Professional Documents
Culture Documents
Ernst Bloch - Umut İlkesi Cilt 1
Ernst Bloch - Umut İlkesi Cilt 1
İletişim Yayınlan
Binbirdirek Meydanı Sokak Heti.şim Han No. 7 Cagaloglu 34122 İstanbul
Tel: 212.516 22 60-61-62 • Faks: 212.516 12 58
e-mail: iletisi^m@iletisimxom.tr • web: ^^w.iletisim.com.tr
ERNSTBLOCH
Umut İlkesi
C t L T 1
D a s P r in z ip H o ffn u n g
ç e v i r e n T a n ıt B o r a
ERNST BLOCH 1885'te Yahudi bir küçük memur ailesinin çocuğu olarak Ludwigs-
hafen'de doğdu. Münih'te, fizik ve müzik yan daUanyla destekleyerek, felsefe dok
torası yaptı. “Emperyalist işgal savaşı" olarak gördüğü Birinci Dünya Savaşı'nın
başlaması üzerine lsviçre'ye iltica etti. 1920’lerde Berlin’de bulunduğu yıllarda,
Marksist tiyatrocu-yazar Brecht'le ve düşünür Benjamin'le yakın ilişkisi vardı. Na-
zilerin iktidara gelmesi üzerine tekrar ülke dışına çıktı. Son olarak gittiği Prag'ın
da Nazi işgaline uğ^^raı arefesinde ABD'ye göç etti. 1949’da, ikinci Dünya Sava-
şı'ndan sonra Sovyeder Birliği ^^yesinde kurulan Demokratik Almanya Cum-
huriyeti’ne taşındı, Leipzig Üniversitesinde çalıştı ve bir süre “devlet filozofu" mu
amelesi gördü. 1956'da Sovyeder Birliği'nin Macaristan'daki liberal-sosyalist rejime
müdahalesini eleştirmesi ve derslerinde bu eleştirisi doğrultusunda “özgürlük ide
ali”™ işlemesi üzerine, zorunlu emekliliğe s^k edildi. l961'de Batı Almanya'ya
geçti ve Tübingen Üniversitesi'nde ders vermeye başladı. 1968 öğrenci hareketine
eleştirel ama hararetli bir destek verdi. 1977de Tübingen'de öldü. Ûç bine yakın
öğrencinin meşaleli yürü^yüşüyle uğurlandı.
Eserleri: Geist der Utopie (Ütop^rnın Tini], 1918; Thomas Münzer als Theologe
der Revolution [Devrimin Teologu Olarak Thomas Müntzer), 1921; Freiheit und
Ordnung [Özgürlük ve Düzeni, 1947; Spuren (İzler), 1930; Subjeht-Objeht [Özne-
Nesne], 1949; Erbschaft clieser leit [Bu Çağın Mirası], 1935; Avicenna und diearis-
totelische Linke [lbn-i Sina ve Aristotelik Sol), 1949; Das Prinzip Hoffnung [Umut
ilkesi], 1954-1959; Natumcht und mmschliche Würde [Doğal Hukuk ve insan
Onuru], 1961; Tübinger Einleitung in die Phüosophie [Tübingen Mukaddimesi-
Felsefeye Giriş], 1963; Atheismus im Christentum [Hıristiyanlıktaki Ateizm], 1968;
Das M^ateridismuspmblm, seine Geschichte und Substanz [Materyalizm Sorunu, Ta
rihi ve Özü], 1972; ^Experim^entun Mundi. Frage, Kategorien des Herausbringens,
Praxis [Dünya Deneyi. Soru, Çıkarsamanın Kategorileri, Praxis), 1975.
O ğ lu m ja n Robert Bloch'a
İÇ İN D E K İL E R
Ö N S Ö Z ..........................................................................................19
BİRİNCİ BÖLÜM
(Havadis)
KÜÇÜK G Ü N D Ü Z D Ü ŞLERİ
8 D Ö N D Ü REN İŞ A R E T .............................................................64
ik in c i bölüm
(Esaslar)
Ö N G Ü R Ü C Ü T A S A V V U R U N B İL tN C İ
9 N E D İR , TE PI H A LİN D E O LU P B lT E N ? .......................69
12 i n s a n i t e m e l g ü d ü y e d a i r
D E Ğ İŞİK KAVRAYIŞLAR...................................................... 15
Cinsel güdü 75 • Ben güdüsü ve bastırma 76 • Bastırma, kompleks, bi-
linç-dışı ve uçundurma 79 • iktidar güdıiSü, sarhoşluk güdüsü, holleh-
tifbilinç-dışı 82 • “Eros" ve arhetipler 87
14 G Ü N D Ü Z D Ü ŞL E R İN İN GECE D Ü ŞLER İN D EN
TEM EL FARKI. G ECE D Ü ŞÜ N D E G lZ L l VE
ESKİYE DAİR DOYURULUŞU A R ZU N U N ,
G Ü N D Ü Z FA N T E Z İL E R İN D E İSE
HAYALLEYEREK, Ö N C E D E N TASARLAYARAK.....105
Rüyaya eğilim 105 • Arzunun doyurulması olarak dfyler 106 • Korku
düşü ve arzunun doyurulması 110 • Bir temel mesele: Gündüz düşü
gece düşünün ilk basamağı değildir 115 • Gündüz düşünün birinci ve
ikinci karakteri: Serbest gidiş, korunmuş Ego 117 • Gündüz düşünün
üçüncü karakteri: Daha iyi bir dünya 122 • Gündüz düşünün dördün
cü karakteri: Sona gidiş 127 • Gece ve gündüz düşü oyunlannın içiçe-
liği, çöz:ülmesi 131 • Tekrar düşe eğilim: Gündüz düşlerinin medyumu
olarak “ruh hali» 136 • Tekrar, beklenti etkileri (endişe, korku, ürkün
tü, umutsuzluk, umut, güven) ve uyanıkken görülen düş 141
15 H EN Ü Z -B İL İN C İN E -V A R IL M A M IŞ’IN KEŞFİ
VEYA İLERİYE D O Ğ RU ALACAKARANLIK.
YENİ B İL İN C İN S IN IF I VE YENİ O LA N IN
BİLİN Ç S IN IF I OLARAK
H EN Ü Z-B İLİN C İN E-V A R ILM A M IŞ:
G EN ÇLİK , ÇAĞ D Ö N Ü M Ü , Ü R ETK EN LİK
Ü T O P İK İŞLEV KAVRAMI, ONU N ÇIK A RLA ,
İD EO LO JİY LE, A R K ETtPLER LE, İD EA LLERLE,
A LEG O RİLERLE-SEM BO LLERLE
KA R ŞILA ŞM A SI......................................................................148
İki kenar 148 • Bilinçdışı ile Bilinçli Olan arasındakinin ikili anlamı
149 • Henüz-Bilincine-Vanlmamış Olan: Gençlikte, çağ dönümünde,
üretkenlikte 151 • Üretkenliğe devam: Onun üç merhalesi 157 • Unu
tulmuşun ve Henüz-Bilincine-Vanlmamış’ın aydınlanmaya karşı koy
duğu direncin farklan 164 • Henüz-Bilincine-Vanlmamış'ın kavran
masını onca uzun süre engelleyen kısıt üzerine son söz 169 • Henüz-
Bilincine-Vanlmamış'taki bilinçli ve bilinen etkinlik, ütopik işlev 181 •
Ütopik işleve devam: Ondaki özne ve halihazırdaki kötüye karşı hamle
186 • Ütopik işlevin çıkarla teması 190 • Ütopik işlevin ideolojiyle
karşılaşması 193 • Ütopik işlevin arketiplerle karşılaşması 200 • Üto
pik işlevin ideallerle karşılaşması 208 • Ütopik işlevin Alegorilerle-
Sembollerle karşılaşması 219
20 TOPARLAMA / Ö N G Ö R Ü C Ü TASAVVURUN
TEŞEKKÜLÜ VE K U TU PLA RI:
KARANLIK AN - (U C U ] A Ç IK E L V E R İŞ L İL İK ......352
Nabız ve yaşanan karanlık 352 • Mûmkûn bir ileri yürüyûş için yer
353 • Kaynak ve Menfez: Mutlak soru olarak hayret 354 • Tekrar: Ya
şanan dnın karanlıgı; Carpe diem 356 • Yaşanmış dnın karanlığı, de
vam: On plan, zararlı uzam, ifddatki melankoli, kendini dolayımlamah
361 • Somut soru olarak tekrar hayret, gerek endişe gerek mutluluk
suretinde; ûtopik arketip: en yüksek iyi 367 • Kökendeki Değil, tarih
teki Henûz-Değil, sondaki Hiç veya Her Şey 374 • Ütopya daimi hal
değil; o halde gerçekten de Carpe diem, fakat sahici mevcudiyette, sa
hici bir şey olarak 382
21 ALIM LI SURETİYLE G Ü N D Ü Z D Ü ŞÜ :
PAMİNA VEYA ERO TİK VAAD OLARAK İM G E .....386
lhtimamh sabah 386 • Portrenin tesin 387 • Karşılaşma etrafındaki
lıdle, nişanlanma 391 • Fazla imge, bunıdan kurtuluş, evlilik etrafın
daki lıdle 393 • Yüksek çift, C o ^ ^ Christi veya kozmik ve lsa-biçimli
olmuş olan evlilik ütopyası 398 • Aşkın sonradan beliren imgesi 403
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
(Geçiş)
A Y N A D A K İ A R Z U İM G E L E R İ
(T E Ş H lR , MASALLAR, SEYAHAT, FİLM , SAHNE)
29 DANSTAKİ ARZU İM G E S İ,
PANTOM İM VE FİLM Ü L K E S İ........................................476
Yeni dans ve eskisi 477 • Bir zamanlann dışavurumcusu olarak dans,
Egzotik 480 • Kûlt dansı, dervişler, saadetli rond 482 • Sağır-dilsiz ve
anlamlı pantomim 487 • Kamerayla yeni Mimus 491 • Çürümüş ve
şeffaf anlamıyla düşfabrikası 494
32 HAPPY-END, H İLESİ
A ÇIĞ A ÇIKM IŞ AMA YİNE DE SA V U N U L A N ........532
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
(inşa)
D A H A lY l B İR D Ü N Y A N I N T E M E L L E R İ
(ŞİFA SANATI, TOPLUM SAL SI STE MLE R,
TEK N İK , M tM A R t, COĞRAFYA,
SANAT VE BİLGELİK PER SPEK TİFİ)
34 BEDENİN İD M A N I,
TOUT VA B lE N ......... 544
35 SAĞLIK KAVGASI, H EK İM LİK ÜTOPYALARI... .... .541
Delilik ve masallar 547 • ilaç ve planlama 549 • Sahici bedensel yeni
den inşadaki tereddüt ve hedef.556 • Malthus, doğum rakamlan, gıda
562 • Hekimin ihtimamı 565
15
d ü şü n p eşin d e h are k e te geçm ek, b izzat m ad d î bir k u v v ettir
o n u n nazarında. İyim serliğin F ilozofu olarak da anılan Bloch'un
iyimserliği, bu tem el k abule yaslanır.
Bu düşünsel yöneliş içinde, dinsel tarihsel deneyimlere, mitik
imgelere özel b ir ilgiyle eğilmesi de kuşkusuz onun ‘aykırı' hatta
biraz ‘tu h a f olarak görülm esine yol açmıştır. Sahih/otantik m e
tafiziğin, bize m alûm olm ayan am a verili bir gizli hakikate er
m ek değil, m adden varolanın, M evcut/H alihazır'ın ötesini araş
tırm ak anlam ını taşıdığını söyleyen d üşünür, bu anlam da dev
rim ci bir metafiziğin, devrim ci b ir teolojinin peşindeydi. Bu ba
kışla, kadim zam anlardan beri, dinlerde ve sanatlarda, özellikle
b ü yük dinsel geleneklerin heterodoks kuytularında, özgürlük-
çü-devrim ci yönelişlerin izlerini sürüyor; bu izlerin, b u g ü n ü n
m itik im gelerinde, fantezilerinde yeniden zu h u r ettiğini ve bu
tinsel enerjiyle tem as k u rm a k gerektiğini düşünüyordu.
E rn st B loch'u ö zg ü n kılan ö zellik lerin d en b iri, ü slû b u d u r.
O nu edebiyatçıya, n esir şairine, eski zam anların hikâye anlatıcı
larına benzetenler olm uştur. Tutarsız, eklektik veya metafizik-
idealistçe b ir “gevezelik” görenler de vardır o n u n anlatısında.
A nlatının cazibesinde, “sü rü k ley iciliğ in d e” ise hem en herkes
hemfikirdir. Ö zellikle bölüm girişlerinde kıssa-hikm et geleneği
ni hatırlatan kısacık cüm lelerle, aforizm avârî ifadelerle ‘açılan'
Bloch m etinleri, oradan, viraj ü stü n e viraj d önen k atar katar ‘Al
m an cüm leleri'yle saçaklanır. “K lasik” felsefelerin ve M arksiz
m in term inolojisine ilâveten kendine özgü kavram larıyla örülen
b ir teorik d ilin kanavasına, m edeniyet tarihinin h er köşesinden,
envâî çeşit k o n u d an devşirilm iş çok zengin atıf levazım atı işlen
m iştir. Em provizasyon veya sesli düşünm e m âhiyetinde akışlara
rastlanır. Hiç şü p h e yok ki, o kum ası zevkli olduğu kadar bir
hayli zahm etli de olan bir yazardır.
U m ut İlkesi, E m st Bloch’u n başyapıtı. U m ut l l kesi'nden önce
de so n ra da çok yazdı, fakat düşüncesin in cevheri, burada bil
lurlaşm ış gibidir. Belâgati, ü slûbu, aynı zam anda angajm anıyla,
“esk i tip” b ir filozof edâsı taşıdığı h ep söylenen Bloch’un bilhas
sa bu kitabında eski yüzyılların havası vardır! Dev hacm iyle,
“entelektüel işbölüm üne” m eydan okuyan ansiklopedik teferru
atıyla, iddiahlıgıyla ve az evvel bahsettiğim iz diliyle...
16
U m ut l l kesi'ni çevirmeye gayret etm enin cür'et ve külfetinin
ardındaki saikleri, böylece özetleyebilirim.
Em st Bloch’a alâkasını sürdürenlere, onun fikriyatını Eleştirel
Teori’yle m ukayese içinde tartışan “Peygamberâne ve geveze?”
başlıklı m akalem i önerebilirim ; Toplum ve Bilim dergisinin 110.
sayısında yayımlanmıştır.
17
Ö N SÖ Z
19
rine karşı verilen emektir; büyük ölçüde gayet gösterilebilir m ü
sebbiplerdir bunlar ve o emek, dünyaya yardımı olacak şeyi biz
zat dünyada arar - bulunabilir bir şeydir bu. Her zam an buna
dair ne zengin d ü şler görüldü, m ü m k ü n olabilecek daha iyi ya
şama d air düşler. B ütün in san lan n yaşam ını g ü ndüz düşleri ka-
teder boydan boya. Bir parça sinirleri de gevşeten, yavan kaçış
vardır b u n d a b ir parça, d olandırıcılara ganim et de olur; am a
başka bir parçası da cezbeder, halihazırdaki kötüye razı gelmez,
işte, feragat etmez. Bu öteki parçanın çekirdeğinde U m ut Etm ek
vardır ve bu öğrenilebilir. U m ut E tm ek düzensiz gündüz d ü şü n
den ve on u n kurnaz suistim alinden çıkarılıp alınabilir, uçup git
m eden aktif kılınabilir. H içbir insan g ü n d ü z düşleri olm adan ya
şam am ıştır; mesele, onları hep daha geniş tanım ak, böylece al-
datılam az, yardım cı, doğruya yönelik olm alarım sağlam aktır.
G ündüz düşleri daha d o lu olm ayı isterler, bu da, ayık bakışla
zenginleşm eleri anlam ına gelir; katılaşm a anlam ında değil ışıkla
aydınlanm a anlam ında. Şeyleri h alihazırda nasılsalar ve nasıl
d u ru y o rlarsa öyle alan salt gözlem ci/tem aşâcı akıl anlam ında
degil, onları nasıl gidiyorlarsa öyle, yani daha iyi yönde/tarzda
da gidebilecekleri kabulüyle alan katılım cı akıl anlam ında. De
mek, gündüz düşleri sahiden daha dolu olm ak isterler; yani da
ha aydınlık, daha bilinen, daha kavranan ve şeylerin akışıyla do-
layımlanan. O lgunlaşm ak isteyen buğdayın geliştirilebilmesi ve
ü rü n alınabilm esi için.
D üşün m ek , sın ırları aşm ak dem ektir. Ama öyle ki, M evcut
O lanı gasp etm eden, onun üzerinden de atlam adan. Ne yoksun
luğunun, ne de bundan doğan hareketinin. Ne y oksunluğunun
nedenlerinin, ne de asıl, o n u n içinde olgunlaşm akta olan d ö n ü
şüm istidadının. B unun içindir ki, sın ırlan aşm anın sahicisi, asla
salt bir Bizden-öncenin hava boşluğuna atılm az, salt heves ede
rek, salt soyut im gelerle. Aksine, Yeni'yi, gerçi serbest kalm ak
için ona yönelen bir isteği/iradeyi talep etse de, hareket halinde
ki M evcut tarafından dolayım lanan bir şey olarak kavrar. Sahici
bir ‘sın ırlan aşm ak', tarihte m evcut b ulunan diyalektik eğilimi
bilir ve onu etkinleştirir. H er insan, çabalamasıyla, birincil ola
rak geleceğe d ö n ü k yaşar, geçmiş olan ancak sonradan gelir, sa
hici B ugün ise h em en h içb ir zam an vâsıl o lm am ıştır henüz.
20
M üstakbel olan korkulanı veya um u lan ı içerir; insanî yönelim in
içindeyse sadece um ulan vardır - boşa çıkm am ış. U m udun işle
vi ve içeriği nâm ütenâhî yaşanır; toplum sal yükseliş zam anların
da nâm ütenâhî fiiliyata geçirilm iş ve yaygınlaştırılm ıştır bu işlev
ve içerikler. Yalnız, eski bir toplum un çöküş zam anlarında, bu
günkü Batı’da olduğu gibi, sadece aşağı doğru giden belirli bir
kısm î ve geçici eğilim vardır. O zam an, çöküşten k u rtu lm a •yolu
nu bulam ayanlarda k o rk u u m u d u n önüne ve karşısına geçer. O
zaman korku, katlanılan ama teşhis edilmeyen, yanıp yakınılan
ama değiştirilm eyen kriz fenom eninin öznelci, nihilizm de nes
nelci m askesini takınır. D eğiştirm ek zaten burju v a zeminde, he
le onun vâdesi gelen u ç u ru m u n d a zaten im kânsızdır; kendisi
b u n u isteyecek olsaydı bile - ki böyle bir şey asla söz konusu
değildir. Evet, burjuvazinin çıkan, bilhassa başka olan, kendisi
ne zıt olanı her şeyi, kendisiyle beraber aşağı çekm ek ister; böy-
lece, kendi agonisini’ görünüşte aslî, g örünüşte ontolojik hale
getirerek, yeni yaşamı bitap düşürür. Burjuva varoluşunun çıkış-
sızlığı insanlık d u ru m u n u n kendisi, başlıbaşına varoluşun ken
disi haline gelecek kadar yayılır böylece. U zun vâdede nafile, ta
bii ki: burjuvazinin içi boşalmışlığı, kendini artık sırf bu boşluk
la ifade eden sınıfın kendisi kadar fâni, m erbut oldugu kendi
kötü dolayım sızlıgınm salt görünüşte kalan varlığı kadar da da
yanaksızdır. U m utsuzluk, hem dönem sel hem fiilî anlam da, en
dayanılm az, insanî ihtiyaçlar açısından asla ve kat'a katlanılm az
olan şeydir. Sahtekârlıgm bile, etkili olabilm ek için, yaltaklanıp
tahrif ederek uyandırdığı um uda dayanm ak zorunda olması da
bundandır. Gerçi salt içe dönüklüğe hapsedilerek veya öte d ü n
yayla avutarak, b ü tü n kürsülerden vaaz edilenin yine u m u t ol
ması, bundandır. Batı felsefesinin son sefaletlerinin bile, ötesine
geçm enin, sınırları aşm anın kredisini kullanm adan sefalet felse
felerini ortaya atam ayacak d u ru m d a olmaları, bundan dır. B unun
anlam ı, insanın özü itibarıyla gelecekten doğru belirlendiğidir;
m am âfih kendi sınıf k o n u m u n u n çıkarını aslileştirip yayan şu
sinik anlam la ki: gelecek, G eleceksizlik adlı gece k u lü b ü n ü n
levhasıdır, insanların belirlenim i de Hiçlik. Şimdi: varsın ölüler
1 Can çekişme.
21
göm sünler ölülerini; doğan gün, vaktini geçirmiş gecenin onun
üzerine ö rttü ğ ü tered d ü t halinde bile, iç boğucu tefessühün öz-
süz nihilist m ezar çanlarından başka b ir şeye k u la k veriyor. İn
san, darda o ld u ğ u m üddetçe, hem özel hem kam usal varoluşu
gündüz düşleriyle doludur; şim diye kadar başına gelenden daha
iyi bir yaşama dair düşlerle. H er insanî yönelim , ister yanlış ol
sun, ister tabii asıl doğrusu, bu temele dayanır. Şimdiye dek çok
defa olduğu gibi kâh kum sal manzaralarıyla kâh hayaletlerle ya
nılsam alara yol açabilse de, bu temel, ancak nesnel eğilim lerin
ve öznel yönelim lerin bir arada araştırılm asıyla ifşâ edilebilir ve
gereğinde arındırılabilir. Corruptio optim i pessim a:2 aldatıcı u m u t
en b ü y ü k canilerden biridir, insan cinsini güçten d ü şürür; so
m ut sahici u m u t ise en ciddi h ay ır sahibidir insan için. O halde,
bilen-som ut um ut, öznel yönden korkuyu en güçlü biçim de alt
eder, nesnel y ö nden de k o rk u n u n içeriklerinin tem elden devre
dışı kalm asını sağlayan en sağlam etkendir. U m udun bir parçası
olan hoşnutsuzlukla beraber yapar bunu; ikisi de kıtlığa ‘hayır’
dem ekten çıkar.
D üşünm ek, sınırları aşm ak dem ektir. Kuşkusuz, sınırlan aş
m ak şim diye dek kendi apaçık D üşüncesini bulam adı. Veya bul
duğunda da, etrafta, meseleyi görem eyen kem gözler çoktu. Çü
rü k ikameler, alelade-kopyacı vekâletler, gerici ama aynı zam an
da basm akalıpçı bir ‘zam anın ru h u ’n u n mesanesi, b ü tü n bunlar
bastırdılar keşfedileni. Marx, d ö n ü m noktasını, sın ırlan som ut
olarak aşm anın bilincine varm akla tanımlar. Ama o d ö n ü m nok
tası, cepheye bakm ayan bir d ünyanın katı düşü n ce alışkanlıkla
rının içine göm ülüdür. O rada yalnız insan değil, onun kendi
u m u d u n u idraki de dardadır. Y önelm ek/niyet etm ek öngörücü
tasavvuru n kend in e m ahsus sesiyle işitilm em iş, nesnel eğilim
k endine m ahsus öngörücü tasa^vvur kudretiyle idrak edilm em iş
tir. T üm insanların yegâne d ü rü st vasfı olan, eksikliği hissedilen
şeyler, araştırılm am ıştır. H enüz-B ilincinde-O lunm ayan, Henüz-
Olm am ış-Olan, b ütün insanların anlam dünyasını ve onların va
roluşunu n u fkunu doldursa bile, bir kelime olarak bile yol aça
m am ıştır kendine - nerede kaldı ki bir kavram olarak. Bu serpi
6 lzler.
7 Ütopyanın Tini.
8 Bu Çağın Mirası.
9 Özne-Nesne.
10 Hermenötik.
11 Yeni Olan.
12 Deneyimle öğrenilmiş.
24
pim izi bekleyen, m ahvedecek veya ihyâ edecek olan Yeni'nin
felsefesi gibidir. O n u n bilinci, tehlikenin ve tehlike koşullarında
sağlanacak olan zaferin açıklığıdır. O n u n uzam ı, sürecin içinde
ki, nesnenin in s a fla r tarafından radikal biçim de niyet edile
nin/yönelm en in h e n ü z asla tem in edilm iş olm adığı fakat asla
h e d er de ed ilm ediği kendi y o lu n d ak i, n esn el-reel im kândır.
O nun olanca kuvvetle seferber edilmesi gereken istidadı, özne
deki sahiden U m ut Eden, nesnedeki sahiden U m ulabilir O lan
dır: bize düşen, bizim için m erkezî önem taşıyan bu şeyin işlev
ve içeriğini araştırm aktır.
İyi Yeni, hiçbir zam an o kadar da yeni değildir. Etkisi, yaşamı
kat eden, figüratif sanatı dolduran gündüz düşlerinin çok ötesi
ne taşar. Ü topik Arzu, tüm özgürlük hareketlerine yol gösterir;
b ü tün Hıristiyanlar kendi m eşreplerince bilirler bunu, kâh uyu
yan vicdanlarıyla kâh teessürle, Incil'in H uruç/G öç ve M esih'le
ilgili kısım larından. Sahip O lm akla Sahip O lm am ak arasındaki,
özlemin, u m u d u n ve yuvasına erişm e itkisinin yol açtığı iç içelik
de, büyük felsefede eşelenmiştir. Yalnızca Platoncu Eros’ta değil,
keza Aristoteles'te özün im kanı olan geniş m enzilli m adde kav
ram ında ve Leibniz'in eğilim kavram ında. U m ut, Kant'ın ahlâkî
bilince dair koyutlam alarında [postüla] dolayım sız bir etkiye sa
hiptir, Hegel’in tarihsel diyalektiğinde ise dünyasal olarak dola-
yımlanmıştır. Ne var ki b ü tü n bu Aydmlanmacı keşif kollarına
hatta te n a m utopicam ’d a k i'3 keşif seyahatlerine rağm en, bunla
rın hepsinde kırık bir şey vardır - tam da temaşâ aracılığıyla kı
rılm ış bir şey. Neredeyse en fazla, en uzaklara açılmış olan He-
gel’de görülür bu: O lm uş Bulunan, Yükselip G elm ekte Olanı alt
eder, Olm uş B ulunanların birikim i, gelecek, ön cephe, N o vu m
kategorilerini tam amıyla engeller. D em ek ütopya ilkesi, ne o n
d an huruç/göç etm esine rağmen arkaik-m itsel dünyada ne de in
filâkı diyalektiğine rağm en şehirli-rasyonel dünyada yarıp geçe
bilirdi burayı. Bunun nedeni daim a, gerek arkaik-m itsel gerekse
şehirli-rasyonel zihniyetin gözlem ci/tem aşâcı-idealist olması; do
layısıyla salt pasif-temaşâcı açıdan, olm uş-bitm iş bir dünyayı, ta
m am lanm ış bir dünyayı varsaym asıdır - olm uş b u lu n an dünya
13 Ütopyanın toprakları.
25
nın aynasındaki üst-dünya yansısı da dahil. Bir yanda m ükem -
m elliğin/tam am lanm ışlığın Tanrıları, beri yanda fikirler veya ide
aller, illüzyona dayalı varlıklarıyla, tıpkı b u dünyanın sözüm ona
vakıalarının am pirik varlıkları kadar res finitae’dirler. Dem ek sa
hici, süreçselliğe açık tarzın geleceği salt tem aşânın her tü rlü sü
ne kapalı ve yabancıdır. Yalnızca dünyayı değiştirm eye yönelen,
değiştirm e isteğini bilgilendiren bir düşünce için, gelecek (önü
m üzde uzanan, sonuca bağlanm am ış olu şu m u n sahası) sıkıntı,
geçmiş de engel teşkil etmez. Bu nedenle, belirleyici olan şudur:
yalnızca bilinçli teori-pratik olarak bilgi, olm akla olana ve o n u n
içinde belirlenebilir olana dairdir, gözlemci/temaşâcı bilgi ise per
definitionem ancak Olm uş B ulunana dair olabilir. O lm uş Buluna
na yönelik b u ham lenin, O lm uş O lanla ilişkinin dolaysız ifadesi,
kendini kaptırm a m itosunda, önceden düşünülem ez olana yöne
lik itkidedir; aynı zam anda, aslında paganca olanın, yani b ü tün
hadiselerin üzerindeki sabit kubbesi olarak yıldızların mitselliği-
n in daim î baskınlığında. Aynı geçmişe bağlılığın, geleceğe ya
bancılığın rasyonalizm deki yöntem sel ifadesi Platoncu A nam ne
sis ’4 veya tüm bilm enin yeniden hatırlam adan ibaret olduğu öğ
retisidir. D oğum dan evvel temaşâ edilm iş/seyrine bakılm ış fikir
lerin, dört b ir yandaki kadim geçm işin veya tarihsiz ebedîliğin
yeniden hatırlanm ası. Buna göre Oluş [Olmak-lık] O lm uş-lukla
örtüşür ve M inerva'nm baykuşu ancak karanlığın basm asından,
yaşamın b ir suretinin eskim esinden sonra başlar uçuşuna. He-
gel’in son kertede “çem berin içindeki çem berler”e dayanan diya
lektiği de, Anam nesis hayaletiyle engellenm iştir ve antika olarak
kalmaya m ahkûm dur. İlkin Marx, b u n u n yerine, temaşâ ve tabir
etmeye tevekkül gösterm eyen bir teorinin başlangıcı olarak, de
ğiştirm enin Pathos’unu geçirdi. Böylece gelecek ile geçmiş ara
sındaki d o n u k ayrım lar yıkıldı, henüz olm am ış gelecek geçmiş
te, öcü alınan ve tevarüs edilen, dolayım lanan ve ihyâ edilen
geçm iş de gelecekte g ö rü n ü r hale geldi. Yalıtılarak kavranan ve
öylece tu tu lan geçmiş, salt b ir m eta kategorisidir, kendi Fieri’si-
nin [olmuş] ve sü rm ek te olan sürecinin bilincinden yoksun bir
şeyleşmiş Factum’d u r [vakıâ].. Bugünde ise hakiki eylem ancak
14 (Bilgiyi) hatırtama.
26
bu hem geriye hem ileriye dönük olarak tam am lanm am ış süre
cin bütünlüğü içinde vuku bulur; m ateryalist diyalektik de bu
sürece hâkim iyetin bir aygıtı olur, dolayım lanarak hâkim olunan
Novum haline gelir H enüz ilerici olan b u rju v a çağının Ratio'su
[akıl] ilk m irasıdır o n u n (k onum una bağlı ideolojisi ve içerikle
rinin gitgide boşaltılm ası hariç). Fakat m irasta bir tek bu Ratio
yoktur; daha önceki toplum lar da, hatta onların içindeki kim i
m ito slar da (salt id eo lo ji o la n la r ve b ilim se llik -ö n ce si bâtıl
inançlar hariç), burj uvazinin bilgi kısıtını aşmış olan b ir felsefe
ye ilerici bir m iras aktarabilirler - her ne kadar, elbette bilhassa
aydınlatılm ası, eleştirel bir biçimde tem ellük edilm esi, işlevsel
olarak dönüştürülm esi gerekse de. Sözgelimi kapitalizm -öncesi
dünya im gelerinde am acın (nereye, ne için?) rolünü veya bunla
rın m ekanik-olm ayan doğa kavram ında niteliğin taşıdığı anlam ı
düşünün. Marx’ın felsefe takvim indeki en m uhterem aziz olarak
andığı Prom etheus m itosunu düşünün. Altın Çağ m itosunu ve
o n u n nice ezilmiş sınıf ve halkın Mesihçi bilincinde geleceğe ak
tarılmasını düşünün. Oluşla ve yükselip gelmekte olanla m üte
nasip ilk felsefe olan M arksist felsefe, hâlâ yaşam akta olan ve
kendisiyle henüz hesaplaşılm am ış olan dışında bir geçmişi zaten
b ilm ed iğ in d e n , tü m geçm işi de y aratıcı b ir g en işlikle tanır.
M arksist felsefe geleceğin felsefesi, dolayısıyla geçmişteki gelece
ğin de felsefesidir; böylelikle, bu birikm iş cephe bilinciyle, idrak
edilm iş eğilim in hadiselere vâkıf, N ovum 'a nişanlı, canlı teori-
pratiğidir. Belirleyici olarak kalan, şudur: G örünüşüyle süreçsel-
tam am lanm am ış Totum 'u [bütün] tasvir ve teşvik eden ışık, doc-
ta spes, diyalektik-m ateryalist olarak kavranm ış um uttur. Felsefe
nin oluş’u ile varolan ve baki kalan tem el izleği, henüz olmamış,
henüz başarılm am ış vatandır; Yeni'nin eski'yle diyalektik-m ater-
yalist m ücadelesinde m eydana gelen, oluşan vatan.
Buraya bir m im daha koyuyoruz. İleriye dönük, peşinden tırıs
gitmek degil geçmek, aşm ak isteyen bir işaret. Henüz-Değil an
lamına gelir ve onu anlamayı bilm ek gerekir. Lenin’in, giderek
daha sık övülen fakat aynı dikkatle incelenm eyen bir yerde yo
rum ladığına uygun biçimde:
‘“N eyin d ü şü n ü görm eliyiz?’, bu kelim eleri yazdım ve irkil
dim. G özüm ün önüne getirdim ki, bir ‘Birleşme K onferansı’nda-
27
yız, karşım da da Raboçeye D y e lo 'n u n 15 editörleri ve çalışanları
oturuyor. D erken yoldaş M artinov ayağa kalkıp teh d itk âr bir
edâyla bana dönüyor: ‘Size şu n u sorm am a izin verin: Özerk bir
yazı k u ru lu n u n hâlâ önceden P arti K om itesinden izin alm adan
düş görm e hakkı var m ıdır?’ A rkasından yoldaş Kriçevski kalkı
yor ve (kendisi de çoktan yoldaş Plehanov'u derinleştirm iş b u
lunan yoldaş M artinov’u felsefî açıdan derinleştirerek) devam
ediyor: ‘Dahasını söyleyeyim. Bir M arksistin, şayet Marx’a göre
insanlığın kendi önüne ancak çözebileceği ödevler koyduğunu
ve taktiğin de partiyle beraber büyüyen ödevlerin artm ası süreci
o lduğunu unutm ayacaksa, genel o larak düş görm eye hakkı olup
olm adığını soruyorum .’
Bu tehditkâr so ru la n yalnızca d ü şü n m ek bile b u z kesm em e
yol açıyor, nereye saklanabileceğim den başka bir şey d ü şü n m ü
yorum . Pisarev’in arkasına saklanm aya çalışacağım.
‘Bir ikircim diğerine benzem ez,’ diye yazm ıştı Pisarev, düş ile
gerçeklik arasındaki ikircim hakkında. ‘D üşlerim hadiselerin d o
ğal gidişini aşabilir veya tümüyle ters yollara sapabilir; hadisele
rin doğal gidişinin asla giremeyeceği yollara. Birinci vakada düş
k urm ak tamamıyla zararsızdır; hatta çalışan insanın eylem gücü
n ü teşvik edebilir, artırabilir... Böyle düşlerin yaratm a kuvvetini
kısıtlayan veya felç eden bir yanı yoktur. Tersine. İnsan bu tarzda
düş görm esini sağlayan y eten eklerden m ahrum olsa, henüz elleri
arasında biçim lenm eye başlamış ü rü n ü n bütünsel ve tam am lan
mış bir imgesini fantezisinde kurarak ön almasaydı; hangi kuv
vetin insanı sanat, bilim ve p ratik yaşam alanlarında u zun vâdeli
ve zahm etli gayretleri göze alıp sonuna kad ar sürdürm esini sağ
layabileceğini kesinlikle tasa^vvur edem iyorum ... Düş ile gerçek
lik arasındaki ikircim , eger düş gören düşüne ciddiyetle inanır,
kendi yaşamını dikkatle gözler, gözlemlerini [muhayyilesindeki]
düş saraylarıyla karşılaştım ve d ü şü n d e kurduklarının gerçekleş
mesi için çalışırsa, zararlı olmaz. Yeter ki herhangi bir bağıntı ol
sun düş ile yaşam arasında, o zam an her şey yolundadır.’
Ne yazık ki hareketim izde bu tarz düşler pek azdır. Bunun esas
sorum luları da, ne kadar ayık olduklarını, ‘som ut’a ne kadar ya
29
ağarm ası” olm uştu. H alihazırdaki her şeyin, A rtık-Bilincinde-
O lunm ayan’ın b odrum undaki geçm işin hafızasıyla yüklü oldu
ğ u n u n keşfedildiğine inanılıyordu. K eşfedilm em iş olan şuydu
ki: H alihazır olanda, dahası bizzat hatırlananda, H enüz-O lm a-
m ış’ın bir itkisi, bir kesintiye uğram ışlığı, b ir kuluçkaya yatırıl-
mışlığı, bir önceden tasavvur edilişi vardır; ve kesintiye uğramış,
şim di sökün eden bu hal, bilincin bodru m u n d a değil, ön cephe
sinde vuku bulur. D em ek burada, her şeyden önce gençlik, dö
n ü m anlan, üretkenliğin m aceraları için, aslında içinde O lm a-
m ış’ın saklı o ld u ğ u ve kendini ifade etm ek istediği b ü tü n feno
m enler için karakteristik nitelik taşıyan, yaklaşıp geliyor olma
nın psişik süreçleri söz konusudur. Ö ngörücü tasavvurun etkisi,
u m u d u n sahasındadır; u m u t y a ln ızc a du yu olarak, k o rk u n u n
karşıtı olarak değili (zira korkuyla da öngörücü tasavvurda bulu
nulabilir), daha esasa dair bir önemle, bilişsel m âhiyette istikam et
ta yin edici bir edim olarak alınacaktır (b u n u n da karşıtı, korku
değil hatırlam adır). Böyle tanım lanan gelecek yönelim inin tasa
rım ı ve düşünceleri ütopiktir; lâkin kelim enin d ar hatta' salt kö
tüyle belirlenm iş anlamıyla (üzerine düşünm eden duyulara ka
pılan, m übalağalı hayalcilik, soyut oyunbazlık) değil, ileriye dö
n ü k düşlerin, tüm üyle öngörücü tasavvurun yeni m akul anla
mıyla. B urada Ü topik kategorisi, haklı olarak küçüm seyen alışı
lagelm iş anlam ından farklı, hiç de zorunlu olarak soyut veya
dünyaya yabancı olm ası gerekm eyen, tersin e yüzü cepheden
dünyaya dönük, hadiselerin dogal gidişini sollamayı hedef alan
bir anlam taşır. Böyle anlaşılm ak kaydıyla, bu ikinci bölüm ün
izkgi, üto p ik işlev ve o n u n içerikleridir. Açımlama, bu işlevin
ideolojiyle, arketiplerle, ideallerle, sem bollerle, cephe ve N ovum ,
hiçlik ve yurt kategorileriyle, kadim bir sorun olan Şimdi ve Bu-
rada’yla ilişkisine eğilir. Burada, h er tü rlü bayat-statik nihilizm e
k arşı şuna dik k at etm ek gerekir: H içlik de ü to p ik bir kategoridir '
- aşın karşı-ütopyacı olsa bile. Hiçleyici bir tem el veya yine böy
le bir arka plan o luşturm anın (varoluşun g ü n ünün, iki m utlak
gecenin arasında kalacağı biçim de) çok uzağında olan Hiçlik,
-a y n e n olum lu U topikum [hiçbiryer]: Vatan veya H er Şey, gibi-,
m ünhasıran nesnel im kân olarak “m evcut”tur. Dünya sürecinin
içinde dönen ir fakat o n u n üzerine oturm az; h er ikisi de: Hiç de
30
Her Şey de, ü to p ik karakterler olarak, dünyadaki tehdit veya ih-
yâ edici nihâi belirlenim ler olarak asla kesin bir sonuca bağlan
m ış değildirler. Keza yakınım ızdaki, hep yeni başlangıç yapan
‘Şimdi ve Burada' da, ü to p ik b ir kategoridir - hatta en merkezîsi;
değil m i ki, b ir H iç'in yıkıcı, b ir H er Şey’in aydınlatıcı deverâ-
nından farklı olarak, zam ana ve m ekâna bile girm em iştir daha.
Bu en dolaysız yakınların içerikleri, tüm üyle, düny anın sahici
d ü ğ ü m ü , bilm ecesi olan, yaşanm ış ânın karanlığında m ayalanır
lar. Ütopik bilinç çok uzaklara bakm ak ister, fakat netice itiba
rıyla sırf, O lm akta O lan h er şeyin içinde eylediği ve saklandığı,
yaşanm ış ânın çok yakınındaki karanlığını delebilm ek için ister
bunu. Başka deyişle: en yakındaki yakına nüfuz edebilm ek için,
en kuvvetli d ü rb ü n e, bilenm iş ü to p ik bilince ihtiyaç vardır. İçin
de K endini-B ulm a'nın ve Var-Oluş'un çekirdeğinin de yer aldığı,
içinde dün y an ın sırrının düğüm ünün de atılı b u lu n d u ğu, en do
laysız dolaysızlık olarak ü to p ik bilince. M eselenin k endisinin
tüm üyle berrak veya kendi içinde istikrarlı b ir içeriğe sahip olup
da sadece kifayetsiz zihinler nezdinde sır olarak kalm ası değil;
D ünyanın M eselesinin ta kendisini teşkil eden ve çözüm ü için
de [dünyanın-m eselesinin] süreç halinde gelişm ekte ve yol al
m akta oldugu o reel sır söz k o n u su d u r burada. İnsanın H enüz-
Bilincine-Varmadığı, pekâlâ, dünyadaki H enüz-O lm am ış’m , He-
nüz-Ç ıkarılm am ış’ın , İfşâ E dilm em iş O lanın b ir parçasıdır. He-
nüz-Bilincine-Varılmayan, H enüz-O lm am ış'la, daha özel olarak
da tarihte ve dünyada yükselip yaklaşm akta olanla iletişim ve
etkileşim h alindedir. B urada ö n g ö rü c ü tasavvurun te tk ik in in
esasen, daha iyi yaşam a dair z u h u r edecek' olan aslî ayna imgele
rinin hatta tasvirlerinin psişik-m addî olarak anlaşılır kılınm ası
na hizmet etm esi gerekir. Ö ngörücü tasa^vvurdan, H enüz-O lm a-
yan’ın bir ontolojisi tem elinde, bilgi edinilm elidir. İkinci bölüm
h ak k ın d a ve b u rad a b aşlatılan, u m u d u n öznel-nesnel işlevsel
analizi hakkında, b u kadarı yeter.
M ünferit arzulara döndüğüm üzde, ilkin yine m üp h em olanlar
belirir. R apordaki düzensiz k ü çü k arzu im geleri yerine, burjuva
vesayeti altın a alınanlar, yönlendirilenler g ö rü n ü r hale gelir. Bu
şekilde y ö n len d irilen im geler b astırılıp istism ar da edilebilir,
pem beye de kana d a boyanabilirler. Ü çü n cü b ölüm olan Ge
31
çiş’te, ı.rzu im geleri aynada görünür; güzel gösteren, çok defa sa
dece egem en sınıflar ezilenlerin nasıl arzulam asını arzu ediyorsa
o n u yansıtan b ir aynada. Mamâfih eğer, m asallarda gayet sarih
ve harikulâde göründüğü üzere ayna halkın aynasıysa, bu vaka
tam am en tem ize çıkar. K itabın b u b ö lü m ü n ü , böylece yansıtı-
. lan, sıklıkla norm lara bağlanan arzular dold u ru r; hepsinde, gû-
yâ veya sahiden daha iyiyi tem sil eden rengârenklige doğru bir
ortak itk i vardır. Cazibe ve kılık değiştirm e, ışıklandırılm ış teş
hir buraya aittir, am a sonra m asal dünyası da, seyahatte güzelle
nen uzaklar da, dans da, d ü ş fabrikası sinem a da, tiyatronun su n
duğu emsal de. Böyle şeyler ya eğlence endüstrisindeki gibi da
ha iyi bir yaşam ın yanılsam asını su n ar ya da o n u esaslı biçim de
gösteren sahici b ir resm ini çizer. A ncak önceden resm ini çizm ek
özgür ve d ü şü n ü lm ü ş b ir tasarım a inkılâp ederse, işte o zam an
esas ütopyaların, yani planlanm ış veya taslağı çizilm iş ütopyala-
n n alanına girilmiş olur. B unlar dördüncü bölüm ü oluştururlar:
tarihsel olarak zengin ve salt tarih sel olm akla kalm ayan içeriğiy
le, inşa/kurgu. Tıbbi, sosyal, teknik, m im ari ve coğrafi ütopyalar
da, resm in ve şiirin arzu m anzaralarında serpilip yayılır. Sağlığa
dair arzu im geleri çıkar böylece, yo klu ğ u n olm adığı topluma dair
arzu imgeleri, tekniğin m ucizeleri ve m im arideki sürüsüne bere
ket göky ü zü sarayları. C oğrafî k e ş if se ya h a tlerin d e E ldorado-
E den zu h u r eder, resim ve şiirde bizim le m ütenasip b ir çevrenin
m anzaraları, hikm ette bir M udak'ın perspektifleri. Bunların hep
si önüne geçmeler, sollam alardır; am p irik olarak zaten olm uş ol
d u k ların d an daha derinlem esine biçim lendirilm iş ve özselleşti-
rilm iş görünüşlerle, zım nen veya belirtik olarak daha m ükem
m el b ir d ü n y an ın yolunu ve hedef im gesini inşâ ederler. Bol
keyfi ve soyut kaçışçılık burada da m evcuttur, ancak büy ü k sa
nat eserleri ö zü n d e m ü k em m elleştirilerek g eliştirilm iş k en d i
m eselelerinin/keyfiyetlerinin reel olanla bağıntılı b ir Ö n-G örü-
nüş’ü n ü sunarlar. Burada önden-biçim lendirilm iş, estetik-dinsel
deneye tabi varlığa bakış değişkendir; fakat b u türden her dene
me, dü n y an ın şim diye d ek tan ık olm adığı b ir sollam anın, bir
m ükem m elin deneyidir. Buna yönelen b akışın, h er durum daki
sınıfsal kısıtlara tekabül eden değişik som u tlu k ları olur; fakat
h er d u ru m d a sanat a rzu su denen şeyin, ü slu p lar denen şeyler
32
deki ütopik ana hedefleri, ideolojinin bu “a rtık la n ”, ait olduğu
toplum la beraber hep aynı biçim de batıp gitmez. M ısır m im ari
si, kastı m ükem m elliğe erişm ek olan ölüm kristaliyle, taş gibi
olma arz u su d u r; g o tik m im arî, k astı m ükem m elliğ e erişm ek
olan yaşam ağacıyla, Isa’n ın asm ası gibi olm a arzusudur. Böylece
tüm sanat, m ükem m ellik sem bollerine, ü to p ik bir özü olan bir
sona doğru sürüklenen görünüşlerle d o lu görünür. Şu da var ki,
şim diye kadar yalnızca sosyal ütopyalar doğal o larak ütopik sa
yılıyordu. Birincisi, adlarında ütopya olduğu için, ikincisi b u lu t
lardaki kuş yuvası'6 sözü çoğunlukla onlarla ilgili olarak ve on
ların da sadece soyut olanlarıyla sınırlam adan kullanıldığı için.
Böylelikle, belirtildiği gibi, ütopya kavramı hem uygunsuz bi
çim de d araltılıp devlet rom anlarıyla sınırlanıyor; hem de, her
şeyden önce bu devlet rom anlarının baskın soyutluğu nedeniy
le, ancak sosyalizmin ilerleyişiyle bu ütopyalardan bilim e aşın-
lacak, yükseltilecek olan o soyut oyunbaz forma b ü rü nüyorlar
dı. Ne olursa olsun, felsefî açıdan çok daha geniş kapsamlı olan
ütopya kavram ı değilse de Thom as M ore’u n ürettiği ütopya sö
zÜ, tüm m üphem liğiyle, geçiyordu buralarda. Buna karşılık baş
ka yerlerde, sözgelimi teknik arzu imgeleri ve planlarında, ü to
pik açıdan düşünm eye d eğer pek az şey kaydediliyordu. Francis
Bacon’un N ova A tlantis’in e rağm en teknikte, öncü statüsü ve do
ğaya ilişkin kend in e m ahsus um ut içerikleriyle tem ayüz eden
bir sınır bölgesi yoktu. Daha güzel bir uzam oluşturacak, b u n u
taklit edecek, b u n u n için em sal o luşturacak binalarda, m im ari
de, daha da az görülebiliyordu böyle bir şey: Aynı şekilde resim
ve şiirin d u ru m ve m anzaralarında, b u n la rın abartılarında ve
özellikle iyice derinlere ve ötelere bakan, m üm küne d ö n ü k ger
çekçiliklerinde de, ü to p ik u n su r keşfedilm eden kalıyordu. Yine
de b ü tü n bu kürelerde, içerik itibarıyla tadile uğram ış olarak,
ütopik işlev devrededir; d a h a m ah d u t yapılarda/yaratılarda he-
veskar bir heyecanla, b ü yük yaratılardaysa sui generis bir J.itizlik
ve gerçekçilikle. Zaten ü to p ik işlev olm aksızın, insan fantezisi
nin bereketinin, dünyadaki m uadil kavram larıyla birlikte (fante
zi nesnesine vâkıf, som ut bir hale geldiği ölçüde) incelenm esi ve
34
nu sağlayan, sö m ü rü d en k u rtu lm u ş bir em eğin yaşam ına dair
sorular olacaktır; am a aynı zam anda, çalışm anın ötesindeki bir
yaşama dair sorular, yani arzu duyulan bir sorun olarak aylaklığa
dair sorular.
Son istek, sah id en m evcut olm aktır. Öyle ki, yaşanan an bize
ait olsun, biz de ona ait olalım ve “Oyalan hele”yi17 o âna hita
ben söyleyebilelim . İnsan en nihayet kendisi o larak Şim di ve
Burada olm ak ister, ertelem eden ve uzağa ötelem eden kendi do
lu yaşamını ister. Sahici ü to p ik irade hiç de sonsuz bir çaba de
ğildir, daha ziyade: K endi-M evcudiyetinin ve V ar-O luşun salt
dolayımsızlığı veya böylece sahip olunam azlığı nihayet dolayım-
lansın, aydınlansın ve [var-oluş] ifâ edilsin, m utlu-m ünasip bi
çim de gerçekleşsin ister. Faust’un tasarısındaki “Oyalan hele, ne
de güzelsin”de d ü şü n ü len ü to p y an ın sın ırın ın içeriği budur. İn
şânın nesnel u m u t im geleri, böylece kaçınılm az bir biçim de,
kendini gerçekleştiren, kendine nail olan insanın ve o n u n dola-
yım lanm ış çevresinin, yani vatanın u m u t im gelerine d u h u l eder
ler. Beşinci ve son bölüm , bu niyetleri/yönelim leri tesbit etmeyi
dener. B unlar, m u h telif ahlâkı tim saller ve doğru yaşam a dair
çok defa antitez niteliğindeki tam im ler, insana-benzer olm aya
çalışan denem eler olarak görünürler. Böyle olunca, öne çıkanlar,
insani sın ırla n aşan suretler olur: Don G iovanni, Odysseus, Fa
ust. Bu sonuncusu, dünyayı deneyim leyen ütopyası içinde tam
m ükem m ellik ân ın ın peşindedir. Don K işot, d ü ş m onom anisi
içinde, düş enginlerinde, u y a n r ve talep eder. D ünyanın ütopik
Humanum’u n u n , en kuvvetli y oğunluğunun şarkıya ve sese dö
külm esi sanatı olan m ü zik , çok dolaysız, çok uzaklara uzanan
ifade çizgilerinin çağrısı ve çekim i o larak yükselir. Ve sonra:
ütopyaya vurulan en sert karşı darbe, b u n u n için de ütopyanın
unutulm az uyarıcısı olan ölüme karşı um ut im geleri toplanm ıştır.
Ölüm , ütopyanın çekim iyle O luş’un y uttuğu o Hiç’in m ükem
mel bir deverânıdır; kötünün m ahvının aktif biçim de yutulm a-
dığı bir Olm ak, bir zafer yoktur. Dinin fantezisinin hâsıl ettiği,
kâh tüm üyle illüzyona dayalı kâh in san î bir çekirdeğe sahip, ne
ticede k ö tü lü k te n k u rtu lm ay la, ö zg ü rlü ğ ü n "k rallığ ın a” u laş
37
ve pratiğe dökülm esi dem ektir. Bilginin h enüz boş bölgelerinin
bereketi, bizzat bir sorun alanı olarak Novum’dadır; dünyanın
hikm eti b u kaynaktan yeniden gençleşecek ve özgünleşecektir.
Oluş kendini Nereye’sinden anlayacaksa, ancak eğilimsel, henüz
tam am lanm am ış bir Nereye’den çıkartabilir bunu. Bilinci koşul-
layan Oluş, aynen O luşu işleyen bilinç gibi, son kertede an ca k eği
lim inin nereden ve nereye olduğundan hareketle ve bu eğilim in için
de anlayabilir kendini. Ö z, O l-m uşluk değildir; tersine, dünyanın
özünün kendisi ön cephede, ilerdedir.
38
Bl Rl NCl BÖLÜM
(Havadis)
2
B İ R Ç O K ŞEYDE DAHA F A Z L A S I N I N
TADI VARDIR
41
3
HER GÜN MAVÎNIN Î Ç t N E '
42
O nun renkli b ir taşa bakışında, sonradan kendisine istediği çok
şeyin rüşeym i oluşur.
4
S A K L A N A C A K Y E R VE G Ü Z E L Y A B A N C I
K endi a ra m ızd a
Bir yandan da, bizzat görünm ez olm anın zevki. Bir köşe-bucak
aranır, koruyan, saklayan. Dar yerde insan kendini hoş hisseder,
orada ne isteniyorsa o yapılır, belirgin b ir biçim de. Bir kadın:
“D olabın altına girm ek isterdim , orada yaşam ak ve köpekle oy
namak isterdim ,” diye anlatır. Bir adam anlatır ki: “B ütün oğlan
lar hepberaber, dalların arasında aşağıdan görülem eyecek bir yer
yaptık kendim ize. Yukarda o tu ru rk en m erdiveni de çeker, yerle
h er bağlantıyı keserdik, o zam an tam am en m u tlu hissederdik
kendim izi.” İnsanın k en d i odasını resm eder bu söylenenler, gel
m ekte olan özgür hayatı resmeder.
43
rak da b en i.” Bir adam şunlan anlatır: “Gaydayı ilk işittiğim de,
tuhaf o lan h e r şeyin arkasından h e p gittiğim gibi takıldım peşi
ne. Fakat caddeden geçip giden bileyci, Selâmet Ordusu* ve sair
acaipliklerde olduğu gibi b ir süre sonra d ö n ü p gelm edim , şe
hirden çıkana kadar takip ettim , şehirlerarası yol boyunca, tanı
dığım ve tanım ad ığ ım köylere kadar. Beni çeken o fantastik
adam değildi yalnızca, gaydanın için d e saklı olduğuna in an d ı
ğım o öten ru h iğva etm işti aynı zam anda - ki so n u nda bizzat
kendim o ru h o ld u m .” K öşe-bucak böylece yedi veya sekiz ya
şında uzağa dönüşür, en yabancı olan şey belirir oracıkta (m er
diven kaldınlsın hele b ir y u k an ). Tabii evvelâ sadece saklanılan
yeri başka yere taşım ak istenm iştir, saklandığı yerdeki oğlan ar-
kadaşlanyla beraber kim seye görünm eden sıvışır. Ağzı k ö p ü k
lenen, yelesi rüzgârda uçuşan kısrağın ü stü n d e kendi kendini
m aceranın em niyetine sürükler. Gece hanlarla, saraylarla d o lu
dur, herbirinde postlar, silahlar, gürleyen şöm ine ateşi, ağaç bo
yunda adam lar - saat yoktur. O çağda, saklanılan yerdeki alaca
lı neşeyi tanım layan b ir işaret de, okul defterindeki sü n g er kâ
ğıdına yapılan çizim lerdir. Dikenli b ir em niyet geçirilir kâğıda,
bir ev, bir şehir, denizde b ir kale, toplarla süslü. Ö nüne adacık
lar serpiştirilm iştir, deniz tarafından gelecek düşm anı p ü sk ü r
türler; kara tarafında ise üç sıra su r vardır. S urlardan yol gözet
lenir, rüya-kaleye giden tek yol o d u r ve m ayınlanm ıştır. Deniz
şehri öylece istirahattedir, okuldan ve evden kim se görem ez,
kim se ko nuşam az, gözleri tatlı tatlı k estiriy o r gibi. M am âfih
salt fethedilm ezliğiyle çizilm em işti kale, ay n ı zam anda k u d re t
lidir, ihtişam lıdır; kâğıdın k enarından ötelere, bilinm eyene ya
yılır etkisi. Kendi hayatını ta yukarlarda m azgallarla k o rum uş
ve çerçevelem işti, am a hep çıkılabilirdi o m azgallara, etrafı gö
zetlemeye. D arlık, köşe-bucak ile güzel yabancılığın bu bağıntı
sı ond an son ra da yitm ez. Bu d em ek tir ki: O çağdan beri bir
adadır arzu n u n ülkesi.
H a yd i gem iye
45
lar; yalnızlıklarını dolduran, kaçış motifidir. Bir kadın o zam an
la n şöyle anlatır: “Ressam o lm ak istiyordum , b ir dağın tepesin
deki Şark sarayında o lduğum un rüyasını görüyordum , orada ev
lilik dışı çocuğum la yaşıyordum , çok kibar b ir adam dandı bu
çocuk." Bir adam, onbeş yaş fablı sorulduğunda, şöyle anlatır:
"Denize açılm ak istiyordum , b u n u n için benzersiz bir savaş ge
misi hayal ettim. Adı A rgo'ydu, öyle bir saat mili yapıyordu ki,
dünyanın b ü tü n kıyılarında aynı anda hazır ve nazırdı neredey
se. Ben A rgo'nun efendisiydim, Amiral Prens rütbe ve unvanını
taşıyor, b ü tü n krallara hükm ediyor, elektrikli toplar yardımıyla
dünya haritasını yeniden çiziyor, öncelikle de sevdiğim Türki
ye'yi eski sınırlarına kavuşturuyordum . Senede b ir kere uçm a
gecesi geliyor, gem i suyu te rk edip dünyanın en yük sek dağına
konuyordu. O rada dostlarım ı ağırlıyor, özel konum lu bir pence
reden geleceğe bakm alarını sağlıyor, yeşil ışının sırlarını sınıyor
dum . Bu ışın güneşin batm asından hem en sonra Ö lü Deniz'de
ışır; ve ben ona öyle hâkim dim ki, b ü tü n batm ış im paratorlukla
rı görebiliyordum o n u n la.” Bunlar genç işi burju v a haylazlıklar
dır; bu yaşlardaki proleter delikanlılarda b u hayaller çok daha
bastırılm ış, aynı zam anda şim diden terbiye edilmiş ve daha ger
çekçi olur. Lâkin içerikler fantastik olm aktan uzaklaşıp tavsamış
olsa da, onlarla kurulan bağ m asalsıdır hâlâ, halihazırda m evcut
olanı keskin b ir biçim de aşar. Açık ki böylesi fabllar salt gönlün
derinliklerinden değil, aynı zam anda gazetelerden, macera kita
b ından ve o n u n h arikülâde parlak resim lerinden çıkar. Zincirle
rin şakırdayıp koparıldığı, şarkının yıldızlara söylendiği ve hilâ-
lın parıldadığı p anayır sah n elerin d en çıkar. Argo, T ürkiye ve
benzerleri de oradan gelir, b u resim lerin içinde ışıldadığı m at
veya kab a m acera rengi de. Ananevî gem i resm i yola çıkm a, git
me arzusunu, seyyar intikam ve egzotik zafer rüyasını tanımlar.
Argo (ve h er bireysel tecrübenin onun yerine koyabileceği, deği-
şebilir-olan), b u zam anın en esaslı arzular için, ü stü n lü k arzula
rı için bir çeşit N u h 'u n Gemisidir. Arzu, içinde canının sıkıldığı
ve En İyinin yasaklanm ış olduğu evi yıkar. Böylece inşa eder b u
lutlard ak i dağ sarayını veya gem i su re tin d e şövalye kalesini,
sonsuz tarihte.
46
P arıldayan kâse
47
olur; ortası yoktur; o kadar sık sığınılm ış olan yalnızlığın ötesin
de ya m ağlubiyet vardır, geçerlilik iddialarını, geleceğe dair ta
lepleri söndüren, ya da galibiyet, onları kanıtlayan. O lgun olm a
m ak, bizatihi, boy ölçüşm eye davettir, b u boy ölçüşm e boş de
ğildir so n rak i yıllardaki gibi, daha ziyade kızgınlık uyandırıcı,
kendine karşı iğva edicidir. Böylesine sallantıdadır ve sabitlen
mek, tespit edilm ek ister her şey, hele hayat ışığı, hele gençlik
ten beklenen, gelecekteki hayatın resmi. Em in olunan sadece,
b u hayatta ufak şeylerin olm am ası gerektiği ve ilkbahardan baş
ka hiçbir m evsim in geçerli olmadığıdır. Genç insan b u gelecek
ten ağzına çaldığı tadın acısıyla kıvranır, b ir seferde tam am ına
m eydan okum ak ister, saldırarak da, acıyla da, fırtınayla da, ye
ter ki hayat olsun, sahici, o âna dek olm am ış hayat. Kendi genç
liğiyle başlar dünya: Bir genç için ebeveyninin gelinlik-dam atlık
zam anını tasa^vvur etm ek kadar garip bir şey yoktur; gelinlik-da
m atlık yaşına gelmiş ve kendi -g ö rü n ü şe göre em salsiz- ilkba
harına sahip çocuklarıyla, yaşlanm ış tasavvur etm ek kadar ber
bat bir şey y oktur kendini. Bu gençlik zam anında şu da görü
nür: G erçekten bağlayıcı, dostlu k k urucu olan, m üşterek bir ge
leceğe dair m üşterek beklentidir yalnızca; sonraki yıllarda çalış
ma cem aatinin bağladığı gibi esastan birleştirir, bu. M üşterek ge
lecek yıkılırsa, yaşam ru h u çıkıp gider gençlik arkadaşlığından
(zaten b u n d an başka da b ir şey değil idiyse); b u nedenledir ki,
okul arkadaşlarını u zu n yıllar sonra tekrar görm ekten daha ya
van ve daha zoraki b ir şey yoktur. Bir zam anlar öğretm enlerin,
büyüklerin olduğu gibi, karşısında olm aya and içtikleri her şey
gibi olm uşlardır. Böyle b ir yeniden buluşm a, genç yüzler ve rü
yalar sadece -d o ğ alm ışçasın a- yitm iş değil de, ihanete uğram ış
gibi tesir eder. Fakat bu m ünasebetsiz nefes tıkanm ası, sahici
onyedi yaşta ne k ad ar çok yükselm e itkisi, ne k ad ar büyük bir
yem in, ne kadar dag havası o ld u ğ u n u gösterir. Lakin dag havası
da boralarla doludur, b ü tü n yaş dönem lerinin en belirsiz olanı
nın oradan oraya savuran rüzgârları arasındadır o da. E ntelektü
el olarak da böyledir: Ç ok az sayıda genç insan, mesleği yetene
ğin çag n sı haline getiren ve seçim yapm ayı gereksiz kılan o ka
çınılmaz yeteneklere m azhar olur. O nca genç kız filme girm ek
ister, hem en h er genç adam ın, olağan m eslekler piyasasında iş
48
lem görm eyen büyük em elleri vardır. Mamâfih b u n lar daha ge
nel arzular ve istikam etlerdir, neyse k i peşlerinden fazla gidil
mez, melekeli ayrıntılardan m ahrum durlar. Hatta bir itkinin - o
yaşlarda daha yoğun olan-, resimle, m üzikle ya da yazıyla üreti
ci ifadeye sürüklediğinde bile, icra sırasında h er şeyin büzülm e
si şaşırtıcıdır. Bu tü r gençler tanırlar b u durum u: İnsanın içinde
ateşin nasıl yandığını, sanatın ne kadar yakın d u rd u ğ u n u - ama
özüne uzandığınızda kuruyacak, evet öyle büzüşecektir ki, tek
b ir sayfayı bile dolduram azsınız. Bu zam anda konuşm a dağınık
ve hafif, yazı m üşküldür, husûle geldiğinde de, üstü n e dökülene
“köm ürleşm iş, b uruşm uş, k u ru m u ş erik gibi” gelir. Bunları söy
leyen ve hayatı boyunca da b u gençlik halinin ilersine geçeme
yen Bettina von A m im , bu nedenle kendini ifade etm ek için ço
ğu kez m ek tu p lan tercih etm iştir. Diğer b ir biçim , sır olarak anı-
lışı veya sır gibi paylaşılışı sebepsiz olm ayan güncedir. Kimi
erişkin bu tü r kayıtlarda, şayet tuttuysa o kayıtlan ve m ağrur bir
sadakatle m uhafaza ettiyse, su seviyesinin ne kadar düştüğünü
gösteren bir cetvel bulur. Aşk, hüzün, resim rüşeym leri ve d ü
şünce larvaları, hepsi burada avlanır ve hepsi başlangıç aşam a
sında kalır. Ama yaşam ışığı, hiç so lg u n la şm a d a n , k ızg ın lık
uyandırıcı, b a şta n çıkarıcı, p arlar k e n d i kendisine. Böylece bu
dönem in aynı anda hem m utsuz hem m esut b ir tesiri vardır; da
ha sonralan ilkbahar duygusu da h er ikisini birden içerir. Ama
cesaretten, renkten, ı uzaklıktan, yükseklikten alınan zevk u m u
midir; sahici genç, o yaşlarda hâlâ şövalyece olan b ir istekten
doğar. G eçilecek m aceraların, keşfedilecek güzelliğin, uğ ru n a
dövüşülecek büyük lü ğ ü n rüyası bundandır.
Kendi hayatı daha çok uzak o lduğundan insana, her uzaklık
güzellenir. A rzu uzağa doğru sürüklem ekle kalmaz, k o pup gider
uzağa hiç saklanm asız - ne kadar dara düşm üşse, o kadar şid
detle. A kşam ek sp resin in en k ü ç ü k şehre getirdiği k ad ar b ir
uzaklık yeter, işareti verm eye, taşradan bakıldığında başşehrin
uzaklığıdır o. Bu şekilde türküye benzer-cesur, gafil-güzel b ir ar
zu resmi çıkar ortaya, akrabalar olmadan, uzakta onlardan. İçer
de özlemin içine işlediği yayılmış ruh, dışarda ru h u dolduracak
şehir resm inin rüyası vardır. İnsan doğasının en kuvvetli arzula
rından biri, aynı zam anda da en sıklıkla yaralananı, önem li ol
49
maksa eger, ehem m iyetli bir m uhite olan arzuyla özellikle güçlü
bir biçim de birleşir b u rüya. Yetenekli kızlar oraya dogru kaç
m ak isterler evlerinden: M ünih 1900’lerde böyle çekm işti onları,
Paris çok daha eskiden beri. Ü niversite öğrencisi büyük şehre
adım a ta rk e n b aştan çıkm ıştır, g ö rü n ü r p a rıltısı yanında bir
dom lu sabırsız um utla m eskûndur şehir. Burada en nihayet m ü
nasip bir varoluş için bir sebebe ve arkaplana kavuştuğuna ina
nır; evlerin, m eydanların, sahnelerin ü to p ik şekilde aydınlanm ış
bir tesiri vardır. Kafede, m ağrur b ir küçük m asada seçkinler top
lanm ıştır, m ısralar yazarlar, bas sesli kem anlarla dolu bir gökyü
zü onları çalacak olanı bekler, şöhret v u ru r pencerelere. Zafere
dair arzu imgesiyle birlikte boy ölçüşm enin arzu im gesinin de
geri dönm esi veya erotik parıltıya onun da karışm ası, şaşırtıcı
değildir. A nne-baba evi daracık olm akla kalm ayıp aynı zam anda
kötü idiyse, galibin eve d ö n ü ş imgesi özellikle m akbul ve rüya
larda çok yaygınlaşm ış bir tatm indir, o denli bask ın d ır ki, eski
zam anların h ü z n ü n ü bile sanki bir ambalaj gibi kucaklar. Ü nlü
aktrist geri döner, anne-baba ve kom şular ürk ek ü rk er dururlar
kenarda, o kendine yapılanları âlicenapça affeder. Eskinin ezil
miş delikanlısı dört çekerliyle geri döner, yanında karısı olm ak
üzere fethettiği güzel zengin kızla; anlaşılm am ış biri değildir a r
tık, m uharebeler idare etmiş olarak veya sanatçı olarak, h er ha
lükârda utandıran bir debdebeyle gelir. Prenses o n u n olm uştur,
edalıdır, gururlu ve yum uşak, tâ yukarların rayihâsını taşır, gü
m üşi seyahat peçesi kuşatır onu, b ü tü n b unlar o sevimli miniğin
edinilm iş şahâneligidir, kendi evinde gibidiı bunlarla. B unlar
özellikle olgunlaşm am ış arzu rüyalarıdır, m am âfih o yaşların Ba
tılı parlak lık im gelerinde hâlâ görülür. Açgözlü, işinin erbâbı, iş
tirakçi, kudretli, dolu - bu sözler h ü k m e d e r “-in hali”ne ve bur
juva gençlik arzularına. Burjuva sem âsında hep yâdedilen gü
m üş kuşak kan kuşağına d ö nüşm üştür elbette; ahm aklar ve ser-
sem ley en ler için, H itle r'd ir k en d i k e n d ile rin in güçlü adam ı.
Ama genç b ir vasat adam ın grisi hiçbir zam an kaprisli suretler
olm adan görünm em iştir; arzu bizzat koyar b u n u ortaya. Bu es
nada, hayatın Mart’ı ile Tem m uz'u arasında, fasıla olmaz, ya aşk
d o ld u ru r b u zam anı, ya da bir tü r fevri onura dikilen bakış.
50
6
D A H A O L G U N A R Z U L A R VE R E S t M L E R t
Mefluç beygirler
Önce geri d o ğ ru gider arzulan, birşeyleri yine iyi yapar. Bir ap
tallığı yapmayıverse, akıllılığı elden bırakm asa nasıl olurdu, onu
resm eder rüya. Mefluç beygirler ve iyi ilham lar arkadan gelir;
yapılacak şakanın ayrıldıktan sonra akla düşm esi. F ırsatı kaçır
dığı için eziyet çeker, böylece m ahrum kaldığını bilâhare yapa
rak, söyleyerek telâfi eder tah a^m lü n d e. Bu taha^yyü hem piş
m anlık hem özlem duyar, pişm anlık o n u geçmişte kalanı düzel
ten b ir arzu rüyasına d önüştürür. Sonradan akla gelen şakanın
arzu rüyasında, rüyayı görenin olay ânında cesaret edem ediği
tokatlar aşkedilir. Sonradan akla gelen şakanın arzu rüyası, o n
lardan kaçınm anın m ü m k ü n olduğu âna d ek geri giderek kayıp
ları karşılar. İşe doğru zam anda girilm iş olsa' elde edilmesi kesin
olacak olan kazançların acı tadına vanr. Yanlış m arka içilm iştir
- nasıl da güzel seçilir doğrusu, rüyada ya da bahis açıldığında,
başkalarına karşı da değil sadece. Ya da postların üzerinde sü
rüklenip gittiği n eh ir akıntısının kaynağı m usluk gibi düşü n ü lü r
de özenle kapatılıverir, her şey hallolurm uş gibi. Pişm anlık, b u r
juva dünyasının artık sadece ticarî hayattan tanıdığı bir duygu
dur, pişm anlıkla dolu rüya çoğunlukla kaybedilen parayla ilgili
dir. Fakat b u arada küçük b urjuvalar arasında kahram an pozu
n u n bir yeri vardır hâlâ, doğru zam anda takınam adığı pozdur
51
bu, vaktinde çakm am ış o şim şek gibi sözdür. Rüya arzulananı
oynar, olm uş olabileceği, doğru olm uş olacak olanı. H er türlü
abartılı gösteriş buraya aittir, h er tü r aptalca g u ru r buraya vurur,
m eselenin başka tü rlü olduğuna dair tanıklığın hafızası da bo
y un eğer, arzuya uyarak, mağrur.
A cısını çıkartm aya m ütem ayil çeşit çeşit rüyalar çok da uzak
larda değildir buradan. Bilhassa hoş lezzetlidirler, intikam tatlı
dır, salt tasavvur edilen intikam sa pek sefilce. Çoğu insan Kötü
olam ayacak kadar korkaktır, İyi olam ayacak kadar da zayıf; in
tikam rüyalarında peşinen varırlar, işleyem eyecekleri ya da he
nüz işleyem eyecekleri K ötülüğün tadına. Özellikle k üçük b u r
juvazi kadim den beri sever y u m ru ğ u n u çuvala saklamayı; yan
lış adam a vurm ak ona uyar, direncin en d ü şü k olduğu istika
m ete yönelm eyi yeğler çünkü. U zun bıçaklar gecesinden Hitler
çıkm ıştır, efendiler çağırm ışlardır o n u o gecenin rüyasından,
kendilerine lâzım olduğunda. N azi intikam rüyası öznel olarak
kısm ıştır da kendini, isyankâr değildir; kaba öfkedir, devrim ci
değil. H ele dem ir süpürge den en şeyle, yam uk b u ru n lu ların ve
üsttekilerin töresiz hayatı karşısındaki nefretle, orta züm re er
dem i, böylesi vakalarda hep olduğu üzre, kendi öz rüyasını açı
ğa v u ru r sadece. İntikam ıyla, sö m ü rü d en değil de k en d isin in
b ir söm ü rü cü olm ayışından nefret ettiği gibi, erdem , zenginle
rin divanından değil sadece o n u n niçin şahsen ve h u susen ken
d isinin olm ayışından nefret eder. Kızarmayı seven gazetelerin,
çam ur ve paçavra neşriyatının m anşetleri öteden beri hep buna
nişan alır. “Bugün yeni hakikat: W ertheim m ağazasında tavuk
lar - H ayvanat b a h ç e sin d e k i villada k u ru la n h arem , d ik k a t
uyandırıcı ifşaatler." Fakat iste r W ertheim ’ın tatlı kârıyla ilgili
olsun, ister Yahudilerin ahlâksızlığıyla, bizzat darkafalının kız
gınlığıyla ilgili ifşaatlerdir bunlar sadece. Gûyâ nefret edilen bir
k ötü iktisadiyatta sadece o n u yürüten özneyi değiştiren bir be
del ödetm eden sonra, derhal m ahvedilen W ertheim 'ın yerini al
maya olan yatkınlık, b u n d an d ır. Buradaki sinsi-gaddarlık, bu
arzu tü rü n d e k i sidik k o k u su kadar k e sk in iğrençlik, öteden be
52
ri ayaktakım ını tanım layan şeydir. Ayaktakım ı satın alınabilir
ve şuursuzca tehlikelidir, böylelikle uygun araçlara sahip olan
lar ve faşist pogrom lardan sahiden m ad d î çıkarı olanlar tarafın
d an körleştirilebilir, kullanılabilir. Bıçaklar gecelerinin k u n d ak
çısı, m âhiyeti, tabiatıyla büyük serm ayeydi, m am âfih bu m âhi
yetin şaşırtıcı ve çirkin biçim de iğva edilebilir g örünüm ü, zıva
nadan çıkm ış k ü çü k burjuvaydı. K orku ondan kaynaklanıyor
du, k ü ç ü k burjuvaya şim dilerde A m erikanca'da d endiği gibi
A verage m an on the street’in 2 hâlâ atm adığı zehridir bu. İntikam
arzuları çü rü m ü ş ve kördür; sakın ola, kıvam a' getirilm esinler.
Tek şan s, a y a k ta k ım ın ın aynı d erece sa d a k a tsiz o lm a sıd ır;
m em nuniyetle yine çuvaldaki y u m ru k olur, cinayet için yukar
dan serbest b ir gece ayrılmazsa.
54
burjuva, proleterleşm iş ama p roleter bilincine sahip degil, bu
nedenle, elindekini bilen m ülklü burjuvadan çok daha fazla ay
sarayı rüyası görür. Bu sonuncusu zaten erişm iş old u ğ unun yüz
düğü istikam ette cinfikirlik yapar; k ü çü k adam ise kendini ka
yışlarla baglı görür, gemi azıya alır. El altında bir halk tahrikçisi
de yoksa ya da kendi •h o şn u tsu zlu ğ u n u n koşullarını çözümleye
mediği m üddetçe, sessiz b ir yanılsam a içindedir yalnızca. Asla
girm ediği hayatın toplantı salonundan ışıyıp gözünü alan resim
lerle sınar o yanılsamayı.
55
salt erişilebilir olana yöneltm ek en çok onun için kolaydır. Dü-
rüst-çalışkan adam ı koyar ortaya, iş hayatında kocam an duran,
sahiden de öyle olan, kafası kazanç vaadeden planlarla dolu,
am a, çoğu kez küçüm seyerek, ü to p ik dediği şeyden tam am en
yoksun. Zengin, ücretliden farklı olarak her arzu su n u gönlünce
doyurabileceği için, belirli b ir arzusu, yani u zu n sü red ir peşinde
koştuğu ve o kadar geliştirilm iş b ir arzusu yoktur. Yine de, her
tü r yem ek listesinin, m em ur gibi fiyatın yazılı olduğu sağ sü tu
n u n u değil de sadece sol sü tu n u n u tetk ik ediyor olsa da, tam da
işte bu bolluk, daha olgun, vakur arzu lar ü reten çok özgül bir
gücün devreye girm esine yol açar: Yokluğun yerine can sıkıntısı.
H içbir hız, hiçbir lüks, ne denli m asm avi olursa olsun hiçbir sa
hil kaçış sağlamaz bundan; oyun oynam anın heyecanı bile za
manla yavanlaşır. M ülkiyetin u çu ru m u n d a salınır bu sıkıntı sisi,
yükseklik de çıkamaz onun üstü n d e, bir yükseklik değildir ç ü n
kü. Buna rağm en yükselen arzular, sadece, âcil özlemi duyulan
gıdıklanm anın, snob ayran gönüllülüğün, m odanın ve m oda de
ğişikliklerinin arzularıdır, yeter ki aşırı keskin olm asın bunlar
da. Elbette kitleler için de süreli taze m odeller çıkartılır, sürüm
olsun diye (ki d üşük kalite üretim tek başına güvenceleyemez
bu nu); fakat şevk ilkin y ukardan gelm iştir ve daha eskidir sü
rüm neşesinden. H içbir şey olm ayan ve hiçbir şey becerem eyen
zengin, gittikçe daha ender rastlanan b ir tarzda, b ü y ü k rantiye
suretinde görünen zengin, sıkıntının hiç değilse kendisi için il
ginç kılınm asına bakar. Daha K serkses,3 yeni b ir eğlence icad
edene ödül koym uştu; m odern biçim inde ise, yağ bağlam adan
kaçış çabası snobizm e döner. Veya kaçıklığa da: Zengin bir İngi
liz, kubb e olan b ü tü n ülk eleri geziyordu, o n la rın fotoğrafını
çekm ek için. K üçük insanlar için burjuva arzular, en azından
özel hayattakiler, m evcut çörekten -fırın d a bir değişiklik sözko-
nusu olm ak sızın - kendi lokm alarını koparm ayı istemeleriyle bi
ter, Brecht'in Ü ç K uruşluk Opera'sında dendiği gibi; zenginlerde
ise âcil lüzum üzerine tuhaflıklarla biter, gitgide hiçliğe itilm ek
tir bu da.
3 M.O. 5. yüzyılda, “dünya egemenliği” ülküsüyle bütün "ılınan şehirlerini ele ge
çiren ama sonunda ünlü Marathon savaşında yenilgiye uğrayan Pers hükümdarı.
56
D ostane olm a fırsa tı
Şarap ve kese
58
kadın ve şarkı, bu bağıntı çözülür de, şişe daha u z u n dayanır.
F iducit,5 şen birader; b u n d an dolayıdır ki yaşlı bir içkici daha
güzel görü n ü r yaşlı bir âşıktan.
G enç insan da, hatta özellikle o, u zu n yaşam ayı ister. Fakat bu
n u n içinde bir yaşlı olm a arzusu pek ender bulunur, pek tem rini
yapılm az b u n u n . Bir delikanlı k e n d in i adam o larak tasavvur
edebilir, am a bir ihtiyar olarak değil; gün d ü z öğlene delâlet eder,
akşam a değil. Yaşlı olm anın, haklı veya haksız daha güzel oldu
ğu duyum sanan evvelki bir durum la ilişkili olduğu oranda, an
cak elli yaş civarında tam anlamıyla duyum sanm ası başlıbaşına
tuhaftır. Ç ocukluğu ardında b ırakan delikanlı için bir kayıp yok
m udur? D elikanlılığının b aharından çıktığında, güdüler taşlaştı
ğında, adam ın bir kaybı yok m udur? Cinselliği olgunlaşan kız
ve delikanlıda, ortaya çıkan Ben'de ve onun sorum luluğunda za
ten ölm üş değil m idir çocuk? Anne hisseder bun u , oğlunun ter
leyen bıyıklan gıdıklayıp battığında; delikanlının kendi hisseder
bunu, hayat bir oyun olm aktan tüm üyle çıktığında, büyüyen be
denine k ü çü k şeyler ve saklanacak yerler artık yetm ediğinde.
Adamlık çağına ilk geçişte, oğlan çocuk şahâneliği kaybolup da
m eslek yaşamı başladığında, nostaljik h ü z ü n gelenekseldir bile
artık. Fakat yaşlılık yarığı öncekilerin h epsinden daha belirgin
dir ve daha gaddar; bizatihi kaybetme hali insanı itip kakıyor-
dur, öyle görünür. Ürem e yeteneği azalır, doğurganlık tam am en
sona erer, gözlerdeki parlaklık yiter, yaz geçer. Yıllanmış olan
fark etm ezse şayet ken d in in böyle. olduğunu, başkaları fark eder,
bu etkide sebebi görür, kendini ne denli genç hissetm eye zorlar
sa zorlasın. Birçok yaşlı için, bir kızın ilk defa yer vermek için
önlerinde ayağa kalkması çok öğreticidir; bu nezaket yaşlılığın
getirdiği b ir artı etkisi yapmaz, uğursuz bir etki yapar. En kolay
gençlik yetisi olan yüzeysellikle kendini kandırm ak isteyen zü p
5 Latince “fiducia sit"ten: Öyle olsun, anlaştık, eyvallah ... gibi. 18./19. yüzyılda
Alman öğrenci birliklerinin buluşmalarında, beraberce şarkı söylendikten son
ra, toplantının reisi şarkıcıların şerefim' kadeh kaldırır, hâzırün buna “Fiducif
diyerek mukabele ederdi.
59
pe m oruk bile, hayatın ne kadar kısa olduğunu algılayarak şaş
kınlaşır. Ç oktan geçmiş olan, yaşlılıkta, yağm urdan hem en önce
dağların gördüğü gibi görünebilir. En m etin ihtiyar bile neredey
se imansızca karşılar bu algıyı; b ü tü n gençliğin yaşıtı oldugu bir
d ü n m ü ş gibi görünür. Kuşkusuz: ,elli yaşlarında, bazen d e daha
evvel gelen özgül yaşlılık hissine, evvelce yaşanan ve asla o kes
kinlikle yaşanm ayan basam ak değişim leriyle pek az hazırlanıl
m ıştır, on u n için de -b ira z haklı o la ra k - b ir bilinm ez olarak al
gılanır. Sebebi, yaşlılığın, onu n la ilintili olabilecek ve ö n ünde
so n u n d a m utlaka ilin tü i olan gaddarca o lu m su zlu k la beraber
getirdiği kazancın belirsizliğinde veya yeterince belirgin k ılın
m am ış oluşundadır. Bu n edenle yaşlılığın selâm ı esasen bir veda
selâm ı olarak d u y u m san ır, u cu n d a ölü m olan. Bu, her yaşta
m ü m k ü n olan ama ileri yaşta kaçınılm az olan ölüm , suyu çeki
lene, yaşanabilecek bir selden öte bir beklenti sunm az; bu da,
basam ak değişim ini, yaşlılıksa b u n u n adı, bu ö lçüde belirlenm iş
kılar. Yeni bir yaprak ö rtü sü y le gizlenm iş olan evvelkilerden
farklı olarak, başk a şeyle karşılaştıram azdır bu; delikanlı ve ada
mın, çocukluk ve delikanlılık çağından çıkışta hissettikleri ve
hissetm edikleri veda acısı telâfi ediliyorm uş ve kendi sonbaharı
na ilâve ediliyorm uş gibi. Bundandır, harcıâlem olm ayan yaşlılı
ğın da, bir vakitler henüz kifayetsiz olan bir şeyin, ele gelmez
bir parlaklığın ve henüz tutulam ayan, sınırlanam ayan, m uhase
besi yapılam ayan bir verim in m ekânı ve yeri olarak duyum sana-
bilen bir gençliğe dönm e arzulan. Hele çalışan bir yaşlı, kışlık
m ağarasında pençelerinden hatıra em m eyen biri yani, en azın
dan yirm i yaşındayken ö n ü n d e uzanan onca zam anı isteyecektir
geriye. Hayatın onun açısından o zam anlar sahip olduğu ve ge
leceğin azalm asıyla (“sayılabilir” yıllarla) azalan u zun arka plan
ların sihri geri gelsin isteyecektir. G ençliğin ancak yarı sahici ve
geçici olarak bildiği teslimiyet, norm al yaşlılıkta sahici ve birik
tirilm iş b ir şey olarak yaşar. Burada işaret edilen, salt hayatın bir
kesitine veda değildir, rü zgâra savrulup giden rüyalarla, nafile
vuslatlarla, o u zun hayatın kendisine vedadır.
Bir yaşlanm a baskısının o kadar kuvvetli olm ası yine de tu
haftır. İlginçtir, b ü tü n insanlarda ve her zam an aynı şiddette,
aynı frenlenm em işlikte çıkmaz ortaya. O rganik s u çekilm esine
60
psişik bir b o şluğun eşlik etm esi gerekir; en azından, az evvel
değinildiği gibi, yaşlılığın getirdiği belirsizliğin veya belirgin kı
lınm am ış olanın. O halde iyice hülâsa ederek denebilir ki: Yaşlı
lıkta çekilecek salt acı için, bir nebze sağlıkla, erdem li bir haya
tın üzerine bina edilmiş, b u n u alım layacak b ir ahm aklık lâzım
dır, bir de çaresizce gençlik m akyajı yapan bir geç-burjuva top
lum u. Işığın •m um ışığı m ı kandil ışığı mı olduğu sön ünce anla
şılır, d e r bir atasözü; o h alde o n u n g ö rü n ü şü n d en ve görünü
m ünden kaldıran surette sırf çirkinlik varsa, yaşlılığın .suçu de
ğildir bu. B ugünkü çökm ekte olan burjuva toplum u gibi her so
na bakıştan irkilm eyen toplum lar, yaşlılıktan yeşeren b ir verim
alır, yaşlılığı öyle görürlerdi, çok arzulanır ve h ürm ete şâyan bir
verim. Isparta İhtiyarlar M eclisi'nde, C um huriyetçi Roma Sena-
tosu’nda, hatta yeni sosyalist tecrübede. Bunlarda daim a çöküş
ten başka bir kaderden bahsedilir, “şeref ve bu yaşlanan baş”tan
çok daha fazlası kalm ıştır; çü n k ü yeşeren b ir toplum aynadaki
yaşlılık su retin i görm ekten korkm az batan b ir toplum gibi, o
surette kendi kulelerini selâmlar. Toplam da yaşlılık, her daha
evvelki hayat basam ağı gibi, hayatın önceki basam ağından ayrı
lışı telâfi eden özgül, m ü m k ü n b ir kazanım a işaret eder. Yani
yaşlanm ak sadece arzuya değer bir zaman m enzili değildir, üze
rinde m ü m k ü n olduğunca çok şey yaşanm ış, b itişin d e m üm kün
olduğunca çok şey öğrenilm iş olacak. Yaşlanm ak d u ru m a göre
b ir arzu im gesini de tanımlayabilir: Ihâta etm enin, b ü tü n ü gör
m enin arzu imgesi, icabında hasadın arzu imgesi. •Bu bâpta Vol
taire dem işti ki, bilm eyenler için kış gibidir yaşlılık, tahsilliler
içinse bağbozum u ve m ahzen. Gençliği dışlam az bu, tersine ha
sat sonrası olgunlaştırır onu; tam da yaklaşanla ilgili olgun h is
sediş, gençliğe geri d ö n ü ş arzu su n d ak i acıyı azaltır, eriştiği sağ
lamlıkla, basitlik ve anlam la telâfi eder hatta kem ale erdirir. N i
tekim bir insanın ileri yaşlan, gençliğinde ne kadar birikim ol
duysa, kopyalanm am ış anlam ıyla o kadar çok gençlik barındıra
caktır içinde; hayat kesitleri, onlarla beraber yaşlılık da yalıtık
keskinliğini kay b ed ecek tir o zam an. Yaşlılığın ve yaşlılıktaki
sağlıklı arzu imgesi, inceden inceye işlenm iş olgunluktur; ver
m ek daha rahattır o n a alm aktan.
61
A k şa m ve ev
62
lar artık duyum sanm az, geçmiş talihte yaprak kıpırdam az, hatı
rayla yenilenilir, hayatın yontu çekici şekli şemâli belli bir suret
çıkarm ıştır ortaya, o surette hiçbir vakit olm adığı k adar iyi göre
bilirsiniz esasa dair olanı. Elbette: S ükûnet -arzusunu ve bir çeşit
tenezzüh halinde em ekliliği vurgulayarak diğer hayat yaşların
dan bu şekilde ayrılış da zam anla değişm iştir. K üçük burjuva
çoktan çekip gitmiştir, Jacob G rim m 'inkinden daha az saf bir su
rette de olsa, eski ru h u kendi göğsüne uğratıp, hatıraların ziya
fet m asasında ağırlatan. G eç-kapitalist düny an ın en son yapaca
ğı şeydir, yaşlılar için b ir um ut bankası. T asarruf hesaplarının
suyunu çekm esi veya itim at edilmezliği, orta tab ak an ın da ziya
desiyle rahatsız eder kış u y k u su n u . Yalnızca sosyalist toplum
avâreliğe olan bu yaşlılık arzu su n u yerine getirebilir; mam âfih
bu da, elbette olum lu anlam da, eskisinden, kuşak lar arası fark
ların o kadar keskin ayrım lar yaratm adığı zam andan farklıdır.
Şimdiki hayat politik açıdan çok daha keskin biçim de dilim len
miştir; yaşlılığın, tem kinliliğine rağm en, bizatihi gerici, gençli
ğin, tazeliğine rağm en, bizatihî ilerlem eci olduğu söylenemez.
Çok zam an durum tersidir; yaşlılığın sü k û n et arzusu, belirtiler
den birini seçelim, hâlâ, kafaları enselerinde faşist gençlik bir
liklerinin olduğu b ir zam anda, ille de edebî düne yapışıp kal
m akla örtüşm ez. Yaşlılık için, iki ucu n d an birden yanm ak, her
zam ankinden daha kolaydır; hem cesaretle hem tecrübeyle, hem
yeni bilinçle hem bilinen mirasla. Yaşlananın akşam serinliğinde
evinin ö nündeki bankta o tu ru p yaşanm ış hayatının üzerinden
geçmesi, başka da bir şeye bakm am ası, G rim m 'in arzu imgesi
nin bu motifi, gerek iktisaden gerek içeriğiyle tedavülden kalk
mıştır artık. Em eklilikten sonra m ünasip görülen, yaşlananın et
rafındaki hayatın avara kasnak d ö n g ü sü n ü n sona erm esine dö
n ük m etin arzu ise tedavül dışı değildir. Tam da sü k û net sevgisi,
hayatı koşturm acayla karıştıran gençlikten daha u zak durabilir
kapitalist koşturm acaya. Burada (burjuva dünyanın bir işe yara
tamadığı) yaşlılık, eski devre ait olm a hakkına sahiptir. O günkü
günden çıkmayan ve onun için biçilm em iş bir tutum koyarak,
sözler söyleyerek, b ü tü n ü gören bakışlar yollayarak nezih olma
hakkı. H enüz her şeyin b ir işletme olmadığı, asıl önem lisi bu
n u n yine sona ereceği zam anları cisim leştirerek. Bu, b u g ünün
63
kimi yaşlısının, bilgeleştigi nispette, yeni' bir zam anla, küstah,
süslü, din ç kurtların olm adığı zamanla, y ani sosyalizm zam anıy
la dikkat çekici ve anlaşılır bir bagını m ü m k ü n kılar. Adi telâşa
kapılm adan, önem liyi görme, önem sizi u n u tm a arzusu ve yete
neği: Böyle b ir şeydir ya şa m a k yaşlılıkta.
8
D Ö N D Ü R E N İŞARET
64
Oraya kulak verilir, bakılır p ü r dikkat. Söz k o nusu olan arzu,
yokluktan çıkm adır ve kahrolm az, yokluğun kökü kazm ana k a - .
dar da. Ç ocukken böyle çıktık yola, hep de k o rk u içinde değil
dik, dışardaki zil işlediği m üddetçe. Zilin sesi odan ın boğucu
sessizliğini yırtar, hele akşam lan. Belki karanlık kasıtlı bir şey
geliyordur, bizim aradığım ız, keza bizi arayan. O n u n hediyesi
h er şeyi d önüştürür, iyileştirir, yeni b ir zam an getirir. Bu zilin
sesi her kulakta kalır, dışardan gelen her iyi seslenişle bağlan tılı-
dır. Büyük uyand ın şla bağlantılıdır orada d u ran ve gelen; sadece
beklentiyle gelmez tabii. A m a beklenti, ona ve o n u n anlam ına
yönelm işse lâyıkıyla, zil sesi d u ym azdan gelinemeyecektir. Son
suza dek kandırtm az k endini, yalan kafi gelmez. O daha incel
miş, neredeyse özenle kaldınlıp m uhafaza edilmiş, yobazca ağla
şıp inkar eden yalan da sonsujZa dek kandıram az, çünkü sosya
list Yeni gevezelikle değil güçlü geliyordur, m ürted bahaneleriy
le değil kendini kanıtlayan m ihnetli b ir çalışm ayla geliyordur.
Daha iyi olana susam ak kalır, daha iyi olan nice zam an engel-
lense bile. A rzulanan gerçekleştiğinde ise, emsalsiz şaşırtır o da.
65
İKİNCİ BÖLÜM
Esaslar
69
10
Ç I P L A K T E P t VE A R Z U, D O Y U R U L M A M I Ş
70
tar, artık daha iyi bir Bir Şeydir bu. A rzunun talebi tam da o ye
rine getirilecek Bir Şeyinin daha iyisinin tasavvur edilmesiyle,
hele tam am a ermesiyle yükselir. Öyle ki, gerçi nefsânî istek için
değil am a pekâlâ a rz u n u n talebi için, şöyle söylenebilecektir:
Arzulama, tasavvurlardan doğm az am a an cak tasavvurlarla açı
lır, genişler. Aynı zam anda, daha tahrik edilmesi de tasavvurlarla
olur; tam am lanan resm in, ön-çizim in, arzunun yerine gelmesini
vaad etm esiyle aynı ölçüde. Nerede daha iyinin, nihayetinde ta
m am a erm iş olanın tasavvuru varsa, orada arzulam a vardır, yeri
geldiğinde sabırsız, talepkâr. Yalın tasavvur böylece bir arzu im
gesi olur, “şöyle olm alıydı” m ührüyle. Fakat burada arzulam a,
ne denli yoğun olursa olsun, esastaki “istem e”den, daha çok öz-
lemeyle akraba olan edilgin tarzıyla farklılaşır. A rzulam ada he
nüz emek ve faaliyet yoktur, h er tü rlü istem e ise bir yapm ak is
temedir. B unun için en ufak bir şey yapm ak elinde olm adan, ya
rın havanın güzel olm asını arzulayabilir insan. Hatta arzu lar
büsb ü tü n akıldışı olabilirler, X’in veya Y'nin hâlâ hayatta olması
arzusuna varabilirler; bunu arzulam ak kim i zam an anlamlıdır,
ama istem ek anlam sızdır. Bu nedenle, istem enin artık hiçbir şey
değiştirem ediği yerde bile arzu hâlâ kalır. Pişm an kişi, bir ey
lem de bulunm am ış olm ayı arzular, fakat artık isteyem ez bunu.
Cesaretsizin, m ütereddidin, çok kere hayalkırıklıgına uğrayanın,
zayıf iradelinin de arzuları vardır, özellikle de g ü çlü arzular d u
yarlar, b u n la r o n la rı yapm ak istem eye sevketm eksizin. Dahası,
birçok değişik şey arzulanabilir, tercihte b u lunm ak bir azaptır,
fakat bunlardan sadece biri arzulatıyordur kendini; oysa isteyen
kişi tercihini yapmıştır, neyi daha çok istediğini biliyordur, se
çim arkasında kalmıştır. Arzu, yöneldiği belirli hedef tasavvuru
na rağm en kararsız olabilir; isteme ise zorunlu olarak o hedefe
aktif bir şekilde ilerlemektir, dışa doğrudur, sahiden verili olan
bir yığın şeyle başetm esi gereklidir. İstemeyle çoğaltılmış, berki
tilm iş arzuların tuttuğu yol bizzat arzulanm ayan, sarp veya çileli
bir yol da olabilir. Yine de, arzulanm ış olandan başka bir şey is
tenm ez neticede: İlgisini yoğunlaştırm ış arzu, istemeyi harekete
geçiren, ona istenecek şeyin şarkısını söyleyen “güdülem e tar
zı", “güdü-tarzı”dır. Bu nedenle, istemesiz arzu, yani mefluç, ey
lemsiz, kendini h ü sn ü k u ru tu n tu y la tüketen veya olanaksız ola
71
bilirse de, öncülü arzu olm ayan bir istem e olamaz. Ve arzuyla
m üşterek hedef tasavvurları ne denli canlı b ir arzu im gesine dö-
nüştüyse, o denli güçlü olacaktır istem e. A rzular b ir şey yap
maz, b ir eylem de bulunm azlar, am a yapılması gerekeni resm e
der ve özel b ir sadakatle m uhafaza ederler. K endini pırıl pırıl ve
herkesin gözleri ü zerinde hissetm ek isteyen kız, gelecekte yapa
caklarının rüyasını gören adam , yoksulluğu veya gündelik haya
tı geçici bir kabuk gibi taşırlar üstlerinde. Kabuk düşmez böyle
olmakla, fakat insan b iraz daha zor sığar a rtık o n u n içine. Salt
nefsânî istek ve onun güdüsü, önce ellerindekine tutunurlar, fa
kat içlerindeki resm edici arzu daha fazlasını kasteder. Doymak
bilm ez, ancak h en ü z m evcut olm ayan h akkıyla y ü rü tü r o n u n
hükm ünü . G üdü, belirlenim li tepidir, belirli b ir şeye dolan nef
sânî istek, hep canlı kalır.
11
HAYLt H A C t M L t Bt R C A N L I O L A R A K İ N S A N
Tekil beden
72
bulgu değildir. Buna karşılık her güdü m utlaka b ir Kimse olarak
ortaya çıkıyor görünüyordur, bedeni peşinden sü rü k lüyor gibi
dir. Sanki beden güdüye sah ip değildir de güdü bedene sahiptir,
belirlem iştir onu, rengini vermiştir, öfkeden kırmızıya, kıskanç
lıktan sarıya, kızgınlıktan yeşile çevirmiştir, b ir bez parçası gibi.
İçgüdü denen şeydeki güdülerin u zun öm rü ve görünüşte özne-
siz zu h u ru da cabası. K abuğunden yeni sü rü n ü p çıkmış civciv
ler, ânında darılan didiklerler, kendilerine ait olana en m aksada
uygun şekilde eriştikleri, önceden belirlenm iş b ir yoldan gide
rek. Yola yönlendiren, beyinciktir; sonra da elbette, Pavlov'un
keşiflerine göre, değiştirerek y ö n lendirebilir niteliğiyle büy ü k
beyin kabuğu [korteks] ve o n u n aracılığıyla değiştirilm iş olduğu
deneyim lenebilen çevre koşu llan - tabii b u sonuncusu, daha zi
yade görece yüksek hayvanlarda. Fakat içgüdü den en şey, yanlış
olarak, gözünü kendi kendine dikm iş b ir güdü gibi etki eder, in
sanlar da tanır onu; özellikle kadınlar, aşkta değilse şayet, anne
kaygısında. Burada gerçekten de öyle görü n ü r ki, sanki güdüler
kendi başlarına bir yaşam sürm ekte ve ru h şöyle d u rsun, bedene
egemen olm aktadırlar. Daha az m aksada uygun güdüler de yer
yer bağım sız izlenim verir, insanı ganim et alırlar. Yalıtık, nere
deyse başına b u ^ ^ k görünen b ir güdüsel yönelim in sadece b e
deni değil, bilinçli Ben'i de b o y u n d u ru k altına aldığı ve b ir ya
bancı gibi o n u n karşısına dikildiği nevrotiklerde, örneğin. Bir
güdüsel d u y g u tarafından "altedildiklerinde", heyecanın/duyu
n u n bizzat efendi gibi olduğu anlarda, keza sağlıklılarda da. O
zam an şöyle denecektir: Kız aşk tasasından suya atlam ış değil
dir, aşk tasası kızla beraber suya atlamıştır. Fakat yine de, bu
çok katlı öznesizlik g ö rü n tü sü n e rağm en, bedende hiçbir şey
güdülerin k en d i taşıyıcısı olm asına m ahal vermez. Kuş yuvasını
yaparken, kırlangıç önceki yılki yuvasını bulurken, bu bulm aca-
lı hadiselerde henüz b ir Ben olm asa da işbaşında, neredeyse göv
de olm adan da iş görecek m üstakil bir g ü d ü de söz k o n u su de
ğildir. G üdüsel refleks de tekil gövdenin bütçesine dahildir ve
ancak bu bütçeye ait olduğu, bedenin k en d i işini gütm esine,
kendine zarar verenden kaçm asına, kendini koruyacağı aram ası
na yaradığı ölçüde kullanılır. Bunun içindir ki, duru m a göre b ir
çok güdü zem bereği vardır, h er işi gören tek b ir tane değil. Ke
73
sintisiz varolan sadece gövdedir; kendini m uhafaza etmek ister,
b un u n için yer, içer, sever, yener, eyler, ortaya çıkan Ben'in ve
Ben'in ilişkilerinin d ö nüştürdüğü çok katlı güdülerin içinde.
D eğişen tu tk u
74
n i tarzdır; nasıl da farklı bir sosyal görev onu kızıştırm akta, yön
lendirm ektedir. Kısmen em peryalist kıtal savaşının, kısmen geç
burjuva varoluşun tam am ının prim in i alır. Buna m ukabil dinsel
güdü geriler, üstyapıyla donanm ış varlığa b u ad ı vereceksek -
yukarıya itilim, değiştirilem ez olana yönelen Eros. Ve yoz ya da
hilekâr bir şekilde tahrik edildiğinde, m u h telif faşist iğvalarda
olduğu gibi, ilkin olan güdü artık b ir g ü d ü olarak kalm am ış,
evet toprağa göm ülm üştür - k a n ve toprağa. Kısacası, ışığa çıkar
.ki: İnsan değişebilir olduğu kadar kapsam lı b ir güdüsel varlıktır,
değişen ve çoğu kez de yanlış düzenlenm iş arzulardan bir yığın.
Ve kalıcı bir zem berek, tek bir tem el güdü saptam ak, yalıtık ve
havada asılı bir şekilde düşünülm edikte, pek m üm kün değildir.
Aynı devrin ve sınıfın insanlarında bile bir aslî zem berek görül
mez, diyelim ki iç saat m ekanizm alarını psikanalitik olarak sö
küp parçaladığınızda. Kesinlikle birden fazla temel güdü vardır;
bazen biri, bazen öteki öne çıkar, derken beraber etkide b u lu n u r
gibi olurlar, b ir gemiyi kuşatan zıt rüzgârlar gibi, kendi kendile
rine olan aşinâhklannı bile koruyam azlar bu arada. İnsan kendi
m u tlu lu ğ u n u arar, bu söz m utlaka çok eski g ö rü n ü y o rd u r ve
güvenilirliği de k uşkusuz ebedî av hayvanlığı güdüsüyle ilgili
berbat lâflardan başkadır am a sorm alı: Hangi m u tlu lu k ve ne
için? Sorular ve incelikler o zam an başlar. Hele gösterilen çaba
da hep yeni hedef tasavvurlarının peydah olduğu sınıf tarihinde,
g üdülerin hedefli g ü d ü m ü tek m anâlı, sabit ve olm uş bitm iş hal
de sürseydi eğer, fazlasıyla garip olurdu.
12
tNSANİ TEMEL GÜDÜYE DAtR
D E Ğ t Ş t K KAVRAYIŞLAR
C insel güdü
75
m an ve içerik y önünden aslolan odur. Sü tbebesinin m em e em
mesi bile cinnsel h azla bağlantılı olm alıdır ve b ü y ü k ölçüde bu
haz u ğ ru n a g erçekleşiyordun A çlık da cinsel güd ü ye tabidir,
doym ak cinsel rahatlam adır. İnsanın kendi bedeniyle, ardından
dış nesnelerle, hele çevredeki kişilerle ilişkisi, böylelikle esas iti
barıyla cinsel b ir ilişki olarak görünür. Yalnız libido Freud’da
tek güdü olarak kalm am ıştır - en azından olum lu haz anlam ın
da libido değil. Geç dönem çalışm alarında Freud o n u n yanında
bir olum suz haz çabasını, ölüm g ü d üsünü kaydediyordu. Yara-
tıksal istek o zam an o nu bekleyen ölüm e de d önüktür, sadece
cinsel birleşm eye değil. Çok hücreliler baştan itibaren ölüm e
doğru gittikleri ve b ed en in ölüm ü gençlikte başladığı gibi - ö r
neğin dam arların daralm ası-, ö lü m hadisesinin, soğuğa kesm e
nin önünden giden ayn bir güdü de vardır. İm ha ve saldırı gü
d ü sü d ü r bu; Freud bunu elbette libido rengi taşımakla beraber
sadist nitelikli olan kendine m ahsus nefsanl isteklerde göster
mek niyetindeydi. Hayatın sevgiden kaynaklanan gürültüsü, ay
nı libido tarafından su stu ru lm a k ta veya tah rip edilm ekteydi.
Tahrip a rz u su n u n in san ın kendi beden in e karşı d ışavurum u,
nefsini terbiye etm ekten, m uhtelif asketik eğilim lerden alınan
zevkte görülm ekteydi. Yabancı bedenlere ve nesnelere karşı ise
ölüm güdüsü gaddarlık olarak, b u sefer başkalarını darp eden,
inkâr edilm ez bir yok etm e sarhoşluğu olarak dışavurm aktaydı.
G addarlığın cinsel hazla genel bağlantısı, öncelikle de aşk cina
yetine götüren duygular, ölüm güdü sü n ü n de libidoyla ilgili ol
d u ğ u n u n işareti olmalıdır. H er halü k ârd a çekirdek cinselliktir,
insanını hareket ettiren odur.
Daha başka ve daha kısıtlı bir kuvvet, ancak sonra sonra eklenir
buna. E lbette b u kısıtlılık, d a rlık , k i aynı zam anda keskindir,
önem lidir insanda; çünkü o n u n Ben'idir bu. Freud daim a, geri
de çekilerek, cinsel ve onunla akrabalığı olan ölüm güdüsü - dı
şında saf insanı bir güdüyü saptam ış olduğuna işaret eder. Sade
ce libido olsaydı ve başka hiçbir şey olm asaydı zira, ne çatışm a
lar ne nevrozlar oluşabilirdi içimizde. Bedenin “karanlık id”i ile
76
g ü d ü le rin in y a n ın d a , Ben v ard ır ama F reu d 'a kalırsa. C insel
kuvvetlerin karşısında Ben’in güdüleri d u ru r; evet, tü m psikana
liz, der Freud, "cinsel güdülerin Ben güdülerinden keskin ayrı
m ı ü zerin e tem ellen m iştir.” Ben g ü d ü leri evetler, h ay ırlar ve
sansürler, bilinç ona bağlıdır, ru h sal hayatım ızı bütünselleştiren
güç odur. “Geceleyin uyum aya gittiği zam an da rüya sansürünü
elinde tu tan ” güç odur. Ben güdüsü, cinsel güdülerin ve bunla
rın içeriğinin k en d i çizgisine uym ayan yanlarını bastırır (buna
ilerde daha geniş değinilecek). Böylelikle ru h sal hayatımız ikici
dir, b u ra d a h er şeyi başlatan libidoya rağm en; “b ütünselle bağ
lantılı Ben’le ondan koparılm ış olan Bastırılan arasında" gidip
gelir. işte b u gerilim , çelişki d o ğ u rd u ğ u n d a , Ben g üdüleriyle
cinsel güdüler arasında cereyan eden patojen [hastalandırın] ça
tışm aya yol açar. Ben'den, “belirli ruhsal tepilerin sadece bilinç
ten değil, geçerlilik ve edim sellik kazanm anın başka türlerinden
d e dışlanan bastırm alar kaynaklanır. B astırılarak bertaraf edilen,
analizde Ben'in karşısına dikilir ve analizin ödevi, Ben'in bastırı
lanla m eşguliyeti karşısında dışavurdugu dirençleri kaldırm ak
tır.” Ben, güdüleri doyurarak, hazsızlık duygularının tasfiyesini
sağlar, fakat b u n u kendi tarzında yerine getirir, yani sansürleye-
rek, ahlakileştirerek ve özellikle erişilebilir olanı, “gerçekliği"
gözeterek. Bu ahlakileştirici o lan , yani F reud'un burjuva m uhiti
nin alışkanlıklarına uyum sağlamış olan, Ben g ü d ü sü n ü n edinil
m iş çizgisidir, Freud'a göre. H atta böylelikle, aksi takdirde b ü
tün güdüsel gelişmeyi belirleyen libidoda, yani haz ilkesinde bir
kırılm a m eydana gelir; yetişkin, daha iyisini söylersek Freud ta
rafından burj uva bakış açısından görülen burjuva-bireysel in
san, F reud'un kendi burjuva m u h itin i tanımladığı şekliyle “ger
çekliğe” (m eta dünyası ve onun ideolojisi) çarparak diyonizik
enerjisini tüketir. "Böylelikle terbiye edilen Ben 'anlayışlı' hale
gelir, artık kendini haz ilkesinin egem enliğine bırakm az, gerçek
lik ilkesine uyar. G erçeklik ilkesi de tem elde hazza erişm ek isti
yordur; fakat gerçekliği dikkate alarak güvencelenm iş, ertelen
m iş ve kısıtlanm ış haz.” Fakat tek başına Ben, “gerçekliğin” ve
burjuva dış dünyanın sansürüyle bile, libido güdülerinin uçun-
d u r u l^ a s ı [süblimasyon} için yeterli olm azdı, şayet o n un yanın
da, o n u n ü stünde a y n b ir “Üst-Ben" ya da “Ben-ldeali" olm asay
77
dı. Üst-Ben, Ben'in diğer içeriğidir; Freud'a göre ebeveyn ilişkile
rimizi temsil eder; sofuluğU ikam e eden tüm oluşum lar ondan-
dır. Ben dış d ünyanın haklarını savunur, Üst-Ben ise "iç dünya
nın avukatı", "vicdanın ve suçluluk d u y u g u su n u n kaynağıdır"
(vicdanın talepleri ile Ben'in yaptıkları arasındaki gerilim ola
rak); "bü tü n dinlerin oluşm asını sağlayan çekirdektir" o. Üst-
Ben, anne ve babaya vekâlet etm ekle, Ben'i tıp k ı b ir zam anlar
ebeveynin çocuğu gözlediği gibi gözler, O nların çocuğu tehdit
etiği gibi Ben'i tehdit eder, ebeveynin çocuğu yönlendirdiği gibi
yönlendirir; böylece Ben'e örnek alınacak bir imge sunar, ideal
o lu şu m u n u n kaynağıdır. Tam da ebeveyn m e rd in in devam ını
b ünyesin d e taşım asın d an ö tü rü Ü st-Ben'de hafif teh d itk âr bir
yan yaşar; vicdan katıdır, ödev duygusu karanlıktır, ayrıca Üst-
Ben, ebeveyn tarafından gelen, geçm işe d a ir kalıntılar ve idealler
de barındırır çok defa. Bunu dikkate alm aksızın, uyanık Ben'in
etrafından libidoya, yani m üşterek karanlığa, iç dünyanın karan
lıkta birleşm iş id'ine doğru b ir yay çizer. B ütün bunlar kökende
ki libidonun ü stüne gelir, en azından Freud'un geç dönem inde
böyledir; böylece olağandışı b ir güdü üstyapısı oluşur. Elbette
analizle te k ra r b ü y ü k ölçüde yıkılm ası gereken ve Üst-Ben'in
içerikleri bakım ından (ki b u n a sadece d in değil, örneğin dünya
yı değiştirm enin k o yudan [postüla] da dahildir), dış dünyayla
ilişkili olarak m ünhasıran "illüzyonlardan" oluşm ası gereken bir
üstyapı. A vukatını Ü st-B en'de bulan iç d ünyanın k endisi ise,
ö n ü n d e so n u n d a libidoya ve b astırılan güdülere, in san ın "bi-
linç-dışı id ”ine ait kalır. Bu libidodaki id, Freud'a göre, bedeni
dolduran, bizi çepeçevre kuşatan bilinçsiz güdüler im paratorlu
ğudur, öyle de kalacaktır - gerek hayvanî gerek Üst-Ben yanıyla.
"Bilinmeyen, hâkim olunam ayan kuvvetlerce (bu, şu dem ektir:
kapitalist üretim biçim inin Freud tarafından libido-id haline so
k u lan dışsal egemenliğince) ‘yaşatılm am ızı/yaşanm am ızı' sağlar.
Buna karşı psikoanaliz, "Ben'in Id'i daha fazla fethini m üm kün
kılm ası gereken alettir." Böylelikle elbette libidonun temel gü
d ü sü serbest kalacaktır yine yalnızca, yani ne bastırılm ışlıkları
kısıtlanm ış ne de Ben-ldealinin b ağlan aşılmıştır. F reud burada
bastırılana, bilinç-dışına rasyonel b ir şekilde ışık tu tm ak iste
m ektedir gerçi, aldatıcı, aynı zam anda nevrotikleştirici kokuyu
78
dağıtm ak istem ektedir. Fakat b u n u n ardından gelen, özel libido
n u n ve psikonanalitik isin-pusun eksik olm adığı b ir kü ltürün
“huzursuzlukları" içinde bir g ü n d ü r sadece.
79
nin hepsi, burad a sökün eder: Penis kıskançlığı, iğdiş edilm e,
ödip kom pleksleri ve daha neler neler. B ütün kom plekslerin te
m elinde Freud’a göre cinsel b ir sinirlenm e yatar, b u n lar u n u tu l
m uş bir çocukluk tr a ^ ^ ^ ı n a saplanm ıştır. İğdiş edilme ko mp-
leksi, ödip kom pleksi denen baba nefreti hep çocukluk yaşantı
larından kaynaklanıyordur. (Oysa Ö d ipus'un kendisi, Chester-
ton’un bir keresinde söylediği gibi, kesinlikle ödip kom pleksine
sahip bulunm ayan yegane insan olmalıdır; ç ü n k ü öldürdüğü La-
etres'in babası, evlendiği Jokaste’ın ise annesi o ld u ğ u n u bilm i
yordu, ancak sonradan öğrenm işti.) T üm bu tuh af biçim de a d
landırılan, tuhaf biçim de g ü rü ltü sü koparılan şeyler, ta a m ıy la
“bilinç-dışı kalm ak zorunda kalm ış, m ani olunm uş, bir şekilde
kesintiye uğram ış hadiselerden doğm aktadır.” O halde, bastırıl
m ışın b o d ru m u n a bilinçle b erab er inm ek b aşarılacak olursa,
nevrotik sem ptom ların bilinç-dışı önkoşulları bilince çıkarılabi
lecek olursa, nevrotik kişi sağaltılabilecek, yani Ben’i Id’ine karşı
dizginleri eline geçirecektir. Kom plekslerinin sebebini bilen in
san, kendini sağaltabilir; elbette bu bilgiye ulaşm asını sağlayabi
lecek olan da sadece psikoanalizdir. Zahm etli derin ^ızı, ayrıntı
görünen, b ilh a a s ayrıntı haline getirilm iş kertelere dikkat e t
m ek, bunların yanısıra kulağa aşırı güzel gelen ideolojilere karşı
(anneliğin “kutsallığı” ve benzeri) şüphe duym ak - tüm bu de
dektif sanatı, nevrotik sem ptom un içeriğini anlam ak ve hastanın
bilincine çağırm ak için zorunludur. Buraya giden ana caddenin,
via regia'n ın , 1 rüya y o ru m u o ld u ğ u m alû m d u r: S ansürleyici
B en'in u y u d u ğ u , k a tı dış d ünyanın algılanam az hale geldiği gece
rüyalarının yorum u. H er rüya F reud’da bilinç-dışı b ir arzu fan
tezisinin yerine gelişidir; bu fantezinin rüyada kuşandığı kılığın
sim geselliğinden, arzulandığı d u y u ru lan ı analitik yolla deşifre
etm ek lâzım dır. N evrotik bu deşifrasyona daima karakteristik
bir direnç koyar: U nutulan u n u tu lm u ş olarak kalm ak, sem pto
m u da üzerindeki kılığı çıkarm am ak ister. F akat burada şunu
belirtm ek önemlidir: Bilinçli hale gelmeye karşı direnç, Freud'a
göre salt hastanın iradesindedir, bilinç-dışının m addesinde, yani
Freud'un tayin ettiği ve -esasen sırf libidoya ait olan içeriğinin
l Kral yolu.
80
groteski d ışın d a - esasen bastırm anın, bir ürünü ya da en azından
kaçış noktası olan o bilinç-dışında. B astırm anın kendisi, bu an
lamda, “bilinçliliğe yetenekli, yani bilinç-öncesi sistem e ait bir
edim i bilinç-dışı kılan, yani bilinç-dışı sistem ine iten" bir hadi
sedir. “Keza bilinç-dışı ruhsal edim onu izleyen bilinç-öncesi
sistem e hiç sokulm ayıp, eşikte san sü r tarafından geri çevrildi
ğinde de b una bastırm a diyoruz." Velhasıl bilinçli hale getirilmiş
libido, yeniden içine girilip geri san lan “bir zam anlar"dan başka
kapı gösterm ez. P sik o an aliz ab ovo2 beyin k ab u ğ u altın d a k i
anım sam a olm ayı ister, yalnız, hücresine kapatılm ış, k e n d i de
dediği gibi yeraltında, yeraltı sularında.
Bu nedenle Freud’da Bilinç-dışı, sadece oraya bir şeyin geriye
iteleneceği bir şeydir. Ya da en fazlası, bilinci kapalı b ir halka gi
bi çevreleyen bir Id'dir: Bilinçli insanı çepeçevre saran, tarihsel
kökene ait bir kalıtsal varlık. “Ü st-ben’in yardım ıyla Ben, bizim
için hâlâ karanlık olan bir şekilde, eski zam anların ld'de yığış
mış olan deneyim lerinden kaynak çeker." Psikoanalizin Bilinç-
dışı, anlaşılabileceği üzere, asla bir henüz-bilinç-dışı-olan, [kişi
lik] gelişm esinin bir unsu ru değildir; daha ziyade, regresyonlar-
dan3 oluşur. N itekim bilinçli hale geliş de, bu Bilinç-dışı için salt
olmuş olanı bilinir kılar. Bu dem ektir ki, Freudcu Bilinç-dışında
yen i hiçbir şey yoktur, olm az. C.G. Jung, psikoanalitik faşist, libi
doyu ve onun bilinç-dışı içeriklerini tüm üyle kadim tarihe in
dirgediğinde b u daha aşikâr hale geldi. O na göre Bilinç-dışında
sadece tarihsel kökene ait kadim anım sam alar veya kadim fante
ziler ikam et ediyordur, yanlış bir tanım la “arketipler" denir b u n
lara da; b ü tü n arzu im geleri de o geceye, eski devirlere dayanı-
yordur. H atta Jung'un gözünde o gece öyle rengârenktir ki, bi
linç soluklaşır yanında; ışığı aşağılayışıyla, k ü çü ltü r bilinci. Bu
na karşı Freud aydınlatıcı bilinci ayakta tu tar gerçi, fakat işte, İd
halkasıyla, sabit bir libidonun sabit Bilinç-dışıyla çem bere ala
rak. Öylesine üretken .sanatsal yaratım lar da bu sabitlikten çıkışı
sağlam azlar; kendi içine kapalı lib id o n u n uçunduru lu şla n n d a n
başka bir şey değildir onlar da: Fantezi, güdüsel ihtiyaçların kar-
2 Baştan itibaren.
3 Ruhsal-zihinsel yaşamın geriye/eskiye dönmesi.
şılanm asım ikam e eder. “Sonra çözülm esi gereken so ru n ,” der
Freud, “güdüsel hedefleri, dış dünyadaki başarısızlıktan onlara
halel gelmeyecek şekilde kaydırm aktır.” Cinsel güdü hayır işleri
suretinde inceltilebilir, yakınının/kom şunun esenliğine, nihayet
insanlığa adanm aya dönüştürülebilir. D aha yüksek uçundurul-
m uş libido, sanatçıya yaratım ından sevinç aldıran şeydir, ama
sanatçı-olm ayana sanat eserinden tad ve (ikam e-)tatm in aldıran
da odur aynı zam anda. A rzunun yerine gelişiyle biçim lenm iş,
ketlenm em iş şeyler vardır: Kanlar, düğün, kahram anlar, güzel
ve trajik ceset. Z em inde yatan adam a, hayattaki adam da eksik
olanı verin, geceleyin b ir güzel rüya gibi altınla kaplayın onu.
İzleyen veya yaşantıyı paylaşan, tepkisel olarak öyle sıyrılacaktır
ki arzularından, artık onlarla ilgili bir sızısı kalmayacaktır. Fakat
bu türden h er “katharsis" geçicidir, evet sadece g ö rünüştedir;
Sanat, Freud'a kalırsa, tatm insiz lib id o n u n kendine öğrettirdiği
illüzyonlarla iş görür sadece. Tam da daha yüksek psişik süreç
lerin, dış dünyada kendi yol açtıkları değişim lerin süregiden te
siriyle duyusal ve organik süreçleri etkilediğini, bunların hiç de
salt bağımlı, hatta kendi varlığı bulunm ayan ikam e tarzları ol
m adığını gören Pavlov'dan ne kadar uzak ve nasıl da m ekaniktir
burada Freud. Freud’da, cinsel libido, onun Ben güdüleriyle ça
tışm ası ve sonra içinden illüzy o n ların çıkacağı Bilinç b o d ru
m undan başka bir şey bulunm az.
82
cinsiyetli [biseksüel] bir zem in üzerinden güç arzu sunu temel
insanî gü d ü olarak koyar: İnsan, ilksel olarak, egem en olmak,
altetm ek istem ektedir. Aşağıdan yukarıya erişmeyi, yukarda kal
mayı, içindeki kadınsı çizgiden erkeksi olana geçmeyi, bireysel
olarak zaferinin onaylandığını hissetm eyi istem ektedir. Gurur,
hırs, “erkeksi protesto”, buna göre, bu temel g ü d ü n ü n en fazla
gö rünür hale geldiği duyulardır; yaralanm ış gurur, başarısız ol
m uş hırs, çoğu nevrozun kaynağıdır. Sexus'un kendisi, nihâî he
def için, iktidar kazanım ı için bir vasıtadan ibarettir: “Libido,
cinsel güdü ve sapkınlık eğilim leri de, her nereden çıkıyorlarsa,
bu temel fikirden hiza alırlar.” (Adler, Sinirli Karakter, 1922, s.
5). Nevroz gelişm esinin başlangıcında, güvensizlik ve aşağılık
kom pleksinin tehditkâr duygulan vardır; doyurulm am ış güç ar
zusu aşağılık kom pleksine yol açar. Fakat tıpkı derinin m üstak
bel zararların a karşı ö nlem o larak yarayı p ıh tıla ştırm a sı, b ir
böbrek devreden çıktığında diğer böbreğin işlevinin güçlenm esi
gibi, Ben de duygusal aşağılıklıkları aşırıya giderek telâfi eder.
Kısmen m askeleyerek, hayalleyerek: Güç arzusu o zam an görü
nüş arzusu olur. Kısmen de b a şa rım ın [perform ans] yükselte
rek: O zam an da güç arzusu, m üm künse güzel b ir fantezi d ü n
yasında, zararsızca d u ru p d u ru r. B unun için ham m addeyi nere
d en aldığı görülm ez tabii; kendi başına zorunlu olarak çorak bir
arzu olan güç arzusu içerik b akım ından uçundurulam az çünkü.
Yine de b u arzuda esas olan, önde olma isteğine uygun şekilde
konan hedeftir; salt doğuştan gelen güdülenm enin, yani Freud-
cu cinsel libidonun yerine o geçer. Tekil insan, yön gösterici bir
im genin veya sırf o y u n c u lu ğ u n ve hayalin aracılığıyla kendi
k en d in i inşa eder: “Ezayla hissedilen güvensizlik en küçük ölçü
süne indirgenir, o da en basit zıddına, hayalî hedef olarak b ü tü n
arzuların, fantezilerin ve tepilerin yönlendiricisi kılınan karşıtı
na çevrilir." İnsan -te k il insandan başka bir insan, b u birey psi
kolojisinde y o k tu r- karakterini böyle biçim lendirir: “Yukarıya
giden yolu şaşırm am ak için, em niyeti tastam am alm ak için, ru
hunun geniş kaotik alanlarında, karakter hatları suretinde, sabit
etkisi uyandıran yönlendirici çizgiler çizer.” Esas itibarıyla Ad-
ler'de kişisel olan her şey, gerçi bilinç-dışı olan ama asla naif ol
mayan ereksel arzu tarafından imal edilm ekte, yetiştirilm ektedir
83
baştan itibaren. Esas itibarıyla h ükm eden causa finalis4 oluyor
d u r böylece, biyolojik etm eni de kişiliğin em niyete kavuşturul
masına, kişilik d u y g u su n u n yükseltilm esine bağlanm ış, kapita
list çıkarla ilişkili b ir hedefe tabi kılıyordur. Böylece libidodan
cinsiyeti sü rü p yerine bireysel iktidarı koym akla, Adler'in güdü
tespiti Schopenhauer'den N ietzsche'ye gitgide keskinleşen kapi
talist çizgiyi izlemiş ve bu çizginin ideolojik-psikoanalitik düşü-
n ü m ü n ü [refleksiyonunu] gerçekleştirm iştir. F re u d 'u n libido
kavram ı “yaşama arzu su ” ile S chopenhauer'in felsefesine deği
yordu; S c h o p en h au er cinsiyet u zu v larım “a rz u n u n kaynam a
noktalan" olarak tanım lam ıştı ya. A dler'in “güç arzusu" ise sö
zel olarak, kısm en de içeriksel olarak N ietzsche'nin son dönem i
nin temel g ü d ü tespitiyle örtüşür; bu itibarla N ietzsche Scho-
penhauer'e, yani em peryalist d irsek rantiyevâri haz-hazsızlık-be-
denine galip gelm iştir psikoanalizde. Cinsel dertlere pek vakit
bırakm ayan rekabet m ücadelesi, şehvetten ziyade çalışkanlığa
oynar; ticaret adam ının sıcak günü, örter hayat adam ının ve libi
d o su n u n sıcak gecesinin ü stünü.
Ama böyle de kalm adı, zira m isafirp erv erlik ten uzaklaşan
gün giderek daha az insanı çekiyordu. Geriye d ö nük, sorum suz,
az veya çok vahşi bir karanlıkta gerilim den uzaklaşm a arzusu,
hep artıyordu küçük burjuvada. Ö ncelikle yükselm e denen şeye
giden yol, h ü r girişim cilerin tekel kapitalizm i şartlarında gerile
m eleri ölçüsünde, ilgi ve erişim m enzilinden çıkıyordu. D erin
lik denen şeye, gözlerin b ir hedefe dikilm ek yerine faltaşı gibi
açıldığı [veya bulandığı] bir derinliğe giden yol daha çekici hale
geliyordu. C.G. Jung, faşistçe köpüren psikoanalist, güç g ü d ü
sü n ü n yerine sarhoşluk/m estlik g ü düsünü koydu b u n u n üzeri
ne. Bu dio n izik genellikteki libidoda Sexus nasıl sadece bir par
çaysa, güç arzusu da öyledir; ikincisi, evet, tam am ıyla savaş sar
hoşluğuna, asla bireysel hedef-yönelim li olm ayan bu baygınlık
haline dönüştürülür. Libido Jung'da b ü tü n g ü dülerin veya tasta
m am “E ros"un arkaik biçim de ayrışm am ış kök-birim i olur yani:
K arın d o y u rm a k ta n akşam y em eğine, coi tu s'tan 5 unio m y sti-
4 Nihat sebep.
5 Cinsel birleşme.
84
ca’ya,6 şam anın veya N ordik vahşi savaşçının köpüren ağzından
Fra A ngelico’n u n 7 v ecd in e dek yetişir. B urada da N ietzsche
S ch o p en h au er'e galip gelir, y aşam a a rz u su n u n red d in e k arşı
m eskalinli8 bir d io n iso su n evetlenm esi o larak galip gelir ama.
D oğal so n u ç olarak bu m istikleştirilm iş libidodaki bilinç-dışıyla
Freud'daki gibi m ücadele edilm ez, o n u n b u g ü n k ü bilinçte eri
tilm esine çalışılmaz. Nevroz, özellikle m odern, fazla uygarlaş
m ış ve fazla bilinçli insanın nevrozu, daha ziyade insanların bi-
linç-dışı büyüyenden, “ilksel sezgisel d ü şü n ü ş"ten fazla u zak
laşm asından kaynaklanır Ju n g 'a göre. Ju n g b u ra d a sadece faşist
leştirilm iş dionisosa değm ekle kalm az, k ısm en Bergson'un vita-
list felsefesine de değer. Bergson, elbette daha ayrılıkçı-liberal
bir tıirzda, zihne karşı duyuşu, kapanık düzene ve katı geom et
riye karşı yaratıcı h u zu rsu zlu ğ u çıkarm ıştı. F akat Bergson’un
“Elan vital’’iyle9 tem as ettiğinden çok d ah a fazla tem as eder fa
şist Jung , o n u n vitalizm inin buluştuğu rom antik-gerici sapm a
larla; keza D.H. Lawrence gibi duygusal penis-şairleriyle, L ud
w ig Klages gibi dört d ö rtlü k T arzan-filozoflarla. B ergson'un
E lan vital’i henüz ileriye d ö n ü k tü ; [binsekizyuzl doksanlı yılla
rın “gençlik stiline" veya “ayrılıkçılığına” hitap ediyordu, geriye
d ö n ü k bağlılıklar değil ö zg ü rlü k d ü stu rla rı içeriyordu. D.H.
Law rence ise, Ju n g d a o n u n la b irlik te, in sa n ın o rad an çıkıp
m utsuzluğuna y ürüdüğü k adim aşk çağının vahşiliklerine dair
şarkılar söyler, ette gecenin ayım, kanda bilinçsiz güneşi arar.
Klages de soyut bir tarzda aynı öküz boynuzunda eğleşir; eski
rom antikler gibi O rtaçağa geri çağırm akla kalm az, D iluvium 'a10
çağırır, Ju n g ’u n gayrışahsi, p andem onik libidosunun ikam et e t
tiği yere. G erçi vardır Benler ve bireyler, diye öğretir Jung, ma-
m âfih bunlar ru h u n derinliklerine uzanm azlar; hele kişilik, sa
dece b ir m askedir veya sosyal bir rol. Kişilikte ya da kişilik su
retinde etki eden, yaşamın baskısıdır daha ziyade, çok daha d e
rin, büyüsel-kollektif gibi, ırk gibi çok eski tabakalardan gelir.
86
ya, Lawrence'in dediği gibi: İnsanlar etlerinden ayı, kanlarından
güneşi kaybetm işlerdir. B unun için, nevrotiğin hâlâ sahip b u
lu n duğu b ilinç-dışından b ü sb ü tü n uzaklaştırılm am ası gerekir,
ona lâzım olan daha ziyade kollektif bilinç-dışına, “hayatın ka
dim güçlerine” geri yönlendirilm ektir. Psikosentez, bugünden
kaçarak, gelecekten nefret ederek, kadim zam an lan arayarak,
etim olojik anlam da “d in "in [religion] aynısı olur: re-ligio, geri-
ye-bağlanma. Burada tabii şam anın köpüren ağzıyla Ü stad Eck-
h a rt11 arasında pek bir fark görünm ez, sahici b ir gece hoşgörü
sü içinde; evet, şaman daha iyidir. En sefil b ir bâtıl inancın rü t
besi Aydınlanm anın üstündedir; Ju n g 'u n kollektif-bilinç-dışı ta
bii ki cadı avı cinnetiyle daha iyi gider, saf akıldansa.
“Eros" ve arketipler
17 Kollektif temsil.
ye kum andasında) büyüsel ham am sefasıdır. Bu panik halindeki
libidonun Alm an faşizmiyle bağlantısı açıktır; C.G. Ju n g uyurge
zerliği asla hizmet dışı kalm az burada. Faşizm de de entelektüel
lik nefreti, Ju n g 'u n kelim esi kelim esine söylediği gibi, “g ü n ü
m üz to p lu m u n u n zararlarını telâfi etm ek için yegâne araçtır”.
Faşizm de geleceği tahrif etm ek, barbarlığı tem ellendirm ek, dev
rime ket vurm ak için kuaför elinden geçmiş bir kadim zam ana
ait ölü kültüne ihtiyaç duyar. Temel güdü, D ionisos'un artık sa
dece Moloh 18 olarak adlandırıldığı bir tem elin güdüsü olur. Bir
regresyon sebebi, hem tıp hem insani olan her şeye yine yaban
cılaşmış ahlâk olarak kutsanır. Böylece, daha evvel söylendiği gi
bi, yine de hâlâ liberal aydınlatm acılık peşindeki Freud'la faşist-
m itleştirici Jung, (takındığı m ütevazı adla) “derinlikler psikolo
jis in d e k i ortaklıkları içinde önem li çelişkiler arzederler: Liberal
olan bastırılanı bilinçli kılm ak ister, G erici ise bilinçli olanı bas
tırılana geri bağlamak, evet, onu bilinç-dışının gittikçe daha de
rinlerine tıkm ak. Freud'da bilinç-dışıyla m ücadele edilir ve bi
reysel bir edinim oldugu oranda bilinç-dışı birey halkası içinde
tutulur. Jung'da bilinç-dışı selâm lanıp tam am en arkaik-kollektif
yörede iskân edilir, içinde sis/perde, nu m en veya tabu olarak fo
kurdayan her şeye karşı sınırsız bir hoşgörüyle. Ama yine: Ana
noktada öğretm en Freud sapkın öğrencisiyle aynı düzlem dedir;
ikisi de bilinç-dışını [beşeri] gelişm enin tarihselliği içinde geçip
gitmiş, bodrum a tıkılm ış ve sadece orada olabilecek b ir şey ola
rak kavrarlar sırf. İkisi de, çok farklı tarzda ve çok farklı regres
yon yayılımıyla olsa bile, halihazırdaki bilincin gerisinde veya
altında bir bilinç-dışı tanırlar; yeniye dair bir ön-bilinci tanım az
lar. Ü stüne konuştuğum uz güdü öğretisiyle ilgili olarak ise, tüm
psikoanalitik o k u lu n ortak noktası, b ir kavram sal m itoloji yara
tarak yaşayan/canlı bedenden kopmasıdır. Bir libido putu veya
bir güç arzusu p u tu veya b ir kadim -D ionisos putu ortaya çıkar
bu şekilde - her şeyden önce de bu putların m utlaklaştırılm ası
çıkar. M utlaklaştırılan, kendi bekasını isteyen ve başka da bir
şey istem eyen yaşayan bedenden nasıl koparılırsa koparılsın, is
ter F reud’da ister Adler'de ister - h e le -J u n g 'd a , asla ekonomik-
13
BÜTÜN TEMEL GÜDÜLERİN
TARİHSEL SINIRLILIĞI,
ÖZ-ÇIKARIN MUHTELİF DURUMLARI,
D O Y U R U L A N D U Y U L A R VE
BEKLENTİ DUYULARI
A cil ihtiyaç s
91
ği çorbayı içerken. Kuşkusuz burada, alışıldık hem denliğin ken
d isin d e, y o k lu k ve y o k lu ğ u n arzu ları açıkça g ö rü n ür. M ide,
kandili doldurulm ası gereken ilk lambadır. Özleyişi o kadar he
defli ve dakik, güdüsü öyle kaçınılm azdır ki, u zun sü re bastırı
lamaz da.
92
Alman hatta İngiliz burjuvasına göre pek az yapm acıklık b u lu
nur; daha az cinsel k ü f k o k u su , daha az libido bastınlm ışlıgı
vardır. Proletaryada ise ne m ürailik/riyakârlık ne de hele libido,
Viyana psikoanalizinin başından beri varsaydığı kadar yer kap
lar. Açlık ve endişe alt sınıfta libidoyu daraltırlar; daha az soylu
acılar vardır orada, bunların da daha elle tutulur, daha az sanat-
kâranelikle adlandırılan sebepleri. Proletaryanın nörotik çelişki
leri ne yazık ki F reu d 'u n “libidonun belirli erojen bölgelere sa
bitlenm esi” veya Adler’in “iyi oturm am ış karakter m askesi” ya
da Ju n g ’u n “kadim zam ana geri d ö n ü şü n tam am lanm ışlıgı” gibi
hali vakti yerinde çelişkiler değildir; işini kaybetm e k orkusu da
igdiş edilm e k o m p lek sin e bağlanam az pek. P sikoanaliz gerçi
arada sırada açlık ve susuzluğa, keza bekaya/hayatta kalm aya
olan ilgiye değinm eden yapamaz; fakat b ek a g ü d ü sü tuhaf şekil
de Freud tarafından sıkı sıkıya bağlı olduğu m ide ve toplam be
den sistem ine değil de, Ben’in geç dönem güdülerine, yani ahlâ
k i san sü rü n de ait oldugu güdü grubuna atfedilir. D anışm a b ü
ro su n u n ilgilenm ediği b ir dışarlıklı m üracaatçı gibi, h er yolun
yolcusu Eros karşısında bir acte accessoire [yardakçı] gibi baka
kalır. Ama görülüyordur ki, ekonom ik tarih g ö rüşünün yerine
b ir erotik tarih görüşü yoktur; düny an ın , iktisadiyat ve onun
üstyapılan yerine libido ve o n u n tahriflerine dayalı bir açıkla
m ası yoktur. Bu n edenle nihayet burad a da m eselenin gerçek
ifadesinde durm alıdır: Tek etken olm ayan ama en temel etken
olan İktisadî çıkarda. K endini b u çıkarda gösteren beka/hayatta
kalm a güdüsü, çok sayıda tem el güdü arasında en sağlam olanı
ve tabi b u lu n d u ğ u b ü tü n zam ansal, sınıfsal d önüşüm ler içinde,
kesinlikle en kalıcısıdır. Bu nedenle, b ü tü n ihtiyat paylarını ko
yarak ve m utlaklaştırm aya karşı bilinen uzaklığım ızla denebilir
ki: Beka/hayatta kalm a güdüsü, duy u lara en açık tezahürü olan
açlıkla, birçokları arasında bu adı hilâfsız hakeden tek temel gü
d ü d ü r, n ih â i ve taşıyıcısına en so m u t b içim de bağlı güdüsel
mercidir. İdealist Schiller bile d ü n y a işlerinin “açlık ve aşkla"
yürüdüğ ü n ü öğretm eye m ecbur hissetm em iş miydi kendini; aç
lığı ilk, aşkı ikinci sıraya yerleştirerek. Böyle tespit etmek, ciddi
s o n u ç la rı o lm am ak la b erab er, y ü k se le n b u rju v a z i için hâlâ
m üm kündü; F reud’u n psikoanalizinin de ait olduğu geç burjuva
93
dönem de açlık silinm iştir. Ya da libidonun bir alt türü olm uştur,
diyelim ki “oral evresinin”; sonrasında beka/hayatta kalm a gü
dü sü n ü n kökensel bir güdü olarak bahsi geçmez. Oysa “Suum
esse conservare", k en d in i kendi O lu şu n d a m uhafaza etm ek, Spi-
n o z a 'n ın y a n ıltıla m a z ta n ım ıy la , b ü t ü n v a rlık la rın “a p p e ti-
tus”u d u r [âfiyet], öyle d e kalacaktır. Varsın kapitalist rekabet ik
tisadı onu ölçüsüzce bireyselleştirsin, ne kadar d önüşürse d ö
nüşsün, b ü tü n toplum ları fırdolanır durm aksızın.
94
nın içinden çekip çıkardığı “Adem Baba”, bizzat “lsa”sıdır eski
bir törenin ve dinin, yani yaratışın daha eskilerdeki b ir çöküşü
nün. Demek, kök-güdü-İnsanı tarihsel ve m odem insanda b u lu
namaz ve bilim sel açıdan m evcut değildir. Böyle anılan insan, ya
(Freud’da) burjuva güdü-insanıdır, Viktorya asrının yapmacıklı-
ğında göm ülüdür, ya da (Jung'da) faşist b ir fantazmagoridir, m i
tolojik şişelere doldurulm uş. Temel güdü araştırıcılığı, başka her
dönem inkinden öte kendi g ü d ü sü n ü yansıttığı içindir ki, bu k a
dar farklı çıkm ıştır sonuçlar. R ousseau'nun “doğal insanı” arka-
dik (ideal-idilvâri) ve akla uygundu, N ietzsche'nin “doğal insa
nı" ise dionizik ve akla yabancı; yani birisi Aydınlanm anın arzu
larını yerine getiriyordu, diğeri em peryalizm in arzularını (ve
yurttaşlarda için için yanan “antikapitalist özlem ”in). Freud'un
tanım ladığı “yaratığın” tarihsel konum u da buna benzer şekilde
kesinlenebilir: Bu libido-insanı -d ü şle d iğ i arzu giderim leriyle
b erab er- 1900'ün birkaç onyıl öncesi ve birkaç onyıl sonrasında
yaşar ( “etin ru h ta n k u rtu lu ş u ”n u n ayrılıkçı resm i vadesidir,
1900). L ibidonun cinsel algılanm a tarzı, dem ek tahrik edilebilir
liği de her toplum da ve bu toplum un her tabakasında değişken
dir. Açlığın bile “doğal” bir güdü yapısı yoktur, çü n k ü ona atfe
dilen algılama tarzı, yani iğva dünyası tarihsel olarak değişken
dir. O bile insanda biyolojik esaslı b ir temel yönelim değildir, yi
yecek aram aya dönük sabit içgüdüselliği olan ve b u nun için ay
nı yollan izleyen. Toplumsallaşmış ve yönlendirilm iş ihtiyaç ola
rak, temelinde yattığı ve bu nedenle de (gittikçe daha fazla taba
ka, gittikçe daha talepkâr biçimde ağzının tadını bildikçe) onları
değiştirdiği gibi onlarla beraber değiştiği, diğer toplumsal nite
likli ve dolayısıyla tarihsel açıdan değişken ihtiyaçlarla etkileşim
içindedir daha ziyade. Kısacası, tem el g ü d ü n ü n b ü tü n belirle
nim leri ancak zam anın zem ininde serpilirler ve bununla sınırlı
dırlar. Sadece bu nedenle bile, m utlaklaştınlam azlar, hele insa
nın o zam andaki ekonom ik oluşundan ayrı düşünülem ezler. Li
bido (ki hayvanlarda kızışma dönem iyle sınırlıdır), iktidar gü
d ü sü (en erken sınıf ayrım ıyla başlam ıştır) ikincil görünürler,
lâkin açlık, âfiyet hepsinde vardır. İhtiyaçlarını giderme ihtiyacı,
tarihin lam basındaki gazyağıdır, lâk in ihtiyaç giderm enin deği
şen tarzına baglı olarak bizzat b u birincil ihtiyaç dahi değişik
95
görünür. Tarihsel olarak verilm iş güdü örgüsündeki son kerte,
iktisadi çıkar/ilgidir, ne var ki bu bile, tam da bu, değişen tarih
sel suretlere sahiptir bilindiği gibi, üretim ve mübadele tarzında
değişim ler arzeder. Evet, insanın gıda alarak kendini yeniden
üreten, hayatta kalm ak isteyen Ben'i bile, bir iktisadi biçim ve
doğa ilişkisi içinde üretilirken, tarihsel olarak en değişken var
lıktır. En güvenilir, görece genel nitelikli kalan temel güdüsüne,
açlığa rağm en, em eği aracılığıyla olm ak ve o lu şm ak için d u r
m aksızın tarihi katetm esi gereken bir varlık. İnsanı kazanm anın
im kânı olarak tarih, çekirdeğim iz bakım ından, henüz oluşacak
Benliğimiz bakım ından da insanın m etam orfozudur. Bencillik
sistemiyle, egoizmin bu kapitalist evresiyle kısıtlı olmayan, o n
d an önce am a asıl o n d an so n ra olan hayatta kalm a/beka ve insa
nın kendini korum a [güdüsü] asla Benlikten zaten edinilm iş ve
zaten O lm uş O lanın m uhafazasını aramaz.. Bu anlam da kendini
korum a/hayatta tutm a [güdüsü], en nihayetinde, kendini geliş
tiren, ancak dayanışm ayla ve dayanışm a içinde gelişen Benliğe
daha uygun olan ve onu esas alan durum ları hazır bulundurm a
ya duyulan açlık, âfiyet dem ektir. Bu d urum lara yaklaşıldığında,
onlar ü zerin d en K endiyle yüzleşm eye hazır o lu n u r; kendiyle
yüzleşm e, bir n ih âî d u ru m u h ab er veren g ö rü n ü m ve eserlerle
kapılınan yüksek etkilenmeyle başlar. Fakat Ben'imiz, açlığı ve
değişken genişlemesiyle d aim a açık kalır, devinir, yayar kendini.
96
tasavvurlardan önem li b ir farkı da, m eydana getirdikleri edime
henüz y a n dolaysız bir Benlik d u y g u su n u içselleştirerek husule
gelmeleridir. Evet, harekete geçmiş keyfin/gönlün ilişkili olduğu
belirgin bir dış n esnenin belirm esi öncesinde, nesnel bir müp
hem likle m eydana gelebilirler b u “durum sal” kendini-içselleşti-
riş içinde. Sadece geçirgen ve kararsız halde, “b u lu n u ş” halinde
veya daha dolaysız biçim iyle "hava, haleti ruhiye" denen şeyde
-b u n d a n sonra bahsedeceğiz- değil, daha k ararlı b ir halde, en
azın d an , esk ilerd en b e ri o rg an ik “d o n a n ım a ” dahil olan ke
yif/gönül hareketlerinde de. N itekim genç insanlarda ve erotik
tiplerde tüm hayat boyunca b ir tü r geçişsiz aşıklık keyif/gönül
hareketi olur ki, bun u n nesneleri ancak ardısıra girer devreye;
aşıklıkta narsistçe de, yani kişin in kendi bedeninde de, verili de
ğildirler. Keza -keyif/gönül hareketi olarak değil, am a pekala ke
yif/gönü l hali o la ra k - karakteristik b ir ferah gönüllü lük vardır,
u m ut da vardır; neyi u m d u ğ u n u belirgin biçim de cidden bilmesi
gerekm eden de gösterebilir kendini. Bu tarzla ilgili, tüm organik
"donanım ı" b ir keyif/gönül hali düzeyine yükselterek, sangu-
in ik 19 (veya zıddı: m elankolik) bir “h araret”ten b ahsedilir ya da
bahsedilirdi. Bu, s a lt.keyif/gönül halinden öteye, tasavvur içeriği
hiç ol m ayan ya da pek zayıf “tem ellen d irilm iş”, geçişsiz ke
yif/gönül hareketlerine uzanabilir. Elbette hissediş ve tasavvur
içerikleri ne kadar fazla devreye girerse, b u geçişsiz edim ler o
ölçüde belirgin biçim de nesne ilişkili ve geçişli olacaktır: Tıpkı
m üphem iştiyakın kendi Bir Şey'ini tasa^rn r etmesiyle beraber
içerikli b ir arzuya dönüşm esi gibi, duyular/heyecanlar dünya
sında aşk b ir şeyi, u m u t b ir şeyi, sevinç b ir şeyi yönetecektir.
Zaten dışsal Bir Şey olm aksızın, tiksinm eler veya iştiyaklar ol
mayacaktır; ne var ki işte, b u dışsal Bir Şeyin baştan itibaren b e
lirgin olm ası gerekm iyordur. H eyecanlar salt yaşantılarının ya
şanm asıyla, hele de o n ların içerik lerin i salt “m u h tev a” olarak
ortaya koyan am a belirgin biçim de ta h rik eden dışsal nesneyi
som ut olarak öne çıkarm ayan idealist yorum la, kısıtlı kalm azlar
artık. Fakat tasa^vvurlardan ve düşüncelerden farklılıkları, heye
canların geçişli hale gelme sürecinde de göz önünden silinemez.
98
“fundam ental" [tem elde yatan] açılımları, yani doğrudan varo
luşun kendisine ilişkin olm ayanları, güvencelem esi gerekiyor-
dur. Tüm bunlar köhne öznelciliktir sonunda, ancak k üçük bur-
juva-gerici varoluşçuluk bile en azından ölmenin duyularına ak-
rabaca-alçakça b ir bakış atar. Bu bilinçli obskürantizm in aksine
yegâne orijinal ve ne olursa olsun mayası d ü rü st olan Kierkega
ard, duyusallaştırılm ış Özne D üşüncesini salt nesnelliğe bağlı
d ü şü n cen in karşısına dikm esiyle buraya aittir yine de. B unun
sağlaması, tüm nesnelliğe bağlı düşün cen in anlam a organı olan
duyulara zorunlu olarak sırt çevirm esi olabilir. “Tinin tüm doğa
sı", der Descartes “D üşünceler"de, “düşünm esidir"; yani Descar-
tes'ta duyu öğretisinden bile, yaratıcısı salt d ü şü n en tin olmayan
bir öğreti çıkmaz. Yüzü onca kapsam lı bir şekilde nesnelliğe dö
n ü k olan Spinoza da, m erm er salonuna duyularla ilgili b ir tanım
eklediğinde (E tik, 3. kitap), b u n u durum sallıklanyla değil esa
sen hedef tasan m lan n a veya “fikirlerine" bakarak tanımlamıştır.
S pinoza gerçi insanın isteyişini sadece d u y u ların belirlediğini
söyler, fakat onlar d a sadece n esnelerinin biçim iyle belirleniyor-
dur. Bu nedenle D escartes'ın da Spinoza'nın da, rasyonel Nes-
nel-düşünürler olarak, d u y u lan yöntem sel olarak da elem eden
geçirm esi gerekiyordu; h er ikisi de, D ilthey'in b u defa pek de
haksız olm adan belirttiği gibi, duyu öğretisinde zoru nlu olarak
“dışardan gözlem leri, hiçbir iç algıda verili olm ayan ilişkilerle
beraber" aktarırlar. D em ek her “ken d in i-v aro lu şta-anlam ak",
duyulara yakınlıkla kopm az biçim de bağlantılıdır, her saf nesne
gözlemi de d u yulardan uzaklaşm ayla. B uradan şu söylenebilir:
Felsefe sadece duygulanım lara baktığında, b u n d an çıkan her şey
K ierkegaardcı anlam da “gevezelik dünyası" kabul edilir orada;
buna karşılık felsefe yapm ak saf Cogitatio'ya [düşünm e) tu tu n
duğunda, orada, d u y u sal olanda cum ira et studio'yu20 hedefle
yen her şey, “perturbatio anim i"21 itibarıyla yöntem li olarak da,
Spinozacı anlam da “bilm ezliğin sü rg ü n ü ” sayılır. Fakat duyular
la entelektüel temas her Benlik bilgisi için gereklidir {gerçi artık
değil), Benlik bilgisinin kapsam lı b ir şekilde sınandığında hep
20 Tutku ve sevgiyle.
21 Zihin karışıklığı.
bu temas devreye girmiştir. Kierkegaard'a ragm en, Hegel'de de.
Tinin Fenom enolojisi kadar çok, kavram sal işini ilerletirken ay
nı anda hem duyusal etkinlikler hem duyusal idrakler tarafın
dan katedilen bir kitap yoktur. “Canlı olanın nabzını" özellikle
dışsalhkta, dün y ad a kavram ak isteyen dünyasız Pefetoraî’in22 açı
ğa çıkışından ötürü. Nasıl H egel'den sonra tutkusuz bir büyük
iş gerçekleştirilm em işse, kuşku yok ki, duyu idraki olm aksızın
Benlikle ilgili b ü y ü k b ir şey kavranam az.
G üdüsel duyguların dışardan yapılan tasnifi ve bölüm lem esi
daim a yetersiz kalmıştır. Anî olanlar yavaş yavaş olgunlaşanlar-
dan ayırdedilm iştir, çabuk kaybolanlar kendilerini bir yere gö
menlerden; örneğin öfke nefretten. Tek tek güdüsel duyguların
erişebileceği kuvvete göre ayrım yapılm ıştır, so n ra , insan ve
hayvanın keyif hareketlerinin ifadesine göre. Astenik [kuvvet
siz] ve stenik [kuvvetli] duyulara göre bölm ek, yani hem kalp
sinirlerin i hem d ış kasların o lu ştu rd u ğ u gövdeyi feketm esine
veya güçlendirm esine göre ayrım lam ak da dışsaldır. Buna bakı
lırsa, korku, dehşet gibi ani patlayan duyular, am a b u n u n yanın
da ölçüsüz sevinçler de, hep asteniktir, keza d ert ve tasa gibi d ü
şü k kuvvetli h o şn u tsu zlu k d u y u ları da öyle. Zayıf veya ılımlı
haz d u y u ları ise daim a sten ik tir, fakat öfke de derece derece
yükselirken sten ik olabilir, buna karşılık sevinç, b ir sü rprizin re
fakatindeki ani patlam asında, hazcı karakterine rağm en astenik
bir şekilde arz-ı endâm eder. Değişik, h atta zıt duygusal içerikle
ri olan duyuların aynı sten ik ya da astenik sınıfa d ü ştü ğ ü bu bö
lüm lem e, böylesine d ışsaldır işte. D uyuların savunma veya y ö n e
lim lerine göre tasnifi, dem ek nefret ve sevginin o luşturduğu iki
temel gruba ayrılması, en azından psişik tecrübe gereği m addî
içeriklere daha yakın düşerler. B ütün duyulara refakat edebile
cek olm ası gereken açlık, libido ve saldırganlığa dayalı grupla-
mada en anlaşılır şekilde sö k ü n eder. H em en b ü tü n duyular, is
teme kutupları olarak reddetm e-onaylam aya, kendisi ve nesne
siyle hoşnutsuzluk-hoşnutluğa bağlanabilirler. Bu arada bir yan
da savunm a duyulan: korku, kıskançlık, öfke, aşağılama, nefret,
diğer yanda yönelim duyulan: hoşlanm a, m ürüvvet, güven, h ü r
23 Kapitalist barışı.
101
erimli olan, güdüsel nesneleri bireysel erişim içinde değilse bile
verili dünyada h azır b u lu n an duyulardır. B eklenti duyulan (kor
ku, dehşet, um ut, inanç) ise güdüsel kasıtları hissiyat itibarıyla
u zu n erim li olan, güdüsel nesneleri bireysel erişim içinde bu
lunm adığı gibi verili düny ad a da hazır bulunm ayan, velhâsıl çı
kılıyor m u giriliyor m u kuşkusu içinde vuku bulan duyulardır.
Beklenti duyulan, gerek G ayrı-A rzulan gerek A rzulan itibarıyla,
kasıtlarının, içeriklerinin, nesnelerinin karşılaştınlam aya ca k ka
dar b ü y ü k olan önceleyici karakteri ile ayrılırlar doyurulm uş d u
yulardan. B ütün duyular, fazlasıyla kasıt-yönelim li olm alarıyla
zam an ufkuyla kayıtlıdırlar, fakat beklenti d u y u ları tam am en bu
ufka açılırlar. B ütün d u y u lar zam an ın esasen zam ana ilişkin
olan yanıyla, yani gelecek tarzıyla/durum uyla kayıtlıdırlar, fakat
doyurulm uş d u y u lar ancak sahici olm ayan, yani içinde nesnel
olarak h içbir Yeniliğin gerçekleşm ediği b ir geleceğe sahipken,
beklenti duyuları epeyce sahici bir geleceği içerirler; yani He-
nüz-Değil'i, nesnel olarak henüz m evcut olm am ış olanı. Adi bir
düzeyde korku ve u m u t da sahici olm ayan bir geleceğe yönelir
ler, fakat bu adi doyuruluşta bile, doyurulm uş d uyulardan çok
farklı olarak halihazır verili halin ötesindeki daha b ü tü n cü l bir
doyuruluşa doğru adım atılm ıştır gizliden gizliye veya derinden
derine. Beklenti duyularında tazyik, A ppetitus ve o n u n arzusu,
genellikle de cepheden, böylesine p atlak verir. Salt olum suz
beklenti d u yularında, korkuda ve dehşette bile tazyik ve arzu
olarak çıkar; tazyiğin olmadığı yerde bir arzu n u n ters yüzü olan
G ayrı-A rzu da olm ayacaktır zira. Bunu ötesinde, o lum suz ve
olum lu duyuların oluşturduğu bir karşı hissiyat b ü tü n buralarda
öyle bir etkide b u lu n u r ki, aşağıda görüleceği gibi, k orkulu rü
yaya bile arzunun yerine gelişi refakat eder. Hele gündüz düşü
n ü n dehşet ve um ut resim lerinde nasıl da değişiyordur, dehşetin
ve u m ud u n , olum suz ve olum lu beklenti d u y u ların ın çehreleri,
ütopik açıdan h en ü z tayin edilm em iş olarak... En önem li bek
lenti du y u su , en esaslı özlem -, yani k en d ilik -d u y u su ise hep
u m u ttu r hâlâ. Ç ünkü k o rk u n u n , d eh şetin olum suz beklenti d u
yuları her türlü savunm aya rağm en tüm üyle m uazzep, baskı al
tında, esirdir. Evet, so n u n d a salt edilgin tutkuyla dolacak olan
kendiliğin çöküşünden ve hiçliğinden bir parça duy u rur kendi
102
ni onların içinden. Korku ve dehşet karşısında karşı-duyu niteli
ğinde bir beklenti duyusu olan u m u t, işte bu nedenle bütün gönül
hareketlerinin en insanisidir ve sadece insana açıktır, en geniş ve en
parlak u fka açılır aynı zam anda. Ö znenin sahip olm akla kalm a
yıp, doyurulm am ış olm ası itibarıyla esasen ondan m üteşekkil
olan gönüldeki o Appetitus’tadır.
103
sahiden olanın biçimsel değişim ine etki ediyor değildir o; doğal
olanda aynı zam anda, bildiği, fiilinin tarz ve biçim ini belirleyen
ve iradesini ona tabi kılm asını gerektiren kendi ereğini gerçek
leştiriyordu^’ (Kapital I, 1947, s. 186). Buradan çıkan şudur: Bir
inşaat ustası -h a y a tın h er ala n ın d a - planı bilm eden evvel, bizzat
planın kendisini planlam ış bulunm alı, bu p lan ın gerçekleştiri-
m ini ışıl ışıl ve belirleyici bir biçim de ateşleyici b ir ileri dönük
rüyayla öncelem iş olm alıdır. Ne denli cesursa, hele ne denli
sarpsa, örüm cekten ya da an d an farklı olarak in san ın gözünün
önüne getirm ek, öngörm ek d u ru m u n d a olduğu bu plan, d ü şü n
sel açıdan o denli zorunlu olacaktır bu.
Ve tam bu noktadadır ki, ilkin açlıktan doğan beklenti duyu
larındaki a rzu la n a n ı/a rzu y a değer olanı ta h rik eden, kim i du
rum da alıkoyan ve pörsüten, kim i durum daysa etkinleştiren ve
daha iyi bir yaşam hedefine koşan şey: G ündüz düşleri oluşur. İl
kin bir kısm an çıkarlar, o nu giderm eyi isteyerek; tamamı, daha
iyi bir hayata dair rüyalardır. Şüphesiz, daha aşağı olanlar, dola
şık, puslu olanlar, salt sinirleri yatıştırm aya dönük kaçış rüyaları
vardır aralarında, ikam elerle dolu, m alûm . G erçeklikten bu şe
kilde kaçış, m evcut d u ru m u n onaylanm ası ve desteklenm esi ile
çok kere bağıntılı o lm uştur: En güçlü biçim iyle, daha iyi bir
Ö tedünya dileyen tesellilerde açığa çıkar bu. Ama gerçekten
yüzlerini çevirm eden, tersine o n u n devam ına, u fkuna dikerek
gözlerini, insanların cesaretini ve u m u d u n u koruyan arzularla
dolu gündüz düşleri olanlar da ne kadar çoktur. Niceleri, önden
giderek, sın ırlan aşarak ve b u n u n imgeleriyle pekiştirm iştir fera
gat etm ek istem eyişini. G ündüz düşlerinde olup biten bu sınır
aşım larının tanım ladığı, psikolojik açıdan baskılanan değildir,
zaten m evcut b u lu n an bilinçten tedricen aşağı çökm üş olan de
ğildir, kadim çağın insanlarından ardakalm ış olan veya yüzeye
çıkan atavist b ir hal de değildir. M evcut bilincinin aşağılarında,
tek çıkışı ya Freud'daki gibi b u g ü n ü n bildik gündüz dünyasına
ya da C.G. Jung-K lages'teki gibi rom antize edilm iş bir Diluvi-
um'a açılan b ir yeraltı hazinesiyle işi y o k tu r s ın ın aşanın. İleri
doğru kendini genişletm e g ü d ü sü n ü n önünde salınan, henüz-
bilincinde-olunm ayan bir şeyin, geçm işte hiç bilincinde olun
mamış ve hiç m evcut olm am ış bir şeyin, bizzat bir gün ağarma
104
sı, yeniliğe açılış olan şeyin nasıl gösterileceğidir daha ziyade.
En basit gündüz düşünü kuşatabilecek bir gün ağarrnasıdır bu;
b u rad an , reddedilm iş feragatin geniş bölgelerine uzanacaktır,
yani um uda.
14
GÜNDÜZ DÜŞLERİNİN
G E C E D Ü Ş L E R İ N D E N T E M E L FARKI
G E C E D Ü Ş Ü N D E G İ Z L İ VE E S K İ Y E D A İ R
DOYURULUŞU ARZUNUN,
G Ü N D Ü Z F A N T E Z İ L E R İ N D E İ SE
HAYALLEYEREK, Ö N C E D E N TASARLAYARAK
Rüyaya eğilim
105
A rzu n u n d oyurulm ası olarak düşler
106
nasyonunu kurm asına imkân veren üç karakteristik özelliği var
dır. Birincisi uykuda erişkin Ben zayıflamıştır, ona nâhoş görü
neni artık sansürleyem ez. İkincisi uyanık halden ve o nun içeri
ğinden geriye yalnızca deyim yerindeyse gündelik artıklar kal
mıştır; düşünce zincirinden iyice gevşetilmiş tasavvurlardır b u n
lar, düş fantezisinin asim ile olabileceği. Ü çüncüsü, zayıflamış
Ben'le bağlantılı olarak, tüm gerçeklikleri ve pratik ereksel içe
rikleriyle dış dünya bloke edilm iştir. Ben, çocukluğun Ben'ine
geri döner, böylelikle ilkin tüm üyle çocukluk çağının sansürlen
mem iş güdü dünyası görü n ü r - ya da daha iyi bir ifadeyle: ço
cukluk çağındaki gibi görünür. Freud da der ki: “H er düş arzu
su çocuksu kökenlidir, tüm düşler çocuksu malzemeyle, çocuk
ça ru h kıpırdanışlarıyla ve m ekanizm alarla işgörürler.” Dahası,
duyusal açıdan sahici olanın aksi yöndeki eğilimi dış dünyanın
bloke edilm esi yoluyla d u rdurulduğunda, arzu tasavvurları, ha-
lüsinasyon düzeyine yükselm elerine yetecek psişik güce ve psi
şik uzama kavuşurlar. Fakat ahlâkî, estetik ve b u n u n yanısıra
gerçekliğe göre bir sansür uygulayan Ben düşte sadece zayıflatıl
mıştır, tam am en iptal edilm iş değildir. Deyim yerindeyse sarhoş
bir halde, sansürlem eyi sü rd ü rü r ve arzulara halüsinasyonla sağ
lanan doyum ları, o n u n bakışları karşısında kılık değiştirm eye
zorlar. Bu nedenle hem en hiçbir gece düşü yalın bir arzu d o y u
m u sağlam az, h e m e n h ep si şek il d e ğ iştirm iştir, m ask elid ir,
“sem bolik” olarak kıyafet değiştirm iştir. D üş gören de, arzu do
y um unun kılığına girdiği sem boliği anlam az hiç; libidonun hu
zursuzluğunun, sem bolik olarak şekil değiştirten bir düş imge
sinde kendini •eylem esi ve doyum a ulaştırm ası yeterlidir. Sadece
çocuk rüyaları düşsel kılık değişim inden m uaftırlar, çocuk san-
sürleyici bir Ben tanım az çünkü. Fizyolojik açıdan norm al, tas
vip edilen türden, örneğin peşinden boşalm anın geldiği çok şeh
vetli gece düşleri de, kayda değer bir şekil değişikliğine uğram a
dan, dolaysız bir yol izlerler; tezahür eden düş içeriğiyle gerçek
d ü ş içeriği burada da epeyce örtüşür. Lâkin b ü tü n diğer “itici ar
zular": ensest arzu lan , sevilen kişileri öldürm e arzu lan ve içi
m izdeki diğer çocuksu-kötülük unsurları, kendilerini tatm in et
m ek için, -zayıflam ış da o lsa- D üş-Ben'inin sansürü n den sakın
m ak için kılık değiştirm eye davranırlar. Gizli (bilinçaltının d e
107
rin lerind ek i) d üş içeriğinin b elirtik (sem bolikleştirilm iş) d ü ş
içeriğine d önüşüm üne Freud düş çalışm ası der; an alitik d ü ş yo
rum u, ters yoldan gider, arzu tatm inini sem bolizm den arındıran
yolu izler. U yananda, analitik d ü ş yorum una karşı bir direnç
oluşur, nevrotigin nevrozlarının belirtilerinin yorum lanm asına
-d a h a güçlü bir b içim d e- tep k i gösterm esi gibi; ■yeniden güç ka
zanan G ündüz-Beni'nin, öteki y ü zü n ü n açığa çıkarılm asına d i
ren m esid ir bu. Bu öteki yüz, törelere sadık, ah lâk en d ü zgün
adam da hayli kıstırıcı olabilir; bu öteki yüzd e epeydir, uyandı
ğında canını sıkan birşeyler sezinlemiştir. Bu surette hatta G ün-
düz-B eni onca zayıflam ış olan G ece-Beni’n in so ru m lu lu ğ u n u
üzerinde hissedebilir, hele ki sem bol kargaşasından sadece bir
d uyusal yankı bile kalm ış olsun. Jean Paul b ununla ilgili şunu
belirtir: “D üş, kendi inşa ettiğim iz E pikür ve Augias ah ırın ı24
korkunç derinlem esine aydınlatır; günd ü zü n aklın tasm asından
tuttuğu b ü tü n vahşi m ezarlık hayvanlarının ve karanlığın k u rt
la rın ın canlı canlı kol gezdiğini g ö rü rü z gecenin o rta sın d a .”
H atta insanın d ü şü n d e d ü şü n ü p eylediği İyi ve K ötüden ahlâ
ken sorum lu tutulup tutulam ayacağına dair b ir nadide soru so
rulm uştur, eldeğm em iş burjuva nam usluluğu ve o n u n G ündüz-
Beni tarafından. Son d ev ir Aydınlanm asının bir ahlâkçı ve psi
kologu b u n u evetleyerek, basbayağı kom ik am a direniş açısın
dan öğretici bir şekilde, şu sonucu çıkartm ıştır: “Bu nedenle, öz
gür iradeleriyle m üm kün olduğu oranda düşlerin d e de fantezile
rinin sâfiyetini m uhafaza etm elerinin, insanlar için töresel bir
ödev olduğunu iddia edebiliriz. Böylelikle, tutkuları tarafından
yaratıldığı veya biçim lendirildiği ve bu tu tk u lar özgür iradeye
bağlı oldugu ölçüde, düşlerin de İyiliğine ve K ötülüğüne h ü k
m edilebilir (MaaB, T utkular ü z e r in e Deneme I, 1805, s. 175).
D oğru-dürüst bir Ben için, insan-m ahlükun görece m asum düş
sel sapm aları bile nâhoşsa, sem bolik kıyafetli çocuksu vahşilik
ler kim bilir nasıl karşılanır? Psikoanalitik d ü ş yorum una direniş
bundandır, d ü ş im gelerini kendi kendinin cinâî hikâyelerine dö-
nüştürtm eye gönülsüzlük bundandır. (Eski, peygam berâne de
nen d ü ş y orum unda dikkate deger bir biçim de hiç rastlanm ayan
25 Incil'e göre, Eski Mısır’da, Firavun'a uzun bir kıtlığın yaklaştığını bildiren ve
bu hizmeti karşılığı kendisine prenslik verilen rüya tabircisi.
109
dan görülsün. Freud b u n u n la ilgili vurucu bir paradoksla, düş
gören ne bildiğini bilmez, der. Freud'a göre belirtik d ü ş içeriği
sadece kılık değiştirm iştir, m askeli balodur; yorum , orucun bo
zulm ası olur. Ben-sansürü, libidoyu ve arzu n u n yerine getiril
m esini ifade eden hakikati, soytarı larvası olarak ya da sureti
h aktan göstererek gecenin içinden geçirm iştir; h er halükârda
Freudcu d ü ş yorum u yine yalın m etni m uhatap alır. Semboller
üzerinden, k en d in i onlar içinde yitirm eden, az veya çok idrak
ettiği, onca rengârenk şerhlerle dışlaşan arzu doyum una geçer.
Darlaştırıcı ve yanıltıcı b ir kavram olarak salt Libido'yla ancak
tah rif edilm iş bir ifade' bulsa da, teşhis edici bir bilgi vardır b u ra
da. H er halükârda ihm al edilm iş b ir şeyin telâfisi etkisi vardır
gece düşünde, bir tazm inat ve im geden yana zengin b ir doygun
luk; bu doyum ister salt im geler aracılığıyla ister onların içinde
gerçekleşiyor olsun.
110
sudur, korku gelişimi sansürü ikam e eder. Bu türden nevrozlar
da, örneğin dinm eyen bir anne-babayı yitirm e korkusu, bu yön
de bir arzuyla bağlantılı olabilir. O zam an fobi, m eselenin ahlâkî
açıdan zo r tarafıdır sadece, ya da k en d in i sahneleyen vicdan
azabı. Ü çüncü olarak ise, Freud, k o rk u ile arzuyu salt katı zıt
lıklar olarak ele alm am akla bu m üşkülâta neredeyse iradesi d ı
şında diyalektik bir tarzda yaklaşır. Buna göre k o rk u n u n riihâî
kökeni doğum edim i olmalıdır; “bir yaşam sal tehlikenin etkisi
ne emsal olan ve o zam andan beri korku d u ru m u olarak tarafı
mızdan tekrarlanan bir grup nâh o şlu k hissi, boşalım itkisi ve
bedensel heyecan” getirm iştir bu edim. K orkunun adı bile (an-
gustia=darlık), kesintiye uğrayan iç nefeslenm enin sonucu ola
rak yaşanan nefes daralm asını vurguluyordur. H epsinden önem
lisi ise, b u ilk korku d u ru m u n u n anneden ayrılm a sırasında or
taya çıkm ış olması, dolayısıyla terk edilmişlik, korum asızlık, fe
da edilm işlik sinyali vermesidir. Freud'da bu ilk korku d u ru m u
na iğdiş edilm e korkusu denen korku eklenir, b u n u n da tüm ha
yat boyu süren ahlâkî açılım ları' vardır: “İğdiş edilme korkusu
nun kaynağı, bir zamanlar, Ben-ideali yapılan yüce varlıktı ve iğ
diş edilme korkusu m uhtem elen daha sonra vicdanî k o rkunun
y ü k ü n ü b o şalttığı çek ird eğ i o lu ştu ru r, v icd an î k o rk u olarak
kendini devam ettirir.” K orkunun, sonraki b ü tü n te rk edilmiş
liklerin psişik ön-biçim ini belirleyen o ilk terkedilm eden, do
ğum yoluyla anneden ayrılm adan hareketle açıklanm ası elbette
daha aydınlatıcıdır; sahici çocuk korkusu da, yani iğdiş edilme
kom pleksi d enen şey olm aksızın varolan pavor nocturnus26 da,
yabancı suratlardan, karanlıktan ve benzeri şeylerden duyulan
korku da b undandır. Ç ocuğun anneye olan özlem i ve aşkı, ya
bancı yüzler tarafından hayal kırıklığına uğratılıyor, “libidosu"
kullanılm az hale geliyor, nesnesini bulam ıyordur. Böylelikle yön
değiştirir ve erişkinlik dönem inde de k o rk u olarak dökülür; so
nuç: bütün b a stınlm ış a rzu etkilerinin bilinçdışında fobilere dönüş
m esidir. Yeri doldurulm ayan, nesnesiz kalan libido duyularının
benzeri b ir yön değişimi, F reu d ’u n kestirim ine göre ölüm kor
kusunda kendini gösterir (ölüm g ü d ü sü n ü n karşıtın d a), özellik
112
[barajı] o oluşturur. Hatta son Freud, doğum edim inin biyolojik
iç ve başlangıç yaşantısının iyice ötesinde, “korkulan b ir güdü
d u ru m u n u n esas olarak dı.şsal bir tehlike d u ru m u n a dayandığı”
hükm ü n ü verir (Dersler - Yeni D izi, 1933, s. 123). K endini bı
rakm a, teslim etm e duygusunun hiçbir içeriği olmazdı, şayet ya
bancı yüzler, karanlık ve benzeri şeyler sırf Anne-Değil olsalar
ve b u n u n dışında yansız olsalardı. Oysa burada da açlık, beslen
me kaygısı, ekonom ik çaresizlik, yaşam k o rk u su vardır - yete
rince olum lu [pozitif] ve yeterince n esn eld ir bunlar. Burjuva
toplum u yakın zam ana kadar sahiden serbest rekabet üzerinde
kurulm u ştu , bug ü n hâla esas itibarıyla öyledir, dem ek antago
nist bir ilişkiye dayanır - aynı sınıf ve tabakanın içerisinde de
böyledir bu. Bireyler arasında böyle koyulm uş, evet, böyle olm a
sı teşvik edilen düşm anca gerilim durm aksızın korku üretir. Bu
k o rk u n u n işlem eye başlam ak için libidoya ve doğum edim ine
ihtiyacı yoktur. Bu tarz bir dış dünya -h e le ki iki dünya savaşıy
la - yeterince y erleştirir k o rk u y u . Bir de ü stü n e , b ağ ların d an
kopm ak için enfantil [çocukca] travm aya bile ihtiyaç duym ayan
faşizmin korku üretim i... Gerçi kim i dinlenm iş gece düşleri ge
riye dönük olabilir, belki kim i siyanet altındaki ço cuklann pavor
n o ctu m u s'u da böyledir. Bastırılmış libidodan, nesnel-gibi bir iş
gal altında bulunm ayan sevgi arzularından ve böylelikle korku
dan olabilir. Fakat rüyada bile, gündüz, yeterince vesile ve kay
naktır, gelm ekte olanın nesnel kaygısı yeterince vesile ve kay
naktır korkuya. Çıplak bekaya ve onun salt işgal edilm em iş ol
mayıp parçalanm ış arzularına dair bir köken. Özellikle uyanık
[diri] korku, hele hele ölüm korkusu, önce bir geriye gidip de
- a n n e n in tahvili o la ra k - kendi B en'inin yitm ekte olan libido
nesnesinde bulm aya kalkm ayacaktır kendi açıklam asını. Tam da
bu korku, kendini narsistik-regresiv biçim de değil, yaşam ını so
na erdirecek olan baltadan doğru, nesnel olarak beklenen gece
nin acısından ve d ehşetinden d o ğ ru açıklar - esas olarak, öyle
açıklar. Ö lüm korkusundaki Ben, kendi kendisini bıraksaydı sırf
ve sırf kendi narsistik libido işgalini bıraksaydı, o zaman Ben'i
olm ayan hayvanlar da, çok n esn el b ir ferag atk ârh k içindeki,
kendi Ben'ine âşık olm ayan insanlar da tanım azdı ölüm korku
sunu. F reud'un korkuya ilişkin libido öznelciliği, böylelikle, sa
113
vunulam az nitelikteyse de, onun fobileri bastırılm ış arzu duyu
ları altın d a tasnif etm eye cevaz verm esi önem li ve d o ğ rudur;
narsizm lere değil arzu d uyularının nesnel içeriğine yönelir bu
tasnif. K orku ve k o rk u n u n düşlerini ilk uyaran, dogum edim i
olabilir; tıpkı nihâî biyolojik içeriği ölüm de buldu k ları gibi. Fa
kat k o rk u n u n salt biyolojik bir şekilde değil, ancak insanlarda
görebileceğimiz bir şekilde, en üst düzeyde tam da korku düşü
o larak tezahür ettiği yerde, esas itibarıyla kendine ilişkin beka
g ü d ü sü n ü n toplum sal b lo k ajların a dayanır. G erçekte, sadece
m ahvedilm iş, evet, kendi karşıtına çevrilm iş içeriğidir a rzu n u n ,
korkuyu ve en sonunda da çaresizliği yaratan.
Peki uyanıkken d üş gören ne yapar, y ü z ü n ü al bastıran arzu
lara kapıldığında? A rzulam ak için sadece bala değil de tuz ve bi
bere ihtiyacı olduğunda, bir atım lık da vurguna. Bizzat Freud,
zıt güdü duygularının sadece geçişli değil içiçe olduğuna işaret
eder. “K ö k -sö zcü k lerin eşzam anlı k arşıt y ö n lü lü ğ ü n e ” işaret
eder, öyle ki, “k o rk u ve arz u bilinçdışında örtüşürler”. Ama kuş
kusuz bilinçte de büyük ölçüde örtüşürler; hastalık hastalarında
böyledir, genel olarak karam sarlarda böyledir, ikisi de zihinle
rindeki um ut-olm ayanın gerçekleştiğini görmeyi um arlar. Aynı
18. yüzyılın hassasiyeti değil miydi, bu karm aşık duyguyu yük
lenen hastalık hastalığını yeşerten, salkım söğütler ve gözyaşı
ibrikleriyle, geçip gidenden duyulan acılı hazla? Ö zellikle de o
sıralarda d o ğ an k o rk u ro m an ı, tek in siz o lan d ak i m uam m alı
m ahrem i keşfetti; gölgeler altındaki b ir ev arzusundan, gecenin
dehşeti içinde azap yollarından geçilerek varılacak bir y u rttan
besleniyordu. Buna benzer bir şey, korkunun a rzulannın gerçek
leşm esine dair fantezilerde de görülür. M âhiyeti kendisine yönel
m iş bir u m u t tarafından, evet, çarpılm ış, hatta olum lu [pozitif]
içeriğiyle bizzat ürpertici hale gelmiş u m u t tarafından belirlenen
b ir korku ile arzu n u n , çehrelerini değiştokuş edişleri görülür
orada. Düz olm ayan, pek tek in de olm ayan bir arzu d o yum udur
bu, en y ü k sek bölgelerde de gül kırm ızısını engeller, en azından
güçleştirir. Bir m iktar siyahlık da eklenir buna, renkleri koyul-
tu r, fazla a ç ık seçik g ö rü le b ilir o la n y an i yavan m u tlu lu ğ u
âhenksiz kılar, bir arzu zirvesini aynı derinlikte bir uçurum ola
ra k işaretler. Son noktasına sürüklenm iş birçok duygu ifadesi,
114
kendini b u sık ın tın ın içiçeliğinde b ulm uştur; W agner’in N ibe-
lungen Yüzılğü’n d ek i27 şu sözüm ona tatlı dehşete, bu nevraste-
nik-devâsâ san at eserinin teşhirine varıncaya kadar. Ve uyku
tutturm ayan kâbuslar için olduğu kadar pın arın altında uzanan
çayır ve o n u n sem bolleri için de aynısı geçelidir: her düş, arzu
n u n doyurulm asıdır.
27 Richard Wagner'in ünlü opera dörtlemesinin adı. Eski Cermen destanı Nibe-
lungen'de, kahraman Siegfried Niebelungen hazînesinden kendisine sadece
bir yüzük almıştır.
115
alınm adı; b ü y ü k m iktarda salt w ishful th in k in g 28 içeren, fakat
th in kin g 'in kesinlikli keskinliğinden ve evet, so rum luluğundan
uzak, kendine özgü b ir arzu doyum u olarak da alınm adı ele. Psi-
koanaliz ise g ü n d ü z d ü şlerini gece düşleriyle tam am en eşit de
ğerlendirir, gündüz d üşlerinde m ünhasıran gece düşlerinin baş
langıcını görür. F re u d b u k o n u d a şu n u belirtir: “Biliyoruz ki
böylesi gü n d ü z d ü şleri gece düşlerinin çekirdeği ve n um uneleri
dir. Gece düşü esas itibarıyla gecenin güdüsel devinim lere verdi
ği serbesti sayesinde kullanılabilir hale gelen, ruhsal faaliyetin
geceye özgü biçim inin değişime uğrattığı gündüz düşü nden baş
ka bir şey değildir." (Vorlesungen [Dersler], 1935, s. 417) Ve aynı
yerde, öncesinde: “Fantezinin en bilinen ürünleri, gündüz düşle
ri denen şeylerdir. Gerçeklik had bilmeyi veya sabrı ihtar ettikçe
daha da dolgun biçim de serpilen, haris, megalom anyak, erotik
arzuların tasa^vvur edilen tatm inleridir bunlar. Fantezi m utlulu
ğ u n u n doğası ve arzu iktisabının gerçekliğin onayından bağım
sızlığının yeniden tesisi, gayet belirgin g ö rü n ü r b unlarda.” Tüm
düşleri sadece bastırılm ış olana giden yollar olarak sayan, ger
çekliği sadece burjuva to p lu m u n u n ve onun m evcut dünyasının
gerçekliği olarak tanıyan psikoanaliz, elbette, gündüz düşlerini
kesinkes salt gece düşlerinin ilk basamağı olarak tanım layacak
tır. G ünd ü z düşleriyle d o n an m ış şair, burjuvaya göre, gözleri
açık uyuyan tavşandır sadece - ve b ü tü n bu n ların vuku bulduğu
burjuva gündelik hayatı, kendisini, hakiki olan her şeyin ölçüsü
olarak algılıyor ve tatbik ediyordur. Oysa b u ölçünün, bilincin
dünyasındaki geçerliliği bile sorgulanacak olursa, hele gece gö
rülen arzu d ü şü henüz ucu açık bir d ü n y an ın ve o n u n bilincinin
devasâ sahasının kaydırılm ış ve tam am en hom ojen de olmayan
bir parçasından ibaret sayılacak olursa, gündüz düşü gece .d ü şü
ne çıkan ilk basam ak değildir ve gece düşüyle üstesinden geline
mez. Klinik içeriği bile anlaşılam az, halledilem ez bu yolla, nere
de kaldı ki sanatsal, parıldayan, gelm ekte olanla cepheden yüzle
şen içeriği... Ç ünkü gece düşleri çoğunlukla geride kalm ış güdü
sel yaşam dan alırlar gıdalarını, şayet arkaik değilse de geçmiş
gitm iş im gesel m alzem eden beslenirler, yeni hiç b ir şey olmaz
29 Uyku Tannsı.
117
gönüllü olarak verdiği ve geri alabileceği ihraç yüküm lülüğü dı
şında, yoktur. Ayrıca uyanık d üşçünün düşlerevi bir dolu kendi
seçtiği tasavvurlarla donanm ıştır, oysa uyuyan asla bilemez, bilin
çaltına giden eşiğin arkasında onu neyin beklediğini. İkincisi,
gündüz düşünde de yine gevşemiş olmakla beraber, Ego asla gece
düşündeki kadar zayıflatılmış değildir. Ben’in tam am en arzu fan
tezilerine kapıldığı veya onlara bakakaldığı en edilgin biçim inde
bile, takip altında tutar düşlerini, kendi yaşam ının ve uyanık d ü n
yasının bağlamı içinde kalır. Gece d ü şü n ü n Ben’i ise bölünebilir,
hatta lapa gibidir çok zaman; acı hissetmez, ölmez, ölüme duçar
olduğunda. Evet, gece ve gündüz d ü şü n d e Ben-olm ak o kadar
farklıdır ki birbirinden, tam da gündüz düşündeki Ben’in de pay
aldığı o gevşeme, öznel olarak - h e r ne kadar şüpheli olsa d a - bir
yücelme duygusuyla yansıyabilir gündüz düşüne. Ç ünkü Ben’in
kendisi de bizzat bir arzu tasavvuru olur o zaman, sansürden k u r
tulm uştur; gevşemenin, b ü tü n diğer arzu tasavvurları için sön
m üş görünen ışığını bizzat paylaşır. Ben’in gece düşündeki gevşe
mesi sadece dalıp gitmedir, gündüz düşündeki ise, genel coşku
yükselişiyle birlikte, yükselmedir. İki cins düşü yapay olarak h u
sule getiren ilaçlar bile bu bakım dan farklıdır: yani farmakolojik
olarak bile, yapay olarak uyarılm ış Fantastiğin içinde, uyuyan
beynin fantezisi, Ben’inin kararmasıyla birlikte, farklılaşır gündü-
zünkinden. Şöyle ki: A fyon gece d ü şü n e tekabül eder görünür,
haşhaş ise özgürlük içinde salınan, coşan gündüz düşüne. Haşhaş
sarhoşluğunda da Ego az uyarılır, ne bireysel doğası ne de bilinci
çekilir işin içine. Dış dünya gerçi epeyce kapanmıştır, fakat asla
uykudaki gibi, hele afyon uykusundaki gibi değil de, ancak görü
nen imgelere uymayacak kadar, ancak lâfa karışması aptalca -a c ı
nacak denli aptalca- bulunacak kadar. Oysa tersine, fanteziye n ü
fuz eden ve periler dağının veya soytarılar cennetinin düzeyine te
kabül ediyor görünen bir dış dünya, -bahçeler, saraylar, eski-gü-
zel sokaklar gibi-, haşhaş düşünün canlandırılm asına hatta bil
hassa uygundur. Şii tarikatı Haşhaşinler veya Asasinler,30 Arap O r
30 Şii Ismaililer arasında çıkan ama Şiilik dahil ana İslâmî akımlardan uzak, su-
ikasti siyasî silah olarak kullanan bir örgüt. Arapça afyon müptelâsı anlamın
daki Haşhaşin kelimesinin, Batı dillerindeki “suikastçı” (assasin) kelimesine
kaynaklık ettiği varsayılır.
118
taçağının bu cani tarikatı, başlarında dağlı şeyh, kanlı bir eylem
için seçilen delikanlıları, haşhaş sarhoşluğuna rağmen gözleri ta
mamen açık, şeyhin ışıltılı bahçelerine, duyusal eğlencenin bollu
ğuna g ötü rü rd ü . H aşhaşın im geleri, uyan ık k en görülen düşü,
uyarınca, bu dış dünyaya tam am en iltihak eder ve elbette öylesine
aşardı ki her türlü dünyevî ölçüyü, gövdelerinde ütopya zehiriyle
delikanlılar, cennetten bir tadım lık aldıklarına inanırlar, sahici
cenneti kazanm ak için yaşamlarını şeyhleri için tehlikeye atmaya
hazır olurlardı. Daha m odern deneklerin haşhaş düşlerinden ise
büyüleyici bir kolaylık halinde bahsedilir, bir tarz cin-peri ru h u n
dan m ahrum değildirler; asfalt, caddeye serilmiş mavi ipeğe dö
nüşür, yoldan geçen rastgele tipler Dante ve Petrarca suretine bü
rünür, anakronik bir sohbete göm ülünür, kısacası dünya, m âhir
haşhaş düşçüsünün istek parçalarının çalındığı bir konser olur.
Başka tü r bir kolaylıktan da eksik kalmaz haşhaş sarhoşluğu: “Bi
rey, açıklığa k av u ştu ru lm aları şim diye d ek im kânsız görünen
m uğlak planlan berraklaşmış ve gerçekleşmeye doğru gidiyor gibi
görür" (Lewin, Phantastica, 1927, s. 159 vd.). Geçici olarak mega
lomani de gösterir kendini, henüz gerçekleşmemiş başarının ta-
dılması, neredeyse bir paranoya gibi. Afyon sarhoşluğu ise başka
dır, Ego ile dış dünyanın tüm den uyumasıdır: gece düşünden baş
ka bir ş6y yoktur burada, dibine kadar. Ben’in taha^m ldeki yücel
mesi yerine, dış dünyanın ütopyacılıkla yönlendirilmiş ferahlama
sı yerine, afyon sarhoşluğunda her şey batıp gider. Örtülü, en do
laşık Bilinçaltının alanı açılır sadece: Kadın, şehvet, mağara, meşa
le, geceyarısı karm akarışık bastırırlar, çoğunlukla ağır, sıkıştırıl
mış bir havada. Birincil olarak unutm uşluğun etkisi işler afyonla,
ışığın değil; gecedir, antik kabartm alarda Morfeus'a afyon tohu
m unu ikram eden. Bu tohum lar A ntikitede yeraltı güçlerine hiz
m et eden rahibelerin elinde vardı, acjyı dindirm ek içindi; Ceres31
efsanelerinde unutturucu afyon suyu olarak Lethe3z sunulur; biz
zat Isis33 Ceres geç Antikitede elinde haşhaş başlarıyla tasvir edi
lir. Baudelaire afyon ile haşhaşın sarhoşluk bölgelerini aynı biçim
122
paranoyada, bir yansıtm a cinneti olarak. G erçi böyle tanım la
nan b u ik i h astalık fazla k esk in biçim de ayrı tu tu lm am alıd ır
birbirinden, özellikleri ara ara b irbirlerinin içine akar. H er ikisi
de halihazır veya tasarru f edilebilir gerçeklikten uç dönüşlerdir,
şizofreni ise ondan biçim sel olarak kopm aktır, geri d ö nüş yolu
n u kapatarak. Şizofren d ü n y ay ı bırakır, çocukluğun otistik-ar-
kaik haline geri döner; paranoyak ise b u halden, dünyaya hiç
de sırtın ı dön m ü ş olm ayan hatta tersine dünyayı iyileştiren b ir
çok cinnet im gesini çekip çıkartır yine de. Elbette, çok defa p a
ranoya şizofreniyle sonuçlanır; yine de: h e r ik i hastalanm a ara
sında, ü to p ik olan tarafından tanım lanabilir kılınm ış ve birbi-
riyle karıştırılm ası im kânsız b ir istik am et farkı vardır. Psikoz
toplam da Bilinçdışı’n ın içeri dalışı karşısında Bilincin gönülsüz
b ir teslim iyeti ise; şizofren B ilinçdışı'ndan farklı olarak parano
yak Bilinçdı.şı'nın h e r halükârda ü to p ik k en arları vardır. Şizof
ren, ü stü n kuvvetler karşısında savunm asız bir m ağlubiyet ha
lindedir, eli kolu bağlıdır, cinnetinin rücularıyla arkaik kadim
zam andadır, kayıp d ü şü n ü n için d en resim ler çizer, kafiyeler
düzer, kekeler. Oysa paranoyak, galip kuvvetlere sürekli şikâyet
ve takip ediliyor olma cinnetiyle tepki verir, aynı zam anda m a
ceracı buluşlarla, sosyal reçetelerle, hayali sokaklarla ve daha
niceleriyle k ıra r bu kuvvetleri. Aşağı iniş veya y u k arı çıkış, k a
rarm a veya p arlam a arasındaki akraba farklılıklar, n ev ro tik bi
lincin aşağı iniş ve y ukarı çıkışları delice süratlendiğinde de et
kili oluyor görünürler. Yani geri d önüş vecd halinde kendinden
geçecek raddeye vardığında; yansıtm a, co şkudan k en dinden ge
çerek Ben’in -ü stü n e çıkıldığı noktay a ulaştığ ın d a. M eczubun
yanlış bilincini iyi tanıyan Suriyeli yeni-P latoncu lam blichus,
yazısında, bu tarz aşağı iniş ve yukarı çıkışlarla ilgili gizemleri
şöyle ifade eder: “Şeytanların n ü fu zu n u n , coşkudan kendinden
geçm e h alin e erişm ey i de sağlayabileceği varsayım ı, tüm üyle
haksızdır. Şeytanlar an cak istiğrake yol açarlar, coşkudan k e n
dinden geçm ek ise Tanrıların eseridir. Bu n edenledir ki coşku
d a n kendinden geçm ek istiğrak değildir, çok daha fazlası, lyi’ye
b ir yöneliştir; oysa istiğrak K ötü’ye d o ğ ru b ir d ü şü ştü r.” (De
m ysteriis, II, 3). B unlar karışık ve m itolojik yorum lardır, fakat
b u n ların tem elinde, ü stelik d insel-parapsişik alanda, şizofreni
123
ile paranoyanın anlam larındaki istikam et farklarının tekrarını
görürüz. Kısacası, şizofreni ark aik olana rü cû etm iş edim lerle
ilgili hastalığı (körleşm iş m übalağa) tanım lıyorsa, paranoya ay
nısını üto p ik olarak ilerleyenle yapar, özellikle de uyanıkken
g ö rülen d ü şü n dünyayı iyileştirm eye olan yönelim iyle. B un
dandır, b u delilerin b ir ço ğ u n u n proje yapanlardan çıkm ış ol
ması, kim ilerinin de b ü y ü k ü to pyacılardan. Evet, h e r ü topya
nın, ister tıbbı olsun is ter toplum sal ister teknik, p aranoyak k a
rikatürleri vardır; h er sahici çıgır açıcıya karşılık yüzlerce fan
tastik, hakikat-dışı, deli olan vardır. Akıl hastalığı k u ru m larının
h âlesin d e yüzen c in n e t fik irlerin e olta atm ak m ü m k ü n olsa,
C.G. Jun g ’u n ziyadesiyle m eşhur ettigi şizofreninin arkaiği dı
şında, paranoyanın en şaşk ın lık verici ön su retlerin e rastgeli-
nirdi. Ve b u n la r arasında gölcük içindeki kalp, çarm ıhlı çeşme
tü rü n d en tefekkürle y ü k lü gece sem bolleri ve şizofreninin res
m edilm iş veya şiiri d üzülm üş K adim ’leri bulu n m az hiç; o n u n
yerine, yeni bağlantılar k u rm ak , dünyayı değiştirm e tasarım la
rı, ileriye dönük projeler yapm ak vardır, kısacası, deli am a sa
bah kızıllığı içinde yanm ak isteyen M inerva'nın ateşli baykuşla
rı vardır. O kadar b ü y ü k b ir hastalıkta bile gösterir yani k e n d i
ni, dünyayı iyileştirm eye d ö nük özgül tasarım ıyla, uyanıkken
görülen d ü şü n nelere kad ir olduğu. Delilik iken ateşli baykuş
lar yapar, m asal iken Arap peri sarayları k u ra r b u dünyada, al
tından ve akikten.
B unun ötesinde, uyanıkken görülen düş için kendini dışa du
yurm ak da önemlidir. Buna yeteneklidir de. Oysa gece d ü şü n ü n
anlatılm ası, dinleyenin de m eselenin duygusal rengini paylaşa
cağı şekilde anlatılm ası, fazlasıyla özel olan h e r yaşantı gibi, pek
zordur. G ündüz düşleri ise açıklıkları itibarıyla anlaşılırdırlar,
geneli ilg ile n d ire n arzu im geleri itib arıy la ile tişilebilirdirler.
G ündüz d ü şü n d e arzu imgeleri derhal bir dışsal suret koyarlar
ortaya, daha iyi p lan lan m ış bir d ü n y a n ın veya e ste lik olarak
yükseltilm iş, hayal k ırık lığ ın d an u z a k b ir d ü n y a n ın suretini.
F reu d 'u n kendisi b u noktada gündüz düşlerine özel bir vurgu
yapar, bunlar, ihtilâfa ragm en, gece d ü şü n ü n ilk basam ağı olm a
n ın yanında şim di b ir de sanatın ilk basam ağı olurlar: “Şiirsel
üretim in ham m addesidirler; çü n k ü şair gündüz d üşlerinden be
124
lirli biçim ve kılık değişiklikleri ve elemelerle, anlatılarına, ro
m a n la rın a , tiy atro o y u n la rın a k o y d u ğ u d u ru m la rı y a ra tır.”
(D ersler, 1922, s. 102). Freud burada ütopik-yaratıcı olanın, iyi
Yeni'ye yönelenin hakikatine temas etmiştir; fakat Freud'da he
m en bunu izleyen o yalın sulandırm a kavramı, “sübUm asyon",36
Yeni olanın psikolojisini tekrar tanınm az hale getirn;ıiştir. G ü n
düz düşü, m üşterekliği içinde, genişlem esine olduğu gibi derinle
m esine de uza r, süblim e olana değil, yoğunlaşana, ü to pik boyut
lara uzanır. Ve daha iyi bir dünyayı kesinlikle aynı zam anda da
ha güzel b ir dünya olarak koyar, d ü n y an ın daha kuşanm adığı
tü rd e n tam am lanm ış im geler anlam ında. Y okluğun, sertliğin,
kabalığın, bayağılığın ortasında planlayarak, yaratarak pencere
ler açılır, uzaklara bakan, ışık dolu. Sanatın ilk basam ağı olarak
g ü n d ü z düşü bilhassa aşikâr biçim de dünyanın iyileştirilmesine
meyleder, sapasağlam -gerçek karakteri budur: “Ö nde, gözlerini
indirm iş, dünyanın acısı, I Düş suretinde bir sevince dolanm ış”:
G ottfried Keller “Şair Ö lü m ü ”nde şairin yol arkadaşını, fantezisi
ve m izahıyla, böyle tanım lar. Sanat bu ü to p ik le ştiric i özünü
gündüz d ü şü n d en alır. Hafifmeşrep, yaldızlayıcı b ir öz değildir
bu; içinde m ahrum iyet de vardır ve sadece sanat tarafından el
bette üstesinden gelinm ediğinde, onun içinde u n u tu lu p kalm a
yıp, gelm ekte olanın sureti olarak sevinç tarafından kavranandır.
G ü n d ü z d ü şü m üziğe geçer, m üziğin görünm ez am a yine de
dünyayı genişletm eye ait olan hanesinde çınlar; müziğin içinde
dir, daha dinam ik ve daha anlamlıdır. Sının aşm anın bütün fi
gürlerini koyar, soylu hayduttan Faust'a; b ü tü n arzu durum ları
nı ve arzu m anzaralarını koyar, yağlıboya A urora'dan37 Paradi-
so 'n u n sem bolik çem berlerine38 dek. İnsanlar, durum lar, atını
so n u n a d ek sü ren g ü ndüz d ü şü n ü n sayesinde, b ü y ük sanatla
kendi uç noktalarına sürüklenirler: Kesin olan, evet, nesnel açı
dan m üm k ü n olan, g ö rü n ü r hale gelir. G erçekçi şairlerin tasvir
36 Yüceltme; uçun(dur)ma.
37 Romalıların şafak ilahesi - ve onu resmeden tablolar. Aynı zamanda, .bir tiyat
ro oyunu.
38 Dante'nin Ünlü Komedya’sında, cenneti ziyaret eden Dante ile sevgilisi ve
mihmandarı Beatrice’in başlarının üzerinde hâle gibi yükselen çemberler var
dır, bunlar oniki bilgeliği simgelerler.
125
ettiği dünyada, böylesi nesnel im kânlar gayet belirgindir. Doğa
fanteziyle yapılm ış değildir; fakat som utla bağlantılı ve önden
koşan bir fantezi, pekâlâ bir mesele h akkında kurulan -v e o m e
selenin eğilim inin ve Totum39 ile Ö zünün bir parçası niteliğinde
k i- d ü şü n doğada ve tarihte g ö rü n ü r hale gelm esini sağlar. Dışa
d ö n ü k fantezi tam am en eksikse, natüralistlerde ve Engels'in “tü
m evarım eşekleri" dediklerinde olduğu gibi, tabii sadece m atters
o f fa c t [aleladelikler) ve yüzeysel bağıntılar görürüz. Velhâsıl, ta-
m am lanm ışlığının şartlar elverdiğince kesinlikli bir fa n te zi deneyi
işleviyle, işlenen san at eserinin -ev et, sadece san at eserinin de
d e ğ il- varsayım ı olarak, dünyayı genişleten gündüz d ü şü her
yerdedir. Neticede bilim de yüzeysel bağıntıların ötesine ancak
bir önceden seziş ile geçebilir -söylem eye gerek yok, b u n u n öz
gül bir tarzıyla. Bu seziş, m ünhasıran, henüz ayrıntılara inm e
den m eselenin tam am ının b'.r resm ini ana hatlarıyla gözönüne
getiren, kâşifçe d enen “varsayım lar"dan oluşabilir. A henkli bir
doğal bağlam ın o luşturduğu bir tam am lanm ış g ü ndüz d ü şü de
olabilir önüm üzde: Kepler böylesi bir dünyasal tam am lanm ışh-
ğa yönelm işti ve gezegensel hareket yasalarını buldu. Bu yasala
rın sahiciliği, tam am lanm ışlık d ü şü n ü n küresel uyum una teka
bül etm iyordu gerçi; yine de, d üş önden gidiyordu ve âhenkli
bir biçim de tastam am düzenlenm iş b ir d ünyanın m eyli vardı.
Gece düşündeki geri çekilme, böyle bir şeye alabildiğine uzak
tır; çünkü o, derine dalışı ve arkaiği ile, sadece çoktan akıp git
m iş bir toplum un kategorilerini oluşturan m antık-öncesi imge
lerini gösterir, rasyonel bir evreninkileri değil. İnsanlara dair ön-
celem elerin ve yükseltm elerin, sosyal ü topyaların ve güzelliğe
dair olanların, hele nurlanm aların kendini tam anlam ıyla evinde
hissettiği yer, gündüz düşüdür. En başta da devrim ci ilgi; dünya
n ın ne kötü old u ğ u n u n idrakiyle, başka bir dünya olarak ne ka
dar iyi olabileceğinin idrakiyle, dünyayı iyileştirmeye dair uya
nıkken görülen düşe ihtiyaç duyar; kâşifçe yöntem lerden tam a
m en uzak, tam am en nesnelliğe uyg u n biçim de, teo risinde ve
pratiğinde tu ta r onu.
127
ge tirm esini hoşgörürdü. Şiirimiz için, bilinen dünyanın dışında
b ir toprak, üzerinde b ir zam anlar kuvvetli bir kahram an halkın
yaşadığına inandığım ız tecrit b ir ada keşfetm iştik. A danın adı
O rplid'di, k o n u m u n u Pasifik O kyanusu ile Yeni Zelanda ve G ü
ney A m erika'da bir yer olarak d ü şü n ü y o rd u k ." B rentano’n u n
ço cu k lu ğ u n u n tavan arasın d a k u rd u ğ u V aduz'dan, M örike'nin
uzaklarda sakladığı O rplid’d e n , b u kadar. G ündüz d ü şü n ü n ge
ce gö rünen gulyabanilere veya salt b ir oyunbazlık olarak sanata
indirgenm esi, böylesi veya benzeri fantezilerin en az hakettiği
şeydir. Ç ü n k ü o zam an, ü topik bir u m u d u n içeriğini ifade etme
denem esi d eğil de, sadece uçu n m a [süblim asyon] görülür ora
da, ya da arkaik geriye dönüş. Bir Freud'da, (geç dönem b u rju
vazisine fiiliyatta k urşunsu b ir ayıklık ve hiçlik olarak görünm e
si gereken) dış dün y ad a bu içeriklere- tekabül eden hiçbir şey
yoktur: Sanat toplam da salt görünüş, din toplam da yanılsama
dır. G ündüz düşünde aslolan, özellikle de sona doğru giderken,
şudur: Sah ic iliği m ü m k ü n olanın bir ö n -g ö rü n ü m ü n ü n ciddiye
ti, zaten belirtisel gibi olan gece d ü şünde olduğundan çok daha
kesin biçim de kapalıdır ona. G ün d ü z d ü şü n ü n burjuva alışkan
lığına uygun yalın yanılsama teorisi, o d ü şü n içinde ve o düşle
ilgili olarak, sadece güzel oyunbazlığın çocuksuluklarına ve ar
kaizm lerin e alan açar: “F antezi faaliyetinde insan, gerçekten
çoktan feragat etm iş bulunduğu, dışsal zorunlu lu k tan azâde ol
m anın tadını çıkarmaya devam eder... Fantezinin ruhsal krallığı
nın yaratım ının tam karşılığı; z iraatin, trafiğin ve sanayiinin ta
leplerinin d ünyanın çehresini hızla tanınm az hale gelene kadar
değiştirm e tehdidi altında tuttuğu yerlerde doğa korum a parkla
rının , ağaç kesil mesi yasak o rm an bölgelerinin ihdasıdır. Doğa
korum a parkı, sair zam anda hep teessürle zorunluluğa kurban
verilen bu eski hali m uhafaza eder. Her şey istediği gibi boy atıp
çoğalabilir orada, yararsız olan, zararlı olan da. Fantezinin ru h
sal krallığı da, gerçeklik ilkesinden koparılm ış bir korum a [ala-
nıld ır.” (F reu d , Dersler, s. 416) Sanat h er yerde ve her zam an
aynı salt biçim sel veya y üküm lülük getirm eyen bir izlemecilik
olsaydı şayet, oturulan koltuktan, yani esirgeyici-kollayıcı sanat
zev ki gibi, o zam an doğa k o ru m a p ark ı öğretisi belki isabetli
olabilirdi; eğlence im ali amacıyla, b ir tür, kaçıklara tan ın an ser-
128
bestîyi de ekleyebilirdik buna - gece k u lü b ü n d en ulusal galeriye
kadar. Fakat burjuvazi de her zam an sadece tefek k ü r zem inine
yem inle bağlanm ış degildi, b ir vakitler insanların e ste tik eğiti
m ini düşlem işti,40 insanı kavrayan hatta insana h ü cu m eden sa
nat aracılığıyla - ve G üzel olanın sabahın kap ılarım açacağını
düşlem işti. Hele sosyalist gerçekçiliğin, d ark afah vasat sanat
zevkiyle m üşterekleri ne k a d a r azdır; hele ki “gerçeklik ilkesin
den koparılm ış b ir korum a [alanı]" ile. F reud’da gerçeklik asla
değiştirilem ez olarak g ö rü n ü r ve m ekaniktir, geçm iş yüzyılın
dünya imgesiyle uyum lu. Böylelikledir ki, ü to p ik gündüz düşü,
özellikle de sona doğru gidişinde, refleksif4' kılınır veya psikolo
jik lisanla konuşursak, tam am en içe d ö n d ü rü lü r - tıpkı gece d ü
şü n ü n de o ld u ğ u gibi. C.G. Ju n g ’da, içe d ö n d ü rü len in dikey bi
çim de aşağı d o ğ ru kazılarak cevherinin çıkarılm ası yeterdi, Orp-
lid’i arkaik olana kaydırm ak için: doğa korum a parkından üçün
cü jeolojik çağa... Böylece fantezinin piste inm esi ancak arketi-
p ik olarak m üm kün olabiliyordu; orası, Jung'da, M itos’u n çok
tan batıp gitm iş ülkesidir sadece. Fakat b ü tü n b unlara karşı be
lirleyici olarak şu sabittir ki, Vaduz ve O rplid, yani b u radika
lizm lerle kastedilen şey, gerçekleşeceği m ekânı asla gelecekten
başka bir yerde aram am ıştır. Bu gibi masal im gelerinin bir -bir-
zam anlar...- varm ış'a kaydırılm ası da, daim a, geçm iş olarak ‘bir
g ü n'ün içindeki gelm ekte olan ‘b ir g ü n 'ü n ışığını sızdırır aralar
dan. Eski ütopik rom anlardaki gibi kapalı vadilere veya Pasifik
O kyanusu adalarına kaydırılm ası da, sapalıga geleceği katar, me
safeye varılacak ü to p ik hedefi. O nca u m u t im gesinin geri d ö n ü p
m üracaat ettiği, sahici arkaik hafıza temeli de, altınçag arketipi
de, cennet arketipi de, b ek len en olarak vardır - zam anın ‘bir
gün'ünde. Orplid, ^ızlerce irili ufaklı inciyle d üş ütopyasının az
araştırılm ış ana çizgisine bağlıdır, O rplid’i birarada tutan da hep
odur. Bir Tamamlanmışa yönelim dir onu birarada tutan, tamam
lanm ışın içerikleri şimdiye kadarki sınıflara ve toplum lara göre
degişik biçim lerde boyanm ış olsa da. ly i sona doğru gitm e isteği
tüm ü to p ik b ilin ci kateder, hiç u n u tu lm a y a n m asal varlığını
42 Kendi tarzında.
130
n ü k olarak genişletm eden doğar, başlıbaşına, daha iyisini iste
m ek ve daha iyisini bilm ek istem ektir. Özlem, h er iki düş tü rü n
de ortaktır, çü n k ü o, belirtildiği gibi, bütü n in san lan n tek sam i
mi özelliğidir: fakat gündüze dair eksiklik duygusu, geceninkin-
den farklı olarak bilim in sadece nesnesi değil öznesi de olabilir.
G ündüz görülen arzu düşü, b ir yerden kazılıp çıkartılm aya ve
yorum lanm aya m uhtaç değildir, teyide ve buna yetenekliyse so-
m utlanm aya ihtiyaç duyar. Kısacası, gece d ü şü kadar onun da
yoktur ‘d oguştan' gelen bir ölçüsü, fakat ecinnili gece kâbusun
dan farklı olarak bir hedefe m aliktir ve ona yönelir, ileri doğru.
132
ren, yeniden düzenleyen fantezinin mi h ü k ü m sü rd ü ğ ü n ü bil
m ek istem ez artık. O n u n için gece d ü şü zaten şim d in in ayıklığı
na ait tüm zam an-m ekân kavram larından, griliğin veya uygarlı
ğın kabu ğ u n a ait tüm n ed en sellik ve ö zd eşlik b içim lerin d en
uzaklaşm ıştır; o m antık-öncesidir, o halde uzaklıklığa, sabaha,
g ü nün geleceğine karşı arkaik b ir u n surdur. Bu, rom antizm in
geceden g ü n d ü z vardiyasına taşıdığı b ir m irastır, fakat elbette
iki vardiya arasında bir m ik tar yeni bağlantı da kuru lu yordu h â
lâ. Bu minvalde, k ara saatler m avi saatlerle kesişiyordu tekrar;
yüzeyselliğin berraklığı anlam ında, salt yüzeysel bağıntı anla
m ında g ü n d ü z olm am aktan g u ru r d u y d u k ça ikisi de. O zam an,
şim diye kadar yüzey olan yerdeki sıçrayış aynı a n d a hem m ağa
rayı hem u fuk m avisini açıyordu; nihayetinde d ışavurum culuk
ta, özellikle gerçeküstücülükte. M amâfih rom antizm e göre şu
önem li farkla ki, ütopiğin yüzü, geçm iş olanın y ü zünü ütopiğe
dönm ek istediği kadar dönm eyi istem iyordu geçm iş olana. Her
ne kadar d ışav u ru m cu şiir aya refakat etse de, “so lu k akşam
ağaçları, aya lü tu fk â r gölcüğün ışığını alan çayırlar, ay lekesi,
pencereden güm üşî ağan” ve buna benzer nice Daubler44 lâfıyla;
onca zahm etle, ütopiğe işlenm iştir gece çizgileri. Keza, o âna
kadarki gün d ü z bağlam ından böylesi çözülm elerle yeni bir ü l
keye gitm e, d ah a iyi sahillere, hatta m akûl düzenlenm iş bir yer
lere erişm e denem esindeki gecenin dili dolaşan anlam -sızlığı.
Bu geçişlerin tam bir incelem e nesnesini Jam es Joyce Ulysses'te
sunm uştu; had safhada rom antizm -sonrası, had safhada gayrı-
rom antik. B ilinçdışının b o d ru m u Joyce’da geçici bir Şimdi'ye
boşalır, içiçe geçm iş halde tarih-öncesi kekelem eler, rezillikler
ve kilise m üziği vardır burada; seksen sayfa boyunca virgül koy
m adan, düzlenm iş bilinç eşiğinin üzerinde debelenip yuvarla
nan A bsud’un lâfına girer yazar. Ama (bir ' güne dair ve insanlı
ğ ın b ilin ç d ışılık la rın ın b in lercesin e dair, sıkısıkıya birarad a)
m aym un zevzekliğinin o rta yerinde, g özden kaçırılm ış olan çı
kar ortaya, tatbikî m ontaj gayet rasyonel çapraz bağıntıları veya
analogiae entis'i45 gösterir; Lot’un k an sı ve doklarda, denizin he
138
kendisini, tuhaf bir kayıtsızlık halinde biraraya getirir. Bu sıkın
tı, B ütün 'ü n içindeki olm akta olanı açığa v u ru r.” (W as ist M e-
taphysik? [M etafizik N edir?], 1929, s. 16) Burada böylelikle ru h
hali, salt sönm ekte olan bir yaşamın, yani çökm ekte olan bir sı
nıfın yaşam ının zu h u r edişi olmakla, arzu karakterini tamamen
dışlar. Arzu karakteri olm adan, duyuların o m uğlaklığı - k i d uyu
lardan b irid ir- var kalamaz; ola ki, bizzat Heidegger'in teslim et
m ek zoru n d a kaldığı gibi, “havasında olm am ak” biçim inde ol
sun. Tam da uyanıkken görülen düşlerin renklendiricisi devre dışı
' kalır; ru h halinin, b u arada hiç de varoluşsal-antik b ir ilgisizliğe
kapılm aksizın ve varoluşsal-ontolojik açıdan nihilizm e düşm ek
sizin şâirâne alacakaranlığını boyadığı araçtır bu. H erhangi sıra
dan gün, tarihsel olarak çoktan sahneyi alm ış olan bile, “d o n u k
‘havasında olm am a' h ali”yle, hele ki güyâ “B ütün’ü n içindeki ol
m akta olanı” açığa v u ran sık ıntıyla bezeli değildir. Böylesi bir
gündelik ru h hali, şayet m ünhasıran değilse esasen, makineleş-
m iş-kapitalist işletm eye aittir daha ziyade. Ve bu işletm enin için
de bile, ‘havasında olm ama' halinin dışında ve o şekilde tahak
k u k etm iş Varoluş'un şüphe götürm ez y ü k ü n ü n yanısıra, yaşa
yan g ü d ü duygularının o tını karm aşası da m evcuttur; “ru h ha-
li”n in resm ini tam am layan budur, düşe, yani uyanıkken görülen
düşe eğilim de aracısını ilkin burada bulur.
U yuyanın, b ed en i k a ra n lık ta olm akla, âfiyet h aline ilişkin
duygusu da devre dışıdır. Hele Ben'i varsayan ru h halinde iyice
böyledir, şâirâne alacakaranlığa aittir bu, karanlık saatlere değil.
O da keza gevşemeyi talep eder, elbette, fakat uyuklam ayı değil
yolculuğa çıkm ayı arar. Ruh halinin göklerin m aviliğine meyle
den bu durum u, gündüz düşü n e kıyasla şim diye d ek d ikkat çek
m em iştir; b u n u telâfi etm ek gerekiyor. D onuk ‘havasında olm a
ma' halinin kendisi henüz düşçü bir b ir hal olmayabilir; bozuk
ru h hali ve h a zsız d u y u ların karm aşası da, gündüz düşlerinin ge
lişmesini kendiliğinden sağlayacak bir aracı olmaya yeterince el
verişli değildir. Buna karşılık, tüm beklenti duyularının d ip sesi
olan, daha iyiye d ö n ü k sürekli heves, tam da bu bozuk ru h hali
ni ferahlatmaya, yüksek bir ru h haline kaçm aya eğilim lidir. Ve
u ya n ıkken görülen düş im gelerinin kendini en rahat geliştirm esini
sağlayan aracı, tam bu geçiş noktasında, m ahzunluk ile neşe ara
139
sında mukimdir. Kaçış ve yöneliş, savunma ve kendini veriş d u
yulan bu aydınlık-karanlık ru h halinde eşzam anlı olarak karış
mıştır, böylelikle C ythera’ya52 doğru denize açılm an hâleyi oluş
tururlar. G em inin küçük m ü m uazzam mı, dengesiz mi dikkatle
yol alan bir gem i m i oldugu, C ythera’nın sadece d u ru m u n d ü
zeltm esini m i yoksa şim diye dek duyulm am ış bir şeyi mi tem sil
ettiği, bir yaglı ekm ege satın alınabilecek bir şey m i yoksa tüm
dünyaya bedel mi olduğu: bütü n b unlar elbette ru h haline değil,
o ru h halinden çıkan yönelim duyularının gücüne ve içeriğine,
bu duyuların niyetinin tah ak k u k u n u önceden resm eden fantezi
nin rütbe ve som utluğuna bağlıdır. Fakat aydınlık-karanlık ruh
hali her siren ışığında bakidir; bu tarz bir far ışığı uyanıkken gö
rülen düşe uzun süre takılı kalır, b u düşlerin esasen biçim lendi-
rici olanlarının d erinliklerine kadar uzanır, hem olum lu hem
olum suz yönden. Yoksa o ‘havaya göre değişen’ şey olm azdı uya
nıkken görülen düşlerde; ‘havasına göre değişen' şey hiç de izle
nimcilikle, biçim lendirilm esi zayıf ve yüküm lendiriciliği zayıf
olan bu görece rahat ru h hali tarzıyla sınırlı değildir. Yoksa, ne
denli d u ru m sal olurlarsa olsunlar, gayet k atı biçim lendirilm iş
gündüz düşü im gelerine bile refakat eden lirizm olmazdı. Aydın-
lık-karanlık ru h hali, bu nedenle gündüz düşü eserlerinde sade
ce D ebussy veya Jacobsen tarzı y u m uşaklıkla sın ırlı değildir.
Brahm s'ınki gibi tutuk ve çekiç darbeleri gibi tınlayan (D ördün
cü Senfoni, tercihen son bölüm ) bir d u y u imgeleri m üziğinin de
içini doldurur; burada da, yum uşaklık yerine sertliği ve keskinli
ği teşkil eder. Ancak kesinlik kazanm ış bir d u ru m d a ve buna
uyarlı o larak k en d in i atm osferden arınm ış bir şekilde sunabilen
b ir tasvirde, ru h halinin etkisi tavsar. O zaman tavsayan, izle
nimci ve daha eskiye dayanan sentim ental, yani gökkuşağının
renklerini verirken asla kopuk kop u k duyuların ve bulanık hat
ların ötesine geçemeyen etki olmaz sadece; keskin olanın atm os
fe ri de, b u aracının tüm rom antizm iyle beraber aydınlığa kavu
şur, artık o denli duru m sal olm ayanın, kesinlik kazanm ış olanın
142
“yeniden hatırlananın geleceğine yönelmiş ufuk"tur; sahici olm a
yan geleceği ile, tam da “vaz'edilmiş u fu k ”tu r bu. Oysa beklenti
duyuları ve onlara uzam daki nesnesini arzeden sahici fantezi ta-
sa^rnru, bu uzam ı aynı zam anda belirlenm iş bir zam ansal uztım
olarak kaplarlar - yani, zam anda, gücünden hiç kaybetm eksizin
zamansal olanla, sahici ‘gelecek' denenle. Buna göre her beklenti
duyusu, ön planda sadece sahici olm ayan bir geleceğe yönelse bi
le, nesnel açıdan Yeni olanla bir bağlantıya yetenekli olacaktır.
Beklenti d u y u su n u n böylece önceden yaşadığı gündüz düşlerine
zım nen aktardığı yaşam, budur.
Sadece ru h haline bağlı olm ayan her güdüsel duygu, kendisine
dışsal olan bir şeyle bağıntılıdır. Ama tabii- burada içsel çalkantı
nın terk edilişindeki hız ve kuvvet, değişir. Hk ve temel olumsuz
beklenti duyusu olan endişe, ru h haline en bağlı, en belirsiz duyu
olarak başlar. Endişe dolu olan, o nu ürperti veren Bir Şey'i asla
belirgin biçimde görmez önünde veya etrafında; bu duygu sadece
canlı ifadesiyle değil, nesnesi itibarıyla da titrektir. Freud endişeyi,
belirtildiği gibi, ilksel olarak doğum edim ine, nefesteki ilk daral
maya (angustia), anneden ilk ayrılışa dayandırmıştır. Buna göre,
sonraki her endişe duygusu, sıkıntıya ve tabi olmaya ilişkin bu
ilk-yaşantıyı tazeler; b ü tü n tehlike durum larına verilen tepki, hat
ta ölüm korkusu bile, salt özneldir ve o yaşantıya geri dönüştür.
Fakat, yaşam k o rkusu gibi ölüm korkusunu da K endi'nden kay
naklanarak bol bol canlandıran -şay et bizzat imal edem iyorlarsa-
mevcut toplumsal koşullarda, olum suz bir bağıntı içeriği, yani en
dişenin onsuz kendini inşa edemeyeceği nesnel endişe kaynağı,
burada hiç hesaba katılm ıyordur. Beri yandan H eidegger gerçi
kendi Endişe'sini geriye/eskiye götürm ez; fakat o da b unlar üze
rinden, aynı şekilde ilksel nitelikli olan olum lu beklenti duyuları
na yönelen bir sorgulamaya girişmez - ki bunlar olmaksızın endi
şenin varlığı, dağsız bir uçurum ne kadar olabilirse, ancak o kadar
m üm kündür. Heidegger b u n u n yerine endişeyi m utlak olana, her
şeyde mevcut bulunan ayrımsız “N elik”e [mahiyet, töz], varoluş-
sal “temel ru h haline” dönüştürür - ve insanı iyice öznel olarak
tekleştirecek, onu b ir solus ipse54 olarak kendine geri götürecek
54 Yalnız Kendilik.
143
bir tarzda yapar b u n u . Buna göre endişe insana “en kendine has
Dünyada-O lm a" halini açar; ama ‘Ne Ö nü n d e’s i var, “endişenin
önünde endişeye kapıldığı yer, bu D ünyada-O lm a halinin kendi
sidir” (Sein und Zeit, 1927, s. 187). Ve ‘Ne Ö nünde' [Neden] oldu
ğu, endişenin içinde çözüldüğü yerin aynısıdır, yani Hiç’tir, “Bir
şey değildi”dir; bizzat Kendilik, “Hiç'in üzerine doğru sarkar".
BöyleCe endişe dolaysızca ve par excellence 55 olarak Hiç'i sürer
öne, Tekinsiz-Olm a'nın tem el zem ini olarak, tüm D ünyada-01-
m a'nın Ölüm e-D üşm üşlüğü olarak. Endişenin “temel kendini his
setme hali” Heidegger'e göre tam da b u u çurum u açar; oradan da,
“tüm varolanların gerçi çoğunlukla gizli olsa da sürekli titreyişi
ni”. Heidegger, bol bilinçli yaşantı-dolaysızlığıyla (Erlebnisserei;
yaşantılamacılık), ama aynı zam anda, diyebiliriz ki bol duyu kap
macayla, üstü n e üstlük, felsefenin dilbilim den utanm asına ve hiç
b ir şey de elde edememesine yol açan, salt kelim e anlamı yoru
m una dayanan m uazzam bir yığınla, metafizik acemiliğin dışın
da... velhasıl endişe ontolojisiyle, anlaşılan sadece çökmekte olan
bir toplum un “temel kendini hissetm e hali"ni yansıtır ve m utlak
laştırır. K üçük burjuvaziden, norm al hal olarak sürekli kriziyle,
tekelci serm ayenin toplum unu yansıtır; sürekli krizin tek seçene
ği savaş ve savaş üretimidir. B ütünlüğünü kavrayamadığı doğada
ki ilkel insanın “Evinde-Olm am a” hali, tekelci serm ayenin biha
ber kurbanı bakım ından, onun toplum uyla, içine konduğu devasa
yabancılaşmış işletmeyle ilgili olarak sözkonusudur. Ama Heide g-
ger, metafizik acemiliğine denk bir sosyolojik bilgisizlikle, bu en
dişeyi, insanın temel kendini hissetme haline çevirir; güya daima
ve her yerde ve geri döndürülm ez biçim de içine fırlatılmış b u lun
d u ğ u Hiç'i de içerecek şekilde. Heidegger'in endişe-herm enötiğin-
den geriye kalan tek şey, en iyi ihtimalle, bihaberlik olarak endişe
ile, küçük burjuvaca keskinleştirilm iş bir tü r yakınlık ilişkisidir.
“Tehdit edenin Hiçbiryerde oluşu karakterize eder, Endişenin ‘Ne
Ö nünde [Neden)' olduğunu" (1. c., s. 186); gerçekte, daha doğuş
tan, olum suz olarak Belirlenmemiş’in beklentisidir o. Endişeye
yol açanın ve sebep teşkil edenin kaynağı her yönde olabileceğine
göre, onun en fâş edici görünüm leri, hayalet k o rk u su ve gece ü r
55 Kendine mahsus.
144
pertisi olm uş olmalıdır. Bugün ikisi de ete-kemiğe b ü rü n m ü şam a
karanlıkta iş gören canavarlar ve kâbus gördüren habis ruhlarla
ikame edilmektedir. Şu da var ki, dem ek endişe henüz belirgin bi
çimde kendi D ışsal'ıyla bağıntılanm ış değildir. İkinci olum suz
beklenti duyusundan, Korkudan, onun ani-yoğunlıİşmış tarzı olan
ürkm eden ve arttırılm ış-yoğunlaşm ış tarzı olan Dehşetten farklı
dır böylelikle. Bunda tehdit, önceki deneyimle bilinen en az bir
istikam etten gelir, dahası korkuyu yaratan şey uzamsal bakım dan
öylesine görünürdür ki, onun ne tarz bir darbe vuracağına hatta
çıkagelişine hazırlıklı olunabilir. ‘Ne Ö nünde [Neden]' [sorusu],
korkunun karşısına tastam am ve üstelik aniden dikilecek olursa,
yani ürkm enin daha d ü şü k dereceleriyle Dehşet oluşursa, bu d u
yuların aniliği, bunların da beklenti d u yulan olduğunu gözden
kaçırm am alıdır - h er ne k ad ar d u ru m a göre (asla her zam an de
ğil) ilkin kendi nesnelerinin statu nascendi’s iyle56 doğm uş olsalar
da. Beklenti olm adan hiçbir şey dehşet salamaz, hiçbir şey korku
dan bayıltamazdı. Tıpkı arkadan vuran bir kurşun gibi, beklenti
yönelim leriyle tam am en uyum suz b ir hadise de hiçbir duyuyu
uyarmaz. Gerçi baygınlığa, körleşmeye (şayet hadise sağ atladıl-
dıysa), yani bir şok olması itibarıyla ürkm eye ait bulunan beden
sel teessürlere yol açabilir, fakat kendini aslen dehşet ve ürkm üş
hissetmesini sağlamaz; zira bu durum , bu hisse yönelik bir bek
lentiyi gerektirir. Zaten bizzat b u beklenti de kendi nesnesinin şa-
şırtıcılığını o kadar az dışlar ki, şaşırtıcılığın duygusal karakteri,
ister olum suz şaşırtıcılık olsun ister olumlu (“m ucizevî-harika"),
bir beklentinin hazırlığı olmaksızın husule gelemez bile. Dehşetli
olanm eyleme geçirilmiş beklentisi ise doğrusu kısadır; tıpkı k o r
ku gibi, sünecek olursa, ama b u n u da nesnenin tam am en belir
lenmiş (zamansal kaçınılm azlık, içeriğin tanıdıklığı) olduğu ko
şullarda yaparsa, k o rk u n u n en uç, en sert sınır biçimi, mutlak
olum suz beklenti duyusu girer devreye: um utsuzluk. Ve endişe de
ğil ama ancak o, um utsuzluk, sahiden Hiç'le bağıntılıdır. Korku
henüz sorarak-salınarak, henüz ru h haliyle, belirsiz olanla ve nes
nesinin tamamlanmamışlıgıyla belirleniyordur, oysa um utsuzlu
ğun ruh halinde bir kat'ilik, nesnesindeyse katiliğin dışında âdeta
57 Gün doğumundan önce arpej. Arpej: seslerin eşzamanlı değil kısa aralıklarla
arka arkaya verildiği feırık akor.
58 Mahvoluş, yok ediş.
146
kış/son belirsiz kalır yine, tıpkı korkuda olduğu gibi; fakat bu
belirsizlik kork u d ak i gibi pasif kaygıyla, d ert taşım akla, Hiç'in
bulunduğu geceyle sınırdaş değildir, insanın d o stu olan gündüz
le sınırdaştır. Tehlike ve inanç u m u d u n hakikatleridir, öyle ki
ikisi de onda toplanm ışlardır ve tehlikede k o rk u yoktur, inançta
da dünyadan kopm uş tembel mistisizm. U m ut bu itibarla niha
yetinde pratik, m ilitan bir duyudur; bayrak açar. Hele bir de gü
ven çıkarsa u m uttan, o zam an m utlak olarak olum lu hale gelm iş
beklenti duyusu hazır ve nâzır dem ektir veya neredeyse öyledir;
um utsuzluğun karşı k u tb u d u r bu. Tıpkı o n u n gibi, güven de hâ
la/henüz beklentidir, aşılmış haliyle beklentidir, hiç şüphe duyul
mayan bir sonucun beklentisi. Fakat beklenti yönelim i U m u t
su zlu k duyusunda sadece bir ceset iken, Güven duyusunda, da
m adın odasına girerken yanında getirdiği beklentisini bir kenara
bırakan akıllı bir bakiredir. U m utsuzluk, bütün olum suz beklen
ti duyularının yaklaştığı o Hiç'e neredeyse tam am en değer; G ü
venin ise, sahici-olm ayan bir gelecekle tıkanm ış en zayıf u m u
dun bile esastan ilişkili olduğu o H er Şey vardır ufkunda. U m ut
suzluk, ondaki Hiç'in, niyeti/yönelimi, çöküşten emin bir bilince
dönüştürm esiyle aşkınlaşır; Güven ise, ond ak i H er Şey’in niye
ti/yönelimi selâm etten em in bir bilince. Demek olum suz beklen
ti duyulan ve onların ü topik imgeleri neticede kendi M utlaklan
olarak Cehennem i O lana m eylederken, olum lu beklenti duyuları
nın m ey lin in n ih âi nesn esi aynı k açın ılm azlık la C ennet G ibi
olandır. Aynı şekilde: G ündüz d ü şü n ü n genel aracısı [medyum]
ruh hali ise, beklenti d u yu la n (kıskançlık ya da hürm et gibi dol
du ru lm u ş duyulara çıkılan katlarla beraber) gündüz düşlerinin
istikam etini verirler. Olacağı öngören tasan m lan n üzerinde yol
aldığı, sonra fantezinin b u n u n üzerinde kendi arzularının veya
(olum suz beklenti duyularıyla ilgili olarak) arzu-olm ayanlarının
yolunu inşa ettiği h attı çizerler. Arzu yolu, hedeflediği m anza
rayla birlikte, bir um ut yolu olarak daha zengin değildir, fakat
arzu-olm ayanın ve k o rk u n u n yolundan aşikâr b ir biçim de daha
fazla sevilir ve daha canlıdır - en azından, karanlıktan aydınlığa
çıkmaya çabalayan cinslerde. H er iki gelecek-benzeri yönelim ,
gerek bek len ti d u y u la rın ın k i gerek b ek len ti tasarım larınınki,
m antıken b ir Henüz-Bilincine-Varılm am ış'a, yani doldurulm uş
147
olmayıp öngörücü olarak tanım lanm ası gereken bir bilinç sınıfı
na dek uzanır. Uyanıkken görülen düşler, sahici geleceği içerdik
leri ölçüde, hep beraber Henüz-Bilincine-Vanlmamış'a, olmamış-
doldurülm am ış veya ü to p ik sahaya doğru çekerler. O nun m âhi
yeti, öncelikle de psişik olarak nasıl k urulm uş olduğu, incelen-
melidir: pekâlâ cum ira et studio, ileri yönelm iş fanteziden yana,
ona psişik yakınlaşm anın nesnele-benzer b ir biçim de m üm kün
kıldığından yana taraf olarak. Ç ünkü ancak Henüz-Bilincine-Va-
nlm am ış’ın keşfiyledir ki, beklenti* özellikle de olum lu beklenti,
rütbesini elde eder: gerek duyularda gerekse tasavvur ve d ü şü n
celerde ü to p ik bir işlevin ifade ettiği rütbedir bu.
15
H E N Ü Z - B l L l N C l N E - V A R I L M A M I Ş ’I N K E Ş F İ
VEYA
İLERİYE D O Ğ R U A LA CA K A RA N L I K
Y E N İ B İ L İ N C İ N S I N I F I VE Y E N İ O L A N I N
BİLİNÇ SINIFI OLARAK
HENÜZ-BİLİNClNE-VARILMAMIŞ:
GENÇLİK, ÇAĞ DÖNÜMÜ, ÜRETKENLİK
Ü T O P İ K İŞLEV KAVRAMI, O N U N ÇIKARLA, İ D E
O L O J İ Y L E , A R K E T I P L E R L E , İ D E A L L E R L E , AL E -
G O R I LER LE- SEMBOLLERL E KARŞILAŞ MASI
îk i kenar
İçe bakış h içb ir . yerde eşit aydınlatm az. Işık tan tasarruf eder,
daim a içim izdeki belirli kısım lara aydınlık verir. İşaret d ü şü ren
ışının isabet etm ediğinin, bilincinde bile olmayız. Işını eğri açı
148
dan alanın bilincine yarım varılır, dikkatin derecesine göre, aza
larak veya çoğalarak. Bilinçli alan öylesine d ard ır ve b ü tü n çev
resi boyunca karanlık kenarlara akar, onlarda çözülür. Ö ncesin
de de, Ruhsal olan u n utulm aksızın, içindeki b irçok şeyin bilin
cine varılmaz. Bir acının hissine varılm ayabilir böylelikle, dışsal
bir tesir, psişik açıdan pekâlâ m evcut olm akla birlikte, algılan
mayabilir. Eşiğin altındadır, ola ki tah rik fark edilm eyecek ka
dar zayıf olduğu için, ola ki dik k at başka bir şeyle m eşguldür
yani çelinm iştir, ola k i bizzat tek rar nedeniyle kuvvetli ta h rik
ler bile körelm iştir. Yani bilinçli alanda bile, hiç u n u tm a da ol
m aksızın, daha karanlık, bilinçsiz veya bilincine çok zayıf varı
lan yerler vardır. Bilincin asıl kenarları elbette salt zayıflatılm ış
bir yaşantı olan halihazır yaşayıp-görm ede değildir. Daha ziya
de, bilinçli olanın sesinin uzaklaştığı yerde, U n u tu şta ve U n u tu
landa, yaşanıp görülenin k en a ra kaydığı, eşiğin altına düştüğü
yerdedir. Ve şimdi: başka b ir tarzda, U nutuş'a tam am en zıt ta
rafta, şimdiye d ek bilincine varılm ayanın şafağının söhtüğü yer
de de bulunurlar. O rada da bilincin b ir kenarı, b ir eşik vardır,
bu kez yüksek, az veya çok ileri uzatılm ış, arkası psişik açıdan
pek aydınlık olm ayan bir eşik. Bilinçli olanın sesinin uzaklaştı
ğı eşiğin altında, bilincine varılm ayanın şafağının söktüğü eşi
ğin üstünde ise görece bilinçdışı olan vardır; dikkatle kaydeden
bakış ilkin zorla, çok defa da b ü y ü k zahm etle yönelm ek zo ru n
da k alır ona. Gerçi Bilinçdışı ile Bilinçli O lan arasında olm aya
yeteneklidir: gerek artık fark edilm ez olanın A şağısı'nda, gerek
se henüz kim senin idrakine gelm em iş olan Yeni'nin sökün etti
ği yerde. H er ikisi de [bilincin] k enarlarından çekilip alınabilir,
az veya çok aydınlatılabilir.
149
linçli olm aya yetenekli olduğu d ü şünülendir, mesela bir taş gibi
zaten bilinçsiz olan değil; yani, Bilinçdışı ile Bilinçlilik arasında
olandır. Ama böyle bakıldığında da, b u güne kadar, salt Bilincin
altında yatan, Bilincin diplerine doğru batm ış bir şey olarak an
laşılm ıştır p sişik Bilinçdışı. Bu kavrayışa göre to rtu d a d ır Bilinç-
dışı; giderek daha fazla tenzil edilen Bilincin gerisinde başlar.
Bilinçdışı, dem ek, salt A rtık -B ilin cin d e-O lu n m a ya n 'd ır burada;
b ü yük beynin yitiklerinin yer aldığı ay ışığı m anzarasının tek
sakinidir. Buna bağlı olarak, psikanaliz o n u ‘Bilinçdışı ile Bi
linçlilik arasın d a olan’ diye tanım ladığında da, yeni bir içeriğe
dair bir bilincin şafağının sökm esi değildir bu. Eski içerikleriy
le, eski bir bilinçten ibarettir; eşiğin altına d ü şm ü ştü r sadece,
az veya çok düz bir hatırla tm ayla tekrar yu k a n çıkabilecektir.
Böylelikle Bilinçdışı F reud'da sadece U n u tu lm u ş olandır (onda
bu, aslında, Bilinçdışı ile B ilinçlilik arasında olandır, norm al
şa rtla rd a p ek âlâ B ilince çıkm aya m ü sa ittir) veya B astırılm ış
olandır (onda bu, asıl Bilinçdışı'dır, “sadece tasviri yönden d e
ğil din am ik yönden de Bilinçdışı" olandır, pek öyle te k rar Bilin
ce çıkarılm aya m üsait olm ayandır). G erçi geç d önem inde F re
ud, u n u tu lm u ş ve bastırılm ış B ilinçdışının y an ın d a ü çü n cü bir
tü r d ah a o ld uğunu vurgular: “bizzat Ben'in içindeki" bir Bilinç-
dışıdır bu. “Ben'in b ir parçası, Ben'in ne kadar önem li olduğu
n u T a n n ’n ın bileceği b ir parçası d a bilinçdışı olabilir, kesinlikle
bilinçdışıdır." Freud h em en ardından şöyle devam eder: “Ü çün
cü türden, bastırılm am ış b ir Bilinçdışı vaz'etm ek zo ru nda adde
diyorsak kendim izi, Bilinçdışılık k arak terin in bizim için anla
m ın ın azaldığını ik ra r etm em iz gerekir." (Das leh und das Es
[Ben ve Id], 1923, s. 17) A nlam ı azalacaktır, çünkü, bu üçüncü
Bilinçdışı (F re u d b u n u n görünüm leri olarak, şaşırtıcı biçim de,
anlam lı tinsel üretim i d e verir) Bastırma şem asına uym az. Fa
kat böylelikle o Bilinçdışı ile Bilinçlilik arasında olana da şöyle
b ir değ in ilip geçilm iş olur. B ilinçdışı ile B ilinçlilik a rasın d a
olan, öteki anlamıyla, Bastırılm ış b ir şeyin değil de Aydınlatıl
m ası gereken b ir şeyin olduğu öteki yüzüyle, hiç m i hiç uymaz
F reud'un tasarım ına. Gece d ü şü A rtık-Bilincinde-O lunm ayan'la
ilişkili olabilir; b u sebepledir ki, ona doğru bastırır. Oysa g ü n
d ü z düşü, en azından d ü şü görenin gözünde, Yeni b ir şey ile,
150
hatta bizzat kendisi olarak, nesnel içeriği itibarıyla Yeni ile yük
lüdür. G ün d ü z d ü şü n d e böylece b ir H enüz-B ilincine-V a rılm a -
mış’ın önem li belirlenim i [kesinliği] açılır; o n u n ait o lduğu [bi
linç] sınıfıdır bu. G ündüz d ü şü n ü n son b ir psikolojik kesinliği
böylece açığa çıkar, şim di o n u yorum lam ak lâzım dır. Şimdiye
dek tüm üyle kavrayış d ışı kalm ıştır, öte y ü zü n Bilinçdışı'nın,
ileriye d ö n ü k alacakaranlığın bir psikolojisi y o k tu r henüz. Bu
B ilinçdışı, Yeni'ye h azır o lm an ın ve Y eni'nin ü re tim in in esas
uzanım ı teşkil etm esine rağm en, kayıtdışı kalm ıştır. Henüz-Bi-
lincine-Varılm am ış O lan gerçi keza hem Bilinçdışı ile Bilinçlilik
arasın d a olandır hem de U n u tu lm u şlu g u n ve B astırılm ışlığın
Bilinçdışı'sı; hatta o da kendi tarzında, tıpkı Bastırılm ış'ınki ka
d ar m üşk ü l ve direnç gösteren b ir Bilinçdışı'dır. Fakat asla b u
g ü n k ü âyân-beyan bilinç değildir ona âm ir olan, yükselm ekte
olan m üstakbel bir bilinçtir. Henüz-Bilincine-Varılm am ış O lan,
dem ek m ü n h asıran G elm ekte o lanın B ilinçdışı ile Bilinçliliği
arasındadır, Y eni'nin p sişik doğum yeridir. K endini Bilinçdışı
ile Bilinçlilik arasında tutm asının nedeni de, o n u n kendi içinde
henüz tastam am âyân-beyan gelm em iş, gelecekten doğru şafağı
söken bir bilinç içeriğinin bulunm asıdır. Kimi du ru m da, ancak,
nesnel olarak d ü n y ad a oluşm akta olan bir bilinç içeriğidir bu;
D aha Ö nce H iç O lm am ış'm doğm akta olduğu ü retk en hallerde
hep böyledir. B unun içindir ki düş ileri doğru yönelm iştir; He-
nüz-Bilincine-Varılmamış Olan, yaklaşm akta olan b ir şeyin bi
linç tarzıyla yüklüdür; özne, b o d ru m u n isli k o k u su n u değil sa
bah havası alır.
151
olan her şeyin onun gürleyerek gelişini beklediğine, hatta hak
olanı zaten k en d isin in kuracağına, en azın d an hakkın k u rtu lu
şu n u n kendisi tarafından sağlanacağına inanır. Ergenlikle bera
ber k ad ın lan n s ım , yaşam ın s ım , bilim in sırrı başlar; araştırıl
mayı bekleyen onca raf p a n ld ıy o rd u r okuyan gençliğin ö n ü n
de. O acem ilik zam anı, ileriye d ö nük olanın ağarm asıyla d o lu
d u r, h e n ü z bilin cin e varılm am ış hallerdir y arıd an fazlası. Genç
insanlarda, yirm ibeş ilâ otuz yaşlar arasında, kesinlikle tehdit
altındadır o haller. F ak at o zam ana dek g en çlik ten alınanlar,
d ü n e ait olanın çürüm üşlüğüne tutulm am ış ve ona adanm am ış
insanlarda, daim a baki kalır - bakışlarının ö n ü n d e sıcak, aydın
lık, en azından teselli sunan bir şey olarak. Farklı olm anın, da
ha iyi olm anın, daha güzel o lm anın sesi gür ve aşınm am ıştır o
yıllarda, yaşam “g ü n d ü z ” dem ektir, dünya “bizim yerim iz”. İyi
gençlik, d ü şlerin in ve k itap lan n ın ezgilerini tak ip eder daim a,
o nları bulm ayı um ar; kırda ve şehirde orad an oraya savrulup
yolunu kaybetm eyi bilir, ateşli, gözü kara; ö n ü n d e u zan an öz
g ü rlü ğ ü bekler. B u lu n d u ğ u yerde n d ışa rısın a olan h a sre ttir
gençlik, k ü flen m iş veya k ü flü g ö rü n e n d ışsal z o ru n lu lu ğ u n ,
am a aynı zam anda kendi ham lığının da, ötesine bakm aktır. Bir
erişkin olarak yaşama olan hasret güdüler genci, fakat tüm üyle
değiştirilm iş b ir yaşam olacaktır bu. Hele ki gençlik devrim ci
zam anlara d enk geldiyse, yani çağ dönüm üne, hele b ir de bugün
Batı'da onca sık görüldüğü üzere tersi dönm ediyse aldatılm ış
lıkla, gayet iyi bilecektir ileriye d ö n ü k d ü şü n değerini, n e ler va-
adettiğini. M üphem , öncelikle de h u su sî nitelikli seziş, şu veya
bu derecede toplum sal olarak bilenm iş, toplum sal so ru m lu lu k
üstlenm iş olana d ö n ü şü r o zam an. B unun en geniş ö rn eğ in i bir
zam anlar, o n u n la b erab er Ç arlık’ın çöküşü için m ücadele e t
m ek ü zere R us h a lk ın a giden Rus N a ro d n ik leri verm işlerdi,
hissi veya öfkeli b ir sabah kızıllığı içinde. Rus kasabasının tozlu
bulvarında genç k u rsiy e r k ızların ve öğrencilerin k o n u şm ala
rında kuru lu y o rd u ütopya. Sonra ise, sosyalist berraklığın art
masıyla , b ü y ü k şehirlerde işçilerle birleşerek, b ilin çteki ve ça
ğın ü zerin d ek i sabah kızıllığı em in bir şekilde yayıldı. Ekim
D evrim i’n d en önce bir yarım yüzyıldan d a h a u z u n süreyle, eğ
lencelik R us rom anı bile zihninde çağ dönüm üyle dolu gençli
152
ğin tasviriydi hep . A lm anya, devrim ci g ençlerine, S tu rm und
D rang’da,59 M art Arefesinde60 sahipti ve şim d i yeni cu m huriyet
te de vardır onlar, gözlerinin önlerinde hedefleriyle; G ençlik ve
H areket eşanlam lıdır b urada. Böyle zam anlar esnasında ve g ü n
celliğini k o ru rk en böyle zam anlar, sadece fizyolojik bahar duy
gusu y o k tu r havada, fazlası vardır: D önüm zam anlarının havası
bunaltılı, y ü klüdür, fırtına yüklü b u lu tlar hapis gibidir havada.
Havayla veya d o ğ u m la ilgili m ecazlar en ço k b u zam an lara
uyarlanır b u n u n için: Fırtına öncesi sessizlik o larak ya da tarih
teki M art olarak veya en kuvvetli, so m u t biçimiyle: to plum un
yeni bir top lu m a gebeliği olarak. Bizim ki gibi zam anlarda dö
nüm hali çok iyi anlaşılır: O n u n düşm anları, İtalya'daki ve Al
m anya’daki faşistler b ile artık ancak devrim ci kılığına girerek
aldatabilirler insanları - ne cılız, m arazı bir ilkbahar güneşi...
Çağ dönü m leri bizzat tarihin gençlik zam anlarıdır. Yani, nasıl
gençlik öznel olarak o âna dek açılm am ış b ir yaşam sayfasının
ö n ünde gibi hissederse k e n d in i, ne snel olarak, yeni gelm ekte
olan bir to p lu m u n kap ıları önündedirler. Böyle b ir çag d ö n ü
m ü n ü n şim diye d ek b ir b ü tü n olarak kavranm aya en m üsait
num unesi Rönesans’tır, özellikle ideolojik-kültürel yanıyla da...
Başka hiçbir yerde olmadığı kadar belirgin bir biçim de, burada,
feodal top lu m u n burju v a-m o d em toplum a doğru değişim inde,
kalkışm a ve beklenti vardır, H enüz-Bilincine-V arılm am ış’m bi
linçli sezilişi vardır. Incipit v ita nova:6' o zam anlar bu [şiâr],
psişik açıdan da çağın bir fecir çağı o ld u ğ u n u tasvir ediyordu.
H enüz ilerici olan girişim ci ayağa kalkarken, onu n la birlikte bi
reysellik d u y g u su da dikiliyordu. U lusun bilinci ufu k tan yükse
liyordu. K endilik bilinci ve perspektif giriyordu doğa duygusu
na ve m anzara resm ine. Uzak dünyalar kendi kendine açılıyor,
yeni kıtalar çıkıyordu. G ö k yüzünün tavanı kalkıyor, sonsuzlu
ğa yönelen bakışın ö n ü n ü açıyordu. O nbeşinci-O naltıncı yüzyıl
dö n ü m ü n e ilişkin b ü tü n tanıklıklar, m uazzam b ir Ö nden-Bilin-
cine-Varılanı, uzam ı H erk ü l'ü n - o zam ana kadar d ik ili- sütun-
Ve gençliğin ışıgı, kadim de vuku bulanı bile kadim bir şey değil
miş de kehanetm iş gibi karşılamayı bilen üretici gençlik ışığı, dün
yada sabahı karanlıklar içindeyken bile uyanık tutar Hölderlin'de,
Ex oriente lux'e,64 yeni ve konuşan göne söylenen büyük kasideyle:
157
olanla. Çalışmaya yetenekli fark ediş, tinsel üretkenliktir - şimdi
eser ya p ıcı olarak görürüz onu. Daha y ak ın d an bakıldığında,
üretkenlik G elm em iş Olana doğru üç katlı, üç kat büyüyen bir
uzanıştır: [Zihinsel] k u luçkaya yatış olarak, ilham denen şey
olarak, yorum olarak. H er üçü de, b ilincin şim diye kadarki k e
narlarından ileriye açılm a yeteneğinin parçasıdırlar. K uluçkaya
ya tışta yoğun bir niyetleniş vardır, şafağı sökerek gelm ekte olan
Arananı hedefler. Sis, tohum atm ak için psişik açıdan da en uy
gun zam andır, am a orada kalm am ası gerekir. Karanlığın bir m er
halesi bile uygun olabilir buna, mam afih kendine ışık vermeye
dönük yoğun b ir yönelimle. Bu niyet hali bizzat kendi içinde,
aşılm ak isteyen bir çelişkidir: D oğam ızın en reel yönelim i itiba
rıyla olduğu şeyi olm am a ve henüz olm adığı gibi olm a halidir -
dayanıksız ve korkulu olduğu kadar m utlu bir haldir bu. Bu çe
lişkinin içinde, a rtık daha keskin hatlar kazanm ış bir ifade ve su
retin hazır edildiği, görece gelişmiş don an ım veya m ayalanm a da
vardır. H er halükârda, daim a b ek len ti m evcuttur burada, seher
neyle yüklü olursa olsun. Bu kuluçka halini çoğunlukla ani bir
açığa çıkış takip eder, şim şek gibi: d ışard an gelir gibidir, veya
yanlış tefsiriyle, yukarıdan. K uluçka ifadesi tam da b u n u n için
kullanım a girm iştir: Ani olanı tan ın ab ilir kılar, aydınlatıcı ve
coşturucu biçim de p atlak vereni, apansız görünüvereni. Dilsiz
bir yan taşıyan, evet, dolup taşm asından ö tü rü bir tü r bilinç boş
luğuna yol açabilecek olan kuluçka hali, bu kapanm ışlık, çözü
lür şimdi. Çözüm , kolay vakalarda, salt ana düşünceyi çevrele
yen veya onu haber veren ilham ların hücum etmesiyle gelebilir;
ana düşüncenin z u h u ru n u n gerçekleşm esinden sonra da ilham
lar takip edecektir onu. Ana düşüncenin zu h u ru , öylesine ku d
retli ve öylesine çözüm sağlayıcı bir biçimde gerçekleşir ki, sanki
kuluçka m erhalesinde ve kafa patlatm a esnasında herhangi bir
sorun yokm uştur ortada. N ihâî m erhalenin [içine] kapanm ışlığı
nın temel vasfını oluşturm uş olan ve D ürer'in Dergisi M elanco-
lia’da odanın ortasındaki taş k ü re olarak d u ra n en uç yoğunlaş
m a [konsantrasyon] bile, çözülür - kafa patlatm a halini çember
biçim inde toparlayan düşünsel sem boldür o taş küre. Çözüm ,
atlayışa benzer b ir süreçle belirir, görünüşte öylesine dolaysızdır
ki, yani uzun süre m ayalanan kuluçka d ö n em in in bilincinden
158
öylesine y o k su n d u r ki, ortaya çıkan ilham , k u rtu lu şu n verdiği
m utluluk duygusu yanında, sihirli bir arm ağanın mucize duygu
sunu da taşır yanında kolaylıkla - daha doğrusu, taşımıştır. Fa
kat onda verili olan vizyon her koşulda m u tlu lu k sarhoşluğuyla
bağlantılıdır, üstelik büyük bir hafiflikle - h er ne kadar gerek si-
hirsel-arkaik gerekse aşkın tefsirlerin, küflü kutsam alar olarak,
ayıklanıp silinm esi gerekse de. Ü retken olan, şam an değildir, ka
dim zam anlardan psikolojik bir parça da değildir; ne o u çu ru m
dan yükselen is ve ateştir, ne de N ietzsche'nin cilveli bir tarzda
hatırlatm ayı istediği gibi, daha ağır cinâî eylemlerin zıvanası. il
ham ın sanki yukarılardan iniyorm uşçasına aşkın b ir tarzda mit-
leştirilmesi, iyiden iyiye temelsizdir; sihirsel-arkaik olana tek ü s
tünlüğü, o n u n en azından Transcendere'ye, yani tinsel yaratım ın
artarak genişlem esine lâyık olm ak istem esi ve o nu bir batışa, bir
gece diline dönüştürm ek suretiyle sahtecilik yapmaya yeltenme-
mesidir. Ü retkenlik edim inde arkaik bir geriye dönü şün vuku
bulm uyor olduğunu, tam da ilham la bağlantılı o ışık tecrübesi
nin sürekliliği gösterir. Çok vakada çok parlaktır bu ışık, bilin
cin yüksekliğinde kaydedilebilir - en ü n lü örneği, Descartes'ın
Cogito ergu sum ilkesini bulduğu ânı kaydedişidir: “10 Kasım
1619'da, m uhteşem bir keşfin ışığı günüm ü ağarttığında.” Peki
neresinden ateşleniyordur bu gün ağarması, m adem aşağıdan şa-
m anlığın y u k arıd an sa co şu m cu lu ğ u n sunacağı bâtıl in ançtan
başka bir şey yoksa? İlham ın ateşlendiği yer, özgül b ir dâhilik,
yan i yaratıcı b ir do n an ım ile bir çağ donanım ının; ifadesiyle, b i
çimlenmesiyle, uygulamasıyla ilgili konuşulacak olgunluğa gel
m iş özgül içeriği tem in edecek şekilde buluşm asm dadır. Bir No-
vum’un [yenilik] ifadesinin sadece öznel değil nesnel koşullan
hazır olm alıdır yani, ■olgunlaşm ış olmalıdır, k i bu N ovum salt k u
luçka du ru m u n d an k u rtu lu p açığa çıkabilsin ve aniden görülü-
verir kılınsın. E konom ik-toplum sal yönden ilerici koşullardır
bunlar: K apitalizm in talebi olmasaydı, Cogito ergu sum’a d ö nük
öznel görev talep [misyon] asla ilham ını bulam azdı; başlam akta
olan proleter talep [misyon) olmasaydı, m ateryalist diyalektiğin
bilgisi bulunam azdı veya salt kuluçka halinde bir Aperçu67 ola
161
tik [durağan] dünya gözü sayan, dolayısıyla önden gidebileceği
ni, ön alabileceğini asla düşünm eyen yanlış dehâ tanım ını red
deder. D ehâ, tam da h alihazırdaki u fk u n ötesine bakm asıyla,
erişm esiyle, tem aşâcı-statik dünya gözü değildir, yaklaşm akta
olan bir d ü n y an ın sınırlarındaki öncü koldur, hatta, henüz o lu
şum halindeki o dünyanın önem li b ir parçasıdır bizzat. Psikolo
jik açıdan dâhilik Henüz-Bilincine-Varılmamış ile Bilincine Eri-
lebilirliğin y üksek düzeyde b ir tezahürüdür, yani nihayetinde
bu Henüz-Bilincine-Vanlm am ış’ın öznedeki, dünyadaki yorum
lam a/açıklam a gücüdür. D ehâ m elekesinin derecesi, Henüz-Bi-
lincine-V anlm am ış’ının doluluğu ile belirlenir, yani şim diye dek
bilinçte verili olanın, dünyada yorum lanm ış/açıklanm ış ve bi
çim lendirilm iş olanın ötesine geçmişliğiyle. Sanatsal ve bilimsel
dehâyı ayırdetm ek, b u noktada henüz gerekm ez; çünkü Dan-
te’nin “I'.acqua che io prendo giam m ai non si corse" cüm lesi psiko
lojik açıdan, yüksek sanatsal eserler için de y ü k se k bilim sel
eserler için de geçerlidir. Dâhiyâne olanın eserlerdeki ölçütü, sa
natta da (gerçek bir g ö rü n ü şü n imgesel tasviri) bilim de de (ger
çeğin eğilimsel ve gizil yapısının kavram sal tasviri) aynıdır: da
ha evvel biçim lendirilm em iş olanı biçim lendirm ek. Sanattaki ve
bilim deki yorum ların/açıklam aların bu farklı nesnellik tabaka
sında d a h i ortak b ir noktaları vardır elbette; b u da, bizzat nes
nellik sürecinde yer almaları ve dehâları yeterli olduğu ölçüde
o n u n cephesinde bulunm alarıdır. İlerlem iş bilinç ve bilincin öğ
retm eni olarak dehâ, işte bu n ed en led ir ki çağın d ö n üm nokta
larıyla ve b u n u n m addî süreciyle ilgili yüksek b ir hassasiyet ta
şır. Bu çağın seviyesinde durm a ve çağı bu sürecin m anzarası ve
ufku hakkında, - o sürecin bilgisine de ortak o larak -, bilgilen
dirm e kuvveti ve yeteneğidir. B undan ö tü rü d ü r ki, Carlyle'ın,
dâhinin sözünü çağa d a ir sezişin şifresi olarak kutlam ası tam a
m en m ünasebetsiz değildir: “Tinsel ö n cü n ü n söylediğine, b ü tü n
diğer insanlar da çok uzak değildi, b u n u ifade etm ek için yanıp
tutuşuyorlardı. H erkesin düşündüğü, acı dolu bir büyülü uyku
daym ışçasına o n u n d ü şü n cesin d e açılıverir b irdenbire ve ona
onay sunar.” Bu onay çoğunlukla b ir son rak i k u şak tan veya da
ha sonra gelse de, bu patlam ayı ateşleyen baru t zaten çok önce
den beri hazırda duruyordur, ve o çağın h a lk efkârı, k e n d i ufuk-
162
lannda vuku bulduğu için işitm em iştir patlam ayı. Evet, bir He-
nüz-Bilincine-Vanlm am ış’ın yorum unda/açıklam asında en güçlü
biçim de görünür: H enüz-B ilincine-V anlm am ış, toplam da , bir çağ
da ve bir dünyada , dünyanın cephesinde, H enüz-O lm am ış'ın psişik
te m silid ir. H enüz-B ilincine-V arılm am ış’ın b ilin cin e varılm ası,
H enüz-O lm am ış’ın biçim lendirilm esi ancak bu uzam da olur, so
m u t öngörünün uzam ıdır bu, üretkenliğin volkanı oradadır ve
ancak orada p ü sk ü rü r ateşini. Alışıldık olm uşluğa yabancı olan
dehâ em eğindeki üstadlık da ancak Novum’u n görüngüsü olarak
anlaşılabilir. H er büy ü k sanat eseri, belirtik özü haricinde, öteki
yüzünün gizilliğine aktarılm ış olarak kalır b u nedenle: yani, he
nüz bilinm eyen bir nihâî durum un içerikleri değilse şayet, onun
zam anında henüz g ö rü n ü r hale gelmemiş bir geleceğin içerikle
rine. Sadece bu neden led ir ki tüm çağların büyük eserlerinin
söyleyecek birşeyleri vardır, o nlardan önceki çağda henüz fark
edilm em iş, y orum u genişleten b ir Novum’d u r bu: sırf b u neden
ledir ki, Sihirli Flü t gibi b ir m asal operası, am a aynı zam anda Il
yas’ınki gibi tarihsel açıdan yerel niteliğe sah ip b ir destan da,
ebedi gençliğe sahiptir. D em ek ki: dehâ eseri haline gelmiş yo
rum lar/açıklam alar sadece kendi g ü n lerin i m ük em m elen dile
getirm iş olm akla kalmazlar, Plus ultra’n ın 69 içerim leriyle de ilgi
lidirler sürekli. B una, H enüz-B ilincine-V anlm am ış’a en u zak
olan yer, Bilinçdışı’n ın zem inidir burada; bilincine varılarak ol
m uş olanın, zaten Y aşanm ış-G örünenin içine batm ış b ulunduğu
yer olarak Bilinçdışı. H enüz-Bilincine-V anlm am ış’ın yeri cephe
dir, gelişm enin sü rd ü ğ ü yerdir, evet, H ak olanın tekam ülü ola
ra k , daim a an c a k B aşlangıca b aşlam ak ü zere o ld u ğ u yerdir.
U nutm uşlu g u n su la n yeraltında akar, fakat üretkenliğin ilham
çeşm esinin kaynağı bir dağ olarak Pam as’tadır. Ü retkenlik, de
rinlerden gelm esine rağm en, ancak ışıkta çalışır ve hep yeni bir
kay n ak belirler, bilin cin y ü k se k liğ in d e bir k ö k e n o lu r bu. Bu
yüksekliğin b ir özelliği, yukarısının Mavi olm asıdır; O rkus’u n ,70
b ü tü n sah ici y o ru m ların/aç ıkl am aların çevresin d ek i k a ra n lık
ama yine de şeffaf hâlenin karşıt rengidir mavi. U zakların rengi
69 Daha ötesi, hep daha ileri. 16. yüzyılda emperyalist lspanya’nın bayrağında
yazılı şiâr.
70 Eski Roma'da yeralu Tanrısı.
163
olarak bu mavi, keza, gerçekteki Geleceği-içereni, H enüz-O lm a-
mış'ı g ö rü n ü r kılar, sem bolleştirir; yorum layıcı ifadeler, öncüler
olarak, bunlara dayanırlar neticede. Beriye dön ü k olan Karanlık
da, kendi kendini ışıtan bir karanlık olarak, g ü n d ü zü n sabah kı
zıllığından henüz ayrılm adığı, tersine bizzat sabah kızıllığının
büyüm esi dem ek o ld u ğ u o en aydınlık bilince tabidir, kendini
ifade ederken.
164
na yarayan aynı m otifler, o n u n b ilincine varılm asının yolunu
keserler. H er şeyden önce: Bastırılan yine de gün y ü züne çıkar
sa, yıllanmış bir eski eşyadır artık, şim di iyice u n u tu lm uş, geri
de bırakılmıştır.
K aranlıktaki seyahatin ileriye doğru olduğu yerde ise, İsteme-
m e’n in yaradılışı bam başkadır. H enüz-B ilincine-V arılm am ış’ın
bölgesinde Bilincine Varmaya k arşı gösterilen direnç pek ender
o larak nörotik hatlar taşır veya hiç taşımaz. A ncak ü retm ek is
terken kuvvet ile irade arasında bir oransızlık ortaya çıkarsa nö-
rotikleşir; bu oransızlık ise, bilindiği gibi, en b u ru k acılardan bi
rin in sebebidir. M am âfih o z a m a n bile, bastırılm ış bir şeyin yu
karı çıkarılm ası esnasında, yani A rtık-B ilincinde-O lunm ayan’a
d o ğ ru yol alırken devreye giren tü rd en , aydınlanm a isteğinin
kendi içinde b ir içe kapanm aya rastlanm az. Üretim isteğinin öz
nesi içinde bu iradeye ve o n u n içeriklerine karşı, hele Henüz-Bi-
lincine-V arılm am ış'a ve onun hazinelerine yapılan yolculuğun
başarısına karşı bir dirence asla rastlanm az; böylesi bir İstem e
m ek yoktur, üretm ekte olanda. O b u n u daha ziyade eserin alıcı-
la n n a bırakır, yani kendini kapayan alım lam a yeteneğine, yani
daha eskilerde kalm kafalı d ünyanın direnci d en en şeye. Ü retm e
nin psikolojisi ise asla içsel bir direnç gösterm ez burada ele aldı
ğım ız aydınlatm a edimlerine; üretim e ait olan ve onda yerleşik
bulunan direnç, insanı öznede olan bir direnç değildir. Daha zi
yade öznenin üzerinde çalıştığı m eselenin içindedir ve yorum la
m a n ın /a ç ık la m a n ın özel g ay retleriy le y a n sıla n ır ancak. N o
v um 'un zorlu d ü m en su y u n d ad ır, hen ü z b içim len d irilm em iş
olandadır, her türlü alışkanlıktan soyunm uş y e n i m alzem ededir.
H atta başına alımlama yeteneğinin gösterdiği yalın direnç, dâhi
ce eserlere karşı kendini kapattığında, onların ü st düzeyde anla
m adığında veya sırf kızgınlık duyduğunda, içine psikanalize ait
hınçlar da karışm ış olm asına rağm en, sonuçta nesnel açıdan Ye
ni olanın m üşkülâtına d air bir isteksizlikten türer. Böylelikle,
burada bile, Henüz-Bilincine-Varılmamış'ın aydınlatılm asına öz
gü direnç, neticede, henüz yolu açılm am ış [yeni] m alzemeyle il
gili bir direnç olarak fark ediliyordur. Her başlangıç zordur bu
bölgede, bilhassa zordur, çü n k ü ü retk en ö n cü lü ğ ü n yöneldiği
Yeni, esas itibarıyla, y ü kselm ekte olan dav an ın da yeniliğidir
165
başlıbaşına. Sadece b u n d an ö tü rü d ü r ki, nesnel açıdan Yeni ola
nın hakikatleri olan yeni hakikatler öylesine m ütereddit ve da
im a astra per aspera7' çıkarlar ortaya. D üşünceler sadece plan
veya taslak halindeyken kolaylıkla yanyana durabilirler, am a bir
adım daha atıldığında, eserin som ut m üşkülâtı başlar. Kâfi yete
neğe sahip o lu n d u ğ u n da bile, özellikle de varsa böyle bir yete
nek, atölyede, laboratuvarda, çalışm a odasında b ir kenara atıl
mış onca eski denem enin, zafersiz veya zaferin ertelendiği onca
savaş a la n ın ın varlığı, b u n d an d ır. D em ek, hiç de B astırılm ış
O lan değil, yolun m üşkülâtıdır, Henüz-Bilincine-Vanlmamış'ta,
Henüz-O lm am ış'ta üretkenliğe iş çıkartan. B unun sebepleri, yal
nızca, henüz hallolm am ış, düzlenm em iş olan m eselenin kendi
alanındadır; sözün kısası, ü st eşiğin kendi m uhafızları vardır ve
bunlar m addededir.
Böylesine etkili bir set, öncelikle ve her yerde, tarihsel bir
benddir. Daha kesin ifadeyle, toplum saldır; ifade edilecek veya
idrak edilecek olan kendi başına asla yeni bir şey olm adığında
bile, böyledir. Demek, sadece yeni bir idrake varıldığında ama
onunla birlikte nesnel açıdan yeni b ir şeyin, yani nesnel olarak
henüz gelm ekte olanın idrakine vanlm adığında da, böyledir. Ta
rihte bu tü r bir ekonom ik-sosyal görüş m aniâsı vardır, en perva
sız tin bile atlayam az o n u n üzerinden. Ö nceden tasavvurlar, ö n
görüler halihazır bilince çok defa gelm iştir ve bilinç tarafından
daha Henüz-Bilincine-Vanlm am ış'in içinde vurgulanm ış, aydın
latılmıştır; fakat toplum sal kısıt, icrasını gemlemiştir. Nitekim ,
birinci sınıf araştırıcılar, toplum sal-tarihsel konum larından ö tü
rü ve bu konum larından hareketle, yarım M inerva'ya bile kavu
şam am ışlardır (eskilerin bu direnç etkenini adlandırdıkları gi
bi). Hiçbir [eski] Yunan m atem atikçisi diferansiyel hesabı anla
yamazdı, ona o denli yaklaşan Zenon bile. Sonsuz küçüklükteki
değişken b ü y ü k lü k Yunan toplum unun u fk u n u n tam am en al
tındaydı; ancak kapitalizm , o vakte kadar katı ve sonlu olanı öy
lesine bir akışa sokm uştur ki, sükûneti/durgunluğu sonsuz k ü
çüklükte b ir hareket olarak düşünm ek, s ta tik olm ayan b ü yük
lü k kavram larım tasarlam ak m ü m k ü n olabilm iştir. Yunan köle
167
sürecin taşıyıcısı ve M addenin, K endinde olarak degil, Dünya
İdesi [Fikri] denen şey gibi, özneyle nesneyi birbirine bağlayan
b ir özü vardır; varsın, tam da o direncin yol açtığı zahm etle kes
kinleşm iş sıkı bir em ek sonucu kotarsın bunu. Evrenin, henüz
kapalı olan ve tam da M adde olarak kendi nesnelleştilm elerinin
henüz tam am lanm am ış sürecinde b u lu n an özü, sona ermiş, hat
ta ziyadesiyle berrak b ir biçim de yansıtm az veya beyan etmez
kendini. H enüz O lm am ış, H enüz B aşarılm am ış O lan, kendine
m ahsus b ir vahşi doğadır; ayak basılm am ış olanın tehlikeleri ba
kım ından ona benzer, henüz erişilm em iş im kanları bakım ından
ona üstü n d ü r. Demek, nesnedeki bu H enüz O lm am ış, evet He
nüz Başarılmamış Olan, en son direncin temelidir; açıkça görü
lü r ki, bastırılm ışlıktan veya saklı b ir m evcudiyetten çok başka
bir şeydir. D ünyanın sırrı bir tü r kozm o-analitik çöp çukurunda
degil, kazanılm ası gereken geleceğin u fk u n d a d ır ve bu sırrın
açılm asına karşı koyan direnç, şeytanî hazine m itlerindeki gibi
yanında kötü bakışlı m uhafız köpeklerle bir kapalı k u tu n u n di
renci degil, kendi içinde hâlâ bir süreç yaşayan, henüz belirtik
leşmemiş b ir d oluluğun direncidir. Burada dikkate değer olan
bir nokta şu d u r: N esnel idealizm , hele spiritüalizm , çoğunlukla,
kendileri açısından Özsel olanı, ‘D üşünm e = Olma' yanlış denk
lemi nedeniyle G örünüş'te belirlem eye çalıştı, sanki sadece coğ
rafi açıdan başka bir yerdeym iş gibi. Oysa, “A gnostisist” oldu
ğundan asla şüphelenilem eyecek olan Marx, “Ö zgürlüğün Kral-
lıgı”ndan bile neredeyse sadece m ahrum iyet anlam ında söz eder,
yani salt sınıflı toplum un belirtilerinin yokluğu anlam ında, veya
en fazla “İnsanın doğallaştırılm asına, doğanın insanileştirilm esi
n e” dair çok derinlerdeki, henüz m uallaktaki b ir anlam da. Evre
n in Ö zü denen şey, kendinde ve kendisi için kapalıdır henüz;
kendi kendisine H enüz-G örünm em esi anlam ında kapalıdır; b iz
za t bir ödev doğası taşıyor olm ası, m ü şk ü lâ t ç ık a n r. M üşkülâtı
k aldırm ak için sadece orada olm uş olanı kazıp çıkartm a anla
m ında idrak/bilm e değildir gerekli olan, ne olacağım tasarlam ak
anlam ında id rak /b ilm e gerekir; dem ek idrak/bilm e, bu O luş'a,
iyi yönde değişim sağlayarak, bizzat belirleyici b ir k atkı sağla
m ak için gereklidir. Devrim ve Dehâ, bu zorlu ışıga yönelm e uğ
raşının boşuna olm adığını ve boşuna olm ayacağını temin eder-
168
ler - o uğraşın kendi içindeki dirence ve bir ham ur mayası ola
rak dünyanın gösterdiği dirence rağmen.
72 Sürekli yasa.
169
vur yoğunluğunda da en küçük itkiler vardır: “petites perceptions
insensibles”d ir73 bunlar. Leibniz b u n lara örnek olarak, zayıflıkla
rı nedeniyle fark edilm eyen veya bilincine varılm ayan, ancak ye
terli toplama ulaştıklarında, diyelim dalgaların sesi veya ses kar
maşası gibi, pekâlâ bilincine varılan en küçük algılamaları gös
terir. Öyleyse, yeterli güçlendirm eyle bilince çıkan bu gibi u n u
tu lm u ş tasavvurlar önceden de ru h ta m evcut b u lu n m u ş olm alı
dırlar. Petites perceptions, “N o u vea u x Essais" in [Yeni Denemeler]
önsözünde Leibniz tarafından b ü y ü k bir keşif olarak taltif edilir
ler: “Tek kelim eyle, F izikte fark edilm eyen cisim ler ne kadar
önem liyse fark edilm eyen algılam alar da tin öğretisi için o kadar
önem lidir. Ve o nu da ötekini de, duyularım ızın dışına düşüyor
bahanesiyle inkâr etm ek, m aküliyetten uzaktır.” Böylece lex con-
tinui, Bilinçdışı kavram ını dogurur. C um grano salis74 şöyle de
denebilir: D iferansiyel hesaptan, o n u n ru h tak i m ütekabilinden
doğm uştur Bilinçdışı kavramı. M amafih aynı zam anda, böylece
elde edilen Bilinçdışı kavram ı tüm üyle halihazır bilincin altında
egilip bükülür. Bilinçdışı, ilk [kavramsal] kaydedilişinden itiba
ren Bilinçaltı olarak dam galanm ıştır. Petites perceptions, insanın
zaten erişm iş oldugu bilinç tarafından aşılır, aynı zam anda da
çözülürler: Açıklığa kavuşturulm alarının ardından ve onun öte
sinde, artık bir daha doğurgan, yaratıcı u n su rlar olarak tezahür
etmezler. Buna ragm en, Aydınlanma Heros'u,75 ruhta m evcut bi
linçten başka bir bilincin varlığını gösterm işti - sadece bilincin
şeref salonuna düşen ay ışıgı olarak bile olsa. Düz/safi bilinç in
sanî tinin özsel belirtisi sayılmıyordu artık, o zamana dek onca
paradoksal olan, bilinçsiz ruhsal etkinligin kavranışı başlamıştı.
Keza, H enüz-Bilincine-V arılm am ış’ın bu karanlıkta b ir kenara
gizlenişi de başladı; Henüz-Bilincine-Varılmamış Olan, geçm iş
teki, kuluçkadaki, ayışıgı altındaki bir tasavvur d ünyasının altı
na itildi: H enüz-B ilincine-V arılm am ış'ın bu m askesi çıkıyordu
şimdi ortaya. Ancak şim di anlaşılabilen tuhaf psödom orfozlar-
la,76 önce S tu rm und D rang'da, sonra R om antizm 'de. Leibniz'in
82 Destanlarda çok anılan, 10. yüzyıl Viking şehri. Muhtemelen bir sel baskını
veya deprem sonucu yok olmuştur.
83 19. yüzyıl Almanyası’nda Katolik ve antisemit yayıncı. Frig beresi bilindiği gi
bi jakobenlerin simgesidir.
84 Reformasyonun ve Napolyon'un Leipzig savaşında mağlup edilmesinin anısı
na düzenlenen öğrenci şenliği.
173
ceyle bağlantılı zikredilen bir antik fikirle karışmıştır, _geleceğin
yeniliği bile abartıyla kutlanan geçm işin yansısını taşır. Ve nere
deyse sadece Almanya haricinde, h er ikisi de öylesine gerici bir
yıldızın altında durm ayan İngiliz ve Rus R om antizm inde, vahşi
olarak h a tırla n a n Fransız D evrim i’nde, B yron’da, Shelley’de,
P uşkin’de, insanlara uygun görülen, sahiden anavatanca/m em le
ketçi sayılan, infilâk halinde ve geleceği tutarak aranır, aşağılara
dalarak değil. Fakat A lm anya’daki, anom aliydi; [nitekim ] ro
mantik:' reaksiyona karşı da, o zam anlar da fark edilm em esi im
kânsız bir şekilde, devrim ci Rom antizm çıkmıştı. Esasında an
cak dolaylı olarak Rom antizm e ait olan, kesin olarak liberal, en
parlayan ve serbest dilli gündüz d üşü şairi Jean Paul bile, - k i
onun şafak dilini geceye ait saysak bile yaz g ü n d ö n ü m ü n ü n ge
cesidir b u -, hafızanın altına b ü k m ü ş veya neticede oraya yerleş
tirm iştir, onda hiç sonu gelm eyen um u d u . Yani gözler önünde
en güzel canlanan arzu m anzaralarının şairi Jean Paul bile, naz-
m etm eyip üzerine d ü şü n d ü ğ ü ölçüde, ışığı, sonuçta gelecekte
değil geçm işte aram ıştır. “Tam bu n ed en d en ö tü rü hatırlanan
her yaşam, k en d i uzaklığında, gökyüzündeki bir d ü n ya gibi pa
rıldar; fantezi, kapalı b ir neşeli B ütün o luşturacak şekilde sıkış
tım birbirine parçalan. Gerçi aynı şekilde m ahzun bir Bütün de
kurabilirdi; am a işkencehanelerle dolu İspanyol gökyüzü şatola
rın ı sadece geleceğe yerleştirir de, geçmişe sadece güzel m anza
raları. Orfeus’tan farklı olarak Euridice’m izi geriye b akarak elde
eder, ileriye b ak arak kaybederiz b iz .” (V orschule der A sth e tik
[Estetiğin A naokulu], 7). Rom antizm , bu şekilde, petites percep
tions ’a hitap eden kaplıca ülkesiyle, hep ayarttı Henüz-Bilincine-
Vanlm am ış’ı. Böylelikle ü to p ik hale yönelm iş bakış, ütopyanın
içeriğinin yağm alanm ası, rom antik duyguyu kateden tüm bek
lentilere karşın, neredeyse ru h çağırıcı b ir yeniden hatırlam a
olarak Anamnesis’de85 e n kuvvetli m aniâyı buldu.
Ve tek engel de bu değildi, F reud’un salt bilinçaltı olan düşüy
le gösterdiği gibi. Başka Olmaya geçişin, b ir Yükselmekte O lanın
şim diki gibi böylesine kaçınılm azca hissedildiği çok az zaman
vardır. Ama burjuvazi de o oranda gâfildir, k ö rd ü r b u n u n karşı
86 Üst bilinçdışı.
175
yer, tam da engellenm iş N ovum psikolojisi için, in e.xtenso [tasta
mam] görünecek kadar açıklayıcıdır: “Psikanaliz tıpkı tarih bili
m i gibi geriye dönük çalışır. G eçm işin büyük bir bölüm ü nasıl
tarihçiliğin bilgisinin ona erişemeyeceği kadar uzaklaştıysa, bi
linçdışı belirlenim in b ü yük bir bölüm ü de erişilmezdir. Ama ta
rihçilik iki şeyi bilm ez: geçmişte saklı olanı ve gelecekte saklı
olanı. Belki ikisi de belirli bir ihtim aliyatla erişilir olabilirdi, bi
rincisi kaziye [postüla] olarak, ikincisi tahm in olarak. Yarın Bu-
gün'de m evcut olduğu ve gelecekte olacakların b ü tü n ipleri bu
güne bağlı olduğu ölçüde, bugüne ilişkin derinleşm iş bir bilgi,
gelecekte olacakların kısa veya uzun erimli ve güvenilir bir tah
m inini m üm kün kılabilirdi. Bu akıl yürütm eyi psikolojik olana
taşıdığımızda... zorunlu olarak aynı sonuç çıkar: K anıtlanabilir
biçim de, çoktandır Bilinçdışı eşiğinin altına düşm üş olan hatır
lama izleri erişilebilir olduğu ölçüde, keza ileriye d ö n ü k çok in
ce sublim inal kom binasyonlar da, gelecekte -özellikle de bizim
psikolojim izin koşullam asıyla- olacaklar için, büyük önem ta
şırlar. Fakat nasıl tarih bilimi, daha çok politikanın nesnesi olan
gelecek kom binasyonlarıyla fazla m eşgul olm uyorsa, psikolojik
gelecek kom binasyonları, da aynı ölçüde sınırlı analiz nesnesi-
dirler. Bunlar daha ziyade, libidonun doğal akıntı yollarını takip
etmeyi bilen, ilânihâye incelm iş bir psikolojik sentetizm in nes
neleri olmaya uygundur. Bunu biz yapamayız, Bilinçdışı ise pe
kâlâ yapabilir, çünkü bunlar orada gerçekleşm ektedir. Ve görü
nüşe bakılırsa, zam an zam an b elirli vakalarda b u çalışm anın
önem li fragm anları düşlerde g ü nyüzüne çıkm aktadır; düşlerin
bâtıl inançlar tarafından öteden beri talep edilen peygam berâne
anlamı da b u radan geliyordur. Kesinliğin, bugün a n ık pek fan
tastik denilem eyecek olan böylesi düşünce yollarından im tina
etmesi, insanların kâhinliğe d ö n ü k binlerce yıl eski am a o oran
da da b ü y ü k eğilim inin aşırıya varm ış b ir telâfi çabasını ifade
eder sadece." (Wandlungen und Symbole der Libido [Libidonun
d ö n ü şü m leri ve sem bolleri], 1925, s. 54 vd.) Ju n g 'u n tam da
yükselip gelm ekte olanın psişik tem sili vesilesiyle söylemeyi bil
diği tek şey b u d u r işte: Ü topik bilinç, bir M ısır d ü ş kitabı olarak
tezahür eder. Gelecek kom binasyonları denen şeyleri icra eden,
en derin karanlıklardaki arkaik Bilinçdışıdır sadece. Bu karanlık
176
ta n azıcık bir şey ışığa çıkacak olursa, bu da neticede geriye' bas
tırılanı gösteriyor olacaktır. Tam da petites perceptions'ın tarihsel
bağlamı içinde, Bilinçdışının tekrar hatırlattığım ız arkaikleştiril
m esi, tekrar u y arıcı hale gelir: B üyük ilerici L eibniz'de N o -
vum’un ö n ü n e dikilen engel, Bilinçdışına d a ir son burjuva psi
kolojisinde, Novum'un giyotinine d önüşür. Zaten, şim di tam a
m en açık hale geldiği gibi, burjuva psikolojisinin yükselen çağla-
n n d a bile Yeni'ye ait bilinç sınıfı kayda geçirilm em işti - en azın
dan, başka düzeylerle karıştınlm ayacak şekilde kaydedilm iş de
ğildi. Leibniz w rg u y u bilincin yükselişine koym uştur; fakat to
hum un taşıyıcısı olan petites perceptions, bilaistisna halihazırda
‘kazanılm ış olan' bilincin aşağısında idiler, yani Freud'a kadar
Bilinç-öncesine dair olarak kalan tarihsel m evzuyu işaretlerler.
Yeni Çağın geliştirdiği arzu düşlerinin inşasında da öyledir: top
lum sal ütopyalar ve dünyaya teknolojiyle hâkim olm a ütopyası
gibi öngörülerin bile, More, Campanella, Bacon, Fichte ve son
rakilerden gördükleri felsefî ilgi, ne b u n ların tem elindeki geniş
letici gündüz d ü şle rin in bir psikolojisini geliştirm iştir, ne de
dünyada [konum lanabilecekleri] m üm kün-reel b ir yere d air b ir
bilgi teorisini. B unun n ed en i bu kez gelecekle ilgili çıkar temelli
bir k u şku değildir, kesinlikle değildir, ama deyim yerindeyse bir
çıkarsızlıkta, sta tik y a şa m a ve düşünm enin ardçı nüfu zu n d a d ır.
Yükselen burjuvazinin bilinci de h e n ü z çok az çıkabilmişti, ön
ceden tanzim edilm iş, nihayet b u lm u ş bir d ü n y a kavram ının
(ordo se m p item u s rerum ) dışına; feodal statikliğin ardçı etkisi,
yenilik kavram ını gem liyordu. Leibniz’de gem liyordu, o zamana
kadarki O luş-Açılım larının, süreç felsefelerinin en kararlısı olan
H egel'de bile gem liyor h a tta bozuy o rd u . T inin F enom enoloji-
si'ndeki ü n lü süreç-cüm lesi b ile böyle sürgülenm iş b ir şekilde
okunm alıdır: “Fakat tıpkı çocukta u zun süreli sessiz beslenm e
nin ardından alınan ilk nefes sadece çoğalan bir ilerleyişin tedri-
ctliğini kesintiye uğratm ası -n ite l b ir sıçram a- ve çocuğun artık
doğması gibi, kendini oluşturm akta olan Tin yavaş yavaş ve ses
sizce yeni suretine/biçim ine doğru olgunlaşır, kendisinden önce
ki d ü n y an ın yapısını söker parça parça, o d ü n y an ın sallantısı
ancak tekil belirtilerle işaretlenir; mevcut olanı yıpratan kayıt
sızlık ve sıkıntı, bir bilinm eyenin belli belirsiz sezilişi, başka bir
177
şeyin gelm ekte olduğunun habercileridir. B ütünün fizyonom isi
ni değiştirm eksizin tedricen k ü çü k parçalara ayrılış, [Yeni'nin]
çıkışıyla kesintiye uğrar, b ir şim şektir bu, b ir seferde yeni d ü n
yanın suretinV biçim ini oraya koyuveren.” (W erke [Eserler] II,
1832, s. 10) Burada da, Hegel diyalektiğinin tü m atlam alı karak
terinde de, Fransız D evrim i'nin refleksi gözden kaçm ayacak ka
dar açıktır; yine de o tam am ını, bitm iş bir eşzam anlılık olarak,
yani hatıra olarak düşü n m ü ştü r. Yeni başlangıcın şim şeği burada
da sadece, yükselip gelm ekte olanın çoktan belirlenm iş tam am -
lanm ışhğıyla gelmesidir, dolayısıyla döngüsel bir oluşum dur, h e
nüz gelm em iş olana bir açılım ı yoktur. M uazzam girişim, şim di
den ebediyyen emekliye ayrılmıştır, bitm iş b ir başarının em ekli
liğine: “T ezahür/görünüm , kendisi oluşup geçip gidenin değil
de, ‘kendinde şey’ olanın ve hakikatin yaşamının sahiciliğini ve
hareketini teşkil edenin oluşum u ve geçip gidişidir... H areketin
sü k û n et olarak k avranan tam lığında kendini fark ettiren ve ona
özel bir Varoluş v eren dir - k en d in i hatırlayan, m uhafaza eden
b ir şey olarak, kendisi hak k ın d a bilgisi o n u n varoluşudur.” (1. c.
s. 36 vd.) Tohum da veya K endinde-O landa kesinlikle m evcut
bu lu n an ve Hegelci sürecin h e r basam ağında tek rar zu h u r eden
ü to p ik m ahrem iyet, b u n a göre keza, kavranan dışavurum ların
b ü tü n ü tarafından öteden beri faş edilmiştir. Platon’un, tüm bil
ginin salt Anam nesis, bir ke z temaşâ edilm iş olanın hatırlanışı ol
d u ğ u n a d air ö ğ retisi, sad ece O lm u ş-O la n a y ö n e lm iş b u id
rak/bilgi, böylelikle sürekli yeniden üretilm iştir: en nihayetinde
bu, b ir H enüz-O lm ayan’m sui generis8y O luş’u ö n ü n d e dikilen
engeli ideolojikleştirm iştir. lşte em ekliye ayrılm a ihtiyacı içinde
ki gericiliğin ardçı statiği, b u b itm iş tam am lanm ış, kapanm ış
A na m n esis dünyası, çöküş d önem inde bilinm eyenin, gelm ekte
olanın karşısında duyulan d eh şetin gördüğü işi görm üştür.
Eski tarzın yenilikçi heyecanlara kapılm ış görünen m ensupla
rının bile hiçbiri bu engelden k u rtu lm u ş değildir. Bergson’daki
gibi, m ünhasıran, fazlasıyla m ünhasıran, yeniliğin tem ayüz etti
rilm eye çalışıldığı yerde de böyledir. Bergson b ir ■seferinde, “M e
tafiziğe Giriş”inde, b ü y ü k bilgilerin şim diye d e k hep, san k i şey
87 Kendine mahsus.
178
lerde çoktan n o k tası n o k tasın a ö n ceden b içim len d irilm iş bir
m antığı aydınlatm ışlar gibi değerlendirildiğini söyler, “bir şenlik
akşam ında, bir çelengin hatlarını almış b u lu n an halka biçim in
deki ateşe sürekli yeniden gaz dökercesine...” Fakat Bergson’da
Novum olarak konan nedir: Anti-Tekrar, A nti-G eom etri, Elan vi-
tal88 ve yaşam ın akıntısıyla birlikte akan sezgi - tüm bu yaşam
sallık izlenimcidir, aynı zam anda liberal-anarşisttir, özgürleştiri
ci değildir. Bergson Elan vital’i, “hep yeniden ortaya çıkan bir is
tikam et değişimi” olarak tanımlar, “tıpkı b ir eğrideki gibi”. Sezgi
denen şey bu hareket halindeki şaşırtıcılığın içine yerleşir, m a
mafih süzm e kötü sonsuzluğu ve so n u gelmez değişkenliği için
de Novum'la sahici b ir buluşm a gerçekleştirem ez. Dolayısıyla,
her şeyin hep yenilenm esi gereken yerde, her şey eskisi gibi ka
lır. B unun için, Bergson'un şaşırtıcılık akışında hakikatte her şey
ayarlanm ış ve fo rm ü lleştirilerek d o n d u ru lm u ştu r: Yeniyi salt
ebedî b ir içeriksiz zigzağa indirgeyen tekrar ile arasındaki ölü
çelişkinin form ülüne; ne doğum un ve patlam anın şim diye dek
olm uş olanın içerikçe ü retk en bir aşılm asına elverdiği o m utlak
laştırılm ış tesadüfün form ülüne. Bergson hedefli bir süreç fikri
ne karşı çıkar, fakat hedef önceden kararlaştırılm ış olduğu ve
dolayısıyla sözkonusu süreç - e n ü st d ü zey d e- neredeyse dalave
re gibi görüneceği için yapıyor değildir bun u , tersine, ileriye dö
nük, bir yere giden ve açıkça takip edilebilir olan h er türlü he
defi tasfiye eder. Böylelikle sözüm ona Novum, Anamnesis'ten da
ha farklı görünm ez - yani hep olm uş bir şey, h er zam an Phönix,
her seferinde -şim d i değişkenlik adını a la n - değişmez olana ita
atk âr geri dönüş. Toplam da, alacakaranlığın Fixum 'da89 takılı
kalmasıyla, şaşırtıcı olan, hem en her yerde kaydedilm eden kalır
veya olmuş olanla kapanır önü. H enüz-Bilincine-Varılmamış’ın
sü rekli sefer yapılan devasa psişik krallığı şim diye d e k keşfedil
meden kalm ış veya keşifleri fark edilmemiştir. Aynı şekilde: He-
nüz-Bilincine-Varılmamış'a bağlı bir kavram olan Henüz-Olma-
m ış-O lan'ın devasa p sişik krallığının istikrarı bozulm am ış; buna
yakından bağlı, Anamnesis'in erişemeyeceği, cephe, Novum, nes
88 Hayat hamlesi.
89 Sabit olan.
179
nel imkân gibi gerçek kategoriler, Marx’tan önceki dünyada ka
tegorik bir öğretinden m ahrum kalm ıştır. Epigon [taklitçi] sade
ce, üretkenliğin ondan önce inşa edip süslediği yürünebilir so
kaklarda eğleşir daim a; Yeni'nin tesbitinde ise, şim diye kadarki
üretkenlik bile sanki sadece takli tçiliği bilirm iş gibi davranır.
Burjuva sınıfının çöküşü, gerici R om antizm in çok ö tesinde, A u-
rora.90 kavram ından duyulan m em nuniyetsizliği kesinleştirm iş
tir. Ve -şim d i söylenecek olgunluğa eriştiği ü z e re - ancak bugün
kü zamanın olum lu deneyimükavranışı, yani o n u n gelmekte olan
içeriğinin onaylanm asıdır ki, gençliğin, çağ dönüm lerinin, k ü l
türel üretim in tahak k u k u n u ü stü ö rtü lü haliyle gerçekleştirm iş
olan bir bilinç duru m u n u n tanım lanm asını sağlar. Ancak bizim
bugünüm ü z, Henüz-Bilincine-Varılmamış'ın ve dünyada H enüz-
O lm am ış-O lan'da onu n la bağlantılı olan h akkında b ir teorinin
ekonom ik -to p lu m sal ö n k o şu lların a sahiptir. H er şeyden önce
a rtık esas itibarıyla O lm uş-B ulunanla değil Yükselip G elm ekte
O la n ın eğilim iy le b a ğ la n tılı b ir b ilm e k a v ra m ın ı ilk o larak
M arksizm dünyaya getirm iş, böylece ilk defa o larak geleceği te-
orik-pratik açıdan ellerinin arasına almıştır. Sözkonusu eğilimi
bilmek, A rtık-Bilincinde-O lunm ayan’a ve O lm uş B ulunana, an
lam larını korum alarının im kanını, yani telâfi edilm iş olm adıkla
rını hatırlatm ak, yorum lam ak, açım lam ak bakım ından bile sırf,
zorunludur. M arksizm b u şekilde, ütopyanın çekirdeğini k u rta
rıp bugün e taşıdığı, som uta getirdiği gibi, idealist eğilim diya-
lek tiğ in in k in i de k urtarm ıştır. R om antizm ü topyayı anlam az,
kendisininkini bile anlam az, fakat som u tlaşmış ütopya Rom an
tiz m i anlar ve ona nüfuz. eder - ark aik ve tarihsel u n surların,
onun arketiplerinde ve eserlerinde, henüz dillenm em iş, telâfisi
yapılm am ış birşeyleri içerm eleri ölçüsünde. En ileri bilin ç bu
şekilde hafız anın ve u n u tm u şlu ğ u n içinde de batm ış ve kapan
m ış bir uzam olarak değil de açıkta, sürecin ve cephenin uza
m ında çalışır. Bu uzam ise m ünhasıran ileriye d ö nük alacaka
ranlıkla d o lu d u r - anlam ını koru m ak ta olan [bir] geçmişe ait
örneklerinde de öyledir; bir H enüz-Bilincine Varılm amış'ın bi
lince ehil, bilm eye ehil canlılığıyla doludur. R om antizm in arka
90 Şafak ilahesi.
180
ik-tarihsel niteliğiyle salt antika kaynaklara, yani yanlış b ir de
rinliğe çekilmiş olduğu yerde, ütopik bilinç, Olacak O lan'dakini
iyice özgür kılm ası yanında, eskinin içindeki yükselip gelmekte
olanı da özgürleştirir. G erçek d erinliği keşfeder: yükseklerde,
daha da aydınlık olanın alacakaranlığının görüldüğü, m a ydtnhh
bilincin yüksekliğinde.
181
miz, sahici-olm ayan gelecek. Bedensel içgüdülerde birçok şey
hâlâ karan lık görünür, sinyal sistem lerinin araştırılm ası henüz
bitm em iştir, içgüdüdeki güdüleyici im gelerin yaşam ının -o n la ra
. istikam et vererek sıyanet eden şeyle b e ra b e r- bulm acası, şayet
varsa böyle bir şey, çözülm üş değildir. Hayvanı ihtiyat içgüdü
sünde hem geçmişe, hem bugüne hem geleceğe tüm üyle birbir-
leriyle bitiştirerek sahip görünen ve tü rü n işlerinin ölçüsü içeri
sinde bunlara görece hâkim bulunan etkinliği öğrenmek de, in
sani seziş için, eşiği ne kadar düşerse düşsün, zordur. Yine de
şundan daha kesin olan b ir şey yoktur: Buradaki gelecek, tıpkı
F olklor’ü n k endisinden bahsettiği kehanetçilik gibi, tam am en
sahicilikten uzaktır, bir tekrardır, hiç değişm eyen bir çem berin
içine yerleştirilm iş bir parçadır. İçgüdünün geleceği ve ona akra
ba olan atavistik sezginin geleceği, h er başlangıçta, hep aynı ba
samakta aynı şeye başlar, aynı şeyi kavrar. Ü retken seziş ise, il
ham denen şeyin suretinde bile olsa, kendi kendinin bilincine
varm ış içgüdüden çok başka b ir şeydir. K enarda köşede, boğuk
ve isli kalmaz, başından itibaren kuvvette ve sıhhattedir. Kendi
kendinin açıkça bilincindedir o, Henüz-Bilincine-Vanlm am ış’ın
bilincindedir, uyanık haliyle öğrenm e neşesi taşır, önceden-gö-
rürken etrafına bakm a, b ü tü n ü görm e yeteneğine, evet, öngörü
sü nde ihtiyatlı olma91 yeteneğine sahiptir. G ençlikle, çağ d ö n ü
m üyle, ü retim le başlayan sahici Seziş, hayvani hele parapsişik
durum larda değil insani hallerde pekâlâ kendini evinde hisse
der, dim dik ayaktadır. 1525’teki Alman köylüleri, Fransız, Rus
devrim lerinin kitleleri, sloganlarının yanında bir nevi devrim in
güdüleyici im gelerine de sahiptiler: İstikam eti “Ça ira” veriyor
du. Fakat güdüleyici im geler sahiden geleceğe ait bir m ekân ta
rafından çekiliyor ve aydınlatılıyordular: Ö zgürlük krallığı tara
fından. Ö lüm vakalanm veya piyangoda kazanacak num aralan
önceden görm e yeteneği d en en şey, belli k i y ü k sek derecede
üretken b ir edim değildir. En kuvvetli uyurgezerlerden biri, Pre-
vost Kâhini, Ju stin u s K em er’in zam anında yayım ladığı açıkla
m alarınd a şöyle d er (R eclam , s. 274): “D ünya bana göre bir
çemberdir, b u çem berde ö n ü m e ' de arkam a da bakabilir, ne ol
183
masıyla. Aynı zam anda, reel olarak m üm kün olanın öncelemesi-
ni ifade eden gündüz d ü şü n ü n hep vurguladığım ız farkı da yeni
b ir açıklık kazanır böylece: salt wishful thinhing'de ü topik işlev
hiç yoktur ya da ancak bir çakım olarak varolur. Ibsen, Rosm ers-
holm'de, U lrich Brendel'in şahsında, ‘salt' plan yapan birinin ya
ni verim siz b ir plan-yapıcının dokunaklı b ir resm ini çizmiştir.
Asla dokunaklı olm ayan çok daha aşağı bir düzeyde, “H aydut
la r ı n Spiegelberg'i, ütopikliğiyle böbürlenm e sanatının örneği
dir; kıyas edilemeyecek kadar yüksek b ir düzeyde ise M arki Po
sa,92 salt soyut-kaziyeci [postüla koyucu) olan haddinden fazla
büyük saflığıyla bu tarza dahildir. Yalın w ishful thinking kadim
den beri ütopyalan i tibarsızlaştırm ıştır, gerek politik-pratik yön
den gerekse arzulanabilir olan başka h er şeyi ilan/ihbar tarzı yö
nünden; sanki her ütopy an ın m utlaka soyut olacağına dair ka
bulüyle. Şüphesiz soy u t ü to p y a k u rm a d a ü to p ik işlev h en ü z
hamdır, yani büyük ölçüde arkasında katı bir özne yoktur ve re-
el-m ü m k ü n o lan la b ağ lan tısı b u lu n m a z . D olayısıyla kolayca
sapmaya düşer, ileriye, daha iyiye d ö n ü k hakiki eğilimle tem as
tan yoksundur. Ne var ki en az geliştirilm em iş ü to p ik işlevin
ham lığı (hayalâ t) k ad ar kuşkulu olan [tutum ), H alihazır'a sap
lanm ış darkafalıhğın çok yaygın ve elbette olgu nlaşm ış kof söz
lülüğüdür, am pirisistin at gözlükleridir, b u n u n gibi dünyaya bir
anlam katm ayan tutum lardır; kısacası, şişm an burjuvayla ser
sem pratikçinin, öngörücü/önceleyici olanı toptan, baştan aşağı
reddetm ekle kalm ayıp aşağıladığı bir yoldaşlıktır bu. Evet, bu
koalisyon, arzulanabilir olanın, hele ileriye götürenin her tarzın
dan duyduğu tiksintiyle, son ■olarak, gayet tutarlı b ir biçim de,
nihilizm i de katm ıştır kendine. Tam d a n ih iliz 'l kadirdir, anti-
ütopik olanı yaymaya - tıpkı şurad ak i gibi: “A rzuda, Varoluş
Varlığını, Endişe’de sadece kavranm am ış olm akla kalm ayıp ta
hakkuku hiç düşünülm eyen ve beklenm eyen im kânlar üzerin
den tasarlar (!). Tersine: Salt arzulam anın o lu ştu rd uğu tarzda
• Kendini-Önceleyen-Varlık'm hâkim iyeti, fiili im kânların anlaşıl
m am asını b erab erin d e getirir... A rzulam ak, anlayarak kendini
tasarım lam anın, - k i Dünyaya Fırlatılm ış o larak, im kânlar sade
185
sezgisi içindedir. Cephe bilinci b u n u n için en iyi ışığı verir, ü to
p ik işlev beklenti d u y u su n u n kavranm ış etkinliği olur, U m ut-
Sezgisi dünyada g ü n d ü ze dair her şeyle ittifak kurar. Ü topik iş
lev, infilâk ettirici olanı anlar, çünkü kendisi de yoğunlaşm ış bir
şekilde tam budur: o n u n Ratio'su, m ilitan .b ir iyim serliğin takat
ten düşü rü lm em iş aklıdır. Aynca, u m u d u n eylem sel içeriği bi
linçli olarak aydınlanmış, bilerek açıklanm ış olum lu ütopik işlev
dir. U m u d u n önce tasa^vvurlarda tem sil edilen, reel yargılan an
siklopedik olarak incelenen tarihsel içeriği, insanî kültürıln so-
m ut-ütopik u jk u demektir. D octa spes’in93 kavram sal bileşimi, Ra-
tio'daki beklenti duyusu olarak, beklenti d u y u su n d ak i Ratio ola
rak, bu id rak ü zerinde çalışır. O nda ağır basan, -k a d im d en b eri-
O lm uş O lan'a ilişkin olan gözlem değildir de artık, Süreç'e katı
lan, Süreç'le birlikte çalışan tavırdır. Bundan ö tü rü d ü r ki bu ta
vır, M arx'tan beri, ucu açık O luş'a kapalı değildir yöntem sel ola
rak, Novum da m addeye yabancı değildir artık. O zam andan beri
felsefenin izleği, m ünhasıran, tasviri-m üdahaleci bilincin ve bil
m e/bilm iş olma dünyasının sona erdirilm em iş bir yasallıkla be
lirlenen O lm a alanının Topos'unda yer alır. Bu Topos ilkin M ark
sizm tarafından bilim le keşfedilm iştir - sosyalizm in ütopyadan
bilim e doğru gelişmesiyle.
187
“davanın d ü şü n ü ”94 bilinçle sürdüren, yönlendiren ve insanileş
tiren b ir Fazla’ya d önüşür. N esnel etk en kendi başına yetm ez
b u n u n için, d ah a ziyade, nesnel çelişkiler öznel çelişkilerle etki
leşim i çagm rlar sürekli. Yoksa, nesnel çelişkilerin onlarla kaplı
dünyayı devrim e uğratm ak için yeterli olduklarını söyleyen nes
nelci bir otom atizm in neticede bo zguncu nitelikli sap k ın öğreti
si çıkar ortaya. H er ikisi, hem öznel hem nesnel etken, b ö lü n
mez, yalıtılm az nitelikteki daim i diyalektik etkileşim leri içinde
kavranm ahdırlar. Elbette burad a insani eylem kısm ı da yalıtım
dan korunm alıdır; esip üfüren ve aşırı öznel etkenliğiyle nesnel-
ekonom ik yasallığı altedebileceğine inanan' k ö tü darbeci akti
vizm den sakınm alıdır. Lakin d ü n y an ın ken d iliğ in d en daha iyi
olacağına dair bâtıl inancıyla sosyaldem okrat otom atizm de da
h a az zararlı değildir kendi içinde. Demek, öznel etken olm adan
hal çaresi yoktur; b u etkenin derinlik b o y u tu n u dikkate alma
m ak da aynı şekilde im kânsızdır: H alihazır'ın kötülüğüne karşı
hamledir, H alihazır'daki k ö tü n ü n kendi içinde ortaya çıkan çe
lişkilerin o n u n tam am en altın ın oyulm ası ve yıkılması doğrultu
sunda seferber edilmesidir, derinlik boyutu. Ama özn el etkenin
derinlik boyutu tam da bu nedenden ö tü rü kendi karşı ham le-
sindedir, ç ü n k ü b u ham le sadece olum suz[layıcı] olm ayıp, aynı
zam anda öngörülebilir/tasavvur edilebilir bir başannışlığın ta zy i
kini içinde b a n n d ın r ve ütopik işlev içinde bu ta zy ik i tem sil eder.
Şimdi mesele, öngörüyle tasavvur eden karşı ham lenin salt
güzelleştirici ham leyle tem as ed ip etm ediği ve n e ölçüde temas
ettiğidir. Ö zellikle, salt güzelleştirici o lan ın , pek âlâ fazlasıyla
ışık tutm ak la birlikte, çoğunlukla b ir karşı ham le olm ayıp hali-
hazırdakinin salt cilâlanm ası niteliği taşıdığı durum da. Ve arka
sında asla devrim ci b ir m isyon olm adan, apolojetik [özürcü) ya
ni özneyi H alihazır’la u zlaştıracak bir m isyonla. Sınıflı to p lu
m un, gerçi ü retici g ü çlerin gelişm esini hâlâ teşv ik etm esiyle
189
kan karışıklıklar, anılan eklem eleri/tam am lam aları kültürel faz
lalarıyla birlikte o lu ştu rab ilm ek için bile, ü to p ik işlevden bir
ödünç alm ayı zo ru n lu kılar. Bir çağın hâk im fikirleri olarak ide
olojiler, çarpıcı Marx cümlesiyle, egem en sınıfın fikirleridir. Fa
kat bu sın ıf da kendine yabancılaşm ış olduğundan, k en d i sınıf
sal esenliğini tüm insanlığın esenliği olarak sunm ak, [yani] ya
bancılaşm ış bir dünyaya dair o özlem ve aşıp geçm e imgesini,
özellikle burjuvazi nezdinde ‘k ü ltü r’ denen ve ü to p ik işlevin as
lında yabancılaşması içinde kendini gayet iyi hisseden o sınıfın
içinde bile kısm en işlediğini gösteren o im geyi [benim sem ek]
bile o n u n ideolojisinin çıkarına değildir. Bu işlevin asıl, nere
deyse tam am en, bu sınıfların henüz devrim ci nitelik taşıyan ide
olojilerine can verm iş olması, doğaldır. Ü topik işlev olm aksızın,
zaten erişilm iş ve h alihazır olan ın ötesine geçen h içbir tinsel
fazlanın izahı m ü m k ü n değildir, isterse bu Fazla, zu h u r ediş ye
rine [salt) görüntüyle d o lu olsun. B unun için d ir ki her öngörülü
tasa^vvur ü to p ik işlevin ö n ü n d e kanıtlar kendini ve ü to p ik işlev
bu tasavvurdaki fazlaya her tü rlü içeriğiyle elkoyar. Herde göste
rileceği gibi, ilerici olm uş olan çıkarlardaki içeriğe de, ait old u k
ları toplum la beraber b ü sb ü tü n zam anları dolm am ış olan ideolo-
jilerdekine de, henüz üzeri kaplı olan arketiplerdekilere de, henüz
soyut olan ideallerdekine de, henüz statik d u ru m d ak i alegoriler
deki ve sembollerdekine de.
190
her an kudretli bir bencil çıkarcılık devredeydi. Şayet bu zem be
rek gevşeyecek, o n u n yerini diğerkâm sa ik le r almış olsaydı,
M endeville’in a n fablında gayet sin ik b ir sahicilikle gösterdiği
gibi, tüm kapitalist işleyiş d u ru p kalırdı. Ama yine de: O zam an
ki girişim cilerin çoğunluğunda bencil itki b u derece çıplak ha
liyle g ö rü n ü r olsaydı, çok zam an en azından frenlenm ez m iydi
kapitalizm in işleyişi? K endi kendisine, yani içe d ö n ü k olarak da
ve bilinçli kabalıktan farklı olarak, daha soylu, daha m üşterek
birşeylere örnek olsaydı, evet, öznel olarak sahicilikten çok da
uzak olm ayan b ir düş k u rm u ş olsaydı önceden? Bu nedenle, ya
pay anların ötesinde, o zam anların sahici bencillerin içinde bu
lunduğu hal gözardı edilemez; saygın ve görünüşte insancıl bir
tarzda ‘nam uslu’ den en k â n elde edebilm ek için diğerkâm maze
re t ve te lk in le rin de z o ru n lu o ld u ğ u bir h a ld ir bu . N ite k im
Adam Smith’te selfish system’de®5 içe d ö n ü k olarak da yanlış b ir
bilincin h a d a n görünüyordu ve b u n lar Kalvinizm de sıklıkla ol
duğu gibi yırtılm ış ve parçalanm ış değildi, tersine öznel açıdan
d ü rü st ve düzlenm işti. K endinden em in, vicdanı temiz, saygıde
ğer tüccar ve girişimciyi, onun gerçekten de nam uslu kâra ina
nışını, öncelikle o n u n kendisini arz-talep o yununda tüketicilere
hayır işleyen birisi gibi görm esini yansıtan hatlardı bunlar. Tabii
söz konusu olan, ödeme gücüne sahip tüketicilerdi, yani em ek
ü rü n ü n ü n kendilerine satılm asıyla, işçilerden k o p arılm ış artı
değerin paraya dönüştürülebileceği tüketiciler. M am âfih o temiz
vicdan, kapitalist çıkarın sürekli kendisini tüketicinin çıkarıyla,
o n u n tatm iniyle ilişkili kılm a zorunluluğuyla tahkim ediyordu
kendisini. Karşılıklı m enfaate dayanan temiz vicdan, ayrıca, b ü
tün insanların büyüyen m übadele gücüne sahip serbest tacirler
olarak görülm esiyle de güzelleniyordu; onların gayet iyi idrak
ettikleri kendi çıkarları, böylelikle h usule gelecek olan toplam
faydayla dengelenecekti. B ütün b u özellikleriyle kapitalist ikti
sat, nihayet keşfedilm iş yegâne dogal iktisat olarak görünüyor
du; Smith tam desteğini onca ayrıntılı ve... ü to p ik b ir biçim de
verm işti ona. Yani bizzat çıkarın kendisi ü to p ik b ir tesir altın
daydı; daha d o ğ ru su o n u n yanlış bilinci böyle b ir tesir altınday-
96 Tiberius ile Gaius, Eski Roma’da M.Ö. l20’lerin başında alt sınıflar lehine re
formlara teşebbüs eden ve asillerin oluşturduğu senato çoğunluğunca öldür-
tülen iki kardeş.
192
hası: buradaki çıkar yanılsam adan ibaret değildi; yoksa sosyalist
açıdan, insan haklarının hiç de sadece özel iktisada tabi olarak
düşünülm eyen insanına, hele Citoyen'e atıfta b u lu n m ak m üm
kü n olmazdı. Citoyen’in vaadi - bu vaad açık ki ancak sosyalist
çe yerine getirilebilir. H er halükârda tutulabilir b ir vaaddir bu,
dem ek o zam anlar bizzat burjuvazinin çabasının içinde, ütopya
nın yardımıyla yaratılmış bir fazla/artık m evcuttu. Citoyen’de ah-
lâken soyutlanan, yani sahici bireysel insandan aşırılan toplum
sal hissiyatın, o insanların artık burjuva-bireyci olm ayan kendi
güçleriyle, önce b ir birleştirilm esi gerekir. H er ne ise, o zam an
lar “erdem ” denen bu hissiyat pekâla m evcuttu, bu d u rum da sa
dece b aru t sağlayıcı olarak değil fazla/artık olarak da m evcuttu -
böyle olm asaydı, gerçek Jakobenlerden geçtik, bir Jefferson'ın
ne şerefi kalırdı? Yani henüz itki aşam asında, şayet zam anına
göre ilerici bir itkiyse bu, tu tu n m ası m ü m k ü n olan başka bir hat
etkisini gösterebilir, dolaysızca teşvik edilecek ilerlem enin ötesi
ne giden bir h attır bu. A hlaken tevarüs edilebilir bir hattır; tıpkı,
biçim lendirilm iş, esere dön ü şm ü ş fazlanın/artığın esas ideolojik
bilinç tarafından k ü ltü rel olarak tevarüs edilebilir olm ası gibi.
İyi olan, hatta En İyi olan, geçm işte defalarca arzulanm ıştı ve sa
dece büyük ölçüde arzulanm ış olarak kaldı. Fakat tam da bu Ar
zulama erişemeyen b ir arzulam a olduğu içindir ki, halihazırda
erişebilir olduğuyla, yani bu durum da kapitalist toplum la örtüş-
mediği noktada, k u rtu lu şa doğru y ü rü y ü şü n ü sürdürür. Ü topik
işlev yanılsam anın bu kısm ım söküp alır; öyle bir etkisi vardır
ki onun, insana dost olan her şey giderek akraba hisseder kendi
ni birbiriyle.
193
türlere refakat etmiş olan, kendi çağına ilişkin salt yanlış bilinçle
de değil. Elbette, ideolojinin kendisi işbölüm ünden, m ad d i ve
tinsel em ek arasın d a kadim k o m ü n d en sonra çıkan ayrım dan
kaynaklanır. A ncak b u nd an itibaren, tasarım lar kurm aya m üsait
boş vakti olan bir grub u n , b u sâyede kendini ve en önce başka
larını aldatm ası m ü m k ü n oldu. D em ek ideolojiler zaten aileden
egem en sınıfın ideolojileri oldukları için, ekonom ik kökenlerini
inkâr ederek, söm ürüyü peçeleyerek, m evcut toplum sal du ru m u
m eşrulaştırırlar. B ütün sınıflı toplum larda resim budur, burjuva
zideyse en belirgindir. M amâfih b u toplum ların ideolojik oluşu
m unda, çok değişik değer ölçeklerine ve tinsel açıdan ziyadesiy
le ‘tinsel' olan üstyapıya ilişkin değişik görev tanım larına sahip
üç evre vardır: h azırlık evresi, m uzaffer evre, d ü şüş evresi. Bir
ideolojinin hazırlık evresi, o zam ana d ek egemen olan sınıfın
köhne üstyapısının karşısına taze ilerici üstyapıyı çıkartarak, he
nüz sağlam laşm am ış olan kendi altyapısına yardım cı olur. Sonra
kendisi egemenliğe erişen sınıf, - b u evreye öngelen devrim ci it
kileri bir tarafa bırakarak, aynı zam anda kısm en az veya çok
klasik “dengeciliğe” de başvurarak-, b u arada varoluş kazanm ış
b u lu n an kendi altyapısını güvenceye alıp, politik-hukuksal ola
rak sabitleyip, p o litik -h u k u k sa l-k ü ltü re l olarak güzelleyerek,
ikinci ideolojik evreyi başlatır. G erek güvencelem e gerekse gü
zelleme, üretici güçlerle üretim ilişkileri arasında geçici de olsa
b ir âhenge erişilm iş olm asıyla da desteklenir. D üşüşteki sınıf
üçüncü ideolojik evreyi başlatır: -y an lış b ilin çtek i iyi niyeti ne
redeyse tam am en yitirerek, yani neredeyse tüm üyle bilinçli bir
aldatm ayla- altyapının çü rü m ü şlü ğ ü n ü parfüm leyerek, fosforla
geceyi gündüze, gündüzü geceye çevirerek yapar bunu. Demek,
kesinlikle, sınıflı toplum da ekonom ik altyapı b u n d a çıkarı olan
bir yanlış bilincin sisiyle ö rtü lü r, b u bilincin illüzyonu içeriksel
yönden ister ateşli, ister klasik isterse dekadan olsun, ister yük
selişle, ister çiçeklenm eyle isterse süslenip püslenm iş bir kulla
nım la eklem lensin. Sözün kısası, hiçbir söm ürü kendisini çıplak
gösterem eyeceği için, ideoloji bu y a n ıy la , bir toplum un yanlış
bilinç yardımıyla kendini m eşrulaştırdığı ve nurlandırdığı tasa
rım ların yekûnudur. Ama şimdi: k ü ltü r üzerine d ü şü n ü ld ü ğ ü n
d e her zam an, -ü ç evrenin ahlâkî ve içeriksel olarak öylesine de
194
ğişik ahvalde olm asından da anlaşılabileceği g ib i- ideolojinin
başka bir ya n ı da gösterm ez m i kendini? Salt yanlış bilinçle ve
salt, tarihsel olarak b itm iş bir sınıflı to p lu m u n apolojetiği97 ile
tüm kapsam ıyla örtüşm eyen y an ıd ır bu ideolojinin. Marx Kutsal
Ai le’de ideolojinin eleştirel yanıyla ilgili v u ru c u bir şey söyler:
‘“Fikir’, ‘çıkar’d an farklı olduğu sürece hep rezil etti k en d in i”. Ve
bu cümleyi, burjuva to plu m u n u n Fransız materyalizm iyle başla
yan kendine dair içgörüsüne^ bağlar; Labrnyere, Larochefouca-
uld, özellikle de H elvetius, gayet iyi k avranan kişisel çıkarın
tüm bu ah lâk ın tem eli o lduğunun idrak edilm esini sağlamıştır.
Ama Marx aynı yerde şöyle devam eder: “Diğer taraftan, kitle
selleşen, tarihsel olarak kendini kabul ettiren h er ‘çıkar’ın, dün
ya sahnesine ilk çıkarken, ‘fikri’ veya ‘tasarım ı’ ile kendi ■sahici
düşüncesin in çok ötelerine uzandığını ve kendisini insanlığın
çıkarı ile karıştırdığını kolaylıkla kavrayabiliriz.” Ilüzyon veya
“F ourier’nin her tarihsel çağın sadâsı” dediği şey, bu yolla olu
şur. Zira bu şekilde oluşm uş h er illüzyon, bir toplum un kendi
beşiğine çelenk yaptığı coşkun çiçekler dışında, d u ru m a göre,
M arx’ın E konom i-P olitiğin Eleştirisine G iri ş’te Yunanlıları h atır
lattığı gibi, “belirli bir bağlam da norm ve erişilm ez m odel adde
dilen” sanatsal y aratılan da içerir. Ve böylelikle, kültürel m iras
sorunu y a n ıyla ideoloji soru n u n a da girm iş oluruz; üstyapı eser
lerinin, toplum sal tem ellerinin çöküp gitm esinden sonra da kül
türel bilinçte kendilerini geliştirerek yeniden üretilm elerinin ne
deniyle ilgili so ru n d u r bu. Üç evre arasındaki içeriksel farklar
tam da burada gözardı edilemez, etkisini sürdürm ekte olan Tua
res agitur98 asla o zam ana kadarki sınıflı toplum lardan birisinin
yükselişiyle, onu n devrim ci evresiyle sınırlanm adığında da, gö
zardı edilemez. H atta tam da o zam an, burada kastedilen, mese
lenin öteki yanında m ukim fenom en: kültürel a rtık/fa zla , iyice
görünür hale gelir. Ç ünkü, gelişmiş ve ay n ı zam anda geleceğe
yol gösteren sanatın, bilim in, felsefenin g örünüm ü olan bu fe
nom en, bir toplum un klasik evresinde, onun, H alihazır’a karşı
ve H alihazır’ın ötesine yönelen itilim inin elbette daha güçlü ol
97 Özürcülüğü, bahaneciliği.
98 Bu senin meselendir! Horace’ın eserinde: “Komşunun evi yanıyorsa, bu senin
meselendir!”
195
duğu devrim ci evresindekinden çok daha zengin biçimiyle kar
şımıza çıkar. Ve sanatın, bilim in, felsefenin çiçekleri, bir toplu
m un kendi üzerinde d u rm u ş ve onun güzellenm esi için kulla
nılm ış olan, durduğu yere sabitlenm iş yanlış bilinçten çok daha
fazlasını anlatırlar. Bu çiçekler pekâlâ ilk toplum sal-tarihsel ze
m in lerin d en yukarı kaldırılabilirler, ç ü n k ü , cevherleri gereği,
bağlı değildirler oraya. A kropolis köleci egem enliğine, Strass-
burg K atedrali feodal toplum a aittir gerçi, fakat m alûm , bu te
mellerinin geçip gitmesiyle birlikte geçip gitmiş değildirler ve o
tem ellerden farklı olarak, ne denli ilerici olm uş olurlarsa olsun
lar o zam anki ü retim ilişk ilerin d en farklı olarak, yakınılacak
şeyler taşımazlar beraberlerinde. Büyük felsefi eserler gerçi ken
d i zam anlarının idrak/bilm e kısıtları nedeniyle daha çok zam an
larına bağlılık ve dolayısıyla geçicilik içerirler; fakat onlarda da,
o nları tem ayüz ettiren ve M üstakbelin, Aslolanın derinliklerine
b ak m a la rın ı sağlayan b ilin ç y ü k se k lik le ri say esin d e, sadece
özetleyici b ir yuvarlam aya değil d aim a y eni perspektifleriyle
ebedi gençliğe dayanan o sahici K lasik k en d in i gösterir. Sym po-
. sion'da,99 Ethica'da, 100 hele Tinin Fenom enolojisi’n d e aşağıya çö
ken, geçip giden görünüşteki sorunlar ve m ekâna-zem ine bağlı
ideolojidir sadece, oysa Eros, cevher, özne olarak cevher, tüm
değişim lerin ortasında hedefin çeşitlem eleri olarak dururlar. Kı
sacası, bü y ü k eserler ilk günlerinin zam anında olduğu k ad ar ye
tersiz de değildir, ilk günlerinin zam anında olduğu kadar harika
da değildir: daha sonraki b ir harikaya, evet, ‘son harika' olarak
yönelinebilir b ir harikaya yetenekli olm alarıyladır ki, yetersiz
liklerini de ilk harikalıklarını da sıyırıp atarlar üzerlerinden. Her
Klasik'teki klasik u n su r aynı şekilde h e r çağda devrim ci rom an
tizm olarak da hazır b u lu n u r; geçm işten değil gelecekten gelen
ve bizzat d o lu dolu gelecekten ko n u şan , geleceğe h itap eden,
daha öteye çağıran, ileriyi gösteren görev olarak ve çözüm ola
rak. Fakat bu, daha m ütevazı ölçüleriyle de, ancak, ideolojiler
bu ya n la rıyla kendi tem ellerinin yanlış bilinciyle ve kendi tem el
lerine dö n ü k aktif çalışmayla tüketilm edikleri için m üm kündür.
197
dahi b u lu n an o gündüz olarak. Şimdiye kadarki b ü tü n büyük
kültür, çağının zengin u z a k g ö rü şlü yüksekliğinde yaratılm ış
imge ve düşüncelerle inşa edilebildiği, yani salt kendi çağının
içinde ve kendi çağı için kalm adığı ölçüde, b ir Başarılm ışın ön-
görünüşüdür.
Şüphe yok, daha iyi yaşam dü şü , tüm b u n lar neticesinde çok
yaygın algılanır. Veya, Ü to p ik O lan alışılagelen küçüm seyici an
lam ı dışında, sadece verili öngörülü tasavvur anlam ında değil
de kapsayıcı işlevsel anlam ıyla kullanılır - ki b u da aynı şey d e
m ektir. Böylece g ö rü n ü r ki: Ü topik olanın genişlik ve derinliği,
bir kere sadece tarihsel bakış açısından bile, o n u n en popüler
g ö rü n ü m ü n e uzanm az: Devlet ütopyası, kısıtlayıcıdır. M antıken
d ah a iyi yaşam d ü şü so sy al-ü to p ik babaevinden çok ötelere,
kültürel öngörücü-tasavvurun her tü rü n e erişir. Kendi tam am -
lanm ışlığının sın ırların a sü rü len her plan ve h er yaratı, ütopya
ya temas etm işti ve belirtildiği gibi, özellikle, gittikçe daha ileri
ci bir etki yaratan b ü yük k ü ltü r eserlerinde, salt m ekâna ve ko
num a ait ideolojinin ötesinde bir a rtık/fa zla vardı - kültürel m ira
sın Esasından daha az b ir şey de değildi bu. Şimdiye dek öylesi
ne sınırlı k avranan öngörücü tasavvur k u d retin in genişletilm e
sine, l 918'de, E rnst B lo ch 'u n "Ü topya T in i” ile b aşlanm ıştı;
şimdiye kadar gerçeklikteki b ir H enüz-[V ukua-] G elm em iş'in ta
m am en dışındaym ış gibi m uam ele edilen, oysa ona ait olan ve
onun ifade kazanm asıyla m eşgul bulunan tanıklara, tezyinata ve
figürlere dayanarak. K endi özdeşleşm em iz ve b u n u n la yüküm -
lenişim ize giderek d ah a uyum lu olan yönelim im izi fark etm ek,
k ü ltü rd e n asalakça alınan hazza b ir so n verir; k ü ltü r eserleri
stratejik b ir biçim de açılırlar böylece. M amâfih, Ü topyanın ifa
desinin ve saldırısının, fuzuli yanlış anlam alar olm adan, yöne
lim lere ve çıkarlara da nakledilip nakledilem eyeceği, b u n u n ne
ölçüde yapılabileceği ve gerekip gerekm ediği meselesi bakî k a
lır. Asla geçm işe ait olm ayan, te rsin e tam am en halihazır-yeni
olarak sosyalizm in bilim e d air ütopyasının vuku bulm uş geliş
m esi içinde yer alan yönelim ve çıkarlar söz konusuysa... Gerçi
term inoloji tarihinde, d ah a ö nceki b ir kelim e anlam ının, ona
yapışmış olum suz çıkarım ları kısm en elenerek genişletilm esine
dair çok ö rnek vardır; örneğin ro m antik kelim esi böyledir. Biz
198
zat ideoloji kavram ının anlam lan arasında, çok daha b ü yük bir
ayrıştırm aya gidilm iştir; bu ayrıştırm a tem elinde Lenin, sosya
lizm i devrim ci proletaryanın ideolojisi olarak adlandırabilm iş-
tir. Buna rağm en, öngörücü tasavvur kudreti, açık uzam ıyla, ile
riye d ö n ü k gerçekleştirilecek ve kendini gerçekleştiren nesne
siyle, ki yukarda b una -ü to p ist olandan ve salt soyut ütopyacı-
lıktan a y ıra ra k - so m u t ütopya dedik, neredeyse hep, örneğin
R o m a n tik 'in “d ev rim ci ro m a n tiz m ”le, td e o lo jik 'in “sosyalist
ideoloji”yle tecrübe ettiği term inolojik tashih ve genişletm enin
tam am en dışında kalm ıştır. Oysa üstelik, öncelikle teknolojik,
m im ari ve coğrafî ütopyalar alanında, aynca neticede arzu m u
zu n “z a te n ”in in , “a s lın d a ”sın ın e trafın d a d ö n e n ve d ö n m ü ş
olan tü m alanlarında, nesnel b ir biçim de ve dolayısıyla kavra
mın hakkıyla ü to p ik ‘işlev kategorisi’ h ü k ü m sürm ekteyken...
G ayet iyi an la şılıy o r: H a lle d ilm iş Ü to p ist O la n ’ın b ilg isi ve
ric'atiyle, soyut ütopyanın bilgisi ve ric'atiyle. Ama so n ra geri ka
lan nedir? İleriye d ö n ü k d ü ş ü n h allo lm ad an kalm ası, sadece
burjuvazin in itibarsızlaştıracağı docta spes: Ü topizm den gayet
iyi düşü n ü lerek ve gayet iyi tatLikle yapılm ış ayrımla, ciddiyetle
Ü topya denebilir buna. Kısalığı ve yeni keskinliği ile bu ütopya
ifadesi artık, Yeni Olana dair yöntem sel organ, Y ükselip G elm ekte
O lanın nesnel m adde hali anlam ına gelecektir. D em ek b ü tü n b ü
y ü k k ü ltü r eserleri, gerçi h e r zam an G o eth e’n in F a u st’u gibi
explicitem olmasa da im plicite,m b u şekilde anlaşılm ış bir ü to
p ik ardyöreye sahiptir. Felsefi ütopya kavram ı açısından bunlar
artık, yüksek türden b ir ideoloji şakası değil, bilinm iş u m u d u n
yoluna ve içeriğine ilişkin denem elerdir. Ü topya, ideolojilerden
kendisine ait olanı ancak böyle alabilir; ve bizzat ideolojinin b ü
yük eserlerinde tarihsel olarak etkisini sürdüren ilerici u n su ru
açıklayabilir. H er b ü y ü k ifadenin son yüklem inde, Strassburg
K atedrali’nde ve İlâhî Komedya'da, B eethoven’in beklenti m üzi
ğinde ve âyin m üziğinin havada tınlam ayı sü rd ü re n B m inör
notalarında, Ü topya Tini vardır. Yitik olarak b ile b ir U num ne-
cessarium'O3 içeren u m u tsu zlu k ta ve N eşe’ye kasidede Ü topya
112 Hetaira: Eski Yunancada “kadın arkadaş": güzel olduğu kadar zeki ve eği
timli, bağımsız-profesyonel kibar-seçkin fahişeler. Bu konuda ayrıca bkz. 23.
Bölüm.
203
-ü ç lü diziye ilişkin h ip o tetik yaklaşım ı bir kenara b ırakırsak-,
gerek alegorik gerek dinsel-sem bolik form ve ilişkileriyle daha
kapsamlı şekilde kataloglanm ış da olm uyorlardı. Yine de, tam da
R om antizm in çalışmasıyla, ü to p ik açıdan belirleyici olan şey ay
d ınlanıyordu: A rketiplerin, başlangıçta P lato n ik fikirler an la
m ında ilksel/kadim im gelerle St. A ugustinci b ir tarzda uyum lan-
drnlm ış olm alarına rağm en, b u n u n la ve burad ak i saf hatta aşkın
idealizm le pek az alâkalan vardır ya da hiç yoktur. Onlar, aktarı
lan örneklerden de çıkarılacağı gibi, esasen, [somut] durum lara
-ö n celik le de şiirsel-imgesel fantezi alanındakilere- bağlı yoğun
laştırıcı kategorilerdir, yoksa, Platonik fikirleri türsel olarak kişi-
leştiren kategoriler değil. R om antizm in arketipleri, daha doğru
su Rom antizm in kavradığı biçim iyle arketipler, Platonik fikirler
le yalnızca yeniden-hatırlam a denen şey aracılığıyla bağlantılıy
dılar, h er ne k ad ar yine de, değiştirilem ez fikirlerdeki farkları
g ö rü n ü r kılacak biçim de olsa bile. A nam nesis, P laton’da, ru h u n
kadim gö k y ü zü n d e b u lu n d u ğ u d ü n y a-ö n cesi h alin in y en id e n
hatırlanm ası idi; R om anizm deki yeniden-hatırlam a ise tarihsel
b ir hareket içindedir, zam an ın k en d i için d ek i kadim çağlara geri
gider, ark aik gerilem eye [regresyon] d önüşür. Bu gerilem enin
m ü m k ü n olabilm iş olm ası, göksel fikirlere P latoncu b ir yakınlı
ğı değilse de, arketiplerin ü to p ik işlevle ilişkilerinin yanlış anla
şılabilirliğini g österir - R om antizm tarafından bilhassa kullanı
lan bir yanlış anlaşılm adır bu. Sadece o geriletilm iş olarak [reg-
resyonda] tutulan arketipler, ütopyayı geriye dönük, gerici, hat
ta nihayetin d e tufanı bir hale çevirirler. O zaman, ideolojinin
alışıldık sisinden daha tehlikeli olur b u arketipler; ç ü n k ü ide
oloji sadece b u g ü n ü n ve öznenin kendi itici g ü cü n ü n idrakin
den alıkoyarken, geriye doğru b astıran ve gerilere tardedildiği
yerde tu tu l 11n arketip, geleceğe açıklıktan da alıkoyar. Bütün ar
ketipler ü to p ik b ir m üdahaleye yetenekli değildirler kesinlikle;
bu, Rom antizm 'de sıklıkla görülen gerici ütopizrnden uzak, h a
k ik i bir ü to p ik m ü d ah ale olsa bile. Salt arkaik o lan ın Pathos'u,1,3
şiirde, keza felsefede çok defa onca canlılık, büyük bir üslûp ve
ışıklı bir güç arzeden tüm alanın ıskalanm asına yol açar. Belirtil
114 Kuzey mitolojisinde dişi devin üç oğlundan en büyüğü. Tannlar onu esir
alırlar ancak öldüremezler, Tanrıların onu tabi tuttuğu sınavların altından
kalkarak özgür kalma mücadelesini sürdürür.
115 Antik çağın en gaddar egemenlerinden biri; Incil’de kötülük timsali.
116 Efsaneye göre Wilhelm/Guillaume Tell’in öldürdüğü zalim vali.
205
sum iyetin) kurtarılm asıdır, ejderha çağıdır, nihâî zaferin zo ru n
lu ön uzam ı o larak ortaya çıktığında, bizzat ejderha ülkesidir
(Mısır, Kenan, Yeni K udüs öncesinde Şeytan’ın ülkesi). En ü st
dereceden ü to p ik b ir arketip, Fidelio’n u n 117 son p erdesindeki
trom petli sinyaldir, daha yoğunlaşm ış olarak, k u rtu lu şu m üjde
leyen Leonora uvertürüdür: Bakanın (M esih’i temsil ediyordur)
gelişi, intikam cı-halaskâr Kıyamet’i, eski fırtınalar-ve-gökkuşağı
a rk etip in i cisim leştirir. Kadim am a tü m ü y le so m u t d u ru m la
bağlantılı tü rd e n b ir ark etip , şu M arx cü m lesin d e de vardır:
“T üm iç koşullar yerine geldiğinde, Galya h o rozunun çığlık çığ
lığa ötüşüyle d u yurulacaktır Alm an Dirilişi.” B ütün bu örnekler
de salt içkin olarak g ö rü n ü r ki: A rketiplerdeki ütopik unsur, as
la Arkaiklik içinde sabitlenem ez, gayet kullanışlı biçim de tarih
içinde gezer, dolaşır. Aynı zam anda, h er şeyden önce, hepsi de
arkaik kökenli arketipler değildir bunlar, bazıları ab origine [kö
kenden] ancak tarihin akışı içinde zu h u r etm işlerdir. Ö rneğin
Bastille’in yıkıntıları üzerinde dans böyledir; hidayet içindekile
rin m untazam dans çem berlerinin arkaikliğinden tam am en yeni
içeriklerle ayrılan, yeni tesirler yaratan bir kadim imge olm uş
tur. O n u n m üziği Beethoven’in Yedinci Senfonisi’dir; Asfodelos
çayırlarına118 uyacak b ir m üzik değildir bu, bahar ve Dionisos
âyinlerinin orji havasına uyacak m üzik de değildir. Arkaik köke
ni belirgin arketipler bile hep tarihsel değişim lerle tazelenm iş,
çeşitlenm işlerdir; “Fidelio”daki trom pet sinyali de, o n u n m üzi
ğinin hazırlık tem elini ve asla b ir kenara bırakılam ayacak ardyö-
resini oluşturan Bastille’e h ücum olm aksızın, içe işleyici sahici
tesirini icra edem ezdi pek. Bastille iledir ki, bu sinyalin ve k u r
tuluşun atıfta bulu n d u ğ u fırtına-ve-gökkuşağı arketipi tam am en
yeni bir kökenle tanıştı; se m â v im ito su n alanından çıkıp devrim
tarihine girdi; pekâlâ bir arketip olm akla birlikte, artık A rkaik
olanın izini taşım ıyordu. Demek, en nihayetinde arketipler sa
dece arkaik tecrübelerin imgesel yoğunlaşm aları değildir; arke
tiplerin halihazır içeriğini çoğaltan bir filiz verm işlerdir daima.
Hele, ü to p ik etki gerek kadim gerek tarihsel açıdan taze arketip-
207
beşerî malzem eden oluşm uş değildir, ne Arkaik’ten ne de daha
geç tarihten ibarettirler; bizzat doğanın kendisinde olan ikili ya
zıdan bir parça vardır bunlarda, bir tü r reel şifre ya da reel sem
bol. Reel sem bol, reel nesnedeki anlam ın, sadece o n u n insan ta
rafından kavranışı bakım ından değil henüz kendi kendisi açısın
dan da ö rtü lü olduğu b ir sem boldür. Demek, pekâla nesnede ve
nesne aracılığıyla anlam landırılan, fakat h enüz nesnede aşikâr
hale gelmemiş olanın b ir ifadesidir, insani sembol imgesi ona ■
vekalet ve onu tasvir edebilir sadece. H areketin çizgileri (ateş,
şim şek, ses şek illeri ve saire), m ü stesn a n esn elerin su retleri
(hurm a form u, kedi form u, insan yüzü, Mısır kristal formu, go
tik orm an form u ve saire) bu reel şifreleri tanınır kılarlar. D ün
yanın koyu dam galı b ir bölüm ü, m atem atiği ve felsefesi henüz
eksik bir nesne benzeri sem boller grubu gibi g ö rü n ü r böylece.
Biçim/suret öğretisi denen şey b u n u n sadece so y u t b ir karikatü
rüdür, çü n k ü reel şifreler statik değildir, gerilim içerirler, süreç-
sel suretler olma eğilim indedirler ve öncelikle de işte, bu sayede,
sem boliktirler. Bu d u ru m n esne benzeri-ütopik b ir biçim öğreti
si sorunuyla sınırdaştır, yani neticede niteliksel bir m atem atiğin,
yeniden nitelikselleşm iş b ir doğa felsefesinin u n u tu lm uş (Pisa-
gorcu) sorunsalına gelip dayanır. Ancak burada da görünür ki,
reel şifrelere geçmiş olarak doğanın devasa antika deposunda ve
daha esaslı olarak insanın eserlerinde b u lu n an nesne benzeri ar
ketipler de ancak ü topik işlev aracılığıyla aydınlatılabilir. Arke
tiplerin b u n d an sonra gelen varoluşu elbette beşert tarihtedir;
arketipler olabilecekleri şeyi, yani ü to p ik b ir m uhtev anın sıkıştı
rılmış süslem eleri oldukları ölçüde, böyledir bu. Ü to pik işlev,
geçmişin b u parçasını gericilikten, aynı zamanda M itos’tan da,
koparıp alır; böylece vuku bulan her işlevsel dönüşüm , arketip
lerin başka şeylerle dengelenm em iş yanını tanınır/fark edilir kı
lacak bir değişime uğratır.
208
ödev veya kerteriz işlevi görü r bu hedef. H edef sadece arzulan-
maya ve uğruna çabalanm aya değer olm akla kalm ayıp M ükem
m el olanı da içeriyor görünüyorsa, ona ideal denir. H er hedef,
erişilebilir olsun olm asın, ister kaçıkça ister nesnel açıdan an
lam lı olsun, öncelikle kafada tasarlanm alıdır. Fakat İdeal'in h e - ,
def tasavvuru, sıradan tasa^vvurlardan işte o M ükem m ellik vur
gusuyla ayrılır; m ükem m elliği pazarlığa gelm ez. Yoksa etkin ça
badan ve arzudan. feragat edilir; veya k a rşı sebeplerin am pirik
dayatm ası hedefle ilgili tasavvura nüfuz ettiğinde am pirik akıl
ayartır çabayı ve arzuyu. Oysa İdeal, bizzat ihm al edilm ez bir
hedef tasavvuru etkisine sahiptir, ona yönelm iş b ir arzu, iptal
edilm ez bir karar niteliği taşır, G erçekleştirilem ediği zam an bile
öyledir; çü n k ü gerçekleştirilem em esine, vicdan azabının m ad
den iptal edilemezliği nedeniyle, en azından b ir başarısızlık duy
gusu refakat eder. tdeal tasavvurunun nesnesi, ideal nesne, daha
da talepkar olur, sanki kendi arzu su varm ışçasına - insana yü
k ü m lülük olarak tam im edilen b ir arzu. G erek idealdeki gerekse
sıradan hedef tasavvuru, b ir değer karakteri taşırlar, yalın değer
illüzyonu v ard ır her ikisinde de. Fakat sıradan hedef tasavvurla
rında bu illüzyon am p irik olarak düzeltilebilirken, İdeallerde,
işte b u şeyleşmiş talepkarlıktan ö tü rü düzeltm e zordur. Bir nes
ne ideal olarak gö rü n düğünde, o n u n talepkar, du ru m a göre gö
nül çelerek talepkâr zorlam asından ancak felâketlerle şifa b u lu
n u r - o d urum da da her zam an değil. Aşık putperestliği diye bir
talihsizlik vardır, gerçeğine vakıf olduğu nesnenin bile zorlam a
sına tabidir; illüzyona dayalı politik idealler bazen am pirik fela
ketlerden sonra bile etkilerini sü rd ü rü rler - sanki sahilerm iş gi
bi. Demek İdeal o luşturm ak kendi iktidarını doğurur; tdeale da
ir aydınlık ve reşit diyebileceğimiz kanaat, birçok karanlık iğva-
larla beraber bir M ükem m ellik olarak kabul ettirir kendini. Öyle
ki İdeal oluşturm ak, özgür olm ayan ve illüzyona dayalı yanıyla,
b ü yük oranda yanlış bilinç ve arkaik bilinçaltı içerebilir: Aynısı,
F reudcu anlam da bastırm a vesilesiyle g örülm üştü, Adlerci güç
p sikolojisin d e ise b u d eğ işik tir - y ö n len d irici idealin tazm in
edici [kom pansasyon] işlevi aşırı ölçülere vardıran oluşum uyla
ilgili olarak. Freud'da ideal o lu şu m u n u n kaynağı Ü st-Ben'dir ve
Ü st-Ben’in kendisi, o n d an kaynaklanan tü m tehditle, tüm yü-
209
k ü m le n d iric ilik le , B abanın so n ra d a n e tk isin i g ö sterm esidir.
Ben’in üst-Ben'le ilişkisi bir çocuğun ebeveyniyle ilişkisine oran
lıdır; ebeveynin em irleri ldeal-Ben’de, aslında h er türlü İdeal’in
em rinde etkisini sürdürm eye devam eder ve şim di de vicdan
olarak ahlâki sa n sü r uygular. Bu ideal teorisi m ünhasıran geriye,
babaya ve yeterince derin kazılırsa genel olarak patriyarkal-des-
p o tik çağa g ö tü rü y o rd u bizi. N itekim F reu d ’da tdealin teh d it
edici olmayan, ışık tu tu c u olan hatları tüm ü y le d ışta bırakılm ış
tır, İdeal tüm üyle ahlâki olanla sınırlanm ıştır. Aslında ışık tu tu
cu olan hatları ise, Adlerci aşın-tazm in teorisi açıklamaya çalışır.
Bu teori de aynı zam anda, sadece yönlendirici ideali aşabilm ekle
ilgili olarak, geçmişe, eski “p arm ak çocuk durum una" d ö n ü k
tür. Y önlendirici ideal veya kişisel k a ra k te r ideali hatırlanan,
içeri itilm iş bir hedef değil görece özgürce seçilm iş bir hedef ol
m alıdır burada: İnsanlar y ü k sek değerlilik duygusuna erişebil
m ek için kendilerini erekselleştirerek karakter m askesini ideal
m askesine dönüştürürler. Tabii b u teoride de tü m ideal imgeleri
ahlakilikle, evet neticede kişisel gururla sınırlıdır; nesnel, örne
ğin sanatsal idealler tam am en eksiktir. D oğru b ir yaşam sürm e
nin kapitalizm -öncesi çağlardan beri gelen, yalnızlık veya dost
luk, vita a c tiv a " 9 veya vita contem plativa'20 gibi alternatif idealle
ri bile, bu yalın rekabet psikolojisinde yer bulamazlar. Keza ide
al durum lar, ideal m anzaralar, salt kişisel yönlendirici ideallerle
sın ırlan ıld ığ ın d a, k av ran ılm am ış ve y u rtsu z kalırlar. Böylece
Freud ve Adler, ideal olu şu m u n u n tem elinde yatm ası m üm kün
olan bir etken olarak sadece bastırıcı zorlam ayı tanıtm ışlardı: bi
ri Babanın zorlayıcılığını, diğeri hiç değilse aşağılık d u ygusunun
zorlam asını. Buradan hareketle gerek artık-özelliklere gerek ar-
tık-im gelere uzanabilecek yürüyüş güzergâhı da açık değildir.
Z orunlulukta/Y üküm lülükte takılı kalınır; O lm ak İstenenin ta
savvur edilen imgesi, u m u t ediliyor olm aktan çok katlanılan bir
hedeftir.
Ne var ki gözünü kulelere diken ve onlara tırm anan arzu, asla
tüketilm iş değildir b u şekilde. ldeal oluşturm ak kesinlikle Zo
ll 9 Etkin yaşam.
120 Tefekkür yaşamı.
210
ru n lu lu k ve Y üküm lülükle sınırlanm ış değildir, b u n u n dışında
daha serbest, daha aydınlık b ir yam vardır. Gerçi b u daha aydın
lık yan da kuvvetli olum suzluklar arzeder: ikam enin, m uğlaklı
ğın, soyutluğun olum suzluğu. Bunlara, 19. Yüzyılda İdealin ya
lana dayanm ası da eklenm iştir. Ama aydınlık yanın b u olum suz
lu kları bile, ideal o lu şu m u n u n k aran lık veya loş uğraklarıyla
bağlantılı değildir. Yukarıdan aşağı zorlam ayla, y üküm lülükle,
Üst-Ben'in baskısıyla, m ahlûkata karşı dönm ekle alâkası yoktur;
b u rad a iğva eden, insanın tasavurunda salınan o M ükem m elliğin
ken d isid ir daha ziyade. G ü n d ü z d ü şü n ü n ö zgür karakterleri,
İdeal'in b u daha aydınlık yanında belirirler - özellikle de, ebedi
b ir oluş içindeki sona, doğru gidiş [im gesi]. İdeal'a doğru gidişe
sahiden kalkışılmadığında veya b u sadece im gede, Cythera’ya121
gitm ek üzere denize açılm a im gesinde ve b u n u n ö tesinde saf
erotik bir ideal düzeyinde kaldığında bile, daim a hedefe yöneli-
n iy o rd u r ve hedef de Peifektum 'dur [M ükem m el). M ükem m elli
ğin sadece hissedilm esi daha rah at değildir, o vasat k ü ltür kate
gorilerinden daha davetkâr olarak da düşünülm elidir. B undan
ötürü, İdeal, ideolojilerden çok daha belirgin kavram laştırılm ış-
tır (ideolojilerin çıkara bağlı perdeleyici karakterleri itibarıyla,
kolayca anlaşılır b u d u ru m ) - ama arketiplerden de çok daha
belirgin kavram laştınlm ıştır. Şim diye dek arketiplerin bir b elir
lenim i ve listesi/levhası olm am ıştır, b u n a karşılık ideallerin çok
sayıda vardır; aşağılardan, ideal evkadını, ideal Bach baritonu vs.
gibi terim lerden, yukarılara, en yüksek İyi idealine kadar uza
nırlar. Doğru yaşam ın yönlendirici idealleri vardır, k esk in karşıt
lık içindeki ideallerdir bunlar, Sofistlerin ve Sokrates'in idealin
den E p ik ü r'ü n k in e, Stoa’n ın zengin ince ayrım ları olan değer
tartım öğretisine, İdealin ölçütlerinin b ir öğretisine dek. Bizzat
filozofu b ir tdeal öğretm eni, felsefeyi İdeale yönelik b ir öğreti
olarak niteleyen Kant'ta ise İdeal; baskı u n su ru n d an , U m ut gibi
nihâi bir istikam et birim ine d ek b ü tü n yönlere gider görünür.
Töre yasasının kategorik em rediciliğinde [emperatif) yine baskı,
hatta sald ın olarak görünür; b u yasaya saygı duyulm asını talep
eden İnsan O n u ru ise, her tü rlü doğal itkiyle karşıtlık içindedir.
213
yet kültürle uygarlık arasında sahte bir çelişkinin sunulabilm e-
sindeki gibi). Kastedilen, daha kuvvetli bir gerçeklik derecesidir,
görünüş sürecinde [dışavuranla] ilgili m ükem m elliğin gerçekçi
bir yönelim kazanm asıdır, her ne kadar Hegel’de bu kadem elen-
me asla gerçekçi b ir H enüz-O lm am ış’a geçit verm ese de. Yine de
İdeal, Üst-Ben’in, geriye d ö n ü k Baba y ü k ü m le n d irm e sin i veya
salt taklitçi b ir aşın-tazm inin sabit im gelerinin h ü k ü m sürm edi
ği her yerde, birçok arketipten çok daha sahici bir öngörücü ta
savvur arzeder. Ve Ideal'deki ütopik işlev, infilakinden ziyade te
yididir onun: D ünyadaki som ut m ükem m elleştirm e hareketle
riyle, m ad d i ideal eğilimiyle bağını kurm ası sayesinde.
B unun dışında elbette, gerek içe dön ü k gerekse asıl dışa dö
n ü k olarak, büyük sözler kalır sadece. Y üküm lülük, talep, bas
kı, bir yüküm lülük olarak tdeal'in unsurlarıdırlar, daha önce be
lirtildiği gibi: Sönüklük, yüküm lendirm eyici soyutluk, tarihsel
olm ayan statiklik ise o n u n özgürlüğünü ve yöneldiği/niyetlendi
ği m ükem m elliği teh d it ederler. Dahası, 19. yüzyılın ilave ettiği
yalan da katılm ıştır bunlara: Burjuva lafızları olarak Hakiki, iyi,
G üzel. F o n tan e, ticaret m üsteşarı b ir han ım olan Je n n y Tre-
ibel’in123 -k ız lık soyadı B ürstenbinder- şahsında, kendisini tüm
tü rd e şle rin in n u m u n e si gibi g österebilen, ideallere sahip bir
burjuvazinin tasvirini yapmıştır. T üm m uhitini de tem sile m u k
tedirdir: “D urm aksızın liberalize ve santim entalize ederler [duy-
gusallaştınrlar], am a hepsi farstan ibarettir; rengini belli etm ek
gerektiğinde, ‘parası olan h ak lıd ır’ - hepsi o kadar.” Ibsen d ram
larının birçoğunda, ilan olunan burjuva idealleri ile burjuva pra
tiği arasında hiçbir m üşterek nokta kalm ayışını gösterm e tu tk u
su n u taşır. “Bebek Evi”, “H ayaletler”, “Yaban Ö rdeği”, ldeal-La-
fız izleğinin çeşitlem eleridir; b u alabildiğine ciddi, neredeyse
trajik parçaları kom edi olarak işlem ek çok da zor olm azdı aslın
da. “Yaban Ö rdeği”ndeki Gregers W erle tam tam ına b u rjuva ide
allerinin Don Kişot’udur, yozlaşmış burju v a d ü n y asın ın ortasın
da. Bu idealleri d ü z yalan değil de ortalam a insan açısından zo
223
fe, henüz süregiden örtülülük, b ü tü n b u n lar öznede de nesnede
de alegorik-sem bolik olanın belirlenim leridir. Asla kalıcı türden
belirlenim ler değildir, b unlarda henüz belirlenm em iş olanın ge
lişen aydınlatılışıyla, kısacası, sem boliğin gelişen açım lanm asıy
la/çözülm esiyle ilgili ödevlerdir. F akat tam da Eğilime dair ger
çekçi idrak, içindeki gizillik akidesiyle/vicdanıyla, aleni sır ola
rak tanım lananın h akkını verm ekle yüküm lüdür.
16
G E R Ç E K L E Ş T İR M E D E K İ Ü T O P İ K İM G E A R T IĞ I
M IS IR L I VE T R O Y A L I H E L E N A
N e kadar ' süre, sadece ileri d o ğ ru gitm ek gelir içim izden? Arzu
elbette birşeyler ister, salt herhangi b ir şey değildir bu, kendine
verdiği eziyet nadiren boştur. Peki b ir yere konm akta acele eder
mi, arzun u n içinde işleyen itkinin vuslatı o lu r mu? ltk i belki bir
süre dindirilebihr; ilk seferinde, h e r iştah da doyurulur. D oym uş
için, en kayıtsız kalacağı şey b ir parça ekm ektir; m eraklı için,
henüz yeni o k unm uş gazeteden daha eskimiş bir şey bulunm az.
Ama peşinden her şey yeniden ayağa kalkar, açlıkla beraber, asla
soğutulm am ış arzular başlar yine. Ve k endini doyuran arzunun
da önceden çizdiği resim ler, bazen sanki h içb ir zam an yağışa
dönüşm eyecekm işçesine asılı d u ru rla r havada. O nlara d ö n ü k
arzu ve irade yaşamaya devam eder, onların kendileri de yaşa
maya devam eder. G erçekleştirilebilir düşlerin de, düz yere in
diklerinde, h er seferinde tam am ı vâsıl olmaz; çoğu zam an arda-
kalan b ir şey vardır. Havadadır, rüzgârlıdır, ama etten daha kuv
vetlidir, fark edilebilir yine de. Bir adam b ir kızı bekler, oda şef
224
katli bir huzursuzlukla d oludur; akşamın son ışığı oradadır hâ
lâ, gerilimi yükseltir. Lâkin üm it edilen kız eşikten geçtiğinde,
her şey de iyiyse, her şey m evcutsa orada, üm idin kendisi yok
tur artık, kaybolm uştur. Söyleyecek b ir şeyi kalm am ıştır; oysa,
vuku bulm akta olan sevincin içinde ses verem eyen birşeyler ta
şıyordu beraberinde. M utlak örtüşm e pek enderdir, m uhtem elen
hiç görülm em iştir. ‘Bir şey'le ilgili düşteyken, kalp doym azdan
önce, daha iyidir - veya öyle görünür.
225
duydukları hoşnutsuzluğu karşılaştırın bununla. Evliliğe duyu
lan rom antik nefret de, böylesine doyum suz ve öyle oldugu ka
dar da şeyleşmiş bir düş varlığından çıkar: “Sihir m ahvoldu,” di
ye seslenir bir sanatçı H offm ann’ın Fermate’sinde,143 aklında cin-
sellik-üstü bir fiyasko vardır: “ve aslında harikülâdelikleri haber
veren iç m elodinin yerini, k ırılm ış bir çorba kâsesi hakkında
serzenişler alır.” H offm ann’ın K ater M urr’u n d a [Kedi M urr/Ho-
m urdak Kedi] orkestra şefi Kreisler’in Prensesle konuşm asında
aynı trajikom ik hal kastediliyordur: Kreisler, izdivaç yatağında
düşleri kirleten iyi insanlar gibi sevm ek istem eyen “sahici m ü
zisyenleri” över. F akat b u n u n la san atçıların aşırı iddialı veya
sevmeye yeteneksiz görünm em eleri için, onları Ortaçağ aşk şair
leriyle, saray şairliğiyle, M eryem kültüyle karşılaştırır ve şöyle
devam eder “sahici m üzisyenler” hakkında: “O nlar seçilmiş ha
nım ı kalplerinde taşır ve onun şerefine bir şarkı söylemeyi, şiir
yazmayı, resim yapmayı istemezler, kısacası, m ükem m el neza
ketleriyle, zarif şövalyelere benzerler.” Elbette, gerçekleştirm e
nin yol açtığı sonu, Kreisler olm ayan birçok evli erkek de yaşa
mıştır; fakat tam da Kreisler’in öngörüsüyle, sahici bir m üzisye
ne de isabet etm iştir bu kader, üstelik de en rom antiklerden biri
ne, H ector Berlioz’a. Ü stelik td o lü iki kat p arlak gösteren bir
sahne de vardı burada: Berlioz, Shakespeare’in kızlarını ve soylu
kadınları cisim leştiren genç bir Ingiliz oyuncuya aşık olm uştu.
Bu Jülyet, bu Ofelya, bu Desdem ona, b ü tü n yakınlaşm a çabala
rını geri çevirerek pırıltısını artırdı ve Berlioz . için o denli m ah
vedici bir ışıltıya bürü n d ü . U m utsuz aşığın kendi canına kıyaca
ğı korkusuna kapılan arkadaşları C hopin ve Liszt, tüm bir gece
boyunca, Berlioz’un tam am en aklı başından gitm iş olarak kendi
ni vurduğu St. Q uentin d ü z lü ğ ü n ü arayıp taradılar. Ancak bu
arada ün kazanan m üzisyen birkaç yıl sonra aşık olduğu kadını
elde etm eyi başardı, idolü karısı oldu; o denli şiddetli olan bu
aşkı da, gerçekleşm esi (ki bu gerçekleşm e, “kırılm ış bir çorba
kâsesi hakkında serzenişler”den fazlasını getirm iş olmalıydı be
raberinde) çökertti. M adam, sahneden bir delikanlının kalbine
akıttığı d üşsel im geyle başedem em işti. D eneyim u m uda karşı
143 Müzikte, bir notanın ya da verilen aranın belirsiz bir süre uzatılacağına dair
işaret.
226
kollayıcı, gözetici değildir; u m u t da deneyim i kollayıp gözetm ez
- ve bu ikincisi, abartılı derecede hayal kırıklığı yaratm ıştı [Ber-
lioz'un d u ru m u n d a ].
227
sinde sevgilisinin im gesinin, o n u n yanında olm ası halinde ola
cağından d ah a iyi b ir şek ild e h azır bulu n m ası isteğinden uzak
değildi. Salt im g en in yetm ezliğiyle, orijinale olan a rta n istekle
evine d ö n d ü , am a b u sefer de “Ö zlem in d ö n ü şü m ü ” başlıklı şu
şiir çıktı ortaya:
228
Kierkegaard sevgilisi Regine O lsen'le nişanı bozm uş, Regine on
dan önceki b ir talibiyle evlenm iştir ve K irkegaard G ünlüğüne
şöyle yazar: “Bugün güzel b ir kız gördüm , bu beni ilgilendirm i
yor. Benim O na sadık olduğum kadar hiçbir koca sadık olamaz
karısına.” Şehvet d ü şk ü n ü m askesi gibi zâhid m askesini de ka
bullenerek, devam eder: “E vlenm ek zo ru n d a olduğu esprisini
iyi anladı.” P latonculukların en m üthiş sınırlanışı vardır burada:
Hem gezgin aşk ozanının aşk ideali ve M eryem'e olan zâhidâne
aşkı, hem de aynı zam anda Pam ina'nın bir im gesel ufka -d ü ş ü n
cedeki y u rd u n a - kaydırılması. Platoncu, hele üstelik homo reli-
giosus’44 Kierkegaard, Bugün’ün h er şeyinden feragat etmez, fa
kat M utlakla sınırlar kendini, tıpkı M utlağın Bugüne şerh koyu-
şu gibi: “Ç ünkü M utlak’ın karşısında sadece bir tek zam an var
dır: Bugün. M utlak'la eşzam anlı olm ayan için hiç yoktur M ut
lak.” Nitekim , Kierkegaard’a göre aşkın koşulsuz b ugünü/şim di
liği çok zor erişilebilir olm akla kalm az, buna uygun olarak, Hı
ristiyanlığın bağlılığı da, H tristiyan aşkı da zor erişilirdir: “Hava
rilerin zam anından beri, hiç Hıristiyan yoktur." Burada, gerek
M utlak denenle ilişkide gerekse özellikle K om şusuyla ilişkide
ufuksuz b ir sam im iyetten fazla bir şeyin görünm em esi, bu derin
kayıp, gerçekleştirm edeki K ierkegaardcı ap o rin in [çıkm az/çö
züm süzlük] şiddetini o rtadan kaldırm az. Bugün/Şim di sın an
m a/kanıtlan m ad ır burada; ve sın an m ay ı/k an ıtlan m ayı tam da
halihazır toplum a m üşkül gelebilecek yüksek ideallerde araya
rak olabildiğince zor bir ameliye olarak tasvir etm ek, Rom antiz
m in gerici m isyonu içinde K ierkegaard’a uyan b ir tutum dur. Ki-
erkegaaard’ın idealleri o zam anki toplum a nispetle elbette sade
ce paradoksaldı ve devrim ci olm aktan çok uzaktı: yine de bu
m utlaklaştırılm ış sın an m a/k an ıtlan m a vesvesesi, bir zam anlar
devrim ci olm uş olan burjuvazinin (terk edilmiş) idealleri karşı
sındaki gerici bozgunculuğa gayet iyi uyar - ve bu d u ru m para
doksal değildir. N itekim burjuvazi, özgürlük, eşitlik, kardeşliğe
sözüyle bağlanm aktan “feragat etm iştir”; keza Sosyal Demokrasi
de, sözde sosyalizm ini had safhada “idealleştirerek”, insanların
öncelikle m elekler gibi davranm alarından evvel güya m elek ol
230
çoğaltmasıdır. Bu yaşam d üşün tahakkuk etmesiyle ölmeyecek
tir, uzun süredir alıştığı sahneden tam am en inmek istemez. Dü
şün içeriği ile tahakkuku, insanî im kanlar dahilinde örtüşüyor
görünse bile istem eyecektir bunu; o zam an da, ldole dönüşm üş
bir şey, öyle kendiliğinden geri çekilm eyecektir. Evet, anomali
m üm kündür; Idol kendini yegane reel olarak koyar, o zam an da
onun tahakkuku hayalet etkisi yaratır. Bu norm al olm ayan ama
her türlü arzu imgesini tehdit eden kendi başınalaşma motifi,
Mısırlı Helena destanında düşünülm üştür. E uripides'in b ir dra-
ması bu kendine m ahsus, esası itibarıyla fragm enter nitelikli ko
nuyu ele alır; devam ında bir Shakespeare’i hak etm iş lâkin Heb-
b e l'in i145 b ile b u la m a m ış bir k o n u d u r b u . Son o la ra k H o f
m annsthal, Strauss'un m üziği olm aksızın fazla bir anlam ifade
etm eyen b ir opera librettosu yazm ıştır bu konuda, b ir de dene
me. M itosun kendisi ise, ütopya-gerçeklik yolunda bulunabile
cek en kanlı canlı, en anlam lı m itoslardan biridir. H ofm annsthal
ondan şöyle bahseder: “M ısır’dayız, veya Mısır'a ait Faros ada
sında, bir kraliyet kalesinin önünde. M enelaos öne çıkıyor, Tro-
ya dönüşü tek başına. Aylardır gemisi sahilden sahile sürükleni
yor, yurda dönüş yolundan uzaklaştırılarak. H elena'yı, geri fet
hettiği karısını, savaşçılarıyla birlikte saklı bir lim anda bırakm ış
tır; evinin yolunu nasıl bulacağına d air bir akıl, bir yardım, bir
kehânet aram aktadır. O esnada kalenin sü tu n lu girişinden... He
lena çıkar karşısına, gemide geri bıraktığı güzel, çok ünlü olanı
değil, bir başkası, ama yine de aynısı. Ve o n u n karısı olduğunu
iddia eder; gem ideki öteki hiç kim sedir ve hiçtir, b ir hayalettir,
zam anında Hera (evliliğin hâm isi) tarafından Y unanlıları tefe
koym ak üzere Paris'in koluna takılm ış bir yanılsamadır. Bu h a
yalet uğruna on yıl savaş yapılmış, en iyi adam ların onbinlercesi
ölmüş, Asya'nın en m am ur şehri kül olm uştur. Oysa kendisi, ye
gâne sahici H elena, bu sırada -H erk es tarafından denizin üze
rinden aşırılarak- burada, bu kraliyet kalesinde yaşam ıştır." Ya
ni uzlete çekilmiş, saf, sadık yaşam ıştır en güzel kadın - fakat
Paris hakkında hiçbir şey bilm eyen bir güzel kadındır o, Troya-
sız Helena'dır, tekinsiz orospu değildir, b ü tü n savaşlarda hazır
232
bir tanışıklığı ifade eder. Bayraklarla sefere çıkan, on üto p ik yı
lın özlem ini, ald atılm an ın gazabını ve aşkı n efretini, y u rttan
uzakta geçirilen sayısız geceyi, haşin ordugâhı ve zaferin önce
den .alınan tad ın ı sinesinde toplayan, yalnızca Troyalı Helena'dır,
Mısırlı değil. Öyle olunca dengeler kolayca değişir: Bir suç, acı,
am a h e r şeyden önce u m u t dünyasıyla rabıtalı olan Troya’daki
hava sireni, bu tuhaf aporideki reel u n su r olarak kalır neredey
se, gerçeklik ise neredeyse hayalete dönüşür. Troyalı H elena'nın
orospu ışıltısını b ir k enara bırakırsak, M ısırlı’da Troyalı’nın ü to
pik ışıltısı yoktur, seyahatteki özleme, kavgalardaki maceralara,
hedefe erişm enin arzu im gesine refakat etmez; böylelikle Mısır-
lı'nın gerçekliği daha k ü çü k boyutlu gibi görünür. En azından,
fantezinin gerçekleşm eyle beraber çöküşü (bu o n u n kendi ger
çekleşmesi, kendi tah ak k u k u olsa bile), bizzat gerçekleştirmeyi
göreli hale getiriyorsa şayet o n u n bilincini gerileten hastalık be
lirtilerine yol açar. Mısırlı H elena'nın birçok adı olabilir; dolayı
sıyla Euripides’in o n u n şahsında tem sil ettiği salt edebî değil an
tik görünüm lü sorun bakım ından, vekil konum undadır. Ereksel
d ü şü n şeyleşmesi olarak, en azından bu d ü şü n gerçekliğe ben
zer hale gelerek yaşam ını sürdürm esi olarak, devam eder bu so
ru n u n teşkil ettiği tehdit. H er tahakkuktan, -ta b ii b ir tahakkuk
totaliter olarak m üm kün olduğu takdirde ve ö lçüde-, kendine
m ahsus b ir um u t u n su ru kalır; o n u n oluş tarzı halihazır veya
başlangıçta halihazır olan gerçekliğin oluş tarzı değildir, dolayı
sıyla içeriğiyle birlikte ardakalandır. Mamâfih elbette; soyut ol
mayıp da şayet, kendisi tarafından aşılm ışın som ut devam çizgi
sinde yer alıyorsa, gerçeklikteki nesnel olarak m üm kün 'ü n tam a
m en dışında değildir hiçbir zam an; aksine, Troyalı H elenalık, He-
lena’da önceden kaydedilm iştir. Yoksa onun şahsında bir uzam
bulam azdı ve herkesçe arzulananın, savaşın hedefinin nezdinde
in an ılırlık kazanam azdı. Dahası: Bir n esn ed e tu tu ştu ru la b ilir
olan Imago, kendisine erişilm esinden sonra d a salınm ayı sürdü
ren bir Imago olarak, havada değil, bizzat nesnenin daha ileriyi
işaret eden reel-ütopik im kânında salınır. Ancak orada, niyet/yö
nelim in içeriği ile erişilmişin içeriği gizil olarak tüm üyle örtüşe-
bilir: Ö zdeş'le Ö zdeş-O lm ayan'ın özdeşliği dem ektir bu (özdeş-
olm ayanı, burada yönelim in/niyetin, um udun koyduğu mesafe
233
olarak anlıyoruz). H uzur ise, M ısırlı H elena'nın, Troyalı'nın ışıl
tısını da içerdiği gündür.
236
diye dek hiçbir gerçekleştirm e, evvelindeki g ü n d ü z d ü şü n d en
son bir parça artm ayacak, yani erişilmiş olanın üzerin den daha-
iyi-olmasının im kânına doğru devam edilm eyecek şekilde, m ut-
laklaşmamıştır. O âna dek erişilenin ardında yeni bir doruk gö
rünür: bu Plus ultra ™9 gerçekleştirm eyi zayıflatmaz, tersine onu
ereğe doğru keskinleştirir. Zaten, sürekli bir so ru n teşkil eden
gerçekleşm e ve b u so ru n u n nedenleri, bizzat u m u t im gesinin
sürm esinin, feragat etm eyişinin kaynağıdır.
Bir şeyin vukua gelişinde de, kendi ardında kalan bir ‘Bir Şey’
vardır. G erçekleştirm enin faili ve fiili dışarıya çıkıp gitm ez, ken
di içlerinde yaşamaya devam ederler. O nlardan kopan fiilden ay
rı dururlar, aletin tam am lanm ış cihazdan veya şairin şiirinden
ayn d u rm ası gibi. Ve h er gerçekleştirm ede, hatta ereksel imgeye
neredeyse o n u n la karıştırılacak k ad ar b en zer g ö rü n en d e bile,
A ktif olanın b ir yam alı eseri saklıdır, G erçekleştirm edeki -h e m
nicel hem n ite l- zaafın sırtına biner. Nicel zaaftan, çalışmayı ni
hayetsiz sürdürm eye d ö n ü k dizginsiz istek doğar; Roma'daki şu
tavsiye, b u isteğe karşı tam im edilmiştir: m anum de tab u la .'50 N i
tel zaaftan, tam am lanm ış bir esere bile, gelişen çalışm a içinde
kendisi de gelişm iş ve böylelikle iki kat daha gerçekleşm em iş
g ö rü n en m ükem m el imgeyle uyu m lu olarak en b aştan tekrar
başlam a kararlılığı doğar. Bu alanda da bir fiyaskonun ve bir Mı
sırlı H elena sorununun kaynağı, burada yatar. Hoffm ann’ın fan
tezi parçası Şövalye G luck, A nnida'nın bestecisini (veya onu ci-
sim leştirm esi istenen deliyi) ö lü m ü n d en son ra bile “birazcık”
kol gezdirir, A n n id a ’yı yeniden çalm ası için, “d ah a büyük bir
güçle”, “d ü şlerin krallığından geldiği gibi” çalması için. Gerçek
leştirm e edim inin kendisindeki nicel ve asıl nitel açık, şim diye
dek felsefi olarak yeterince d ü şü n ü lm ü ş değildir - b u nunla ilgili
m uazzam büyük iç, dış idrake rağmen. B unun bir nedeni de, İn
sanî faaliyetin kendisinin bilincine ancak pek geç varm ış olması
149 Daha ötesi.
1,50 “Elini resimden/imgeden çek!"
237
dır. Çalışma kölelerin ve zanaatkarların işiydi; düşünce, onların
ifâ edişlerine, gerçekleştirm elerine pek az dikkat veriyordu. An-
tik'te yaratım ve idrak/bilgi, salt verili olanın resmedilişi sayılı
yordu; hâkim olan, pasif tem aşa/tefekkür idi, eser bu tem aşâ-
yı/tefekkürü kopya ediyordu sadece. E tik açıd an da böyleydi:
S okrates'e göre hiç kim se g ö n ü llü o larak hak sızlık yapam az,
lyi’nin Bilgisi kaçınılm az biçim de kendi fiilini koyar aynı anda.
Yani b u rad a ne töresel olarak açıklanana bir Ragmen, ne de ona
yönelen b ir istek vardır; G erçekleştirm e öylesine pasif ve görü
nüşe göre bu pasifliğiyle öylesine doğal karşılanm aktadır ki, ad-
landınlm az bile - nerede kaldı ki üzerine d üşünülsün. İnsanın
kendi aktif fiili olan G erçekleştirm e edim ine bu kadar az dikkat
verilm esi, homo fa b e r, ‘yapan’ insan, girişim ci, üretici üzerine
felsefi olarak pekâlâ d ü şü n ü le n d ah a yeni zam anlarda da esas
itibarıyla değişmedi. Evet, üretim /yaratım edim inin m ünhasıran
rasyonelleştirilm esi yani salt m antıki bir edim olarak kavranm a
sı ile, şayet tüm -m antıksal degilse rasyonalist ideoloji, G erçek
leştirm enin düşünüm sel-olm am asını sağlayan bir saik daha te
m in etti. O zam anlar, rasyonalizm de, başlangıçta salt m atem a
tiksel olarak kavranan, sadece formel nesneleri koyup belirleyen
üretim /yaratım , neticede, b u “in şa”nın geçirdiği birçok nitelik
değişim inden sonra, ‘d ü n y a n ın oluşturulm ası/y ap ılm ası'nın ta
kendisine d önüşm üştü. Hâlâ ağırlıkla formel, yani y ö nünü ma
tem atiğe göre belirleyen bir düşü n ced ir bu; id ra k d ünyasını ak
lın kurduğu Kant'ta, böyledir. Sonra hatta, üretim /yaratım , içe-
riksel olarak tecrü b e edilerek, y ö n ü n ü san atsal ü retim e d ö n
m üştür; kendiliğindenliğin sadece doğaya yasalarım tam im et
m ekle kalm ayıp -b ilin c iy le ü retk en olan doğa o la ra k - doğayı
yarattığı, yani doğayı özgürleşm esi için canlandırdığı ve onu
kendi öz gelişme seyrine oturttuğu Schelling'de olduğu gibi. Ve
nihayet Hegel’de üretim /yaratım tam am lanm ış, içeriksel olarak
tecrübe edilmiş, yönünü tarihe ve tarihin gelişim ine göre belir
leyen bir hal alır; b uradaki “süregitm ekte olan sağlam akıl” di-
yalek tik olarak dünyanın tü m biçim lerinin içeriklerine kaynak
lık edecektir. Demek bu, in n u ce '5' üretim in/yaratım ın, kökenin,
239
yakındır buna: “En şahâne olana, ru h u n alm ış o ld u ğ u / giderek
yabancı ve daha yabancı m adde dayatıyor kendini." Panlojik-ol-
m ayanın tüm üyle doğayla kısıtlanm asına rağm en, Hegelci [dü
şünce] bile, n e k ad ar akrabadır: “Bu tesadüfîlik, doğal-şeyler
olarak ancak dolaysızca som ut olan so m u t inşalarımı/yaratılann
krallığında en yüksek düzeye çıkar... Kavram sal belirlenim leri
sadece soyut olarak m uhafaza etm ek ve Ö zel O lanın tatbikini
dışsal olarak belirlenebilirliğe m aruz bırakm ak, doğanın acizliği
dir,” (E nzyklopddie [A nsiklopedi], 230). Ancak G erçekleştirm e
so runu burada da kendini gösterm ez ve bizatihi ortaya konm uş
olmaz; b u n u n yerine, b ir günah keçisinin sırtına yüklenir: me
kanik M adde’ye veya Hegel'de, tüm doğanın, “çözülm em iş çeliş
ki” olarak, kendi-dışında-olm akhğına.
Peki ama Fail ile Fiil'in kendisi de gittikçe daha yabancı ve d a
ha yabancı olarak sıkıştırm ıyorlar m ı birbirlerini? Bu, kendinde
şey olarak Gerçekleştirmeyi hâlâ karanlık olan kalbinden vurm a
yı isteyen b ir düşüncedir. Bu nedenle nihayetinde, gerçekleştir
meyle ve o n u n zaafıyla ilgili olarak, felsefe tarihine ait hatırlam a
lardan ayrılamaz - Schelling’in geç dönem ine atıfta bulunm adan
dahi söyleyebiliriz bunu; O, tek başına, G erçekleştirm e Sorunu
n u m utlak rasyonalizm den koparm aya çalışırken, bu kez de tabii
şifâsızca m itolojiye aşın sorum luluk yükledi: ilk Günah m itoloji
sine ve Şeytanın düşüşüne. Geç dönem in Schelling'ine göre Qu-
id'den152 veya b ir şeyin rasyonel b ir şekilde kavranan varlığından
asla o n u n Quod'u153 veya ‘[Eğer] Ki’-varoluşu ve zu h u ru n u n kö
keni çıkmaz. Dahası: Fikrin gerçek-oluşu, önceden düşünülem ez
kökeni itibarıyla tikel istektir, “fikrin atığı” olarak böyledir; ve
henüz T ann'nın kendisinde, Tanrısal nedenin u çu ru m unda veya
neden-olm ayanında/tem el-olm ayam nda vuku bulan b ir istektir.
Schelling'in “Felsefe ve D in” yazısı böylece Logos’u yaratıcı ola
rak birleştirir ve O luş’u n kaynağına b ir tü r ilk cinayet olarak ka-
ranlık-kötü tikel isteği koyar: “Tek kelimeyle, M utlak'tan Sahi-
ci'ye daim î bir geçiş yoktur; duyular dünyasının kökeni çoğu za
m an sadece m utlaklıktan bir sıçrayışta tam am en kopm ak olarak
243
lan her G örünüm ’de hissedilen eksikliği, ö z ’ün h en ü z açığa çıkm a
m ış Esasını tem sil eder. Fakat dünyada b u eksikliğini hissetm e
sürecine de yer vardır; bu sürecin cephesinde, ereksel içeriğin
kendisi m ayalanma halindedir ve reel im kândır. Somut öngörü
cü tasa^vvur bilinci ereksel içeriğin bu haline yönelmiştir, açıklı
ğı ve olum luluğu oradadır.
. 17
D Ü N Y A : Ü T O P İK F A N TE Z İN İN
N E R E D E B İR M U A D İL İ O L D U Ğ U N A D A İR .
R E E L İM K A N , C E P H E , N O V U M ,
U L T /M U M K A T E G O R İL E R İ VE U F U K
244
insan sık ı sık ıy a kapalı değildir
Tabii dışa dön ü k olan tam am en kapanm ış olsa, içe dönük bir
deveran da olmazdı. Oysa dışarda hayat, tıpkı o Dış üzerinde
çalışan Ben gibi, uzaktır tam am lanm ışlıktan. H içbir şey arzuya
uygun biçim de çalışarak/em ekle dönüştürülem ezdi, dünya tü
m üyle sabit hatta m ükem m el vakıaların kapalı dünyası olsaydı.
245
Bunun yerine, süreçler vardır sadece, yani O lm uş O lanın tam a
m en galebe çalm adığı dinam ik ilişkiler vardır. G erçek olan, sü
reçtir; bugün, halledilm em iş geçm iş ve h er şeyden önce m ü m
k ü n gelecek arasındaki, u zun erim e dal b u d a k sarm ış aracılıktır
süreç. Evet, gerçek olan h er şey, süreçsel ceph esin d en M üm -
kün'e akar; ve her şey a n c a k kısm î-koşullanm ış olarak, henüz
tüm üyle veya so n u n a d ek belirlenm em iş olarak m ü m kündür.
E lb ette b u ra d a salt b ilg i/id ra k u y a rın c a veya n e sn e l o la ra k
M üm kün O lan ile, önünm ü zd ek i bağlam da sözkonusu olan tek
im kân olarak R eel-O larak-M üm kün arasında ayrım yapılm alı
dır. Vuku buluşu, m evcut k o şu llan n ın salt b ir kısm i idraki te
m elinde bilim sel açıdan değerlendirilebilir olan veya b u n u n en
azından ihtim al dışı sayılam ayacağı her şey, nesnel olarak m üm
k ü n d ü r. Buna karşılık, k o şu lları nesnenin kendisinin alanında
h enüz tam am en biraraya gelm iş olm ayan h er şey, - is te r henüz
olgunlaşm akta olsun bu koşullar, isterse, her şeyden önce, yeni
b ir gerçekliğin vuku bulm asını sağlayacak (halihazır koşullarla
dolayım lansa bile) yeni k o şu llar d o ğ u y o r o ls u n -, reel o la ra k
m üm kündür. D iyalektik-m addî olarak ortaya konan, hareketli,
kendini değiştiren, değiştirilebilir Varlığın gerek tem elinde ge
rekse u fk u n d a , b u nih ay ete erm em iş O labilirlik, H enüz-T a-
m am lanm am ış-O lm ak vardır. Öyle ki, b u noktadan itibaren şu
n u söyleyebiliriz: y e te rin c e d o la y ım la n m ış, dem ek d iy a le k tik -
m addî olarak dolayım lanm ış y e n ilik te k i Reel M üm künlük, ü to
pik fanteziye ikinci, som ut m uadil kavram ını verir: salt m ayalan
m anın, bilincin iç çem berindeki uğuldam anın dışında bir kav
ram dır bu. G erçeklik tüm üyle belirlenerek nihayete erm iş bir
gerçek olm adığı m üddetçe, yaratım a-gelişim e hen ü z kapanm a
m ış yeni çekirdekler veya yeni alanları barındırdığı m üddetçe,
salt fiili gerçeklik, ütopyaya karşı m u tlak b ir itiraza temel oluş
turam az. Kötü ütopyalara, yani soyutluğa sapan, k ö tü dolayım -
lanm ış karşı itiraz çıkabilir; ancak tam da som ut ütopyanın sü
reçsel gerçekliği içinde, tem asa u y g u n bir şey vardır, dolayım -
lanm ış Novum'dur bu. O ndan kopartılıp alınm ış, şeyleştirilm iş-
m u tlak laştırılm ış b ir o lg u sallık değil am a an cak b u süreçsel
gerçeklik, ü topik düşlere nizam verebilir veya onları salt illüz
yon derekesine düşürebilir. Dış dünyadaki h e r salt-fiiliyata ta
246
nınırsa bu eleştirel hak, o zam an sabit halihazırı ve O lm uş O la
nı Gerçekliğin ta kendisi olarak m utlaklaştırm ış oluruz. Fakat
sadece b u g ü n ü n önem li oranda dön ü şm ü ş gerçekliği içerisinde
dahi açığa çıkm aktadır ki, G erçekliği Faktum ’la [Vakıa] sınırla
m ak pek az gerçekçiydi; G erçekliğin kendisi işlenm em işti he
nüz, yaklaşm akta olan vardı, kopup gelm ekte olan vardı o n u n
kıyısında. Bu çağın insanı, O lm uş O lanın şim diye kadarki bek
lenti bağlam ının pekâlâ dışında anlam landırır kendini. Kendini
görünüşte tam am lanm ış vakıalarla kuşatılm ış görm ez, bunları
yegâne reel saymaz artık; faşist Hiçliğin m ü m k ü n lü ğü, sarsıcı
biçim de, bu reelin içinde çözü lm ü ştü r ve h er şey d en önce, sos
yalizm hedefi takip edilebilir haldedir, nihayet vâdesi gelmiştir.
19. yüzyılın ikinci yarısındaki daraltılm ış ve donm uş kavram
dan başka bir gerçeklik k avram ının vâdesi g elm iştir böylece;
süreç [kavram ına] yabancı pozitivizm in ve ay n ı zam anda o n u n
m ütekabili olan, salt g örünüşten m üteşekkil ve h içb ir bağlayı
cılığı olm ayan idealler dünyasının g erçekliklerinden farklıdır
bu. Bu don m u ş gerçeklik kavram ı ara ara M arksizm e bile nüfuz
etm iş ve onu şem atikleştirm işti. D iyalektik süreçten söz edip,
sonra am a tarihi b ir d izi Fixa'nın [Sabit] veya kapalı "totalitele-
rin ” artlarda dizilişi olarak ele alm ak yeterli değildir. G erçekli
ğin daraltılm ası ve k ısıtlanm ası tehlikesi vardır burada, gerçek
lik te k i “etk i g ü cü n e ve to h u m la ra ” sırt çev irm ek vardır; ve
M arksizm bu değildir. Dahası: Somut fantezi ve o n u n dolayım-
lanm ış ö n görücü tasavvurlarının imgesel üretim i, bizzat G er
çeklik sürecinde m ayalanm akta ve so m u t düşte ileriye dönük
gelişm ektedir; gerçekliğin bir parçasıdır, öngörücü tasavvurun
unsurları. D em ek ütopya iradesi, nesnel eğilimle pekâlâ birleş
tirilebilir, evet, nesnellik teyididir, y u rd u d u r onun.
247
şeyden önce karann/kesinligin ihtiyaç duyduğu bilgi, bilginin o
âna kadar en sık rastlanan tarzında, yani gözlem ci olmamalıdır.
Ç ünkü salt gözlemci olan bilgi zoru n lu olarak olup bitm iş ve
böylece de geçm iş olanla ilgilidir, halihazırda olan karşısında
çaresiz, gelecek karşısında k ördür. Evet, nesneleri ne kadar ge
rilerdeki bir olup bitende ve ne kadar uzak geçm işte ise, demek
-eğilim o larak gerçekleşm ekte o la n - tarihten bug ü n ve gelecek
için birşeyler ögrenilebilm esine ne kadar az katkıda b u lu n u y o r
sa, o kadar fazla ‘bilgi’ sayar kendisini. K arar/kesinlik için zo
ru n lu olan bilginin, anlam ına uygun olarak, başka bir tarzı v ar
dır: sadece gözlemci degil, süreçle birlikte yürüyen, orada işle
m ekte olan lyi'ye yani süreçte insana lâyık olana aktif-taraflı
olarak bağlı b ir tarz. Bilm enin b u tarzının aynı zam anda yegâne
nesnel tarz olduğunu söylem ek gereksizdir; Tarihteki Reel'i, ya
ni geçmiş, bug ü n ve gelecek arasındaki zengin süreçsel eklem
lenm eleriyle, çalışan insan tarafından m eydana getirilen O luşu
yansıtan tek tarz budur. Ve bu tarz bilgi, tam da sadece gözlem
ci olmayışıyla, bizzat bilinçli yaratım ın öznelerini çağırır. Din
g in c ik değildir; keşfettiği eğilimle ilişkisinde de, tefekkür/seyir
d in g inciliğ in in b ir te k ra rın d a n ibaret olan o banal, otom atik
ilerlem e iyim serliğe b ia t etmez. O b ir tekrardır, çü n k ü geleceği
de geçm işin kılığına sokar, kendi içinde çoktan k ararın ı bul
m uş ve böylelikle tam am lanm ış olarak görü r geleceği. Böylelik
le, tarihin sö zü m o n a tunç m an tığ ı için d e k esin leşm iş sonuç
olarak duran Geleceğin Devleti ö n ü n d e o zam an özne kucağına
koyacaktır ellerini, tıpkı T an n 'n ın h ü k m ü önü n d e birbirine ka
vuşturdu ğ u gibi. Bu şekilde, örneğin kapitalizm , sonuna kadar
işlem eye b ırak ılm ak la, kendi k e n d isin in m ezar kazıcısı ilan
edilm işti, h a tta diyalektiği bile kendi kendine yeterli, h ü k ü m
ra n görünüyordu. F a k a t bu tem elden yanlıştır, evet, halk için
yeni afyondur; öyle ki, cum grano s a l i s ^ bir parça karam sarlık
bile banal-otom atik ilerlem e d üşüncesine tercih edilirdi. Ç ünkü
gerçekçi ö lçü d e b ir k aram sarlık , b aşarısızlık lar ve felâketler
karşısında, kapitalizm in devam ında m ü n d em iç olan ve d ah a da
olacak olan dehşet verici im kânlar karşısında ne olsa öyle çare-
157 Quietizm/mezheb-i sükûn.
158 Kelimesi kelimesine almamak kaydıyla.
248
sizce şaşkınlıga uğram az. A d p essim u m 'S9 d ü şünm ek, bu d u ru
m u da yine m utlaklaştırm aya kalkm ayan her analiz için, ucuz
itim atperestlik ten d ah a iyi b ir yol arkadaşıdır; M arksizm deki
eleştirel so g u k lu g u n anlam ı, budur. O to m atik iyim serlik, h er
d ö n ü ştü rü c ü karar/belirlenim için, m utlaklaşm ış karam sarlık
tan daha az zehirleyici degildir; çü n k ü İkincisi açıkça, adıyla
sanıyla ortaya çıkan utanm az gericiliğe hizm et ediyorsa, ilki de
m ahçup gericiliğe, ona göz kırpan katlanm a ve pasifliğin em eli
ne hizm et eder. O halde, yanlış iyim serlik yerine, -d o g ru iyim
serliğe ulaşm a em eliyle- kararın bilgisine, erişilm iş bilginin be
lirlenim inin bilgisine uygun olan, sadece, yine reel im kâ n d a ki
so m u t-ü topik kavrayıştır: asla b ü tü n g ü n d ü zler akşam değildir
onda, fakat keza -ü to p ik -o lm ay an iyim serlik a n la m ın d a - bütün
akşam lar gündüz de değildir. B elirlenm em iş/kesinleşm em iş fa
kat em ekle ve som ut dolayım lı eylemle belirlenebilir olana iliş
kin tu tu m u n adı, m ilitan iyim serliktir. M arx'ın dediği gibi, gerçi
soyut idealler gerçekleştirilm ez bununla, am a pekâlâ yeni, insa
nileştirilm iş toplum un, yani som ut idealin baskılanm ış u n su r
ları özgörlüğüne kavuşur. Bugün, k u rtu lu şların nihâî m ücade
lesinde ağırlığını koyan, p ro le ta ry a n ın devrim ci b e lirle n im i
dir/kararıdır; öznel etkenin, ekonom ik-m addl eğilim in nesnel
etkenleriyle birlik içindeki bir belirlenim idir. G erçekleşm eyi ve
d ünyanın değişm esini sağlayan etken olan bu öznellik, m addi
bir etkinlikten başka b ir şey degildir; M arx'in Feuerbach üzeri
ne 1. Tezde vurguladığı gibi, eylem li/faal y a n olarak (üretim /ya
ratım , üretk en lik , bilincin kendiliğindenliği), ilkin (m ekanik)
m ateryalizm tarafından degil idealizm den tarafından geliştiril
m iş o ld u ğ u d a kesin d ir. D ünyayı d eg iştirm ey e yani m ilitan
iyim serliğe a it olan etkinliğin, reel-halihazır eğilim lerle ittifak
etm eksizin bir an bile sahiden m üdahaleci ve kalıcı biçim de al
tüst edici olabileceği de düşünülm em eli; çü n k ü öznel etken ya-
lıtılırsa, devrim in değil salt darbeciliğin, çalışm anın değil Spi-
egelbergciligin’60 bir etkeni olur. M amâfih kararın/belirlenim in
bağlantıları görülürse, -v e bu idraki güvenceleyen de, karar/be
250
sa; Yakub'un rahm etinden her şeyi yeni yapan insanoğluna, yeni
göğe, yeni dünyaya kadar tüm Incil'i kateder. Buna rağm en N o
vu m K a teg o risi asla kafi d e re c e d e ta n ım la n m a m ış ve h iç b ir
M arksizm -öncesi dünya im gesinde y e r bulam am ıştır. Veya yer
buluyor göründüğünde, B outroux'da161 ve öncelikle gençlik sti
linde162 veya Bergson’un ayrışm a felsefesinde, Yeni, salt anlam
sızca değişip d u ran m odalar veçhesi altında g ö rü lm üş ve öyle
kutlanm ıştır; böylelikle ortaya çıkan şey, hep aynı kalan bir şa
şırtm acanın başka tü rlü b ir d o n u k lu ğ u o lm u ştu r sadece. H enüz-
Bilincine-Varılmamış’ın kavranışm ı onca zam an engellemiş olan
m aniada da aynı şey açığa çıkarılmıştır: öyle ki, ağarma, Incipit
vita n ova ,163 o sözüm ona hayat felsefesinde de daim a bir F ^ m
[sabit] olarak kalır. Nitekim Bergson'da Yeni kavram ı salt tekra
rın soyut karşıtı, hatta çok defa salt m ekanik eşbiçim liliğin öteki
yüzü olarak görünür; aynı zam anda, yaşam ın her anına atfedilir
- istisnasız, o nedenle değersizleştirerek. Bir şeyin sürekliliği bi
le, yani akıyor olarak tasa'^vvur edilen d u rte [süre], Bergson tara
fından, farklı olm anın devam lılığına dayandırılır; gûyâ, gerçek
ten değişm eyen seb atk âr d u ru şta , o halin başlangıcı ve so n u
ayırdedilem iyordur, nesnel olarak örtüşüyorlardır, dem ek ki iş
te, o şey sürm üyordur. Toplamda N ovum da Bergson'da izlediği
yolla, patlamalarıyla, diyalektiğiyle, u m u t im geleriyle ve dâhiya
ne ürünleriyle irdelenm ez de, hep m ekanizme karşıtlığıyla, ken
d in d e ve kendi için b ir Elan vital’in 164 içeriksiz teyidiyle açıkla
nır. N ovum 'a duyulan büyük sevgi etkilidir, açıklığa duyulan bü
yük eğilim insanın gözlerinin içine sokulur, am a süreç boş kalır
ve habire sürecin kendisinden başka bir şey üretm ez. Evet, ebe-
dîyen-m etafizik hayatiyet teorisi neticede N ovum yerine sadece
başdönm esine ulaşır, d u rm ak sızın talep ed ile n , bizzat kendisi
uğruna talep edilen yön değişim i nedeniyle; o nunla beraber o r
taya çıkan şey de, Bergson’u n kutsadığı eğri değil, içinde yalnız
ca -eşbiçim liliğe karşıtlık gereğince- kaosun suretinin varoldu
ğu bir zigzag olur. Bunun doğal sonucu da, soyut b ir biçim de
172 İsa'nın tekrar yeryüzüne inerek binyıl hüküm süreceği inancına bağlı.
256
delphia’dan çok başka bir şey olm azdı, şayet batm ayıp da o vakit
m üm kün olanın ölçülerine göre hedefe erişm iş olsaydı. Bin yıl
lık im paratorlukla ilgili radikal istem in Fioreli Joachim ’den İngi
liz Binyılcılanna kadar hızla katetm esini sağlayan ve bunu zo
ru n lu kılan ekonom ik koşullar duyurm uşlardı kendilerini, biz
zat erişilen nokta b u n u duyuruyordu: ve yine önlerindeki kapi
talist gündem nedeniyle, sevgi krallığını hazırlayan bir kader
çizm ezdi b u koşullar. Tüm bunlar, som ut teori-pratiğin nesnel-
reel M üm kün'ün araştırılm ış tarzıyla sıkı sıkıya bağlantılı oldu
ğunu keşfeden M arksizmle, tam am ıyla kavranabilir hale gelmiş
tir. Gerek yoldaki sürati belirleyen eleştirel dikkat, gerekse. he
defe bakarken militan bir iyimserliği güvenceleyen tem ellendi
rilm iş beklenti, M üm kün’ün m uadilinin idraki ile belirlenir. ö y
le ki, bu m uadilin, şim di sözelleşecek olgunluğa eriştiği gibi, yi
ne iki yüzü vardır; bir, o durum da M üm kün Olanın ölçülerinin
yazılı olduğu arka yüz vardır; bir de, en sonunda, nihayet M üm
k ün O lanın Totum’u n u n [bütün] kendini hâlâ açıkça tanınır kıl
dığı ön yüz vardır. İşte bu ilk yüz, ölçülü olarak verili bulunan
koşulların yüzü, hedefe giden yoldaki d av ran ışı öğretir; ikinci
yüz, ütopik Totum’un yüzü ise, bu yoldaki kısm i erişim lerin he
defin tam am ı olarak alınm asına ve onunla örtüşm esine esastan
engel olur. Bütün b unlarla birlikte şu saptanm alıdır: böylesine
iki ya n lı m uadil kavram ıyla da: reel M üm kün, diya lektik m adde
den başka b ir şey değildir. Reel M üm k ü n , bir y an d an sadece
m addi koşulluluğu su n an tarzın m antıkî ifadesidir, diğer yandan
m addi açıklığın (m addenin rah m in in tüketilm em işliğinin) ifa
desidir. Yukarıda, ö n cek i b ö lü m d e, G erçek leştirm e sırasın d a
“arızaya yol açan yan etkiler" vesilesiyle, A risto telik m a d d e ta
nım larının bir kısm ına başvurulm uştu. Aristoteles'e göre m eka
nik m addenin, (Eski Yunanca to eks anagkes, z o ru n lu lu k tan ),
entelechietik eğilim in su retinin kendini açık/an biçim de ortaya
koym asını önleyen b ir direnç oluşturduğuna deginilmişti. Aris
toteles b irçok frenlenm eyi, tesadüfi kesişm eleri, keza dünyayı
dolduran çok sayıdaki ilerlem e Torsi’sini [parçalar] buradan ha
reketle açıklam ak ister. Anılan yerde b u madde tanım ı bir günah
keçisi tanım lam ası olarak adlandırılm ıştı; m utlaklaştınldığı öl
çüde ve toplam da m addenin, Entelechie’nin sırtındaki yükü al
257
mak üzere şeytanlaştırılm asına hizm et ettiği ölçüde, böyledir ni
tekim. Fakat elbette Aristoteles'te böylesi bir Toplam, böylesi bir
m utlaklaştırm a sö zk o n u su degildir, o n u n m addesi daha ziyade
asla m ekanik olanla kısıtlanm am ıştır ve K uvve/tm kân'ın (Eski
Yunanca dünam is) kaynagını teşkil eden m ekanik m adde bile,
A ristoteles'te ilk defa olm ak üzere, y ü k se k düzeyde kapsam lı
Kuvve/tm kân (dünam is) kavram ına veya nesnel-reel M üm kün'e
bağlanmıştır. Bu atıf, frenleyici m adde kavram ına da yeni, yolu
kesm eyen, belirleyici b ir anlam verir: “zo ru n lu lu k ta n ” (to eks
anagkes), “im kânlı/olanağa göre” (Eski Yunanca kata to dünaton)
tarafından, yani İm kânlara Göre tarafından, im kanlar ölçüsünde
[olmakta] olanla tam am lanıp genişletilir. Yani m adde bu yanıy
la, Entelechie'lerin kendilerini ortaya koym alarının ölçülerini be
lirleyen koşulların yeridir; “z o ru n lu lu k ta n ” böylelikle sadece
m ekanik dem ek değildir, çok daha ötesidir: kesintisiz koşullar
baglamıdır. Ve entelechietik eğilim in su retinin yolunda giderken
id rak ettiği frenleme, neticede ilkin bu lm kânlara-G öre-[O lm ak-
ta] O lan'dan kaynaklanır. H eykeltraşın, “m üsait koşullarda” ça
lışarak, doğurulm uş olan fizikî bedenlerden daha güzel bedenler
yapabilm esi de buradan kaynaklanır; keza b ir şairin suretlerini
tesadüfîlikten ve patikanın darlıgm dan uzaklaştırabilm esi, Aris
toteles'in Poetika'da dediği gibi “birer b irer”den (Eski Yunanca
ka t’ekastron) veya tek il olandan b ü tü n lto p ta n 'a (Eski Yunanca
kat'olan) veya bir B ütün'ün daha zengin im kânlarına taşıyabil
mesi. Ama Aristoteles öteki yüzü de, M üm kün'ün m addesinin
ön yüzünü de taltif etm iş olmasa, onu tam amıyla frenlenm em iş-
liğini kavram ış olm asaydı - b u m erkezî ö n em d ed ir-, b ü tü n bu n
lar m ü m k ü n olmazdı. M adde sadece im kânlı/olanağa göre değil
dir, im kâna göre, yani M üm kün'ün verili ölçüsüne göre Koşulla-
yan değildir, o im kânlı/olanakça'dır (Eski Yunanca dünam ei on),
İm kân-D ahilinde-O lan'dır, yani -A ristoteles'te elbette h enüz pasif
olarak- verim liliğin kucağıdır; dünyadaki biçim lerin hepsi, tü ken "
m em iş bir şekilde, b u rad an çıkarlar. Bu son belirlem eyle, nesnel-
reel M ü m k ü n 'ü n tam da dost yam -ş a y e t U m u t yanı degilse-
açılm ış olur, h er ne k adar kavranm ası çok uzun sü rdüyse de;
ütopik Totum, im kânlı/olanakça'da içerilmiştir. Tekrarlayalım ve
toparlayalım : M addenin tm kânlar[ınJa-G öre-O lan, her somut d u
258
rum da Erişilecek Olana ilişkin k riti k d ikka te önceldir; M addenin
İm kân-D ahilinde-O lan’ı, Erişilebilirliğe dair tem ellendirilm iş bek
lentiye önceldir. Aristotelesçilerin panteist okulunda son belirle
m edeki pasif'in ü stü n ü n çizilm esi, im kânlı/olanakça’n ın artık
Form-Entelech ie’lerinin kendilerini y an sıttıkları balm um u gibi
görünm em esi, M adde'nin potansiyeli en nihayet dünyadaki bi
çim lerin hem doğum u hem m ezarı hem yeni u m u t m ekânı ol
m uştur. A ristotelik M adde kavram ının bu gelişm esi, peripate-
tik173 fizikçi Straton üzerinden, ilk b ü y ü k A ristoteles yorum cusu
Afrodisiaslı A lexander üzerinden, Şarklı A ristotelesçiler İbnî Si
na, îbni Rüşd ve o n u n natura naturans'ı üzerinden, yeni-Platon-
cu lu k yapan A risto telesçi Avicebron [Ibn Gebirol) ü zerinden,
13. yüzyıl H ıristiyanlığının sapkın filozofları Bennesli Amalrich
[Amaury] ve D inantlı David ü zerin d en , G iordano B run o 'n u n
dü n y ay ı y aratan M adde'sine d e k u z a n ır (b u n u n la ilgili karş.
E rnst Bloch, Avicenna u n d A ristotelische L inke [lbni Sina ve
A ristotelik Sol], 1952, s. 30 vd.). Evet, Hegelci D ünya Idesi'nin
kendi kendini doğuran ve M adde'den onca tez uzaklaşan tözü,
buna rağmen M adde-potansiyelinin kuvvet haline gelmiş bir b ü
yük kısm ım içerir. L enin Felsefe D efterleri'nde (s. 62) bu n u n la
ilgili özellikle Hegel’in Mantıfc'ından şu cüm leyi işaretler: “Bu,
F o n n 'u n etkinliği olarak görünen, b u n u n ötesinde aynı zam an
da bizzat M adde'nin kendi h areketidir.” H egel'in b una benzer
çok cüm lesi vardır; A ristoteles'in G elişm e kavram ıyla ilgili ola
rak, en azından Ide'sinin K endinde-O luş'unu A ristotelik Kuv-
ve/lm kân’la eşlediği Felse/e Tarihi'nde de vardır (Tüm Eserleri
XVIII, s. 33). Ve Aristotelik-Brunocu m iras olmasaydı, M arx'ın,
Hegelci Dünya îdesi'ndeki birçok şeyi o kadar doğallıkla ayakla
rı üzerine oturtam ayacagı varsayım ı da haklıdır. G erçi sürecin
diyalektiğini Dünya Tini denen şeyden m ateryalist bir m üdaha
leyle kurtarıp alm ak m üm kün olurdu ve hareket yasası olarak
M adde üzerinde kavranabilirdi. Fakat şim di, m ekanik kabalık
tan çok farklı bir M adde g ö rü n ü r olm uştur; diyalektiğin, süre
cin, feragatten feragatin, doğanın insanileştirilm esinin asla dış
sal lâkaplar olm ayıp, doğrudan bağlanm ış b u lu n d u ğ u diyalektik
173 Aristoteles gibi, düşüncelerini tanışırken bir aşağı bir yukarı yürüyen.
259
m ateryalizm in Madde'si. E rişilebilir O lanın kritik incelenm esine
d ö nük m uadil kavram lar hakkında, m uadil kavram ın yani reel-
M üm kün veya M adde’nin içindeki Erişilebilirliğe dair tem ellendi
rilm iş beklentinin kendisi hakkında, şim dilik bu kadar. Som ut
ö ngörücü tasavvurun soğuğu da sıcağı da b u n u n içinde önceden
taslak olarak hazırlanm ıştır, reel-M üm kün’ü n bu iki yanıyla ilin-
tilendirilm iştir. O n u n tükenm em iş beklenti doluluğu devrim ci te-
ori-pratiği coşkunlukla ışıtır, onun kesinkes gözardı edilem ez be
lirlem eleri soğukkanlı bir analizi, dikkatli ve dakik stratejiyi ge
rektirirler; ikincisi soğuk kızıldır, ilki sıcak.
Kızıl olm anın bu iki tarzı elbette daim a birlikte giderler ama
farklıdırlar yine de. Birbirlerine nisbetleri, Aldatılamaz ile Hayal
Kırıklığına U ğratılam az'ınki, H uşunet ile İm an'ınki gibidir, her-
b iri k en d i y erin d e ve h e rb iri aynı hedefe d ö n ü k k ullan ılan .
M arksizm de d u ru m u n analizi faslı, heyecana getirm e ve ileriye
bakma faslıyla içiçedir. Her iki fasıldaki edimler, diyalektik yön
tem de, hedefin Pathos’unda, işlenen m alzem enin tü m lüğünde
birleşmişlerdir, yine de bakış ve konum farklılığı kendini belir
gin biçimde gösterir. M üm kün’ün ölçüsüne göre som ut d u ru
m u n koşullarının araştırılm ası ile, İm kân-D ahilinde-O lan’ın gö
rüş sahasının araştırılm ası arasındaki fark olarak idrak edilmiş
tir bu. Koşulların analizi araştırm ası da bir görüş sahası sunar,
fakat ufku sınırlayıcı bir ufuktur, sınırlı bir M üm kün’ün ufku
dur. Böyle bir soğutm a olmasaydı, ortaya çıkan şey Jakobenlik
olurdu - veya tüm den abartılı, en soyut-ütopik uçarılık. Böyle
ce, deneyim icabı yavaş bir yürüyüşü olan ve nadiren kanat ta
kan Gerçek, Sollam anın, Atlayıp G eçm enin, Ü zerinden Atlama
nın topuklarına k u rşu n döker. Fakat İm kân-D ahilinde-O lan'ın
görüş sahasının araştırılm ası, zihinde çarpıtılm am ış, ölçülm em iş
u za k la ra , zihinde h e n ü z tü k etilm em iş ve gerçekleştirilm em iş
olan M üm kün'e gider. Gerçek anlam da görüş sahasını açan, yani
Aslolanı, V uku B ulm akta O lanın ve Yapıp Edilecek O lanın To-
tum’unu, sadece halihazırdakini değil de tüm tarihsel-ütopik To-
tum’u görmeyi sağlayan da asıl b u d u r elbette. Tarihsel ve hele
güncel-pratik koşulların analizi böyle ısıtılmazsa, bu analiz eko-
nom izm e ve hedefini u n u tm u ş oportünizm e düşm e tehlikesine
m aruzdur; oportünizm , uçarılığın sisin d en kaçınırken, filistenli-
260
ğ in ,174 uzlaşm anın ve n ih ay etin d e ih an etin batağına saplanır.
Kendi başına y o lu n da k en d i başına hedefin de diyalektik olm a
yan biçimde birbirlerinden alıkonm ası ve böylece şeyleştirip ya
lıtılm aları, so m u t ö n g ö rü c ü tasav v u ru n so ğ u ğ u ve sıcağ ın ın
m üşterek etkisiyle olabilir ancak. Burada koşullar analizi, b ü tü n
tarihsel-durum sal güzergâh boyunca, ideolojilerin m askesinin
düşürülm esi olduğu kadar m etafizik görün ü şü n büyüden arın
dırılm ası olarak da zuhur eder; M arksizm in soğuk a kın tısın ın en
faydalı unsu rların d an biri budur. Böylelikle M arksist m aterya
lizm sadece koşulların bilim i olm aktan çıkar; aynı hamlede, tüm
ideolojik ketlenm elere ve -d aim a ekonom ik nitelikli o la n - son
kerte koşullarının üzerinin örtülm esine karşı m ücadele ve m u
halefet bilim i olur. M arksizm in sıcak akıntısında ise, özgürleşti
rici yönelim ve m ateryalist-insanî, insanî-m ateryalist Reellik eği
lim i vardır; b ü tü n büyüden arındırm aların hedefi de buna eriş
mektir. İnsanın küçültülm esinden, köleleştirilm esinden, terk e
dilm işliğinden, aşağılık hale konm asından kuvvetli dönüş, öz
gürleşm enin d ö n ü m notası olarak proletaryaya dönüş, işte b u ra
dan olur. Hedef aynıdır: insanın doğallaştırılm ası, doğanın insa
nileştirilm esi - kendini geliştirm ekte olan M adde'de saklıdır bu
[dönüşüm ]. Bu son M adde veya özgürlüğün krallığının içeriği,
onun tek uzam ı olan kom ünizm in inşası sürecinde yakına gelir
ancak, daha önce hiçbir yerde m evcut olm am ıştır; burası m u
hakkak. Fakat aynı şekilde, bu içeriğin tarihsel süreçte b u lu n d u
ğu ve M arksizm in, bu sürecin en kuvvetli bilincini, o n u n en
yüksek pratik hatırasını temsil ettiği de m uhakkak. Sıcaklık öğ
retisi olarak M arksizm, bu suretle sadece, hiçbir sihirden arın
dırmaya mağlup olm ayan ve G erçekleştirenin büyüyen Gerçek
leşm esini -ilk in beşerî çevrede- kapsayan o olum lu İmkân-Da-
hilinde-Olm ayla ilişkilidir. Ve bu çevre içinde ütopik Totum’un
anlam ı, işte içinde ne insanın dünyaya ne de dünyanın insana
yabancı gibi davranacağı o özgürlüktür, o kim liğin yurdudur.
Bu, M addenin ön yüzü, cephesi anlam ında, yani ileriye dönük
M adde anlam ında, sıcaklık öğretisidir. Burada yol, hedefin işlevi
olarak açılım kazanır; hedef de yolun içindeki, k o şu llan araştırı
262
sadece duyusal kesinlik arzeder, b u n u n dışında ise taşıdığı haki
kat iddiası söze kıyasla zayıftır. Değil m i ki söz sadece şiire değil
hakikate uygun aktarım a da hizm et eder; söz, renkten hatta çi
zim den bile daha duyarlı kılar hakikate.' Her iyi sanat, m alzeme
lerini biçim lendirilm iş bir güzellikle sonuçlandırır tabii; şeyleri,
insanları, çelişkileri güzel görünüşle sunar. Ama bu netice nedir,
dürüstçe; içinde sadece icat edilm iş bir şeyin mayalandığı bir ol
gunluk, nedir? Sadece illüzyonla, göze görünen, kulağa çalınan
la aktarılan bir zenginlikle ilişkisi ned ir [bu neticenin]? Başka
bir açıdan, Schiller'in, burad a güzellik olarak hissettiğim izin bir
vakit karşım ıza H akikat olarak çıkacağına d air peygam berane
cümlesiyle ilişkisi nasıldır? Plotinos'un, so n ra Hegel'in, Güzelli
ğin Ide’nin duyusal görünüm ü olduguna dair cümlesiyle ilişkisi
nasıldır? Nietzsche, pozitivist dönem inde, bu iddiaya çok daha
kesif bir iddiayla karşı çıkar; bütün şairlerin yalan söylediği iddi
asıyla. Veya: Sanatın, üzerine saf olmayan d ü şü n ü şü n tülünü se
rerek yaşamın yüzünü daha katlanılır kıldığı iddiası. Francis Ba
con hele, güm üş kâselerdeki altın elm aları Gözboyayanın çok da
uzagm da görmez, Idola theatri175 m irasına aittir onlar. O hakika
ti, dünyanın m askelerinin, m um yalarının ve gösterişlerinin sa
natın mum ışığında g ö ründüğünün yarısı k ad ar güzel ve m uhte
şem görünm edikleri çıplak, parlak gün ışığıyla karşılaştırır. Buna
göre sanatçılar başından sonuna dek görünüşle nişanlıdırlar, ha
kikate değil, onun aksine meyillidirler. Tüm A ydınlanmada bu
Sanat-H akikat antitezinin öncülleri bulunur, sanatsal fanteziyi
gerçeklik duygusu yönünden zan altında tu tm u ştu r bu öncüller.
Bunlar sanatın altın sisine, tatlılıkla hisleri okşayan, bulanık ya
nına dön ü k ampirik itirazlardır ve Aydınlanma kökenli yegâne
itirazlar bunlar değildir. Zira onların yanında, gerçi kökeni itiba
rıyla Platonik kavram [ogos'una ve onun m eşhur, bilhassa radi
kal sanat düşm anlığına dayanan ama burjuva Yeni Çağın hesapçı
akli yönelim i içinde sanat karşısında yeniden itibar kazanan ras
yo n el itirazlar da vardır. M arx’ın tasvir ettiği, kapitalizm in 19.
yüzyıldaki özgül sanat düşm anlığının (ki b u n u n karşı hamlesi,
l’art pour l’art ve G oncourt’lan n “kam uoyu"na savaş ilanı olm uş
265
kendilerini kıstırılm ış veya dekadan hissetmişler, hakikat so ru
nuna karşı yüküm lülük duym uşlardır. Büyük ■gerçekçi şairlerin
tasvir ve anlatılarında nasıl hakikatin resmi gibi olmayı da ister
Güzel O lan, kâfi derecede. Sadece d uyusal kesinlik tabakasında
istemez bunu, geniş açılımlı toplum sal bağlamlarda, doğala ben
zer süreçlerde de ister. Nasıl da m eşrudur H om eros'un gerçekçi
liği; öylesine dakik ve dolgun bir gerçekçiliktir ki bu, neredeyse
tüm M ikenos k ü ltü rü n ü m uhayyilede canlandırabilir. Ve E yüb
kitabına, onun 37. B ölüm üne atıfta b u lu n an da, gerçi bir F ran
sız m atem atikçi degil ama doga araştırm acısı olarak Alexander
von H um boldt'dur: “G ökkubbede v u k u bulan m eteorolojik sü
reçler, sislerin değişen rüzgâr istikam etlerine göre biçim lenişi ve
dagılışı, onların renk oyunları, dolu oluşum u ve gök gürlem esi
nin ortaya çıkışı, ferdî bir vuzuhla tasvir edilir. B ugünkü fiziğin
bilim sel ifadelerle form üle edebildiği fakat tatm in k âr biçim de
çözem ediği birço k soru da ortaya atılm ıştır b urada,” (Kosmos !/,
Cotta, s. 35). Böylesi dakiklik ve sahicilik elbette her büyük şa
irin has ve asli vasfıdır; çoğunlukla, m anevî-dinî nazm ın da bir
vasfıdır - bir sanat eseri olarak ilahilerdeki gibi. H er yüzeye am a
aynı zam anda her u çuk abartıya da yabancı olan, -H om eros'un,
Shakespeare'in, G oethe’nin, Keller'in, Tolstoy’un şereflendirdiği-
manâlı gerçekçiliğin talebi sanatta (yeni zam anlarda en azından
rom anda) öylesine itibar g ö rm ü ştü r kt - h a tta kim i doruklarda
yerine de getirilm iştir-, sanki Magister ludi'ye179 ve onun oyun-
eserine karşı hakikat aşkından kaynaklanan bir şüphe hiç d u
y ulm am ıştır b u güne kadar. Yine de sanatçılar, estetik hakikat
so rununu -so m u tla ' ilgili b ir soru olarak d a - halletm iş değildir
ler, olsa olsa kendileri açısından arzulanır ve anlam lı bir tarzda
çoğaltm ış ve inceltm işlerdir bu soruyu. Ç ünkü tam da gerçekçi
sanat eserinde g ö rü n ü r ki, b ir sanat eseri olarak o, tarihsel, do-
ğabilimsel m alûm atın hele idrakin b ir kaynağı olm aktan başka
bir şeydir. O nca isabetle tanım ladığını aynı zam anda halihazır
k o n u m u n d an çok y u karılara yükselten enfes sözler ona m ah
sustur; h er şeyden önce, bilim e fazlasıyla yabancı bir ruhsatla
kişilerle hadiseler arasında istediği gibi dolanan b ir masalcılık,
268
san burada yeniden dogmalı, toplum Civitas d d ’ye181 d ö n ü ştü
rülm eli, doga göksel olanın n û ru n a kavuşturulm alıdır. Oysa sa
nat ‘yuvarlanm ış’ olarak kalır, “klasik” haliyle verili olanın etra
fında sahil gezintisi yapmayı sever, gotik haliyle bile, tüm o sı
nırlan aşması içinde, düzlenm iş, hom ojenleştirilm iş bir şey içe
rir. Açık m ekânda vuku bulan, niteliksel sıçram aya uğratıcı [in
filâk ettirici] bir etkiye sadece m üzik sahiptir; bu nedenle de di
ğer sanatlar karşısında daim a ayrıksı bir yanı vardır, sanki Güzel
ya da Ulvi olanın düzlem ine ancak u y arlan arak taşınabilirm iş
gibi. Kalan b ü tü n san atlar yük sek karath tem sili dünyanın tekil
biçim leriyle, d u ru m larıy la, eylem leriyle g erçek leştirirler ve o
dünyayı niteliksel bir sıçram aya uğratm aksızın yaparlar bunu;
bu ön-görünüşün m ükem m eV tastam am görülebilirliği b u ndan
dır. Böylelikle, illüzyon-olm ayandır sanat; çünkü, biçim lendiril-
m iş-uyarlanm ış tarzıyla, olm uş olanın uzatm a çizgisinde sü rd ü
rü r etkinliğini. Öyle ileri gider ki bu, antik bir yazar, Juvenal, bir
fırtınanın tüm m uhtem el k o rkularını ifade etm ek için “poetica
tempestas"i82 diye adlandırır onu. Öyle derine gider ki, Goethe,
D iderot’n u n “Resim üzerine d en em e”sine d air notlarında, salt
yeniden üretici natüralizm e karşı, yoğunlaşm ayı koyar gerçekçi
lik olarak: “Böylece sanatçı, kendisini de m eydana getirm iş ol
m asına duyduğu şükranla, ikinci bir doğa verir doğaya - fakat
duyum sanm ış, d üşünülm üş, insanilikle tam am lanm ış bir doğa.”
Ama b u insanileştirilm iş doğa aynı zam anda kendi içinde daha
tam am lanm ış bir doğadır; gerçi Hegel'in öğrettiği anlam da zaten
bitm iş b ir lde'n in duyusal g ö rü n ü şü anlam ında değil ama Aris
toteles'in söylediği anlam da, entelechietik tarzın giderek gelişme
si yönünde. Evet, tam da bu entelechietik veya Aristoteles’in keza
söylediği üzere: tipik olarak Neticeye G ötüren, Engels'in ‘ger
çekçi sanat tip ik k a ra k te rlerin tip ik d u ru m la rd a k i tem silidir’
cüm lesinde kuvvetle yeniden hatırlanıyor. Tabii Engels’in tanı
m ında Tipik olan, ortalam a olanı değil anlam lı biçim de Karakte
ristik olanı tanım lar; kısacası: bir şeyin, ibretlik d u rum lardan
hareketle geliştirilm iş özsel imgesini. Demek estetik hakikat so
270
rinin cazibesi yeterlidir - tasvir edilen ne d enli hayali olursa ol
sun. Evet, Hayali Olan ya da hayali olm uş olan, salt görünüşe
bilhassa dekoratif b ir ‘yuvarlanm ışlık’ kazandırabilir; m eselenin
ciddiyetinin güzel bir bağlam içindeki oyunu en azından rahat
sız ettiği, hatta kesintiye uğrattığı b ir şekillenm edir bu. Tam da
imgeleri özellikle kolayca, özellikle irreel biçim de birarada ika
met ettirebilm esi sayesinde salt görünüş, yalın illüzyonun öte
sinde herhangi bir ilgiyi ve herhangi bir k o n u n u n m evcudiyetini
işaret etmeyen o h o şn u tlu k verici yüzeysel bağlam ı garanti eder.
Tasvir edilen şeye inançsızlık, pürüzsüz illüzyon açısından bir
yardım dahi sayılabilir —k u şk u d an bile daha büyük b ir yardım
dır. R önesans ressam lığında, an tik T anrılar k arşısında göster
m işti ken d in i bu durum ; ressam ın, Tanrıları tasvir ederken, Kut
sal karşısında yeterince esrarlı b ir havada davranm am ış olm ak
tan ötürü korkm ası gerekm iyordu. Aynısı, kısa süre sonra, m ito
lojik biçim e [görel ‘yuvarlanm ış’ şiirde de görülecektir. Camö es,
“Lusiad”larda gayet iro n ik ve b ir yandan da en canlı dizelerinde
Tanrıçası Them is’e, gerek kendisinin gerek S atürn'ün, Jüpiter'in
ve ortalığa çıkan b ü tü n diğer Tanrıların, “ölüm lülerin kör cin
netinin sınıf şarkılara cazibe kazandırm ak için doğurduğu mağ
ru r masal varlıkları” olduğunu söyletir. G erçi burada güzel gö
rü n ü şte n istifade ed erek m ito lo jik içerikler h atırda tu tu lm u ş
hatta bir ö n -g ö rü n ü şü n m uhtem el alegorileri arasına katılm ıştır;
fakat asla kesintiye uğram am ış g ö rünüşün bilhassa davet ettiği o
tam am lanm ış dolm uşluğun araçlarıyla yapılm ıştır bu. Nihayet,
burası için b ir başka davet, -sad ece antik veya antikleştirici kla
sik değ il- h er sanatı çevreleyen, infilâke yol açm aksızın [nitelik
sel bir dönüşüm le) sıçrayan içkinlik tarafından gelir. Tam da O r
taçağ sanatı, dinsel-aşkın vicdana rağmen, estetik tarzda ‘yuvar
laması yapılm ış’ bir tatm inin örneğini sunar. G otik'te bu vicdan
m evcuttur, fakat onun kendisinde de keza tuhaf, klasik-Yunan
dengeden kay n ak lan an b ir â h en k vardı. Lukâcs erken dönem
yazılarında abartarak d a olsa saptam ıştı bunu: “Böylece kilise
den yeni b ir polis oluştu... o niteliksel sıçrayış, dünyevi ve uhre-
vi hiyerarşilerin skalasını verdi. G iotto ve D ante’de, W olfram ve
Pisano'da, T hom as ve Franziskus’ta d ü n y a te k ra r yuvarlak oldu,
bir b ü tü n olarak görülebilir hale geldi, uçurum da hakiki derinli-
271
gin tehlikesi kalm adı. Fakat onun tüm karanlığı, siyah siyah ışı
tan gücünden bir şey yitirm eksizin, saf yüzeye dönüşerek, hiç
zorlam asız renklerin tam am lanm ış birliğine dahil olm uş oldu.
K urtuluş çığlığı, dünyanın nihayete erdirilm iş ritm ik sistem inde
bir uyum suzluk haline geldi ve böylece yeni, fakat Yunan’ınkin-
den daha az renkli ve daha az m ükem m el olm ayan bir dengeyi
m ü m k ü n kıldı: uygun su z, hetero jen y o g u n lu k ların d engesi,”
(Die Theorie des Rom ans [Roman Teorisi], 1920, s. 20 vd.). Ma-
mâfih Gotik'te G rünew ald'ınki gibi Alman m üstakil uygulam ala
rına, bu tarz bir m ükem m ellik izafe edilemez. O ysa A kdeniz be
lirlenim inde kalan O rtaçağda, asla klasik b ir güçte olmasa bile,
Estetik O lanın bu h ipostazının183 ayuı oranda sıkı, b ütü n lü k lü
bir bakışını görürüz. Burada bir ahenk ve bağlam ın sadece ide
alistçe olm ayıp, nihâi kökeni itibarıyla büy ü k Plan'a yani tüm
‘yuvarlam a'nın köken im gesine dayanan b ir tam am lığı vardır.
Pan [Tüm ), dünyanın Bir[liğ]i ve H er Şeyidir, keza hiçbir şeyi
ek sik olm ayan o B ü tü n o larak h ü rm e t g ö rm ü ştü r. ‘Yuvarla-
m a'dan başka hiçbir şeye dogru olm ayan nihâi igva bundandır;
Yunanî d en g en in tü m ü y le pagan, yani [niteliksel] sıç ra m a sız
dünya imgesinin, A stral [göksel] mitos’un sekülerleştirilm iş tarzı
olm ası da bundandır. Bu m itosta evren sahiden “süs"tü, m uva
zeneli bir güzelliğe sahipti; durm aksızın kendi etrafında döner
di; ve Hen kai pan'84 bizzat bir daireydi, ucu açık bir parabol de
ğil - bir küreydi, bir süreç fragmanı degil. Bu nedenle sanatın bu
fazlasıyla ‘yuvarlayıcı' biçim i içinde çok defa panteist yapılı ol
ması sebepsiz değildir; tersine, tam am lanm ış b ir sistem in sanat
dışı bir v u k u u n u n da hoşnutluk veren b ir güzellik etkisi yarat
m ası da sebepsiz değildir. D uyusal gö rü n ü şten , canlı kıyafetli
Tanrısallıktan alın an h az da elbette katkıda bulu n m aktadır bu
panteist akım a, fakat ona yönelten daha güçlü igva, âhenkli-bo-
zulm am ış bağlamdır, “evren"dir [Kosmos] - “âlem şum ül” [Uni-
versum] olm adan bile. B ütün bunlar, san at eserinde hakiki bir
m arifetin, görünüşte tam am lanm ışlığa ait ve abartılı-içkin haliy
le ön-görünüşü ilkin perdeleyen bir özerkligin neden yaşayabil-
274
m arnlanm ış hiçbir şey bu uyum un hakkını veremezdi, halta Ta
m am lanm am an/M ükem m elliğin k endisi de verem ezdi - böyle
derinlem esine M utlağa doğru sürü k len en , bir fragm ana d ö n ü
şü rd ü çü n k ü . Bu ta rz b ir fragm an da, tap ın ak sal-o lm ayanın,
âhenksizce ‘K atedralik' olanın bir cüzünden aşağı değildir artık,
p o st fe s tu m m G otiğin vicdanıdır. Estetik tam am lanm anın derin
liği bizzat tam am lanm am ış olanı bile harekete geçirir: nitekim ,
alışılag elen a n la m d a F ra g m a n te r-O lm a y an , M ik e la n ce lo ’da,
-M edice M ezan 'n ın figürlerinde o ld u ğ u gibi, St. P eter Kilise-
si'nin kubbesinde d e -, sanatın U ltim um [nihaî] ölçüsü dem ek
olan o ölçüsüzlüğe ulaşır. B undandır neticede, bu n ih âtlik tar
zındaki tüm eserlerde, Batı-D oğu D ivanı'nda, B eethoven'in son
kuartetlerin d e, Faust’ta, k ısacası Son'daki B itirem em e'nin ‘b ü
yük' kıldığı her yerde, fragm anterin m eşru, çü n k ü m addî oluşu.
Tamama erdirilmiş büyük sanatın içindeki -ta m da o n u n içinde
k i- tasvirlere sald ın akım ının, ideolojik etkisini pekâlâ sürdür
m ekte olan nedenini arayacak olursak, onun Yol- ve Süreç Pat-
hos'undadır, Incil'le dünyaya gelen eskatolojik vicdandadır. E xo
dus [Huruç] ve İm paratorluk D ininde M utlaklık sadece m utlak
olarak dönüştüren ve [niteliksel] sıçramaya yol açan, ütopik bir
M utlak'tır; bu M utlaklığın önünde sadece bizim bilgimiz değil,
vicdanım ızın bağlı b u lu n d u ğ u şim diye k adarki tüm O lm uşluk
da, yam alı eser olarak görünür. Sadece yaratıksal sınırlılık hatta
teslim iyet an lam ın d a değil, en ü re tk e n an lam ın d a da yam alı
eser, veya nesnel fragm an. O n u n üzerinde, kıyam etsel infilâk
[nitel sıçram a] anlam ında “Bak, h e r şeyi yeniden yapıyorum "
vardır ve b u her b ü yük sanata, D ürer'in gotik resm ini A pocalyp-
sis cum figuris™ 7 diye adlandırm asını sağlayan ruhla cereyan ve
rir. İnsan henüz katılaşm am ıştır, dün y an ın gidişi henüz k arar
laştırılmamış, kesinleşm em iştir - işte, h er estetik iletide de bu
d e rin lik vardır: b u ra d a ki Ü topik, e ste tik iç k in lik te k i -o n d a en
esaslı içkinlik o la n - paradokstur. Fragm an [yaratmaya] m uktedir
olunm asaydı, estetik fantezi gerçi dünyaya ilişkin yeterince gö
rüşe sahip olur, her türlü başka insanî idrakin ötesine geçerdi,
277
canlının etrafında bir atm osfer vardır, der Goethe; toplam da her
Sahici şey, yaşam oluşuyla, süreç o luşuyla, n esn el fantezinin
m uadili olabilecek oluşuyla, b ir ufka sahiptir. K endinin karanlı
ğında, yatay uzanan bir iç ufuk, bir de çok uzaklarda, dünyanın
ışığında, dış ufuk; h er iki ufuk da kendi ard lan n d a aynı ü to p
yayla dolu, dolayısıyla Ultimum'da özdeştirler. Geleceğe d ö n ü k
u fu k koyverildiğinde, gerçeklik sadece olm uş, ölü bir gerçek
olarak gö rü n ü r; ölülerini buraya göm enler de ölülerdir, yani na-
türalistler ve ampiristler. Geleceğe d ö n ü k ufka da b ir yandan ba
kıldığında ise, gerçek, in concreto [som utta] olduğu gibi gö rü
nür: B itm em iş b ir dünyada v u k u bulan d iy alek tik sü reçlerin
oluşturduğu bir yol ağı. Bu m uazzam gelecek: içindeki reel im
kân olm asaydı, değiştirilm esi hiç m ü m k ü n olm ayacak olan bir
dünyadır bu. Gelecekle beraber, sürecin h er b ir k ısm ının yalıtıl
m ış b ü tü n ü n ü değil, sürece bağlı b u lunan yani henüz eğilimsel
ve saklı d u ru m d ak i şeyin b ü tü n ü n ü tem sil eden o Totum. Sadece
b u d u r gerçekçilik; ve her şeyi önceden bilen, tekbiçim li ve biz
zat biçim ci şablonunu gerçeğin kendisi sayan o şem atizm nüfuz
edemez buna. Reel im kân olm adan tam am lanm ış olm az gerçek
lik. Geleceği taşıyan niteliklerden y oksun dünya, darkafalınınki
kadar az hakeder b ir göz atılmayı, b ir sanatı, b ir bilimi. Som ut
ütopya her gerçekliğin ufkundadır; reel im kân açık d iya lektik eğ i
lim leri, [süreçte] saklı olanlan çevreler son noktaya dek. Bunlarla
kaplanm ıştır, kadim bir gerçekçilikle, tam am lanm am ış m adde
nin tam am lanm am ış hareketi - ve hareket, derin Aristoteles sö
züyle, “tam am lanm am ış Entelechie”dir.
18
‘İM K Â N ' K A T E G O R İ S İ N İ N T A B A K A L A R I
Ne kadar sıktır, b ir şeyin olabilir görünm esi. Hatta, şim diye ka
dar olduğundan farklı olabileceği, bunun için birşeyler yapılabi
leceği. Fakat bu da, bu halin kendi içindeki o n u n öncesindeki
bir M üm künlük olm aksızın, m ü m k ü n olamazdı. G eniş bir saha
vardır burada, her zam an olduğundan daha fazla sorgulanm ası
gerekir. Bir O labilir'in söylenebilir ve d üşünülebilir olm ası bile,
278
asla dogal bir şey degildir. Henüz ucu açık bir şey vardır orada,
şimdiye kadarkinden farklı kastediliyor olabilir, ölçüleri degişti-
rilecek, başka b ir yere bağlanacak, değiştirilecek olabilir. Artık
yapılabilir ve m ü m k ü n hiçbir şeyin olm adığı yerde, yaşam öl
m üştür. Yoksa o genç çağrı nasıl m ü m k ü n olabilirdi?: “Şimdi
her şey, her şey değişm elidir.” Elbette, salt M üm kün'de çok şey
m üphem dir; sadece akışkanlık veya akışkan halde tu tan yoktur,
kayıp giden birşeyler de vardır. F akat insan tercihen kendini
M ü m k ü n ’e veren ve ö n ü n e M ü m k ü n 'ü alan b ir yaratıksa, bu
M üm kün’ü n m üphem liğinden ö tü rü güçten düşm ediğini, onun
ucu açıklığının hiç de rastgele olm adığını bilir. O labilirlik de ya
sallık taşır; salt kelim elerin oyununda bile öyledir - hele ki, çok
geçm eden iş ciddileştiğinde. O labilir'in içi havayla dolu görünen
m addesi/m alzem esi de çok ağırdır aynı zam anda; sıkı sıkıya alâ
kadar olmayı, işlenm eyi gerektirir. Yoksa, öncelikle, Olabilirliğin
değişik tabakalan g ö rü n ü r hale gelmeyecektir.
B içim sel M ü m k ü n
279
b u n u n gibi, kabil-i telif olm ayan bir sürü şey. Böyle bir abartm a,
salt D üşünülm esi M üm kün'ün ne denli kıyısız olabilecegini gös
teriyor. Şeyler arasında h erhangi bir ilişki olm adığı ifadesinin
içindeki ilişkinin bile, D üşünülm esi M üm kün’ü n içinde verim
siz olm ayan b ir yeri vardır. D üşüncede kesinliksizlikten bir be
reket olabileceği gibi, -y a n i kötü b ereket-, D üşünülm esi M üm
k ü n ’ü n içinde de kötü ucu açıklık vardır. H er şeyden önce ken
disiyle tezat h alindeki biçim sel Olabilirliğin içinde açılım bulan,
iyi ucu açıklığına yanısıra...
M addeten-nesnel olarak M ü m k ü n
280
ama hepsinin m evcut bulunm ası itibarıyla, b u suretteki M üm -
k ü n ’den Gerçeğe varılam az. E ski skolastik cüm lenin geçerliliği
bundandır: a posse ad esse non valet co nsequential90 Şimdi b u ra
da sözko n u su olan m addeten M ü m kün’e geri dönersek; bu da
keza kısm en k o şu llu luk tu r, fakat daha kesin biçim de, sadece
koşullulugun m addl-kısm î Bilgisi-îdraki. Bu koşulluluk kısm îdir
ve öyle de olmalıdır, çünkü koşulların tastam am biraraya gelmiş
olm ası halinde, bir hadisenin vukuu artık sadece kestirilebilir,
az-çok m uhtem el, yani m addeten m ü m k ü n degil, apaçık kesin
dir. Demek, tam am en m evcut koşulların tam bilgisiyle, bir hadi
sen in v u k u u n a dair bahse tu tu şm ak adilâne değildir; cebinde
böyle bir bilgiyle Fabius C u n ctato r'9’ rolüne soyunm ak ya kor
kaklık ya eblehliktir. M addeten-nesnel o larak M ü m kün (keza
maddîliğe-nesnelliğe bağlı ve reel M üm kün de, am a buna daha
sonra geleceğiz), hipotetik bir yargıyla ifade edilir, veya kesinlik
daha düşükse, problem atik bir ifadeyle. Bu bağlam da hipotetik
yargı, problem atik yargıdan, henüz teyid edilm em iş ön-cüm lele-
ri varsaym asıyla ayrılır. Oysa p ro b lem atik yargının tarzı, ön-
cüm lelere dair suskun kalır: "b ugün yağabilir”, “Leukippos bel
ki yaşam ıştır”, “uzaydan dünyaya inen enerji ışın lan m uhtem e
len sam anyolundaki bir yıldız k ü m esinden geliyor” - henüz te
yid edilm em iş ön-cüm lelerin yanında, h enüz bilinm eyenleri de
v arsa y ıy o rd u r b u ifadeler. P ro b le m a tik yargı b u n d a n ö tü rü ,
m addî koşullu bir belirlem e olarak, İm kân’ın esas gelişkin yargı
sıdır: P, O labilir'in kipliğinde S'ye atfedilm iştir. lm k ân ’ın esasa
dair olm ayan, hatta sahici olm ayan yargılan, buraya ait istisnaî
vakalardır; araştırıcı olm aksızın, sadece alımlayıcı olarak yeter
siz kalan bilginin yargılarıdır bunlar. Bu sahici olm ayan M adde
ten O labilirlik şimdiye kadar sahicisinden pek ayırdedilmemiş-
tir, fakat yine de, M üm künlük m ertebesi u ğruna o denli önem li
olan bu fark, göze batar. Sahici olm ayan bir koşullu yargı örne
ğin şöyle olur: “Su elek trik akım ı tarafın d an p arçalan ab ilir.”
Gerçekte ise su elektrik akım ı tarafından durm aksızın parçalan
283
olarak konm am ıştır; yani gûya olgulardan arındırılm ış kim i Ma
tem atiksel “tem el araştırm alan"nın havâî bir idealistlikle iddia
ettiği gibi oyun kurallarından ibaret değildir. Aksiyomlar bunun
ötesinde pekâlâ, en soyutça kısaltılm ış ve genel biçim de de olsa
düşünce-dışı nesnel içeriklerin bir tasvirini içerirler. M amâfih saf
kurgusal hâkim iyet kurdukları belirli alanlarla sınırlıdırlar ve bu
sınırlar öncelikle akışkandır (Ö klidci uzam ım ızın "sınırlılık d u
rum u" ile o n u n aksiyom lannı veya keza Ö klidci olan am a sonra
diyalektik içinde gelişen tem el m antıktaki çelişki önerm esinin
dönü şü m ü n ü hatırlayın, yeter.) Ama o zam an b ü tü n bu aksi
yom lar, Aristoteles tarafından tanım lanan “tözsel neden"le (m e
selen in m ü essir Totum'uyla, E n te lec h ie'yle ) ö rtü şm e k te n çok
uzaktırlar; b u n u n için fazla soyut tutulm uşlardır. “Tözsel n e
d e n i n kendisi, örneğin ilk kilit figürün birinci kipindeki aracı
kavram olarak C ajus'un İnsan oluşu: A ristoteles'in gerek m ü
kemmel m antıksal bilginin tem elini gerekse Ö lüm lü Oluşun' ka
çınılmaz gerçek nedenini görm ek istediği b u İnsan oluşun kav
ram sal aracılığı da, katı bir tüm dengelim sel kanıt anlam ında, ke
sin olarak olm uş bitmiş bir zo runluluk oluşturm az. Ç ünkü İn
san O lm ak da (b ü tü n başka “tözsel nedenler" gibi) süreç halin
dedir; dem ek, ■d ar anlam da, ölüm süzlük gibi istisnasız bir görü
n ü m e b ile m a n tık sa l z o ru n lu lu k k azan d ıram az. D olayısıyla
M addeten Z o ru n lu O lan, tü m d en g elim d e de, salt M addeten
M üm kün olarak gösterir kendini - h er ne kadar d u ru m a göre en
k ü çü k dereceden olsa da. Toplam olarak: Kavrayıcı idrakin ön
koşul cüm leleri, kapalı-dünyaya yabancı bir şem atizm e düşm ek
sizin, sonuçlanm am ış M addî'den daha tam am lanm ış olamazlar;
o m addî olanı kendi tarzında, kavram, hüküm , sonuç olarak tas
vir etmelidir. M addı-Nesnel’in içinde de M üm kün’ün alanı, sui
generis, çok büyüktür; o burada, tembelce uzanm anın ve sabit
lenmiş türetim in aksine, araştırm a yaşam ına ait olabilir.
284
salım ındaki bir so ru n u n , bir m addi ön kaydın üslûbunca. Oysa
şim d i z u h u r e d e n m a d d îfm siJ-M ü m k ü n , M a d d e te n M üm -
k ü n ’den farklı b ir yapıdadır: bir şey hakkındaki idrakim ize değil
de, şöyle veya böyle olabilecek bir şey olarak b u Bir Şeyin kendi
siyle ilgilidir. M addi-M üm kün sadece yeterince tanınm ayandan
değil, yeterince ortaya çıkm am ış koşullardan beslenir. Böylelikle,
koşulların bilgisinin az veya çok yeterli o lu şu n u değil, nesnelerin
kendisindeki ve onlann m a d d i durum undaki koşullam anın az veya
çok yeterli o lu şu n u tanım lar. M addi d u ru m , b ilg in in /id rak in
nesneleri olarak “şeylerin h al ve tavırlarıdır"; m addesel yaralılara
ve ilişkilere sah ip olm a - b u ilişk iler içinde d u r m a - tarzları,
m addi d u ru m a dahildir. Şarta bağlı m addi du ru m lar, idrakin
nesneleri olarak hiçbir yerde şarta bağlı ifadelerle örtüşm ezler;
ki idrakin salt yöntem sel ta rzlandır, kestirim cinsinden, öngörü
cü tasav v u ru n tah m in leri cinsin d en , tü m evarım sal-m uhtem el
veya tüm dengelim sel sonuç çıkarm a cinsinden kabullerdir bu
ifadeler. Tersine, işte: verili koşulların b u n u n haricinde aslında
tam am lanm ış olan idrakinde bile hâlâ [ucu] açık bir M üm kün
b ulunur; M üm kün burada, m addesel-yapısal ö y le lik durum unun
kendisi olarak görünür. Böylece M addi[m si]liğin, nesnel ölçüle
re uygunluğun tasviri tabakasına adım atılm ış dem ektir - salt
m a d d e te n o lan d an , n esn ellik ten fark lıd ır bu rası. Bu, m addî-
M ü m k ü n ’ü işleyecek d isip lin d e de b ir d eğ işik liğ i gerektirir.
M addeten-olan sadece idrake/bilgiye ilişkin, bu nedenle de nes-
neliğinin ilgisi bilgi teorisine dönükken, m addilik idrakin/bilgi
nin nesnesine ilişkindir ve bu da yeni K antçıların iddiası hilâfı
na bilginin kendisi dem ek değildir; dem ek, bu nesnel-ölçüye-
göre olm an ın reel ilgisi kategori olarak nesne teorisinedir. Nesne
teorisi kavram ı belirgin biçim de ilkin M einong’da çıkmıştı, fakat
o salt önsel olarak bir Öyle-Oluş’u n sözüm ona varoluştan azâde
b u lu n an ve nesnelerin varoluşundan veya varolm ayışından ba
ğımsız olarak zu h u r edecek olan oluşum uyla ilgiliydi. Bu “varo
luştan azâde bilm e"nin num unesi, daha sonraki H usserl Feno-
m enolojisinde iyice belirgin olacağı üzere, m atem atikti - tabii
bu dem ektir ki: gerçeklikle h er türlü tasviri bağıntısından yapay
biçim de uzaklaştırılm ış, soyutluğu içinde had safhada şeyleşti-
rilm iş b ir m atem atik . B öylelikle b u ra d a asıl şey leştirilen ise
285
M antıktır; önerm elerinin salt apriori [önseli bir “tasviri" ve ka
tegorilerinin salt apriori bir “anlam analizi” anlam ında - “araya
kıstırılm ış varoluş"la. Gerçeklikle bağıntılı nesne teorisi ise, Ap-
riori'nin, bilgi teorisinde olduğundan daha zayıf bir iğvayı temsil
ettiği bir teoridir. Ç ünkü h er ne kadar nesnelerin ve m addî içe
riklerinin sadece bilm e/idrak işlem indeki m addî unsurdan degil
esas nesnelerden ve onların reel durum larından da ayırdedilme-
si gerekiyorsa bile, tam da bunlar, gerçekçi tasvirin m üm kün öl
çüde en sadık suretleri o larak iş görürler. B unun için, bir m adde
teorisinin nesne teorisinden önce k o n m u ş olm aklığım b u rad a
kaydetm em izde bir idealizm yoktur, çünkü araştırıcı-m ateryalist
tasvirin kendisi de nesne teorisine aittir; ancak nesnel-gerçek
olanla yüzyüzeyken iş üzerindedir, nesnel-gerçeğin içinde değil
dir, onunla örtüşm ez. Devamla: Yapısal m addî duru m ların tasvi
ri artık yöntem li bilgi/idrak işlemine ait değildir, çünkü idrakin
bir sonucudur; ve ancak nesnelliğe uygun, tam am en reel nesney
le bağıntılı olm asıyla ve ancak o ölçüde, böyle bir sonuçtur. id
rakin son u cu n u n biçim i, sadece dilsel işaretlerin, kavramsal be
lirtilerin değil m addesel-inşacı özelliklerin de beyanı niteliğin
deki reel tanım dır; ve temel bir niteliği “sıkıştırılm ışlık” olan bu
dar reel tanım , nesneyi yapısal m adde veçhesiyle tem sil eder. Bir
örnek verm ek gerekirse: M illetin sosyalist reel tanım ı, yabancı
diyarlardan devşirilm iş milliyetçi posbıyıklardan da kozm opolit
Büyük-Şikago'lardan, otel soslarından, zam âne düzleyiciliklerin-
den [standardizasyonlarından] azâde olarak, sadece reel olanın
m addî veçhesini tasvir eder; bu dem ektir ki, nesnede kendi in-
şacı-reel yapısını teşhis edilebilir hale getirir. M adde öğretisi bu
bakım dan, en genel ve böylelikle en karakteristik-tipik varoluş
tarzları, varoluş form ları olarak kategorilerin yeridir. (O bu öz
gül yer olm asa ve orada bulunm asaydı, kategori öğretisi tüm re
el felsefeyle, reel felsefe de kategori öğretisiyle örtüşürdü.) Bu
suretle şim di, böyle teşekkül etm iş olan şeye-benzerlik, yapısal
nesnel-ölçülülük tabakası içinde, b u tabakadaki İmkân da kendi
başın a ve k e n d isin c e b e lirle n m iş o larak v asıflan d ırılm alıdır.
M adde ile reel N esne arasındaki zikredilen ayrım önem lidir b u
rada: Bir şeyi yapm aya olan istidadın ifade ettiği salt yapısal Im-
k in , bu reel istidadın kendisiyle aynı şey değildir; tıpkı, gerçek-
286
ligin zengin bir şekilde d allan ıp bud ak lan m ış, aynı zam anda
zengin biçim de arızalı, frenlenm iş ve yine m uzaffer tüm o m eta
m o rfo zların d ak i hal gibi. M addt-nesnel ö lçü ye göre M ü m k ü n ,
m adde teorisince kavranıp tanım lanm ış olan, dem ek pekâlâ İm
kân kategorisi içinde ken d in e m ahsus bir aynm ı ifade eder; yok
sa hiç de nesnel-gibi-reel M ü m k ü n 'ü n fuzuli bir tekrarı değildir.
M addî[m si] M üm kün, yapısal tür, tipoloji, toplum sal bağlam,
m addenin yasallığı ölçülerine göre m addi[m si] ve kısm î olarak
koşullanandır. Kısmî koşullanm ışlık burada, nesnede sıkı sıkıya
tem ellenm iş ve hipotetik veya sorunsal koyan idrake ancak böy
le ayân olm uş, az ya da çok yapısal-belirlenm iş türden bir açık
lık olarak görünür.
Bu esnada her zam an iki koşul devreye girer, iç ve dış. Karşı
lıklı etkileşim içinde örgülenirler, fakat her ikisinin de kendi tar
zı mahfuz kalacak şekilde. Fakat iki koşuldan birisi, iç veya dış
neredeyse yerine gelmiş olsa bile, salt m addî[m si] M üm künlük
baki kalır. Bir çiçek meyveyi tastam am koşullanm ışlıkla güvenle
kendi içinde olgunlaştırabilir, fakat tastam am olması gereken dış
koşul olarak iyi hava yoksa, meyve yine sadece ‘m üm kün'dür.
Dış koşulların eksikliğinin tersine, dış koşullar m evcutken iç
koşulların zayıf olm ası, daha da geriletici etkide bulunur. İnsan
lık gerçi kendine hep çözebileceği ödevler verir; ancak büyük
çözüm ânı geldiğinde tohum zayıfsa, çözüm işte asıl o zam an
‘sadece m ü m k ü n 'd ü r - dem ek pek zayıf bir ihtim alle m üm k ü n
dür. Almanya'da 9 Kasım 1918'in devrim ci sonuçtan yoksun ka
lışı buna bir örnektir. Veya başka bir alanda, büyük Alman res
minin meyvesinin D ürer’den sonra, o k ü çü k devlet ideolojisi ve
siparişçi çem berinde bile dış koşulların m evcudiyetine rağm en
olgunlaşm am ası, bir örnektir. Demek, kısm î koşulluluk, her iki
koşul türünde de belirli b ir kesirin altına düşm em elidir, yoksa bu
eksiğin diğer koşul tü rü n ü n aşırılığıyla telâfisi m üm kün değil
dir. Fakat örgüleşm işlik [dal b u d ak sarma] hali elbette baki ka
lır. Bu, özellikle hem iç hem dış koşul daha katı bir yapıya sa
hipse, yani m addî katego ri olarak M üm kün'de eskiden beri m ev
cut bulunan o çokanlam hh#ın aşılmasıyla, iyice belirgin olur. Zi
ra b u noktada M üm kün, aynı anda hem aktif iç Yapabilirlik hem
de pasif Yapılabilirlik anlam ına gelir. Dolayısıyla: Başka-türlü-
287
o la b ilirlik , B a şk a -tü rlü -y a p a b ilirlik ve B a ş k a -tü rlü -o lu ş(tu -
rul)abilirlik olarak ayrışır. Bu iki anlam so m u t olarak ayrıldığın
da iç kısm î koşul a k tif M üm kün olarak, yani m uktedirlik, kuvve
[Potenz] olarak öne çıkar; d ış k ısm î k o şu l ise p a s if a n la m d a
M ü m kü n olarak, p o tansiyel olarak. İkisi b irb irin e ö rülm üştür:
M u ktedir olm anın ve o n u n aktif “istid ad ın ın ” fiili yapabilirliği
olamaz, şayet bir zam an, çevre, toplum potansiyeli yoksa ve bu
dış koşullar kullanılabilir olgunlukta değilse. Aktif M üm kün'ün
p o litik sureti, öznel e tk e n in m u k ted irliğ id ir; ve o n u n etkisi,
M üm kün 'ü n nesnel etkenleriyle, y a n i d ış koşulların olgunluk
ölçüsüne göre gerçekten olabilir veya en azın d an olm a yoluna
sokulabilir olanın potansiyelleriyle karşılıklı etkileşim le örülm e-
diğinde, asgarîye iner. Fakat bu, dış koşulların, en temel anla
mıyla M üm kün'ün, yani [ucu) açıklığın için d en kendi başlarına
sıyrılıp çıkm aları dem ek değildir. Tersine: M u k tedirlik olarak
M üm kün, B aşka-türlü-yapabilirlikse, aşm ayansa, velâkin tüm
belirlenim lerdeki belirlenim i-değiştiren ise; nesnel potansiyel ola
rak M üm kün, B aşka-türlü-oluş(turul)abilirliktir, aşılm ayandır,
velâkin yönlendirilebilir olandır, tüm belirlenim lerdeki belirleni-
m i-değiştirilem ez olandır. Ve bu da daim a öyle bir örü lm edir ki,
ne B a şk a -tü rlü -o lu ş (tu ru l)a b ilirlig in p o ta n siy e li o lm ak sızın
Kuvve’nin Başka-türlü-yapabilirliğine alan kalırdı, ne de Başka-
türlü-yapabilirliğin Kuvve'si olm aksızın dünyanın B aşka-türlü-
oluş(turul)abilirliginin İnsan'la dolayım lanabilir bir anlam ı olur
du. Dolayısıyla, m addî kategori olarak M ü m k ü n de ağırlıkla,
bizzat kendiliğinden değil am a insanın Değiştirilebilir Olana teş
v ik edici m üdahalesiyle oluşan, kurtuluş/selâm et kavram ı im kânı
olarak açığa çıkar. B ununla beraber elbette kısm en b ir m usi
bet/hayırsızlık kavram ı olarak da açığa çıkm ıştır; tam da içinde
ki B aşka-türlü-yapabilirlik'ten, am a aynı zam anda Başka-türlü-
oluş(turul)abilirlikten ötürü öyledir. Bu ikincisinin de Daha Kö-
tü'ye doğru bir d önüşe bıraktığı alan daha az değildir - bir d u ru
m un değiş(tiril)ebilirliginden yani burada güvensizliğinden kay-
naklanabilen M üşkül’e uygun olarak. M addi[m si] M üm kün'ün
olum suz u n su ru b u M üşkül, b ir kazaya uğram a ihtim alinden,
kapitalizm in son evresinde saklı b ulunan faşist kıyam ete kadar
uzanır. M ü m kün'ün hayırsız karakteri sözü edilen selâm et ka
288
rakteriyle çarpışır. M üm kün'ün b u U m ut karakteri de, b ir d u ru
m un Degiştirilebilirligine daha az tabi değildir; fakat bu kez gü
vensizlikle degil, tahsil edilebilirlikle, olumlu aşılabilirlikle. Bu
M üşkül-olm ayıp H ayırlı olan, m addî[m si] îm k an ’ın son derece
olum lu öteki u n su ru olarak, insana nasip olabilecek talihten, ta
rih tek i sosyalist i^imkan olarak gelişen ve nihayet gerçek olmaya
başlayan özgürlüğün krallığına dek uzanır. Böylesine D önebilir
O lan her şey {jortuna vertit),''93 elbette bir parça ^ & d ü f de içerir
- fakat yine başka türden. Bir kazanın veya talih vakasının, salt
Tekilliği ve D olayım lanm am ışhğı vardır. Fakat b ir de, öylesine
yüzeyde cereyan etm eyen, Başka-Türlü-O labilirlik vardır. Hegel
bu tarzda, dışsal tesadüfiligi, Sürecin diyalektik dolayım lı d ö n ü
şü m ü n d e n b ü y ü k b ir itinayla ayırdetm iştir; d ışsal tesadüfiligi
salt dışsal z o ru n lu lu k la sınırlayarak, hatta o n u n la özdeş ilan
ederek yapm ışur bunu. Buna uygun olarak, kesinliksizlik/zorun-
suzluk [Kontingenz] H egel'de dolayım lı-som ut'ta degil sadece
dolaysız-som ut'ta, veya sadece Sürecin kıyısında görünür: “Zira
dolaysız som ut, birbirlerinin dışında olan veya birbirlerine az-
çok kayıtsız özelliklerin b ir öbegidir; o nedenle b u n la r karşısın
da, kendi-için olan basit öznellik de" (yani Sürecin başlangıç ha
lindeki m erkezileştirici u n su ru da) “keza kayıtsızdır; onları dış
sal, yani tesadüfi belirlenim e terk eder,” (En:zyklopiidie [Ansiklo
pedi], Bölüm 250). Asla itim at edilm ez anlam da tesadüfilik, bu-
dur; dogada oldugundan ziyade şim diye kadarki tarihte norm al
ve tip ik gelişm eyi dagıtan, arızaya u gratan tesadüftliktir. Oysa
diyalektik dolayımlı-sonuçlanmamış [ucu açık] olan, yürürlükte
ki sü recin im kan yapısı olarak, k ö tü dolayım lanm ış-rastgele
olanla hiçbir ortaklık taşımaz. Elbette b u da, Sürecin Başka T ür
lü Olabilirliğinin içinde kol gezenin, h er tü rlü tesadüf veya ke-
sinliksizligin kesinkes zıddı oldugu anlam ına çekilm em elidir.
Süreçteki dolayım lanm ış Başka T ürlü O labilirligin m uazzam de
neyim i henüz bu zıtlıgı içerm ez; b u n a sah ip olm ak için gereken
sük û n etten de selahiyetten de yoksundur. Bu Başka Türlü Olabi
lirliğin içinde daha ziyade, en üst dereceden kesinliksizlik denebi
lecek olan, sürekli fakat kısm i bir dolayım karakterine sahip b u
N esnel-reel M ü m k ü n
293
ken aynı zam anda m ekanikleşm iş bir n ic d ik olarak çıkar bu
M addeden, veya Epitheton o m ans™ olarak ,m a yapışık kalır: Zo
ru nluluğ u n krallığından özgürlüğün krallığına geçiş, ancak so
nuçlanm am ış sürecin m addesinde alan bulabilir. Aynen, o âna
dek birbirinden en uzakta tutulan uçlar: gelecek ile doğa, öngö
rücü tasavvur ile m adde, tarihsel-diyalektik m ateryalizm in vâ
desi gelen nüfuzkârlığında içiçe geçerler. M adde olm adan (reel)
öngörücü tasavvurun zem ini olm az, (reel) öngörücü tasavvur o l
m a d a n M addenin u fk u ka v ra n a m a z. R eel im kân, şim diye d e k
O luş halinde b u lu n an ın Varlığının bitirilm iş ontolojisinde değil,
H enüz-O luş-H alinde-O lm ayanın Varlığının d aim a y en id en te-
m ellendirilm esi gereken ontolojisinde ikam et eder - tıpkı, gele
ceği geçmişte bile keşfettiği ve tüm doğada keşfettiği gibi. Eski
uzam da, en zengin sonuçlar doğuracak biçim de, yeninin uzam ı
ifade eder böylece kendini: reel im kân, b ir süreç olarak m addî
hareketin kategorik kendinden-öncesidir; tam da vuku buluşuyla
y ü z y ü z e bulunan gerçekliğin özgül karakteristik sahasıdır. Yoksa
M addenin geleceği taşıyan özellikleri başka nasıl olurdu? Bu
[ucu] aç ık lığ ın h a k ik i b o y u tu o lm a d a n , h a k ik i bir realizm
m üm kün değildir.
Sahici M üm kün, G elm ekte Olanın istidadını taşıyan tohum la
başlar. O nun içinde ön-tasanm lanm ış olan, kendini geliştirmeye
dönük bir itki verir; fakat elbette, daha öncesinden, o daracık
yerde kapsüllenm iş gibi değil. “Tohum ", daha birçok sıçrayışın
beklentisi içindedir; “istid at”, bu gelişme içinde potentia-possibi-
litas'ının205 daim a y eni ve kusursuz sürgünlerini verir. Tohum
daki ve istid attak i Reel M üm kün, dolayısıyla asla, k ü ç ü k te n
m evcut olarak sadece büyüm esi gerekecek kapsüllenm iş bir son
hal değildir. Tersine, salt açığa çıkm a veya tekâm ülünü tam am
lama değil sahiden gelişecek bir serpiliş olarak, [ucu] açıklığını
m uhafaza eder. Potentia-possibilitas, başlangıçtaki kökü ve süre-
giden gö rü n ü şü n Origo p ro ze ssu a l'im 206 her seferinde yeni bir
basam akta, yeni b ir gizli içerikle, kendi kaynağı haline getirir.
Böylelikle, insan oluşun k ö k ü n ü oluşturan çalışan/em ekçi in
209 Tüm varlıkların doğumu ve tanımı - Jacob Böhme'nin 1622 tarihli kitabı
nın adı.
297
sezgisiyle alım ladığı- Töz hakkında, şim dilik bu kadar. M ükem -
melleştirilebilirliğin Tözü, M arx'ın en som ut öngörücü tasavvu
runa göre, “insanın doğallaştırılm ası, doğanın insanîleştirilm e-
si”dir. İnsanla D oğanın yabancılaşm asının, insanla doğa arasın
daki yabancılaşm anın bertaraf edilm esidir bu; veya, şeyleşm em iş
n esnenin tezahür eden özneyle, şeyleşm em iş öznenin tezahür
eden nesneyle u y u m u n u n sağlanması. Böyle b ir m utlak hakikat
perspektifi, yani b u rad a, gerçekliğin kendi için d ek i tam reel
oluş -b u n u n genişliği de derinliği de kaçınılm azdır, ucu genişle
m eyen görececiliği cezalandırarak-, elbette yine ancak reel-aslî
im kânı açar, henüz onda bir istidat olarak b u lu n an reel-asli zo
runluluğu değil. Ç ünkü bu, tözün varoluşu, varoluşun tözü için
tüm üyle yeterli, yani kaçınılm az koşullan sağlayan bir zo runlu
lu k olurdu. Bu en uç zorunsuz [kontingent]-olmayış halinin ve
ya durum su zlu ğ u n 210 bu yakasında ise, reel-aslî zo ru nluluk da
henüz sadece tm k ân 'd ır - gerçekçi açıdan, koşulların ancak k ıs
m en m evcut b ulunduğu bir im kân. Süregiden süreç, daha iyi bir
dünyaya d air Eğilim'le dolayım lanm ış um u t imgesi, ateşleyici
ideal, derin b ir içeriğe sahip sem bol - reel im kânın kendisi de
öngörücü tasavvur niteliğindeki reel perspektifleri bunlardır yi
ne: ön cephe boyutlarındaki katexochen’dir.2"
299
çekliğinden anndınlır, sanki nesnel im kân kavram ı gerek m ede
n î yasanın gerek ceza yasasının içeriğini d o ldurm uyorm uş gibi
(tazm in mükellefiyeti, im possibilium nulla o b lig a tio 2' 2 özel koşul
hü km ü, ihm al vesaire). Yine de Sigwart da, salt îm k an 'ı, “olacak
olanın, şeyin kısm î n edenini elinde b u lu n d u rm ası ölçüsünde”
(L o g ik l [M a n tık ], 1904, s. 274) bireye ait b ir d u ru m olarak
doğru tanım lam asına rağ m en , ‘M ü m k ü n 'd e sadece M uâllak’ın
öznel bir ifadesini veya kısıtlı bilgim izin bir teslim iyetini görür.
Sorunsal bir hüküm kipinin abartılm ası, m addîlik ve nesnellik
halinin yanlış teşhisi, böylece reel im kânın idealist reddiyesinin
birinci saikini o lu ştu ru r Buna, reel im kânın idealist reddiyesinin
ikin ci bir saiki de ek len ir ve bu saike b ü y ü k d ü şü n ü rlerd e de
rastlanır - üstelik, h içb ir noktada öznel-idealist olm ayanlarda
bile. Buradaki engel, şim diye dek, M üm kün'ün kardeşi olan bir
kategorinin: Yeni’m n üzerine d ü şü n ü lm em iş olm asına yol aça.n-
la aynı etkendir. Engel, sınıfsal olarak koşullanm ış bir tavırla,
verili olanın, evet geçip gitm iş olanın etrafında dönüp durm ak
tır, sta tik düşüncenin eylemli [ucu] açıklık ve ufka özgü dünya
kavram ından hoşlanm ayışıdır. Bu hoşlanm ayışa, süreçselliğe on
ca bağlı Aristoteles ve Hegel gibi filozoflarda bile rastlanır; birin
cisinde m uazzam bir reel dynam ei on, ikincisinde bir reel diya
lektik tasarım ının varlığına rağm en. Tüm M üm kün'ün sahici ol
duğu, bitm iş bir Tek ve Her Şey'in, bitm iş bir evrenin konuşu
(Cusalı N ikolaus Tann'yı “Possest” (Olabilir-lik) olarak, kemale
erm iş “O labilirlik” olarak tanım lar, G iordano Bruno bile dünya
nın tam am ında gerçekleştirilm em iş bir M üm künlük bırakm az),
b u statikligiyle her şeyden önce [U cu-]A çık-M üm kün'ün uzam ı
n ın ö n ü n ü kapar. Böylece kategorik M üm kün kavram ı neredey
se tüm üyle bakir b ir alanda kalır; büy ü k kavram lar arasında bir
Bünyam in'dir213 o.
‘M üm kün’, daim a Tazelik, - b u noktada düşü n ü lm esi gerek -
m eyen- G elm ekte O lan olarak görünür. Katı olan her şeyin kar
şıla rın d a tin sel o la ra k sallan tıy a girdiği Sofistler bile ‘M üm -
kün'den, alaydan başka bir şey çıkartm adılar. Gorgias'ın dediği
303
[A nsiklopedi], P aragraf 143). H egel'in lm k ân 'ı sadece kendi-
iç in d e k i-ö z d ü şü n ü m ü n boş soyu tlam ası o larak d eğil de keza
gerçeğin b ir kendine-uğrağı olarak aldığı yerde de, o n u n reel
İm kân olarak tanım ladığı b u d u ru m tüm üyle O lm u ş gerçeğin
çemberiyle kapatılır: “Böylelikle reel M üm kün olan, artık başka
türlü ola^maz; bu belirlem eler ve koşuüar altında başka b ir şey
vukua gelem ez" (Logik [M antık]. W erke IV, s. 211). G örülüyor
ki Hegel burada boş kanaatin, tarihi olmuş olabileceğe göre d e
ğiştiren avâreliğin, soyut idealin, “olm ası gerektiği gibi bir k ı
zın", “olm ası gerektiği gibi bir devletin” vesairenin de düşm anı
olarak konuşur. Ama aynı z a ^ n d a Geleceği D üşünm eyen ola
rak, geçm işin [kapalı ] çem ber diyalektikçisi olarak veya aynı
anlam a gelm ek üzere ebediyen olm akta olanın ebediyen çem be
rine geri dönenin [temsilcisi] olarak konuşur. Kısacası, burada
konuşan, gerici yanıdır Hegel’in; o Hegel’de felsefe değiştirmeye
hep geç kalır. D üşünce, H ukuk Felsefesi’nin ö n konuşm asında
dendiği £zere, ancak “gerçekliğin kendi oluşum sürecini nihaye
te erd irip kem ale e rm e sin d e n s o n r a ” g ö rü n ü r o H egel'e. Bu
cüm lede d e b ir parça iyice yucelm iş Diodoros Kronos vardır, an
cak bu kez, güya tüm dünyayı kapsayan geçm işin kutlam ası ola
rak. Tam da, m uazzam diyalektikçide onca şaşırtıcı o la n bu Sta
tiklik Pathos'u, H egel'i, Im kan'ı savsaklamaya veya tabi konum
da b ir kenara bırakm aya sevketm iştir. Hegel’in Süreci kapayan
şu tezi de buraya ilişkindir: “i çsel olan, dışsal olarak da m evcut
tu r ve b u n u n tersi de doğrudur; görünüş, varlığın özünde olm a
yan bir şeyi gösterm ez ve özde de beyan edilm em iş b ir şey yok
tur" (Enzyhlopadie, Paragraf 139). B unun y anına tabii Fenom e-
noloji'nin ö n konuşm asında yer alan daha önceki beyanı koy
malı: “Çağım ızın bir doğum ve yeni bir evreye geçiş çağı o ld u
ğunu görm ek. .. zor değildir. Tin, kendi V aroluşunun ve Tasav
v u ru n u n şim diye kadarki dünyasıyla bağını koparm ıştır ve bu
dünyayı geçm işte batm aya bırak m an ın eşiğinde, kendi d ö n ü ş
türm e çabasıyla m eşguldür” (W erke II, s. 10). O halde bu beya
n ın , m am âfih Hegel tarafından çıkarılm am ış olan so n u cu , şu
olurdu: bir “doğum " çağının olduğu yerde, b ir reel M üm kün’ün
kucağı da vardır, d o ğ u m u n içinden çıktığı. “D önüştürm e çabası
n ın ” olduğu yerde de d ö n ü ştü rm en in kuvve'.sinin ve d ö n ü ştü rü
304
lebilir olanın potansiyelinin, sadece k en di-içindeki-özdüşünü-
m ü n boş soyutlam asından d ah a fazla olm ası gerekir. Dem ek,
M üm kün’ü n u z a k krallığının m antığı ve ontolojisi, tüm M üm
k ü n 'ü n Gerçek olanın içinde zaten tanzim o lu n duğunu vaz'eden
statik cinnet tarafından bastırılm ıştır. İçinden tohum un çıkm ış
olduğu yum urtacık kadar ehem m iyetsizdir o n u n için, ya da bit
m iş bir oyundan so n ra satranç taşlan kadar. Oysa Gerçek, şim
diye kadarki tüm felsefenin üzerin e çıkan M arx'ın gerçeğidir;
^esas m eselenin, doğru yorum lanan, yani diyalektik m ateryalist
anlam da süreçsel, tam am lanm am ış olarak kavranan dünyayı d e
ğiştirm ek o lduğunu söyler. D eğiştirilebilir d ü n y an ın değiştiril
m esi, realize edilebilir reel M ü m k ü n 'ü n d ünya cephesindeki,
D ünya-sürecindeki teori-pratiğidir. Ve b u sonda, tem aşacı-statik
felsefelerin tüm ünde yurtsuz olan reel M üm kün, bizzat dünya
nın reel so ru n u olur: o n u n içindeki g ö rü n ü ş He sahici özün, en
nihayet varoluş ve tözün henüz özdeş olm adığı hal olarak.
İm k â n ı gerçekleştirm ek
305
donanm ış olduğunda bir karşı ham le teşkil eder. Yani: kendini
bu koşulların olgunluğuyla ve onların toplum sal gündem deki
içeriğiyle dolayım ladığmda. Ancak budur, nihayete erm em iş ta
rih ve dün y an ın toplam M üm kün-O luş sahası içindeki M üm
k ü n ’ün ölçüsüne göre Praxis. Ancak böyle b ir Praxis tarihsel sü
rece ekli meseleyi, yani insanın doğallaştırılm asını ve doğanın
insanileştirilm esini reel im kân olm aktan gerçekliğe taşıyabilir.
M üm kün ’ü n tüm Totum'u gibi b ir gelecek ülkesi - fakat adım
adım izlenebilir bir tarihsel-eğilim sel dolayımla. Zaman tarihin
uzam ı ise M arx’a göre, o halde zam anın gelecek kipi, tarihin reel
im k â n la n n m uzam ıdır ve bu uzam dünyasal gelişm enin yöneldi
ği eğilim in ufkunda uzanıyordur. Teorik-pratik anlamıyla: D ün
ya Sürecinin, kararların verildiği, yeni ufukların açıldığı cephe
sidir bu. Bu geleceğe uzan an Süreç, yalnız, en yüksek verim i
olan insan aracılığıyla derlenip o luşum unu tam am layan m adde
nin sürecidir.
Bize Ait O lanın ve keza Henüz Bize Ait O lm ayanın önünde
uzanan, işte bu yoldur; ham ve açık. İnsanlar ve şeyler bu yolda
birleşmişlerdir, insan ile D ünya en iyi bu şekilde bir arada d u
rurlar. Burada belirleyici itki, birkaç bin yıldan daha fazla olm a
yan bir zam an önce, insanlardan gelm iştir ve bu itki, mütevazı
olmayan fakat ancak şim dilik abartılı sayılacak bir edâyla Dünya
Tarihi, denen şeyin yolunu açmıştır. İnsan ve o n u n emeği böyle
likle dünyanın tarihsel gidişinde belirleyicilik kazanm ıştır: eme
ğin bizzat insan O luşun aracı oluşuyla; devrim lerin, b u g ü n k ü
toplum un gebe olduğu gelecekteki to p lu m u n ebeleri oluşuyla;
bizim -için-şey'le, d ü n y an ın b u n u n dolayım lanm ış y u rd u o lu
şuyla - ki doğa, henüz ancak ayak basılmış, kabuğu çatlatılm ış
im kândır burada. Ö znel etken, şeylerin d ö n ü ştü rm en in nihaye
te erm em iş kudretidir. N esnel etken, dönüşebilirliğin, dünyanın
kendi yasaları -y e n i koşullarda yine b ir yasallık d oğrultusunda
çeşitlilik arzeden yasaları- çerçevesinde değiştirilebilirliğinin ni
hayete erm em iş potansiyelliğidir. H er iki etken daim a iç içe geç
m iştir, diyalektik etkileşim içindedir ve ancak birisinin veya öte
kisinin yalıtıcı biçim de aşın vurgulanm ası (böylece özne son fe
tiş haline gelir, nesneyse görü n ü ştek i kendi kendine devinişiyle
son F atum 'a dönüşür) özneyle nesneyi ayırır birbirinden. Ö znel
306
kudret sadece tarihteki D önüştürenle değil Realize Edenle de ör-
tüşür; ne kadar çok sayıda insan kendi tarihlerinin bilinçli k u ru
cusu olursa, o kadar çok örtüşür. N esnel potansiyellik sadece ta
rihteki D eğiştirilebilir Olanla değil Realize Edilebilir O lanla da
örtüşür; insandan bağımsız d ış dünya ay n ı zam anda o nunla do-
layım landığı o randa, daha çok örtüşür. Realize E den elbette,
vahşi tesir gücü ve tohum uyla, büyük genişliğiyle, insan-öncesi
ve insan-dışı dünyada da m evcuttur. Bilinçsiz veya pek zayıf bi
linçli olsa bile, insani öznel kudretin içinden çıktığı yoğun kök,
vardır burada da. Fakat insan, süreçsel m addenin kudret-potan-
siyelliğindeki m erkezî k u d reti daha em in/bilinçli b ir şekilde Re
alize Eden olarak toparlar -ö n celik le, yanlış bilinç taşım adığı
veya yanlış bilinçten sıyrıldığı oranda. Bu m erkezi kudret, lm-
kân'ın içinde büyüyerek varolur; nihâi reel im kânın kaynağını
ve içeriğini o luşturan, tüm olup bitendeki güdüleyici çekirdek
ilgiye bizzat bu büyüm esiyle rastgelir, b u lu şu r onunla, onu teş
his eder, evet, onunla aşikârlık ve özdeşlik kazanır. Bu gibi b ü
tün yönelim ler transfinit [sonsuz] olm akla beraber, yine de tari
hin bilinçli yapılışıyla tanım lananın katı ve kararlı uzanım çizgi
sinde yer alırlar - anlaşılmaz kaderin karşıtında. Realize edenin
kendisinin realize edilişi, yani tarihi oluşturanın, Süreci tahrik
edenin aslına uygun tezahürü, ■reel im kânın çekirdeği olarak, en
ücra oldugu kadar en olum lu-derin reel im kânı teşkil eder; [üs
telik), henüz kısm en d ahi m evcut bulunm ayan koşullarla. Yine
de tarihin bilinçli yapılışının B ü tünü görülebilir burada: to p
lu m d a ve doğada, kavranm ış, kendisine erilmiş, yayılımı sağlan
mış causa sui.220 Bu yolla, realize edenin realize edilişi, bu son
reel imkân, son reel sorunla aynı şey olur: Toplum da doğa da
yerinden oynatılır. Tam da bu son reel im kânın dünyası, causa
sui'nin en azından tanım sal olarak öngörüyle tasavvur edilebilir
dünyası, num unesinde, şeyleştirilmem iş nesnenin tezahür eden
özne ile, şeyleştirilm em iş öznenin tezahür eden nesne ile uyu
m u olarak ortaya çıkar. Bunlar, insani gelişm enin -h e m yakın
hem uzak geleceğe d ö n ü k - tem el orantılandır. Ama insani tari
hin ana ekseni, onun yaratıcısı olan çalışan/em ekçi insandır: ni
307
hayet a n ık dışlaştırılm am ış, yabancılaşm am ış, şeyleştirilm em iş,
söm ü rü cü sü n ü n k a n için b o y u n d u ru k altına alınm am ış emek.
M arx, proletaryanın b u aşılm asının, insanın k en d i kendisiyle ve
norm al talihiyle arasındaki m ü m k ü n ve sahiden olm akta olan
dolayım ın aşılm asının sahici öğretm enidir. Kendi kendisinin ta
rihinden farklı olarak insanın gerçi etkileyebileceği fakat bizzat
yapamayacağı do ganın tarihindeki ana eksen ise, insan-dışı ha
diselerin pek bizim üzerim izden dolayım lanm ayan, hatta hipo
tetik bir fail niteliğindeki Dogal G üçtür, soyut tanım ıyla. Pante
izm in tem elsiz anlayışıyla natura naturans denm iştir buna, şim di
ise som u t olarak nüfuz edilm eye açılm ıştır ve evrensel m addî fa-
illiğin hiç de sair doğadan kopm am ış en kuvve tli, en yüksek bi
linçli parçası olan çalışan/em ekçi in san , şim diye ka darki yaban
cılaşm asının y a n fnfeognito’su n d an 221 çıkmaya başlam ıştır. Marx,
tü m dünya gidişini belirleyen üretim ocağıyla [aram ızdaki ] yak
laşm akta olan d olayım ın; E ngels’in dediği gibi şu sö züm ona
kendine şey’in, doğanın m ü m kün b ir insanileştirilm esi ölçüsün
de bizim için şey’e d ö n üştürülm esinin aslî öğretm enidir. Ö zgür
b ir ülkede özgür b ir halk - b ü tü n sel bir kavrayışla, realize ede
nin realize edilişinin, yani nesnel-reel M üm kün'deki en radikal
sınır içeriğin nihâi sem bolü budur.
19
D Ü N Y A N IN D E Ğ İ Ş T İ R İ L M E S İ
VEYA
M A R X ’IN F E U E R B A C H Ü Z E R İN E O N B ÎR T E Z İ
T elif etm e za m a n ı
309
tentum s"222 (1841), “Vorlâufigen Thesen zu r Reform der Philosop
hic”223 (1842) kitapları, h atta “G ru n d sd tze der Philosophie der
Z u h u n ft" d a224 (1843), sol H egelciler o k u lu n u n d a H egel'den
kurtulam adığı, idealizm in ustasının Hegelcilik-içi bir eleştirisi
n in ötesine geçemediği koşullarda, fazlasıyla serbestleştiriciydi.
“Genel bir coşku vardı" der Engels “L udw ig Feuerbach’ ta, elli yıl
so m a geriye bakarak: “Hepimiz ânında Feuerbachçı olm uştuk.
M arx'ın bu yeni anlayışı nasıl heyecanla selâm ladığını ve -e le şti
rel kayıtlara ra ğ m e n - o n d an nasıl etkilendiğini K utsal A ile'd e
okuyabilirsiniz” (L u d w ig Feuerbach, Dietz, 1946, s. 14). Zama
nın Alman gençliği, gök yerine nihayet artık karayı, insanı ve bu
dünyaya ait olanı gördüğüne inanm ıştı.
B ununla b eraber Marx bu fazlasıyla m üphem bu-dünyalı İn-
san-O lm a anlayışından çok geçm eden sıyrılmıştır. Rheinische Ze-
itung’daki faaliyeti onun politik ve ekonom ik sorunlarla, Sol He-
gelcilerin ve Feuerbahçılannkinde.n çok d ah a yakın bir tem asını
sağlamıştı. İşte bu temaslar, Marx’ı, Feuerbach'ın kendini kısıtla
dığı d in eleştirisinden, giderek artarak devletin eleştirisine ve
d ah a o noktada, -1 8 4 1 -4 3 ’teki “K ritik der Hegelschen Staatsphilo-
sophie"de225 teşhis ettiği ü zere- devletin biçim ini belirleyen top
lum sal örgütlenm enin eleştirisine yöneltti. H egel’in burjuva top
lum u ile devlet arasında yaptığı ayrım ın kendisinde, o n u n savu
n u cu ların ın ve b u arada F euerbachçıların da taşıdığından çok
daha fazla ekonom ik bilinç saklıydı, M arx'ın vurguladığı üzere.
Feuerbach'tan kopuş büyük bir hürm etkârlıkla ve başlangıçta sa
dece bir düzeltm e hatta bir tam am lam aym ışçasına gerçekleşti,
fakat toplum sal nitelikli tam am en yeni b ak ış açısı b aştan itiba
ren sarihti. N itekim 13 M art 1843'te Marx şöyle yazar Ruge'ye:
“F euerbach'ın aforizm alarıyla sadece, h ad d in d en fazla doğaya
odaklanıp politikaya pek az gönderm ede bulunm ası bakım ından
m utabık değilim. Oysa b u g ü n ü n felsefesinin bir hakikat olması
nı sağlayabilecek tek bağ d a budur,” (M E G A 1,226 1/2, s. 308).
311
nıflara dayalı üretim ve m übadele biçim i, onun en yükseği ola
ra k da kapitalist biçim , yabancılaşm anın nihayet keşfedilen kay
nağı olarak gösteriy o rd u r kendisini. E n geç 1843'ten itibaren
Marx materyalistti; 1844’te Kutsal Aile m ateryalist tarih anlayışı
n ı ve o n u n la b irlik te b ilim se l so sy a liz m i d o ğ u rm u ştu r. Ve
1844/45te “Kutsa! Aile” ile 1845/46’da “Alman ideolojisi” arasında
oluşan “O nbir Tez”, Feuerbach'tan kopuşun fonnülasyonuyla be
raber onun m irasının son derece özgün b ir devrini tem sil eder
ler. Ren d ö n e m in in p o litik -am p irik tecrü b esi artı F euerbach,
Marx'ı “Tin”e ve yine sol Hegelciler o k u lu n u n “Tini”ne karşı ba
ğışık k ılm ıştır. Ayağını proletarya k o n u m u n a b asm ak, M arx’ı
esastan-som ut, yan i hakikaten (tem elden) h ü m a n ist yapmıştır.
Kendiliğinden anlaşılacağı üzere, b u veda asla tam k o p u ş de
ğildir. M arx'rn eserinin geniş bölüm lerin d e Feuerbach'la ilişki
sürer - “O n b ir Tez”den sonra da. Terk edilen toprağa en yakın
eser, en azından zam ansal nedenlerle, Tezler’in hem en peşinden
gelen “A lm an Ideol ojisi”dir. Tezler'le ilgili kim i eleştirel kavrayış
lar dönüp gelir burada. Lakin elbette Feuerbach eleştirisi ile He-
gel'in kö tü sav u n u cu ların ın canice halledilişi arasında b ü y ü k
fa rk vardır. F e u e rb a c h b u rju v a id e o lo jisin e d a h ild i, o halde
o n u n görünüşte rad ik al döküntüleriyle -B ru n o B auer ve Stim er
g ib i- y ü rü tü le n tartışm ada ken d isin in de “A lm an İd eo lo jisF n e
b ulaştırılm ası gerekirdi. N e var k i M arx’ın asıl so l Hegelcilere
yöneltm ekle birlikte ona da çevirdiği b u kesin çözüm silahım te
darik eden, bizzat bu filozoftu. N itekim A lm a n ideolojisi esasen
Feuerbach'ın adıyla başlar ve o n u n din el'eştirisinden yola çıka
rak, idealizm in salt idealizm -içi kalan “aşılm asını” eleştirir. “Bu
filozoflardan h içb irin in aklına, A lm an felsefesinin A lm an ger
çekliğiyle bağıntılarını, eleştirilerinin kendi m ad d i çevreleriyle
bağıntısını sorgulam ak gelm em iştir.” (M E G A 1, 5, s- 10). Ö te
yandan M arx, Feuerbach’ın “insanın da ‘duyusal nesne' olduğu
n u görm esinin, ‘saf' m ateryaliste göre b ü y ü k b ir ü stü nlük oldu
ğ u n u n ” altını çizer. G erçekten, b u takdir, Feuerbach’ın M arksiz-
m in gelişim indeki önem ini tanım ladığı gibi; o n u n soyut, tarih
siz insan özünün eleştirisi de gelişmiş M arksizm deki gayn-Fe-
uerbachçı h atta anti-F eu erb ach çı u n s u ru tanım lar. Feuerbach,
şöyle takdir edilir: İnsanın keza b ir “duyusal nesne” olarak kav-
312
ranışı olmasaydı, İnsanı O lanın m ateryalist bir şekilde tüm top
lum sal şeylerin kökü olarak b elirginleştirilm esi ço k daha zor
o lurdu. Feuerbach’ın antropolojik m ateryalizm i, böylelikle, salt
m ekanik m ateryalizm den tarihsel olanına geçiş im k ânının ko -
laylaştınlm asıdır. Eleştiri ise şöyle der: İnsanî olan, sahiden va
rolan, öncelikle de toplu^msal faaliyette b u lu n an , birbirleriyle ve
doğayla gerçek ilişkiler içindeki insan lar biçim inde som utlaştı-
nlm asaydı, m ateryalizm le tarih sürekli b irb irlerin d en ayrı d ü
şerlerd i - tü m o “an tro p o lo jiy e ” rağm en. A ncak F eu erb ach ,
Marx için hep önem li olm uştur; gerek bir geçiş yolu olarak, ge
rekse kendisiyle bir tartışm a y ürütm enin m ü m k ü n , açıklık sağ
layıcı ve verimli olduğu tek çağdaşı filozof olarak. M arx'ın bu
eleştirel tepkiyi yönelttiği, ü zerinden üretken b ir biçim de yürü
d ü ğ ü tem el d ü şü n celer, ağırlıkla F eu erb ach 'ın H ıristiya n lığ ın
ö z ü (184 1 ) k itab ın d ad ır. Göz ö n ü n e alın m ası gereken diğer
eserler Felsefe Reform una D air Geçici Tezler (1842) ve Geleceğin
Felsefesinin E saslan'dır (1843). Filozofun daha önceki yazıları
nın Marx için p ek anlam ı olm asa gerek, çü n k ü F euerbach en
azından 1839’a k ad ar ö z g ü n lü k te n ço k u zak tı, fazlasıyla He-
gel'in etkisindeydi. A ncak ondan sonra Feuerbach Hegelci ken
din e yabancılaşm a kavram ını dine uygulam ıştır. A ncak ondan
sonra, bu eski Hegelci, ilk düşüncesinin Tanrı, ikincisinin Akıl,
ü çü n cü ve so n u n c u su n u n ise İn san o ld u ğ u n u söylem iştir. Bu
dem ektir ki: Hegelci akıl felsefesi kilise inancını aştığı gibi, şim
d i d e Felsefe ln san 'ı (o n u n tem eli olarak D oğayı da içererek)
Hegel’in yerine koyuyordur. F akat b ü tü n b unlarla b eraber Fe
uerbach’ın gerçekliğe giden yolu bulm ası m ü m k ü n değildi; çün
k ü Hegel’deki en önem li şeyi, tarihsel-diyalektik yöntem i bir ke
nara atmıştı. Ancak “O n b ir Tez", salt anti-Hegel o lm aktan değiş
tirilebilir gerçekliğe uzanan yola kılavuz oldu; m enzil m aterya
lizm inden cephe m ateryalizm ine giden yolu açtı.
G ruplam a sorunu
313
şirler. Aynı içeriği başka b ir yerde tekrar sunarlar, tasniflerin ve
sıralam alann sebebi h e r zam an anlaşılır değildir. B undan ötürü,
Tezlerle ilgili çalışm aların ihtiyaçları d o ^ u ltu s u n d a , onları bir-
birleriyle olan bağlarına göre yeniden d ü zen lem e ve gruplara
ayırma denem eleri hayli zam an almıştır. Bu arada, sanki “O nbir
Tez” arka arkaya, düzgün sıraya dizilm işçesine, num ara sırası da.
ko runm ay a çalışılm ıştır. Bu şek ild e n u m aralan d ırm ay a sadık
gruplam a, um um iyetle şöyledir: 1., 2. ve 3. Tezler, D üşüncede
Teori ve P ratiğin Birliği başlığı altında yer alır; 4. ve 5. Tezler,
Gerçekliğin Çelişkilerle A nlaşılm ası başlığı altındadır; 6., 7., 8.
ve 9. Tezler Gerçekliğin Kendisi Ç elişkiler İçinde başlığı altında
yer alır; 10. ve 11. Tezler ise: Toplum da Diyalektik M ateryaliz
m in Yeri ve Ödevi. R akam lara göre bir d ü zen d ir bu; b unun gibi
daha pek çok ve içerikçe de çok farklı sıralam aların varlığı, salt
rakam sal sıraya göre b ir değerlendirm enin ne k a d a r az şey öğ
rettiğini gösterir. Böylesi d üzenlerin hepsi, b u rakam sal diziye
b ir yandan fazla ö n e m verir, o n a eb ed i g e ç e rlilik atfederek,
-O n ik i Levha K anunu'nda veya O n E m ir’deki gibi-; diğer yan
d an ona iyicene aşağı ve biçim selliğe indirgeyen b ir m uam ele
yapar, san k i b ir pul serisiym işçesine. O ysa num aralandırm a sis
tem atiklik dem ek değildir, böyle b ir ikam eye en az ihtiyacı olan
kişi de Marx’tır. Dem ek, aritm etik degil felsefi gruplandırm a ya
pılm alıdır, yani Tezlerin sırası sadece onların izleklerinde ve içe-
rihlerindedir. G örülebildiği kadarıyla şim diye k ad ar o nbir Tez’le
ilgili b ir ■yorum yoktur; am a ancak b u Tezlerle beraber, bir ortak
davanın kendiliğinden akışı içinde, Tezlerin kısalığının ve d e rin
liğinin kendini üretm eye devam eden bağlamı da ortaya çıkar. O
zaman görünen şudur: Birincisi bilgi teorisiyle ilgili grup, Tema
şayla ve E ylem le/Faaliyetle ilgili (5., 1., 3. Tezler); İkincisi antro-
polojik-tarihsel grup, kendine yabancılaşm ayla, onun esas nede
n iyle ve gerçek m a terya lizm le ilgili (4., 6., 7., 9., 10. Tezler);
üçüncüsü toparlayıcı grup veya Teori-Pratik grubu, K anıt ve Te-
yid’le ilgili (2., 8. Tezler). En sonunda, sadece ruhların nihâi ola
ra k birb irin d en ayrılm asını sağlam akla kalm ayan, o n ları artık
ru h olm aktan çıkartan, parola niteliğindeki en önem li Tez gelir
(11. Tez). K onunun içeriğine uygun olarak bilgi teorisi g ru b u 5.
Tezle açılır, antropolojik-tarihsel grup 4. Tezle. Ç ü n k ü b u Tezler,
314
F euerbach 'ın , M arx tarafın d an görece b e n im sen en ve her iki
grubun geri kalan Tezlerindeki hareket noktasını oluşturan iki
tem el öğretisini tanımlarlar. 5. Tezde devralınan tem el öğreti so
yut d ü şü n ü şte n uzaklaşm adır, 4. Tezde ise insan ı kendine-ya-
bancılaşm adan kopuş. Ve burada oluşm akta olduğu görülen m a
teryalist diyalektiğin b irin c i tem el vasfına u y g u n olarak, h e r
gruptaki te k te k Tezler arasında serbest, k en d in i tam am layıcı b ir
rey hareketliliği vardır; tıpkı gruplar arasında da da b ir etkileşim
ve birbiriyle bağlantılı bir birlik içinde B ütünlük olduğu gibi.
315
sallık, idrakin sahici temeli olarak, asla (tefekkürcü) temaşa ile
aynı şey değildir. M arx tarafından 1. Tez’de b u şekilde vurgula
nan fa a liyet/eylem kavramının k ö k ü idealist id ra k teorisindedir;
genel olarak idealist teoride değil, ancak burjuva Yeni Ç ağında
geliştirilen teoride. Ç ünkü b u kavram tem el olarak, egemen sı
nıfın bizzat kendisini faaliyet/eylem , yani emek içinde gördüğü
veya görm ek istediği b ir to p lu m u varsayar. Buysa ancak kapita
list toplum da v ak i olur, zira b u toplum da egem en sınıfın orta
m ında emek, daha doğrusu emek görünüşü, burjuva-öncesi top-
lum lardan farklı olarak, zillet değildir, tersine saygı uyandırır.
K ânn gerekliligindendir, k âr toplum unda üretici güçlerin ser
b e st k a lm a s ın d a n d ır b u . A n tik k ö le to p lu m u n d a da feodal
serf/reaya to p lu m u n d a da aşağılanan çalışm a/em ek (A tina'da
heykeltıraşlar bile bayağı sayılıyordu) tabii egem en sınıfın dü
şüncesinde de d ü şü n ü m e tab i tutulm az - ta m da m üteşebbisin,
burjuvanın, hom o fa b e r227 denilen insanın ideolojisinden farklı
olarak. H om ofaber’in Yeni Çagda serbest kalan, burjuva Yeni Ça
ğını oluşturan, u zu n süre ilerici işlev gören k ar dinam iği k en d i
sini üstyapıda da basbayağı g ö rü n ü r kılar ve bizzat temeli/altya
pıyı harekete geçiren b ir etkide bulunur. G erek çalışm a etiği d e
n e n b ir şeyin suretinde ahlâki bakım dan, gerekse b ir eylem kav
ram ının suretinde, idrakteki çalışm a logos'uyla bilgi teorisi bakı
m ından. M ükem m elen K alvinistler tarafından, serm aye o luşu
m u m aksadıyla vaaz edilen çalışma etiği, bir kapitalist vita activa
olarak k en d in i aristo k ratik avareliğe k a rşı da, tem aşacı keşiş-
alim varo lu şu n u n vita contem plativa'sına k a rşı da dayatm ıştır.
Buna koşut olarak idrakte, “yaratm a" kavram ının bu rjuva rasyo
nalizm inde m ükem m elen yükseltilm iş hali olan çalışma logos'u,
sa lt alımlam aya dayanan antik ve skolastik idrak kavram ından,
Seyirden, visio’dan, pasif tasvirden farklılaşır. K elim enin köke
nindeki Seyir anlamıyla tıpkı “Theoria" kavram ın ın kendisinde
m ün d em iç o ld u g u ü z e re ... P laton da neticede, cum grano sa-
lis,228 alımlayıcı b ir duyum cudur. Ç ünkü o n u n seyri, n e denli
ideal ve ne denli saf biçim de fikirlere ilişkin olsa da, özü itiba
rıyla alımlayıcı b ir seyirdir ve düşünce edim i duyusal temaşaya
227 Alet yapan insan.
228 Bir tu z zerresiyle.
316
tekabül eden bir tarzda kavranır. M ^ ’a kadar tayin edici olan
ilk büyük m ateryalist D em okrit bile, b u emeğe yabancı, çalışm a
edim inin ü ze rin e düşünm eyen ideolojinin içindedir. D em okrit de
idraki salt pasif olarak kavrar. O nda sahici gerçeğin, atom ların
m ekanizm alarıyla b irlik te gerçekliğinin id rak in i sağlayan d ü
şünce, bu atom lara tekabül eden ve şeylerin yüzeyinden çözüle
rek algılayana-idrak edene akan im geciklerden (eidola) edinilen
izlenim ler üzerinden açıklanır. Bilgi teorisi itibarıyla bu eylem
sizlik bakım ından, Platon ile D em okrit arasında hiç fark yoktur.
İki bilgi teorisini birleştiren, köle toplum udur; yani, aşağılanan
çalışma etkinliğinin felsefi üstyapıdaki yokluğu. Ve şim di görü
nen paradoks, rasyonalizm in, yani Yeni Çağın Platon'dan çoğun
hayli uzaklaşm ış b ulunan idealizm inin, bilgi teorisi açısından ça
lışma edim i üzerine düşünm ekte, an tik dedesi D em okrit’ten pek
de o kad ar uzaklaşm am ış b u lu n an Yeni Çağ m ateryalizm in e kı
yasla çok daha güçlü olm asıdır. D urduğu yerde yansıtan aynaya
benzeyen bu kavrayışın, çalışm a/em ek kavram ından sarfı nazar
edişi, Feuerbach'a kadarki m ateryalizm de - o dahil-, “yaratım ”
Patnos'undan hatta özne-nesne, nesne-özne ilişkilerinin birbirle
ri üzerinden diyalektik tasvirinin Pathos'undan daha belirgindir.
Daha yeni m ateryalistler arasında sadece Hobbes, Kant'a kadar
geçerliliğini koruyan ‘ancak m atem atiksel olarak kurgulanabilir
nesneler idrak edilebilir' tem el ilkesine dayanarak, rasyonel “ya
ratım "! öğretir. Mamâfih H obbes b u temel ilke vasıtasıyla felse
feyi b ed en in m atem atik -m ek an ik h a re k e tin in öğretisi olarak,
böylelikle de m ateryalizm olarak ne kadar tanım layabildiyse de,
M arx'm tekdir ettiği “nesne form u"nun, yani salt tefekkürcü/te-
maşâcı m ateryalizm in ötesine geçemez. Başka bir d u ru m , ide
alizm in içinde, “y a ra tım ’’ın, geom etrik inşadan tarihsel Gene-
sis'teki229 sahici em ek suretine intikal etmesidir. Bu, kararlı bi
çim de ilkin Hegel'de gerçekleşti; ilk olarak “ Tinin Fenomenoloji-
si", bilgi teorisi tem elinde çalışm a/em ek kavram ının dinam iğine
tarihsel-idealist bir ciddiyet atfetti. M anifaktür evresinin büyük
rasyonalistlerinin, D escartes’ın, Spinoza’nın, Leibniz'in yarım -
veya tam -idealizm leri içinde tesirini s ü rd ü re n salt m a tem a tik-
317
idealist “yaratım ” Pathos’u n u n da çok ilerisindeydi bu. Hegelci
fenom enolojinin Feuerbach tarafından asla anlaşılm ayan bu an
lam ının en iyi tanığı, M arx'ın “E konom ik-F elsefi E lyazm alan”dır:
Marx fenom enolojinin büyüklüğünü, “em eğin özünü ele alm a
sında ve nesnel insanı, hakiki, çü n k ü gerçek insanı kendi em e
ğinin sonucu olarak kavram asında” görür (M E G A I, 3, s. 156).
Bu cümle, Feuerbach'a dek uzanan salt temaşacı m ateryalizm in
anılan açığını en iyi biçim de izah eder: şim diye kadarki m ater
yalizm in eksiği, sürekli alış-veriş halindeki özne-nesne ilişkisidir —
ki bu n u n adı em ektir. B undan ö tü rü b u .m atery alizm nesneyi,
gerçekliği, duyusallığı sadece “nesne form u altında”, “insani-du-
yusal eylemi" dışta bırakarak kavrar. Oysa Hegel'in Fenom eno-
lojisi, M arx'ın dediği gibi, “ayağını m o d ern ulusal ekonom iye
basıyordu" (agy., s. 157). Feuerbach ise bilgi teorisi bakım ından
henüz köleci toplum da veya serflik/reayalıktaydı; m ateryalizm i
nin temaşacılığı ve eylem-sizlik u n su ru nedeniyle.
Bu sırada Marx elbette, b u rju v a eylem inin henüz tam ve doğ
ru olm adığını açığa çıkartır. Tam ve doğru olam az, çünkü o sa
dece emek görünüşünden ibarettir, ç ü n k ü değer y aratım ı asla
m üteşebbisten değil, köylüden, zanaatkardan, nihayetinde ü c
retli işçiden neş’et eder. Ç ünkü serbest piyasadaki soyut, şeyleş-
miş, sarahatten uzak mal dolaşımı, ancak pasif, dışsal, soyut bir
ilişkiye m ahal bırakır. Bu nedenle 1. Tez şu n u vurgular: Eylemin
bilgi teorisine dayalı düşü n ü m ü de ancak soyut bir düşü n ü m
olabilirdi, “zira doğal o larak idealizm sahici, d u y u sal eylem i
kendi başına bir varlık olarak tanım az” . M amafih soyut d ü şü n
ceden uzaklaşm ak isteyen, şeyleşm iş d ü şü n celer yerine sahici
nesneler arayan burjuva m ateryalisti F euerbach da insan eylem i
ni bu sahici varlığın dışında bırakır; “bizzat nesnelliği olan bir
faaliyet olarak” ele almaz onu. Bu nokta, “A lm an ideolojisi" nin
girişinde çarpıcı' biçim de açılır: “Feuerbach adlı adınca doğa bi
lim inin tem aşasından söz eder, sadece fizikçinin ve kim yacının
gözüne görünen sırlara değinir; peki ama sanayi ve ticaret olm a
saydı doğa bilim i olur m uydu? Bu ‘saf’ doğa bilim i bile, am acını
da m alzem esini de ticaret ve sanayiden, in san ın d uyusal faaliye
tinden edinir. Bu faaliyet, durm aksızın süren bu duyusal çalışma
ve yaratım , bu üretim , öylesine tem elidir ki tüm duyusal dünya-
318
mn; sadece bir yıllığına kesintiye uğrayacak olsaydı bile, Feuer
bach sadece doğal dünyada değil tüm beşeri dünyada ve kendi
temaşa kudretinde hatta bizzat kendi varoluşunda m uazzam bir
değişim in eksikliğini hissederdi çok geçm eden. Gerçi burada dış
doğanın önceliği baki kalır ve gerçi b ü tü n b u n lar generatio aequ-
ivoca'nın230 yarattığı ilk insana uyarlanam az; ama b u ayrım, an
cak insanları doğadan ayırarak incelediğinizde anlamlıdır. Şu da
var ki, insan toplum una öngelen bu doğa, Feuerbach'ın içinde
yaşadığı doğa değildir; b u g ü n -A vustralya’daki birkaç yeni olu
şan m ercan adası hariç tu tu lu rs a - artık hiçbir yerde varolm ayan,
dem ek Feuerbach için de varolm ayan doğa değildir bu." (M E G A
1, 5, s. 33 vd.) Feuerbach’ta nesne olarak tam am en yurtsuz ka
lan in sa n em eğ in i, in s a n la rı çev reley en d ü n y a n ın şay et en
önem li değilse çok önem li nesnesi olarak nasıl da öne çıkar
m aktadır b u cümleler.
Buna göre şim di, h e r şeyi koşullayan Varlığın içinde eylemli
insanlar da vardır. Çok şaşırtıcı sonuçlar çıkar buradan. Bu so
nuçlar özellikle 3. Tezi çok önem li kılarlar - sadece Feuerbach’a
karşı değil, vulger M arksistlere k arşı da. B undan ötü rü, “duyu
sal dünya”ya ait, biri k ö tü diğeri sıklıkla yanlış anlaşılan iki baş
ka kavram, b u sahiden m addi nitelikli bağlam da kaydedilm eye
değerdirler, sıkı sıkıya bağlıdırlar bu bağlama. Değil mi ki, “ko
şullan” yalnızca insanların etrafında d u ru p duran bir şey olarak
gören, eylemselliğe yabancı o tem aşanın am pirisist gözdelerine
veya kozlarına ilişkindir bunlar. Bunlardan biri, bilhassa nesnel
liğe bağlı, yani görünüşte m ateryalist ilintili b ir kavram olan ve-
rililiktir. A ncak, sadece ona b ir şey verilen ya da verilmiş olabi
lecek bir öznenin olm am ası halinde geçerliliğini yitirecek, anla
mı icabı değişken bir kavram olduğunu b ir kenara bırakırsak;
insanın çevresini teşkil eden dünyada, verili olmasıyla aynı öl
çüde em ek ürünü de olm ayan b ir verililik, p ek yoktur. Marx bu
ned en le, doğa b ilim in in an cak ticaret ve san a y id e n ed indiği
“m alzem e”d en söz eder. G erçekte, yalnızca yüzeysel gözlemde
b ir ‘verililik’ görünür; biraz nüfuz edildiğinde ise norm al çevre
mizdeki her nesne, asla ‘düz' olmayan b ir vakıa olarak gösterir
320
kişinin sağladığı etkileşim hakkında 3. Tez m ükem m el bir açık
lık kazandınr. G erçi vulger m ateryalizm i m em n u n etm eyen bir
açıklıktır bu. Buna karşılık insanî bilince “k o şu llar” içindeki,
y an i oluşum una katıldığı d ış dünyadaki en reel yeri verir. Meka-
nist ‘ortam ' teorisi, “insanların, koşulların ve eğitim in ürünleri,
dem ek ki değişm iş insanların değişm iş koşulların ve değişm iş
eğitim in ürü n leri o ld u ğ u n u ” söyler. 3. Tez, bu tek yanlı ve ço
ğunlukla gayet n atü ralist yansım a öğretisinin (ortam eşittir top
rak, iklim ) üzerine, o âna kadar alışılan m ateryalizm e onca üs
tü n olan şu hakikati koyar: “koşullar da insanlar tarafından de
ğiştirilirler ve eğitm enin kendisinin de eğitilm esi gerekir.” Tabii
ki bu, koşulların değiştirilm esinin, özne ve eylem etkenini de
bağlayan nesnel yasallıkla rabıta kurulm adan v u k u bulabileceği
anlam ına gelmez. Marx bu noktada iki cepheli b ir savaş yürütür,
hem Varoluş-kaderciliğine varan m ekanist ortam teorisiyle hem
de darbeciliğe veya en azından abartılı bir Eylem -iyimserliğine
v aran idealist özne teorisiyle m ücadele eder. “A lm a n İdeoloji
s i n d e k i b ir parça, insanlarla koşullar arasındaki en selâm etli et
kileşim tem elinde, yani sürek li etkileşim li, sü rek li diyalektik
tarzdaki özne-nesne dolayım ı tem elinde, 3. Tezi tam am lar. Şöyle
ki: Tarihin “h er basam ağında, m ateryalist b ir netice, üretici güç
lerin bir toplam ı, doğayla ve bireylerin kendi arasında tarihsel
olarak yaratılm ış bir ilişki, verili halde bulunur. H er kuşak b u
nu, üretici güçlerin, serm ayelerin ve koşulların b ir sınıfını ken
disinden son ra gelen kuşağa aktarır. Yeni kuşak b ir yandan b u n
lara yeni bir biçim verirken, diğer yandan bu verili du rum a ken
di yaşam koşullarını dikte eder, onları belirli bir gelişmeye so
kar, belirli bir karaktere b ü ründürür. Velhâsıl, koşullar insanları
yaptığı [oluşturduğu] gibi insanlar da koşulları yaparlar” (M E
G A I, 5, s. 27 v d ) . Söylendiği gibi, özne ile nesne arasındaki et
kileşim burada özellikle vurgulanır, feoşuî-insan ilişkisinin bu
n u n tersi b ir sıralam anın öne alındığı da açıkça işitiliyordur, m a
mafih insan ve eylemi daim a m addî tarihsel zem inin özgül yanı
olarak kalm akta, hem o n u n hem de dönüşebilirliğinin kökünü
teşkil etm ektedir. Bizzat fikir bile (teoride) M arx'a göre m addî
bir güç olabilir, kitleleri kavradığında. Hele koşulların teknik-
politik değişim i nasıl da b ü yük b ir g üçtür ve böyle anlaşılan öz
321
ne etkeni nasıl da belirgin b ir biçim de m addi dünyaya dahildir.
3. Teze son b ir açıklam ayı da, insanı gayet kararlılıkla dış d ü n
yaya hatta düpedüz doğaya iten K apital getirir: “Doğal m addele
ri kendi yaşamı için kullanabileceği biçim de elde edebilm ek için
canlı bedenine ait doğal güçleri, kollarını, bacaklarını, kafasını,
elini harekete geçirir. Bu hareketiyle kendi dışındaki doğaya etki
etmesiyle ve o nu değiştirmesiyle, aynı zam anda kendi doğasını
da değiştirir... D ünyanın kendisi b ir çalışma aracıdır, ancak ta
rım da kendi çalışma aracı olarak b ir dizi başka çalışma aracını
ve em ek g ü cü n ü n görece yüksek b ir gelişm esini gerektirir” (Das
K apital I, 1947, s. 185, 187). Böylece insan eylemi, bilinciyle,
bizzat doğadan b ir parça olarak açıklanır; hatta, birincil olarak
o n u izleyecek bilinci de koşullayan m addi varoluş tem elindeki
d ön ü ştü rü cü praxis olarak, en önem li parçası. H içbir devrim ci
m isyon duygusuna sahip olm ayan, doğal b ir canlı tü rü olarak
insanın sın ırların d an da asla çıkm ayan o Feuerbach, bu çoğal
mış, insan eylem iyle çoğalmış Doga Prius'uyla ilgili b ir anlayıştan
yoksundu. Salt tem aşacı m ateryalizm de tarihin ileri gitm em esi
nin ve tefekkürcü davranışın ötesine geçem em esinin son kerte
deki nedeni budur. Böylece tem aşacı m ateryalizm in nesneyle
ilişkisi antik-aristokratik d ü zeyde k alır - [Feuerbach'ın] (başka
hiçbir şeyi eleştirm eyen) d in eleştirisinin m erkezine o tu rttu ğ u
-y in e saf teorik açıdan, m evcut doğanın b ir çiçeği o la ra k - insan
Pathos'unun tam aksine. Adi b ir uğraş olarak bildigi Praxis'e de
çok yukardan bakar, b u nedenle: “Pratik tem aşa kirli, egoizmle
lekelenm iş b ir tem aşadır" (Feuerbach, H ıristiyanlığın ÖzÜ, 1841,
s. 264). M arx'ın 1. Tezde, Feuerbach’ta “Praxis'in sadece kirli-
Y ahudi g ö rü n ü ş biçim iyle k av ran ıp sab itlen d iğ in i" söylerken
atıfta b u lu n d u ğ u yerdir burası. H ele daha so n ralan , gittikçe d a
ha fazla “egoizmle kirlenen temaşa", güyâ s a f bir temaşayı, pe
şinden gûyâ bir hakikati, o n u n k en d isi u ğ ru n a ideolojik olarak
kendine yonttuğunda, b u tü rd e n k ibir nasıl da büyüyecekti. Na
sıl da “binicilik bilim leri" ortaya çıkacaktı, atın tepesinde, au
dessus de la m e le e 3' (kendi kiri dışında); nasıl da bir bilm e aris
tokrasisi oluşacaktı (aristoi'denH2 yoksun), kirli Praxis’le karşı
231 Bulaşıklığın üstünde.
232 En iyiler.
322
lıklı anlayış içinde, doğrudan, haktan uzak durarak. Marx güçlü
bir sezgiyle, hem böylesi saf b ir anlayışsızlığın hem de Feuer-
bach'ınkinin karşısına “devrim ci, pratik-eleştirel eylem in” Pat-
hos'unu koyuyordu. Böylelikle Marx, tam da bir m ateryalist ola
rak, tam da Varoluşun içinden, üretim faaliyetinin tıp k ı nesnel
etken gibi m a d d î nitelik taşıyan öznel etken liğ in i vurgular. Ve
b u n u n anti-vulger-M arksist yanı da olan m uazzam sonuçları
vardır; F euerbach Tezlerinin bu kısm ını özellikle değerli kılar
bu sonuçlar. Emek etkeni kavranm aksızın, zaten asla bir fa c tu m
brutum 23 veya verililik teşkil etm eyen Varoluş Prius'unu insan
ların tarihi içinde kavram ak m ü m k ü n olmaz. Hele 1. Tezin so
nunda anılan eylem li tem aşanın en hasıyla, “devrim ci, pratik-
eleştirel eylemle" dolayım lanm ası, hiç m ü m k ü n olmaz. Çalışan
insan, b ü tü n “k o şu llard a" canlı b ir ö z n e-n esn e ilişk isid ir ve
Marx’ta belirleyici b ir etken olarak m addî temele dahildir; dü n
yadaki özne de dünyadır.
A ntropolojik-tarihsel grup:
Kendine yabancılaşm a ve gerçek m ateryalizm
4., 6., 7., 9., 10. Tezler
323
doğaüstü b ir öte dünyaya yolluyordu. G ereken şey, b u kendine
yabancılaşm ayı aşmak, b u n u n için de antropolojik eleştiriyle ve
kaynağı tanım layarak gökyüzünü insanlara geri vermekti. Fakat
burada, sınıfsal-tarihsel olarak hiç eklem lenm em iş, soyut Genus
[Tür] olarak İnsan'da durm ay an Marxçı tutarlılık devreye girer.
Hegel’i kavram ları şeyleştirm esinden ö tü rü onca kınayan Feuer
bach, gerçi soyut Genus İnsan'ını gerçi am pirik olarak bir yere
o tu rtu r fakat ancak tekil bireyde m ündem iç kılar onu, toplum
d an soyutlanm ış, toplum sal tarihin dışında. 6. Tez şu n u vurgu
lar b u nedenle: “Fakat insanın özü tekil bireyde m ündem iç bir
soyutluk değildir. Kendi gerçekliğinde o, toplum sal ilişkilerin
b ir birleşimidir." Evet, F euerbach tekil birey ile soyut H um anum
[insanilik] arasında çizdiği geniş yaylayla (toplum u dışta bıraka
rak), Stoa’n ın ve o n u n doğal h u k u k tak i etkilerinin, burjuva yeni
çağındaki hoşgörü fik irlerin in b ir sa v u n u c u su n d a n pek fazla
farklı değildir. Stoacı ahlâk da, Yunan kam usal Polis'inin çö k ü
şünden so n ra özel bireyliğe geri çekilm işti. Marx, doktora tezin
de, “kendi zam anının saadeti" olarak tanım lar bunu: “gece kele
bekleri de, güneş battık tan sonra, kendilerine özel b ir lam ba ışı
ğı ararlar" (M EGA I, 1/1, s. 133). Fakat diğer yandan Stoacılığın
gereği, b ü tü n m illi-tarihsel koşulların ü zerinden atlanarak, so
yut Tür-İnsan’ın yegâne Evrensellik olarak tekil bireylerin üze
rin d e b ir geçerlilik kazanm asıydı: com m unis opinio'nu n 23* m ev
kii olarak, tüm zam anların, b ü tü n halkların recta ratio'sua5 ola
rak. Keza ‘genel iyi' niteliği taşıyan dünya evi içindeki genel in
sanlık evidir bu. Bu insanlık evi sadece yitik Polis değildi, - h iz
m ete hazır ideolojisiyle- yarı yarıya P ax rom anam yani kozm o
polit Roma İm paratorluğu idi, y an yarıya ise -s o y u t ütopya ola
r a k - bilge in san olm uş bireylerden m üteşek k il b ir insanlık k a r
deşliği. H um anitas kavram ının, aynı anda hem tü r hem değer ta
nım layan b ir kavram olarak, genç Scipio'nun sarayında237 ortaya
çıkm ası sebepsiz değildir - m üellifi de Stoacı Panaitios’dur. Fe
uerbach soyut T ü r olarak İnsan'ıyla öncelikle, burjuva yeni ça
324
ğında öne çıkan biçim iyle -y in e birey ile um um iyet arasında ge
niş bir yay çizerek- yeni-Stoacılığı devralmıştır. Son olarak so-
yut-yüce Citoyen [Vatandaş] kavram ında ve Alman ahlâkçılığıy
la ci toyen'in düşünsel yansım asını gerçekleştiren K ant'ın insan
lık Pafhos’u nda gösterir b u kendini. Yeni Çağın bireyleri, elbette,
kapitalistlerdir, Stoik Özel [Kişi] büstleri değil; b u bireylerin Ev
rensel’i de, halkların ortadan kalkm asını sağlaması gereken an
tik E küm enlik değil, -ta m da antik Polis' in idealizasyonuyla-
burjuva insan haklarının, kendi üzerinde de ahlâki-insani Tür-
sel-İdeal olan soyut Citoyen’le, um um iyet kazanm ası idi. Yine
de ekonom ik olarak koşullanm ış önem li tekabüliyetler vardır
burada (yoksa zaten 17. ve 18. yüzyılda b ir yeni-Stoacılık ol
mazdı): orada da burada da to p lu m bireyler halinde atom laşm ış-
tır, orada da burada da soyut-T ür olarak, soyut-ldeal olarak İn
sanlık, İnsan ilik yükselir onların üzerinde. M arx ise yalın birey
ler üzerine bina edilen b u soyutluğu eleştirir, insani özü “top
lum sal ilişkilerin b ir birleşim i" olarak tanımlar. Bu nedenle 6.
Tez F euerbach'ın h e m insanlığa tarihsiz, kendi b aşına b ir şey
o larak bakm asına karşı çıkar, hem de -b u n u n la bağıntısı için d e-
b u insanlığın saf antropolojik b ir tü r olarak, çok sayıda bireyi
yalın doğal b ir bağla birleştiren b ir um um iyet olarak kavramlaş-
tırılm asın a. İn san lığ ın deger k av ram ın ı da sak lı tu ta r elbette
Marx: çok belirgin biçim de 10. Tezde. Kutsal Ai le’ye ön k o nuş
m ada geçen “reel hüm anizm " ifadesi gerçi Alman Ideolojisi'nde
te rk edilm iştir; burju v a d em o k rasisin in h er tü rlü bakiyesinin
reddiyle, proleter-devrim ci b ir k o n u m alınm asıyla, diyalektik-ta-
rihsel m ateryalizm in ortaya konuşuyla birlikte. Ama 10. Tez yi
ne de, tabii ancak sosyalizm çerçevesinde geçerli olan ve geçerli
sayılan b ir “reel hüm anizm "le, alternatif b ir hüm anistliğin değer
vurgusuyla konuşur: “Eski m ateryalizm in k o n u m u burjuva top-
lum udur; yenisininki ise insan toplum udur, veya toplum sallaş
m ış insanlık." Yani Humanum h er yerde, h er toplum da “çok sa
yıda bireyi yalın doğal b ir bağla birleştiren içsel, sessiz um um i
yet" olarak durm az, h içbir surette herhangi bir verili um um iyet
halinde bulunm az, o daha ziyade zorlu b ir süreç için d ed ir ve an
cak kom ü n izm le, k o m ü n izm olarak, kendine sah ip olur. İşte
b u n d a n ö tü rü , yeni, p roleter k o n u m b ir değer kavram ı olarak
325
hüm anizm i aşm ak üzere yapması gereken şey p ek azdır, öyle ki
fiilen ilk kez yuvasına dönm esini sağlar onun; ve sosyalizm ne
kadar bilim sel olursa, o kadar so m u t olarak insanı dert etm eyi
odağa alır; o n la n n kendilerine yabancılaşm alannı reel olarak aş
m ayı hedefler. Tabii Feuerbach'ın so y u t T ü r’e özgü, ziyadesiyle
ululayıcı İnsaniliği tak d is edasıyla yapm az b u n u . Bunun için
M arx 9. Tezde bilgi teorisine d air tezler g ru b u n u n tem el saikine
bu kez Feuerbach’ın antropolojisine karşı başvurur: “Temaşacı
m ateryalizm in, yani duyusallığı p ratik faaliyet olarak kavram a
yan m ateryalizm in vardığı en yüksek nokta, ‘burjuva toplum un-
daki' tek tek bireylerin tem aşasıdır.” Böylece sınıfsal bir kısıt ke
sin olarak kaydedilm iş olm aktadır, Feuerbach’ın bilgi teorisinde
devrim ci eylem in ö n ü n ü tıkayan aynı kısıt, şim di de o nun antro
polojisinde tarihin ve toplum un önünü tıkam aktadır. Dolayısıyla
Feuerbach'ın dinî kendine yabancılaşm anın eleştirisi niteliğin
deki antropolojisinin Marx tarafından ileriye götürülm esi, sade
ce bir sonuç değil sih ird en arın d ırm an ın yeni bir aşam asıdır: Fe
uerbach'ın kendisinin veya son fetişleştirm e olan antropolojik
fetişleştirm enin sihirden arındırılm ası. Marx, genel-ideal insan
dan, salt bireylerden, gerçek insanlığın ve m ü m kün insaniliğin
zem inine taşır bizi.
B unun için, yabancılaşm anın sahiden tem elinde yatan hadise
lere bakm ak zorunluydu. İnsanların dünyalarını ikiye katlam a
larının nedeni sadece bilinçlerinin yırtılm ış ve arzuyla dolu ol
m ası değildir. Bu bilinç daha ziyade, dini yansım asıyla birlikte,
çok daha yakın b ir çatallanm adan, toplum sal yarılm adan kay
naklanır. Toplumsal ilişkilerin kendisi yarılmış ve bölünm üştür,
b ir Alt ve bir Üst vardır orada, bu iki sınıf arasında m ücadeleler
vardır ve Ü st’ü n yoğun sisli ideolojileri vardır - dinî olanı, b ir
çok ideolojiden sadece b irid ir burada. D ünyevî tem eldeki o da
ha yakın o lan ı b u lm a k , asıl h alled ilm esi gerek en m eseleydi
M arx’a göre. Feuerbach'ın soyut-antropolojik Dünyevî'si karşı
sında bizzat bir D ünyevî'ydi bu. Tarihe yabancı, diyalektik ol
m ayan Feuerbach burayı hiç görm üyordu. 4. Tez ise işte bu b a
kış açısını kazanır: “D ünyevî tem elin kendi kendisinin üzerine
yükselerek göklerde m üstakil bir krallık kurm ası, işte ancak bu
dünyevi tem elin kendi içindeki yarılm ışlıktan ve kendi kendi
326
siyle çelişik olm asından hareketle açıklanabilir. D em ek bizzat
bu d u ru m ilkin k en d i çelişkisi içinde anlaşılm alı, sonra o çeliş
kinin bertaraf edilmesiyle devrim ci bir d ö nüşüm e uğratılmalıdır.
Örneğin, dünyevî ailenin, kutsal ailenin s ım n ı teşkil ettiği keş
fedildiğinde, ilkin bizzat b u birincisinin eleştirilm esi ve pratik
olarak yıkılm ası gerekir.” Demek din eleştirisi, sahiden radikal
olacaksa, yani M arx’ın tanımıyla: şeyler radix'ten, “kökünden"
kavranacaksa, gökyüzünün tem elinde yatan ilişkilerin, onların
sefaletinin, çelişkilerinin ve b u çelişkilerin yanlış, hayalî çözü
m ünün eleştirisine yönelmelidir. Henüz daha 1844'te, “H egel’in
H u ku k Felsefesinin Eleştirisine G i riş" te M arx çarpıcı ve yanlış an-
laşılamayacak bir biçim de form üle etm işti bunu: “Din eleştirisi
n in varacağı yer... in san ın içinde aşağılanm ış, köleleştirilm iş,
terk edilmiş, horlanm ış bir varlık olduğu tüm ilişkileri altüst et
meye d ö n ü k kategorik b u y ru k tu r” (MEGA I, 1/1, s. 614 vd.).
Ancak bu pratik açıdan da devrim ci b ir doğrultuda ileri götürü
len eleştiriden sonra, artık bir illüzyona ihtiyaç gösterm eyen bir
d urum a erişilmiş olur. Ne yanılsam a olarak, ne bir ikam e olarak
illüzyon gerekir artık: “Eleştiri, zincirin üzerindeki hayalî çiçek
leri koparm ıştır; insan bu fantezisiz, keder verici zinciri sürükle
yip du rsu n diye değil, zinciri atıversin ve canlı çiçekleri toplasın
diye” (1, s. 608). İşte b u n u n için, önce göksel ailenin sırrı ola
rak dünyevi ailenin keşfi gerekir - o olgunlaşm ış ekonom ik-m a-
teryalist “gizli bilim e” dek uzanır bu keşif. Marx K apital'de şöyle
söyler bu bilimle ilgili: “Ö rneğin Roma tarihine dair pek az aşi
nalık gerekir, onun gizli tarihinin, m ülkiyetin tarihine dayandı
ğını bilm ek için (Das K apital I, 1947, s. 88). D olayısıyla dinî
kendine yabancılaşm anın analizi, sahiden kökten kavrayan bir
analizse, esasen ideolojiler üzerinden, daha yakın b ir etken ola
rak devletin rolüne, onunla politik ekonom iye uzanır ve ancak
b u rada reel b ir “a n tro p o lo ji” olur. “in san ların birbirleriyle ve
doğayla ilişkilerine" d ö n ü k toplum bilim sel temel görüş açısı ka
zanır. 7. Tezin vurguladığı gibi “d in î hissiyat bizzat toplum sal
bir ü rü n ” ise, -ta rih s e l ve diyalektik olm ayan Feuerbach'ın yap
tığından farklı o la ra k -, ü rü n ü n ü zerinde üretim [faaliyetinin]
önem i unutulm am alıdır. Feuerbachçı çözüm lem enin bu son ya
n ın bırakılm ışlığına, dayanıksızlığına tem as eden bir yer vardır
327
K a p ita lde: “Analiz yoluyla dinî sisin o lu şu m u n u n arkasındaki
dünyevî çekirdeği bulmak, tersine, h er seferinde gerçek yaşam
k oşullanna bakarak b u n la n n gökselleştirilen form lanm çözüm
lem ekten çok daha kolaydır aslında. İkincisi, yegâne m ateryalist
ve dolayısıyla bilim sel yöntemdir. Tarihsel süreci dışta bırakan
soyut doğabilim sel m ateryalizm in k ısıtla n , onun sözcülerinin
soyut ve ideolojik tasa^vvurlannda bile görülür, b unlar kendi uz
m anlık alan lan n ın dışına çıkm aya cesaret ettiklerinde” (Das K a
pital I, 1947, s. 389). Devamla: “Feuerbach'ta m ateryalizm ile ta
rih tam am en ay n düşerler” der A lm an İdeolojisi ve böylece diya-
lektik-tarihsel m ateryalizm in eski m ekanik anlayıştan temel far
kım koym uş olur: “Feuerbach'ta, m ateryalist olduğu noktada ta
rihten bahis yoktur, tarihi göz önüne aldığında ise m ateryalist
olm aktan çıkar” (M E G A 1, 5, s. 34). Feuerbach'ın kendisi de ifa
de etm işti bu n u , geriye d ö n ü k olarak (yani doğa temeli bakı
m ından) m ateryalist, ileriye d ö n ü k olarak (etik hatta din felsefe
si bakım ından) ise idealist o lduğunu söylediğinde. F euerbach'ın
m ateryalizm inde tam da toplum un, tarih in ve ikisinin diyalekti
ğinin hesaba katılmayışı, Feuerbach'ın tek bildiği eski m ekanik
m ateryalizm in tam da bu şekilde yaşamı ihm al edişi, bu filozofta
zorunlu olarak, felsefesinin sonunda, m ahçup bir idealizme yol
açar. Yaşam Etiği'nde kendisini açığa v u rm u ştu r O, bu izlenim
lerde belirli bir pazar âyini kardeşliği hassasiyeti görülür. Burada
da yine sadece, 9. Tezin dediği gibi, “tek tek bireylerin ‘burjuva
toplum undaki' tem aşalan”m n h ü k m ü yürüm ekte, am a aynı za
m anda yine Feuerbach'ta sadece g örünüşte halledilm iş, antropo
lojik olarak çözüm lenm iş fakat toplum sal olarak eleştirilm em iş
olan din kendini gösterm ektedir. Feuerbach'ın aslında d in î içe
rikleri değil, esasen sadece o n lan n bir öte-dünyaya kaydırılm a
sını, böylece de insanın ve onun bu-dünyasının zayıflatılm asın
eleştirm esi tarzında olm aktadır bu. Böylelikle “insan doğasının”
h ar vuru lu p harm an savrulm uş servetini hatırlam asını sağlamak
istiyor idiyse, kuşkusuz bu indirgem e sorunludur. D inle yüklü
sanatta, G iotto'da, G rünew ald'da, Bach’ta hatta belki son olarak
B ruckner'de insaniliğin derinliğini, derinliğin insaniliğini kim
tak d ir etmez ki? Fakat ,başka kim sede olm ayan bir yüreği, kar
deş yüreğini ve ru h acısını taşıyan Feuerbach, b ü tü n bunlardan
328
bir tür, kiliseye bağlı olm ayan h ü r dindarlığın pektoral238 teoloji
sini çıkartır neredeyse. D aha da ötesinde, O n u n “ileriye dönük
idealizm inin" kaçınılm az boşluğu içinde, Tanrı-Babanın tüm va
sıfları bakî kalır; deyim yerindeyse ‘kendinde' erdem lerdir b u n
lar, sadece göksel T anrı'dan koparılm ışlardır. Tanrı'nın m erha
m etinin yerini Sevginin m erham eti alır, Sevgi h er şeye kadirdir,
Sevgi m ucizeler yaratır, dualara kulak verir - bu sadece şu de
m ektir: m erham et, sevgi, her şeye kadirlik, m ucize yaratm ak,
dualara k u lak verm ek Tanrısaldır. Buna göre tüm teolojik aygıt
aynı kalır, sadece, “doğal tem el"in şeyleşm iş erdem lerini kuşa
narak, göksel m evkiinden belirli b ir soyut bölgeye taşınmıştır.
Bu tarzda ortaya çıkan şey, Feuerbach’ın herhalde d ü şünm üş ol
d uğu dinin insanî m irası soru n u olm adı da, ucuzlam ış bir din
oldu. Engels'in haklı olarak F euerbach'ın bayatlam ış din bakiye
lerine bakarak gösterdiği gibi, sihirden k ö tü b ir biçim de arın
mış, alışkanlıklara bağlı filistenliğin tam g ö n lü n e göredir bu.
Oysa M arksizm din bakım ından da “ileriye d ö n ü k b ir idealizm ”
değil, ileriye dönük m a terya lizm d ir, sihirden k ö tü b ir biçim de
arın d ırılm am ış ve y ery ü zü n e in d irilm esi gereken gökyüzüne
bakm ayan bir m ateryalist dolgunluktur. D iyalektik m ateryalizm
denen, dünyanın kendisinden hareketle sahiden bütü nsel açık
laması, dünyanın değiştirilm esini de onun kendisinden hareket
le olacak b ir iş olarak koyar. Ne m itolojinin ne de hele bir Efen-
d i’ye veya Baba'ya özgü içeriklerin öte-dünyasıyla alâkası bulu
nan bir zahm etler öte-dünyasına doğru...
238 Yüreğe ait; aynı zamanda, Katolik rahiplerinin göğüslerine bastırarak taşı
dıktan haç.
329
henüz kapalı olan g ö rü n ü şü n dolayım lanm ış, özsel bağlam ını
kavrar. Böylece, F eu erb ach ’ın ancak soyut olarak izin verdiği
düşünce, dolayım lanm ış bir düşü n ce olarak som uttur; oysa ter
sine, düşüncesiz duyusallık soyuttur. D üşünce gerçi kendini on-
..ct, oradaki nüfuz etm işliğinde kanıtlam ak üzere yine zorunlu
olarak tem aşaya götürür, fakat b u temaşa da b u sonucuyla asla
Feuerbach’taki pasif, dolaysız halindeki gibi değildir. Kanıt sade
ce tem aşanın dolayım lanm ışlığında, yani ancak teorik olarak iş
lenmiş, böylelikle b izim için şe y haline gelm iş o duyusallıkta bu
lunabilir. Fakat bu da neticede teorik olarak dolayım lanarak te
orik hale gelmiş Praxis'in duyusallığıdır. Demek düşü n m e işlevi
nin eylem niteliği, duyusal tem aşadan daha fazladır. Eleştirel,
nüfuz edici, açımlayıcı bir eylem dir o; o n u n için de b u n u n en
iyi kanıtı bu çözüm lem eye ilişkin pratik deneydir. T üm hakika
tin ‘bir şey için' hakiL at olduğu ve kendisi u ğruna b ir hakikat
olm adığı gibi, - yanılsam a veya fazla ince düşü n m ek dışında-,
b ir hakikatin kendisine dayanarak, salt teorik olarak kalm aktan
daha tam b ir kanıtı bulunam az. Başka deyişle: teorik-içkin ola
rak m ü m kü n olan tam bir hamt yoktu r. Salt teorik olarak ancak
kısm î bir kanıtın geçerliliği vardır, çoğunlukla da m atem atikte.
Fakat m atem atikte de ancak kısm î özgül b ir tarzda gösterir ken
dini, salt iç “tutarlılığın”’ m antıksal “doğru lu ğ u n ” ilerisine geçe
mez. D oğruluk ise henüz b ir hakikat değildir, yani gerçeğin tas
viriyle beraber gerçeğe onun idrak edilmiş failleri ve yasallıklan
vasıtasıyla m üdahale etm e gücü anlam ına gelmez. Başka deyişle:
H akikat yalnız başına bir teori ilişkisi değildir, ta m a m en teori-
p ra tik ilişkisidir. N itekim 2. Tez şu n u bildirir: “İnsan düşüncesi
ne m addî hakikatin tekabül edip etm ediği sorusu, teoriye ait bir
soru değil pratik bir sorudur. İnsan hakikati, yani düşüncesinin
gerçekliğini, gücünü ve bu dünyaya aitliğini pratikte kanıtlam a-
lıdır. Pratikten yalıtılmış olarak bir d üşüncenin gerçekliği veya
gerçek olm adığı üzerine tartışm ak, salt skolastik bir m eseledir.”
Demek, kapalı düşünsel içkinlik anlam ında ‘okullu' bir tartışm a
d ır bu (m ekanik-m ateryalist düşünceler için de öyle); bu tefek-
kürcü yatılı okul, şim diye kadarki b ü tü n hakikat kavram larının
alanını oluşturm uştur. Yani 2. Tez teori-pratik ilişkisini k u ru
şuyla tam am en yeni ve yaratıcıdır; o n u n karşısında daha önceki
330
felsefe gerçekten de “skolastik” görünür. Ç ünkü, belirtildiği gi
bi, antik ve orta çağ bilgi teorisi eylem üzerine düşü n üm de bu
lunm am ıştı, y ah u t b u rju v a-so y u t anlam ıyla eylem nesnesiyle
birlikte gerçeğe uygun biçim de dolayım lanm am ıştı. H er iki d u
rum da, hem em eğin aşağılandığı antik ve feodal çağlarda, hem
de burjuva çalışma Ethos’u çağında (em eğin som utlanm ası ol
maksızın) pratik, gerek teknik gerek politik yanıyla, en iyi d u
rum da teorinin “tatbiki” sayılıyordu. Teorinin som utluğuna dair
bir teyid sayılm ıyordu -M arx ’ta olduğu g ib i-, anahtarın kaldıra
ca dönüştürülm esi olarak, oluşa m u k ted ir hakiki tasvir olarak
görülm üyordu.
Böylece nihayet doğru düşünce doğ ru lu ğ u n eylemiyle bir ve
aynı şey haline gelir. Eylem ve o nunla b erab er 'tarafgir tu tu m da
baştan itibaren vardır onda, so n u n d a da h akiki sonuç olarak çı
kar yine ortaya. Bu sonu çtak i n ih â î kararın rengi o n u n kendi
rengidir, başka bir yerlerden gelen b ir ilâve değil. Felsefe tarihi
ne ilişkin h er karşılaştırm a, teori-pratik ilişkisinin, teorinin salt
“tatbikine” dair tasarım karşısındaki yeniliğini teyid edecektir.
Teorinin b ir k ısm ın ın pratiğe nişan aldığı d u ru m lard a bile böy
ledir bu: Sokrates’te, Sicilya’da devlet ütopyasını tatbik etm eyi
isterken P laton’da; m antığın sadece duvar, fiziğin sadece ağaç,
E tik’in ise m eyve o ld u ğ u Stoa’da. Keza O rtaçağ Papa Kilise-
si’n in k u ru cu su A ugustin’de; ortaçağın so n u n d a, yükselm ekte
olan m illî devletler adına Papa Kilisesi’nin nom inal anlam da yı
kıcısı olan O ccam lı W ilhelm ’de. B unların hepsinin arkasında
toplum sal-pratik b ir m isyon da vardı k u şkusuz, fakat yine de
teori, soyut, pratik o larak dolayım lanm ayan kendi ayrı yaşam ı
nı sürüyordu. “T atbik” olarak pratiğe ancak b ir P rensin halka
inm esindeki gibi gönül indiriyordu; en iyi d urum da, bir fikrin
kendi değerlen d irilişin e yaklaştığı gibi. Bacon’da, Yeni Çağın
keskin burjuva-pratik utilitarizm inde bile böyledir: Bacon gerçi
b ilg in in güç dem ek o ld u ğ u n u öğretiyor, tü m bilim i yeniden
kurm ak istiyor ve o n u n a rs inveniendi239 o lm asını hedefliyordu
ama saf teorik bilgiye ve tefekkürcü idrake olan tüm karşıtlığı
na rağm en bilim özerk kalıyor, sadece yöntem inin değiştirilm e
331
si gerekiyordu. T üm evarım cı so n u ç çıkarm a işlem i b ak ım ın
dan, yöntem sel o larak hedeflenen deney bakım ından değiştiri
lecekti; ancak kanıt pratik te değildi; kanıt, burada da hakikatin
nihâi ölçütü ve tezahürü değil de meyvesi ve m ükâfatı sayılı
yordu daha ziyade. F ichte’ye ve Hegel'e dayanan, so nra Fich-
te’ye geri dönerek sol H egelciler'den türeyen birçok “eylem fel
sefecisinin”, M arx'in Praxis ölçütüyle benzerliği ise daha azdır.
F ich te'n in “gerçek eylem i”n in [Benliğin saf etkinliği] kendisi
gerçi m illi politikada birçok noktada kuvvet teşkil ediyor, çizgi
çekiyordu fakat neticede göksel olarak kalıyordu. Sonunda sa
dece, Ben-O lm ayan'ın dünyasını işleyerek iyileştirm eye yaradı
ğından çok, onu tüm üyle muhafaza ederek yüceltm eye yarıyor
du. Böylece deyim yerindeyse b u au fo n d 2*0 dünyaya düşm an
“Praxis” ile, sadece Fichteci B en-idealizm inin zaten belirlenm iş
b u lu n an öznel harek et n oktası kanıtlanm aktaydı, dünyada ve
dünyayla b irlik te daha oluşacak olan nesnel b ir hakikat değil.
Bir Praxis ö lçü tü n ü sezinlem eye en yaklaşan yine Hegel'dir, üs
telik dikkate değer bir şekilde özellikle de F enom enolojisi'nde-
ki em ek bağıntısı tem elinde. Devamla, Hegel'in Psikolojisi’nde
de “teorik Tin”den (tem aşa, tasavvur, düşü n ce) o n u n antitezi
olarak “p ratik Tin”e (duygu, itkisel irade, neşe) geçiş yapılır;
b u ra d a n da, se n te tik olarak, “ö zg ü r T in” çıkacaktır. Yani bu
sentez k en d in i bilen irade olarak ilan ed iy o rd u r kendini; k e n d i
ni d ü şü n en ve bilen irad ed ir bu, nihayette, “m akûl devlet”te,
bildiği şeyi isteyen ve ne istediğini bilen iradedir. Aynı şekilde
Hegelci M antık’ta da “gözleyici id rak in fik rin in ” “p ratik fikre”
tabi kılın d ığ ı görülür; şayet p ra tik lyi'ye “sadece G enel’in değil
G erçeğin de o n u ru ” tekabül ediyorsa (W erke V [Eserler], s. 320
vd.). “T üm b unlar,” diye not d üşer L enin,” ‘id rak in fikri’ bölü
m ündedir... bu da k u şk u götürm ez biçim de Hegel'de Praxis'in,
bilgi sü re c in in an aliz in d e k ilit halka o ld u ğ u anlam ına gelir...
Dolayısıyla M arx Praxis ölçü tü n ü bilgi teorisine dahil ederken
d o ğ ru d a n d o ğ ru y a H egel'e d a y a n m ıştır; b a k ın ız F e u erb ac h
Ü zerine Tezler” (Aus dem philosophischen N achlaft [Felsefe Def
terleri], 1949, s. 133). Hegel M antık'ının sonunda, tıpkı Feno-
333
da bir “eylem filozofu” idi; ü stelik bir d ü n y a m ahkem esinin fi
lozofu, fakat in fa c to [fiiliyatta] içlerinde en öznel olanı. IV F ri
edrich W ilhelm ’in yönetim i altındaki gericilik “eleştiri silahı”nı
im tihana çektiğinde, bu silah Bruno B auer’de derhal bireyciliğe,
dah ası k itley i h o rlay an ego -m erk ezciliğ e iltica etti. B auer'in
“eleştirel eleştirisi” d ü şünceler arasında b ir çarpışm adan ibaret
ti; b ir tür, kibirli ru h u n l’art pour l’art™ Praxis'iydi. N ihayetin
de, S tim er’in “Biricik ve m ülkiyeti” çıktı(burad an . Marx b u n u n
la ilgili aslolanı K utsal A ile’d e söylem işti, kendi m eselesi çerçe
vesinde, anlaşılabileceği gibi, m ak sad ı sahici P raxis ve o n u n
başka bir şeyle kanştınlam azlığıydı. D evrim ci Praxis’ti, m aksa
dı: Proletaryayla başlayarak, “p örsüm üş, dul Hegel felsefesinin”
(M EG A 1, 3, s. 189) soyutlam alanyla, hele Fichteci öznelcilikle
değil de Hegelci diyalektiğin verim li yanıyla donanm ış. Öfkeyi
erdem yapan F ichte'nin yine de en e rjik talim atlar vardı u fk u n
da: “birleşik ticaret devleti”n den “Alman M illetine Söylevler”e
kadar. F ran sızları A lm anya'dan felsefe yoluyla dışarı atm ıştı.
O ysa “eleştirel eleştiri” sadece özgüvenin kapalı m anejinde at
k o ştu ru y o rd u . M arx’a d ah a y aklaştığım ızda da, n a m u su n d a n
şüphe edilm ez sosyalist M oses H ess’te bile eylem i toplum sal fa
aliyetten kopararak ahlâkî b ilin ç reform una indirgem e eğilimi
vardı: arkasında geliştirilm iş b ir e k o n o m ik teori olm aksızın,
eğilim selliğin kendi içinde diyalektik olarak kavranm ış bir ro
tası çizilm eksizin, b ir “eylem felsefesi”. O halde, M arx’a kadarki
Praxis kavram ları onun teori-pratik tasarım ından, teori ile p ra ti
ğin birliği öğretisinden tam am en fa rk lıd ır. Teoriye sadece yapışık
olm ak yerine, bilim sel olarak d ü şü n c e n in a y n b ir “tatbikata”
ihtiyaç duym ayacağı, teo rin in hem k en d i yaşam ını hem içkin
kendine yeterliliğini k an ıtın içinde de sürdürebileceği biçim de,
M arx'ta da L enin’de de, teori ile p ra ti^ T ra x is devam lı git gel
halindedirler. İkisinin d ö n ü şü m lü olarak birb irlerin in içine sa-
lınım ları, p ra tik açısından teoriyi öngerektirdiği gibi, yeni bir
p ratiğ in devam edebilm esi de yine yeni b ir teoriyi gerektirir ve
zaten o n u n itkisini oluşturur. Som ut düşünceye h içbir zam an,
eyleme ışık tuttuğu burada olduğu kadar yüksek bir değer ve
335
ğını öğretiyorsa eğer, o zam an, nefrete galebe çalam ayan bu sev
ginin, toplum sal reform lar için gerekli enerjik eylem kuvvetini
de sağlayamayacağı açıkça çıkar ortaya. Bu sevgi, hiçbir gerçek,
fiilt du ru m u bertaraf etm eye yaram ayan duygusal lâflarda kay
beder kendini; yem lediği m üthiş duygu lapasıyla p ö rsü tü r in sa
nı. Zor, m üşkülât, insana kuvvet verir; b u n a zo ru n lu olan, kendi
kendine yardım eder. B unun içindir ki, bu dünyadaki sahici ko
şullar, bugünkü toplum da serm aye ile emek arasındaki, b u rju
vazi ile proletarya arasındaki -san ay i ilişkileri içinde en gelişkin
biçim de ortaya ç ık a n - haşin çelişki, sosyalist dünya g örüşünün,
toplum sal reform lara olan talebin çok daha kudretli öteki kay
nağını teşkil eder... Bu çelik zo ru n lu lu k sosyalist çabaların yay
gınlaşm asını ve eylem ci taraftarlar kazanm asını sağlar. Bu zo
runluluk, bug ü n k ü ilişkileri dönüştürm esiyle, düny anın b ü tü n
duygu dolu y üreklerinde k orlaşan aşkın toplam ından çok daha
geniş bir yol açacaktır sosyalist reform lara” (F euerbach'ın taraf
tarlarından H. Kriege’ye karşı açık m ek tu p , 11 Mayıs 1846). O
n o k ta d a n b e ri, T h o m a s M ü n z e r'in y a ln ız c a “ş iirle ş tirilm iş
im an” değil “şiirleştirilm iş aşk" dem iş olacağı şey, Feuerbach'ın
görece m asum zam anından çok farklı b ir yaygınlığa ulaşm ıştır,
dönekler ve sözüm ona-sosyalistler arasında. M amâfih bunların
sahte insan sevgisi çok daha m utlak bir nefretin savaş silahın
dan ibarettir: K om ünizm e karşı nefrettir bu. Bu yeni aşk şiiri,
sadece savaş uğruna düzülm üştür. F euerbach’ta da eksik olmasa
bile onda yine de “ileriye dönük idealizm " niteliğiyle ilerici ol
mayı isteyen m istisizm de eşlik eder buna. Y üreğindekilerin ta
hakkuk edişiyle kopardığı şekilsiz g ü m bürtüyle, an tro p o lo jik
hale getirilm iş Tanrı-babalığıyla Feuerbach'ta m istisizm in, sih ir
den kötü b ir biçim de a n n d ın lm ış, h ü r din d arlık filistenliğinden
daha beter bir zaafı yoktu, ne olursa olsun. Ama b u g ü n ü n id e
alist b ile olm ayan, - F eu e rb a c h 'ın m istisizm in d en , neredeyse
o n u n da Ü stad E ckhart'ın m istiğinden farklılaştığı k ad ar farklı
laşan-, ‘derin hisler’ zevzekliğinin gizem leri, yüreği bir cinayet
çu kurun a çeviriyorlar; boş bir pem be sisin yerine, burjuvazi ta
rafından k ullanılan bir H içlik v a rd ır b ugün. 8. Tez şöyle der:
“T eorinin yolunu m istisizm e saptıran b ü tü n gizemler, rasyonel
çözüm lerini beşerî Praxis’te ve bu Praxis'in rasyonel çö zü m ü n
336
de b u lu rlar.” Burada elbette gizem in iki tü rü ayırt edilir: ger
çekliğin kavranam am ış çelişkileri içinde açıklığa kavuşturulm a
mış olanları, çıkm azlan, karm aşaları henüz kavranam am ış hal
leriyle tasvir eden gizemler ile,. esas m istisizm adıyla anılan, ka
ranlığa kendisi u ğ ru n a tapm ak anlam ına gelen gizemler. Fakat
salt şeffaflıktan uzak olan durum lar, hatta onların içindeki sisli
çizgi de m istisizm e saptırabilir. işte o n u n içindir ki, yegâne in-
sani-beşeri çözüm rasyonel Praxis’tir, (karanlık karm aşa yerine)
İnsanlığa tu tu n an yegane rasyonel çözüm de insanî-b eşeri Pra
xis. Marx’ın Feuerbach vesilesiyle m istisizm kelim esini k u llan
m ası da sebepsiz değildir. Soyut aşkın, G ordiyon d ü ğ ü m ü n ü ol
d u ğ u gibi bırakan K ılıç-O lm am aklığına k arşı k u lla n ır bu keli
meyi. Tekrarlayalım : Feuerbach'ın gizem lerinin, açıklıktan uzak
aşk gizem lerinin, sonradan çürüm e ve G ecenin-Irrafio’s u [akıl
dışı] olarak öne çıkanla ortak b ir yanı y o k tu r elbette. F euer
bach daha ziyade Hegel’den Marx'a giden Alm an selâm et h attın
da durur; A lm an m u sib et h attı ise Schopenhauer’d e n Nietzsc-
he'ye ve o n u n izleyicilerine uzanıyordur. İnsan sevgisi, kendisi
ni açık bir şekilde söm ürülenlere dönük b ir sevgi olarak kavra
dığı, sahici bir idrake doğru ilerlediği oranda, kuşkusuz sosya
lizm in vazgeçilmez bir failidir. Fakat tuz da kokabildiğine göre,
hele şeker nasıl kokar; duygusal H ıristiyanlar yenilgiye nza gös
terdiğine göre, hele duygusal sosyalistler, riyakâr ihanetleriyle,
iyice rıza gösterir. İşte b u n u n için, M arx Feuerbach'ı da tehlike
li bir uçuklukla, hiçbir şeyle keyfini bozm am akla, neticede pek-
toral Pra.x:is'le itham eder; b u nedenle, vaaz ettiği diğerkâm lığın
ve dillere destan evrensel aşkın tam tersine bir etkiye yol açı-
yordur. Aynı ölçüde so m u t bir nefret k u tb u da içeren taraflaşma
olm adan, sahici sevgi olamaz; devrim ci sınıf k o n u m u n u n taraf
lılığı olm adan, ileriye doğru Praxis yerine sadece geriye doğru
idealizm kalır. Sonuna kadar kafanın önceliği olm adan, gizem
lerin çözülm esi yerine sadece çözüme d air gizem ler olur. De
mek, F euerbach'ın gelecek felsefesinin etik so n u cu n d a felsefe
de eksiktir gelecek de; M arx'ın p ra ti^ P ra x is uğruna bir teori
olan teorisi, her ikisine de işlev kazandırm ış ve Etik nihayet ete
kem iğe b ü rünm üştür.
337
Parola ve onun a nlam ı
11. Tez
338
azından akla yabancıdırlar; cüm leyi de anlam ına en u zak yerlere
savururlar. Peki o halde, 11. Tez'le tam olarak d ü şünülen nedir,
Marx'ın felsefi titizlik duygusu içinde nasıl anlaşılmalıdır? Her
hangi bir biçim de pragm atizm le k a n ştın la ra k anlaşılm am alı, da
ha d o ğ ru su su istim a l e d ilm e m e lid ir. P ra g m a tiz m in kaynağı,
M arksizm e tam am en yabancı, ona düşm an, tinsel olarak aşağı,
en nihayet bayağı bir yöredir. Buna rağm en, tam da A m erika'da
dendiği gibi busy bodies, yani sürekli işle m eşgul tipler, habire
bu Marx cümlesine tu tu n u rlar - sanki o, A m erikan kültür bar
barlığıymışçasına. A m erikan pragm atizm ini!. tem elinde, hakika
tin, tasarım ların iş hayatındaki kullanılabilirliğinden başka bir
şey olmadığı kanaati yatar. Buna göre, hakikatle karşılaşılan bir
“hah işte!” tecrübesi vardır; p ratik b ir başarıyı hedef aldığı oran
da ve bu başarıyı sağlamaya gerçekten uygun göründüğü ölçüde
b ir hakikattir bu. W illiam Jam es'ta (Pragm atism , 1907) işadamı,
“am erican w ay o f life"2*2 olarak, henüz bir ölçüde genel-insanî
bir çehre taşır, yani deyim yerindeyse insanîdir, yaşamı teşvik
eden, iyim ser bir çeşniye de sahiptir. Hem A m erikan kapitaliz
m inin pem be ambalaja sokulm asının o zam anlar henüz m üm
k ü n olm asından ö tü rü böyledir bu, hem de her sınıflı toplum un
özel çıkarını tüm insanlığın çık an olarak satm a eğilim inden ötü
rü. B unun için, pragm atizm başlangıçta, ü st düzey işadam ının
basbayağı “insanî başarıya" erişm esini sağlayan m uhtelif, değiş
tirilebilir m antıkî “araçların” velinim eti olarak da sunabildi ken
dini. Fakat insanî bir işadamı, M arksist b ir safaperest kadar na
dirdir, gittikçe de daha nadir hale geliyor. Böylece pragm atizm ,
Jam es'ten hem en sonra, A m erika'da ve tüm d ü n y a burjuvazisin
de, her ne ise olarak gösterm iştir kendini: h er tü rlü hakikat ar
zusundan soyundurulm uş b ir toplum un son agnostisizm i [bili
nem ezcilik]. İki em peryalist savaş, 1914'ten 1918'e kadar süren
genel em peryalist olanı ve Nazi saldırganlarının kısm î-em perya-
list savaşı, hatta pragm atizm i hilebaz at tellâlı ideolojisi işlevi
görm esini sağlayacak olgunluğa eriştirm işlerdir. H akikat hiç söz
k o n u su değildir artık, en azından başvurulabilecek b ir “araç” ol
m ası anlam ında bile değildir; “insanî b aşan "n ın pem be ambalajı
339
da, zaten başından beri işin içinde olan şeytana' ısm arlanmıştır.
Şimdi fikirler borsa kâğıtları gibi değişiyor, inip çıkıyordur, sa
vaş du ru m u n a göre, işlerin d u ru m u n a göre. D erken, Nazilerin
iyice zelil pragm atizm i gelip çatmıştır. Hak, Alm an halkına yani
Alman m alî serm ayesine yarayandı; hakikat, yaşam ın yani k â n
azam îleştirm enin yararına olan, onun işine gelir görünendi. Za
m anı geldiğinde b u n la r oldu, p ragm atizm den çıkan sonuçlar;
“teori-praxis” bakım ından da, nasıl da yanıltıcı olurdu sonuçla
n. Burada da k en d isi uğruna b ir hakikat reddediliyor ve bu red
diyenin, işin icapları uğruna kıvrılan b ir yalana dayandığı söy
lenm iyordu. G örünüşte-som utm uşçasına burada da hakikatten
pratikte hatta dünyanın “değiştirilm esi”nde sınanm ası talep edi
liyordu. Aklı horlayanlar ve pratikçiler tarafından yapılan 11.
Tez sahteciliğinin haddi hesabı yoktur. Tabii, sosyalist harekette
ki pratikçilerin, ahlâkî yönden, pragm atistlerle en k ü çük bir or
tak noktalan yoktur; iradeleri temiz, niyetleri devrim ci, hedefle
ri insanidir. Fakat kafalarını bir kenara bırakm aları, dolayısıyla
M arksist teorinin eleştirel k ü ltü r mirasıyla beraber tüm zengin
liğinden hiç nasiplerini alm am aları nedeniyle, “trial-and-error-
met hod”u n u 2*3 uyguladıkları, el yordam ıyla iş görmeye, işbitirici
pratikçiliğe yöneldikleri h er yerde, yöntem sel olarak pragm atiz
m i hatırlatan o acımasız 11. Tez sahteciliğine yol açarlar yine de.
Pragm atizm e kom şu olan pratikçilik, bu sahteciliğin her za
m anki gibi idrak edilm em iş b ir sonucudur; fakat yol açacağı so
nucu bilm em ek, aptallaşm ayı önlem ez. Teoriye -h e le karm aşık
teo riy e- en iyi ihtim alle kısa vâdeli b ir kredi açan pratikçiler,
M arksist aydınlığın ortasında kendi özel cehaletlerinin ve ceha
letle çok kolayca bağdaşabilen hıncın karanlığını oluştururlar.
Kimi zam an bu teori düşm anlığını açıklam ak için, yine de so
nuçta bir faaliyeti gerekli kılan pratikçiliğe de hacet yoktur as
lında; çünkü düşüncesizliğin şem atizm i kendi eylemsiz anti-fel-
sefesiyle de sü rd ü rü r yaşam ını. Ama o haliyle daha da az atıfta
bulunabilir, Feuerbach üzerine en emsalsiz teze; o zam an yanlış
anlam a zındıklığa dönüşür., Bunun için, dönüp dolaşıp vurgu
lanm alıdır ki: M arx‘ta bir düşünce ya ra rlı olduğu için h a kika t de
343
kenlerle. Bugünkü m ücadelede yalnızca felsefenin A lm a n dünya
sıyla eleştirel mücadelesini gördü, o zam ana kadarki felsefenin de
bizzat o dünyaya ait b u lu n d u ğ u n u ve düşünsel düzlem de de olsa
onun tam am layıcısı olduğunu düşünm edi. M uarızına karşı eleş
tirel iken, özeleştirel değildi; zira felsefenin varsayım lan n d a n ha
reket edip, o n u n verili sonuçları karşısında ya durakalıyor veya
felsefenin başka bir yerden türettiği taleplerini ve sonuçlarını o r
taya atıyordu; oysa tersine, b u sonuçlara ve taleplere -d o ğ ru lu k
larını varsayarsak- ancak o zam ana kadarki (!) felsefenin, felsefe
olarak felsefenin in k a n y la erişilebilirdi. Bu partinin daha ayrıntı
lı bir tasvirini yapm ayı saklı tutalım ." (Bu tasvir, yozlaşan tefek
kürün, eleştirel “idrakin sükûnetinin" en ağır eleştirisiyle, Kutsal
A ile 'd e ve A lm a n Ideol ojisi’nde gerçekleşecektir.) “Temel eksiği
buraya indirgenebilir: Felsefeyi, onu aşm aksızın gerçekleştirebilece
ğini zannediyordu” (M EG A I, 1/1, s. 613). D em ek Marx o zam a
nın iki partisine de k e n d i tavırlarının panzehirini veriyordu, iki
zıt M edicina m entis:246 Pratikçilere felsefeyi daha fazla gerçekleş
tirm eyi dayatıyordu, teoricilere ise felsefeyi daha fazla aşmayı.
Mamâfih felsefenin “inkârı" da (Hegel'den kaynaklanan, ziyade
siyle felsefe yüklü bir kavram dır b u da), burada bariz bir biçim
de “o zam ana kadarki felsefe"yle bağıntılıydı, m ü m kün olan ve
gelecekteki h er felsefeyle değil. “İnkâr", bizzat H akikat olarak ve
kendi uğruna yapılan felsefenin, yani dünyayı yalnızca antikaca
yorum layan özerk-tefekkürcü felsefenin inkârıdır, dünyayı dev
rim ci olarak değiştiren bir felsefenin değil. Evet, “o zamana ka
darki felsefe"nin içerisinde de, Hegel savunucularınınkinden el
bette esastan farklı olarak, tüm tefekkürcülüğüne rağm en “sahici
dü nyanın araştırılm asına" ilişkin öyle çok şey v ard ır ki, Alman
klasik felsefesinin “M arksizm in üç kaynağı ve üç bileşeni" ara
sında yer alm asının p ratik b ir nedenidir. M arksist felsefedeki ye
nilik, bu felsefenin tem ellerinin radikal bir biçim de değiştirilm e
si ve proleter-devrim ci m isyonudur; dünyayı som ut olarak değiş
tirmeye yetenekli ve b u n u n için tayin edilm iş felsefenin artık fel
sefe olm ayacağı gibi bir yenilikten söz edilemez. H içbir zam an
vâki olm am ış bir yenilik olarak böyle oluşu, 11. Tezin dünyanın
345
laşmanın en keskin belirtisi olarak kavranan proletaryanın aşıl
ması, kuşkusuz u zu n bir fiildir: tam aşma edim i, kom ünizm in
son evresiyle örtüşür. M arx'ın Ekonom i-Felsefe E ly a zm a la n ' nda,
felsefi açıdan k en d in i en uç “E schaton”2A7 olarak anlayan b ir
perspektifle ifade ettiği anlam da: “A ncak bu noktada (insanın)
doğal varoluşu onun insanî varoluşu olur ve doğa onun için insa
nîye dönüşür. Yani toplum , insanın doğayla nihâî-m ükem m el öz-
sel birliğidir, doğanın h ak ik i ölüm den sonra dirilişidir, insanın'
tatbikata konm uş natüralizm i ve doğanın tatbikata konm uş h ü
m anizm idir" (MEGA I, 3, s. 116). Marx'ın formüle etmeye çalış
tığı, dünyayı değiştirm enin nihâî perspektifinin ışığı yanar bura
da. B unun düşüncesi (hen ü z uzaktaki Totum'un yansıdığı Pra
xis'in bilgisi-vicdanı), kuşkusuz, doğanın ölüm den sonra dirilişi
ni sağladığı oranda felsefede de yenilik gerektirir.
A rşim e t noktası:
Sadece G eçm iş Olanla değil
esasen G elm ekte O lanla bağıntılı B ilm e
2 48 O luşum surecinde.
347
formu olarak m etanın kendisi, düşünce formu olarak O lm uşlu-
ğun, Faktum 'un artm ış halidir. Bu F aktum ü zerinden Fieri [Oluş;
olacak olan] kolaylıkla u n u tu lu r; böylelikle, şeyleştirilm iş ü rü n
üzerinden üretici, insanın arkasındaki görünüşte Fixum [Sabit]
üzerinden de önünde uzanan Açıklık unutulur. Fakat bilmeyle
geçmiş arasındaki etkileşim in yanlış k urulm asının tarihi çok da
ha eskiye gider, hatta b u n u n kaynağı, em ek edim inin idrakte hiç
yansıtılm am ış olm asıdır; böylece bilgi yalnızca yukarda gösteril
diği gibi tam am en Seyirffem aşa olm akla kalmıyor, bilginin nes
nesi tam am en Y apılm ış/O luşturulm uş, Öz de tam am en Olmuş-
O lan oluyordur zoru n lu olarak. Platoncu Anamnesis'in [hatırla
ma] tam yeridir burası: “Ç ünkü sahiden," der Sokrates “M enon"
diyalogunda (81 B - 82 A), “aram ak ve öğrenm ek sadece ve sa
dece h atırlam ad ır” - ve S ey rin fem aşan ın , tinin kadim geçm i
şindeki k ö k ü n e işaret eder. Bu tefekkürcü A ntikliğin yaptırımı,
-idrak/bilgi kavram ının b ü tü n toplum sal değişim lerini kaale al
m a d a n - felsefeyi Marx'a kadar sadece gözlem cilikle değil, göz
lemciliğe de kazıyarak, O lm uş Olanla ilişki içinde kısıtlı tutm uş
tur. G elişm e d ü şü n ü rü A ristoteles’e göre bile Öz to iti en ei-
nai’dir;249 nihayete erm iş belirlenebilirlik, nizam î o la n ın belir
ginliği anlam ında “N e-oldu[ysa]-O lan". "Jüyük diyalektik süreç
dü şü n ü rü Hegel’e göre bile, olup biten h er şeyin, kendi tam am
lanm ış tarihi karşısında tam am en boynu b ü k ü k tü r ve Öz, “gö
rü nüşüyle özdeş olan", olm uş gerçekliktir. Marx, Feuerbach’ta
da aynı engelin b u lu n d u ğ u n u ' kaydeder: “Feuerbach’ın insanla
rın birbirleriyle ilişkileri h ak k ın d ak i tüm tüm dengelim i, sadece,
insanların birbirlerine m uhtaç olduklarını ve her za m a n m uhtaç
olm uş o ld u kla n n ı kanıtlam aya varır. Bilinci bu vakıa üzerinde te
m ellendirm ek ister. Yani bütün diğer teoriciler gibi, m evcut bir
vakıanın üzerinden doğru bir bilinç getirm ek istiyordur sadece;
oysa sah ici kom ünistin meselesi, m evcut o lan ı yıkm aktır" (Al
man İdeolojisi, M EG A I, 5, s. 31). B ütün b u n ların etkisi, A n a m n e
sis Tininin, idrak kuvvetini tam da şim diki zam anın, hele gelece
ğin en a z belirlenebilir olduğu yerde aram ası olm uştur. Yalın bil-
gi-geçmiş ilişkisi, bug ün ü n sorunları karşısında, hele geleceğe
349
zam anda sadece tu tu k lu k , gelecekte ise sadece savrulanlar, rü z
gâr, şekilsizlik görürken, Bilgi-Eğilim ilişkisi orada bilişinin Ni-
çin'ini yakalar: d ü n y an ın dolayım lanm ış yeniden inşasıdır bu.
D iyalektik-tarihsel eğilim bilim i olarak M arksizm , gerçekliğin
a rtı onun içindeki nesnel-reel im kânın dolayım lanm ış gelecek bili
midir; b ü tü n b unlar eylem ereğiyledir. T ü m çeşitlemeleriyle O l
m u ş O lanın Anamnesis'iyle b u n u n arasındaki fark, daha açık se
çik görünem ezdi; hem aydınlatıcı M arksist yöntem için hem de
aydınlatılm ış ve [değişimi] n ihayete erm em iş m adde için geçer-
lidir bu. A ncak geleceğin ujku, M a rksizm in onu irtibatlandırdıgı
biçim iyle, ön alanı olarak geçm işin ujkuyla, gerçekliğe reel b o yutu
nu ka za n d ın r.
Arşim et noktasının bizzat b ir eksene o turtulduğu yeni yer de
unutulam az. O da yine p e k gerilerde, geçm iş olanda, sa lt göz
lem ci eski m ateryalizm in dünyayı analiz ettiğinde fırlattığı bir
köşede değildir. Bu materyalizm , sihirden arındırıcı rolü çoktan
geride kaldığında, tereddütsüz geriye dönük b ir etkide bulundu;
tarihsel görünüm leri biyolojik olanları, bunları da kimyevî-fizikî
olanlara ayrıştırdı, tâ ki hepsinin ve her şeyin atom “temeline"
inene kadar. Öyle ki, tarihsel açıd an çok y ü k lü görünüm lerden,
sözgelimi M araton Savaşı'ndan geriye sadece kas hareketleri ka
lana, yani Yunanlılar ve Persler, bu savaşın tüm toplum sal içeri
ğiyle beraber tam am en tarih-altı kas hareketleri içinde yitip gi
dene kadar. Bunlar da şonra yine fizyolojiden çözülüp organik-
kimyevî olaylar içinde erimiş, tüm canlılar için m üşterek olan
organik kimya da nihayet, hepsinin ve h er şeyin en genel “teme
li” olarak atom ların d ansın ın arasına düşm üştür. Böylelikle tabii
sadece, pekâlâ açıklanm ası icap eden M araton Savaşı da kaybol
makla kalm am ış, tüm inşa edilm iş dünya m utlak b ir m ekaniğin
genelliği içinde çöküp gitm iştir - h er tü rlü görü n ü m lerini ve
farklarını kaybederek. M ekanik m ateryalizm p ü f n o ktasını bu
atom cu ayrıştırm ada görüyordu, başka h iç b ir yerde değil; haki
katte ise, Hegel'in b ir vakitler bahsettiği ilk geceydi burası sahi
den, b ü tü n ineklerin siyah olduğu gece. Tam da D em okrit'in, bu
ilk b ü y ü k m ateryalistin diasodzein fainom ena, görünüşlerin k u r
tarılm ası dediği ve yöntem sel olarak da talep ettiği şey eksikti
burada. Bu noktada Feuerbach, fizikî olm ayan, tersine “antropo
350
lojik" materyalizm iyle genç Marx'a, o n u n da “11 Tez”de en gür
sesle takdir ettiği büyük b ir hizm ette bulundu. A tom lar ve sonra
da tüm biyoloji gerçi tarih sel gelişme b ak ım ın d an b ü tü n yapıla
rın temelindedir, fakat daha sonra Engels'in “D ialektik d e r 'Na-
tur"da [Doğanın Diyalektiği] tanımladığı gibi M arksizm de “star
tin g p o in t" 2s0 ve A rşim e t n o k ta s ı ( ta r ih b a k ım ın d a n ) ç a lı
şan/em ekçi insandır. O n u n ihtiyaçlarını tatm in etm e tarzları,
F euerbach'ın İnsan soyutlam asının yerine geçen “toplum sal iliş
kilerin birliği", doğanın kendisiyle girilen toplum sal alış veriş
süreci, tarihin ve k ü ltü rü n krallığıyla yegâne rabıtalı ve sahici
temel olarak kavranm ıştır. Bu da m addî bir temeldi, hatta göze
görünm ez atom olaylarına göre çok daha belirgin bir m addîliğe
sahipti; fakat tam da daha belirgin ve tarihsel-karakteristik nite
liğiyle, tarihsel görünüm leri ve karakterleri geceye d ö n ü ştü rm ü
yordu. Tersine, ilk defa ışık getiriyordu bu görünüm lere; A rşi
m et noktasını yani insanların insanlarla ve doğayla ilişkilerini
de içeren dogal bir ışık tı bu. Ve tam da tarihsel m ateryalizm , tek
yanlı doğabilim sel m ateryalizm den farklı olarak salt gözlem ci
olm adığı için, A rşim et noktasının özgül k o n u m u n d a sadece te
orinin an ah tarın ı degil Praxis'in kaldıracını da keşfetti. M ark
sizm, bu kaldıracı ve canlı m addenin o seviyeye bu kaldıraçla
yükseltilen daha ileri, yeni örgütlenm esini tahrip etm ekten çok
uzaktır. N itekim 10. Tezi tekrarlarsak: “Eski m ateryalizm in ko
num u burjuva toplum udur; yenisininki ise insan toplum udur,
veya toplum sallaşm ış insanlık." Dünyayı değiştirm enin bu tarzı,
m antıken sadece b izza t niteliksel dönüştürülebilirliğin, değiştirile-
bilirliğin dünyasında vuku bulabilir, m ekanik Hep-Tekrar'ın, saf
niceliğin, tarihsel hiçliğinlboşunalığın dünyasında degil. İçinde
ki nesnel-reel İm k ân ın u fk u n u kavram adan değiştirilebilecek
b ir dünya da yoktur, aksi takdirde o n u n diyalektiği b ir yerinde
sayma diyalektiği olurdu. M arksizm in dünyayı kavrayan diya
lektiğinde çok daha fazla yaratıcı kudret kendini gösterir ve b u
radan bilim e intikal eder. H erder'in “G enius der Z u k u n ft" ta [Ge
leceğin Dâhisi] kasideyle haykırdığı um ut: “... çünkü nedir ki
yaşam bilgisi! ve sen, / Tanrıların arm ağanı, peygam berin çehre
351
si! ve çehresi, cezanın / ön şarkının sihirli sesi!" - tam da yaşam
bilgisi um udu, M ant'ta sahiden bir vakıaya dön ü ştü - ki gerçek
ten böyle b ir bilgi olabilsin. Bu vakıa sona erm iş değildir, çünkü
kendisi, m utluluğu içeren değiştirilebilir d ü n y an ın içindeki iler
leyişten ibarettir. “11T ez"in toplam ı b u n u duyurur: Toplumsal
laşm ış insanlık, ona dolayım lanm ış bir doğayla birlik içinde,
dünyanın yurda dönüştürülm esi dem ektir.
20
TOPARLAMA
Ö N G Ö R Ü C Ü TASAVVURUN
T E Ş E K K Ü L Ü VE K U T U P L A R I :
K AR A NL I K AN - [ U C U ] AÇIK ELVERİ ŞLİ Lİ K
Peki ama içim izdeki itki kim den? Kendi kendisinden içre olm a
yan, henüz açığa çıkm ayan birisi. Daha fazlasını şim di de söyle
yemeyiz; o İç uyuyordur. Kan akar, y ü rek atar, biz nabzı attıra
nın ne old u ğ u n u hissetm eden. Evet, bir arıza girm ezse devreye,
derim izin altındaki hiçbir şeyi hissetm eyiz. Bizi tahrik edilebilir
kılan o içim izdeki şey, kendi kendisini tahrik etmez. Sağlıklı ya
şam, kendi içinde devinerek uyur. İçinde piştiği suya batm ıştır
tamamen.
N a b ız ve ya şa n a n ka ra n lık
352
nan, aydınlatılm ak için bilincin ışınına ihtiyaç gösteren bir m e
safededir. ‘[Eğer] Ki' ve Şimdi, içinde b ulunduğum uz an, kendi
içinde debelenir ve kendi kendisini h ise tm e z . Buna uygun ola
rak, o esnada yaşananın içeriği de algılanmayacaktır.
Fakat Şim di'nin içindeki itki sürekli ileri atılır. B unun için asla
kendi içinde devinm ekle kalmaz, çü n k ü yaşam ın eğer-ki’s i ha
ristir. Iç'i her ne kadar hiç açığa açığa vurm am ış olsa da kendini,
kendine ait olana sahip olm ayıp onu d ışan d a aram asıyla, dışan-
dakini kastetm esiyle, yani açlığıyla açığa vurur. Ve öznel olanın
el attığı Dış, en azından, kendisine el atılabilecek d urum da b u
lunuyor olmalıdır. Eksikliğini hissettiği şey için bastınrken, et
rafı hep dar, boğucu, berkitilm iş bir duvarla çevrili olsaydı, o za
m an o tazyiki de yapam azdı. Ama bu d u ru m d a ona açık olan
birşeyler vardır; bastırm ası, arzusu, eylemi için yer vardır. O lm a
yan, henüz daha olabilir; gerçekleştirilen, m addesinde M üm -
k ü n ’ü varsayar. İnsanda vardır bu açıklık, d ü şle r ve planlar ora
da ikam et ederler. Açıklık, şeylerde de vardır; ö n cephelerinde,
O luşun daha m ü m k ü n olduğu yerde. Ve in san ın bastırm ası sa
dece bir menfez bulm az orada, veya daha gidilebilecek, seçilebi
lecek, aynlınabilecek, bir yol tutulabilecek, yol yapılabilecek bir
boşluk bulm az; yolun dışında nesnel M üm kün'de bize m uhte
m elen tekabül eden b ir şey vardır, ki o, bastırm anın doyum sağ-
lam aksızın sonsuza dek sürm esine m anidir. Bu tekabüliyet ken
di başına olm uş bitm iş ve garantili değildir, alımlayıcı değil h at
ta çözücü, ayıncıdır, fakat kendi M üm kün’ü n ü bekler ve bekle
yen olarak yine de alımlayıcıdır. Şeylerde, bizim m eselelerim izin
y ü rü tü lm e sin i sağlayabilecek bir itilim vardır, geleceğim izin
-ta m da o n u n - karara bağlanabileceği b ir cephe vardır. Böyle bir
değişebilirlik asla doğal değildir: güneşin altında artık yeni bir
şeyin olm aması da m üm kündür. Lakin şeylerin yani olayların
akışı içinde hâlâ pekâlâ bir D aha ve Daha-Değil vardır; şimdiye
dek asla öyle olmamış olandan oluşan sahici G elecekle aynı şey
dir bu. H içbir şeyin vuku bulm adığı zamanlar, N o vu m duygusu
n u n neredeyse kaybolduğu zam anlardır; alışkanlık içinde yaşar
353
lar, Gelm ekte Olan diye bir şey yoktur, o da tıpkı D ünkü gibi ni
zam ına koyulm uştur. Fakat -b e lk i de yüzyıllar boyunca sürecek
şek ild e- tarih terazisinin kefelerinin dengede durduğu bugünkü
gibi zamanlarda, N ovum duygusu aşırıdır; geleceğin ne olduğu
nu hissederler, nefeslerini tutm uş, gelm ekte olanı, gelm ekteki
M üm kün'ü teşvik etm ek için uğraşırken. Böyle zamanlar, parça
lara b ö lü n m ü ş o lm uş bitm işliğin ü zerinden, M ü m k ün’ü n m u
adil kavram [lar]ını bilhassa iyi bilm eye uygundur. itkinin Şim
disine, ancak bitm em iş şeyler arasında yer vardır - ki gerçekleş-
tirebilsin, ki içeriklerini giderek daha fazla açığa vurabilsin.
355
der ' nayretin muhtevası duyurur kendini; özne ile nesne ara
sın .., her ikisini de nüfuzkâr bir hassasiyetle bir anla özdeşleşti
rerek. Beri yandan böylece, kurgulanam az nitelikteki m utlak so
ru yine âna yönelir, o n u n karanlığına girer. O rm anda bir açıklık
olarak değil de, içindeki aslî gizliliğin kendisini bu gibi hayretli
sorulara, sorulardaki hayretlere yansıtm ası oranında, Şimdi’nin
dolaysız karanlığına d ö n ü k göz ardı edilm ez b ir işaret olarak.
Şim di'deki itkinin, Şurada kendisine d o k u n u lan ın içeriği olum lu
bir şekilde, bir “Eğleşsene, ne güzelsin”le çıksaydı, o zam an d ü
şünülm ü ş um ut, u m u t edilen dünya hedefte olurdu.
358
devreye girer: yaşanan ânın karanlığı, nesnelin karanlığının tas
viridir. Yani, kendisini henüz zam anda ve süreçte içeriksel teza
hürüyle geliştirmem iş bulunan o yoğun zam an u n su ru n u n ken-
dine-sahip-olm am a halinin tasviri. D em ek en uzaktaki değil, en
y a k ın d a k id ir henüz tam am en karanlıkta olan, çünkü en yakın, en
içkin olan odur; varoluş bulm acasının düğüm ü, bu en y a k ın d a k in -
dedir. Asıl yoğ u n olan Şim di'nin yaşam ı, henüz k en d i önüne ge
tirilm iş değildir, g ö rü lm ü ş ve açım lanm ış haliyle; dolayısıyla
Var-Oluş'u, hele A şikâr-O luş'u en azdır. Existere’nin [Varoluş]
her şeyi ittiren ve her şeyin ona doğru itildiği Şimdi'si, olan en
deneyim siz şeydir; hâlâ sürekli dünyanın/yerin altında eyler. Re
alize edilecek olan içindeki en az realize edilm iş olan teşkil eder
- kendi kendisinin eylemli bir an-karanlığıdır.
Buradan şu tuhaflık çıkar ki, henüz hiçbir insan sahici anlam
da yoktur, yaşam ıyordur. Ç ü n k ü yaşam M evcudiyettir, sadece
Önce ve Sonra, sadece ilk tad ve ağızda kalan tad değildir. G ünü
bir çiçek gibi toplam ak dem ektir, hem en basit hem esasa dair
anlam da; Şimdi karşısında som ut tutum alm ak dem ektir. Fakat
tam da en yakın aslî ve so n u gelm ez M evcudiyetim iz aslında
m evcut değilse, henüz h içbir insan sahiden yaşam ıyordur - bu
açıdan, böyledir. Carpe diem, çabuk, düşünm eden zevkine vara
rak; çok kolay ve yaygın görünür, ancak öylesine nadirdir ki, sa
hici bir çiçek toplam a olarak hiç rastlanm az ona. Tüm üyle Şim
di'nin zevkinde kabarıyor görünen o alışıldık Carpe diem kadar
şim diki zam andan kaçan az şey vardır, pek az şey onun kadar
oluş kudretinden yoksun, ante rem bayağılıktır. G ünün çiçekleri
o kadar çabuk toplanam az, ola ki âna söylenen ‘Eğleş biraz!’, fi
ilen tembelce şezlonga uzanm akla karıştırılıyor olsun. Ne denli
şerefi olsa da yaradılıştan kuvvetli hazzın, görünüşe göre ancak
A uerbach'ın255 kilerinde ya da filis tence m ülkiyet zevki içindey
ken evinde hisseder kendini. Yukarda (karş. s. 227 vd.) Carpe
diem'in tereddütte de bırakan lâkin düşünülm eye değer üstad-
olm ayanları olarak L enau ile K ierkegaard'ı hatırlatm ıştık. H er
ikisi de sevdiklerinin im gesini bizzat kendisiyle beraber bir izdi
ham karışıklığı içinde görm ek gibi bir lânete uğram ışlardı. Çok
359
zaman yaşamla ilgili bir zayıflık olabilir bu, m am âfih Mısırlı He-
lena’nın m üthiş olayı, bu vakanın zayıflıkla da, rom antik abar
tıyla da, b ir tü r ü to p ik nevrozla da tüketilm iş olmayacağını gös
terir. A lışıldık Carpe diem yalın hissedebilirligin, yüzeydeki haz
ve acı uğrağının ilerisine geçemez; hatta -H o race’cı y o rum unun
ak sin e - dağılm ış olanın, eğleşm eyenin, şim disizin ta kendisidir.
Kısacası: M erak ne kadar az ütopikse, bir “ân"dan ötekine sıçra
yan, gününü gün eden, oluş kudreti taşıyan alışıldık Carpe diem
de öylesine az ütopiktir. Sadece varoluşun kuvvetli yaşantıların
da ve keskin d önüm noktalarında âna daha sahici bir temas var
dır; ister [öznenin] kendi varoluşu olsun, ister zam anınki - ye
ter ki, tinsel-şim dinin gözüyle fark edilsin. Sıradışı eylem insan
ları, gerektiği anda verdikleri kararla, ânın fırsatını harcam am a
kuvvetiyle, hakiki b ir Carpe diem sunuyor görünürler. M om m
sen tim salini Sezar'da gördüğü bu kuvveti “dâhiyâne zindelik" '
o larak ta n ım la r ve önem le devam eder: “H atırlam a ve b ekle
m ekle yolunu şaşırm adan enerjik bir biçim de ânın içinde yaşa
m a kudretini de, her an b ü tü n kuvvetini toplam ış olarak eyleme
geçme yeteneğini de buna b orçluydu.” Peki ama Sezar ve sınıflı
toplum un yani n ü fu z edilm em iş tarihin çoğu eylemcisi, eyledik
leri ânı tarihsel içeriğiyle .de kavram ışlar m ıdır? Öylesine ender
d ir ki böylesi vakalar, neredeyse tek örnek G oethe’n in kidir - üs
telik eylemcilik de değil ama eşsiz bir som ut bakış vardır Onda.
G o e th e 'n in Valmy b o m b a rd ım a n ın a d a ir sö zleri tam b u ra d a
anılmalıdır: “Burada ve b u g ü n d en itibaren d ü n y a tarihinin yeni
b ir çağı başlıyor ve sizler b una tan ık o lduğunuzu söyleyebilirsi
niz" - fakat p ek fazla rastlanm az buna benzer bir zihinde can
landırmaya. Aslında farkına varılmayan bir âna böyle dikkat çe
kildiği, enderdir: geçişli ve en verimli saik olarak; geçmişle gele
cek arasında geniş bir biçim de çatallanm ış dolayım ların, görün
mez Şim di'nin ortasındaki b ir buluşm a yeri olarak o an. O za
m an dolaysızlığın üzerine, tarihsel-yatay değil de dikey bir anî
ışık düşer; elbette dolaysız veya fazlasıyla yogun b ir yakınlıkta
olm aya devam etm ekle birlikte, sanki dolayım lanm ış görünen
b ir ışıktır bu. N ü fu z ederek zihinde canlandırm anın en m üthiş
örneği, M arx ile Engels’in d u ru m analizleridir, başta "O n S e k iz
Brum aire” o lm ak üzere. Lenin de yaşamı boyunca halihazır ola
360
nı nüfuz edici bir tarihsel bakışla kavram ıştır - Büyük Sosyalist
Ekim Devrim i denen o d ü şü n ü lm ü ş C arpe diem 'e kadar. Tüm
b u n la r elbette tüm üyle tefekkürcü olm ayan b ir tu tu m u , yani
olup bitenlerin güncel itici güçlerinin kavranm asını-yakalanm a-
sın ı gerektiriyordu. Z o ru n lu olarak ü rü n ü n arkasındaki gerçek
üreticiyi göz ardı eden sınıflı toplum da ifa edilem ez bu; aktif
güncelliğe giden d o ğ ru y ola da d u ru m analiziyle h en ü z yen i çı
kılm ış ■olur. Hedef, olayların n ih âî ‘eğer’-n ed en in i güdüleyen
am a aynı zam anda kendi içinde gizli olanın aydınlatılm asıdır
hâlâ. Tabii k i kurgulanam az soruya dair, b ü tü n toplum ları kate-
den, asla sadece şâirâne olm ayıp daha ziyade kadim -felsefî id
rakler de vardır; m utlak hayret olarak, alışıldık olm ayan, sahici
anlamıyla, başlangıç halindeki Carpe diem olarak. Peki ama, ba
ki kalan ve b aki kalm aya değer tek m istik olan bu görünm ez
g ündelik hayat m istisizm inde ne k a d a r çekinm e, ne k adar yalın
sem bol yönelim i vardır ki? Bunun dışında her yerde Şim di'nin
hali M evcut-O lm ayan'dır ve bu M evcut-O lm ayan’ın Burada’s ı bi
le, tam da müziğin çalındığı yerd e, bir suskunluk bölgesi kurar.
Böylelikle yalnızca Varolmak değil her şeyden önce varolm anın
öznesi, yani varolanın k en d isin in güdüleyicisi, neticede içeriği
Inkognito’da [Bilinmeyen] kalır. Ancak işte bu d u ru m için, tam
C a rp e d ie m b elirley ici o lu rd u ; V a ro la ra k -G ü n c e l-O la n 'ın ve
onun zam ansal-m ekânsal olarak sınırdaş çevresinin, bu hâlâ do
laysız nitelikteki yaşantı zo rlu ğ u n u n yakınlığından ö tü rü asla
bulandırılm am ası ve zorluğa düşürülm em esi suretiyle. Fakat an
lar duyulm adan, görülm eden vururlar; m evcudiyetleri, en iyi d u
rum da , h en ü z bilincine va n lm a m ış, henüz olmamış m evcudiyetle
rinin ön avlusunda yer alır.
361
ğın, m ünasip ve sakinleştirici bir mesafeye çekilm esini, yani alı
şılagelen tarzda gözlenebilm esini engeller. Böylelikle söz k o n u
su güncel ön planın kendine m ahsus, gözlenm esi kolay olm a
yan, kavranm ası ve bilinebilm esi de kolay olm ayan alacakaranlı
ğı da m eydana gelir. Kimi atasözleri b u n u şim diye k adarki d ü
şü n ü rlerin çoğundan iyi bilir: ‘terzi kendi sö küğünü dikem ez'
veya ‘m um dibine ışık verm ez' gibi. Ö dipus'un öz annesiyle ev
lendiğini son fark eden olm asının nedeni de, kendi ışığının önü
nü kesm esi değil miydi? Sfenks'in dışardan gözlenebilen sırrını
oldukça iyi çözm üştü, dolaysızca yakınındaki kendi vakasınday
sa çaresizdi. H ep m esafeden doğru, alışılagelenden doğru salt
gözlem in kafasını u zattığ ı Şim di-zam anının, B urası-uzam ının
anlaşılm am ış m etn in d e de daim a böyledir. Böylesinin en haince
g ö rü n d ü ğ ü d u ru m , çok defa değinildiği üzere (karş. s. 347),
şeyleştirilm iş gözlem in, d onm uş, olm uş-bitm iş olarak şim diki
zam ana vâsıl oluşu ve bu yakına, v u k u b u lm ak ta, oluşm akta
olana dair sözünü söylemeye kalkmasıdır. O zam an alışkanlık,
mesafeliliğin gerideki uzak geçm işte vesile sunabildiği türden
bağlantıları kopartır. 19. yüzyılın göreli yakınlığı bile, burjuva
tarihçilerini, tasvirlerinde bu yüzyıla gelip çattıklarında karakte
ristik bir m üşkülâta sokar: o zam ana kadar bağlantılar kurarak
verilen h üküm lerin yerini, kanaatler alır. Bu tarihçilerin hepten
afallatıcı bilim dışılığı, tarihin dünya savaşına y ü rü d ü ğ ü dönem
den h atırlard ad ır: âlim , k ah v eh an e p o litik ası ve y u rtsev erlik
goygoyculuğu yapan başöğretm ene dönüşm üştür. Yalnızca b u r
juvazinin, Şimdi’nin ekleri/uzantıları karşısındaki sınıfsal olarak
koşullanm ış som utluktan uzak tu tu m u n d an ö tü rü değildir bu.
Bu özel görm e zayıflıg .;ıkarı b u n d a olan ideolojik tahrifatla
birlikte, sözüm ona nesnel gözlem in ‘yakınlığın’ etkisi altındaki
genel çöküşüyle elverişli bir zem in kazanır ve b u rju v a tarafgirli
ğinin hatalı h üküm leri bilhassa, yalın gözlemle asla baş edilem e
yecek nitelikteki güncel dolaysızlığın gediğine yüklenir. Tüm
bunlar, ona bağlanan Şim di-önplanı, B urası-önplanıyla birlikte
G üncel’in m üşkülâtıyla ilgili olm ası bakım ından ve o nunla ilgili
olduğu m üddetçe, bir peyzaj ressamlığı meselesiyle belirginleşti
rilebilir. Ressamlık açısından, G üncellik meselesi şudur: Bir re
sim de, tasvir edilen m anzara nerede başlıyor? Ressam, dolaysız
362
ca, en iç halka olarak m anzaranın içinde bulunm asına rağm en
kendisini katm az resm e. D olaysızlığın ikin ci halkası da öyle:
resm in esas önplanının nesnelleştirilm esi de p e k zordur; ressa
m ın konum una fazla yakındır. Tam da yakınlıktaki iç içelik, ka
rışıklık uzam sal ö nplanın da göreli biçim lenm em işliğine, esas
m anzaraya ait olm am aklığına etki eder. D em ek, tasvir edilen
m anzara yalnızca, doğalm ışçasına, onu boyayan ressam ın dışın
da başlamaz, en yakın çevresinin dağınık haldeki nesnelerinin
ötesinde başlar. P om panın fiziğinden devralınabilecek bir kav
ram la açıklık getirebiliriz buna: tasvir açısından önplan, zararlı
u za m d ır, yani a tm o sferin h e n ü z tam am en te rk etm ed iğ i b ir
uzam. Bu durum da; dolaysızlığın atm osferi, süregiden karanlık
ve Şimdi ile Burası’nın, Yakınlığın süregiden düzensizliği. O hal
de, ‘m anzara nerede başlar?', ‘bağlantı k u ran nesnelleştirm e ne
rede başlar?' sorusuna ancak şu cevap verilebilir: zararlı uzanım
ötesinde, ona m esafelenerek, dolaysızlığın karanlığının im tidat-
lanyla beraber sona ermeye başladığı yerde. Gözlem in öznesi ile
nesnesi arasında her yerde, dolaysız dolaysızlığın atm osferinin
henüz yeterince uzaklaşm adığı, sui generis zararlı m ekân olarak,
bu tuhaf ara uzam bulunduğundan; m anzara resm inin m üşkül
önplanı ve o n u n meselesi, yöntem sel açıdan keskin bir biçimde,
v u k u bulm akta, za m a n içinde olm akta olan güncelliğin sözkonu-
su m üşkülâtına tekabül eder. B unun kendi içinde ise yaşanm ış
karanlığın tesiri, d o ğ urduğu so n u çlar bakım ın d an , m eselenin
uzam sal kabartılarıyla m ukayese k ab u l etm eyecek derecede zen
gindir; resm in kom pozisyonundaki gibi bir m eseleni^fconunun
bir örneğinden ibaret de değildir. Bu, B urası-uzam ının uzam sal
önplan olarak nihayetinde m anzaraya dönüşebilm esinde, hesabı
nı onunla görebilm esinde de gösterir kendini zaten; bu netice
nin sükûnetinde, Yakınlığın halledilm em iş b ir artığı duyurm a-
yacaktır kendini. Buna karşılık zam a n ın önplanı olarak Şimdi-
zamanı, kendiliğinden kavranabilire, biçim lendirilebilire, biline-
bilirliğe, kendiliğinden, pasif gözlem olm ayıp eğilim le/gidişle ilgili
a k tif ders niteliğindeki bilinebilirliğe de dönüşem ez - ki bu da ye
ni bir m üşküldür. Ç ünkü yoksa b u bilinebilirliğin Şimdi-zama-
n ın ı so n rad an k u şatan ı, y ani geleceği tü m ü y le n esnel olarak
avuçlarının içine alm ası gerekirdi; tıpkı, m utatis m utandis, m an
363
zara resm inin, B urası-uzam ının arkasından m anzarayı avuçları
nın içine alması gibi. G ayet iyi bilindiği üzere, ilk ve ilkinin pe
şinden atılacak adım ların ve genel perspektifin dışında, gelece
ğin görülm esi sözkonusu olamaz; olaylara hâkim olm anın temel
bilim inde, som ut eğilim /gidişat bilim inde, M arksizm de de söz
konusu değildir bu. Değildir, çü n k ü G elecektekinin -u zam sal
uzaklıktan farklı o la ra k - kendisi de hakim olunam ayan bir Şim-
di'yi, yani karanlığı içerir; tıpkı Şimdi’nin bizzat a çıklık ka za n
m am ış Geleceği, yani yeniliği içerdiği ve kendini ona doğru attı
ğı gibi. Yine sadece g ö rü n ü şte olm ak üzere yine sadece gözleme
kapalı ve böylelikle nesnelleştirilebilir uzam -m anzara ile kıyas
lanabilir olan Geçmiş, zam an bilincinde ve zam ansal evre itiba
rıyla ancak daha sonra, geleceğe atılm asının ardından açığa çı
kar; doğrudan uzam sal güncelliğe bağlandığı ve onun arkasında
bitmiş olarak durduğu haliyle nesnelleştirilm iş m anzarayla yine
de mukayese edilemez. Tersine: Şimdi'nin güncelliğindeki Gele
cek m uhtevası, b ü tü n geçm iş form lannın ü zerinden atlayarak,
ön plan-güncelliğinde ve onun b ü tü n ufuk çevrelerinde de her
daim sü rd ü rü r kendini. Fakat bu şekilde güncelliğe ait olm akla,
o da, gelecek de, önplanının ve u fk u n u n b ü tü n nesnellikleriyle
yaşanan ânın karanlığına katılır. Ve geleceğin en esaslı niteliğini
teşkil eden bir tarzda katılır: G özlem e kapalı, fakat eğilim/gidiş
bilgisi bakım ından da görece bilinmezdir. A na ve geleceğe dair
ka ra n lık la n n bu bağlantısı, Ü topyanın Tini'nde ilk olarak şöyle
form üle edilmişti: “Sadece biz değil, öteki, ters taraf da kayıtsız
kaldığı m üddetçe, karanlık güçlenir. Yani, G elecektekine d ö n d ü
ğüm üzde. Ki bizzat o da, öncelikle m antıken yeni olm ası itiba-
nyla, karanlığım ızın büyüm esinden başka bir şey dem ek değildir,
kendi kucağından doğan karanlığım ızdır, kendi u zu n tarihinin
büyüttüğü karanlıktır. Keza Tanrı da, radikal Yeni'nin teşkil etti
ği sorun karşısında güçlen d irir b u karanlığı; varolm ası bizim
için görülebilir olm asına bağlı değildir bu Yeni'nin. T üm dünya
süreci, ikiye ‘ayrılm ış' gerçeklikler arasındaki elastik bir hareket
ilişkisine indirgenm eyecektir de böylece; kendi kendisine ancak
u m u t olarak, kendi-için-olm am ak olarak, bize ise v u ku bulm a
m ışın, henüz reel-olm ayanın gölgesinde m alik olur" (Ü topyanın
Tini, 1918, s. 372). Bu tekinsiz form ülasyon uyanpca, yaşanm ış
364
ânın karanlığı tüm derinliğiyle, hedefin içeriğinin aslî nitelikli
lâkin henüz-var-olm ayan varoluş tarzın ın kendisiyle örtüşür; bir
kez m ito lo jik tanım ıyla T anrı’ya y önelm iş olan ve zikredilen
yerde belirtildiğine göre, bizzat varo lu şu n hen ü z var-olmayan,
henüz ortaya çıkarılm am ış hedef içeriğidir bu. Ne v ar ki Carpe
diem veya m utlak hedef içeriğinin m evcudiyeti, varoluşun özne
siyle aynı nedene dayanm aktadır ve aynı nedenle, hedef içeriği
nin gerçekleştirilm esi henüz eksiktir. M itolojik olm ayan tanım la
m ayla, kendini geliştiren maddenin hem taşıyıcısı hem de çekirdeği
olan varo lu şu n ocağına ışık tu tu lm am ış olm asıdır, b u neden.
Demek, böylesine uzağa, böylesine derine u zanır yaşanm ış ânın
kök-karanlığı; böylesine kesin bir biçim de bağlanır, her iki isti
kam etteki N ovum 'a, içeriğin azam îsine. Ve zam anın rahm inde
m evcut bulunan, anda m evcut olanı kavram a m isyonuyla yüklü
olan da, tam am en aynı gelecektir. Sadece O labilirlik, yönlendir
m enin kudretiyle teşvik edilebilirliği ve açılımıyla, güdüleyici-
saklı ânın dolaysız varlığını ken d in e getirir ve yukarı çıkartır;
ancak N o vu m ’a doğru açım lanm ış b u Transzendere [aşm a], içkin
varoluşun açım lanm asını sağlar. Burada o luşun varoluşsal ima
latçısına, yani -ta rih se l o la ra k - insana ne denli yakın olunursa,
tarihi inşa eden öznen in k en d in i kavrayışı ne denli radikalse,
kör güncellik o denli çözülm eye uğrar ve o denli nüfuz edici bi
çim de, çok yönlü dallanıp budak lan m ış diyalektik dolayım lar
olarak idrak edilebilir. Yaşanmış ânın aslî nitelikli, m etafizik ka
ranlığı, öznenin böyle tarihsel bir kavranışı yoluyla henüz ay
dınlanm az veya henüz yeni aydınlanıyordur; fakat önplan mese
lesi, dünya bağlam ı tasvirlerindeki ‘Şim di ve Burası’ yırtığıyla
birlikte, nihayet avuçların içine alınm ış olur. D olayım lanm ış ge
çiş noktasıyla ilgili ve b u çerçevede dünyada olup bitenler cep
hesindeki güncel-som ut kararla ilgili bir mesele olarak, aşılarak
m uhafaza edilecektir b u mesele.
Bu yırtık, yaşam da, yani gözleyici olm ayan bir yaşamda bile,
böylelikle kayboluyor değildir. Çünkü neticede yaşanan karanlı
ğın etkisi de anılan türlü çeşitli önplanlarla kısıtlanm az. Kör le
ke, dolaysızca devreye giren Şim di ve Burası'nın görmezliği, her
gerçekleşm ede zu h u r eder. Evet, G örm ek m esafenin fazla yakın
o lm a sın d a n öt ü r ü b u la n m a k la kalır, oysa g e rç e k le ştirm en in
365
şimdiye d ek varolan tarzı, herhangi bir önplanda değil de ger-
çekleştirilenin kendisinde kararıyordur. Sahici Carpe diem de bu
m elankoliden istisna edilemez: salt zihinde canlandırdığıyla de
ğil, u m u d u n gerçekleşm esinin m eyvelerini topluyorken de. Ve
kurgulanam az m eseledeki aslî hayretin deneyim lerinin bu m e
lankoli tarafından esirgenm esinin tek nedeni, var-olan bir Şim-
di'nih, Burası’nın ve O rada'nın sadece şim şek gibi çakıveren an
lık işaretlerini içerm eleri ve bu işaretlerin gerçekleştirilen şeyin
kendisinde ve ‘kendi için' görünm eyip, henüz görünm eyip, ona
vekâleten başka ve çoğu kez de tu h a f nesnelerde görünm esidir.
Yoksa her yerde bir yırtık, hatta gerçekleştirm enin kendisinde,
onca güzelce öngörülm üş, düşlenm iş olanın kuvveden fiile çıka-
rılm ış-güncel zu h u ru n d a b ir uçurum vardır: kavranm am ış E.xis-
tere'nin u çu ru m u n u n ta kendisidir bu uçurum . Dem ek yakınlı
ğın karanlığı, ifâdaki m elankolinin nihâî nedenidir aynı zamanda:
hiçbir dünyevî cennetin girişinde, o girişte düşen gölgeden kaçı-
nılamaz. Çok ileri giden düşlerin gerçekleştirilm esi icap ettiğin
de veya fazla yüce d üşler kendi ifâlarını tehlikeye so ktuğunda
bir fiyasko tehdidiyle karşı karşıya bulunulm ası değildir sadece
mesele. M ütevazı hedefler gerçekleştirildiğinde veya anıtsal düş
im geleri dişiyle tırnağıyla, kanıyla canıyla gerçeğe çıkıyor gö
rü n d ü ğ ü n d e de, bizzat realizasyonda bir şeyin bakiye kaldığı
hissedilir - ve gerçekten de v ard ır o artık. G erçekleştirenin eyle
m inden sarfınazar eden ve onu içerm eyen bir gerçekleştirm e bi
çimi vardır; k en d in i çeken, eğilim [selliğle yabancı, soyut-sabit
bir edâ takınan, böylece kendi gerçekleştiricilerindeki bitm em iş-
liği, gerçekleştirilm em işliği de zim m etlerine geçiren idealler var
dır. Tam da ifâdaki m elankolide, öznedeki b u en derinde henüz
ifâ edilm em iş olan d u y u ru r kendini, aynen idealin sabitinin ye
tersizlik eleştirisini yaptığı yerde. D em ek gerçekleştirm e unsurunu
da, m üstakbel toplum unsuruyla aynı hamlede, özgürleştirm ek lâ
zım dır. G erçekleştirm e m eselesinde b u n u zaten görm ü ştük (M ı
sırlı Helena): arzu veya idealin içeriği, tam da gerçekleşm e hede
fine eriştiğinde, daha önce salınan, ütopik, salt ‘olan' reel karak
ter o larak sah ip b u lu n d u ğ u n d a n daha k a ra n lık bir gerçeklik
noktasına varır. Tekrarlar gibi: Realizasyon, tefekkürcü mesafeyi
ne denli kaldırsa da, asla tüm üyle realizasyon etkisi göstermez,
366
çünkü bizzat realizasyondaki özne etkeninde, kendisini daha hiçbir
yerde gerçekleştirm em iş bir şey vardır. Varoluşun tevdiinin öznel
etkeni henüz yoktur, önbelirlenm em iş, nesnelleşm em iş, realize
olmamıştır; yaşanm ış ânın karanlığında kendini duyuran, neti
cede budur. Ve b u Inkognito, her - t a m - gerçekleşmeye refakat
eden temel engel olarak kalır. Bu engeli uzaklaştırm ak, eğitici
nin kendisini eğitmek, üreticinin kendisini üretm ek, realize ede
nin kendisini realize etm ek - b ü tü n h üm anist arzu düşleri buna
doğru gider; en radikal o ldukları kadar en p ratik düşlerdir b u n
lar. Tarihi üretenin kendini dolayım lam asındaki b ü yü m e de, som ut
eğilim in öngörücü tasa^vvurunu so m u t olarak gerçekleştirm ek
için yardım sağlamakla kalmaz, o kendine m ahsus acı artık ol
m aksızın bir gerçekleş[tir]m enin sağlanm asına da yardım eder.
Varolmanın karanlık kalan dolaysızlığını tanım layan ve neticede
vuslattaki vâsıl olm ayanı ifade eden o bakiye eksi olm aksızın.
Varlık çem berinde artık ona yabancı hiçbir şeyle kayıtlı olm ayan
bir İnsan Oluş, kendisi de realize edilm iş bir realize edicilik: ifâ
olarak gerçekleş[tir]m enin sın’r kavram ı budur.
Şim di'de ittiren, güdüleyen şey, söylem iştik, yine geleceğe dö
nü k olarak bir açıklığa doğru atılır. Fakat b u Açıklığın arkasında
ruhen ikili b ir yer vardır, hem m eyvelerinin gelm esinin beklen
diği, hem oradan sevk edildiği. Bu yerlerin biri, hâlâ endişedir;
dö rt bir yandan beklediği vesilelerinin belirsizliği oranında bü
yüyen endişe. K ullanılam ayan libidodan kaynaklanabilecek nev-
rotik endişenin de, tehlikeli duru m lard ak i norm al reel endişenin
de işi değildir artık bu; koşullanm am ış olduğu kadar, nihâî ola
na dair b ir endişe söz konusudur. Endişe düşleri de, -zikredildi-
ği gibi-, hatta çocukların karanlıktan dehşete düşm esi de, haya
let korkusu bile, yalnızca atavistik bakım dan yanaşıktırlar ona,
ama istikam eti gösterirler. İn an an açısından cehennem bir dolu
böyle fobiyle m u kim di - bilinm eyen doğa karşısında duyulan
dışsal endişenin artık o kadar b ü yük olm asının gerekm ediği du
rum da bile. C ehennem Aydınlanma kuvvetiyle kayboldu, fakat
367
o n u n m uadili bir so ru n olarak, tüm \lyle nüfuz eden m etafizik
dehşet baki kaldı. Bu dehşetin durm ası, Şim di'nin ta kendisidir;
Şim di'nin ve onda m ündem iç olan ın karanlığında bir yarıktır.
Böylesi dolaysız bir d ehşetin varolduğuna, o n u n sahiden olm uş
olan karşısındaki korkunç reel endişeden başka tü r bir endişe
olduğuna şüphe yoktur. O nun u n su ru , taham m ül edilm ez andır;
sıklıkla, ama her zam an değil, patolojik bir k u rg u d u r bu, kendi
kendisi karşısında neredeyse yıkılan b ir dehşet. Epilepsi, nöbe
tin gelm esi öncesindeki aura 'sıyla, b u taham m ül edilm ezlikle
d oğrudan tem asta gibi görünür; paranoya, endişe d üşüne en ya
kın imgeleri su n ar - endişenin gündüz düşüdür. Büchner’in d e
liren şair Lenz hakkındaki fragm anı, bu b akım dan u nutulm az
dır. “H içbir şey işitm iyor m u su n u z?” diye sorar deli şair, “tüm
ufuk boyu haykıran ve genellikle sessizlik d enen o dehşet verici
sesi işitm iy o r m u su n u z ? ” B üchner'in Woyzeck’in d e d e endişe
her yerde kükreyen b ir hiçlik tarafından uyandırılır: rüzgâr tara
fından, akşam göğü tarafından, belirsiz bir olum suzluğun bek
lentisi tarafından, zavallıcığı her istikam etten tehdit ederek. E n
dişe, kendi aralarında o denli mesafe olan tü m b u tezahürlerde,
belirsiz-karanlık yanla ilgili, reel-m üm kün içindeki boğucu, do
nu k Hiç’le ilgili bir beklenti olarak görünür. Resmedilemez olan,
D ürer'in M elankolia’sında da resim gibi kaydedilm iştir - içerdiği
astrolojik ilişkilerin b u yanında da öte yanında da. Kadın sureti
nin gözlerinden ışıldayan, alâm etleri b ir sayfayı d o ld u ra n Sa
tü rn 'ü n ötesinde de. Jüp iter'in daha dostâne dört köşeliği içinde
ancak kesintili olarak, figürün arkasında, duvarda. Lâkin k u ru n
tu n u n am a y in e toparlanm anın da yıldızı olan Satürn, aynı za
m anda m utsuzluğun da yıldızı olm asına rağm en, M elankolia'nın
gözünü diktiği sebebi açıklam az. Toparlanm a [kafayı toplama]
yalnızca su re tin gözündedir, belki ön cep h en in k üresindedir,
hatta belki kıvrılm ış uyuyan köpektedir, lâkin nesnelerin birleşi
m inde değildir, suretin gözünü diktiği nesnede de değildir. Bu
nesnenin kendisi resim de yoktur, fakat tam da nesnelerin birle
şimi, onun kesinkes to p arlanm am ış teşekkülâtına işaret eder.
Dehio, b u Iç'in çözülm üşlüğüne isabetle atıfta bulun m uştu: per
gel elde avâre duruyordur, sağa sola saçılm ış nesnelerin üzerin
de dağılm ış, kederli bir ışık vardır, 16. yüzyılın âlim odalarını
368
tanımlayan . düzen tam am en uzakta kalm ıştır; tezatın, bu birle
şim ile "H ieronym us evinde" tablosundaki derli topluluk arasın
daki kadar büyüğü yoktur. Demek: D ürer’in "M elankolia” tablo
su, astrolojik yardım araçlarıyla, endişeyi, m u h tem el b ir u ç u
rum la tem as olarak çizer - üzerine düşü ld ü ğ ü n d e parçalanıla
cak bir zem ini bile yok tu r b u uçu ru m u n . Tablo, daim î bir Şim-
di'ye açılan üm itsizlik le bakakalan S tu p o r'u ^ 6 resm eder: D ü
rer’in "M elankolia”sı, olumsuz hayretin p ah a biçilm ez belgesidir;
cinsiz ve cehennem siz, Satürn belirlenim i bile olm adan. Demek
O lu m su zda da kurgulanam az olanın, m u tlak so ru n u n suretleri
vardır, hayretin taham m ül edilm ez anları vardır. O lum lu teşek
küllere kıyasla daha siliktirler, m antıken; zira sadece radikal ola
rak belirsiz dehşeti anlam landırm akta, u çu ru m m ahallinde ke
sindirler. Elbette: U çu ru m k en d i başına değildir b u m ahalde;
G orgonik,257 bu dünyada M elankoli'de bile yalnız başına b u lu n
maz; S tupor’u dışında işte bir de H ieronym us sü k û n eti vardır
hayretin ve o, yönelim seV niyet o larak henüz [ucu] açık olan
öteki yere işaret eder. Ç ü n k ü b ü tü n radikal duyusal durum larda,
ö z e llik le de b e k le n ti d u y u la rın d a g ö rü le n ç e h re d eğ işim i,
" k ö ^ k a d im sözlerin z ıt anlam lılığı”, radikal hayrette en az ek
sikliği çekilen şeydir. O lum suz hayreti doğuran vesilenin sıklık
la H a yretin O lu m lu lu ğ u o larak m u tlu lu ğ u d a d o ğ u rab ilm esi,
bundandır. Ve b u n u n da y eri y in e Şimdi'dir, fakat Şimdi’n in o
onda m ündem iç olanın karanlığındaki kanlı yarık olarak değil;
Um ut yeşerm eye başlamıştır, olum lu sem bol yönelim inin bu ka
ranlığa vurmasıyla, görünm ez olanda gizemli bir teyid bularak.
Bu olum lu hayretin u n su ru sükûnete m ukted ir an’dır; başka za
m an gayet kayıtsızlıkla karşılanacak b ir algılam anın veya imge
n in varolan-yoğunluğu m u tlu lu k la sarstığı ve vaz'ettiği o ân.
Tolstoy Ivan Ilyiç'in ö lü m ü ’nde k a r fırtın asın d ak i fundalıkları
anlatır, fırtına ve soğuğun hüküm ranlığı onların yaşam ını tehdit
ediyordur, tüm coğrafya tam am en terk edilm işlik içindedir; bu
na rağm en ve tam da bu nedenle, anlatılm az b ir yanı sıralıkla,
ansızın eve dön ü ş ve bir cevap gösterir b u m anzarada kendini -
258 Tannlaşma/yücelme.
259 Mistik vahdet.
260 En yüksek iyi.
370
nüz: sadece m üstakbel vuslatından ö tü rü değil, h enüz sabitlen
memiş, şim diye dek elde edilen tüm kazanım ların daha bir adım
ötesinde uzanan içeriği bakım ından da.
Buna benzer şeyler insanın kendi Şimdi’sinde vaki olması sa
dece, herk esin kaynağında vaki o lm asındandır. Kaynakta bir
menfez vardır; ona erişilip erişilemeyeceği, başka mesele. Fakat
bizzat menfez ya şa ya n soru. olarak, M utlak’a dair soru olarak, he
nüz m evcut olm ayan M utlak'ın kendisine dair soru olarak, her
kese âmirdir. Kurgulanamaz soru ve o n u n hayreti yukarda, gizli
liğin çekirdeğine dair, nihâî Reel-M üm kün’ü n kendi kendini çar
pan şim şeği o larak tan ım lan m ıştı. R eel-M ü m k ü n 'ü n şim şeği
böylece kendi içine düşm esiyle, kendi eline b ir tutam ak uzatır,
sonsuz olmayı bırakır. Ve bu tutam ak, Reel-M üm kün’ü ileri iten
de vaki olur: h ayretin şim şek gibi çakan anlar ve elverişliliğin
işaretleri karşısındaki fazla parlak şaşalaması,. bu nedenle kesin
olarak, yaşanan ânın uyku odasındaki varoluşun ‘[Eğer] ki’s iyle
bağıntılıdır. Yani nasıl yaşanm ış ânın karanlığı öngörücü tasav
vurda bu lu n an bilincin, bizzat d ünyanın öngörücü tasa\rvurla te
şekkülün ü n bir k u tb u n u oluşturuyorsa, [ucu] açık elverişliliğiy
le reel hayret de öteki k u tb u n içeriğini oluşturur. Ve bu iki k u
tup şiddetle çeker birbirini; M utlak'ın ve Omega ’nın [son] sem
bol yönelim i Al/a’nın [başlangıç] veya en yakının karanlığına
işaret eder. Yaşanan ânın karanlığında hâlâ ileri itm ekte olan ve
hâlâ saklı kalan kaynaktır, dünyanın başlangıcıdır o; k en d i m en
fezinin alâm etlerinde ilk kez kavrar ve çözer kendini. A ncak ön
görücü tasavvurla kavrar ve çözer, çok zayıf, çok küçük işaret
lerle; varoluşun dolaysız ‘[Eğer] Ki’sinden başka hiç bir yerde ol
mayan Dünya D üğüm ü, yine ancak b u en içkin Eğer Ki yoğun
luğunun en yakınında olarak, ya kın lığ ın a şik â rlık la n y la çözüle
bilir. Tam da bu derece en y a k ın d a görünm ez olan, bu aşikârlıkla-
rın narin alâm eti, eskilerdeki sözüm ona Tanrı’ya-yakınlıktan ar
da kalmış olan tek şeydir, evet, onun. içinde çekirdeği teşkil et
miş olan şeydir - b ir Ens perfectissim um ™ içeriyor göründüğü
oranda. Sahici mistiğin büyük ön-görünüşleri, bu halleriyle, de
neyci b ir geçerliliğe sahiptirler; çünkü onların suretinde nihâî
373
esaslı arzulanabilirliğin içeriği, gerçi pekâlâ hem m ayalanm akta
olan In kognito’da hem de bu içeriği arzulayan insandadır. Ama
onun yöneldiği/niyet ettiği H er Şey, daha iyi yaşam düşlerinin
üst noktasını tanım lam ış, ü topik Totum'u iyi yürütülen Süreç’teki
menfez eğilimlerine hükm etm iştir.
375
dolayım lam am ış karanlığın içindedir, yani Şim di'ni.l veya o es
nada yaşanan ânın karanlığında; d ü n y an ın bütün hareketlerinin
Fiat'ı [teyid] dolaysızca bu karanlıkta v u k u bulur. Ve karanlık,
çok uzaklarda, önceden düşünülem eyecek bir şey değildir; çok
tan gelip geçmiş ve üstü devam lılıkla veya evrenle örtülm üş bir
başlangıç olarak, zam anların başlangıcında yer almaz. Tersine:
K ökenin karanlığı, dolaysız b ir karanlık olarak, b ü tü n varoluşla
rın en yakınında veya süregiden Eğer/K i'de kalır, hiç değişim e
uğram aksızın. Bu Eğer/Ki her ân h enüz çözülm em iş haldedir;
bir şeyin neden olduğuna dair bulm aca sorusu, dolaysız varolu
şun kendi kendisine yönelttiği bir sorudur. Bu sorunun ifadesi,
h er ânın içinde ve her ân aracılığıyla yenilenen yaratım dır; Sü
reç olarak dünya, daim a ve h er yerde itkiyi o lu ştu ran kökensel
so ru n u n çözüm üne d ö n ü k bir deneydir. Yukarda, çözülm em iş
olanı Dünya D üğüm ü olarak tanım ladık; varoluşun çözülm em iş
E ğ er/K i'sin d ek i d ü ğ ü m . B öylece d ü n y a k e n d i d o lay sız Var-
O luş'unda her ânını yeniden yaratır ve sü rd ü rü len bu yaratım
keza dünyanın yani d ünya sürecinin m uhafazası olarak da görü
nür. Başlangıç için atılan ilk adım ve başlangıcın Köken veya
D ünyanın Sebebi denen noktasallığı, işte henüz kendi kendisin
den dışarı çıkm am ış, dem ek yerinden hiç kıpırdam am ış olan o
Şim di ve B urada'dadır. Katı anlam da b u köken, h enüz bizzat
kaynağından çıkm am ıştır, k e n d i kendisinden dışarı çıkm am ış
tır; dem ek, o n u n Değil'i, tam da tarihin neticede gideceği istika
m ete ite n ve tarih sü re ç le rin i b u b e lirle n im d o ğ ru ltu su n d a
vaz'eden, fakat kendisi h enüz tarihselleşm em iş olandır. Köken,
çekirdeğin zam anlar boyunca devinen ve aynı zam anda kendi
içinden d ışarı doğru harekete geçm em iş Inkogni to'su olarak kalır
yine. O halde her yaşanan ân, şayet gözleri olsaydı, kendi üze
rin d en sürekli y en id en v u k u b u lan dünya-başlangıcının tanığı
olabilirdi; her ân, henüz m eydana çıkm am ış olarak, dünyanın baş
langıcının m ilâdıdır. Eğer/Ki'deki sebebin belirlenm em iş Değil’i,
içeriği itibarıyla, dünya sürecinin ve o n u n suretlerinin deneysel
belirlenim leri aracılığıyla ya belirlenm iş Hiç ya da belirlenm iş
Her şey d o ğ ru ltu su n d a kesinlik kazan m ad ığ ı m ü d d etçe ânın
içindeki başlangıç hep yeniden vuku bulur; o halde her ân keza,
potansiyel olarak, dünyanın sona erişinin tarihini ve bunun içeriği
376
nin verisini de içerir. Değil, kendi N e’lik ve içerik nesnelleştirm e
lerinin içine düşm esiy le beraber, d o lay ım lan m ış hale geldiği
oranda, değişim e uğrar; m am afih sonu gelm eyen b ir değişim dir
bu, çünkü şim di bizzat kendisi de vaz'ettiği ve içeriğini deneysel
olarak içine boşalttığı zam an-uzam sal sürecin içindedir. Sürekli
yeniden vaz’ettiği yaratım , şim di O lm uşluk anlam ında muhafaza
değil, O luş anlam ında, yani Eğer/Ki-çekirdeğinin içeriğiyle ilgili
den ey [c ilik ] a n lam ın d a m uhafazad ır. Ve b u sü re k li y en id e n
vaz'ediş, tarihsel olarak özellikle tekayüz ed en noktalara dola-
yım lar kendisini: bir tarihsel Yeni’nin hurucuna. Tam da varolu
şu n henüz ilan edilm em iş en esaslı içeriğinin, tarihsel olarak
adım adım sü rü lü p çıkartılm ak zorunda olm ası itibarıyla, ortaya
çıkarm a süreci bu Daha Gelm em iş’in cephesel görünüşlerini ge
liştirir durm adan; yani ufuktaki, içine aktığı yerdeki, nihayetin
de inatla m enfezini açma eğilim inde olduğu yerdeki D aha-Ön-
ce-Hiç-Böyle-Olmamış’ı, N ovum 'u. Çekirdeğin m eyvesinin araş
tırılm asındaki b u çok çeşit içeren dolgunluk da elbette, hep ye
niden m üm kün olan Novum'la beraber, keza sürekliliği olan bir
kısıt taşır; henüz bulunm am ış o Bir Şey'dir bu. B undan ö tü rü
d ü r ki zam an-uzam sal etki alanındaki saytsız enkaz ve döküntü,
vahşî, dinozorvâri m ahlûk, Bir'in, lyi'nin, Ç özüm 'ün ilerleyen
tesisinden daha az yer kaplam az. Böylelikle ama - b u süreçte de-
vam hhğm dan a h k o n a n - Değil de, in k âr edilm ez biçim de H enüz-
D egil olarak gösterir kendini; vuku bularak-tarihsel olarak, He-
nüz-Değil’de zuh u r eder. H enüz-D eğil olarak Değil, O lm uşluğu
ve onun ötesini yatay keser; açlık, bitm em iş bir dünyanın sü rek
li yeniden kurulan cephesindeki üretici güce dönüşür. Süreçsel
H enüz-D eğil olarak Değil böylece ütopyayı bitm em işliğin, tüm
nesnelerdeki ilkin fragm anter nitelikli özün reel d u ru m u haline
getirir. B undan ötü rü , süreç olarak dünya, kendi d o y urulm uş
çözüm ü örneğinde dev b ir deneydir - yani, doyurulduğu krallı
ğı kurm aya d ö n ü k bir deney.
‘Değil', belirtildiği gibi, açlık olarak ve eylemle bağlanan ola
rak dışlaştırır kendini. Kanaatini belirtm ek ve niyet etm ek ola
rak, hasret olarak, arzu, irade, arzu d ü şü olarak, eksik olan Bir
Şey'in tü m renkleriyle. F ak at D eğil aym şek ild e ona O lm uş
O lanla ilgili m em nuniyetsizlik olarak da dışlaştırır kendini; bu
377
nedenle, tüm O luş'un altındaki itki olduğu gibi, tarihte daha ile
riye itendir aynı zam anda. Değil, Bir Şey'e d ö n ü k şimdiye kadar
ki b ü tü n belirlenim lerinde, huzursuzluğu giderilem em iş reddiye
olarak görünür. Şöyle diyordur: Bu sıfat, öznesinin en uygun be
lirlenim i değil ki. Böylece Değil, Süreç'te k en d in i aktif-ütopik
H enüz-D eğil olarak, ü to p ik -d iy alek tik biçim de daha ileri iten
in kar olarak tanıtır. D eğil'in sü k û n bulacağı, yani kastedilenin
olum lu ifasına erişeceği tek yer olan H er Şey’in uygun nihâî d u
ru m u n d a n hareketle, bizzat olum lu vaz'edilişi içinde büyüyen
b ir inkar olarak. Böylelikle Henüz-Değil elbette h er O lm uşluk
içinde aynı zam anda tah rip k ard ır veya o n u n çözülm esine yol
a çacak çelişk iy i o lu ş tu ru r, m a te ry a list d iy a le k tik u y arın c a.
O nun b u çelişkiyi teşkil etm esinin nedeni, belirlenim in her ba
sam ağının, onunla belirlenen ve büyüyenin kısıtına dönüşm ek
zorunda olmasıdır. Başka deyişle: H içbir O lm uşluğun, H er Şey'e
d ö n ü k Eğilim içinde b ir B aşarm ışlığı tem sil etm em esidir. 01-
m uşlukla çelişki, k en d in i Süreç’in -h a re k e te geçmiş aynı realite
n in iki yüzü o la ra k - h em öznesinde h em nesnesinde dışlaştınr.
Bilinçli olanda veya insan-öznede, yetersiz veya ket v urucu hale
gelen O lm uşluğa k arşı öznel çelişki oluşur; ona nesnede, O l
m uşluğun k en d i içinde ortaya çıkan ve üretici güçlerle dolayım
lanm ış yeni varoluş tarzına d ö n ü k eğilim olarak olgunlaşan nes
nel çelişki tekabül eder. Burada, görevler nesnel açıdan çözüle
b ilir hale geldiği ölçüde, H enüz-D eğil belirlilik kazanır, ifa ede
cek olana eğilim i o ölçüde güçlenir. Ama şim di saptanm ası gere
ken, son derece belirleyici bir şey daha vardır: Salt H enüz-D eğil
olarak Değil y a ln ız başına , gerek öznel gerek nesnel açıdan, uy
gun olm ayan O lm uşluğu ancak teskin edebilirdi, belirtilen tarz
da içkin olarak infilak ettirem ezdi onu. İnfilâk ettirm ek yok et
mektir: Ve yok etm e edim i gerek per d e f i n i t i o n e m gerekse ko
n u icabı ancak deverân halin d ek i Hiç'le ilişkilendirilebilir. Bu
nedenle Değil, k en d i H er Şey'ini arark en , - Ö l ve O l'la -, H er
Ş ey’le bir bağlantısı olduğu gibi keza H iç’le de bir bağlantıya girer,
Sönüm lenm e bile, hele ki yok oluş, Süreç'in değişim i içinde, bu
değişim in, Hiç'in veya daim î teh d it o lu ştu ran boşa çıkm a n ın da
271 N ihat d u ru m .
381
m aksızın, proletaryayla burjuvazi aynı barb arlık içinde çöküp
gidebileceği gibi, daha ötesinde ve derininde, D efinivitum olarak
kıyısız deniz veya doğudaki ufuk n o k tasın d an yoksun gece y a n
sı te h d id i hâlâ devam edebilir. Bu tarz D efinitum , o zaman, tarih
sel sürecin basbayağı boşunalığını tanım lıyordur ve bu da pek
az ihtim al dışıdır - en az, henüz vuku bulm am ış olarak, olum lu
anlam da kadir-i m u tla k bir H er Ş e y ’in D efinivitum 'u kadar. De
rnek sonunda m utlak Hiç'le m u tlak H er Şey kalır, b irbirinin ter
sine çevrilebilir alternatifi olarak; m utlak Hiç, ü topyanın tescilli
boşa çıkanlışıdır; m utlak H er Şey ise -ö z g ü rlü ğ ü n krallığının
ön-görünüşü iç in d e - ütopyanın tescilli ifâsı veya ütopya gibi bir
Oluş. Sonunda Hiç'in zafer kazanm ası cehennem , sonunda Her
Şey'in zafer kazanm ası ise sem â olarak d ü şü n ü lm ü ştü r m itoloji
de: H akikatte b izza t H er Şey, kendine gelmiş insanın, onun b a kı
m ından başarılm ış dünyasıyla özdeşliğinden başka bir şey değildir.
'Eğer/Ki' cüm lesi: Başlangıçta eylem vardı ve ‘H er Şey' cümlesi:
Yetersiz olan, b u rad a y ap ılan o d u r - h e r iki idealist-olm ayan
cümle, kendini vasıflandıran m addenin eğilimsel eğrisini belir
lerler. Burada bizim yönelim sel sabitim iz, yine, tüm üyle insanla
dolayım lanm ış dünya olarak, insanın doğallaştırılm ası, doğanın
insanîleştirilm esidir.
Salt uçucu bir şey olarak Şimdi, tüm bunlarla uyuşm az, öyle ol
m am ası gerekir. F akat sonsuza dek uzayıp giden, halihazır tada
erm enin zorlaştığı hatta o tadın kaçırıldığı b ir düşlem e de aynı
ölçüde yanlış olmalıdır. Değil m i ki Ü topya neticede hiçbir şey
dir, Şimdi'ye işaret etm iyor ve o n u n haznesinden boşalan mev
cudiyeti aramıyorsa. Sahici m evcudiyettir bu; Şim di'den, henüz
geçip gidenden ve çevreleyen uzam ın eşanlılığından derlenip bi
tiştirilm iş değildir artık. Şüphesiz, u çu p giden salt dolaysız Şim
di çok az b ir şeydir, sönüm lenir ve bir so n ra k i şim diye bırakır
yerini, çünkü henüz hiçbir şey gerçek anlam da başarılm am ıştır
o n u n içinde. Bunu hisseder Jean Paul W ahres, şunları dediğin
de: “A ndan başka hiçbir şey olm asaydı kalp için, o zam an söyle
382
yebilirdi: her şey boş, etrafım da ve içim de.” Fakat o b u boşluğa
karşı yanlış b ir şey söyler, eğer b u n u n yerine geçm işi h atta gele
ceği şeyleştirirse; b o şlu ğ u n , m ev cu d u n /b u g ü n ü n içine d o ğ ru
ilerlem esine ro m a n tik ve idealist b ir tarzda tam am en engel ol
m ak isterse. Eğer, yaşanm ış a n ın sah id en hissedilen karanlığıyla
fakat aynı zam anda hatıranın hatta u m u d u n içindeki m utlaklaş
m ış ikam etiyle, sadece yetersiz, k ö tü dışsallaşan b ir Carpe diem'i
değil h er türlü m evcudiyeti şöylesine aşağılarsa: “G üzel günleri
asla sonrad an hafızada ya da önceden u m u tta p a n ld a d ık la n k a
dar güzel yaşam ış olamayacağınız için; en iyisi b u ik isin in olm a
d ığı bir gün isteyin. M üziğin usulcacık kozm ik sesleri ancak za
m an ın elip tik kubbesinin ik i k u tb u n d a işitilebildiği ve b u g ü n ü n
olduğu o rta n o k tad a h içb ir şey işitilm ediği için; en iyisi ortada
çakılıp kalm ak ve k u la k k esilm ek istersiniz, geçm işi ve geleceği
ise (ki h er ikisini de yaşayamaz hiç kim se, çünkü kalbim izin iki
nazm etm e tarzın d an ibarettirler, b ir Ilyada ile b ir Odissea, kay
bedilm iş ve yeniden b u lu n m u ş bir [John) M ilton cenneti) hiç
dinlem em ek ve kör-sağır vaziyette hayvani b ir m evcudiyet için
de yuvalanm ak üzere yaklaşm asına izin verm em ek istersiniz.”
Jean Paul’u n idealizm inde geleceğe tastam am b ir m evcudiyet ve
sahiciliğin teslim edildiği n o k tad a bile, b u elle tutulabilirliğin
küçüm senm esi, b u n a bağlı olarak çabanın şeyleştirilm esi, ü to p
yanın ebedileştirilm esi g ö sterir ken d in i: “Eğer b u dünyada, de
rim ben, nazm etm ek h ay atın k en d isi olsa, çoban dünyam ız tü
m üyle ağıla dönüşse ve h e r d ü ş g ü n bulsa; b u sadece artırırdı
arzularım ızı, daha yüksek b ir gerçeklik daha yüksek b ir nazım
san atı, d ah a y üksek h a tıra la r ve u m u tla r d o ğ u ru rd u - Arka-
dia'da ütopyalara hasret çeker ve h e r güneşle beraber derin bir
yıldızlı k u b b en in uzaklaştığını görür - ve iç çekerdik, şim di b u
rad a olduğu gibi” (Titan, 45. Z ykel, Schlufl). M am afih böyle bir
şey sadece m elankoliyle söyleniyordur, onaylayarak değil; keza
özlem in sonsuzluğuna ilişkin kehanette, yüksek b ir yaz tazeliği
veya geri çekilinm iş ağıl olarak b ir A rkadia’yı a rz u su n u n son
içeriği sayan o ütopizm e b ir uyarı vardır. Lakin A rkadia vaka
sındaki gibi ta başından itibaren itk in in sadece kaçış ve yorgun
tezat arzusundan geldiği yerde, kaçış kolayca devam eder - işte,
A rkadia'dan gitm eye hasret d u y arak , d ışarısı için iç çekerek.
383
Böylelikle, Jean P aul’u n kendisi de, G oethe ve G ottfried Kel
lerle beraber Alman dilinde bedâhatin ve dünyanın yaldızlı kes
retinin en büyük ustası olarak, ebedileştirilm iş ü to p ikten n e ti
cede yüz çeviriyordur. “A lm anya’n m fecirleri” u ğ ru n a salt ro
m antik d ü ş sersemliğiyle daldığı Şimdi-Değil’den neticede ko p
m a s ın ı s a ğ la y a n d a , O n u n iç i n d e k i d e m o k r a tı n P o l i t i -
kum’u d u r.272 Bizzat Jean Paul, b u n u n için son sözü, H alihazır’a
olan bir arzuya, ü topik H alihazıra verir: “Şim diki zam an geçm i
şe zincirlenm iştir, tu tu k lu ların cesetlere zincirlendiği gibi; öteki
uçtan da G elecek asılıyordur; am a b ir gün serbest kalacaktır.”
Ü topik vicdana, sınırsız seyahatli ütopyadan daha fazla karşı ge
len bir şey yoktur; çabanın sonsuzluğu, aldatm a dem ektir, ce
hennem dir. N asıl, habire geçip giden anlar veya salt tadım lıklar
yerine b ir tutu n acak yer olm ası lâzım sa, ütopyanın yerine de
m evcudiyet gelm elidir ve ütopyada en azından in spe [m üstak
bel] m evcudiyet veya ‘ü to p ik h alih azır’ olm alıdır; nihayetinde,
artık hiçbir ütopya gerekm ediğinde, Ü topya gibi b ir O luş olm a
lıdır. U m u d u n asıl içeriği u m u t değildir; tam da u m u d u boşa çı
karm am asıyla, mesafesiz Var-Oluş’tur, H alihazır’dır. Ü topya, sa
dece erişilecek m evcudiyetin/şim dinin u ğ ru n a işler ve böylece
m evcudiyetin/şim dinin sonuna erişilir; yönelinen mesafesizliğe
gelinm iş, b ü tü n ü to p ik m esafeler berhava edilm iştir. Tam da
ütopik vicdan kötü-m evcut’la kanm ayacağı için, tam da gerçek
bir yıldız olan dünyayı görm ek en u z u n erim li d ü rb ü n ü gerek
tirdiği için, ki işte o d ü rb ü n som ut ütopyadır: tam da bundan
ö tü rü ü to p y a n e sn ed en ebedi b ir m esafeye yönelm ez, tersine
onunla, özneye artık yabancı olm ayan b ir nesne sıfatıyla örtüş-
meyi ister. D ü n y a-O d i^ea’n ın sü k û n et içinde durakalm ış değil
de hareket halinde bir O dissea olm asının niçinini o luşturan ve
o n u aydınlatan Eğer/Ki, ebediyen tasarım ve sürece fırlatm az
ken d in i; ç ü n k ü bu E ğer/K i’n in Inten sivu m 'u 2 ?3 esas itibarıyla
sonsuz süreç y erine sadece tam n eticeyi ister. G erçi yol üzerinde
durakalm ak da k ö tü d ü r hatta yol üzerinde olm anın m utlaklaştı-
rılm asından beterdir, lâ k in n ih ai d u ru m a d a ir ü to p ik m evcudi
21
ALIMLI SURETİYLE G Ü N D Ü Z DÜŞÜ:
P A M İ N A VEYA E R O T İ K V A A D O L A R A K İ M G E
Ih tim a m lı sabah
O zam ana dek yaşanan ne denli azsa, o denli çok düş görülür.
Ö zellikle de aşk, yaşam ışlığını, o n a erişm eden önce resm eder
daim a. O Biriciği m üphem b ir şekilde tasavvur eder, b u tasav
vurla sevilir olan yaratık etiyle canıyla zuh u r etm ezden önce. Bir
bakışın, b ir kesitin, b ir yürüm e tarzının d ü şü görülür; kişinin
seçtiğinin öyle görünüyor olm ası gerekir, seçilm ek için. Sevilen
hatlar im gesel bir salınım a girerler göçünün önünde, dışsal cazi
benin de b u n a uygun olm ası gerekir, yoksa sevilecek bir cazibe
n in ateşleyici g ü cü n e erişem ez. D em ek b u ra d a dışsal cazibe,
ateşleyici olm ası için, sadece önden gelenin ilk sıradan alınm ası
gibi kabullenilm ekle kalm az, içten gelen b ir tem ayülle ve hazır
lıkla hususi seçilir, ateşleyici olarak. Sonra kastedilenin, suretin
belirm ekte olan hatları gerçi açık seçik görülem ez fakat açık se
386
çik ve seçerek sorgulanır. Bekleneni, bizzat bekleyenleri yerine
getiren b ir görünüş, salınır ve ilerler. Bu nazarla, bu hatlarla; bir
Sevilecek Olan, günden yükselir; b ir Uzak, kapıya dikilir. Kimi
kız, kim i oğlan b u daldan dala konan seçim lerini çok erkenden
yapm ışlardır; çok defa etkisi sonradan da çıkar b u n u n. Kimile-
yin evde yapılm ıştır b u seçim, babanın ve annenin tek tek hatla
rıdır, kim ileyin sokakta yapılm ıştır, kim ileyin resm edilen bir
çehrede. Çok şey içe d ö n ü k kalır burada, bilm ediğinin veya he
nüz erişilem ez olanın d üşü olarak kalır. İçinde resim olan düş,
u zu n süre, evet, yalnız başına sevilir.
Portrenin tesiri
Bir resim de görürse, kendini daha iyi ifade eder adam. Eskiden
kızlar, m üstakbel kocalarını Andreas/St.Andrews y o rtu su 275 ge
cesi düşlerinde göreceklerine inanırlardı. Veya b ir cadıya gider
lerdi ve o da ü rk ek b ir m erakla sarhoş olan b u kızlara, yer ayna
sı denen şey d e^6 gösterirdi dam adı. H eilb ro n n lu K âtchen ile
Kont W etter vom Strahl277 birbirlerine zam anın ve uzam ın ü s
tü nde yılbaşı gecesi u y u r gezerken görünürler, Brabantlı Elsa şö
valyesini aynı vecd h alinde görür. Cadı m utfağının sihirli ayna
sında da yeryüzünün aynası yansır, üzerinde “b ir kadının en gü
zel resm i”yle; Helena bile kraliyet sarayında ilkin b u siluet ola
rak görünür. Ama sonra, sihrin dünyevileşm esi, daha fazla idrak
edilebilir olmasıyla, esas portre ortaya çıkar; isteği veya icabında
istem em eyi de, büyüleyip erotik olarak zorlayarak. Büyü, henüz
bilinm eyen kadının gölge k esitinden ve fotoğrafından, tem sili
resm ine dek uzanır; orijinal ise tehlikeyle çevrili veya bizzat bir
tehlike olabilir - bu da o n u n halesini yükseltecektir. A şkın böy
lece m eydana çıkan özel aracılığı, hakkıyla en iyi bir m asalla tas
vir ediMr; G rim m ’in sadık Jo h a n n e s m asalıyla. “Ö lü m ü m d en
sonra,” dem iştir yaşlı kral sadık Jo h an n es’e, “oğlum a b ü tü n sa
Bir gün,
Bakındığımda etrafıma piskoposun evinde,
Bir dişi resim çarptı gözüme,
388
Tuhaf, sarsıcı bir cazibesi vardı, şiddetle
kavradı beni ruhum un en derininden,
ve kalakaldım, duygulanma hakim olamadan.
O an dedi ki bana piskopos: Haklısınız,
bu resmin önünde eğleşmekle, heyecanlanarak.
Yaşayan kadınların en güzeli,
aynı zamanda uğruna en fazla ağlanacak olandır.
Her şeye imanımız uğruna katlanıyor,
ve sizin anayurdunuzdur, onun çile çektiği yer.
389
kıcılar”a -S tolzing'le ilgili olarak-hazırlanışında ise dolaylı da ol
sa resm ederek. “İşte b u bana derhal eziyet verdi, onu çoktan re
sim de görüyor olm am ,”: D avud’u n resm inde, “Ü stad D ürer’in
resm ettiği gibi”. O pera’n ın hâlâ barok tarzdaki b in asının duvar-
lan n a Turandot resm inin oyunla ilgili resim lerden daha sık asıl
m ası da anlamlıdır.
Böylesi örnekler çoktur, hepsi düşe cezbederler, vaadkârdırlar.
Heyecana getiren resm in kendisinin fevkalâde olması da gerek
mez. Evet, m asalın ve operanın çok uzağında, idrakte, fotoğraf
bile ütop ik inceliğe arzeder kendini. Dostoyevski Budala’da Miş-
k in ’i Rogoşin vasıtasıyla N astasya Filipovna’dan haberdar eder,
Mişkin onun resm ine bakar, acı çeken, azam etli ifadesini görür,
hızla dudaklarına götürür ve öper kızın fotoğrafını. Portre, bu
D ostoyevski dünyasında, “b ir kişinin toplu çelişkileridir, acıdaki
güzelliğin alâm etidir”; sadece b u kadım bu lm a isteğini değil, aş
kıyla onu kendi çehresinden k urtarm a isteğini, resm in güzellik
dışındaki vaadi olan, çocukluk ve m asum iyet özlem ini giderme
isteğini uyandırır. H asta kutsal kişi veya bilge ahm ak için yeter
sebebidir, b u kadına resm i üzerinden vakıf olm anın. Değil m idir
ki hem en h er zam an büyülenm işler, m âşuku [sevileni) kuşatan
tehlikenin dışında, o n u n acısını da görm üşlerdir, tehlikenin mâ-
şuktan uzakta olduğunu, yabancı b ir yerde, aşktan uzakta oldu
ğunu görm üşlerdir; güzelliğin yanında en derin iğvaya yol açar
bu. U ğursuz-kaba prenses T urandot’u n resm in in ard ında bile,
bir ejderhanın hükm ü altındaki A ndrom eda ark etip in in etkisi
kendini gösterir. N ihayetinde idol, en m ükem m eli de olsa hiçbir
resim eserinde durakalm adığında; resm in üzeri aşk tarafından
tam am en boyandığında da -şay et zaten bizzat onun tarafından
resm edilm ediyse- b u böyledir. Anılan b ü tü n portre büyücüle
rinde b u so n u n cu h al [bizzat o n u n tarafından resm edilm iş ol
ması) söz k o nusuydu ve en yüksek m ertebesine gelmiş geçmiş
en saf düşsel k ad ın d a ve o n u n en sadık düşleyicisinde ulaşm ış
tır: D ulcinea ve D on Kişot. B undan ötü rü , resm e âşık olanların
hepsi için, h em u y a n olarak hem tastam am ü to p ik olarak yo
ğunlaşılan im ge Don K işot’u n D ulcinea’sı o lm u ştu r ve O ndan
başkası olam az. Kom iğe dek uzanır, g ülünç b ir talihsizlik içinde
gülünç b ir m u tlu lu k imgesidir; tüm ero tik salt düşsel varlıkların
390
kök-fenom enini teşkil edecek kadar yoğunlaşır, D ulcinea fe m m e
introuvable278 olur. M aşukun resmi, m utlu yaşam durum larında
da ilk güçlü gündüz d ü şü n ü de m eydana getirir; Imago, bilin
m ezliğe yolladığı gibi ikam e de eder.
279 Ahasver: ‘Ebedî Yahudi'; sükûn bulmadan oraya oraya dolanan insan.
392
biçim ve suret veremesem de sana,
hiçbir biçim mezara gömemeyecek seni.
393
tüm buna benzer durum larda, görüldüğü gibi rom antik travesti-
ye dönüşm üş, patolojik uç hallerde ise tem sile sunulm uş veya
tanıtılm ıştır. Ibsen gibi bir natüralist geç- veya y an-rom antik bi
le, özellikle öğretici b ir tarzda, aşkın salt sabah değerini, salt sa
bah değeri olarak aşkı, teşci etmiş, abartm iştır. Falk ile Schwan-
h ild ’in b irb irlerin i gönüllü olarak terk ettikleri “Aşk K om edi-
si"nde bilhassa bohem ce-radikaldir bu. Tam da a şın tu tk u n lu k
larından ö tü rü birbirlerini terk ederler; çü n k ü “ilkbahar aşkı
nın", yaprakların yere düştüğü gerçeklik olarak evlilikte yitm e
sini istem iyorlardır. Bu aşırılıktır, m uhakkak; fakat M enelaos’un
M ısırlı H elena’sı önünde kapıldığı, burada geri d ö n ü p gelen ve
b ü tü n bunları kapsayan, b ü tü n bunlara taâlluk eden şoktan da
ha büyük bir aşırılık da değildir. Keza Ibsen’in, kendi zam anın
da hiç de rom antik görülm eyip, deyim yerindeyse h iperm odem
sayılm aktan gelen bir kötü şöhret kazanan b ir başka tepkisel ki
şiliğinden: aynı başlangıç değeri kom pleksiyle “denizden gelen
k a d ın "d a n daha b ü y ü k b ir aşırılık değildir. Bu kad ın, E llida
W angel de pek gerçekleştirilm em iş b ir başlangıcı şeyleştirerek
evliliğini m ahveder. Elbette Ellida W angel’in kendisinde de eve
yabancılık, denize akrabalık vardır; sürekli okyanusa ve ilk aş
kındaki o yabancı adam a, adam ın okyanusun uzaklarında oluş
turduğu silu e te b a k tığ ın d a. F ak at esas itibarıyla, sın ırlard an
yoksun iğvanın imgesi, biteviye fiyort darlığı olarak görünen bir
dü nyanın karşısında kararlı bir biçim de gerçekçilikten uzak ka
lır. Eroticis’in soyüt-ütopik işletim i devam eder; son olarak Spit-
teler, “Imago" adlı rom anının d üş çarpm ış kahram anıyla ve ken
di resm ine sadakatinden ötürü horlanan güzel Theuda’yla temsil
etm iştir bu n u . Başka birisinin, “Vekil"in nezdinde, evli olarak,
“bir dilim kesilm iş ekm ek"tir O; lâkin o n u n hayalci şairi gerçek
liği algılam ak istem ez ve şairin nazarında b u dünyadan kaydırıl
mış durum un yeniden düzeltilm esi, kendisini duyüsal-duyuöte-
si bir ta lip te n y e n id e n d u y u ö te si b ir talibe d ö n ü ştü rm e d e n ,
m ü m k ü n olm ayacaktır. T h e u d a Im ago’s u gerçeğe dönüşem ez,
tam da şairin sanat perisi kaldıram az bu n u , Spitteler’in belirttiği
gibi; o kadar fanteziden sonra gerçekliği kendisinin de çekeme
yeceğini söyler. “Imago" tuhaf ve taşkındır am a şu hakikat saklı
dır onda: fazla göksel olan aşktan dünyevi aşk olmaz, birisi öte
394
kine arıza çıkartır. N itekim aşk evliliğinde de çok daha genel bir
gerçekleşm e so ru n u gösterir kendini, yaşanan ânın ve etkileri
nin yol açtığı karanlığın Dec res cendo’suyla.280 A nte rem saf düş
im gesine duyulan açlığın verdiği acı, böylelikle, sınanm adan,
özellikle dünya ışığı altında bakılm adan, daha yüksek kabul edi
leceği bir hale girer. T üm arzu düşlerinin anti-rom antik düşm a
nı, gerçekliğin avukatı bile, o rk estra şefi K reisler’lerin b in b ir
türlüsüne hak veriyorsa görünüşte: “Bir k im se dünyayla ne ka
dar didişm iş, ne kadar itilip kakılmış olursa olsun, so nunda ço
ğunlukla bir kız ve herhangi bir m evki elde eder, evlenir, diğer
leri kadar da iyi bir filisten olur; kadın evi idare eder, çocuklar
eksik kalmaz, bir vakitler yakanlan, biricik olan, bir melek olan
k adın b ü tü n ötekilerden pek ayırt edilm iyordur artık; daire, iş
ve keyifsizlik sunar, evlilik h u zu r kaçırır; sarh o şlu k sonrası o
berbat haldir, geriye kalan” (Hegel, W erke X, s. 216 vd.). B unun
bir kısm ı, b u darkafalı k ü ç ü k b u rju v a filistenliğin dışında da
gerçekliğini k o ru m u ş olabilir; işte, ta h a k k u k u n [vuslatın], bu
basam akta aşırı-imgesele bağlanan m elankolisi olarak. İşin ol
m asından önce veya işin başlangıcında in sa n ı o tereddütlerle
aşk düşü n e geri iten ve onu kendisine d ö n ü k u zak tan aşk olarak
şeyleştirip yalıtan m elankolidir bu. Ç ünkü, esasen sadece uzak
tan aşk içeren kendi masalı, ufukta görünen gerçeklikte düzleni
yordur; o zam an soyut ütopya iyice kesinlikle hatırlatır kendini.
Asıl ütopyacı nevrozun bir kaynağı, buradadır: gündüz düşünde
kalakalm akta, im genin başlangıç işaretin d e sab itlenm esinde,
gerçekliğin ilk başlangıçtan ibaret kalışında.
Masalın kendini gelm ekte olana kapatm adığı d urum da ise, her
şey ânında başkalaşır. M asaldaki im genin kendini m uhafaza et
mekle kalm ayıp, kanlı canlı teyid edilm ek istediği yerde. Ve bu,
ön görünüş sadece öznel biçimde kendi içinde serpilmekle kal
mayıp, kafi derecede nesnenin kendisi tarafından da tahrik edil
diği anda, bizzat olayın akışı haline gelir. Ç ünkü göze görünm üş
bir sevilenin Imago'su, pekâlâ nesnesi itibarıyla da tam am en ne
densiz olmayabilecek hatlar arzedebilir. Her aşk nesnesinin, Im a
go vasıtasıyla fanteziye el atma, fantezinin kendisine doğru gel
396
ütopyası ve onun içinde bir hâlesi vardır, aşkın şafağıyla ör-
tüşmeyen, dolayısıyla onu n la beraber sönüm lenm eyen. Bu ü to p
ya, aşk Imago'sunun m uhafazasından türer, o n u n şiiri daim a nes
rin şiiridir, m am âfih ard yöresi en zengin olan bir nesrin: evin.
Evin kendisi bir sem boldür; b ü tü n kapalılığıyla, açık bir sembol:
ard yöre olarak, arzu düşlerinin çoğunda kendini muhafaza eden
ve hepsinin sonunda çıkan, y u rt sem bolünün teşkil ettiği nihâî
um uda •sahiptir. Bu um ut öylesine kökenseldir ki, aşkın şafağının
imgeleri önünde pes etmez; tersine, Lotte imgesine, gizli nişanın
peyzajına ve aynı zam anda iyiliğin parlayan gösterisine bile aç
m ıştır kendini. Arzu im gesi burada bir tu tk u imgesi değildir el
bette, bir tutk u imgesi olarak asla evliliğin k u ru cu birim i değil
dir; insan daha meylederken, tutkudan kopar. Arzu imgesi hele
asla cinsel-toplum sal olarak b ir ih tiyacın karşılanm ası halinin,
evliliği burjuvazinin en burjuva düzenlem esi haline getiren ras
yonelleştirilmiş cinselliğin imgesi değildir. Evliliğe, öngörüyle ta
savvur edilen filistenliğe karşı burjuvazi-içi bir isyan olarak, daha
başlangıçta m ü h let koyarak, tatbiki san at olarak da bakılm az.
A ksine, evililiğin Imago'su, iki in san ın etrafında, gelişm e alanı
olarak evi, birçok kariyeriyle beraber filistenliğin ötesine aşırır.
Özellikle de, aileyi yaşam mücadelesi karşısında bir sığınak ola
ra k koym ası gerekmeyen, •onu dayanışm anın yeni görünüm ü ola
rak işler halde tutan sosyalist toplum da böyledir. Eş evde sürekli
bir misafirdir; aile bağı, özel farklılıklar temelinde emsalsiz sam i
miyettir. Gerilimle y ü k lü d ü r bu ilişkinin özü, buna m ukabil d ra
m atik değildir, epiktir pekalâ. N itekim m uhafazakârlığıyla m esut
Chesterton, önemli bir haklılık payıyla şöyle der: “Tekeşliliği bir
başarıya dönüştüren b ü tü n şeyler, doğaları itibarıyla dram atik ol
m ayan şeylerdir; içgüdüsel bir güvenin sessiz sak in büyüm esi,
ortak yaralar ve zaferler, eski alışkanlıkların birikm esi, eski şaka
ların zengin bir biçim de olgunlaşm ası - sağlıklı evlilik, dram atik
olmayan bir şeydir. ”281 Buna rağm en evlilik, aşka salt b ir ahlâkî
ilâve/zeyl teşkil etm ekten çok uzaktır, aşka kıyasla tuhaf biçim de
yeni olan bir şeyi tem sil eder: erotik bilgeliğin macerası. N e cin
sel aşkta ne de o zam ana kadar g örünm üş herhangi bir sosyal
281 İngiliz yazar Gilbert Keith Chestenon'ın, yakın arkadaşı Geoıg Bemard Shaw
biyografisinden.
397
toplulukta benzerinin bulunabileceği bir cemaate ilişkin başarılı
veya başarısız bir deneyi temsil eder. Böylece evlilik, insanî yaşa
m ın m uhtevasının en dostâne ve aynı zam anda en katı hususiyet
lerinden birinin ütopyası olarak görünür; böylece, o nun teyidi
yalnızca, hatta neticede asla, resm edilen Pamina im gesinin, karşı
laşm adaki bakireliğin teyidi değildir artık. Pam ina im gesindeki
ütopyaya, Tam ino’n u n eliyle, ateş ve su sınavının m üziği eklenir;
bu müzik, artık gelini değil evliliği, tutkuyu değil aşktaki arka
daşlığı - k i bunun adı evliliktir- tasvir ediyor ve anlam landırıyor
dun P am in a'm n ken d isi, s ada ka t m ü ziğ in i b aşlatır veya Ima-
go’nun teyidini, bu Im ago'nun yol açtığı ilk yalın büyülenm enin
çok ötesine taşır. Evlilik, hakikatin ateş sınavım çiftin yaşamında,
gündelik yaşam ın akışında cinsiyetin istikrarlı bir arkadaşa d ö
nüşm esinde başlatır ve geçer. Evde misafirlik; ince, ateşîn farklı
lık içinde sakin birlik hali: evliliğin Imago’su ve elde etmeye giriş
tiği hâle, bu olur. Sıklıkla yanlış seçim yaparak, bilindiği gibi; k u
ral olarak hayal kırıklığı, istisn aen h atta neredeyse tesadüfen
m utlulukla. Hele evliliğin başlangıçta u m ulanı aşan bir hakikati
n in olması, tüm gelin şarkılarından sadece daha gerçek olm akla
kalm ayıp daha derin olm ası, enderdir. Yine de ü to p ik hâlesini
hak etmiştir: asla basit değil, ard yörede saklı b ir sem bol olan,
‘ev'e ilişkin arzu sem bolü ancak bu biçim de iş görür, ancak bu
şekilde iyi sü rp rize ve olgunlaşm aya d air b ir beklenti olabilir.
Aşk acısı, acı ve verim sizlikten başka bir şeyi olm ayan m utsuz
evlilikten bin kat iyiyse de; aşkın karadaki m aceraları, evliliğin
olabileceği -v e yaşlılıkta da bitmeyen, tek taraflı ölümle bile b it
m eyen- büyük deniz seyahatine kıyasla pek dağınık, karışıktır.
399
k û n e t”, “ışık ve yaşam ”, “kavram ve Sophia [sevgi]”), Kabba-
la'da havi idi. K ansız Tanrı-B aba’sıyla H ıristiy an lık , dü nyada
Yüksek Çiftlere izin verm iyor ya da pek m üp h em olarak izin
veriyordu, g nostik-kabalistik Yahudilikte ise pekâlâ bu n a izin
vardı. N itekim 1650’ler civarında bile, sözüm ona-M esih Sabetay
Sevi’nin yanında. 'T an rısal v arlıktaki ikinci kişi” olarak, Tyruslu
H elena gibi b ir kibar fahişe o la n karısı Sara vardı. Evet, Helenis
tik kaynaklardan gelen Tam ino-Pam ina imgesi, Sim on M agus
ve Tyruslu H elena’dan beri etkisi sü ren F aust-H elena imgesi,
poetik olarak kadim evlenm enin yeniden tasa^vvurudurlar. Y ük
sek Çift kategorisi, kültlerde, dış gökkubbede birleşm eyenleri,
iki insanda, erotik olarak sabitlenm iş b ir ikilide z u h u r ettirm ek
istiyordu: ay ve güneş, eşzam anlı, aynı kuvvette gökyüzünde,
g ö k ^ te ü n ü n içinde. M is era contribuens plebs'in283 hiç k en d ili
ğinden bu d ü ş im gesine varıp varm adığı bilinm ez; m uhtem elen
kendi yarı T anrılannın çehresiyle yetinm iştir. Yine de böyle bir
birleşm enin imgesi hâlâ h er genç evliliğin hâlesindedir, nikâh
ik b a lli in s a n la r a ra sın d a v u k u b u ld u ğ u n d a . Bu im ge gerek
kitsch’te gerekse hanedan çiftlerinde (haydu t ve haydut kansı,
veliaht prens ve o n u n yüksek zevcesi) belirgin biçim de m ahfuz
kalm ıştır ve aristo k ratik ardyöre yittiğinde, yıldız m itosu yitti
ğinde bile evliliğin üzerine kuvvetli bir parlak ışık düşürür. En
güzel kadınla m uvazene kurabilecek eş, letafetle k uvvet çiftinin
kusursuz birlik imgesi olarak, erotik m ükem m ellik fantezisini
u z u n sü re m eşgul etm iştir. Ve H ıristiyanlık h er ne kadar Yüksek
Ç iftlere teolojik b ir tem ellendirm e sunm adıysa da, işte F aust-
H elena destanında, (G oethe’n in Sihirli F lüt'ün ikinci b ö lü m ü n
de işlediği) Pam ina-Tam ino birleşm esinde, em sal niteliğinde bir
im ge olan bu Çift M itosu süregider. Evet, “vecdim izin im gesi”
olarak D oğu-Batı Divam ’n ın Suleika kitab ın d a çok yüksek bir
yerdedir; açıkça h ilâl ile güneşin d o ğ u şu n u n eşzam anlılığıyla,
birinin inceliğiyle ötekinin k u d retin i birleştirm enin ne anlam a
geldiğiyle ilişkilidir:
288 Hamlet’ten. Danimarka Kralının cenaze töreninden bir gün sonra, Kralı ze
hirlemiş olan kardeşi ve karısı şatafatlı bir törenle evlenirler. •
404
da içererek. Doğru b ir şekilde baş edildiğinde ise, ne sonradan
tadına vardığı geçmişe geri dönüşle ne ölü k ültüyle en ufak bir
m üştereği olan, sonradan beliren imge, herhalde en verimlisidir;
çünkü geçmişte de henüz daha olm am ış bir şeyin beklediği ve te
veccüh gösterdiği o alana ışık tutar. Ö lm üş sevgili salt hatıra ol
m aktan çıkmıştır, Im ago verim sizce geçmiş hasreti çekmeye m a
hal vermez, tersine b ir yıldız gibi gelecekten ışık verir. H atta Go-
ethe’n in “Pandora’sında E pim etheus, sonradan beliren imgeyi,
halihazır dünyanın elle tu tu lu r şeyleri arasında görür; her ne ka
dar şeffaf olsa da, kayıp Pandora b u imge içinden görünüyordur:
21
SEMBOLİK SURETİYLE G Ü N D Ü Z DÜŞÜ:
P A N D O R A ' N I N K U T U S U ; B AK İ K A L A N S E R V E T
405
g örünen, açık - e n azın d an y a n a ç ık - kapıya, u m u t denir. Bu
arada, görm üş olduğum uz gibi, k orkusuz b ir u m u t da um utsuz
bir korku da olmaz; ikisi birbirlerini salınım halinde tutarlar, ne
denli u m u t cesurda, cesu ru n vasıtasıyla, ağır bassa da. Aldatıcı
bir ışık tutm a ihtim ali b u lu n an u m u d u n da, kendi içinde önce
den düşünülm üş, bilen bir u m u t olm ası gerekir. Zaten acaip bir
hikâye olan P andora efsanesi, u m u d u insanlara bir kadın eliyle
getirtir - fakat şeytanî bir tarzda yapar bunu. Pandora Pam ina
gibi narin, Helena gibi k ö r edicidir fakat k ö tü d ü r ve kötü m ak
satla gönderilm iştir, böylelikle de ilk günah m itosundaki bildik
yılan gibidir. O n u n vasıtasıyla P rom eteus’tan ateşin çalınm ası
nın öcünü alm ak isteyen Zeus tarafından geliyordur, âdeta G ü
z e lin iğvasının imgesidir, fakat yanında tehlikeli hediyelerle d o
lu kapalı b ir koleksiyon vardır. Prom eteus o n u kovar, am a Epi-
m eteus, so n rad an -d ü şü n en olarak, iğvaya kapılır, P andora da
açar yanında getirdiği kutuyu. Bu k u tu , H esiod’u n efsaneyi anla
tım ına bakılırsa, öteden beri insanların üzerine gelmiş b ü tü n fe
nalıklardan oluşan b ir orduyla doludur: H astalık, kaygı, açlık,
bereketsizlik, fırlarlar dışarı. Söylendiğine göre m erham et eden
Zeus, tam u m u t da dışarı çıkıyorken kap atır kapağı. Bu ama
kendi içinde çelişkili b ir efsanedir, veya efsanenin çelişkili bir
tasviri: çünkü, Zeus’un, Prom eteus tarafından y aratılan insanı
zaaflarına dair teselli de etm ek m aksadıyla varettiği um ut, b u ra
da apaçık fenalıkların ortasında duruyordur. H esiod’u n tasvirin
de diğer fenalıklardan sadece fıçıda kalm ış yani insanlar arasın
da yayılamamış oluşuyla farklılaşır. Fakat Hesiod’un aktarım ıyla
bu hikâye doğ ru bir idrak sunm az; m eğer ki, u m u d u n fenalığı
ondaki aldatıcılıkla ve o n u n kendi başınaki haliyle temsil ettiği
kuvvetsizlikle ilişkili olsun. Eskiler Elpis’i289 öyle tasvir etm işler
di, narin, yüzü tam am en peçenin ardında ve kaçarken; Stoacılar
da tıp k ı k o rk u n u n ve endişeninkiler gibi u m u d u n da im gelerini
geride bırakm ak istiyorlardı. Andrea Pisano’n u n Floransa Bab-
tis te r iu m ’u n u n ana k a p ı c e p h e s in e r e s m e ttiğ i u n u t u l m a z
Spes’in290 insanda bıraktığı etki de budur: kanatlı olduğu halde
407
rinde altın kızılı sabah bulutlarıyla. H er iki bakış, nihayet um uda
m ateryalistçe-açık bir cevap veren ve Totum'un yeni yeryüZılne a h
detm iş olan felsefenin de perspektifidir. Bu T oktum veya H er Şey
henüz süreç halindedir ve oraya doğru eğilim, yaklaşıyordur, n i
h âî d u ru m u n ü to p ik unsurlarıyla, sürecin ön cephesinde, gizil
halde. illüzyonlar ve onların zaten aslında hiç varolm am ış ola
cak servetleri Pandora'nın kutusundan uçup gitm iştir ama insa
n ın insana insan olacağına ve d ü n y an ın insana yurt olacağına
dair, gerçekçi biçim de tem ellenm iş u m u t, bakidir. D em ek, so
m u t öngörücü tasa^vvur, sahici s ım (Eğer/Ki bulm acası, üto p ik
Totum) nasıl anlıyorsa, Aydınlanm ayı da (illüzyonların yok edil
mesi) öyle anlar. îllüzyonsuzluğun azam îsini nasıl bilirse, iyim
serliğin (karara/sonuca gebe) azam îsini de öyle. B unun içindir
ki, kavranm ış u m u d u n hiçbir uğrağı, yapay biçimde kısıtlanm a
m ış, b ü tü n lü k lü M arksizm in Teori-Pratik’in in dışına d ü şm ez .
Mekanik m ateryalizm , kuşkusuz m ateryalizm olarak, yani dü n
yanın kendi kendisiye açıklanm ası olarak, hakikattir; fakat bu
salt m ekanik ve b ir bakım a aptal haliyle bize, hep aynı zo runlu
lukların zincirine bağlanm ış olarak eski O luş-Bitiş devr-i dâim i
içinde hedefsizce hareket eden y a n m ve d ar b ir dünyayı öğretti
ğinde, hakikatten uzaktır. Ç ünkü o d ü n y a, ileri götüren çelişki
lerin vuku bulduğu, daha iyi yaşamın, insan olm anın, kendim iz-
için-şey'in reel olarak m ü m k ü n o ld u ğ u , ileriye doğru gelişmeye
ve gelişebilirliğe yer açan b ir dünya değildir. Sahici [ucu] açık
dünya ise, m ek an ik yum urta k ab u k lan [n ın kırılganlığını] taşı
m ayan d iyalektik m ateryalizm in dünyasıdır. Z ih n i yaratıcı olarak
düşünm enin, Dem iurg [Yaratıcı] olarak Tinin, papazlığın ve öte-
dünyacı hipostazların idealizm lerinden, tıpkı m ekanik m aterya
lizm gibi k u d retli b ir uzaklıktadır; fakat ayuı şekilde tikelin sta
tikliğinden, özellikle d ü n y a n ın b ü tü n lü ğ ü n ü n teşkil ettiği ve
m ekanik m ateryalizm in de idealizmle beraber biat ettiği statik-
likten de uzaktır. M addeye dair yeterince iyi ve yeterince büyük
düşünm ek m ü m k ü n değildir; m addenin günleri, - k i bizim de
günlerim izdir-, ne hep aynı sayıda ve ölçüde, ne de tam ağırlı-
ğındadır. Sadece hareket, görünüşte “a n tr o p o m o if9 olm a k ve çe
(Geçiş)
( T E Ş H İ R , M A S A L L A R , S EYAHAT , F İ L M , S A H N E )
23
kendini o ld u ğ u n d a n g üzel yapmak
H erkes bir şeye benzem ez. Ama çoğu hoş g ö rünüp dikkat çek
mek ister ve buna çabalar. B unda en kolayı da en dışsal olan
tarzdır. Solgun öyle b o y an ır ki, panldıyorm uşçasına. Kimileri,
ışır başkalarının önünde, kendini öne iter. '
Tertip ve tanzim işi, çok geçm eden öğrenilir, hem encecik kı-
vınlır hale gelir. Kadın ve talibi, hep söylediği üzere, en iyi taraf
larından gösterirler kendilerini. En atik biçim de pazarlanabilir
taraflarından, dem ektir bu. ‘Ben', m ala dönüşür; h er yola gelir,
aynı zam anda parlayan. Başkalarının kendilerini nasıl sunduğu
na, ne giydiklerine, teşhirde neler olduğunda bakar, kendini de'
k aptırır buna. Tabii hiçbir in san , önceden içinde sürgün verm e
m iş b ir şeye dön ü ştü rem ez k endini. Dışarıda, güzel zarflarda,
hal ve tavırlarda ve şeylerde o n u çeken de, u z u n sü red ir m uğlak
bile olsa kendi arzularında yaşayan ve bu nedenle kolaylıkla iğ-
va edilebilir olandır yalnızca. Kalem, allık, ruj, yabancı fırçalar,
âd eta d ü ş ü n k e n d i m ağ a ra sın d a n çık m asın a yardım ederler.
Düş, kalkıp yürür, poz atar, elindeki azıcığı canlandırır veya baş
ka bir şey gibi yutturur. F akat birisi kendisini b ü sb ü tü n kalp ha
le de getiremez; en azından arzusu sahicidir. Takınılan tavırda
413
kendini gösterir zaten b u arzu, hatta ihbar eder. F akat arzu sa
dece team ülen yukarı çıkar, b u tarz gayretkeş adam m em nun
değildir, zengin de olsa yoksul da, içinde b ulunduğu bu d u ru m
d an. O zam an, durum a dostça gülüm ser; kendisi olarak gördü
ğü, daha doğrusu o n u n imgesi olarak g ö rü n en imgeye uygun
hale çevirir kendini. O lm aktan çok, görü n m ek - daha iyi bir be
yefendi sayılmaya dönük k ü çü k burjuva tazyik altında ona tanı
nan im kan bundan ibarettir. Bunun tersi: G örünm ekten çok ol
m ak ise, tanzim ve tertiple tak lit edilemez; hiçbir yerde, kendi
k en disin e sahte o larak k atlanan tabakadaki k ad ar fazla kitsch
olm am ası, bundandır. Bize ait olan, güneşte solm ayacak kadar
sahicidir, kravat gibi taşınm ası zordur.
24
B U G Ü N AYNA İ N S A N A N E A N L A T I R ?
ince olm ak
414
öyle yansıtır. Buna b enzer biçim de, genelleşm iş ve talim ata bağ
lanmış her şey, tıpkı d ü kkândaki eldivenler gibi, tıpkı satıcının
iş gülüm sem esi gibi, norm a bağlanm ıştır. K orku altında ve boş
lukta gülüm sem ek -aslın d a efendi olm ayan efendilerin Am eri
kanca işareti şim di budur. B ununla arzulanan, bir y u m urtanın
diğerine benzediği gibi b irbirlerine benzem eleri - ve bir yığın
civciv çıkmasıdır.
E ğilip b ü k ü lm e k te güçlü
415
Kroşeyi karşılam an ın esas ü stad ıd ır, çan çaldığında y erinden
kalkarken. Bu haliyle bilhassa, şaşırtm a verilen hacıyatm azı d e
vam a zorlayanlara beğendirir kendini.
25
YENİ ELBİSE, IŞIKLA ND IRIL MIŞ V lT R lN
İyi y a p ılı
416
mek. Bu nedenle iyi b ir teşhir telkin edici olmalıdır; b ü tü n yerine
parçalar k o n u r oraya ve parçalar da sadece b ir şeye atıfta b u lu n
m ak içindir, böylece cam ekânın ö n ü n d e egleşenlere bir h u zu r
suzluk verilir. İşte şık bir şarküteri; iştah açıcı oldugu saklanam a-
yacak fise le r. Kahve, çay, likörler, tercihen kırm ızı Delft [Hollan
da] çinileri üzerine yayılmış; baygın bir H ollanda-H ind havası
uyuşturuyor müşteriyi. İşte bir porselen dükkanı: orta yerde üstü
ö rtü lü bir masa, bembeyaz, kristal parlaklığında, m um ışıklarıyla
süslü, kendisi kadar güzide mfu;,terileri bekliyor. İşte yüksek kali
te bir bayan konfeksiyon mağazası: p ek ihtim al verilem eyecek
kadar ince bedenler halinde kıvrılıp b ü zü ştü rü lm ü ş kostüm ler,
dünyada başka pek az şeyin olabileceği k ad ar zam ana uygun am a
yine de b ir tü r öte-dünya gibi: dünyevi k ad ın lar böyle yürüye
m ezler ki. İşte genel m ü d ü rler ve onlara benzem ek isteyenler
için bir terzi salonu: U lster tarzı palto kum aşı taklit edilm ez b ir
tarzda C hippendale1 sandalyenin üzerine fırlatılmış, hafif bir şap
ka onun yanında bekliyor, dom uz derisinden eldivenler, eski Flo-
ransa’ya özgü şim şir kalıbından çıkm ışa benzeyen ayakkabılar.
Geçip gidenler ve bütün bunları saün alamayacak d u ru m da olan
lar -y an i çoğunluk-, m alik olm a hevesi böylesine tahrik edilm iş
ken, tam da bu p ek yüksek hava sayesinde, gücendirilmez. G ön
lü daha da ferah b ir ssadet çeken ise, mobilya d ükkânının came-
kânının ardında b u lu r bunu. Yemek odası, yatak odası, stüdyo,
salon - h ep si m evcuttur, yapılı bir yatakla beraber; artık parkta
k u r yapmaya ihtiyacı olmayan genç m em urun gelini buraya atı-
vermesi yetecektir. Cam ekanın arkasında, k u ştü y ü ve pem beler
içinde, en m eşru am a aaynı zam anda en az gerçekleştirilebilir bu r
juva arzu d ü şü n ü görür: iki kişilik d ü ş evinin içten görünüşü.
Teşhirdeki m obilyalar güzel ev düşüne üşüşür. Bu mobilyaların
kendisi de kendi im kânlarının üzerinde yaşıyordur aslında, hep
maskeli balo halinde fabrika m allarıdır bunlar: cariyelik tarzda
geniş kanepe, Kaliforniya tarzı bar dolabı, Faustvâri stüdyo. Ca-
m ekân h er köşesinde arzu düşlerini biçim lendirir böylece, çul
suz zengin insanların paralarını ceplerinden çekm ek üzere. Ve
vitrinleri düzenleyen dekoratörden daha iyi anlayan kimse yok
R ek la m ın ışığı
418
m esinde “Göksel Elişleri Atölyesi”; bir kasap d ü k k ânında “Sa
bah Alacasının K oyun D ükkânı". Lakin her ne kadar ayartm a ve
abartıda kapitalist reklam ın selefi olsalar da, b u n la r şiirlerdir,
kasalardaki m ıknatıslar değil. Şimdi reklam uzm anı, dekoratör
d en çok daha güzel çalm aktadır arzu d ü şlerin in piyanosunu; o
düşleri karşı konmaz kılm aktadır, tâ ki tahrik edilen kişiyi ol
gun bir m üşteri o larak dalından d üşürene dek. Şim di şöylesi At
lan tik şarkıları çıkm aktadır: İlk b ah ar şapkaları artık Sizin için
bir masraf değil; Call fo r Philip Morris;2 P urity and a big bottle,
that's Pepsicola;3 M odern design is modern design;4 Buick, başarılı
iş ad am ın ın arabası. Kadın çorab ı satın alm ak, N e w York Ti -
mes'ın bizi tem in ettiğine bakılırsa, basbayağı yeniden doğum
anlam ına geliyor: “Van R aalte covers y o u w ith L eg G lory fr o m
sunrise till dark."5 Hesaplılık, so n m oda olana erişm e arzusu ve
sabah kızıllığı, beyler için de u cu z b ir ran d ev u ayarlam ıştır:
“Howard Clothes, styled w ith an eye fo r the w orld o f tomorrow."6
Reklam malı, en harcıâlem olanını bile, bir büyüye d ö n üştürür;
sırf satın alm anızla her şeyi çözen bir büyü. Çizim lerdeki o şa
kaklarına kolonya dam latan, beyefendinin İsviçre çikolotası,_ ik
ram ını kabul eden hanım , işte bu büyüyle m utlu olandır. Came-
kân lar ve reklam lar, kapitalist açıdan, cezbedilen d ü ş kuşları
için ökselerden ibarettir. Parlayan ve m ethedilen mallar, M arx'ın
söylediği gibi, başkalarının varlığını, parayı, kendine çekip, sa
hici ve m üm kün olan h er ihtiyacı bir zaafa d ö n ü ştü rm ek isteyen
yem ler olurlar. G üzel sözlerle an ılan boyalı mallar, N oel’den,
Paskalya’d an tüm yıla uzanan resm i geçitleriyle, kadirdirler b u
na. M em urlar böylece gaza getirilirler, h içb ir zam an patlam azlar
ama. Ve aslında tüm üyle çoraklaşm ış o çoklu Batı Berlin’in7 on
ca ışığı, karanlığı çoğaltmaya yarıyordur sadece.
Y am uk y o lla r
Dışa dön ü k olarak da renkli bir hayvan olm ak, daha ender uyar.
Zengin biçim de tem ayüz etm ek için daha fazla suç işlenm iyor
olm ası, şaşırtıcıdır. B ütün caniler, en alt. tabakadan da gelseler,
küçük burjuvadırlar; ancak refah koşullarında hoş b ir yaşam sü
rülebileceğine inanırlar. C inayet/hırsızlık b ir gecede zengin ede-
420
b ilir g ö rü n ü r insanı; geceyi, m ü lk sah ib i efen d in in g ü n d ü zü
kullandığı gibi kullanm asını bilene. K uşkusuz, yoksul, yani en
gelli söm ürücüler için d aim a yeraltı dünyasına girm enin b ir ca
zibesi vardır, o n ların kurban ziyafeti ve hokkabaz şenliği orada
dır. K üçük burjuvazi arasında tabancanın cazibesine nisbeten az
kapılınm asının ve planlam a safhasında kalm asının nedeni, bu
nu n neticesinin çok sağlam sinirleri gerektirm esi ve pek çok ka
ra cumaya8 sebebiyet vermesidir. Eski bir deyiş, başkalarının iş
lediği cinayetlerin sadece düşünü kuranın nam uslu kişi olduğu
nu söyler; oysa kibar dolandırıcı, m askeli balo n u n dışında da,
olm ayı arzuladığı kişidir, yani prens. Evet, kılık değiştirm eyi
sağlayan hokkabaz şenliği, çok defa b ü yük çaplı canilerin de işi
ni görür: yam uk sokak aynı zam anda renkli-tekinsiz sokak ol
malı ve öylece kalm alıdır, cinayetin/hırsızlığın kendisi ise, k ü
çük burjuvanın onun üzerine koyduğu anarşik rom antizm i se
ver ve tutar. Böylece avare gençlik, gangster imgesiyle, kan arzu
su imgesiyle ayartılır. Fakat sahiden eğlendirici hırsız katiller de
vardır; öncelikle de, zanaatlerini bir tü r d ü ş oyunu içinde, önce
likle intik am arzusuyla kom edyen gibi çoğaltarak tatb ik eden,
zevk için öldüren katiller. Sonunda yakayı ele verm elerine yol
açan m ektuplarında polisi sarakaya alırlar; nihayetinde artık salt
‘oynam akla’ k alm ad ık ları ro llerin d en ald ık ları zevk, fazla b ü
yüktür. Böylesi bir rolle özlediklerine ve kastettiklerine d a ir ka
n ıtlar bırakırlar; k o rk u n ç bir tarzd a şairân ed ir b unlar. Misal,
1930’larda, D uesseldorf’ta zevk için ondokuz kişinin katili olan
Kürten’in polise yazdığı; üzerinden kana susam ışlık akan, sınt-
kan ve ahlâkçılıkla süslenm iş b ir acıyla yüklü ve yapışkan pisli
ğine rağm en kendi kendisinin tadını so nuna kadar çıkartan bir
cani ü slü b u taşıyan m ektup. Zevk için öld ü ren katil iki yanlı
dehşeti iyi bilir ve şöyle yazar: “H erhalde benim yapıp ettikle
rim le alâkadar oluyorsunuz. Benim başlangıcım başka bir m u
hitte olduğundan, bun d an sonra olacak olanlar özel dikkatinizi
hak edebilir. L angenfeld’d ek i (K öln’ü n kuzey in d e) başlangıç
iyiydi ve saatim geldiğinde, sıkıntım ın sona erişi de iyi olacak.
Orada, ahlâkî yaşantısıyla da fikriyle de b ir insan evlâdına ben-
8 Kara Cuma: 1869’da ABD’de malt spekülasyonların toplu iflaslara yol açtığı
Cuma günü.
421
zetilem eyecek bir m ahlûk yaşıyor. O kızın bana ait olam ayacak
olması, beni b ü tü n bu korkunç işlere itti. Daha o n u n da ölmesi
lâzım. Benim yaşam ım a m al olsa bile. Zehirlem ek istedim onu,
ama tüm üyle saf bedeni zehri alt etti. Şimdi daha iyi zam anım -
dayım . Benim kinin ak şam lan H ilden’den eve gitm esi gerekiyor,
y o lu n kro k isi ilişikte. Bir d ah a k i k u rb a n ım b u d u r". Ve daha
so nra yazılan bir m ek tu p , tem bellik ve sefahat d iyannın abdest-
hane duvarlarına yazılm ışa benzeyen fakat içeriği doğru dizeler
le bağlanır:
Pappendelle’nin yatağında
Çarpı konmuş yerde,
ot bile bitmeyen,
ve bir taşla işaretlenmiş,
bir ceset yatıyor birbuçuk metre derinde.
K o rku y o lu y la b a şa n
422
dehşet”9 gibisinden, iş gezisine çıkanların beraber seyahat ettik
leri yolcuları eğlendirm ek için kullan d ık ları şaka aletleri, parti
işaretlerine dönüştü. Baba daha o g ü n şen gönüller derneğinin
kıyafet balosunda Yargıç Lynch'i.10 tem sil etm iş ve oy birliğiyle
akşam ın en başarılı m askesi seçilmiştir. O esnada sokakta da ay
nısı vardır, m ükem m elen, sahicisiyle; yırtılm ış pantolonlarıyla
ve boyunlarına asılı eğlencelik tahtalarla Yahudiler, trende kafası
kazınm ış Yahudi oynaşları, kahkaha salvolarına yol açıyorlardı -
başka salvoların başlam asından önce. “Regresyon” patlak ver
miştir, şehir serserileri, kurukafalar, ateşli gecelik göm lekleriyle
şövalyeliğe soyunanlar11 canlandırm ıştır, polisin iki kat emniyet-
sizleştird iğ i sokağı. K üçük b u rju v a n ın karn av ald a gösterdiği
tüm arzular vasıl o lm uştur; h er nevi Feurion ve M ordio,13 hele,
gizli m ahkem e kararlarını infaz eden katiller, 14 K ukluxcular, ka-
püşonlu adam lar suretinde yanlış isyanı h ak ik i barbarlığa g ö tü r
m üş olanların arzuları. Faşist şarlatan k u rtad am m askesine el
atm ış, yarı d eli isimlerle, korku rom anlarından alın m a kitsch’e
varan senaryolarla ama aynı zam anda faydalı olacak şekilde inşa
ettiği m uhafazakar k ü çü k burjuva şizofrenisini iyi kullanarak,
b üyücülüğe girişm iştir. V aham etin eğlence diyarı da A ltın Ba-
tı'd an alınm adır. Bu eğilimlere K ukluxklan dam gasını vurm uş
tur; yani, A m erikan G üney devletlerinin iç savaştan sonra oluş
turdukları, Birinci D ünya Savaşı’ndan sonra tekrar canlanan ge
rici yeraltı hareketi. Bu çete k ap ü şo n lu u z u n palto lar giyiyor,
koyu renk kum aşın üzerine, meşale ışığında hayaletvârî bir gö
KKK
Özel Talimat No. 2
Ruh Kardeşleri; Şehitlerin Gölgeleri; kanlı harp sah alarının
hayaletleri; B rütüs’ü n takipçileri!!!
428
27
P A N A Y IR D A D A H A lY l G Ö K Y Ü Z Ü S A R A Y L A R I
V E M A S A L L A R L A B A Y A Ğ I E D E B İY A T T A K İ S lR K
Ördekçik, ördekçik
İşte, Gretel ve Hansel.
Ne bir köprü, ne patika,
Alsana bizi beyaz sırtına
- Hansel ve Gretel
429
Bir vakitler tüm kalbimi sararak anlatukları
O eski tayfaların,
Sizi de sarar delikanlılar siz ki cinsiniz hepimizden.
Kulak verin bana!
A k ıllın ın cesareti
430
ğa karşı akıl. Cesaret ve hile kalkanları, akıl m ızraklardır. Zira
tek başına cesaret, kalın beyler karşısında zayıfların işine yara
mazdı, onların kulelerini yıkmaya yetm ezdi. Aklın hilesi, zayıfın
insani tarafıdır. Masal ne denli fantastik olsa da, zorlukları aş
m akta daima akildir. Ayrıca cesaret ve hile, m asalda, yaşamda
olduğundan çok farklı b ir itibar görürler. Sadece o kadar da de
ğil: Lenin’in söylediği gibi, halihazır kısıtların ötesini hayalle-
yen, ‘elde b ir’ devrim ci unsu rlard ır bunlar. Köylü henüz beyin
m alıyken, yoksul m asal delikanlısı kralın kızını fethediyordu.
Alim H ıristiy an lık cadılar ve şeytanlar k arşısın d a titreşirken,
m asaldaki asker cadıları ve şeytanları habire kandırıyordu (sade
ce masal, “aptal şeytan"dan bahseder). A ranan ve yansılanan, tâ
d erin lik le rin e k ad ar cen n e tin görülebildiği altın çağdır. Ama
m asal g ü n ü m ü zü n cennet sahiplerini örnek almaz asla; isyan
kâr, kulağı kesik, uyanıktır. Bir fasulye filizine tu tu n arak gökyü
z ü n e tırm anabilirsiniz ve orada g ö rü rsü n ü z ki m elekler para
öğütm ektedir. “Vaftiz Babası Ö lüm ” masalında, T an n 'nın ta ken
disi yoksul bir adama çocuğunun vaftiz babası olm ayı teklif eder
ama yoksul adam ona der ki: “Senin vaftiz babası olm anı dile
m em , çünkü sen zenginlere veriyor, yoksullara açlık çektiriyor
su n ." T üm b u n la rd a , b u ra la rd a k i c e sa re tte , u y a n ık lık ta ve
um utta, b ir parça Aydınlanma vardır -A ydınlanm a'm n kendisin
den çok daha önce. G rim m 'in m asalında, çekirdekten yetişme
bir sinek öldürücüsü olan cesur terzicik, dünyayı görm ek üzere
çekip gider, çünkü atölyenin o n u n kahram anlığına d ar geldiğini
düşünüyordur. Bir deve rastlar, dev eline bir taş alıp suyu sıkar,
b ir başka taşı artık görünm ez olacak kadar yükseğe fırlatır. Fa
kat terzi, taş yerine peynirin lapasını çıkarak ve b ir k u şu b ir da
ha geri gelm eyecek kadar yükseğe fırlatarak, deve ü stü n gelir.
Nihayet, m asalın sonunda, akıllımız b ü tü n engelleri aşarak kra
lın kızım ve krallığın yansını elde eder. Masalda terziden kral
olması m üm kündür; büyüklerin tüm hasm âne hiddetini silip at
mış, tabusuz b ir kral o lur bu. Ve dünyanın şeytanlarla dolu ol
duğu bir eski vakitte, b ir başka m asal kahram anı, korkm ayı öğ
renm ek üzere yollara düzülm üş bir delikanlı, korkuya topyekün
direnir; cesetleri ısınsınlar diye ateşe koyar, sihirli şatoda haya
letlerle top oynar, kötü ruhların başını esir alır ve böylece bir
431
hâzineye erişir. Şeytanın kendisi de aldatılır b u m asalda; gariban
b ir asker, postalını altınla doldurm ası şartıyla ru h u n u satacağını
söyleyerek k a n d ım onu. Ama postalın altı deliktir, asker onu
derin b ir k u y u n u n üzerine yerleştirir, böylece şeytan sabah olup
ilk h o ro z öten e k a d a r çuvallarla altın taşım ak zo ru n d a kalır ve
so n u n d a tongaya basm ış olarak sıvışıp gider. D em ek m asalda
delik pabuç bile, onu kullanm asını bilenin işine m ükem m el ya-
ny o rd u r. Yalın arzuya ve hedefe erişm ek için başvurulan araçla
rın masalsı basitliğine dönük sessiz - v e aydın lan m ış- b ir alay
yok değildir, fakat cesaret kırıcı olmaz. K urbağa kralın masalı,
arzulam anın henüz işe yaradığı eski zam anlarda başlar - masal,
eylem in ikam esi olarak da sunm az kendini. M asalın akıllı Au-
gust’u,26 kendini gösterm em e/saydırm am a sanatını pekâlâ tatbik
eder. D evin k u d reti, üzerinde delik olan b ir güç olarak tasvir
edilir; zayıf olanın zaferle içinden geçebileceği bir deliktir bu.
433
da görm ezden gelinemez: “Sonra, günlerden bir gün, kum dan
bir oyun tahtası tasarladı, su retleri saçtı üzerine ve dikkatle o n
ların seyrine baktı; çok geçm eden b u suretlerin, gerek annenin
gerek kızların, seyrini tesbit etti kesin olarak.” Tunus'taki büyü
cünün ta uzaklarda, Çin’deki -so n ra A laaddin’in kaldırdığı- ha-
zineden h aberdar olm asını sağlayan jeom antik27 levhanın aynı
sıdır bu. D oğanın kendisinin, m asallar haricinde, insanlara ver
m eyi reddettiklerini en kısa yoldan elde etm ek için bir dolu arzu
aleti, bir dolu via regia.28 Zaten teknik-büyüsel define kazıcılık,
bu tarz m asallardaki en masalsı yandır; ç ü n k ü pek az şey, a p a n
sız değişim m ucizesini, an id en gelen m utluluğu, b u lu n an define
kad ar iyi sem bolize ' edebilir. A laaddin m asalında b u n u n için
keskin zeka ve tü tsü lazımdır. E dgar Allan Poe’n u n dünyevileş
tirilm iş “Zina böcegi” m asalında, Stevenson'un D efine Adası’nda
tek başına keskin zeka yeterlidir. Ama (macera hikayesine geçiş
yapan) b u yan-m asallarda bile, define gerilim kaynağı ve d ö
n ü m anıdır; bizzat yaşam ın sürgüsünü açıp parıltısına erişilm e
sini sağlayan p ü f noktasıdır. Teknik-büyüsel masal ise ancak do
laylı yoldan veya m ecburiyet halinde m ülkiyete yönelir; o, şeyle
ri, her vakit el altında olacak kullanım m allarına dönüştürür.
Her insanın ayağını ona göre uzatacağı kısa yorganın yerine, do
ğadan bir rahat döşek resmeder. Yönelimi, niyeti, -tü m ‘arm ut
piş ağzıma d ü ş’lerin ve sihirli lam baların anay u rd u n u yine bir
m asalla ad lan d ıracak sak - b o llu k diyarıdır. O radaki pişm iş ar
m utlar [Pieter B rueghel'in bir tablosuna atıf], sanki toplum sal
bir masal, bir devlet masalı gibidir; m alları basittir, am a b ü tü n
ötekilerinkinden besleyici.
29 Dişi yılan.
435
gına çekildiği A tlantis'e varır. Zaten çoktandır b ir tım arlı çiftliği
vardır orada; iç d u y g u n u n m ülkü olan, düşlerde bir çiftlik. Bu
d u r Anselm us, çökm üş Almanya’dan b ir öğrenci. O lm ası lazım
geldiği gibi, sanatsal m asalın veya Don Kişot cinsinden efsane
n in b ü tü n arzu kişilikleri de yanındadır. Bilhassa, fantezi kuvve
tiyle Kişot'a ait, am a eylem gücü bakım ından değil iseler.
Keller'in “Şövalye O lan Bakire” efsanesindeki Şövalye Zendel-
wald, bu tarzın en hayâlatçısıdır. B undan ö tü rü tüm üyle karar
sızlık içinde yaşar, kendi dışında olup biten şeyler hakkında h e
m en hiçb ir şey bilmez. Tabii, kendi yalnız kalesinde, dünya ve
kadınlar hakkında kurduğu arzu düşüncelerini de o oranda iyi
bilir. “R uhu ve kalbi bir şeye h ü k m ü altına aldığında, ki daim a
to p y ek û n ve ateşli biçim de vuku b u lu y o rd u b u , Z endelw ald
bunları gerçekleştirm ek için ilk adım ı atm ak tan kendini alam ı
yordu. Zira, kendi içine d ö n ü k olarak baktığında h er şey berrak
sa, mesele hallolm uş görünüyordu ona. Sohbet etm eyi çok sev
m esine rağm en, asla talihini açacak, yerli y erinde bir sözcük
çıkm am ıştı ağzından. D üşünceleri sadece ağzının değil ellerinin
de öylesine ö n ündeydiler ki, düşm anlarıyla cenklerinde sık sık
m ağ lu b iy e tin k ıy ısın a g eliy o rd u ; ç ü n k ü a y a k la rın ın a ltın d a
uzanm ış yatan rakibine son darbeyi indirm ekte tereddüt ediyor
d u .” Derken, d üşçü şövalyeye, tam ve sahici dünyadan çıkm akla
beraber, tahayyül gücü n ü d olduran nesnellikle tam tam ına örtü-
şen bir m üşteri geldi. Zendelw ald m ahdut gezilerinden birinde,
genç ve olağanüstü güzel bir zengin d u l olan Kontes Bertrade’yi
görm üştü; o n u n şatosunda b u lu n m u ş, kara sevdaya tu tu lm u ş
am a sessizce ayrılm ıştı oradan. Zendelw ald aylar boyunca ırak
taki o efendi sınıfından kadından başka b ir şey düşünm em işken,
K ralın bir tu rn u v a düzenlediği haberi gelmişti. Kontes, Tanrısal
B akire'nin devreye girip, bunu h ak edeni zafere ulaştıracağına
kesin olarak inanarak, tu rn u v an ın galibiyle nikâh yapm ak isti
yordu. Şövalye yola koyuldu fakat hem en yine eski imge ve dü
şünce dünyasına kapıldı, arzu su istikam etinde tasavvurlara girdi
ve düşsel eserini inşa etti. “Şim di m acera o n u n tasavvurunda
ham le ham le ilerliyor, en iyi neticelere varıyordu. Hatta günler
d ir sevgilisiyle baş başa tatlı konuşm alar yapıp duruyordu, yazın
yeşerttiği arazide atını sürerken. O na en güzel icatlarını anlatı
436
yor, kadının çehresi sadık b ir sevinçle kızarıyordu; Tüm bunlar,
düşüncelerinde.” Ama hayâlat hızını kestiğinden, şövalye ancak
turnuva olup b ittik ten sonra vasıl olabildi. Şayet Göksel Bakire
arzu düşleri ile gerçeklik arasındaki çu k u ru d oldurm uş olmasa,
her şey boşuna olmuş olacaktı o n u n için. Ç ünkü Bakire tu rn u
vada bizzat Şövalye Zendelw ald’in suretinde çarpışm ıştı. Dahası
var: gecikm iş düşçü, hayretler içinde görür ki, güzel kontesin
yanında galip dam at olarak dikilen kişi, k endisinden başkası de
ğildir. Aklı başından gitmiş, kıskançlığın acısıyla benzerini-raki-
bini yakından görm ek üzere sıraların arasından ileri atıldığında,
B ertrade’nin yanındaki sureti kaybolur, K ontes y ü zü nü gerçek
Zendelw ald'a d öner ve y anındakinin değişm iş o ld uğunu hiç fark
etm eden sohbeti sürdürür. “Bertrade ona gayet iyi bildiği bazı
sözler söyler, kendisi de b ir iki seferinde, daha önce bir yerlerde
sarfetm iş olduğu am a hiç hatırlam adığı birtakım sözlerle karşı
lık verirken, bunları nasıl yaptığını hiç bilm iyordu Zendelwald.
Bir süre sonra fark etti ki, selefi, aynen k en d isin in yolculuğu sı
rasında hayalinde k u rd u ğ u konuşm aları y ü rü tm ü ş olm alıydı.”
Böylece şövalye kontesle m utlu oldu; bu m utlu lu k , kendi d ü
şünden ve kendi m asalından çıkarak gerçek olm uştu. Masal gi
bidir sahiden: Bizzat bir im an d ü şü olan Bakire M eryem, son de
rece n arin , neredeyse enkaz halinde bir w ishful th in k in g 30 ile
düşçüye, m ucizeler diyarına girm esi için yardım etmiştir. Tabii
ne Anselm us ne zayıf Zendelw ald içe dönüklük lerin d en çıkarlar
- perinin efsaneyi toprağa indirdiği yerde bile.
30 Arzuladığını düşünmek.
437
rünür, kafalarım ızın üzerinde. Ç ocuklar ak b u lu t kubbelerini
karlı dağlar yerine koyarlar, gökyüzünde b ir İsviçre gibi görür
ler; kuleler de b u lu n u r orada, dünyadakinden daha yüksek k u
leler - kafi derece yüksek. Özlem, bu gençlik için en kesin Varo
luştur; güneş battığında, çekip giden akşam kızılı daha da güç
lendirir bunu. L agerlöfün “K üçük N ils'in yaban kazlarıyla seya
h ati” m asalındaki oğlan, kuşlarla beraber onların pırıltılı ve şar
kılı yolunu kateder. Güneye, dünyadaki göksel kulenin yüksel
diği, denizdeki m esut Vak-Vak adalarının olduğu yere giden yol
d u r bu. Ç ü n k ü d e n iz in ilk im g esin in k ö k ü de çoğu insanda
uzak göklerdedir ve oraya uzanır. Yani b u lu t masalsı bakışta sa
dece kule veya karlı dağı değil, aynı zam anda gök denizinde bir
ada veya gem idir; b u lu tu n yelken açtığı m avi gök de okyanusun
aynası. Değil m i ki, kafalarım ızın üzerindeki ıraklar, bulutlarıyla
hava denizi, dünyevî kıyılarla sınırlı değildir, onları yansıtm akla
kalmaz. Demek, gök m avisinin geçtiği b ü tü n masallar, bu mavi
yi dev bir ü st denize daldırırlar ve seyahat zorlanm adan kıyıya
ulaşır; bilhassa b u fanteziye el uzatan b ir kıyıdır bu: sabah yıldı
zı. Tüm bunlarda yine kadim yıldız m itolojisinin kalıntılarının
etkisi vardır - ta paraya dönüşen yıldızlara kadar.31 Fakat ku ş
lardan daha uzaklara, daha yükseklere göçen m asalların onlara
ihtiyacı, Hıristiyan göğüne duydukları ihtiyaç kadar azdır. Tüm
onlar olm adan da kendi acaip b akışlarına sah ip tir m asallar ve
acaiplikleriyle, ru h h alin in parıltısını gayet kozm ik biçim de dı
şarı taşırlar ve burada her şey şiir kokar. Misal, G ottfried Kel-
ler'in “Yeşil H einrich”inde, Bayan M argret’in tıpkı bir ulak gibi
gökkuşağı ışığı aracılığıyla sevk ettiği masal m ahlûku. Cam k ırı
ğı parıltısı, ütopyası ve büyüden arındırılm ış dünyadan daha gü
zel bir şey elde ettiğinde kendisinden utanm ası gerekmeyen bil
gisizliğiyle b ir başka küçük M uck olan Bayan Margret, eskici ve
n adir eşyalar d ükkanının enkazı altında yaşar. Gaip, sızıp gelir
ve d u yuru r kendini; bizzat gün ışığı, uzak ülkelerden ve pagan
kitaplarından im gelerle tasvir edilir: “O nun için her şey önem li
ve canlıydı; güneş bir bard ak suda ve bardağın içinden cilalan
m ış m asada yansıdığında, orada oynaşan yedi renk, bizzat gök
32 Çalıhklann Oğlu.
33 Çalılıkların Kızı.
34 Polislerin Günü.
[serap] ağırladığı kız değildir sadece. Brushwood Girl de pekala
bir varoluşa sahiptir, kendine ait ve onunkiyle özdeş d ü şü n d e
karşılaşır kahram anıyla. Böylece sonuçta iki d ü ş öznesi birbirle
rini reel olarak da keşfedip buluşur, aşk m istisizm i içinde H in
distan’larına da yeniden kavuşurlar. D ahayüksek b ir düzene sa
hip bir reel H in distan'dır bu; düşlenen ülkenin vaad ettigi, ona
vesile olan fantezi m addesinin de reddedilm ez ardyöreyi o lu ş
turduğu H indistan. Zaten, bulutlar, gök mavisi, gökkuşağı hari
cinde, m u tla k Şark degil m idir b urası, G anj k ıy ılarının geniş
çevresinde, m asalın dış alanda m ev cu t olana bağlanm asını ko
laylaştıran, bizzat m asalsı bir dış dünya. B rushw ood B o y evinde
d ir orada, orada cangıl insanı içine alır ve masalda baştan aşağı
iç ülke ve yurt olan bir dış ülkeye bakışın ufkunu açar. Güney
denizi, firuze yeşili gözyüzü, kubbeli pazar yeri, esrarlı ev - tüm
bu O ryantal senaryolar m asaldaki arzuya en hısım olanlardır,
hiç dayanamaz, onu içlerine alırlar. Sebebi hiç de basit değildir
bunun: elbette, m asal m addesinin çoğu Şark kaynaklı, özellikle
H indistan k ökenlidir ve yine Şark'a dönm eye meyleder; m asalın
doğası da, işte b u lu t ve gökyüzünde k u ru lan akşam şatosu da,
hatta Alman masal orm anı da M orgenland'ın35 kıyısındadır. O ra
da, kim i G rim m m asallarında zikredilen asilik d o ruğuna çıkmaz
gerçi, fakat m ucizevî olan, m acera ve büyüselliğin coğrafyası en
yüksek m ertebesine ulaşır; Binbir G ece’n in ark etip ik parıltısını
oluşturur. Hong Kong adasında da olabilir o, B rushw ood G irM n ,
m ucize kadının Imago'sunda da; en içe d ö n ü k masal, bu dışsal
m ek ândan bir parça taşır içinde. H ind O cean o f D re a m s 'd e 36
ıraklardan gelen ve bizzat seyahate sevkeden imgede.
37 Sirk oyunları.
m en perdesizdir. Zira çok sayıda baraka m ucizesi bir çatı altın
da toplanır, b ir halkaya girer ve hayvan terbiyeciligi38 de buna
katılırsa, G üney D enizi Kolosseum 'a veya Sirk'e dönüşür. Balmu
m u n d an su retlerin oyuncak-m inyatür ev benzeri havası, her ne
vi ölü taklidi, m ekanik org, tabii eksik kalır burada, çünkü sirk
te h e r şey yaşam dır. Sahneyle, vitrinle, perdeyle, örtm eyle işle
yen panayırdan farklı olarak sirk tam am en açıktır; manej bunu
saglar. Evet, sanatın tan ıd ığ ı yegane dürüst, k ö k ü n e kadar dü
rü st tem sildir bu; daire olm uş seyircilerle araya hiç duvar konu
lamaz. Yine de yabancılaşm a olur; taklalar, insan bedeninin en
dışsal perform ansıdır, am a yine de b ir perform ans koyuyordur;
hokkabazlar çıkarlar am a hokkabazlık yapmazlar. Yeşil arabala
rındaki çingeneler tarafından yapılıyora benzeyen, en yaşlı o k u
y u cu n u n hatırlayabileceginden bile eskiye, belki de tarih önce
sine uzan an sirk sanatı, yine de san atta b ir tü r burjuva d ü rü st
lüğü ve böyle b ir d ü rü stlü ğ ü n num unesidir. G ardrop ve ahır dı
şında kulisi olm ayan b ir m ekândır, aralarda b u raları h erk es gö
rebilir, her şey p ırıl pırıl aydınlatılm ış m anejde, aynı çatı altında
trapezde olup biter - ve b u n a rağm en yine de b üyülüdür, sıradı-
şılıgın ve dakik b ir çevikliğin kendine m ahsus düş dünyasıdır.
Kipler pek az değişm iştir, saygınlar, kom ikler ve jim nastik tip
ler, tıp k ı görülecek hayvan türleri gibi kararlaştırılm ıştır: filler,
aslanlar, tırısta dön ü p d u ran atlar, elinde kam çısıyla direktör,
geçişlerdeki gösterilerde çıkan im ra h o r39 binici kız, ip cam baz
ları ve diğer akrobatlar, - y a n ölü m ü n kıyısında, y an hava cin i-,
hayvan terbiyecileri ve zincirkıranlar. Sirkin aynı zam anda fası
lasız halk eğlencesi olm asını, işte o fasılalarda çıkan palyaçolar
sağlarlar. E lisabeth çağının ışıltı ve p u d ra sın d a n , k ırm ızı top
b u ru n lu , siyah-beyaz sırıtan ağızlı serseriye, yoksulluğun tacı
na, soytarılığa kadar uzanır, palyaçoluk. Hepsi, d o s t b ir m ekana
dönüşm ü ş b ir Kolosseum 'a ait kişiliklerdir; ikincı kısım da çıkan
gösteriler veya pandom im ler iyice öyledir. Temsil, bu tü rü n en
güzel m üziği ile, F u c ik ’in G ladyatör M arşıyla açılıp, Per aspera
ad astra40 m arşın a bağlanır. Sirk bug ü n hâlâ en ren k li kitlesel
38 Mrnageri^Manej.
39 Ahır amiri.
40 Sarp patikalardan çıkılır yıldızlara.
442
gösteri veya sansasyon im gesidir; en eğlenceli hale getirilm iş
Roma Arenasında A rap fantezisidir.
Baraka ve çadırın a^yna tuttuklarına, nadiren tekrar ayna tu tu
lur. Eğlencenin pek tekin olam ayacak olm asına, çehresinin sa
pada kalmasına ragm en, sürrealist açıdan bile yapılm am ıştır bu.
B alm um undan figürün k o rk u n u n sularına dalm asına, yerde ka
yan palyaçonun Bilinmeze sarkm asına ragm en. Sadece M eyrink
bu dünyadan o n u n kendi m asalını, kendi bayagı edebiyatını çı
karm ıştır, şakacılığıyla, hısımlığıyla, kötü yazılmışhgıyla, tekin-
sizliğiyle, hepsi beraber. M uham m ed Dara Şukoh'un41 O ryantal
P anoptikum ’u n u tasvir eder gibi: “G irişteki m oto ru n tem posunu
düşü rd ü ve org benzeri bir çalgı başladı. Sendeleyen, soluksuz
bir m üzik - aynı anda hem tiz hem boğuk, tuhaf, sanki su altın
dan geliyorm uşçasına yum uşam ış sesler. Çadırda balm um u ve
için için yanan gaz lam balarının kokusu. Program ın büyük nu
marası olan Şarkın incisi Fatm a, tem silini tam am lam ıştı ve se
yirciler oradan oraya akıyor veya önünde kırm ızı b ir örtü gerili
duvardaki dikiz deliklerinden, Delhi'nin fethini canlandıran ka
ba resm edilm iş bir panoram aya bakıyorlardı. Başkalarıysa ses
sizce bir cam dan tab u tu n önü n d e toplanm ış, ölm ekte olan bir
Turko’ya42 bakıyorlardı; adam zorlu k la nefes alıyordu, çıplak
göğsü bir top m erm isi tarafından parçalanm ıştı, yaranın cidarla
rı yanık, mavimsi bir renk almıştı. Balm um undan yapılm a figür
k u rşu n renkli kirpiklerini kaldırdığında, kutudan hafif hafif sa
atin zem bereğinin tıkırtısı işitiliyordu.” Vaz’edilm iş, böyle ol
m akla da azalm ayan bir dehşet burada tekrar vaz’edilir; etkile-
nim /izlenim içinde ve ona dönük olarak. Lakin panayır ve sirkin
bununla bağıntılı düş ışıkları da eksik değildir. M eyrink'in “Go-
lem ”i panayıra dair masalsı bayağı edebiyattır; sirk seyriyle su
landırılm ış “Yeşil Surat” da öyle. “G olem ”: bu bayağı rom anda
işlenen, -p a rm a k hesabıyla k o n tro l ed ilem ey en - h o kkabazlık
sırlarından fazlası değildir - am a daha azı da değil. Sokaktan
içeri sızan gayda sesi vardır burada, yatağın ayak u cunda ay ışı
ğı, b ir parça yag gibi g ö rü n e n so lu k b ir levha, kapısız oda,
44
u z u n bir d izi kavanozdan oluşu y o rd u . B unlar b a lm u m u n d a n
değildi, doğal yold an oluşm uşlardı ve alk o lü n İçinde pek m ah
zu n duruyorlardı. D erin düşüncelere dalm ış halleri, b u çocukla
rın aslında b u m eclisin k endisine ü m it bağlanan gençliğini tem
sil ediyor olm ası itibarıyla daha da göze batıyordu. D erken ani
den yandaki ip cam bazlarının sadece ince b ir tahta perdeyle ay
rılm ış kulübesinde davullar ve zillerle gürültülü b ir m üzik baş
ladı. ipe çıktılar, duvar titredi; k ü çü k şahsiyetlerin sessiz dikkati
darm adağın olm uştu. Titreştiler ve yan taraftan sesi gelen vahşi
polkanın ritm iyle dans etm eye koyuldular. A narşi başladı; m esa
jı toparlay ab ild ik lerin i san m ıy o ru m .” G enç Keller’i b u k a d ar
alıntılam ak yeter. Burada da ince m izah d ik k a t çeker, n ükteyi iki
kat şakacı biçim de kullanan şu alaycı sam an altından su yürüt
m e tarzıyla beraber. Asla basit olm ayan am a asla dekadan da ol
m ayan kadim halk neşesi, k e n d in i p anayırda m uhafaza eder,
orada m ültecidir. Bir parça sınır toprağıdır orası, giriş ücreti faz
lasıyla d ü şü k tu tu lm u ş ama k o ru n m u ş anlam larla, nadir-ütopik,
gaddar teşhir içinde konservelenm iş, vulger b ir ardyöresellikle.
Ö zgül arzu bölgeleri p e k az araştırılm ış b ir d ü n y ad ır bu. Son
olarak Barok'ta adlandırıldığı biçim iyle “N adirattan O lan”, b u ra
da suyun üzerinde kalır, ayağı toprağa basar.
445
lan bir torba gibi yakalayacakm ışçasına eğilmez de. Bu kahra
man, halk m asalının fakir ‘Derisi Kalın'ıyla akrabadır, cüretlidir,
cesetleri ateşe atar, şeytana pabucunu ters giydirir. Bayağı edebi
yat kahram anında da, tıpkı o k uyucularının çoğu gibi, kaybede
cek bir şeyi olm am anın cesareti vardır. Burjuva hergeleliğinden
onaylı bir parça da nüfuz eder işin içine; delik deşik olm uş ama
ö lm em iştir; geri d ö n d ü ğ ü n d e , palm iyeler, bıçaklar, A sya'nın
kaynaşan şehirleri vardır etrafında. Bayağı edebiyatın düşü: ‘sı
radan gündelik hayat - bir daha asla’dır. Son'da ise: m utluluk,
aşk, zafer vardır. M acera hikayesinin yöneldiği ihtişam a, m aga
zin hikayesindeki gibi zengin evlilik veya ona b enzer şeylerle
değil de, d ü şü n Şark'ına yapılan etkin seferle kavuşulur. Nasıl
magazin hikayesi tarifsiz biçimde yozlaşm ış destandan birşeyler
taşıyorsa, bayağı edebiyata da şövalye ro m a n la rın ın , G alyalı
Am idis'in, so n am a hala görülebilir ışığı d ü şm ü ştü r. B udur kay
nağı, en eski kahram an hikayelerinden, kahram anın aynı anda
on şövalyeyi bastırdığı W althari43 şarkısından, veya Kral Rot-
h er'le bir aslanı duvara fırlatıp param parça eden güçlü Aspri-
an 'ın destan ın d an bilinen b ö bürlenm elerin. F ilistenlere karşı,
mezar yazısı yirm i yaşındayken belli olan bir hayata karşı, ocak
başı m uhabbetine ve ju s te milieu'ya44 karşı Pathos da bundandır.
Sahici masal halesi oluşur, vahşi bir tarzda: “kızgın ateşi ve so
ğuğu, fırtınaları ve rüzgarları, gem ileri, adaları, m aceraları, terk
edilm işleri, hazineleri ve k o rsan ları”yla Stevenson d ünyasının
halesi. Ve tü m bu g ru b u , bilhassa deyim yerindeyse özürleri
yoksa, yani işini edebî ö zg ü rlü k te n y o k su n h alletm ek d u ru
m undaysa, b ir leş kokusu sarm ıştır. İkili b ir k o k u d u r bu, Kuk-
luxculara ve faşistlere işaret ediyor ' olabileceği, hatta onları özel
olarak cezbedebileceği gibi; sakin burjuvazinin, gariban tarafın
dan yakılan kam p ateşinin ölçüsünün kaçabileceğine dair haklı
şüphesine de işaret eder. Her m acera hikayesi “dua et ve çalış”
ah la k ın ı bozar: tik em rin y erin e k ü fre tm e n in h ü k m ü sürer,
ikincisin in yerineyse korsan gem isi ve h ü k ü m d a rın paralı aske
ri olm ayan nişancı girer görüntüye. H aydut rom antizm i, zavallı
45 Egemenlere karşı.
447
şında tek b ir parça kalm az, defineci d ü şü n ü kurdugu parayı b u
lur, eşler birleşir. M asallar gibi bayağı edebiyat da p a r excellence
gökyüzündeki saraylardır; lâkin havanın iyi olduğu b ir gökyü-
zündeki saraydır - ve salt d ü ş eseri söz konusu olduğunda b u
n u söylem ek m üm künse, gökyüzü sarayı d o ğ ru b ir şeydir. E n
nihayetinde altın çağa dayanır ve y ine b ir altın çağa dikilm ek,
geceden ışığa uzanan talihe k avuşm ak ister. B urjuvanın kahka
h a sı boğazına tıkanasıya, n etic e sin d e - ve b u gün adı b ü y ü k
b a n k a olan dev, y o k su lların k u v v etin e o lan in an çsızlığ ın d an
p işm an olacasıya.
28
SEYAHATİN c a z i b e s i , ANTİKALAR,
KORKU RO M A N IN IN VER DİĞİ M UT LULU K
448
Ta uzaktan Nümberg’in kulelerini ve mavi duma
nını gördüğümde, handiyse, tek bir şehri değil de
tüm bir dünyayı gördüğümü sanmıştım.
-Johannes Butebach’ın Seyyah Kitapçığı
G ü zel ya b a n c ılık
449
larına ragmen. Seyahat bunların hepsinde zaruret veya meslektir;
bir tarafta cazibe, beri tarafta sürgün. Asansör ve fabrikadaki gibi
akan şerit, baharın havada yine dalgalandırdığı o mavilik değil
dir. Seyahat m utluluğu, evden ısrarla aranm adan, geçici bir sıvış
madır, dışsal bir zorlam a olm adan yapılan esaslı bir tebdil-i me
kandır. Kapitalist çağın seyyahı ilaveten talip/heveskâr degil de
tüketici olmayı becerebilmelidir, yoksa o gönül çelici yabancılar
dünyasını kaybeder, hiç alışkanlığının olmadığı, aralarında yapa
cak hiçbir şeyinin olm adığı insanlar arasında. Gerçi, yabancılıkta
en egzotik olanın yabancının kendisi olduğu hakikati değişmez;
fakat o, burjuva heveskâr olarak yabancıların gündelik yaşamını
görmez, hele oradaki sefaleti, - bir güzelliğe tahvil edilemiyor-
sa -, hiç görm ek istemez. O, yabancı olanda, çok defa tedavisi im
kânsız bir öznelcilikle, o yabancı h akkındaki -beraberinde getir
d iğ i- kişisel arzu im gesini görür. Bu imge de çoğunlukla kafi de
recede egzotiktir; ya sözgelim i İtalya kâğıt fenerli sokaklardan
m üteşekkil olmadığı için hayal kırıklığı yaratacak şekilde, veya
eski arzu im gesinin m evzuyu ıskalamayıp tersine abartması, böy
lelikle de -hayal kırıklığı yaşamamakla b erab er- kazanılan dene
yim den hiçbir şey öğrenm eden kalakalması şeklinde. A rzu im ge
si hiçbir şey öğrenm eden kalınca, yalın m evcuda derinlem esine
nüfuz edemez; zaten otel, rehber, taşıt araçları tarafından yalıtı
lan ortalam a seyyah, yoksulluğu k en d i evindekinden daha az
fark eder. Ö te yandan aynı burjuva, nesnelere aktardığı kendi ya
bancılaştırm ası sayesinde, gündelik yaşam ın körleştiriciliğinden
etkilenm em eye kadirdir,' böylece nesnelerde, gündelik yaşamda
ancak m âhir bir ressam ın keşfedebileceği anlam lar görebilir. Ya
bancılaştırm a burada yabancılaşm anın tam zıddıdır; burjuva özel
yaşam dünyasında seyahat tek Mayıs'tır, her şeyi yeni yapandır.
Tazeleyici yabancılaştırma, seyahatin bir başka paradoksuyla des
teklenir: sadece burjuva heveskârın başına gelmeyen, daha ziya
de, hızlı hızlı yeni sayfalar açıyor görü n en uzam sal yan yanalıkla
m addeten bağıntılı bir paradokstur bu. Bu durum , b ir tür uza
nım öznel zam ansallaşm asına, zam anın öznel uzam sallaşmasına
yola açar; bilhassa, seyirlik yerler hızla birbirini izlediğinde. Se
yahat zam anı aslında sadece uzanım dolduğu gibi dolar; uzam
ise aslında sadece zam ana özgü olan değişim lerin aracısı haline
450
gelir. Demek, alışıldık algılama düzenleri tersine döner, hareketli,
değişmiş görünen uzam da içi dolm uş bir zam an oluşur. Eski m a
cera hikayeleri uzam ı tam da b u biçim de b ir halı gibi açıyor,
onun mitsel d o n u k lu ğ u n u bozuyorlardı; h er seyahat, her biri
m utatis m utandis, bu değişim d ü şü n ü n paradoksuyla nefes alır.
Özellikle gençlikte böyledir bu, özellikle de ikili. Aşkın kendi
si bir seyahatse, tüm üyle yeni bir yaşam a doğru; beraber tecrübe
edilen yabancılıkların değeri de aşkla ikiye katlanır. M aşukun
oturduğu sokağı, m ahallesinin en ufak alam etine kadar, pencere
lerine, lambalarına, ağaçlarına kadar saran büyü, asıl aşk seyaha
tinde göze görünenleri kaplar baştan aşağı. Taze su n u lan aşk, ilk
kabaran köpüğüyle zaten ayartıcıdır; erotik tebdil de Dışarı’nın
tebdilini arar. İnsanın kendi şaşkınlıkları, tanınm ayan m em leke
tin, yabancı ve güzel şehrin verdiği şaşkınlıklarla birleşir; en kör-
lenmişe bile ışık düşer o zaman; canlı olan her şey, tüm üyle su
rete bürünür. Seyyahlar, yol ve hedef aşk seyahatinde bir olur. İş
te b u n u n için, a y ı olduklarında, ö tekinin de aynı anda görm esi
ni istem edikleri, ikisi tarafından beraberce görülm esini istem e
dikleri hiçbir şey güzel görünm ez aşık ve. m aşuka. Burjuva balayı
seyahati bile, çeyizin/drahom anın bir kısm ını da böyle hallet
m ekle beraber, b u duyguyu kopya eder. Erotik, dünyayı nüfuz
edilebilir kılar ve h er yeri C ythera46 yapar; erotizm de her güzel
lik, arzu düşlerinden, kaçırılm alardan ve başlangıçlardan kaçış
olur. H ind aşk kitabı Kam asutra, büyük bir zarafetle, aşk edim in
den so n ra m aşuka güzel ve yüce n esneler gösterm eyi tavsiye
eder; bilhassa alışılm am ış nesneler olm alıdır bunlar, sanat eserle
ri veya takım yıldızlar olabilir. tik sahici aşk seyahatleri çoğu in
san için en zengin d ü ş olarak, en genç, yani ü to p ik halesi en
güçlü hatıra olarak kalır. Yabancı yer, ıraklara olan b ü tün önceki
arzuları kesin neticeye ulaştırır; güzellikteki yabancılaştırm a, aşk
şehrinin akşamı ve gecesidir, g ü n boyu yaşar. Seyahat, erotiğe
akraba oldugu gibi, başka tü rd e n bir bağlayıcılıkla, M esen işleri
ne de akrabadır. Talihli bir şekle d ö n ü ştü rü len bir eğleşmenin,
bu sıradan olmayan yerde önem li birşeyler meydana getirm e ar
zusunu taahhüt altına alması, sebepsiz olmasa gerektir. Böylesi
453
lir. Fakat seyahat, güzel bir Başka-Olma'ya dair bir arzu imgesini
en azından bu uzak noktada takip eder - ve, yabancılıkta, taze
keşfedilm iş mucizeleriyle yine de çoğun bedene b ürünerek giyi
nip kuşan an bir imgeyi. İşte b u n u n için, post fe stu m seyahat im
gesi de sanata o k ad ar yakın akraba olarak kalabilir; ayrıca, son
bir seyahat için birikim yapan başka bir değişim e de akrabadır.
İşte b u n u n için, ölüm saatindeki çok bahsedilen -haliyle ileri
yaşlarda g e le n - hatırlam a ham lesinin yoğunlaştığı yolda nere
deyse beşik kertm esi olan veya evinde şarkısı söylenm iş insanlar,
suretler, nesneler bulunm az sadece, seyahat im geleri de olur -
post fe stu m ütopik törensellikle bir daha güzellenm iş olanlar da
hil. Son anda serpilen bu baharat, m uhtem elen herhangi bir şey
olmayan nesneleri ilk görü şte d ö k ü lm ü ştü r ortaya; yakmış, üze
rin i kaplam ış veya m eselenin hakiki tadını güçlendirm iştir. Sa
dece tarih değil coğrafya da, böylesi coşku uyandırm anın en iyi
sine kadirdir; -alışılagelenle zıtlık oluşturm akla kalm ayan- nes
neleri kendi yerinde ve kendi konum unda b ir arada tesbit edip
açılımını sağlayan, fazlasıyla yoğun bir bakışla, tabii.
454
tatil safasına d önüştürülerek tahrif edildi. Sadece seyahati degil,
ona yönelen - b ir vak itlerin - a rz u im gelerini de ucuza ifâ edecek
aracılar olarak, seyahat şirketi den en k u ru lu şlar çıktı. Şu ‘görül
meye değer güzellikler’ denen şeyler başladı; tu r için tertiplen
miş, İtalyanlığa ayarlanm ış, O ryantalliğe ayarlanm ış bir d ü n y a
da bulunuyordu bunlar. 1864'te eski dem iryolu m em uru Louis
Strangen, sonradan çok sevilen şirket gezilerinin ilkini düzenle
di; bu turlar, ıraklara olan h asretin ılım lısına, sadece gönlünün
İtalya’sını değil, Yakın Şark'ını da açtılar. S orrent selâm landı,
dalgaların parıldayan kabarışı, in c i ad a Korfu, Şark'ın kapısı Ka
hire, devâsâ piram itler. Hepsi garantili, bahşişlerle beraber, tıkır
tıkır, rehberlik dahil, peşin götürü fiyata. Fakat ülkeler arası tra
fiğin vesayet altına alınm am ış kısm ı da yüzyılın ortasından iti
baren orta sınıfın refah artışıyla beraber giderek rasyonelleşerek
büyüdü; dünya sekiz günde, o n d ö rt günde, d ört ilâ atı haftada
görülecek şekilde kataloglandı. Sadece Alp dağcılığı, kısm en,
yolu açılm am ış bir yerler arz ediyor, keza kim i özgül uzaklıkla
ra, yani yüksekliklere dö n ü k arzulara hitap ediyordu. Keza ka
m uoyunu n bakiye kalan son keşif gezilerine, karanlık Afrika'ya
ve Kuzey K utbu’na yönelik okur katılım ı da devam etti hatta
arttı; N ansen'in "G ecenin ve B uzun İçinden” kitabı, Yukarı Ark-
tika (A ntarktika) fotoğrafları ve renkli baskılarıyla Kuzey fecri
nin tacı ve ışıltılı göğü, geniş çevreleri satılm am ış doğa h akkın
da bir sezgiye kavuşturdu. M amâfih norm al seyyah, topyekûn
evindeki k o n fo r h ü cresin i (liv in g room s') yanında g ö tü rd ü ğ ü
yerde de aradı satış dışı olanı; tu ristik olanı teşvik eden aynı C o
ca Cola dünyasının, düşlenm iş başkalığı ve ziyaret edilen yerle
rin m asalsı ıraklığını gitgide ortadan kaldırdığı yerde de aradı.
Ama h e r şeyden önce tü m b u organizasyonların tem elinde ya
tan şuydu: Turistik olan, deniz seyahatleri yaparak, Yakın Şark’ı
sulayarak veya en azından “uçarak dünya seyahati”n in resimle
rini evlere yayarak, dünya pazarın a ve d ü n y a g ü cü n e d ö n ü k
y erli arz u la r açısın d an a rta n b ir p ro p a g a n d if önem kazandı.
Ç ünkü em peryalist çağ seyahat bürolarını teşvik ediyor ve kuşa
tıyordu sürekli; diğer yandan da yabancı dünyayı iyicene biçim -
51 O turm a odası.
455
sizleştirm işti. Yabancı dünya, en iyi durum da, sermaye güzergâ
h ın ın berisinde kalan bölgelere sıkıştırıldı, fakat esas itibarıyla
gayrım enkul b ir yabancı m addeydi, tâ ki daha kolonyal olana
dek. H er şey batar, G arp hariç - b u nokta itibarıyla, doğru bir
cüm ledir bu. H alk ların yaşam ıyla m eşgul olm ak, insan elinin
düzen verm ediği yerlere keşif turu, sahici acayipliklerin som ut
olarak algılanışı, çoktan geride kalm ıştır. G oethe'nin "İtalya Yol
culuğu”, hatta hen ü z V ictor H ehn'in İtalya kitabı, öncelikle de
öğrendikleri folklorla ilgili, bu nesnelliği gösterm işlerdi. B unun
dışında p ek ayrıntıcı olan Baedeker,sz şayet n orm a bağlanm ış
teşhir v itrin in e uym uyorsa, folklora artık hiç yer verm ez veya
haraketlerle su n ar onu. Ve ıraklara d ö n ü k düş, z ıtlık a rzu la n n ın
egzotik o lan ı istilâsı pahasına ve gayrım enkul yabancı m addele
ri de yeniden b ir mala, 'evdeki gibi değil' m arkasını taşıyan bir
m ala dön üştürm eleri pahasına baki kalm ıştır artık ancak. Sanki
Yabancı Olan, m ünhasıran K refeld'in veya M inneapolis'in veya
Liverpool'un karşıtıym ışçasına, sanki sadece k en d i kendisiyle
m ukayese edilebilecek, kendine m ah su s b ir önem taşım ıyor-
m uşçasına. Saltık zıtlık arzusu karşısında, G üney İtalya'nın k ili
se şenlikleri veya Şark'ın hâlâ kalm ış karavanları, deve pazarları
ve pazarları gibi kendine m ahsus haller yerli dünyayla uyum suz
kaçmaz; A vrupa'nın k ap ılan önündeki b u ortaçağ, kendi olm uş
ortaçağının hatlarını d a faş ediyor falan değildir. Tersine; ziya
retçin in yurduyla tam tam ına bir zıtlık aran ıy o rd u r - ziyaret
edilen yeri hiç ilgilendirm eyen b ir zıtlık. Böylesi zıtlık arzu lan
elbette 19. yüzyıldan daha eskidir - 18. yüzyıldan daha geriye
gitm eseler de. W inckelm ann'ıS3 soylu sadeliğe, sü k û n e tli b ü
yüklüğe yönlendirm iş; İtalyan halkını ve coğrafyasını değil de
belirli İtalyan sa n a t eserlerini değerlendirdiği o ran d a Goethe'ye
etki etm işler ve “pipoya benzeyen Alman sütunların d an” bıkm ış
olan şairi, apaçık m evcut b u lu n an ve o denli ağır basan İtalyan
Baroku'na körleştirm işlerdir. Delacroix ise Cezayir ve Fas resim
lerinde başka tü rlü b ir zıtlık aram ıştı, bu kez rom an tik yönde.
O nun yırtıcı hayvanlarının, h arem kadınlarının, çöl sahneleri
54 Yırtıcılık ve canlılık.
457
niyorduysa, h ep si o evde k e n d i yerindeydi, h er yerde G örü-
nüş'ten ço k O luş vardı. Hafif b ir m asal kokusuyla, p u n ç’la, E.
Th. A. H offm ann'ın b u odalarla sık ı sıkıya ilintili sanatıyla. İşte
bu, yüzyılın ortasında bıçakla kesilm işçesine bitiverdi, ıraklar
dan kopyalanm ış sihir, vitray çerçeve başladı. Zenginleşen b u r
juvazi ken d in i soyluluk yatağına atıp, geçmiş üslûpların düşsel
telâfisine girişti: eski Alman, Fransız, ttalyan, O ryantal, bir dolu
hatıra. H iç-O luş'u G örünüş’e dönüştürm eye, gün be gün yaşa
nan evi başka b ir bayrak altında yelken açtırm aya d önük, her
defasında şaşırtan b ir zevk peydah oldu. Şiâr: kendi dört duvarı
arasında seyahati ikam e etm ek hatta daha iyisini yapm aktı - kâh
tarihsel, k âh egzotik yönden. B undandı, k u ru lu ş yıllarındaki
kum aşlara sanatkârane kıvrım larla şek il verm e hum m ası, N ip-
pes55 koleksiyonu, yeni zengin b ö b ü r ü slûbu, kadife-sırm a kar
m aşası. B u n d an d ı, şövalye k u le le ri b içim in d e büfeler, b altalı
m ızraklar ve harem ihtişâm ı, cam i lam baları ve ö k ü z boynuzlan
- b ü tü n o bulm aca gibi m ontajlar. M ontaj alacakaranlıktaydı,
ışık pencerenin önündeki kat kat kum aştan süzülüyordu; m ü m
k ü n m erteb e g ûya-O ryantal p e rd e le r asılıydı, caddeyi uzak ta
tutm ak, topluluğu ve o n u n m askeli balosunu koruyup kollam ak
için. Ve içerdeki topluluk, m in ik yaylılarla, m in ik trom petlerle,
aşk T annçası'na refakat eden kanatlı çocuk im geleriyle bezen
m iş b ü y ü k kızlarının salon parçalarını dinliyordu; h e p şu yanlış
rokoko: “Cascades", “Carillons" ve “Papillons", “Pensees fu g iti
ves" ve “Cloches du m o n a s ttr e " 6 - “Souvenirs de Varsovie"yis1 de
unutm ayalım . Bir de, odanın duvarına verevine cilâlı b ir uzu n
sopanın u cu n d a dev b ir kilim asm ayı çok severlerdi, sanki bu
b ir seren d ireği ve yelkenm iş de, oda gayet A rap b ir tarzda d ü n
ya denizlerinde d ö rt d önüyorm uş veya b ir H ind şehrinin lim a
nında yatıyorm uş gibi. O n u n yanında çıkrık ve Venedik seyahati
hatırası da eksik olmazdı: neredeyse göğe k a d a r uzanan M ura-
no58 ayna ö n ü n d e sedef b ir gondol. Bu arzu m askesi tesisatının
(söylemeye gerek yok: değişik fiyat düzeylerinde) modeli, Viya-
59 Yeni zengin.
60 16. yüzyıl Italyan ressamı ve adını ondan alan, altınımsı-kahverengirnsi kırmızı.
61 Roma Uğruna Bir Mücadele.
459
deden oluşan. Güç ve m adde gerçi, Ludwig B üchner'in söylediği
gibi, “m ucizeleri ve güzellikleriyle tüm evreni oluşturan ham
m addeler” olarak kaldılar; beri yandan, güzelliklerden vazgeç
m ek istem eyen tatiller için, doğa, özel şık n üsha haline geldi. En
aydınlanm ış kişi bile "Tanrıça” ve "tapınak” kelim elerini kulla
nıyordu; böylesi sözlerin parıltısı, b uzullar ve Alp ışıltısını res
m eden b ir ışıklı tabela m isali yanıyordu evin pencerelerinde.
“H ak ik at T anrıçası d o ğ a tap ın ağ ın d a b a rın ır” der, H ackel'in
Weltrdtsel'i.62 M addeyi ve gücü öylesine renklendirm iş ve soylu-
laştırm ıştır ki b u 'Bilm eceler', “yeşil o rm an d a, m avi denizde,
dağ ların karla kaplı yücelerinde o vardır”. Yüzyıl d ö n ü m ü n d e
M ak a rt'ın d ü n y a s ın ın y e rin i B öck lin 'e, b aşk a b ir b a k ım d a n
Böcklin'e bırakm ası ölçüsünde, tıklım tıklım d o ld u rulm uş k o
n u t deyim yerindeyse daha klasikleşti, Şark'ın yerini de b ir dolu
A kdeniz aldı - tabii k u m aş katlam a işleri de e k sik olm adan.
Uzam, beyaz-altınsı bir maskeye b ü rü n d ü sadece; gaz aydınlat
m asına Casar F laischlen'in “K alpteki G üneş”i eşlik etti, tarihi
ro m an ın m im arîsin e de Cari L arsso n ’u n 1895'te çıkan, artık
Bengal ateşiyle değil de kozm ik olarak aydınlanan bir yaşam tar
zın ı tem sil eden “G üneşteki Ev”i. Bunun neticesi, K ahire'deki
cariye pazarlarının resim lerinin yanı sıra b ir gençlik tarzı erotiz
mi, salonun ortasındaki palm iyenin ve T ürkçe A lm an Rönesan-
sın ın yanı sıra “alk io n ik ”63 erotizm idi. Yalnızca 19. yüzyılda
m evcut olm uş olan, tıklım tıklım kitsch'in ve b ü tü n o bahsetti
ğim iz acayipliklerin tarihsel-egzotik-ütopik b ir d ek o r k u rm ak
üzere üzerinde yer aldığı özgül d ü ş tabakası, şim di aydınlık bir
ru h çağırm a edim iyle zap ted ilir - am a hâlâ ru h çağınlıyordur.
19. yüzyılın neredeyse tüm oda düzeninin üzeri b ir harem gö
ğüyle kaplanm ıştır, şim diyse kişinin k en d i evindeki, kendi doğa
tapınağındaki O ryantal Kıbrıs, ayrılıkçı-antik bir imgeyle değiş-
tiriliyordur - zaten K ıbrıs da g ö rü n ü şler yüzyılının ü slû b u n u
veren parçası, o n u n egzotiği olarak kalacaktır. H ackelci W ilhelm
Bölsche'nin, doğa tapınağının “soylu çıplaklığı”n ı gösteren bir
tezyinata benzer biçim de yaptığı m anzara tasviri, b u n u n uzak
62 Dünya Bilmeceleri.
63 Yunan mitolojisinde alkion: dalgaların üzerine yuva yapan kuş; denizin buna
müsait sükûneti.
460
olm ayan b ir örneğidir: “C ü ru fu n d an arındırılm ış, daha iyi bir
Yunanîliğin aydınlık geleceğinin dünyası; töre ile çıplaklığın, sa
natın saf b u h u ru ile aşk b a h a rın ın sıcak k o k u su n u n birbirlerini
rahatsız etm eden çiçeklerle kaplı çayırda beraberce yayılabilece
ği; bu esnada beyaz tapınağın kutsal perdesiyle yaşam ın ve te
fe k k ü rü n en derin gizem lerinin ö n ünde sessizce gökyüzünün
m aviliğine doğru uzanacağı... N e zam an ulaşabileceğiz, şaşkın-
lıklanm ızın derin gölgeler vadisinden senin lütuf adana?” Gö
rüldüğü gibi, perde burada da eksik değildir; tapınağın girişinde
b ulunm asını tasavvur etm ekten m em n u n lu k d u yulan b ir tür an
tik kapı görevlisi; tıp k ı sevgilinin ö n ü n d e giyilen tah rik edici iç
çam aşırlar gibi, keza eskinin salo n u n d a asılı kilim gibi - am a ar
tık onu yelken gibi düşünm eden. Böyle, çiçeklerle kaplı çayır
larda perdeli b ir an tik tapınak hiç olm adı; keza seyahat resimle
rinin zıtlıklarından düşlenm iş b ir im gedir bu. M erm erden ziya
de beyaz yağlıboya olarak o zam anın sergilerinde b u lunur; kö
ken imgesi ise, zam an zam an Geç Rokoko’n u n saray bahçelerin
de ve klasizm çerçevesinde yapılan' işlem elerde görünen bir d ü
zenektir. B ütün bunlarda güzel Yabancılık, daha 19. yüzyıl dö
n üm ünde, d ekoratif b ir etkide b u lu n u r; tanzim edilm iş, yerleşti
rilm iş bir ütopyanın özel b ir tarzını oluşturur. Özellikle ku ru cu
lar dönem inin oda ve resim dünyasının üzerinde, (fabrikalarca
im al edilen) kopyanın sahici lâneti, peluş b ir egzotiğin, k o n u t
olarak kullanılan b ir pasajın, m ekân tanzim inde kullanılan bir
panoram anın yanlış lütfu asılıdır. Z engin K orint sü tu n u her tür
lü takdirin ü zerin d ed ir - am a özellikle o, en sahici olm alıdır;
çünkü o n u n yeri, k ü çü k burjuva nouveau ri che’in böbürhânesi
değildir - yolu kapayan fantezi kıtlığı değil, fantezi fazlasıdır
o n u n yeri.
Biriktirm ek, öteden beri, seyahate gitm enin özellikle çarpık bir
tarzıdır. H er şeyi toplar, h er şeyi kendinde tutar, sahip olm a hır
sı ve harislikle eller a n la n , böylece sıkı sıkıya evine bağlı kalır.
Beri yandan K endinin Olanı aranır dört b ir yanda, eski b ir âlet
için kör bucağa bakınır, o n u n iptilâsına d ü şm ü ş o lanı m ahvet
461
mekte beis görm ez, bu bakım dan yeterince dışa dönüktür. Bun
lar çelişkili g ö rü n ü r am a k e n d in i n ad ir olanla çevrelem e, za
m ansal veya uzam sal y ö n d en ıra k olan ın kapsülü içine girme a r
zusunda birleşirler. H er şey toplanıp biriktirilebilir: Düğmeler,
şarap etiketleri, kelebekler, bilhassa sıklıkla posta pulları. A ntik
nesneleri, a rtık m evcut olm ayan ve egzotik sanatların eserlerini
toplam ak, b u n lar arasındaki en soylu av tü rü d ü r yalnızca. Ta-
mamlanm ışlıga olan saplantı da m arka toplayanla porselen ko
leksiy o n cu su n d a aynıdır; b ir seriyi tam am lam a arzusuyla b ir
servis takım ının tam am ına sahip olm a arzusu arasında fark yok
tur. Fiyatı belirleyen h ep nadirliktir; ister pulu n tırtıklarında se
risine göre b ir fark söz konusu olsun, isterse kenarı bom beli ol
duğu için sadece çekm eceli ö n tarafı bom beli olanından birbu-
çuk m isli pahalı olan barok kom odin. Tüm b iriktirm e nesnele
rinde, nadir olanların bulu cu su olan satıcının emeği, üretkendir
(dağıtım işindeki nadir ü retk en em ek etk in lik lerin d en biridir
bu); tüm ünde de fiyatı m eraklıların rekabeti düzenler. Yine de
sanat koleksiyonculuğu diğerlerinden esaslı şekilde ayrılır, çü n
k ü bu alanda n a d ir olan aynı zam anda yeniden im al edilemeye
cek olan, geri getirilem eyecek olandır. Pullar ve be,nzerlerinin
b ug ü n de y ü z yıl öncekiyle aşağı yukarı aynı olm asına m ukabil,
eski mobilyalar, kadifeler, porselenler b ir yitik iyiliği, kayıp bir
zanaati, b atık bir k ü ltü rü taşırlar; işte b u da nad ir olm a vasfını
k a z a n d ım onlara. M akine m allarının tek sesliliğinden ve gittik
çe daha tek sesli o lu şu n d a n farklı o larak an tik alar ülk esin d e
n orm a bağlanm am ış, hep yen id en şaşırtan b ir zenginlik kendini
gösterir. E n basit fayans tabaklar bile, im al edildikleri yerler ara
sında beş saat yol farkı varsa, birbirin d en değişiktir. Buhara ve
Afgan hariç, hiçbir Şark halısı diğerinin aynısı değildir; F rank
furt im alatı b ir dolapla Danzig imalatı dolap arasında, h er ikisi
de barok olm asına rağm en, çiftlik av lusunun girişi ile saray ka
pısı arasındaki kadar fark vardır. Bunların hepsi yerellikle, sipa
rişle, âdetlerle ayrışmıştır; fakat hepsi de el zanaatinin sağlamlı
ğıyla, tek tek im al edilm işliğiyle, tek rarı im kânsız bir vahdet
içindedirler - ve yavaş gelişmiş kapalı b ir k ü ltü r hepsini birbiri
ne bağlıyordur. Bu nedenle, b u g ü n eskileri topluyor olm ak m a
kine m alından yüz çevirm ek ve geri getirilem ez o lm uş -a y n ı za
462
m anda en huzu rlu ve en fantezi d o lu - b ir ev im gesine dönm ek
anlam ına gelir. B ugünkü su retinin ö nceki yüzyıldaki -ta m söy
lersek: dekore edilm iş odalardaki- inkâr edilm ez kökeni de za
yıflatmaz b u b irik tiriri Eros'unu. Zayıflatmaz, çünkü antika me
rakının en son ilgileneceği şey, kaba saba im al edilm iş kopyalar
ve sözüm ona “stilli” m obilyalar olacaktır. Sahte antikalar bile
yeni zengin b ir böbürcülüğün ihtiyaçlarına ve süs arzularına en
der olarak uyarlanır. Sahicileri ise tüm üyle, kapitalizm tarafın
dan tahribata uğratılm ış b ir biçim sel kesinliğin tanıkları, yitik
güzelliğin sahile v urm uş ganim etleridir. A ntikalar ülkesine doğ
ru denize açılm anın rom antik-gerici anti-kapitalizm le hiç alâka
sı yoktur, am a geç kapitalizm in sanatın -özellikle de ev âletle
rindeki s a n a tın - can düşm anı o lu şu n u n idrakiyle pekâlâ alâkalı
dır. A ntika ülkesi, eskilerde güzel başarılmışlığıyla, yine saadet
verici âhengini kurar, aynı topraktan, aynı fantezi d o lu verim li
likle. B ütün b u iyi parçalar da birbirleriyle anlaşırlar, daha karı
şık h a ld e y k e n b irleşirler. T ıp k ı, m im a rîd e n , W ü rz b u rg 'd a n ,
W orm s'tan ö rn e k vereceksek, saf rokoko b ir yan kapı girişinin
bir Roma katedraline dikişsiz eklenebildiği gibi.
Gerçi, sahici eski şey toplayıcılığının tem elinde de seyahate
gitm e arzu su n u n yattığı, hâlâ doğrudur. Bu, eskiden ırakların
verdiği çü rü k büyü d u y g u su n a dair b ir şeyle bağlantılıdır; ger
çekten sahici olan m u h itin gerçekten sahici m u k im i bilm ezdi
seyahate gitm e arzusunu. Fakat o, b u g ü n hâlâ antikayla eğleş
m enin önem li b ir kısm ını olu ştu ran arzuyu bilirdi: çok sayıda
eski zam anda, çok sayıda ırak ülkede hazır bulunm a arzusu. An-
dersen'in “M u tlu lu k galoşları”n d ak i adlî m üşav irin gotik Ko-
penhagen'e vâsıl olm a arzu su d u r bu; sim yacıyı kadim Truva'ya
veya uzaklara götüren bir dizi b ü y ü m asalı, aynı türdendir. Nasıl
b ir düştür, bir günlüğüne, b ir saatliğine porselen asrında eğleşe
bilm ek, hatta eski Atina'da, Roma'da, Bizans'ta, M em phis'te, Ba-
bil’de. Eski sokakların ve evlerin arasında yaşayarak dolaşabil
mek; geriye doğru, ölüm e karşı b ir zam an seyahatine çıkm ak,
k.:ndi do ğ u m u n u n gerisine gitm ek. Bu eşyanın tabiatına aykırı
g ay rıtab ii a rz u im g e sin in bir y a n sım a sın ı P o m p e i'y i ziyaret
edenler bulur. Ve şüphesiz h er esk i şarap testisinde, b aro k dolap
kapağının m uazzam saraya yayılan sesinde, bakır tabağın kuytu
463
daki görü n tü sü n d e b ir parça Pom pei yaşıyordur. Bu geriye dö
n ü k seyahatin en vahşi, aynı zam anda iç içe geçmiş yansım alarla
yüklü hali, tıklım tıklım d o lu h er antika d ü k k ân ın d an taşan ar
zulardadır. Balzac böylesi b ir arzu dizisini veya ayna m ontajını,
Peau de chagrin'de64 u n u tu lm a z b ir biçim de anlatır. R om anda
genç bir şair m ağazaya girer; "yaşam o n u sarh o ş etm iştir - hatta
b elki ölüm de”. D ikizci olarak, geçm işte, ıraklarda ve aynalı ga
lerideki iç içe yığılmış eğleşm esi esnasında çapraz m ontajı idrak
eder. “K ırk d ü n y an ın k o lu n u bacağını görüyordu m ecburen...
Timsahlar, m aym unlar, d oldurulm uş dev yılanlar kilise pencere
lerine sırıtarak bakıyor, fırçalan ısırm ak, boya kutucu klarını ka-
pıverm ek, avizelere tırm anm ak istiyor gibi görünüyorlardı. M a
dam Ja co to t N ap o leo n 'u n boyadığı bir Sevres vazosu, Sesost-
ris'e65 adanm ış b ir sefenksin yanıbaşm da dikiliyordu ... Ö lüm ün
alet-edevâtı, kam alar, yabancı tarzda tabancalar, gizli silâhlar,
yaşam ın alet-edevâtıyla beraber karm akarışık, rengârenk d u ru
yorlardı; porselen çorba kâseleriyle, M eigner tabaklarıyla, şeffaf
Çin fincanlarıyla, antik tuzluklar ve feodal şeker kutularıyla bir
arada. Pupa yelken b ir fildişi gemi, hareketsiz b ir kaplum bağa
n ın sırtında salınıyordu. Bir hava pom pası, kıpırtısız b ir majeste
du ru şu y la dikilen Kral A ugustus’u n gözüne dayanm ıştı... D ü n
yanın bu süp rü n tü yığınında yok yoktu; ne K ızılderili tü tün çu
buğu, ne yeşil-altın rengi Harem terlikleri, ne Berbert yatağanı,
ne bir T atar idolü. A skerin tü tü n kesesine, rah ib in b uhurdanlı
ğına ve b ir tahtın tüylü tezyinatına vanncaya d ek h e r şey mev
cuttu. Bir de ü stelik bu im gelerin verdiği şaşkınlığın üzerinde
bin ışığın cilvesi oynaşıyordu, vahşi b ir ayrıntılar karmaşasıyla,
aydınlıkla karanlığın en kuvvetli zıtlığıyla. K ulak k esik kesik ba
ğırtılar duyduğu kanısındaydı, zihin kaosun içinden b in tane ta
m am lanm am ış trajedi çekip çıkarıyordu, gözse üzerinde pek de
bir ö rtü olmayan b ir ışıltı algıladığına inanıyordu." G enç şairi
b u m ağazaya sü rü k ley en ü m itsizlik dinm iş, şair şövalyeye ve
H indu rakkaseye, g aip balm um u, demir, sandal ağacına d ö nüş
m üştür, yüz ayrı çağ ve uzam tek b ir perspektifte kuşatm ıştır
67 insanın Tanrılaşması.
68 Kafasız ve kolsuz-bacaksız beden heykelleri.
466
riyle ve toplam da yapay enkazlarla m esk û n d u r o hassasiyet tar
zı - Schw etzingen saray bahçesindeki gibi. Antik yıkıntılardan
başka, an tik vecdin yanında bilhassa cin-peri işlerine de m üsait
olan ortaçağ kaleleri de görüş m en zilin e girm iştir. Y ıkıntılar,
öted en beri, daha A ntik ite’de ve B inbir Gece M asalları'nda, ö lü
le rin ve m ünzevî ru h la n n eğleşm esine u y g u n y erler sayılıyor
d u . Böylece b u sahne, b ilh assa yerli, g o tik ay ışığ ın ın altına
k ay d ığın d a, başlangıcı 18. yüzyıla u z a n a n k o rk u ro m a n ın ın
m eşru m ekânı oldu. D uygusallıkla aranan b u yıkıntılar, A m eri
kan terör sa ld ın la n n ın geride bıraktığı dehşetli derecede gerçek
enkazdan nasıl da farklı b ir etki u y an d ım . Fakat daha o zam an
lar, salt fâniliğin ve o n u n m ersiyesinin yarattığı hâle de, h er
hangi b ir hâlesi olm adan (anlam sızlığın h âlesinden bile yok
sun) m e tru k pencere k o v u k la n n d a o tu ra n d eh şetten nasıl da
farklıydı. O zam anki A ntikite kategorisi, 19. yüzyılın enkaz b ü
yüsüyle, enkaz şifreleriyle çoğaltılm ış restorasyon kavram ların
dan ne kadar uzaktı; Torso'nun karşısındaki vecd, o n u tam am
lam a g ü d ü sü n d en nasıl da farklıdır. 1820'de Milo V enüsü top
raktan çıkarıldığında, eksik k o lla n , h em en a rd ın d a n ve tüm
yüzyıl boyunca, y ü zd en fazla rekonstrüksiyonla e x ingenio69 ye
n id e n im al edildi; B arok, vecdini, tam da Torso'da, o n u n fânili
ğinde ve üzerin e d ü şen Son Işık'ta b ulm uştu. Ama ana h a tla n
itibarıyla ‘k a lın tı b a k ışı’ b u g ü n hâlâ k a lm ıştır - n u ra n î fa cies
hippocratica70 haricinde: P atina'nm 1' Pathos'unda, yekpâreliğin
Pathos'unda. P atina’n ın arzuladığı Pathos, rengârenk cam lardan
P aestum 'u n 72 altın rengine, h arap k irem itlerden (m anastır ra
hip ve rahibeleri) soylu yeşil bronza d ek uzanır; b u Pathos, o
zam andan beri akıp giden zam anı ister, eski bir şarap gibi ya da
güzel geçirilm iş b ir yaşam ın akşam ı gibi ister onu. Başka türlü,
tam am en gayrırom antik, am a keza tahribata m ü teşekkir olm ak
tan geri kalm adan, y ekpârelik aşkı, zam an ın tesirine h ü rm et
eder. H ususen, Y unanî-plastik alanında; b u ra d a ko lsu z Milo Ve
nüsü, tam am lanm ış orijinalin hayalîliğiyle kıyaslandığında da
Neşe dolu bir ev olm asın ki, yeşilin ortasında veya yeşile bakm ı
yor o lsu n . B oşluk ona aittir, h er şeyden önce de k en d i arzuları
na göre biçim lendirdiği bahçe. Çiçekleri toplar, düzenler, taşı ve
suyu ehlileştirir, k e n d iliğ in d e n açılan d u v a rla r koyar. Bahçe
zevk-ü sefaya aittir ve o nu içine alır, kadına ve Cythera'ya aittir.
A rap bahçesinin harem e bitişik olm ası sebepsiz değildir, orası
aşk, sürpriz ve barış coğrafyasıdır. Bir ucu serin ve kuytudur, su
o yunları ve k ü çü k köşkler, acayiplikler eksik değildir. Bağdat
halifelerinin parkında bakırdan dereler, cıvayla dolu bir gölcük
vardı; dört bir yanda, içinde kör edilm iş ve gündüz de şark ı söy
leyen bülbüllerin olduğu altın kafesler asılıydı, ağaçlarda da rüz
gâr estikçe kendiliğinden çalan harpler. Aşk p av yonunun duva
469
rında fildişinden bir zara b en zeyen yarıklar vardı, m avi-yeşil
Şark sem âsı görünüyordu arasından. Labirentler, aşk sevincini
çoğaltan ayna o y u n ları hoşa giderdi (en ü n lü le ri A rap Paler
m o'sunun saray bahçelerindeydi b u n ların , Roma da bu gibi sa
n atları eski Şark'tan getirtm işti.) Ve n asıl güzel dişiye güm üş to
kalar, ziynet zincirleri takılırsa, Şark bahçesi de m etal işçiliğiyle,
cam dan çiçeklerle, Ç in'den gelen yeşim taşıyla tezyin edilm işti -
bizzat do ğ an ın ince bir haz d ü şü , dişi olarak doğa. Bahçenin
ikinci kez çiçek açışı, Barok'ta oldu; G arp m utlakçılığının O r
yantal despotizm e olan ilgisi, ilkin A rap fantezisine el atılm asını
getirdi. E n önce de, 18. ve 19. yüzyılın saray bahçelerinde; gide
rek kendini dayatan b ir yenilik olarak takdim /tem sil unsuruna
rağm en. Bu yeni u n su r bahçe sanatının ikinci p arlak çağında,
Barok'ta m uzaffer oldu, ama tam da olamadı. Barok p ark sere-
m oniyel şenliklerin ölçülü, geom etrik olarak hesaplanm ış sah
nesine d ö n ü ştü - am a yam zam anda, h e r b ir yanda rol alan do
ğanın sahnesine. Sarayın k en ar bölgesi olarak davranm alıydı,
yarı m atem atiksel b ir varlık, y arı yarıya da gem lenm iş sapmaydı;
panoram aydı. H er şeyden ve herkesten am blem yaratm aya dö
n ü k barok arzuya tekabül eden barbarca-kom ik taşkınlıklar da
görülüyordu burada: p o rsu k ağacında Adem ve Havva, şim şirde
St. Georg, sürünen yer sarm aşığından kuyruğu olan bir ejderha,
defnede m uazzam şair. M am âfih baro k bahçe, o zam anki toplu
m un “sans la harbe lim oneuse”7S b ir doğa deyince - u z u n peruklu
da o lsa- arzulayıp tasavvur ettiğinin nonplusultra’sım 76 da yaratı
yordu. Fakat bu, operanın taklidiydi. B unun ötesinde aydınlatıl
mış olan doğa, o zam anın doğayı sevdiğini söyleyen soylu ada
m ının anlayışına göre k u ru lm u ş b ir sah n ed en ib aret değildi;
çünkü o, rasyonel olarak m ükem m el b ir şaşırtm a, büyük. Veduta
[görüş] idi, an tik koşullarla O ryantal keyiflerin b ir karışım ı, kı
sacası düzenle tuhaflığın b ir birleşim i idi. Rokoko, b ü tü n b u n
larda etki etm ekte olan takdim /tem silin kaybolm asına yol açtı,
u zu n peruğu bile doğadan uzaklaştırdı, fakat O ryantal keyif, Ar-
kadia77 esvapları içinde d ahi olsa b ak i kaldı. Yeni olarak, m er
475
korku hikâyesi olan “M ajorat"taki hâkim , ö lm ü ş Daniel’i ger
çekliğin dışına geri gönderir, nitekim “Altın Tencere”de arşivci
Lindhorst H ekate86 elmacı kadını m ağlup eder ve yabancılaşm a
yı bulutsuz bir A tlantis’in ışığına dek kovalar. K orku rom anının
antika seyahatindeki ü rp ertin in nesnel k a rşıt anlam ı, budur.
29
DANSTAKİ ARZU İMGESİ,
P A N T O M İ M VE F İ L M Ü L K E S İ
Dans eden de, başka olm ak ve başka olacağı yere gitm ek istiyor
dur. Taşıt kendim izizdir, eşimizle veya grupla beraber. Beden,
hafifçe sarhoş eden ve aynı zam anda ölçüye sokan bir âhenkle
hareket eder. Ö ncelikle de istem ek üzere yanaşm ak ve kaçmak,
cinselliği de çağrıştıran bir h arek ettir ve toplum sal u.ansın temel
ham lesini oluşturur; ne kadar kabalaşırsa da, o kadar belirginle
şir. Ama böylece tüketilm iş olm az, başka b ir adım veya dönüş
de vardır taklit edilen h areketler arasında, b ir form a sokulur,
süslenir, ölçülü hale getirilir; özellikle Rusya'da k orunm uş b ir
çok halk dansında, bitirilm iş çalışma sonrasının neşesi vardır.
Lakin cinsel dansta da yükseltilm iş, yukan kaldırılm ış bir şey
vardır; görü n ü r biçim de duynlur, duyusal o larak g ö rü n ü r kılar
kendini. Dans, g ü n d ü zü n olduğundan, en azından gündelik ha
86 Yeraltı Tannçası.
87 Şimdi içmeli, yalın ayak toprağı ezmeli.
476
yatta olduğundan tüm üyle farklı hareke t ettirir insanı; gündelik
hayatın yitirdiği veya zaten hiç sahip olm adığı b ir şeyin taklidini
yapar. D aha güzel hareket eden bİT varoluşa olan arzuyu adım
lar, bu arzuyu göze ve ku lağa sokar, tüm bedeni b ununla sarar,
sanki o ana şim diden erişilmiş gibi. Hafif, kanatlanm ış ya da ka
tı, her halükârda beden başka türlü hareket eder, başka bir tarza
girer. Buna daha kuvvetli kapılm aya d ö n ü k bir güdü vardır hep
bu esnada.
Tabii her şeyin çözüldüğü yerde, beden de fazla çabaya gerek kal
m adan yerinden oynar. 1930’dan beri süregelen caz danslarından
daha kabası, bayağısı, aptalı evvelce hiç görülm emişti. Jitterbug,
Boogie-W ogie, m ütek ab ili olan ve ona sözüm ona sesle refakat
eden yaygarayla beraber, tam am en şirazeden çıkm ış eblehliktir.
Bu tarz A m erikan hareketleri Batılı ülkeleri sarsıntıya uğratır -
dansla degil de, kusturarak. İnsan kirletilm eli ve beyni boşaltıl
malıdır; ki söm ürücüleri arasındayken, neyin ne o ld u ğ u n u , ki
min için siftindigini, ne için ölüm e gönderildiğini o kadar az bile
bilsin. Lakin hakiki danstan söz edeceksek, Am erikan sü prüntü
sünün geniş çevrelerde m eydana getirdiği aynı çöküntü, çok daha
dar bir çevrede, bir tür arınma hareketini doğurdu. Yönelimi caza
karşı degildi tabii; en azından Birinci D ünya Savaşı'ndan önce
başladığı için, degildi. Sanat endüstrisindeki eşzam anlı reformla
bağlantı lı olarak, daha sonra cazın üzerine n ih âî iğrençliği oturta
cağı, hafif hafif başlayan çöküntüye, 19. yüzyılın çirkinliklerine
karşı idi. Isidora D u n c a n 'ın , p eşin d en D alcroze’u n yeni dans
okullan, etiyle canıyla daha güzel bir insan imgesini emsal gös
term eye çalışıyorlardı; b u n u yaparken inşaata yüksek çatıdan
başlamışlardı, yani ziyadesiyle “d ü n y a görüşü temelli" olm alıydı
lar. Birçokları arasında Loheland O ku lu 'n u hatırlatayım , zira o
‘doğal’ olmayı istiyordu. Kendi içinde iyi duran, dipdiri yürüyüş-
lü güzel hayvanlara bakıyordu. Efendi-Köle ilişkisinin beraberin
de getirdiği, maksatlı olarak kendini saklayan veya kasılmış d u ru
şu, yukarıdan aşağı doğru çözmeyi hedef alıyordu. Eklemler, ar
tık adab-ı m uaşeret terbiyesiyle hatta şövalye duruşlarıyla hiçbir
477
m üşteregi olm asını istem eyen kurslarla, "bedenin m erkeziyle oy
nayarak”, ^kaslmamış harekete yaklaştırıldılar. Seyirciler arasında,
özellikle Birinci Dünya Savaşı'nın ardından ve A lm anya’da, hay
ranlıkla, b u eğitimden geçmiş dansçıların ö n ü n d e ve içinde hare
ket ettigi aynaya bakan kadınlar ve onlar kadar erkekler de vardı.
O .zam anlar güyâ doğal-üslûplu, ince, eskrimci edâlı yeni bir Bo
hem , dekoratif b ir m oda olm uştu. En azıdan yeni b ir kadın ve
o yuncu tipini ortaya çıkardı. İnsanın özgürlükle terbiye edildiği
görünüm ü n ü veren formlar benim sendi, tem sil edildi. Oysa b ü
tü n buralarda yapay yoldan arananın en iyisi, insanların doğal
hareket ettigi tek yerde her zam an bulunabilirdi - yani halk d a n
sında. Gitgide bozulan burjuva dinlence d an sın ın kaybettiği ze
m inin üzerinde sadece o vardır. H alk dansının, sözüm ona 'bede
nin m erkezi'ni hatırlam ak, bedendeki yerini beğenm ek için sanat
endüstrisine ihtiyacı da olmaz. Kırsal bölgeler, kapitalizm in kıya
fetleri m ahvetm esinden, şenlik âdetlerini yozlaştırm asından son
ra da bu d an sı u zu n sü re korum uşlardır; yeni, sosyalist b ir yurt
sevgisi o n u te k ra r can lan d ırm ak ta ve sahici kılm aktadır. H alk
dansı her yerde m illî bir re n k taşır, bu nedenle de, sahici kaldığı
m üddetçe, nakledilemez. Meğer k i itki ve arzu im gelerinin yoz
laştırılmamış, grup halinde başarılan h er ifadesinin tanığı ve öl
çü sü olsun. İster A lm an Lândler'i88 olsun, ister İspanyol Bolero’su,
ister Polonya Krakow iak'ı, isterse Rus H opak'ı form kesinlikli ve
anlaşılır, esas içerikse angaryayla dolu g ü n ü n berisindeki neşedir.
Gevşemişligiyle, keza koyvermişligiyle, şu n u söyler: Burada ben
İnsanım , burada kendim olabilirim. İnsanlarla grup halinde, uni-
sono [âhenkle] ritm ik hareket eden b ir form dizisi içinde insan
olm aktır bu. Tek tek delikanlılar ve kızlar tabii ki her zam an öne
çıkarlar, tüm b ir dans tem ayüz etm iş destan kahram anlarına hiz
met ediyor olabilir, -G ürcülerin dağ kartalı dansındaki gibi-, ama
o zaman bile aslolan gruptur, hareketler yine herkesi kavrayıcı,
toparlayıcıdır. H er h alk dansı, u y u m d u r; ortak çayırlar, ortak tar
lalar zam anını hatırlatır, bütün o kadim pantom im formlarıyla.
Tüm beden katılır b u dansa, kendini akışa bırakır. Fakat salt
sanatsal d u ru şa dayanan dansın da nesli tükenm iş değildir. Sa
479
tan başa ölçü m ü n d en son ra nasip olacaktır. Her n e kadar bale
böylesi b ir ölçüm tarzından çok u zak olsa da, o n u n topyekün
Ratio'su [Akıl] b u rad a tem sil ve tasvir edilecek olanı fiilen, tıp
kı kukla gibi yer çekim ini aşm ış görü n en b ir letâfetle gösterir.
Z arif çözüm , gerçi m e k a n ik değil ama pek âlâ m atem atik b ir
kavram dır, daha ziyade şeref sayısıdır: balenin serinletilm iş Ra
tio'su öylesine lâtif ve aynı anda kesinliklidir. N itekim , K esin
likli O lan d ak i güçlü ifade ve esaslılık la ilgili o larak, Pavlo-
v a 'n ın “Ö len K uğu”su , g ö rü n en d e b ir beyazlık, saflık, fânilik
m ütalaa etm iştir; Ja p o n b alesin d e de b ir vuruşm a bile yelpaze
lerin gayet hasis bazı hareket figürleriyle ifade edilir. Bale, ince
d en inceye d ü şü n ü lm ü ş b ü tü n d a n sla rın o k u lu d u r; o n u n Sov-
yetler Birliği’nde h alk dansıyla, yani renkli-köylüce b ir havası
olan öteki Sahicilikle birlikte serpilm esi, tesadüf değildir. Öyle
ki, pratik teorisyen M oiseyev'in sözleriyle, b u h alk dansı olm a
saydı Sovyet balesi b u g ü n k ü ifadesine ulaşam azdı. Pantom i-
m ik-dram atik araçlarıyla h a lk d a n s ı ve hiç de d ram atik olm a
yan bale, arzu d u y u ların a ve harek et serisine göre, arka arkaya,
aynı "dans şiiri” içinde kullanılabilirler. B unun için, Sovyet ba
lesinde (çü n k ü balevâri olan, k arm a form içinde de yön göste
ricidir) ü s lü p kırılm ası görülm ez. H alk d a n sın ın zengin sim âlı
ifadesi ve balenin h asis-dakik ifadesi, gerçekçi b ir biçim de, tas
vir edilecek eylemde b ir araya gelirler.
480
lar. Im pekoven’in 89 türsel im geleri cilaladığı açıkça fark edilen
danslannda daha da dar kafalı bir etkisi g ö rü n ü r bunun. Aynı şey,
iyi aile çocuğu dervişlerle dolu bir antropozofik90 dans o k ulu olan
Öritmi’de91 banal bir cezbeye dönüşüyordu ama -m o d a deyişle-
gayet kozm ikti aynı zamanda. Burada, dans edenlerin içinde sö
züm ona bir göksel beden oluşacak, bunun ötesinde güneşsel ö r
gü92 ve sözüm ona kozm ik oluş güçleriyle eklem lenm e gelişecekti.
Bu maksatla, ‘kelim enin tam anlam ıyla’ diyebileceğimizden de öte
bir tekabüliyetle şiirlerin dansını yaptılar; öyle ki, her sese sözü
mona bir sem bolik hareket tekabül ediyordu. En yavanından bir
astrolojik tem rindi bu, fakat işte tüm o antropozofiyle beraber, ba-
nal-irrasyonel bir etkisi vardı. Sent M’ahesa'nın93 sunduğu dans
coğrafyası, coğrafi anlam da yabancıyı ama aynı zam anda arkaik
olanı gösteriyordu. Etnolojicilik yapıyordu, esas olarak sanatsal
tasanm la üretilm iş bir mitsellikle dekore edilmişti, tem elden yan
lıştı, m am afih egzotizmin arzusuna uygun olarak Kızılderili, Si
yam, Hind danslannın kopyalarını sunuyordu. Geriye, irrasyonel
dar kafalılıktan ibaret olan öncekilerle kıyaslanam ayacak Mary
W igman veya danstaki sahici dışavurum culuk kalıyor. Dansın ifa
de sınırlarını en fazla ilerleten W igm an olm uştur; bu ilerlem iş
danstaki ve onun m uhayyel sahnelerindeki birçok şey salt ima
ediciydi fakat en azından soyuttu, içi boş bir şey yoktu. Gong v u
ruşuyla yeni dansın etrafında uzanan coğrafya, onda Niflheim’la94
Bağdat'ın anlamlı bir iç içeliğiyle dolu görünüyordu; bunun için
de de, diyebiliiliriz ki, Chagall’ın gözünden görünen bir Hoffmann
alem i harek et halindeydi. W igm an, Bizet’n in A r!tsienne'inin95
dansını yaptığında bile görünüyordu bu; ve Hoffmann Saint-Sa-
Dans daim a ilk ve en bedensel form uydu, kopup gitm enin. Alış
kın olarak bulunulan, alışılm ış b ir yerden başka bir yere gitm e
96 Ölüler dansı.
482
nin. Nitekim ilkel dansçı, genellikle tepeden tırnağa büyülenm iş
hisseder kendini. Dansı orji gibi başlar am a b u n u n ötesinde de
sürdürülebilecek bir âlet olmalıdır. Ç ünkü cezbeye kapılan kişi
kendini kaybedecek olursa, kendisinin, kabilesinin ve onun or
m anlıktaki veya çöldeki kulübelerinin dışında, gökyüzünde o tu
ran güçlere dönüşm eyi u m a r h ale gelebilir. D em onu 97 resm eden
maskeyle bu güçleri görünüşte halihazıra getiriyor, ağaçların ru
hu, leoparın ru h u , yağm ur T anrısı o luyordur; am a aynı anda
dansçı, bu Tanrıların içine girdiğini belirtm ekle, onların güçlerini
insanlara çekm ek istiyordur. Kült dansının yapıldığı kutsanm ış
alanda ekim, hasat, savaş kötü dem onlardan korunm alı, m üsait
veya m üsait bir havaya girm esi sağlanan dem onlarla kuşatılm alı-
dır. Davul tokm akları, ellerin çırpılm ası, şarkının b ir ağızdan hız
la tekrarlanm ası, d eh şetin yardım cı kuvvete d ö n ü şe rek ilhak
edildiği trans halini güçlendirir. Ö nem li olan sadece maske değil,
maskeyi hareket ettiren, zıplayışlarıyla o nu sallayan, m erasim i
gerçekleştiren, danstır. Bu esnada hiçbir şey keyfî değildir, her
adım talim edilmiş ve önceden belirlenm iştir; fakat kram pların
keyfî olm ayışından ve cezbeye kapılanın jestlerinin de ‘serbest’
olm ayışından farklı değildir bu. Büyüsel dans, bu kram pları talim
etm ektir, pekalâ dem oniktir ve öyle olmayı ister. Dansçıları dü
şünülm üş bir tarzda bilinçsiz ve düzenlenm iş bir tarzda vahşidir.
D ansın geceye ait oluşuyla ve geceyle başlam asıyla m eşgul
o lu n m u ştu r hep. Ö lçüyü tabii Yunanlılar bulm uşlardır; gürle
yen, o n ların sadece altın d a değil, ark asın d a kalm ış görünür.
Ama onlarda da geri döner, ilkbaharda neredeyse bulm acam sı
bir şekilde ortalığa dö k ü len k endinden geçm iş kadınlar kalabalı
ğıyla. Bulmaca gibidir bu; görünür olanın da gizlinin de hareket
halindeyken çok başka türlü yapılandığı, ölçüye olan arzunun
G oethe'nin gördüğü veya özlediği gibi olduğu bir kültürde:
97 Şeytanî varlık.
483
Yeri perilerin çok gerisinde olan M enadlar98 ise b ü tü n bu giz
li d a n sla rın te k in siz, d io n iz y a k h a re k e tle rin i gösterm işlerdir.
M e n ad lan n k o lları yılanlarla kaplıydı, yürüyüşleriyse yeraltın-
daki çift cinsiyetli ve öküz kafalı Baküs’ü davet eder gibiydi.
M am âfih tabii gece, verim lilik ve yeraltı Tanrılarım im geleyen
hareket, diyonizyak u ç u ru m u n ü zerin in kapatılm ası oranında
kayboldu. Sadece Y unanistan'da da değil, keza hatta iyice orjili
d a n s kültleri, gece kültleriyle Ö n A sya'nın d iğ e r ü lkelerinde de.
U çu ru m u n ü z e ri ik i k at kapatılm ıştır, analık h u k u k ve babalık
hukukuyla. B uradan da yeni ve k en d i içinde farklılaşan büyüsel
d a n sla r çık m ıştır, fakat b u n la rın ortak n o k ta sı, sadece o rjik
olandan u za kla şm a ya çalışm aları idi. Frigya dansları, analık h u
k u k u n u n ve ktonik99 etkilerin belirlenim i altında yaşam ağacı
etrafında şekillenm işti; bun lar, b ü tü n d ü n y ay a yayılm ış olan
mayıs danslarında hâlâ bile yaşam aya devam ederler. Bu dans
larda çiftlerin m ayıs ağacına düğüm lenm iş u zu n , renkli kuşak
la n olur, kuşaklar dansın hareketiyle dolanıp çözülür, böylece
oluş, geçip gidiş ve yen id en o lu şu tasvir ederler. Ç iftler kuşaklı
danslarıyla, saadetli d ü şü n ü le n veya öyle olm ası arzulanan bu
kto n ik d okum aya katılırlar. Babil'in tapınak dansları ise babalık
h u k u k u n u n ve u ra n ik 1M etkilerin belirlenim i altın d a şekillen
m işti; göğün yedi gezegen katına yükselişi, aynı zam anda ru
h u n en yüksek Tanrı'ya a n d u ru ulaşabilm esi için b u kürelerin
yedi “peçesinin” çıkarılışını tasvir ediyorlardı. A rtık ktonik de
ğil de k o zm ik nitelikli b u p a ntom im in hatırası, İslâm 'da da saklı
kalm ıştır - dervişlerin dansında. Trans burada hazırlık m ahiye
tindedir, ru h u n h u rilerin -e v e t, m elek lerin - ro n d u n a katılabil
m ek için kıyafet değiştirm esidir b ir bakım a. A ncak huriler bu
tarikatta sadece göğün k ız la n olarak değil, -g a y e t Babilce, gayet
A ram î b ir b iç im d e - in sa n la rın talih lerin i y ö n eten yıldızların
ru h la rı olarak görülürler. Derviş, o n u n tem sili yoluyla hurilerin
d ö n g ü sü n ü n içine girdiğinde, b u n u n so n u cu olarak yıldızlara
uyum sağlamaya, onların dönü şlerin i dans figürleriyle m otorik
olarak yansıtm aya çalışır, yıldızların etrafında dönd ü ğ ü p rim u m
486
S a ğ ır-dilsiz ve anlam lı p a n to m im
l 07 Sağlam toprak.
489
haf yeni form u kadar cesaretlendirici bir şey olm am ıştır b u n u n
için. N itekim kavuşturulm uş kollar, uzatılm ış işaret parm aklan
perdeden kaybolduğunda, pantom im deki yeni tarzın çıkışı ge
cikm em iştir. tik b ü y ü k kadın sinem a oyuncusu olan Asta Niel
sen, kirpiklerini bir titretişiyle, om zunu bir kaldırışıyla, yüz va
sat şairin hep beraber becerebileceğinden fazlasını ifade eden sa
natıyla, su su şu n işinin daha bitm ediğini gösterm işti. D ışavu
rum cu d an stan hareket ederek de pantom im yenilenm eye çalı
şılm ıştır; örneğin şair Paul C laudel’in l9 2 0 ’li yıllarda İsveç bale
sinde ortaya koyduğu anlam lı ritm ik alegori, böyle b ir çabaydı.
Açık seçik bir gündüz d ü şü n ü yansıtır b u pantom im in başlığı:
“İnsan ve özlem i”. Hafıza ve özlem insanı çalım larlar burada, in
san uykusundan kalkar, kendi isteğinin ve tüm yaratıkların iste
ğinin dansını yapar. Claudel şöyle anlatır bunu: “Sonsuz orm a
nın b ü tü n hayvanları, b ü tü n sesleri kopup gelirler ona bakm a
ya... U zun gecelerde u y kusuzluk azabı içinde ateş nöbeti geçi
renler böyle sendeler, tutsak hayvanlar kendilerini böyle b ir de
m ir parm aklıktan ötekine atarlar.” Bir kadın belirir, büyülenm iş
gibi onu n etrafında dönenir, adam kadının peçesinin bir ucu n u
tutar, “o ise yine etrafında dönm eye devam eder, bu sırada peçe
her d ö nü şte çözülüyordur; ta ki son u n d a adam , kozasındaki tır
tıl gibi peçeyle sarılm ış, kadınsa neredeyse çırılçıplak hale gele
ne kadar” (BlaB, Das Wesen der neuen T anzkunst [Yeni dans sa
natının m ahiyeti], 1922, s. 77). BlaB bu alegorik dans dizisini
biraz fazlaca G eorg’ca b ir tutum la yaşam ın h arek etli h alısı108
olarak adlandırm ıştı; edebiyattır bu, fakat oradan hareketle de
açıklam asını yapabiliyordu: “Ebediyen geri dönen, sü k ü n b u l
mayacak b ir insan hareketidir bu; sanatkarane kılıklarla ve son-
landınşlarla tam am lanm az, k e n d i k en d in e yine kalkar ayağa”.
Gerçekten de, ehem m iyetsiz olm ayan ve daha eskinin m itolojik
m alzem esini k u llan m ak sızın in sa n ın özlem leriyle ve g ü n d ü z
düşü suretleriyle m eşgul olan bir pantom im i doğurm uştur. T ıp
kı, ‘genel insan’ın ve o n u n d ah a da genel olarak biçim lendirilm iş
özlem inin dansı yerine, nihayet som u tlu k sökün ettiğindeki, he
108 18./19. yüzyıl dönümünde eser veren Alman sembolist şair Stefan Geor-
ge’un “Yaşamın Halısı ve Düş ve Ölüm Üzerine Şarkılar” adlı şiir kitabına
atıf yapılıyor.
490
defe yönelindiğindeki gibi. Asafyev’in, XVI. Louis'nin bir şenliği
esnasında lale bahçelerine yapılan saldırıyı anlatan bale-panto-
m im i “P aris A levi”n d e , o lan b u d u r. Saray d a n s la rın ın adım
oyunları ile devrim in Ça ira'sı109 arasındaki zıtlıktan, tüm üyle
anlaşılır b ir olay akışı çıkar - neredeyse sözsüz b ir dram . Tüm
bunların m üm kün olm ası, fabl'ın anlam ının susuşun m im ikle
riyle dolayım lanm asına, sözsüz işaret ve eylem in etrafındaki tu
h af biçim de açık hale aracılığıyla aktarılm asına bağlıdır. “Saltare
fabulam ": m eski Mimus'a ait bu şöhret, dem ek, batm ış veya eri
şilm ez olm uş değildir pantom im de. Evet, sözlü sah ne o y u n u
n u n y a n sı jestlerde olup biter ve ancak böylelikle sahne oyunu
olur, oyu n u n sahnesi olur.
493
Öyle ki, m ikrofon aracılığıyla da yine b ir fısıltı olarak kalır; gizli
bir fısıltı, haince bir fısıltı, jeste ve işarete yakın bir fısıltı. De
m ek ki sinem a toplam da, fotoğraf ve m ikrofon aracılığıyla tüm
yaşantı gerçekliğini akış halindeki b ir Mimus'a kaydetm e yetene
ğine sahip oluşuyla, dolgun yaşam a rzu su n u n karşısına ikam e
ve parlak b ir yanılsam a olarak dikilebilen am a zengin im geli
m alûm at olarak da çıkabilen gerek yansıtıcı, gerek çarpıtıcı ge
rekse yogunlaştıncı im gelerin en kuvvetlileri arasındadır. Holy-
w ood emsalsiz bir sahtecilik haline gelmiştir, b u n a karşılık ger
çekçi sinem a, anti-kapitalist, artık kapitalist olmayan zirveleriy
le eleştirel, tipleştirici ve u m u d u n aynası olarak pekalâ dünyayı
değiştiren günlerin M imus'unu tasvir edebilir. Sinemadaki pan-
tom im ik, n eticede to p lu m d ak i p an to m im ik tir; gerek k en d in i
ifade ediş biçimleriyle, gerekse kork u tu cu veya ateşleyici, vaad-
kâr içerikleriyle.
Çürüm üş v e şe ffa f a n la m ıy la d ü ş fa b r ik a sı
494
görgü tanığıymışlarcasına. B alm um undan suretler, sahici toprak,
sahici toplar, resm edilm iş ufuk m anzarası, ziyaretçinin neredey
se kendisini tarihsel bir ânın içinde görmesini' sağlıyordu. Yara
tıcısı, saray ve üniform a ressam ı A nton von W em er’in şânına
yakışıyordu b u resim. Tabii o zamanlar, d ü z zem in üzerinde bu
u n su rları b ir araya getirm enin b ir sanat olup olm adığı üzerine
m ünakaşalar yapılm ıştı - tıp k ı bug ü n sinem a h ak k ın d a yapıldığı
gibi. “Panoram ik" olan da tıpkı “sinem asal" olan gibi gayet este
tik bir edâyla tartışılm ıştı. Hor görenler A nton von W em er'in
resm ini fazla “natüralist" bulm uşlardı, hayranları ise tersine ba
roktaki buna çok benzer karıştırm a sanatına, barok bebek Isa-
M eryem -çobanlar-m elekler tasvirlerine, Katolik haç yeri durak
larına atıfta bulunm uşlardı. 1883 yılında, balm um lu, silahlı ve
yağhboyalı Sedan pan to m im in d ek i, o rad a-bulunm am ış-olanın
ikam esindeki m odernlik, 1870’te' orada b ulunanların henüz kav
ramadığı teknolojinin zaferiydi; zira yönetici akşam lan “elektrik
a m p u lü y le a y d ın la tm a ” ve “e le k tro -ç e ş m e " v aad e d iy o rd u
(Stemberger, Panoram a, 1938, s. 21). Sinem anın b u n a ihtiyacı
yoktur, o bizzat yeni teknolojinin kendisidir; yeni teknolojiden
ve yeni m addeden doğaıı sahici san at sorunlarıyla beraber. Ve
onun sanata ait oluşu da sahici pantom im e ait oluşuyla belirlen
miştir. Yine de sinem anın kendini tam da b u özelliğiyle geliştir
mesi, yaşamın ikam e edildiği bir çağda, m üstahdem lerini oyala
m ak ya da “elektro-çeşm elerle" onların gözünü boyam ak zo run
da olan bir toplum da, cezasız kalm amıştır. L enin sinem anın en
önem li sanat dallarından biri olduğunu söylem işti ve Sovyetler
Birliği’nde sinem a en azından k itlenin p o litik eğitim i için en
önem li araç olacak k a d a r gelişm iştir. H olyw ood’da ise sinem a
bilindiği gibi böylesi bir aydınlatm a çalışm asından o d enli uzak
tır ki, ham lık ve yalancılıkta neredeyse magazin hikayelerinin
ilerisindedir; Amerika, sinem ayı en kirletilm iş sanat dalı haline
getirm iştir. H olyw ood sinem ası eski kitsch'i, em m eli öpücük ro
m ansını, coşkuyla felâket arasındaki sın ırın silindiği asap bozu
c u lu k ları, tüm ü y le aynı kalan bir d ü n y a n ın happy-end'lerini
sunm akla kalmaz; bu kitsch’i tüm üyle ideolojik aptallaştırm a ve
faşist kışkırtm ada da kullanır. Ö nceleri bazı Am erika film lerinde
kenarda köşede rastlanan toplum sal eleştiri de, daha o sıralar,
495
kapitalizm karşısında eleştirel b ir özürcülüğün dam ıtılm asından
öteye gitm iyordu. L iberty’n in [özgürlük] faşistleştirilm esinden
beri o da tam am en kaybolm uş, dikenlerini sadece hakikate ba
tırm aktadır. tlya E h ren b u rg yirm ili yıllarda H olyw ood'u bir düş
fabrikası olarak tanım larken, yalnızca k ö h n e ışıldaklarıyla salt
oyalayıcı film lere atıfta bulu n u y o rd u . O zam andan beri ise düş
fabrikası, m aksadı artık sadece kaçış ütopyası ( “there is a goldm i
ne in the sk y fa r a w a y " 'u ) sunm ayıp Beyaz O rd u m propaganda
sı yapan b ir zehir fabrikasına dönüşm üştür. Sinem a Panoram ası,
faşizm in arzu güdü m ü n d ek i fantezisiyle, şafağı gece ve çocuk
kurban edilen T ann'yı çocuk dostu, h alk dostu olarak gösterir.
Saldın savaşının teknolojisine dönüşen kapitalist sinem a, böyle-
sine yozlaşmıştır. ly i b ir düş fabrikasının, eleştirel olarak ateşle
yici, hüm anistçe ileri atan düşlerin kam erasının, başka im kanla
rı olurdu, vardı ve kuşkusuz olacaktır - bizzat gerçekliğin için
d edir bu im kanlar.
Ç ünkü belirleyici olan, filmde döne dolaşa neyin 'hak, doğru'
olarak belirdiğidir. O nca perçinin, onca afyonun, o kadar çabuk
hasılatın, o k ad ar az ferahlığın arasında. Film i k u rtaran teknik
sebepler, sayılmıştı: mesafesizliği, içinden bakılan b ir k u tu ol
mayıp izleyenin de kamerayla beraber dolaşması; kitlesel ü reti
len m alda bile tam am en kaybolm ayan, iyi filmlerdeyse ağır ba
san oda müziği pantom im i; iyice yakında, yanıbaşım ızda, panto-
m im ik ayrıntısıyla, geniş b ir d ü n y an ın açılm ası. İlâveten, film
teknolojisinin m ü m k ü n kıldığı ve g ü n d ü z d ü şü n e yakın akraba
b ir şekilde, ayrıntıların kaydınlabilirliği —en sıkı gruplandırm a-
larda bile. Baltalansa bile böylesine iyi olan Nasıl ve Ne'siyle, ö z
gül maddesiyle ilgili olarak, sinem anın gelişm esinin denk geldiği
çağın etkisi, yalnızca kapitalistçe yıkıcı olmadı, sınırlı bir anla
mıyla aynı zam anda “ironik” biçim de kapitalistçe değerlendiri
lebilir olm asını getirdi. Zira b u zaman, burjuvazinin çöküş çağı
olarak, aynı zam anda yüzeyin çatladığı, o zam ana kadarki grup
laşm aların ve birlikteliklerin çözüldüğü b ir çağdır; b u n u n so n u
cu olarak, resim de olduğu gibi sinem ada da, m ontajın yalnızca
116 Laukoon, mitolojide Troyahlan tahta au şenre almamalan için uyaran figür
dü. Tahta ata bir mızrak sallamış, bu esnada denizden çıkan iki yılan iki oğ
luyla beraber onu boğmuşlardı.
117 Kendine göre, gûyl.
497
bir ressam lık (zira sinem a, b ü tü n nesneleri temsil etme m eleke
siyle, sahne im gesinden farklı olarak, en azından resim kadar
genişlem iştir ve imge sesli filmde de hâlâ birincildir) bizzat ey
lemle artlarda, soi disant bir şiir bizzat bedenle yan yanadır şim
di: ve sinem anın Laokoon'u, heykelinkinden farklı olarak, bağı-
nr. Y üzündeki ifade donm adan bağırabilir, çünkü sinem a büyük
resim sabitken de b u n u donm uş değil de geçici bir sabitlenm e
olarak gösterir. Her arka plan ön plana doğru döner burada; si
nem ada aslî nitelik taşıyan arzu eylem i veya arzu peyzajı, salt
fotoğrafı da olsa, zem ine yükselir.
30
PARADtGMATtK MÜESSESE OLARAK
BAKILDIĞINDA GÖSTERİ SAHNESİ
VE O R A D A B E L İ R L E N E N
Perde k a lk ıy o r
498
önce seyirci o y u ncunun mimiğiyle temsil ettiğini değil, onun ve
tüm oyuncu g ru b u n u n duyusallığı renkli, konuşm ası hareketli
tem siliyle ne verdiğini görm ek ister. Seyirci sahnedeki yaşama
çekilirse, salt kafa dağıtan arkadaşı gibi o saate kadar akan gü
n ü n dışına çekilm iş olmayacaktır asla. Sahne ‘hafif gıda' denen
şeyi verdiğinde de böyle olmayacaktır - şayet kafa dağıtm akla
kalmayıp aptallaştıran kitsch’ten farklıysa bu. Perde açılır, dör
düncü duvar yoktur, o n u n yerine açık sahne vardır ve bu sahne
nin arkasında, kendini beğendiren, eğlendiren anlam lı birşeyler,
yani anlam landıran birşeyler olup bitm elidir. Sahip olunan yaşa
m ın sık sık içine girdiği o darlık kaybolur; tuh af ve kararlı in
sanlar, başka bir sahne, büyük m aharetler sökün eder. Seyirci,
beklenti içinde olduğu kadar onlarla birlikte öğrenerek, hazırdır
gelecek olanlara.
ö rn e k le deney
Fakat hazır b ulunm akla kalm az, onu canlı bir şekilde kavrayan
oyuncular daha fazlasına tahrik ederler. Seyirciden, karar verm e
sini, en azından sun u m la ilgili beğenisini belirlem esini isterler.
Ve sunulan nesnel bir parça olduğundan, bu k a ra n dışavuran al
kış ve ıslıklar, oyuncuya rolünü veren parça boyunca yayılacak
tır. Hele ki, toy b ir genç kız veya yıldız kültü [nün m eftunu] ol
m ayan seyirci, m im iklerde dram atik bir eylem in içindeki dra
m atik kişiliğin aracısından başka bir şey görm ediğinde... Bura
da, -zam an zam an açık sahneye nüfuz e d e re k - dışavurulan hoş
nutsuzluk, yapılan teşci, kitap okurken alınan sessiz veya fazla
sıyla hararetli tavırdan çok farklıdır. Çünkü seyirci ancak sahne
de görm eyi arzuladığını veya görm eyi arzulam adığını gördüğün
de, salt beğeni h ü k m ü n ü n hayli ötesine geçen bir tavır almaya
itilir. Bir kitabın başında kural olarak tek b ir o kur varken, her ti
yatroda h ü k ü m verm e ehliyetini haiz özel bir grubun bulunm ası
da önem lidir bu bakım dan. Bu h ü k ü m Brecht'te çok ilginç bir
biçim de tem el nokta haline getirilir - salt alınan “lezzete” bağlı
bir zevk m eselesi olm aktan uzaklaştırılm asıyla yapılır bu. Ayn-
ca, tasvir edilen insanların karşılaşm aların, eylem lerin yalnızca
“nasıl olduklarıyla değil, nasıl olabileceklerinin d e” değerlendi
499
rilmesi yoluyla; b ir insanın teatral inşâsının “sadece k en disin
den yola çıkarak degil, ona yönelerek” yürütülm esiyle. Bu m ak
satla Brecht'te h üküm rejide ve eylem lerin akışında o denli kes
kin ve o denli üzerine d ü şünülm üş biçim de k o n u r ki, tiyatro ak
şam ının ötesine dek uzanır. Ü stelik, etkinleşm iş-ögrenm iş b ir
tarzda, daha iyi eylenecek b ir yaşam a nüfuz ederek, yani gerçek
ten daha pervasız bir anlam yüklenmesi gereken şeylere n ü fu z
ederek.
B irincisi, seyircinin o y u n u n sadece d u y g u su n a kapılm am a-
sıyla olur bu. D uyuları uyanık kalır, k en d in i eylem in içine ve
o y u n cu ların y erine koyar am a b ir y an d an da k arşıd an b ak ar
onlara. D ogru olan sadece “sigarasını tü ttü re n izleyicinin tu tu -
m u ”d u r (Ü ç K u ru şlu k O pera'daki atıO; düşünüp de eğlenerek,
n eşe içinde öğreneceğine duyguların ın tepki gösterm e hassasını
şehvetine feda eden cezbe halindeki adam degil. O yunda eğlen
ce olmalıdır, h er zam an olduğundan da fazla olm alıdır, gaddar
b ir ciddiyet burada her y a J c olacağından daha yanlıştır, evet,
“tiy a tro n u n b ira z fuzııl. b ir şey o larak k a la b ilm e si g erekir"
(Brecht, Tiyatro İçin K üçük Organon, Bölüm 3), fakat aldığı lez
zet seyirciyi eritm ek için degildir, o n u öğrenm iş ve e tk in kılar.
İkincisi o y u n cu n u n kendisi asla tüm üyle taklit ettiği kişilik ve
onun eylemi içinde erim eyecektir. “O daim a işaret eden olarak,
işin içine karışm am ış olarak kalır”, o n u n eleştiricisi veya övgü
cüsü olarak parça k işiliğinin yanında d u ru r; m im ik leri dolay
sızca duyusal etkileri yansıtm az, başka b irin in d u y u la n olduğu
n u do lay ım lay arak b elirg in kılar. D in am ik o lm a k ta n ziyade
ep ik nitelikli b u tiyatro oyunculuğuyla tem sil -o y u n c u ru h la rı
nın veya “tiyatrocu k a n ı”n ın h e r nevi teşhirciliğinden k u rtu la
r a k - daha az değil tersine daha fazla canlılık, sıcaklık, nüfuz
edicilik kazanm alıdır. Z aten Brecht tam da e p ik m im ik tarzının
seyirciye etkisi hakkında şöyle der: “Bazen ileri sü rü ldüğü ü ze
re basitçe gayrı-dram atik tiyatro dem ek olm ayan epik tiyatro
n u n , yine bazen ileri sü rü ld ü ğ ü üzere, 'ya akıl ya heyecan (d u y
gu )' sloganını yükseltm esi sözkonusu değildir. D uygulardan as
la vazgeçmez. N erede kaldı ki, adalet du y g u su n d an , özgürlük
itkisinden ve haklı öfkeden vazgeçsin... B unlardan vazgeçm edi
ği gibi, m evcut olm alarına da güvenm eyerek, o nları güçlendir
500
meye veya yaratm aya çalışır. Seyircisini so km aya niyet ettigi
‘eleştirel tu tu m ’ n e denli tu tk u lu olsa, azd ır ona (Brecht, The-
aterarbeit [Tiyatro Ç alışm ası], 1952, s. 254). O y u n cu n u n nes-
nel-oluşuna, sanatsal araç olarak, b ir sah n en in toplam haliyle
n esnel biçim de öne çıkarılışı tekabül eder. B recht ya ba n cıla şm a
d er buna. Şu dem ektir: “Parçadaki belirli edim ler, afişler, ses ve
m ü zik teknikleri ve oyuncuların oyun tarzı aracılığıyla, kendi
içine kapalı sah n eler olarak g ü n d elik o la n ın , doğal sayılanın,
za ten beklenenin yer aldıgı sah ad an öne çıkarılm alıdır (yaban-
cılaştırılm ahdır)” (Brecht, Stücke V l [Parçalar], 1957, s. 221). O
zam an duyu, şaşkınlık yaratm alı, o bilim sel durakalm aya, felse
fi h ay rete yol a çm alıd ır; b ö y le lik le gö rü n ü ş le rin - b u arad a
o yundaki g örünüşlerin d e - d ü şü n m ed en alım lanm ası sona er
meli, sorular dogm alı, anlam ak isteyen bir tutum ortaya çıkm a
lıdır. N itekim B recht'in öğretici (düşü n m en in ilk adım ı olarak
h a y re te d air) b ir o y u n u n d a , y a b a n c ıla ştırm a e tk isin e v âk ıf
“O yuncuların Tavsiyesi”, şöyledir:
501
yatro. Tutum lar ve edimler, buna göre biçim lendirilm eli, hayatı
değiştirm eye elverip verm ediklerine dair oyun içinde deneye ta
bi tutulm alıdırlar. Şöyle denebilir: Brecht tiyatrosu, doğru davra
nışı m eydana getirm eye d ö n ü k değişik denem elerin bir tarzı ol
mayı amaçlar. Şununla aynı şey dem ektir bu: doğru teori-prati-
ğin küçük ölçekli, oyun biçim li bir laboratuarı olmayı, sahnede
ki vakayla ciddi d u ru m u n deneyini yapm ayı amaçlar. Re [tek
rar] ama yine de ante rem118 b ir deneydir bu; yani sınanm am ış
bir tasarım ın reel hatalı sonuçlarından azadedir (karş. “Ö nlem ”
adlı oyun) ve böylesi h atalı so n u çlan dram atik olarak önceden
tem sil etm enin pedagojisine sahipti". M uhtem el seçenekler de
böyle deneye deneye tasvir edilir; her b irin in sahnede k en d i so
nu n a vardırılarak (karş. birbirine zıt iki öğretici oyun, “Evet d i
yen” ile “H ayır diyen”). Brecht’in olg u n d ra m ı G aîilri’de de ben
zer bir üslûp gösterir kendini. Bu oyunda, Galilei’n in henüz ya
zacağı başyapıt uğruna k en d in i tekzip etm ekle doğru davranıp
davranm adığı s o ru su n u n infazı yapılır. Tüm bunlarda, kurgu
yoluyla keskinleştirilm iş, çok defa basitleştirilm iş ö rnekler ve
k a ra rla rla , “m esel/m ecaz d iy a le k tiğ in e ” erişilm ey e çalışılır.
Brechtyen tarz, tahkik edileceğe ilişkin olarak, gitgide, giderek
daha bilgece, bir kenara atıverm iştir soyutluğu. B asitleştirm e
nin, şem atizm denen ve kendi girebildiği sahayı beş-altı form ül
le veya “h u rra ”la n n hükm üyle çoktan ezberlem iş olan o sahiden
ko rkunç suretine asla rastlanm az onda; b u n d an ö tü rü d ü r ki şe
m atizm Brechtyen olandan nefret eder. Brecht tiyatrosu, sahiden
faydalı olanın ve o n u n aklının etkin inşası hedefi d o ğ ru ltu su n
da, eylem enin yegane k om ünist biçim ini, yani her dem taze sı
nanacak b ir eyleme kararlılığını içeren ve yönlendiren bir eylem
tarzını arar.
119 Schiller’in oyunu. Cenova'da bir suikastla Cumhuriyetçi idareyi yıkıp prens
olan Fiesco, kendisi de bir suikasta kurban gider. Oynanan versiyonda, Fies-
co iktidarı ele geçirdikten sonra yine Cumhuriyeti ilan eder.
120 Örnekler öğretir.
503
diyelim Schiller'den çok daha az ahlâkçı-pedagojik olmak isti
yordur. Tam da öğretici oyunların ve ders veren operaların yaza
rı olarak, güleryüzlü b ir m ateryalist olarak, salt ahlâkçılık yapan
ve böylece tiyatro olm aktan çıkan b ir tiyatroyu reddediyordur:
“Ö rneğin b ir ahlâk piyasası haline getirerek, asla daha yüksek
b ir konum a getirm ezsiniz tiyatroyu. Tersine, aşağılanm am asına
dikkat etm eniz gerekir öyle yaparsanız. Şayet ahlâkî olanı eğlen
celi kılmazsa, -d u y g u lar için eğlenceli-, alçalacağı da kesindir.
Ü stelik , ah lâ k da eğlen celi o lm a k ta n a n c a k k a z a n ç lı ç ık a r”
(Brecht, K üçük Organon, B ölüm 3). A ncak sahnede basın bü lten
leri ve m akalelerin nakledilm esini, “görsel rek lam ” k itsch 'in i
reddetm esi, Brecht'in eski program ını değiştirm ez: bilinç oluştu
ran, karar verm eyi öğreten tiyatronun program ıdır bu. “Tiyatro
yu olabildiğince öğretim ve yayın ortam larına yaklaştırm ak iste
yen” bir program dır. Anlaşılacağı üzere, m âhir b ir eğlence orta
m ı olan, m akale ve “h u rra” konform izm iyle değil tahayyülüyle
etki eden bir tiyatroyu ... Hele “h u rra ” konform izm ine dayalı ti
yatronun emsal arayan deneylere hiç ihtiyacı yoktur, zira o za
ten h er şeyi biliyor ve em sal/örnek kelim esini “ö rnek çocuk” di
ye anlıyordur. Oysa kastedilen, etki edilen aydınlanm anın ve it
kilerin, hazzın derinliğiyle doğru orantılı olduğu, m esut edici
b ir ahlâki tertibattır. Tam da burada, d u y u sal yönden en haz do
lu teatral görünüşe, operaya atıfta bulunabilm em iz, sebepsiz de
ğildir: operanın Sihirli Flüt, Figaro'nun D üğünü gibi ilerici başya
pıtları, en soylu lezzetlerle beraber en harekete geçirici insani
arzu im gesini de sunarlar. İlerici tiyatronun dolayım ından geçen
öğretim in (ilaç ve ders) araçları gibi içeriği de sevinçlidir: böyle
ce oyunda m ücadele içinde inşa ettiği etkisini yaratır ya da inşa
etm iş görünür. “O yunculuk sanatının b ir başka asli parçası da
d u rulan yerdir ve bu nokta tiyatronun d ışın d a olm alıdır. Doğa
n ın yeniden biçim lendirilm esi gibi to p lu m u n yeniden biçim len
dirilm esi de b ir özgürleşm e edim idir; bilim sel b ir çağın tiyatro
su nun aracılık etm esi gerekenler de k u rtu lu şu n sevinçleridir”
(K üçük Organon, Bölüm 56). Ü zerine veya aralarında hükm e va
rılan kararlı eylem lerin yuvası olarak g ö ründüğü ölçüde, tiyat
roya dair, bu kadar. ^ y ü n , emsalin deneyini yapan b ir oyun ol
d u ğ u n d a , h ed ef b elirg in olarak g ö rü n ü r; d en ey sel n iteli ğiyle
504
(ön-sahne olarak) sahne ise, o hedefe ulaşm aya d ö n ü k davranış
tarzlarını saçıp savurur.
506
k o rc u n u n y arattığ ı sa h n e n in o lu ştu rd u ğ u hâlenin m im iğ id ir.
Sahnenin çerçevesi, oradan dışarı bakıldığında düny anın tanın
m ayacak d en li değiştiği, başka d u y u lu p b aşk a g ö rü ld ü ğ ü bir
pencere gibidir. Tiyatro, artık hiçbir yerde dolaysız olm ayan yeni
b ir yaşantı gerçekliğinin, ona d air dram atik şiir aracılığıyla m ey
dana çıkarılan tesisidir.
Bir rolü bezeyen ses ton u n a bakar burada h er şey. Evet, diye
biliriz ki, ‘oynanan' insan b ir ses kişiliğidir, böyle d o ğ m u ştu r
sahneye. B undan dolayı, başlangıçta k o n u şm a biçim i vardır, ya
ni, ses to n u n u düzenleyen, kalıplayan zor sanat. Böylesi konuş
m a m im iğinin ü zerin e o tu rtu ld u ğ u esas ton (b u m ü k em m el ifa
de, vaiz ve filozof Schleierm acher'indir), hiç de b ir şahsiyetin
so y u t h atlarıy la, hele o n a d a y a n a ra k yapılan klişeyle o rtaya
k o n m u ş değildir. Sahici esas ton, m ünhasıran, şahsiyetin istida
dından, donanım ından ve onun hedef im gesinden kaynaklanır,
böylelikle, onun karakteri ve koşullarıyla önüne açtığı Eyleme
ve O lm a im kânından. B ununla kastedilen, içinde göm ülü d u
ran, ona hakkedilm iş olan anlam ında statik b ir k arakter değil
dir; karakter burada, kendini henüz oluşturacak olan bir eyle
m in kararını tanımlar. D ram atik b ir ses kişiliği hakikate uygun
biçim de ancak bu istikam ette vücuda gelir, ancak b u istikam et
te vardığı yerlere göre çeşitlenir. Büyük rejisör Stanislavski bu n a
Hamlet'i ö rn ek verir. H am let'in görevinin, “Babam ın intikam ını
alm alıyım ” olduğu keşfedilir hep. Ama “V aroluşun sırlarını keş
fetm ek istiyorum ” gibi daha yüksek b ir görev de keşfedilebilir
onda. Daha bile yüksek b ir görev keşfedilebilir: “İnsanlığı k u r
tarm ak istiyorum ” (karş. Trepte, Leben und W erk Stanislaw skijs
[Stanislavski'nin Yaşamı ve E seri], s. 78 vd.). S tanislavski'nin
rejisi, H am let'in şahsiyetini, tüm kasılm alarıyla, b u son “temel
form ül” d oğrultusunda geliştirdi. K onuşm a m im iğinde ise, b u
n u n b elirli b ir soyut hatta gaynsahici-patetik b ir rak ım la gele
neksel olarak saptanm ış olduğu oranda, b ir ü slû b u hedeflem ek •
daha zordur. Schiller'de m esele hâlâ bu d u r, Schiller'in dizelerini
serin biçim de, tam am en ren k siz seslendirebilm ek b ir sorundur;
aynı şey W agner'de de şarkı m im iğ i ve en aşağı o n u n k ad a r o r
k e stra m im iği y ö n ü n d e n söz k o n u su d u r. Saray tiy atro su n u n
sağlam tonu, o n u n hasret çek en veya gürleyen Pathos'unun ke-
507
sintiye uğratılm ası, W aU enstein’m 122 k o n u şm asın d a bile, bul-
m acam sı biçim de zordur. Kadife kuşanm ış k ad ın kahram anın,
peşinden zafer bulvarı barok’u n u , N ib elu n g en yüzü ğ ünün to n
lam asından uzaklaştırabilm ek de aynı derecede bulm acam sı bir
zo rluk ta şır (her ne k a d a r yeni Bayreuth’d a n3 pek de talihsizce
olm ayan b ir biçim de deneniyor görünse de). Bu zam an aşım ına
uğram ış h allerin kaynağının b ir kısm ı da elbette o rijinal Schiller
ve W agner’dedir; faz lasıyla inişsiz çıkışsız, çok zam an ancak
zorla sü rd ü rü le b ilir ra k ım d ak i b ir b e lâ g a tte d ir [re to rik ], bu
kaynak. M am afih g erek Schiller’in keskin m antıkî k o n u şm a 'gü
cünde, gerek W agner'in keskin k on trap u an ifade gücünde, bir
karşı ağırlık bulunur; Schiller’in ve W agner’in restitutio'su de
m ek, Schiller’de o nda ki tefekkürün konuşabilir Piano’sunu [ha
fif], W agner’de ise sonsuz m elo d in in m eşk edilebilir Bel can-
to’su n u [güz el şarkı] tasvir etm ek dem ektir. Richard W agner’in
d u ru m u , zam anının icabından ve yaradılıştan ö tü rü fazlasıyla
güm bürtü lü cereyan eden, vâdesi dolm uş bir restitutio in integ
rum 125 vakasıdır: önce şarkı m im iğiyle tah ak k u k ettirilerek, tüm
yapıya yayılabilir. W agner’in tem silini b u y anından alarak, eser
deki serpilm ekte olanın ve keskinliğin, şidde tin ve ani düşüşün
nihayet hakkını vererek yapm a ödevi, o oranda önem lidir. Se
naryoyla birlikte je st m im ikleri de, katılaşm aksızın, artık taz-
yiksiz ve kızgınlıktan uzak, şim şekle r çakm adan, kılıçlar şakır
dam adan, dalgalar patlam adan izleyecektir bunu. Şimdi bizzat
jest m im iği, sözlerle aktarılan d ram atik eylemi oyu ncu l arın b e
denlerine oturtu r; am a b u n u n yanı nda, sa hneye k o n a n şeylerin
bedenine de yerleştirir. Bu sahne ‘hasis’ olabilir, B recht’te, eski
İngiliz ve eski İspanyol tiyatrosunda olduğu gibi, dolgun olabi
lir, eski M eininger ve Max R einhardt’ın düzenlem elerinin su n
duğu bazı iyi örneklerde olduğu gibi; Stanislavski’nin sanatın
daki gibi nazm ın kendisini dekorda b ir hâle m isali ge nişle tebi -
122 Schiller’in, 30 yıl savaşlannın ünlü komutanını odağa alan dram üçlemesi.
123 1930’da Wagner’in ölümünden sonra Bayreuth şehrindeki geleneksel müzik
festivalinin dÜZenlenmesini bestecinin dul kansı Winifred üstlenmiş, hemen
arkasından bu işe Hitler sahip çıkmıştır.
124 Yeniden kurmak/çalmak.
125 Önceki durumun yeniden tesisi.
508
lir, yağdırabilir deko ru n üzerine. O nun b ü tü n kapıların ve evle
rin anahtarlarına sahip o lduğunu, D oktor Stockm ann'ın tbsen
odasına da, m ağarasına da, fak ir y u rd u n a da, Ç ar Berendiy'in
devasâ dairelerine de aynı rahatlıkla evin efendisiym işçesine gi
rip çıkabildiğini söylem eleri, haksız değildi. D ekorun yarattığı
sahnenin ortaya koyduğu böylesi hâle m im iği, je st m im iğine ya
kın akraba görünür. C alderon'un, hele Shakespeare'in sahnesin
de gerçi böyle b ir şey d en en m ed i, fakat b ü t ü n hasisliklerine
rağm en, b ir m ağarayı, bir orm anı, b ir ihtişam lı salonu sadece
bir yazıyla belirttiklerinde bile, h an ç e r veya ip m erdiven tü rü n
den lü zum lu teçhizat asla eksik olm adı. A legorik dekor da, bu
tü r teçhizatın devam ı m ahiyetindedir, bir bakım a o n u n uzam
daki tasviri ve ifadesidir. Stanislavski'nin çalışm a arkadaşı Ne-
m iroviç-D ançenko sahneye koym ayı da içeren b u jest m im iğini,
biraz sivri biçim de, fakat daha az haleli olm ayan bir genişlet
meyle, şöyle ifade eder: “Bir sahnelem eye iyi dilebilm ek için,
oyunu herhangi b ir andan başlayarak sözsüz olarak devam e ttir
diğinizde bile, seyircinin sahnede o lu p biteni anlam ası gerekir.”
G erçekten de C alderon’da hançer bir kıskançlık dram ının, Sha-
kespeare'de ise ip m erdiven bir aşk d ram ın ın içinde basbayağı
m im ik işlevi görür. Evet, Calderon'da hançer dış suretiyle kıs
kançlığın ta kendisidir; Shakespeare'de de bülbülle tarla kuşu
nun ötüşleri arasındaki şafak, Rom eo-Jülyet aşkının ve bu aşkın
ö lü m ü n ü n sadece dış su reti değil, dışa d ö n en yüzüdür. Böyle
bir d u ru m , abartıldığında bile eylem den sapm aya yol açmaz;
tersin e, h o m o jen leşm iş şeysel-hâle, ey lem in içine sevkeder.
Shakespeare'in H arnlet’inin oyunculara “aynı ■anda o y u n u n h er
zo runlu noktasının da ince ince d ü şü n m ek gerektiğini" söyle
m esi gibi. K endiliğinden anlaşılacağı üzere, jest m im iği ve onun
sahnelenm esi ne denli başarılı olsa da, bu işin A lfa ve Omega'sı
[başı ve sonu] yine k o nuşulan dildir. Bir pantom im kendi başı
na, hatta kendini öne de çıkarm az, en başarılı pantornim ik bile
N em iroviç-D an çen k o 'n u n dediği anlam da n azm ed ilen m etne
hizm et eder. Fakat m im ikten bakıldığında tiyatro şiirin plastiği
nin hasıdır ve m im iğe yönelen en kuvvetli hareketlilik bile o
plastiği aşıp ortadan kaldıram az.
50 9
İllüzyon, dürüst görünüş, a h lâ k î m üessese
E ski mesele şudur: Sahne sahiden nereye doğru aşar, hangi sona
doğru kaldım . Makyajla, o n u n dışında d a ağırlıkla, üzerine d ü
şü n ü lm ü ş bir yanılsama sağlayan araçlar ve ışıklarla çalışır. Sah
ne b u n d an ö tü rü d ü r ki b ü tü n diğer sanat tarzlarından daha da
fazla, görünüşe dairdir; çünkü k en d i g ö rü n ü şü n ü , ayırıcı çerçe
veye rağm en, y aşantısal gerçekliğe b ü rü n d ü rü r. Bu tiyatroya
g erçi aynı zam anda hayran b ırakan ve illüzyonist b ir kudret ka
zandırır fakat hiçbir saf sanatta olm adığı kadar görünüşün altını
çizer. Evet, sahne görünüşü, dostâne olm ayan b ir bakış açısın
dan - k i böyle bir bakışla çok karşılaşm ıştır, sadece yobazlar ara
sında d a d eğ il-, asaletle içi görünen ve h içbir yaşantısal gerçek
liği olm ayan b ir resm e kıyasla, balm u m u n d an b ir figürün fazla
sıyla bayağı görünüşüne çok daha yakın durabilir. İlâveten tiyat
ro kahram an ların ın veya tiyatro şeh itlerin in deyim yerindeyse
kendilerini başka b ir şekle sokm aları vardır: Reel yapmacıklığa
tekabül eden K om edyen kavram ının kaynağı budur. Lakin tabii
ahlâkı görünüş ile teatral görünüş arasındaki fark, o yunculuğun
henüz “d ü rü st esnaflık” olm adığı zam an da vâritti. K om edyen
yapm acıklık yapar, oyuncu ise kendini değiştirir, daha doğrusu,
oynadığı rolü kanıyla canıyla belirgin kılar. Ve sahne nazm ın oy
nanm ası sayesinde, b u m etindeki yaşantısal gerçekliği olm aya
n ın vekili olarak da su n d u ğ u için, b alm u m u n d an figürle veya
yaşayan im ge d e n en şeylerle, genel olarak gözbağcılıkla arada
her türlü bağlantı eksik kalır. Yine de, m üsait hale gelen zem in
de, şu soru baki kalır: Tiyatro, gözbağcılık dem eyeceksek şayet,
illü zyo n dan b aşk a b ir şey değil m idir? B urjuva-estetik kullanı
m ında gerçi bu kavram da hiçbir aşağılayıcılık yoktur, beri yan
dan o zam an da, dışsal olarak reel olm ayan, h e r ne kadar m u n
tazam , d u ru b ir görü n ü şü olsa da h erhangi b ir ö n-G örünüş'le
hiçb ir m üştereği bulunm ayan b ir Bir Şey’le ilişkilidir. Bu şekilde
illüzyon b ü tü n sanatlara, onların saf denilenlerine de, yayılmış
tır m am âfih daim a teatral g ö rü n ü şü n yankısıyla. E.v. H artm ann
örneğin, dörtte ü çü darkafalı-vasat, dörtte b iri özetleyici-topar-
layıcı m âhiyetteki G üzelin Felsefesi'nde, sanatsal k arakterin il
lüzyonunu k o n u m lad ın r ve o n u “nesnel estetik g ö rü n ü şü n öz
510
nel m uadili” olarak tanım lar. Fakat b u g ö rü n ü şü n hiçbir reel et
kisi yoktur. Kant-Schiller’in güzel tanım ı da böyledir: reel görü
n ü şün özgürlüğüne ait bir tanım dır b u - buradan yola çıkan es
tetikçilerin veri saydığı üzere. G örünüş, am aca uygunluğu bakı
m ından da ancak “m eydana getirdiği gerçeklikten, böylelikle ay
nı zam anda hizm et ettiği am acın gerçekliğinden.koptuğu ve saf
estetik görünüş h aline gelerek nurlandığı zam an” güzel olu r (E.
V. H artm ann, G üzelin Felsefesi, 1887, s. 174). Ne var ki tabii, E.
v. H artm ann'da değil ama herhalde estetikteki en iyi Kantçı olan
Schiller'de, hem en bir sü rp riz çıkagelir. Zira şayet sah iden am a
cın gerçekliğinden özgürleşm ek, öznel illüzyonun nesnel m uadili
olacaksa, o halde teatral görünüş bile bir illüzyon değildir - h a t
ta o, hiç değildir, birazdan göreceğimiz gibi. Ve bizzat Schiller
bile onu “hayırlı bir illüzyon” diye adlandınyorsa, o zam an tam
da burada vurgulanan hayırlılık, illüzyon karakterini kesin ola
rak, sonsuza dek aşarak ortadan k ald ım . “A hlâkî bir m üessese
olarak bakıldığında gösteri sahnesi,” der, bu anlam da: “K endi
m ize rücû. e ttiriliriz , h isse d işim iz u y an ır, sa ğ a ltıc ı t ut kul a r
u yuklayan doğam ızı sarsar ve taze kaynayan k a n p o m p alar” .
Böylece, tam da guyâ salt illüzyon olan şey gerçekliğe intikal
eder, onu tazeler ve bizzat daha güçlü, m uafiyet sağlayabilecek
bir gerçekliğe işaret eder. Schiller'in bu ihmali, onun erken dö
nem eserlerine, illüzyona pek az kapılm ış bir sahne program ının
canlılığını verir - sahne, ahlâkî, dem ek ki asla gerçeklikten azâ
de olm ayan bir m üessese olarak görü lü y o rd u r burada. L akin şa
yet sahne böyle bir m üessese ise ve öyle olm ası itibarıyla, illüz
yonla ilgili hiçbir vasıf onunla bağlantılandınlam az; çünkü hiç
bir illüzyon gerçekleştirici iradeyi ve gerçeklik istem ini etkin kı
lamaz. G erçeklik ile sanat ve ideali, K ant’ın çok ötesinde, tam a
m en birbirinden koparan bir burjuvaziye, illüzyon olarak tiyat
ronun kuşkusuz uygun düşm esi gerekirdi. Ama şu bir hakikat
tir: İllüzyon olarak sanat, tüm üyle yalan olur, yalan olarak kalır
dı, gerek ahlâkî gerek ahlâkın dışındaki anlamıyla. Yani, gerek
yanıltma amacı bakım ından, gerekse böyle b ir sanatın geliştirdi
ği im kânsızlıkları hesaba katm ak bakım ından. Tiyatronun hali
hazır görünüşü ise asla illüzyona dayalı bir görünüş değil, adetâ
dürüst b ir görünüştür; o da “biçim lendirilm iş-uyarlanm ış tarzıy
511
la, olm uş olanın uzatma çizgisinde sürd ü rü r etkinliğini” (karş.
s. 268). Tiyatro oyunu tekaüt olm az, daha ziyade, bu dünyanın
iradesini reel im kanlar çerçevesinde etkilem eye çalışır - para-
digm atik bir m üessese olarak.
Ancak bunda da, etkili olabilm esi bakım ından, güzel görünüş
unutulm am alıdır. Sahne gerçi illüzyon yeri değildir, fakat flam a
sına am blem olarak koyduğu şey de kalkık işaret parm ağı ol
maz. O işaret parm ağının belirdiği yerde hep bol m iktarda bur-
juva-püriten sanatçı nefreti vardı, en azından işte sanata yaban
cıydılar. Ne yazık ki bu yabancılığın sosyalistlerce gösterilmesi
de nadir değildi; sanki tiyatro eğlence değil de (kötü çocuklarla
örnek talebelerden başka kim senin olm adığı) pazar o kuluym uş
çasına. Yukarda, başta salt lezzet verm ek yerine bilinç oluşturan
sahneyi yüceltm iş bir yazar olarak bilhassa Brecht'in, tiyatroyu
terbiyevî o lm ak tan vazgeçm eye çağırdığı g ö sterilm işti. F akat
Brecht’e göre tiyatro bir ahlakî m üessese olm am alıydı - hele da
yatan bir m üessese, asla. Tersine: Ahlak burada eğlenceden ge
çer, ‘"tiyatro' için bulduğum uz en soylu işlev o lan ” eğlenceden.
Ne var k i ahlakî m üessesenin Alm an çehresindeki G ottsched126
tarzı öğretm enlik anlayışı m aalesef öyle kolayca can vermez; bu
yüzden hep ışığa hoşgörü dilem e gereği hasıl olm uştur. Bu yüz
den G oethe “A lm an Tiyatrosu” m akalesinde güzel-neşeli gö rü
nüş hakkında şu itirafı yapm ak zo runda kalm ıştır: “A lm an tiyat
rosu, kaba saba ve zayıf, kukla tiyatrosuna benzer bir başlangı
cın ardından değişik evrelerden geçe geçe belki tedricen kuvvete
ve doğruluğa erişebilirdi, şayet esas y u rd u olan G üney Alm an
ya'da sükûnetli bir ilerlem e ve gelişmeye kavuşabilseydi. Yalnız,
iyi olm asına degil de iyileştirilm esine d ö n ü k ilk adım , Kuzey Al
m anya'da hiçbir üretim e ehil olm ayan yavan insanlarca atıldı.”
G oethe G ottsched reform unu böyle ihtiraz kaydıyla değerlen
d ird ik ten , hatta b ir ru h a n în in tiyatroya gidip gidem eyeceğine
dair H am burg'daki ihtilafı tartışm ak zo ru n d a k ald ık tan sonra,
Schiller'in gençlik dönem i çalışm asının başlığını da hatırlam az-
lık edem eden, şöyle sürdürür. “H er iki tarafın da b ü y ü k hararet
126 Johann Christoph Gottsched, 18. yüzyıl Alman millt dil hareketinin önemli
kişiliklerindendi. Tiyatroyu, “Aydınlanmacı akıl ve ahlak ilkeleri” doğrultu
sunda reforme etmeye de çok emek vermiştir.
512
le sürdürdüğü bu m ünakaşa, maalesef sahne dostlarını, aslında
daha yüksek duyusallığa adanm ış olan b u m üesseseyi ahlâkî
olana feda etmeye m ecbur kıldı... Burjuva züm resinden iyi, ce
su r adam lar o lan yazarlar bile seslerin i çıkaram ay ıp, A lm an
edepliliği ve d üm düz b ir akılla b u amaca vurdular kendilerini -
d ü pedüz G ottsched vasatlığını devam ettirdiklerini fark etm e
den." Bu keskin m uhakem esine u y g u n o larak Goethe, A ristote
les'in ünlü K atharsis'inin sadece seyirciyle irtibatlanm ayıp ve se
yircide konum landırılm ayıp, d ram d ak i kişiliklere oturtulm asını
istiyordu. K uşkusuz burada G oethe yalnızca Alm an b u rjuva Ay
dınlanm asının kam u yararına açılm asına karşı aristokratik bir
tepki gösteriyor değildi, kendini ahlâkî m üessese işlevine, niha
yetinde ‘eksi' bir tiyatroya bağlam ış olan sekülerleşm iş yobazlık
tan tiksinm esinin de etkisi vardı. M üzeler olm adan Apollo ve
Epikür olm adan M inerva'nın sanatta m ateryalizm e uyum u, ide
alizme uyu m u n d an bile çok daha beterdir. Fakat Schiller'in a h
lâkî m üessesesiyle kastettiği, G ottsched usû lü bayağılık yerine
serpilen b ir tiyatroydu ve ahlâkî amaca u y g u n lu ğ u n bu yolla
gerçekleşmesiydi, sahneydi ve yargılam anın ancak sahne üzerin
den yapılmasıydı. Ç ünkü tiyatro ahlâka ancak sahnenin zengin
liğiyle hizm et edebilir; sanatta, bilhassa yüksek sanatta genellik
le oldugu gibi. B unun tam am ına erdirilişinin yalıtılm ış bir örne
ği, oyunun kraliyet canilerini m askelerini düşürm eye zorladığı
H am let sahnesinde vardır; toplum sal devrim ci b ir ahlâkî tertibat
Kabala ve Ajfe'ta127 ve Wilhelm Tell’d e,128 Egmont'ta,129 yüksek bir
Brütüs müziğiyle Fideiio'da130 vardır. Ve bu ahlâkî m üessese sa
dece bir m ahkem e de değildir, zira sahnedeki utanç verici imge
n in yargılanm ası üzerinden, hatta b u im genin m uzaffer olması
üzerinden ve bu d u ru m u n yarattığı dehşet üzerinden, k u rtu lu
şun yollan, en azından yolun ışıklan görünür. T üm üyle Alman
Klasisizm i, sınıf ayrım ına göre parça parça o lm uş toplum dan
parçalanm am ış, b ü tü n insanı yaratm a denem esiydi. Estetik eği
İyi parçalar h e r tem sille geri dönerler, am a asla aynen değil. Her
yeni tür için yeni b ir sahnelem e gerekir, ü stelik b irçok defa. Yeni
bir sınıf sahnede yerini almaktaysa, sunum daki değişim bilhassa
keskin olur. Sahne o zam an da değişm eden kalsa, yani çapulcu
lukla idare etse bile, askılarına hep yeni elbiseler asılabilecek bir
gardrop da değildir. Dem ek oluyor ki: Eski bir parçanın insanla
rı ve sahneleri tüm üyle ve radikal bir biçim de "m odem leştirile-
m ezler”. H er koşulda, verili o y u n u n oynandığı çağın kostüm ü
kalır. B arok'un A ntik k ah ram an ların ı a la m ode'3' giydirip hare
ketlerini de d la m ode yapm ası, b u n u n la çelişmez. Ç ü n k ü Ba-
ro k ’ta gerçi an tik kahram anlar o y n u y o rd u fakat an tik dram larda
değil Barok tarafından yazılmış dram larda oynuyorlardı; böyle
ce, m alzem esini k en d i burjuva-saraylı kişiliklere ve çatışmalara
aktarm akla, an tik dram lar değişim e uğratılm ış olm uyordu. Söz
gelim i C octeau'nun yüzyılım ızın yirm ili yıllarında kalem e aldığı
O rfeus ve Euridike'si, daha az yaratıcı am a daha d ü şü n ü lm ü ş bir
sebeple polo gömleği giyer ve kem ik çerçeveli gözlük takarlar;
hiç de itici gelmez insana. Buna karşılık, H am let'i frakla oyna
m ak veya daha m ütavazı bir örn ek le, H offm ann'ın H ikâyele-
ri'n in ilk perdesini k ro m n ik el kaplam a eşyalı b ir bard a sahneye
koym ak derecesinde tatsız b ir saçm alık, kolay b u lu n a ca k şey
değildir. Veya Schiller'in H aydutlar'ına proleter kıyafetleri giydir
mek ya da Spiegelberg'e b ir Troçki maskesi. Tüm bunlar, çoktan
devri geçm iş tarihsileştirici tiyatro oyunbazlığına karşı, snobca,
515
eserin aynasında degil de o n u n dışında görü n ü r kılma m aksadı
na yönelik. Ö zgürlükçü adam lar bastırılarak veya rötüşlanarak
"en ilginç" figür olarak Gessler'in odağa sürüld ü ğ ü b ir W ilhelm
T elli, - k i ziyadesiyle sevim siz, z;ra faşistlik-öncesi b ir eğilimi
haber v eriy o rd u r-, hatırlatm aya bile gerek yok. Hele, kom edi
parçası Venedik Taciri’nin antisem itist b ir tantanaya elverm ek zo
runda kalm asını. Zira en doğru eğilim sözkonusu olduğunda b i
le vulger politikanın güncelleştirici etkisi, eseri yabancı bir saha
ya çekerek verili dram anın y itim in e yo l açar. Ö rneğin, M aria S tu
a rt iyice ölçüler aşılarak ‘k ö tü ’ olarak sahnelendiğinde, parçanın
artık bir trajedi içerm eyip E lisabeth’in coşkuyla k utlanan zaferi
ni ak tarır hale gelm esi gibi. Ç ü n k ü Elisabeth'in, -em salsiz bir
dram aturjik yeni yapılandırm a sayesinde-, Fransız-K atolik-yeni
feodal M aria'ya karşı yükselen kapitalizm i tem sil etm esi gereki-
yordur. Gerçi bu tarihsel açıdan yanlış değildir am a verili dram a
(onun son perdesi) açısından, seksenli yılların zerkiyle yapılan
bir saray restorasyonundan daha fuzuli, daha vahim dir. Ancak
bizzat çokanlam lı olan b ir kişiliğin nazm edilişinde, - k i şahikâsı
H am let'tir-, onun belki de o âna dek fark edilmeyen kişilik hat
larından birisinin abanılm ası • m eşru görülebilir. Ama o zam an
bu hatların Shakespeare'de işaretlenm iş olm ası gerekir, rejisöre
düşen sadece b u n u geliştirmektir. Tiyatroda yenileşm e ancak bu
tarzda bir geliştirm e ve o lgunlaştırm a yoluyla gerçekleşebilir;
ancak b u n u n neticesindedir ki, “galeri derecelerinin", m üze de
ğerlerinin talihi nasıl giderse olsun, sahnelerde atıfta b u lu n u lu r
baş eserlere. Ü çüncü R ichard da Hitler'miş gibi oynanm az ama
Shakespeare sayesinde kendi derisini ve kendi zam anını ne d e n
li güçlü tem sil ederse, b u g ü n Hitlergil olanın b ir kısm ını da o
denli açık seçik duyusallaştırır. Bu parçada aynı şey, en azından
k u rtu lu şu n alegorisi bakım ından, Richm ond ve o nu çevreleyen
güzel yarın için de geçerlidir. Mamâfih b u tem sil çok şey söyle
meyi başarm alı ve içindeki “Zaman-sız" ve “G enel-lnsanî" olan
la tarihsel b ir P anoptikum olm amalıdır. Çok şey söylem enin b u
radaki anlam ı şudur: K lasik dram öyle konuşulm alı ve tem sil
edilm elidir ki, şim diki zam an dram aya tıkıştınlm am alı, dram a
şim diki zam anın anlam landırılm asına iştirak etm elidir. Ve b u
n u n ned en i, geçici o larak d a tü k e n m e y e n çelişk ileri, çelişki
516
m uhtevaları ve çözüm leridir; dahası, her büyük klasik dram a,
içindeki çelişkiler ve çözüm lerle, ■geride b ırakarak ilerleyen bir
şeyi, geçici olanı aşan bir ilgiyi/yönelim i gösterir. Evet, şim diki
zam anda yazılm ış p arçalar bile, an cak böyle k en d i zam an ım
aşan b ir ilginin idraki içinde olduklarında, dram atik bir güncel
anlam kazanırlar (gerek ona işaret etm e gerek o n u aydınlatm a
anlam ında). D ram ın Y unan'daki başlangıçlarından geleceğe, ta
bii ortadan kalkm am akla birlikte artık antagonistik olm ayan çe
lişkiler toplum una kadar uzanan bir toplum sal süreç vardır (bi
rey ile toplum arasında, bizzat çelişkili toplum biçim leri arasın
da). D ram atik olarak tipik taşıyıcılar arasındaki ilişkide yoğun
laştırılan b u sürecin her b ü yük dram ! ‘büy ü k ' yapm asının nede
ni, yeni b ir güncelliğe yetenekli olm asıdır; b u sürecin her büyük
dram ı g üncel k ılm asın ın n ed en i de, geleceğin görevine, yani
iyim ser trajediye açık şeffaflığıdır. D iderot, R a m ea u ’nun Yeğe
n in d e şöyle dedirtir: “Sütunların önünde dikilenler çoktu, yük
selen güneş hepsinin üzerine ışıdı, ama yalnız M em non'un sütu
nunda yansıdı bu ışım a.” Bu sütun vasatlıktan ayırt eden zeka
anlamına gelir, saf nesnel açıdan ise büyük dram ların gün ışıma
sı istikam etindeki daim î yansıtm a gücünü ve güncelliğini ifade
eder. Dem ek, güncel sahnelem enin alacağı en iyi tertibat, kendi
sini bu istikam ete çevirm esi olacaktır. Z incirlen m iş Prom ethe-
us'tan Faust'a kadar en hakiki dram lara içkindir bu; etiketlene
rek veya ilave edilerek büy ü k gösterilm esine gerek yoktur, görü
n ü r kılınm ası yeter.
D ah a hakiki güncelleştirm e:
K o rku ve acım a değil, kafa tutm a ve u m u t
517
Aristotelik tanım ından sıyrılamaz. Dahası, acıklı piyes ile trajedi
arasında bir aynın da gözetmez, zira ikisinin de işi seyirciyi rik
kate sevk etm ektir. Zaten A ristoteles de trajediyle ilgili ü n lü
erek öğretisine rikkatten yola çıkarak ulaşır: k o rk u ve acım anın
duyularını tahrik etm elidir trajedi. Schiller burada sadece acı
mayı vurgular, lâkin Aristoteles’in kendisinde de trajedi bize in
sanları, evvelâ da kahram anlarını, acı çekm e halinde gösterir. Ve
acı karşısında dram atik etkiyle yükseltilen k o rk u ve ona d u y u
lan acıma, seyirciyi b u duyulardan kurtarm alıdır, bilindiği gibi.
Bu, d u yu ların tepkisinin, trajik artın ın yoluyla, tek rar yaşam da
k i n o rm a ly ü k se k lik le rin e çekilm esi dem ektir. Daima rikkati
dram atik olarak- deneyim lenen acıyla m asseden A ristotelik Kat-
harsis veya arınm anın anlam ı budur. İlk olarak tabii Euripides
trajediye rikkati katm ıştır; A ristoteles'in bahsedilen anlam da en
kuvvetli dram atjk etkiyi Euripides'e atfetm esinin nedeni de b u
dur. Ama burada varsayılan sadece rikkate kaynaklık eden özgül
dram a değil, her şeyden önce, k adere k arşı bir ayak direm eden
ziyade ondan ötürü - n e kadar m etanetle karşılansa d a - acı çek
meyle, ona m ağlub oluşla vurgulanan b ir davranıştır. T üm bir
antik köleci egem enlik düzeni, acı çekm edeki trajik isyankârlık
veçhesini, trajik esas kahram an olarak Prom etheus’u algılamadı
veya en azından bütünüyle algılam ak istem edi. Asiklos'un Pro
m etheus Üçlem esine rağm en ve trajik k ahram anların Tanrılar
dan h atta k a d erd en daha iyi o ld u k ları bilgisine rağm en. İşte
şim di tam da d ram atik veçhenin tazelenm e ölçüsü için öğreticidir
bu, tıpkı öncelikle korku, sonraysa acıma arınm asının bize en
yabancı hale gelm iş trajik etkiyi oluşturm ası gibi. Teslim etmeli;
gördüğüm üz gibi Schiller de s e k i ş t i r bu etkiyi (m am âfih m ü n
hasıran acım ayı vurgulayarak); daha önce Lessing de “H am burg
D ram aturjisi”nde savunm uş veya tekrardan arıtm ıştır (mamâfih
aynı biçim de, acım anın kendi kendim ize dönm esi olarak d ü şü
nülm esi gereken k o rk u y a indirgeyerek). L âkin girişim ci, d in a
m ik burjuva toplum u bile trajik nesnelerden neşelenm enin an
tik sebebini ancak yanlış anlam alarla id rak etti; daha bu toplum
da bile trajik kah ram an -Y unan trajedisinin k ahram anı d a - şah
sında, k o rk u ve acım ayı salt pasif d u y u la r olarak refakatinde b u
lu n d u ra n d a n çok farklı b ir arzu im gesini güncelleştirir. Korku
518
duyusu kader trajedisiyle beraber zaten düşm üştür, peki ya acı
ma? Bu tarz rikkat Asiklos’u n Prom etheus’u n d a ve b u n u n la bağ
lantılı olanda, hayranlığa kıyasla çok daha az bulunur. Böylece
devreye giren d u y u sal kaym ada, güncelleştirm enin b u en esaslı
tarzında, çok daha fazlası, çok daha farklısı tesb it edilebilir.
Ç ünkü trajiğin tahrik ettiği tem el a rtık k o rk u veya acım a değilse
şayet, sadece hayranlık olarak da kalmaz. A rtık daha ziyade K a
f a Tutma ve U m uttur - ve b u haliyle trajik kişiliklerin kendisinde
de görünür. D evrim cilikle ilişkili iki trajik d u y u ancak bunlardır
ve bunlar kader den en şeye baş eğmezler. Kafa Tutma, gerçi sos
yalist to p lu m u n ve d ram atiğin k ah ram an ı olan, zafere ya rd ım
edenin kişiliğinde ve b u m uzafferiyet sü recinde sönüm lenir; çe
lişkilerin antagonistik olm aktan çıkm asına, yaşam sal dayanış
m aya koşut olarak. Buna m ukabil, klasikten devralınan dram ati
ğin kahram anı olan, zaferde akâm ete uğrayanın durum unda, - k i
büyük uykusundaki dünyayı dürtm üştür, H ebbel’in deyişiyle-,
o oranda önem lidir Kafa Tutma. Ve b u akâm ete uğrayışta kendi
nesn el p a ra d o k su n u g ü tm ek te olan ve trajik nesn elerde neşe
bulm anın en iyi nedenini teşkil eden özgül u m u t, sosyalist tiyat
roda tam am en paradokssuz olarak vâsıl olur evine. (M am âfih şu
surette ki, Shakespeare'in son p arçalan -"ro m a n sla rı"- veya Go-
ethe'nin Faust'u anlam ında, trajik o lan burada aşılarak m uhafa
za edilm iş olabilir.) N eticede böylece tiyatro ahlâki, paradigm a-
tik tertib atı içinde n eşeli-özgürleştirici olarak aydınlanır. İşte
b u n u n için, trajedide de neşe vardır, sadece eleştirel kom edide,
sadece güld ü rü d e değil. B unun için, tam da trajik kahram anla
rın etrafında, sahici rikkatin etrafında, acıklı piyesteki soylu çö
küşlerin etrafında, çepeçevre şafağın u fku uzanır. Schiller “Hiç
bir zam an ve h içb ir yerde v u k u bulm am ış olan, işte b ir tek o es
kimez asla” dediğinde, bu cüm le şüphesiz, -d iy e lim -, abartılı
dır; yine de, onca karam sar ve idealist teslim iyete rağm en, m ad
di bir çekirdek barındırır içinde. Yalnız, şöyle k u rulm alıdır cüm
le: H e n ü z hiçbir za m a n ve hiçbir yerde tam olarak vuku bulm am ış
olan, fakat insan onuruna ya ra şır b ir vakıâ olarak önüm üzde du
ran ve ödevim izi tanım layan, işte b ir tek o eskim ez asla. Tazeliğin
ölçüsünü veren, dem ek G eleceğin b u g ü n d e etki etm ekte olan
kısm ıdır; şimdiki. zam anı eleştiren kom edide de, b u g ü n ü keyifle
519
koyveren güldürüde de böyledir, hele asıl trajik düny anın ulvi
yetinde de. Trajiğin kahram anlarının u m u t dolu etkisi, o kahra
m anların çöküşünde doğru olm ayan b ir şey olduğunu, Gelecek
u n su ru n u n o çöküş içinde yükseldiğini apaçık gösterir çünkü.
31
AL AYA A L I N A N V E N E F R E T E D t L E N
ARZU tM GELERt, GÖNÜLLÜ MİZAHİ
E ğ er sözcüğü
Neşeli olm ayan çok şey vardır, üzerine yamuk gülünen. Zor du
rum a düşen biri hakkında gizli gizli kıkırdam ayı herkes sever, o
kişi akıllıysa kendi de iştirak eder buna. Bilhassa yavan ama dik
kat çekici bir şaka tarzının yeridir bu. Birisinin anahtarını kay
betmesi ve b u yüzden geç kalm ası, ne eğlencelidir. Birisinin bir
türlü nezleden kurtulam am ası, uluorta anlatılır ve iyi bir fıkra
h ü k m ü n e geçer. Burada gülm ek, meseleyi küçültm eye, ikincil
kılm aya, sanki hiç olm am ış gibi yapm aya yarar. Beri yandan,
kendim ize uym ayan veya başkalarında uygunsuz olarak görm e
ye alıştığım ız şeyleri sanki içerim izden k ü çü k b ir parm ak d o k u
nuşuyla vaziyetimize uydurabilm ek, neşe verir ve bizzat neşeli
d ir zaten. ‘Şöyle şöyle olsaydı güzel olurdu am a öyle olm uyor iş
te’ - bu d u ru m da kahkahalara yol açar. Şu atasözü, b u du ru m u
yansıtır: ‘Eğer' sözcüğü olmasaydı eğer, kim ler m ilyoner olm azdı
ki? Veya: İstekler at olsa, hepsine dilenciler binerdi. Bu alay doğ
ru d u r am a yine de tuh af bir şey vard ır onda, çok geçm eden de
iyice d ü şü n d ü rü cü b ir hal alır. Ç ü n k ü ne d en li şen de olsa, bu
üslüp artık sadece sırıtıp alaya alan b ir tavra d o ğ ru genişler b ü
yük b ir m em nuniyetle. Ö n görücü tasavvurun pahasına, alışıl-
520
madıgın pahasına genişler. Hk-insan da, etin kızartılarak yenebi
leceğini ve bir zam an gelip gerçekten de kızartılacağım söyleyen
bir hayalciye böyle gülm üş olacaktır. Mesele yeniliklerdir, her
zam an gülenler olur onların karşısında. Ö ylesine esen bir rüz
gârdır ve her rüzgâr gibi suya karışacaktır. H er rüzgâr suya ka
rışmaz oysa, lâkin darkafalılar öyle bilmeyi sever.
521
sek m akam olarak, o zamana d ek arkaik bir biçim de Patrisyen-
lere m ahsus tutulan sacerdoSa [rahip] erişmişlerdi. Ve Roma-Ka-
tolik Tanrısı da yalnızca Latince bilir; o n u n nazarında Almanca
bir âyin, yaşlı toprak anayı dem irle işlem ek eski Polonya köylü
sü için ne anlam a geliyorsa, o d em ektir: Bir m eydan okum a,
m enfur b ir şey. B ütün batıl inançlar için, yenilikler aynı işareti
taşır: Hayırsızdır bunlar. Eski k o rk u n u n bir bakiyesi, gerek geri
kalmış gerek zam ana u y a y a n tabakalarca, kendilerine m ünasip
gelmeyen geleceğe de uyarlanır. Alışılm adık olan, h er biçim de
toprağa yabancı sayılır; nitekim , şaşırm a arzusuna karşı belirgin
bir önlem hamlesiyle, alaya alınır.
Daha iyi yaşam kadim den beri öyle anlatılır ki, sanki bir zam an
lar b ir yerde varolm uştur. Yabancı şeyler de daha iyi gibi görü
141 18. yüzyılda, “yalancı baron" Münchhausen'e atfedilerek kaleme alınan, ka
dim Yahudi sözlü anlatı geleneğinin palavra veya abartılı hikâyeleri.
142 Thule: ‘En' kuzeyde olduğuna inanılan, Atlantis benzeri efsane yer.
527
Ne görüp ne işitmiş olduğum şeylerle başlıyorum ve dahası, hiç
olm am ış ve hiç olam ayacak şeyleri yazıyorum .” Böylece Lukian,
kendi fantezi ü lk elerin in m ü m k ü n lü ğ ü n e bizzat gülerek, elli
b aşka yalancıyla beraber H erkül’ü n sütu n ların ın üzerinden yel
ken açar. Bilinen dünya geride kalır (zaman zam an aydan, yani
gökyüzüne asılı bir yersel aynadan yansım asını b ir kenara bıra
kırsak). Bilinmeyen dünyada ise, Tantalus’un arzuladığı ve Ze-
u s’un m ahrum bıraktığı her şey vardır. Lukian, anavatanı olan
Suriye’den m otifler kullanm ıştır; daha sonra Binbir Gece Masal-
ları’nda ve Denizci Sinbad’ın hikâyelerinde tekrar bulacağım ız
m otiflerdir bunlar. Rok adlı bir çeşit kuş vardır, L ukian’ın gem i
sini yutan dev bir balık v ard ır - ve daha bir yığın dehşet parıltı
sı. Bunun yanında, ancak Ortaçağ seyahat efsanelerinde ve keşif
resim le rin d e te k ra r b elirecek o lan alk o lizm m o tifleri, “V in-
land”143 m otifleri buluruz. Zira seyyah, H erkül’ü n sütunlarının
ötesindeki adada, H erkül’e ve D iyonizos’a ait dev ayak izleri b u
lur. Bu ikincisinin izlerini takip ederek şarap akan b ir nehre ula
şır, sarhoşluk veren balıkların yüzdüğü neh rin kıyısında, kısm en
üzüm kütüklerine d ö n üştü rü lm ü ş ve iki kat sarhoş eden kadın
lar vardır. Ö te yandan Lukian ay sakinlerine içecek olarak, im a
linden 1 700 yıl önce, sıvı hava sunar. Bu esnada, -saçm alık yine
de haklı çıksın d iy e -, devasa örüm cekler ayla sabah yıldızı ara
sındaki uzama, üzerin d e y ü rü n eb ilir b ir ağ örüyorlardır. Ama
b ü tü n bunlardan daha acayibi şudur: yalan gemisi, A tlantik’te,
“okyanusun sınırının nerede olduğunu ve karşı kıyıda hangi in
san ların o tu rd u ğ u n u ö ğ ren m ek ü z e re ” yol alm aktadır. Sene-
ca’nın, b ir zam an gelip okyanusun kem erinin kopacağını söyle
diği m eşhur kehanetinden çok daha belirgindir bu. Ne var ki ya
lan ve hayalciliği alaya alan b ir m etindedir, okyanusun karşı kı
yısına dair bu ' kehanet. Elbette ki, sahici anlatıcı bir mucize şeh
re vardığında, onu yine bir dolu sihirle tadı kaçm ış bir yer ola
rak tasvir eder ve m ucize ü lk e an cak bir im k â n sız lık olarak
m ev c u ttu r artık. Bu b ak ım d an L u k ian ’ın tarzı, aslında, yalan
söyleyen şairlere hatta M ü nchhausen’lerin ütopyacılığına karşı
iyi, zira eğlenceli bir pan zeh ir sunar. M am âfih, M ü nchhausen
144 Geleceğin H a ^ s ı .
onun pek güzel sevgilisi Alicia'nın enfes b ir taklidini yaratır; ü s
telik tekniğin yardımıyla d ah a yüksek b ir d işi varlığın ru h u ilâve
edildiğinden daha bile güzel olm uştur. Saf metal, parfüm lenm iş
et, m ikrofonun, fonograflann, elektrik akım ının yeni bilmeceleri
(rE ve fu tu re 1886’da yayım lanm ıştı), birleşip "otom atik-elektro-
insan”ı teşkil ederler. Rokoko’n u n otom at sanatçılannın, Spallan-
zani’nin H offm ann’ın H ikâ yelen 'n d e başlattığı şey, burada kemale
erm iştir bir bakım a; çü n k ü yeni O lym pia artık b ir bez bebek de
ğil, fiilen tdeal Kadın’dır. Edison’a rağm en, b u çizgi m odern de
ğildir elbette, planın kendisi, yani virgo optim e perfectau s ise hat
ta antiktir. Pygm alion M itosunda büyüsel b ir çerçevede d ü şünül
m üştür; Afrodit de, hiçbir organik kam burla m alûl olm ayan ' hey
keli canlandırarak, heykeltıraşa bağışlayıcı davranm ıştır. Devam
la, yine kom iğe dalarsak: Romalı tahsillilerin eğlencelerinin b u
güne kalmış b ir fragm anında, M. Terentius Varros’u n K u rta n lm ış
Prom etheus’u n d a , T itan k u rtu ld u k ta n sonra b ir in sa n fabrikası
açar ve zengin Altın Ayakkabı da buradan kendisine “sütten ve
M ilet arılannın üzerinde toplanacağı türden, en ince balm um un
d a n ” bir kız ısmarlar. Nükte, Edison-rom anındakiyle aynıdır, he
def d e yine Homunculus'tur,146 b u sefer sentetik b ir b ak ire olarak
yetiştiriliyordur. E lek trik -ü to p ik m izah alanında, d ahası para
doks alanında yeni b ir yol tu tan ise, Z am an M akinesi ile H.G.
W ells olm uştur. Bu m akine, an latım ı b ak ım ın d an d a , W ells'in
sonra yazdığı lim onata kıvam ındaki liberal devlet m asallanndan
çok daha başanlıdır. Zam an m akinesi ne sağa ne sola götürür, sa
dece, artık sanal olm ayan uzam eksenini teşkil eden zam an hattı
üzerinde ileri geri gidip gelir. Mucit, laboratuarda b u işitilmemiş
taşıta biniverir ve m anivelayı geleceğe çevirir. Gece olur, gelen
günün gecesidir bu, sonra gelen gün döner, bir saat içinde gele
cek haftaya erişilir, b u n u gelecek kış ve yaz izler, m akinenin d e
vir sayısı arttıkça sadece beyazla yeşilin refleksi olarak görünü-
y o rd u r artık bunlar. O n yıllar, yüzyıllar katedilir süratle. Nihayet
sürücü m otoru, odasının uzam sal k o n u m u n u n 802, 701 senesin
de olacağı coğrafyada d u rd u ru r. O rada, tam am en zararsız, ço
147 Yeni Çağ'ın başlangıç döneminde Dalmaçya'da yaşayan barbar bir Slav halkı.
531
si’nde -tek n ik ten öteye geçmediği m ü d d etçe- ve buna yakın mi
zahî anlatılarda kalaydı ya. Sosyalizmde, geleceğe dair, sahici gö-
nüllü-m izahî arzu imgelerine geniş yer vardır; hatta sosyalizmde
bunlar köpüklenen projelere dair kendilerine m ahsus bir neşeli ya
zı tü rü n ü oluşturabileceklerdir. Hele bir defa k ü çü k bir altın ça
ğın başlangıcı uç versin, nice arzu imgesi abartılabilir olacak ama
asla karikatürize edilebilir olmayacaktır.
32
H A P P Y - E N D , 148 H İ L E S İ
A Ç I Ğ A Ç I K M I Ş AMA Y İ N E DE S A V U N U L A N
536
n , ’58 sosyalizm için özellikle fark edilir biçim de yabancı m ad
dedir; k ü ltü r m irası b akım ından da yolu h içbir zam an m isafir
o d alarına çıkm az. D evrim ci p roletarya p o litik yönden hiçbir
zam an k ü ç ü k burjuvaziye k o m şu değildir ki, kültürel yönden
n asıl olsun? Fiiliyatta da böyle b ir şeyin herh an g i b ir pratiği
söz ko n u su değildir; çü n k ü ark asın d a ve k e n d in d e b ir gerçekçi
teori bulunm ayan b ir Praxis, b ir P raxis değildir ve sosyalizm de
im kânsızdır. Sosyalizm, sahici k ü ltü r m irasın ı da olduğu gibi
kabul etm ez; sanki hazır birinci katın üzerine yeni k at çıkıyor-
m uşçasına inşaatı sü rd ü rm ez. Bu in şaat, k ü ltü r ta rih in d e ilk
defa, ahlâkî b ir nitelik taşır; sö m ü rü n ü n ve onun ideolojisinin
olm adığı b ir d ü n y an ın inşasıdır. Ne çoraklık ne de taklitçilik
tanım lar b u işi; kızıl ile altın ın h akim âne-cesur renk uyum u ta
nım lar. Kızılın içinde de vardır altın, onu geleneğin en iyi yan
larıyla akraba kılar ve klasik cephesini o lu ştu ru r - geçm iş yerel
biçimiyle değil de, büyüyen içeriğiyle. B unun içindir ki; içinde
peluşlara b ü rü n m ü ş b ir happy-end ve tarihsiciliğin defne dallı
çerçevesi de b u lu nm ayan bu çıkış yolunda, tem iz hava ve bü
yük uzaklıklar da vardır. H akiki happy-end'e doğru akışta yete
rince neşeli nakil istasy o n ları da v ardır, zira tek yolu sosya
lizm dir bu akın tın ın . Belirttiğim iz gibi, h er engel, engel olarak
hissedildiğinde, aşılm ış demektir. Ama aynı şekilde, kastedilen
hedef sahici im ge ve kavram larıyla ön alm az ve b u n a uyg u n
koşulları oluşturm azsa, h içbir engel fiilen aşılam az.
Dem ek, olayların seyrine hayırhâh bakm ak, her zam an hafif
m eşrep ve aptalca değildir. İyi Son'a d ö n ü k aptal güdü akıllı bir
g ü d ü olabilir, pasif inanç haberli ve çağırıcı olabilir. O halde, o
eski neşeli son dansı savunm ak için bir adım atabiliriz; çünkü,
öteden beriden, yemeğe çağırıyordur, seyretm eye değil. Ve ye
m ek istem ek de b u arada, tasav v u r ile o rta k eğlence arasına
-b u g ü n k ü to p lu m u n s u re tin d e - d ik ilen engele k arşı duyarlılı
ğım ızı sağlayan şey olm uştur. Buna m ukabil hiçbir happy-end'e
inanm ayan insanlar, tıpkı tatlı dolandırıcılar, evlenm e vaadiyle
kandıranlar, in san ü stü lü k taslayan şarlatanlar gibi k et vururlar
dü n y an ın değişm esine. K oşulsuz karam sarlık, gericiliğin işini
158 19. yüzyıl sonlarında Almanya'da yaşanan büyük sınat ve mimari canlanma.
537
yapay olarak koşullanm ış iyim serlikten daha az kolaylaştırm az.
En azından b u İkincisi, h içb ir şeye inanm ayacak kadar aptal
değildir. O rad an oraya sü rü k le n e n k ü çü k yaşam ları ebedileştir
mez, insanlığın çehresine kloroform lanm ış b ir m ezar taşı o tu rt
maz. D ünyanın arka planını, hiçbir şey yapm aya değm eyecek,
ö lü m c ü l h a z in lik te b ir yere çevirm ez. Bizzat çü rü m en in bir
parçası olan ve ona hizm et eden b ir karam sarlıktan farklı ola
rak, sınan m ış b ir iyim serlik, g ö zü n d ek i ça p a k la n sildiğinde,
hedefe olan inancı h e p te n reddetm ez; tersine, şim di doğrusunu
bulm ayı, teyid etm eyi ister. Bu nedenle, dön m ü ş bir Nazi bile,
tüm sinikler ve n ih ilistlerinkinden daha fazla sevinci m üm kün
kılabilir. Bu nedenle, sosyalizm in en katı düşm an ı sadece, - k o
layca anlaşılabileceği gibi-, b ü y ü k serm aye değil, aynı zam anda
o büy ü k kayıtsızlık ve u m u tsu z lu k yığınıdır; zaten yoksa b ü
y ü k serm aye yalnız kalırdı. Yoksa, propagandadaki tüm hatala
ra rağm en sosyalizm in, kendileri bilmese de çıkarları onda olan
m uazzam ço ğ u n lu ğ u h arek ete g eçirm esin d ek i ak sam alar ol
m azdı. Yani k a ra m sa rlık fe lc in ta k en d isid ir, oysa en k ö h n e
iyim serlik bile an c a k baygınlık olabilir ve baygınlığın bir uyanı
şı vardır. Asgari geçime -şa y e t v a rs a - razı oluş, g ü n lük ekm ek
kavgasının verdiği m iyopluk ve b u kavgadaki sefilâne zaferlerin
kaynağı neticede hep hedefe inançsızlıktır; b u n u n için, evvelâ
onu yıkm ak gerekir. Serm ayenin, yanlış happy-end’in yanı sıra
kendi sahici nihilizm ini yaygınlaştırm aya çabalam ası sebepsiz
değildir. Ç ünkü asıl b ü y ü k tehlike o d u r ve happy-end'den farklı
olarak hiçbir şekilde düzeltilem ez - ç ö k ü p gitm esi dışında. H a
k ik attir o nu çökertecek olan, h em m ü lk sü zleştirerek hem de
nihayet toplum sal bir im k ân haline gelen insanlık içinde k u rtu
lu şu n u sağlayarak. Z em ini düzleyen, inşaya sevk eden H akikat,
ne kasvettir ne d o n u k lu k . Tersine, H akikat'in tu tu m u eleştirel-
m ilitan iyim serliktir, öyle kalır ve O lm uş O lanın içindeki He-
nüz-O lm am ış-O lana, ışığın im kânlarına yönelir. H enüz Başarıl
m am ış O lana girişm e cesaretini, gelişen eğilimlere vakıf olarak
ve m ütem adiyen am âde tutar. M utlak Nafile (k ö tü n ü n zaferi)
z u h u r etm ediği sürece, doğru anlam da ve yoldaki happy-end sa
dece sevincim iz değil, ödevim izdir de. Ö lülerin ölülerini göm
düğü yerde, kasvetin h a k k ı v a rd ır ve başarısızlık varoluşsal du-
538
rum olabilir. H ıy an et için d ek i sn o b la n n başlad ığ ı âna kadar
devrim e katıldıkları yerde, daha fazla dua etm ek gerekir: Bize
g ü n lü k illüzyonum uzu b u g ü n ver. K apitalist hesap artık hiçbir
yerinden tutm uyorsa, m üflis gerçekten tü m varo lu şu n defter-i
kebirinin üzerine b ir m ürekkep şişesini boca edip lekeyi yay
maya m ecbur olabilir; k i böylece dünya topyekün k ö m ü r karası
gö rü n sü n ve hiçbir m üfettiş geceyi yapandan hesap sorm asın.
Bu, artık ayakta tutulam ayan parıltılı ön cephelerden daha feci
bir yanılsamadır. Tarihin ileri gitm esini sağlayan, h atta çoktan
sağlam ış olan em ek ise, iyi olabilecek b ir şey olarak, u çurum
değil dağ su retin d ek i geleceğe yöneltir. İn sa n la r da d ü n y a da
yeterince iyi gelecek taşırlar; b u tem el in a n ç o lm ad an , hiçbir
plan kendi başına iyi olamaz.
539
D Ö R D Ü N C Ü B Ö LÜ M
(inşa)
D A H A İYİ B İR D Ü N Y A N I N T E M E L L E R İ
543
34
BEDENİN İDMANI,
T O U T VA B t E N '
545
tıları, degil. Bedenine öyle hakim olm ak ki, atlam a p ark u ru n d a
bile, insan uçark en h er d u ru m a, yeni, abartılı d urum lara bile
hazırlıklı olsu n - sp o rcu a rz u su d u r bu. Tin b edeni inşa etmez
asla, fakat o nu form da tutabilir, ü stelik doğ u ştan gelen ölçü
n ü n ötesinde.
Cesaretle girişilen iş yarı yarıya başarılm ıştır - tabii söylem e
si kolay. Yapması da kolaym ış gibi tasvir edilir, san ki bu söz
b u rada yapılm ası gerekenin en iyisini gösteriyor gibi. Ç ünkü
görünüşe göre b edenini k u d retli kılm anın b ir başka tarzı daha
vardır; neşeyle gözünü k ap atıp başka yöne bakan b ir tarz. Co-
u e,3 Tout va bien şiârıyla, böyle öne atılm ıştı (tüm üyle ahm ak
şifa niyazcılarını b ir yana bırakırsak). Cesaret sahibi olana a it
tir, böylesi b ir dünya, ü stelik bilhassa cesur olm ası da gerek
mez. Tout va bien, nezle ve daha beteri başım ızdan savılmalıdır,
d üşünce-sizce. G öldeki [Bodensee] sü v ari b u n u n tim salidir:
bilgisizliği o ld u ğ u k ad ar bir cesaretle tehlikenin ü zerine atını
sürm üş, tehlikeli b ir ham le yapm am ış ve altın d ak i b u z da kırıl
m amıştır. G özünü m ü şk ü lattan başka tarafa çevirm enin tehli
keli örneğidir bu: kaale alm ayınca, orada değilm iş gibi olacak
tır. M am âfih cesaret k ö r ve ucuz olm ayıp -y in e sahiden spor
culara uygun b ir tav ırla- başını dik tu tm ak tan u m u lursa, işin
kendisi nezd in d e de b ir parça hakikilik kazanır. Ruh hali ne
d e n li a y d ın lık o lu r, b a şın ı dik t u t ma k t a n ne d e n li çok şey
u m ulursa, bu iddialı t u t u m lâçkalığa o d e n li m an i olur. Hatta
bu sadece o n u n etkisine değil bizzat hastalığa uzanan bir yolun
başlangıcı olabilir. Tout va bien asla ‘h er şey olduğu gibi iyidir’
dem ek değildir, burad a daha iyiyi düşlem enin b ir parçası, ona
yönelen bir iradenin varlığıdır. Bizim bedenim iz bile, değişm e
den, deyim yerindeyse uzatılm adan idare edebilecek gibi yara
tılm am ıştır. P lan lan ab ilir yolda, pek âlâ yard ım ed ileb ilir bu
adam a - kadına da.
D elilik v e m asallar
547
‘ansızm'a olan b u arzu d u r - peşinden, sahici delilik gelir. Bir he
kim geceliğiyle sokağa fırlamış, bağırarak, ateş saçan baykuşun4
geldiğini, ölüm ün ve hastalığın mülga olduğunu haber vermiştir.
Şifâlı içeceklerin, şifalı suların nasıl da h er şeyi özetleyen ve yo
ğunlaşm ış b ir etkisi vardır, m asallar nasıl da abartıyla m eşgul ol
m u ştu r onlarla. Bir v u ru şta yarayı iyileştiren m erhem vardır, gi
renlerin gençleşmiş olarak çıktığı kuyu vardır, bilhassa dişi gü
zelliğin geçici m ü lk ü n ü kalıcılaştırmaya yarar. Bir sağlık cenneti
dört bir yana yayılır, acısız, şenlenm iş eklem ler ve keyfi her daim
yerinde b ir mideyle. Şarlatan hekim lerin sihirli m erhemler, tü t
süler, sularla, tıbbi masallarla sınırdaş olması nedensiz değildir;
bunların hepsi, halk m asallarındaki kocakarıları genç kıza dö n
düren değirm enlere benzerler. O lgun bir erkek olan, birkaç yüz
yaşında olduğunu kendi söyleyen K ont St. G erm ain, bir “uzu n
yaşam çayı” alır; sandal ağacı, sinam eki yapraklan ve rezeneden
m üteşekkil sıradan b ir k arışım dır bu. Yüksek tabakada M esmer5
y a n sahtek âr yarı ü to p ik ler zü m resinden sayılırdı; hastalıkları
okşayarak ve hafif b ir sesle konuşarak, yani h ip n o tik yolla sa
ğalttığına inanıyordu. M esm er'in zam anında, Dr. G raham 'ın Ce
lestial Bed’i6 ise tam am en yenilem e işine aitti. Tatlı bir şokla
gençleştirm e özelliğine sahip olduğu söylenen bu yatak, elektrik
kabloları, parfüm ve cam, kapaklarla teçhiz edilm işti. M ucizevi
etkisi olan şifâlı otlara inanç daha eski ve daha sağlam dır; m asal
lar halk inançlarıyla paylaşır onu. Tam da işte o ani çözüm ve sa
bırsızlık, şifâlı otlara b ağlanan u m u d a da m ahsustur. K ırılm a
noktası, h er şeyin bir anda değişmesi: misal, karaçalı yapraklan
flaster gibi üzerine yapıştırıldığında çıbanları sağaltıyordur, yıka
yıp kaynatırsanız hasta kulaklara, dişeti çürüm esine, b ozuk göz
lere ve dudakların büzülm esine iyi geliyordur; u zak adalardan
getirilmiş gibi görülür birdenbire b u alelâde bitki. Sanki, Bayan
Holle’nin7 çayırında biten otlar d ö rt b ir yana saçılm ıştır da, sade-
llaç ve planlam a
549
faydalı olur. Nasıl bir dolam baç, nasıl uzaklardan getirilm iş bir
yardım! Hele yaşama atılan kesik, hasta dokuların bertaraf edil
mesi, açılan bedenin gerçekleştirilen değişiklikten sonra dikilip
kapatılması, antiseptik m uam ele, basillerle m ücadele. Tüm b u n
lar yapaydır ve zaten m evcut b u lu n a n ö z-k o ru n m a h a ttın ın ,
kendiliğinden m üm kün olan öz-onarım ın dışındadır. Şeyleri ol
duğu gibi kabul etm ekten çoktan kopm uş, cesur bir planlam a
gerekliydi b u n u n için. Hastalığa karşı arzu imgeleri, açlığa karşı
olanlarla birlikte en eski arzu im geleri o lm alıdır ve sağaltım ,
baştan itibaren, bir muharebeyi kazanm ak olarak görülürdü. Di
ğ er yandan, takatten düşm üş b ed en de d ah a iyi b ir yaşama dair
en güzel düşlerin peşine düşer; nitekim , yoksa hiçbir yokluğa,
zorluğa yer verm eyen devlet m asalları da, hastalığı ve hekim i
hesaba katm adan yapamazlar. H atta Platon'un Politeia'sı (3. ki
tap), ideal hekim den, “b ü tü n hastalıkları kendi bedeninde tat
mış olmasını ve sapasağlam bir bünyeye sahip bulunm am asını”
bekler. Ç ünkü, ancak böylelikle hastalıkları kendinden çıkarak,
kendi deneyim inden hareketle değerlendirecektir, tabii ru h u da
lekelenm em iş olm alıdır; “b u bak ım d an da k ö tü olm am alıdır,
yoksa iyi bir sağalm ayı tem in etm esi im kânsızdır." H ekim in iyi
leştireceği hastalıkları, hatta tüm hastalıkları kendi bedeninde
tanım ış olması talebi çok abartılı olm akla beraber, Platon fazla
sıyla sağlıklı hek im in fazlasıyla yansız biçim de yaptığı m uam ele
yi de dahil eder hastalığa. Ve b u m uam ele sahid en de hastalığın
kendisinden sadece daha acı verici değil, daha tehlikeli de olabi
lir ve etkisi daha uzun sürebilir. D aha yeni zam anların devlet
masalları, M ore’u n Ütopya'sı, hatta Bacon'un N ova Atlantis'i, şifâ
öğretisini daha kolaylaştırır, acısızlaştırır, kısaltır; yeni inşa edi
len yaşam a veya b u n u n m uhafazası r.ıüm kün değilse zahm etsiz
ölüm e dair b ir sanata dönüştürürler. More, m utlu b ir adada, or
taçağın karanlık revirleri yerine herkese açık, sevimli, ferah has
taneler gösterir. Bacon, bedene hiçbir ağırlık verm eyen yiyecek-
içecekler, sonra yapay olarak üretilm iş şifâlı dağ havası, serum
ve m uğlak tasvir edilm iş ama herkesi H erkül'e d ö n ü ştüren ban
yolar ilâve eder buna. Tam da sözkonusu ütopyalardaki haliha
zır beden, b u n u n dışındaki, pürüzsüzce düşleniverm iş varolu
şun düzeyinde olm adığı için, zo ru n lu d u r bu. B undan ö tü rü bu
550
rada, tam burada, daha az hassas bir beden oluşturm a arzusu
vardır arka planda. Son olarak epeyce geç bir toplum sal ütopya
da, Swesen'in 1903 tarihli Lim anora, The Island o f Progress’in d e 8
açık seçik ortaya çıktığı gibi. Bu adadaki zevat, tıbbın sadece te-
rapötik olduğu fikrini gülünç bulur. Bundan çok ileri geçmişler
dir, “O ver the crude stage o f mere cure o f disease” ,9 bedenin laissez
fa ire, la issez aller'sine 10 tem kinle, teşvik ederek, güdüleyerek,
düzenleyerek ve d üzenini değiştirerek m üdahale ederler. Bu ö r
neklerde hekim , iyi kötü eski hali yeniden tesis eden ayakkabı
tamircisi olarak düşünülm ez. Yenileyici olması, teni sadece son
radan edindiği zayıflıklardan değil, d o ğ u ştan gelenlerden de
kurtarm ası arzu edilir.
Zira sağlıklı bedenin de yardım edilecek çok şeyi vardır daha.
M ünferit sağaltımla değil de türsel arazları bertaraf etme çaba
sıyla meşgul olan b ü tü n planlar, b u n u n la ilgilidir. Bunlar: cinsi
yete m üdahale, yapay ürem e, yaşlanm anın bertaraf edilmesidir.
Bu planların, ne denli ü to p ik olsalar da, tabii kısm en gerici bir
gölgeleri vardır. “Beden terbiyesi” sözünün, Ü st-lnsan'dan ziya
de top m erm ileri için yem olacak bedenleri çağrıştıran bir tad
bırakm ası, boşuna değildir. En büyük sessizlik, cinsiyete m üda
hale planının etrafındadır, en gürültülüsü oydu uzun süre bo
yunca. Bu düş çokluk küçük burjuva darkafalılığıyla m alûldür,
Müller ve Schulze'ye" erkek naipler arar, asalet arm ası ve kılıca
varis ararcasına. Dahası, anlam sızdır: çü n k ü ebeveynlerin arzu
suna uygun olarak kızdan çok oğlan doğurulacak olsa bile, o za
m an da kızlar revaç bulacak, özellikle kıym et kazanacak, böyle
ce zam an içinde aşk m eyvelerinin cinsiyet uzuvlarının değiştiri
lip durm asının sonu gelmeyecektir. İkincisi, N azilerden de önce
bir rasyonel ürem e planı m evcuttu, zirâî te tk ik m üesseselerini
hatırlatan bir plandı. Zaten gıda ve süs bitkilerim izin hiçbiri ar
tık yaradılıştan geldigi gibi değil ki, hepsi yapay ürem eye konu
oldu ve değiştirildi. Keza, evcil hayvanların çoğu, aşılandı ve
çiftleştirildi, tâ ki en tom bul d o m u z, en hızlı koşu atı veya en sa
8 Terakki Adası.
9 Marazın sadece tedavi eden basit düzeyin ötesinde.
10 Bırakınız yapsınlar, bırakınız gitsinler.
11 Smith'le Jones, Ahmet'le Mehmet. .. gibi.
551
bırlı eşek elde edilene dek. Şimdi b u n u n , M endel'in kalıtım ya
saları uyarınca, insana uygulanm ası gerektiği söyleniyor; p lan
lanm ış, bilinçli çiftleştirmeyle, kalıtım varlığının daha iyi tasnif
edilm iş bir karışım ına ulaşm ak söz konusu. Ne var ki bu tasnif;
insanlar arasındaki aşka m üdahaleler yoluyla yapılıyor ve insan
ların aşkı, karşılıklı ürem e hücrelerinin [sporlar] özel bir seçki
sinden m üteşekkil değildir. O halde en tutarlısı, aşkı ortadan
kaldırarak, soylu at yetiştiriciliğindeki gibi, - ır k ı o k adar iyi o l
m ayan erkeklerden sarfınazar etm ek suretiyle-, en iyi dam ızlık
aygırların sperm leriyle d oldurulm uş şırıngalar k u llanm ak o lu r
du. Cam panella'nın 1623'te o toriter devlet rom anı12 Civitas so-
lis'te, sevişm e zam anı m üneccim lerce saptanıyordu; b u g ü n ü n
m üneccim leri, yetiştiriciler ve koruculardır. B unlar çiftleşm enin
saatini belirlem ekle kalmıyor, kalıtım varlığına ilişkin ölçütleri
gözeterek çiftleri de seçiyorlar. Küçük insanın seri üretim i ça
ğında, her şeyden önce, egem en sınıfa hizm et edecek bir ü rü n
çıkm asına dikkat ederek. Bu ürem e seçkisinin doğum dan önce
yapılm ası gerekir, doğum dan sonra ise a rtık zaten fazla karm a
şık olan M endel yasaları değil, basitçe katlin yasaları geçerlidir.
N orm d ışın d a d u ra n h erk ese u y g u la n ır b u ve N azilerde tek
n o rm şuydu: ahm aklar aşağıda, vahşi hayvanlar tepede. Henüz
ketlenm iş olan burjuvazi için ölçü, darkafalı küçük burjuvadır;
b u n d an başka her şeyin, aynı tip tarafından değerlendirilerek,
hiç ketlenm eden k ö k ü n ü n k u rutulm ası gerekir. Sözde Ö jenik'in
düştüğü nokta budur: iflah olm az bir ayyaşın oğlu o lan Beetho
ven hiç dogurulm ayacaktı bu Ö jenik'e kalsa; yine de doğm uş ol
saydı, “b ir y etiştirici olarak savaş” tarafından tem izlenecekti.
Ö jenik’in so ru n alanında ancak artık kapitalist olm ayan bir top
lum, farklı seçilim araçlan ve ölçüleriyle, doğruya yönelebilir. Ki'
Ö jenik'in hası da m uhtem elen iyi gıda, iyi barınm a ve bulandı
rılm am ış b ir çocukluktur. Bu, iyi yolda o lan ı teşvik eder; saf kan
d enen ve m uhtem elen iç evlenm eyle yürüyen bir soya dayanan
12 Devlet romanı (Staatsroman) Aydınlanma sürecine dahil bir edebi türdür. Ör
neğin Jonathan Swift'in Guliver'in Seyahatleri de bu tür içinde sayılır. Kozmo
polit bir beşeri ortak yaşam idealini arayan metinlerdir. Eğitim ve terbiye verici
bir üslûpta yazılmışlardır. Genellikle devrimci bir yönelimleri yoktur, ancak
hükümdara sadakat kaygısı gütmeyen satirik ve ütopik örnekleri de az değildir.
552
acayip tentürlerle, ü stü n lü k leri ender, tehlikeleri ise çok fazla
olan b ir seçkiye girişmeyi gereksiz kılar. Soylular çok uzu n süre
boyunca bu anlam da öjenik b ir biçim de ürediler. Ve salt fizyolo
jik açıdan -d e y im yerindeyse-, bireysel kaynaşm aların uzu n d i
zisi boyunca değerini k o ru m ak veya hele saflaşarak yükseltm ek
bakım ından p e k parlak bir sonuç çıkm ış değildir. Soyluları bi
reysel olarak değil de cins olarak tem ayüz ettiren ve öne çıkar
tan, veraset değil, ona bir y ü k ü m lü lü k ve bir duruş kazandıran
züm revi davranış kurallarıydı ve öncelikle de çocuk yetiştirm e
usulüydü. Kral L ear’in çehresinde ona ‘E fendi’ dem eyi celbeden
şey, soyağacından geliyor değildir; o soyağacından, iki kızının
şahsında, kâfi derecede pespayelik çıkm ıştı daha ziyade. Demek,
soylu olma şansı bile tenâsüle bağlı değildir; sosyal hijyen, dik
d u ru şu n baskılanm adığı, adiliğin ra n t sağlam adığı b ir toplum ,
soyluluğu açığa çıkarır - evet, sadece o açığa çıkarabilir soylulu
ğu. D ehânın, bu sahici ve ancak arzu edilebilecek olan “azınlık
kanlar”, ancak b u rad a başarıyla “yetiştirilebilir”. En azından, ya
ratıcı yeteneği oluştu ran “h o rm o n ”u n ya da adına her ne dene
cekse o n u n tü rü ve m eydana gelişinin koşulları fizyolojik açı
dan bilinm ediği m üddetçe. Şüphesiz: babadan endâm ını, anne
den neşeli tabiatını alm ıştır çocuk; veya, birçok başka vakada,
annecik histerikleşm iştir ve şim d i b u san k i doğuştan parlaklığın
önk o şu lu gibi görünüyordur. Yine am a: nice titiz baba, gülüp
söyleyen anne, kim senin dikkatini çekm eyecek m ahlûklar mey
dana getirm em iş midir, hatta zavallı, zayıf çocuklar? Büyük ye
tenekleri ortaya çıkartan kan k arışım ın ın m âhiyeti, belirli bir
öngörüyle fizyolojik olarak yönlendirilem eyecek ve teşvik edile
m eyecek kadar karanlıktadır. Buna k arşılık tarih, parlak bir d o
ğum un v u k u bulm asının ardından, b ü y ü k yeteneğin kendini ge
liştirm ekten önce ilkin kendisinin farkına varm asına engel olan
elverişsiz çevre koşullarıyla doludur. H er vakit, kırm ızı balıkla
rın b ü yü k kısm ı altta yüzm üş, binlerce Solon sığırtm açlık, New-
tonlar gündelikçilik yapmış, kimse de isim lerini bilm emişti. Bü
yük ölçüde şeffaflıktan uzak b ir saha olan denetim li döllemeye
girebilm esinden önce, rasyonel bir ‘yetiştiricilik’ için burada öte
den beri geniş bir to plum sal alan olabilirdi. Bireysel-biyolojik
Habitus'a hâkim olm ak ve onu b ir “kader” olm aktan çıkarm ak
553
kuşkusuz b ir hedeftir ama bu planlam a önce baraka mahallele
rin kendisini yerle b ir edecektir, zayıf bedenlerin cisimleştirdiği
barakalara yaklaşm adan önce. H er şey, organik yetiştiricilik yo
lunda da saldırganlık d ü rtü lerin i geriletip sosyal dürtüleri güç-
lendirm ekten yanadır; tıpkı tahılın b esin değerinin, kirazların
tatlılığının artınldığı gibi. Ancak yetiştiricilik yapacak toplum un
kendisinin yetiştirilm esi gerekir önce - ki yeni insanî besin d e
ğeri insan yiyenlerin taleplerince tayin edilm esin.
Ü çüncü plan daha saf görünüyor, yani insan yiyenler yok:
Yaşlanm ayla mücadele. E n cü retk an galiba odur, kadında işe er
kenden başlar. Bedenin kendi kendine açtığı yarayı gözetimsiz
b ırakm ak istemez. K aybedilen veya hasar gören organların yeni
lenm esi bakım ından, insan doğası en kırılganıdır. Yalnızca beyni
en gelişkin canlıdır insan, diğer organik yetenekleri yönünden
değil. Değil m i ki zaten topyekûn organik gelişm edeki ilerlem e
ler tek yanlı oluşum lan sabitlem esiyle belirli bir gerilemeye de
yol .açar. O rganların k en d i işlerinde a ş ın uzm anlaşm asına yol
verince, b u sabitlenenden başka b ir yönde olabilecek gelişmeler
durur, hatta daha alt basam akta edinilm iş yetenekler bile kaybo
lur. Özellikle de rejenerasyon yeteneği, organik gelişm enin üşt
basam aklarına çıktıkça geriler: solucanın birkaç halkası bedenin
geri kalanını yeniden m eydana getirm eye yeter, sem enderlerde
k o llar ve gözler y en id en çıkabilir, k erten k elelerd ey se kopan
kuyruk. M em eli hayvanlarda, insanlarda ise an n e doğası asla
böyle cöm ert değildir. İn sanlar organlarını kaybettiklerinde p ro
teze m uh taçtırlar ve en kuvvetli yıpranm a olan Yaşlanma birçok
hayvanda hayli geç başlarken insanlar b u konuda çok hassastır.
Ebedî gençlik çeşmesi hakkındaki arzu d ü şü buradan doğm uş
tu r ve şarlatanca veya değil, sürekli ekip biçilm iştir b u düşe uza
nan menzilde. Kont St. G erm ain'in “uzun yaşam çayına” değin
m iştik, keza Dr. G raham 'ın Celestial Bed’ine de. O kadar aydın
lanm ış olan 18. yüzyıldadır bunlar. İran'dan nefes alma tekniği
ne, Tibet'ten nefesini tutm aya dair tavsiyeler gelm iştir, ü fü rü k
çü lerd en de p ek yakında tensel ö lü m sü zlü ğ e ulaşm a inancı.
Böylesi karşısında H ufeland'ın l 796'daki M akrobiotik'inin tavsi
yesi m ütevazı b ir isabet taşır: “Uyku ve u m u t en iyi iksirlerdir.”
L lk in daha m addî iksirler arasında da daha rasyonel bir arzu yo
554
lu eksik değildi: Ç inliler geyiklerinin ve m aym unların, H intliler
k ap lanların y u m u rtalık ların ı alırlardı; ve sahiden de 1879'da
B row n-S equard y u m u rta lık ta m eş'u m g ençleşm e m ad desini,
H o rm o n 'u k eşfetti. H er o rg a n ın k e n d i h a sta lığ ın ı iyileştiren
m addeleri (dişin “D entin”i, beynin “C erebrin’’i) ü rettiği varsayı
m ı, hem en çöktü b u n u n üzerine; h er ne kadar Bier tarafından
[bindokuz yüz] yirm ili yıllarda d ahi savunulsa bile. Fakat yu
m urtalığın katm erlendirdiği um utlar, bizzat salgı bezlerinden çı
karılan m addelerde b ü sb ü tü n aldatıcı olm adı; en azından bu sal
gı bezlerinin alt işlevleriyle ilgili hastalıkların tedavisinde başa
rıyla kullanılıyordu. O noktadan beri tüm üyle yeni b ir tıbbî cen
nete girildi: 1922'de pankreastan şekere karşı ' bir h orm on elde
edildi; l 929'da gebe kısrakların idrarından, doğal olanından altı
kat güçlü bir yum urtalık horm o n u yapıldı. E ndokrin [içsalgısal]
salgı bezlerinin alt işlevlerine dayanan b ü tü n hastalıklar (hipo-
fiz, yan trioid bezeleri, trioid bezi, böbrek ü stü salgı bezi, y u
m urtalıklar vd.), gerçekten bu bezlerden alın an m üstahzarlarla
[preparatlar] tedavi edilebilir. Ancak işte o en yaygın ilgiye maz-
har olan düşe erişm ede, yaşlanm aya k arşı etki m addesini b u l
m ada, dört koldan uğraşılm asına rağmen, beklentileri karşılaya
cak bir haşan yoktur ortada. Steinach m eni dam arını bağladı,
böylece ergenlik salgılarının çoğalm asını sağladı, aşın m iktarda
üretilen horm onlar kana karıştılar, Voronoff erkeklere m aym un
lardan alınan y u m urtalıkları im plante etti. İkisi de boşunaydı.
Gerçi gençleşm e v u k u buldu, fakat öylesine geçici bir gençleş
m eydi ki bu, san k i yaşlanm anın sebebi hiç de yum urtalıklarla il
gili değildi ve bizzat yum urtalık ların aşınm ası bilinm eyen se
beplerin etkisiyleydi. Kalıyor, tim us bezine dair düşler. Ergenli
ğe dek devam eden büyüm e salgıları onaltı yaşında tüketilm iş
olurlar, artık sadece gebelikte b irtakım -y e te rin c e açıklık kazan-
d ırılam am ış- işlevler görürler. Şimdi, yum urtalıklarda değil de
buralarda bekliyor olm alıdır gençleşme; ve bu organı ileri yaşla
ra kadar işlev görür halde tutm anın yollan aranır; öyle ki ileri
yaşlarda insan tohum verm eye m uktedir olmasa bile dik, canlı,
zihni açık olabilsin. H er şeye rağm en, gençleşm enin ü topik [kı
zıl] elması hâlâ hayli uzaklardadır ve yaşlılık da -k a lp ve böbrek
tetkikleri b a k ım ın d a n - aşağı yukarı yine dedelerim izin zam a
555
nındaki gibi olacaktır. Değişen, yaşlılığı karşılam a tarzıdır; yani
artık o kadar hastalık hastası olm adan, o kadar abartm adan yaş-
lanılacaktır. Fakat bu psişik bir m üdahaledir, altyapısal değildir,
yaşamsallığın m uhtem el gıdaları olan salgı bezlerine ve iç ifra
zatlara dayanm az. Sovyetler Birliği’nde en bilinçli ve en m esut
biçim de yaşlılığın insanın değerini d ü şü ren etkileriyle m ücadele
edilm ektedir; kapitalist toplum un asla razı gelemeyeceği sebep
lerle yapılm aktadır bu. K apitalizm in rekabetçi toplum unda yaşlı
insanlar, sırf ‘genç kuvvet’ denenlerin gelmesi için bile, yer aç
malı, çekilm elidirler. Oysa yaşlıların sağlıklı, kuvvetli kalm ası
için verilen m ücadele, b ü y ü k in şan ın her alanında değerli kad
roların m uhafazası için verilen m ücadele kadar sosyalistçedir.
“Yaşlılık,” dem işti Meçnikov,13 “şim diye kadar b ü tü n toplum sal
koşullarda cem aate fuzulî bir yük teşkil ediyordu, şim diyse ça
lışm anın bilhassa faydalı bir evresine dönüşüyor. Yeri doldurul
maz tecrüpelerini toplum sal yaşam ın en ağır ödevlerine hasre
debilir.” Böylelikle, patolojik yaşlanm anın yerini anlamlı bir yaş
lanm anın alacağı, hatta fizyolojik gerilem enin bile geri d ö n d ü
rülm ez sayılm ayacağı bir gelecek tan ım lanm aktadır. Ö lüm ün
v uk u bulm asından hem en so n ra yeniden canlandırm aya yönelik
Sovyet deneylerinin başarısı, insan yaşam ındaki en kesinlikli va-
kıâya bile m üdahale etm ekte ve onun vaktinden önce vuku bul
duğu n u gö s te rebilm ektedir. Yaşamı, yeteneklerim iz, halledilm e
miş işlerimiz, dizi dizi am açlarım ız için fazlasıyla dar olan şim
diye kadarki sını rlarının ötesine taşırmaktır, sağaltmaya yönelen
ve belli ki o n u n ötesine geçen arzu.
18 Ruhun Diyetetiği.
19 Ne kadar az hekim, o kadar az tıp/sağlık.
558
hayet, l a l a n ı n parlama çağı olan 18. yüzyılın b u cüm lesiyledir
ki hekim ayağa kalktı - sadece kendini beğenm iş ütopist hekim
değil am pirik yönden cesur hekim de. Doğal şifa öğretisi denen
şey de, havaya, ışığa, suya olan içgüdüsel talebin hakkını vere
cek kadar bon sens'e, beyaz peynirle tedaviye varacak kadar ace
m i deliliğine sahipti artık. Burada yine ü to p ik bir h at gösterir
kendini; elbette en k ö tü ü to p ik lik tir bu, çok geçm eden batıl
inançlı um utlara sardıran bilgisiz w ishful thinking20 ütopikliği.
H er şeye rağm en hekim liğin yaradılıştan ütopyası olan, bedenin
en nihayetinde olabildiğince farklı, tam tersi biçim de yeniden in
şâsı tasarım ı da buna benzer. Fakat onu v uran darbe, gerek pra-
tik-am pirik kaynaklı olan gerekse h er şeyden önce Stoik m irasın
anlaşılır kıldığı doğa sofuluğundan gelir. Bu vicdanî kanaatin iyi
yanı, kuşkusuz, soyut iyileştiriciliği hekim lik açısından neredey
se hep engellem iş olmasıdır. Saf tıbbî ütopya azsa, soyut ütopya
da olmayacaktır, devlet m asalları da. N itekim pratik m üdahale
de bulun an hekim in ü topik d u y u su n u n daha d ü şü k olması, kıs
m en bizzat sağaltıcıdır; ç ü n k ü b ed en in alışılm ış yaşam ından,
fazla uzaklaşarak ve fazla yapay biçim de ayrılan h er şey, kan ak ı
şı kesilen bir eklem gibi kangren olur. S orum luluk ve Stoik m i
ras, nesnel açıdan m ü m k ü n olana bağlı kaldılar; çok defa Öje-
nik'ten ve yaşlanmayla m ücadeleden farklı olarak. Ancak bu vic
dani kanaat, başka bir esaslı temeli olan ve o olm adan şifa sana
tında büy ü k bir gelişm enin m ü m k ü n olamayacağı ü topik ccsa-
reti kesintiye uğratm am alıdır. Cesaret, tam da gayrı-ütopik bir
biçim de, bedensel zaafiyetlerin sebebinin o rtadan kaldırılm asıyla
ilgilidir. N ihaî sebep basillerde veya m ünferit hücrelerin veya
hücre gruplarının -k a n se rd e k i g ib i- tu h af “em peryalist” büyü
m esinde yatm adığına, etin kendisinin yoldan çıkarılabilir arazlı-
lığına ve kırılganlığına bağlı olduğuna göre, onun yeniden inşa
sına ilişkin arzu d ü şü kaçınılm azdır ve -gözler oradan kaçırıldı
ğında b ile - arka planda kalmaya devam eder. Evet, sadece status
quo ante'yi hedefleyen h ek im lik tem kininin de tek in olm adığına
dair bir şüphe oluşur. N ihayetinde şu cüm leye cüret edebiliriz:
Hekim, m ünferit hasta yatağının başındayken bile, tam da nere
20 H u sn u k u ru n tu .
559
deyse delice bir gizli plana sahip olduğu içindir ki, görünüşte ka
çınır ondan. Bu nihâî plan, b u son tıbbi arzu düşü, ölümün orta
dan kaldırılm asından aşağı değildir.
İyileşmiş hasta, kendini yeni doğm uş gibi hissetm ek ister. Bu,
eski haline gelm ekten daha fazla bir şeydir, h er ne kadar hasta
bundan m em nun olsa bile. M em nun-m esut, işlerine dönebile
cektir yine. E ski haline yeniden dönm üştür, evet, am a yaşamı
nın akışı içinde hangi Yeniden? Yalnızca yeniden tesis edilecek
bir ‘eski sağlık' var mıdır? M uhkem bir kaya m ıd ır bu, b ü tü n za
m anlarda sabit, O lm uş Bitmiş sağlamlığında? Öyle değildir; sağ
lık sallantılı bir kavram dır - doğrudan doğruya tıbbî açıdan de
ğilse bile toplum sal açıdan. Sağlık asla sadece tıbbî değil, ağırlık
lı olarak toplum sal bir kavramdır. Sağlığını eski haline getirm ek
dem ek, hastayı, söz konusu toplum da ‘sağlıklı' kabul edilen hat
ta o toplum tarafından imal edilen türden bir sağlığa kavuştur
m ak dem ektir hakikatte. D em ek salt eski haline döndürm e ni
yeti bakım ından bile Yeniden'in hedefleri değişkendir. Dahası,
bu hedeflerin kendisi söz k o n u su to p lu m tarafından “norm "
olarak konuyordur. Sağlık, kapitalist toplum da istihdam a elve
rişliliktir, [Eski] Yunanlılar'da haz ehliyeti idi, Ortaçağ'da im an
ehliyeti. H astalık o zam anlar günah sayılırdı (delilere zincirleye
rek ve zindanlara atarak yapılan kork u n ç m uam elenin nedeni
buydu), o halde günahsız insan sağlığı en iyi olandı. B undan
ötürü, burjuva aydınlanm asından geçmiş h er hekim için histeri
ğin biri o lan Sienalı K atherina,21 fazlasıyla norm al sayılıyordu.
Onun gibi birini iyileştirm e isteğine hiçbir ortaçağ hekim i kapıl
mazdı, ‘başlangıçtaki durum ' den en bir d u ru m u n yeniden tesisi
de söz ko n u su olm azdı; ancak, o zam anlar henüz m evcut olm a
yan, çok sonralan ortaya çıkacak b ir m odem -norm al hale dö
nüştürm ek düşünülebilirdi. Dua okuyarak şifâ verm ek de, her
ne kadar burada İsa bir dok to r ve O n u n kilisesi b ir eczane olsa
bile, sağlıkla kastettiği itibanyla, sofuluk çağlarının asla anlam a
yacağı bir şeydi. Zira O rtaçağın duaları arasında belki ter attıran,
m üshil etk isi yaratan, acılan dindirenler vardı am a b ir işadam ını
tekrar verimli hale getirmeyi hedefleyenler yoktu. O zam anların
21 14. yüzyılda, kendini hasla ve sakatlann bakımına adamış bir Kilise mistiği.
560
‘Tabiî' denileni bile, b ugünden bakıldığında, asla sağlığın “kök-
imgesi" değildi; zira çocuk haçlı seferinin,22 kendi kendine ezi
yet yoluyla ibadet eden tarikatların ve daha nice şeyin kaynağıy
dı bu. Böylesi, orm an tazeliğine aykırıdır aslında, am a yine de
zam anında hakiki Hıristiyan evladına, orm an kardeşine23 uygun
sayılmıştı. Peki ya İlkel denilenlerin kendileri? Bedenlerini sihir
le öyle bir değiştirirler ki tanım ak neredeyse im kânsızdır; Avru
palılar hak k ın d a söyledikleri gibi “köpeğe ben zem em ek” için
ağızlarına yüzlerine birşeyler hakkeder, boyarlar; bir sporcudan-
sa uyurgezerinkine benzeyen türden bir sağlığa h ü rm et eder ve
b u n u gaye edinirler. Böyle verili, sabit kalan b ir sağlık hiçbir
yerde m evcut değildir; genel-m ateryalist ve yalnızca bu bağlam
içinde ebediyet taşıyan gençlik form ülünü bir kenara bırakırsak:
neşeli kafa dolu k an n d a bulunur. M amâfih m ens sana in corpore
sano'dan24 ileri giden h er m etin bir deneyim değil bir idealdir;
söz konu su toplum a göre değişen bir ideal. D em ek h er özgül
toplum un hekim i, kadim başlangıçtaki bir genel sağlık d u ru m u
n u y enid en tesis etm ek yerine, hastaya y eni b ir sağlık katar.
Toplumsal olarak revaç b u lan o N orm al'i yeniden tesis eder; in
sa n ın b e d e n i işlevsel o larak değişm eye, icab ın d a iyileşm eye
m uktedir olduğu içindir ki, bu yeniden inşa m üm kündür. Be
den şim diye k ad ar y alnızca sağlığın aynı zam anda şü p h eli de
olan sınırlı türlerine odaklandı ve to p lu m da hayvanlar dünyası
n ın pek az bildiği veya hiç tanım adığı bir sü rü hastalığı m üm
k ü n kıldı (frengi, tüberküloz, nevroz). Buna m uk ab il organik
arzu düşü, en azından, acı değil de sadece h a z servis eden ve yaş
lılıkta d üşkünlüğün kader olm adığı b ir bedene niyet ediyordu.
H er şeye ragm en tıb b ı ve toplum sal ü to p y alan birleştiren, işte
kadere karşı bu mücadeledir. Kaybolan p arçalan ikam e etm e ka
biliyeti insan bedeninde aşağı hayvanlara kıyasla d üşüktür, buna
karşılık d ah a evvel hiç sa h ip olunm am ış olana yönelen üto p ik
kabiliyet ancak insanda etkindir. İnsanın esaslı bir kuvveti olan,
563
vaz’etm işti her iki anlam da, hem ahlâkî hem bilim sel yönden.
Neticesinde, em peryalist evresinde kapitalizm in tüm gaddarlığı
boşanıverdi; üstelik yalnızca A m erikalı katillerce bunu k u tla n
m akla kalmıyor, E duard H eim ann gibi sağ sosyalistlerce m azur
görülüyor, E dgar Salin gibi bilhassa kirli faşistlerce ise [Stefan]
Georg tarzında Soylulaştınlıyor. Yenilenmiş M althusçuluk, savaşı,
işsizlerin “fazlasının ” hurdaya atılmasını, topyekûn halkların fa
şistçe kö künün kurutulm asını haklılaş tırıyor; aynı zamanda, kar
çıkarının numerus clausus’u28 icabınca varlığına taham m ül edilen
o proleterin dikkatini de kapitalist sefaletin gerçek sebeplerinden
başka yerlere çekmesi bekleniyor. Tüm bunlar M althus’u kapita
lizmin son düzlükteki koşusu için tavsiyeye şâyan kılıyor; kendi
alçaklığına dair ve onu n adına bile bizzat özgün fikirler çıkara
mayacak halde olduğuna göre. Arzu, artık ilerici bir arzu olm adı
ğında, b ir fikrin bile babası olam az, ancak darbe vurm aya, en
azından üzerini örtmeye babalık edebilir. Toplumsal olandan yalı
tılmış eksik sebeplerin saptırılm ış teşhisi olarak M althusçuluk,
bu nedenle sadece nüfus fazlasına ilişkin ve onunla sınırlı bir öğ
reti değildir. Zira bu [kapitalist] kavgacılığa d air bir şey bilmeyen
veya bilm ek istemeyen çevrelerde de, salt tıbbî olana el atış, sefa
letin toplum sal sebeplerini ikam e eder veya onu bastırır. İyileştir
m enin kaldıracı iyicene derinlerde, gerçek insanların ve onların
m uhitinin çok aşağılarında bir yere oturtulur. Kitabî olarak Mal-
th u s’a dayanm asa bile, laboratuara yollanan bir dam la kanla insa
nın tüm hastalığını anlayacağına inanan alâkalı, en azından [sis
tem in yapısından/m antığından] habersiz dar bakışın sebebi de
budur. Eza çeken canlı insanın b ü tü n lü ğ ü , özellikle de içinde b u
lunduğu koşullar, görm ezden geliniyordur. Salgının yegâne sebe
bi sayılan basillerin abartılması, bundandır; m ikrop, hastalığın di
ğer görünüm lerinin, m uhitin kötülüğünün vb. ü stü n ü n örtülm e
sini sağlamış, orada yatan sebepleri de araştırm a yüküm lülüğün
den kurtarm ıştır. Mesela verem öncelikle yoksulları kasıp kavu
rur, fakat bun u hesaba katacak olursak, en ıslak leke olarak yok
sullukla m ücadele etm ek gerekecektir; oysa burjuva sağaltm a öğ
retisi pek meyletmez buna. Bu örnekteki gibi, dertleri salt tıbbi
28 Kontenjan sınırlaması.
564
yoldan bertaraf etmeye çalışmak, bilinçli veya bilinçsiz, gerçek
dertleri ortadan kaldırm am ak için seçilen b ir yoldur (ut aliquid fi
eri videatur,29 sahte reçetelerde dendiği gibi). N itekim tüm M alt
husçuluk, adam ın kendisinden ve öğretisinden bağımsız olarak
da, tümüyle b ir bastırm anın alanıdır. Toplumsal m uhite ve onu
değiştirmeye d ö n ü k b ir plana öncelik verm eden, Pavlov olm adan
ve beyinsel-toplum sal olarak yönlendirilen b ir varlık olarak insa
nın b ü tü n lü ğ ü n ü tanım adan salt m ekanik b ir k u tu flaster; he
kimle kızıl bayrağın işbirliğini ve ikincisinin öne çıkmasını önler
bu. Yoksulların cinsel nefislerine hâkim olm asının, toplum sal so
runun çözülm esine yapabileceği k atk ı pek azdır; üretim e -başka
bir üretim e- başka türlü m üdahalede bulunm ak gerekir. Darwin
de bir parça etkilendi M althus’tan, nüfus fazlası fikrini hayvanlar
dünyasına yansıtarak. Sovyet Darwinistleri Darwinizmi bu Malt-
husçü hatadan kurtarm ıştır. Geriye kalan, birçoklan için sağlıklı
ve o anlamda ilerici olan bir doğum kontrolü planlamasıdır. Ka
pitalist toplum mevcut olduğu ve böylesi bir kısıtlamayı veya ço
cuk düşürm eyi gerekli kılacak biçim de yaşamı m üşkülleştirdiği
müddetçe... Toplum bugünkü durum unda kaldığı, yani kölelerini
artık besleyemediği müddetçe. Dünya herkese yeter - veya yete
bilir, şayet iktidarın ihtiyaçlarını karşılama yerine ihtiyaçları kar
şılam anın iktidarıyla idare edilseydi.
Hekimin ih tim a m ı
566
şam ın, doğm uş ve büyüm üş olm anın kendisine bağlı hastalıkla
ra yönlendirici bir m erkezî etkide bulunabilm esi, öncelikle b u n
ları önleyebilm esidir - ve b u n u yaşam boyu yapması. Oraya gi
den yol çok u zundur; bedenin m üşkülpesentliği d ü şü nüldüğün
de, daha u zu n bir m üddet, katederken pek de tatm in bulunam a
yacak b ir yol. Bu yol kapitalist işletm en in verim lilik istidadı
içind e katedilem eyecektir kuşkusuz, zira sağlık, tüketilm esi de
gil de tadına varılması gereken bir şeydir. Acısız, uzu n, en ileri
yaşlara, hayata doyarak ölüm e uzanan b ir yaşama ulaşılm ış de
ğildir, hep planlanm ıştı. Yeni doğm uş gibi: daha iyi bir dünyanın,
ana h a tlanyla, kastettiği budur, bedene ilişkin olarak. Ama insan
lar dik yürüyem eyecektir, toplum sal yaşam ın kendisi kaykılırsa.
36
Ö ZG Ü R LÜ K VE D Ü Z E N ,
SO S Y A L Ü T O P Y A L A R D A N B ÎR K E S İT
30 insanın Belirlenimi.
567
Sınıfları ve sım f çelişkileriyle eski burjuva toplumunun
yerini, her bir kişinin özgür gelişiminin, herkesin öz
gür gelişimi için koşul oluşturduğu yeni bir birlik alır.
- Komünist Manifesto
1. G İRİŞ
B asit bir y e m e k
K ız a n n ış güvercinler
5 68
ve her düş kullanılacak eşya olarak em re amadedir. Böylece ay
laklar rahat yaşarlar, zenginlerin artık onlara servetlerinin pek
kıskanılacak bir şey olm adığını belletm eleri gerekmez. U zun uy
ku nasıl da sağlıksız, aylaklık nasıl da ölüm cül, sefalet nasıl da
kaçınılmazdır, yaşam ın durakalm ayacaksa. H alk en gıdalı m asa
lını, en açık seçik ü topik m odelini neşeyle resm etm iş hatta kari-
k atü rleştirm iştir: ü zü m asm aları sosislerle bağlanm ış, dağlar
peynire dönü şm ü ş, derelerden en iyisinden m isket şarabı akı-
yordur. ‘A rm ut piş ağzıma d üş’, H ind’in sihirli halıları kam u te
sisidir burada, handiyse saadet hali.
569
Karada ise Fourier, "sabah Calais'den yola çıkan bir binicinin
kahvaltısını Paris'te yiyip öğlen Lyon'da, akşam Marsilya'da ol
m asını sağlayacak b ir elastik taşıyıcıya, b ir anti-aslan"a kehanet
eder. Gerçi, b ü y ü k ütopyacılarda, deliliğin de bir yöntem i oldu
ğunu görürüz; sadece deliliğin yöntem i değil, gelecek zam anın
tekniğine dair b ir yöntem : anti-balina b u h a rlı gem idir, anti-as
lan hızlı tren veya otom obil. Fourier’nin insanda yeni bir organ
çıkacağına dair - h e r ne kadar k u ^ u k ucunda olsa b ile - öğretisi
de, kaçıkça olduğu kadar öngörü cü d ü r (D aum ier b u fanteziye
dair bir çizim su n m u ştu r). Bu organ vasıtasıyla insanlar “semavî
sıvıyı” alacak, gezegenler birleşirken başka yıldızların sakinle
riyle tem asa geçebileceklerdir. "Semavî akışkanlar" b u arada
radyo tarafından alım lanm ıştır; her ne kadar yıldızlarla ilgili ra
porlar henüz kesat olsa bile - hele [bu tahayyülün] teknik göv
desi ve gezegenlerin birleşmesi. G örünüşe bakılırsa b u masallar,
Jules V erne'inkilerden, en azın d an L aS w itz'in3' h atta Scheer-
bart'ın32 yıldızlara d air ü topik bayağı edebiyatından çok da fark
lı değildir. A ncak F ourier'de oyunbazlığın izi yoktur; b u ciddili
ği renklendiren boya k ü p ü n ü , paranoya sağlar. Sadece bayağı
edebiyat için de değil - h er ne kadar bayağı edebiyatta da para
noyayla bir kat daha boya çekilse bile. 18. yüzyılın liberal-ütop-
yacı m asonlarına, şu gönyeli-piram itli vatandaşlara bile küçük
bir parça delilik bulaştığını sezinlem ez misiniz? G enç duvarcıla
rın "Astraea'nın33 im paratorluğuna" sunm ak d u ru m u n d a olduk
ları hazırlıkların, sembollerin, tüm o serem oninin üzerinde bir
soytarı kukuletası d urm uyor m udur? Büyük ütopyacı Saint-Si
mon bile, son yazılarında, Sanayi Papası'yla ilgili olarak, dünya
yı iyileştirm e peşindekileri ara ara tehdit eden o cinnete yaklaş
m ıştı; öğ ren cisi A ugust C om te ise, son evresin d e, tam am en
o n u n içine batm ıştır. Com te, Saint-Sim on'un A kıl Kilisesi'ni, sa
dece İnsanlığa değil uzam a ve yerküreye de tapınm ayı zorunlu
kılacak ölçüye vardırdı. “Büyük Varlık” olarak İnsanlık, “Büyük
Aracı” olarak uzam , "Büyük Fetiş" olarak yerküre; C om te'un öl
31 19. yüzyılın sonlannda eser veren, bilim kurgunun öncülerinden sayılan Al
man bilim insanı ve yazar.
32 19. yüzyıl sonlarında fantastik edebiyat eserleri veren Alman yazar ve çizer.
33 Yuna^n/Roma mitolojisinde adalet Tanrıçası.
570
m üş sevgilisi C lotilde de yeni M eryem o luyordu. E n enerjik
gökyüzü saraylarının bazılarının süslediği acayipliklerdir bunlar.
Mamâfih, daha önce belirttiğim iz gibi, bayağı edebiyata da ta
m am en yabancı değildirler - devlet rom anına değen ve kısm en
de verim li biçim de o nu kapsayan tü rd en bayağı edebiyata. Daha
eski ütopyaların hem en hepsi uzay m akineleri kullanırdı, yeni
lerin ise neredeyse hepsi, bir sosyal düş ülkesine doğru açıldık
larında, egzotik bir fanteziden çıkan zam an makineleri. Birçoğu,
en azından başlığında, m u tlu lu k adasına bayağı edebiyatın cır
lak parıltısını vermeye çalıştı. işte, bir “K ingdom o f M acaria”34
vardır, bir zam anlar çok m eşhur olan “Felsenburg35 Adası” var
dır, bir “C rystal Age”36 vardır: uzak kıyılardan denizkızlarının
teşhir edildiği panayır sergilerinde rastlanan tü rd e n isimler; gö
ze görünm ez bir locanın çok uzaklardan gelen bir sadası da ek
sik değildir. M ucize ü lkelerden, m ucize çağlardan ve m ucize
uzam lardan masallar, parıltıyı sağlarlar; İskender'den b eri en gü
zel ütopyalar Güney Denizi’n d ek i adalarda konum landırılm ıştır,
altın çağın Seylan’ında, mucize ülke H indistan’da. T hom as Mo-
re’u n k i gibi önem li sosyal ü to p y alar bile, kıyafetlerini gem ici
m asallarından ö d ü n ç alırlar; bu çerçeve, açılması için şartların
olgunlaşm asından çok önce, bahtın görünm esini sağlamıştır; iki
bin yıldan fazla zam andan beri, insanın insan tarafından söm ü
rülm esi kaldırılm ıştır ütopyalarda. Sosyal ütopyalar ışığın d ü n
yasını gecenin dünyasıyla zıtlaştırm ış, ışık ü lk elerini geniş geniş
resm etm işlerdir; ezilenin ayağa kalktığı, m ah ru m bırakılm ışların
kendini m em nun h i^ e ttiğ i, adalet getiren o parıltıyla. Bu fantas
tik biçim de resm edilm iş d u rum un, m aceranın ve anlaşılabilir-iyi
zaferin bakiye kalan son form u olarak sıklıkla ancak bayağı ede
b iy a tta te m s il e d ile b ilm e s i, ş a ş ırtıc ı d e ğ ild ir. B u g ü n h alâ
Brecht’in Üç K uruşluk Opera'sındaki askerin en nihayet vâsıl ol
m uş olarak düşlediği gibi bir d u ru m d u r bu: “Fenalık yüksek
şö hretini kaybetti, yararlı olan ünlendi, aptallık im tiyazlarını yi
tirdi, kim se kabalıkla iş yapm az oldu artık.” K açıklıkla, gemici
m asallarıyla veya en yeni sosyal ütopy alard ak i, Bellamy veya
38 Yeni Uyum.
39 Sınaî ve toplumsal yeni dünya.
573
kerler de işçidir; böylelikle “S ysttm e industriel”, b u tiplere ih ti
yaç duym adan y ü rü y en O w en’in gerisine düşer. L âkin Saint-Si-
m o n 'u n sanayicisi özel kon u m d a kalm az, b ir kam u m em uru
olur ve toplum un tam am ı da Akıl Kilisesi’ne dönüşür. Söm ürü
n ü n kök ü k u ru tu lu r, çünkü bireysel ik tisad ın k ö k ü k u ru tu l
m uştur, o n u n yerinde planlam anın, m ukaddes ih san olarak sa
nayinin şafağı sök er - tepesinde b ir yüksek sosyal rahiple.
Bunların hepsi eski toprağı terk eder, az veya çok barışçı bi
çim de, az veya çok çabuk. E n çabuk m em nuniyet, yeni icatların
da yardım ı halinde gerçekleşecek gibi görünür. En yeni devlet
masalları böyle icatlarla doludur, M ore alçak çatılar ve büyük
ışıklı vitrinler resm eder düş ülkesinde, Campanella ise basbaya
ğı otomobiller. Pek öyle sosyal düşler değil de daha ziyade tek
n ik düşler resm eden devlet m asalları da vardır. Bacon’ın N ova
A tla n ti s’i böyledir; H erk ü l’ü n sü tu n la rın ın b erisin d e, bilin en
d ünyanın berisinde b ir ülke. Orada m esu t b ir h a lk yaşar. Deniz
den sahile vuran m allar m isali, doğanın ü rettiğ i atıklarla yetin
m ediği için m esuttur her şeyden önce. Atlantisliler, aygıtsal ola
rak en üst düzeyde keskinleştirilm iş duyularla bizzat doğal kuv
vetlerin içine nüfuz etm ekte ve derin bir bakışla orada gördükle
rini kendileri için yararlanılabilir kılm aktadırlar. İnsanlar yeni
bitkiler ve faydalı hayvanlarla çevrilidir, yaşam kimyasal yollarla
uzatılm ıştır, havalanabilen arabalar sayesinde eski ‘kuş olm a’ d ü
şü bile gerçekleşmiştir. Yarına açılan çok kapısı olan bu rom anın
sosyal yanı tam am lanm am ıştır; dev boyutlara u laşan ‘arm ut piş
ağzım a düş’ün, hangi yolla, hasm ane arzular için zehir değil de
sadece iyilik hasıl edeceği bilinm ez. Salt tekniğe dayanan ilerle
me im geleri h er zam an ilerlem eyi fazla ucuz, fazla düzçizgisel
gösterm işlerdir; tıpkı bugü n ü n , toplum sal değişimi, yanılsam a
ları veya aldatm a yöntem lerini bir kenara bırakan yalıtılmış su
num ları gibi. D ürüst ama soyut ütopyalarda, teknikle tem ellen
dirilen ilerlem e inancı, hiçbir rahatsızlığa uğram adan başarılaca-
ğı ve yol alınacağına dair hayali sıklıkla kolaylaştırm ıştır. Bütün
ütopyacılar arasında sadece biri, Fourier, âla b ir gelecekte de her
evrenin hem yükselişi hem de am a düşüşe geçme tehlikesini ba
rındırdığını ileri sürm üştür. Soyut ütopya, geleceğin -a n c a k ço
cukların çocuklarının göreceği- sosyalist devletine d air olanlar
574
da dahil, ender olarak gerçek tehlikeyi tanır; o zaman da, sadece
gidiş yolu değil zaferi de diyalektikten y o k su n olur. tik ve en se
rin olm asına k arşın en ü n lü ütopyanın, Platon'un ütopyasının
kuşkusuz itim at dolu olm aktan çok meyus b ir ru h hali taşım ası
na rağm en. Elbette burada m evcut devletin abusluğu ideal dev
lete taşın m ak tad ır: yük sek tab ak an ın k itle d e n hoşlanm ayışı.
A m ele sın ıfın ın kafasını kaldıram am asına d air arzu im gesi...
D üşlenen b ir askerî devlettir; tepesinde dünyevî. Brahm anlarla,
içe d ö n ü k olarak da b ir askerî devlet. idealleştirilm iş D or devle
tidir bu; Isparta, felsefeyle taçlandırılm asına rağm en, b u n d a n
uzaktı. Platon'da eksik olm ayan hatta o n u n en güzide üto p ik
parolası olan o tehlikeli “Her şey ortak olsun" şiarı da yukarıda
ki iki züm reyle sınırlanm ıştı; dem okratik b ir talep değil, bir ra
hip imtiyazıydı. Bu ütopyada tem kin vardır, en gerici ütopya ol
m asının bedelidir bu, asla m asalsı değildir, altın çağ anlam ında
değildir. Ve A ntik Çağın ikinci ü n lü ütopyasında, A ugustin'in
Tanrı Devleti'nde de kaçınm a vardır. Gerçi o n u n selam eti henüz
Adem ve Havva için öngörü lm ü ştü ama onların d üşüşüyle aka
m ete uğradı, o zam andan beri Tanrı Devleti dünya haccındadır.
Dünyevî devlet olarak zuhur edem ez, çünkü yalnızca seçilmişle
ri kapsar, bir tü r N uh'un gemisidir. O n u n barışı tehdit altında ve
yalnız başınadır, dünyayı teşekkül ettiren kasavet ve adaletsizlik
denizine batmış. Ama ne P laton'un m utlaka pahalıya m al olan,
gericilikle tem ellendirilm iş tem kini, ne A u g u stin 'in karam sar
tem kini, sosyal ütopyanın m u tlu lu k im gesinin hafifliğini fazla
etkilem iştir. Devlet rom anları, çok zam an, kendi reçeteleriyle
tüm çelişkilerin çözüleceğini düşündüler, sağlık[ları] bu varsa
yım içinde donakaldı. Taze bir soru, yeni bir ülke görünm ez ar
tık kıyıda; ada, bizzat geleceği temsil etmekle beraber, geleceğe
geniş ölçüde kapalıdır. Birçok yönden, tek n ik iyim serlikle bağ
lantılıdır bu daha önce değinildiği gibi, am a son kertede esasen,
ü to p ik olanın b u en açık seçik ifadesiyle maruz kaldığı daral
mayla bağlantılıdır: Ü topya en iyi halle sınırlanm ış, varoluşun
som ut bütü n lü ğ ü içinde görülm ek ve işlenm ek yerine d u rum un
b ir soyutlam asına indirgenm iştir. Böylece Ü topik O lan, devlet
rom anından beri, ferah gönüllülük ve heveskar soyutlam anın
y anı sıra, tü m alem lere nüfuz eden ana m addesiyle tü m d en
575
uyum suz olan b ir Kısım O lm a [kısmilik] vasfı kazanmıştır. Oysa
üto p ik varlık, yani ihtiyaçların karşılanm asında m ükem m ele yö
neliş, unutulm am ası gereken yavan arzular ile, henüz arzulana
cak olan ve tatm inleriyle sonsuz insani doyum artışının körlen
m ez b a h tın ı açan d e rin a rz u la rı b eraberce, sosyal ü to p y aları
kendine bağım lı kılacak bir Totum olarak kavranmalıdır. Ve so
n u çta kendi kısım ları dahilinde taşmayı arzuladıkları ve taşm a
ları gereken de bu b ü tündür, m utlaka sosyal-radikal, iyi koşulla
rı gözeterek. Bu Totum, eski devlet m asallarının hâlâ yeni kalm a
larını ve çok şey söylem elerini sağlar, onların yanılgısını bile öğ
retici ve talebini yüküm lendirici kılar. Y ükselttikleri talep, O scar
W ilde’ın cüm lesindekidir: Ütopya ülkesinin olm adığı hiçbir dün
y a haritası bakm aya değm ez. Eski sosyal d ü şle r soyutla[n]m a ve
aşkın adacığını resm ediyorlardı; her ikisinin vasıflarından ö tü rü
de hiçbir zorluk olm am alıydı bunda.
D aha iyi beraber yaşama düşleri, u z u n süre sadece için için düşü
nüldüler. Yine de lalettayin değildirler, m üelliflerinin kendilerine
görünm ü ş olabileceği kadar serbestçe salınm azlar. Sanki tuhaf
hadiseler gibi salt am pirik olarak kaydedilebilecek şekilde birbir
leriyle bağıntısız da değildirler. Dahası: görünüşteki resimli kitap
ya da revü karakteri içinde, oldukça kesin biçim de sosyal olarak
koşullanm ış ve bağlantılandırılmıştırlar. Bastırılmış ya da henüz
yolunu açm akta olan m üstakbel toplum sal aşamaya olan eğilime,
b ir sosyal göreve riayet ederler. Özel-kişisel b ir kanaatle, sonra en
iyi hale dair düşlerle karışm ış olarak da olsa, b u eğilime ifade ka
zandırırlar. Sosyal ütopyalar halihazırda mevcuj. b u lu n an eğilimi
gerçi asla, vaktinden önce tasavvurun diğer form una, burjuva do
ğal h u k u k u n a özgü olduğu gibi gayretkeş hatta keskin biçimde
yansıtmazlar. Lakin bir sonraki basam ağa doğru tazyikten kesin
likle bağım sız değildirler, h er tü rlü uçuşçuluklarına, m utlak bir
sosyal talihin rom anını yazm alarına rağmen. E nder olarak som ut
b ir dolayım la olsa bile, vadesi gelen m ü stak b eld en heyecanla
bahseder, m ü stakbeldeki k o m ü n ist n ih âi saadeti eşikteki yeni
eğilim in biçim lerine giydirirler. A ugustin'de böyledir, Thom as
576
More ve Campanella'da, Saint-Simon’da belirgin biçim de böyle
dir. Augustin'de başlam akta olan feodal iktisadın etkisi olm uştur,
More'da serbest ticaret sermayesinin, Campanella'da mutlakiyetçi
m anifaktür evresinin, Saint-Simon'da yeni sanayinin. H er seferin
de şeffaf, gökyüzünü yeryüzüne indirerek olsa ve aklında daha
aşağısı olmasa bile. Ütopyaların da kendi seyir planlan vardır, en
cüretkarlan bile dolaysız öngörülerinde ona bağlıdırlar. Mekansal
konum ların değişikliğini de eklem ek gerekir, bulund ukları yer
İngiliz M ore'u, İtalyan Cam panella'yı gayet açıkça etkiler. Mo-
re'un özgürlük ütopyası, kom ünist-olm ayan bölüm leriyle İngiliz
iç politikasının alacağı parlam enter biçim e tekabül eder, Campa-
nella'nın düzen ütopyası da kıtadaki m utlakiyetçi biçime. Keza
şu da görünür: ortaya çıkışı ne denli özel-kişisel olursa olsun,
düş, kendi çağının ve b ir sonraki çağın eğilimini resm eder - ger
çi, burada da, neredeyse “ezelî ve ebedî d u ru m ”a sirayet eden taş
kın imgelerle. Sosyal ütopyalar dizisindeki sosyal görev ve bağla
ma dair, şim d ilik bu kadar; ü to p y aların b u yanı, h e r zam an,
ütopyacıların bireysel hususiyetlerinden daha güçlüdür. Ütopya
ların, tarihten bağımsız olarak apriori [önseli im kanların çekme
cesinden çekip çıkarılması da, saf özel-kişisel gönlün derinlikle
rinden çıkarılm asından bile az varittir. Tüm im kanlar ancak tari
hin içinde m üm kün hale gelirler; Yeni olan da tarihseldir. Özel
m ülkiyetin o rtadan kaldırılm asının teşkil ettiği N ovum bile, (sos
yal ütopyaların çoğu tarafından vaktinden önce tasa^vvur edilen,
ütopyanın son aşamaya doğru aşkınlaşan, artık güncel olmayan
kısm ında yer alan) bu N o vu m bile apriori sabit değildir. Az liberal
Platon'da, Thomas More’da olduğundan çok başka görünür, Ro
bert Owen'da yine çok başka. Söz konusu som ut durum daki bo
yutuyla Yeni'nin kendisi bile, üstyapıya ait b u lu n an Ü topik Olan
bile, değişmez değildir. Yakub'un ölüm döşeğinde oğullarına işa
ret ettiği “gelecek zam anlar”, sadece içerikleri bakım ından olma
dığı gibi gelecek kavram ı bakım ından da aynı değildir; İsa'nın
dünyaya dönüşüyle kurulacak bin yıllık krallığı bekleyen Calab-
rialı Joachim 'in 13. yüzyılda d ü şündüğünün, hele Saint-Simon'un
kastettiğinin aksine. Değişmez olan sadece ütopik olana yönelim
dir, çünkü tarihin akışı boyunca tesbit edilebilir; ancak bu değiş
mezlik bile, ilk sözünden bir adım ileri geçtiği, tarihsel olarak de-
577
gişen içeriklere dair konuştuğu anda, derhal değişken hale gelir.
Bu içerikler, öngörücü tasa^vvurda bulunanın kâh birine, kâh öte
k ine el atacağı Leibnizci possibilites etem elles40 m isali beklem ez
ler, sadece, onları üreten tarihin içinde devinirler. T üm ütopik
içerikler için geçerlidir bu, yalnızca tüm toplum ların en iyilerinin
sosyal ütopyaları için degil. Sosyal gündüz düşleri ise, kuşkusuz,
geliştirilenler içinde en önemliler veya en derin anlamlı olanlar
değildir, buna m ukabil onların içinde ü topik olanın toplum sal te
meli oluşur. O nlar en büyük kapsam a işaret etm ekle kalmazlar,
aynı zam anda, teknik ütopyalarla birlikte, insani arzu coğrafyası
n ın en p ra tik g ö rü nüşleridirler. Aynı zam anda g u ru rlu d u rlar;
çü n k ü sosyal ütopyalar, el yordamıyla ilerledikleri ilk başlangıç
larında dahi, alçağa ‘hayır’ diyebiliyorlardı, alçaklık m uktedir ol
sa, hatta alışılagelen olsa bile. Alışılagelen, öznel yönden çok za
m an m uktedirden daha sekte vurucudur, çünkü kendini daha
m ütem adi [kesintisiz], bu nedenle de daha az hüzünlü bir tarzda
sunar; çelişkinin bilincini karartır, cesaretin saiklerini zayıflatır.
Fakat sosyal ütopya neredeyse tam da bu bilinç kararm asından,
bu baygınlıktan kendini ayırarak; alçaklığın -h a tta hiç iler tutar
yanı olmayan alçaklıkların- hükm ü altında manevi fantezi yok
sunluğunun y an sı ve politik aptallığın tamam ı dem ek olan tür
den alışkanlıkla arasındaki farktan ortaya çıkmıştır. Sosyal ütop
ya, kendi kendine hayrete düşm e ve verili olanı, ancak değişme
sini m akul bulacak kadar az ‘doğal' sayma kuvvetinin bir parçası
olarak işlemiştir. Marx’ın dediği gibi, politik kam u n u n [devletin)
yalıtılm asına son verm ekle kalm ayan, insanların yalıtılm asına da
son veren bir toplum haline doğru değişimdir, [ütopya nazarın
da) m akul bulunacak olan. Sosyal düşlerin gelişmesinde bir dolu
fantastiğin katkısı vardır, ama aynı zam anda, Engels'in ilâve ettiği
gibi, bir dolu “fantastik kabuğu çatlatan dâhiyâne düşünce tohu
m u ve düşüncenin” de. Marx, gelecek tasarım larının som ut d ü
zeltisini yapana ve vâdesi gelen bir eğilimin sahicilikle kavranan
seyir planına oturtana, böylece b u tasarım [bir noktada] sona er-
meyip tersine kuvvetli bir biçim de yeni başlayana kadar. Şimdi
hatırlatacağımız öngörücü tasavvurların, soyut planların ve prog-
40 Sonsuz olanaklar.
578
ram lann gelişen bereketi olmasaydı, nihâî sosyal düşe de erişile-
mezdi. O d üş şim di bilinç düzeyine çıkm ıştır ve böylelikle, tam
bir planlama ile, sosyal uyanışa dönüşecektir.
579
hayvandır. Kiniklerin beyni olan Anisthenes, başlangıçta dogru
cemaatin, dilenm eyi bilen ve utanıp sıkılmayan köpekler arasın
daki gibi olduğunu öğretiyordu; kendini kolay tatm in eden, özgür
bir sürü. Tüm insanlar bu gevşek sürü halinde yaşamalı, hiçbir
halk diğerlerinden sınırlarla ayrılmamalıdır. Altın kaldırılmıştır,
evlilik ve hane feshedilmiştir, azami kanaatkarlık (ki köpeklere ta
bii ki uymaz) insanları birbirlerinden ve çevrelerinden özgürleşti
rir. Köpek olarak düşlenen insan, aşın tadlara bulaşmadığına gö
re, geri kalan bulaşıklıkları da sona erer. Yaşamı çevreleyen koşul
lardan bağımsızlaşır, o ve benzerleri her durum da kendilerini ev
lerinde hissedeceklerdir, yeter ki rahatsız edilmesinler, m üm kün
olduğunca az devletli olsun. Dem ek burada özgürlük hiç de cesa
ret ve şehvetle değil de kaçınmayla ve rezaletle başlıyordur. Nite
kim fıçısındaki Diyojen başka işlerin yanı sıra um um a karşı kendi
kendini tatm in etmiş, bunu yaparken sadece açlığım da aynen bu
kolaylıkla def edem ediğine hayıflanmıştır. Krates ile zengin bir
evden gelen ve kiniklerin dilenci yaşam ına katılan bir kız olan
Hipparchia, cinsel birleşmelerini sü tu n lu bir avluda kam u ö n ü n
de gerçekleştirmişlerdir. Köpeklere yakın olmak, babaların modeli
olarak, yaşam korkusu taşımaksızın hoşnut olm anın basit töresi
gibi göründü. Kara ekm ek, süt ve pancarlı Eski Çağ, sağlıklı ve
doğaya uygun olan yegâne dönem di; bunu ikrar eden insanlar da,
bir tatm in olm uşlar grubu kadar rahatça geçinirler birbirleriyle.
K anaatkarlar arasında hem en hiçbir işe de gerek kalmaz, çıplak
yüzücüyü suyun üzerinde tutm ak için suya bir iki kulaç atm ak
yeter. Ö zgürlüğün içinde ikam et ettiği fıçılardan m üteşekkil bir
şehrin, kıskançlıktan uzak bir şekilde bekasını sağlaması da fazla
zahmetli olmaz. Her şeyden önce, kanaatkâr kişi geceleyin korku
suz uyür, gündüzleri dik gezer; çünkü üzerinde iktidarının olm a
dığı koşulların yakınlarına yerleşmiyordur.
Ama b u n la rın yam başında yaşam hiçbir şeyi eksilm eden şen şa
tır sürüyor ve iğva ediyordu. O zam an kadim altın çağ kanaat-
kârca-eşit değil de bereketli-eşit olarak d ü şü n ü ld ü . Kaba varolu
şun yerine, haz alan, icabında asalaklık da yapan Bohem, doğru
580
varoluş biçimi olur b u düşüncede. Bu öğretide haz, insanın his
sesidir; ihtiyacı karşılam ak tan bağım sız olarak, b izzat zevkin
kendisi u ğ ru n a zevk duym ak, insanı hayvandan ayırandır. Tadı
na varm a yetisinin, insanı köpeğin, havyanın, m ahrum iyeti hoş
nutlukla yaşayanın üzerine çıkardığı tem in edilir (Marx da asla
karşı çıkm azdı). İnsani arzular, hayvani olanlardan farklı olarak
en nihayetinde orjiye varırlar, böyle olmakla da pekâlâ doğaya
uygundurlar. N itekim H edonistlerin beyni A ristipp, kanaatkâr
lık değil de tersine sınırsız ve akıllı haz kabiliyetinin doğal insa
ni d urum olduğunu öğretiyordu; kültive edilmesi gereken, buy
du. H edonist ırk, kinik ırktan farklı olarak böylece ayağa dikilir
ve onların devleti, karşılıklı m ukabelede bulu n an , birbirini kol
layan bencillerin devleti olarak düşlenm iştir. Cemaatler arasında
en iyisi, yurttaşlarının hazdan yana olan kazancının olabildiğin
ce artm asına en az m ani olandır. H edonist g rup bireysel k u rb an
lar istemez, ne aile ne vatan tanır. En az tanıdığı ise, b ir bireyin
m utluluk arzusunu frenleyen ya da önceden belirleyen yasaklar
dır. Kiniklerle H edonistler burada, kanaatkârlık ile hazzın hür
fikirliliğinde birleşirler; h er ikisi de anarşiktir. Kendi yaşamları,
devlet nizam ının ta kendisi olm alı, toplum sal yaşam da da bir pi
yasa gezintisindeki kadar rahat bırakılm alıdır insan. Aristippos,
dilenci giysisiyle ihtişam lı b ir elbiseyi aynı vakarla taşım asına
izin veren toplum sal bağlanm am ışlığından m em nundu. Kseno-
fon'un haber verdiği gibi, gezgin yaşam ının herhangi b ir devlete
bağlanm am ışlığından m em n u n d u ; ubi bene, ibi p afria'sından41
m em n u n d u ve ö rn ek gösteriy o rd u b u n u . Bağlanm a, en fazla
dostlukta geçerliydi. H atta daha sonraları, A nnikeris adında bir
hedonist, b ir dostluk şehri kurulm ası gerektiğini salık verm işti;
faydasından ötürü değil de, sağlayacağı hayırhâhlıktan ve eğlen
ceden ötürü. K endi başına aristo k ratik olan b u zevk im gesinin
dem okratikleştirilm esinin teveccühü, yoksul yurttaşın da köle
em eğinden fayda sağlam ası idi; b u tem elde b ir zevk k o m ü n ü
um um i olarak tasavvur edilebilirdi. H er şeyden önce, hedonist
imge, Altın Çağa ilişkin canlılığını koruyan tasavvurlarla, kinik
imgeye nazaran çok daha iyi örtüşüyordu. H ak im gesinin halka
Böylesi arzu lan alaya alm ak, o n la n zararsız kılm aktan başka bir
şeydir. Platon, ütopyacı güdüyü devraldığı gibi onu özgürlükçü
istikam ete çevirmesiyle, bu İkincisini yapm aya girişiyordu. Pla
ton en iyi devletin nasıl olacağı üzerine ilk tafsilatlı m etin olan
582
Politeia'yı yazdı; ince d ü şünülm üş olduğu kadar da gericidir bu
m etin. Burada yapılan artık m üphem ce düşlem ek ve M üphem 'in
düşü n ü neticesine vardırm ak değildir am a altın kadim çağı özle
m ek ve göklere çıkarm ak da değildir. Yitirilmiş özgürlüğün (rus-
tik ya da dolgun tü rd en ) yerine erişilm em iş düzen z u h u r eder:
d ü şç ü lü k içeriğiyle b erab er sab itlen ir ve em redici hale gelir.
H atta am p irik b ir m od eld en de m ah ru m değildir, - b u b ü y ü k
idealistte insanı şaşırtan b ir gerçeklik duygusuyla-, üstelik epey
ce yakınlardadır bu model: Sparta'da. Sparta'ya ve onun aristok
ratlarına duyulan sevgi, Pelopones savaşından sonra Atina yük
sek tabakasının ilgilerine denk düşm eye, onların dem okrasiyi
tasfiye etm ekteki çıkarına uym aya başladı. Egem en sınıf zaten
dem okrasinin tasfiyesine meyyaldir, koşullar Platon’u n tarif etti
ği gibi geliştiği m üddetçe: “Şim diki devlet iki devlete ayrılıyor;
yoksulların devleti ile zenginlerin devleti, birbirlerini iflah ol
m az b ir nefretle izliyorlar.” Böyle zam anlarda m utlak devlet oto
ritesine, polis ve düzen devletine b ir eğilim olur. Böylece Pla
ton’u n ütopyası (egem en sın ıf ü to p y asın ın p arad o k su olarak)
Sparta'nın idealleştirilm esine vardı; b ü y ü y en sın ıfsal gerilim ,
Sparta’nın en sıkı Yunan devleti olarak, otoriteyle kavuşulacak
selam et olarak tavsiye edilm esine yol açtı. Platoncu ideal devle
tin üç kastı olan amele züm resi, güvenlik züm resi, öğretim züm
resinin örnekleri, Pelopones'te m evcuttur: Helotlar, Spartiatlar
ve Yaşlılar K onseyi (G erusia). Platon h a lk ın geleneksel devlet
düşlerini devralıp tersine çevirir; m uazzam b ir sosyal ütopya ge
m isi inşa edıp ters rüzgârı verir; böylece belirlediği ülkeyi gem i
ye yükler ve altın çagın yerine kara çorbayı42 koyar. Altın çagı,
bir bollu k çağı olarak, ancak geçerken h atırlatır Platon. Şunu
ekler: h ü k ü m e t ve yasalar, ancak “d ünyanın fenalaşm ası” ile zo
ru n lu olm uştur. Doğa devletinin dom uzların devleti olduğunu
söyleyen ü n lü h ü k ü m de o n u n m üstehcen haliyle degil kanaat-
kâr karakteriyle ilgilidir. Sokrates, P oliteia'nın ikinci kitabında
kanaatkârları ve onların sağlıklı devletinin nasıl tasvir edilebile
ceğini haber verir: “Bezelye ve fasulyeleri koyarız önlerine, m er
sinleri ve palam utları ateşle közlem eleri gerekir, üstü n e de ölçü
586
M ünzer de P laton’u n ütopyasını zikreder; Suum cuique anlam ın
da değil de O m nia sint communia47 anlam ında. Ü retken bir yan
lış anlam adır bu: Platon'un Spartacı b ir yöne dön d ü rdüğü altın
çağ im gesinin şim di yine kadim -kom ünist kökeni hatırlanıyor
du. Ö yle ki, sanki Platon, k o m ü n ü kendi soylu züm releri için
en iyisi olarak taltif etm ekle, sanki herkes için de en iyisinin bu
o lduğu fikrinin önderiym işçesine. Böylece b ü yük idealistin şah
sında sanki sınıfların ve züm relerin olm adığı bir sosyal ütopya
“ide”si [fikri] yeniden oluşuyordu. K endi yerinde yurdunda ise
Platon'un ‘en iyi devlet'i tabii farklı görünüyordu; Sparta çerçe
vesinde, daha ziyade orta çağa uygun b ir ask eri-kleiikal kilise
im paratorluğunun arzu d ü şü n ü görüyordu o, sosyalist oluşum
olarak. Ve ö zgürlüğün kendi devlet rom anına kavuşm asından
çok önce, P laton'un Politeia'sı d ü zen i ütopyalaştırm ıştı. Kaide,
duvar, pencere su retin d ek i in san ların sadece u zu v lar toplam ı
içinde taşıyıcı, koruyucu, aydınlatıcı olm ak üzere özgür bırakıl
dığı, m ükem m elleştirilm iş bir Sparta düzeni.
Daha canlı ve halka daha yakın arzular, sanki hiçbir şey olma
m ışçasına süregittiler. Evde barınam adıklarında ıraklarda kendi
lerinin olanı aradılar - yalnızca b ir vakitlerin ve yarının altın ça
ğında da değil. Bu zam ansal uzaklık uzam sal olanın kılığına gir
di, sapalardaki bir m ucizeler ülkesinin uzaklığı oldu. Coğrafi uf
k u n İsken d er'in seferleriyle genişlem esi, belirleyiciydi bu b a
kım dan. İsk en d er'in am irali N earh o s'u n A rabistan ve H indis
tan 'a dair m em lek ete g ö n d e rd iğ i rap o rlar, a ltın çağa ilişk in
um utlara deyim yerindeyse toprak kazandırm ıştır. H indistan'ın
keşfiyle buna b en zer biçim de kuvvetlenen H elenistik ütopya,
tıp k ı A m erika'nın keşfinin güçlendirdiği yeni çağ ütopyası gibi,
devlet uzam ının geom etrik b ir yere kavuşm asını sergiler. Yalnız
ca tek bir ü topik raporda, T heopom pos'un masalsı M eropis hak-
kındaki haberinde, m u tlu lu k ü lkesinden Eski Ç ağdaki bir yer
gibi bahsedilir (P laton'un K ritias'ında A tlantis'in anıldığı gibi).
47 Herkes müşterek.
587
Fakat E uem eros'un sadece fragm anları intikal eden tuhaf rom a
nı “K utsal Kitabe”de (yaklaşık M.Ö. 300), ilk defa olarak, bugü
ne ilişkin b ir ütopya hayaline sahiptir. Denizci m asallarıyla bağ-
lantılandırıldığında, neredeyse paradoksal bir kazanç sağlar bu:
ütopyanın vuzuha kavuşm ası. E uem eros'un yolu, A rabistan’dan,
o zam ana dek saklı olan bir ülkeye, Panchaea adasına gider; ora
da m üşterek üretim yapılm akta, hasılât eşit paylaşılm akta, top
rak ekip biçm eye hâcet olm aksızın ü rü n verm ektedir (bu da ilk
kez beliren b ir m otiftir). M utluluğu ve lütfu, Zeus'un hâlâ d ü n
yada olduğu o çağla olan bağlarından gelen bir halk yaşar bura
da. Burada krallık ve h üküm et, rahiplerin yum uşak yönetim i dı
şında, bilinm ez ve gereksizdir; zira Zeus bahtiyarlığın yasalarını
öyle m ükem m elen öğretm iştir ki, yukarıdan b ir m üdahaleye ar
tık gerek yoktur. Fakat Euem eros sadece çok uzaklardaki bir ül
keden sosyal ütopya haberleri verm iyordu, bu ütopyanın kendi
si yine Zeus ve Tanrılara dair aydınlatıcı b ir m asalın ' kıyafetiydi.
Ü topyasına adını veren şu “K utsal K itabe”yi de b ir tapınakta
bu ld u ğ u n u söyler Euem eros: geriye yalnızca Panchaeas'ın d ü n
yaya kapalı m utlu lu ğ u n u n kalm ış olduğu, kadim çağların Tanrı
lar tarihi. U ranüs, Kronos, Zeus, Rhea prensler ve prenseslerdi-
ler, ancak daha sonra Tanrılığa terfi ettirildiler - tıpkı Euem e
ros'un zam anında İsk en d er ve diyadoklar48 gibi. A paçık ateizm
d ir bu, T anrılar hayırsever m ahallî ileri gelenlere d önüşürler,
dünyayı idare etm ekle, semayla ve b enzer şeylerle hiçbir ortak
noktaları yoktur, tevatür ürünleridir. ' Bu noktada Euem eros he
donist okula yakındı, özellikle de E pik ü r'ü n selefi ve ilk Yunanlı
ateist olan Theodoros'a. M utluluk ülkesi Panchaeas, b u anlam ı
na uygun olarak, Lükres’in b ü y ü k E pikürcü öğreti-şiirinde de
an ılır (De nat. R arum , 2, 417); b u dünyada, takdis tütsüsünün
b uharı altında b ir ülke. M utluluk ütopyası ve dinsel aydınlanm a
birleşir b u ülkede: dünyevî tiranlar ve Tanrılar, özellikle de ‘ha
valanmış', katı olanlar, tek bir ham lede devrilirler. Tam da Panc-
haeas’taki Zeus tapınağında d u rm u y o r m uydu, Zeus'a tüm Tan
rılar gibi eskiden insan olan birisi ■sıfatıyla, -n ered ey se analık
h u k u k u n u n geçerli olduğu daha y u m u şak b ir çağın, Z eus'un zi
49 G üneş şehri.
de, her nevi kast ve P latoncu kast ütopyası da ilga edilm iştir;
herkes için eşit çalışma yüküm lülüğü geçerlidir; A ntik çağda ve
onu izleyen feodal toplum da hiç işitilm em iş, hem geriye hem
ileriye d ö n ü k olarak öksüz b ir taleptir bu. H ane, çiftlik, aile için
bile m üstakil iktisadı biçim ler ayrılm am ası, A n tikite'nin en son
ve en radikal ü topyası olan bu ütopyanın kolektiflik im gesini ta
mamlar. Şölenin birleştiriciliğine çalışm a y ü k ü m lü lü ğü ruh ve
neşe vermeliydi; tropik doğa da yardım a geliyor, çalışma döngü
süne bolluk ve zahm etsizlik katıyordu. Yedi Ekvador adasının
da bu bakım dan katkısı vardır, en kısa gölgenin d ü ştü ğü to p rak
larda, diyonizyak b ir eritici güneşin ışıldadığı, Senin-Benim'in
olm adığı şarap diyarındaym ış gibi. H elios'ın ışığı burada adilin
de adaletsizin de üzerinde yanar, Suum cuique'nin adaletsizliğini
bertaraf eder, sanki altın çağdan b ir hayırseverm iş, hatta hayrın
ta kendisiym iş gibi.
S to a ve uluslararası d ü n ya devleti
590
Böylece [pedantik] Iskenderciliği, Y unanistan'ın b u tu h a f kış
bahçesini hayatta kalarak atlatabilm iş, b u antikacı serada hiçbir
şekilde bük ü lm em iş ve yum uşam am ıştır. İskenderiye'yle rekabet
halinde, bazen de onunla birleşerek, işlemeye çalıştığı m uazzam
bilgi m alzemesi içinde hiçbir şekilde bizzat cansız, m alûm atfu
ruş, tarafsız b ir hale düşm em iştir. E rkekliğini ve b ü tü n soyutlu
ğuna rağm en praxis'le bağını k o ru m u ş, zam anına ve geleceğe
yakın olm ayı başarm ış, Roma'ya hatta H ıristiyanlığın Roma'yla
köprüleri atm asına ayak u y d u racak olgunluğa erişm iştir. Stoa
özellikle sosyal düşlerinde tarihsel d ö nüşüm lerden so nuç çıkar
tır, aynı zam anda bunların eğilimini ideolojileştirir ve ütopyalaş-
tırır. Z enon'un M.Ö. 300 dolaylarında tasarladığı imgede, ideal
d ü n ya d evleti im gesinde, İn sa n lık d ev letin d e o ld u ğ u gibi (bu
kavram ilkin Panaitios tarafından genç Scipio'yla beraberken ge
liştirilm iştir). İdeal devlet büyük olduğu kadar öyle iyi olm alıydı
ki, onun yanında artık kendini gösterecek hiçbir şey olmayacak
tı; b u n u yapan ilk ütopya olarak, sonra evrensel m onarşiye dö
nüşecek olan evrensel cu m h u riy etin bayrağını açtı. P laton'un
ü to p ik Polis'i, tıpkı İyi fikri gibi, zam andan bağım sız o larak oluş
h a lin d e olm ayı istiy o rd u ; İsk e n d e r'in im p a ra to rlu ğ u ve Ro-
m a’n ın d ü n y a im paratorluğu b una ü topik genişlik kattılar. K ü
çük ölçekten çıkış, daha Z enon’u n sosyal ütopyasıyla başladı;
Yunan Polis’in in , ü to p y a la ştırıla n haliyle b e ra b e r ç ö k ü şü ve
u lus-üstü İskender İm paratorluğu'na geçiş. P lütark'ın de fo rtu n a
A lexandri50 konuşm ası, gecikm iş b ir geriye bakışla, gerçeklikle
refleksin [üzerine d ü şü n m en in ] n edenselliğini alışılagelen bi
çim de tersine çevirerek, İskender tarihini Z enon'un Politeia'sın-
d an hatırlam alarla biraraya getirir. İskender burada Stoacı ideal
devletin icracısı olarak görünür; yaşamı, zihniyeti ve hissiyatı,
evliliği, halkların yaşam tarzlarını “b ir şölen kâsesinde”51 birara
ya getiren birisi gibi temsil edilir. O nlara, iyileri nerede olurlarsa
olsunlar akraba, kötüleri nerede olurlarsa olsunlar yabancı say
mayı, Eküm enleri anavatana ait saymayı öğreten b iri gibi. İsken
der İm paratorluğu hızla tekrar tekil devletlere b ö lü ndü, lâkin
593
san la n ve T annlan birleştirerek, planlı akıl h ü k ü m sürer. B ütün
insanlara yaşam ın o rta k ve tek yasasını verir, ak ıl sahibi tü m
varlıkların enternasyonalini teşvik eder, “en yüksek ortak var
lık” olarak, tek tek d ev letlerin tek tek evlerini teşkil edeceği
“Z e u s'u n ş e h ri” o la ra k ev ren d e [K ozm os] b ir yere o tu rtu r.
“D ünyanın m üşterek ocağındaki” kozm ik akıl Stoa'da hatta ana
lık h u k u k u n a yakın hatlara sahiptir; b u hatlar E uem eros'un zi
raatçı Z eus'unda da görülebiliyordu, Stoacı ütopya onları güç
lendirm iştir. Bona Dea54 ve Zeus, Zeus’u n şeh ri ve ana evi olarak
Evren, D ünya Aklı ve her şeyi uzlaştıran, en güven verici Doğa
Ana çehreleri sık sık birbirlerine karışır. Böylelikle A ltın Çağın
evrendeki, sen k retik b ir biçim de kavranan -v e sem avî bir ve
rim lilik Tanrıçası k ad ar lü tu fk â r- Zeus’tak i dayanağı güçlendi
rilm iş olur. Z enon’u n düşlediği parasız, m ahkem esiz, savaşsız,
iktidarsız varoluş, kozm ik biçim de inanılan ve ekonom ik-poli-
tik olarak kendisine verilm eyen dayanağa kavuşur b u “dünyevî
m etropolis"te. D evletteki Evren tüm rütbe cinsiyet ve farklarını
düzler; erkek ve kadın, Yunanlı ve Barbar, H ü r Kişi ve Köle, k ı
sıtlanm adan gelen tüm farklılıklar, m anevî ve nicel kısıtsızlığın
içinde yiter gider. Tarım ve Polis çağının b ağlan olan kan ve aile
de değildir insanları b ir arada tutan; Megapolis'te bağlılıkları be
lirleyen, daha ziyade töresel eğilim lerin eşitliğidir. Zorluklar,
‘büy ü k sayı' yasasıyla ç ö z ü lü p - daha çok, k o z m o m o r f kılan
genişlem eyle, dünya âhengiyle. Poseidonios'un deyişiyle “Tanrı
ları ve insandaki Tanrısalı birleştiren b ü y ü k sistem ”d ir bu; yür-
y ü z ü n d e , d ü n y a n ın m ü ş te r e k o c a ğ ın d a b ir P a n te o n . B u,
P hy sis’in hü k m e (Thesis) karşı d urduğu ama doğru yasayla (No-
mos) örtüştüğü yeni Doğa Devletidir. U zun erim li b ir denklem ;
sonraki sosyal ütopyalara p ek değil, fakat doğal h u k u ka belirle
yici etkide b ulunm uştur. Ne var k i tek tek Stoacılar pratik ola
ra k b u m aso n ik dev lete, b içim sel sam im iy eti ve devasâ Ev-
re n ’inin yol açtığı beklentiye uygun bir d estek verm em işlerdir.
Böylece kardeşlik duygusu ekon o m ik bir icraata kavuşm am ış;
dış koşulların üzerine çıkm ak üzere vaaz edilen yüceliş [ulvi
595
ği söylenir. Tribün57 T iberius G ra c c h u s'ü n ö ğ re tm e n i Stoacı
Blossius'tu ve b u n u n sonucunda: toprak dağıtım ının teşvik edil
m esi ve patrisyen ü st sınıfla m ücadele, bilindiği gibi Roma İm-
paratorluğu’n u n d u ru m u n u sarsm am ış olan M arcus A urelius’un
d ö n em in d e o ld u ğ u n d an farklı cereyan etti. H er şeyden önce
Stoacı ütopya kavram ı ‘E küm en', büyüleyici b ir etki yarattı; Ro
ma lm parato rlu ğ u 'n u n sonraki Stoacılarca üstlenilen yalın ide-
olojileştirilm esini gölgede bırakan b ir ışık yaydı, etkisi Stoa’n ın
dışına da yayıldı. Ö rneğin Yahudilikte, millî-Yahudi kilise devle
tinin Babil d ö n ü şü n d e silkelediği eski peygam berce evrenselci-
liklere yeniden do k u n arak . P etru s'u n karşıtı olarak P aulus'un
tem sil ettiği dü n y a burjuvazisinin Stoacı etkilerle m eydana geti
rilm iş, en azından güçlendirilm iş olm ası, kuvvetle m uhtem eldir.
A tinalılar'a söylevinde K leanthes veya Aratus'tan yaptı ğı alıntı
(Resullerin İşleri, 17, 28), Paulus’u n Stoacı m etin leri o k u d u ğ u
n u kanıtlar; ve b uradaki alıntı, Zeus’u n dünya idraki içinde in
sa n cin sin in birliğiyle ilgilidir. Lâkin kadim H ıristiyanlıktaki
hatta kısm en Paulus'taki infilâk ettiricilik, H ıristiyanlaştırdığın-
da bile Stoa’ya ait olan Reformasyon'la tam am a erende olduğun
dan çok daha belirgindi. A ntik m asonlar olarak Stoacılann, Pa
u lu s'u n oynadığı erken H ıristiyanlık'la benzerliği burada sona
erer; Stoacı ütopya doğaya uy u m yoluyla nurlanm ayı kasteder,
H ıristiyan ütopyası ise doğanın eleştirisi ve krizi yoluyla.
61 İsa'nın hadisleri.
60
yardımı olm ası için Yuhanna tarafından eklenm iştir (Yuhanna’ya
Göre 18, 36). İsa’n ın kendisi, Pilatus karşısında k orkak b ir öte
dünya Pathos'uyla kendisine b ir alibi62 bulm aya kalkışm am ıştır.
H ıristiyanlığın k u ru cu su n u n kanıtlanm ış cesaretine ve o n u ru n a
ters düşerdi bu; h e r şeyden önce, “b u dünya”, “öte d ü nya” keli
m elerinin İsa’nın zam anında sahip olduğu anlam a terstir. Bu an
lam kendi zam anına bağlıdır ve eski Şark'ın göksel-dinsel spe
külasyonlarına, d ü n y an ın döngüleriyle ilgili öğretiye dayanır.
“Bu dünya”, halihazırdaki, “m evcut dev ir [yüzyıllar] ”le, “o d ü n
ya” ise “gelecek d ev irler [yüzyıllar]”la eşanlam lıdır (M atta’ya
göre 12, 23; 24, 3). Bu kavram lardaki karşıtlıkla kastedilen, Bu
D ünya ile Ö te D ünya'nın coğrafî olarak ayrılm ası değil, burada
b u lu n a n a yn ı sahne ü ze rin d e za m a n sa l o la ra k b irbirin i izley en
dünyalardır. “O dünya”, üzerinde ü to p ik sem a ile, ü to p ik yeryü
züdür; İşaya 65, 17’ye uygun olarak: “Ç ünkü, işte, ben yeni gök
ler ile yeni yer yaratm aktayım ; ve önceki şeyler anılm ayacak ve
fikre gelm eyecek.” Ö zlenen, ölüm den sonra gidilecek, m elekle
rin şarkı söylediği b ir öte taraf değil; ilk cem aatin b ir adacığını
oluşturduğu, hem dünyevî hem de d ünyevî-üstü b ir sevgi ülke
sidir. O dünyadaki ülke, ancak çarm ıh felâketinden sonra öte ta
rafa ait olarak yorum landı. Özellikle de Pilatus'un, hele bizzat
N eron'un H ıristiyan olm asından sonra. Ç ünkü egem en sınıfın
b ü tü n meselesi, sevgi k om ünizm ini olabildiği kadar ruhanîleşti-
rerek gevşetm ekti. Bu d ü n y ad ak i krallık İsa'ya göre şeytanın
krallığıydı (Yuhanna'ya Göre 8, 44); tam da b u n d an ö tü rü , asla
onu olduğu gibi bırakacağını bildirm edi, o nunla [birbirine] ka
rışmazlık antlaşm ası yapm adı. Silah reddedilir, lâkin her zam an
da değil: “Ben selâm et değil fakat kılıç getirm eye geldim ” (Mat-
ta'ya Göre 1.0, 34). A ncak dağ vaazında silah reddedilirken, her
kutsayıcı sözle (M atta'ya G öre 5, 3-10) göksel krallığa ânında
nihayet verilm esi de anlam lıdır. D em ek silah ın reddedilm esi,
Apokaliptik.63 İsa için onun gereksiz, çü n k ü artık eskimiş olm a
sındandır. Taş ü stü n d e taş koym ayan b ir altüst oluş bekler O; ve
hem en b ir sonraki anda, kozm ik b ir felâketin üstün silahı olan
64 Schiller'in eserine dayanan oyun. İlk kez halktan insanları konu alan opera.
602
nın iktidarıyla ve o n u n insana düşm an m uhtevasıyla olan çelişki
baskın olarak kalm ıştır; b ü tü n o kilise inşaları ve b ü tü n uzlaş
m alar boyunca. Hk H ıristiyan devrim lerindeki gibi, M ısırlı n ö
b etçin in vurulm asını, Çıkış'ı, peygam berin çaktırdığı şim şeği,
tefecilerin kovulm asını, m eşakkat çekenlere ve sırtında y ü k taşı
y an lara verilen m esajı akılda tu ta ra k . İn cil o rtay a bir sosyal
ü to p y a k o y m u ş değildir, böyle b ir ü to p y ay la tü k etilem ez ve
kendi asli değeri bu ütopyada değildir; b u n a inanm ak, sığlık ve
Incil’i yanlış değerlendirm ek olurdu. H ıristiyanlık sadece yoklu
ğa karşı b ir çığlık değil, ölüm e ve boşluğa karşı b ir çığlıktır ve
her ikisinde de insan o ğ lu n u sokar devreye. Lakin h er .ne kadar
İncil tam am lanm ış b ir sosyal ütopya içerm ese de, en yoğun bi
çimde, hem evetleriyle hem hayırlarıyla, b u Çıkış'a ve bu ülkeye
işaret eder. Ve casuslar bal ve sütün aktığı ülkeden haber verdik
lerinde ne orayı fethetm ek ■isteyen savaşçılar eksikti; ne de son
raları - b u ülke Kenan o lm ad ığ ın d a- onu aramaya hep devam
eden, hep daha cezbedici ü stü n lü k sıfatları vaz’eden ve onu gi
derek insanlara yaklaştırmaya çalışan, yanıp yakılan sıkı düşçü-
ler. Büyük Babil'e am an verilm em işti: “Yıkıldı, b ü y ü k Babil yı
kıldı. (. ..) Ve dünyanın kralları (. ..) o n u n hakkında ağlayacaklar
ve dövünecekler. (. ..) Ve dünyanın tüccarı o n u n hakkında ağlar
lar ve m atem ederler, çü n k ü onların m allarını (. ..) artık kim se
alm ıyor” (Yuhanna'nın Vahyi 18, 2 vd.). K rallık dem ek Incil'de
asla kutsanm ış b ir Babil dem ek değildir - (sonraları A ugustin'in
b in yıllık krallığında olacağı gibi) Kilise d em ek bile değildir.
603
kullanarak, Paul'cu H ıristiyanlık galip geldi. İsa, gerçi bir sıçrayışı
talep etm işti; ancak, -gösterm iş olduğum uz gibi-, asla b u dünya
dan içsellige ve öte dünyaya degil, yeni bir yeryüzüne, taze bir
sıçrayışı. İsa'nın çekirdeği etrafında H ıristiyan-ütopyacı cem aat
arzusu oluştu; ne var ki, gitgide öte dünyaya ve içsel olarak aş-
kınlaşm ış kendine dönüşe, ayrıca teselliye yanaşarak. Radikal b i
çim de yenilenm esi gereken b u d ü n y an ın yerine b ir öte dünya
m üessesesi belirdi: Kilise - ve kilise H ıristiyan sosyal ütopyasını
k en d isin e bağladı. Daha K risip p o s'u n ö ğ retm iş o ld uğu “yüce
devlet” suretinde, Stoacı ütopyayla bağlantılar da katıldı buna;
çerçeveyi çizen, -R o m a İm p arato rlu ğ u h a riç -, o n u n [K risip
pos'un] Eküm eniydi. M amâfih Stoacı ütopyada Yeni'ye sıçrayış
eksikti: u m um iyetle dünya kendi içinde kapanm ış, bitm iş bir
dünya olarak görünüyordu. Tüm A ntik istidâdı içinde istem eden
de olsa kendi içinden yeni istidatlar, ödevler, hatta koppşlar oluş
turm aya yeteneksizdi. B unun için, paganlık zem ininde bulunm a
yan bir Çıkış itkisi gerekliydi. A ncak İsa'nın itkisi Tam amlanmış’ı
kaldırıp yerine İnfilâk E ttireni koydu: D ünyadaki akıl devleti,
Zeus'uyla, dünyaya karşı T ann devleti oldu, İsa'sıyla. Augustin'in
(425 civarında yazdığı) ütopyası De civitate D a ,65 yeni yeryüzüne
b u dünyadaki b ir öte d ünya olarak en kuvvetli ütopyacı ifadeyi
kazandırdı - tabii-aynı zam anda Kilise'yi k uran bir ifade.
D ünyevî arzular, b u ütopyada ancak ‘bir k enardan’ m ütalaa
edilebilir, asla yerine getirilemez. O nlar kötülerdir, şim diye dek
azıp durm uş, doğru yaşam dan uzaklaştırm ışlardır. Dünyevi dev
letin yerleri ve b u n u m eydana çıkan irade, kötüdür. O halde iyi
leştirilem ez, yolundan dönd ü rü lm esi gerekir; hem şim diye ka-
d arki iradenin hem şim diye kadarki devletin. Bu d ö n ü şün hede
fi, İsa'dır. A ugustin burada, başta İyi'yi Kötü’yle beraber yaşam a
ya m ecbur bırakan zarureti teslim eder. İkisinin devletleri henüz
iç içedir ve arzulanan-kutsal olanın, başlangıçta kutsal-olm aya-
n ın [dünyevî olanın] yol açtığı kötülükleri kabullenm esi gerekir.
Kilise Babası (Augustin buralarda hep Paul'cü toplumsal uzlaş
m aların talebesidir) öyle ileri gider ki b u noktada, hem en b ü tü n
S toacılan n lânetlediği köleliğe de rıza gösterir. K anaat etm ek
65 Tann Devleti.
604
em rolunm u ştu r Ona bakılırsa, yabancı b ir efendiye hizm et et
m ek kendi zevklerine hizmet etm ekten yeğdir. Devamında Au
gustin, iyi aile babası olarak -n e d e n böyle sayıldığı b ilin m ez-
halihazır hük ü m etin cezalandırm a hakkını tanır; hatta selâm et
tarihi denen şeyle bağlantılı olarak tan ır bu n u . Zira dünyevî dev
let k ö tü d ü r am a en beteri değildir; civitas terrena'nın66 altında,
tümüyle şeytanî olan anarşi d urum u yer alır. Buna uygun olarak,
halihazır dünya devletlerinin de selâm et tarihleri değilse de şifâ
tarihleri vardır;67 ilk sığınak ev ve ailedir; ikincisi gens [kabile]
ve şehir devletidir (urbs olarak), ü çü ncüsü ise uluslararası halk
lar devleti (orbis olarak civitas). Bu h alk lar devletinin, Augus-
tin'in civitas Dei ütopyasında aşağılayarak baktığı Roma İmpara-
torlugu’n u tarif ettiği, kolayca teşhis edilebilir. A ugustin, diğer
Kilise Babalanndan, bilhassa Tertullian'dan farklı olarak, başlan
gıçtaki b ir altın çağa özlem duym az; zira her nevi civitas'tan ön
ce olanlar, asla şeytanî hayvanlar krallığından başka b ir şey ola
maz. Yine de fiilî Kilise Prensi, -ü z e rin e daha konuşacağım ız, ci
vitas terrena ile civitas D ei'yi b irb irin in karşıtı saym asına rağ
m en -, Roma İm paratorluğu'nu kilise Eküm eni'nin zem ini olarak
kabul ediyordu. N eredeyse tıpkı geç d ö n em S toa'nın Rom a'yı
k en d i “yüce devlet”iyle irtibatlandırm ası gibi. Şu farkla ki, Ro
m a'da “yüce devlet” p o litik açıdan iktidarsızdı. B unun karşıs-ın-
da Augustin im paratorluğa kiliseyi âm ir kılıyordu ve zaten, şüp
heli şifâ müessesesine güyâ İsa tarafından vaz'edilen selâm et m ü-
essesesini âm ir kılm akla yapabiliyordu bunu. A ugustin'de dünye
vî devletin göreli tanınışı burada son bulur; koşullar daha ileri
b ir denkleşm eye m üsait değildi. Devletle Kilise arasındaki ko
şullar henüz istikrara kavuşm aktan o kadar uzaktı ki, H ıristiyan
ü topyasın ın icracısı olarak A ugustin, fiilî K ilise Prensi olarak
A ugustin'in tam karşısına dikilir. Tiksinm eyle dolu olsa bile akıl
lıca Roma hayranlığı, civitas D efnin ilerleyen bölüm lerinde, Au-
gustin’in m anikeist gençlik dönem ine dayanarak, tüm üyle ikici
66 Dünya devleti.
67 Bloch, tarihin, Tanrı'nın dünyayı selamete ulaştırmasının tarihi olarak okun
masını ifade eden selâmet tarihi kavramının (Heilsgeschichte) yanı sıra; bu
kelimeyle oynayarak, tarihin kendi kendini iyileştirmesi, kendi kendine şifa
vermesi anlamında bir kavram üretiyor: Heilungsgeschichte.
605
[düalist] nefrete, gece ile gündüz, Ahura Mazda ile Ehriman ara
sındaki gerilim e b ırak ır yerini. D ön ü şü n h ed ef n o k tası İsa ve
yalnızca İsa ise, yalnızca bir selâm et tarihi olur, bir şifâ tarihi ol
maz: o zam an tarihî devletler, Roma dahil, m ünh asıran İsa'nın
düşm anı olurlar; yalnızca anarşi değil bizzat o anarşinin içinden
çıkan bu devletler de şeytanın krallığıdırlar. A ugustin’in eserin
de, ortaya koyduğu uzlaşm anın ötesindeki belirleyici düşünce
budur. Süreçsel olarak tasvir edilir b u düşünce: Devlet ütopyası
ilkin tarih olarak görünür, hatta yaratır tarihi; tarih krallığa doğ
ru bir selâm et tarihi olarak m eydana çıkar; zem bereği Adem ile
Havva arasında kurulm uş, kesintisiz-bütünsel b ir edim olarak,
insan tü rü n ü n Stoacı birliği ve O na nasip olacak olan Hıristiyan
selâm etinin zem ininde. Demek iki devlet, civitas terrena ve civi-
tas D ei, Tanrı d üşm anı g ünahkârların cem aatiyle seçilm işlerin
(T ann’n ın inayetiyle seçilm işlerin) cemaati, insanlığın başlangı
cından beri am ansız b ir m ücadele içindedirler. A ugustin’in tarih
felsefesi b u m ücadelenin arşivini sunar: d ünyevi devletlerin kendi
kendilerini dağıtışlanna, İsa’nın krallığının filizle n en za ferin e , kes
k in örneklerle, antitezler üzerinden açıklık ^ızandınlır. D e civi-
tate Dei m etn in in 1-10. kitaplardaki ilk bölüm ü (A ugustin b u n u
b ir “m a gnum opus et strenuum ”6s diye adlandırır), ço k tan n cı pa-
ganlığın k e n d i içinde b ir eleştirisini içerir; pagan Tanrıları kötü
ruhlardır ve b u halleriyle y e ^ ^ z ü n d e lânetlenm işlerin cem aati
ne hâkim dirler. 11-19. kitaplardaki ikinci bölüm ise, antitezlere
dayanarak tarihin selâmet sürecini geliştirir; gerek aldığı kesitler
gerekse tarihsel içeriklere bakışının ufku ağırlıkla Eski A hit'e da
yanan dönem lem eler içinde yapar bunu. İnsanlık, ilk günahtan
kıyam ete dek, tek b ir yoğunlaştırılm ış kişilik o larak görünür.
Böylece tarihsel dönem lem e bir insan öm rü n e analojiyle yapılır;
Incil'in m ü m in tarih felsefesi budur. Buna göre çocukluk basa
mağı A dem 'den N uh'a, yeniyetm elik çağı N uh'tan İbrahim 'e, de
likanlılık çağı İbrahim 'den Davut'a, erkeklik çağı D avut’tan Babil
e saretin e k a d a r sü re r; s o n iki d ö n e m , İsa’n ın d o ğ u m u n a ve
İsa’d a n k ıyam ete dek uzanır. B un u n , T an rı'n ın k rallığıyla ve
o n u n sö k ü n etm esinin tarihiyle ilgili olarak anlam ı şudur: civitas
607
u s'u n H ıristiyanlan takibinden beri), böylelikle epeyce karışık
b ir toplum u kapsadığından itibaren. Kilise ancak seçilm işlerin
sayısınca, corpus venım 6s olarak tüm üyle Tanrı devletidir; oysa
halihazır kilise, seçilmiş ve günahkârlardan oluşan corpus per-.
m ixtu m 70 olarak Tanrı Devletiyle örtüşm ez, yalnızca ona hazırlar,
böylelikle Tanrı D evletine yanaşıktır. H alihazır kilise A ugus-
tin'de elbette ilk Uyanış olarak, n ih â î ikincisinden önceki ilk Di
riliş olarak, Binyılhk Krallık'la ö rtü şü r (Yuhanna’n ın Vahyi 30, 5
vd.); bu ilk Uyanış K ilisenin lü tu f araçlarıyla y ü rütülüp m uhafa
za edilir. Böylece Binyılcıhğın [Chiliasizm ] gerilim i d üşürülür,
ancak civitas Dei halihazır kiliseye teslim edilmez; civitas Dei da
ha ziyade, H abil'den beri, fragm anlar halinde, gökyüzü için inşa
eder kendini ve ancak im paratorluğun zuhuruyla ifşâ olur. C ivi
tas Dei Platon’u n ideal Polis'i gibi b ir inşadır, ancak tam am lan
m ış/m ükem m el düzenliliğiyle, ondan daha kesinlikli bir biçim
de, insanlar tarafından değil de b ir düzen-T annsı’nca kurulm uş
gibi düşünülür. Her saf dü zen ütopyası, kendi d ü zen in in karşıtı
na, yani tesadüf veya kader, Tyche ve M oira7' tarafından tanzim
edilm ek yerine salt tayin ve tam im edilmiş olan d u ru m u n a düş
m em ek için, düzeni kuran ve bizzat bu düzenle k u ru lan bir selâ
m et ekonom isini varsayar. D üzenin, -tesadüf-M oira’s ı hiçbir şe
kilde işin içine karışm adan-, aşkın olarak bildirilm esi veya tel
kin edilmesi esası, P laton'un da Stoa’n ın da Polis ve Polis-Tanrısı
fikrinde mevcut değildi; ilk olarak H ıristiyan Tanrı kavram ında
g ö rü lü r bu. C ivitas D ei, en yüksek su rettek i zam an-ötesi/akıp
gitm iş Polis olarak, halihazır d ünyanın içinden veya arkasından
değil, o n u n akabinde tamamıyla zu h u r eder. Bu, toplum un aslî
üto p ik hedefi olarak kalır ve kilisenin buna m ukabil getirebile
ceği şey: İnsanın, T ann’nın timsali [m akam ını] kazanm a sıd ır (De
civitate Dei XXII). Ötekiler, yani günahkâr sistem ler karşısındaki
yegâne iyi devletin radikal biçim de zam anlar-üstü tanzim ve dü
zen ilkesi, bu d u r. C ivitas Dei, harfiyen y ery ü zü n d e bir parça
gökyüzü olarak düşünülm üştü; gerek saadet gerek saflık yönün-
69 Hakiki gövde.
70 Kanşık gövde.
71 Yunan mitolojisinde kader Tannçaları.
608
den, insanları gerçi melek haline getirm eyecek fakat aziz kıla
cak, yani Katolik öğretisi, bakım ından daha yüksek bir m ertebe
ye çıkartacaktı. A ugustin’in dünyevî devlet yaşam ına bakışında
ki karanlık karam sarlığının karşısında; Civitas Dei’nin, azizlerin
varlığına ve kilise içinde onların büyüm esine dayanan, papaz
coşkunluğuyla vaaz edilen ama yine de alan açan, keza sonraki
zam anda bereketli bir şekilde sekülerleştirilebilir iyim serliği yer
alır. Yaşlı Adem ’in eserlerinin bir kenara bırakılıp İsa’n ın cezbe
sinin yani giderek artan sayıda insanın m anevî yeniden doğum u
na bağlanan u m u d u n öne çıkarılması, böylece A ugustin’in Tanrı
devletinde ütopik bir politik hadiseye dönüşm üştür.
Ama yine de tuhaftır, bu düşler doğrudan doğruya m üstakbel
olanı hedeflem ezler. Yalnızca herhangi bir yer arar gibi önden
koşarlar; lâkin Gelecek, görünüşe göre, halihazır olanın kılığına
girer. Şu soru m ü m k ü n hale gelir böylece: C ivitas Dei tam anla
mıyla bir ütopya m ıdır? Yoksa zaten m evcut b u lu n an veya bu
dünyada dolanan bir aşkınlığın g örünüşü m üdür? Burada top
lum sal olarak H enüz-O lm am ış’ın arzu düşü m ü geliştirıliyordur
sahiden, yoksa o lm uş bitm iş b ir a şk ın lık m ı ( “ecclesia peren -
n is”) 72 dünyaya indiriliyordur? Gerçi Tanrı devleti A ugustin’in
hikâyesinde çok yerde filizlenm ekte olan b ir güç etkisine sahip
tir, dem ek ü to p ik ve geleceğe dairdir. Ama çok yerde de haliha
zır büyük güç, anti-büyük güç olarak, öteki dram atis persona73
olan şeytanın devletine b enzer biçim de varoluşa erişir. A ugus-
tin’de Civitas Dei, Yahudi Levili devleti ve İsa Kilisesi suretinde
neredeyse halihazırda m evcut olarak kutlanır. Binyıllık K rallık
kadar m uazzam b ir gelecek düşü, orada zaten gerçekleşmiş sayı
larak kiliseye feda edilir. Ve b ir ana nokta: Civitas D efnin hali
hazır mevcudiyeti, nihayetinde, kaderleri alınlarına yazılı seçil
mişleri kapsayan sabit bir inayet k u ru m u olarak sunar kendini.
Bu to p lu lu ğ a m en su b iy eti arzu lay ıp arzu lam ad ık ların a, T an
rın ın krallığına erişm eye azm edip etm ediklerine, b u n u düşleyip
düşlem ediklerine, b u n u n için çalışıp çalışm adıklarına hiç bak
madan. Tanrı’nın krallığı, tıpkı herhangi bir İyilik gibi, çalışarak
72 Ezell-ebedî kilise.
73 Eylem kişisi.
609
kazanılam az A ugustin'in teolojisinde; o inayetle gelir ve inayet
sayesinde vardır, em ek karşılığı olarak degil. Tanrısal kaza ve
k ad er icabı, tarihsel ayrım ın (civitas terrena ve civitas Dei arasın
da) varacağı sonuç da önceden bellidir; tıpkı inayet gibi, onda
m ündem iç b ulunan ışığın ve gökyüzünün zaferi kaçınılmazdır.
Tüm bunlar A ugustin'in ideal devletini fiilen ütopyacı irade ve
p lan d ü şü n c e sin in a slın d an u zaklaştırır: buna rağm en, civitas
Dei, ütopyadır. Gerçi değiştirm ek isteyen b ir ütopya degildir;
A ugustin’e göre, A dem 'in düşü şü n d en beri ahlâkî o larak isteye-
bilme özgürlüğü yoktur (non possum us non peccare)7* tek özgür
lü k psişik olarak istemeyi istemektir. Lâkin [Tanrı'nın] İnayeti
nin insanı sadece İyi'ye değil İyi’ye am âde olmaya da sevketme-
siyle, Tanrı devleti de insanın ö n ü n d en gider ve insanın içinde
ü topik bir hayatiyete sahiptir; seçilm işler nezdinde önceden ta
yin edilmiş bir beklenti olarak. O nun aslî içeriği: y e ^ ü z ü n d e k i
m ükem m eller ve azizler cem aati, hatırlanacağı üzere, ancak o
âna kadarki tarihin so n u n d a zu h u r eder. C ivitas Dei ancak, d ü n
yevî devlet zaten ait olduğu şeytana havale olduğunda hâsıl olur.
Civitas Dei salt kararlı b ir dram atis persona olarak dolanmaz ta
rihte, ‘T a n rı'n ın tim sali [m akam ının] kazanılması" olarak tarih
tarafından imal edilir, daha dikkatli bir ifadeyle: tebarüz ettirilir.
Topyekün tarih sürecinin üzerinde süzülür; “hiç kim senin doğ
madığı, çü n k ü hiç kim senin ölmediği, hakiki ve kavi m utlulu
ğun h ü k ü m sürdüğü, güneşin İyi ile Kötü üzerine doğmadığı,
adaletin güneşinin yalnızca İyileri ışıttığı ebedî birlik/cem aat"tir
(D e civitate Dei V). Bu aşkınlıktır kuşkusuz, lâkin sabit m evcu
diyetiyle ütopyaya aykırı bir aşkınlık değil. Socialis vita sancto
rum ,75 tarihsel-ütopik aşkınlıktır, çünkü Paulus'tan farklı olarak
yine yeryüzündedir. Paulus da Tanrı devleti ifadesini kullanır
ama, -İsa 'd a n Paulus'a uzanan yolun karakteristik özelliği ola
r a k -, saf b ir aşk ın lık la “gökyüzündeki d evlet” anlam ında, öte
tarafta yalıtarak; A ugustin ise yine bir tü r yeni yeryüzü vaz'eder.
Tam da b u sayede, onun aşkınlığı ütopyacı olabilir; çü nkü beşeri
tarihin üretken um uduyla iç içe geçer, o tarihin içinde dolaşır,
76 İsa’nın krallığı.
611
yası ku ru lm u ştu r bun d an böyle - civitas Dei, Tanrı olm adan da,
b ir politik arzu imgesi olarak kalmıştır.
Her şey, Beklenen'le ilgili niyetin ciddi olup olm adığına bağlıydı.
Devrimci hareketler ciddi olacak d urum daydılar ve krallığın ye
ni bir imgesini yarattılar. İmgeyi canlandıran ve ete kemiğe bü-
ründürm eyi vaad eden başka tü rd e n bir tarih öğrettiler aynı za
m anda. Ortaçağın, doğurduğu sonuçlar bakım ından en önem li
sosyal ütopyası, Kalabrialı m an astır başrahibi F io relijoachim ta
rafından ortaya k o n m u ştu (1200 civarları). O n u n derdi, kiliseyi
hele devleti fenalıklarından arındırm ak değildi; b u n un yerine,
bertaraf ediyordu onları. Sönm üş İncil'i, d ah a ziyade o n u n için
deki lu x nova’y ı ” Joachim ciler tarafından Ü çüncü K rallık deni-
leni, tekrar tutuşturuyordu. T arihin üç basam ağı vardır, diye öğ-
retirJoach im , h er biri de o Krallığa Çıkış’a bir adım daha yakın
dır. Birinci basam ak Baba'nın, Eski Ahit’in, k o rk u n u n ve bilinen
yasanındır. İkinci adım O ğul'un ve Yeni Ahit'in, sevginin ve ru h
banla diğerleri arasında bölü n m ü ş kilisenindir. D aha çıkılacak
olan üçüncü basam ak, Kutsal R uh'un veya h erk esin m istik de
m okrasi içinde, efendi ve kilise olm aksızın aydınlanm asınındır.
Birinci A hit çimi verm iştir, ikincisi başağı, ü çüncüsü ise buğdayı
sağlayacaktır. Joachim bu sıralam ayı çok defalar açım lam ıştır:
çoğunlukla, son çağ old u ğ u n a inandığı k en d i zam anına dolay
sızca atıfta b u lunarak ve efendilerle papazların a n ık böyle yaşa
maya devam edemeyeceğine, “cahillerin” de o âna kadar olduğu
gibi yaşam aya devam etm ek istem ediğine dair politik teşhiste
bulunarak. jo ach im ’in vaazı, ön-b u rju v a ve reform ist bir ruhla,
yozlaşmış feodalite ve kilise krallığının lâneti ve radikal b ir şe
kilde bitişin d en söz ediyor; b u n u da Vaftizci Yahya'dan beri işi
tilm em iş bir u m u d u n öfkesiyle, bir Satis est'le [yeter!] yapıyor
du. O nun üç kategorisindeki çözüm şiârının kuvveti de buradan
gelir: H âkim iyet ve k o rk u çağı = Eski Ahit, İnayet çağı = Yeni
Ahit, m anevî kemal ve sevgi çağı = yükselip gelen nihâî krallık
77 Yeni ışık.
612
( “Tres denique mundi status: prim u m in q u o fu im u s sub lege, secun
dum in quo sumus sub gratia, tertium quod e vicino expectam us sub
am pliori gratia... Prim us ergo status in scientia fu it, secundus in
proprietate sapientatiae, tertius in p lenitudine intellectus"). Tes-
lis’in [Üçleme] iki k işisi zaten gösterm iştir kendini, üçüncüsü
olan Kutsal Ruh’u n da m utlak bir paskalya bayram ında gelmesi
beklenebilir. Jo ach im ’in “De concordia utriu sq u e te sta m en ti”78
başlıklı m etninde b u şekilde serim ledigi Ü çüncü Ahit fikrinin
temelleri, -so sy al ütopyacı kudreti itibarıyla degil-, üçüncü yüz
yıla, kilisesi tarafından hiçbir şekilde kanonlaştırılm am ış olan
kilise babası O rigenes’e kadar uzanır. O da H ıristiyanlık beratı
nın üç kadem eli olarak d ü şünülebilecek b ir kavranışını öğret
memiş miydi?: bir bedensel, bir ruhsal, b ir tinsel. Bedensel olan
harfiyen olan d ır, ru h sa l o lan ah lâk î-aleg o rik , tin sel olan ise
(pneum ato intus doçente)79 m etinde kastedilen “ebedî Incil'i” ifşâ
eder. Gerçi Origenes'te bu ebedî İncil, en yükseği olm akla bera
ber, bir kavrayış form u o lm aktan ibaretti, kendini zam an/çag
içinde geliştirm esi zaten söz k o n u su değildi. Keza Ö rigines’te,
tü m z a m a n la rın so n u n a k a d a r b itm iş ve v erili sa y ıla n Yeni
Ahit'in içinden b ir Üçüncü İncil çıkmaz. Joachim 'in büyüklüğü,
salt hareket noktaları nakledilm iş olan Teslis’i bizza t tarihin için
de üç basam aklı b ir gelişime d ö n ü ştü rm ü ş olmasıdır. Buna bağlı
olarak ışık krallığının ö te D ünyadan ve ö te D ünyayla avutm adan
tam am en tarihe kaydırılm ası, -ta rih in bir nihâî hali de olsa-, d a
ha da zengin sonuçlara yol açm ıştır. İdeal cemaat Jam bulos’ta
(keza sonraları M ore’da, Cam panella’da ve birçok yerde) uzak
bir adada, A ugustin’de Aşkınlıkta idi; Joachim ’de ise ütopya, tıp
kı peygam berlerde olduğu gibi, ‘tarihsel gelecek’ tarzında ve sta
tüsünde görünür. Joachim ’in seçilm işleri yoksullardır ve onlar
canlı bedenleriyle cennete gitm elidirler, salt ru h olarak degil.
Ü çüncü Ahit’in toplum unda züm reler yaşamaz artık; bir “keşiş
ler çagı” olacaktır, genelleştirilm iş m anastır ve tüketim kom ü
nizm idir bu, b ir “tinin özgürleşm esi çağı”dır, ruhsal aydınlan
m adır, ayrıcalık, g ü n ah ve onun d ünyası olm adan. Beden de
80 Dostluğun özgürlüğü.
81 Dostlar toplumu.
614
(De civitate Dei XIX). Joachim cilerin Tanrı devleti ise m aişete ve
söm ürüye hizm et eden kurum lara gayet keskin bir bakış fırlatır
ken , bir kiliseler en tern asy onaline m ecburen yabancı olan bir
uygulamayla, Yahudilere ve paganlara hoşgörü göstermiştir. G e
lecek olan Tanrı devletinin yurttaşlığı vaftizle değil kardeşlik ru
h u n u n iç sözünü işitm eye bağlıydı. T hom as M ünzer'in b ü y ü k
H ıristiyanlık-üstü belirlem esiyle, geleceğin krallığı “h er türden
inancın b ü tü n hiziplerinin veya cinslerinin arasından seçilmiş
lerden” m eydana gelir. Joachim ’in Ü çüncü K rallığının belirgin
artçı etkisi vardır burada: “N âzm edilm iş im an hakkında" başlık
lı m etninde Münzer, hakiki H ıristiyan’ın prens uşaklarına ve ka
lem efendisi papazlara karşı şahâdetini m etheder: “Bilmelisiniz
ki, onlar bu öğretiyi m anastır başrahibi Joachim ’e atfeder ve b ü
yük bir alayla ‘ebedî İncil’ derler ona.” Alman köylü savaşı bu
alayları epeyce k ursakta bıraktı; İngiliz devrim inin radikalleri,
zirâî kom ü n ist D igger’ler, Binyılcılar ve Beşinci Monarşistler®2
hâlâ Jo ach im ’in ve Vaftizciler’in m irasını taşırlar. A ncak Joac-
him ci-Taborit83 ru h M enno Sim ons tarafından Vaftizcilik’ten dış
landıktan sonra, sadece M ennonitler84 değil Batılı m ezhepler sa
kin, -fazlasıyla s a k in - evanjelik cem aatlere dönüştüler. F akat
Vaftizcilik’ten kopan, Yeni Çağın a rtık irrasyonel olm ayan, ras
yonelliğe yönelen öteki In e d e n ta 's^ 5 da Binyıllık Krallığı terk et
ti; Platon ve Stoa, Fioreli Joachim ’e hatta A ugustin’e galip geldi
ler. Böylelikle ütopyalardaki tek tek kurum sal hatlar daha b ü
yük bir kesinlik kazandı, zaten sosyalist eğilim ler doğrultusun
da ütopyaların türetildiği burjuva özgürleşm esine bağlanıldı; ne
var ki Joachim 'in ütopyasındaki nihâî amaç ve nihâî hedef u n
su rları zayıflatıldı. Bunlar, T hom as M ore ve C am panella gibi
rasyonel ütopyacılarda sosyal uyum a dönüştüler; böylece Binyıl
lık K rallığın m irası liberal veya otoriteli bir istikbal devletine
geçti. O rtaçağ H ıristiyan ütopyalarındaki m itolojikleştirici Hıris
616
benlik duygusuna, guru ru n a ve bağım sızlık hissine ekm eğinden
çok daha fazla ihtiyacı vardır. H ıristiyanlığın sosyal ilkeleri m ü-
râidir, proletarya ise devrim ci. H ıristiyanlığın sosyal ilkeleri hak
kında söyleyeceğim iz b u d u r.” Bu sö ylenenler kiliseye dairdir,
veya bin sekiz yüz yıldan beri e x cathedra86 veya encyiica87 Hı
ristiyanlık denen şey hakkında. F io relijo ach im -g e ri d önseydi-,
Albigensliler,88 H ussitler,89 m ilitan Vaftizciler ise M arx’ın H ıristi
yanlık eleştirisipi gayet iyi anlarlardı. H er ne kadar b u eleştiri
onlar tarafından kiliseli yüz yıllara uygulansa ve her şeyden ön
ce eleştiri, kiliseli yüz yıllan bizzat jo ach im , Albigensliler, H us
sitler, Vaftizcilerce kesintiye uğratan b ir H ıristiyanlıktan türetilse
de. H er türlü joachim cilik, P aulus'tan beri bin bir uzlaşm ayla sı
nıflı toplum a bağlanm ış olan b ir H ıristiyanlığın sosyal ilkeleriyle
etkin biçim de m ücadele etmiştir. Bu H ıristiyanlığın dünyevi se
lâm et pratiğinin ta kendisi başlıbaşına bir günah sicili oluşturur;
b aşından aşağıya ve tepe noktasına, Vatikan'ın faşizme gösterdi
ği anlayışa kadar. İkinci krallığın veya Joachim ’in dediği gibi pa
pazlar krallığının, Sovyetler Birliği'nde teşekkül etm eye başlayan
ve karanlık tarafından kavranam ayan veya gayet iyi kavranıp ka
ra çalınan ü ç ü n c ü k rallığ ın can d ü şm a n ı kesilm esine kadar.
M ülkiyetin sözüm ona doğal h u k u k u , hele özel m ülkiyetin “k u t
sallığı”, toplum sal düzlem de b u H ıristiyanlığın çekirdek ilkesi
dir. Bu H ıristiyanlığın rahiplerinin m eşakkat çekenlere, sırtında
yük taşıyanlara gösterdikleri kutsal em anetler m ahfazası, yeni
çağa şalıâdet etm ez; eski çağın altına boyanm asıdır. Eski çağ
k u rb a n la rın d a n k o rk a k lık ve k u llu k talep eder am a K ıyam et
G ünü ve Babil üzerinde kazanılacak zafer yoktur, yeni b ir gök
yüzü ve yeni bir yeryüzü hedefi yoktur. K endini korkuya, k u llu
ğa ve öte dünyayla avutulm aya vermek, M arx'ın hakir gördüğü
ve Joachim 'in yeraltı T an nlanna fırlattığı b ir H ıristiyanlığın sos
yal ilkeleridir; lâk in çoktan terk edilmiş kadim H ıristiyanlığın ve
toplum sal devrim ci b ir sap k ın lık tarihinin ilkeleri değildir b u n
lar. Fioreli jo ach im Krallığa dair beklentisiyle, İsa’n ın eskatolo-
86 Öğreti makamınca.
87 Papalık sözünce.
88 Orıaçağ'da Güney Fransa'da heterodoks bir grup.
89 Bohemya'da radikal bir sosyal hareket.
617
jik vaazının yüzyıllar boyunca yarattığı etkiyi, O nun m üstakbel
bir “hakikat ru hu"ndan bahsedişini (Yuhanna'ya Göre 16, 13),
k ü ç ü k paskalyada [pentikost] “R u h ü lk u d ü sü n 90 hepsini" ilk
“dolduruşu"yla h e n ü z tam am lanm am ış görüneni ifade ediyor
d u r yalnızca. Batı Kilisesi bunların tam am lanm ış olduğunu ilan
etti, tam am lanm ayan bir şey varsa, sınıflı toplum la yapılan uz
laşmaydı; Doğu Kilisesi her şeye rağm en bu ruhsal d o lu m u n de
vam edebileceğine açık kapı bıraktı. Batı Kilisesi 1215'teki Late-
ran Konsili’n den beri b ü tü n m anastırları ait oldukları piskopos
lu k d airesin in m anevî ik tid arın a tabi kıldı; Doğu K ilisesi ise
G arp m u k ad d esat nizam ını d ev rald ık tan so n ra bile keşişliğe,
hatta m ezheplere karizm atik, çok zam an da sapkın b ir özerklik
alam bırakm ak zorunda kaldı. Batı Kilisesi, A dventizm in91 elin
den her tü rlü yaptırım ı alm ak için coşkuculuğu havariler ve es
ki şehitlerle sınırlam ıştır; örgütlenm esi çok daha az örgünleşm iş
olan Doğu Kilisesi ise rahiplerin kiliselerinin dışında, hem ke
şişler hem cahiller arasında da ru h u n hâlâ tesirini sü rdürdüğü
nü öğretir. H am ursuz ekm eğin idaresi tekelleşm em iştir orada,
ruhlara selâm et verm ek için h u k u k en sabitlenm iş veya m enge
neye sokulm uş bir işletm e yoktur. Hele Çarlık dönem indeki Rus
O rtodok sisi b u nun için fazlasıyla bilgisizdi, b ir S kolastik'ten,
Skolastiğin h u k u k î keskinliğinden, d ogm atik form ülasyonun-
dan yoksundu. Rus H ıristiyanlığında b u n u n yerine, K utsal Si-
nod tarafından engellenm eksizin, tam da Fioreli Joachim ’in cev
herinin yazılı olm ayan daim î m evcudiyeti söz konusuydu. Ko
layca tutuşturulabilen kardeşlik duygusunda, m ezheplerin Ad-
ventizm 'inde (Chlyst m ezhebi,92 yedisini andığı Rus Isalan’ndan
bahseder), en önem li temel saik olarak da Vahyi n ucunun açık
olm asında yaşıyordu. Bundan ö tü rü d ü r ki Bolşevik toprağından
H ıristiyan rom antizm ince bazı tuhaflıklar çıkabildi; Bolşevikliği
tartışılm az olduğu kadar Chiliasthğı da tartışılmaz olan Alexan
d e r Block, tam am en Joachim ci b ir ruhla, b u n u n b ir örneğini
vermiştir. Block’u n o n ik i Kızılordu m ensubuna d air “O nikilerin
90 Kutsal ruhun.
91 İsa'nın yakın zamanda geri döneceği inancı.
92 Kendilerini iğdiş ederek ‘İsa olmaya’ yönelen, beri yandan günahın özünü aş
mak üzere en büyük günahlara hazır olan bir Rus mezhebi.
618
Y ürüyüşü” m arşında, solu k yüzlü bir İsa devrim e ö ncü lü k ve
ö n d e rlik eder. R u h u n m ev cu d iy etin in b u b içim i Batılı kilise
tröstlerine ne k ad ar uzaksa, Doğu Kilisesi’nde de o k ad ar teolo
jik açıklıklar bulabilir. Ancak J oachim 'in de aralarında olduğu
sapkın m ezhepler Batı'da da Vahyin yeni b aştan k aynağından
çıkm asını sağladılar, kutsal ru h da onlara şaşırtıcı paskalya .şen
likleri telk in etti. Thom as M ünzer örneğinin gösterdiği gibi, Hı
ristiyanlığın, m ü râî olm ayan ve proletaryaya aşağılık m uam elesi
yapm ayan sosyal ilkelerini telkin etti. Sapkınların Hıristiyanlığı
ve nihayet devrim ci-adventist ütopyaydı bu; Baal’in sosyal ilke
leriyle oluşm ası m ü m k ü n olm azdı. Joachim 'in vaazında tom ur
cuklandılar, öyle ki, o n u n tek bir antitezi Efendilerin Kilisesi’ni
açığa düşürüyordu: “Sunaklar süslenirken, yoksul açlıktan kıv
ranıyor". Tam da bu antitez, gördüğüm üz gibi, sanki İncil’den-
m iş, san k i M ü n zer'in atıfta b u lu n d u ğ u A m os’tan , İşaya'dan,
lsa'danm ış gibi bir etkide b u lundu. Hatta 16. yüzyılın sosyaliz
me hazırlık teşkil eden, saf akla dayanan devlet tasarım ları bile,
tüm Ratio'larına [Akıl] rağmen ü çüncü çağda k u ruludurlar. O
uzam ı artık işgal etmezler, ama erekselliğine dair s u sk u n kal
m akla beraber, temel olarak tutarlar: böylesi ütopyalar, m utlak
lık olm adan olmaz. M utluluk isteği kendi kendini an latır zaten;
m am âfih bir N e w M oral W orld’ü n 93 planlarının hele im gelerinin
anlatım ı farklıdır, C hiliastik bir anlatım dır bu. Ne denli seküler-
le ştirilm iş ve so n u n d a , n ih a y e t ay ak ları ü z e rin e o tu rtu lm u ş
olursa olsun, Joachim 'den b e ri societas a m ico n ım vardır sosyal
ütopyanın içinde, bu toplum haline gelm iş îsa-biçim lilik vardır.
M utluluk, özgürlük, düzen, tüm regnum hom inis ,94 ü topik kulla
nımda, b u n u n yankısını verir. Genç Engels'in 1842 yılındaki bir
değinisi (Toplu Eserler I 2, s. 225 vd.), K om ünist M anifesto'dan
iki yıl önce bile, Joachim ’den bir tını taşır: “İnsanlığın özgüveni,
tahtı etrafında halkların sevinç çığlıklarıyla toplaştığı yeni kutsal
kadeh... Bizim görevimiz, bu kutsal kadehin tapınak şövalyeleri
olm ak, o n u n uğruna kılıcı belim ize kuşanıp, binyıllık özgürlük
krallığının kurulacağı son kutsal savaş u ğruna hayatım ızı neşey
623
pus-köleler vardır. Savaş ve Ü topyalılann işgal hevesi de b u n u n
la akraba bir tu tarlılık arzeder: “Şayet bir halk,” der More, “k en
di kullanm adığı, tersine harap ettiği ve verim siz bir halde bırak
tığı topraktan doğanın nizam ına uygun olarak kendi geçim ini
sağlayacak olan bir başka halkı b u n d an m en edecek olursa, b u
nu tam am en haklı bir savaş n e d e n i sayarlar." H erm ann Oncken,
Ü topya 'nın kendi yayına hazırladığı basım ında haklı olarak, bu
savaşçıl ibarenin, Ü topyalılar'ın yalıtılm ış ve örnek derecede ba
rışçıl varoluşuyla hiçbir ortak nokta taşım adığını, b una karşılık
daha sonraların İngiltere'siyle ortak noktası olduğunu vurgular:
“Zaten köle m eselesinde sın ıf devleti olduğu açığa çıkan k o m ü
n ist ve ilkel-tarım sal ideal devlet, şim di artık güç politikası gü
d en egemen devlet olarak tem sil edilir ve neredeyse m o d em ka
pitalist em peryalizmi hatırlatan belirtiler taşır.” Velhâsıl Ütopya,
hiç de tek b ir kalıptan dökülm üş, hiç de tek bir kişinin elinden
ve o n u n sosyal İsa sevgisinden çıkm ış gibi görünm ez. Lakin bu
tutarsızlıkların pek çoğundaki m an id ar İngilizlik hali, Erasm ut'a
değil de, M ore'un da kopm a noktalarının idrakinde olduğuna,
dahası: m ülkiyetin ilgasının (b ü tü n sonuçlarıyla b eraber), b u r
ju v a öngörücü tasavvurları içinde en soylu İsa inancının bile
yok edem ediği bir anom ali niteliği taşıdığına işaret eder. Erken
dönem burjuvazirlin, burjuvanın kendisinin de bir züm re olarak
kaybolduğu düşleri, ironiden ve uyum suzluklardan azâde ola
maz. Böylece, Brockhaus hipotezinin toplum sal görevinin şüp-
heliliğinin ötesindeki açıklayıcı değeri de hayli d ü şm üş olur: bir
dizi zorlu ğ u n , E rasm us'u n red ak siy o n u n d an önce d e m evcut
b ulu n d u ğ u , kesindir. H içbir ideoloji, Ütopya'nın öğrettiği tü r
den, ahlâken haklılaştırılm ış söm ürge savaşına ilişk in olandan
daha ‘Ingiliz' değildir; hiçbir ideoloji Athos dağındaki m anastır
cum huriyetine daha uzak olamaz. Ü topya, kuvvetle m uhtem el
ki, iki yazarlı bir karışımdır. A ncak İngiltere, Erasm us'tan önce
M ore'un kendisi tarafından eleştirilm iştir ve en iyi devlet de, Ro
ma değil, m ü n h asıran burası olacaktır. Ütopya, tüm cürufuyla,
dem okratik-kom ünist arzu düşlerinin ilk yeni tablosudur ve öy
le de kalacaktır. H enüz başlangıç aşam asındaki kapitalist güçle
rin kucağında, m üstakbel ve m üstakbelden öte bir d ü n y an ın ön
görücü tasavvuru oluşm uştur: gerek kapitalizm i açığa çıkartan
624
biçimsel dem okrasinin, gerekse onu aşan m addî-insanî dem ok
rasinin. tik kez burada, insanî anlam ıyla, kam usal O ^firlü k ve
hoşgörü anlam ıyla dem okrasi, (kendi haliyle bürokrasinin hatta
ruhbanın tehdidi altında b u lu n an ) iktisadi kollektivizm le bağ-
^ıştın lm ıştır. E n iyi devlete ilişkin o zam ana dek d ü şlenen kol-
lektivizm lerden farklı olarak T hom as More'da özgürlük Kolek- -
tif'e işlenm iştir, sahici, m addî-insanî dem okrasi onun içeriğine
dönüşür. Bu içerik Ütopya'yı, aslî bölüm leri itibarıyla, sosyaliz
m in ve kom ünizm in b ir tü r liberal düşü n m e ve sorgulam a kitabı
haline getirir.
İnsanları kötü yapan, y o k lu k -y o k su llu k tu r, “cezalar niye o
kadar sert o lsu n ”? Bu soruyla başlar M ore ve behem ahal bire
yin m u h itin i soru m lu kılar. “H ırsız için darağacı dikilir, oysa
ondan önce b ir gelire sah ip olm alarını sağlam ak gerekirdi ki,
birisi önce çalm ak, so n ra da ölm ek gibi h a şin b ir zarurete d ü ş
m esin.” M ore, hem en b u n u n yanındaki, yoksulları suçlu hale
getiren, kendisi de yargıcı oynayan dünyayı işaret eder: “Ne ka
dar çoktur, kendileri aylakken başka insanların em eğiyle yaşa
yan, onları derisine kadar yüzen soyluların sayısı; ü stü n e üst
lük serseri ve rediflerden bir sürü toplarlar etraflarına.” Ütop-
ya'n ın ilk b ö lü m ü n ü n so n u c u n d a da açıkça şöyle der: “Hâlâ
özel m ülkiyetin olduğu, insanların tü m değerleri parayla ölçtü
ğ ü y erd e, â d il ve m u tlu b ir p o litik a g ü tm e k h iç b ir za m a n
m üm kün olm ayacaktır... Özel m ülkiyet kaldırılm adan, varlık
lar hiçbir şekilde hakkaniyetli veya âdil biçim de bölüştürüle-
m ez, ölüm lülere m u tlu lu k getirilem ez. M ülkiyet baki kaldıkça,
yoksulluk, eziyet ve dert, kaçınılm az olarak insanlığın büyük
ve kesinlikle daha iyi olan b ö lü m ü n ü n sırtında yük olacaktır.
Bu y ü k b ir m ik tar h afifletileb ilir am a tam am en k a l d ı r ı l a s ı
(m ülkiyeti ortadan kaldırm adan) m ü m k ü n değildir.” B ütün bu
sözleri, Ötopya’dan h aberler getiren ve oradaki en iyi devletle
kıyasladığ ı İngiliz d ev leti k a rşısın d a d e h şe te k a p ıla n d ü n y a
seyyahına ettirtir More. İhtiyatlı vaiz ad am a Raphael H ythloda-
eu s adını v e rir ( “k ö p ü k -h a tip ” d e m e k tir b u ) am a şü p h esiz
Raphael, M ore'un en radikal görüşlerinin savunucusudur. H a
bercinin ikinci bölüm de anlattığı Ütopya adasının insan o n u ru
na yaraşır b ir y er olm asının öncelikli sebebi, sakinlerinin an-
625
garyadan k u rtu lm u ş olm asıdır. Altı saatlik ölçülü b ir zahm et,
tü m zo ru n lu ihtiyaçları karşılam aya ve hoşlu k lar için yeterli te-
dariği sağlam aya yeter. Sonra, çalışm a n ın ö te sin d e k i yaşam
başlar; güzel tan zim edilm iş evlerde, çok sayıda aileyi ve m isa
firlerini bir araya getiren m utlu, liberal aile birliğinin yaşam ıdır
bu. Özel m ülkiyetin g ö rü n tü sü n ü bile uyandırm am ak için, ev
ler h er o n yılda b ir kurayla el değiştirir. Şehrin forum ’un d a ü c
retsiz aşevleri, öğretim k u ru m la rı ve tap ın ak yer alır. “Ü top
y a ' n ın ik tisa t d ü z e n in in b irin c i hedefi, b ü tü n y u rtta şla rın ın
olabildiğince fazla zam anını tinsel ihtiyaçlarıyla m eşgul olm a
ları için serbest b ırakm aktır.” Tinsel ihtiyaçlarla ilgili m eşguli
yetin önem li bir parçası yem e içm e sanatı, keza bedeni güzel
leştirm eye ve g ü çlen d irm ey e de k ıy m et verilir. M ünzevîliğe
açıkça sırt çevrilir: “H içbir in san a yararı olm aksızın, salt erde
m in nafile b ir gölgesi u ğ ru n a k en d i k en d in i hırpalam ak, Ütop-
yalılara gayet anlam sız görünür: kendi kişiliğine karşı gaddar
lık ve doğaya karşı h ad safh ad a n a n k ö rlü k sa y a rla r b u n u .”
Ü topya, kadınların ortaklığını tanım az elbette, tersine: zina ya
p anlar en ağır k ö lelikle, tek rarı halinde ölüm le cezalandırılır.
Ancak evlilik sona erdirilebilir ve evlenm ek için de gelinle da
madın birbirlerini çıplak görm esi yeterlidir; “ç ü n k ü Ütopyalı-
lar, bizzat doğanın eğlenm eyi eylem lerim izin hedefi olarak ta
yin ettiğini söyler ve bu nizam a uym ayı erdem olarak tanım lar
lar." G erçi m etnin başka yerlerinde yine keşişçe feragatler, acılı
hatta iğrenç ve yaradılışa aykırı çalışm adan haz alm ak m edhe-
dilir; fakat bu tutarsızlıklara rağm en egem en olan, E pikürcü
lüktür. “Ü topyalılar'ın erdem ve eğlenm e üzerine görüşleri b u
dur. G ö k y ü zü n d en yollanan b ir din insana d ah a sofu fikirler
üflem ediği m üddetçe de, insan aklına göre hakikate daha yakın
bir görüş bulunam ayacağı kanısındalar." H ıristiyanlık da “daha
sofu fikirler” içeriyor gibi görünm ez Ü topyalılar'a; H ıristiyan
dinini sadece, “İsa'nın, m ü ritlerin in kom ünistçe yaşam tarzım
tasvip ettiğini” işittik leri için benim sem işlerdir. Yoksa tüm d in
lerin m uhteşem biçim de birleştirici olana hoşgörü içinde yeri
vardır, güneşe, aya, gezegenlere tapanların da. Ütopyahlar, her
g ru b u n k e n d i anlayışına ve özel k ü lt form larına göre tam am la
yacağı m üşterek b ir k ü lt’te anlaşm ışlardır; Ü topya, inanç özgür
626
lü ğ ü n ü n Eldorado’su d u r98 - şayet tüm iyi Tanrıların P anteon’u
dem eyeceksek. “Ç ü n k ü Ü topyalılar'ın en eski temel k uralların
dan biri, hiçbir dine zarar verilem eyeceğidir... Ütopya’n ın k u
rucusu, yalnızca barışı gözettiğinden değil, aynı zam anda böyle
bir belirlem enin d in in de çıkarına o ld u ğ u n u d ü şü n d ü ğ ü için
koym uştu r bu kuralı. D in hakkında herhangi b ir n ih âî h ü k ü m
verecek k a d a r id d ialı değ ild i o; zira belki bizzat T anrı’nın da
kendisine b irçok biçim de saygı gösterilm esini arzu etmiş, dola
yısıyla birilerine b ir türlü, ötekilere başka tü rlü telkinde b u lu n
m uş olabileceğini düşü n ü y o rd u ." S onradan Papalık Kilisesinin
şehidi olacak b irisin in ağzından duyulm ası en şaşkınlık verici
olan sözler b u n la rd ır kuşkusuz; bizzat H ıristiyanlığın m utlaklı
ğını sorgulayan sözlerdir. Yalnızca A ydınlanm anın ilk nefesini
üflem ekle kalm az, tam rayihâsını da verirler onu n ; h ü k ü m d a r
lık devletinin en k atı n o ktasına vurur, inanç ve vicdan üzerin
deki cebrini hedef alır. M ore’da bu özgürlüğü sağlayan kuvvet
hep m ülkiyetin ilgasından doğar; üstelik genel ilgadır bu, m a
nastır k o m ü n izm i değil. E fendi ile köleyi y aratan , efendiler
arasındaki ihtilâflara, iktidar ve h ü k ü m ete o lan ihtiyaca, ik ti
d ar ve hü k ü m et u ğruna verilen savaşlara, inanç savaşlarına ve
gerek devletin gerek k ilisen in g ayrı-H ıristiyanca ceb rin e yol
açan, sadece m ülkiyettir. N itekim artı-değere d air b ir seziş de
b elirir Ü topya'nın son u n d a: “Z enginlerin, yoksulların gü n lü k
yevm iyesinden de gün be gün birşeyler kesip biçm elerine, ü s
telik b u n u özel hilekârlıklarıyla değil yasalara dayanarak yap
m alarına ne dem eli?" Sınıf devletinin M arksizm -öncesi b ir kav
ramı da (hem geriye hem ileriye d ö n ü k olarak yalıtılm ış biçim
de) ışır arada: “Bugün herhangi b ir yerde serpilen b ü tün dev
letlerim ize baktığım da, devletin h u k u k î tem elini kendi çıkarla
rı için istism ar eden zenginlerin fesadından başka b ir şeye rast
lam ıy o ru m . Ö n celik le en rezil y ö n te m le rle çalıp ç ırp tık la rı
k e n d i m ü lk lerin i b u n la rı kaybetm e tehlikesi olm aksızın elde
tu tm ak, s o n ra y o k su lla rın z a h m e t ve em eğ in i o lab ild iğ in ce
u cu za alıp sö m ü rm ek için, olabilecek h er u s u lü ve hileyi ayar
larlar... Lâkin b u aşağılık insanlar, y aşam ın h erk ese yetecek
98 Hayal ülkesi.
627
olan kıy m etlerini k en d i araların d a paylaştıklarında dahi, hâlâ
n e kadar u zak tırlar ü to p ik devletin m u tlu lu ğ u n d an !" Selâmetli
ve şenlikli k itap b ir kasideyle kapanır: “N asıl b ir n ahoş yükü
atm ıştır b u d e v le t sırtın d a n ; nasıl m uazzam b ir cü rü m to h u
m u n u n kökü k u ru tu lm u ştu r, p aranın kullanım ıyla b eraber pa
ra hırsı da bertaraf edileli b e ri. Zaten görm eyen v ar m ı ki, gün
be g ü n cezalandırm akla b astırılm aktan çok sadece öcü alınan
sahtekârlık, hırsızlık, so y g u n , kavga, isyan, hırgür, cinayet, iha
net ve zehirlem e, p aran ın b ertaraf edilm esiyle b erab er topye-
k û n so n a erecek, p aran ın yok oluşu y la aynı an d a k o rk u , gam ,
tasa, dert ve kâbu slar da b itecek tir!” T hom as More, Raphael’in
rap o ru n a h ü rm e t ederken, Ü topyahlar’rn d ü zen in d e b izim dev
le tle rim iz d e u y g u la n m a s ın ı iste y e c e ğ i çok şey b u lu r; ta b ii
u m u ttan ziyade arzu o ld u ğ u n u da ekler b u n u n . Bir arzu inşâ
halindedir; artık bir C hiliastik u m u t kesinliği barın dırm ayan
rasyonel b ir in şâ d ır b u , b u n a m ukabil k e n d i güçleriyle k u ru la
bilir, aşkın b ir desteğe veya m üdahaleye ihtiyaç duym ayan bir
yapı olarak koyutlanır. Ütopya, geniş ölçüde dünyevî [H enüz
] O lm am ış'ın, insanı özgürlük eğilim inin içinden tasarlanm ıştır
- em ek ve devletin asgarîsi, sevincin azamîsi.
M o rd u n zıddı:
C am panella'nın G üneş D evleti ve ya so sy a l d ü ze n ütopyası
628
la n n ı, adalıların cen n etsi m asum iyetini değil, bir zam anların
yü ksek İn k a im p a ra to rlu ğ u n u sev iy o rd u C am panella. Lewis
M um ford , 192 2 'd e T he S to ry o f U topia'da99 C a m p a n e lla 'n ın
ütopyasın ı dosdoğru “P lato n ’u n Politeia'sı ile M o n tezum a’nın
sarayı arasında bir evlilik” o larak adlandırır. Yukarda belirtildiği
gibi, Platon’u n Politeia'sı, ö zgürlüğün devlet rom anının ortaya
çıkm asından ço k önce, ilk ütopyalaştırıcı düzen değil m iydi za
ten? C am panella'nın G üneş Devleti, başlığının yanısıra coğrafî
konum uyla da Jam bulos'unkine tem as eder; ancak Cam panel-
la’da devlet güneşi zahm etsiz b ir H elenistik-O ryantal m üsriflik
le değil de m erkeziyetçi b ir katılıkla parıldar - tıpkı Paraguay'ın
yapay CCizvitler devletinin epeyce Cam panellavari b ir biçim de
tatbik ettiği gibi. Genel olarak C am panella’n ın d ü şleri o zam a
n ın iktidar birim leriyle bağlantılıydı; o, üto p y a perdesine y a n
sıtm ıştı bunları. İdeolojikleştirm ek için yapm ıyordu b u n u , d ü
şü n d ek i krallığın geleceğine in an ıy o r ve halihazır b ü y ü k güçleri
bu vuslatın hızlandırılm asına ayarlıyordu. Yirmi yedi yılını ona
güvenm eyen İspanyol G ericiliğinin zindanlarında geçirm esine
rağm en, b ir vakitler T ürkler'le ilişki k u rm u ş olduğu söylenen
Cam panella, İspanyol dünya egem enliğini hararetle alkışlıyor
du. Sonra da Fransa’nınkini alkışladı; her iki durum da da m ün
hasıran M esihçi G üneş Devleti’n in hazırlandığı yerler olarak gö
rü yordu bu devletleri. 1637'de yayım lanan m etni “De sensu re
rum et m agia”nın'00 Richelieu'ya ithafını saraylı bir yaltaklanm a
yerine M esihçi bir taleple bitirm esi, anlam lıdır: “Benim tarafım
dan tasarlanm ış olan, sen in tarafından k u ru lacak olan G üneş
D evleti”. Cam panella, sonradan kendisine G üneş Kral denecek
olan XIV. Louis’nin doğum unu da b u azam etli u m u tla selâmla-
mıştı. Daha yakından bakıldığında, Güneş Devleti metni, dünya
yı gezmiş b ir Cenovalı'nın, m isafir ettiği arkadaşına verdiği ay
rıntılı bir rapordur. Cenovalı kaptan, bir seferinde dünya deniz
lerinde yelken açarken T aprobane adasına (Seylan) çıktığını,
burada karşılaştığı bir öbek silahlı adam ın onu G üneş Şehrine
götürüp b u rad ak i düzeni izah ettiklerini anlatır. T üm cüretkâr
99 Ütopyanın Öyküsü.
100 Varolanlann Anlamı ile Büyü Üzerine.
629
lığına ve alışılmış rom ansı kılığına rağm en m ühendisçe, teknik
bir şey vardır raporda: civitas, aynı d ö n em d e V auban'ın kale
tah k im at p lan ın a b e n z e r b içim d e inşâ ed ilm iştir. T oplam da
C am panella'nın ütopyası, m üellifinin dünya sistem iyle uyum lu
anlaşılm alıdır; Campanella, Bacon ve Geschlossenes H andelssta-
a t'ın 101 Fichte'si dışında yeni ütopyacılar arasındaki tek filozof
tur. ' C ivitas solis'in, bir Philosophia realis'em ek olarak yayım lan
mış olması sebepsiz değildir; P aralipom enonm olarak, aynı za
m an d a b ir doğa ve ah lâ k felsefesi örneğinin denem esi olarak.
Tıpkı insan gibi, onun genişleyen uzantısı olan devlet de Tan-
rı'nın suretindedir; böylelikle b u sosyal ütopya en yüksek var
lıktan devlet k atına iner ve m ük em m elen tasarlanm ış olarak,
Tanrısal b ir güneş sistem inin ışım alarıyla özdeş olduğunu gös
term ek ister. Böyle bir egem enlik ütopyasının kom ünistçe hat
lar taşım ası şaşırtıcı gelebilir, lâkin burad a işlem ekte olan öz
g ü rlü k ütopyası değil, dünya devleti suretinde d ü şü n ülen kişi
siz düzen ütopyasıdır. Bu d erinlem esine idarî örgütlenm işlik,
bir ada m odeline y ansıtılm ıştır; evrensel k rallık ile ada şehri
arasındaki çelişki ise bastırılm ıştır. Yaşam askerî m onarşiye göre
ayarlanm ıştır, en katı dakikliğin ve önceden düzenlenm işliğin,
gerek zam an gerek idare gerek iktisat tekniği bakım ından yarar
lı etkileri görülür. İşçileri ve tek n ik ü retim araçlarını b ü y ü k
atölyelerde b ir araya getiren, başlangıç aşam asındaki m anifaktür
sistem i, bir d evlet sosyalizm i ü to p y asın a aktarılm ıştır. D iğer
yandan C am panella k ıta n ın Ispanyollaştırılm asını ve hoşgörü
süzlüğü k u tsa r (Engizisyon’a değil de k en d in e ait içeriklerle ol
sa bile). Bir devlet sosyalizm i g ö rü n tü sü vardır, daha doğrusu:
tem elinde bol Bizans ve astroloji Pathos’uyla, bir Papa sosyaliz
mi. Bütün in sa n la n n ve şeylerin doğru zam an, doğru yer, doğru
düzende olm ası Pathos'uyla, b ü tü n em irleri veren bir m erkez, sı
nıfsız am a aşın hiyerarşik bir düzen kurar.
Böyle idare edildiğinde ne zengin ne yoksul olur, m ülkiyet
kaldırılm ıştır. B ütün yurttaşlar çalışmaya m ecburdur, d ö rt saat
108 Ortıçağ efsanesine göre bu dağda yaşayan Venüs, güzelliğiyle insanları baş
tan çıkarıp sefih bir hayata çekerek lanetlenmelerine yol açıyordu.
109 Bilgiçlik taslamak, ukalâca öğreticilik.
sapm a sayarak yok edilm iş görm ek istiyordur - veya Kilise di
liyle söylersek: laudabiliter se su b je d t.m Ö znellik, sadece kendi
yo k edilişine onay verdiği ölçüde m evcuttur. Son sığınağı ola
rak bir âsi veya ayak direyen b ir sa p k ın ololabilm e im kânı bile
alın m ıştır ondan. Böylece m u tlak konform izm , tam da bir istis
naya mahal vererek kayba uğru y o r g ö ründüğü noktada zafere
ulaşır; C am panella’n ın Güneş D evleti, insaniyetiyle de özgürlük
ü topyasının karşı kutb u d u r. D üzen, erdem in kendisi ve onun
birleşim idir: “G üneşliler'de, bizde erdem in kaç adı varsa o ka
d ar otorite m akam ı vardır: âlicenaplık, cesaret, edep, cöm ertlik,
neşe, itidal ve saire. Onlar, daha çocukken okulda en fazla şu
veya bu erdem e yatkın olduklarına dair verdiklerine ipuçlarına
göre, ilgili m akam lara seçilirler.” M utluluk, bu sert ütopyada da
Summum bonum’d u r,’’’ lâk in - ru h a n t ve dünyevî gücün tam a
m en bir olduğu k o şu llard a- devlet hizm etiyle aynı şey olan bir
Tanrı hizm etine k oşulm uş b ir hizm etin m u tlu lu ğ u d u r bu da.
C am panella'daki G eleceğin Devleti b udur; benzersiz bir z o ru n
luluk sarhoşluğu içerir, Platon'dan b e ri Bizans ve K atolik hiye
ra rşisin i k u lla n a ra k o n u n S parta id e a lin in de ö tesin e geçer.
M ülkiyet ilişkileri d ışın d a yaşam ın böylesine k ö tü olm asının
nedeni, insanların kendi yerlerinde olm am asıdır, m undus situ-
alis’in, yaşam ın salt d urum sal halin in , yarı-hiçliğin durum sal
tesadüfleri arasında sendelem esidir. H ü k m ü n ü yürü ten göksel
güçlerle b ir birlik ve b ir m utabakat, onlarla bir uyum olmadığı
için; devlet terazide olm adığı için. K iniklerden T hom as More'a,
n ih ay et an arşistlere k ad ar çok değişik su re tle rd e k i özg ü rlü k
ütopyalarıyla tem el çelişki buradadır; C am panella'da bu çeliş
k in in sö k ü n edişi bilinçlidir. Ö zel m ülkiyetin ilgası bu çelişkiyi
ortadan kaldırm az: zira bu ilga M ore’da astlık -ü stlü k düzenini
tam am ıyla yok edip tam eşitliği getirirken, bu eşitlik C am pa
nella'da üzerine yeteneklerin, erdem lerin ve “ilkselliklerin" ye
ni hiyerarşisinin inşa edileceği zem ini oluşturur. M ore-Cam pa-
nella karşıtlığını, kendi zam anlarının birbiriyle bağıntılı olm ak
tan ziyade rekabet halindeki doğa m itlerine bakarak belirgin
112 16. yüzyılda kurulan Batın! Hıristiyan tarikatı. Eski Yunan, Mısır ve İbrani
Batıniliklerini/ezoterizmlerini referans alıyorlardı. Kilise tarafından sapkın
ilan edildiler.
635
ö z g ü r lü k ve d ü ze n e dair S o k r a tik soru,
Ü topya ve Civitas solis’i g ö z önüne a la ra k
114 Gemler: 15. yüzyıl öncesinde İsviçre’de Habsburglar’a hizmet eden işbirlikçi
lerin önde gelenlerinden ..
115 Bu beden içinde.
637
Ö te yandan zorunluluğun da, ancak tiranlık tarafından yapay bi
çim de ayakta tutulabildiği eski çağlarındaki gibi yalnızca düş
m anca olm ası gerekmez. Gerek toplum da gerek toplum da, kav-
ranamadığı m üddetçe kör olan bir körlük olarak da tecelli edebi
lir. Sosyal-politik özgürlük bu zorunluluğa karşı ham le eder ve
ancak zorunluluğun kuvvetleriyle som ut b ir dolayım kurm akla,
tam veya özsel anlam ıyla özgürlük olabilir. Engels A n ti-D ü h -
ring’de in concreto116 toplum sal özgürlüğü böyle tanımlar: “Şim
diye kadar tarihe hâkim o la n nesnel yabancı güçler, insanların
denetim ine geçer. Ancak o andan itibaren insanlar kenqi tarihle
rini tam bilinçli olarak kendileri yapacaklardır, ancak o andan iti
baren kendi harekete geçirdiği toplum sal nedenler ağırlıkla ve gi
derek artan ölçüde onların istediği etkilere sahip olacaktır. İnsan
lığın zorunluluk ü lkesinden özgürlük ülkesine sıçrayışıdır b u .”
Bu özgürlükte d e daha bin türlü so ru n vardır, Niçin'iyle, içeriğiy
le, kendi kaderini tayinle belirlenen Kendi'yle ilgili sorunlar; ama
artık çokanlam hlık yoktur. Bunun ön koşulu, M ore'da ve çoğu
ütopyada, özel m ülkiyetin ve onun m eydana getirdiği sınıfların
ilgasıdır. Ö n koşul, kişiler üzerindeki egem enlik olarak, imtiyaz
sahiplerinin elindeki bir baskı aygıtı olarak devletin inkârına iliş
kin kararlı iradedir. Engels'te devlet öncelikli olarak inkâr edil
mezse de şeylerin idaresine ve üretim süreçlerinin yönetim ine in
dirgenir; bunlarla ilgili bir Pathos’u da yoktur, devlet hissedilmez
hale gelir, baskısı sönüm lenir.
Zorunluluk/zorlam a kelimesi, çokanlam h olm aktan ziyade ge
rici bir etki uyandırır, korkutur. M amâfih, her şey özgürlük değil
de vida gibi görünse de, burada bile çok şey sallantıdadır. Zira
zorlamayı kim in uyguladığına, böylelikle düzenin ayakta kalm a
sını kim in tem in ettiğine ve b u n u n ne amaçla yapıldığına dikkat
etm ek gerekir. D ikkat edilirse, düzen in de birden fazla çehresi
nin olduğu ve düzenin k u rd u ğ u devletin aynı devlet olmayacağı
görülür. Bir saf zorlam a vardır, kötü cemaat kendi içindeki bazı
kurtlara, özellikle de kendi kurbanlarına dediğini yaptırır; bir de,
cem aatin kendisinden, o n u n d u ruşundan ve yapısından kaynak
lanan zorlam a vardır. Birinci vahada sahici bir düzen olmaz, sa
638
dece düzenlenm iş veya şiddetle ayakta tu tu lan düzensizlik olur.
Kapitalist cem aat de ancak, bireysel özgürlük, - k i m al sahipleri
nin özgürlüğüdür b u -, sözüm ona h u k u k devleti tarafından diğer
yurttaşların hiçbirinin bireysel özgürlüğüne halel gelmeyecek öl
çüde kısıtlandığı zam an m üm kün olur. Bu kısıtlam a, liberal do
ğal h u k u k tarafından öyle olduğu tem in edilm ekle beraber, o öz
gürlükten çıkıyor değildir, onun üzerinde salınır, olağanüstü hal
olarak dayatılm ıştır ona. O lağanüstü hal, b u rju v a düz eni dem ek
tir: iktisaden zaten b askı altında bulunanların ve onların isyanı
- nın karşısına b ir zorlam a olarak d ik ilir; b ir k u rn azlık olarak,
kuvvetli olanla ve onların rekabetiyle m üttefiktir. İkinci vahadaki
düzen, sosyalist ik tisat ve toplum da, çok başka görünür. Saf zor
lama veya zor yoluyla sağlanm ış olağanüstü hal olarak, birlikte
yaşam anın hatta cem aatin kendisinin koşulu olarak görünm ez.
O zam an cemaat zaten birincildir; insan, M arx'ın Yahudi Sorunu
Ü zerine m akalesinde söylediği gibi, forces propres’i n i " 7 toplum sal
kuvvet olarak id rak ederek örgütlemiştir. B undan ö tü rü toplum
sal gücü, politik güç olarak, soyut politik düzen devleti suretin
de kendinden ayırmaz; onun bencil bir iktisadiyat güden unsur
larıyla uyuşm az. O zam an düzen, bireyin kısıtlanm asına d ö n ü k
b ir zorlam a olm aktan çıkar; ç ü n k ü hom o hom ini lupusUB d u ru m u
sona ermiştir, istihdam edilen yurttaşın soyut b ir yurttaş tarafın
dan kısıtlanm ası artık gerekli değildir. H erkesin insan olma fırsa
tı vardır ç ü n k ü hiç k im senin bir canavar olm a fırsatı y o k tu r;
böylelikle toplum sal d ü zen in zorlayıcı karakteri de soyut idealli-
gi de ortadan kalkar. Toplumsal birey soyut yurttaşı bünyesin e
geri almış ve o n u n içinde kabul b u lm u ştu r; böylelikle cem aat
doğal, d ü zen som ut olur. Sınırlardaki kapitalist tehdidin sona er
m esinden itibaren, ezilen b ir sınıfa karşı silahlı vaziyette dikil
mesi gerekmez; baskının sebebini kaybetmesiyle, herkesçe onay
lanan b ir örgütlenm e ve kapsam a kavuşur. Böyle som ut b ir d ü
zen, sınıfsız toplum gibidir, bizzat b u antagonist-olm ayan cema
atin yapısını oluşturur. Somut düzen, özsel [esasa dair) olm ak
tan çıkm ış haliyle üretim süreçlerinin idaresi olarak görünür; öz-
117 Öz güçlerini.
118 İnsan insanın kurdudur.
639
sel olarak kalan haliyle, insan türünün giderek daha m erkezile
şen hedef birliğinin veya özgürlüğün krattığının inşasıdır. G örü
lebileceği üzere, saf zorlam a veya kısıtlam adan başka b ir düzen
kavram ı vardır burada; düzen, bizzat toplum un içinde, onun iç
kin dayanağı olarak etkindir. Böyle olm akla d ü z e n b ir oyuna dö
nüşm ez, ancak örgütlenme ve kralık karakterini korur. Tam da ö r
g ü tle n m e y an ıy la, C a m p a n e lla ’n ın d ü z e n ü to p y a sın d a k i en
önem li motife: hakim olunam ayan tesadüfü, m ünferit vakayı, ta
lihi (contingentia, casus, fo rtu n a ) bertaraf etme, şeyleri bir m er
kezden dengeye k avuşturm a ille de ters düşm üyordur. M ark-
sizmde, kendini ö:zgürlüğün krallığında ifade eden hoşgörülülü
ğün dışında, kendini özgürlüğün krallığında, bir krallık olarak
özgürlükte ifade eden, katedral119 diyebileceğimiz bir karakterin
de bulunm ası, sebepsiz değildir. Buraya giden yollar liberal de
ğildir; devletteki iktidarın fethedilmesidir, disiplindir, otoritedir,
merkezî planlamadır, genel çizgidir, O rtodoksluktur. Bütün m üs
takbel özgürlüklerin dayanağını sağlayan hedef de, çözülm eci li
beralizm le asla akraba değildir; tersine: tam da m utlak özgürlük,
zıplayan rastgelelikler yığını ve b u n u n varacağı özsüz çaresizlik
içinde kendini kaybetmez, O rtodoksluğa yönelen bir iradeyle za
fere ulaşır. D em ek, düzen asla basit b ir kavram değildir; ondaki
özü görü n ü r kılm ak için So krates'e de epeyce ebelik becerisi ge
rekirdi. Ö zgürlükten daha belirgin biçim de, ancak m ülkiyetsiz,
sınıfsız toplum da açığa çıkabilecek b ir özdür o. Ö zgürlüğün özü,
kabuğunu kırıp çıkm ak ve kendini kısıtsızca gerçekleştirm ek is
teyen iradeyi, duygusal yogunlugu arkasına alm ıştır; düzenin
özü ise m ükem m el m antıksallığa, İyi O lm uş veya Başarılmış O la
nın K avrayıcılığına sahiptir. Temizlik ve dakiklikten erkekçe ve
ustaca olanın hülasasına, serem oniden m im arı üslûba, sayı dizi
sinden felsefî sistem atiğe kadar m ü m k ü n olan her sahada ve kü
rede düzen [kurm a] denem esine can veren de budur. Bu nizam
ların bazısında d ü zen sadece dışsal ve dayatmadır, baskıcı ve sı
nıflı toplum ların devlet kanunlarında olduğu gibi. Başta sanatsal
intizam ve o n u n rütbeli felsefî sistem leri ölmak üzere başka ni
zam larda ise düzen kısm en m alzem enin ken d isin d en kaynakla-
640
mr. Bir eğilim olarak kaydedilm iştir onlarda, öyle ki, aslında ka
os olmayan veya kaos olarak kalmayan kaos, yıldızı ve yıldız fi
g ü rü n ü içinde gizler. Ö zg ü rlü ğ ü n b ü tü n ifşalannda m üşterek
nokta, iradeye yabancı veya yabancılaştırılm ış olan tarafından
belirlenm em e isteğidir. D üzenin m üştereği ise inşa edilm iş olana
verilen değerdir, olup bitm işin artık hiçbir duyguya m uhtaç ol
mayışıdır. Azâde kılınm ış, yerine ulaşm ış olandır o; politik olan
dan daha az vahim d u ru m d ak i başka dünyalarda sü k û n u n en
iyisini belirgin kılan ve En İyi olarak belirgin kılan o şahâneliktir
[krallığa has]; G iotto'da, Bach'ta olduğu gibi. D üzenin özü, -k i
her öz g ö rü n ü şte n b a şk a d ır-, tesadü/siizlüğün, durum suzluğun
[bunlara bağlı olm aktan azadeliğin] ütopyasıdır. Sınıflı toplum un
soyut ve zora dayalı düzenlerinde bile, bu krallık ruhu, erdem in
yozlaşm asının b ir kefaretidir. Cam panella’nın katılık Pathos'un-
daki, sosyal inşâ Pathos'undaki, contingentia, casus , fortuna'ya
karşı m undus situalis'ten yükselen ve d u ru m su zlu ğ u n varlığını
vaz'eden âhenkteki iğvanın veya yarım hakikatin kaynağı odur.
Bu bakım dan düzen özgürlüğe, yani ham allığı ve m aişet talihini
amaç edinen bir dizi kapitalist m ünferit vakasıyla burjuva-anta-
gonistik anlam ındaki özgürlüğe karşıttır. Burjuva d üzeni bile
kısm en, b u tarz özgürlüğe m ecburen karşıttı; oysa som ut düzen
som ut ö^zgürlüğe karşıt değildir. Ç ünkü nasıl som ut düzen cema
atin başarılm ış biçim lenm esi ise, som ut özgürlük de cemaat için
aşikâr hale gelmiş ve sosyal olarak başarılm ış iradedir; h er ikisi
de inşâcıdır artık - özgürlük de. Som ut özgürlük, so m u t düzen
bu koyutlam ada, hem özgürlük hem düzen koyutunu yöneten
du ru m su z varlık ütopyası içinde bağım sızlıkla bağıntılıdır. Bu
bağıntı sessiz sakin b ir özdeşlik değildir (ö zgürlüğünün töre ya
sasıyla özdeşliğini va:csayan Kantçı Etik’te olduğu gibi). Ama bu
bağıntı pekâlâ diyalektiktir: Ö zgürlük ve düzen, durum suzluğu
m eydana getirm ek üzere h abire birbirlerine ulanırlar. İradenin
zam anı içinde sonsuzca dolanacağı yerde özgürlüğü inşâ edilmiş
[yapılı ] b ir uzam a veya krallığa konduran düzen, onu bitirir. Ke
za düzenin sonu da özgürlüktür; zira o da yegâne içeriğine veya
düzende/düzenli olm anın karşıladığı tek ihtiyaç olan insani ira
deye , özsel Kendiliğe ve bu iradenin Ne’liğine özgürlükte kavu
şur. Bu da düzeni neticede düzenin yegâne tözselliğini oluşturan
641
özgürlüğe gönderir; ister ezilen sınıfı özgürlüğü olsun, ister so
n u n d a sınıfsızlaşmış bireylerin k en d i içlerinden çıkan kolektifte
ki özgürlüğü. Sadece özgürlük iradesinin b ir içeriği vardır, d ü
zen Logos'unun kendine m ahsus bir içeriği yoktur. Başka deyişle:
özgürlüğün krallığın içinde b ir başka krallık yoktur, o n u n içinde
özgürlük vardır veya örgütlenm e ve düzenin yegâne hedefi ola
rak K endi-İçin-O lm ak vardır. Marx, More ve izleyicilerindeki öz-
gür-konferderatiflik ile Cam panella ve izleyicilerindeki düzenli-
merkeziyetçiliği birbirine bağlayıp ikisini de aşmıştı. B urada N o
vum , düzendir: dem okratik m erkeziyetçilik, ü retim işlem lerinin
m ü şterek örgütlenm esi, in san ı bilgilenm e ve k ü ltü rle n m e n in
m üşterek-birleşik planlanm asıdır. Aşılan politik devletin sönüm
lenm esi gibi, kültü r de yalıtılarak şeyleştirilm ekten ve soyut salı-
nım ından uzaklaşır; som ut bir çerçeveye oturur, onu som ut ola
ra k bütünleştiren bir rölyefe kazınır. Rastgelelik ve hedefsizlik-
ten uzaklaşır kültür, ‘Ne tçin?' sorusuyla keskin bir yönlendirm e
sunan bir arka plana kavuşur; insanın m addesiyle ilgilenen yeni
bir selâm et düzeni belirir. Ö zgürlük ancak bu düzenledir ki, be
lirlenm iş, en azından giderek daha ayrıntılı ifade edilen bir içeri
ğe kavuşur. Fakat düzen biçim i içinde m uhtem elen öne çıkan,
belirlenm iş özgürlükten başka b ir şey değildir ve olamaz; düzen
ise b u n u n karşısında u zam dan ibarettir - ne var ki özgürlüğün
belirlenm iş içeriği için vazgeçilm ezdir b u uzam . Bir “M ore” de
m okrasisine (özgürlük Pathos'u) giden tek yol “C am panella”dan
geçer (düzen Pathos'u). Böyle b ir dem okraside, liberalist bir ju ste
milieu120 hiçbir su re tte m ü m k ü n değildir; ancak haydutça-tekil
özgürlükten de gevşek d üzensizlikten de çıkm ış, federasyonla
m erkeziyetçiliğin en iyi m irasını, birlikteki bereketi kullanm ayı
bilen bireylerin krallığı yürütebilir bu n u . Bireysel ile toplum sal
güçlerin hareketli u y u m u olarak dayanışm a ile aynı şeydir bu.
Ö zgürlük ve düzen, soyut ütopyalardaki katı çelişkiler böylece
m ateryalist diyalektik içinde geçişir, birbirlerine destek olurlar.
Somut özgür-oluş, düzendir, kendi sahasıdır orası; so m ut düzen-
li-oluş özgürlüktür, kendi yegâne içeriğidir o.
642
Devam: Sosyal ü topyalar ve kla sik doğal h u k u k
Her zam an uzak düş görm ek gerekm emiştir, ışığı görm ek için.
Bilhassa, onun salt ön resm ini yapmaktan öte Daha lyi’ye yönelik
bir talep konduysa. O zam an Daha Yakın, görünüşte Hatırlanan,
kesin Zâhir O lan belirm iştir; bizle b eraber doğan, H ak denen
şeydir bu. Değiştirilemez olan veya olm ası gereken ve doğal hu
ku k olarak tüm keyfî kanunlara ü stü n olan. Yazılı h u kuktan daha
y üksek bir konum daki doğal hukuk, kanuna karşı direnişi haklı-
laştırır hatta kim i d urum da teşvik eder. M anidar biçim de analık
hukukunca belirlenm iş bu kadim Antigone motifi, Stoacı doğal
hu k ukun dolayım ından geçerek, 16. yüzyılda yeni bir parlaklık
kazandı. Analık h u k u k u n a dayalı çizgileri, Stoa’da gayet belirgin
fark edilebilir olmasına rağmen, elbet epeyce silinmiştir. Epeyce
ama tam am en değil; çünkü Rousseau’da, iyicil olduğu kadar eşit-
leyici de olan doğanın kıym etinde hala gayet belirgin bir etkiye
sahiptirler. Mamâfih güçlenen burjuvazi nezdinde devrimci, tiran
düşm anı bir çehreye b ü rü n en doğal h u k u k u n çıkışı sert olm uş
tu r aynı zam anda. Arzuladığı hedef akraba olm akla beraber sos
yal ütopyalardan farklı b ir k u m aştan d ır ve geçici olarak ikam e
eder o ütopyaları. H ugenotlar121 (B artholom eus G ecesinden122
sonra) ve Cizvitler (sapkın devletlerle m ücadele içinde) gibi bir
birine çok yabancı kardeşler, tiranı öldürm enin huku k en m eşru-
laştırılması üzerinden burjuva devrim inin teorisini hazırladılar;
yazılı kanunlara karşı doğal h u kuk, buradan itibaren gerek poli
tik gerek yöntem sel açıdan belirgin b ir çehreye kavuştu. Althus
(Politica, 1610), adaletsiz efendilere karşı direnişin isyan değil
çiğnenm iş haklarının korunm ası olacağını öğretti. Bunun için,
insanların bir devletin kuru lu şu n a gönüllü katıldıklarını söyleyen
Epikürcü sözleşme öğretisini kullanıyordu. E pikür’de bu sözleş
m enin feshinden bahis yoktu am a A lthus feshi direnişle tem el
lendirdi. Sözleşme h ü k ü m e t tarafından bozulur, yönetim artık
halkın iradesini ve esenliğini gözetmez hale gelirse, o zam an öte
ki taraf da sözleşmeyle bağlı olm aktan çıkar. H alk o zam an ada
646
usse au ’da (C ontrat social,™5 1762) h alk tüm ik tid arıyla girer
devreye, züm resel olarak bölünm em iş, vekâletsiz. Yurttaş H ak
olanı kendisi görm ek istiyordur, onu ikam e ve tem sil eden birini
istem iyordur artık. Yüksek züm reler o n u n iradesini d ikkate al
madıysa, kendisini kandıracak b ir başka şüpheli avukata daha
vekâlet verm ek istem iyordur. B undandır Rousseau’n un, kam u
sal iradenin kendini dolaysızca ortaya koyabileceği ve m üdaha
lede bulunabileceği küçü k devletlere, k ü çü k şehirlere olan, İs
viçrelilere m ahsus m eftunluğu. B unun için, İngiliz parlam ento
sunu ve yüksek tabakanın orada sahnelediği d em o k ratik farsı
alaya alır. C enevrelinin bu noktadaki idraki şaşırtıcıdır: İngiliz
halkı, diye dalga geçer Rousseau, özgür olduğuna inanır ama sa
dece seçim anında öyledir, seçim geçtiği anda “köledir, hiçtir”.
Rousseau’n u n doğal h u k u k u n d a tümüyle yeni olan şey, özgürlü
ğün devredilmezliği öğretisidir; hakiki devletin anlamı ve ölçü
sü, b u n u n ve yalnızca b u n u n korunm asıdır. Bireyin özgürlüğü
gibi, halkın da hüküm ranlığı devredilem ez, bölünem ez, vekâleti
verilemez, kısıtlanam az. Bir insan nasıl sözleşmeyle kendini kö
le olarak veremezse, b ir halk da kendini bir prense teslim ede
mez. Böylelikle egem enlik sözleşmesine yapılan her ek contrat
social'de düşer, G rotius’takinden de öte bir m utabakat sözleşm e
sine dönüşür. Rousseau’n u n büyük sorusu şudur: “Hiç kim senin
özgürlükten m ahrum olmadığı, cemaat içindeki bireyin kadim
hakkını oluşturan özgürlüğünden en ufak bir fedakârlıkta b u
lunm adığ ı b ir devlet nasıl y aratılab ilir?” ( “Trouver une fo r m e
d ’association qui defende et pro tege de toute la force commune la
personne et les biens [!] de chaque associe et par laquelle chacun
s'unissant d tous, n'obeit pourtant qu'a lui m im e et reste aussi libre
qu'auparavant? Tel est le probleme fondam ental dont le contrat so
cial donne la solution” (Contrat social I, 6). Bu m uazzam soru
n u n cevabı, anlaşılabilir biçim de, burjuva sınıf içeriğine uygun
olarak daha az tüketicidir. Şudur, cevap: [Ö zgürlük] herkese,
tüm cem aate devredilirse, k işi de zaten b u tü m lü ğ ü n eşit bir
parçasıdır ve o tüm lüğün bakiyesiz devraldığı özgürlük hazine-
sinden oraya verdiği kadarını alır. Bu m ütekabiliyet [karşılıklı
647
lık] özgürlüğü feda etm em elidir, hatta devlet sözleşm esiyle dev
ralınan zor, genel iradenin üyesini özgür olm aya zo rlam asından
başka bir şey olm am alıdır (on le forcera d'etre libre). Bu, formel-
aritm etik olduğu k adar da sivri akıllı b ir çıkış yoludur: som ut
olarak, k işin in serbest girişim inin, serbest girişim cilerin daya
nışm acı b ir çık ar örgütünce güvence altın a alın m asın dan ancak
biraz daha fazlasını ifade eder. G enel irade, volonte general, an
cak böylelikle töresel doğal h u k u k a d ö n ü şü r - salt töresel-yan-
sız doğa d u ru m u n u n eksiği de b u d u r zaten. Zira in sanın dolayı
sıyla halkın her koşulda iyi olduğu, ■sadece E m ileden ve Rousse-
au 'n u n başka bazı yazılarından çıkartılabilir, am a C ontrat soci-
al'den asla çıkartılam az. Contrat social’e göre insan doğa d u ru
m u n d a “ni bon ni m echant"tır; 136 o n u n k ö tü olm asına yol açan
da, sosyal olarak bencilliği uyandırm asıyla, m ü lk eşitsizliğiyle,
züm relerin imtiyazlarıyla, to p lu m u n kötülüğüdür. İnsan C ontrat
so cia l’e bakılırsa k en d i başına iyi veya k ö tü olm adığına göre,
o n u n volonte general’e eklem len m esi ve o rad a ö rg ü tlen m esi,
m uhakkak iyi dem ektir. Volonte general yanılam az (Il, 3 ), sahici
h u k u k u n sesidir (II, 6), A klın ta kendisidir, n asıl doğa yasası fi
zikî dünyanın zorunluluklarıyla belirleniyorsa o da A kıl tarafın
d an aynı biçim de b e lirle n ir (II, 4). Bu arada, genellikle özel
m ülkiyette olabildiğince eşitliğe yönelen genel irade, d u ru m a
göre sosyalizme de u y u m sağlayabilir, en azından Emile'e bakı
lırsa. B unun dışında özel m ülkiyetin ideologu olan R ousseau bu
noktada neredeyse, çoğu ü to p y an ın tem el k o m ü n ist m otifiyle
tem as eder: “Egem enin (volonte general) b ir veya çok sayıda bi
reyin m ülkiyetine d o k u n m a h ak k ı yoktur. Ama h e rk e sin m ü lk i
yetine el koym ak için (eşzam anlı genel b ir m ülksüzleştirm e edi
m iyle) h e r tü rlü hak k a sah ip tir” (Em ile V). Tabii burası, doğal
h u k u k sistem lerinin m ülksüzleşm eyi içerdiği te k yer değilse de
en d er yerlerden biridir. Rousseau b u fikre, iktisatta tam egalite'yi
savunan, ü to p ik sosyalizm in en önem li ö ncülerinden M alby'nin
yanı sıra M orelly'nin 1755'te çıkan Code de la N ature'u 137 vasıta
sıyla yaklaşmıştı. Fakat klasik doğu h u k u k u n u n gücü ekonom ik
649
bun d an ötü rü , bireysel özgürlüğün o n u ru olduğundan, feodal
baskıyı ve aydınlanm ış despotizm in patriyarkal sistem ini hedef
almıştır. Bu tarz devlet düşm anlığı o zam anlar Prusya'da bile, sa
dece edebî düzeyde de o Isa, W V H um boldt'un “Devletin etkin
liğinin sınırlarını belirlem e denem esine dair fikirler”inde (1792)
kendini gösterm işti. Bu m etnin 15. bölüm ü şunu öğretir (elbette
ne b u aristokratik kitapta ne de Prusya’n ın gerçekliğinde her
hangi bir sonuç doğu rarak ): “Devletin anayasal düzeni, ister zor
gücüyle ister alışkanlık veya yasa yoluyla, yurttaşlara belirli bir
ilişki tarzını tamim etse de, bunun dışında, yurttaşların gönüllü
olarak seçtikleri, sonsuz çeşitlilikte ve sıklıkla değişen başka
ilişkiler de vardır. Bu İkincisidir, m illetin kendi arasındaki özgür
etkinliğidir aslında, insanların onların özlemiyle bir toplum ol
maya yöneldiği tüm malları koruyan. Esas devlet düzeni onların
b u ereğine tabidir ve ancak zorunlu b ir araç olarak, özgürlüğün
kısıtlanm asıyla b ağ lan tılı olm ası itibarıyla da zo ru n lu bir şer
olarak seçilir.” H enüz bürokrasinin ilerici eğilim lerine açık olan
Ju nkerlik ile k u ru lu ş halindeki askeri devlete karşı çıkan ve onu
ifşa eden R ousseau'nun um u d u , b u özgürlük kitabında şaşırtıcı
biçim de birleşm işlerdir. Ama aynı anda, o nur düşünün k en d i
sinde m evcut b u lu n an bir akıbet de ifşa eder k en d in i: D em okra
si olarak doğal h u kuk, tüm insanlara arm ağan edilmiş bir aris
tokrasi anlam ına gelir. M illetin kendi arasındaki özgür etkinliği
burada ticaret değildir, piyasa olarak değil Yunanî-kentsel, üto-
pik-kentsel anlam da agora olarak d ü şü n ü lm ü ştü r: herkesin başı
dik olabilm esi için. H erkesin başının dik olabilm esi gerçi tam da
doğal h u k u k u n serpildiği sınıflı toplum da bir illüzyondur ama
yozlaşm a ve b askının olm adığı, insan onuru n a yaraşır bir d ü n
yaya dair heroizm i yansıtır. Doğal h u k u k b u dünyayı, toplum sal
güvenceye sahip (yalnızca izin verilm enin ötesinde) burjuva-in-
sanî bir Arzulayabilme [yetisi, istidadı] olarak inşa etmiştir.
650
dini, düşü dolgun değildir. H ak olan, o n u rlu bir nekeslikle sıy
rılmıştır uğruna m ücadele edenlerin arasından; resm edilm em iş,
inceden inceye düşünülmüştür. D üşünerek türetilm iş olan bağla
yıcıdır, teklifsizce geçerlidir; aklın Hiçbiryerde'liği yerine türeti
lebilir Heryerde'liği görünür. Bu nedenle doğal h u k u k , güncel
ilişkilere devlet rom anlarına kıyasla çok daha yakından ve kıs
m en de daha fazla tasdik görerek m üdahale etmiştir. D evlet ro
m anları gerçi görm üş olduğum uz gibi keza k en d i zam anlarını
b ünyelerinde taşırlar, gelm ekte olan zam an da üzerlerindedir,
ancak her iki zam anın da üzerinden aşarlar. Oysa doğal huk u k
bakışını keskinleştirm iş, nişan almış, talebini olay yerinde orta
ya koym uş, burjuva anayasalarına el atm ış, yenilerini yazmıştır.
G rotius uluslararası h u k u k u doğal h u k u k u n çizgileri içinde ta
sarlamış, F ransız D evrim i en önem li itkisini ve bilhassa tem el il
kelerinin çerçevesini R ousseau'dan almıştır. D eclaration des dro
its de l'homme’uni39 6. M addesi kelim esi kelim esine Rousseau'ya
dayanır: “L a loi est l'expression de la volonte generale" .’40 H içbir
zam an bir devrim i başaram ayan A lm anya'da bile doğal h u k u k
Stein-H ardenberg'inkiler gibi reform ist yasam a girişim lerine ve
Anselm F euerbach vasıtasıyla 1813'te Bavyera’n ın liberal ceza
yasasına ilh am verm iştir. H atta 1 794 Prusya U m um i K anunna
mesi en azından iç bölüm lenm esinin form unu doğal hu k u k tan
almıştır; polis devletinin hayırhâh vesayetinin, biçimsel yönden
kendisinden kaçınılam ayan Akla ödediği tazm inattır bu. Bu il
ham ın bedeli, doğal h u k u k u n , m üstakbel hele m üstakbel-radi-
kal eğilimlere kıyasla yan yarıya gerçekleşm iş eğilimlere kulak
vermesi oranında, sosyal ütopya niteliğinin azalmasıdır. Sosyal
ütopyalar ise tersine, ütopyaların hareket planına uygun olarak
hem en so n ra gelen basam aktaki eğilimi içerm ekle ve ütopyanın
arzu düşü artığını bu göreceli [tezahüründe] ifade etm ekle bera
ber, hem en b ü tü n sosyal ü to p y a la rın k o m ü n istçe bir u n su ru
olan bu arzu d ü şü artığını pek unutm am aları nedeniyle; böyle
likle sosyal ütopyalar M utlak O lana doğru aşkınlaştıkları için ve
halihazırda v u k u b u lana b u do laysızlığı içinde baktıkları veya
652
aynı arazideki iki k o n u m olarak görüyordu (Institutiones [Ku
rum lar] V 1,4): “Publicum j u s est, quod ad statum rei Romanae,
privatum , quod ad singolarum utilitatem p ertinet” (Kamusal h u
k u k Roma devletiyle, özel h u k u k ise tek tek kişilerin faydasıyla
ilgili olandır). A ncak ekonom ik yönden ilerici b ir sınıfla ekono
m ik yönden aşılmış b ir sınıfın temsilcisi olarak devlet arasında
b ir gerilim ortaya çıkarsa, selâhiyet olarak h u k u k ile nesnel ka
n u n düzeni olarak h u k u k artık aynı m adalyanın iki yüzü olarak
görülem ezler. A rtık b u ikisi içeriksel olarak çift anlam lı değildir
ler, iki h u k u k dalı ay n ay n görülür: d allan n birinde h alk oturu-
yordur, diğerinde hük ü m et. işte b u nok tad a doğal h u k u k , sosyal
ütopyalann resm ettikleri m u tlu lu k hedefine salt davet veya cez-
b etm ekle m u k te d ir o lam ad ık tan b ir koyutlayıcı-devrim ci güç
geliştirebilir. Klasik doğal h u k u k , su b jek tif h u k u k u özg ü rlü k
idealinin tüm artığıyla donatm ıştır: H ukuk, esas itibarıyla bir şe
y in hakkına dönüşür ve eskiden egem enlik altında bulunanın hak
kıd ır bu. Subjektif h u k u k , salt izin verilen b ir istisna olm aktan,
tabi bulu n u lan egem enlik alanının bir istisnası olm aktan çıkar.
Doğal h u k u k b u istisnayı kurala ve esas olana çevirmiştir: fa cu l-
tas agendi, o zam ana kadar iktid ar adına h ü k ü m sü ren norm a
agendi’yi altederek k en d i h u k u k n o rm la n n ı koyar. F ransız Dev-
rim i'nin teorisi neticede b u rad an hareketle gelişm iştir: Bu dev
rim burjuvazinin k u rtuluşudur, ama aynı zam anda, K ant'ın Ay
dınlanm a hakkında söylediği gibi, insanların kendi suçlan olan
reşit olm am a halinden çıkışıdır. Burada, sosyal ü to p yaların 18.
yüzyılda n ed en doğal h u k u k u n çaktığı kıvılcım ı çakam adığını
gösteren b ir başka vardır: doğal h ukuk, vadesi gelen direniş ha
reketi çerçevesinde, daha k uvvetli b ir töresel Pathos sergilemiş
tir. Ü topyaların koşullarla ve koşullar içinde vadesi gelen eği
limle m utab ak atlan daha sınırlıdır; D iyojen’den son M arksizm-
öncesi devlet tasarım lanna kadar görülebileceği üzere, daha zi
yade m üstakbel-radikal eğilimlere k u lak verirler; am a aynı za
m anda çelik gibi olm ak ve karak terd en ziyade in san florasına
güvenirler. En iyi anayasanın b ir yanda sosyal ütopya, diğer yan
da doğal h u k u k bakış açısından ifade edilişindeki vurgular fark
lıdır. Sosyal ütopya ağırlıkla insan m utluluğuna yönelir ve az ve
ya çok romansı biçim de b u n u n iktisadi-toplum sal form unu d ü
653
şünür. Doğal h u k u k (sadece ve kısm en Hobbes istisna olm ak
üzere) ağırlıkla insan onuruna yönelir, olabildiğince üzerine dü
şünülm üş bir tüm dengelim le , a priori özgür bir sözleşme öznesi
kavram ından, o n u ru n sosyal olarak güvence ve m uhafaza altına
alınacağı hukuksal k o şu lla n türetir. Yalnızca T hom asius (Funda-
m en tu m ju ris naturae et g en tiu m , 1 7 0 5 ) , m u tlu lu ğ u n , doğal
h u k u k u n b ir zorunluluğu olduğunu öğretir am a b urada da m u t
luluk kesinlikle om urgasız değildir. İçinde doğal h u k u k u n kol
gezdiği, Stoacı tarzda bir sosyal ütopyanın, ferah m üesseseler-
den veya tu tu la n m evkilerden çok daha fazla erkeklik gu ru ru
Pathos'u arzetm esi, bundandır. Bu cum huriyetçi k arakter özelli
ği nedeniyle (burjuva-devrim ci dram ında Alfieri’nin kahram an
larıyla, Lessing'in Emilia G alotti’sindeki O doa rdo ’yla, Schiller’in
Fiesco’sundaki Verinn a’yla, keza Tell’le karşılaştırın), kez a bu çe
lik gibi sert yanı nedeniyle doğal hu k u k , yüksek züm relere karşı
verilen iç savaş sırasında sosyal ütopyaları büyük ölçüde ikam e
etmiştir. Fazlasıyla bireysel ve kom ünist-olm ayan içeriği bu ika
meye lü tu f getirm iş, karakter Pa t hos' u n u ideolojik olarak tavsi
yeye şâyan kılm ıştır. Gerçi 18. 'yüzyılda 17. yüzyıldakinin nere
deyse üç misli ütopya yayım lanm ış olduğu doğrudur; fakat tam
da ütopyaları, sayarak değil tartarak değerlendirm elidir. F£ne-
lo n ’u n Aventures de T elem a q u e'ıU2 bile (1 6 9 8 ), iki b ö lü m lü k
m u tlu lu k ülkesi anlatısıyla, Thom as M ore’u n klasik b ir orantıy
la tadil edilm esinden ibarettir. Vayrasse’ın ilginçliği şüphe götür
mez diktatö rlü k ütopyası UHistoire des S evtram bes143 da (1672),
M ore’la Cam panella’nın bir bireşimidir. B unun dışında yayımla
nanlar, esas itibarıyla satir ve b ir yığın uydurm adır. Yalnızca bir
tek sosyal ütopya, tertibatıyla, 17. yüzyıldan, aslında saf doğal
h u k u k u n h ü k m ü n d ek i 18. yüzyıla uzanm ıştır: H arrin g to n ’u n
T h e C o m m o n w ea lth o f O c ean a ’s ı144 (1 6 5 6 ), dahası, A m erikan
Anayasası’n ın vaftiz babası olan b ir devlet rom anıdır. Ama tam
da bu etkisi, yalnızca en dışsal kisvesiyle bir devlet rom anı oldu
ğunu gösterir: O ceana, halk meclisi, senatosu, kısa süreliğine se
656
rallarını kullanarak, kesin sonuçlar çıkartılabilir. O lgulara değil
salt akla bağlı olan, sağlam k anıtlar getiren zo ru n lu bilim lerin
inşâsında yapılan, tam da b u d u r - m antık, m etafizik, aritm etik,
geom etri, hareket bilim i ve huk u k bilim i için olduğu gibi. Ç ün
kü tüm b u n ların tem eli deneyim ve olgularda değildir, b u n la r
olgulara d a ir h esap verm eye ve onları önceden düzenlem eye ya
rarlar. Ve h u k u k için bu, dünyada h içbir yasa olm asa bile geçerli
o lurdu” (Leibniz, H auptschriften,149 M einer, II, s. 510 vd.). De
m ek yükselen burjuvazinin yaptığı hesaplar sadece m al dolaşı
m ının m atem atik o larak b elirlen m esin e değil, aynı zam anda,
-dışsal yönden daha az formel biçim d e-, burjuvazinin yükselişi
n i gemleyen olgulara antitez oluşturm aya yarar. Burada, doğal
hu k u k ta saf akıl devrim cidir; olgular karşısında eğilm ek yerine
doğada bir sığınak sağlar. D oğanın son derece çok yanlı b ir bile
şimidir bu: rasyonel yasallıklar bağlam ında, sonra tabii Rousse-
au’da her türlü yapaylığa karşıtlık anlam ında, aslilik, kâm illik,
bozulm am ışlık olarak doğada. R ousseau'nun doğa kavram ı ras
yonel yasallık k arak terin i neredeyse yitirm iştir, b u n a m ukabil
zam anının aslîliğe/ilkselliğe ve dem okratik genelliğe olan tüm
tutkunluklarıyla, doğal dille, doğal şiirle, doğal dinle, doğal eği
tim le yakından ilişkilidir - tüm b u idealler doğa aksiyom unun
kutsal kâseleriydi. Dogal h u k u k b u rad an da, sosyal ütopyaların
C hiliastik y önlerinin zayıflam asından son ra u z u n süre yanına
bile yaklaşam adıkları bir pırıltı kazandı. Ne var k i doğal h u k u
k u n k en d i çağındaki devrim ci etkisi tarihsel o larak sınırlı kaldı
ve geleceğe sosyal ütopyalardan daha az uzanabildi. Doğal hu
k u k u n , o zam anın toplum undaki doğrudan akım larla olan, üs
telik pekâlâ bireyselci bağına dikkat edilsin; sosyal devrim b u n
d an neyi devralabilirdi? D u ru m kuşkusuz karm aşıktır; M arx’ın
dogal h u k u k a çok defa, kapanm ış bir dosyaym ış, -v e burjuvazi
nin evrakı arasındaym ış-, gibi davranır. Diğer yandan burjuva
gericiliği tüm bir 19. yüzyıl boy u n ca doğal h u k u k ta n sadece
aşağılama ve nefretle bahseder. Bu nefret dogal hukuk için bir
onur değil midir, onun dikkate deger b ir özün, b ir im kânın vari
si o ld u ğ u n u g ö ste rm e z m i? H u g o 'd a n (L eh rb u ch des N a tu r-
149 A na Yazılar.
657
rechts,,so 1799) Bergbohm ’a dek (Jurisprudent und Rechtsphilo-
sophie, iS1 1892) eski k arşıd an doğal h u k u k u nasıl “tarihsel ola
rak olm uş b u lu n an h u k u k "tan hareketle m ahkûm ettilerse, Pa-
retto hatta G entile gibi m odem “sosyologlar" da aynı şeyi vita-
lizm lerinden veya faşist elit teorisinden hareketle yaptılar. Doğal
h u kukun çok lehine olan o ‘bir şey’ vardır burada; onun rasyo
nalizmi ananevi kamçı için hâlâ tehlikelidir, endüstri feodalizmi
için de tuhaf biçim de canlı bir düşm an. Öyleyse doğal h u k u k
hiç de kendi çağının neredeyse k en d in i k ab u l ettirm iş ya da bir
ayağını içeri atm ış eğilimleriyle sınırlanm ış gibi görünm ez. Bur
juva altyapısına rağm en, soyut id eallerinin statik kapalılığına
rağ m en , b ü tü n d e v rim le ri b irb irin e ak rab a g ö steren o Faz-
la'ya/Artığa sahiptir. N itekim bütün olarak öznel kam usal hakla-
n n doğal h u k u k tarafından beyanı, bazen, ekonom ik bireyselci
liği altyapı olm aktan ziyade b ir yardım cı işlem olarak gösterir.
Ö znel kam usal haklar, sadece hüküm ete değil girişim cilere karşı
haklar olarak da başvurulabilecek bir kadroyla duyurulm uştu.
Grev hakkı, örgütlenm e hakkı, tüm insanların ve m illetlerin hak
eşitliği ilkesi, kısacası eski burjuva insan h ak lan külliyatı böy-
leydi. Stalin bu külliyatın durum u hakkında şunları söylemişti:
“Burjuva-dem okratik özgürlükler bayrağı güverteden atılmıştır.
Sizlerin, kom ünist ve dem okratik partilerin tem silcilerinin, şa
yet halkın çoğunluğunu etrafınıza toplam ak istiyorsanız bu bay
rağı kaldırıp ileri taşım ak zo runda olduğunuzu düşünüyorum .
Yoksa o n u düştüğü yerden kaldıracak kim se yoktur.” Doğal h u
k u k bu h a k la rın d u y u ru lm asıy d ı ve o n ların ifade edilm esini •
m üm kün kıldı - o n u n mirası b u d u r ve bu miras kalıcıdır. O n u n
özgür insan Pathos'u da, kolektifliğin herhangi b ir biçim de sürü
ile veya sürü karakteriyle k an ştın lm asın a veya katıştınlm asına
k arşı bir ihtar gibidir. Tam da som ut düzenin som ut ö zgürlükte
ki irad î içerikle rabıtası, her tü rlü yalıtılarak kavranm ış salt so
yut kolektife karşı, sınıfsız bireylerin içinden doğacağına birey
lerin karşısına çıkartılan bir kolektife karşı doğal h u k u k u n mi
rasım korur. K om ünistçe tanım lanm ış “H erkesten yeteneğine
660
durum u bulm az karşısında, bam başka bir d u ru m bulur. Tanzim
edilm iş haliyle onu hesaba katm am ış olan b ir talim atın bu d u ru
ma uym am ası, m ucize değildir" (1, s. 420). G erçi F ichte’n in saf
düşünce dünyasının yerine koydugu, -ek o n o m ik -p o litik olarak
o denli azgelişmiş bulu n an A lm anya’da doğal o larak -, yine ge-
nel-soyut belirlenim iyle d ü şü n ced ir am a “verili bir sahici du
rum la ilgili yeniden belirlenm eye devam edecek" b ir düşünce.
idealizm böylelikle Praxis’e dönüşm ese bile, F ichte’n in öfkeli er
dem liliğinde, eleştiri olarak gelişir. Fichte, ü to p ik m u tlu lu k ül
kesi im gesinin yerli koşullara içselleştirilerek tasvirindeki dolay
lı eleştiriyi geliştirir. Ve doğal h u k u k u n aklının, halihazır devlet
düzeninin gayrı akliliği üzerinde belirginleştirdiği eleştiriyi ge
liştirir. Bunu yaparken Fichte’nin eleştirisi, doğal h u k u k u b ü tü
nüyle ak lî h u k u k a d ö n ü ştü rd ü k ç e , yani kad im /ilk sel d u ru m a
[doğa durum una] ve tarih-öncesine d air hayallerden kopardıka,
keskinleşir. Doğadan nefret eden bu büy ü k adam da doğadan ve
doğa aracılığıyla erişilecek b ir ö zgürlük yoktur; hayvanlar veya
ilk insanlar topluluğu içindeki varoluş arkad ik [cennetsi] değil
baskıcı ve despotiktir; ■ancak toplum sal yaşam , özgürlüğü d ü
şünm eyi m üm k ü n kılar. M utlak m u tlu lu k hedefi baki kalır, ama
em ek harcam adan verili olacak veya b ir yerlerde m evcut değil
dir, Fichte’nin radikal-idealist “eylem ” felsefesiyle bağlantılı ola
rak, üretilen b ir şeydir. inşâcı/yapıcı anlam da, aynı zam anda kıs
m en çalışm a tekniği anlam ında: “Eğer kendi doğam ızın kuvvet
leri m uazzam bir boyutta çoğalmazsa veya eğer doğa bizim dışı
m ızda ve bizim bir katkım ız olm adan ani bir m ucizeyle d ö nüşü
me uğrar da şimdiye kadar bilinen yasalarını yerle bir etmezse, o
refahı ' doğadan degil yalnızca kendim izden beklem em iz gerekir;
emekle elde etmeliyiz onu" (I, s. 453). Bir nevi, em ek-değer te
orisinin ütopyaya sokulm asıdır bu; ütopya da artık ham m adde
ler veya Manna'54 ile yaşam ıyordur. Ama yine de eylem li akıl
Pathos'u F ichte'de öyle idealistçedir ki, sosyal ütopyasını ekono
m ik tem elde değil, tasım yoluyla [m antıksal kıyasla], çıkarsam a
form uyla geliştirir. Bunda da doğal h u k u k tem rini, işin ■gidişine
dayanan genetik gelişmeye ağır basar. Bundan ö tü rü , Fichte’nin
154 Kutsal kitaplara göre, lsrailogullan’na çölden geçerken gökten ‘inen’ yiye
cekler.
661
m etninin ilk ana kısm ının üst başlığı şöyledir: “Ticaret akışı ba
kım ından akıl devletinde neyin hak olduğuna dair". Bunu, eleş
tirel nitelikli ikinci ana kısım da özel b ir alt cüm le izler: “Ticaret
akışının halihazırda m evcut devletlerdeki d urum u hakkında".
A rdından, idealist tarzda sonuç çıkarılan ana bölüm de, çıkarsa
m ayı yapan ü çü n c ü cümle gelir: “M evcut b ir devletin ' ticaret
akışının, ak lın icaplarına uyan d ü zen e nasıl sokulacağına dair” .
B ütün m esele ö zg ü rlü k tü r, fakat an cak ik tisad i bağlanm ayla
kendine y er açan b ir özgürlük. E tik bireyci Fichte'nin, iktisadi
bireyciliğin o n u n etik bireyciliğini te h d it ettiğ in i d ü şü n d ü ğ ü
için ik tisa d i sosyaliste m i d ö n ü ştü ğ ü n ü b ir kenara bırakalım .
Am a tam da Fichte örneğinde açığa çık ar ki: A h lâ k adı altında
onca za m a n nafile aranan şey, sosyalizm dir.
T üm bunların tem eline konan hâlâ tekil insandır, her şey o n
dan çıkar. H ukuk adına yürütülm esi gerekeni geliştiren, d ü şü
nen b ir varlık olarak o d u r sadece. Kadim /ilksel haklar, akıl sahi
bi bireyin haklarıdır ve haklara sadece sahip olm ayıp onları ge
liştiren, o n u n “d ü şünüyorum ”udur. Fichte üç kadim /ilksel hak
sayar: Bireyin bedeni üzerindeki tasarrufu, m ülkiyeti üzerindeki
t a s a ^ f u , kişilik alanındaki tasarrufu. Bunlar sonsuz özgürlük
ler olm alıdırlar ve ancak b ü tü n diğer bireylerin özgürlükleriyl e,
yani kadim /ilksel haklara yabancı olm ayan b ir şeyle kısıtlanırlar.
lnsanlan n b ir arada yaşayabilmeleri için, bireysel özgürlüklerin
bir sonu olm alıdır ama birincisi, yalnızca özgürlükler tarafından
ve İkincisi, yalnızca özgürlükler u ğruna kısıtlam a yapılmalıdır.
Burada, m ülkiyete ilişkin kadim /ilksel hakla ilgili, hiçbir biçim
de özel-kapitalistçe olm ayan dikkate değer so n u çlar çıkartılır.
Fichte'de şeylerle ilgili bir m ülkiyet hakkı yoktur, yalnızca ey
lem lerle ilgili vardır; belirli b ir toprak parçasını ekm eye başka
kim senin selâhiyetinin olm am ası veya sadece belirli bir grubun
ayakkabı im al etm e iznine sahip olm ası biçim inde. Eski lonca
h ak lan böylece, bireyin “m ü n h asıran b ir b ü y ü k sanatı icra et
me" kudretinin güvenceye bağlanm asıyla, işlevsel olarak yeni
lenm iş olur. Toprak ve arazide m ülkiye t yoktur, b u n lar kimseye
ait değildir, ziraatçıya de orayı ekip biçiyorsa (yani avâre b ir fe
odal bey değilse) aittir. Fichte böylece m ülkiyeti ve sahipliği eş
ya h u k u k u n d an bir tü r üretim h u k u k u n a taşıdıktan sonra, sos
662
yalist neticeye doğru ilerler. Tam da m ülkiyete ilişkin kadim /ilk
sel haktan ötürü, devlet herkese verm elidir: “Şayet birisi yaşaya
bileceği k a d a rın a sa h ip değilse, sah ip olm ayı hak ettiğ in d en
m alınım kalm ış dem ektir; ona ait olan bir şeyden m ahrum dur.
A kıl devletinde b u n u elde eder; aklın uyanışından ve egem enli
ğinden önce, tesadüfle veya şiddetle yapılan paylaşım da belli ki
bazıları paylarına düşenden d ah a fazlasına el attıkları için herkes
kendi hakkını alam am ıştır" (I, s. 433). Devlet sosyalizm i m et
ninde, şöyle devam eder: “D evletin görevi şim diye kadar, yurtta
şın halihazır b ulunan m ülkiyet d u ru m u n u yasayla korum a biçi
m inde, tek taraflı ve yarım anlaşılmıştır. Devletin daha derine gi
den sorum luluğu olan, herkesin h a k ettiği m ülkiyeti tem in etme
görevi, göz ardı edilm iştir. Bu ise ancak ticaretin anarşisinin de
politik anarşiyle birlikte tedricen o rtadan kaldırılm asıyla ve dev
letin nasıl yasama ve yargı m akam ları dışa kapalıysa ticaret dev
leti olarak da kapanm asıyla m ü m k ü n olabilir” (l, s. 483). Fichte
böylece, koyutladığı ideal devlette, züm re ve im tiyaz haklarını
kaldıran yasanın genelliğini, iş/istihdam sağlama genelliğine ya
yar. B unun araçları olarak, serbest girişim in terk edilm esi ve ser
best rekabetin durdurulm ası da vardır. Açık pazarın o rtadan kal
dırılm ası, kısacası ideal devletin y ö n len d irilen b ir iktisadiyat
olarak belirlenm esi de vardır. Pek b ir serbest girişim cinin b u lu n
m adığı, b u nedenle ilerlem iş Batı dev letlerin e kıyasla, (F ich
te’n in em ek loncalarında görü n ü r hale gelen) b ir tü r kapitalizm -
öncesi anti-kapitalizm için daha kolayca d avetkâr olan bir Al
m anya'da öneriliyordur bu. M uhtem elen, kısa sü re önce Nova-
lis'in takdim ettiği (D ie C hristenheit oder E uropa,'ss 1799), O rta
çağ to p lu m u n u n rom antik hâlelerinin de tesirleri vardı burada.
Novalis, bu geniş m anevî ülkenin en sapa taşralannı bile birbiri
ne bağlayan tek bir cemaat birliğinin olduğunu söylüyordu. Bu
n u n dışında aslında pek az rom antik olan Fichte; Saint-Simon'da
da büsbütün eksik olmayan, Ruskin veya W illiam M orris’te ise
bir tür gotik sosyalizm olarak beliren b u geriye d ö n ü k anti-kapi-
talist ütopyaya ilk temas edenlerden biridir. M ehring'in dediği
gibi, kapalı ticaret devletini salt “Friedrich devleti"nin idealleşti
156 Alman devletinin kurulması arefesinde, aynı zamanda çok hızlı İktisadî ge
lişmeye sahne olan 1871-73 dönemi.
664
tada F ichte'nin ütopyasında neden h ü k ü m etin iç ticareti de ü st
lenmediği, böylece tacirler züm resini gerekli olm aktan çıkarm a
dığı sorulabilirdi. Fakat Fichte zaten ticarethaneleri iyice önem-
sizleştirir, kapalı, düzenlenm iş, d ü şü k kârlı piyasanın vasıtala
rından ibaret kılar. Spekülasyon değil salt sevkıyat firm alarıdır
deyim yerindeyse; “izin verilen ü retim ve fabrikasyon devletin
tem el esaslan çerçevesinde hesaplandığından" (I, s. 443), m ü n
hasıran ihtiyaçların karşılanm asına hitap eden b ir iktisadiyatın
içindeki aracılardır. D em ek F ichte’nin devleti içerdeki m übadele
akışını üstlenm e gereği duym az, kayda geçen sözleşm elerin uy
gulanm asının sosyal gözetim iyle yetinir. B unla yetinm esi için
başlı başına önem li bir neden, bu ütopyadaki en yüksek züm re
nin veya devlet züm resinin, P laton'da olduğu gibi, öğretm enler
ve âlim lerden oluşm asıdır; bunların da zihninde Fichte’n in bi
lim öğretisi vardır, m uhasebat, kam biyo, krediler değil. Devletin
dış ticaret tekeli de sırf savunm a saikiyle, üretim bütçesinin “ya
bancıların nizam verilem eyecek etkilerine” karşı korunm ası için
düşünülm üştür. Tam da bu h er şeye hâkim olm a iradesi, planın,
en fazla yine m esut adayı hatırlatan en radikal neticesine varm a
sına yol açar: O tarşi. A ltın ve güm üş dünya parası ilga edilir, o n
ların yerini değersiz m addeden yapılm a, biriktirilem eyecek ve
yabancı ü rü n leri sa tın alm akta işe yaram ayacak b ir ülke parası
alır. Belki o zaman, d er Fichte, ü to p ik Almanya'da artık kürkler
ve ipekli kıyafetler olm ayacak, Çin çayı kesinlikle bulunm aya
cak, buna m ukabil iktisadi ve fetihçi savaşlar da olmayacaktır.
Yabancı alacaklar hüküm ete teslim edilecektir (döviz yasalarının
şaşırtıcı bir ön habercisi), h atta Fichte pam uklu ve başka ithal
ürünleri ikam e edecek yerli üretim den söz eder (sentetik kimya
nın şaşırtıcı b ir ön habercisi). Yurtsever Çin Seddi, ütopya olur
böylece: D evleti tüm üyle dışarıya kapatm adan önce h ü küm etin
erişmeyi önüne koyması gereken belirli b ir hedef vardır: dışa ka
panm a ânında herhangi bir yerde üretilm ekte olan her şey, bu
iklim de m ü m k ü n olduğu oranda, artık ülke içinde üretilebilir
olm alıdır” (I, s. 532).. Bilindiği gibi b u otarşi düşüncesi, W eimar
C um huriyeti'nin yan-faşist B rüning d ö n em in d e gerici bir kıvıl
cım çakmıştır. Altın karşılığı olm aksızın, uluslararası takas be
deli ödem eksizin ekonom iyi yürütm eye, savaş iktisadiyatını ha
665
zırlamaya uygundu bu. Fichte'ye ise, başka devletlerde aynı şe
kilde tatbikata sokulm adıkça her türlü örgütlenm iş emek siste
m inin ihtiyaç duyduğu dışa kapalılık bakım ından ve yurtsever
lik bakım ından uygun düşüyordu. Fichte, Napolyon savaşları
nın etkisi altında, başlangıçtaki tem el ilkesinden: ubi lux, ibi pat-
ria'dan [iyi olduğum yer, ynrdum dur] giderek vazgeçmişti. Ma
m afih F ich te'n in ü topyasındaki, dünya b u rju v azisin den ulus-
devlete geçiş abartılm am alıdır; b u rad a A lm anlık da yalnızca en
genel düzeyde insanî veya en kuvvetli H um anum olm akla tescil-
lenir ve temellenir. Fichte’nin A lm anlığı Dış-Ü lkelilikten ayırt
etme nedeni, A lm an M illetine Seslenişlerde bile, “insanda köken-
sel/aslî olan b ir şeye, özgürlüğe, sonsuz ölçüde iyileştirilebilirli-
ge ve cinsim izin ebedî ilerlemesine inanabilir miyiz, yoksa bü
tün bunlara inanam az m ıyız?” so ru su n d a tem ellenir. Y üzünü
doğduğu devlet dışına, o zam anın ışık veren devletine çevirme
hakkının önündeki yegane kısıt da, Alm anya'nın ışıktan en bü
yük nasibi aldığı um ududur. Doğadan nefreti kalıcı olan Fich
te'nin u m u d u toprakta değil, m anevî ışık kaynağındadır: “Tüm
halklar arasında sizsiniz, insanî kem ale erm en in en güçlü to h u
m unu taşıyan.” Yalnızca bu um u ttan hareketledir ki Fichte, bi
rey ile insanlığın arasına Milleti, özellikle Alman m illetini koy
m uştur; A lmanya yalıtılm am ak, insan cinsinin arasında en insa
ninin tim sali olarak bulunm alıydı. Millî öğreti, millî karakter -
b u gibi içine kapalılıkların hepsi Fichte'de sadece insaniyet fikri
nin dam gasını vurduğu bir değer taşırlar; bilim ise zaten ulusla-
rarasıdır: “Bu bağlantıyı hiçbir dışa kapalı devlet kaldırm ayacak,
daha ziyade teşvik edecektir, çünkü insan tü rü n ü n birleşik kuv-
veriyle b ilim in z e n g in le şm e si o d e v le tin y a lıtılm ış d ü n y e v î
am açlarının bile yararınadır” ‘l, s. 542). Fichte'nin ütopyası, top
rak yurtseverliğini istem ediği gibi, devlet sosyalizm inin devleti
m utlaklaştırm asını da istemez. Bu, kadim /ilksel özgürlük hak
kıyla ve yukarda değinildiği gibi bu h ak k ın ancak insanî ortak
yaşam içindeki özgürlük uğruna kısıtlanabileceğini söyleyen il
keyle çelişkiye düşm ek olurdu. Kapalı ticaret devleti de ebedî
değildir, onun ütopyasının berisinde başka bir ütopyanın etkisi
vardır. Z orunluluk veya yokluk devletinden akıl devletine geçiş
te, özgürlük ve ahlâkın gelişmesiyle zorun artık gereksizleşeceği
666
bir ara aşamadır o sadece. Lenin bir seferinde, her aşçı kadının
devleti yönetebileceği bir d u ru m a gelm ek gerektiğini söylemişti.
Böylesi b ir u m u d u beslem ek için hiçbir ekonom ik önkoşula ve
bilgiye sahip bulunm ayan Fichte, yine de, gerçek olm uş politik
bilgeliğin b ir alâm eti sayarak onay v erirdi o aşçı kadına. Şu ke
hanette b u lu n m u ştu r: “Devlet idaresinin ve her tü rlü uğraşın
basitliği, düzenli biçim de, b ü tü n ü görerek ve sağlam bir planla
işe koyulm aya bağlıdır" (1, s. 537). Akıl devleti olarak bu şekilde
oluşan şey, (otoritenin içeriğini üreten) akıl yoluyla, bizzat dev
let olarak kendisini gereksiz hale getirir. "Akıl sanatı" çıkar orta
ya, veya eğitimli, ahlâken reşit bireylerin uyum uyla, güzel ru h lar
ülkesi. H atta Fichte’n in d ah a geç d ö n em in d e neredeyse Joac-
him ci b ir m üzik d o ld u ru r b u soylu uzam ı, akıl sanatının top
lum sal alanlarını. 1813 tarihli D evlet öğretisi, geleceğin sosyal
y ö n le n d iric ile rin i, e b e d iy e te k ö p rü k u r a n la r a d ö n ü ş tü rü r:
“Alimler cem aatinin ortaklığı H ıristiyanlığın öğretm en heyetidir,
T ann'nın krallığıdır; kesintisiz devamıyla, tasvir edilen o krallık
taki hüküm dar ve yaratıcıları çıkartacak olan top lu m un başlan
gıcıdır" (W erke, IV, s. 615). Ne var ki bir kapalı ticaret devletinin
salt o başlangıcının nasıl ve ne yolla sağlanabileceğine, hele öyle
heyecan verici b ir akıl san atın a nasıl erişilebileceğine, b u n u n
pratiğine d air Fichte pek b ir şey söylemez veya pek az şey söy
ler. O zam anın Alm anyası'nda henüz bir proletarya çıkm am ıştı
sahneye; Fichte'nin “m ülk sahiplerinin bağıtlı grubu n un, tek tek
zayıf d u ru m d a olanları, hak taleplerini yüksek sesle dillendir
m ekten ancak şiddetle alıkoyabildiğim ” teslim ve m ahkûm et
mesi bile az şey değildi (1, s. 475). Sosyal devrim in, hak talebi
nin ifadesine dayanan bu m ahdut imâsı bile o zam anlar soyut
kalıyordu, en azından Fichte'nin tasarım ının tüm ü kadar spekü
latifti. Zaten kendisi de b ü tü n bunların “sahici dünyada başarılı
olam ayacak bir o k u l ödevinden ibaret” o lduğunu söyleyerek te
vazu gösteriyordu. M evcut koşullardan hayrete d ü şm ü ş ve bu
hayrette, ancak çok so n ralan p ratik çehreye bürü n ecek olan o
felsefî dikeni bulm uştu. Her ne kadar Fichte yaptığı sosyalistçe
çıkarsam ayı, her doğru indirgem e gibi kavram sal açıdan zorunlu
saysa da, devlet sosyalizmi bu dünyada sadece “yasa tarafından
talep edilebilir", sadece so y u t olarak m ü m k ü n addediliyordu.
667
Teklif ve talepten başka bir şey, Fichte'nin sonraki öğrencileri ta
rafından, örneğin K ürsü Sosyalistlerinin ulu ecdadı R odbertus
tarafından da ortaya konm uş değildir. Fichte'den birçok yönden
etkilenen Lasalle da, proletaryayla tem asına rağm en, ajitatif-re-
formist olanın ötesine geçemedi. H atta la sa lle m evcut devlete
Fichte'den fazla bağlandı, tercihen de o toriter Prusya devletine.
D evlet kredisine dayanan işçi ü retim k ooperatifleri geleceğin
sosyalist toplum una geçişi sağlayacaklardı ona göre; Fichte'nin
ütopyası da bu devrim ikam esi için istism ara m üsaitti. Ancak
1800 öncesi Almanya'da bir sosyalizm , asla istism ar edilemeye
cek bir tarihsel tazeliğe ve onu ra sahipti. Tam da 1860'larda La-
salle’da eksik olan, sonraların reform izm inde ise bahane olarak
bile görülm eyen dâhice naiflik, duy arlı gençlik vardı onda. Ka
palı ticaret devleti, kadim /ilksel haklardan tüm dengelim le çıkar-
sanan ve ü to p ik olarak resm edilen ilk örgütlü em ek sistemidir.
Dahası: Fichte’nin m etni, yeterince büyük ve kendi kendine ye
terli olan bir tek ülkede sosyalizmi m üm kün görür.
670
lelik ve ilişki köleliği dem ekti, istisnâî b ir uç d u ru m olan sürekli
aşkı norm atifleştirerek b u n u n gelenek olduğu yanılsam asını ya
ratan bir yalandı. Owen m ülkiyet, evlilik ve pozitif dini “K ötü
lü k Teslisi” o larak adlandırıyordu; ü çü de b irer id o ld ü ve insan
lara yalnızca m u tsu zlu k getiriyorlardı. N itekim zirâı-zanaatsal
örgütlenm e, eski köy yapısına u y g u n b ir p lanlam a yapılm ış ol
m akla beraber, eski toplum sal biçim leri yeniden üretm eyecekti.
Üç yüz, en fazla dört yüz kişilik federal gruplar, kendi içlerinde
ve birbirleriyle kolektif yardım laşm a içinde, toprağı kaplayacak
lardı. N e var ki toprağı b u şekilde kaplayan tek yerleşim olan,
A m erikan ö n cü yerleşim ciler d ö n em in in “k o m şu lu k etiği”yle
bağlantılı o larak îndiana'da k u ru lm u ş N e w H a rm o n y'6' Londra
m übadele pazarından daha da çabuk çöktü; m ezhep kolonileri
nin çağı geçm işti zira. K apitalizm in olgunlaştığı çağda böylesi •
k ü ç ü k yapılar k ap italist çev relerinin ü s tü n e çıkam azlardı, en
azından üretim tekniği bakım ından, onların çok gerisinde kalı
yorlardı. Ama Owen’ın öncelikli hedefi, daha iyi b ir insanı du ru
ma erişm ek için üretim i iyileştirm ek değildi ki. O en baştan, en
soylu ü retim aracı olan insanı iyileştirm ek ve o n u fabrika pisli
ğinin için d en çekip çıkarm ak istiyordu. İnsanın hâkim olabile
ceği k ü çü k yaşam çevreleriyle k e n d in i k ısıtlam ası b u n d a n d ı;
O w en'ın b ü y ü k çap lı pedagojik dü şü , y eni b ir in san lık ku rm a
d ü şü de b undandı. O w en’ın öğretisine göre in san lar gerçi ana
hatlarıyla yaradılışlarından gelen b ir karaktere sah ip tirler am a
b u çerçevenin kesin belirlenim i, bireyin için e girdiği koşullara
bağlıdır. Koşullar yoluna girerse insan da yoluna girer, neşeli ve
iyi olur. O nun böylece şifâ bulm asının en iyi sağlanacağı yer, iş
bölüm ün ü n , şehir ve k ır iktisadiyatı arasında ayrımın, büro k ra
sinin olmadığı k üçük federal cem aatlerdir. Tam da yanı insanı
tem asa ihtiyaç duyduğu anlaşılan pedagojik-insanı hedefinden
ötürü, O w en’ın arzu d ü şünde birbirleriyle bağlantılı b ü y ü k işlet
m eler yer almaz, Enternasyonal federal adalara bölünür.
Tüm b u iyilikler b ir ham lede gelmeli, inşâ edilm elidir. O za
m ana kadarki yaşam kım ıltısız b ir geceydi O w en'ın nazarında,
yeni yaşam ise doğrudan doğruya ayrılıyordu bundan. O w en ne-
671
redeyse tüm üyle tarih dışı düşü n ü r; onunla diğer büyük federal
ütopyacı, Charles Fourier arasındaki fark da budur. F ourier'nin
1808 tarihli daha ilk yazısında, Theorie des quatre m ouvem ents , 162
bugünü tarihsel temelde eleştirir. Fourier sonradan bu yazısını
reddetm iştir, yine de bu onun esas m etinlerinin tem eli olarak
kalır. Gerek 1822 tarihli T raitt de l'association dom estique agrico-
le'63 gerekse 1829’da yazılan La Nouveau Monde Industriel’de,'64
tıpkı ilk yazısında olduğu gibi, çağın eleştirisi, tarih ve geleceğin
sesleri hep biraradadır. Daha yakından bakıldığında, Fourier'ye
göre, her bir öncekinin onu izleyene erişm eye çalıştığı ve so nra
ki aşam anın artık geriye döndürülem eyeceği dört evre vardır. İlk
evre, ilkel kom ü n ist m utlu güdüler çağıdır, ikincisi korsanlık ve
dolaysız m übadele iktisadı çağı, ü çü n cü sü patriyarka [ataerkil
lik] ve ticaretin gelişm e çağı, d ö rd ü n cü sü b arb arlık ve ekonom ik
im tiyazlar çağı. Sonuncusu, beşinci evreye d o ğ ru devam eder:
(dördüncüyle b ü y ü k ölçüde ö rtüşen) bug ü n k ü kapitalist uygar
lık çağı. Bu bugünü önceki b ü tü n ütopyacılar gibi ■ideal devlet
bakış açısından değil de o an ve o yerdeki bir yozlaşm anın ü rü
nü olarak, barbarlığın katlanılm az uç noktası olarak eleştirmesi,
Fourier'nin tarihsel gücünü gösterir. Fourier, “uygarlaşm ış düze
nin, barbarlığın basit bir tarzda icra ettiği h er eziyeti, bileşik, çift
anlamlı, iki yüzlü, riyakâr bir varoluş tarzı düzeyine çıkardığını"
gösterir; tarihsel tem ellendirm eye dayanan b u tarzıyla, sadece
satirci degil aynı zam anda diyalektikçidir. Her ne k ad ar Owen gi
b i Fourier de sınıf m ücadelesi anlam ında proletaryanın sınıf çı
k arlarını tem sil etmese de, o burju v a to p lu m u n u n b u haliyle ve
ya kendiliğinden iyileştirilebileceğine inanm az. Hegel'i bilm eksi
zin, Marx’ın bir k u şak öncesinde Fourier, şu olağanüstü cümleyi
keşfetmiş, “uygarlıkta yoksulluğun bizzat bolluktan kaynaklan
dığını" söylem iştir. Sefalet, (burjuva ek o nom istlerinin b u n d an
sonra daha on yıllarca ve A m erika'da bugün hâlâ söyledikleri gi
bi) büyüyen zenginliğin bereket boynuzu sayesinde kendiliğin
den ortadan kalkacak geçici bir d u ru m olarak değerlendirilm ez
673
lektif içinde sıfırlanm asını önlem e am acına hizm et edecektir bu.
Falansterler de bin beş yüz veya biraz daha fazla kişilik bireysel-
özerk kam ular, b ü tü n ü n e hâkim olunabilir, herkesin her işe aşi
na oldugu kom ünlerdir; her Falanks kendi içinde bireyle kolek
tif arasında özenli b ir dengeyi korur. Falansterler arasında da,
bir dünya idaresinin fantastik bezem esi altında olm akla beraber,
b ir bağlaşma vardır; kişisel-federatif olanından gayn bir sosya
lizm geçerli olmaz burada. Büyük sanayinin olmadığı Falanster-
ler’de ziraat ve zanaat işletmesi, sosyalist ön cephenin arkasında,
cem aatin pastoral bir zevki tatm asını sağlayacaktır. Çalışm anın
bir zevk olarak kalabilm esi için, iki saatlik mesai yeterlidir; keza
meşguliyetlerde de, hem insanların “tutkularının kelebek öm ür-
lülüğüne”165 hem de Fourier'e göre herkesin en az otuz mesleğe
yatkın olmasına uygun olarak, zengin bir değişim öngörülm üş
tür. Bu nokada ütopyacı neredeyse A m erikanlaşır; öncü yerle
şim cinin intibak kabiliyeti ve çok yönlülüğü, çayırlarda değil de
bu defa m üstakbel Falanster'lerin güvenli bahçeli şehirlerinde is
tihdam edilecektir. Yine O w en’dekine benzer biçim de, tüm bu
işbölüm üne yer verm eyen özgür to p lu lu k ve bu açık seçik fe d e
r a tif ütopya, b ereketli bir ü retim den çok “tem el tu tk um uzun"
zaferine hizm et eder; Fourier'e göre, -a n id e n beliren şaşırtıcı bir
iyim serlikle-, Hıristiyanca insan sevgisidir bu. Kapitalist uygar
lık, korkulan ve daha tohum halindeyken sosyalistçe ezilmeleri
gereken tekellere rağm en, yeni toplum d u ru m u n a doğru bir eği
limi kendi içinde b a n n d ın r (her çağın o n u izleyen evreyi içinde
barındırdığı gibi) gerçi; fakat Fourier'de geleceğin devleti, tarih
sel olm aktan öte “geom etrik bir zorunlulukla”, “H ıristiyanlığın
en yüksek ilkesinden” akıp gelir. Fourier kendi kom ü nünü, Hı
ristiyan âhenkli bir m üzik gibi tasavvur eder; daha yüksek bir fe
derasyona çağrıda bulunan bu sesler de, sadece tek tek insanla
rın değil, aynı anda insanların tek tek güdülerinin sesleridir. Ni
tekim Fourier, on iki tu tk u ve en az bin sekiz yüz karakter içe
ren bir çeşit antropolojik k ontrpuan da tasarlamıştır; eğer top
lum da a n b ir uyum sağlanır ve âhengi bozan suistim al bertaraf
edilirse, bunların hepsi birden, genel insan sevgisine yaşam vere-
677
m anlar henüz taze endüstriyel U p to date'in [asriliğin], bu h ar
gücüyle, endüstri ve ilerlemeyle m eşgul olan herkesin kapıldığı
m odernliğin yol açtığı bir körlüktü. İşçiler ve girişim ciler bera
berce gelişm enin zirvesindeydiler; ikisi de aynı biçim de ç ü rü
m üş feodaliteden kopuyorlardı. Veraset hakkına dayanm ayan,
çalışarak kazanılm ış m ülkiyet, çağı geçmiş soylu toprak sahiple-
rin in k in d e n , yirm i atalı asalak ların m ü lk iy e tin d e n farklıydı;
kendi emeğine dayanan servetin iktidarı, feodal geleneğe daya
n an ik tid arın serv etin d en d ah a ilericiydi. Proletarya ise o za
m anki zayıflığı ve ham lığı ile, 1814'te Reorganisation de la so c ittt
europtenne'i™9 yazan Saint-Sim on’a tüm üyle pasif ve reşit olm ak
tan uzak görünüyordu. “Endüstriyel devrim i sürdürerek" prole
taryayı sö m ü rü n ü n nesnesi olm aktan aynı şekilde pasif bir bah
tiyarlığa taşıyacak olan “en d ü stri kahram anlarına" sesleniliyor
du. Saint-Simon ve öğrencileri, bugün (yine yarı yarıya kaybe
dilm iş olan) bazı teknokratların g ü ttü ğ ü veya um ut bağladığı
b ir inanca temas ediyorlardı. Süveyş ve Panam a kanalıyla ilgili
ilk planları tasarlayanlar Saint-Simon’u n öğrencileridir ve d ü n
yayı sosyal olarak iyileştirm e [arayışı] çerçevesinde yapm ışlardır
bunu. Saint-Sim on'un kendisi, yükselen burjuva sınıfının aktif
tem silcilerinin “capacitt adm inistrative"ini170 övüyordu; özellikle
m odern ik tisat yaşam ının m erkezi k u ru m ların tem silcileri olan
bankacıları, yardım larını halka sunarak, endüstriyel halk cema
atinin kam u görevlileri olacak bir züm re olarak gözüne kestir
m işti. Saint-Sim on O k u lu n u n teorisyeni Bazard, bankacıların
kralların ve feodal asalakların p aralarını alabileceğini izah edi
yordu; zaten banka kurum ları geleceğin sosyal sistem inin “ger-
mes organiques"iydiler. 171 Ü stelik bunları söyleyen Bazard, usta
sının birleşik “endüstriyalizm e" olan inancını terk edip endüstri
toplum u içindeki sınıf m ücadelesini tasvir eden ilk Saint-Simon-
cu idi. Keza Saint-Sim on O k u lu n u n geç dönem ve vehimli pra-
tikçisi Louis Blanc, bankalar dahil b ü tü n özel k u ru m ların yerine
devleti geçirm ekle kapitalist işleyişi sosyalist işleyişe d ö nüştüre
679
m ız tutum bile, Saint-Sim on'a b u habitus’u n incelikle d ö nüştü
rülüp devralınm ası olarak görünür. Liberalizm başlangıç aşama
sında o habitus'un karşıtı olm uştur gerçekten de, feodalizmi çö
kertm iştir, am a çok defa, salt aynı acım asız baskı y öntem leri
kendi yanına çekm e m aksadıyla yapm ıştır b u n u . “Bu partinin
önderlerinin hakiki sloganı şudur: ö te -to i de la que je m ’y m et
te”m - b u cüm leyle Saint-Sim on yeni haydut-şövalyeliği, 19.
hatta 20. yüzyıl kapitalizm inin yeni-feodal egem enlik ideolojile
rini ve lüks form larım fevkalâde biçim de önceden tanımlamıştır.
Yalnız Saint-Sim on, zayıfın tefecilik yoluyla istism arının “e n
düstriyel sistem "in esası olm adığına inanır; şayet veraset hakkı
ve efen d ilerin başka em eksiz gelir form ları b e rta ra f edilecek
olursa, endüstriyalizm in hayırları h em en n âzil olacaktır. Feoda
lite karşısındaki yalın nefret b u ray a kadardır; m am âfih bu nefre
tin ikinci çehresi katılır buna, yani nefret edilen feodaliteye d uyu
lan a ş k ; ve liberalizm in lânetlenm esinden buraya kurulan şaşır
tıcı b ir köprü vardır. Büyük Şarlm an’ın ahvadı o lduğunu söyle
yen K ant Saint-Simon, R estorasyon dönem inde yaşıyordu, salt
“capacite adm inistrative"yle ilgili am a özellikle m erkeziyetçilikle
ilgili sebeplerden ö tü rü , oto riter fikirlere kapalı değildi. N itekim
bir yandan da, kapitalizm -öncesi sistem de (ve o n u n la bağlantılı
katolisizm de), sadece halk düşm anlığı ve baskı değil, çok daha
savunulabilir u n su rla rın da b u lu n d u ğ u n u keşfettiğine inanıyor
du. E ndüstrinin Peygamberi feodalizm e hiçbir özür borcu hisset
mez, m erkezileştirilm iş kolektifin peygam beri ise orta çağın [sos
yal] bağlarında daha iyi b ir Avrupa görür. Bu bakım dan Saint-Si-
m o n 'u n , zam anının R estorasyon d ü şü n ü rleriy le, D evrim d ü ş
m anlarıyla, Bonald ve de M aistre gibi “G elenekçilerle", gerici
anti-kapitalist ve vaizlerle b irçok irtib at noktası vardır. De Ma-
istre'in “Tout annonce que nous m archons vers une grande unite”'73
um u d u y la veya Etude sur la Souverainete'sindeki^4 tam Kutsal
İttifak ru h u n a uygun şu sözleriyle karşılaştırabilirsiniz: “Le go-
u vem em en t est une vraie religion, il a ses dogmes, ses mysteres, ses
175 Hükümet hakiki bir dindir, kendi dogmması, kendi gizemi, kendi papazları
vardır.
681
doğa güçleri veya fikirlerden türeten b ir m etafizik evre, dünyayı
olguların ve içkin sebeplerin bileşenlerine ayrıştırılm asıyla kav
rayan b ir pozitif evre. M odem en d ü stri toplum u pozitif evredir,
dolayısıyla ilk iki evrenin dinsel ve yan-dinsel m itolojilerinin ta
mamen dışına çıkm ıştır, dolayısıyla aslında feodalizm in dinsel-
m etafizik yaşam fikrine geri dönem ez. B una karşılık bilgisi te
m elinde, eskiden inanç tem elinde m evcut b u lu n an m anevi bağ
lanm ayı (tözü) pekâlâ geri kazanabilir. Feodalite ve kilisenin ye
rin e endüstri ve bilim geçmiştir, dinsel metafiziğin yerine m ad
diyat; fakat m addiyatın kendisi, “capaciU adm inistrative" aracılı
ğıyla bir tü r akli kutsallığı tevzi etm esini sağlayacak b ir m erkezi
yapıya gerek duyar - işte zehrinden arındırıldığına inanılan, se-
külerleştirilm iş o rta çağ çıkm ıştır yine ortaya. Saint-Sim on'un
1821 tarihli S y s ttm e industriel'i,176 özellikle de 1825'teki son ese
ri N ouveau C hristianism e,'77 endüstriyel işlevlerin katı hiyerarşik
b ir tanzim ini ve acemi/heveskârca düzeni bozm a özgürlüğüne,
anarşi olarak görülen özgürlüğe, m erkezileştirerek son vermeyi
hedefler. O rtaçağda ru hb an ın sahip olduğu entelektüel otorite,
araştırm acılara ve tah sillilere geçer; ö rg ü tlü e n d ü stri devleti
“Aklın Kilisesi" h alin e gelir - ü ste lik ölüm süzce, ebediyen. Ba
şında b ir yüksek sosyal rahip, b ir tü r endüstri Papası duracak,
gençleştirilm iş b ir H ıristiyanlık ru h u h ü k ü m sürecektir. Bir in
san öm rü k ad ar zam an geçtikten sonra A uguste C om te'un felse
fesinin son evresinde tekrarlanacak fikirlerdir b u n ların hepsi;
hep, kutsal b ir sosyalizmle dünyevi b ir Vatikan arasındaki fan
tastik bir balayına dair düşleri d o ld u ru p dururlar. Protestancılık
[Protestanizm ] gevşek-bireysel b ir yarım lık sayılır burada, De-
izm gevşek-agnostik b ir g e n e llik hiyerarşisiz d in olm az, o halde
yeni Entelijans'ın [Aklın] da d in i hiyerarşisiz olmaz. İngiliz do
ğa araştırm acısı Huxley, keza K atolisizm eksi H ıristiyanlıktan
bahsetm işti, C om te'un O k u lu n d an da onaylayıcı b ir düzeltm e
çıkm ıştır: G eleceğin pozitif din i, katolisizm artı m ü sb et bilim
olacaktır. Com te için geçerli olan, Saint-Sim on için değildir;
o n u n sosyal Papacılığı asla H ıristiyanlığı içerm iyordu. Sadece
683
sından değil, dolaysız hedeflerinden ötürü; zira bu h edefler çok
zam an rantiyevâri “bağım sız" b ir özel yaşam dünyasından doğu
yor etkisi uyandırır. Bir aslandan çok vahşi b ir başöğretm eni a n
dıran Stirner, kendinde-Ben'e, k en d i ken d in in sahibi olmaya dö
n ü k çağrısıyla başlam ıştır. Bu sahip, M arx’ın K utsal Aile’deki
kahram anlarından biridir; 1844’te yazdığı “Tek-kişi [Birey) ve
o n u n m ülkü" başlıklı tuhaf m etin, başka kimseyi değil tek-kişi-
yi, öte dünyada bakiye kalm ış son “acayipliklerden" veya “haya
letlerden" kurtarm ak istiyordur. Bu bakiye, m utlak özel kişinin
bakış açısından, toplum sal ve töresel acayipliklerdir. Tek-kişi,
hâlâ öyle en yakınındaki için, halk için, insanlık için ideal hiz
metlere sevk edilmeyi hakir görür. Tek-kişi zaten insandır, insan
olm ak için sözüm ona genel, hayalî y üküm lülükleri yerine getir
m esine hâcet yoktur. H er üst-ben ve ondan gelecek h er talep ip
tal olur: “Çiçeğin büyüm esi ve kokm ası ne kadar b ir görev uğ-
rünaysa, ben de o kadar bir görev u ğ ru n a yaşarım." Ben, kendi
kendisinin üst-beni ve kendi kendisinin ü to p ik devletidir, kendi
gibi olan başkalarıyla en fazla b ir “alış verişe veya cemiyete” gi
rer, o da ona haz verdiği sürece. Cemiyet katılaştığı anda, top
lum hatta devlet olm a tehdidini içerdiğinde, tek-kişi o n u n işine
son vermelidir. Kısacası, contrat social’i salt kendisi için bağıtla
yan tek-kişi, sadece halihazır toplum un değil d üşünülebilir her
to p lu m u n m ünzevisidir. Tabii, m ü n zev ilik le to p lu m u n nasıl
karşılıklı ilişkiyle birbirine bağlı oldukları da görülür: Tek-kişi-
n in kendisi ancak toplum sal b ir görünüş olarak vardır. Stim er'in
bireyi ve o n u n cem iyetinin kinizm le kan aatk ârlık dışında da ba
zı m üşterekleri vardır; K inik'in tam am en Sinik'e dönüşm esi söz
konusudur. N atüralist sahnede böylesi tek-kişiler m em nuniyetle
tem sil edilmişti; yalnızca, kendi kendilerinin ‘geleceğin devleti'
haline gelm iyordu bunlar. Sadece dalgacı-m utsuz bohem ler veya
acıklı m üflisler veya işte yaşam yalanının sinikleriydiler (H aupt-
m an n ’ın E insam e M rnschen'indeki’78 B raun, Ibsen'in R osm ers-
h o lm 'ü n d e ki U lrik Brendel, Yaban ördegi’ndeki Relling). Ve tek-
kişinin m ütekabili, aynı çem ber içinde, F ilister'dir;^9 o n u n m ut
685
eşitsizlik b ununla telif edilemez. İkinci aksiyom , adalet fikrini,
kişide m ündem iç bu lu n an , b ü tü n öteki kişilerin insanî onurunu
sayma ve geliştirm e kuvveti olarak koyar. Bu aksiyom lara, özel
likle tarihsel kullanım için, yani tarihin itici güçlerinin bilgisini
sağlam ak üzere, ilkeler eklenir. Hatta Proudhon, ona bir çağın
ilkesi veya ekon o m ik ana kategorisi olarak g ö rü n en A b stra k -
tum'u, '8' o çağın itici gücüyle özdeşleştirir; bilgi tem elini, hatta
kısa özetin sloganını reel temelle karıştım . G erçi diyalektik de
bu ilkeler krallığında zu h u r eder am a yanlış anlaşılm ış b ir diya
lektiktir bu: Proudhon ekonom ik çelişkileri değişim in m ayalan
olarak değil, basitçe statik b ir karşıtlık içinde, salt ikilik olarak
görür; her ekonom ik kategorinin ışıklı ve gölgeli taraflarından
başka bir şeyi tanım lam az diyalektik. Bu dem ektir ki: M ülkiyet,
değer, işbölüm ü, kredi, tekel ve sairenin her b irinin pozitif ve
negatif yanları vardır; negatif yan o iki aksiyom tarafından yargı
lanıp elenir. 1849 tarihli Systeme des Contradictions tconom iques
ou P hilosophie de la M isire’de™2 am a öncelikle başyapıtı D e la
Justice dans la R tvolution et dans l’ E g lis e 'd e ^ P roudhon “gelece
ğin bu çelişkisiz u yum unu" geliştirir. O rtasını, orta sınıfını, b u l
m uş ve b ir m erkezî nokta etrafında d ö n ü p d u ran b ir tekerlek
kadar sü k û n et içinde yürüyen bir toplum sal varoluş getirir; sür-
tüşm esiz, dolayısıyla şiddetsiz, dolayısıyla devletsiz b ir toplum .
T üm bunlar iki “aksiyom" üzerine kurulm uştur: k ü çü k çiftçi ve
k üçük burjuva olarak tasarlanan üreticilerin bireysel özerkliği;
kişilerin karşılıklı b irb irin i saym ası ve b u n d an doğan m utualite
[karşılıklılık] veya yardım laşm a. K işinin h üküm ranlığı aksiyo
m undan türetildiği gibi o n u n bireysel özgürlüğünü de güvence
altına alan özel m ülkiyetin de tabii arındırılm ası gerekir. Birinci
si tağşişli para nedeniyle kirlenm iştir, ikincisi tefeci serm ayenin
faizi nedeniyle. Özel m ülkiyetin kutsallığını bozan iki d urum da
kapsam lı sosyal kredilerle, işte o karşılıklı yardım ru h u içinde
b ertaraf edilm elidir. Daha kesin anlatım la: para yerine teslim
edilen m alların bedeline göre tedavül bonoları veren bir m üba-
186 Her innsan kendi kendisinin hükümeti, kendi kendisinin hukuku, kendi ken
disinin kilisesi, kendi içinde bir sistem olabilir.
187 Sinclair Lewis’in, l 922'de yayımlanan, Amerikan küçük şehir hayatındaki
konformizmi ve ikiyüzlülüğü hicveden romanı.
6 8
m a da B akunin’d en d ir (1868’de, B akuninci F ratem itt intem ati-
onaI'in1M b ir üyesi olan C hassin’e m e k tu b u n d an ): “H epim izin
büy ü k öğretm eni P ro u d h o n , başım ıza gelebilecek en talihsiz bi
reşim in, sosyalizmle m utlakiyetçiliğin birleşm esi o ld u ğ u n u söy
lemişti: H alkın ek o n o m ik özgürlük ve m addi refaha d ö n ü k ça
balarının, diktatörlükle ve tüm politik ve sosyal erklerin devlette
yoğunlaşm asıyla [birleşm esi]. İstikbal bizi d espotizm in tevec
cüh bulm asından korusun; am a doktriner veya devletçi sosyaliz
m in hayırsız sonuçlarından ve aptallaştırıcı etkisinden de k o ru
sun... Ö zgürlüğün dışında canlı ve insani h iç b ir şey serpilem ez;
özgürlüğü m erkezinden uzaklaştıran veya o nu yegâne yaratıcı
ilke olarak tem el alm ayan bir sosyalizm, bizi dosdoğru köleliğe
ve vahşiliğe götürecektir.” Bu cüm lelerde b ir otorite nefreti m o-
nom anisi saklıdır, aynı zam an d a a n a rşist ü to p y a n ın gösterişli
m üphem liğini ve üzerine düşünülm em iş, dolayım sızlığı içinde
k en d i k e n d in i tü k eten özgürlük d u ygusunu içerirler. Buna göre
en büy ü k şer serm aye değil devlettir; B akunin’in nefreti birincil
olarak bu n a saplanm ıştır, başka her şey ikinci derece, hatta b u n
dan türetilm iş b ir şer sayılır. Devlet ortadan kaldırılırsa serm aye
de çökecektir, çü n k ü ancak zindanlar, askerler ve yasalardan
oluşan bir b ireşim in him m etiyle yaşam aktadır, hatta ona bakılır
sa, en eski baskıcı olan devletten türem iştir serm aye. A narşist
teoriye göre devlet işgalciler tarafından k u ru lu p tabi olanlara da
yatılmış, onlar da ancak b u da dayatm a altında angaryaya ve He-
lotluğa’8®m ecbur edilmişlerdir. Politik baskıcı olarak devlet, b u
na göre hem zam an hem sebep bağı b ak ım ın d an söm ürüye ön
cel ve ona âmirdir. K endi içinde tu tarlı o larak Bakunin, M arx'da
salt ekonom ik b ir işlev olan devlete, tüm söm ürü ilişkisinin oca
ğı ve kaynağı teşhisini koyar ve M arksistlerden farklı olarak bu
işlevin tasfiyesini m erkeze alır. M arksistler devlete bizatihi tasfi
ye edilm e o n u ru n u bile b ahşetm ezler; daha ziyade, Engels’in
ünlü cümlesiyle, sınıfların yitişiyle birlikte kendiliğinden ölüp
gidecektir devlet. Bu kavrayış ekonom ik-gerçekçidir; anarşistler
d e ise k â n , borsayı, birikim i harekete geçiren devlettir - hatta
Bir in san uyanm adan hem en önce, en renkli düşlerini görür. Saf
ü topyacı kafalardan biri olan W eitling, yeni b ir çağın belki en
zengin değil ama en tutkulu, en sıcak im gesini sunm uştu. Prole
ter olarak doğm uştu; b u başlıbaşına, o nu burada ele aldığımız,
dünyayı iyileştirmeye kalkan diğerlerinden ayırt eder. Gerçi Pro
udh o n da pleb kökenliydi ama çok geçm eden k ü çü k burjuva sı
nıfına sıçradı ve onun içinden konuştu. M atbaa sahibi P ro u d
h o n kendi k red i d ertlerin d en bahsediyordu, za n a a tk a r kalfası
Weitling ise p roleter sefaletinden ve o n u n şafağı söken sınıf b i
lincinden. Buna bağlı olarak, d ah a m u ten a çevrelerden çıkan
ütopyacılann en yoksullara karşı sıklıkla dışa vurdukları acıma
ifadesine de onda rastlanm az; W eitling'de hid d et ve u m u t kendi
acısından kaynaklanır. W eitling, Franz M ehring'in söylediği gi
bi, “Batı’nın ütopyacılarını işçi sınıfından ayıran engeli yıkm ış
tır"; onun tarihsel hizm eti budur. W eitling gerçi Alman işçi sını
fının yöneticisi ve önderi olmadı; b u sınıf M art A refesinin Al-
m anyası'nda daha yeni yeni oluşm aktaydı. Ama burada, m iras
tan dışlanm ışlar sınıfından bir adam ın kendi d u ru m u n u o za
m anlar olduğu kadarıyla açık seçik görmesi, dahası b u tem elde
b ir kim liği söz k o n u su y d u pekâlâ. Buna u y gun olarak W eit
ling'de insana nüfuz eden hem b ir sahicilik hem de geri kalm ış
lık görülür; P athos'u, bir başka erken -p ro leter sözcüye, Babe-
uf'inkine akrabadır. W eitling A lm anya'nın en erken proleter se
691
sidir, Babeuf ise F ransa’nın. Babeuf, Fransız Devrimi’nin ilk bo-
ğazlanışının ardından, Bourgeois'nın [burjuva] C itoyen’i [vatan
daş] aldattığı reel eşitlik taleplerini güvenilir b ir tem silcisi ol
m uştur. Egalitaires'in [Eşitler] başı ile W eitling arasında, tem iz
lik ve sıflık gibi b a ğ la n tıla r m ev cu ttu r. E galitaires'in 1 795’te
açıkladıkları erken-proleter m anifestonun neredeyse u n u tu lm a
sı, haksızlıktır. W eitling de (m uğlak uzak görüşü ve radikalliğiy
le, denebilir) onların duygu d ünyasında durür. Babeuf Manifes-
to su ’n u n b irkaç cü m lesin e k u lak verelim : “F ransız D evrim i,
devrim lerin so n u n c u su olacak o la n çok daha ciddi, çok daha
b ü y ü k bir devrim in ö n cü sü d ü r yalnızca. Toprakta bireysel m ül
kiyete h ayır, to p ra k hiç kim seye ait değildir. D ünyanın m eyvele
rini tadına m üştereken varm ayı talep ediyor, istiyoruz. Meyv eler
herkesindir. Zengin ile yoksul, egem en ile teba arasındaki isyan
ettirici ayrımlar, yok olun. Bir eşitler cum huriyetini, kapısı her
kese açık olan b ü y ü k m isafirperver evi (hospice) k urm anın vakti
gelm iştir.” Tabii bu “E şitler C u m h u riy eti”, ü retici güçlerin o
g ü nkü d u ru m u n d a ancak, tıpkı küçük burjuvaların 19. yüzyıl
boyunca "geleceğin devleti"ni tasarladıkları gibi tasvir edilebilir
di; bölüştürücü, paylaştırıcı, eşleyici olarak. Marx bun dan ötürü
Babeuf’ün “kaba, asetik eşitleyiciliğini" alaya alır; aynı tem izlik
ve aynı saflıktaki W eitling’e konduram adığı b ir alaydır bu. Marx
h a tta b a ş la n g ıç ta W e itlin g ’i a b a rtm a e ğ ilim in d e y d i, o n u n
1842’deki U yum ve Ö zgürlüğün Güvenceleri m etni üzerine şunla
rı yazmıştı:, “A lm an edebiyatının tem kinli, sessiz sedasız vasatlı
ğını Alman işçisinin bu büyük ve parlak siftahıyla karşılaştıra
cak olursak, proletary an ın bu devâsâ p atik lerin i b u rjuvazinin
eskimiş politik ayakkabılarının cüceliğiyle kıyaslayacak olursak,
Alm an külkedisinin bir atlet suretinde olacağını k ehanet etm ek
gerekecektir." M amâfih sonraları Marx onu küçüm sem eye mey
letti: “W eitling’in ütopyacı kibri artık tedavi edilebilecek gibi de
ğildi ve geriye proletaryanın ayağına bag olan bu engeli kaldır
m aktan başka bir şey kalm ıyordu.” G erçekten de, W eitling tan
tanalı ve m uglak “Adiller Birligi"ne üye olm uştu, Proudhon et
kileri eksik değildi, parolaları “B ütün insanlar kardeştir” idi. Bu
parolayla Marx’ın vurguladığı “B ütün ülkelerin proleterleri, b ir
leşin” arasındaki fark, m ilitan sosyalizmle hâlâ lirik kalan sosya
692
lizm arasındaki farktır. W eitling so n u n d a sosyal deney [hevesle
rine] de kapıldı, C olum bia’da b ir endüstriyel m übadele bankası
k u rd u , ü stelik burjuvazi ile proletarya arasında u y u m lu o rtak
çalışm ayı am açlayan bir girişim di bu. Belirtilen b u amaç, şayet
dem agojik değilse, taktik nitelikliydi belki de; W eitling A m erika
B irleşik D evletleri'ndeki Alman işçi h areketini b aşlatanlardan bi
ri de o lm u ştu r (1871’de öldü). W eitling, Proud h o n 'd an etkilen
m esine rağm en anarşist de değildir aynca; Saint-Sim on'un etkisi
d a h a fazlay d ı ve to p lu m s a l ö z g ü rlü ğ e d ü z e n g e tird i. D aha
1838’de yazdığı ilk yazısı, “İnsanlık nasıldır ve nasıl olm alıdır?”,
“İnsanlığın büyük aile birliğinin k u ru lu şu n u ”resm eder; burada
çalışm a süreleri kesinkes belirlenm iş, üretim tastam am tüketim e
uydurulm u ştu r. D üzenlem e de u y um landırm a da zanaat tem e
linde gerçekleşir ve “insan yaşam ının iki asli koşulu: çalışm a ve
haz”, genel, eşit b ir düzen içinde ele alınır. “Birincisi aile düzeni
veya haz düzenidir, diğeri iş d ü zen i”; birincisi en yaşlıların gö
zetim i altındaki ailelerden, ikincisi çiftçi, em ekçi ve öğretm en
züm releriyle endüstri o rdusundan oluşur. “Geleceğin mal ortak
lığı, to plu m u n kaygısızca sü rek li refah için d e yaşayabilm esinin
m ü şterek hakkıdır; ve çoğunluk asla b u hakka tecavüz girişi
m inde bulunm ayacaktır, çü n k ü b u o n u n k en d i hakkı, çoğunlu
ğun hakkıdır.” Kadim ilksel durum la ve Hıristiyan düşüyle do
lu, naif ve rikkatli halk dilidir bu; ancak b u ilksel d u ru m u n tesi
si söz konusu olduğunda, proleter W eitling burjuva ütopyacıla-
n n ın çoğundan d ah a az naif konuşur. Sınanm ış adam ın, dahası
kapitalizm in kurb an ı olan birisinin gerçeklik d u y gusuna sahip
tir; egem en sınıfların “yardım ıyla” sosyalist önlem ler alınabile
ceğine inanm az artık. Proleter W eitling bu bakım dan o zam ana
kadarki illüzyonistlerin çok ü stü n d ed ir, sinsilikleri fark eder,
h er nevi sosyalizm in acem i m ü m in in i y u k arıd an eleştirir. Şu
cüm le, b u n u n kanıtıdır: “Kapitalistlerce hesaplanan reform lara
ve para adam larına itim adım ız yoktur, ikisinden de işi tam am ı
na erdirm elerin i beklem eyiz ama pekâlâ tu zak lar k urm alarını
b ekleriz - iy iler ne k ad ar d ik k at etseler azdır b u tu zak lara.”
M u tlulu k ülkesine y ü rü rk en sah te peygam berlerden beterinin
olm ayacağına, yanlış arkadaşlarca o sarp yoldan alıkonm am ak
gerektiğine dair b ir uyarı vardır burada. Bu uyarıya, o kadar ger
693
çekçi olmayan tavsiyeler eklenir; am a hep başı dik ve uzun za
m andır işitilm em iş bir Hıristiyanlığın önerileridir bunlar. Ö rne
ğin Yoksul G ü n a h kâ n n ilm ih a lin d e , özellikle de 1842’de yayım
lanan, çok yönden Alman köylü savaşının um utlarını hatırlatan
bir düş bağıntısı sunan U yum ve Ö zgürlüğün G üvenceleri. Top
lum sal devrim in eylem i ve içeriği iki cüm lede kısaca ifade edilir:
“K orku yüreksizliğin k ök ü d ü r ve işçi kurutm alıdır bu kökü, bu
zararlı otu, o n u n yerine cesaretin ve en yakınındakine olan sev
ginin kök salm asını sağlamalıdır. İsa’nın ilk em ridir: ‘K om şunu
sev’, İyi olan h er şeyin arzusu, iradesi, dolayısıyla da mutluluğU.
ve refahı o em irde m ündem içtir.” 1848’deki H a lkla n n Ilkbaha-
n ’n ın kısa sü re öncesinde, adventist u m u t da ses verir: “Yeni bir
M esih gelecek, ilkinin ö ğ retisini g erçek leştirm ek üzere. Eski
toplum sal düzenin çü rü k yapısını yerli bir edip, gözyaşı pınarla
rını u n u tu lm u şlu ğ u n denizine akıtacak ve dünyayı cennete çevi
recek.” W eitling b ü yük b ir m im ar değildi am a onun gökyüzü
[düş] sarayının bilhassa insanı ölçüleri vardı. K adının iyi elin
den bir parça bir şey vardır onda; savaştan ve kabalıktan, söm ü
rü d en ve tiranlıktan yüreğin tem elinden tiksinen, b ir m ik tar k a - .
dınsı-anaç ütopya. Asıl m arangoz çocuğu olm asından gelen bir
katkı vardır W eitling’in binasında; ilk H ıristiyanlara özgü aşktan .
bir cüz vardır. Saint-Sim on da İsa ile halk hatibi arasındaki b a ğ ı,
yeniden tesis etmeye çalışmış am a b u n d an çıkan, yeni bir Hıris.;
tiyanlıktan ziyade, yeni b ir kilise olm uştu. W eitling’in daha m ü-
lâyim d ü şü asla efendiliğe itibar etm ez - Saint-Sim on’un sosya
list efendiliği dahil. Can kardeşidir o, dostluğu tabiatı icabıdır;
u zu n zam andır ilk kez ve u zu n süreliğine son kez, Incil’i oku
mayı, Vaftizci’n in okuduğu gibi okum ayı biliyordur. Gerçi, pro
letaryanın azgelişm işlik koşullarında oluşan resim sınıfsız top
lum dan ziyade bir k ü çü k adam lar to plum udur; aslında küçük
adam lar toplum u bile gerçekleştirilem ezdi bu şekilde. Ama yine.
de, “kooperatif iş d ü zen i”n in m üm kün kılacağı “insanlığın b ü - .
yük aile birliği", b ir k ü çü k burjuva darkafalılığı ütopyasından .
daha fazla bir şeydir. O ü slûbun letâfet ve saflığını da taşır ama '.'
bir kaba cüsse, esaslı bir çaba eksik değildir ve b u çaba içindç '
de, radikal hareketlerin bir yüzyıldır sarfınazar ettiği bir şeyi, .
önüne koyduğu bir so ru n u vardır. M arangozun o ğlunun soru
694
n u , sosyalizm dir veya İsa'nın yuvasına, m eşakkat çekenlerin,
sırtında y ük taşıyanların yanına geri dönüşüdür. W eitling prole
ter İsa’nın kızıl sendikasını arıyordu, kastettiği, insanı vecde ge
tirm ekten de sakınm ayan bir sosyalizmdi. W eitling'in düşü, çok
dokunaklı ve çok temizce, b ir Vaad Edilm iş Ülkeye bakıyordu;
tam o esnada Marx ve Engels, oraya sahiden varacak geçişleri
keşfetm eye ve açmaya koyulm uşlardı.
695
statik biçimleriyle, onlar hakkında pek bir şey ya da hiçbir şey
bilm eyen b ir gerçekliğe yanaştırılır. Elbette bu zaaf sadece ender
durum larda ütopyacılann kişisel zaafıdır; düşüncenin gerçekliğe
erem em esinin nedeni, o zam anki gerçekliğin düşünceye ereme-
m esidir daha ziyade. E ndüstri azgelişmişti, proletarya olgunlaş
m am ıştı, esk isin in içindeki yeni to p lu m pek g örülem iyordu.
Marx, bununla ilgili Felsefenin Sefaleti’n d e şu n u söyler (gerçi sırf
P roudhon ’a hitaben am a tüm daha eski ütopyacılan da katarak):
“Proletarya henüz kendini bir sınıf olarak kuracak kadar geliş
m ediği, dolayısıyla proletaryanın m ücadelesi henüz politik bir
karakter taşımadığı; üretici güçlerin burjuvazinin bağrındaki ge
lişmesi, proletaryanın k urtuluşu ve yeni bir toplum un oluşum u
için zorunlu m addî koşu llan görünür kılacak noktaya varmadığı
m üddetçe, bu teorisyenler, ezilen sınıfların ihtiyaçlarına yardım
cı olan, sistem ler tasarlayan ve canlandırıcı bir iktisadiyatı ara
yan ütopyacılar olarak kalırlar. Ama tarih ilerlediği ve bu n u n la
beraber proletaryanın m ücadelesi daha belirgin hatlar kazandığı
ölçüde, bilim i kafalarının içinde aram alarına hacet yoktur artık;
gözlerinin önü n d e olup bitm ekte olanla hesaplaşm alı ve bu olup
bitenin bir organı haline gelm elidirler sadece. Bilimi aradıkları
ve sadece sistemler tasarladıkları m üddetçe, sefalette sadece se
faleti görürler; onun içindeki, eski toplum u savurup atacak olan
devrim ci yanı görmezler. Bu andan itibaren b ilim tarihsel hare
ketin bilinçli ü rü n ü olacaktır ve artık doktriner olm aktan çık
mış, devrim ci olm uştur.” Eski ütopyalar doktrinerdiler, çünkü
genel olarak öylesine fantezi dolu, dahası fantastik özleri, b u rju
vazinin rasyonalist düşünm e tarzıyla bağlantılıydı. 18. yüzyılın
sonuna dek burjuvazinin tem el bilim i m atem atikti, tarih değil.
Bu m atem atiğin yöntem i de formeldi, nesnenin saf düşünceyle
“imali" idi. Ü topyaların yakın kuzeni olan doğal h u k u k türevle
rinin yöntem sel kalıbını oluşturuyordu aynı zam anda. Ütopyacı
kurgulam ayla kesinlikli m atem atiğin hatta doğal h u k u k u n k u r
gusu arasında pek az ortak nokta olm asına, ütopyacılık bir bilim
teşkil etmeye çok uzak olm asına rağm en, zaman zaman sanki o
da forinel bir bilim m işçesine, mantıksal kurgular içinde devinir
(Proudhon'da hatta “aksiyom ları” temel alarak). lnşâcı öz o ka
dar etkiliy d i ki, hem m evcut devlet hem de asıl ü to p ik “akıl
696
devleti" bir m ekanizm a olarak görünebiliyorlardı, en yeni ü to p
yacı, (saf akılla) sosyal m ühendisti. A rtık K ud ü s'ü n inayetle aşa
ğıya inmesini beklemiyor, kötü işleyen sosyal m akinesini en ge
lişkiniyle değiştiriyordu. Ü topyacıların hiçbiri de, neden “d ü n
y a c ı n o n u n planlarıyla ilgilenm ediğini ve ned en b u k ad a r az
yeni inşaat taah h ü d ü aldığını tam anlayamamıştır.
Yine de bu d ü şçü lerin , k im sen in o n lard an alam ayacağı bir
mevkileri vardır. D egiştirm ?'.e olan istek ve iradeleri kuşku gö
türm ez b ir kere, soyut çehrelerine rağm en asla salt gözlemleyici
değildirler. Bu, ütopyacılan kendi zam anlarının politik ekono
m icilerinden, onların en eleştirel olanından bile, ayırt eder (bilgi
ve araştırm a y ö n ü n d e n çok g e risin d e d irle r o n ların ). F o u rier
h aklı olarak, p o litik ek o n o m icilerin (örn eğ in çağdaşları olan
Sismondi, Ricardo) kaosa sadece ışık tu ttuklarım , kendisinin ise
kaostan çıkarmayı istediğini söyler. Pratiğe olan bu istek gerçi
hem en hiç huruç edememiştir; proletaryayla bağlarının zayıf ol
m ası nedeniyle, m evcut toplum daki nesnel eğilim leri yeterince
tahlil edem em eleri nedeniyle. Tabii şu da var: bu eğilim lerin da
ha fazla dikkate alınması, m ekanik bir biçim de çoğaltıldığında,
ekonom izm e vardığında, pratiğe olan isteği iyice zayıflatabilir.
Soyut ütopyadan daha da esaslı biçimde zayıflatabilir bu isteği,
sosyalistin (daha doğrusu: sosyal dem okratın, diyelim ) tüm üyle
ütopyasız, nesnel eğilimlere köle bir tip olm asına yol açabilir. O
zaman, nesnel olarak m ü m k ü n olana d ö n ü k nesnelci p u ta ta-
parlık, ekonom ik koşulların sosyalizm için sözüm ona tastam am
olgunlaşana kadar .bekleyecektir göz kırpa kırpa. Ne var ki bu
koşullar hiçbir zam an, eylem iradesine ve b u irad en in öznel et
keni olarak öngörücü tasavvurun düşlerine ihtiyaç duym ayacak
kadar olgun ve o kadar m ükem m el olmayacaktır. Lenin, bilindi
ği gibi, Rusya'da koşulların tüm üyle sosyalizm e m üsaade edece
ği, torunlarının göreceği uzak ve ferah b ir zam anın gelm esini
beklem edi; Lenin koşullan solladı, dahası: olgunluğun bir p a r
çası olan som ut-öngörücü tasavvura uygun, ön alıcı hedefler ko
yarak koşulların olgunlaşm asına yardım etti. Kapitalizm in tekel
lerin egem enliği ile, çürüm eye ve ölmeye başladığı son evresine
eriştiği bilgisi, zincirin en zayıf halkasından koparılm ası gerekti
ğinin idraki, devrim ci zaferin nesnel koşullarından em in olmayı
697
sağlasa bile, Büyük Ekim fırsatı nasıl kullanılabilir, nasıl iktidar
olunabilirdi, şayet sosyalizm in koşulları sollayan hedef imgesi
olmasa, p artin in ü st düzeyde örgütlü, disiplinli, bilinçli form u
n u n teşkil ettiği öznel etken olmasaydı? M arksizm eylem kıla
vuzudur; ama öznesiz kalır ve hedefe yabancılaşırsa, kaderci bir
anti-M arksizm halini alır, süreç zaten kendi yolunda gidiyor di
ye eyleme geçm em enin m eşrulaştırılm asına dönüşerek yozlaşır.
Böyle b ir otom atizm , kaçırılm ış fırsatların tariflerinden oluşan
bir derlemedir, ıskalanm ış şansların, terk edilm iş m evzilerin yo
rum lanm asıd ır artık. M arksizm , ancak ham lesi aynı zam anda
bir ön alıcı ham le olduğu zam an bir eylem kılavuzu olur: so-
m ut-öngörücü tasavvurun koyduğu hedef, tu tu lan som ut yola
hükm eder. Değişim isteğinden daha belirleyici olan, esas hedefin
Pathos’udur. Eski ütopyacıların çoğunda onların m evkiini ve ha
lâ taşıdıkları önem ini kavram ak için öğretici olan bu Pathos, o n
ları, B em stein'dan beri hareketi h er şey hedefi ise hiçbir şey sa
yan so sy al d e m o k ra tizm e k arşı [sosyalizm e] m ü tte fik kılar.
Ü topyacılardaki hedef P ath o s'u n u n , fazlasıyla dolayım sız olu
şuyla, başka bir yönden kuşku g ö tü rü r olm asına m ani' değildir
bu ittifak; çünkü bu da gidilecek yolu ikam e etm eye kalkıyor,
soyut kestirm elere.dalıyordu. H er şeyden önce, statik bir Pathos
etkisine sahipti, mevcut katedralleri açıyordu sadece; iyi düzeni
zaten m evcut sayıyordu, bitm iş haliyle halihazırın karşısına ko
nacaktı. Bu bakım dan hedef ütopyacılarda çok defa tarihsel ola
rak yeni, sahici b ir gelecek değil, yeni-olm ayan, y an lış b ir gele
cektir. Hatta P roudhon gibi k ö tü ütopyacılar nurlandırılm ış bir
küçük burjuvayı Idee generale de la revoluticm'a sokan hayaller
kurdular. Büyük ütopyacılar da inşâ ettikleri yapıyı yanlış bir
idealle dekore ettiler, d ahası tıklım tıklım doldurdular: yani, içe
riği (özü) kesinkes bilinen ve tam am lanm ış, yalnızca henüz ger
çekleştirilm em iş b ir ideal. Oysa M arx’ın (hepsi de statik bir ‘iki
dünya' teorisinden kaynaklanan) böylesi idealler yerine bir son
raki adım için çalışmayı öğretip “özgürlüğün krallığı” hakkında
fazla ön belirlem ede bulunm adığında, bilindiği gibi, bu hedefle
rin m uhtevasının onda eksik olduğu anlam ına gelmez bu. Tersi
ne, bu içerikler, diyalektik eğilim in b ü tü n ü n d e ona ru hunu ve
ren m aksat olarak devinir, tü m devrimci çalışm anın anlam ını te
698
m ellendirirler. M arx'ın da eleştirisinin ölçüsü ve pusulası olan
idealleri vardır, ancak aşk ın ve sabit değildir bunlar, tarih in için
dedirler ve tam am lanm am ışlardır, yani som ut ö ngörücü tasav
vurun idealleridir. Bu yukarda (s. 262 vd.), M arksizm in sıcak
ak ın tıları olarak, “b ir Eve-V arış'ın veya uygunsuz/esassız bir
nesnelleştirm eden çıkışın teori-pratiği” olarak açık seçik ortaya
konm uştu. M arksizm , tarihsel olarak sezilen ve önceki tahayyü
lün m irasını da d evralan ö n görüsüyle, d iy alek tik -m ateryalist
hüm anizm inden yoksun olsaydı: o zam an asla kapitalist “yaban
cılaşm adan”, “gayrıinsanîlikten” söz edilem ezdi. Marx’ın hatta
“insanın yeniden oluşturulm asına” dair öğrettikleri vardır. Yal
nız, bu İnsanî O lan veya bir özgürlük ülkesinin yayılımları, tü
m üyle donm uş Genera [türler] değil, toplum sal koşulların birle
şim leridir; h er şeyden önce, değişm ez b ir öz olarak tarihin ar
dında durm azlar, tasvir ve resm edildikten sonra halihazır Kolc-
his’ten 192 çekilip çıkartılıverecek altın post m isali b ir m evcudi
yetleri yoktur. Soyut ütopyaların tasarısı buydu - ama bundan
ibaret değildi tasarıları: Daha iyi ■b ir dünyaya olan yönelim in/ni
yetin kesinlikle hesabı kesilmiş değildir, tarihteki temel sabit de
ğer odur - yalnızca o. Zaten böylesi öngörücü tasa^vvur olm aksı
zın, hayal kırıklığına ugratılam azlık olmaz, hedefe inanç olmaz,
paylaştırılabilir inanç fazlası olmaz. “M arx da yeni yaşamın be
lirleyici itkisini haklı olarak homo econom icus'ta görm üş, ekono
m ik çıkarın d ü ğ ü m noktalarına hâkim olmayı vurgulam ıştı; ras
yonel ve özünde chiliastik olan sosyalizm in h addinden fazla ar-
kadik [idilvâri] oldugu tahm in edilen ard-dünyasal cennet düze
ni, dünyaya karşı d ü n y an ın aklına sahip katı b ir m ücadeleyle
fethedilebilsin diye. Salt iyi düzenlenm iş bir üretim bütçesi uğ
runa ölünm ez; nitekim M arksizm in Bolşevik icrasında da radi
kal Vaftizciligin Tanrı adına savaşan eski Taborit-Joachimci tip,
aşikâr biçim de yeniden z u h u r eder. M aksada dair m itosu hâlâ
örtülü, gizlidir; ancak C hiliastizm sürekli o n u n ön oyunu ve d ü
zeltisi olarak g ö rü n ü r” (Em st Bloch, Thom as M ünzer als Theolo-
ge der R ev o lu tio n 193 1921, s. 128). Eski büyük ütopya kita p la n n ın
zaafı so yutluk, vazgeçilm ez ve m utla k/ko şu lsu z olan ya n ı ise şid
192 Efsaneye göre Argonotlar’ın hedefindeki ülke, Medea’nın yurdu.
193 Devrimin Teologu Olarak Thomas Münzer.
699
detleridir. Bu koşulsuzluğun koşulu olarak da hem en her sefe
rin d e aynı şeyi söylü y o rlard ı: O m n ia sint com m unia, her şey
m üşterektir. M arksizm -öncesi politik yazarlık, ideolojik dirayeti
içinde, bu m ünferit ve isyankâr heyecanlan, hayâlâtı da barın
dırm a o n u ru n a sahiptir. Buna hiç im kân bulam ayacaklar gibi
görünse ve hem çıplak hem de asıl ideolojik olarak giydirilmiş
görünüş düşlerine ters düşse bile. Değil m i ki, bu düşlere yansı
tılan toplum başkasının sırtın d an güdülen m enfaatperestliğe yer
verm eden işini görebiliyordu ve burjuva işletm esinin dikenleri
olm adan yoluna devam edebilecekti. Sosyal ütopyaların özellik
le bu u m u d u binlerce yıl boyunca bilhassa ‘dünyaya yabancı' sa
yıldı ve çok alaya alındı. Tâ ki böyle b ir şey, düşsel bir adada de
ğil de dev bir ülkede uygulanm aya başlayana kadar - o zam an
kahkahalar sönüverdi. D em ek h er şeye rağm en dirayet vardı o
heyecanların, hayâlâtın içinde ve epeyce b ir gerçeklik vardı: ön
ce, daha iyi b ir dünyayı m üellifinin kafasının içindeki soyut res
m edilm iş, dolaysızca tasa^vvura dayalı b ir sistem le sınırlayan, ol
gunlaşm am ış bir gerçeklik, sonrasında ise şiddet yoluyla engel
lenen am a so n u n d a zor b ir d oğum la da olsa k o p u p gelen bir
gerçek. M arx'tan b e ri ü to p y a la rın so y u t k arak teri aşılm ıştır:
d ü n y ay ı iyileştirm ek, n esn el d ü n y a n ın d iy a le k tik yasallıklar
bağlam ı içinde ve o n u n aracılığıyla y ü rü tü len , kavranarak, bi
linçle olu ştu ru lan tarihin m addî diyalektiğine dayanan bir iştir.
M arx'tan b eri salt-ütopyacılık, bazı özgürleşm e çabalarındaki
hâlâ canlılığını koruyan yan ın ı bir kenara bırakırsak, gerici veya
lüzum suz b ir biçim alm ıştır Bunlar da iğvadan eksik kalmazlar,
en azından şaşırtm ak için kullanılabilirler, am a tam da b u n e
denle, eleştirel-ütopik m aske altında salt m evcudun ideolojileri
ne dönüşm üşlerdir. Sahici sosyal düşçülerin işi başkaydı, onlar
d ü rüst ve büyüktüler; soyutluklarının tüm zaaflarına ve fazlasıy
la atik iyim serliklerine rağm en am a aynı zam anda yılm aksızın
barış, özgürlük, ekm ek için bastırm alarıyla, böyle anlaşılm alı ve
sahiplenilm elidirler. Ve ütopyaların tarihi gösterir ki: Sosyalizm
Garp âlem i kadar, hatta hep o n u n yanında sü rüklenen Altın Çağ
arketipi kadar eskidir - yani daha da eski.
700
I II . P R O JE L E R VE B İL İM E D O Ğ R U İL E R L E M E
Şimdiye kadarki dost meclisi düşleri, tek tek kişiler olarak çağır
m ıyorlardı insanları. K endilerini belirli, hele k ü çü k bir grupla
sunm uyorlardı. Tüm toplum u, h erkesin yaşam ını sağaltm ak is
tiyorlardı; bu, küçük bir m em nuniyetsiz tabakayı endişelendire
cek olsa bile. Şimdiyse g ruplar kendi başlarına çıkıyor, gûyâ ve
ya sahiden kendilerine özgü b ir tarzla, kendi özgül en iyilerini
aram ak ve ö n ced en resm etm ek ü zere b ü tü n d e n sıyrılıyorlar.
Güyâ b ü tü n sınıflan kesecek bir uzunlam asına kesit içinde ken
dilerini yalıtıyorlar; organik ve m illî özellikler belirleyici. Tabii
baskı gören veya takibat altında tutulan özellikler bunlar, genç
lik, kadın cinsiyeti, Yahudilik gibi. İyice geç sosyal ütopyalar,
M arx'ın yanı sıra, böyle grupsal bir özgürleşm e d o ğrultusunda
ortaya çıktı. G ençlik hareketi olarak, kadın hareketi olarak, S iyo
n iz m olarak faaldirler; araların d a u ç u ru m la r v ar am a m evcut
toplum d a k en d in i b ir özelliğinden ö tü rü baskı altında hisset
m ek bir m üşterek de var. Devrim değil a y n lm a var b u grupların
program ında; çok katm anlı gettodan huruç. Gerçi, toplum a bir
etkide bu lunm anın, gençlikten, kadınlıktan ve m illî Yahudilik
ten yeni b ir erdem in toplum a akm asının da çabası ve düşü var
dır. Bu şekilde küften, baskıdan k u rtu lm ak , h antal k u şk u n u n
puslu çem berinden çıkm ak isterler veya istemişlerdir. Ne var ki
büyük sosyal ütopyalarda alıştığım ız, tü m toplum un yeniden inşa
sı isteği, iradesi eksiktir. Buna rağm en, gruplarla sınırlı prog
ram ların belirli b ir uzm anlık derecesine sahip olm ası dikkate
değerdir: kendi g ruplarını iyi tanır ve oradan ütopyanın başakla
rın ı to p larlar. H atta b u u z m a n la şm ış ü to p y a la rd a n b a zıları
M arksizm e d a h il o lm u ştu r - M arx'tan so n ra h iç b ir b ü tü n se l
burjuva ütopyası itin söz k onusu olm am ış b ir şeydir bu. O nların
özgürleşm e planlarında, gerçi salt-reform culuğa özgü olan m i
yopluk eksik değildir am a sahtekârlık da yoktur - veya yoktu.
B undan ö tü rü , b u g ü n ü n burjuva b ü tü n sel ütopyalarından, bir
elbisedeki yam aların, kolalanm ış paçavralardan yapılm ış bir tö
ren kıyafetinden farklı olm ası k ad ar farklıdırlar. K apitalist de
701
m okrasinin, peşinden faşizmin önüm üze koyduğu ütopya baki
yeleri, baştan aşağı sahtekârlıktı; ya kişisel yanılsam alı nesnel
sah te k ârlık ya da ince ince d ü şü n ü lm ü ş bilinçli sahtekârlık.
Anılan grup ütopyalarındaki uzm anlaşm ış-m iyop olanı burjuva
bütünsel ütopyalarından hâlâ sızan m utlak-sahte olanla kıyasla
m ak yeter. M oeller van .den Bruck’in D ritte Reich'ında,194 Rosen-
berg'in M ythos des zw anzigsten ] a hrhunderts'indei95 resm ettikleri
gelecek,196 kapitalizm artı cinayettir. E m st Jünger'in işçilikle as
kerliğin birliği olarak tasarladığı şey, Rosenberg'in kan ve parla
yan ateşle197 takdim ettiği dem agojinin aynısının em ir tonunda
tekrarıdır. Spengler’in daha 1920'de P rusyalılık ve Sosyalizm de
diği şey, G arb'ın çö k ü şü n ü -an laşılab ilir b iç im d e - izleyen bir
gelecek düşüdür. D aha da önce b ir başka ütopyacı gerici, Kjel-
len, “l9 1 4 ’ü n fikirlerinin", [yani] B randenburg’daki “Ü çüncü
Rom a” olarak Prusya'nın selâm etinin, l 789’unkilerden ü stü n ol
d uğunu ilan etmişti; bütü n sel ütopyanın faşistçesi böyleydi. G e
riye kalıyor, ilk şam piyonu H. G. Wells olan burjuva-dem okra-
tik istikbal. Tabii ki faşizm inki gibi savaşçı bir ölüm maskesi ta
şımaz o. Buna m ukabil ahlâk makyajı yapar, insan haklarından
dem vurm ası riyakârcadır, sanki kapitalizm in orospusu yeniden
bakire olabilirm iş gibi; W ilson'un kaderi gösterm iştir, buradan
ne çıkacağını.1M K orkunun sebebini bizzat tem sil eden ve üre
tenler, ko rkudan özgürleşm eyi sağlayamazlar; Batı kapitalizm in
de bir ütopya olarak özgürlük, kloroform dur. D aha k ü çük ü to p
yalar veya grup ü topyalan dürüstçe b u n a mesafe almışlardır, o n
lar sahiden ışığa çıkm ak istiyorlardı. Öurada yine daha iyi yaşa
ma dair bir d ü ş yükseliyordu, uygunsuz araçlarla, tam am en uy
gunsuz hale gelmiş bir zem inde de olsa. Ne olursa olsun, bu d ü
199 Henrik Ibsen'in, 19. yüzyılda kadınların önce babalarına sonra kocalarına
bağımlılık halini işleyen romanı: Nora veya Bebek Evi.
703
geliyordu. Artık kendilerinden de emin olmayan ebeveynleri,
kendisi de artık sağlam olmayan aileleri olan çocuklar, onlarla
bağlarını feshettiler ve kendileri gibi olanlarla beraber yeni bir
başlangıca bağlandılar. Eskinin burjuva hanesi ve ona tekabül
eden okul, yalnızca dayatma veya boş alışkanlık anlamına gel
meyen bir tutamak sağlamıştı. Babalar hâlâ bir timsal sunuyor
du; öğretmenler kendilerine ve konularının bilgisine olan tut
kuları sayesinde gençlerin onlara ve önderliklerine güvenebile
ceği gibiydiler. Ancak yaşlılar artık yönlendirmeyi bilmeyip sa
dece baskı yapmaya ve yalan söylemeye başladıklarında, saygıyı
bir kenara bırakıp kendi hedeflerini koymak mümkün oldu.
Özellikle de, güvensiz yaşlıların baş edemediği yeni yollar açılı
yor göründüğünde. Açık bir saha orada uzanıyordu ve yalnızca
gençlik oraya adımını atabilir, hatta yalnızca gençlik onu görü
lebilir gibiydi. Önce oğlanlar, sonra kızlar birleştiler ve oraya
doğru yürüyüşe çıktılar.
Taze başlangıç için onaylanmış renk, yeşildi. Taze kalmak ve
odunlaşmamak için - sonra adam olduğunda da. Herkes izciydi,
önderler onların çevresinden çıkıyordu. Gençlik hareketi, yaşlı
lara karşı bu karşıtlığıyla, tarihsel bir yeniliktir. Ancak Mart Are-
fesi'ndeki Delikanlılar Birliği200 benzetilebilir buna ama o da po
litik olarak daha köşeliydi, yani kendinden yaşlı özgürlükçüler
den, sakallı bıyıklı adamlardan kopmuş değildi. Birlik [demek]
formu da eskidir, o kadar eskidir ki, kadim cemaatin, törelerl'e
dolup taşan, an'anelerin sürükleyip getirdiği ve bir arada tuttu
ğu şu organik denen topluluğun yanına koyarlar onu. Fakat da
ha önceki birlikler, gençliği içerdiklerinde de, erişkinlik yaşamı
na hazırlayan ara biçimlerdi. Bütünleşmiş toplumda bile doğal
sayılırdı bu - hele ki sürüde, ilkel kabilede. İlk erkek birlikleri
kendilerini yaşlılardan ne kadar titizlikle ayırsalar, evlenmemiş
erkekler kendi aralarında kalsalar da, eskilerin âdetlerinden öte
ye bir yol yoktu, kimse de böyle bir yol aramazdı. Erkekler birli
ğindeki bekârların hepsi de genç değildi zaten; ilkel adam ancak
kırk yaşında evlenirdi, demek o zamanların genç ahalisi durmuş
oturmuş tiplerle doluydu. Modem gençlik birliklerinin ve onla-
200 Burschmscha/tm. Almanya'da Napolyon ordularının işgaline tepki dalgası
içinde kurulan milliyetçi öğrenci bilikleri.
704
n n ütopik hedeflerinin, eski dünyayla arasında hissettiği gergin
lik çok farklıdır. A m aç-rasyonel toplum a karşı m ücadelenin he
yecanlan, aşkın ve nefretin “y ü rek ten ” veya “ru h ta n ” çağlayan,
çok zam an sarhoş edici akıntıları, bu gerginlikten doğdu. M a
m âfih, p ro testo ed ilen to p lu m u b irço k b ak ım d an ta k lit eden
hatta ona yardım da b ulunan form larda o ld u bu. Toplum kendisi
de artık sağlam olm adığından, genç m akyajı yapm ak o n u ru n u
okşuyordu; asi gerçlik bile, m uğlak-isyankârlığıyla, yavaş yavaş
gayet iyi kullanılabilir görü n d ü gözüne. Gençliğin önceden b ir
liklerde, gerçek rakibini görem eden içinde debelendiği duygusal
sis, faşizmin sarhoş edici sisiyle birleşti. SA'ya201 uzun süre ta
ham m ül ettiler ve orm ana saldılar, tekrar bir araya toplayıp k u l
lanm adan önce, doğa y ü rü y ü şü n e gönderilm ek yerine uygun
adım marşa geçirilm<>du. önce. İzci H areketi yalnızca Almanlı-
ğın değil, küçü k burjuvazinin b ir g ö rü n ü şü d ü r; bundandır, k u r
duğu düşün hem sınıfsal hem içeriksel olarak rüzgâra kapılıp
gitmesi. Bu tarz belirsizlik, gençliğin B ilm em kinasıl’ından farklı
dır, açık olma gayretiyle, delikanlılıkla, gündelik hayattan nef
retle, bozulm am ış doğal yaşama özlemle bağıntısı da yarım ya-
malaktır. O n u n özel bir dayanağı, h er şeyden önce, gençliğin sa
dece bir d u ru m değil, yanlış biçim de, ayrı bir sınıf gibi hissedil-
mesiydi. Veya şu da: tüm sınıfları kesen, uzunlam asına bir orga
nik kesit alınıyor, böylece gençlik tarafına düşenin yalnızca ken
dine özgü bir sürati değil kendine özgü içerikleri de varm ış gibi
görünüyordu. O zam anki ö nderlerinden biri, Schulte-H encke,
“partilerin gençlik tarafından aşılm asından” söz ediyordu. Kü
çük burjuva birlik-beraberlik duyarlılığı, küçük burjuva körleş
me, böylece kendini Genç Alman, H ür Alm an,202 “ö n cü ”, "Qu-
ickbom ”2°3 ve daha neler neler olarak sunuyordu. Bu nedenle
gençlik hareketinin kuşatılm ası kolaydı, m ezhepsel birlikler var
dı, bunlar aileyle uyum luydu, bilhassa anne de saçına istiridye
kabuğu takıyor, baba da lavta tıngırdatıyorsa. Büyükler arasında
707
Yeni kadın için mücadele, kadm hareketinin programı
708
m an da bilinçliydi: kendi cinsindeküerden farklı o lm a k eril ü S
tünlüğe erişmek. Tuhaf bir biçim de, ezilm işin nefreti ile istem e
ye istemeye takd ir duygularının m eydana g etird iğ i in k âr edil
mez bir erkek nefreti oluşuyordu burada: b u n da n d ı kıskançlık
özenti hatta o grotesk ü stü n gelm e isteği. K endi cin siy etiyle ilgi
li sıkıntı bu zaafa kapılm asına yol açıyordu, b e ri y an d an yine
kendi cinsiyeti zafere ulaştırılacaktı - kendi k en d isi hilâfm a Bu
k m k arzu, o zam anın protestocu kadınının, yeni k ad ına d ö n ü k
çağrıya cesaret kazandırm asını ve b u n d an cesaret bulm asını e n
gellemedi. Artık özgür kız da eskiden sadece delikan lıların kay
nadığı gibi yanıp tu tu şu y o rd u ve yeni kalıbıyla [dişil] erillik
başka tarz bir kadın olma d ü şünü k esk in leştiriy o rd u
Ama görüldü ki, isyankâr yaşam tazeliğini fazla k o ru y am ad ı
Emek gücüne duyulan ihtiyaç arttığı o ran d a, sö zü m o n a özgür
kızın bulabildiği yer daraldı, protestocu kadının p ro testo vesilesi
azaldı. Burjuva bakire, istihdam edilen birisi olarak k endi ayak
ları üzerine dikiWi ama b ununla kazandığı d o k u n u lm azlık sade
ce görünüşteydi. Aşkına k en d i karar verm ek ve özg ü r yaşam ye
rine b ü ro n u n çoraklığına erişm işti, üstelik Çoğunlukla ast k0-
num larda. Oy hakkına hen ü z kavuşm uşlardı ki a n ık parlam en
to n u n edebileceği laf azaldı, kadınlar konferans salonla rina he
nüz girm işlerdi ki burjuva bilim inin bunalım ı başladı. Ayuı za
m anda serm aye, kadm lara “m eslekleri açarken", özgürlük neşe
sin e açılan, hele esaslı özgürleşm eye, sosyalizm e k oınşu olan
h er şeyi bertaraf etm eye dik k at ediyordu. Daha uysal ö n d erler
ayağa k alk ıy o rd u şim di: H elene L ange, M arie S tritt, n ih ay e t
G ertrud Baumer, hepsi de “çıkıntılık” yapm ayan bir hareketten
yanaydı, 1900 yılı civarlarında çıkıntılar, ju ste mi!ieu’den 205 n ef
ret edenler, ayrılıkçılardı. O zam anlar yeni kadının nilüferli ve
ay çiçekli ütopyası genç üslûplu erkekle m üşterekti; bohemvâri-
edebî ama b u n d an ö tü rü asla uysal olm ayan b ir ütopyaydı Ka-
d m geleceğine dair düşlerin arka planı şenlikli-dionizik devrim
imgeleriyle doluydu. Bir nesil sonra bunlardan geriye, k 0rseden
kurtuluş, sigara içme, oy verme ve öğrenim hakkından öte p ek
bir şey kalm am ıştı. Bebel 1899'da Kadın ve Sosyalizme yazdıgm-
da, kadının ilk ezilen o lduğunu fark etti; kadının ezilmesi erkek
kölenin köle olm asından önceye dayanıyordu ve Bebel’in bunu
yazdığı dönem de kad ın sorunu hâlâ isyan ettirici ve şaşkınlık
yaratıcıydı. A ncak çok geçm eden, kaşıklar ele geçirildildiğinde,
tabakta aş kalm am ıştı; burjuva kadın hareketi de şimdi sosya
lizm den arınm a hakkını tem sil ediyordu. Helene Lange, .b i r yük
sek kız m ektebinin .idaresinin bir kadına devredilm esi h edefi uğ
runa m ücadele ediyordu. Marie Stritt “kadın eğitimi - kadınla
rın yüksek öğrenim görm esi”n d en yeterince m em nundu, G ert
rud Baumer W eim ar C u m h u riy e tin in va ta ndaşlı k sta tü sü n d e
yeni kadının gerçekleşm es ini g örüyo rdu. T üm b u n la r bu h are
ketin kulağına b eşikte fısıldanm ış değildi, ne Süfrajetler ne de
ikinci cinsin ilk şam piyonları tarafından. Zaten kadının organik
ve p o l i tik sın ır la rın ı ü to pyasıyla genişletm ek isteyen hareket,
özgürlük m ücadelesinin kendisi kadar eskidir. G e nçlik üslüpçu-
luguyl a sınırlı olmak bir yana, A ristofanes’in alaya aldığı Atinalı
Eklesiazusler’den,206 O ttonik dö n em e,207 Rönesansa ve on u n vi-
rago’su n a ,208 S turm und D rang’ın program larına, M art Arefesi'nin
G enç A lm anyası’na d ek uzanır. T utkulu Mary W ollstonecraft
l 792’de, .zam anın kadın haklarını radikal biçim de kadına uygu
layan tem el b ir kadın hakları kitabı yayımlamıştı. George Sand
1830 Temmuz D evrim i’ni kadınlarla bağlantılandırm ıştı. Le me-
unier d'Angibau^o9 rom anında bir cüm le, “Am erikan D evrim i’-
n in K ızları”n d a n farklı o larak (b u n la r Am erik a’nı n en gerici
gruplarındandır ve Am erika’yla da sınırlı değildirler), kadın ha
reketine de bir d ev rim ufku çizer: “Tüm bencil çıkarların m uaz
zam, kork u n ç sarsılışından, gen el b ir değişim zorunluluğu doğ-
m alıdır.” Gayet şaşırtıcı bir biçim de, ■ Alman M art Arefesi’nin ön
cülerinden bir kadın, Luise O tto, bir kızıl dem okrattır. 1848’de,
devrim m ücadeleleri başladığında “k a d ın yurttaşları özgürlük
ülkesine çağırıyorum ” şiârıyla ilk Alm an kadın dergisini çıkar
214 Eski Yunan'da ziraat, verimlilik ve yaşam Tanrıçası. Efsaneye göre, Hades'in
kaçırdığı kızını yeraltında ararken işlerini ihmal etmiştir; geri dönüşü, yeral-
tının karanlığına atıfla geceleyin düzenlenen törenlerle kutlanır.
215 Menad: şarap Tanrısı Dionisos'un refakatçisi, delişmen kadın.
216 Eski Roma'da doğurganlık, bakirelik ve kadınlık Tanrıçası.
714
kar Bachofen'de: “İnsanlığı ilk olarak terbiye olgunluğuna erişti
ği, b ü tün erdem lerin, varoluşun b ü tü n soylu yanlarının gelişimi
için hareket noktasını oluşturan ilişki, şiddetle dolu yaşam ın or
tasında aşkın, birleşm enin, barışın Tanrısal ilkesi olarak tesir
eden anneliğin sihridir" (A nnelik H ukuku ü z e r in e On K onuşm a).
Demek, tam am ına ermem iş, kapitalist-olm ayan bir tem elde ha
tırlanm ak ve sosyal ütopyayla geleceği belirlenm ek istenen bir
cinsiyet pekâlâ kadın hareketi içinde hareket halindeydi, hiç de
eski bakireler erkek-kızlarla sınırlı değildi. Kesinlikle şeyleştiril-
memiş, o zam ana k adarki şeyleşm eler içinde artık ve henüz sesi
ni çıkartm am ış bir beklenti içindeydi. Kadın, onca zam an reşit-
likten uzak olduktan sonra, büy ü k annenin geçm işte kalm ış ve
hiç olm am ış adasını ataerkilliğe yerleştirm e talebinin zarif iddi-
alılığıyla çıkıyordu.
Bu hareket aynı anda eskimiş, yeri tu tulm uş ve ertelenm iştir -
hepsinin de sebebi var. E skim iştir, çünkü arkasında hiçbir şey
olm ayan kapılan tekm eleyip açmıştır, burjuvaca. Peşinde koşu
lan hedef cinsiyetsiz çalışkan arı değildi ve b u rju v a zem inde
b u ndan ötesi de yoktur. Her ikisi de a n la n asla değerlendirm e
yip yalnızca suyunu çıkartan b ir işletm en in m em urlanysalar,
kadının erkekle eşdeğer olup olm adığının ehem m iyeti yoktur.
Bu hareketin ye ri tutulm uştur, çünkü sınıf engeline karşı m üca
dele olm adığında, cinsiyet engeline k arşı b ir m ücadele zavallı
d u ru m a düşer. K adın işçi k en d in i vardiyasındaki erkekler tara
fından ayrımcılığa uğratılm ış hissetm ez, tıpkı genç erkek işçinin
salt bu vasıflarıyla yetişkinler tarafından ayrım cılığa uğratıldığı
nı hissetm ediği gibi; proleter kadın hareketinde, proleter gençlik
hareketindeki önem li bir uğrağın tekrarını görürüz. İşçi erkeğin
d u ru m u n d a olduğu gibi, -d a h a beter vaziyette değilseler-, biz
zat esir gibi çalıştırılan ameleler, kadının genel yan-söm ürge ko
num u için aynca gözyaşı dökem ez. Kadın işçi, yoksul erkek iş
çilerle beraber k en d in i zengin kadınlar ve erkeklerle kıyaslar.
Eski sosyal dem ok rasin in bile program ına “Kadın so ru n u işçi
sorunuyla örtüşür" m addesini koym uştu. Sovyetler Birliği, işçi
so ru n u n u çözdüğü için kadın sorunu diye bir şey de bilmiyor;
efendilik-kölelik bittiğinde, kadın da alt tabaka olm aktan çıkar.
Ü çüncüsü, kadını erkekten daha geniş kapsam lı ama aynı za
715
m anda daha kesinlikten uzak belirleyen cinsiyet, elbette başlı
başm a içerik sorunu olarak devam e d e r (G ottfried K eller “kadı
nın tem ellendirilem ez yarım lığından” söz etm işti). Bu da, kadın
hareketinin, proleter hareket tarafından ikam e edildiğinde dahi,
yalnızca ertelendiği anlam ına gelir. Şöyle ki: K adının şim diyle
kadarki erkek toplum larında o k ad ar az izaha kavuşan, salt aile
nin ötesinde çok az bir belirlenim i olan cinsel özü, ekonom ik-
toplum sal özgürleşm eden sonra da b ir so ru n olarak belirir. Tam
da kadının ezilm esinin bitişi, per se ipsum [bizzat], kadınlığın
içeriğinin nihayete erm esini getirmez. Aşık, anne hatta şeyleşti-
rilm iş işçi-m ahlûk henüz hiçbir yerde ne b u içeriği son biçim ine
k a v u ştu rm u ş ve de onun ü to p ik im k â n la rın ı tü k etm işlerdir.
Aşık-kadın ve anne, en şâirâne biçim de yoğunlaştırılm ış katego
rilerde bile nihâi biçim ine ulaşm ış değildir; nerede kaldı ki yeni,
henüz bilinm eyen ve hâlâ m ü m k ü n olan kategoriler. Sovyetler
Birliği'nde ilk âcil-genel inşâ sürecinde kendini gösteren, cinsi
yet farklarının düzlenm esi deneyim i, fazla derinlere uzanm adı.
Tam da daha az talim atla düzenlenm iş girişim ler söz konusu ol
duğunda, özgül kadın tutum ları ve enerjileri açığa çıktl - hâlâ
da kendilerini kanıtlıyorlar. Anne, G orki’nin gerçekçi rom anın
da tem sil ettiği gibi, devrim ci çalışm ayı erkek yoldaşlarından
başka tü rlü anladı; o n u n iyilik, onun nefret ve onun id ra k tarzı
bir erkek tarafından ikam e edilemez. Toplamda cinsiyetler ara
sındaki fark, sınıflı toplum un ürettiği yapay farklılıklardan baş
ka bir sahadadır, o halde sınıflı toplum la beraber kaybolm az.
K adına ö zgü o la n ın a n c a k so sy alizm d e a şik âr h ale geleceği
oranda, cinsiyet ayrım ı da kaybolm ayacaktır. O n u içerıksel ola
rak işlemeye yetecek kadar, form unu arayan Havva k adar kadın
lık her zam an bakiye kalacaktır. Şimdiye kadar toplum un b ir ge
leceğe tevdi ettiği, çokanlam hhk, yarı yarıya belirlenm iş, yanlış
belirlenm iştik ve belirlenm em işliğin m ayalanan karmaşası ve iç
içeliği bakiye olarak kalacaktır. N arin ve vahşidir, tah ripkâr ve
m erham etlidir, çiçektir, cadıdır, azam etli b ro n z lu k tu r ve acar
tü ccar ru h u d u r. M enad'dır, h ü k ü m ra n D em eter'dir, olgun J u
no,217 serin A rtem is’tir, m esen Minerva’d ır ve daha neler neler.
719
sadece genel iş yaşam ına öyle kurnazca atlayıveren Yahudilerin
sorum luluğunda değildir, uzun azap yolunun nihayet sona erdi
ği istasyonun ne olduğu da önemlidir. Bu istasyonun geçici ola
rak k u rta n c ı işlev görm esinin sebebi de, yine kapitalistliğinde-
dir: serbest rekabet, iştirakçilerinin h u k u k î eşitliğini talep eder.
Bu iştirakçiler arasında göze çarpan h er zam an Yahudiliğin en
iyisi değildi, tıpkı A lm anlığın veya Fransızlığın en iyi yanı olm a
dığı gibi. Borsa h er taraftan güzel görünm ez, çağın ateşini yüzle
re en sıcak çarpanlar da, liberal basının sü tu n la n idi. Yahudi ru
hu, her şeyi zevzekliğe boğan, sadece piyasa için üreten bir _ru
hun içine girdi ve orada ilerledi. Ne var ki başlangıçta, k u rtuluş
gerçekleştiğinde, böyle bir şey henüz görünm üyordu. Onca zul
m ü ve tabii aynı zam anda onca ciddiyet ve k atı sofuluğu çevre
leyen duvarların yıkılışı, bizzat lncilvârî bir etki yarattı. tik şa
fak, u y u m u n şafağıydı; o n u n a rd ın d a n bir d o lu d e m o k ra tik
m utluluğun, yıllann felç halinden so n ra yeni yaşamın sökün et
mesi bekleniyordu. Ama yalnızca Yahudiler değil, bilindiği gibi
Yahudi olm ayanlar da, kurtuluştan um ulanın içini tam d o ldura
madılar. Yahudilerin diğerleriyle eşitliği, m evcut olduğu oranda,
geçici bir istisnaydı, kural olm adı. Sonunda yine, daha güçlü bir
şekilde, avara kasnak dönen b ir ilerlem e karşısında ancak ah
m akların ‘akla gelm ez’ saydığı şey gerçekleşti: lm ha. Liberal
yurttaş, şayet kendisi vurm uyorsa Yahudilere, kenarda du rd u ,
tüfeğini çatmış. Ö lüm cül tehlike dem ek olan yurttaşlanndan n i
hâi olarak k en d in i ayırm asından başka yapacak bir şey kalm a
mış gibi görünüyordu ve görünüyor; aile yurdu ışıldıyor.
Aile y u rd u n u n parlam ası, ço k tan özlendiydi - uyum çiçek
açarken bile. B irçoklan gerçi Yahudi olmayı seçm ezdi am a şim
di, değiştirecek b ir şey olm adığına göre, b u n d an guru r duyuyor
tav n takındılar. Sahici bir g u ru r değildi bu, Vaad Edilen Ülke sa
dece dudaklardaydı. Tıpkı, yaşam lannı katlanılabilir b u ld u k lan
ülkeden başka yere göç etm eyi asla d ü şü n m ey en onca Yahu
d i'n in şimdi basbayağı Siyonist olm ası gibi. K ısm en sürülm üş
soydaşlarına olan m erh am etlerin d en Siyonisttirler, kısm en de
aslında in san ı b ir kaza sigortasına girmeye sevk edecek bir ih ti
rastan ötürü. O rtodoks olm ayan Yahudiler iki bin yıldan beri ay
nı arzu duasını ederler: Gelecek seneye Kudüs'te [Yeruşalim) -
720
tam da özellikle bu çevrelerde, sahiden geri dönm e fikri kuvvetli
tepkiyle karşılanm asına rağm en. D avut Krallığının yeniden k u
rulm ası düşü yine de politik olarak hiçbir zam an tam sönm e
m iştir: Silâh alışkanlığını u zu n süredir. kaybetm iş halkı Türklere
karşı bir nevi Yahudi haçlı seferine çağıran David Reübeni (1530
dolayları) gibi askerî m aceracılar çıkm ıştı. İsrail'in k u rtu lu şu
yolunda önce insanları K udüs'e y u rd u n a çağırm ak isteyen sahte
M esih Sabetay Sevi (1640 dolayları) vardı. Bir halkın kendisini
hâlâ bir h alk olarak görm esi ve bağlılığını korum ası ön koşuluy
la, köklerinin b u lu n d u ğ u ve b ü y ü k ölçüde yanılsam ayla orada
m utlu olduğunu hatırladığı toprağa dair h a tıra la n n ı ondan al
m ak zor görünüyordu. Kovulan İspanyol Yahudileri bile, Filis
tin'e değilse de Ispanya'ya olan hasretleriyle yiyip bitirdiler ken
d ilerin i; ç o k ta n y o k o lm u ş s o k a k la rın , iç le rin d e ec d â d ın ın
Senores [senyörler] olarak o turduğu çoktan yıkılm ış evlerin ad
larını çoğunlukla bugüne kadar korudular. D em ek b u rjuva se
m asının henüz dostça pınldadığı sıralarda yurttaşlığın gerçekten
kazanılm ası da, h erkesin geri d ö n ü ş arzularını engellem edi - bu
defa dudakta kalm adan, can-ı g önülden bir sahicilikle. Şaşırtıcı
biçim de, uluslararası işçi hareketiyle kuru lan çok yanlı, yol gös
terici, öğretici bağlantı da engellem edi bu n u . Tersine: Marx ile
Engels'in arkadaşı ve öncülü, so n ra la n Lasalle'ın arkadaşı olan
M oses Hess, tabii hep idealist bir diyalektikçi olarak, 1862'de,
en d o k u n a k lı Siyonist d ü ş kitabı olan R om und J e r u s a le m ^ 21
yazdı. Soyun ihyâ ediliciliğine inanan, aynı anda hem sıcak hem
puslu tarzının da yardım ı oldu buna. Hess so n âna kadar d ü rü st
b ir devrim ciydi, yine de sol Hegel o k u lu n u n “beyin dokum acılı
ğına" bağlıydı. Ekonom i bilmezliği, spekülatif örüm cek ağı, pra
tik naifliği ile K om ünist M a n ife sto yu öyle keskin keskin eleştire
cek olan “hak ik i sosyalizm "e m ensuptu. Hess, Hegel'in aklın öz-
hareketini “kuvvetin ve iradenin” hareketi vasıtasıyla gerçekleş
tirm ek istem esine rağm en, daha d o ğ ru su tam da b u nedenle,
idealist diyalektiğin içinde kaldı. Bu “eylem felsefesi" ile, tarihin
ekonom ik-m addî etkenlerini kavram aya doğru ilerlem ekten zi
yade Fichte'nin eylem ine geri gitti. M arx'ın ekonom ik-m aterya-
722
h alk ım ,” der H eg, Roma ve Kudüs'te: “M ısır m u m y ala rın d a k i
ek in to h u m lan gibi binlerce yıl uyuklasa da dölleyici kuvvetini
yitirm eyen canlı tohum , senin içinde saklıdır. .. A ncak m illî ye
n iden uy an ışlad ır ki, Y ahudilerin dinsel dehâsı, to p rak anaya
d ok u n an dev gibi, k en d in e yeni kuvvetler çekecek ve peygam
berin kutsal ruhuyla tekrar canlanacaktır.” Bu patetik beyan ve
çağrıların, b u epeyce ileri giden vecd halinin içeriği ise, yine yal
nızca sosyalizm dir H eg'te. Yahudiliği, peygam berden o k u d u ğ u
gibi, devrim ci p roletaryanın davasının yanına ilk çek en lerd en
biri o lm u ştu r o. H eg’e göre sosyalizm “P eygam ber ru h u y la Ya
h u d ilik m isy o n u n u n zaferi” olacaktır; enternasyonal sosyalist,
“Filistin'de Yahudi ırkının yeniden dirileceği b ir eylem m erkezi"
kurm ayı yalnızca b u neticeye varm ak üzere planlıyordu: M amâ-
fih, Fransa'nın, h e n ü z em peryalist Fransa değil de H eS’in k en d i
şa h sın d a te s irin i s ü rd ü rd ü ğ ü n ü d ü ş ü n d ü ğ ü B ü y ü k D evrim
F ransası'nın yardım ıyla olm asını tasarlıyordu b u n u n . “Bir kez
yine kendi toprağına konduğunda, b ir kez yine dünya tarihinin
raylarına o tu rd u ğ u n d a,” Yahudi halkı R othschild m alikânesini
şaşkınlıklara gark edecekti: “İnsanların karşılıklı sö m ü rü sü sa
yesinde yaşayan sosyal h ay v an lar âle m in in so n u g elecek tir.”
Moses Hess'in, peygam berden doğru, ab ovo [doğuştan] sosya
list olarak düşlenen ve tasarlanan Siyonist ütopyası h a k k ın d a bu
kadarı yeter.
Ancak Batılı Yahudilerin çogu burjuvaydı, aralarında fazla işçi
b u lunm u y o rd u . Bundan ö tü rü , Siyonist düşler, o rta zü m releri
ancak artık sosyalist tınılı d egil de- ilım lı-serbestîci düşlere dö
n ü ştü k le rin d e etkilediler. H eg 'ten u z u n sü re sonra, o n u n bir
öm ür ardından, yegâne etk ili olm uş Siyonist program ın m üellifi
olan Theodor H erzl çıktı; belki Yeremya vardı ama İşaya yoktu
b u program da. H er ikisi de, sosyalizmi iyice b ırak arak Siyonizmi
üstlenen Yahudi burjuvazisinin k o n u m u n a tekabül eden birisi
politik, birisi ideolojik ik i nedenden ö tü rü böyleydi bu. Politik
açıdan, orta züm relerin bunalım larına bağlı olarak, çevredeki za
ten narin olan liberal Yahudi sevgisi çok geçmeden delik deşik
olm uştu. İdeolojik açıdan, liberal Yahudiliğin kendisi, peygam
b erlerin in vaaz ettiği ve salt hayırseverliğin icap ettirdiğinden
daha fazla paraya m al olacak olan tarafgir, devrim ci b ir sevgiden
723
söz edildiğini işitmek istem iyordu. Politik açıdan, Antisem it Bir
lik denen b ir şeyin oluşm uş olması Herzl'ın başarısına katkıda
bulundu. Ritüelleşmiş cinayetler, Rusya ve Rom anya'dan, Maca
ristan ve Almanya'ya yaklaşıyordu. Dreyfus Davasında Herzl, in
san haklarını klasik burjuva ü lkesinin bile artık eskisi gibi olm a
dığını gördü ama bundan, bağlılığını koruduğu burjuvalarla ilgi
li değil de Y ahudi-olm ayanlarla ilgili sonuçlar çıkardı. H erzl'ın
Yahudi burjuvazisi üzerindeki nüfuzunda ideolojik açıdan, geri
lim den uzaklaşm aya d ö nük burjuva yönelim ve Siyon düşüne
katılan liberal aydınlanm a düzeyi belirleyiciydi. Herzl h e r şey
den önce peygam berin sosyal radikalizmiyle, Moses Hess'in sos
yalist m isyonuyla ve ‘gerçeklikten uzak' denen fikirleriyle olan
her tü rlü bağlantıyı sildi; böylece Siyonizm liberal Yahudi b u rju
vaziye açıldı. H erzl, m ü stak il Y ahudi dev letin in m o d elin i de
Avusturya-M acaristan m onarşisinin temsil ettiği türlü çeşitli Irre-
denta'da222 buldu; tıpkı Çekler, Polonyalılar, Rutenyalılar, Ro-
menler, Sırplar, ltalyanlar gibi Yahudiler de kendi m illi devletle
rinin kucağına dönmeliydiler. K udüs'ün kadim altın parıltısı bile
yoktu başlangıçta; H erzl'ın ütopyası, geleceğin ülkesini ararken
başta A rjantin'le Filistin arasında salınıyordu. Kenan diyarına
uzanan yollar, bazı b ü y ü k güçlerin h alihazır dalaverelerini ve
emperyalist çıkarlarını akıllıca hesaba katarak, reel politik-diplo-
m atik olarak tasarlanm ış yollardı: “Yahudi Sorunu bir m illi m e
seledir; çözüm için o n u öncelikle k ültürlü halkların m eclisinde
çözülecek b ir dünya meselesi haline getirm eliyiz.” M oses Hess
de, gördüğüm üz üzere, dünya politikasının, Fransa'dan gelecek
yardım ını um m uştu; ne var ki H eg'te 1789'a uzanan bir naiflik
veya bir tarz rom antiklik olan şey, Herzl'da kapitalizm e uyum a
dönüşm üştü. Yahudiliğin önü n d e karışık evlilikler yoluyla soyu
tükenm ek veya m illî uyanıştan başka seçenek yok gibi görü n ü
yordu: Herzl ikincisini vaaz ediyor lâkin b u n u İngiltere veya bel
ki de A lm anya'nın him m etine m uhtaç, S ultan'ın hüküm ranlığı
altında b ir cüce kapitalist-dem okratik devlet suretinde yapıyor
du. 1896'da hayli ayrıntılı bir şema çizen Judenstaa(223 yayım lan
235 1864-1938 arasında Viyana’da çıkan liberal gazete. Herzl'ın yazdığı bu gaze
teye Marx da Londra'dan muhabirlik yapmışür.
236 Her şeyin siniri. Para için söylenir (Pccunia n e ^ s rerum).
729
nan, devrim süreçlerinde başka b ir güç ve u m u d u n serpilm esini
sağlamışlardı. Fakat Yahudi devletine bakınca, kendi arketipleri
bile Yahudiliğe yabancılaşm ış gibi görünüyor; tabii, Marx örne
ğinin gösterdiği gibi, h e r zam an doğru değildir ' bu. Buradan çı
kan sonuç da aynıdır: H erhangi bir azınlık veya m illiyet so ru n u
nu n yalıtılm ış b ir çözüm ü olamaz. Bu d em ek tir ki: Yahudi so ru
nu den en m eselenin, böyle b ir şey varolduğu ölçüde, toplam
ekonom ik-toplum sal so ru n u n çözüm ü d ışın d a b ir çözüm ü yok
tur. Filistin’de Siyonizm bile böyle b ir arınm a olm adan m üm
kü n değildir; artık pax B rittanica yoktur, nerede kaldı ki pax
A m ericana. İnatçı ve acayip bir fenom en olan antisem itizm in de,
varsın birçok psikolojik, antropolojik veya hatta m itolojik yan
sebepleri olsun, tem eli basitçe iktisattır. L enin’in zam anında bir
Rus Siyonisti, Bolşevizmin, eski peygam berlerin vaaz ettiklerini
gerçekleştirm eye başladığını söylem e gereği duym am ış mıydı?
Sovyetler’in hedefi İncil'inkiydi ona göre, bilerek veya bilm eye
rek. Böyleyse, M oses H ess’in anladığı anlam da Siyonizm saklı
kalm ış ve kendi cüce devletine sahip olm adan da yapacağı yeni
b ir şey var dem ektir. Aynı anda hem n u rlu geçm iş hem geleceğe
dair u m u t olm ak, Siyonist ütopyaya özgü değildi; başka m illi ve
azınlık ü to p y aları da aynı hedefi güderler. P rusya’daki Sorb-
lar,237.1918 öncesinde Çekler, Polonyalılar, hepsinin b ir gelenek-
sel-ütopik uyanış d üşü vardı. A lm anlarda da vardı bu, Kayzer’in
1806-1871 arası düşlerin d e, b u rad ak i envai çeşit yurtseverlik
fantezisinde. Yani salt Irredenta da Siyonist grup ütopyasını di
ğerlerinden ayırt etmez veya o nu tem ayüz ettirm ez; her ne ka
dar, üç ay n krallığa bölünm üş olan Polonyalıların yine de kendi
yurtlarında oldukları yerde Yahudilere Ahasver238 olarak bakılı
yor olsa da. Buna karşılık Yahudi ü topyasının m üstesna yanı, ilk
kez M oses Hess tarafından vurgulanm ış olm ayan, peygam berin
niyeti/yönelim i d oğrultusunda eylem de b ulunm a y ü küm lülüğü
nü koym uş olm asıdır; b u yüküm lülük, Avrupa'da M oses Hess'in
zam anından bu yana olgunlaşm ış b ulunan devrim ci durum da,
239 Gideon: Tevrat’a göre, ölüm kalım savaşında çok küçük bir kuvvetle Midya-
nîleri yenip İsrailoğullan’nı kurtaran kahraman.
731
Yahudi Philo, P lato n ’u n [fikirlerinin] en önem li kısm ını M u
sa’ya borçlu olduğunu iddia etm işti; kuşkusuz biraz ileri giden
bir iddiaydı bu - hele, henüz pek az O ryantalleşm iş olan bir Ro-
m a’da. O naçag’da Yahudi nefretinin m otifi Yudas’tı - b ü tü n d i
ğer m ü ritlerin yanı sıra bizzat İsa’nın da Yahudi olduğuna aldır
m adan. Faşizm d evrinde ise antisem itizm bakım ından ırk teorisi
ve ‘Siyon Bilgeleri’ iş yaptılar; çün k ü Yahudi İsa’nın çarm ıha ge
rilmesi faşistlerin içini kıymaz hiç, tersine sem patik bile gö rü
nü r onlara: onun kanıyla beraber tüm Yahudiliğin kanı akıp tü-
kenm elidir k i, Ariler kurtulsun. Bunların birbiriyle bağdaştırıla-
m ayacak m otifler oldugu açıktır am a antisem itlerin söylediği gi
bi, Yahudiye karşı içgüdülerinde birleşirler. Sanki Yahudi, pog-
rom ların iktisadı seb ep lerin in yanlış bilin cin e ve ideolojisine
hep aynı m üstesna vesileyi su n arm ış gibi. Sanki bu insan grubu
nu n kendisinde sahiden, iki bin yıldır her zor d urum da ona suç
kaynağı olarak m uam ele edilm esine yol açan birşeyler varm ış
gibi. Yahudilerin umacı olarak kullanılabilirliğindeki bu geniş
lik, Incil’in tüm beyaz ırkı vecd dolu inşâ amacı için geniş geniş
kullanılabilir görm esinin neredeyse suretini oluşturur. Aynı In
cil’in yazarlığını Y ahudilere teslim e d erk en b u n u n şerefine el
koym ak da em sali g örülm edik bir iştir. Beer-Hofm ann’ın Jaafeobs
Traum’da240 yaptığı gibi, şiirsel biçim de de ifade edebiliriz bunu.
O rada şeytan şu kehanette bulunur: “Senin sözüne tabii m eyle
derler / Ama kan çanağına çevirirler / H erkesin ganim etini ala
cağı halk olacaksın /sözlerini sarfeden o ağzı.” Yahudiliğe bu iki
li bakış, Yahudiliğin algılanışındaki bu emsalsiz bilinç yarılm ası
k u şk u su z neredeyse özerk hale gelmiş, tekinsiz bir nesne nefre
tini işaret eder; ikt^isadî saptırm a m anevraları ancak bu nefretin
varlığında m ü m k ü n olabilm iştir. B unların hepsi de doğrudur,
tıpkı şam ar oğlanından alm an zevk kadar doğrudur; fakat Yahu-
di-nesnenin temsil ettiği söylenen iticiliğinden fırlayan o az bi
raz rasyonel taş da, kara dayalı iktisadiyat olm asaydı değm ezdi
hiçbir yere. Değişen b ir şey yok: Ekonom ik-sosyal devrim , Ya
hudi so ru n u n u ânında ortadan kaldırır. A ntisem itizm Siyonist-
lerin inandırm aya çalıştığı gibi ebedî bir yapı değildir, öyle ol-
738
iblisçe m akinelerden im tina edilecektir. Yeni Çağ düzenlem e
lerle küçültülm üş, kiralık kışlalarda karınca to p a k la n gibi k u
tulanm ış insanın çağıydı; 21. yüzyılda bu böcek çağı sa n k i hiç
varolm am ışçasına geçip gitm iş olacaktır. Dünya fabrika ve ca
navarlaşm ış şehirlerden k u rtu lm u ş, kapitalizm ve endüstriya-
lizm o rta d a n k ald ırılm ış, m akine d e h şe tin in y erin e y eniden
tam -insanlar, eski zanaatlar serpilm iştir. Bu geriye d ö n ü k ü to p
ya R estorasyon d önem indeki özlem leri, O rtaçağ'a d u y u lan ro
m an tik aşkı ve b ü tü n b u n ların gelecekten bug ü n e d o ğru tekrar
yaklaşm akta olduğunu görme arzusunu hatırlatır. Ama rom an
tiklerin yüz yılı aşk ın zam an önce taşıdıkları m uhafazakar poli
tik m isyon eksiktir; R uskin'in, M orris'in geriye d ö n ü k ütopya
larının politik açıdan gerici b ir kastı yoktu. Terk edilm iş bir ko
num dan h areketle ilerlem eyi, alt üst edici b ir yeni başlangıç
adına ziraî-zanaatsal geriye d ö n ü şü istiyordu. E ski ro m antizm
de de ziraî-zanaatsal özlem eksikti; iyi k o ru n m u ş k ırsal şeh ir
lerle, sakin yaşam ın güzelliğiyle dopdolu k o şu llard a bu n a se
bep de yoktu. Bir ü to p ik ev dokum acılığı şeh rin in göze W illiam
M orris'teki kadar zevkli görünm esi enderdir, fakat aynı zam an
da Yeni G otik ile D evrim in naif ve duygusal entelektüel karışı
m ının yüzünü bu kadar k ü çü k b ir çevreye dönm esi de ender
dir. G erçi Yeni G otiğin silinm esinden sonra ve m akine yaşam ı
nın telaş, sin ir ve yapaylığının d o ğ u rd u ğ u usan cın b ü yüm esine
koşut olarak çevre genişlem iştir. Hele, daha sü k û n etli eski za
m anların yitirilm iş varlıklarının, her renge boyalı gericilik tara
fından, alt edilen, devrilen b ir kapitalizm de değil de yeniden
terbiye edilm iş bir kapitalizm de aran m asın d an itibaren. B urju
va ütopyalar b u rad a biter. M orris, Yeni G otik A rkadia'ları255 ile
o n u n nesnesiz de olsa son özgün m otifini sunm uştu.
Ola ki, Carlyle'a ve o n u n kapıldığı k ahram an hum m asına da
b ir bakabiliriz. Bu da endüstriyel dünyaya karşıdır am a sadece
görünüşte öyledir ç ü n k ü çağırıcısı gri sefalete geriden olm ak
tan çok y u k a rıd a n aşağıya bakıy o rd u r. C arly le'ın çalışm a ve
üm itsizliğe k apılm am a vaazı, asla fab rik aları değil ama sınıf
m ücadelesini su k u ta uğratm ak istey en em peryalist vaazla tam
744
olacağı düşüncesiyle m ukim u m u t b inasının tüm üyle çökm esi
dir. Geriye kalan, yolunu şaşıranların ve aldatılanların kurtuluş
[arayışını) da sö m ü rsü n diye, n ih ilizm olur. O yunbazlığa ve
te rs yollara sapm ayan sosyal ütopya artık ancak bilim e doğru
ilerleyen so m u t b ir ütopya olarak iş görebilir, arkasında dev
rim ci p ro le ta ry a n ın ald atılm az m isyonuyla. M arx'tan önceki
ütopyaların tarihinden, hele onların çöküş ve nihayetinde afyo
na dönüşm e tarih in d en çıkacak sonuç budur. Yoksulluğa karşı
bir İlerlem e, ancak reform cu ilerlem enin yoksulluğu üretm esi
yerine, etk in yoksulluk ilerlem eyi ü rettiğinde m ü m kündür.
745
dan kaynaklanan aşın üretim krizinde saklıdır. İçkin iktisat eleş
tirisinin su n d u ğ u bu yeni esaslar, eski ütopyalarda neredeyse hiç
y o k tu r ve M arx'a m ahsustur. M arx'ın eleştirisinde, H eg elin di
yebileceği gibi, kalbin kıvrım ları yoktur; o oranda keskin bir şe
kilde, nesnel •o larak m evcut ekonom inin k ıvnm lannı, yırtıkları
nı, sekm elerini, • ihtilaflarını gösterir. Tam da b u ndan ötürü, ge
leceğin devleti denen şeyle ilgili olarak, eski ütopyalardaki gibi
soyut bir öngörücü tasavvurla, ante rem dışardan dayatılan özel
bir ayrıntılandırm aya rastlanm az onda. Soyut ütopyalar uzam la-
n n ın onda dok u zu n u geleceğin devletinin tablosuna hasretm iş
lerdi; yalnızca onda birini, Şim di'nin eleştirel ve çoğunlukla da
olum suz değerlendirm esine. Bu sayede gerçi hedef renkli ve
canlı tutuluyor am a ona doğru giden yol, verili koşullar içinde
bulunabileceği oranda, gizli kalıyordu. Marx m etinlerinin onda
dokuzdan fazlasını Şim di'nin eleştirel tahliline hasrederken, ge
leceğin tasvirlerine n isb eten kısıtlı b ir yer ayırdı. Bu nedenle
Marx, h ak lı olarak belirtilm iş o ld u ğ u üzere, eserini D as Kapital
olarak adlandırm ıştır, “Sosyalizme Çağrı” olarak değil. Bu eser,
Q uesnay'ın Tableau iconom ique'inden269 beri ilk defa ekonom ik
yaşamın bütü n sel bir görüşünü içerir - Q uesnay'dan kaç kade
m e ü stü n d e bir görüş. D ünya ü zerinde bir cennet resm i çizmez,
k aralığ ın ve neredeyse ondan daha karm aşık olan kâr dağılımı
nın sırrım faş eder. Marx R icardo'nun değer yasasını bir meta
olarak em ek gücüne uygular, m etanın değişim değerindeki ve
ona giden yoldaki diyalektiğini keşfeder, karın sökü lüp alınan
artı değer olduğunu ve tuhaf ortalam a kar oranlarının kapitalist
lerin sınıf dayanışm asının tem elini o luşturduğunu keşfeder. Ta
rihin gerilim lere, ütopyalara, devrim lere götüren diyalektiğini,
öncelikle m addi nitelikli bu temele oturtur. Ü topyanın öngörü
cü tasavvurlarını ekonom iyle, üretim ve m übadele tarzının içkin
alt üst oluşlarıyla tem ellendirir ve tashih eder; Olan'la Olması
G ereken, A m piri ile Ü topya arasındaki şeyleştirilm iş ikiciliği
aşar. Yapışıp kalan am pirisizm le o ldugu k ad ar u çup giden ütop-
yacılıkla da m ücadele eder. B unun yerine, toplum un devrim ci
yeniden inşasına yönelen tarihselliğe içkin sürece etkin-bilinçli
746
katılım dır geçerli olan. Gelecekle yüklü bir gerçekçilikle, sahici
devrim i am açlayan, o n u n hem kurm aylığını yapan hem cepha
neliğini oluşturan derinlem esine b ir araştırm a, sürükleyici bir
keskinlik ve genişlik vardır tüm bunlarda. Erişilen bu gerçekçi
lik artık eski ütopyaların hedefe ilişkin rom ansı im gelerine hak
tanım adıysa, sosyalist inşayı daha o zam andan som ut-süreçsel
o larak a y rın tılan d ırm an m da vesilesi b u lu n m u y o rd u . Ü retim
araçlarının to plum sallaştırılm asının ardındaki beşeri ilişkilere
dair, araştırm a tarzının olanca bütüncü llü ğ ü n e rağm en, bir im a
da bile bulunulm az. Engels genel olarak özgürlüğün krallığın
dan söz eder, Marx da Şimdiye K adar O landan m uazzam bir şe
kilde aynşm akla beraber tu tu m lu bir kavram olan ‘sınıfsız top-
lum 'dan öteye pek az şey söyler. Geleceğin esaslı tasvirleri, be
lirttiğim iz gibi, düşünülm üş bir tercihle eksik bırakılm ıştır. Dü
şü n ü lerek eksik bırakılm alarının n edeni, tam da M arx'ın tüm
eserinin geleceğe hizm et etmesi, dahası ancak geleceğin ufkun
da kavranabilir ve eylenebilir olm asıdır - mamafih ütopik-soyut
olarak tam am lanm ış bir resim değildir o gelecek. Bu, geçmişin
ve b u gün ü n içinde ve içinden, yani etki etm ekte, etkisini sür
dürm ekte olan eğilim lerden hareketle, tarihsel-m ateryalit olarak
aydınlatılabilecek bir gelecektir; ancak öylelikle, bilerek biçim -
lendirilebilir hale gelir. H içbir şey, sonuna dek d ü şü n ü lm ü ş Fa-
lansterler veya N ew H annonie'lerle olan farkın altını çizm ek k a
dar zorun lu değildi: sözüm ona geleceğin devletinin fantastikli
ğini reddetm ek için, buna tekabül eden üslûbun saklılığıyla be
raber geleceğin alanının israf edilm em esi için zo ru n luydu bu.
Fakat: sadece, nihayet harita ve pusulayla gidilebilecek, kavran
m ış bir gelecek uğruna bir tasarruftu bu; kesinlikle, asla bir yere
gitm ek istem edikleri için som u tlu ğ u am pirizm le karıştıran re-
vizyonizm uğruna bir tasarruf değildi. O nlar tabii hedef tasvirle
rinin Piano'sunu270 bizzat hedefin kendisine ait sayıyordu ve ar
zulanan tasarrufçuluk, - k i Marx'ta esasen ucunu açı k b ırakm ak
anlam ındadır-, hiç de d ü ş tehdidi altında bulunm ayıp kendini
düzayak bir am pirizm e teslim eden bir zam anda, eleştirel değe
rini de kaybetti. Yine değindiğim iz gibi, reform istler için hareket
271 E m ir kipi.
748
Hak olanı d üşünm e iradesi, her zam ankinden daha etkili ol
malıdır. Sağlam d ü ş, tarihen vâdesi gelm iş ve az veya çok aksa
yarak harekete geçmiş olana eylem iyle bağlanır. Som ut ütopya
için mesele, tarihsel hareketin kendisinde saklı b u lu n an davanın
dü şü n ü iyi anlam aktır. Süreçle dolayım lanm ış b ir ütopya olarak,
halihazır top lu m u n bağrında zaten oluşm uş b u lu n an biçim ve
içerikleri bağlarından k u rtarm ak tır o n u n meselesi. Artık soyut
lu ktan çıkm ış b u anlam ıyla ütopya, lyi’nin gerçekçi öngörücü
tasavvuruyla aynı şeydir; b u n u açıklığa kavuşturm uş olmalıyız.
Süreçsel-som ut ütopya, gerçekliğin M arksist idrakinin iki tem el
unsurund ad ır. vadesi gelmiş o lan ın engellenişindeki gerilim ola
rak Eğilim’de ve dünyadaki hen ü z gerçekleşm em iş nesnel-reel
im kânların m uadili olarak Gizillih’te. D olayım lanm ış maviliğe272
bunca yatırım yapıl an h er yerde, önkoşul ü topik zem indir; o ol
masa, hiçb ir değer yaratılamazdı. D aha iyi, daha yüksek, daha
dolu yaşam a dair her düş, insanın bulm acam sı bir şekilde yal-
nızlaştığı, kendi d ar iç adacığına kısılırdı. Ama H enüz Gelm em iş
Olana dair b ir büy ü k kanaat ve yönelim tüm dünyada kol gez
m ektedir: som ut ütopya b u eğilim in en önem li teori-pratiğidir.
M antıken, ütopik yönelim ne salt iç d ü ş adacığıyla sınırlıdır, ne
de iyi toplum tasarım ının sorunlarıyla. O n u n alanı toplum sallı
ğın genişliğine sahiptir, insan em eğinin tü m nesne dünyalarını
kapsar, teknoloji ve mimariye, resm e, şiire ve müziğe, ahlâka ve
dine yayılır - hatırlanacağı ve ilerde gösterileceği üzere. Sosyal
arzu im geleri olduğu gibi teknik arzu imgeleri de vardır, cüret
karlıkta sosyal olanlardan geri kalm azlar; doğa engelinin geri it
meleriyle , dahası bizim için bir dünya inşasına yönelmeleriyle,
daim a iç içedirler sosyal arzu imgeleriyle. H er sanat eserinin,
h e r m erkezî felsefenin, ancak oradan bakınca gözler ö n ü n e seri
len b ir coğrafyaya açılan bir ü to p ik penceresi vardır. D oğanın
suretleri bile, olm uş hallerinin dışında, ancak gizil-suret olarak
m evcut b u lu n an bir H enüz-O lm am ış'ın, nesnel-ütopik bir şeyi
d everan ettiren b ir şifreyi tem sil ederler; doğal güzelliğin yam sı
ra doğal m itolojileri de bir çıkış sunarlar bu reel-ütopik şifrelere.
lnsan ruhunda, o zam ana dek hiç bilincinde olunm ayan H enüz-
750
37
İR A D E V E D O Ğ A , T E K N İK Ü T O P Y A L A R
I. BÜYÜSEL G EÇ M İŞ
Sefalete düşmüş
Çıplak deri, basbayağı icada zorlar bizi. İ nsan kendi içinde aca
yip çaresizdir, havaya karşı bile. Ancak bir ölçüde sıcak m u h it
lerde yaşam ını sürdürebilir, b ir kışı bile çıkaramayabilir. Güney
gerçi çıplak gezmesine im kân verir - am a silâhsız degil. May
m un çenesi daha ilk insanda ufalm ıştır, en erkek y u m ru k bile
tek bir k u rt karşısında işe yaramaz. K orunm ak ve saldırm ak için
büyütm elidir birşeyleri, onda kendiliğinden çıkm ayan bir şeyi
sopaya, taştan yapılm a bıçağa dönü ştü rm elid ir. Şaşırtıcı olan,
b unlar henüz icat edilm em işken bazı insanların hayatta kalabil
miş olmasıdır. O zam andan beri ise ancak bir şeyi işleyerek, da
ha iyisini planlayarak hayatta kalabildikleri kesin.
752
A teş ve yeni donanım
279 Kendi çocuklarını öldürerek, zina eden kocasından intikam alan büyücü
kadın.
280 19. yüzyılın ikinci yarısında yazdıklarıyla, Almanca edebiyatta bilimkurgu
nun öncüsü kabul edilen yazar.
756
mışlardı. Simyacı Brand 1674'te insan idrarından bilgelik taşı ye
rine önce fosforu çıkarttı; fakat B rand'a, bulacağına inandığı
krallık yerine b ir dişi eşekle karşılaşm ış gibi gelm işti bu. Sahte
kar Cagliostro bile, asla bilim sel olm ayan bilincinde, sim yaya ve
cinlerle temasa dair rivayetlerin bazılarına inanm ıştı. Haris, yoz
laşm ış ve can sıkıntısı içindeki bir soylu sınıf, m em nuniyetle
devraldı o n d a n bu imam. O n u n çağdaşı, biraz liberal gizem ciler
olan masonlar, tabutlar, ışıklar, herm etik sanatlarla o kadar fazla
garip işler çevirdiler ki, gûya onların “Büyük Kophta'sı’^ 1 olan
Cagliostro, dekoratörden başka bir şey olm ayanlar arasında cid
di bir vaka gibi görünebiliyordu. O zam anların çok yanlı icatçı
büyücülüğü içinde iki hatta üç çizginin yan yana yürüyebilm esi,
bazen de iç içe geçebilmesi gariptir: Bir kere teknik üretici güç
leri teşvik eden yükselen burjuva eğilim vardır; sonra işte Cagli-
ostro’n u n (Ç ar'ın sarayındaki Rasputin'i hatırlatan) çıkışım sağ
layan, çökm ekte olan feodal sınıfın obskürantist [gizemci] m u
cize hum m ası vardır. Bunlara bir de ü çüncü bileşen olarak, Rö
nesans'ın, cadı kazanlarının ve k ö tü cinleri bağlam a büyülerinin
ardından hala etkisini sü rd ü ren Kabalacılık katılır. Cadı yakm a
lar kısa zam an önce azalmakla beraber, hizm etinden faydalanıla
bilir cinlere olan inanç ortadan kalkm am ıştı; Balthasar Bekker'in
şeytanla işbirliğini reddeden anti-C in kitabı Verzauberte Welt,282
daha 1690’larda ve sonrasında, en yüksek tahsilliler dünyası dı
şında cüretkar hatta neredeyse paradoks sayılıyordu. Büyülü Rö
nesans ve teosofik 17. yüzyıl, uzun m üddet yaşamaya devam et
tiler; m asonlukla G üllü H açlılar^3 arasındaki sınır çizgileri çoğu
yerde silikti. Aydınlanma çağının derinliklerinde yazan Sweden
borg,21* Ratio’da hala ne kadar acayip, m ucizelere açtk bir tem e
lin baki kaldığını en iyi biçim de gösterir. Evet, o zam anlar m eka
niğin kendisinde bile kendine m ahsus bir sihir vardı, çok da öte
lerden taşınm ayan b ir sihir. Saat etrafındaki eski sihre bağlanı
yordu; öncelikle saat kulesi ve onun m ünzevi k aranlık uğraşı et
294 Org, piyano, keman sesi çıkanan dev mekanik müzik aygıtı.
295 Hızlı tempolu.
296 18. yüzyılda yaşayan Franz Mesmer, biyo-enerjiye ve hayvant-insant manye-
tizme ilişkin verimli tezler onaya attL
760
idum ’u 297 yeniden canlandırıldı. B ugünün asıl çok canlı “ışınlam a
m anyetizm ine” geçişi ise, kaçıklığı da acarca olan acar bir doga
araştırmacısı sağladı: Parafin ve K reosot'un m ucidi olan kim yacı
Reichenbach. Yine o n u n tarafından “D ünya Od"unun298 “ica-
dı”yla sağlanm ıştı bu geçiş. Aranan ve çok geçm eden ruhçular
için de d e ğ e rle n d irileb ilir hale gelen tem el ışın sal g ü çtü bu
(“M anyetizm in, elektriğin, ışığın vs. yaşam gücüyle ilişkileri için
deki dinam idleri [kuvvetleri] üzerine fiziksel-fizyolojik incele
m eler", 1845); p rotoplazm adan ve G olem vari b ir ru h taşıyan,
uyurgezervârî işleyen m akinelerin yakıtından, kutsal halenin “se
bebine" k ad ar uzanıyordu. F ludium 'un son bom balan arasında,
W Reich denen birinin, üstelik psikoanalitik sapalardan dolana
rak yine kendi Perpetuum mobile'sini yapan, “Orgon"u vardır. Var
lığın zifaf gecesinden sulu bir “Dünya O d "u d u r bu, veya par ex
cellence biyolojik-kozm ik k udret ve orgazm kuvvetidir. Üstelik
görülebilir bu orgazm kuvveti, “kurbağaların cinsel birleşm e es
nasında mavileşmelerinde" gayet iyi görülebildiği gibi, gemi di
reklerindeki St. Elms ateşinde299 de, yıldızların yine m avim si göz
kırpışında da görülebilir. “Orgon" ve böyle daha bir dizi şeyi (ta
m am ına erm eyen bir tü r u m u t için bir yığın kozm ik üst-vitam in)
Amerika, cinsel, ruhsal, toplum sal, kozm ik her nevi güç kaybını
durduran, kıym et biçilmez ama yine de satılabilir m addeyi hava
dan çeken “aküm ülatörlerde” de toplamıştır. Mavi dünya sisinin
taklit ışığına çıkarılmış Cagliostro ve Dr. Orfir ü slûbudur bunlar
hep. Buna rağmen, Cagliostro tarzı, bugünkü küçük burjuva saç
ma suretinde bile tek n ik düşler m uhitine aittir; grotesk, çağı geç
m iş unsu rlarıy la b erab er eski b ü y ü sü n ü n bakiyesini de taşır.
A m a nasıl gotik b ü y ü k eserlerde çoğun, ik i yana açılm ış bacakla
rın arasından kafayı uzatm ış bakan veya başka suratlar takınan
k üçük grotesk figürler olursa, hep yeniden dönüp gelen Profesör
M ystos'ların da tekn ik -ü to p ik yapıda böyle ananevî bir yerleri
vardır. Bu tarz m ucitlerin değindiğim iz “dünya-fludium”u dışında
bir kalıcı alameti de, kelim enin en basit anlamıyla eski simyacı
297 Mesmer'in terminolojisinde, insan sağlığı için asli önemdeki akışkan güç.
298 İnsan bedeninin salgıladığı, yaşamı yöneten duygu/güç.
299 Fırtınalı havalarda, yüksek yerlerdeki sivri nesnelerde görünen elektrik akımı
boşalması.
761
lıktır. M odernleştirilm iş ıvır zıvır d ü k k ân ın d a sacayaklanyla300
yorulm am ak için, kadim sim yanın sadece b ir m otifini tanıtalım
burada. Ucuz cadı kazanının cazibesinin sürm esinin tipik örneği,
bu iptilâya son kapılanlardan sim yacı F ranz Tausend’in faaliyeti
dir. “En yüksek m uhitlere" kadar, bu işe sermaye yatıran ve bir
sonuca varmasa da baŞlatılmasını sağlayan Alm an G enelkurm a
yına kadar, sayısız insan takılm ıştı peşine. T ausend eski sihre hu-
susen akustik bir cazibe katarak m üzikal bir reform yaptı. Simya
cılık, ananevi fırınlarından diyapozona nakledildi hatta salt ses
m akam larının değişimiyle y ü rü tü lü r oldu. Zira Tausend’e göre
h e r elem entin o lu şu m u k en d in e m ahsus b ir titreşim sayısına
bağlıdır; dolayısıyla kim yasal-m üzikal bir düzenlem eyle, kendi
kökenindekinden başka bir m akam a dönüştürülebilir. Corriger la
fortune:301 sahtekâr kum arbazı eski debdebeli saray simyacısıyla
ve onun kitsch-Pisagorik ahvadıyla birleştiren, budur. Düzeltm ek
fena olm azdı aslında, kendiliğinden m ü m k ü n olm ayan şeylerin
icadına yarayan iyi araçlar olsaydı.
314 Eski zamanlarda Mısırlılar ve Perslerin dogru biçimde ‘büyü’ dediği şeye,
bugün Güllü Haçlılığın hak ve kutsal kardeşliğince ‘pansophia’ denmektedir.
315 İnsani cemiyet.
316 Yedi şehir adası; Atlantik’te mitsel bir ada.
317 Herakles’in kızı.
765
m anlar aleyhlerinde yayım lanan bir yazıdaki şu sözlerle itham
edildi: “G ündüzsüz G ecenin318 önündeki tüm d ü nyanın yüzü
n ü n dünyevî bir cennete döndürülm esi, tıpkı düşüşünden önce
A dem ’in ona m alik olduğu gibi; b ü tü n sanatların ve bilgeliğin
iadesi, tıpkı düşüşten sonra Adem ’in, İdris’in, Süleym an’ın başı
na geldiği gibi.” Böylece sim ya ve C hiliastizm beraberce herm etik
tarikatlara nüfuz etm iştir; m etallerin dönüştürülm esi de “haki
ki" Homunculus’u n veya yeni insanın doğu m u n u n u v ertü rü d ü r
burada: Bunun so n rad an yapılan b ir tasviri, kim yasal k rallık
düşleriyle ilgili, G oethe’nin Die G eheim nisse [Sırlar] fragm anın
da bulunur. “Yüce b ir saikle k o y u ld u ğ u / G ün boyu süren u zu n
seyahatten yorgun düşm üş" gezgin, m anastırın kapısında esra
rengiz bir resim görür, haçın güllerle sarm alanm asını görür; “ve
hafif, güm üşsü bulutların salınm asını/ Haçla ve güllerle gökyü
züne yükselm eyi’’. M anastırın salonunda on ■üç iskem le d u ru -
yordur, iskem lelerin başında, üzerlerinde başka b ir şeyle karıştı
rılması im kânsız simya alegorileriyle on üç levha asılıdır: “Şura
da ateş renkli bir ejderha g ö r d ü / S usuzluğunu vahşi alevlerle
yatıştıran./ Şurada ayının ağzına uzanm ış bir k o l / kay nar seller
le kanıyor." L evhalardaki resim ler bu sıralam a için de altın ın
o lu şunun on üç aşam asını tem sil ederler; m anastırın ihtiyarının
gezgine anlattığı ecdâd salonu da b u n u n ifadesidir. Ancak bu tu
haf G oethe şiirinde, ardında onca ecdâdın olduğu bu bilgenin
adı Humanus’tur; A ndrea’n ın G üllü H açlılığında da, m etallerin
ve dünyanın dönü şü m lerin d en neş’et edecek son isim ve m uhte
vanın bu olacağı iddia edilmiştir. İlki acının ve çözülm enin işa
reti, ikincisi aşkın ve yaşamın işareti olan Haç ve Gül, “m ükem
m elleştirm e işi"nde böylesine alegorik biçim de iç içe geçm işler
dir. “Ve b ir Fransız filozof," diye anlatır G ottfried A m o ld ’un
174 l ’de yayınlanan Sapkınlıklar Tarihi, G üllü H açlılarla ilgili
bölüm de, “altın y ap m an ın s ırrın ı bizzat b u isim de aram ış ve
G ül’ü n [Rose] ros veya çiyden g eldiğini, crux’a [haç] da lux
[ışık] dediklerini ileri sü rm ü ştü r - sim yacıların en çok başvur
dukları şeylerdir bunlar." Gül H açlılık böylece d ö nüp dolaşıp
sim yanın ikinci katı diyebileceğim iz b ir yere tırm andı; Simya
769
dında bulunulam ayacak bir m asum iyet taşıması tavsiyeye şayan
görünüyo rd u ; sofu b ir kalp, m uska sayılıyordu. Ama h er şey
böyle batıl inanca dayalı olsa bile, b u içsel tavsiyelerin bazıları,
tuhaf biçim de doğaya yakın, neredeyse doğanın yeraltı kuvvetle
rine yakın etki bırakırlar. Simyacı, öğrencisinin bilinç durum u
nu, o n u n m addelerle bilinç-dışı bir bağlantı kurm asını da gerek
tirecek biçim de değiştiriyordu. Yani yeni başlayan çömez sadece
adil olm ak ve ih tiraslard an arınm akla kalm ayıp, m addeye de
hakkını vermeli, sanki “esasta" ken d in d en bir parçaymışlarcası-
na. ateşle, kurşunla, rastık taşıyla, esneklikle, parıltıyla rabıtası
olmalıydı. Sonra altının “tahayyül edilmesi" önkoşulu vardı; fi
ilen herhalde çoğunlukla değişim değeriyle bağlantılı basit ve
tek b ir anlam a gelen, ancak talim atın ideali uyarınca altın, b u
h u r kokusu ve sarı sakızla, velhasıl neredeyse Isa'nın doğum uy
la rabıtası b u lu n an b ir taha^yyü Böylesi, alışılagelen altın ve pa
ra yapıcılığının tınısına kıyasla m ukaddesatı daha az tah k ir eder
ve daha az ideolojiktir; zira bu zanaatın im anına göre bizzat tek
nik sürecin bir parçasıdır. G üllü Haçlılarda görü n ü r hale gelen
daha d erin imaları ve niyetleri şim dilik bir k en ara bırakalım . Al
tın, bizzat kendi teşkil ettiği istek ve irad en in imgesiyle tahrik
edilerek, “büy ü k m etal sada”n ın verilebilm esinden evvel bir iç
bilgelik taşı hazırlanarak çağrılacaktı. Bu “tahayyüle" ilişkin bazı
talim atlar öyle etki uyandırır ki insanda, sanki tu tk u dolu istek
ve irade öznesi tüm varlığıyla, kendine m ahsus bir iç'le veya
membayla, bir yeraltı geçişiyle “sem patetik" olarak bağlı b u lu n
d u ğ u doğaya d u h u l etm elidir. Sim yada psişik, dinsel ve doğal
kategoriler, sıklıkla, aynı d ö n em d e Paracelsus ve B öhm e'nin
kozm olojilerinde olduğu kadar iç içe geçmiştir. Yaşayarak tecrü
be eden ve kavrayan özneden bağım sızlığın bilginin ölçütü sa
yıldığı bu durum , doğa bilim sel açıdan, sonrasında [bugünden
bakıldığında] artık pek idrak edilemez. Simyacıların yaşamları
na dair elde kalan resim ler gerçi m etin ve hedefe tu tk u n bir va
roluşu naklederler am a onları az evvel akşam yem eğini yemiş
veya yeryüzünün tinsel m ağarasından yeni dönm üş gibi göste
renler, enderdir. Tabii R aim undus Lullus gibi adamlar, keza son
raki G üllü Haçlıların birçoğu, belirgin istisnalardır - geçerli olan
da bu istisna. M utfağının karm aşasının, kıyısız bucaksız reçete
770
lerin ve sapılan sayısız yanlış yolun orta yerinde, “H enosis” talep
edilir yeni başlayan çöm ezden, Yeni P lato n cu ifadeyle; kendi
kendisini sadeleştirm ek, amel kuvvetine ve tohum larına yoğun
laşm ak dem ektir bu.
D ikkate değer biçim de, öğrencilerin bilm esi gereken tem el
şeyler bile fazla karm aşık değildi. B irçok sahtekarın, neleri bil
m ediğini söylem ek zorunda kalm am ak için bu işi bilinçli olarak
karanhklaştırm asına rağmen. Üstelik, öznel-dürüst kitaplarda da
reçetelerin ve im gelerin çoğu kez birbiriyle telif edilem eyecek
biçim de, bir de iyice yabancı hale gelm iş bir dille, arka arkaya
dizilm esine rağmen. Yine de bu ö rtünün kıvrım larında belirli or
tak ve neredeyse biçim lenm esi kemale erm iş temel kavram lar
devinir; sayılan pek fazla değildir bunların. Tamamı sâfi aram ak
tır, denem ektir bu işin, başkalarının deneylerinin hiç ne olacağı
nı bilm eden sınanm ası da d ah ild ir buna, o n ve daha fazla yüzyıl
boyunca, m uazzam bir gayretkeşlikle. Simyacılığın düşü belki
de altın parıltılı bir metal karışım ının kotarıldığı bronz çağına
kadar geri gider ve M.S. 700 civarlarında b ü tü n kültürlere yayıl
m ış olduğu kesindir. Yalnızca Arap ve Avrupa sim yası yoktur,
Hind, Çin, Siyam sim yalan da vardır; tem el esasları da pek farklı
değildir. Şeylerdeki bir O lm uş’u tekrar sökm ekle, şeylerin için
deki k arışım ın b ileşim in i d eğ iştirm ek le m eşg u ld ü r bu sanat.
Orada, öncelikle de “elem enter” birim lerine ayrışm ış olan şey
lerde, ilk olarak, tüm üyle vasıfsız bir ‘kendinde'-m addeyi arıyor
lardı, bakir başlangıcı. M evcut h er şey b u n a göre deneyden geçi
rildi, ne kadar soluk veya ne kadar yıpranmış, pörsüm üş görü
nüyorsa o k ad ar iyiydi; yağm ur suyu, idrar, bok pek vaadkardı-
lar, “m ateria prim a”yı,323 içlerindeki “m aya”yı bulm ak bakım ın
dan. M etallerin karışım ında, b u pasif kök-m ad d en in yanında,
değişen nispetlerde üç temel bileşen olmalıydı: M erkür (cıva),
Sülfür, Sal (tuz). Bu üçü halihazır civayla, sülfürle, tuzla örtüş-
mezler, onlarla ilişkileri aşağı y u k an k arb o n u n köm üre nispeti
gibidir - veya daha iyisi: büyüselleştirilm iş bir skolastik anlam
içinde, onların “cevheri”dirler. En aslî m etal varlığı olarak kabul
edilen, M erkür’dü, cıva cevheri; su ve topraktan oluşur, esnekli-
777
B arok dönem de k u r a lsız ica tla r ve “o ra n tıla r"
344 Delice bilgelik ve bilgece delilik veya yüz tane böyle politik ve fiziksel/meka
nik ve ticart tasanın ve orantı.
345 Mısır âlimi.
346 Büyülü fener/basit projeksiyon cihazı.
347 Metallerin doğası üzerine.
348 Yerde ve dağlarda, tılsımı koruyan periler; gnomlar.
779
sel b ir dünyada yaşıyordu. Neredeyse yalnızca o zam anların ka
pitalist açıdan en ilerlem iş ülkesi olan İtalya'da, icat, önceden
hesap yapmayla ilintiliydi. 1470 yılı dolaylarında m ühendis Val-
turio “fırtına arabası” bir otom obil tasarım ı çizdi; arabanın yan
taraflarında yel değirm eni k an atlan vardı, tekerleklerin hareketi
dişli çarklarla sağlanıyordu, üzerinde m atem atiksel olarak çalı
şılm ış bir eskizdi. Brunelleschi Floransa k atedralinin kubbesinin
inşaatı için kendi m akine tertibatını k u rarken, kaldıraç ve eğik
düzlem leri m atem atiksel bir kurguyla b ir araya getirmişti. Hele
cesur teknikçi Leonardo da Vinci, zaten nedenselliği (“zo runlu
luğu") temel alan, yalın içkin anlam ıyla ilk m ucit ve araştırm a
cıdır. Çok yanlı planlarının eşliğinde keskin gözlem, titiz hesap
lam a vardı; yer yer öncü olm aktan gelen hatalarla, ama asla ace
mice değil. tik paraşütü, ilk türbini ( “su kanalında pervaneli te
kerlek", eskiz olarak bugüne kalm ıştır), ilk üst geçit tertibatını
tasarladı (bu da eskiz olarak m evcuttur: “Birbirlerinin üzerinden
aşan yollara d air ta sla k ”). Teknik arzu im g elerin in en eskisi
olan, insan ın uçm a d ü şü n ü gerçekleştirm ek m aksadıyla kuşla
rın uçuşunu inceledi: “Büyük yapay kuşa ilk uçuşu yaptırmayı
amaçlıyorum ; evreni şaşkınlıkla, b ü tü n yazıları şânıyla doldur-
malı; dünyaya geldiği yuva ebedî şöhrete kavuşm alı". Kuş Flo
ransa’dan kalkacaktı ama plan aşam asında kaldı, Ikarus düşm e
fırsatı bile bulam ayacak kadar az havalanabildi yerden. Leonar-
d o 'n u n icatlarını tem ellendirm ek istediği m atem atiksel m eka
nik, ancak onun ö lüm ünden sonra geliştirilecekti. Dahası, Le-
o n ardo'n u n kendisi de onu karakteristik olarak ayırt eden mate-
m atiksel-inşâcı/kurgucu anlayışına rağm en, R önesans’ın organik
doğa im gesinin tam dışına çıkamam ıştı. Tersine: “Kalbi çevrele
yen kan denizi okyanussal denizdir, nefes ve kanın nabızla çoğa
lıp azalm asının düny ad ak i karşılığı denizin m edd-ü ceziridir,
dünyanın tin in in sıcaklığı y e ^ ü z ü n ü n bağrındaki ateştir ve ve-
jetatil149 ru h u n konaklan, d ünyanın d ört bir yan ın d a kaplıcalara
üfleyen ateşlerdir” (Richter, Litetary Works of Lionardo da Vinci
[Lionardo da Vinci’nin E debi Eserleri], 1883, s. 1000). Leonar
do bile doğayla nicel olm aktan ziyade “sem patili" bir ilişki k u r
780
m uştu - onu sayılara d ö k ü ld ü ğ ü n e inanm asına ragm en, daha
dogrusu b una inandığı için. Genel olarak R önesans ve Barok'ta
m ucit iradesi esas itibarıyla Impromptu'dur,350 icat yapm anın tıp
kı vasıl oldugu doğa gibi esrarlı bir edim olduğu inancına daya
nır. K endi zam anında en b ü y ü k m u cit d eh a sayılan Joachim
Becher, gayet m ütehassis, edinilm esi m ü m k ü n olm ayan, kendi
sin e n a s ip o lm u ş b ir T a n rı v e rg is in d e n , “ D o n u m in v e n ti-
onis”ten351 bahseder. Becher'e göre profesyonel bilgiye bakmaz
bu: “Bu şahsiyetin ne m esleğin itibarı geçer burada: krallara da
köylülere de, alimlere de cahillere de, paganlara da H ıristiyanla-
ra da, zahidlere de k ö tü lere de nasip o lm u ştu r b u arm ağan.”
İcatçılık daha u zu n bir zam an bilinm eyene yatırım yaptı ve şöh
retini de ilk in böyle kazandı, hiç m evcut ollm am ış ‘fazladan’ bir
çalışma kuvveti getiren m akineyi imal etti; lâkin çok defa, bah
tın ve tesadüfün getireceği -ih sa n ın bahtına d ö n ü ş e n - o ihsan
sayesinde M evcut Bulunana daha sıkı bağlanm aktan daha fazla
sını istem eyerek yaptı bunu.
350 Doğaçlama.
351 icat ihsanı.
352 icat sanatı.
353 Bilimlerin yeni organı.
354 Ormanlar Ormanı veya bir doğa tarihi.
781
m ası tasarlanan “projeksiyonu" alaya alır. Apansız ve mucizevi
olan her şey gibi alaya alır b u n u da; bu nedenle, Bacon'un G üllü
H açlılarla ilişkisine dair çok defa ileri süru len iddialar da şüphe
lidir. Bir tek Bacon'un b ir “regnum hom inis’V 55 hedefliyor olm a
sıyla “yüksek sim ya" arasında b ir tem as bulunabilir, fakat bu
regnum doğaya hâkim olm ak anlam ında düşünülüyordu, doğa
nın tebdil-i sureti hele Joachim 'in “Ü çüncü Krallığı" anlam ında
değil. Hele N ovum Organon scientarum ’d a k i “ars inveniendi", te
orik bulu şu da p ratik icadı da tüm üyle bilgiye (derin anlam , es
rar yerine) ve kurallı tüm evarım a dayandırm ak ister (söze im an
eden tüm dengelim ler yerine). Ancak gözlem ve ayrıştırm a yo
luyla b ü tü n şeylerin “kalıcı n itelik leri”, “ilkel fo rm ları” idrak
edilebilir, O na göre, bilm enin ereğine ancak böyle ulaşılır: “ya
pılar/kurgular oluşturarak". Daha eski icat düşlerini bilm ek de
yarar sağlayabilir, fakat d ah a ziyade, insanlara n elerin o kadar
cü retkâr veya im kânsız görünm üş o ld u ğ u n u ve buna rağm en
tekniğe dair düşlerini doldurduğunu vurgulam ak üzere. G erçek
leşmiş, bilhassa gerçekleşm em iş planların d ö küm ü, şim diye dek
“H e rk ü l'ü n sü tu n la rın ın ötesinde" d uran icat fikirleri için de
faydalı ipuçları verecektir; ama ancak sahici deney sanatının ge
m isi erişebilecektir H esperidler'in altın bahçelerine. A ncak bu
tarzda, eski m asallar hakikat olabilir Bacon'a göre, yoksa eski
yerlerinde sayarak gitgide daha taklitçi b ir gevezelikle anlatılıp
durm akla gerçekleştirilem ezler. Tıpkı kuralsız öngörucü tasav
v ur gibi, hırgürcü lâf ve tüm dengelim m avalları da verimsizdir:
“Şimdiye kadarki bilim lerin, çehresi itibarıyla bakire olan ama
bedeni havlayan canavarlara inkılâp eden m asalsı Scy lla’yla ger
çekten çok şey söyleyen b ir benzerlikleri vardı. Yukarıya, çehre
lerine, yani kendi genel cüm leleriyle bakarsak pekâlâ güzel ve
ayartıcı b ir g ö rü n ü şü vardır, am a b ir b ak ım a bilim in ten asü l
uzuvlarını teşkil eden özel cüm lelerine inecek olursak, bunların
en nihayetinde boş lâf m ünakaşaları olduğunu fark ederiz, tıpkı
Scylla'm n havlayan köpeklerden m üteşekkil b ed en i gibi” (N o
vu m O rganum, Ö n sö z). Bilgi iktidardır; eski m ucit düşlerini hat
ta b ü y ü n ü n düşlerini gerçekleştirm enin, belki cüretkârlıkta on-
787
nü engelledi, m eyveleri görüşü ise o oranda zengindir. Bacon’un
tekniğe ilişkin peygam berliği em salsizdir; o n u n “Eksikliği çeki
len şeyler kitabı”, arzu taslağı tem elinde m odem tekniği epeyce
içerir hatta ötesine d e geçer. "Yapay yağm ur ve yapay dağ havası
imal etm ek için araçlarım ız v ar” diye izah eder Süleym an'ın
Evi'nin reisi: “Seralarda yeni sebze ve meyve türleri yetiştiriyor,
olgunlaşm a sürecini kısaltıyor, hayvan tü rlerin i ihtiyacım ıza gö
re karıştırıyor, kaplıcalarım ızın m ineral bileşim ini ayarlıyor, ya
pay m ineraller ve inşaat m alzem eleri üretiyoruz.” Canlı hayvan
ların teşrihi de eksik değildir: “B ütün zehir ve ilaçlan önce hay
vanlarda deneriz, hem eczacılık hem cerrahî y ö n ü n d en .” Atlan-
tisliler telefonu hatta - v a r m ı ö te si!- denizaltını bilirler: “Sesi
borular ve düdüklerle uzak mesafelere ve dolaşık (sevkedilebi-
lir?) istikam etlere nakledecek araçlarım ız var (ad m angam dis-
tantiam et in lineis tortuosis). Suyun altın a dalabilen, böylece en
zo rlu denizlere bile d ay an ab ilen gem ilerim iz ve teknelerim iz
var." M ikrofon da eksik değildir: “Hafif sesleri yüksek seslere,
keza y ü k sek olanları d ü şü k ve ince seslere çeviririz". Incredible
dictu,3?0 en m odem çeyrek ses tekniğini bile biliyordur Atlantis:
"Çeyrek seslerden (quadrantes sonorum ) ve daha ara tonlardan,
ahenkli m elodiler çıkardık.” D ürb ü n ve m ikroskop vardır: “K ü
ç ü k ve m innacık bedenleri m ükem m el ve açık seçik görm eyi
sağlayan mercek ve aletlerim iz var, böylece k ü çü k sineklerin ve
solucanların, taneciklerin ve değerli taşlardaki çentiklerin biçim
ve renklerini görebiliyoruz; idrar ve kanda, başka türlü m üm
k ü n olm ayan incelem eleri de bu sayede yapabiliyoruz.” Süley
m an’ın Evi aynca uçakları, buharlı m akineleri, su türbinlerini ve
birçok “M agnalia naturai"yi, “b ü yük doğa eserini” ve daha ötesi
n i barındırır. Velhasıl N ova A tlantis teknik olarak d ü şünülm üş
ilk ütopya değildir yalnızca, d'A lem bert “un catalogue im m ense
de ce qui reste d d tcouvrir’’37' diye tanım lam ıştır (m asalların arzu
m odellerini bile aşan) bu m e tn i. Bacon’u n m elni, klasikler dizisi
içinde de, daha iyi b ir yaşamı sağlayacak teknik üretici güçleri
belirleyici bir mevkiye oturtan tek ütopyadır. Zira gerçek yaşam-
789
süne doğru ve sağaltıcı görünen tek şey, tefekkürlü bir yaşamla
eylemli bir yaşam ın dengesidir: “En iyisi, en yüksek iki gezege
nin kavuşm asına benzeyen bir rabıtadır; Satürn sük û netle seyre
dalm anın prensi, Jü p iter eylemli yaşamın prensi". Süleym an'ın
Evi ise nihayetinde sü k û n et bulacak bir ülkededir: D oğaya h â ki
m iyet (yokluk ve felâketlerin sona erm esini sağlayacaktır) Ba-
con'da bir “regnum hom inis"in tesisine h izm et eder. Bu ülke ve bil
gi ereği, üretici güçlerin zincirlerinden k urtarılm ası sayesinde
erken kapitalizm in henüz insanlık adına güdebildiği um utlarla
doludur Bacon’da: “Bu nedenle bilim in amacı m erakın tatm ini
veya altın ve ekm ek tedarik etm e kolaylığı değildir. Bilim m erak
içinde kıvranan ru h u n istirahat yatağı veya zevk için yapılacak
bir gezinti veya aşağılara küçüm seyerek bakılan yüksek bir kule
veya kavga dövüşe yarar b ir kale ve m ızrak veya kâr hırsı ve
m uhtekir için b ir atölye değil, zengin b ir ambar, b ü tü n şeylerin
ustasının o n u ru n a yaraşır ve insanlığın selâm etine faydalı bir
hazine odası olmalıdır" (N ovum Organon I, 81). Salgınlarla, kıt
lık buhranlarıyla, üretim yetersizliğiyle dolu bir dünyadan, Ba
con’u n hayranlık duyduğu M ontaigne'in G râce â Vhomme311 diye
seslendiği bir dünyadan, daha eski ütopyalarda ancak "cennetsi
bir doğaya" nakille erişilebilir görünen bolluğa çıkılacaktır - ye
m eğin dansa takaddüm ettiği gibi regnum hom inis'e takaddüm
eden bolluğa. “Süleym an'ın Evi"nin planı b u arada teknik yük
sek okullar ve laboratuarlarca Bacon'un düşlerinin de ötesinde
gerçekleştirilm iştir; regnum hom inis'in daha gidecek yolu vardr.
Baconcu anlamda “kurgusal yaplann meydana getirilm esi”, sa
dece Prom eteci değil aynı zam anda yapay üretim , teknikteki fe
lâketlerin ortadan kalkm asını getirm em iştir beraberinde. Gelip
çatan burju v a ekonom isi ve to p lu m u n d a gerçi doğayla tem as
baki kalm ıştır ama soyut ve yeterince dolayım sız bir temastır.
Bacon'un b ü y ü k tem el ilkesi: “N atura parendo vincitu r”, “doğa
ona itaatle yenilir", canlı kalm ış fakat önü, doğayı “söm ürm eye"
dönük, yani artık Bacon'un tanıdığı ve “causa causarum ’^™ ola
rak tem ayüz ettirdiği natura naturans'la374 hiç alâkası kalmamış,
Bir şeyi icat etm ek için içe d ö n ü k bir itki yoktur. D aim a bir gö
rev lendirm e gereklidir, p la n la n a n çarklara su y u n d ö k ü lm esi
için. H er âlet kesin b ir ihtiyaç tanım ını varsayar ve kesin amacı
onu tatm in etmektir; yoksa varolm azdı. Açlık başlatm ıştır her
şeyi, ilk âletler av ve balıkçılık âletleriydi, birinciler silâh işlevi
de görüyordu. Saban, iplikçilik ve dokum anın icadı, çöm lekçi
lik, kısm en süslem eli olsa da asla birincil olarak tezyinata dö
nü k değildi veya im an edilen büyüsel alâmet olarak, faydalı bir
amaca hizm et ediyordu. M ucit, bugüne kadar, düşçü olarak da,
pratik bir adamdır. Aynı zam anda, k en d i kendine d önen bir te
ker olm adığının, bütü n diğer zihinsel üreticilerden daha fazla
bilincindedir. Şayet İngiliz madenleri sular altında kalm a tehli
kesine m aruz kalm asaydı, W att'ın -b aşlıb aşın a destansı o lan -,
tıslayan sem averi gözlemesi, daha önce nicelerinin yaptığı gibi,
beyhüde bir iş olurdu. Toplumsal bir görev olmasa, bir iğ iplik
eğirme m ak in esin in veya sözgelim i akarsuda zincirle çekilen
tekne im gesinin hiçbir m ucidin zih n in d e sözgelimi takdiri ilâ
hiyle parlayıverm esi söz konusu olmazdı. B ugünün yapay ham
m addelerinin, hele atom bom basının icadı da, bir görevlendir
m e/sipariş olm aksızın belirem ezdi zihinlerde. B u n d an ö tü rü ,
fark edilm em iş mucitler, bilhassa açık bir biçim de, zam anından
erken gelm iş veya b u g ü n ü n tıkanan Batı iş dünyasında olduğu
791
gibi gecikm iş icatçılardır. Burada yalnızca iki ilham türü vardır;
satın alınabilir olanlar ve satın alınm ayacak olanlar. Bir mucit ne
fuzulî iş yapabilir, ne de böyle b ir şeyi planlam ayı ak lından ge
çirmiştir.
375 Bir tutam tuz ilâvesiyle. Latince bir deyim. Yılan zehrine karşı bir panzehir
bulan General Pompei, bu ilacı alırken bir tutam da tuz ilave edilmesini
önerir. Tuzun gerçekten panzehiri etkin hale mi getirdiği, yoksa bu ilacın et
kisinden pek de emin olunmadığını belirten bir ironiyi mi ifade ettiği, tartış
malıdır. Her halükarda bu deyim, çok da emin olunmayan bir durumu, 'ek
sik' bir hakikati belirtmek üzere kullanılır.
792
teknik ütopyaların Ju les V erne'in zam an ın d ak i k ad ar heyecan
verici olm am asına yol açıyor. Sadece gökyüzü seksen g ü n d en
çok daha kısa sürede devrialem e im kan veren yapay kuşlarla
kaynadığından değil, öncelikle, ü topik yönden geçici bir teknik
m o ra to ^ u m u ilan edilm iş olduğundan. İkinci Dünya Savaşı ön
cesindeki u zu n bunalım dönem inde çıkan tek n ik m oratoryum
terim i, peşinden gelen İkinci D ünya Savaşı’nın tetiklediği sözü
m ona iktisadi m ucizenin gelgeç ü re tim coşkusundan çok daha
nesneldir. Tekelci kapitalizm in d öngüsel k aderi olm aktan ötesi
ni ifade eden üretim fazlası krizi, serm ayenin ilerici dönem inde
teknik cürete verdiği görevin yeşil ışığı habire kırm ızıya çevirir.
1750-1914 arasındaki icatların hızı, bugünle m ukayese kabul et
meyecek kadar çarpıcıdır; b u g ü n h iç b ir yatırım ın yarattığı heye
can, o dönem in ‘elektriğinin’ yanına yaklaşamaz. Aceleci görü
n ü şü n ve propagandanın hilafına, tekniğin sürati, sivil ya şa m d a
ki değişiklikler bakım ından, sanayi devrim i ve 19. yüzyılla kar
şılaştırıldığında ancak posta arabası hızıyla ilerlem ektedir. Ser
maye buhara iş gördürm eye giriştiğinde Papin tenceresinden376
n e le r çık m ıştı! Bir m a d e n in s u y u n u zar z o r b o şa lta n N ew -
com b'un b u h ar m akinesinden W att’ın sürgülü valfli, eksantri
ğiyle, volanıyla bu h arlı m akinesine ve b u n u n endüstriyel sonuç
larına giden yol ne k ad ar kısaydı. Bir zam anların ovalanan k e h
ribarından neler çıkm ıştı; sonra, elektrikleştirilm iş em ek g ü cü n
den beklenen çıkar buharlıd an beklenenin yanına katıldığında,
m ıknatıstan. Nasıl da k u d retli bir gövdeye d ö n ü şü r m ıknatıs, d i
namo m akinesinin içinde; nasıl sarsıcı değişim lere yol açm ıştır
bu endüksiyon elektriği, henüz üretici güçleri bağlarından k u r
tarm ak isteyen bir dünyada. ilk demiryolu hattının açılm asının
üzerinden otuz yıl geçtiğinde, Avrupa baştan aşağı dem iryolla-
rıyla örülm üştü; endüksiyon elektriğine dayalı ilk cihazların ica
dının üzerinden o kadar zam an bile geçm em işti ki, telefonsuz
köy ve elektriksiz şehir kalm am ıştı neredeyse. O ysa zam anım ı
zın en yeni dev icadı: nükleer enerji, kuşkusuz buhar gücüyle
elektriğin toplam ından daha alt üst edici olm akla beraber, atom
bom bası h aricinde, A m erikan teknoloji dergilerince “th e next
7 95
m iş bir m ekanizm a gibi görünürler. Ama yüzyılım ızda gelişen
tekniğin insani u zuvlar ve ölçülerle benzerliği giderek azalır, b u
har m akinesininki de bir son selâm dan ibarettir - eski organik
diziye çakılan bir selamın sadece g ö rü n tü sü d ü r onun da verdiği.
Boynuzlu imbik, içinde verili m addelerin bunlardan pek az fark
lılaşan halitalar oluşturm ak üzere bileştirildiği veya d ö n üştürül
düğü bir kanşım kabı veya h am ur teknesi değildir artık; büyük
makine, organlara olan son benzerliği de ortadan kaldırır. Ç u
buk, silindir, şaft yatağı, bilyeli yatak, çark, dişli çark, iletim k a
yışı ve m akinenin b ü tü n diğer unsurları o rg an ik olm aktan çı
karm anın ilk adım lan idiyse, b u n la n n bireşim i olan, em ek d ö
n ü ştürücü sü m akine, iyice öyledir. Yalnızca organik hareket esası
k ınlm akla kalm amıştır, bizzat f iz ik i hareket esasında bir kırılm a
veya zorlam a meydana gelm iştir. Toplamda m akine, “direnç ye
teneği olan gövdelerin, m ekanik kuvvetleri vasıtasıyla belirli ko-
, şullarda etkide bulunacak şekilde düzenlendiği bir birleşim dir",
diye tanım lıyordu Reuleaux. Bu tanım, 19. yüzyılın düşünce tar
zına uygun biçim de, her türlü insanî nihailik tanım ını, yani m e
kanik kuvvetleri etkide bulunm aya icbar eden, doğaya ait olm a
yan amacı dışlasa bile, şurası aydınlanır: Bizzat m akineler, doğa
y a ait olmayan bir hadise, bir tü r g ayn tabii fizik tir. M akinecilik
içinde, doğal olandan kopuş hep daha ileri gider; organın yansı
tılması büy ü k ölçüde terk edilir veya aşılır. E lektrikli lokom otif
yurdu bu dünya olm ayan b ir dev, stratosfere fırlatılan roketin
kuşa nisbeti ise pervanenin taşım a yüzeyine değil m eteora olan
nisbetine benzer. Hele ki, şim diye dek en erişilm ez g ö rü n en güç
güdüm leyicilerinin, atom altı itkilerin ve b u n la n n yönlendirildi
ği d ö n ü ştü rü c ü le rin [transform atör] m ü m k ü n kıldığı teknik.
Bunlarla birlikte yalnızca o rganlann yansıtılm ası değil, kısmen,
lokom otif, dizel m otoru, roketin de hala d ah il bulu n d uğu üç bo
yu tlu mekanik dünyanın d iy an da te rk edilm iş olm aktadır. Gözle
görünür, klasik m ekanik terk edilm ektedir böylece; elektronda
‘göze görünen bir şey yok tu r’, elektronlar ve protonlar eski fizik
dünyasının elem entleri değildir artık. Asla idealist yorum cuları
nın söylediği gibi “m atem atiksel-m antıklı y ap ılar” olm asalar da,
gaza ilişkin tasav v u rlara u z u n sü re refak at eden eski Sema,
elek tro m an y etik yapısal alan ın , n [so n lu ]-b o y u tlu b ir alan ın
796
eşanlam lısına dönüşm üştür. Kapitalizm in içinde veya şim diden
barışçıl am açlarla görüldüğü gibi Sovyetler Birliği’n de gerçek bir
ışınlam a endüstrisi oluşacak olursa, organların yansıtılm asının
terk edilm esine ilâveten, klasik m ekanikten ve o n u n yansıtılm a
sından da büyük ölçüde vedalaşılacaktır. Klasik m ekanik, insa-
nî-olm ayan “d ö rt boyutlu dünyasal devam lılık” ile insanî-olm a-
yan biçim de gerçekleştirilen “atom u zam ının” u çu ru m u arasın
daki m ezokozm ik378 görüş uzam ım ızın m ekaniğiydi ve hâlâ öy
ledir. A ncak geleceğin tekniği esasen atom al tı itkilerden, dolayı
sıyla bu grotesk boyutlu atom -içinden beslenebileceğinden, şim
diye kadarki tekniklere olan nisbeti, başka bir dünyayı kullanan,
başka bir dünyaya nakledilm iş, itilm iş bir şeye olan nisbeti gibi
olacaktır. Beklenebilir olan tekniğin farkı, yalnızca telsiz telgra
fın akustik yem ek çanına olan nisbeti gibi değildir, ışınlam a yo
luyla dünyevi m addenin istenen h er parçası sabit yıldızların d u
rum una sokulabilir; fabrikaların do ğrudan doğruya güneşin ve
ya S irius'u n 379 enerji orjileri üzerin e kurulm ası gibidir sanki.
Yeryüzünün hâsıl etmediği, daha u cu z ve yer y er d ah a iyi ham
m addeler imal eden sentetik kimya, asla bu yeryüzüne, â şin â m ız
olan dünyaya ait olm ayan n ü k leer fizikle b erab er bir tür analitik
enerji kazanım ıyla kol kola girer. Tabii ön koşul, üretici güçlerin
bu alt üst oluşunu kaldırabilecek olan bir toplum ve doğanın ze
m ininde eski toplum u yetiştirm iş o lan tü rden b ir doğadır.
H enüz tekin olm ayan bu yola, m addelerin ışınla parçalanm a
sıyla çıkıldı. Bir m addenin gaz halinin onun nihâî biçimi olm a
dığı, çoktandır tahm in ediliyordu. Faraday, sezinlediği ama de
neysel olarak kanıtlanam adığı bu hale “ışıyan m adde” adını ver
di. Katod ışınlarından X ışınlarına, Bekerel ışınlarına giden, ora
dan da çok ağır bir elem ent olan U ran'ın parçalanm asıyla neşre
dilen radyoaktif ışınlara varan yoldaki ş aşırtı cı icatlar dizisi m a
lûm dur. 1919’da Rutherford ilk olarak a to m çekirdeğini d ö nüş
türm eyi başardı, böylece parçalam a enerjisinin önü, ihmal edile
bilir derecede düşük m iktardı da olsa, yapay yoldan açıldı. Rut
herford henüz atom un parçalanm asından pratik b ir enerji kay
799
nın dışındaki b ü tü n hadiselere özgü, doğal, d ü z anlam da göze
g ö rü n ü r olm am ak değil. Bağımsız n esn en in d ü şü n en özneyle,
düşü n en öznenin bağımsız nesneyle dolayım lanm am ışlığıyla ay
nı şey dem ek olan göze g ö rü n ü r olm am a halini kastediyoruz.
Ö klidçi-olm ayan b ir fizik, sürekli gözlem e rücu etm ekle beraber
dünyasını salt m atem atik sem bollerin şeyleştirilm esi olarak inşa
ettiği m üddetçe, soyutluk öyle b ü y ü m ü ştü r ki, özne ile nesne
artık b irb irin e k avuşam am akta hatta Ö klid çi-o lm ay an nesne
tam da reel hareketli m ad d e olarak tam am en devre d ışı kalm ak
tadır. Böylelikle, içerikle m utlak bir dolayım sızlık zuhur eder;
geç kapitalist to p lu m u n tüm üyle yabancılaşm ış, sahiciliği yitir
miş işlevsel işleyişiyle ideolojik benzerlik içinde - onun doğaya
yansıtılışı. Y öntem li bir idealizm b u n u çoğaltır, böylelikle işte
Öklidçi-olm ayan bir tek n ik d e tuhaf bir biçim de dolayım lanm a-
m ış olana, som ut dolayım a uygun olm ayana d o ğ ru uzanır. İde
olojik bileşen, gayninsanîleştirilm iş fiziğin bileşenlerinden sade
ce b iridir kesinlikle, ideoloji analiziyle çürütü lem ey ecek olan
ötekisi ise, gözlem lenen doğanın, teorik olarak o n u n hakkını
verm ek üzere d ik te ettiğidir. L akin ne bu iki bileşen kesin ola
rak birbirinden ayrılabilir hale gelmiştir, ne de tüm bu altı çizili
soyutlukta reel tehdit olu ştu ran bir dolayım sızlığı göz ardı et
m ek m üm kündür. Tam da ışınla parçalam a tekniğinin temsil et
tiği öklidçi-olm ayan pratiğin zaferi, aygıtsallaştın lm aktan çıkan
bir toplum imgesinin, sağaltıcı öngörücü tasavvurlan gündem e ge
tirm esini sağlar. Teknikte böylesi som u t-ü to p ik çizgilerin kayna
ğı, özellikle belirgin biçimde, somut özne-nesne ilişkisi yü k ü m ü
dür. Ö znenin doğal nesneyle, doğal nesnenin özneyle dolayım-
lanm ası ve artık ikisinin birbirine bir yabancıdan farklı davran
mam ası suretiyle olur bu. O rganik olanı ve neticede m ezokoz-
m ik olanı tüm üyle terk eden, org an ik olm aktan çıkarm a süreci,
özellikle teknikte, Engels'in güzel sözüyle kendinde-şeyleri bi
zim için şeylere dönüştü rm ek isteyen insanî özneyle bağıntısını
yitirm em elidir. Organik olm aktan çıkarm a süreci, aynı nedenle,
nesneyle, o n u n doğayla tarihi aynı bağlam a o tu rta n reel diyalek
tik yasallığıyla tasviri temasını tanıtlam alıdır; aynı zam anda, as
lında doğamsı olan ve bir zam anlar yarı-m itsel bir biçimde “na
tura naturans" veya hipotetik biçim de “doğanın öznesi” olarak
800
tanım lanm ış b ulunan ve bu kuşkuya değer (am a aynı zam anda
değerli kuşkular ortaya koyan) tanım ların elbette henüz tüket
mediği nesne bağlantısındaki o içkin çekirdek ve fa il de [doğayla
tarihi biraraya getiren] aynı bağlamda yer alır - buna birazdan
geleceğiz. En azından, b ü tü n ilericiliğine rağm en, organik ol
m aktan çıkarm a sürecinin hâlâ ne kadar fazla soyutluk içerdiği
ve hâkim o lunam ayan u y u m su zlu k lar u ç u ru m u n u n ne kadar
derin olduğu, ortaya çıkmıştır. Organik olm aktan çıkarm a süre
ci, ancak toplum sal d ü zen i [değiştirm enin] dışında Bacon'un
ifadesiyle “doğal büyünün" son öngörücü tasavvurunu da ü st
lendiğinde, bir nim ete dönüşecektir: Doğanın insan iradesiyle do
layımı - doğayla ve doğanın içinden [kurulan] regnum hominis.
ö z n e , ham m addeler, y a sa la r ve
organik o lm a kta n çıka rm a sürecine bağlanış'
384 Katoliklikte, vahyi sadece imanın değil .bilginin de yegane kaynağı olarak
gören katı gelenekçilik.
803
sıtırlar ve insanlar, bilinçlerinden ve isteklerinden-iradelerinden
bağımsız ama bilinçleri ve istekleri-iradeleriyle dolayım lanabilir
olan bu toprağa göm ülüdürler. B ütün teorisyenler yasaların bu
hem örtbas edilemez hem de istifadeli nesnel karakterine atıfta
b u lu n m u şla rd ır; so m u t in şan ın ek o n o m ik yasalarına da, ona
hizm et ed en tekniğin doğal yasalarına da. İnsanlann bu yasala-
n n köleleri olm alan ve o n la n fetişleştirrneleri için değil, Mark-
sizme de uygun biçim de, hatta tam da M arksistçe, bu zorunlu-
lu k la n n hafife alınm asına, d ışsallaştırılm asına yer verm em ek
için. Bundan ötü rü , belki de fazla tek yanlı biçim de h er şeyi nes
nel yana yıkarak söylenenler haksız değildir bu noktada: “M ark
sizm bilim in yasalarını, -iste r doğa bilim inin yasaları ister poli
tik ekonom ininkiler olsun, hiç fark etm ez-, insanın iradesinden
bağımsız olarak yürüyen nesnel süreçler olarak kavrar. İnsanlar
bu yasalan keşfedebilirler, idrak edebilirler, araştırabilirler, ey
lem lerinde göz ö n ü n d e b u lu n d u rab ilirler, to p lu m u n çıkarları
doğrultusunda k u llan ab ilirler.., bazı yasalann tahripkar etkileri
ne başka bir yön verebilirler, etki alanlarını sınırlayabilirler, bas
tıran başka yasaların ö nü n ü açabilirler ama b u y asalan ilga ede
m ezler” (Stalin, ökon om isch e Probleme des S ozialism us in der
UdSSR [SSCB'de Sosyalizm in E konom ik Sorunları], Dietz, 1952,
s. 4 vd.). Yoksa, öznel etkenin, koşulların değiştirilm esini yasal
çerçevenin atlanmasıyla k an ştırarak abartan darbecilik veya m a
ceracılık çıkar ortaya; oysa bu değişim lerin som ut, selam etli bi
çim de som ut-reel hale gelebilm esinin tek im kanı o çerçevedir.
Z o ru n lu lu g u n sadece dışsal, öznel etk en le dolay ım lanm am ış
h atta ona karşıt bir etk en o larak kavranm ası, h er şeyden önce,
zorunluluğa karşı, yani tüm üyle nesnel-reel seyrüsefer planına
karşı bir düşmanlık yaratır. Böyle olunca bilinç, -burjuva-soyut
bilincinden ne denli uzaklaşılm ış olursa o lsu n -, bu zorunluluğu
özsel olarak kavranıp hakim olunacak b ir zo runluluk olarak de
ğil de -yabancılığından ö tü rü - sadece infilak ettirilecek bir zo
ru n lu lu k olarak görür. Engels'in şu em rine ragmen: “Ö zgürlük,
doğa yasalarından bağım sızlaşm a d ü şü n d e değil bu yasaların
kavranm asında ve bu sayede onları planlı biçim de belirlenm iş
am açlar d o ğ ru ltu su n d a etki eder hale g etirm e im k anındadır"
(Anti-Dühring, Dietz, 1948, s. 138). Hegels’in m uhakem esi de
804
bu yönü göstermişti, tabii, onun inkâr edilmez doğa düşmanlığı,
yani doğanın hareketlerindeki içsel zorunlulukları da kapsayan
göreli reddiyesi, doğa yasalarına hâkim olm ayı da keza somut
olarak malzemeye nüfuzdan ziyade bir hile mantığı içinde anlı
yordu. Hegel erken döneminde teknik zorunluluğa dair sarf etti
ği bir cümleyle gerçi bunun karşısındadır ama sadece lâfzen kar-
şısındadır, zira oradaki içsel özle bir bağlantı aramaz. Bu Hegel
alıntısı, doğayı işbirliğine çağıran Doğru ile, tekniğin doğayla
ancak yabancı olanın soyutlanması yoluyla, deyim yerindeyse
kolonyal hile ile iş görebileceğini varsayan Yanlışı bir araya geti
rir; şöyle birleştirir bunları: “(İnsanların doğayı kendi kendine
işlemeye bırakan) pasifliği,... doğanın kendi etkinliğinin, saat
zembereğinin esnekliğinin, suyun, rüzgârın kendi duyusal oluş
larından, yapmayı istediklerinden bambaşka bir şey yapmak
üzere kullanılmasıyla, kör eyleyişlerinin amaçlı bir eyleme, yani
kendi karşıtına çevrilmesiyle faaliyete dönüşür... Doğanın kendi
sine bir şey olmaz, doğal varlığın tekil amaçları bir genel amaç
haline geliT. Güdü burada işin tamamen dışına çıkar, bırakır do
ğa kendi kendini aşındırsın, sakince seyreder ve çok az zahmetle
tüm bunları idare eder: hileyle. Şiddetin geniş kenarına, hilenin
sivri ucuyla saldırılır. Kör kuvveti, onu kendi kendisine karşı çe
virecek bir yanından yakalamak, ona saldırmak, onu bir belir-
lenmişlik olarak kavramak, bu belirlenmişlik karşısında eylemli
olmak veya onun hareketinin kendi içine dönmesini sağlamak,
kendini muhafaza ederek aşmak, güç karşısındaki onurudur hi
lenin” (Hegel, Jenenser Realphilosophie Uena Çalışmaları: Reel
Felsefe], Meiner, II, s. 198 vd ). Aynısı, bu sefer doğaya karşı ka
zılmış av çukuru, kıstırılanın kapatılacağı bir kafes üslûbunda:
“Hile, nesnelerin kendi doğalarına uygun biçimde birbirine etki
etmelerini ve birbirlerini aşındırmalarını sağlamak suretiyle, sü
rece doğrudan doğruya dahil olmamakla beraber sadece kendi
amacını gerçekleştiren dolayımlayıcı etkinliktir” (Hegel, Werke
VI, s. 382). Demek hilenin sivri ucu, burada insan etkinliğinin te
meli çılan doğayla teknik ilişkinin, keskin zekâlı olduğu kadar
da soyut-tamamlanmamış terimidir. Hegel'in burasında hilenin
doğaya nisbeti, Schiller'in insanının ateşe nisbeti gibidir: “Hayır
işleyicidir ateşin kudreti, insan onu ehlileştirip g öz kulak olduğun
805
da." F aust’u n ateşe nisbeti gibi ise değildir, H egel’inki: “Yüce
ruh, senden istediğim h er şeyi verdin bana. Boşuna dönmedin ba
na ateşteki çehreni." G oethe'nin ifade tarzı doğaya duyulm aya
başlayan güveni yansıtır, so nunda b ir dostla kucaklaşm ayı bek
leyerek. Schiller'in ifade tarzı, tıpkı ehlileştirilm iş, göz kulak
olunan bir söm ürge gibi, ancak egem enlik altında tutulm ası ko
şuluyla doğadan hayır hâsıl edebilen o şiddete yatkınlık tu tu m
dan büsb ü tü n uzak değildir. Toplamda kapitalizm in teknik kav
ram ında (Schiller ve Hegel b u noktada, Rönesans çizgisindeki
Faust’uyla eskide kalan G oethe'den daha kapitalistçe tepki verir
ler), arkadaş olm aktan ziyade hükm etm enin, bir dostun bağrın
dan ziyade köle m uhafızının, D oğu H indistan K um panyası'nın
çehresi vardır. Üçüncüsü ve nihayetinde, dem ek ancak süreçlerin
özsel zorunluluğuna tam b ir nüfuz, organik olm aktan çıkarm a
sürecini, doğa-ajanının “ateş"iyle bağlantı-sız kalm aktan koru
yabilecektir. Gitgide, salt dışsal zo runluluk hatta agnostik m ode
lin extra rem'i3ss yerine, doğadaki üreticinin, doğadaki yapanın da
sezinlenm esindeki, izinin sürülm esindeki, kavranm asındaki an
lamla bağlantı [k urulacaktır]. Leonardo salt resmiyle aktarm adı
ğı R önesans boyutuyla [bağlantı): “D oğanın yasaları ressam ı,
kendisini doğanın ruhuna dönüştürm eye ve doğa ile sanat ara
sında aracı kılm aya zorlarlar.” Tam da M arx'ın Kutsal A ile’de,
bizzat tekrar tekrar hatırlatılm ak üzere hatırlattığı Rönesans bo
yutuyla: “M addenin yaradılıştan özellikleri arasında hareket bi
rincisi ve en m ükem m elidir, sadece m ekanik ve m atem atik hare
ket değil, dahası itki, yaşam ru h u , gerilm e/esnem e kabiliyeti,
-Jakob B öhm e'nin ifadesini kullanacaksak- acı olarak hareket".
Bu arada ‘taşkın öz' kavram ındaki sayısız mitsel kalıntıya, hatta
hayaleti bir natura naturans kavram ında dahi zu h u r edebilecek
panteist bir savaş ve güneş Tanrısı'na k arşı azam î d ikkatli olm a
lıdır. Bu kavramın kötü tem izlenm iş girişlerinde ve ön avluların
da olsun, M arx’ın 'tla anılan yerde h atta Bacon'u hedef alarak
bahsettiği “teolojik kararsızlıklar" tem elinde olsun. Yine de bur-
juva-tekn ik doğaya yabancılık hatta dünyasızlık ile doğayı akra
ba ve m esken edinm e arasındaki fark güneş kadar açıktır: N atu
808
zim le dolayım lanabilir bir doğa öznesi so ru n u , salt m ekaniğe
düzenleyici bir eklenti yapm akla ilgili olm aktan çıkar. [Tanım
sal] b elirlen im gerçi o zam an da m ek an ik kadar katı olm az,
ama o n d a n daha ciddidir: çü n k ü so m u t b ir tekniğin so ru n u ,
organik olm aktan çıkarm a sürecinin ve o n u n sonuçlarının bir
Hiçliğe atfedilm esine m ahal verm em ektir. D oğanın bir öznesi
n in halih azırd a zaten g erçekleşm iş o la ra k m ı b u lu n d u ğ u ne
denli şü p h eli de olsa, b u n u n , pekala o n u n b ü tü n gerçekleşm e
biçim lerine nüfu z eden b ir güdüleyici istid a t o la ra k açık tu tu l
m ası gerektiği de kesindir. Ama bu noktada da, -te o lo jik "dü
şünce ilavesVkatkısı” olm adığında da herhangi bir Kantçı dü-
zenleyicilik o lm ak sızın -, Leibnizci enerji so ru n u z u h u r eder;
o n u n “inquietude poussante"388 dediği mesele. Leibniz b u n u b ü
tü n m onadların çekirdeksel yoğunluğu ve aynı zam anda bu çe
kirdeğin k en d in i açıklam a eğilim i olarak koyar. Bu, enerji ile
m onadların o "içedönüklüğü” arasındaki, dinam ik doğal b elir
lenim olarak nesnel anlam da öznelik anlam ına gelen Leibnizci
d en k lem in keskinliğiyle bağdaşır. D oğada özne so ru n u Leib-
niz’da gerçi sayısız bireysel m onadla çoğullaştırılm ıştır ama bu
sayısızlık içinde b ü tü n b unların kök en in d ek i kadim form olan
natura naturans da gayet belirgindir. A nim izm de, “Psişik" olan
da, Leibniz'in özne so ru n u n d ak i bu bireysel k o n um larından ta
m am en uzak duruyordur. Fakat enerji ile psişik olan arasındaki
tam am en yanlış bağıntı kop tu ğ u n d a da Leibnizci enerji-öznelik
eşitliğinin göreli anlam ını k o ru d u ğ u n u , L enin o lağanüstü de
rinlikli bir tesbitiyle gösterir: “Enerji kavram ında gerçekten, ö r
neğin h arek et kavram ında m evcut olm ayan b ir öznelik etm eni
[m om ent] sak lıd ır” (Aus dem philosophischen NachlajS [Felsefe
D efterleri], Dietz, 1949, s. 308). insan lık tarihinin o kadar kuş
ku götürm ez olan öznesi bile halihazırda gerçekleşm iş olarak
varolmaz; h er ne kadar çalışan insan suretinde am pirik-organik
olarak, her şeyden önce am pirik-sosyal olarak kendini gösterse
bile. Dem ek, h ip o tetik olarak D o g a -ö zn e diye tasvir edilen, da
ha nice istidat ve gizillik barındırıyor olm alıdır; zira doğadaki
dinam ik özneye ilişkin b ir kavram , son kertede, Reel'deki he
Şimdiye dek hiç saf olarak devreye girm em iş bir iç güç vardır.
İnsanın kuvveti denen şeyi oluşturur, onun bilinen isteği-irade-
siyle tam örtüşm ez. Gövdeyi y o rgunluğunun ötesine taşıran, bir
âlet olarak keskinleştiren ve şaşırtıcı kabiliyetler veren kudrettir.
Kişiliğin nüfuzu veya ağırlığıyla, -veya bu kendine m ahsus katı
lıktaki öz başka nasıl tanım landıysa-, dışa d ö n ü k bir kudrettir
aynı zam anda. O n u n en alışıldık terbiyesi, askerî ve Spartan39'
olanıdır; güdülerden had safhada erkekçe bir gönüllü feragatle,
itaat içinde em retm eye başlangıç idm anı. H er savaşçı halk, Spar
tan k arak ter h atların ı taşır, her g ö rü n d ü k leri yerde, başka bir
şeyle karıştırılam ayacak kadar aşikârdır bunlar: zorlu kuvvet,
em ir erkinin dam gasını taşırlar. Fakat enerji servetinin böylece
b ir m ızrak tutm a işine akıtılm ası ve k en d i ken d isin in m ızrak
ucu olarak sivriltilmesi, özne kuvvetinin k en d in e ■yakıştırdıkla
rının henüz başlangıcıdır. Spartan-askeri tutum da irade yalnızca
soyut bir bileyiden geçm iş olur, gerçi burad a da inan d ığı imgeler
ve tasa^vvurlarla m üttefiktir ama çoğunlukla dışsal, en azından
zo ru n lulu k su z b ir bağlantıyla. B undan ö tü rü , soyut-Spartan ya
pıdaki irade için çok defa ne için savaştığı veya neyin icrasını
yaptığı fark etm ez: Barok dönem de subaylar, -m e m u rla r d a -,
yabancı hizm et altında görev yaptılar; b ir dost-düşm an ilişkisi
vardı gerçi am a içerikleri değiştirilm eye açıktı. Şövalyenin sen-
yörüne sadakati bile form eldi, birbirinden ayrı kalm aya devam
eden irade istikam etlerini (m a coeur â ' dame, au D ieu m on âme,
391 Eski Yunan sitelerinden Spana'ya atıHa; merkeziyetçi, askeri, sıkı disipline
dayalı, zahidane yaşam.
811
ma vie au roi, l'honneur pour moi392) henüz karşı konulm az bir
birlik içinde kenetlendirm iyordu. Buna, yani içeriksel, nesnelli
ğe bağlı, hatta nesnel tem elde teşvik eden bir am acın asken ola
rak keskinleştirilm iş iradeye d u h u lü n ü ilkin im an savaşı sağladı.
İm an edilen tasavvurları içeren iradenin, yabancı yani içeriğine
kayıtsız kalınacak bir hizm ete aktarılm ası artık m üm kün değil
di. Sıkı sıkıya sabitlenm işti, bu da fanatikleşm esi anlam ına geli
yordu. Devreye girdiği noktada insanda en m uazzam kuvvet a r
tışını veya kuvvetin katlanm asını sağlayan da işte bu fanatizm
dir. Yalın emir kuvvetine şimdi bir idte-Jorce'un393 belirli bir ta-
sa^vvur do ğrultusunda sabitleyici kuvveti katılır; daha evvel üze
rine çıkılamaz olanı aşan, odur. Idte-force'un en etkileyici tanı
mını, üstelik etkisini sü rd ü ren askeri terbiyeyle de bağlantılan-
dırarak, Loyola yapmıştı. Bu fanatik vecd ehli tarikat kurucusu
eski subayın Exercitia spiritualia'sında394 irade tekniği, Avrupa’da
şim diye d ek erişilen en yük sek düzeyi sunar: D akiklik, itaat,
em ir erki, im anın gaddar şiddeti burada birleşirler. İsa’nın hiz
m etinde olm ayla, cehennem ve cennet im gesiyle kızıştırılm ış,
ânında çalıştırılıp ânında durduf4 labilecek şekilde em ir-kum an-
daya tabi b ir hayal g ücü katılır buna. Sapkın tarikatların sefer
ber ettiği cesaret ve cezbe kuvveti, şim di d ev ralın arak bizzat
sapkınlara çevrilm iştir. E n önem lisi, İspanyol to prağında M u-
ham m edî etkiler de eksik değildi: b ir zam anlar katiller ve halü-
sinasyon m ezhebi H aşhaşinler'i yaratm ış olan fanatizm , başka
türden im ansızlara, Protestan gâvurlarına k a rşı kullanılıyordu.
İnsanların kendi iradeleri olm ayan fakat b ir görevin ve im an
edilm iş am acın enerjisiyle yüklü irade m akineleri olarak z u h u r
etm elerini sağlayan, neredeyse m ekanik olarak rasyonelleştiril
m iş bir eğitim in sonucuydu bu. D ost-düşm an ilişkisi, bu tarafta
İsa'nın, karşı taraftaysa şeytanın krallığı olmak üzere topyekûn
içerik kazanıyor ve bu ilişkinin h e r iki yakasının fanatikleştirdi-
ği bir netice çıkıyordu. Ama b unların hepsi tabii yine de Avru
pa'dır, yani, Asya'nın çok daha eski, çok daha radikal irade tekni
ğiyle kıyaslandığında neredeyse hâlâ acem ilik. En azından, o ra
392 Kalbim kadının, ruh Tann'mn, yaşamım kralın, ama şerefim benim.
393 Fikir kuvveti.
394 Ruhsal temrinler.
812
daki öğretm enlerin talim ettirdiği iç kuvvet Avrupa'daki iradeyle
kıyaslandığında böyledir bu; her şey bir yana, enerjik olm aktan
o kadar uzak H indistan'da iç kuvveti idraki zor derecede yüksel
ten deneyim lere dair öteden beri dolaşan rivayetlerin yalnızca
iki kelimesi bile doğru olsa, böyledir. H indistan'da da yalnızca
eski Yogileri göz ö n ü n e alıyoruz, g ü n ü m ü zü n kısm en kaba tak
litçiler kısm en yabancılara hitap eden bir endüstri olan hokka
baz ve fakirlerini değil; elbette eskilerin etkilerini sınam a imkânı
yoktur. Yoginin saf ideolojik rolü açıktır: birinci y ü k ü m lü lü k
olarak, kendi yaşamıyla sü k û n etin tim salini oluşturm ası gereki
yordu; “daha yüksek idrakleri”, yükseklikleri ölçüsünde kontrol
edilemez bir [mertebe olarak] güzideleştirm esi gerekiyordu. Bu
nu yana bırakırsak, C izvitlerin talim lerine rağm en A vrupalılar
için henüz erişilmez olan, en ü st düzeyde eğitim e dayalı, öznel
liği b ak ım ın d an sahici b ir cezbe ö rn e ğ id ir bu (karş. R uhen,
Geschichte de indischen Philosophie [Hind Felsefesi Tarihi], 1954,
s. 210). E rken dönem Yogilerin y ö n elim lerin in ve yöntem sel
ciddiyetlerinin güvenilir bir hakikiliği vardır, her ne kadar b u n
ların bugüne intikal eden tüyler ü rpertici etkileri aydınlanm ış
A vrupalı’ya sınanam az, tartışılam az görü n se de. Yoga tekniği,
yalnızca dağ gibi zorlukları değil sahici dağları yerinde oynatm a
irade-im anını biçim lendirdiği gibi, eskilerden beri ü topik idee-
fo rce'u n m erkezini teşkil ediyordu. Buradaki niyet/yönelim tü
m üyle m onom andır,395 en aşırı irade ütopyasının cezbesine ka
pılmıştır: salt niyet ve azimle m addî olana m üdahale ütopyası.
Bu tem rinlerin ana yolu, nefese hakim iyetti; zira insanda da do
ğada da prana, nefes, h er şeyi h arek et eden am il veya Tanrısal
yaşam rüzgarı sayılır. Bedende nefese hakim olm ak, dışsal za
m an ritm ini, yıldızların hareketine olan bağımlılığı kaldıracak;
Yogi, bedeninin k ü çü k alem inde bizzat d ü n y an ın nefesine d ö
n ü ştüğün ü hissedecektir. Kasları gerip gevşetm e tem rinleri, be
d en in du ru şu n a verilen “kalıpların” veya figürlerin sayısı ondur.
H atha Yoga'nın Işığı, [deneyimi] geliştirerek yaşlanm anın ve ölü
m ün alt edebileceğini öğretir; iki anlamda: hem m ükem m el sağ
lık bahşedebilir, hem her şeyden önce çöm ezleri zaten içlerinde
397 Hind mitolojisinde evrenin yaratıcısı olan Tanrıça, aynı zamanda Hinduizme
göre bu dünyayı temsil eden hayalin Tanrıçası.
815
doğrultusundaki o fantastik anlam da, her şeye kâdir olma hede
fidir bu. Kalbinde “lotus çiçeğinin açm asının” çok başka bir bi
çimi yatan Buda bile, b ü y ü se la rz u d a n m üsaadeli b ir arzu olarak
söz eder ve b u n u n gerçekleşm esinin tekniğine değinir: “Ey ke
şişler, bir keşiş dilerse ki: ‘Bir başarabilseydim , çeşitli yollardan
kudretim i artırabilmeyi; örneğin sadece bir iken çok olabilmeyi
ve çok olm uşken tekrar b ir olabilm eyi veya g ö rü n ü r ve görün
mez olabilmeyi; havadan geçer gibi duvarlar, setler, kayalar için
den süzülebilm eyi; veya toprakta, sanki suya dalarcasına batıp
çıkabilmeyi; suyun üzerinde de topraktaki gibi batm adan yürü
yebilmeyi; havada da k uşun kanatlarıyla uçm ası gibi oturur va
ziyette gidebilmeyi; şu kudretli, şu m uazzam aya ve güneşe eliy
le dokunabilm eyi ve yoklayabilmeyi, B rahm a'nın d ü n y aların a^8
erinceye dek bedenim i hâkim iyetim altına almayı'; biri bunu is
teyecek olursa, ey keşişler, o zam an yalnızca m ükem m el erdem i
talim etmeli, ruhun iç sükû n etin i kazanm ası için m ücadele et
m eli, tefekküre/tem âşaya karşı koym am alı, boş inzivalara dost
olm alıdır” (N eum ann, Die Reden G otam o Buddhos [G otam o Bu-
da'nın Konuşm aları] 1, s. 71 vd.). Demek, grotesk-büyüsel arzu
ve irade tekniği, sadece Buda tarafından tanım lanan haliyle bile,
yegâne arzusu tü m arzu lan u n u tm ak olan b ir öğretiye dek uza
nabilir. Ö z-hipnotik,399 büyüselliğin öznel o ld u g u Batı bölgele
rinde ise böylesi bir irade inancına ender rastlanır; bu vakalar da
m ünferittir, Tyanalı Apollonios gibi m ucize adam lar tarzındadır,
asla dinsel sisteme dönüşmezler. Yahudilik, Hıristiyanlık, İslam,
en azından ortodoksileri itibarıyla büyüye düşm andırlar, şam an-
lara hatta yogilere bile taham m ülleri yoktur; büyüsel irade tek
niği veya özne tekniğinin de ö nü kesilmiştir. Tefekkürün/tem â-
şanın yönelim i yalnızca semâyı zorlam akta, m addeyi değil. Keza
Avrupa öznelliği, Yogi için norm al olan bilinç d urum una yalnız
ca ender ve b ü tü n lü ğ ü n ü yitirdiği hallerde geçebiliyordu. Öyle
olunca, Batı bölgelerinde m ertebe olarak H ind'le karşılaştırılabi
lir yegâne öznellik tekniği, kısa vecd anlarının tesisinden ibaret
ti. Vecd an ların d a da d ü n y ay ı aşmaya yönelm iyor, d ü n y a n ın
402 Bir zamanlar öğrendiğin birkaç basit sırdır; fikirlerin nasıl tam anlamıyla
beynine aktığını fark edince şaşıracaksın.
403 Enerjinin gizli amban.
404 Kuvvetlerin nedir ve onları nasıl kullanırsın?
405 Korku köleliği; terbiye dini; tendeki ölümsüzlük; içimizdeki hekim; sessiz
talep kilisesi.
406 Yaşamın ritmiyle senkronize olduğunu hisseden insan.
819
ni pratik olarak güvenceleme umudunu sürekli tazeleyen bi r
psikodinamik ütopyası belirir. Nihayetinde, tümüyle hüdâyina-
bit bir tür irade büyücülüğü, tabii teknik ve sistemden yoksun
olarak, yeni zamanların Batı’sında da eksik değildi. Her ne kadar
daha az ticart anlayışta olsa ve deyim yerindeyse rehinden kur-
tu lmuş bir ruha daha fazla ilgi gösterse bile, Amerika’da olduğu
gibi Avrupa'da da eksik değildi, eninde sonunda akraba bir yö
nelimdi. Burada, natüralizmin, çok geçmeden tüketilen veya is
tismar edilen lâkin henüz irrasyonel-gerici bir biçimde ruha rü-
cu etmeyen sona erişiyle temasları vardır. Yeni Romantik Ma
eterlinck, yüzyıl dönümünde, mekanizm etkisini yitirirken, “bi
lincimizin zirvelerinde bir yerdeki muazzam kuvvet deposun- ■
dan”, “maddenin en yüksek aşamasındaki beklenmedik merkezî
vasfı olarak psişik enerjiden" bir bahsediyordu. Ve Şâir, “Zeytin
dalı” gibi manidar bir başlık taşıyan denemesinde bu kuvveti
“dünyanın mutluluk devinimlerine dönüşü” olarak tanımladı
ğında; Şâir irade kuvvetinin kuşatılmasına dair bu ayrılıkçı iyim
serliğiyle o zamanlar, aynı anda hem James hem Bergson gibi
çok değişik ama yine de kendiliğindenliği daha fazla olumlayan
eğilimleri içeren geniş bir felsefî cemaatin mensubuydu. James,
ilkel halklardaki yoga pratiğinden hareketle, yoğunlaşmış haliyle
iradenin sınırı olmayacağı iddiasına varmıştı. Bergson , psişik
enerjinin mekanik düşüş ve uykuya karşı harekete geçirilecek
mukabil kuvvet olduğunu ilan ediyordu; bu enerji, insanî zirve
sine ulaştığında, yaşamın sürekli irtifa kaybetmesi tehdidini ifa
de eden öldürücü Alışkanlık'a karşı mücadeleye güvence kazan
dıracak, bu arada beyni ve tüm fizikî determinizmleri kullanışı,
bir virtüözün âletine hâkimiyetin den daha aşağı olmayacaktı.
Nihayet, kişinin bir hammaddeye benzeyen, her yerde hissedi
len ve hiç araştırılmamış bulunan “yaşam dü rtüsü”ne dair, biz
zat bu fenomenle ilgili yapılmış az sayıdaki kayıtlardan birine
dikkat çekilmiştir. Bu hatırlatma, gerçi “yaşamın bereketi”nin
formel düzeyde kaldığı fakat bahsedilen alandan aldığı izlenim
leri kaydederek yüzünü onlara dönmüş bir felsefe izlenimcisi
[empresyonis t) olan Simmel'e aittir. Yaşam dürtüsünün öznellik
enerjisi teşkil etmesine ilişkin, Simmel'in izlenimci envanter
kaydı şöyledir “İnsan bireyinin, bakış ve dokunuşu muzun gös-
820
terdigi sınırlarda sona ermediğine ■eminim - tabii bunun için ka
nıt gösterm e imkânından mahrumum. O sınırların ötesinde,
kapsamı hiçbir hipoteze uymayan ve tıpkı bedenin görünebilir
ve dokunulabilir kısımları gibi kişiliğin bir parçası olan bir küre
var, özsel bir. şey olarak veya bir tür ışıma gibi düşünebilirsiniz
bunu. Bu kürenin görünebilir ve dokunulabilir bedenle ilişkisi,
görmediğimiz ama bundan ötürü etkilerini tartışma konusu ya
pamayacağımız kızılötesi ve ultraviyole ışınlarının renkler yelpa
zesiyle ilişkisi gibidir... Bireysel varoluşun bu bileşeni bana tüm
reel cemaat yaşamı için olağanüstü ö nemli görünüyor: Bilme-
cemsi saygınlık fenomeni, insanlar arasında asla rasyonelleştiri
lemeyen sempati ve antipatiler; sık sık yaşanan, bir insanın salt
varlığına tutulmuş olma duygusu; ve tarihselleşmiş hadiselerde
belirleyici olmuş birçok başka şey de buna dayandırılabilir. Buna
karşılık, aşikar ki bu unsur aktarıma ve yeniden kurgulamaya,
bir kişinin beş duyu tarafından nüfuz edilebilir, dolayısıyla bir
dilsel kavrama sahip vasıflarından çok daha fazla kapalıdır. Yine
de muhtemelen, beraberce insanın bütünlüğünü oluşturduğu bu
anılan vasıflarla, henüz hiçbir faraziyeye elvermeyen herhangi
bir tarzda bağlantılıdır. Öyle ki bazen bir insandan, onun konuş
masından, eylemlerinden, dünyadaki görünüşünün tasvirinden
geriye kalan ve yaşamayı sürdüren şey, bu genişletilmiş varoluş
sahasının bir parıltısına temas eder" (Fragm ente und A u fsâtze
[Fragmanlar ve Makaleler], 1923, s. 174 vd.). Simmel bu atmos
ferin görünür kişilik ile bağlantısını her şeyden önce önemli
portrelerde görür; James ve Bergson’un kendiliğindenlik-tekni-
ğiyle tanımladığı bir kuvvet alanına dönük, üzerine daha az te
fekkür edilmiş bir atıf da eksik değildir. Nihayet, Sorel gibi bir
anarko-sendikalist, tümüyle soyut, vahşi biçimde gayrı-determi-
nist, özne Pathos'u içinde nesnesizleşmiş bir tarzda Bergson'u ta
kip ederek iradeyi iyice abartmiştır. İrade, dev bir kas biçiminde
ki şiddet olarak görünür: "force individualiste dans les masses so-
ulevtes" ,*o7 kendi halinde hep baş aşağı giden tarihsel akışı tersi
ne çevirir; “accumulation d'exploits herolques”408 belirlenmiş olanı
409 Desizyonizm: Normatif ölçüleri degil kararları ve karar alıcıları odak alan
politik ve hukuk! çözümleme yaklaşımı.
410 Evren-dışılık.
822
sandaki zayıf arzu ve buradan doğan tahayyülün Pathos'u önem
lidir. Paramirum, Paragranum kitaplarında, sihrin ruhlarım şöyle
çağırır: “Bilmelisiniz ki, tıpta iradenin etkisi çok önemlidir. Bu
radan şu çıkar: bir resim bir başkasını büyüler; k arakterlerin
kuvvetinden, aslanpençesi o tu n d an veya başka b ir şeyden ötürü
değildir bu. Tahayyülün, o n u n (resm in) kendi k u rg usunu aşa
rak kendi semâsını yani insanının iradesini tam am ına erdirm e
nin aracına dönüşm esindendir. Nasıl b ir heykeltıraş bir o d u n
parçasını alıp da yontarak düşüncesindeki şekli çıkartıyorsa, ta
hayyül de göksel maddeyle aynısını yapar. B unun için, insanın
tüm tah a ^ m lü kalbinden gelir: kalp m ikrokozm osun güneşidir.
Ve m ikrokozm osun küçük g üneşinden doğan ta h a ^ m l büyük
dünyanın güneşine, m akrokozm osun kalbine ağar; böylece ima-
ginato microcosmi, m addileşen b ir to h u m olur. Biz in sanlar kal
bim izi hakkıyla idrak edecek olsak, bizim için dünyada im kân
sız bir şey kalmazdı. Seremoniler, çem ber çizmeler, tütsücülük,
m ühürlem eler ve saire b u n u n karşısında m aym unluktan ve sap
tırm adan başka b ir şey değildir. Imaginato, sahiden vuku bulaca
ğı inancıyla teyid edilip tam am lanır, çü n k ü h er kuşku işi bozar;
im an tahayyülü onaylam alıdır çü n k ü iradeyi im an h ükm e bağ
lar” (Werke [Eserler], Huser I, s. 334, 375, II s. 307, 513). Böyle
si bir iman, yalıtılm ış irade teknikleri ve onların salt kendi ken
disiyle silahlanm ış iradesi kadar özneyle bağlantısız değildir. İra
denin yer aldığı Iç'te bağlantı kurulacak tem elin Paracelsus'taki
adı “Archeus”tur; yani insandaki doğanın öznelliği. Archeus, o r
ganik m addenin döllem e esnasında kenetlenm esinin imgesidir,
tohum un içindedir, bedene nüfuz eder, canlandırır ve sonra da
ayakta tutar onu; her irade ve her tahayyül Archeus'tadır, ancak
onunla uyum içinde ve dahası ancak Paracelsus’u n “V ulcanus”
dediği genel kozm ik doğa kuvvetiyle u yu m içinde m u ktedir olabi
lir. Tahayyül bu ikili bağlantıyla sınırlandırıp tem ellendirm e ni
yetindeki Paracelsus, böylece o n u n sonradan kazanacağı soyut
A m ok deliliğinden, keza yapayalnız Don K işotluktan alıkoyar.
M amâfih Paracelsus herhangi bir teknik işi, ister tıbbi olsun is
ter kim yasal, “Archeus-Vulcanus k aldıracı”n ın katkısı olm adan
halletm eye kalkmaz - “doğal b ü y ü n ü n ” öznesinin keskinleştiri
lip elde tu tulm asını sağlayan güç açısından belirleyicidir bu. Yu-
823
kanda, Yoga enerjisinin Avrupaca reddinin, yöntemsel açıdan,
Yunanlıların kehribarın elektriksel özelliklerine dair bilgilerin
den hareketle bir dinamo makinesinin mümkünlügünü reddet
meleriyle aynı şey olduğuna işaret edilmişti. Bu denklemin, Pa-
racelsus'ta açıkladığımız üzere, bir başka anlamı daha vardır, bir
düz anlam: Sahiden de geliştirilm em iş öznellik enerjisi ile sonra
dan geliştirilip dinamoyu oluşturan basit Yunan elektronu arasında
bir analoji mevcuttur. Yoga tekniği, tamamen benzetme olarak,
bu tabakanın Leyden şişesi4” veya elektrostatik jeneratörü diye
bileceğimiz unsurlarını zaten tanıyor görünmektedir (henüz in-
düktör ve katodlan bulunmasa da); Avrupa ise gözünü münha
sıran doğanın dışsal etkenlerine dikerek, Paracelsusçu eğilimle
rin/niyetlerin sağlam ve sebatkar bir takibinden kendi kendini
men etmiştir. Yaşam dürtüsüyle, irade enerjisiyle tanımlananlar,
tabii ancak maddenin organik-fiziksel durumuna bağlı olarak ge-
lişmiştır, dolayısıyla tali analoji gevezelikleri haricinde mekanik
enerjiler düzleminde ölçülemez ve değerlendirilemez; irade gü
cünün eşdeğeri olacak bir ısı ölçüsü yoktur. Psişik enerji de dağ
lan yerinden en fazla imgesel olarak oynatabilir - o da mecazı
alabildiğine zorlayarak. Bir manyetik akım ışığın polarizasyon
[kutuplanma] düzlemini tersine çevirebilir, ama en yoğunlaşmış
irade bile bir kurşun kalemi yerden kaldıramaz. Tam da görünür
uzaktan etki fiziği, endüksiyon elektriği, mucidi Faraday'ın ağ
zından şu vecizeyi dile getirmişti: “Bir ara maddenin aracılığı ol
maksızın kuvvetin uzağa etki etmesi mümkün değildir” ve daha
da doğrudan: “irade kuvvetiyle bir saman çöpünü bile kıpırdat
mak mümkün olsaydı, evrene dair tasavvurumuzu değiştirme
miz gerekirdi.” Yoga pratiğinin tatbik etme iddiasında bulundu
ğu veya Paracelsus'un niyet ettiği gibi, iradenin dışsal makine
lerden yardım almaksızın dünyaya müdahalesi ise bir ara madde
koşulu koymaz, zaten böyle bir şey mekanizmin dünyasıyla ve
ya salt mekanik olarak kavranan bir dünyayla telif edilemez. Yi
ne de burada, teknik-ütopik sorunu koymanın, artık mekanik
olarak kırkılmayan bir madde içinde irade ve tahayyülü sui gene
ris doğal etkenler ilan etmekten sakınmayan meşru bir tarzı söz
825
“Briscarlatina perisi" gibi), anim ist tasavvurlara o kadar yakın
dır. Bu nedenle fizik giderek daha fazla, tek tek tanım lanan kuv
vetleri genel m ekanik çerçevesinde baskı ve itm e çizgisinde düz
lemeye çalıştı. Kimyasal akrabalık atom ların m olekülde bir ara
da durm asını sağlayan gerçek kuvve ttir, tu tu n u m (kohezyon]
m olekülleri bir arada tutan kuvvet, onların tersi ise gazlardaki
yayılm a kuvveti. A ncak daha yüz yıl önce Davy ve Berzelius
kimyasal akrabalığı elektriksel çekm e ve itm e kuvvetiyle açıkla
mayı denem işlerdi. Yalnı.Zca, aynı cinsten atom lar olan karbon
atom larının (zincirler ve halkalar halinde) kim yasal bağlanm ası
n edeniyle çök en bir açıklam aydı bu. K uantum teo risini esas
alan elektron araştırm aları, kimyasal akrabalığın hâsıl ettiği kuv
vet denen şeyin, atom altı oluşum lardaki kaynağına inerek ek
siksiz açıklam ak üzeredir. G enel görecelik teorisi, yer çekim i
kuvveti denen şeyi kendine m ah su s bir enerji form u hatta bizzat
enerji olarak [m uhafaza ederek] aşm aya çalışıyor, o n u d ö rt bo
yutlu bir sürekli dizinin m atem atiksel yapısıyla açıklıyor. Bir ci
sim çekiliyorsa, bu m ünhasıran, o n u n kavisli uzam da en kısa
yolu, jeodesik [yerölçümsel] bir h attı izlediği anlam ına geliyor.
Uzam, büyük kütlelerin yakım da özellikle kavislidir, dolayısıyla
bu uzam daki bir cisim yanıltıcı parabol veya elips g örüntüleri
sunabilir. Fakat bunlar sadece ■Ö klidci görüş açısından böyle gö
rünürler, sadece düz uzam da b ir yer çekim i kuvvetinin varsayıl-
m asını zorunlu kılarlar. Fiziğin eğilimi, tü m kuvvet görünüşleri
ni, Ö klidçi-olm ayan m etrik bir eğim li dizideki yerel düzensiz
likler olarak tanım lam a yönündedir. Böylece en azından kuvvet
lerin özgül çokluğunun ortadan kalktığı aşikârdır, tıpkı araların
daki ast üst ilişkisinin çoktan beri ortadan kalktığı gibi. New-
to n ’un Optik'inde kehanet ettiği şey gerçekleşiyordur: “Şeylerin
h e r tü rü n ü n , onun etkide b u lu n m asın ı ve g örülebilir tesirler
m eydana getirm esini sağlayan özgül bir saklı özelliğin m elekesi
ni taşıdığını söylediğinizde, aslında h içbir şey söylem iş o lm u
yorsunuz. Oysa görünüşlerden hareketin iki veya üç genel ilke
sini türetebilir ve b u açık seçik ilkelerden nasıl b ü tü n cisimsel
şeylerin özellik ve etkilerinin çıkarsanabileceğini söylerseniz, bu
doğa araştırm acılığında b ü y ü k bir ilerlem e olacaktır, bu ilkele
rin sebepleri hen ü z keşfedilm em iş olsa b ile .” Yine de: özgül
826
kuvvetler, belirli bir görünüşler [fenom enler] g ru b u n u n başka
larıyla karıştırılam az n itelik tek i etki fo rm u n a özgü o ldukları
m üddetçe, bu genelleştirici nicelleştirm eyle tüketilm iş sayılm az
lar; afyonun meş’um “vis donnitiva"sı bile bu şekilde tüketilm iş
olmaz. Ç ünkü nicelleştirm e b ü tü n kedileri tekir yapar, doğanın
genel kuvvetinin tezahür ve etkisinin farklı k iplerini kale almaz.
M ekanik b ir yeknesaklığın, gelişm enin daim a niteliksel o lan ba
sam aklarına, enerjinin (yalnızca sakınım ına değil) özdeşliğine
d a ir b ir teo rem in o n u n hala m ayalanm akta o lan çekirdeğine
(Leibniz’de, inquietude poussante) ve giderek daha ü st düzey n i
telik kazanan nesnelleşm elerine (Aristoteles’te, Entelechie) gale
be çalm asını sağlar. Tam da değişik baskın kuvvetlerin doğanın
tek bir tem el kuvvetine indirgenm esi, yalnızca h er şeyi m ekanik
bir analizle yerle bir eden bir indirgem e olamaz. E lektrom anye
tik ışık teorisi bakım ından da böyle olamaz, tüm görünüşlerin
basit bir evrensel [elektrom anyetik] alan [teorisi] yasasına da
yandırılm ası anlam ında bir indirgem e olam az. Zira “yüklem e”
[şarj), “enerji d ü ğ ü m ü ”, “alan", h a tta kendine m ahsus bir kav
ram olan “enerji basam akları” (atom un yapısında, tam kuantum
sayılarıyla ifade edilirler); etki kuvveti ve tohum a ilişkin bu yeni
terim lerin hepsi y a n yarıya soyut kavram lardır, dolayım lar de
ğil. Salt nicel olm ayıp yüksek m atem atik soyutlam alarıyla bir
natura naturata'nın nicelleşmeleri olarak yalıtılm alarına rağmen,
bir n atura naturans'ın üretici niteliğine duhul olarak, en azından
b u n u n ajanı/aracı olarak kavranm azlar. Fizik, diyalektik niteli
ğiyle, natura naturans gibi bir kuvvet çekirdeğiyle, hem kendi
içinde hem ü rü n leriy le niteliksel olan [bir kaynakla] ilişkisini
kesmez. A tom un içinde olup bitenlerin, h er yalıtılm ış ' başlangıç
gibi karanlık bu tu h af kökenin bile som ut olarak düşünülebil-
mesi, burada faal olan doğa kuvvetinin nitel hatlarına bakm a ça
bası olm adan, m üm kün değildir. Hele fırtına, kasırga ve saire gi
bi nesnel bir nitellik, ultraviyole ışınlar veya havanın yüksek ta
bakalarının iyonlaşm ası ile tüketilem eyen ve kavranam ayan bir
veridir O nu kavranan bütünsel görünüşü içinde anlam a çabası,
eğilim /niyet itibarıyla, h er ne kadar m itselliğin dışına fazla çıka-
masa bile, Paracelsusçu çerçevede gösterilm işti: “Archeus”un öz
gülleştirilm iş “enerji d üğ ü m ü n d e” in san i k uvvetin özü, “Vulca-
827
nus"un genel enerji düğ ü m ü n d e ise kozm ik kuvvetin özü aranı
yordu. Archeus bireyselleştirilm iş doğa kuvveti ise, Vulcanus da
evrende dönenen, yanan, yağan, çakan “elem entlerin virfus”u '" 3
v e b ü tü n ü n b ir aradalığının tem eli olan m ilyon başlı doğanın
özüdür. Elbette b u n lar da boş sözler ve adlardır, ü stelik m itolo
jiktirler, fakat b ir bilgisizliği örtm ez, tah a^m ld ek i öznel enerji
etkeniyle rabıta kurm anın veya o n u n evrensel kavram ını bu lm a
n ın nesnel im kânının etrafında dönerler. A rcheus ve Vulcanus ve
ya o zam andan beri dinam ik-nitel b ir doğa felsefesi için de doğa
nın “üretk en liğ in e” verilen başka b ir ad: Isis veya Pan'ın hâlâ
m itsel nitelikli türevleri olan b u n la n n hepsi, m itsel-değil olarak
tanım ladıklarıyla, doğa deneyim inin som utluğuna ve onun üre
tici etkenine aidiyete/tâbiyete, m ekanizm in soyut veya kısm ı ha
kikatlerin d en daha yakındırlar. P aracelsusçu [bakış], doğanın
bu öteki yanına d a ir b ir işarettir yalnızca, fakat uyarıcı ve m eka
n ik bakışla b ertaraf edilem eyecek b ir işaret. Schelling'in din a
m ik-nitel doğa felsefesi, keza Hegel’inki, fiziksel üretkenliği te
mel alan bir felsefe olarak pekâlâ Paracelsusçudur ve kendisi de
sadece bir işarettir, ama m ekanik sek tö rü n dışında, dolayım lan-
m ış bir doğanın işareti. Böylesi dolayım olm adan, Fiziksel O lan
fiilen yalnızca soyut aklın cesedidir; ancak o dolayım ladır ki, sa
hici bir gerçekçilikle, diyalektik gerilim burada da açığa çıkar;
m ekanizm in inkâr ettiği ren k li yüzeyin altındaki grilik olm adan,
varlığın daha ilk tem elini kaplayan caput m ortuum 4'4 olm adan.
Doğana üretim in b ir ocağı v ar ise, b u kökenin yapısı atom altı
m o d ellerle veya ev ren sel b ir alan yasasıyla d a , tü k etilem ez.
Özellikle de, başlangıçlarla kısıtlanm ak yerine sürekli dünya sü
recine yeniden m üdahale eden ve dünyasal bağlam içinde ora
d an oraya d ev in en , k e n d in i ifşâ eğ ilim in d ek i bir k ö k en in k i.
T üm bunlar m ekanizm e kapalıdır; doğal görünüşlerin hem de-
verânını hem diyalektik sıçram asını sağlayan aracı/ajanla ilgili
esas sorun, nicel bir m evcudiyeti de olan fak at nicel olarak izi
sürülem eyecek bir im â içerir. K endini yalıtık d u ran başlangıç
larla sınırlam ak, m ekanizm in b ir hususiyetidir; ü rü n ve bağıntı-
829
-eylem i en fazla bir vakıa olarak gören ama eylem in kendisinde
ki eylemselligi görm eyen-, um um i bakış açısından kurtulm ak
dem ektir” ( Werke 1, s. 13). Yani alışılagelmiş bakış açısının, ü rü
ne bakıp da doğanın b u n u n kökenindeki üretkenliğini gözden
kaybetm esine karşılık, felsefî-som ut bakışta ü retk en lik ü rü n ü
unutturm alıdır. Tabii gerek Schelling gerek Hegel, doğanın teza
hürlerinin tarihini halihazır insanda, tarihsel başlangıcın sürüm
noktasında konum landırırlar; H egel, yine de “nesnelerin çok çe
şitli ve karm aşık m onogram larında” şifresi çözülm em iş, insan
tin in d e h e n ü z tam a y d ın la n m a m ış b ir a n la m g ö re n Schel-
ling’den daha fazla yapar bun u . Hegel'de, “k en d i kendini dizgin
leyen ve kurgulayan esrik bir T anrı” olan doğa, zaten halihazır
tarihin içinde dizginlenm ekte, düzenlenm ekte ve aşılm aktadır,
öyle ki, hiçbir özsel bakiyesi kalmaz. D oğanın ü retkenliğinin ve
onun ürünlerine ilişkin bu tüm üyle antikacı geçmiş ve olm uş-
bitm işlik açıklaması, Schelling ve Hegel'de b u n u n dışında pekâ
lâ varolan, doğal kökene yaklaşm a yönelim inden, - k i çiçek aç
ma mevsimi geçtiyse, oraya yaklaşm anın bizatihi üretken bir an
lam ı y o k tu r-, aşikâr biçim de farklıdır. G erçekte ise ne çiçek aç
m a mevsimi geçmiş, ne de insani tarih, bedenselliği, çevresi ve
her şeyden önce tekniğiyle, doğaya salt geçmiş [bir olgu) olarak
bağlanm ıştır. Tersine: Nihiiî olarak ifşâ edilen doğa, aynen nihâî
olarak ifşâ edilen tarih gibi, geleceğin ufkunda y e r alır; som ut tek
niğin gelecekte pekâlâ beklenebilecek dolayım kategorileri de
yalnızca bu ufka koşarlar. Dışsal tekniğin yerine, doğanın üret
kenliğe katılım ıyla bir ittifak tekniği m ü m k ü n hale geldiği oran
da, d o nm u ş b ir doğanın oluştu ru cu kuvvetleri de yeniden ser
best kalacaktır. Doğa geçip gitm iş bir şey değil, daha boşaltılm a
mış inşaat sahasıdır, insanın henüz hiç ona ya ra şır bir şekilde ku
rulmamış evinin henüz buna ya ra şır şekilde m evcut bulunmayan
inşaat m alzem esidir. S orunsal doğa-ö zn en in b u evin inşaatına
katılma yeteneği, som ut bir fantezi olan insani-ütopik fantezinin
n esn el-ü to p ik m uadil kavram ıdır. B unun için, insanın evinin
yalnız tarih te ve insan eylemi tem eli üzerine kurulm adığı kesin
dir, her şeyden önce dolayım lanm ış bir doğa-özne temeli üzerinde
ve doğanın inşaat alanında yükselm ektedir. Bu ikinci tem elin sı
n ır kavram ı, insanlık tarihinin başlangıcı değildir; o başlangıçta,
830
(tarih boyunca hep m evcut olan ve onu çevreleyen) doğa, -a m a
h a k ik i- regnum hom inis k o n u m u n a sıçram ış ve dolayım lanm ış
bir fayda olarak, yabancılaşm aksızın yükselmiştir.
831
üretim de çalışma daha temiz hale gelmiştir, ama daha neşeli de
ğil. B undandır, soy u t k âr g ü d ü sü n d e n d ir, m ak in e ve m akine
em eğinin d ünyanın üzerine getirdiği çirkinleşm e. K apitalizm artı
m akine m allan, eski şehirlerin, ‘serpilm iş' güzel evlerin ve mo
bilyalarının, organik olarak inşâ edilm iş h er şeyin fantezi dolu
siluetinin tahribine yol açtı. O n u n yerini, geçen [19.] yüzyılın
ortalarında, emekçi sınıfın d u ru m u n a olduğu kadar, m uzaffer
m akinenin ilk zuhur ettiği yer ve bizatihi onun ilk zuhuru mâ
hiyetinde olan çalışma m ekânına da tekabül eden b ir cehennem i
ileri m im arî aldı. Dickens A ntikacı Dühkdnı’nda b u ilk endüstri
coğrafyasının öyle u n u tu lm az b ir tasvirini yapm ıştır ki, b u g ü
n ü n en temiz elek trik üretim tesisi bile o n u n “d ö rt bir yanda
çölleşmiş, çorak to p ra k ın ın , “ağır kâbusların dehşeti olan sıkıcı
çirkin form ların so n u gelmez tek ran "n ın , “ışığı k arartan ve b u
lanık havayı zifire boğan zehirli du m an ve ciyak ciyak bağıran
m akineler”inin posasıyla baş edemez. Böyle şeyler o zam andan
beri elbette daha tem iz ve intizam lı hale geldi, estetik m akine
kırıcılığı, ahlâki m akine kırıcılığından da fazla, çağa uygun ol
m ak tan uzaklaştı, D ickens'in m akine coğrafyasına a rtık sadece
19. yüzyılın terk edilm iş çö k ü n tü bölgelerinde rastlanabiliyor;
hatta bu, dem onik-grotesk çirkinliğiyle bizzat yeni, sürrealist bir
estetik nesneye dönüşüyor. Ne var ki sürrealizm nesnesini hak-
lılaştırm ıyor da sorguluyor onu; ve b u g ü n ü n en tertem iz işlevsel
form u veya sözüm ona m ü h en d islik sanatı bile o n u n altındaki
çoraklığı, yabancılaşm ışlığı örtem ez. Değil m i ki, m akinelerin
rafineleşm esi ve organik olm aktan çıkarılm ası o ranında yabancı
laşma da ilerliyor? G iderek daha öne sürü len am a giderek yal
nızlaşan ileri karakol m evkiinde tekniğin eksiği, kapitalizm in
kendini kopardığı eski doğal dünyayla bağ ve doğadaki, soyut
kapitalizm in asla b ir g iriş im k ân ı bulam ayacağı, bizzat teknik
açısından m ünasip olan b ir şeyle bağdır. B urjuva m akine d ü n y a
sı, kaybolm uş olanla henüz kazanılm am ış olanın ortasında d u
ruyor. G erçi üretici güçlerin şim diye kadar görülm edik derecede
b ağlarından kurtulm asını sağlam ası ve ilerici k arak teri itibarıy
la, artık kapitalist olm ayan b ir toplum da da daha u zu n süre iş
başında bulunacaktır, fakat yine de tüm kapitalist dünyayı saran
kendine m ahsus b ir solgunluk ve kabızlıkla m alûl olacaktır. Bu
832
cesetsi hal şimdiye kadarki m akine m am ûllerine de geçmiştir,
eski zanaat ürünlerin d en farklıdırlar; fabrika tesislerinden ü rü n
lere uzanan m üh en d islik sanatı, tüm bu işlevsel form lar ve b u n
lardan guru r duyan fantezi y oksunluğu da örtem ez bunu. Kant
sanatsal dehâyı, doğa gibi yaratabilm e kud reti olarak tanım la
mıştı. Üstelik yalnızca kendi yaratılarını gayniradî ve bir zorun
lulukla m eydana getirm esi anlam ında değil, ürü n lerin in, doğayı
aşar veya aşmaya azm ederken, “doğal bir etki uyandırm aları ve
doğa olarak görülebilm eleri’’ anlam ında. Teknik akıl gerçi sanat
sal değildir, ilave güzelliği değil ilâve kuvveti amaçlar, lâkin o da
hasıl etmeye dönük b ir akıldır, m addeden daha fazla kuvvet çı
k a rm a veya y e n id e n o lu ş tu rm a y a d ö n ü k b ir ak ıl. D em ek,
Kant’ın estetik ölçütü, m üstakbel-som ut b ir dehâ olarak salt hile
tekniğinin ilerisine geçmeye çabaladığı oranda, m utatis mutan
dis, teknik deha için de iyi kötü geçerlidir. K ant'ın doğada bir
özneyi (natura naturans) doğaya salt düşünm ekle ilave edilebile
cek b ir şey olarak görmesi, -a y n e n , K ant'ın “doğanın içkin tek
niği” dediği şey g ib i-, buna ters değildir. Yalın N ew toncu doğa
m ekanizm asının K ant'taki olağanüstü ağırlığı bile, yargı gücü
n ü n eleştirisinde, b ir n atura naturans’a hatta natura supernatu-
rans’a atıfta b u lu n an - is te r özdüşünüm sel ister h ip o te tik - bir
kavrayış tarzına m ani olamaz. Şüphesiz, bir doğa öznesi (yalnız
ca sekülerleştirilm ekle kalm ayan eski Isis), doğanın en genç oğ
lu olan insan tarafından som ut olarak dolayım lanm ası bu şekil
de başarılam adığı m üddetçe, so ru n lu kalacaktır. F akat b u n u n
im kânı halâ açıktır ve yolu da nesnesinde çizilm iştir; yalnızca
bizim onunla ilgili idrakim izde değil, doğa-m addesinin nüfuzu
olm aksızın sorunlaşm ası bile m ü m k ü n olm ayacak bir idrak edi
lebilirlik halinde [m ev cu ttu r]. Her türlü spekülasyonu bir kena
ra bırakarak toparlarsak: Doğanın öznesi olmanın donanımı, bir
reel imkânı mevcuttur; on u zaptederek, F aust'un ateşle kurduğu
ilişkiyi kurabilir, yalnızca ondaki gizil En lyi'yi bizim En lyi’mi-
zin dolayımı kılm ak üzere aşabilirsiniz doğayı.
Ateş yalnız ehlileştirilir, yalnız başında durulursa, yabancı ka
lır. O nun üzerinden açılan yol izi o zam an basbayağı tehlikeli
olur, ilâve kuvveti toplum sal yönden şim dikinden daha iyi idare
edilecek olsa bile. Halihazırda h ü k ü m süren toplum da, o ateşteki
833
çehresini bize dönen akraba ru h ta n eser olmadığı kesindir. M ü
hendise özgü b ir korku vardır; fazla emniyetsizce, fazla ilerilere
uzanm ış olm aktan ko rkar, hangi kuvvetlerle uğraşacağım bil emi -
yordur. Böylesi dolayıyırnsızlık, içeriğin bir kenara bırakılm asının
en aşikar sonucu olan teknik hazanın hiç de önem siz bir kaynağı
değildir. H er şeyden önce bu, yani kaza, doğa kuvvetlerinin bi
zim tarafım ızdan h e n ü z çok az dolayım lanan içeriğinin, büyük
zararlan göze alm adan silinip atılamayacağını gö sterir. Bunun ya
nı sıra insanların başına gelen b ü tü n kazalar arasında olduğu gib i
kazaların doğayla ilişkisinde de, çok öğretici bir tuhaf ortak no k
ta vardır: Teknik kazayla İktisadî k riz, İktisadî krizle teknik haza
arasında bir akrabalık bulunur. K uşkusuz, ikisi arasındaki farklı
lıklar akrabalıktan daha göze görünür, kısm en de daha büyüktür,
zaten m ukayese b u bakım dan paradoks görünür. Teknik kaza,
[belirli bir] yasa llığa uygun hareketlerin tesadüfi bir çaprazlan
ması, onların öngörülm em iş bir dışsal kesişimi olarak görünür;
ekonom ik ^kriz ise tüm üyle tesadüften uzak biçim de, onun gitgi
de sertleşen çelişkilerinden b irisi o larak kapitalist iktisadın ü r e
tim ve m übadele tarzı içinde gelişir. Ama yine de iki felaket de
rinlerde birbirlerine tekabül ederler, çünkü her ikisi de neticede
insanın, kendi eyleminin m addî cevheriyle kötü dolayımlanmış, so
yu t bir ilişkisinden doğarlar. Teknik kazaya karşı bazı güvenceler
vardır, bunlar burjuvazinin iktisadı krizler karşısındaki çaresizli
ğine kıyasla daha fazla üzerinde d ü şünülm üş ve biraz daha geniş
malûmatlıdırlar. Zaten teknik güvenceler malzeme d enetim inin,
yer-konum tayininin, m eteorolojinin gelişmesiyle artar. Ne var ki
doğa da böylece dayakçı terbiyecisinin dos tu oluvermez; riskin
azaltılm ası bu rj uva-teknik doğa ilişkisini soyutluğundan çıkar
maz. Savaş tekniği bile, düşm anın aleyhine ziyadesiyle bilinçli
bir felaket tekniği olarak kazayı (ötekinin başına gelen kaza) n e
redeyse rasyonelleştirm esine rağmen, soyut, sadece yönlendirici
dir. Atom bom bası gerçi A m erikan Hıristiyanlığının ölüm süz za
feridir, bom banın patlam a ânındaki parıltısı G rünew ald’m İsa’sı
nın Isenheim sunağındaki ışığına benzetilm iştir;4^ fakat politik
korkular b ir yana, m ühendisin o korkusu n u n tam yeridir burası.
415 16. yüzyıl ressamı Matthias Grünewald, bu ünlü eserinde çarmıhtaki İsa’yı
korkunç acılar içinde ve başının üzerinde hâle olmadan resmetmiştir.
834
Sentetik olarak im al edilen felâket de, yıldızsı yük sek fınnlanyla,
azam i hileyle tak lit ettigi doğayla yakınlaşm ış olm az. Burjuva
tekniğinin ufkunda h ep tesadüf oluşturm ak vardır; dışsal olarak
kalan iki zorunluluğun kör, hak im olunam ayan, dolayım lanm a-
yan karşılaşm asından, tesadüf im al eder. Ve bu tesadüf dışsal zo
runluluğun arka yüzü değildir sadece, b u arka yüz niteliğiyle ay
nı zam anda, insanın yalnızca doğa kuvvetleriyle m erkezi dolayı-
m ının çok az olm akla kalm ayıp, doğanın teşkil ettigi sebebin
k en d i içinde de hen ü z dolayım lanm am ış o ld u ğ u n u gösterir. Bu
nedenle teknik felaket h e r zam an, belirtik dolayım lanm am ışhk
olarak Hiç’in tehdidini içerir; b u kaos içinde h er çöküş, [bu teh
didin] yeni b ir deneyidir. Yukardaki “tem ellendirm ede” (bkz. s.
381) b u n u zaten aydınlatm ıştık: “Hiç’in diyalektik kullanılabilir
liği, adeta tahribat olarak, tarihte hep yeniden açılan b ir cani k u
yusu olarak Hiç'e sah ip olan, tüm üyle anti-tarihsel ön-görünü-
şü n de üstü n ü örtm ez.” A u fo n d m evcut b u lu n an teknik dolayım-
sızlık, dışsal bir örtüşm e durum unda, - b u du ru m ne derli şaşırtıcı
da olsa-, da azalmış olmaz. M atematik-fiziksel b ir tem elde onca
kudretli b ir gelişme kaydetm iş olan burjuva-soyut hesapçılığına
bizzat doğada tekabül eden b ir hat vardır - m ekanik hat. Yeni en
düstrinin teori-pratiğinin kanıtladığı üzere, fiziksel doğada da bir
parça som ut soyutluk vardır; b u da, hesaplayıcı düşüncenin, ar
dındaki burjuva temelin çökm esinden sonra da uzun süre tekno
lojik geçerliliğini koruyacak olm asının sebeplerinden biridir. Fa
kat saf m ekanik olanın yasası bir d izi tesadüfilikten ibarettir, ta
rihsizdir, basm akalıptır; şeyleşmesi veya kabuklaşm ası m ekanik
tarafından gayet açık tanım lanan kaosun kendisi gibi içeriksizdir.
Demek, salıverilmemiş b ir doğayla, Hiç’e karşı hamlesi olmayan
bir doğayla b u k ısm i örtüşm e de, soyut tekniğin soyutluğundan
çıkm asına yardım cı o lam az. K endi m addesiyle d o lay ım sızh k ,
b u rjuva ekonom isiyle burjuva tekniğinin b ü y ü k ö lçüde o rta k
paydası olmaya devam eder; burjuva-sonrası dönem de bu anlam
daki teknikte değişiklikler görülecektir. B urjuva tekniği doğal
m ekanizm lerle ihtiyari akrabalığı sayesinde elbette kapitalist-so-
yut iktisattan çok daha sağlamdır, Öklidçi-olm ayan cüretkârlık
lardan da m ahrum değildir, daha önce gördüğüm üz gibi, bunla
rın belirgin b ir dam gası vardır. M amâfih kriz de kaza da her iki
835
soyu tluk için aşılmaz engeller çıkarırlar; çünkü her ikisi de te-
fekkürcüdür, h er ikisi de idealisttir, her ikisinde de biçimin içeri
ğe karşı sahiden idealistçe b ir kayıtsızlığı söz konusudur. işte,
yalnızca krizler değil teknik felâket de, b ü tü n bunlar, burjuva ho
mo faber'in kendi eserinin maddesiyle, hele m esnetsiz üretkenli
ğiyle, doğa-m addenin kendisindeki eğilim ve gizillikle olan dola-
yım sızlığının bedelidir. Ancak tarihin öznesi olan çalışan insan
kendini tarih in yapıcısı olarak kavradığında, böylelikle tarihteki
kaderi ortadan kaldırdığında, doğal dünyanın üretim ocağına d a da
ha fa zla yaklaşabilecektir. M arş tarihin m addesini insanın insan
larla ve doğayla ilişkisi olarak belirlemişti; b u ilişki, burjuva top-
lu m undak i gibi genel ve per definitionem calculi4'6 so y u t oldu
ğu nda, b u ilişkiyle etkileşim de b u lu n an doğa-m adde de h enüz
som ut bir selâm et getiremez. Tekniğin M arksizmi, üzerine düşü
nülecek olduğunda, istismara uğram ış m adenler adına bir hayır
severlik değildir ama pekâlâ söm ürücü ve hayvan ehlileştirici ba
k ış açısının n aif b ir biçim de doğaya taşınm asının sona erm esi de
mektir. İnsanın insanlara davranışı ile doğaya davranışı arasında,
b ü tün farklılıklarına rağm en açığa çıkarılan bağıntı, tekniğin do
ğaya yabancılaşm asını ortadan kaldırm az am a vicdan rahatlığını
kaldırır. Saf kapitalizm den doğmuş olan ve ondan başka da bir
şey bilm eyen Kuzey A m erika'nın doğayla, -e ste tik olarak dola
yım lanan da dahil—, hiçbir ilişkisinin olm am ası, sebepsiz değil
dir. Doğanın akışının dost olması, tekniğin ise doğanın kucağın
da uyuklam akta olan yaratım ların serbest bırakılm ası ve dola-
yım lanm ası anlam ına gelmesi, so m u t ütopyanın en som ut [tasa
rımları] arasındadır. Ancak b u som utlanm anın salt başlangıcı b i
le insanlar arası ilişkinin som utlanm asını, yani toplum sal devri
m i varsayar; o olm adan, doğayla m ü m k ü n ittifaka giden bir m er
diven bile y o k tu r - nerede kaldı k i oraya açılan b ir kapı olsun.
837
la bütün ve her türlü somut ilişkinin çökmesi biçiminde yansır.
Böylece, bir taraftan, öznel idealizm bastırır, yani fiziğin Berke-
ley’leri; öncelikle neslinin hiçbir zaman tükenmediği lngilte-
re'de. Diğer taraftan, doğa tarafında, söylenene bakılırsa yalnızca
göze görünür olan değil kavranabilir olan gerçeklik de sönümle
nir; natura naturans ile dolayımlanmamışlık kendini yöntemsel
bir şeref meselesine dönüştürür, her halükarda mutlaklaşır. Bun
lar çözülmekte olan bir toplumun, onun krizlerinin ve kendine
özgü kaosunun refleksleridir; bunların fiziklerini ikiye bölen
tarz, gözler önüne serer bu refleksi. Her türlü mikrokozmos-
makrokozmos ilişkisinden iyi ce yalıtılmış, hele doğal diyalektik
ten, fiziksel özne-nesne ilişkisinden iyice uzaklaşmıştır. Ancak
yeni-Berkeley, doğa felsefesine dair hiçbir beyan içermeyip yal
nızca sosyolojik bir beyan içeren yorumlarıyla, etki kuvvetine ve
tohuma en uzak yere düşmüştür; [oysa] agnostisizm de, Jean ve
Eddington’un, Mach ve Russel’ın kaos dünyası da geç-kapitalist
ideolojiye aittir, doğal felsefesine değil. Doğal içerikten mutlak
yabancılaşma, tekniği iki kere el çabukluğuna dönüştürür, ebe-
cj.iyen peçelenmiş doğa, ebediyen bağlanmış dev arasındaki iliş
kiyi iki kere vurgular. Tekniği insandan giderek daha uzaklaşan
doğa bölgelerine taşıyan, organik olmaktan çıkarma süreci, üste
lik tekniğin soyutluğunu da artırmıştır. Soyutlukla beraber, gi
derek müşkülleşen bir tarzda, yurtsuzluğunu da artırmıştır; ışın
lama makineleri, toplumsal temelin yanısıra şimdi fiziksel yön
den aşinli oldukları temelden de yoksundurlar. Yani arzulanan
ilâve kuvvetleri somut olarak dünyadan söküp çıkaracak olan
tam da organik olmaktan çıkanna süreciyse, o zaman bu çıkma
nın ya ln ızca gözle görünür olana değil D ışsal-O lm ayana uzanm a
sı, dolayısıyla daima, artık m itsel olmaktan çıkan bir natura natu-
ran s’la dolayım lan m ası gerekir. Toplumsal sebepleri avucuna
alan - toplumsal-politik özgürlük böylece doğa politikasında da
sürdürülmüş olur. Zaten bu dolayım, Engels’in insanla insan
arasındaki ilişkide zorunluluğun ülkesinden özgürlüğün ülkesi
ne sıçramak dediği şeyin teknik-doğa felsefesi alanındaki karşılı
ğıdır. Engels salt dışsal toplumsal ve fiziksel zorunluluklar ara
sındaki paralelliği vurgular: "Toplumsal açıdan etkili kuvvetler
aynen doğa kuvvetleri gibi etkide bulunurlar: körlemesine, şid
838
dete dayalı, tahripkâr - biz onları idrak etm ediğim iz ve onları
hesaba katmadığımız sürece böyledir bu. Ama bir kez onları id
rak ettiğim izde, faaliyetini, istikam etlerini, etkilerini kavradığı
m ızda, onları giderek daha fazla iradem ize tabi kılm ak ve onla
rın dolayımıyla am açlarım ıza erişm ek artık yalnızca bize bağlı
d ır” (Anti-Dühring, Dietz, s. 346). Keza gerek toplum sal gerek
fiziksel alandaki kör, felâketli zorunluluk, üretici güçlerin dola
yımıyla h er iki alanda da kırılacaktır. Bir yanda, insanın kendi
toplum sallaşm asının efendisi olm ası, yani tarihi yaratan özne
olarak kendi kendisini dolayımlamasıyla; beri yanda, doğa yasa
larının şim diye dek karanlıkta kalan oluşum ve koşullanm a te
mellerinin artan dolayımıyla. Engels, altını çizerek, her iki alanın
da, yani dolayım ın onlar aracılığıyla ve onların içinde vuku b u
lan her iki edim inin de, en fazla tasavvurda birbirinden ayrılabi
leceğini fakat gerçekte ayrılam ayacağını vurgular: Toplumsal öz
g ü rlü k içinde varolm akla idrak edilen doğa yasaları ile uyum
içinde varolm ak, birbirine bağlıdır. D arbecilikle, yani soyut bir
tarzda h er ikisinin de etrafından dolanm ak m ü m k ü n değildir;
en kesk in k a rşı h am lede, o lm uş olanı aşm a ham lesinde bile,
dünyayı değiştirm enin nesnel eğilimi soluk almaya devam eder.
Onca sentetik nitelikli kimya ve onca cüretkârca genişleyen ışın
lama tekniği bile, somut olarak dünyadaki bir a posteriori sente-
tik-genişletici unsurla m üttefiktir, öyle olm ak zo rundadır ve öyle
olacaktır. A P osteriori sentetik-genişletici unsu r, doğanın Ol-
m uşluğu n u n ötesinde, bizzat doğanın diyalektik yasallığında
m ündem içtir. Burjuva doga bilim inin ve o n u n tekniğinin geliş
tirdiği salt dışsal-yasal kavrayışla, doğal zo ru n lu lu k elbette ki
henüz m erkezî biçim de idrak edilm iş ve dolayım lanm ış olmaya
caktır; kanıtlam ış olduğum uz gibi. Kendisi dışsal olan bu zorun
luluk, hâlâ k ö r bir z o ru n lu lu k tu r ve böylelikle hâlâ daha çok İl
kelliğin ve M itos'un k a d e r k av ram ın a tabidir; yani, hakikaten
idrak edilerek özgürlüğe kavuşturulan, -s o m u t tekniğin kendi
kavram ını ve doğada sürdürdüğü yaratıcılığını dayandırabilece-
ğ i-, zorunluluk olarak, Kader Tanrıçası Moira'ya. Ancak Tyche
ve M oira, tesadüf ve kader, yalnızca salt dışsal b ir doğal zorun
luluğun aşılm am ış uğraklarını teşkil etm ekten çıktığında, ancak
doğa kuvvetinin içindeki bu kesinlikli m evcudiyetiyledir ki, tek
839
n ik hem felâketli yüzünü hem soyutluğunu aşacaktır. B ununla
niyet e d ile n /y ö n e lin e n , em salsiz b ir k e n e tle n m e d ir, in sa n ın
(kendi kendisini toplum sal olarak dolayım lam ası koşuluyla) sa
hiden doğaya yerleştirilm esidir (tekniğin doğayla dolayım lan-
m ası koşuluyla). N atura dominate ı4’7 yerine, natura naturans ve
supem aturans: Som ut teknikle ilgili, daha iy i bir dünyanın tasla
ğındaki kasıt budur. D ünyanın kalbi altından olsaydı, b u kalp as
la altın haliyle bulu n m azd ı ve kerem ini de ancak tekniğin işleyi
şiyle beraber atan b ir kalp olarak gösterebilirdi.