrenirdi. Her Şeyi vardı. Rahatı iyiydi. Kocası kızmaz, kötü söz
tuyla tanıştırmadı Kebîre'yi. Onları eve davet etmedi. Birlikte onlara söylemez, dövmezdi. Evinde bir kuş sütü eksikti. Adamın doğru dürüst
gitmediler. O dünya Erol'a aitti. Evi ise bambaşka bir dünyaydı. Sevda'ya bile çamaşırı, ütüsü bile yoktu. Evet yoktu... Bu demir parçası zaten canını
büro yasaktı. Orası bir iş yeriydi. Ayak altında dolaşamazdı aile fertleri... yakıyordu. Daha fazla acıtmasın diye böyle yağlayıp kaygan mı tutuyordu
Gereksiz telefon etme, gereksiz gezme yeri değildi... Dostlar gerekenlerdendi ne? Yoksa, bukağıyı hatırlamamak, yok saymak, hayatı daha mı
büroda. Erol'un dostları var mıydı? Onlarla ilişkileri nasıldı? Okuduklarından kolaylaştırıyordu Erol'a?.. Bilmiyordu, artık düşünmek istemiyordu.
iyi olduğunu anlıyordu. Hele terk edip gittiği zamanları, tatil ve yolculuk Hayatımın en güzeli, şimdi beni evde bekliyor diye gülümsedi. Sevda, bu
anıları olarak yazmıştı. Pek çok insan ve macera vardı yazılarda. yıl ilkokula başlamıştı. Öyle tatlı okuyordu ki. İyi ki vardı... Sevda varken
Hep yabancılar vardı. Hiç bir şekilde ailesinden, eşinden, çocuğundan bukağı neydi, Erol neydi, kayınvalide-kayınpeder neydi! Bir
bahsetmezdi. Evli olduğunu çağrıştıracak değil bir tek cümleye, bir tek
kelimeye bile rastlamamıştı... Sanki, bekâr bir yazarın kaleminden çıkıyordu 154
bunca anı ve gezi yazıları... Ama evli olduğunu söylediğine şahitti. Okuyanlar ÜMRANİYE BELEDİYESİ HİKÂYE YARIŞMASI
değil duyanlar onun evli olduğunu biliyordu. Sevda için bu hayat yaşamaya değerdi... "İnşallah, sende anne olur, bu
Bir gün, öykü ve roman konulu bir kaç yazarın da katıldığı bir toplantı duyguyu yaşarsın." diye dua ederken buldu kendini Kebîre, koltukta bir iki
yapılmıştı belediye toplantı salonunda. Kayınvalidesine "Ağabeyimlere hareket etti. Sevda daha yeni evliydi. Hem evliliklerinin hem de
gideceğim" demiş, belediyenin yolunu tutmuştu. Salon oldukça kalabalıktı. mesleklerinin çiçeği burnun-daydı. Kızı da damadı da edebiyat
Erol'un o kalabalıkta kendisini görmesi mümkün değildi. Sıra kocasına öğretmeniydi bir lisede.
geldiğinde kayınvalidesinin "bunlu, utangaç" diye vasfettiği sarı oğlu, ay Sevda, lisenin son sınıfında iyice serpilmişti. Güzelliği babasına çekmiş;
delisi; ne sıkılgan ne de utangaçtı. Son derece mütebessim, sakin, her inceliği, pembeliği, kırılganlığı annesine. Babası gibi sarışın ve renkli
kelimenin hakkını vere vere anlatıyor, anlatıyordu... Ne kadar beğenmişti onu. gözlüydü. Cıvıl cıvıldı anasının gönlü gibi... Kebîre, annesinin; Sevda da
"İşte bu adam, bu kadar güzel konuşan adam benim kocam!" diye bağırmak Kebîre'nin nazlı gelinciğiydi. Annesinin kendini sevdiği gibi severdi kızını.
istemişti bir an. Bu dünyada onun payı susmaktı. Yine sustu. Konuşmamayı Annesinin ona anlattığı masallarla büyütmüş, uzun uzun saçlarını taramış,
alın yazısı gibi yazmıştı diline. Mütebessim gelin, sorulara cevap veren gelin. başını okşamıştı. Sevda annesiz büyümemişti.
Annesinin hayaliyle konuşan gelin, kendi kendine konuşan gelin, diline "sus" Liseyi bitirdiği yılın yazında bir talip çıkmıştı Sevda'ya. İlk kez görücüye
yazan; gönlünü sustura-mayan gelin... Karşısında kocası vardı ve karısının çıkacaktı. Yandaki evde oturan komşuları, oğullarına istiyorlardı. Delikanlı
onu dinlediğinden haberi yoktu. Erol'un konuşması bitince, dinleyenler soru tıp fakültesini bitirmişti.
sormaya başladı konuşmacılara. Bir dinleyici sorusu- Uzmanlık sınavına girmiş sonucunu bekliyordu. Ailesi de artık yurt yuva
kurup yeni hayatına eşiyle birlikte başlasın istiyordu delikanlının. Kız
FATMA KÖRPELİ GELİNCİK | arıyorlardı oğullarına. Sevda, aynı sokağın kızıydı, güzeldi. Liseyi
Erol'a yöneltti. Soruyu duyamamıştı Kebîre. Kocası önce gülümsedi. "Biraz bitirmişti, ailesi de iyiydi, oğulları da "olur" demişti. Talip oldular. Önce
esprili bir cevap vereyim" diye söze başladı Birden dondu Kebîre... Sonra her anneler devreye girdi. Komşu hanım: "Sevda'ya talibiz, istemeye gelmeyi
şey dondu. Sadece Erol'un sesi çınlıyordu kulaklarında... Salondan çıktı. düşünüyoruz, ne dersiniz?" deyince yüreği "hop" ediverdi Kebîre'nin.
Yürümeye başladı. Hem ağlıyor hem Erol'un sözleri kulaklarında çınlıyordu: Bir gün gelecek Sevda gidecekti. Gitmesine gidecekti de talihi
"Daha üniversitedeyken evlilik denen bukağıyla beni bağladı ailem. Hangi annesininkine benzemesindi. Sevdiğine, sevine sevine gitsindi. Orada,
mahkûm bukağısını kırabildi ki... Tut ki kırdı diyelim mahkûmun kaçması "Hoş geldin, hoşnutluk getirdin." diyen seven bir yürek bulsundu. Kendisi
nasıl mümkün olabilir?" Ötesini dinleyememiş, dışarıya atmıştı kendini de sevmişti. Sarı oğlan da kaçmış' ti. Boş bir gelin odası bulmuştu. Sevda
Kebîre. "İşte gerçek bu, gerçek bu!" diye hıçkırıyordu. Kebîre eşittir bukağı. bunları yaşamasındı.
Erol, pranga mahkûmu. Anne ve babası, cezayı veren hakimleri; yasa, ana- - Allah yazdıysa olur, babasına sorayım. Size haber veririz, dedi. Sonra,
kızını karşısına aldı. Elinden tuttu, muhabbetle: kız gibi senin de taliplilerin olacak. Böyle bir şeyin olması, se
- Sevdam artık büyüdün, genç kız oldun, bir gün bu evden kendi evine nin biriyle mutlak evlenmen anlamına gelmez. Evlenmek iste
uçacaksın, dedi. Gözlerini Sevda'nın yüzünde mezsen evlenmezsin. Eğer bir gün birini seversen, ama ger
çekten seversen, hayatını birlikte geçirebilmeyi göze alacak
155 kadar seversen, bize bunu sen söyleyeceksin. O güne kadar,
FATMA KÖRPELİ GELİNCİK bu evde bir daha bu konu konuşulmayacak. Kebîre, sana da
gezdirdi. Sevda, kızarmıştı. söylüyorum. Sevda "Beni istemeye gelecekler." dediği güne
- Artık görücüler gelmeye başladı. kadar kim talip olursa "hayır" diyeceksin. Anlaştık mı?
- Ama, anne ben okuyacağım! - Canım babam, aşktan anlayan babam, diye coşkuyla babasına sarıldı
- Biliyorum. Ben mutlaka üniversiteyi bitirmeni, bir işe girmeni, kendi Sevda.
ayaklarının üzerinde durmanı isterim. Sadece maddî değil manevî yönden de Kebîre içinden bir "oh" çekti. Erol da kendi gibi düşünüyordu. Terazinin
kimseye muhtaç olmayan bir kızım var, biliyorum. Sana sormadan, babana kefeleri denkti.
sormadan kendi kendime karar verip "olmaz" demeyi uygun bulmadım. Bu Aşktan anlayan baba, Kebîre'nin aşkını anlamamıştı... Yoksa, haksızlık mı
konu seninle ilgili. Belki, bu delikanlıyı beğeniyor olabilirsin diye. ediyordu Erol'a... Bukağı hikâyesi en olmadık zamanda bir yılan gibi
- Hayır anne! Ne beğendiğim ne de evlenmek istediğim çörekleniyordu yüreğine. Halbuki, Erol kızını çok severdi, belli etmezdi
var! dedi ve silkip attı Sevda bu meseleyi. hiç. Pazar günlerini fark ettirmeden eve ayırır mıydı Sevda olmasa!
Şimdi, öteki cephede halledilmeliydi bu iş. Babamız ne diyecekti. Bugüne Sevda'nın sevgisine hiç ortak olmadı Erol. Kızını karısına bıraktı. Özel bir
kadar Sevda'nın evlenmesiyle ilgili en ufak bir konu geçmemişti bu evde. sevgi gösterisinde bulunmadı. Onu kendine bağlamak için oyuncaklar,
Kayınvalidesi, kayınpederi yaşasaydı belki torunlarını evlendirmeyi hayal hediyeler almadı, eliyle harçlık bile vermedi. Sevda hep annesinin kızıydı.
ederlerdi. Erol, kendisi gibi mi düşünüyordu acaba? Bunları düşündükçe "Bir insan bu kadar iyi olamaz" demekten de kendini
O gün yine geç vakit geldi Erol. Sevda yatmıştı. Konudan ana hatlarıyla alamıyordu Kebîre.
bahsetti. En uzun konuşmalarından biriydi bu konuşma. Bir de hâlâ, bu O yıl Sevda, edebiyat bölümünü kazandı. Başka şehre göndermeye
adamla konuşurken şu tıpırdayan yüreğine hakim olamıyordu. Eli ayağı kıyamadılar kızlarını. Sevda da annesini yalnız bı-
titriyordu.
- Sevda'ya sordun mu? Çocuğu tanıyor mu? İstiyor mu? PATMAKÖRPEÜ GELİNCİK |«
Eğer, Sevda istiyorsa gelsinler, ama üniversite bitmeden evli rakmaya..-
lik olmaz! Bu evi de, Sevda üniversiteyi kazandıktan sonra aldılar.
- Hayır, sevdiği, istediği yok! Okula yakın bir daireydi. Fakülte, Sevda'ya yeni bir hayat getirdi Edebiyat,
- Ne diye soruyorsun bana, yok deseydin ya! resim, müzik evde bir hareket, bir hareket. Eve arkadaşları geliyor. Tiyatro,
- Sen babasısın, seni nasıl çiğnerim? Hem bundan sonra isteyenleri sinema, konser derken Kebîre yaşamadığı bir gençlik yaşıyordu kırklı
artacaktır. yıllarında. Aslında Sevda ilkokula başladığından beri kızıyla birlikte o da
- Yarın konuşuruz, dedi Erol. O gece konu kapandı. okudu. Onun da hayatı değişti. Annesiyle, gençliğini yaşamayı seviyordu
Ertesi gün cumartesiydi. Erol yine erken kalkmıştı. Büroya Sevda. Tüm şehrin sanat hayatından haberdardı Kebîre. Kocasıyla yaşamak
gitmemiş, Sevda uyanana kadar kitap okumuş, bir şeyler yazmıştı. O gün isteyip de yaşayamadığı hayatı, kızı veriyordu ona. Git gide annelik,
kızının hatırına kahvaltıyı evde yaptı. Sevda, pek mutlu oldu. Bu aile arkadaşlığa bürünüyordu. Kebîre yılları tersine çeviriyor, gittikçe
tablosundan. gençleşiyordu.
Sevda'nın fakültede ikinci sınıfa geçtiği yazdı. Erol, uzun süren iş
156 seyahatlerinin birinden çok farklı döndü. Kebîre, anlamıştı yine bir şeyler
ÜMRANİYE BELEDİYESİ HİKÂYE YARIŞMASI olmuş. Yere göğe sığmıyordu Erol... Okuyor, yazıyor, yazıyordu... Bir
- Baba n'olur, her sabah böyle kahvaltı edelim, n'olur, hı sıkıntısı vardı. Yazdıklarını yırtıyor, yeniden yazıyor, uzun uzun yazıyordu.
n'olur deyip duruyor; babasını sıkıştırıyordu. Üç yıl boyunca yazdı, yırttı, yazdıklarını sonra yeniden yazdı. "Bir Gül
- İkiniz de karşıma oturun beni dinleyin, dedi Erol. Hatırlar Gibi" çıktı ortaya... Basılması da bir altı ay aldı... Kitaba uzandı
Kızına sevgiyle baktı. Yumuşak olduğu kadar da emredici Kebîre, kokladı, mürekkep kokusu geldi burnuna... Oturmaktan her yeri
bir sesle, tane tane konuşmaya başladı: uyuşmuştu. Salonda bir iki adım ileri geri yürüdü. Gözleri duvardaki
- Bak, Sevda, artık büyüdün. tabloya takıldı... "Mehmet" dedi. "Eline sağlık." Tablo onu bir buçuk yıl
- Baba şu mesele mi lütfen! öncesine götürdü.
- Sözümü kesmeden dinle, sonra fikrini söylersin. Her genç O yıl Sevda üçüncü sınıftaydı ve âşık olmuştu. Aşkı babasına benziyordu.
Evde iki esrik vardı artık. Kızındaki değişikliği anlamamak imkansızdı. Aşkın demiştir. Erol'un, Mehmet'i bu kadar çok sevmesinde bu tablonun payı
verdiği ilhamla o da yazıp çizmeğe başlamıştı. Kebire, hiç sormadı, bekledi. mutlaka olmuştur. Hele yelkeni beyaz gül olan bir tekne."
"İşimiz susmak olmuş" diyerek kızının anlatmasını bekledi. Bir gün Sevda Beyaz gül, yılların puslu örtüsünü kaldıran çiçek. "Gülbeyaz güzel miydi?
elinde bir paketle geldi: Nasıl bir kadındı? Erol, Gülbeyaz'la evlen-seydi evliliği bukağı olarak
- Annem bu senin, bil bakalım ne? dedi. görür müydü?" Zaman zaman bu sorular aklına geldikçe yüreğini
- Tabloya benziyor. zaptedemezdi. Beyaz gül içini kanatan bir çiçekti. Belki Erol, bu yüzden bu
- Bildin, açmayı hak ettin, haydi aç suskun gelincik, bu sa- tabloyu eve getirmedi. Yok, yok hiç böyle düşünseydi romanına kapak
- yapar mıydı? Üstelik romanında Gülbeyaz'ı hatırlatan en ufak bir ima bile
ÜMRANİYE BELEDİYESİ HİKÂYE YARIŞMASI yoktu... Gülbeyaz mazinin aşkıydı... Gençliğin aşkıydı... Çileli bir aşktı...
na hediye... Bu aşkı evde Kebîre'den başkası bilmedi. Erol, Kebîre'nin bildiğini biliyor
- Kimden? muydu, biliyorsa da hiç belli etmedi.
- Önce aç, beğenirsen söylerim. Paketi açtı. Gözlerine inanamadı. Yağlı boya Erol'un hayatındaki her şeyi yavaş yavaş, yaşayarak ya da tesadüfen
bir tabloydu öğrenmişti. Evlendiği ilk gün kayınvalidesi "Aklına olmadık şeyler
gördüğü. Birden "Anne" dedi. Çok şaşırmıştı. Çok sade bir tablo. Bir getirme, şüphelenme. Bunalınca biraz gider, bununu da atar gelir. Aklına
manzara, renkleri az, hareketi az bir tablo... Sadece gri renk ve tonları bir de kötü bir şey getirme" demişti. Kebîre de hiç bir zaman kocasını başka
kıpkırmızı bir gelincik... Bir bozkır, sağa kıvrılan toprak bir yol, dönemecin kadınlarla düşünmemişti. Aldatabileceği hiç aklına gelmemişti. Böyle bir
hizasında bir ahlat ağacı... Hepsi gri... Sağ alt köşeye yakın bir gelincik... vesveseye hiç kapılmadı. Her ne kadar evlilik Erol için bir bukağı olsa da
Annesinin yad yaban dediği yerin resmiydi burası... Yad yaban yerin üç şeyi: bu evliliği kabullenmişti, bukağısıyla yaşamayı bir biçimde beceriyordu.
yol, ahlat ve gelincik... Tablonun sol alt köşesinde bir isim ve tarih vardı: Ta ki Gülbeyaz'a kadar. Gülbeyaz öncesi ve Gülbeyaz sonrası olarak,
Mehmet 01 Erol'un hayatını iki evreye ayırıyordu
- Kim bu Mehmet, nasıl keşfetti annenin hikâyesini?
- Keşfeden, O değil ki gelincik, ben keşfettim, o yaptı. 161
- Resim mi okuyor? 1601 ÜMRANİYE BELEDİYESİ HİKÂYE YARIŞMASI
- Hayır, aynı sınıftayız, ne güzel yapmış, beğendin dimi, dimi? diye Kebîre. Gülbeyaz öncesinde sıkılgan bir balon olan Erol, Gül-beyaz
öpücüklere boğuyordu annesini. sonrasında bir yanardağ oldu. Önceleri kaçmalar bir çocuk oyunu iken;
- Bu ressam, kızımızı istemeye gelecek gibi bir koku alıyorum bu tablodan. Gülbeyaz sonrasında taşınamayan bir çile, bir hüzün ve bir arayış
- Aman, anne sen de!.. serencamına döndü. Gülbeyaz, Erol'u büyüttü... Yine kendi kendine: "Öyle
- Keşfettim değil mi? büyüdü ki sadece ruhu değil, bedeni de üzerinden bir silindir geçmişe
Son sınıfta gelecek. Babası, annesi ölmüş. Onun da annesi olursun değil mi döndü" dedi. O günler, o acı günler Kebîre'nin gözlerine uzandı, birkaç
gelincik? damla gözyaşını yüreğinden koparıp yanaklarına doğru bırakıverdi. O
O yılın nasıl geçtiğini bilemedi Kebîre. Kızı için ne çeyizler hazırladı, ne zamanlar Sevda'ya hamileydi. Bir ay sonra anne olacaktı. Evleneli üç yıl
çeyizler. Erol da Mehmet'i çok sevdi. Üçünün de ortak muhabbeti edebiyattı. olmuş, Erol evden kaçma hikâyesinden sonra, kendi bürosunu açmıştı.
Erol, romanıyla kavgasını bitirmiş. Sevda evden uçmadan yayınevine vermişti Memleket karma karışıktı. Sağ-sol hareketleri herkesi birbirine
müsveddeleri... Romanın kapağındaki tabloyu Mehmet yapmış olabilir miydi? düşürmüştü. Hele küçük bir şehirde! Herkes birbirini tanırdı. Kim, ne, neci
Öyleyse eğer kayınpederinin ve kayınvalidesinin sırlı dünyalarının çözmüştü bilirdi. Zor zamanlar yaşanmış kan gövdeyi götürmüştü. İki ya da üç ay
Mehmet. Kitabı eline aldı, tablonun yanında tuttu. Evet, aynı fırça darbeleri... önce asker idareyi ele almış, artık ortalık durulmuş, korkular bitmişti.
Yelkenin üzerindeki beyaz gülle, tablodaki gelinciğe dikkatle bakıldığında Bir gece, Erol eve pek perişan; üstü başı toz toprak içinde; eli, yüzü,
aynı bacakları, kolları yaralı bereli halde geldi. "Yolda, belediyenin açtığı bir
çukur varmış. Görmedim, düştüm." dedi. İnandılar. Ertesi gün, Kebîre
FATMA KÖRPELİ GELİNCİK | üstünden çıkanları yıkamadan önce ceplerinde bir şey kalmasın diye
çiçeklerin farklı renkleri gibi geliyordu insana... kontrol ederken, gömlek cebinde buruş buruş bir kağıt parçası buldu.
Yine, koltuğa çöktü Kebîre. Kızı, damadı neden romanın kapak resmini Kağıdı iyice açtı. Bir yüzünde şiire benzer bir yazı vardı. Öbür yüzü
kendinden saklamışlardı? Erol bir şey anlatmazdı ki saklasın. Birden karalanmış gibiydi. Biraz dikkat edince "Gülbeyaz" kelimesi arka arkaya,
kayınvalidesinin hayali geldi oturdu karşısına "Vesvese yok!.." dedi ve gitti... üst üste, ters, düz, alt alta değişik açılardan belki yüz defa yazılmıştı. Sonra
"Vesvese yok!.. Vesvese yok!" dedi kendi kendine Kebîre... "Hay deli kız! kağıdı çevirdi. Duvar yazısı gibi bir şeydi yazılanlar. Okumaya başladı:
Bana yaptığı sürprizi babasına da yapmış olmalı. Bu tabloyu Mehmet'e ÇIKarMA
yaptırmış, koltuğunun altına sıkıştırıp 'Haydi babama git beni sevdiğini söyle.' Bir "BEN" az
Altına da "SEN"... şaşırmıştı. Kocasının memleket, siyaset gibi bir derdi yoktu. O, kendi
"BEN" den "SEN"i çıkar mahkûmiyetinin mahkûmuydu. "Birisi ihbar etmiş. Bir örgütün önde gelen
Elde "O" kalmaz mı? isimlerinden diye." Örgüt, önde gelen isim ve Erol! Olacak iş değildi.
- Kim ihbar etmiş?
FATMA KÖRPEÜ GELİNCİK - Gülbeyaz Abla'nın ağabeyleri etmişler.
Şaşırdı Kebîre... Kimdi bu Gülbeyaz, bu şiir ne anlama geliyordu. Erol, hiç - Gülbeyaz kim? dedi kayınpederi. Delikanlı pot kırdığını fark edince
şiir yazmazdı. "Sen" dediği Gülbeyaz mıydı? Gülbeyaz, Erol'dan çıkınca kıpkırmızı kesildi.
kalan sıfır mıydı? Gülbeyaz'sız Erol yok demekti öyleyse... Erol'dan, - Sınıf arkadaşları baba, dedi Kebîre. Delikanlı içinden bir "oh" çekti ama
Gülbeyaz çıkınca kalan O ise, o kimdi... Karısı mıydı? Kebîre miydi o... O Kebîre'nin elinden kurtulamadı. Delikanlının arkasından büroya gitti onu
zaman "O" ile yaşamak istemiyordu. "O" Yaratan mıydı? O zaman da yine sorguya çekti.
Gülbeyaz'sız hayat, hayat değildi, kaderine boyun eğmekten başka çare yoktu. Erol abisi, tutuklanmadan bir ay önce tanışmıştı Gülbe-yaz'la...
Gülbeyaz'a "Benim hayatımdan çıkma" diyordu. Başlığı bile bir yalvarma Birbirlerini sevmişlerdi. Büroya hiç gelmemişti Gülbeyaz. "Peki sen
gibiydi... Kağıdı parçaladı ve çöpe attı; ama şiiri hiç unutamadı Kebîre. Sustu. nereden tanıyorsun onu?" diye sordu Kebîre.
İçine attı Gül- - Gülbeyaz abla komşumuzun kızı, bir gün Erol abime bir
beyaz'ı... pusula göndermişti. Öyle haberim oldu. Yenge, bunları asla
Düşme olayından bir hafta sonra, Erol bir gece bürodan çıkmış, eve sana anlatmazdım. Abim bana kızmaktan çok, kırılır. Belki ha
gelmemişti. Kayınpederi ve kayınvalidesi her zamanki gidişlerine yordular pisten çıkmasına bir faydası olur dile anlatıyorum. Abilerinin
bunu. Büroyu açtığından beri alenî kaçmıyordu Erol. Mutlaka işle ilgili bir iftirasına belki bir çözüm bulursunuz. N'olurabim bunları sa
yolculuk bahane ediyordu. En azından bürodakilere söylerdi. Kebîre'nin na anlattığımı bilmesin.
gözüne uyku girmiyordu. Gülbeyaz'la gitmiş olabilir miydi? Ah! Bu kız - Asla bilmeyecek, diye söz verdi Kebîre. Abileri nasıl duydu bu işi?
kimdi? Böyle bir şeyi yapmazdı, "Erol, kötü bir şey yapmazdı" bu cümleye - Hani, abimin herkese "Çukura düştüm" dediği gün vardı ya... O gün
nasıl da inandırmıştı kayınvalidesi. Son zamanlarda, tuhaf tuhaf rüyalar pastanede oturuyorlarmış Gülbeyaz Abla'yla. Gülbeyaz Abla'nın küçük
görmeye başlamıştı. Karma karışıktı. Seçemiyordu bir türlü. Karanlık odalar abisi onları görmüş. Yaka paça Gülbeyaz Abla'yı eve götürmüş, bir güzel
görüyordu. Rutubetli duvarlar, boyası dökülmüş duvarlar görüyordu... Bazen de dövmüş. Gece de diğer iki abisini almış, üçü Erol Abi'mi iyice
inlemeler duyuyor o sesin arkasından koşuyor, hep bu duvarlar yolunu benzetmişler yenge. Anlayacağın çukur mukur yok! Abim saklamak için
kesiyordu. Çıkacak bir kapı, pencere ararken sıçrayıp uyanıyordu. Bu rüyalar böyle dedi her halde. Daha sonra da Gülbeyaz Abla'nın ağabeyleri
hayra yoruldu. "Hamilelikte böyle rüyalar görülür." dendi. "Erol'u merak sıkıyöne-
ediyorsun ondan" dendi. "Birkaç gün sonra gelir" dendi. Bir hafta geçti Erol
gelmedi. Kebîre'nin bir haftadır çektiği acı, yüzünden okunuyordu. Artık time asılsız ihbarda bulunmuşlar. İnşallah, abim çabuk çıkar
gözyaşlarını da içine akıtmayı beceremiyordu. Bu gözyaşlarına en sonunda hapisten.
kayınpederi dayanamadı. Karakola gitti. Poliste hiç bir kayıt yoktu. - Peki Gülbeyaz, abinin evli olduğunu, bebeğimizin olacağını biliyor
Hastanelere gittiler. Orada da yoktu. Sıkıyönetime baş vurdular, bilgi muydu? Şimdi hapiste olduğunu biliyor mu?
alamadılar. Yer yarılmış - Gülbeyaz Abla, ağabeyimin evli olduğunu o günden sonra öğrenmiş,
daha önce bilmiyormuş. Zaten ertesi gün apar topar buradan başka bir
162 şehre götürdüler onu, bir akrabalarının yanına. Ağabeyimin hapiste
olduğunu biliyor mu, bilmiyor mu bilmiyorum. Yazık oldu ikisine de
ÜMRANİYE BELEDİYESİ HİKÂYE YARIŞMASI yenge. Ağabeylerde cahillik yapıyor işte... Sen üzülme affet. İnan;
pastanede arada bir sahilde oturdular. Zaten bir ay filan ya oldu ya olmadı
FATMA KÖRPEÜ GELİNCİK tanışalı. Eli eline bile değememiştir abimin. Büyüklük sende kalsın,
Gülbeyaz Abla da gitti zaten.
163 Eve nasıl döndü bugün bile hatırlamıyordu Kebîre. Yol boyu hep
ağlamıştı... Bir bebekleri olacaktı. Kocası bir başka kadına aşıktı ve iftiraya
uğramıştı ve de hapisteydi. Kime yansındı. Bir aylık bir aşkın bedelini ne
kadar ağır ödüyordu Erol... Gerçekten çok sevmiş miydi? Neden
içine girmişti sanki Erol. Yine, hayra yordular... Gülbeyaz'a evli olduğunu söylememişti.? "Ah! Vesvese git başımdan, Erol
İki hafta sonra büroda çalışan delikanlılardan biri eve geldi. "Abim, kötü şeyler yapmaz!"
sıkıyönetim tarafından tutuklanmış" dedi. Herkes, özellikle de Kebîre çok Kocası hapisteyken bir kızları oldu. Adı "Sevda" olsun diye diretti
Kebîre... "Adı Sevda olacak, benim Sevda'm" diyordu, ilk ve son kez de ben orayı toprak olarak görmek istedi-
diretmişti. Kırmadılar, bebeğin adını "Sevda" koydular. Artık tek sevdası
vardı. O da kucağındaydı... ğim için sularda serap görüyordum. Ova serabı... Nedense birden Viyana'yı
Sevda doğalı bir hafta olmuştu. Erol'u bıraktılar. Örgüt üyesi olmadığı hatırladım. Viyana kapılarındaki ataları... Fethedilemeyen şehir...
meydana çıktı. Mahkemeye bile sevk edilmedi. Hapisten çıkmasına çıkmıştı Osmanlının hayali... İç dünyalarımızın da fethedilemeyen kaleleri vardır.
Erol, ama yıllar yılı rutubetli hapishane odalarını unutamadı. Bazı geceler Duygular, sevgiler, istekler, ne derseniz deyin, doruktayken bir el onları
inleyerek, bağırarak, sıçrayarak uyanıyordu. Kebîre "İşkence yaptılar mı?" kırıverirse fethedilemeyen kalelerimiz, her dem taze kalan hayallere dö-
diye hiç sormadı. Erol da ne hapishaneden ne de oraya düşme sebebinden nüşüverir..." böyle sürüp gidiyordu yazı.
bahsetti... Gittikçe daha da kapandı, hüznü arttı. Sıkıntıları, hüznü patlamaya Kitabı kapattı. Başını arkaya attı. Bacakların ileriye uzattı. Gerindi.
hazır bir yanardağ halini alınca Uykusu yoktu. Saatlerdir oturmaktan her yanı tutulmuştu. Bu sayfaları
okuyunca Erol'un Gülbeyaz'ı hâlâ unutmadığını anlamıştı. Duyguları
164 doruktayken, bir el kırıvermişti bu sevdanın kolunu kanadını. Evet,
Gülbeyaz fethedilemeyen bir kaleydi Erol için... Her dem taze kalan hayal
ÜMRANİYE BELEDİYESİ HİKÂYE YARIŞMASI olacaktı... Yıllar yılı fethedemeyeceğini bilse bile, bu kaleyi arayıp
duruyordu Erol... Bu sabaha kadar böyle düşünüyordu Kebîre... Yirmi iki
FATMAKÖRPELİ GELİNCİK yıldır Kebîre'yi de esir eden bir vesvese kalesiydi aynı zamanda
Gülbeyaz... O günden sonra Gülbeyaz'la ilgili en ufak bir haber alamamıştı
165 Kebîre. Ne olmuştu? Evlenmiş miydi? Erol daha sonra onu aramış mıydı?
Hiç bilmedi. Vesveseler hücum ettikçe "Vesvese git başımdan! Erol kötü
şey yapmaz!" diyordu.
Son beş yıldır Erol'un, Gülbeyaz'ı unutmadığına emindi. Bu satırlar, bu
uzun iş seyahatleri başlardı... Kebîre bilirdi bu hali, susardı. Daha önce sadece düşüncesinin mührü olmuştu. Lakin, bu roman Gülbeyaz'ı da silmiş
kendini yollara vuran Erol, artık yazılara da vuruyordu. Yazıyordu... süpürmüştü. Erol'un yaşı kırk beşi geçmiş, elliye yaklaşırken bu roman
Denemeler, anılar, gezi yazıları, araştırmalar yazıyordu. Gülbeyaz, Erol'u neyin nesiydi? Bu yazdıkları neydi böyle? "Şu an yerimde Gülbeyaz
büyütmekle kalmamış ona yazarlık yolunu da açmıştı. Gülbeyaz, şöhreti olsaydı, ne hissederdi?" dedi. "Benden daha kötü olurdu. Ben boş bir gelin
getiren bir çile olmuştu... odasının sabrını ilk günden öğrendim. Sevdiğini ve sevildiğini bilen bir
Yıllar sonra bir gün Erol'un yeni çıkan bir kitabındaki cümle, Gülbeyaz'ın kadının ızdırabı nice olurdu. Erol, artık yanardağ bile değil... Freni
Erol'da ne kadar taze kaldığını fark ettirdi Ke-bîre'ye... Koltukta elini çenesine patlamış bir araba... Dümensiz bir gemi..."
dayamış, biraz kaykılmış oturuyordu. Saat kim bilir kaçtı! "Onca yıl sonra, Bir "âh" çekti Kebîre. "Üç günlük dünya, yavaş yavaş sonuna doğru
hâlâ taze kalan bir yürek sevgisi olmak ne güzel!" dedi ve bir şey aklına gidiyoruz. Bu hal ne böyle... Daha dinginleşmek var-
gelmiş gibi yerinden kalktı. "O cümle neydi, hay Allah hatırlamıyordu." Hızlı
adımlarla, Erol'un çalışma odasına yöneldi. Lambayı yaktı. Çabuk çabuk
Erol'un yazdığı kitaplara göz gezdirdi. Son kitabı olmalıydı. Romandan 167
önceki son kitabı beş yıl önce çıkmıştı. Kitabı aldı salona geldi, aynı koltuğa ÜMRANİYE BELEDİYESİ HİKÂYE YARIŞMASI
oturdu. Saman sarısı rengiydi kapak. Üzerinde sadece kitabın ve yazarın adı ken, eldekilerle yetinmek, onların kadrini bilip, birlikte yaşamak varken.
vardı... "Fethedemediğim Kaleler" "Erol Sırlı..." Kitabın kapağını içinden Bu saçma sapan hayaller neyin nesi? "Roman, kurgu işte, gerçek değil ki"
okurken "Beni fethettin ya..." diyerek yüksek sesle güldü. "Beni fethettin ya!.. diyorlar... Ben okuduklarımdan bildim ki insanlar, yaşadıklarını,
Erol Sırlı... Acaba, bir kaleyi fethettiği halde bundan habersiz bir sultan var hayallerini, anlatmaktan çekindiklerini roman, hikâye diye yazıyorlar,
mıdır?" rahatlıyorlar. Sonra da kurgu deyip, işin içinden sıyrılıyorlar. Aman cahil
Sonra sayfaları gözden geçirmeye başladı. Her sayfasını sindire sindire kadın sana mı Kaldı eleştiri! Kocan bu işi ne güzel yapıyor. Bu dediklerini
okumuştu o zamanlar. Erol, Anadolu şehirlerinde gezdiği kaleleri anlatmıştı. ona bir konferansta yöneltsen, bin bir tane üstat adı sayar sana... Şu şöyle
Kimi yıkık dökük viraneydi. Kiminin surları içinde hâlâ yaşayanlar vardı. dedi, bu böyle dedi diye senin bu düşünceni süprüntü gibi çöpe atar.
Kimisi de restore edilmiş, ter ü taze bir dilber misâli âlem-i sefahate hizmet Herkesten bol bol alkış alır... Alsın. Ben yaşad:5'mı bilirim üç yıldır, bu
eder olmuştu. Açık hava müzesi olanlar da yok değildi aralarında. Kültüre adamın çektiği sancıyı bilirim. Bu sancılardan bu romanın doğduğunu
hizmet eden hadimlerdi onlar. bilirim. O anlat-masa Ha... O, ya kaçar ya yazar. Hep de kaçtıklarını yazdı,
Mardin Kalesi'ni anlattığı bölümde geçiyordu bu cümle işte bulmuştu... gördüklerini yazdı, okuduklarını yazdı, hepsi onun hayatı... Kurgu falan
"Güneş batarken, uzun uzun ovaya baktım. Ova değil sanki bir deniz. Belki değil, hayal falan değil... Hayal olsa bile onu yakan yıkan hayaller...
Hayatımızı da yaktı bu hayaller... Birlikte yandık, susarak yaktı... Sırladık FATMA KÖRPELİ GELİNCİK
birbirimizi birbirimize... Soyadı-mıza uyalım diye olsa gerek!.. Kalk bakalım
Kebîre yat artık! Geçmişin azgın seliyle boğuşmaktan epey yoruldun, 169
boğulacak mısın gelincik? Denizi geçip derede mi boğulacaksın?
Yavaş yavaş gerindi. Ayağa kaktı, salonun lâmbasını söndürdü. Koridor
boyunca duvarlara tutunarak ilerledi. Önce banyoya girdi. Bu banyosuyla eski
evdeki banyosu ne kadar farklıydı. Işıl ısıldı bu banyo... Aynaya baktı sanki - Çok güzel sayılmaz, idare ettik. Çıkınca Mehmet'le biraz yürüyelim
birden çökmüştü yüzü... Elini yüzünü yıkadı. Ayaklarını yıkadı. Havluya dedik. Eve kadar yürümüşüz. Vakit de epey geç oldu. Neden gündüz
silindi. Yatak odasına doğru yürürken birden döndü. Koridoru hızlı hızlı geçti, telefona cevap vermedin anne? Bir yere mi gittin?
kocasının çalışma odasına girdi. Lambayı yaktı. Yerde bir sürü dergiler vardı. - Yok evdeydim. Babanın yeni çıkan kitabını okumaya dalmışım,
"Sevda'nın fakülte ikiye geçtiği yazdı, yok yazın sonuydu! Güz sayısı olmalı... duymadım kızım.
Eylül ya da ekim!.. Evet, Bodrum... Bir tur... Bir tur... Ne turdu?.. Akdeniz - Benden önce okudun öyle mi?
Turu mu? Yok... Başka bir tur... Bir renk...renk...renk...sarı, kırmızı, yeşil, - Galiba öyle oldu. Babanla bu romanı hiç konuştunuz mu?
mavi... Hah!.. Tamam, Mavi... Mavi Tur... Eline ge- - Anne, gelincik sana bugün bir şey olmuş! Bu roman seni çarpmış
anlaşılan. Günleri karıştırmalar, kocanın huylarını unutmalar!.. Ne böyle!..
FATMA KÖRPELİ GELİNCİK Babamla hiç konuşulamadığı bilmez misin? Sana diyeceğini söyleyim mi ?
çen bütün dergileri alıyor. Ağustos sonrası sayılarının tek tek içindekiler "Yazdık işte, lâf olsun... Elimiz boş durmasın dedik, bu çıktı!" Mütevazı
bölümünü okuyordu... Eşyaları çalmakta acele eden bir hırsız gibiydi, birden: babam benim.
Hah işte! 'Bir Mavi Tur Serüveni' bu yazı olmalı... Evet, Bodrum'la ilgili... - Haklısın. Sen, kitabı gördün mü Sevda?
"Sonra dergiyi diğerlerinden ayırdı. Telaşla dergi yığınlarını topladı, eski - Yok görmedim anne!
haline getirdi. Bir yandan da kendi kendine söyleniyordu. "Ben okumam değil - Dün gece sizi tanıtıma çağırmadı mı?
mi? Ben bilmem değil mi? Ben, ben düşünemem, cahilim değil mi? Ben, ben
hissetmem, insan değilim çünkü! Hiç mi beni düşünmezsin be adam! Bunları - Anne, bu ne demek böyle! Yeni huylar mı geliştiriyorsun Allah aşkına!
okur bu kadın, içlenir demez misin? Hadi beni düşünmedin be adam, kızın bu Babam kitabını tanıtacak, beni ve Mehmet'i çağıracak ve ben bunu sana
dergiyi hatırlasa, bir elinde dergi, bir elinde roman:-"Bu ne iştir baba? Bu söylemeyeceğim. En iyi ihtimalle unuttuğumu düşün. Bu bile olamaz.
yazarların hangisi sensin? dese, ne yaparsın? Kolay 'O bir kurmaca' der Babam, mucize gibi bir davette bulunacak... Ben bunu sana söylemeden
geçersin değil mi? Senin sadık okuyucuların dergide yazdığınla romanın durabilir miyim? Telefona hemen sarılmaz mıyım? Üstelik seni süsleyip
arasındaki bağı fark ederlerse ne dersin: 'O bir kurgu!' Al kalemi kurgula... Ey püsleyip yazar beyin güzel karısı olarak götürmez miyim?
yüce mimar Erol Sırlı! Tasarla!.. Benim hayatımı da böyle mi tasarladın?" - Sevda dalga geçme!
Ard arda kesik kesik kelimeler bomba gibi patlıyordu odada. Lambayı - Gelinciğim, canım dalga geçmiyorum! Yaparım bilirsin!
söndürdü çalışma odasından çıktı. Ağzı dili kurumuştu, ama rahatlamıştı da. Ne zaman böyle bir şeyi babam söyledi ki... İmza günlerini bi
Kendi kendine de olsa hiç böyle patlamamıştı. Romanındaki konunun Erol'un le duvar ilânlarından öğrendik hep... İmza günleri deyince bak
yıllar önce bir dergideki yazısında yer alan bir anıdan kaynaklandığını birden sana anlatmadığım bir şey var. Belki babam anlatmıştır ama
keşfedince Kebîre'nin bütün sigortaları atmıştı. Öyle ki yıllar önce dilinin ben anlatmadım. Babam kızınca ben de sana söylemeye
üstüne alın yazısı gibi yazdığı "sus", konuşmasını engelleyen o mühür de utandım. Çocukluk işte. O zaman lise birinci sınıftaydım. Bir
hükümsüzleşti ve Kebîre kendini kaybetti. Bağırınca rahatlamıştı, daha iyiydi duvar ilanında, babamın imza günü duyurusunu görünce, bi
şimdi. Bir bardak su içti. Elinde dergi yine salona doğru yürüdü, lambayı tam zim Zeynep'le son saat dersten kaçtık... İmza yerine gittik. Ba-
açmışken telefon çaldı. Ahizeye uzandı. -Alo!
- Alo anne, biraz geç oldu, ama yatmadan sesini duymak is bam bir masaya oturmuş, uzatılan kitabı imzalıyor. Kitabı uzatanın adını
tedim. Nasılsın gelincik? soruyor. Bir şeyler yazıp imzalıyor. Kitabı uzatanın yüzüne bile baktığı
Sesi cıvıl cıvıldı Sevda'nın, hayat dolu... yok!.. Gittiğimiz salonun girişinde babamın kitabını satın alıyorlar...
- İyiyim, oyun nasıldı? Babama gidip imzalatıyorlar. Zeynep'le bize pek komik geldi bu iş...
Bilirsin dedemin dükkânına bu yüzden gitmezdi...
168 - Zaten baban tezgâha hiç yakışmadı ki kızım, her işi yakışanı yapmalı...
- Kocana da hiç kıyamazsın... Şaka şaka, canım babam benim! Neyse, biz
ÜMRANİYE BELEDİYESİ HİKÂYE YARIŞMASI kitap almadık. Var diye bir de yalan söyledik sıraya girdik. Ben, edebiyat
kitabımı uzattım, babam birden şaşırdı. Ağzı alışmış ya "Adınız ne?"
deyiverdi o an! "Sevda efendim" demeye kalmadı... Babam "İmza günü roda asılı... Bu resimle beni babamdan istedi anne... "Baban
bitmiştir!" dedi. Zeynep'in de benim de kolumuzdan tuttuğu gibi salondan bu resimle sevgimi anlamaz, seni bana vermezse bahtına küs"
çıkardı... Ne komik değil mi anne! diye de bana takılmıştı. Babam deniz hastası ya... Evinin bir
- Eee, sonra ne oldu? tek gülünü yani beni o teknenin yelkeni yapmış. Anlayacağın
- Çok korktuk, bildiğin gibi değil! Şimdi çok komik geliyor, ama o gün yelkensiz tekne işe yaramazmış... Aman anne, Mehmet'in fan
Zeynep'le bana sor, nasıl korktuk. Bizi attı bir taksiye, okulun önünde indik. tezileri işte! Adam edebiyatçı bir de ressam... Ama sana yap
Yine kollarımızdan tutuyor. İki kat yukarı çıktık. Müdürün kapısını çaldı. tığı tablo, benim fikrimdi gelincik... Babamınkine hiç karışma
Müdür neyse ki içerde yalnız... "Ahmet, bak bunlar artık senin. dım. Demek babam kitabına kapak yapacak kadar beğen
Arkadaşlarımın kızı falan deme, gerekeni yap. Suçlarını onlar sana anlatır!" miş... Mehmet görünce çok sevinecek... Söylemeyelim yarın
dedi çıktı gitti... sizde görsün, bakalım ne yapacak...
-Yarın bekliyorum. Haydi kızım epey konuştuk. Sabah erken gideceksin.
- Demek, benim kızım da sırlıymış! Mehmet uyumadıysa selâm söyle.
- Anne, bu sır falan değil. Çok utandık. Demek babam sana söylemedi. Ben Ahizeyi bıraktı. "Benim ateşkes bayrağım, sesini duymak bile beni ne
hep bilmezden geldin sandım. Babam da öyle bir şey olmamış gibi davrandı. kadar rahatlatıyor Sevda'm, canım kızım." diye-
Aman ne zaman konuşur ki! Tatlı bir anı benim için artık. Ama anne, babam
da babaymış! Ne güzel eğitivermiş bir davranışıyla hem beni hem Zeynep'i rek dergiyi aranıyordu. Elinde olduğunu fark etti. "Dağıttın Kebîre" dedi.
Hem de hiç kızmadan, kötü bir laf etmeden. "Elindekini bile aramaya başladın."
- Müdürün ne yaptığını merak ettim, anlatsana... Bakışları derginin kapağına uzandı. "Esinti" Sanat Edebiyat ve Kütür
- Önce bizi dinledi, cezanız büyük ama, babalarınızın hatı- Dergisi Güz sayışıydı. O uzun iş seyahatinden, iki ay sonra bu dergi
- çıkmıştı. Yol macerası tazeydi. Olay sıcağı sıcağına düşmüştü bu sayfalara.
170 Zaman denilen sünger bu maceranın üstünden geçmemişti. Ayrıntılar
unutulmamıştı...
ÜMRANİYE BELEDİYESİ HİKÂYE YARIŞMASI Dergiyi karıştırmaya başladı. Parlak kağıtlı, resimli bir dergi... Nedense,
dergilerin parlak kağıtlı ve rengarenk resimli olması pek hoşuna giderdi.
FATMA KÖRPELİ GELİNCİK Pek şıkır şıkır bir dergiydi "Esinti". İçindekiler kısmına baktı. 25.
sayfadaydı Erol'un yazısı. Sayfayı buldu. Yer yer Bodrum'un değişik
171 resimleri serpiştirilmişti sayfalara. Bodrum Kalesi, amforalar, begonviller
içinde Bodrum evleri...
Gözleri, "Bir Mavi Tur Serüveni" başlığının altındaki satırları hızla
tarıyordu. Bodrum'la ilgili iki ayrı yazı yazmayı planladığını söylüyordu.
rina bir seferlik affederdim. Artık elimde değil. Sizi affedersem Erol beni asla İlki Bodrum'u ikincisi "Mavi Tur" yolculuğunu anlatacaktı. Maalesef
affetmez. Doğrusunu isterseniz ne yetkimi bırakırım ne de dostumu. okuyucu bu yıl Bodrum'u tanımakla yetinecekti. Bir iki sayfayı hızla geçti.
Hatırladın mı Dünya Engelliler Haf-tası'nın tüm etkinliklerini Zeynep'le Aradığını yazının son kısmında buldu:
hazırlamıştık. Ayşe öğretmenle... Ne güzel ceza değil mi? "Mavi Tur yazıhanesine girdim. Güneşle ahbaplığı teninde, yakışıklılığı
- Hatırladım tabiî... Beni de çok koşturmuştun... Anne şunu kaslarında yansıyan hoş bir delikanlı:
yap, bunu yap diye. İnsanlar ne sevinmişti... Ahmet Bey de iyi - Buyur Abi! dedi.
eğitimciymiş kızım. Bunları unutma! Öğretmenlik, böyle bir - Mavi Tur'a katılmak istiyorum.
şey işte... - Hay hay Abi. Kaç kişisiniz? Ne zaman düşünüyorsunuz?
Kebîre'nin kızgınlığı Sevda'yla uçup gitmişti. Ahizenin öbür ucundan - Yalnızım, hemen olabilir. Gülerek "Ben seyyahım." dedim.
Sevda'nın sesi cıvıldaşıp duruyordu. - Abi yarın gidecek bir grubumuz var. Hepsi genç, genç dedimse 25- 30
- Anne, neden babamın kitabını görüp görmediğimi sordun? arası... 6 kişi, üç kız üç erkek. Seni de alırsak 7 kişi olursunuz. Onlarla
- Babanın kitabının kapağı çok hoşuma gitti. Bir tablo... Denizde bir konuşayım kabul ederlerse, akşamüzeri tanıştırırım.
yelkenli var, yelkenlinin de... - Olabilir.
- Yelkeni gül değil mi anne? Delikanlı cep telefonunu tuşladı.
- O tabloyu Mehmet mi yaptı?
- Evet anne. Mehmet, hani senin için salondaki resmi yap
mıştı ya... Babam için de o resmi yaptı... Hediye olarak... Bü 173
ÜMRANİYE BELEDİYESİ HİKÂYE YARIŞMASI ayırdım. Okumayı severim.
- Abi, sizin tura bir kişi katabilir miyiz? Sizin gibi gezgin bir abi! Tamam, o - Erolcum, ben grubun lideriyim. Herkes bana uyar. Biz kafamızı hiçbir
zaman hep birlikteyken tanıştırayım da... Ne de olsa, uzun bir süre gece şeye takmayız. Anlayacağın özgür takılırız. Eğlencemiz bol; bol bol da
gündüz birlikte olacağız... Tamam Abi hoşça kal... kafa çekeriz, duman çekeriz. Çağlayan, özgür takılmayı anlatıyor. Ben
- Çağlayan Abi'yle konuştum. Grubun lideri. "Olur, tanışalım."dedi. dinliyordum. 25 yaşını aşmış bu gençler, benim ülkemin gençleriydi.
Öğleden sonra saat 4'te 'Neşeli'nin Yeri'nde buluşuyoruz. Karar verirsen, Yıllardır dağ dağ, şehir şehir kendimin, insanlığımın iklimini keşfe çıkan
detaylarda anlaşırız. ben, bu yol arkadaşlarıyla keşfe değil, ancak keyfe çıkabilirdim. Hani, şu
- 4'te görüşürüz, dedim, ayrıldım yazıhaneden. ataların dediği "Keyif olur" cinsi bir keyif.
Yol boyu bu güzel tatil kasabasını (belki şehir demek daha doğru olacak) Ben bir yandan Çağlayan'ı, bir yandan ataları dinlerken, Sumru, bana
arşınlamaya başladım. Bir insanı tanımak gibidir bir şehri tanımak. İnsanla doğru eğildi, kitabı göstererek:
sohbet edersin. Konuştukça tanırsın. Şehirler de adım adım tanınır, keşfedilir. - Biliyor musun ben bir Solome'yim, dedi. Şaşkın şaşkın
Gezdiğiniz şehrin ruhu her adımda sizi başka bir türlü selâmlar. Adım adım Çağlayan'a bakmışım "Ne diyor bu?" der gibi. Çağlayan:
gezmenin size ne sürprizler hazırladığını bir bilseniz! Eğer değişiklikten
hoşlanan biriyseniz, dingin değil uçan bir ruhunuz varsa yürüyerek keşfedin. 174
Neyse uzatmayalım. Biraz gezip dolaştıktan sonra 'Neşeli'nin Yeri'ne geldim, ÜMRANİYE BELEDİYESİ HİKÂYE YARIŞMASI
fakat biraz erken gelmişim. Bir çay söyledim. Çayımı yudumlarken, Ni- - Öyledir Erolcum, Hani Nietzsche'yi ağlatan kadın. Ni-etzsche, Ree,
etzsche'nin "Böyle Buyurdu Zerdüşt" kitabını tatil arkadaşı olarak yanıma Rilke, Freud gibi ünlülerin arasında dolaşan kadın... Aşk kadını Solome...
almıştım. Açtım, okumaya başladım. Hava güzel, rüzgâr püfür püfür esiyor, Birden ayağa kalktım, kitabımı aldım, arkamı döndüm ve yürüdüm.
dalmışım. Birden "Abi işte burada!" cümlesiyle irkildim. Arkamdan Sumru kahkahalar atarak bağırıp duruyordu:
Gelen bizim delikanlı ve tur arkadaşlarım, tam 6 kişi tepemde duruyor. Hey insan! Okuduğun o kitapta o üst insan ne diyor "Hayat zevk ve tatma
Merhabalaştık, iki masayı birleştirdik, etrafına dizildik. Kitabımı masanın uğruna yapılan bir savaştır." Bak, şu gördüklerin Nietzsche, Rilke, Freud...
üzerine bırakmıştım. Delikanlı: Benim arkadaşlarım üst insanlar... Ben de Salome... Erkeklerin başını
- Grubun lideri Çağlayan Abi. Abi senin adın? döndüren kadın... Çekici, özgür kadın... Bende pişmanlık yok, suçluluk
- Erol! yok, duygu yok... Ben bedenim, sadece aşk yaşarım... Korktun mu? Hey
- Erol Abi, siz tanışın, konuşun ben gidiyorum. niye kaçıyorsun? Ötekilerin kahkahaları arasında kayboldu bizim
- Tamam, dedim, ben sana uğrarım. Çağlayan, uzun boylu, iri yan bir Salome'nin sesi...
delikanlıydı. Üzerinde Anlayacağınız Mavi Tur serüveni başlamadan bitti. Belki, seneye bu
kolsuz siyah bir fanila altında da siyah bir şort vardı. Kırmızı küçük bir fuları yolculuğa dostlarla çıkar, sizlere daha hoş şeyler yazarım. Bana inandınız
korsan başı bağlamış, uzun simsiyah saçlarını değil mi? İnsanı tanımak, sohbetle; şehri tanımak, adım adım gezmekle...
Haydi eyvallah!
FATMA KÖRPELİ GELİNCİK Kebîre dergiyi kapadı. Masaya doğru yürüdü. Dergiyi masaya bıraktı.
arkasında at kuyruğu yapmıştı. Kollar ve göğsü dövmeler içindeydi. Kitabı aldı eline: "Bir Gül Hatırlar Gibi" Sumru, kırmızı, siyah ebruli gül...
Parmaklarına kafatası, ejderha ve tuhaf şekiller olan gümüş yüzükler takmıştı. Ne gülmüşsün ama... On dakikada mı yarım saatte mi, nasıl etkiledin bu
Sağ bileğinde siyah deriden üzerinde metal çiviler olan bir bileklik vardı. adamı böyle? Nasıl becerdin beş yüz sayfalık kitap olmayı? Gülbeyaz bile
- Erolcum, bu Sumru. Kadınım. Ne kadın değil mi ama! bu kadarını beceremedi... Aman, sen de beni boş ver!.. Ben zaten yenik
Ne kadına, baktım: Kırmızı perçemli, simsiyah saçlı güzel bir kız. Sol başladım! Kocanın yazdıklarını ne kadar içine sindiriyorsun Kebîre!..
kulağının üstünde iki kırmızı ponponla saçlarını toplamış. Dudaklarını siyah Sabahtan beri ben bu olayı biliyorum, ya bir yerde okudum ya da duydum
rujla boyamış. Uzun tırnakları da öyle simsiyah ojeli... Parmaklarında onun da diyorum. Gördün mü kocanın başına gelen has macerayı!.. Şu dergiyi
tuhaf gümüş yüzükler var. Baş parmakları da dahil hepsi dolu. Askılı okuyanın aklına gelir mi böyle bir aşk! Adam hiç konuşmadan çay
bluzunun yakasından göğsüne yaptırdığı dövmeler fırlıyor... Göbeği açık, bahçesini terk etmiş... İşte bizim Erol bu... Peki ne oldu, nasıl vurgun yedi
gümüş halkalı; sol kaşının bitim yerinde, sol kulağında (bir sürü) ve burnunun bu adam. Üç yıl sonra Sumru'ya övgü düzdü. Sabahtan beri kur-
sol kenarında da bu gümüş halkalardan var...
Daha bakamadım. Diğer arkadaşlarıma gözüm kaydı." Kebîre, bir-iki sayfa FATMA KÖRPELİ GELİNCİK |
atladı. Okumaya devam etti: güya kızıp duruyordun... Al sana kurgu... Adam yazmış... Dergide
"Sumru masadaki kitaba bir göz attı. Cilveli bir sesle: anlattıklarını romanda da anlatıyor... Yaşamış... Sevmiş... Yazmış işte
- Ooooo, Nietzsche okuyorsunuz! dedi. delilin bu dergi... "Esinti."
- Evet, bu yaz tatilimi eskiden okuduğum kitapları yeniden okumaya Kitabın kapağını açtı. İlk sayfasını okumaya başladı: "Hayal içinde geçti
ömr-i derbederim Bakıp bakıp da o maziye şimdi ah ederim " Bir yandan Bence dinin gibi küfrün de mukaddesti senin
minibüsü sürüyor, bir yandan teypten gelen şarkıya eşlik ediyordu. Hayatımda Yaşadın beş sene gönlümde misafir demedim
ilk kez bir şoförün klasik bir şarkıyı baştan sona kadar dinlediğine şahit Bu firar aklına nerden ne zaman esti senin...
oluyordum. Şahit olmak ne kelime, hiç bir tekleme olmaksızın şarkıcıyla o da Bu kıtada bizim Ferhat şoförün hali, yaman. Sanki, diz çökmüş
söylüyordu. Benim bilmediğim, anlamadığım pek çok Arapça ve Farsça yalvarıyor. Çaresiz zavallı. Son kıta sonlara doğruydu... İşte, buldum:
kelimeyi de aynı sanatçı gibi telaffuz edişine hayret etmedim desem yalan Zülfünün yay gibi kuvvetli çelik tellerine
olur. Kaset bitene kadar şoförüm şarkıcılara eşlik etti. Bu ara ben de Takılan bu gönlüm asırlarca peşinden gidecek
minibüsün içini incelemeye başladım: Direksiyonun önünde bir kitap vardı. Sen bir ahu gibi dağdan dağa kaçsan da yine
Nietzsche'nin "Zerdüşt Böyle Buyurdu" kitabı. Şoförümün koltuğunun tam sol Seni aşkım canavarlar gibi takip edecek
arka köşesine bir ney sıkıştırılmış, üstten bir kancayla hareketini önlemek için
tutturulmuştu. Ön camın sağ ve sol üst tarafında güneş siperlikleri vardı. FATMA KÖRPELİ GELİNCİK | 1
Üzerlerinde siyah boyayla yazılmış yazılar. Şoförden taraftakinde "Beni Eh yani Erol! Bu kadar olur! Sen bu şiirin romanını yazmışsın! İkisinin
Hatırla", benden taraftakinde "Bir Gül Hatırlar Gibi" yazıyordu. Kaset bitince sonu da canavarla bitiyor... Farklı canavarlar ama... Olsun canavar,
dayanamadım, sordum: canavardır, öyle veya böyle...
- Konservatuar mezunu musunuz? Kebîre hanım, şiir okuduğunuzu Sevda bir duysa:
- Boş ver abi, uzun hikâye Aşk olsun gelincik, şiir günlerimizde bize hiç şiir okumadın, bizi kırdın,
Kebire kitabı okumayı birden bıraktı. Sayfaları hızlı hızlı çevirmeye, derdi
çevirirken de yine söylenmeye başladı: "Bizim şoför pek kültürlü. Varlıktan Şiir, Kebire' yi Sevda'ya; Sevda da öğrencilik yıllarına annesini aldı
düşmüş, ama gariban olmamış. Okumuş; ama masaya, aylığa esir olmamış. götürdü. Bu gece tuhaf bir geceydi. Bir bu anda, bir geçmişte, bir öfkede,
Almış bir arkası kapalı minibüs nakliyecilik yapmış. Bir anaya esir olmuş, o bir sükûnette... Bu şiiri bir an Sev-da'dan dinlediğini düşündü. Sevda çok
da ölünce ver elini yollar... Nerde akşam, orda sabah Ferhat... Evi, minibüsü; güzel şiir okurdu. Annesine sık sık eski şiirleri açıklar, açıklarken bile mest
parasız kalınca da kazanç kapısı... Otostopçuların imdadına yetişen Ferhat... olurdu. Sınıf arkadaşlarıyla şiir günleri yaparlardı. Hanımların kabul günü
Şirin mirin de aradığı yok. Ka- gibi. Kebîre "Bizde olsun." demişti. Gençler pek memnun oldular. Mekân
derdi çözülmüştü. Hem de Kebîre'nin ikramları bir başkaydı... Memnuniyet
176 iki baştandı. Kebîre de onlarla gençleşiyordu adetâ... Hem eğleniyor hem
de öyle çok şey öğreniyordu ki... Şiir günlerinde bir şair seçerler: O şairin
ÜMRANİYE BELEDİYESİ HİKÂYE YARIŞMASI şiirlerini okurlar, yorumlar yaparlar, şairin temiz kirli demez bütün
setlerini dinler, ney üfler, kitabını okur, yaşar gider. Faruk Na-fiz'in bir şiirini çamaşırlarını ortaya dökerlerdi. Hele çoğu kelimelerini anlayamadığı şiirler
de pek sever. Adı neydi? Hah, işte burada ilk kıtası... Hepsini birlikte yazsan ne hoştu... Rüzgâr gibi esen şiirlerdi onlar... Divan Şiiri diyorlardı o
olmaz Erol bey!.. Serpmişsin romanın orasına burasına... Firari... Firardan şiirlere. Sürgünlerinde evlerindeki şenlik bir başkaydı...
olsa gerek... Kaçak demek her halde! Bazen sırf komiklik olsun diye, kelime değiştirme oynarlardı... Şiirleri
Bu roman bir kahır, beni çıldırttı ya hu! Fakat, bu şiir öyle değil... Konu önce asıllarıyla okur, sonra argo kelimelerle, duyulmamış tuhaf kelimelerle
aynı... Şiirin uçuşan bir büyüsü var ondan mı ne? O büyü şairin çaresizliği... şiirdeki kelimeleri değiştirip kahkahadan kırılırlardı. "O yıllar ne güzeldi!
Yüreğinde hissettin değil mi o çaresizliği Kebîre?.. Ya roman, seni kızdıran O gençlerin her biri birkaç aydır memlekete dağıldı karıncalar gibi... Ya
roman, çaresizliği an-latsaydı keşke!.. Değer tanımazlığı yüceltiyor, Sumru, bu ülkenin karıncası olabilir miydi? Neden olmasın? Yeter ki
sevdiğimiz şeylerin içini neden boşaltıyorsun Erol! Bıktık boş teneke istesin, yürek istedi mi neler yapılmazı ki... Belki, yaşadığı o hayatı bıraktı,
tıngırtılarından, bir tıngırtı da sen ekledin sarı oğlan! Konu aynı, rivayet belki o da şimdi bir karınca kim bilir? Dünya bu, olur olur!" dedi kendi
muhtelif... Rivayet muhtelif olunca maksut bir olur mu? Boş ver Kebire! kendine. Onun derdi Sumru ve Sumru-larla değildi... Kocasının kurguladığı
Haydi... Ferhat'ın aklını takıp, yaşamaya kalktığı şu şiiri oku da büyüsü o ahlâki çöküşleydi, onlar
saçılsın ortalığa:
Sana çirkin dediler, düşmanı oldum güzelin 178
Sana kâfir dediler, diş biledim Hakk'a bile
Topladın saçtığı altınları yüzlerce elin ÜMRANİYE BELEDİYESİ HİKÂYE YARIŞMASI
Kahbelendin de garez bağladım ahlâka bile
İşte bizim Sumru Hanım, ahlâka garez bağlatan kadın! Öteki kıta nerdeydi... FATMA KÖRPELİ GELİNCİK
Hah burada:
Sana çirkin demedim ben sana kafir demedim 179
şarkısını söylüyor. Biraz sonra halkalarla dolu kulakları, burnu, kaşı
gözünün önüne gelince:
"Mah yüzüne âşıkanım taze bitmiş gül fidanım
yüzünden hayatı, insanı, hatta romanı hor göremezdi. Kocası o çöküşü Edendim nazlı cananım seni gayet sevdi canım
öylesine hoş bir meta haline sokuyordu ki öylesi bir aşk uğruna bütün Severim yoktur yalanım,"
Sevda'lar bir günde Sumru olabilirdi... Bu bir yazar için, şarkısıyla kendinden geçiyordu.
Kebîre'ye göre bir baba için, büyük bir sorumluluk değil miydi? Bir tek genç Biraz sonra açık pencereden bir rüzgâr esiyor, bizim Ferhat'ın dilinden
bile bu romandaki aşkın kadını olmayı isteyip süflî bir hayata yol olsa... Sumru'ya yollanan bir şarki:
Erol'un bunda payı olmaz mıydı? Bir saat okuldan kaçtı diye sadece kızını "Rüzgârlara kapılmış kuru yaprak misali Gözlerimden gitmiyor nazlı yârin
değil, arkadaşını bile okul müdürüne teslim eden Erol, bu romanı yazan Erol hayali"
muydu? Üç yıl önce bu dergide o yazıyı yazan Erol, nasıl bu romanı yazan böyle böyle giderken birden geri dönüyor Ferhat. Onları
Erol olmuştu? Erol, serseri mayın gibi Ferhat'la oynarken bir şeyleri yerinden
oynatıyordu... 180
Son üç yıldır kocasını yollara düşüren kız, bu kız mıydı? Erol gerçekten bu
kıza âşık olmuştu... Bunu Kebîre'den başkası anlayamazdı... Bu nasıl bir ÜMRANİYE BELEDİYESİ HİKÂYE YARIŞMASI
aşktı... Daha öncekine benzemiyordu... "Bu aşk senin frenini patlattı; kendini
keşfe çıkan Erol, kendini kaybetti. Bırak üç beş tel saçın ağarsın!.. Olmazsa FATMA KÖRPELİ GELİNCİK
dökülsün!.. Üç beş çizgi daha belirsin yüzünde... Bu aşk biraz daha bedenini
çökertsin ne olurdu? Ferhat'la Şirin'in aşkını ne diye kirletirsin! Madem 181
kirlettin bir kitap yazdın, bastırmak neyin nesi? Git denizin ortasına at
yazdıklarını!... Denizini seyret, donanmanı bekle... Aya göz kırp... Ne istersin
Sevdalarımızı, Şirinlerimizi Sumrulaştırmaktan... Şirin gibi tertemiz bir sevgi
pınarını, 'ben bedenim' diyen bir kadına çevirirsin... Sen de herkes gibi bıraktığı yere geliyor. Gençler gitmiştir.
yazsana! Ne Ferhat'ı Ferhatlığından vazgeçiriyorsun ne Sumru'yu Bindikleri arabayı, gittikleri yönü tarif ediyor oradakilere. Böylece
Sumruluğundan... Ferhat, sevdiği uğruna yoldan çıksaydı o gruba karışsaydı... Kerem misali, gençler gidiyor, Ferhat arkalarından... Romanın sonuna
Adamın aşk yüzünden düştüğü hal, çok insanca olurdu. Yahut Sumru, sev- kadar Ferhat, Sumru'ya bir türlü ulaşamıyor. Yollar boyu ne aşk acılan
seydi Ferhat'ı. Ferhat onu kolundan tuttuğu gibi o hayattan alsaydı... Evinin yaşıyor Ferhat, nasıl da ulvîleştiriyor Sumru'yu. Ne şarkılar ne şiirler
kadını olsaydı!.. Olmazdı!.. Aman Kebîre, adamın freni patlamış, sen hâlâ!.." söyleyip duruyor Ferhat... Ağaçlara yaslanıp oturuyor; vadilere, dağlara
Koltuğunda gerindi... Her yanı uyuşmuştu. Erol, başından karşı ney üflüyor... "Zevk ve tad alma uğruna yaşadığını" söyleyen bu kız,
saf bir aşk timsaliymiş gibi anlatılıyor. İster istemez insan bir müddet sonra
geçenleri romanda çok az değişikliğe uğratmıştı. Gençler, Ferhat'la otostop "İnce gül, taze bitmiş gül fidanı, nazlı yar, nazlı canan, ay yüzlü" olarak,
yaparken karşılaşıyorlardı. Yine gençlerin sayısı altıydı. Sumru ve Çağlayan Ferhat'ın gözüyle görmeye başlıyor Sumru'yu... Onun için:
öne, diğerleri arkaya oturmuşlardı. Ferhat, yanındaki boş koltuğun üzerinde "Ömrümce o saf aşkım kalbimde yaşatsam Kirletmem onu kendimi,
duran Nietzsc-he'nin "Böyle Buyurdu Zerdüşt" adlı kitabını almış, camın hicrana da alsam" şarkısını söylerken "Ben bedenim, sadece aşk yaşarım."
önüne koymuştu. Bundan sonraki Salome hikâyesi, kılıkları, tütsülü kafaları, diyen kadın akla gelmez oluyor. Ferhat içli içli:
abuk sabuk konuşmaları hep dergideki gibiydi. Sonunu da biraz değiştirmişti. "Âşık oldur kim kılar canın (edâ cananına MeulA canan etmesin her kim
Sumru, yolculuğun sonunda arabadan inerken, eğiliyor cilveli bir sesle: "Belki kıymaz canına " şarkısını söylerken insanın: "Ah, nerede öyle Sumru gibi
bir gül hatırlar gibi beni, bu aşk kadınını, bir gün hatırlarsın. O zaman can verilecek kadın? diyesi geliyordu. İşte, Erol bunu becermişti.
Bodrum'a gel. Neşeli'den beni sor ahbap!" diyor. Ne oluyorsa bundan sonra "Maskaralık" dedi Kebîre, kızgın bir sesle... "İyi ettin!" Ferhat, uğradığı
oluyor. Ferhat'ın tuhaf aşk macerası başlıyor. Ne yapsın Ferhatçık? Sumru bir yerlerde... Sumru'yu bulamıyordu. Onların arkalarından anlatılanlar onu hiç
kere saptamıştır aşk okunu Ferhat'ın kalbine... Sevdiği bu kadındır. Onu etkilemiyor, başlıyordu "Fira-rî" şiirini okumaya... "Ben onu olduğu gibi
olduğu gibi sevecektir Ferhat... Aşk işte budur... Değiştirmek değil olduğu seviyorum" diyordu. Sadece yol, ney, şiir olsa neyse... Birde "Sumru'ya
gibi kabul etmektir. O da değişmeyecektir. O Sumru'yu olduğu gibi kabul yakışır, Sumru sever" diye olmadık hediyeler alıyor. Burun, kulak, göbek
ediyorsa, Sumru da onu, Ferhat'ı; ney'iyle, kitaplarıyla, şarkılarıyla kabul halkaları; tuhaf yüzükler; siyah renkli ojeler, rujlar; tuhaf resimli, açık
edecektir. İşte davet de etmiştir... Bu hayallerle giderken: saçık tişörtler; rengârenk saç tokaları; çivili çivili bileklikler... Parmakları
"Fikrimin ince gülü kalbimin şen bülbülü arasında içerken hayal ettiği zarif çiçekli, ince uzun sigaralar... Sumru'ya
O gün ki gördüm seni yaktın ah yaktın beni" benziyor diye aldığı bebekler...
bile demeden o gençlere arkasını dönüp giden adamın dergideki yazısında
Bu tuhaf alış verişleri de Erol, öyle masum, öyle hoş, tarifi imkânsız bir ve o dergideki tavrını hayatı boyunca inandıklarını, inanarak yazdıklarını
şölene dönüştürmüştü ki "Sumru olmak ne güzel!" duygusu insanı alıp çöpe attığı bu romanda...
götürebilirdi. Daha önce Erol'un yazdıklarını çok sevmişti Kebîre. Önce, kocasının
Bir müddet sonra minibüsün arkasında epey hediye birikmişti. yazdıkları, sonra kızı Kebîre'ye çok şey öğretmişti. Gülbeyaz, içinden
Erol, önce Sumru ve arkadaşlarının sefil hayatlarını anlatmış sonra Ferhat'ı hiçbir zaman atamadığı bir sızıydı... Vesvese halinde karşısına dikilse de
sersem bir âşığa çevirerek onca güzel şiiri, şarkı sözünü romanına serpiştirip yaşananlar çok insancaydı... Fakat bu romanda yazılanlarsa bir çılgınlıktı...
ne yapmak istemişti? Yanlışı, çirkini, değersizi yüceltirken ne diye Yavaşça koltuktan kalktı. Kendini bitkin hissediyordu. Kitabı masanın
güzelliklerimizi kullanmıştı?.. Yeni bir tarz mı deniyordu daha meşhur olmak üzerine derginin yanına bıraktı. Çalışma odasına
için. Muhalif bir yazar mı olmak istiyordu? Eğer öyle ise... Karısına, kızına,
aile çevresindeki bütün kadınlara muhalifti... FATMA KÖRPELİ GELİNCİK
Güzel kızı, Sevda'sı da babasının kitabını okuduğunda anası gibi bir vurgun götürmek içinden gelmedi. Erol, masanın üzerinde aynı konulu iki eserini
yerse, bu sefer de Sevda babasına bir ders vermeye kalkar, Mehmet'i de yan yana görürse, nasıl olsa yine bu 'cahil kadınla bir bağlantı
arkasından sürüklerdi. "Bir akşam, bir de bakmışsın ki Erol'un karşısına kurmayacaktı... Saate baktı ikiyi geçiyordu. Salonun lambasını söndürdü.
Sumru ve Çağlayan olarak çıkmışlar. Yapar mı yapar... Sevda bu..." Farkında olmadan bir şarkı mırıldanıyordu koridor boyunca yürürken:
Gevşediğini hissetti. Gülümsedi. "Sevda senin yaşama sevincine "Bir fincan kahve olsam kırk yıl hatırım vardır
bayılıyorum..." Ömrümü sana verdim, beni sevsen ne vardı"
Bodrum'da, Neşeli'nin yerinde tanıdığı o genç kız "Firarî şiirinde anlatılan "Aman Kebîre ömrünü vereceğine, sevgini verebilseydin ya... Belki
kadın olmalıydı Erol için. Bir yanda tutunduğu değerleri, ahlâk anlayışı, öbür yeterince sevemedin sen de... Sevgi mutlaka bir gün, bir yerde, bir biçimde
tarafta bunların tam tersini yaşayan bir kadın... "Ne yaşı, ne evli oluşu ne de baş verirdi. Sumru'nun yerine gelinciğin romanını yazardı sarı oğlan...
üniversitede bir kızının oluşu Erol'u bu hale getirdi. 'Erol kötü bir şey yapmaz' Haydi, gelincik uyku vakti."
inancı... İlk gün kayınvalidem bu inancı benim içime nasıl yerleştirdiyse, O sırada giriş kapısının kilidinde döndürülen anahtar sesi yankılandı
oğlunun içine de yerleştirmeyi becermiş... Erol kötü bir şey yapmadı, ama antrede... "Erol gelmiştir Gelincik" dedi. Antreye doğru Erol'u karşılamak
yazdı. Ferhat, koydu adını. Annesinin esaretinden kurtulan Ferhat, süflî bir üzere bir hamle yaptı. Birden durdu, yatak odasına doğru yürümeye
hayalin esaretini seçti" öyle bitkindi ki Kebîre'nin sesi. Eli hâlâ kitabın başladı.
sayfalarını çeviriyordu. Artık son sayfalara doğru geldikçe insan, Ferhat'ın Fatma Körpeli
Bodrum'a gidip Sumru'yu bulacağını düşlüyordu. Sumru zaten davet etmişti. 1956 yılında Ankara'da doğdu. İlk, orta, lise ve üniversite öğrenimini
"Bir gül hatırlar gibi beni hatırlar- Ankara'da tamamladı. 1977 yılında Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-
Coğrafya fakültesini bitirdi. Memur, öğretmen ve okutman olarak çalıştı.
1821 ÜMRANİYE BELEDİYESİ HİKÂYE YARIŞMASI 1997 yılında emekli oldu. Ankara'da yaşıyor.
san gel" demişti. Ferhat hatırlamak ne kelime, o gülü kırmızı siyahlı ebrulî
gülü ilk gördüğü andaki tazeliğiyle yaşıyordu. Kebîre, romanın son
paragrafını okumaya başladı:
"Ferhat, hep yollardaydı. Sumru öncesinde de yollarda, Sumru sonrasında da
yollarda... Minibüsü, Sumru'ya aldığı bir sürü hediyelerle dolu... Dilinde
nağmelerle, Gül'üne doğru yola çıkmıştı. Vakit akşam üstü... Güneş çam
ormanlarıyla kaplı dağların ardından batmakta... Havada tuhaf bir hüzünle
karışık huzur var. Sağ tarafta derin bir vadi... Vadiden gök yüzüne yayılan
şırıl şırıl bir ırmak sesi... Ferhat dalgın. Aniden beliren bir viraj... Vadiye uçan
minibüsten ırmağın sesine karışan bir şarki:
A tenim ruh-\ revanim Seven ölsün mu seni... "
Romanı böyle bitiriyordu Erol. Kebîre kendini tutamadı "Eşeği yardan uçuran
bir tutam ottur" deyiverdi. Kocası, o sevdiği sarı oğlan, hepimizin
tutunduğumuz güzelliklerle oynamış Ferhat'ı öldürüp her şeyi ortada
bırakıvermişti... Kısa bir süre gördüğü bir kadının bunca yıl hayatında canlı
kalmasını anlamıyordu. "Söz uçar, yazı kalır." derdi kocası da pek çokları
gibi... Sumru, artık ebedîydi... İki şekilde: Üç yıl önce "Allah'a ısmarladık"

You might also like