Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 841

ERN ST B LO C H • U m u t İ l k e s i • CIlt j

Goethe-lnstituı'un katkılanyla yayımlanmıştır.

Das Prinzip Hoffnung


© 1959 Suhrkamp Verlag Frankfurt am Main

iletişim Yayınları 1269 • Politika Dizisi 62


ISBN-13: 978-975-05-0545-4
© 2007 lletişim Yayıncılık A. Ş.
1. BASKI 2007, İstanbul (1000 adet)

Dili KAPAK TASARIMI Utku Lomlu


KAPAK Suat Aysu
KAPAK FİLMİ Mat Yapım
UYGUİ^LAMA Hüsnü Abbas - Hasan Deniz
DÜZELTİ Kerem Ûnüvar
MONTAJ Şahin Eyilmez
BASKI ve CİLT Sena Ofset

İletişim Yayınlan
Binbirdirek Meydanı Sokak Heti.şim Han No. 7 Cagaloglu 34122 İstanbul
Tel: 212.516 22 60-61-62 • Faks: 212.516 12 58
e-mail: iletisi^m@iletisimxom.tr • web: ^^w.iletisim.com.tr
ERNSTBLOCH

Umut İlkesi
C t L T 1

D a s P r in z ip H o ffn u n g

ç e v i r e n T a n ıt B o r a
ERNST BLOCH 1885'te Yahudi bir küçük memur ailesinin çocuğu olarak Ludwigs-
hafen'de doğdu. Münih'te, fizik ve müzik yan daUanyla destekleyerek, felsefe dok­
torası yaptı. “Emperyalist işgal savaşı" olarak gördüğü Birinci Dünya Savaşı'nın
başlaması üzerine lsviçre'ye iltica etti. 1920’lerde Berlin’de bulunduğu yıllarda,
Marksist tiyatrocu-yazar Brecht'le ve düşünür Benjamin'le yakın ilişkisi vardı. Na-
zilerin iktidara gelmesi üzerine tekrar ülke dışına çıktı. Son olarak gittiği Prag'ın
da Nazi işgaline uğ^^raı arefesinde ABD'ye göç etti. 1949’da, ikinci Dünya Sava-
şı'ndan sonra Sovyeder Birliği ^^yesinde kurulan Demokratik Almanya Cum-
huriyeti’ne taşındı, Leipzig Üniversitesinde çalıştı ve bir süre “devlet filozofu" mu­
amelesi gördü. 1956'da Sovyeder Birliği'nin Macaristan'daki liberal-sosyalist rejime
müdahalesini eleştirmesi ve derslerinde bu eleştirisi doğrultusunda “özgürlük ide­
ali”™ işlemesi üzerine, zorunlu emekliliğe s^k edildi. l961'de Batı Almanya'ya
geçti ve Tübingen Üniversitesi'nde ders vermeye başladı. 1968 öğrenci hareketine
eleştirel ama hararetli bir destek verdi. 1977de Tübingen'de öldü. Ûç bine yakın
öğrencinin meşaleli yürü^yüşüyle uğurlandı.
Eserleri: Geist der Utopie (Ütop^rnın Tini], 1918; Thomas Münzer als Theologe
der Revolution [Devrimin Teologu Olarak Thomas Müntzer), 1921; Freiheit und
Ordnung [Özgürlük ve Düzeni, 1947; Spuren (İzler), 1930; Subjeht-Objeht [Özne-
Nesne], 1949; Erbschaft clieser leit [Bu Çağın Mirası], 1935; Avicenna und diearis-
totelische Linke [lbn-i Sina ve Aristotelik Sol), 1949; Das Prinzip Hoffnung [Umut
ilkesi], 1954-1959; Natumcht und mmschliche Würde [Doğal Hukuk ve insan
Onuru], 1961; Tübinger Einleitung in die Phüosophie [Tübingen Mukaddimesi-
Felsefeye Giriş], 1963; Atheismus im Christentum [Hıristiyanlıktaki Ateizm], 1968;
Das M^ateridismuspmblm, seine Geschichte und Substanz [Materyalizm Sorunu, Ta­
rihi ve Özü], 1972; ^Experim^entun Mundi. Frage, Kategorien des Herausbringens,
Praxis [Dünya Deneyi. Soru, Çıkarsamanın Kategorileri, Praxis), 1975.
O ğ lu m ja n Robert Bloch'a
İÇ İN D E K İL E R

ERNST BLOCH H A KKINDA I TANIL BORA................. 15

Ö N S Ö Z ..........................................................................................19

BİRİNCİ BÖLÜM
(Havadis)
KÜÇÜK G Ü N D Ü Z D Ü ŞLERİ

' 1 BOŞ B A ŞLA RIZ......................................................................... 41

2 B lR Ç O K ŞEYDE DAHA FA ZLA SIN IN


TADI VARDIR........:................................................................... 41

3. HER GÜN M AVlNIN İ Ç İ N E ............................................... 42

4 SAKLANACAK YER VE GÜZEL YABANCI.................. 43


Kendi aramızda 43 • Daha evdeyken yola çıkmış 43

5 KAÇIŞ VE G A LİB İN D Ö N Ü Ş Ü ..........................................45


Haydi gemiye 45 • Panldayan hdse 4 7

6 DAHA OLG U N ARZULAR VE R E S İM L E R İ................. 51


Mefluç beygirler 51 • Uzun bıçaklar gecesi 52 • Kapının kapatılma­
sından az önce 53 • Yeni bir neşenin keşfi 55 • Dostane olma fırsatı 57
7 YAŞLILIKTA HALA A RZULANABİLİR
OLARAK K A L A N ..................................................................... 58
Şarap ve kese 58 • Çagnlan belâ, gençlik; karşı arzu: hasat 59 • Ah­
şam ve ev 62

8 D Ö N D Ü REN İŞ A R E T .............................................................64

ik in c i bölüm
(Esaslar)
Ö N G Ü R Ü C Ü T A S A V V U R U N B İL tN C İ

9 N E D İR , TE PI H A LİN D E O LU P B lT E N ? .......................69

10 ÇIPLA K T E Pİ VE ARZU, D O Y U R U LM A M IŞ.............. 70

11 HAYLİ H A C İM Lİ BİR CA N LI OLARAK İN S A N .........12


Tekil beden 12 • Ardında beden olmayan güdü olmaz 12 • Değişen tut­
ku 74

12 i n s a n i t e m e l g ü d ü y e d a i r
D E Ğ İŞİK KAVRAYIŞLAR...................................................... 15
Cinsel güdü 75 • Ben güdüsü ve bastırma 76 • Bastırma, kompleks, bi-
linç-dışı ve uçundurma 79 • iktidar güdıiSü, sarhoşluk güdüsü, holleh-
tifbilinç-dışı 82 • “Eros" ve arhetipler 87

13 BÜTÜN TEM EL G Ü D Ü L E R İN TARİHSEL


S IN IR L IL IĞ I, Ö Z -Ç IK A R IN M U H TELİF
D URU M LA RI, DOYURULAN DUYULAR VE
BEK LEN Tİ D UYULARI..........................................................9 1
Acil ihtiyaç 91 •E n itimat edilir temel güdü: Beka/hayata kalma 92 •
Güdülerin ve beka güdüsünün tarihsel dönüşümü 94 • Keyif/gönül ha­
reketi ve Benlik hali, beklenti duyulannın iştahı, bilhassa umudun 96
• tleriye dogru kendini genişletme güdüsü, faal beklenti 103

14 G Ü N D Ü Z D Ü ŞL E R İN İN GECE D Ü ŞLER İN D EN
TEM EL FARKI. G ECE D Ü ŞÜ N D E G lZ L l VE
ESKİYE DAİR DOYURULUŞU A R ZU N U N ,
G Ü N D Ü Z FA N T E Z İL E R İN D E İSE
HAYALLEYEREK, Ö N C E D E N TASARLAYARAK.....105
Rüyaya eğilim 105 • Arzunun doyurulması olarak dfyler 106 • Korku
düşü ve arzunun doyurulması 110 • Bir temel mesele: Gündüz düşü
gece düşünün ilk basamağı değildir 115 • Gündüz düşünün birinci ve
ikinci karakteri: Serbest gidiş, korunmuş Ego 117 • Gündüz düşünün
üçüncü karakteri: Daha iyi bir dünya 122 • Gündüz düşünün dördün­
cü karakteri: Sona gidiş 127 • Gece ve gündüz düşü oyunlannın içiçe-
liği, çöz:ülmesi 131 • Tekrar düşe eğilim: Gündüz düşlerinin medyumu
olarak “ruh hali» 136 • Tekrar, beklenti etkileri (endişe, korku, ürkün­
tü, umutsuzluk, umut, güven) ve uyanıkken görülen düş 141

15 H EN Ü Z -B İL İN C İN E -V A R IL M A M IŞ’IN KEŞFİ
VEYA İLERİYE D O Ğ RU ALACAKARANLIK.
YENİ B İL İN C İN S IN IF I VE YENİ O LA N IN
BİLİN Ç S IN IF I OLARAK
H EN Ü Z-B İLİN C İN E-V A R ILM A M IŞ:
G EN ÇLİK , ÇAĞ D Ö N Ü M Ü , Ü R ETK EN LİK
Ü T O P İK İŞLEV KAVRAMI, ONU N ÇIK A RLA ,
İD EO LO JİY LE, A R K ETtPLER LE, İD EA LLERLE,
A LEG O RİLERLE-SEM BO LLERLE
KA R ŞILA ŞM A SI......................................................................148
İki kenar 148 • Bilinçdışı ile Bilinçli Olan arasındakinin ikili anlamı
149 • Henüz-Bilincine-Vanlmamış Olan: Gençlikte, çağ dönümünde,
üretkenlikte 151 • Üretkenliğe devam: Onun üç merhalesi 157 • Unu­
tulmuşun ve Henüz-Bilincine-Vanlmamış’ın aydınlanmaya karşı koy­
duğu direncin farklan 164 • Henüz-Bilincine-Vanlmamış'ın kavran­
masını onca uzun süre engelleyen kısıt üzerine son söz 169 • Henüz-
Bilincine-Vanlmamış'taki bilinçli ve bilinen etkinlik, ütopik işlev 181 •
Ütopik işleve devam: Ondaki özne ve halihazırdaki kötüye karşı hamle
186 • Ütopik işlevin çıkarla teması 190 • Ütopik işlevin ideolojiyle
karşılaşması 193 • Ütopik işlevin arketiplerle karşılaşması 200 • Üto­
pik işlevin ideallerle karşılaşması 208 • Ütopik işlevin Alegorilerle-
Sembollerle karşılaşması 219

16 G ER Ç EK LEŞTİR M ED EK İ Ü T O PİK İM GE A R TIĞ I


M ISIR L I VE TROYALI H E L E N A .....................................224
Düşler çekip gitmek ister 224 • Yeterli gelmemek - ve bunda ne yatı­
yor olabilir? 225 • Hayal kıriklığının birinci nedeni: Orada, senin ol­
madığın yerdedir mutluluk; İkinci neden: Kendibaşınalaşmış düş ve İki
Helena'nın Destanı 227 • Birinci ve ikinci nedene itiraz: Devre dışı
kalmanın Odyseus'u 234 • Ütopik artık-imgelerin üçüncü nedeni: Ger­
çekleştirmenin aporileri 237
17 DÜNYA: Ü T O P İK FA N T E Z İN İN
NERED E BİR M U A D İLİ O LD U Ğ U N A DAİR.
R E E L İM K A N ,C E P H E ,N O V U M ,
ULTlMUM K A TEG O R İLER İ VE U F U K ........................244
insan sıkı sıkıya kapalı değildir 245 • ^Dünyada birçok şey k^apanma-
mıştır daha 245 • Militan iyimserlik, Ctpht, Novum, Ultimum katego­
rileri 247 • “İmkânlara göre" ve “îmfkdn dahilinde {olmaktal olan“,
Marksizmin soğuk ve sıcak akıntılan 256 • Görülebilir ön-görünüş
olarak sanatsal görünüş 262 • Yanlış otarşi; reel fragman olarak ön-
görünûş 270 • Sözkonusu olan gerçekçiliktir; her gerçeğin bir ufku
vardır 276

18 ‘İM K A N ' K A T E G O R İS İN İN TABAKALARI................ 278


Biçimsel Mûmkûn 2 79 • Maddeten-nesnel olarak Mûmkûn 280 •
Maddi-nesnel ölçûye göre Mûmkûn 284 • Nesnel-reel Mûmkûn 291 •
Hatırlama: Mümhûn'e karşı mantıksal-statik mücadele 298 • Imkdnı
gerçekleştirmek 305

19 DÜNYANIN D E Ğ İŞ T İR İL M E S İ VEYA M ARX'IN


FEUERBACH Ü ZER İN E O N B lR T E Z İ ......................... 308
Telif etme zamanı 309 • Gruplama sorunu 313 • Bilgi teorisi grubu:
Temaşa ve Eyle^m/Faaliyet (5., L, 3. Tezler) 315 • Antropolojik-tarih-
sel grup: Kendine yabancılaşma ve gerçek materyalizm (4., 6., 7., 9.,
10. Tezler) 323 • Teori-Pratik Grubu: Kanıt ve Teyid (2. ve 8. Tezler)
329 • Parola ve onun anlamı (11. Tez) 338 • Arşimet noktası: Sadece
Geçmiş Olanla değil esasen Gelmekte Olanla bağıntılı Bilme 346

20 TOPARLAMA / Ö N G Ö R Ü C Ü TASAVVURUN
TEŞEKKÜLÜ VE K U TU PLA RI:
KARANLIK AN - (U C U ] A Ç IK E L V E R İŞ L İL İK ......352
Nabız ve yaşanan karanlık 352 • Mûmkûn bir ileri yürüyûş için yer
353 • Kaynak ve Menfez: Mutlak soru olarak hayret 354 • Tekrar: Ya­
şanan dnın karanlıgı; Carpe diem 356 • Yaşanmış dnın karanlığı, de­
vam: On plan, zararlı uzam, ifddatki melankoli, kendini dolayımlamah
361 • Somut soru olarak tekrar hayret, gerek endişe gerek mutluluk
suretinde; ûtopik arketip: en yüksek iyi 367 • Kökendeki Değil, tarih­
teki Henûz-Değil, sondaki Hiç veya Her Şey 374 • Ütopya daimi hal
değil; o halde gerçekten de Carpe diem, fakat sahici mevcudiyette, sa­
hici bir şey olarak 382
21 ALIM LI SURETİYLE G Ü N D Ü Z D Ü ŞÜ :
PAMİNA VEYA ERO TİK VAAD OLARAK İM G E .....386
lhtimamh sabah 386 • Portrenin tesin 387 • Karşılaşma etrafındaki
lıdle, nişanlanma 391 • Fazla imge, bunıdan kurtuluş, evlilik etrafın­
daki lıdle 393 • Yüksek çift, C o ^ ^ Christi veya kozmik ve lsa-biçimli
olmuş olan evlilik ütopyası 398 • Aşkın sonradan beliren imgesi 403

21 SEM BOLİK SU RETİY LE G Ü N D Ü Z DÜŞÜ:


PA N D O R A N IN K U TU SU ; BAKİ KALAN SERVET .. 405

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
(Geçiş)
A Y N A D A K İ A R Z U İM G E L E R İ
(T E Ş H lR , MASALLAR, SEYAHAT, FİLM , SAHNE)

23 K EN D İN İ O LD U Ğ U N D A N GÜZEL YAPMAK........... 413

24 BUGÜN AYNA İNSA N A NE A N L A T IR ?...................... 414


İnce olmak 414 • Eğilip bükülmekte güçlü 415

25 Y EN İ ELB İSE, IŞ IK L A N D IR IL M IŞ V İT R İN ............. 416


İyi yapılı 416 • Reklamın ışıgı 418

26 GÜZEL M ASKE, KUKLUXKLAN,


RENKLİ M A G A Z İN L E R ...................................................... 420
Yamuk yollar 420 • Korku yoluyla başan 422 • Başan hitaptan, şu­
rup gibi hikdyeler 425

27 PANAYIRDA DAHA İYİ GÖKYÜZÜ


SARAYLARI VE MASALLARLA BAYAĞI
EDEBtYATTAKİ S İR K .......................... ............................... 4 29
Akıllının cesareti 430 • A m ut piş ağzıma düş, lambanın cini 432 •
"Şarkının kanatlannda, canımın içi, taşır götürürüm seni" 434 • “He­
ri, çıkıştaki düzlüklere doğru, orsada en güzel yeri biliyorum” 437 •
Panayırdaki ve Sirkteki Güney Denizi 440 • Vahşi masal: bayağı ede­
biyat 445

28 SEYAHATİN C A Z İB E Sİ, ANTİK A LA R,


KORKU R O M A N IN IN V E R D İĞ İ M U TL U L U K ..........448
Güzel yabancılık 449 • Iraklan arzulamak ve 19. y^ rıld a tarihsel­
leştiren ooda 454 • Antik mobilyalann hâlesi, kalıntılann büyüsü, mü-
ze 461 • Arkadia'nın saray bahçeleri ve binalan 469 • Harika hava,
geceleyin Apollo 473

29 DANSTAKİ ARZU İM G E S İ,
PANTOM İM VE FİLM Ü L K E S İ........................................476
Yeni dans ve eskisi 477 • Bir zamanlann dışavurumcusu olarak dans,
Egzotik 480 • Kûlt dansı, dervişler, saadetli rond 482 • Sağır-dilsiz ve
anlamlı pantomim 487 • Kamerayla yeni Mimus 491 • Çürümüş ve
şeffaf anlamıyla düşfabrikası 494

30 PARADİGM ATİK M Ü ESSESE OLARAK


BAK ILD IĞ IN D A G Ö STER İ SA H N ESİ
VE ORADA B E L İR L E N E N ................................................. 498
Perde kalkıyor 498 • Örnekle deney 499 • Aranan emsalin deneyine
ilişki daha fazlası 502 • Okuma, konuşma mimiği ve sahne 505 • İl­
lüzyon, dûrüst görünûş, ahlâk! müessese 510 • Yanlış ve sahici güncel­
leştirme 514 • Daha hakiki güncelleştirme: Korku ve acıma değil, hafa
tutma ve umut 517

31 ALAYA ALINAN VE N EFRET EDİLEN


ARZU İM G ELER İ, G Ö N Ü LLÜ M İZ A H İ...................... 520
Eğer sözcûgıl 520 • “Yeni moda şeylerin hiçbiri işe yaramaz" 521 • Le
Ntant; un autre monde [Hiçlik; bir başka dünya] 522 • Aristopha-
nes'in “Kuşlar"ı ve bulutlardaki guguk kuşu yuvası 525 • Neşeli artı-
nm: Lukian'ın Vera historiaSı 526 • Gönûllû-mizahi arzu imgeleri 529

32 HAPPY-END, H İLESİ
A ÇIĞ A ÇIKM IŞ AMA YİNE DE SA V U N U L A N ........532

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
(inşa)
D A H A lY l B İR D Ü N Y A N I N T E M E L L E R İ
(ŞİFA SANATI, TOPLUM SAL SI STE MLE R,
TEK N İK , M tM A R t, COĞRAFYA,
SANAT VE BİLGELİK PER SPEK TİFİ)

33 BİR DÜŞÇÜ HEP DAHA FAZLASINI İS T E R .............543

34 BEDENİN İD M A N I,
TOUT VA B lE N ......... 544
35 SAĞLIK KAVGASI, H EK İM LİK ÜTOPYALARI... .... .541
Delilik ve masallar 547 • ilaç ve planlama 549 • Sahici bedensel yeni­
den inşadaki tereddüt ve hedef.556 • Malthus, doğum rakamlan, gıda
562 • Hekimin ihtimamı 565

36 ÖZG Ü RLÜ K VE DÜZEN,


SOSYAL ÜTOPYALARDAN BİR K E S İT ........... ........... 567
I. G t Rt S I Basit bir yemek 568 • Kızarmış güvercinler 568 • Ka­
çıklık ve bayağı edebiyat, burada da 569 • Ufukta New Moral Worlds
572 • Otopyalann kendi seyir planlan vardır 576
II. G E Ç M İŞİN SOSYAL ARZU İM G E L E R İ I Solon ve
mütevazı orta 579 • Diyojen ve numunelik dilenciler 579 • Aristipp ve
numunelik asalaklar 580 • Platon'un Dor Devletine dair düşü 582 •
Helenistik devlet masallan, Jambulos'nun güneş adası 587 • Stoa ve
uluslararası dünya devleti 590 • Incil ve komşunu sevenler ülkesi 596
• Augustin'in Diriliş'ten olma Tann Devleti 603 • Fioreli Joachim,
Üçüncü Incil ve onun krallığı 612 • Thomas More veya sosyal özgür­
lük ütopyası 620 • More’un zıddı: Campanella'nın Güneş Devleti veya
sosyal düzen ütopyası 628 • özgürlak ve düzene dair Sokratik soru,
Ütopya ve Civitas solis’i göz önüne alarak 636 • Devam: Sosyal ütop­
yalar ve klasik doğal hukuk 643 • Sosyal ıltopyalann yerine aydınlan­
mış doğal hukuk 650 • Fichte'nin kapalı ticaret devleti veya akli hu­
kuktan sonra üretim ve mübadele 659 •19. yüzyılda federatif ütopya-
. lar: Owen, Fourier 668 • 19. yüzyılda merkevyetçi ütopyalar: Cabet,
Saint-Simon 675 • Bireysel ütopyacılar ve Anarşi: Stimer, Proudhon,
Bakunin 683 • Mart Arefesmdm proleter düş sarayı: Weitling 691 •
Bir bilanço: Rasyonel ütopyalann zaaftan "e mevkii 695
III. PROJELER VE BlLlME DOĞRU tLERLEME / Güncel ba­
kiye: burjuva grup ütopyalan 701 • Gençlik hareketinin başlangıcı,
programı 703 • Yeni kadın için mücadele, kadın hareketinin programı
708 • Eskiyeni ülke, Siyonizmin programı 719 • Marxtan sonra Gele­
cek romanlan ve bütüncül ütopyalar: Bellamy, William Morris, Carly­
le, Henry George 735 • Marksizm ve somut öngörücü tasavvur 745

37 İRADE VE D O Ğ A , TEK N İK ÜTOPYALAR................. 151


l. BÜ^ÛSEL GEÇMİŞ I Sefalete düşmüş 752 • Ateş ve yeni dona­
nım 753 • Delilik ve Alaaddin'in masallan 753 • “Profesör Mystos" ve
icat 756 • Andred'nın“Christiani Güllü Haç simya düğünü, anno [yıl]
1459" 762 • Tekrar simya: mutatio specierum (anoı:ganik türlerin dö­
nüşümü) ve onun kuluçka makinesi 769 • Barok dönemde kuralsız
icatlar ve “orantılar“ 778 • Bacon'un Ars inveniendiSi: Lullik sanatın
yaşamını sürdürüşü 781 • Nova Atlantis, ütopik laboratuar 787
II. Ö K L lD Ç l OLMAYAN BUGÜN VE G E L E C E K ,
T E K N İK RABITA SO R U N U / Planlann da güdülenmesi
gerekir 791 • Geç buıjuva dönemde tekniğin gemlenmesi, askeriye ha­
riç 792 • Makinenin organik olmaktan çıkanlması, nükleer enerji,
öklidçi-olmayan teknik 795 • Övıe, hammtadeler; y<asalar ve organik
olmaktan çıkım a sürecine bağlanış 801 • İnsanî övımin elektronu,
iraade tekniği 811 • Mümkün bir doga-övıenin üretkenliğe katılımı ve­
ya somut iıtifakın tekniği 825 • Tecavüzsüz teknik: Ekonomik kriz ve
teknik kaza 831 • Bağlanmış dev, peçeli Sfenks, teknik ö^prlük 836
E R N S T B L O C H H A K K IN D A
T a n il B o ra

E m st Bloch, esas olarak M arksizm içinde ilgi görm üş bir düşü­


nür. Ancak, eser vermeye başladığı 1910'lu yıllardan 1970’lerde-
ki ölüm üne dek, M arksizm in gitgide donan, ortodokslaşan ana
akım ı içinde yer almadı; heterodoks bir kon u m u , ‘aykırı’ arayış­
ları vardı. Bunun, -d ü şü n sel olm aktan ziyade sem bolik- istisna­
sı, İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan D em okratik Alman­
ya C um huriyeti'nde 1949-1956 yıllan arasında bir tü r “devlet fi­
lozofu” m uam elesi gördüğü d önem dir. A ncak b u d ö n em de,
kendisine ders verm e ve yayın yasağı getirilm esiyle sona ermiş,
kendisi de neticede Federal (Batı) Almanya'ya geçmeyi tercih et­
m iştir. 1960'larda ve 70’lerde, reel sosyalizm lerin resrnJ ideoloji­
ye dönüşen donukluğuna tepki gösteren M arksistlere, - b u arada
'68 hareketinin ardyöresinde d e -, yeni bir ufuk sunan kaynaklar
arasında Bloch da vardır.
Bloch'un M arksizm içindeki heterodoks konum u, esasen, ta­
rihsel m ateryalizm in farklı bir y o ru m u n u yapm asına bağlıdır.
Bu farklı yorum , esas itibarıyla, determ inistik otom atizm e karşı
Ö zne’nin rolünü, insanın iradî eylem inin kuvve'sini vurgulam a­
sına dayanır. O na göre in san ı belirleyen tem el güdü açlıktır:
m addi ve manevi açlık, yani Halihazır O lanla yetinm em e, daha
iyisini düşlem e... Henüz m evcut olmayan (henüz bilincinde de
olunm ayan) ama pekâlâ reel olarak M üm kün'ü düşlem ek ve o

15
d ü şü n p eşin d e h are k e te geçm ek, b izzat m ad d î bir k u v v ettir
o n u n nazarında. İyim serliğin F ilozofu olarak da anılan Bloch'un
iyimserliği, bu tem el k abule yaslanır.
Bu düşünsel yöneliş içinde, dinsel tarihsel deneyimlere, mitik
imgelere özel b ir ilgiyle eğilmesi de kuşkusuz onun ‘aykırı' hatta
biraz ‘tu h a f olarak görülm esine yol açmıştır. Sahih/otantik m e­
tafiziğin, bize m alûm olm ayan am a verili bir gizli hakikate er­
m ek değil, m adden varolanın, M evcut/H alihazır'ın ötesini araş­
tırm ak anlam ını taşıdığını söyleyen d üşünür, bu anlam da dev­
rim ci bir metafiziğin, devrim ci b ir teolojinin peşindeydi. Bu ba­
kışla, kadim zam anlardan beri, dinlerde ve sanatlarda, özellikle
b ü yük dinsel geleneklerin heterodoks kuytularında, özgürlük-
çü-devrim ci yönelişlerin izlerini sürüyor; bu izlerin, b u g ü n ü n
m itik im gelerinde, fantezilerinde yeniden zu h u r ettiğini ve bu
tinsel enerjiyle tem as k u rm a k gerektiğini düşünüyordu.
E rn st B loch'u ö zg ü n kılan ö zellik lerin d en b iri, ü slû b u d u r.
O nu edebiyatçıya, n esir şairine, eski zam anların hikâye anlatıcı­
larına benzetenler olm uştur. Tutarsız, eklektik veya metafizik-
idealistçe b ir “gevezelik” görenler de vardır o n u n anlatısında.
A nlatının cazibesinde, “sü rü k ley iciliğ in d e” ise hem en herkes
hemfikirdir. Ö zellikle bölüm girişlerinde kıssa-hikm et geleneği­
ni hatırlatan kısacık cüm lelerle, aforizm avârî ifadelerle ‘açılan'
Bloch m etinleri, oradan, viraj ü stü n e viraj d önen k atar katar ‘Al­
m an cüm leleri'yle saçaklanır. “K lasik” felsefelerin ve M arksiz­
m in term inolojisine ilâveten kendine özgü kavram larıyla örülen
b ir teorik d ilin kanavasına, m edeniyet tarihinin h er köşesinden,
envâî çeşit k o n u d an devşirilm iş çok zengin atıf levazım atı işlen­
m iştir. Em provizasyon veya sesli düşünm e m âhiyetinde akışlara
rastlanır. Hiç şü p h e yok ki, o kum ası zevkli olduğu kadar bir
hayli zahm etli de olan bir yazardır.
U m ut İlkesi, E m st Bloch’u n başyapıtı. U m ut l l kesi'nden önce
de so n ra da çok yazdı, fakat düşüncesin in cevheri, burada bil­
lurlaşm ış gibidir. Belâgati, ü slûbu, aynı zam anda angajm anıyla,
“esk i tip” b ir filozof edâsı taşıdığı h ep söylenen Bloch’un bilhas­
sa bu kitabında eski yüzyılların havası vardır! Dev hacm iyle,
“entelektüel işbölüm üne” m eydan okuyan ansiklopedik teferru­
atıyla, iddiahlıgıyla ve az evvel bahsettiğim iz diliyle...

16
U m ut l l kesi'ni çevirmeye gayret etm enin cür'et ve külfetinin
ardındaki saikleri, böylece özetleyebilirim.
Em st Bloch’a alâkasını sürdürenlere, onun fikriyatını Eleştirel
Teori’yle m ukayese içinde tartışan “Peygamberâne ve geveze?”
başlıklı m akalem i önerebilirim ; Toplum ve Bilim dergisinin 110.
sayısında yayımlanmıştır.

Dipnotlarla ilgili açıklama:


özgün metinde. hiçbir dipnot yer almamaktadır. Kitapta görece­
ğiniz bütün dipnotlar, çevirmenindir. Bu dipnotlarda, Umut Zlfee-
si'nin Neville Plaice, Stephen Plaice ve Paul Knight tarafından
gerçekleştirilen İngilizce çevirisindeki (The Principle of Hope,
MIT Press, Cambridge-MassachusetlS !995) notlardan da yarar­
lanılmış, ancak bu kaynakla yetinilmemiştir. Dipnotlarla ilgili
yardımları için Tansu Açık, Ahmet Çiğdem, Necmi Erdoğan, Ha-
rald Susanne Schüler ve Nilgün Toker’e teşekkür ederim. t1-
ham ve teşviki için de, Mithat Sancar'a.

17
Ö N SÖ Z

Biz kimiz? Nereden geliyoruz? Nereye gidiyoruz? Ne bekliyo­


ruz? Bizi bekleyen ne?
Birçokları sadece karm aşa içinde hissediyor kendini. Yer salla­
nıyor; neden, niçin, bilmiyorlar. O nların bu durum u, endişedir;
daha açık seçik hale gelirse, korku olur.
Bir keresinde birisi çok uzaklara açıldı, korkuyu öğrenmeye.
G eçen zam anda b u n u başarm ak daha kolay oldu, daha yakın
geldi; bu sanatta k o rk u n ç b ir hakim iyet sağlandı. Arpa şim di,
ko rk u n u n asli failleri hesaptan düşülüyor, bizim için daha m ü ­
nasip bir d u y gunun vadesi geliyor.
Mesele, U m ut Etm eyi öğrenm ektir. O nun emeği feragat et­
m ez, akam ete uğram aya değil başarm aya âşıktır. K orkm anın
üzerinde d u ru r U m ut, ne o n u n gibi pasiftir, ne b ir H içliğe ka­
panm ış. U m udun duyusu kendi içinden çıkar, insanları genişle­
tir, daraltacağına. Doyamaz, insanları içe d ö n ü k hedefe yönelte­
nin, insanların dışa d ö n ü k m üttefikleri olabileceğini bilmeye.
Bu d u y u n u n em eği, k en d ilerin i, b izzat b ir parçası o ld u k ları
O luşm ak ta O lana eylem li b ir biçim de fırlatan in sa n lar ister.
K endini sadece pasif biçim de O lanın içine, ö zü anlaşılm ayan üs­
telik acıklı b ir biçim de benim senm iş bir O lm akta Olan'a fırla'hl-
m ış hisseden köpek hayatına taham m ül etmez. Yaşam endişesi­
ne ve k o rk u n u n işlerine karşı verilen emek, b u n ların aslî fâille-

19
rine karşı verilen emektir; büyük ölçüde gayet gösterilebilir m ü­
sebbiplerdir bunlar ve o emek, dünyaya yardımı olacak şeyi biz­
zat dünyada arar - bulunabilir bir şeydir bu. Her zam an buna
dair ne zengin d ü şler görüldü, m ü m k ü n olabilecek daha iyi ya­
şama d air düşler. B ütün in san lan n yaşam ını g ü ndüz düşleri ka-
teder boydan boya. Bir parça sinirleri de gevşeten, yavan kaçış
vardır b u n d a b ir parça, d olandırıcılara ganim et de olur; am a
başka bir parçası da cezbeder, halihazırdaki kötüye razı gelmez,
işte, feragat etmez. Bu öteki parçanın çekirdeğinde U m ut Etm ek
vardır ve bu öğrenilebilir. U m ut E tm ek düzensiz gündüz d ü şü n ­
den ve on u n kurnaz suistim alinden çıkarılıp alınabilir, uçup git­
m eden aktif kılınabilir. H içbir insan g ü n d ü z düşleri olm adan ya­
şam am ıştır; mesele, onları hep daha geniş tanım ak, böylece al-
datılam az, yardım cı, doğruya yönelik olm alarım sağlam aktır.
G ündüz düşleri daha d o lu olm ayı isterler, bu da, ayık bakışla
zenginleşm eleri anlam ına gelir; katılaşm a anlam ında değil ışıkla
aydınlanm a anlam ında. Şeyleri h alihazırda nasılsalar ve nasıl
d u ru y o rlarsa öyle alan salt gözlem ci/tem aşâcı akıl anlam ında
degil, onları nasıl gidiyorlarsa öyle, yani daha iyi yönde/tarzda
da gidebilecekleri kabulüyle alan katılım cı akıl anlam ında. De­
mek, gündüz düşleri sahiden daha dolu olm ak isterler; yani da­
ha aydınlık, daha bilinen, daha kavranan ve şeylerin akışıyla do-
layımlanan. O lgunlaşm ak isteyen buğdayın geliştirilebilmesi ve
ü rü n alınabilm esi için.
D üşün m ek , sın ırları aşm ak dem ektir. Ama öyle ki, M evcut
O lanı gasp etm eden, onun üzerinden de atlam adan. Ne yoksun­
luğunun, ne de bundan doğan hareketinin. Ne y oksunluğunun
nedenlerinin, ne de asıl, o n u n içinde olgunlaşm akta olan d ö n ü ­
şüm istidadının. B unun içindir ki, sın ırlan aşm anın sahicisi, asla
salt bir Bizden-öncenin hava boşluğuna atılm az, salt heves ede­
rek, salt soyut im gelerle. Aksine, Yeni'yi, gerçi serbest kalm ak
için ona yönelen bir isteği/iradeyi talep etse de, hareket halinde­
ki M evcut tarafından dolayım lanan bir şey olarak kavrar. Sahici
bir ‘sın ırlan aşm ak', tarihte m evcut b ulunan diyalektik eğilimi
bilir ve onu etkinleştirir. H er insan, çabalamasıyla, birincil ola­
rak geleceğe d ö n ü k yaşar, geçmiş olan ancak sonradan gelir, sa­
hici B ugün ise h em en h içb ir zam an vâsıl o lm am ıştır henüz.

20
M üstakbel olan korkulanı veya um u lan ı içerir; insanî yönelim in
içindeyse sadece um ulan vardır - boşa çıkm am ış. U m udun işle­
vi ve içeriği nâm ütenâhî yaşanır; toplum sal yükseliş zam anların­
da nâm ütenâhî fiiliyata geçirilm iş ve yaygınlaştırılm ıştır bu işlev
ve içerikler. Yalnız, eski bir toplum un çöküş zam anlarında, bu­
günkü Batı’da olduğu gibi, sadece aşağı doğru giden belirli bir
kısm î ve geçici eğilim vardır. O zam an, çöküşten k u rtu lm a •yolu­
nu bulam ayanlarda k o rk u u m u d u n önüne ve karşısına geçer. O
zaman korku, katlanılan ama teşhis edilmeyen, yanıp yakınılan
ama değiştirilm eyen kriz fenom eninin öznelci, nihilizm de nes­
nelci m askesini takınır. D eğiştirm ek zaten burju v a zeminde, he­
le onun vâdesi gelen u ç u ru m u n d a zaten im kânsızdır; kendisi
b u n u isteyecek olsaydı bile - ki böyle bir şey asla söz konusu
değildir. Evet, burjuvazinin çıkan, bilhassa başka olan, kendisi­
ne zıt olanı her şeyi, kendisiyle beraber aşağı çekm ek ister; böy-
lece, kendi agonisini’ görünüşte aslî, g örünüşte ontolojik hale
getirerek, yeni yaşamı bitap düşürür. Burjuva varoluşunun çıkış-
sızlığı insanlık d u ru m u n u n kendisi, başlıbaşına varoluşun ken­
disi haline gelecek kadar yayılır böylece. U zun vâdede nafile, ta­
bii ki: burjuvazinin içi boşalmışlığı, kendini artık sırf bu boşluk­
la ifade eden sınıfın kendisi kadar fâni, m erbut oldugu kendi
kötü dolayım sızlıgınm salt görünüşte kalan varlığı kadar da da­
yanaksızdır. U m utsuzluk, hem dönem sel hem fiilî anlam da, en
dayanılm az, insanî ihtiyaçlar açısından asla ve kat'a katlanılm az
olan şeydir. Sahtekârlıgm bile, etkili olabilm ek için, yaltaklanıp
tahrif ederek uyandırdığı um uda dayanm ak zorunda olması da
bundandır. Gerçi salt içe dönüklüğe hapsedilerek veya öte d ü n ­
yayla avutarak, b ü tü n kürsülerden vaaz edilenin yine u m u t ol­
ması, bundandır. Batı felsefesinin son sefaletlerinin bile, ötesine
geçm enin, sınırları aşm anın kredisini kullanm adan sefalet felse­
felerini ortaya atam ayacak d u ru m d a olmaları, bundan dır. B unun
anlam ı, insanın özü itibarıyla gelecekten doğru belirlendiğidir;
m am âfih kendi sınıf k o n u m u n u n çıkarını aslileştirip yayan şu
sinik anlam la ki: gelecek, G eleceksizlik adlı gece k u lü b ü n ü n
levhasıdır, insanların belirlenim i de Hiçlik. Şimdi: varsın ölüler

1 Can çekişme.
21
göm sünler ölülerini; doğan gün, vaktini geçirmiş gecenin onun
üzerine ö rttü ğ ü tered d ü t halinde bile, iç boğucu tefessühün öz-
süz nihilist m ezar çanlarından başka b ir şeye k u la k veriyor. İn­
san, darda o ld u ğ u m üddetçe, hem özel hem kam usal varoluşu
gündüz düşleriyle doludur; şim diye kadar başına gelenden daha
iyi bir yaşama dair düşlerle. H er insanî yönelim , ister yanlış ol­
sun, ister tabii asıl doğrusu, bu temele dayanır. Şimdiye dek çok
defa olduğu gibi kâh kum sal manzaralarıyla kâh hayaletlerle ya­
nılsam alara yol açabilse de, bu temel, ancak nesnel eğilim lerin
ve öznel yönelim lerin bir arada araştırılm asıyla ifşâ edilebilir ve
gereğinde arındırılabilir. Corruptio optim i pessim a:2 aldatıcı u m u t
en b ü y ü k canilerden biridir, insan cinsini güçten d ü şürür; so­
m ut sahici u m u t ise en ciddi h ay ır sahibidir insan için. O halde,
bilen-som ut um ut, öznel yönden korkuyu en güçlü biçim de alt
eder, nesnel y ö nden de k o rk u n u n içeriklerinin tem elden devre
dışı kalm asını sağlayan en sağlam etkendir. U m udun bir parçası
olan hoşnutsuzlukla beraber yapar bunu; ikisi de kıtlığa ‘hayır’
dem ekten çıkar.
D üşünm ek, sınırları aşm ak dem ektir. Kuşkusuz, sınırlan aş­
m ak şim diye dek kendi apaçık D üşüncesini bulam adı. Veya bul­
duğunda da, etrafta, meseleyi görem eyen kem gözler çoktu. Çü­
rü k ikameler, alelade-kopyacı vekâletler, gerici ama aynı zam an­
da basm akalıpçı bir ‘zam anın ru h u ’n u n mesanesi, b ü tü n bunlar
bastırdılar keşfedileni. Marx, d ö n ü m noktasını, sın ırlan som ut
olarak aşm anın bilincine varm akla tanımlar. Ama o d ö n ü m nok­
tası, cepheye bakm ayan bir d ünyanın katı düşü n ce alışkanlıkla­
rının içine göm ülüdür. O rada yalnız insan değil, onun kendi
u m u d u n u idraki de dardadır. Y önelm ek/niyet etm ek öngörücü
tasavvuru n kend in e m ahsus sesiyle işitilm em iş, nesnel eğilim
k endine m ahsus öngörücü tasa^vvur kudretiyle idrak edilm em iş­
tir. T üm insanların yegâne d ü rü st vasfı olan, eksikliği hissedilen
şeyler, araştırılm am ıştır. H enüz-B ilincinde-O lunm ayan, Henüz-
Olm am ış-Olan, b ütün insanların anlam dünyasını ve onların va­
roluşunu n u fkunu doldursa bile, bir kelime olarak bile yol aça­
m am ıştır kendine - nerede kaldı ki bir kavram olarak. Bu serpi­

2 En lyi'yi mahvetmek, her şeyin en kötüsüdür.


22
len so ru alam , şim diye kadarki felsefede neredeyse dilsiz k
mıştır. İleriye d ö n ü k d ü ş kurm anın üzerine düşünülm em iş, U y
nin'in dediği gibi, ara sıra şöyle bir taram ası yapılmış, uygun bir
kavram a erişilm em iştir. Beklem ek ve Beklenen, b iri b u radaki
Öznede, biri şu rad ak i N esnededir; toplam yükselişleri, M arx'a
kadar, içinde bir yer - h a tta m erkezî b ir y e r- bulacağı bir dünye­
vi boyutu harekete geçirmemiştir. D ünyadaki m uazzam ü topik
cereyan, belirtik olarak, neredeyse hiç aydınlatılm am ıştır. Bilme­
m enin tüm tuhaflıkları içinde en dikkate değer olanı, budur. M.
Terentius Varro’n u n , Latince’nin gram erini hazırlam aya d ö n ü k
ilk denem esinde Futurum ’u 3 u n u ttu ğ u söylenir; felsefî yönden
bugüne d ek b u n u n ü zerin d e yeterince durulm am ıştır. B unun
anlamı: ağ ırlık la sta tik b ir d ü şü n ce, b u o lu şu adlandırm ıyor,
doğrusu anlam ıyor ve h er seferinde o oluşta O lm uş O lanı bitmiş
bir şey sayıyordu. Gözleyici bilgi per definitionem 4 m ünhasıran
gözlenebilir o lan ın yani geçm işin bilgisidir, O lm am ış O lanın
üzerini ise O lm uşluğun tam am lanm ış biçim sel içerikleriyle kap­
lar. B unun sonucu olarak da bu dünya, tarihsel olarak kavrandı­
ğında da, tekrarların veya büyük bir Hep-Yeniden'in dünyasıdır;
Leibniz’in adlandırdığı gibi, o sarayın d u v arların d an aşamayan
m ukadder hadiselerin sarayıdır. Vakıâlar tarih olur, bilgi yeni­
den hatırlam a, kutlam a ise O lm uş B ulunan bir şeyin ifâsı. Şim­
diye kadarki b ü tü n filozoflar, bitm iş-olan kabul ettikleri form,
fikir veya tözle, b u n u böyle k o y u y o rlard ı, k o y u tlam a yapan
Kant’ta bile, diyalektik Hegel’de bile. G erek fiziksel gerek m eta­
fizik ihtiyacın böylece kaçm ıştır iştahı, özellikle de m ahrum kal­
dığı ve kesinlikle kitabî olm ayan d o yum un yolları onlara kapan­
mıştır. O lum lu m efhum uyla u m u t, varoluşun h er türlü res fin i-
ta’n ın 5 ötesindeki h en ü z nihayetine erm em iş belirlenim i, fiziksel
bir varlık olarak da kozm ik varlık olarak da, hele ki henüz hiç
O lm am ış’ın, m üm kün bir Yeni’nin görevlisi olarak da, bilim lerin
tarihinde yer almaz. İşte onun için bu kitapta, dünyada en geliş­
kin k ü ltü r ülkesi gibi m eskûn ve A ntarktika gibi keşfedilmemiş
bir yer olarak um uda felsefe getirm e çabası özellikle yoğundur.

3 Gelecek zaman kipi.


4 Tanım gereği.
5 Hallolmuş iş.
23
Yazarın şim diye k ad ar y ayım lanm ış k ita p la rın ın , Spuren’in .6
Özellikle Geist der U topie'nin,7 Thomas M ü n zer’in, Erbschaft di-
eser Z eit,8 Subjekt-O bjekt’in 9 geliştirilm iş, eleştirel içeriğiyle de
bağlantılıdır bu. Ö zlem, beklenti, u m u t k en d i yorum sam alan-
na 10 ihtiyaç duyarlar, Ö nüm üzde-O lan'ın şafağı kendi özgül kav­
ram ını gerektirir, N o v u m ” k en d i cephe kavram ını talep eder.
Tüm bunlar, lmkân'ı^n/M ümkün'ün dolayım lanan krallığı aracı­
lığıyla nihayet Z orunluluk olarak kastedilene giden sefer yolunu
döşem e ve bu istik am etten sapm am a ereğinin hizm etindedir.
D octa spes ,'2 kavranm ış um ut, böylece bu dünyanın artık onu hiç
terk etm eyecek olan bir ilkesini aydınlatır. En azından, bu ilke
felsefî olarak nicedir çem berin dışına atılmakla birlikte öteden
beri bu dünyanın süreci içinde olduğu için, terk etm eyecektir
onu. Eğilime vâkıf gidiş yolu üzerinde hedefin zaten her şey de­
m ek olm adığı b ir bilinçli tarih üretim i söz k onusu olm ayacağına
göre, kelim enin olum lu anlam ıyla ütopik-ilkesel kavram, yani
u m u d u n ve onun insan onuruna yaraşır içeriklerinin kavramı,
basbayağı m erkezi konum dadır. Evet, böylece tanım lanan kav­
ram, h er bir şeyin kendisiyle m ütenasip hale gelen bilincinin
ö n ünde açılan ve daha da açılacak olan ufkunda uzanıyordur.
H enüz gerçekleşm em iş M ü m kün'e d ö nük beklenti, u m ut, ni­
yet/yönelim: bu yalnızca insan bilincinin tem el bir hattı değil,
som ut olarak tash ih edilip kavrandığında, toplam nesnel gerçek­
liğin temel b ir belirlenim idir. M arx'tan bu yana, hakikate dair
herhangi bir araştırm anın ve herhangi bir gerçekçi kararın, d ü n ­
yanın öznel ve nesnel u m u t içeriklerinin etrafından dolanabil­
m esi m ü m k ü n değildir; ola ki abese düşm e veya çıkm aza girme
pahasına olsun. Felsefe y a Yarın'ın vicdanını taşıyacak, gelecekten
y a n a ta r a f tutacak, um udun bilgisine sahip olacak, y a da a rtık hiç­
bir bilgiye sahip olm ayacaktır. M arx'ın başlattığı y eni felsefe, he­

6 lzler.
7 Ütopyanın Tini.
8 Bu Çağın Mirası.
9 Özne-Nesne.
10 Hermenötik.
11 Yeni Olan.
12 Deneyimle öğrenilmiş.
24
pim izi bekleyen, m ahvedecek veya ihyâ edecek olan Yeni'nin
felsefesi gibidir. O n u n bilinci, tehlikenin ve tehlike koşullarında
sağlanacak olan zaferin açıklığıdır. O n u n uzam ı, sürecin içinde­
ki, nesnenin in s a fla r tarafından radikal biçim de niyet edile­
nin/yönelm en in h e n ü z asla tem in edilm iş olm adığı fakat asla
h e d er de ed ilm ediği kendi y o lu n d ak i, n esn el-reel im kândır.
O nun olanca kuvvetle seferber edilmesi gereken istidadı, özne­
deki sahiden U m ut Eden, nesnedeki sahiden U m ulabilir O lan­
dır: bize düşen, bizim için m erkezî önem taşıyan bu şeyin işlev
ve içeriğini araştırm aktır.
İyi Yeni, hiçbir zam an o kadar da yeni değildir. Etkisi, yaşamı
kat eden, figüratif sanatı dolduran gündüz düşlerinin çok ötesi­
ne taşar. Ü topik Arzu, tüm özgürlük hareketlerine yol gösterir;
b ü tün Hıristiyanlar kendi m eşreplerince bilirler bunu, kâh uyu­
yan vicdanlarıyla kâh teessürle, Incil'in H uruç/G öç ve M esih'le
ilgili kısım larından. Sahip O lm akla Sahip O lm am ak arasındaki,
özlemin, u m u d u n ve yuvasına erişm e itkisinin yol açtığı iç içelik
de, büyük felsefede eşelenmiştir. Yalnızca Platoncu Eros’ta değil,
keza Aristoteles'te özün im kanı olan geniş m enzilli m adde kav­
ram ında ve Leibniz'in eğilim kavram ında. U m ut, Kant'ın ahlâkî
bilince dair koyutlam alarında [postüla] dolayım sız bir etkiye sa­
hiptir, Hegel’in tarihsel diyalektiğinde ise dünyasal olarak dola-
yımlanmıştır. Ne var ki b ü tü n bu Aydmlanmacı keşif kollarına
hatta te n a m utopicam ’d a k i'3 keşif seyahatlerine rağm en, bunla­
rın hepsinde kırık bir şey vardır - tam da temaşâ aracılığıyla kı­
rılm ış bir şey. Neredeyse en fazla, en uzaklara açılmış olan He-
gel’de görülür bu: O lm uş Bulunan, Yükselip G elm ekte Olanı alt
eder, Olm uş B ulunanların birikim i, gelecek, ön cephe, N o vu m
kategorilerini tam amıyla engeller. D em ek ütopya ilkesi, ne o n ­
d an huruç/göç etm esine rağmen arkaik-m itsel dünyada ne de in­
filâkı diyalektiğine rağm en şehirli-rasyonel dünyada yarıp geçe­
bilirdi burayı. Bunun nedeni daim a, gerek arkaik-m itsel gerekse
şehirli-rasyonel zihniyetin gözlem ci/tem aşâcı-idealist olması; do­
layısıyla salt pasif-temaşâcı açıdan, olm uş-bitm iş bir dünyayı, ta­
m am lanm ış bir dünyayı varsaym asıdır - olm uş b u lu n an dünya­

13 Ütopyanın toprakları.
25
nın aynasındaki üst-dünya yansısı da dahil. Bir yanda m ükem -
m elliğin/tam am lanm ışlığın Tanrıları, beri yanda fikirler veya ide­
aller, illüzyona dayalı varlıklarıyla, tıpkı b u dünyanın sözüm ona
vakıalarının am pirik varlıkları kadar res finitae’dirler. Dem ek sa­
hici, süreçselliğe açık tarzın geleceği salt tem aşânın her tü rlü sü ­
ne kapalı ve yabancıdır. Yalnızca dünyayı değiştirm eye yönelen,
değiştirm e isteğini bilgilendiren bir düşünce için, gelecek (önü­
m üzde uzanan, sonuca bağlanm am ış olu şu m u n sahası) sıkıntı,
geçmiş de engel teşkil etmez. Bu nedenle, belirleyici olan şudur:
yalnızca bilinçli teori-pratik olarak bilgi, olm akla olana ve o n u n
içinde belirlenebilir olana dairdir, gözlemci/temaşâcı bilgi ise per
definitionem ancak Olm uş B ulunana dair olabilir. O lm uş Buluna­
na yönelik b u ham lenin, O lm uş O lanla ilişkinin dolaysız ifadesi,
kendini kaptırm a m itosunda, önceden düşünülem ez olana yöne­
lik itkidedir; aynı zam anda, aslında paganca olanın, yani b ü tün
hadiselerin üzerindeki sabit kubbesi olarak yıldızların mitselliği-
n in daim î baskınlığında. Aynı geçmişe bağlılığın, geleceğe ya­
bancılığın rasyonalizm deki yöntem sel ifadesi Platoncu A nam ne­
sis ’4 veya tüm bilm enin yeniden hatırlam adan ibaret olduğu öğ­
retisidir. D oğum dan evvel temaşâ edilm iş/seyrine bakılm ış fikir­
lerin, dört b ir yandaki kadim geçm işin veya tarihsiz ebedîliğin
yeniden hatırlanm ası. Buna göre Oluş [Olmak-lık] O lm uş-lukla
örtüşür ve M inerva'nm baykuşu ancak karanlığın basm asından,
yaşamın b ir suretinin eskim esinden sonra başlar uçuşuna. He-
gel’in son kertede “çem berin içindeki çem berler”e dayanan diya­
lektiği de, Anam nesis hayaletiyle engellenm iştir ve antika olarak
kalmaya m ahkûm dur. İlkin Marx, b u n u n yerine, temaşâ ve tabir
etmeye tevekkül gösterm eyen bir teorinin başlangıcı olarak, de­
ğiştirm enin Pathos’unu geçirdi. Böylece gelecek ile geçmiş ara­
sındaki d o n u k ayrım lar yıkıldı, henüz olm am ış gelecek geçmiş­
te, öcü alınan ve tevarüs edilen, dolayım lanan ve ihyâ edilen
geçm iş de gelecekte g ö rü n ü r hale geldi. Yalıtılarak kavranan ve
öylece tu tu lan geçmiş, salt b ir m eta kategorisidir, kendi Fieri’si-
nin [olmuş] ve sü rm ek te olan sürecinin bilincinden yoksun bir
şeyleşmiş Factum’d u r [vakıâ].. Bugünde ise hakiki eylem ancak

14 (Bilgiyi) hatırtama.
26
bu hem geriye hem ileriye dönük olarak tam am lanm am ış süre­
cin bütünlüğü içinde vuku bulur; m ateryalist diyalektik de bu
sürece hâkim iyetin bir aygıtı olur, dolayım lanarak hâkim olunan
Novum haline gelir H enüz ilerici olan b u rju v a çağının Ratio'su
[akıl] ilk m irasıdır o n u n (k onum una bağlı ideolojisi ve içerikle­
rinin gitgide boşaltılm ası hariç). Fakat m irasta bir tek bu Ratio
yoktur; daha önceki toplum lar da, hatta onların içindeki kim i
m ito slar da (salt id eo lo ji o la n la r ve b ilim se llik -ö n ce si bâtıl
inançlar hariç), burj uvazinin bilgi kısıtını aşmış olan b ir felsefe­
ye ilerici bir m iras aktarabilirler - her ne kadar, elbette bilhassa
aydınlatılm ası, eleştirel bir biçimde tem ellük edilm esi, işlevsel
olarak dönüştürülm esi gerekse de. Sözgelimi kapitalizm -öncesi
dünya im gelerinde am acın (nereye, ne için?) rolünü veya bunla­
rın m ekanik-olm ayan doğa kavram ında niteliğin taşıdığı anlam ı
düşünün. Marx’ın felsefe takvim indeki en m uhterem aziz olarak
andığı Prom etheus m itosunu düşünün. Altın Çağ m itosunu ve
o n u n nice ezilmiş sınıf ve halkın Mesihçi bilincinde geleceğe ak­
tarılmasını düşünün. Oluşla ve yükselip gelmekte olanla m üte­
nasip ilk felsefe olan M arksist felsefe, hâlâ yaşam akta olan ve
kendisiyle henüz hesaplaşılm am ış olan dışında bir geçmişi zaten
b ilm ed iğ in d e n , tü m geçm işi de y aratıcı b ir g en işlikle tanır.
M arksist felsefe geleceğin felsefesi, dolayısıyla geçmişteki gelece­
ğin de felsefesidir; böylelikle, bu birikm iş cephe bilinciyle, idrak
edilm iş eğilim in hadiselere vâkıf, N ovum 'a nişanlı, canlı teori-
pratiğidir. Belirleyici olarak kalan, şudur: G örünüşüyle süreçsel-
tam am lanm am ış Totum 'u [bütün] tasvir ve teşvik eden ışık, doc-
ta spes, diyalektik-m ateryalist olarak kavranm ış um uttur. Felsefe­
nin oluş’u ile varolan ve baki kalan tem el izleği, henüz olmamış,
henüz başarılm am ış vatandır; Yeni'nin eski'yle diyalektik-m ater-
yalist m ücadelesinde m eydana gelen, oluşan vatan.
Buraya bir m im daha koyuyoruz. İleriye dönük, peşinden tırıs
gitmek degil geçmek, aşm ak isteyen bir işaret. Henüz-Değil an­
lamına gelir ve onu anlamayı bilm ek gerekir. Lenin’in, giderek
daha sık övülen fakat aynı dikkatle incelenm eyen bir yerde yo­
rum ladığına uygun biçimde:
‘“N eyin d ü şü n ü görm eliyiz?’, bu kelim eleri yazdım ve irkil­
dim. G özüm ün önüne getirdim ki, bir ‘Birleşme K onferansı’nda-

27
yız, karşım da da Raboçeye D y e lo 'n u n 15 editörleri ve çalışanları
oturuyor. D erken yoldaş M artinov ayağa kalkıp teh d itk âr bir
edâyla bana dönüyor: ‘Size şu n u sorm am a izin verin: Özerk bir
yazı k u ru lu n u n hâlâ önceden P arti K om itesinden izin alm adan
düş görm e hakkı var m ıdır?’ A rkasından yoldaş Kriçevski kalkı­
yor ve (kendisi de çoktan yoldaş Plehanov'u derinleştirm iş b u ­
lunan yoldaş M artinov’u felsefî açıdan derinleştirerek) devam
ediyor: ‘Dahasını söyleyeyim. Bir M arksistin, şayet Marx’a göre
insanlığın kendi önüne ancak çözebileceği ödevler koyduğunu
ve taktiğin de partiyle beraber büyüyen ödevlerin artm ası süreci
o lduğunu unutm ayacaksa, genel o larak düş görm eye hakkı olup
olm adığını soruyorum .’
Bu tehditkâr so ru la n yalnızca d ü şü n m ek bile b u z kesm em e
yol açıyor, nereye saklanabileceğim den başka bir şey d ü şü n m ü ­
yorum . Pisarev’in arkasına saklanm aya çalışacağım.
‘Bir ikircim diğerine benzem ez,’ diye yazm ıştı Pisarev, düş ile
gerçeklik arasındaki ikircim hakkında. ‘D üşlerim hadiselerin d o ­
ğal gidişini aşabilir veya tümüyle ters yollara sapabilir; hadisele­
rin doğal gidişinin asla giremeyeceği yollara. Birinci vakada düş
k urm ak tamamıyla zararsızdır; hatta çalışan insanın eylem gücü­
n ü teşvik edebilir, artırabilir... Böyle düşlerin yaratm a kuvvetini
kısıtlayan veya felç eden bir yanı yoktur. Tersine. İnsan bu tarzda
düş görm esini sağlayan y eten eklerden m ahrum olsa, henüz elleri
arasında biçim lenm eye başlamış ü rü n ü n bütünsel ve tam am lan­
mış bir imgesini fantezisinde kurarak ön almasaydı; hangi kuv­
vetin insanı sanat, bilim ve p ratik yaşam alanlarında u zun vâdeli
ve zahm etli gayretleri göze alıp sonuna kad ar sürdürm esini sağ­
layabileceğini kesinlikle tasa^vvur edem iyorum ... Düş ile gerçek­
lik arasındaki ikircim , eger düş gören düşüne ciddiyetle inanır,
kendi yaşamını dikkatle gözler, gözlemlerini [muhayyilesindeki]
düş saraylarıyla karşılaştım ve d ü şü n d e kurduklarının gerçekleş­
mesi için çalışırsa, zararlı olmaz. Yeter ki herhangi bir bağıntı ol­
sun düş ile yaşam arasında, o zam an her şey yolundadır.’
Ne yazık ki hareketim izde bu tarz düşler pek azdır. Bunun esas
sorum luları da, ne kadar ayık olduklarını, ‘som ut’a ne kadar ya­

15 işçi Davası. Rus Sosyal Demokratlan’nın yurtdışı fraksiyonunun ekonomist


eğilimli yayın organı.
28
kın durduklarını söyleyerek böbürlenenlerdir, bunlar legal eleşti­
rinin ve legal olmayan tıns tın s arkadan takip politikasının tem­
silcileridir." (Lenin, N e Yapmalı? Seçilmiş Eserler, 1946, I, s. 315)
ileriye dön ü k düşlere bir mim daha k o n m u ştu r böylece. Eli­
nizdeki kitabın konusu, olm uş günün ötesine d ö n ü k u m uttan
başka bir şey değildir Eserin (1938-47 arasında yazıldı, 1953 ve
1959’da gözden geçirildi) beş bölüm ü boyunca takip edilen iz-
lek, daha iyi bir yaşama d ö n ü k düşlerdir. B unların dolayım lan-
mamış am a öncelikle dolayım lanabilir hatları ve içerikleri geniş
biçim de ele alınm ış, incelenm iş, sınanm ıştır. Yol, k ü çü k arzu
düşlerinden kuvvetli düşlere, sendeleyen ve istism ar edilebilir
düşlerden sıkı olanlarına, değişen düş saraylarından, beklenen
ve sadre şifâ olan tek bir düş sarayına uzanıyor. Demek, gençlik­
ten yaşlılığa dek serbestçe, rastgele seçilm iş vasat tü rd en gündüz
düşleriyle başlayacağız. tik bölüm ü b u n la r dolduruyor: sokakta­
ki adama ve onun düzensiz düşlerine dair rapor. H em en peşin­
den, geri kalan her şeyi tem ellendirip taşıyan ikinci ve esas bö­
lüm geliyor: Ö ngörücü tasavvur bilincinin araştırılm ası. Bu bö­
lüm ün birçok kısm ı, bizzat m eselenin k endisinden kaynaklanan
sebeplerle, meselenin esaslannı koym ası itibarıyla, kolay o k u n u r
değildir, tedricen artan bir zorluğu vardır. Ama böylece mesele­
ye vâkıf hale gelen, giderek daha derine çekilen o k u r için bu
zorluk giderek azalacaktır da. N esneye duyulan ilgi de, ona eriş­
m enin zahm etini kolaylaştırır, tıpkı tepedeki ışığın dağa tırm an­
m anın bir parçası, dağa tırm anm anın da geniş bir ufka kavuş­
m anın parçası olm ası gibi. Temel güdü olan açlığın işlenip çı­
kartılm ası ve m ahrum iyetin reddine, yani en önem li beklenti
duyusu olan u m u d a nasıl uzandığının gösterilm esi gerekir bura­
da. Bu bölüm de esas iş, “H enüz-B ilincinde-O lunm ayan”m keşfe­
dilm esi ve başka bir şeyle k a n ştın lm a y a c a k biçim de kayda geçiril­
m esidir. Görece bilinm eyenin, geriye değil ileriye d ö n ü k öteki
yanının keşfidir bu. U nutulm uş, olm uşluğu hatırlanabilir, bastı­
rılm ış veya arkaik biçim de bilinçaltına batm ış olanın değil de,
tan yerinin ağarması gibi yükselm ekte olan b ir Yenilik yanının.
Leibniz'in bilinçaltını keşfinden gece ve kadim geçmişe dair ro­
m antik psikolojiye ve Freud’un psikoanalizine dek, şimdiye ka­
dar saptan an ve araştırılan, esasen sadece “geriye d ö n ü k gün

29
ağarm ası” olm uştu. H alihazırdaki her şeyin, A rtık-Bilincinde-
O lunm ayan’ın b odrum undaki geçm işin hafızasıyla yüklü oldu­
ğ u n u n keşfedildiğine inanılıyordu. K eşfedilm em iş olan şuydu
ki: H alihazır olanda, dahası bizzat hatırlananda, H enüz-O lm a-
m ış’ın bir itkisi, bir kesintiye uğram ışlığı, b ir kuluçkaya yatırıl-
mışlığı, bir önceden tasavvur edilişi vardır; ve kesintiye uğramış,
şim di sökün eden bu hal, bilincin bodru m u n d a değil, ön cephe­
sinde vuku bulur. D em ek burada, her şeyden önce gençlik, dö­
n ü m anlan, üretkenliğin m aceraları için, aslında içinde O lm a-
m ış’ın saklı o ld u ğ u ve kendini ifade etm ek istediği b ü tü n feno­
m enler için karakteristik nitelik taşıyan, yaklaşıp geliyor olma­
nın psişik süreçleri söz konusudur. Ö ngörücü tasavvurun etkisi,
u m u d u n sahasındadır; u m u t y a ln ızc a du yu olarak, k o rk u n u n
karşıtı olarak değili (zira korkuyla da öngörücü tasavvurda bulu­
nulabilir), daha esasa dair bir önemle, bilişsel m âhiyette istikam et
ta yin edici bir edim olarak alınacaktır (b u n u n da karşıtı, korku
değil hatırlam adır). Böyle tanım lanan gelecek yönelim inin tasa­
rım ı ve düşünceleri ütopiktir; lâkin kelim enin d ar hatta' salt kö­
tüyle belirlenm iş anlamıyla (üzerine düşünm eden duyulara ka­
pılan, m übalağalı hayalcilik, soyut oyunbazlık) değil, ileriye dö­
n ü k düşlerin, tüm üyle öngörücü tasavvurun yeni m akul anla­
mıyla. B urada Ü topik kategorisi, haklı olarak küçüm seyen alışı­
lagelm iş anlam ından farklı, hiç de zorunlu olarak soyut veya
dünyaya yabancı olm ası gerekm eyen, tersin e yüzü cepheden
dünyaya dönük, hadiselerin dogal gidişini sollamayı hedef alan
bir anlam taşır. Böyle anlaşılm ak kaydıyla, bu ikinci bölüm ün
izkgi, üto p ik işlev ve o n u n içerikleridir. Açımlama, bu işlevin
ideolojiyle, arketiplerle, ideallerle, sem bollerle, cephe ve N ovum ,
hiçlik ve yurt kategorileriyle, kadim bir sorun olan Şimdi ve Bu-
rada’yla ilişkisine eğilir. Burada, h er tü rlü bayat-statik nihilizm e
k arşı şuna dik k at etm ek gerekir: H içlik de ü to p ik bir kategoridir '
- aşın karşı-ütopyacı olsa bile. Hiçleyici bir tem el veya yine böy­
le bir arka plan o luşturm anın (varoluşun g ü n ünün, iki m utlak
gecenin arasında kalacağı biçim de) çok uzağında olan Hiçlik,
-a y n e n olum lu U topikum [hiçbiryer]: Vatan veya H er Şey, gibi-,
m ünhasıran nesnel im kân olarak “m evcut”tur. Dünya sürecinin
içinde dönen ir fakat o n u n üzerine oturm az; h er ikisi de: Hiç de

30
Her Şey de, ü to p ik karakterler olarak, dünyadaki tehdit veya ih-
yâ edici nihâi belirlenim ler olarak asla kesin bir sonuca bağlan­
m ış değildirler. Keza yakınım ızdaki, hep yeni başlangıç yapan
‘Şimdi ve Burada' da, ü to p ik b ir kategoridir - hatta en merkezîsi;
değil m i ki, b ir H iç'in yıkıcı, b ir H er Şey’in aydınlatıcı deverâ-
nından farklı olarak, zam ana ve m ekâna bile girm em iştir daha.
Bu en dolaysız yakınların içerikleri, tüm üyle, düny anın sahici
d ü ğ ü m ü , bilm ecesi olan, yaşanm ış ânın karanlığında m ayalanır­
lar. Ütopik bilinç çok uzaklara bakm ak ister, fakat netice itiba­
rıyla sırf, O lm akta O lan h er şeyin içinde eylediği ve saklandığı,
yaşanm ış ânın çok yakınındaki karanlığını delebilm ek için ister
bunu. Başka deyişle: en yakındaki yakına nüfuz edebilm ek için,
en kuvvetli d ü rb ü n e, bilenm iş ü to p ik bilince ihtiyaç vardır. İçin­
de K endini-B ulm a'nın ve Var-Oluş'un çekirdeğinin de yer aldığı,
içinde dün y an ın sırrının düğüm ünün de atılı b u lu n d u ğu, en do­
laysız dolaysızlık olarak ü to p ik bilince. M eselenin k endisinin
tüm üyle berrak veya kendi içinde istikrarlı b ir içeriğe sahip olup
da sadece kifayetsiz zihinler nezdinde sır olarak kalm ası değil;
D ünyanın M eselesinin ta kendisini teşkil eden ve çözüm ü için
de [dünyanın-m eselesinin] süreç halinde gelişm ekte ve yol al­
m akta oldugu o reel sır söz k o n u su d u r burada. İnsanın H enüz-
Bilincine-Varmadığı, pekâlâ, dünyadaki H enüz-O lm am ış’m , He-
nüz-Ç ıkarılm am ış’ın , İfşâ E dilm em iş O lanın b ir parçasıdır. He-
nüz-Bilincine-Varılmayan, H enüz-O lm am ış'la, daha özel olarak
da tarihte ve dünyada yükselip yaklaşm akta olanla iletişim ve
etkileşim h alindedir. B urada ö n g ö rü c ü tasavvurun te tk ik in in
esasen, daha iyi yaşam a dair z u h u r edecek' olan aslî ayna imgele­
rinin hatta tasvirlerinin psişik-m addî olarak anlaşılır kılınm ası­
na hizmet etm esi gerekir. Ö ngörücü tasa^vvurdan, H enüz-O lm a-
yan’ın bir ontolojisi tem elinde, bilgi edinilm elidir. İkinci bölüm
h ak k ın d a ve b u rad a b aşlatılan, u m u d u n öznel-nesnel işlevsel
analizi hakkında, b u kadarı yeter.
M ünferit arzulara döndüğüm üzde, ilkin yine m üp h em olanlar
belirir. R apordaki düzensiz k ü çü k arzu im geleri yerine, burjuva
vesayeti altın a alınanlar, yönlendirilenler g ö rü n ü r hale gelir. Bu
şekilde y ö n len d irilen im geler b astırılıp istism ar da edilebilir,
pem beye de kana d a boyanabilirler. Ü çü n cü b ölüm olan Ge­

31
çiş’te, ı.rzu im geleri aynada görünür; güzel gösteren, çok defa sa­
dece egem en sınıflar ezilenlerin nasıl arzulam asını arzu ediyorsa
o n u yansıtan b ir aynada. Mamâfih eğer, m asallarda gayet sarih
ve harikulâde göründüğü üzere ayna halkın aynasıysa, bu vaka
tam am en tem ize çıkar. K itabın b u b ö lü m ü n ü , böylece yansıtı-
. lan, sıklıkla norm lara bağlanan arzular dold u ru r; hepsinde, gû-
yâ veya sahiden daha iyiyi tem sil eden rengârenklige doğru bir
ortak itk i vardır. Cazibe ve kılık değiştirm e, ışıklandırılm ış teş­
hir buraya aittir, am a sonra m asal dünyası da, seyahatte güzelle­
nen uzaklar da, dans da, d ü ş fabrikası sinem a da, tiyatronun su n ­
duğu emsal de. Böyle şeyler ya eğlence endüstrisindeki gibi da­
ha iyi bir yaşam ın yanılsam asını su n ar ya da o n u esaslı biçim de
gösteren sahici b ir resm ini çizer. A ncak önceden resm ini çizm ek
özgür ve d ü şü n ü lm ü ş b ir tasarım a inkılâp ederse, işte o zam an
esas ütopyaların, yani planlanm ış veya taslağı çizilm iş ütopyala-
n n alanına girilmiş olur. B unlar dördüncü bölüm ü oluştururlar:
tarihsel olarak zengin ve salt tarih sel olm akla kalm ayan içeriğiy­
le, inşa/kurgu. Tıbbi, sosyal, teknik, m im ari ve coğrafi ütopyalar­
da, resm in ve şiirin arzu m anzaralarında serpilip yayılır. Sağlığa
dair arzu im geleri çıkar böylece, yo klu ğ u n olm adığı topluma dair
arzu imgeleri, tekniğin m ucizeleri ve m im arideki sürüsüne bere­
ket göky ü zü sarayları. C oğrafî k e ş if se ya h a tlerin d e E ldorado-
E den zu h u r eder, resim ve şiirde bizim le m ütenasip b ir çevrenin
m anzaraları, hikm ette bir M udak'ın perspektifleri. Bunların hep­
si önüne geçmeler, sollam alardır; am p irik olarak zaten olm uş ol­
d u k ların d an daha derinlem esine biçim lendirilm iş ve özselleşti-
rilm iş görünüşlerle, zım nen veya belirtik olarak daha m ükem ­
m el b ir d ü n y an ın yolunu ve hedef im gesini inşâ ederler. Bol
keyfi ve soyut kaçışçılık burada da m evcuttur, ancak büy ü k sa­
nat eserleri ö zü n d e m ü k em m elleştirilerek g eliştirilm iş k en d i
m eselelerinin/keyfiyetlerinin reel olanla bağıntılı b ir Ö n-G örü-
nüş’ü n ü sunarlar. Burada önden-biçim lendirilm iş, estetik-dinsel
deneye tabi varlığa bakış değişkendir; fakat b u türden her dene­
me, dü n y an ın şim diye d ek tan ık olm adığı b ir sollam anın, bir
m ükem m elin deneyidir. Buna yönelen b akışın, h er durum daki
sınıfsal kısıtlara tekabül eden değişik som u tlu k ları olur; fakat
h er d u ru m d a sanat a rzu su denen şeyin, ü slu p lar denen şeyler­

32
deki ütopik ana hedefleri, ideolojinin bu “a rtık la n ”, ait olduğu
toplum la beraber hep aynı biçim de batıp gitmez. M ısır m im ari­
si, kastı m ükem m elliğe erişm ek olan ölüm kristaliyle, taş gibi
olma arz u su d u r; g o tik m im arî, k astı m ükem m elliğ e erişm ek
olan yaşam ağacıyla, Isa’n ın asm ası gibi olm a arzusudur. Böylece
tüm sanat, m ükem m ellik sem bollerine, ü to p ik bir özü olan bir
sona doğru sürüklenen görünüşlerle d o lu görünür. Şu da var ki,
şim diye kadar yalnızca sosyal ütopyalar doğal o larak ütopik sa­
yılıyordu. Birincisi, adlarında ütopya olduğu için, ikincisi b u lu t­
lardaki kuş yuvası'6 sözü çoğunlukla onlarla ilgili olarak ve on­
ların da sadece soyut olanlarıyla sınırlam adan kullanıldığı için.
Böylelikle, belirtildiği gibi, ütopya kavramı hem uygunsuz bi­
çim de d araltılıp devlet rom anlarıyla sınırlanıyor; hem de, her
şeyden önce bu devlet rom anlarının baskın soyutluğu nedeniy­
le, ancak sosyalizmin ilerleyişiyle bu ütopyalardan bilim e aşın-
lacak, yükseltilecek olan o soyut oyunbaz forma b ü rü nüyorlar­
dı. Ne olursa olsun, felsefî açıdan çok daha geniş kapsamlı olan
ütopya kavram ı değilse de Thom as M ore’u n ürettiği ütopya sö­
zÜ, tüm m üphem liğiyle, geçiyordu buralarda. Buna karşılık baş­
ka yerlerde, sözgelimi teknik arzu imgeleri ve planlarında, ü to ­
pik açıdan düşünm eye d eğer pek az şey kaydediliyordu. Francis
Bacon’un N ova A tlantis’in e rağm en teknikte, öncü statüsü ve do­
ğaya ilişkin kend in e m ahsus um ut içerikleriyle tem ayüz eden
bir sınır bölgesi yoktu. Daha güzel bir uzam oluşturacak, b u n u
taklit edecek, b u n u n için em sal o luşturacak binalarda, m im ari­
de, daha da az görülebiliyordu böyle bir şey: Aynı şekilde resim
ve şiirin d u ru m ve m anzaralarında, b u n la rın abartılarında ve
özellikle iyice derinlere ve ötelere bakan, m üm küne d ö n ü k ger­
çekçiliklerinde de, ü to p ik u n su r keşfedilm eden kalıyordu. Yine
de b ü tü n bu kürelerde, içerik itibarıyla tadile uğram ış olarak,
ütopik işlev devrededir; d a h a m ah d u t yapılarda/yaratılarda he-
veskar bir heyecanla, b ü yük yaratılardaysa sui generis bir J.itizlik
ve gerçekçilikle. Zaten ü to p ik işlev olm aksızın, insan fantezisi­
nin bereketinin, dünyadaki m uadil kavram larıyla birlikte (fante­
zi nesnesine vâkıf, som ut bir hale geldiği ölçüde) incelenm esi ve

16 Aristophanes’in Kuşlar oyununda kuşlann gökyiziinde kurduğu şehir; ger­


çekçilikten uzaklığı, fantezilere kapılmayı ifade eden bir deyim.
33
d ö k ü m ü n ü n yapılm ası m ü m k ü n değildir; nasıl ki diyalektik
m ateryalizm olm aksızın sağlaması yapılamazsa. Sanatın göster­
diği özgül Ö n-G örünüş, hadiselerin, suretlerin ve karakterlerin
tipik-karakteristik uç noktalarına v ardınldıklan, bir sonun u ç u ­
ru m u n a veya bahtiy arlığ ın a itild ik leri b ir lab o ratu arı andırır.
Her sanat eserinin tabiatında olan ve en aşikâr tarzına Shakespe-
are’ce, en zam anla tahditli tarzına ise Dante'ce diyebileceğimiz,
karakterlerin ve durum ların özselliğini görme [hassası], haliha­
zır gerçekliğin ötesindeki bir im kânı varsayar. B uralarda hep ile­
riye dönük edim ve taha^m ller, öznel fakat nesnelliği de kavra­
yabilen düş yollan, Olm uş O lan’d an Başarılana, sem bolik olarak
kuşatılan kazanıma gitm eyi hedefler, oraya yönelirler. Bu bakım ­
dan Henüz-Değil ve biçim lendiriri niyet/yönelim kavram larının
yeg&ne hatta tüketici emsalleri artık sadece sosyal ütopyalarda
bulunm az - bunlar, başka h er şey bir tarafa, uygulam alı bir ön-
görücü tasavvurun eleştirel m alûm atı açısından ne denli önemli
olsalar da. Ü topik O lanı T hom as More tarzıyla sınırlam ak veya
basitçe oraya odaklam ak, elektriği, ona Yunanca ad ını koyan
B em stein’a indirgem ek gibi olurdu. Evet, Ü topik Olan devlet ro­
m anıyla o kadar az örtü şü r ki, ütopyayla tanım lananın içeriksel
olarak hakkını verebilm ek için felsefenin tüm bütünselliği (ara
ara neredeyse u n u tu la n bir b ü tü n lü k ) zoru n lu hale gelir. İnşâ
bölüm ünde b ir araya getirilen öngörücü tasavvurların, arzu im ­
gelerinin , u m u t içeriklerinin genişliği bundandır. Tıbbi, teknik,
mimari, coğrafi ütopyaların, keza resim, opera, şiirdeki esas ar­
zu m anzaralarının -<levlet m asallarının ö n ünden de arkasından
d a - belirtildiği üzere kayda geçirilmesi ve yorum lanm ası b u n ­
dandır. N ihayet, tü rlü çeşitli um ut m anzaralarının ve bunlara
d ö n ü k özgül bakış açılarının felsefî bilgelikle rabıtalı bir tasviri­
nin yerinin burası oluşu, bundandır. Şimdiye kadarki felsefeler­
de O lm uş O lanın Pathos'unun ağır basm asına rağm en böyledir
bu; buna rağm en oradaki öz -neredeyse daim a yönelinen/niyet
edilen istikam et: g ö rü n ü ş - belirgin biçim de ü to p ik bir kutbu
işaret eder. Toplum sal, estetik, felsefi açıdan “h ak ik i oluş”u n
k ü ltü rü y le ilişkili tü m b u b iç im le n d irm e le r d iz isin in , k en d i
m antığına uygun olarak, gittikçe d ah a belirleyici hale gelen ye­
re/dünyaya inerek varacağı nokta, [bütün bunların] tahakkuku­

34
nu sağlayan, sö m ü rü d en k u rtu lm u ş bir em eğin yaşam ına dair
sorular olacaktır; am a aynı zam anda, çalışm anın ötesindeki bir
yaşama dair sorular, yani arzu duyulan bir sorun olarak aylaklığa
dair sorular.
Son istek, sah id en m evcut olm aktır. Öyle ki, yaşanan an bize
ait olsun, biz de ona ait olalım ve “Oyalan hele”yi17 o âna hita­
ben söyleyebilelim . İnsan en nihayet kendisi o larak Şim di ve
Burada olm ak ister, ertelem eden ve uzağa ötelem eden kendi do­
lu yaşamını ister. Sahici ü to p ik irade hiç de sonsuz bir çaba de­
ğildir, daha ziyade: K endi-M evcudiyetinin ve V ar-O luşun salt
dolayımsızlığı veya böylece sahip olunam azlığı nihayet dolayım-
lansın, aydınlansın ve [var-oluş] ifâ edilsin, m utlu-m ünasip bi­
çim de gerçekleşsin ister. Faust’un tasarısındaki “Oyalan hele, ne
de güzelsin”de d ü şü n ü len ü to p y an ın sın ırın ın içeriği budur. İn­
şânın nesnel u m u t im geleri, böylece kaçınılm az bir biçim de,
kendini gerçekleştiren, kendine nail olan insanın ve o n u n dola-
yım lanm ış çevresinin, yani vatanın u m u t im gelerine d u h u l eder­
ler. Beşinci ve son bölüm , bu niyetleri/yönelim leri tesbit etmeyi
dener. B unlar, m u h telif ahlâkı tim saller ve doğru yaşam a dair
çok defa antitez niteliğindeki tam im ler, insana-benzer olm aya
çalışan denem eler olarak görünürler. Böyle olunca, öne çıkanlar,
insani sın ırla n aşan suretler olur: Don G iovanni, Odysseus, Fa­
ust. Bu sonuncusu, dünyayı deneyim leyen ütopyası içinde tam
m ükem m ellik ân ın ın peşindedir. Don K işot, d ü ş m onom anisi
içinde, düş enginlerinde, u y a n r ve talep eder. D ünyanın ütopik
Humanum’u n u n , en kuvvetli y oğunluğunun şarkıya ve sese dö­
külm esi sanatı olan m ü zik , çok dolaysız, çok uzaklara uzanan
ifade çizgilerinin çağrısı ve çekim i o larak yükselir. Ve sonra:
ütopyaya vurulan en sert karşı darbe, b u n u n için de ütopyanın
unutulm az uyarıcısı olan ölüme karşı um ut im geleri toplanm ıştır.
Ölüm , ütopyanın çekim iyle O luş’un y uttuğu o Hiç’in m ükem ­
mel bir deverânıdır; kötünün m ahvının aktif biçim de yutulm a-
dığı bir Olm ak, bir zafer yoktur. Dinin fantezisinin hâsıl ettiği,
kâh tüm üyle illüzyona dayalı kâh in san î bir çekirdeğe sahip, ne­
ticede k ö tü lü k te n k u rtu lm ay la, ö zg ü rlü ğ ü n "k rallığ ın a” u laş­

17 Goethe’nin Faust’unda, Faust’un ruhunu satarken söylediği söz.


35
mayla bağıntılı b ü tü n müjdeler, m itsel biçim de, ölüm e ve kade­
re karşı en yüksek düzeye erişirler. Tam da b u dünyevi vatan-
oluş’a yönelim i, vatanın taşıyıcı, kavrayıcı u za m ın d a ki gelecek
so runu izler: Doğa. B ütün bunların m erkezinde hep arzulamaya
değer olanın veya en y ü k s e k iyin in ne olduğu m eselesi vardır.
Z orunlu Bir En Yüksek iyiye dair ütopya, - ta m da o, tıpkı insa­
nın m evcut-oluşu gibi tüm üyle seziliyor olm akla b eraber-, geri
kalan hepsine hükm eder. Tabii keşke önce daha az yüksek iyile­
re erişilse de, adi yokluğun ortadan kaldırılm asına giden yolda
bunlar herkese açık olsa. İlkin pas ve güvelerce kem irilm iş hazi-
nelere, 18 ancak ondan sonra, eğleşenlere giden yolda. Bu yol sos­
y alizm dir ve öyle de kalacaktır; so m u t ü to p y a n ın pratiğidir.
U m ut im gelerinde illüzyon-olm ayan, reel-m üm kün olan her şey,
Marx’a g ö tü rü r ve dünyan ın sosyalistçe değiştirilm esine hizm et
eder - her zam anki gibi d u ru m a göre çeşitlenerek, koşullara uy­
gun ayarlamayla. U m udu inşâ sanatı böylelikle sahiden, şim diye
dek b u n u sadece d ü ş olarak ve yüksek, h a d d in d en fazla yüksek
bir Ö n-G örünüş olarak gören insanı inşâ sanatına, yeni bir yer­
yüzünü inşâ sanatına dönüşür. Daha iyi bir yaşam ın düşlerinde
her zaman, ancak M arksizm in ö n ü n ü açabileceği, b ir ‘m utlu ol­
m a’ so rg u lam ası vardı. Bu, p e d a g o jik içeriğ iy le d e, yaratıcı
M arksizme, öznel ve nesnel y eni öncüllerden hareket e d en yeni
b ir giriş yolu açar.
Kastedilen şey, burada genişçe tasvir edilm iş olmalı. K üçük ve
büyük örnekleriyle, olabildiğince sınayarak, içindeki gerçekliği
açığa çıkarm a isteğiyle. Reel im kânın ölçüleri içinde, reel m üm ­
k ü n ü olanın, reel olarak h enüz gerçekleşm em iş b u lu n anın (bu­
n u n dışın d ak i h er şey salt kanaatin d ö k ü n tü sü ve soytarı cenne­
tidir), olum lu O luş'a revan olm ası için. N eticede bu büyük bir
basitliktir, veya sadre şifâ tek Bir Şey. Bir u m u tlar ansiklopedi­
sinde sık sık tekrarlar o lur am a asla kesişm eler olmaz; ilkiyle
olarak da, Voltaire’in önerm esi geçerlidir: anlaşılana dek, tekrar­
lanacaktır. K itaptaki tekrarlar olabildiğince hep başka bir düz­
lem de yapıldığından, dolayısıyla bu arada hem başka birşeyler
daha öğrenilm iş olacağından hem de özdeş sayılanın hep yeni­

18 İngilizce çeviride: lncil, Matya^a Göre 6/19.


36
den öğrenilm esi sağlanabileceğinden dolayı, misliyle geçerlidir
b u önerm e. Sadre şifâ olan Bir Şeye yönelim , şim diye kadarki fi­
lozoflarda da yaşıyordu; yoksa nerede kalırd ı hikm ete olan aşk­
ları? Yoksa, m ütem adiyen ve m utlak olarak aslolana, özsele değ­
gin olan büyük felsefe varolabilir miydi? Hele, iltisaklı b u lu n d u ­
ğu Aslolan'ın sahici tasvirini yapm a yeteneğiyle; tem el çizgileri
dünyayı o n u n ken d isin d en hareketle (ve o nu böyle açıklayabile­
ceğine o lan g ü v en in kesinliğ iy le) açık lam ak ve b u d ü n y ad a
m u tlu lu k (ve o n u b u labileceğine d u y u la n g ü v en in kesinliği)
olan, büy ü k m ateryalist felsefe? Ama bilgeliğin şim diye kadarki
dostlan, m ateryalist olanlar da dahil, Marx’a gelinceye dek aslo-
lanı ontik-m evcut, statik-tam am lanm ış o larak koydular: basit
T hales'in su y u n d an m utlak[çı) H egel’in kendinde-ve-kendisi-
için fikrine kadar. D iyalektik-ucu açık Eros’u n üzerine hep, şim ­
diye kadarki felsefeyi -H egel'inki d a h il- ön cephenin ciddiyetin­
d en ve Novum'dan alıkoyan, tefekkürcü-antikacı b ir çerçeveye
kapatan Platoncu Anamnesis'in ö rtü sü seriliyordu. Böylece pers­
pektif bozuluyor, hatırlam a u m u d u n gerilim ini yok ediyordu.
U m udun h atırlay arak (geçm işteki gelecekten) boy atm ası da
m ü m k ü n olm uyordu. U m utta da (tarihsel olarak dolayım lan-
mış, tarih i k ab ın d an boşaltan, so m u t ütopy ad a) h atırlam an ın
boy atm ası m ü m k ü n olm uyordu. Böylece, O lu ş’u n eğilim inin
arkasına geçilmiş, yani vâsıl o lunm uş gibi görü n ü y o rd u. Böylece
d ünyanın reel süreci kendi k en d isin in arkasında duruyor, oraya
vâsıl olm uş, dindirilm iş görünüyordu. H akikatin, sahici olanın
biçim lendirici-tanım layıcı u n su ru ise asla böyle kesintiye uğratı-
lamaz, sanki d ünyadaki m uğlak süreç nihayetine erm işçesine.
Ancak kapalı-statik Oluş kavram ına veda edince, u m u t gerçek
boyutlarına kavuşacaktır. Zira dünya, birşeylerin istidadıyla, bir-
şeylerin eğilimiyle, birşeylerin gizilligiyle d o lu d u r ve b u şekilde
yönelinen/niyet edilen bir şey, yönelinenin/niyet edilenin ifâsı
dem ektir. Bize daha uygun b ir dünya dem ektir, onursuz acıla­
rın, kork u n u n , kendine yabancılaşm anın, hiçliğin olmadığı. Bu
eğilim, Novum’u n tam da önünde d urduğu b ir akıştadır. Sahici
olanın Nereye gittiği, en esaslı nesnel belirlenim ini ancak N o-
vum'da g österir ve kollarını N ovum 'a dolam ış olan insana sesle­
nir. M arksist bilgi: yükselip gelenin zorlu süreçlerinin kavrama

37
ve pratiğe dökülm esi dem ektir. Bilginin h enüz boş bölgelerinin
bereketi, bizzat bir sorun alanı olarak Novum’dadır; dünyanın
hikm eti b u kaynaktan yeniden gençleşecek ve özgünleşecektir.
Oluş kendini Nereye’sinden anlayacaksa, ancak eğilimsel, henüz
tam am lanm am ış bir Nereye’den çıkartabilir bunu. Bilinci koşul-
layan Oluş, aynen O luşu işleyen bilinç gibi, son kertede an ca k eği­
lim inin nereden ve nereye olduğundan hareketle ve bu eğilim in için­
de anlayabilir kendini. Ö z, O l-m uşluk değildir; tersine, dünyanın
özünün kendisi ön cephede, ilerdedir.

38
Bl Rl NCl BÖLÜM

(Havadis)

KÜÇÜK GÜNDÜZ DÜŞLERİ


1
BOŞ B A Ş L A R I Z

Kıpırdıyorum . Başlangıçtan itibaren, arar insan. Son derece h a­


ristir, bağm r. istediğine sahip değildir.

2
B İ R Ç O K ŞEYDE DAHA F A Z L A S I N I N
TADI VARDIR

Fakat beklem eyi de öğreniriz. Ç ünkü b ir çocuğa istediğinin vak­


tinde verildiği pek enderdir. H atta arzulam anın kendisini bile
bekler insan, belirginleşene dek. Bir çocuk ne dem ek istediğini
anlam ak için h er şeye el atar. H er şeyi tekrar geri fırlatır, sükûn
bulm am acasına m eraklıdır ve niçin, bilm ez. Fakat işte b u n d a bi­
le rüyasını görd üğüm üz Tazelik, Başkalık saklıdır. Oğlanlar ken­
dilerine hediye edileni kırıp dökerl er, fazlasını isterler, paketini
yırtıp çıkartırlar. Hiçbir çocuk adını koyamaz ne istemiş olduğu­
n u n ve erişem emiştir ona. Bizim Olan böylece akıp gider, henüz
daha yoktur.

41
3
HER GÜN MAVÎNIN Î Ç t N E '

Sonralan daha sıkı sarılınır. A dlandırılana doğru gitm ek arzula­


n ır daha fazla. Çocuk biletçi olm ak ister ya da tatlıcı. U zun bir
seyahati arar, uzaklan, her gün kurabiye arar. Pek uygun bir şey
gibi görünür, bu.
H ayvanlarda da b ü y ü k rüyalar görülür. Ö zellikle küçükler,
onlar daha az korkutur, eline gelirler insanın. Ya da agla yakala­
nabilirler, uzak arzular böylece faaliyete geçer. Tatlıcı avcıya dö­
nüşür, tuh af bir şekilde dolu olan açık arazide. Yeşille mavi ker­
tenkele olarak koşar, ele gelmez b ir rengârenklik kelebek olarak
uçar. Taşlar da yaşar, uçucu değildirler, onlarla oynanabilir, on­
lar da oynar. “Her şeyi böyle seviyorum ” dem işti bir çocuk; yu­
varlanıp giden ama sonra çocuğu bekleyen bilyayı kastediyordu.
O ynam ak dönüştürm ektir, hep geri dönen b ir em niyet içinde de
olsa. O yun, arzularına göre değiştirir çocuğu, arkadaşlarını d e­
ğiştirir, b ü tü n şeylerini yabancı bir aşinâlığı olan bir donanım a
dönüştürür, o y u n odasının zem ini vahşi hayvanlarla dolu bir or­
m an veya bir göl, ü stü n d e h er sandalye bir tekne olur. Fakat
korku peydah olur, alışılagelen fazla uzaga gider veya zahm et­
sizce eski suretine dönüverm ezse. “Bak, düğm e bir cadı," diye
haykırm ıştı oynayan bir çocuk, düğmeyi ondan sonra da bir da­
ha ellemem işti. Ç ocuğun istediğinden daha fazla b ir şey olm uş
değildi düğm e, ama fazla uzun süre öyle olm uştu. Evdeki ahır
hiçbir zam an çok fazla uzanm am alıdır rü y an ın içine. Kertenke­
lenin henüz zarar verm ediği, kelebeğin hen ü z tehdit etm ediği
bir yer olarak m uhafaza edilmelidir. O ndan doğru oynanacak en
iyi oyun pencereden bakm ak, pencereden bakılanları birik tir­
mektir. Başka olana d e rin ve kısa dalışlardır. R engârenk hayva­
nın kendisi rengârenk bir penceredir, ardında arzulanan uzaklar
olan. Bir zam an sonra, yabancı ülkelerden anlatan posta p u lu n ­
dan başka bir şey olm az o artık. Kulağa yeterince yaklaştınlırsa
içinde denizin hışırdadığı denizkabugu gibi. D elikanlı çeker gi­
der, yollara düzülür, her yerde ona gönderilm iş b ir şey biriktirir.
D elikanlının görebilm ek için erkenden yatağa girm esini gerekti­
ren şeyler için de bir tanıklık olsa gerektir bu aynı zam anda.

42
O nun renkli b ir taşa bakışında, sonradan kendisine istediği çok
şeyin rüşeym i oluşur.

4
S A K L A N A C A K Y E R VE G Ü Z E L Y A B A N C I

K endi a ra m ızd a

Bir yandan da, bizzat görünm ez olm anın zevki. Bir köşe-bucak
aranır, koruyan, saklayan. Dar yerde insan kendini hoş hisseder,
orada ne isteniyorsa o yapılır, belirgin b ir biçim de. Bir kadın:
“D olabın altına girm ek isterdim , orada yaşam ak ve köpekle oy­
namak isterdim ,” diye anlatır. Bir adam anlatır ki: “B ütün oğlan­
lar hepberaber, dalların arasında aşağıdan görülem eyecek bir yer
yaptık kendim ize. Yukarda o tu ru rk en m erdiveni de çeker, yerle
h er bağlantıyı keserdik, o zam an tam am en m u tlu hissederdik
kendim izi.” İnsanın k en d i odasını resm eder bu söylenenler, gel­
m ekte olan özgür hayatı resmeder.

D aha evdeyken y o la çıkmış

Saklanan oğlan da, ü rk ek b ir tarzda, sıvışıp gitm ededir. U zakla­


rı arar, kendini bir kapsüle kapatm asına rağm en; sadece, kopup
giderken, zırh olarak duvarı kuşanm ıştır. Saklandığı yer hare­
ket ediyorsa, yani canlı ise, daha da âlâ. Bu da d em ek tir ki: Sak­
landığı yer, çocuğun onlarla beraber gittiği ve aralarında oldu­
ğ u n u n tahm in edilem eyeceği, dışlanm ış ya da yabancı türden
insanlardır. Ö ğrenciler ebeveynini ve öğretm enlerini sevindir­
m e cehdiyle başka h e r şeyi ihm al etm ezler h e r zam an, lâkin
ebeveynin ve öğretm enlerin hayal kırıklığına uğratm ayı iyi bil­
diğine güvenebilirsiniz. O kulda çekilen azap, sonra karşılaşı­
lanlardan çok daha ağır olabilir, m ah p u su n k i hariç. H er m ah­
pusa aşinâ olan kaçm a arzusu, b undandır: Dışarısı h enüz belir­
siz olduğu için, m ucizevî gelir. Bir kadın şöyle anlatır: “Kızken
hep hırsızlar gelsin isterdim . O nlara h er şeyi gösterecektim , gü­
m üş, nakit para, çamaşırlar, hepsini alacaklardı, teşekkür ola­

43
rak da b en i.” Bir adam şunlan anlatır: “Gaydayı ilk işittiğim de,
tuhaf o lan h e r şeyin arkasından h e p gittiğim gibi takıldım peşi­
ne. Fakat caddeden geçip giden bileyci, Selâmet Ordusu* ve sair
acaipliklerde olduğu gibi b ir süre sonra d ö n ü p gelm edim , şe­
hirden çıkana kadar takip ettim , şehirlerarası yol boyunca, tanı­
dığım ve tanım ad ığ ım köylere kadar. Beni çeken o fantastik
adam değildi yalnızca, gaydanın için d e saklı olduğuna in an d ı­
ğım o öten ru h iğva etm işti aynı zam anda - ki so n u nda bizzat
kendim o ru h o ld u m .” K öşe-bucak böylece yedi veya sekiz ya­
şında uzağa dönüşür, en yabancı olan şey belirir oracıkta (m er­
diven kaldınlsın hele b ir y u k an ). Tabii evvelâ sadece saklanılan
yeri başka yere taşım ak istenm iştir, saklandığı yerdeki oğlan ar-
kadaşlanyla beraber kim seye görünm eden sıvışır. Ağzı k ö p ü k ­
lenen, yelesi rüzgârda uçuşan kısrağın ü stü n d e kendi kendini
m aceranın em niyetine sürükler. Gece hanlarla, saraylarla d o lu ­
dur, herbirinde postlar, silahlar, gürleyen şöm ine ateşi, ağaç bo­
yunda adam lar - saat yoktur. O çağda, saklanılan yerdeki alaca­
lı neşeyi tanım layan b ir işaret de, okul defterindeki sü n g er kâ­
ğıdına yapılan çizim lerdir. Dikenli b ir em niyet geçirilir kâğıda,
bir ev, bir şehir, denizde b ir kale, toplarla süslü. Ö nüne adacık­
lar serpiştirilm iştir, deniz tarafından gelecek düşm anı p ü sk ü r­
türler; kara tarafında ise üç sıra su r vardır. S urlardan yol gözet­
lenir, rüya-kaleye giden tek yol o d u r ve m ayınlanm ıştır. Deniz
şehri öylece istirahattedir, okuldan ve evden kim se görem ez,
kim se ko nuşam az, gözleri tatlı tatlı k estiriy o r gibi. M am âfih
salt fethedilm ezliğiyle çizilm em işti kale, ay n ı zam anda k u d re t­
lidir, ihtişam lıdır; kâğıdın k enarından ötelere, bilinm eyene ya­
yılır etkisi. Kendi hayatını ta yukarlarda m azgallarla k o rum uş
ve çerçevelem işti, am a hep çıkılabilirdi o m azgallara, etrafı gö­
zetlemeye. D arlık, köşe-bucak ile güzel yabancılığın bu bağıntı­
sı ond an son ra da yitm ez. Bu d em ek tir ki: O çağdan beri bir
adadır arzu n u n ülkesi.

l Bir protestan tarikatı.


44
5
K A Ç I Ş VE G A L t B t N D Ö N Ü Ş Ü

Rüya gören, asla aynı yerde kalmaz. Neredeyse gönlünce uzakla­


şır o sırada bulunduğu yerden ve durum dan. O nüç yaşında ken­
disiyle beraber seyahat eden Ben'i keşfeder insan, o nedenle o
vakitler daha iyi bir hayata dair görülen rüyalar özellikle bolla­
şır. Sirkeleşen günü harekete geçirir, oku lu ve evi tarar, iyi ve
pahalı saydığımız şeyleri yanlarına alırlar. K açıştaki öncü akıncı­
lard ır ve belirg in leşen arzu larım ızın ilk o rd u g â h ın ı kurarlar.
Şimdiye dek henüz yaşanm am ış üzerine s o h b tt yapm a sanatı
tem rin edilir. Vasat kafa da b u zam anda k en d in e hikâyeler, için­
de k en d i keyfinin yerinde olduğu hafif fabllar anlatır. O kul yo­
lundaki ya da arkadaşlarıyla gezm elerindeki hikâyeleri geliştirir;
her seferinde anlatan m erk ezin d ed ir bu hikâyelerin, tıpkı bir
resm in o rtasın d ak i gibi. K endileri de k ab ilen in fazla uzağına
düşm em iş olsalar bile, ortalam aya karşı b ir nefret d o ldurur he­
m en herkesi b u zam anda. Genç kız daha iyi olm ak ister, küstah
yeniyetm e küflü evcilliğe tükürür. Kızlar önadlarıyla saçlarıyla
m eşgul oldukları gibi uğraşır, o n u o lduğundan daha cazip, m e­
rak uyandırıcı kılar, böylece rüyalarındaki Başka O lm a hali için
b ir başlangıç yaparlar. D elikanlılar, m u h te m e le n b ab a ların ın
sürm ekte olduğu yaşam dan d ah a soylu b ir yaşam arar, m üthiş
eylem lere kalkışırlar. Talih yoklanır, tadı yasak olanın tadıdır ve
her şeyi yeni kılar.

H a yd i gem iye

Cinsel uyarım lar her zam an devrede değildir, en azından açıkça


değildir. Kızlar edindikleri sakınganlığı u zu n süre korurlar, oğ­
lanlar belirli bir kuru soğukluğa hü rm et duyarlar kendilerinde.
Çok defa kibir ve kendine âşıklık, sevgiye özel b ir yer açmaya
engeldir. D oğru ya da sağın olan, ya hiç yok ya da sırf kendi cin­
siyetinde m evcut gibi g örünür, çoğu kez arzularda bile y o ktur
yeri. Böylelikle göksel saray b u aşam ada ender olarak haz sara­
yına dönüşebilir, harem ve rüyadaki kadın ise çok sonradır. Ço­
cuksu resim ler k u ru fantezide varlıklarını uzun m üddet korur­

45
lar; yalnızlıklarını dolduran, kaçış motifidir. Bir kadın o zam an­
la n şöyle anlatır: “Ressam o lm ak istiyordum , b ir dağın tepesin­
deki Şark sarayında o lduğum un rüyasını görüyordum , orada ev­
lilik dışı çocuğum la yaşıyordum , çok kibar b ir adam dandı bu
çocuk." Bir adam, onbeş yaş fablı sorulduğunda, şöyle anlatır:
"Denize açılm ak istiyordum , b u n u n için benzersiz bir savaş ge­
misi hayal ettim. Adı A rgo'ydu, öyle bir saat mili yapıyordu ki,
dünyanın b ü tü n kıyılarında aynı anda hazır ve nazırdı neredey­
se. Ben A rgo'nun efendisiydim, Amiral Prens rütbe ve unvanını
taşıyor, b ü tü n krallara hükm ediyor, elektrikli toplar yardımıyla
dünya haritasını yeniden çiziyor, öncelikle de sevdiğim Türki­
ye'yi eski sınırlarına kavuşturuyordum . Senede b ir kere uçm a
gecesi geliyor, gem i suyu te rk edip dünyanın en yük sek dağına
konuyordu. O rada dostlarım ı ağırlıyor, özel konum lu bir pence­
reden geleceğe bakm alarını sağlıyor, yeşil ışının sırlarını sınıyor­
dum . Bu ışın güneşin batm asından hem en sonra Ö lü Deniz'de
ışır; ve ben ona öyle hâkim dim ki, b ü tü n batm ış im paratorlukla­
rı görebiliyordum o n u n la.” Bunlar genç işi burju v a haylazlıklar­
dır; bu yaşlardaki proleter delikanlılarda b u hayaller çok daha
bastırılm ış, aynı zam anda şim diden terbiye edilmiş ve daha ger­
çekçi olur. Lâkin içerikler fantastik olm aktan uzaklaşıp tavsamış
olsa da, onlarla kurulan bağ m asalsıdır hâlâ, halihazırda m evcut
olanı keskin b ir biçim de aşar. Açık ki böylesi fabllar salt gönlün
derinliklerinden değil, aynı zam anda gazetelerden, macera kita­
b ından ve o n u n h arikülâde parlak resim lerinden çıkar. Zincirle­
rin şakırdayıp koparıldığı, şarkının yıldızlara söylendiği ve hilâ-
lın parıldadığı p anayır sah n elerin d en çıkar. Argo, T ürkiye ve
benzerleri de oradan gelir, b u resim lerin içinde ışıldadığı m at
veya kab a m acera rengi de. Ananevî gem i resm i yola çıkm a, git­
me arzusunu, seyyar intikam ve egzotik zafer rüyasını tanımlar.
Argo (ve h er bireysel tecrübenin onun yerine koyabileceği, deği-
şebilir-olan), b u zam anın en esaslı arzular için, ü stü n lü k arzula­
rı için bir çeşit N u h 'u n Gemisidir. Arzu, içinde canının sıkıldığı
ve En İyinin yasaklanm ış olduğu evi yıkar. Böylece inşa eder b u ­
lutlard ak i dağ sarayını veya gem i su re tin d e şövalye kalesini,
sonsuz tarihte.

46
P arıldayan kâse

Ancak o n d an so n ra d ır ki, tatlanan zevkler d u y u ru r ken d in i,


püsk ü rü rler hatta. Aşk, kim senin rüyasını gördüğü saraya kendi
başına girm esine ya da denize kendi başına açılm asına elvermez.
Yalnızlık aranm az artık, hayallenm ez, yalnızlık katlanılm az olur,
o nyedi yaşında başlayan hayatın k atlanılm azıdır o. İşte o n u n
için, sahiden doğru olan kız u z u n süre çıkm azsa ortaya, d ü şü n ­
düğüm üz, kurd u ğ u m u z kız herhangi b ir yerde görü nür gözü­
müze. Sonra, fırsatı kaçırm ış olm anın azabı m uazzam olur: Katı-
lınm ayan h er eğlenti, rengârenk arzu resim lerine yer açar ve de­
likanlı, o resim lerden birinin tam da o kaçırdığı akşam yeryüzü­
ne inm iş olduğuna inanır. Şimdi artık onunla karşılaşm ak için
geçtir; çü n k ü kız, b u lu n ab ilecek olsa bile, resm in olağanüstü
kuvvetli ren k leri k arşısın d a gösterem ez ken d in i. Ama talihli
karşılaşm alarda da erotik sihir o y n ar o y u n u n u , kıza rüyanın k ı­
yafetini giydirir. Sevgilinin o turduğu sokak veya şeh ir altına d ö ­
ner, bir şen lik olur. Sevgilinin adı taşlarda, kirem itlerde, p ar­
m aklıklarda ışır, evi görünm ez palm iyelerin ardındadır. insan
k en d i kuvvetlerinden em in değildir, çok fazladırlar ve birbirleri­
ni taciz ederler çünkü. O nun için genç insan azamî çökkünlük
(bu dünyada olm ayı hak edip etm ediği sorusuna varıncaya dek)
ile dengeleyici b ir kibirlenm e arasında b ir o yana b ir b u yana
sav ru lu r genellikle. M ahçubiyetle k ü sta h lık burada sıkısıkıya
birbirine bağlıdır; ortalam aya ait olm ayan ya da o n d an nefret
eden genç kendini küçük bir Tanrı gibi hisseder ve başkaları
ona b u n u kanıtlam ak için b ir çaba sarfetm ediğinden, kendi k e n ­
dine kanıtlar bu n u . Hedefe ilk ulaşan olm ak ister, herkesi, her
şeyi aşm ak ister. Hedef tam am en dışsal olabilir; hedef, o n u n için
bilinm eyendir. Ç ocuklarda narin deri veya u z u n bacakların, sıkı
kasların m utluluğu ne idiyse, genç kızlarda b ir erkekle çıkm a­
nın gururu, delikanlılarda şeh rin veya m ahallenin en güzel ba­
yanıyla beraber görülm enin m ağrurluğu odur. K üçüm senm enin
hiçbir zam an olm adığı kadar acı, seçilm enin (zirvede bir yer)
hiçbir zam an olm adığı kadar k o ltu k kabartıcı algılanmasıyla, er­
genlik devrinde daha derine iner, bilinm eyen veya kendine dair
em in olunm ayan. G ençliğin bizzat kendisi kam çı ya da defne

47
olur; ortası yoktur; o kadar sık sığınılm ış olan yalnızlığın ötesin­
de ya m ağlubiyet vardır, geçerlilik iddialarını, geleceğe dair ta­
lepleri söndüren, ya da galibiyet, onları kanıtlayan. O lgun olm a­
m ak, bizatihi, boy ölçüşm eye davettir, b u boy ölçüşm e boş de­
ğildir so n rak i yıllardaki gibi, daha ziyade kızgınlık uyandırıcı,
kendine karşı iğva edicidir. Böylesine sallantıdadır ve sabitlen­
mek, tespit edilm ek ister her şey, hele hayat ışığı, hele gençlik­
ten beklenen, gelecekteki hayatın resmi. Em in olunan sadece,
b u hayatta ufak şeylerin olm am ası gerektiği ve ilkbahardan baş­
ka hiçbir m evsim in geçerli olmadığıdır. Genç insan b u gelecek­
ten ağzına çaldığı tadın acısıyla kıvranır, b ir seferde tam am ına
m eydan okum ak ister, saldırarak da, acıyla da, fırtınayla da, ye­
ter ki hayat olsun, sahici, o âna dek olm am ış hayat. Kendi genç­
liğiyle başlar dünya: Bir genç için ebeveyninin gelinlik-dam atlık
zam anını tasa^vvur etm ek kadar garip bir şey yoktur; gelinlik-da­
m atlık yaşına gelmiş ve kendi -g ö rü n ü şe göre em salsiz- ilkba­
harına sahip çocuklarıyla, yaşlanm ış tasavvur etm ek kadar ber­
bat bir şey y oktur kendini. Bu gençlik zam anında şu da görü­
nür: G erçekten bağlayıcı, dostlu k k urucu olan, m üşterek bir ge­
leceğe dair m üşterek beklentidir yalnızca; sonraki yıllarda çalış­
ma cem aatinin bağladığı gibi esastan birleştirir, bu. M üşterek ge­
lecek yıkılırsa, yaşam ru h u çıkıp gider gençlik arkadaşlığından
(zaten b u n d an başka da b ir şey değil idiyse); b u nedenledir ki,
okul arkadaşlarını u zu n yıllar sonra tekrar görm ekten daha ya­
van ve daha zoraki b ir şey yoktur. Bir zam anlar öğretm enlerin,
büyüklerin olduğu gibi, karşısında olm aya and içtikleri her şey
gibi olm uşlardır. Böyle b ir yeniden buluşm a, genç yüzler ve rü ­
yalar sadece -d o ğ alm ışçasın a- yitm iş değil de, ihanete uğram ış
gibi tesir eder. Fakat bu m ünasebetsiz nefes tıkanm ası, sahici
onyedi yaşta ne k ad ar çok yükselm e itkisi, ne k ad ar büyük bir
yem in, ne kadar dag havası o ld u ğ u n u gösterir. Lakin dag havası
da boralarla doludur, b ü tü n yaş dönem lerinin en belirsiz olanı­
nın oradan oraya savuran rüzgârları arasındadır o da. E ntelektü­
el olarak da böyledir: Ç ok az sayıda genç insan, mesleği yetene­
ğin çag n sı haline getiren ve seçim yapm ayı gereksiz kılan o ka­
çınılmaz yeteneklere m azhar olur. O nca genç kız filme girm ek
ister, hem en h er genç adam ın, olağan m eslekler piyasasında iş­

48
lem görm eyen büyük em elleri vardır. Mamâfih b u n lar daha ge­
nel arzular ve istikam etlerdir, neyse k i peşlerinden fazla gidil­
mez, melekeli ayrıntılardan m ahrum durlar. Hatta bir itkinin - o
yaşlarda daha yoğun olan-, resimle, m üzikle ya da yazıyla üreti­
ci ifadeye sürüklediğinde bile, icra sırasında h er şeyin büzülm e­
si şaşırtıcıdır. Bu tü r gençler tanırlar b u durum u: İnsanın içinde
ateşin nasıl yandığını, sanatın ne kadar yakın d u rd u ğ u n u - ama
özüne uzandığınızda kuruyacak, evet öyle büzüşecektir ki, tek
b ir sayfayı bile dolduram azsınız. Bu zam anda konuşm a dağınık
ve hafif, yazı m üşküldür, husûle geldiğinde de, üstü n e dökülene
“köm ürleşm iş, b uruşm uş, k u ru m u ş erik gibi” gelir. Bunları söy­
leyen ve hayatı boyunca da b u gençlik halinin ilersine geçeme­
yen Bettina von A m im , bu nedenle kendini ifade etm ek için ço­
ğu kez m ek tu p lan tercih etm iştir. Diğer b ir biçim , sır olarak anı-
lışı veya sır gibi paylaşılışı sebepsiz olm ayan güncedir. Kimi
erişkin bu tü r kayıtlarda, şayet tuttuysa o kayıtlan ve m ağrur bir
sadakatle m uhafaza ettiyse, su seviyesinin ne kadar düştüğünü
gösteren bir cetvel bulur. Aşk, hüzün, resim rüşeym leri ve d ü ­
şünce larvaları, hepsi burada avlanır ve hepsi başlangıç aşam a­
sında kalır. Ama yaşam ışığı, hiç so lg u n la şm a d a n , k ızg ın lık
uyandırıcı, b a şta n çıkarıcı, p arlar k e n d i kendisine. Böylece bu
dönem in aynı anda hem m utsuz hem m esut b ir tesiri vardır; da­
ha sonralan ilkbahar duygusu da h er ikisini birden içerir. Ama
cesaretten, renkten, ı uzaklıktan, yükseklikten alınan zevk u m u ­
midir; sahici genç, o yaşlarda hâlâ şövalyece olan b ir istekten
doğar. G eçilecek m aceraların, keşfedilecek güzelliğin, uğ ru n a
dövüşülecek büyük lü ğ ü n rüyası bundandır.
Kendi hayatı daha çok uzak o lduğundan insana, her uzaklık
güzellenir. A rzu uzağa doğru sürüklem ekle kalmaz, k o pup gider
uzağa hiç saklanm asız - ne kadar dara düşm üşse, o kadar şid­
detle. A kşam ek sp resin in en k ü ç ü k şehre getirdiği k ad ar b ir
uzaklık yeter, işareti verm eye, taşradan bakıldığında başşehrin
uzaklığıdır o. Bu şekilde türküye benzer-cesur, gafil-güzel b ir ar­
zu resmi çıkar ortaya, akrabalar olmadan, uzakta onlardan. İçer­
de özlemin içine işlediği yayılmış ruh, dışarda ru h u dolduracak
şehir resm inin rüyası vardır. İnsan doğasının en kuvvetli arzula­
rından biri, aynı zam anda da en sıklıkla yaralananı, önem li ol­

49
maksa eger, ehem m iyetli bir m uhite olan arzuyla özellikle güçlü
bir biçim de birleşir b u rüya. Yetenekli kızlar oraya dogru kaç­
m ak isterler evlerinden: M ünih 1900’lerde böyle çekm işti onları,
Paris çok daha eskiden beri. Ü niversite öğrencisi büyük şehre
adım a ta rk e n b aştan çıkm ıştır, g ö rü n ü r p a rıltısı yanında bir
dom lu sabırsız um utla m eskûndur şehir. Burada en nihayet m ü ­
nasip bir varoluş için bir sebebe ve arkaplana kavuştuğuna ina­
nır; evlerin, m eydanların, sahnelerin ü to p ik şekilde aydınlanm ış
bir tesiri vardır. Kafede, m ağrur b ir küçük m asada seçkinler top­
lanm ıştır, m ısralar yazarlar, bas sesli kem anlarla dolu bir gökyü­
zü onları çalacak olanı bekler, şöhret v u ru r pencerelere. Zafere
dair arzu imgesiyle birlikte boy ölçüşm enin arzu im gesinin de
geri dönm esi veya erotik parıltıya onun da karışm ası, şaşırtıcı
değildir. A nne-baba evi daracık olm akla kalm ayıp aynı zam anda
kötü idiyse, galibin eve d ö n ü ş imgesi özellikle m akbul ve rüya­
larda çok yaygınlaşm ış bir tatm indir, o denli bask ın d ır ki, eski
zam anların h ü z n ü n ü bile sanki bir ambalaj gibi kucaklar. Ü nlü
aktrist geri döner, anne-baba ve kom şular ürk ek ü rk er dururlar
kenarda, o kendine yapılanları âlicenapça affeder. Eskinin ezil­
miş delikanlısı dört çekerliyle geri döner, yanında karısı olm ak
üzere fethettiği güzel zengin kızla; anlaşılm am ış biri değildir a r­
tık, m uharebeler idare etmiş olarak veya sanatçı olarak, h er ha­
lükârda utandıran bir debdebeyle gelir. Prenses o n u n olm uştur,
edalıdır, gururlu ve yum uşak, tâ yukarların rayihâsını taşır, gü­
m üşi seyahat peçesi kuşatır onu, b ü tü n b unlar o sevimli miniğin
edinilm iş şahâneligidir, kendi evinde gibidiı bunlarla. B unlar
özellikle olgunlaşm am ış arzu rüyalarıdır, m am âfih o yaşların Ba­
tılı parlak lık im gelerinde hâlâ görülür. Açgözlü, işinin erbâbı, iş­
tirakçi, kudretli, dolu - bu sözler h ü k m e d e r “-in hali”ne ve bur­
juva gençlik arzularına. Burjuva sem âsında hep yâdedilen gü­
m üş kuşak kan kuşağına d ö nüşm üştür elbette; ahm aklar ve ser-
sem ley en ler için, H itle r'd ir k en d i k e n d ile rin in güçlü adam ı.
Ama genç b ir vasat adam ın grisi hiçbir zam an kaprisli suretler
olm adan görünm em iştir; arzu bizzat koyar b u n u ortaya. Bu es­
nada, hayatın Mart’ı ile Tem m uz'u arasında, fasıla olmaz, ya aşk
d o ld u ru r b u zam anı, ya da bir tü r fevri onura dikilen bakış.

50
6
D A H A O L G U N A R Z U L A R VE R E S t M L E R t

Bunların da daha az sükünetsiz olması gerekmez. A rzulam a da­


ha sonraları da gerilemez zira, sadece arzulanan azalır. Yaşlanan
güdü daha yakını nişan alır, etrafı tanır, dünyevi olana yönelir.
Hayatı ona oldugu gibi kabul edecek dem ek değildir bu; tam da
kü çü k burjuvanın oldugu, yarım ve yavandır. Ö nem li bir şey es­
kiden olduğu gibi şim di de eksiktir, o halde boşlukları doldur­
ma rüyası bitm ez. Tabii kırılıp dökülenin de yeri vardır, alçaktan
uçulur çok defa. A dilikler olur, parlak kırm ızı yanakları da yok­
tu r b u sefer, hesapçıdır. Fakat rüya gören, hayatın ona ne su n ­
m ası gerektiğini öğrenm iş olduğuna inanır nihayet.

Mefluç beygirler

Önce geri d o ğ ru gider arzulan, birşeyleri yine iyi yapar. Bir ap­
tallığı yapmayıverse, akıllılığı elden bırakm asa nasıl olurdu, onu
resm eder rüya. Mefluç beygirler ve iyi ilham lar arkadan gelir;
yapılacak şakanın ayrıldıktan sonra akla düşm esi. F ırsatı kaçır­
dığı için eziyet çeker, böylece m ahrum kaldığını bilâhare yapa­
rak, söyleyerek telâfi eder tah a^m lü n d e. Bu taha^yyü hem piş­
m anlık hem özlem duyar, pişm anlık o n u geçmişte kalanı düzel­
ten b ir arzu rüyasına d önüştürür. Sonradan akla gelen şakanın
arzu rüyasında, rüyayı görenin olay ânında cesaret edem ediği
tokatlar aşkedilir. Sonradan akla gelen şakanın arzu rüyası, o n ­
lardan kaçınm anın m ü m k ü n olduğu âna d ek geri giderek kayıp­
ları karşılar. İşe doğru zam anda girilm iş olsa' elde edilmesi kesin
olacak olan kazançların acı tadına vanr. Yanlış m arka içilm iştir
- nasıl da güzel seçilir doğrusu, rüyada ya da bahis açıldığında,
başkalarına karşı da değil sadece. Ya da postların üzerinde sü­
rüklenip gittiği n eh ir akıntısının kaynağı m usluk gibi düşü n ü lü r
de özenle kapatılıverir, her şey hallolurm uş gibi. Pişm anlık, b u r­
juva dünyasının artık sadece ticarî hayattan tanıdığı bir duygu­
dur, pişm anlıkla dolu rüya çoğunlukla kaybedilen parayla ilgili­
dir. Fakat b u arada küçük b urjuvalar arasında kahram an pozu­
n u n bir yeri vardır hâlâ, doğru zam anda takınam adığı pozdur

51
bu, vaktinde çakm am ış o şim şek gibi sözdür. Rüya arzulananı
oynar, olm uş olabileceği, doğru olm uş olacak olanı. H er türlü
abartılı gösteriş buraya aittir, h er tü r aptalca g u ru r buraya vurur,
m eselenin başka tü rlü olduğuna dair tanıklığın hafızası da bo­
y un eğer, arzuya uyarak, mağrur.

U zun bıçaklar gecesi

A cısını çıkartm aya m ütem ayil çeşit çeşit rüyalar çok da uzak­
larda değildir buradan. Bilhassa hoş lezzetlidirler, intikam tatlı­
dır, salt tasavvur edilen intikam sa pek sefilce. Çoğu insan Kötü
olam ayacak kadar korkaktır, İyi olam ayacak kadar da zayıf; in­
tikam rüyalarında peşinen varırlar, işleyem eyecekleri ya da he­
nüz işleyem eyecekleri K ötülüğün tadına. Özellikle k üçük b u r­
juvazi kadim den beri sever y u m ru ğ u n u çuvala saklamayı; yan­
lış adam a vurm ak ona uyar, direncin en d ü şü k olduğu istika­
m ete yönelm eyi yeğler çünkü. U zun bıçaklar gecesinden Hitler
çıkm ıştır, efendiler çağırm ışlardır o n u o gecenin rüyasından,
kendilerine lâzım olduğunda. N azi intikam rüyası öznel olarak
kısm ıştır da kendini, isyankâr değildir; kaba öfkedir, devrim ci
değil. H ele dem ir süpürge den en şeyle, yam uk b u ru n lu ların ve
üsttekilerin töresiz hayatı karşısındaki nefretle, orta züm re er­
dem i, böylesi vakalarda hep olduğu üzre, kendi öz rüyasını açı­
ğa v u ru r sadece. İntikam ıyla, sö m ü rü d en değil de k en d isin in
b ir söm ü rü cü olm ayışından nefret ettiği gibi, erdem , zenginle­
rin divanından değil sadece o n u n niçin şahsen ve h u susen ken­
d isinin olm ayışından nefret eder. Kızarmayı seven gazetelerin,
çam ur ve paçavra neşriyatının m anşetleri öteden beri hep buna
nişan alır. “Bugün yeni hakikat: W ertheim m ağazasında tavuk­
lar - H ayvanat b a h ç e sin d e k i villada k u ru la n h arem , d ik k a t
uyandırıcı ifşaatler." Fakat iste r W ertheim ’ın tatlı kârıyla ilgili
olsun, ister Yahudilerin ahlâksızlığıyla, bizzat darkafalının kız­
gınlığıyla ilgili ifşaatlerdir bunlar sadece. Gûyâ nefret edilen bir
k ötü iktisadiyatta sadece o n u yürüten özneyi değiştiren bir be­
del ödetm eden sonra, derhal m ahvedilen W ertheim 'ın yerini al­
maya olan yatkınlık, b u n d an d ır. Buradaki sinsi-gaddarlık, bu
arzu tü rü n d e k i sidik k o k u su kadar k e sk in iğrençlik, öteden be­

52
ri ayaktakım ını tanım layan şeydir. Ayaktakım ı satın alınabilir
ve şuursuzca tehlikelidir, böylelikle uygun araçlara sahip olan­
lar ve faşist pogrom lardan sahiden m ad d î çıkarı olanlar tarafın­
d an körleştirilebilir, kullanılabilir. Bıçaklar gecelerinin k u n d ak ­
çısı, m âhiyeti, tabiatıyla büyük serm ayeydi, m am âfih bu m âhi­
yetin şaşırtıcı ve çirkin biçim de iğva edilebilir g örünüm ü, zıva­
nadan çıkm ış k ü çü k burjuvaydı. K orku ondan kaynaklanıyor­
du, k ü ç ü k burjuvaya şim dilerde A m erikanca'da d endiği gibi
A verage m an on the street’in 2 hâlâ atm adığı zehridir bu. İntikam
arzuları çü rü m ü ş ve kördür; sakın ola, kıvam a' getirilm esinler.
Tek şan s, a y a k ta k ım ın ın aynı d erece sa d a k a tsiz o lm a sıd ır;
m em nuniyetle yine çuvaldaki y u m ru k olur, cinayet için yukar­
dan serbest b ir gece ayrılmazsa.

K apının kapatılm asından a z önce

Peki en sık rastlanan yaşam , yani sak in gündelik olan, nasıl d e­


ğiştirilir rüyayla? İntikam a m üptelâ arzuları terk ederiz, onlar
dışında sıcak, m asum -soytarıca ve rengârenk arzular da vardır.
Genellikle, sınıf bilinci olm ayan küçük adam , K endininkini bi­
razcık başka b ir durum a uydurm akla yetinir. H içbir şeyi değiş­
tirmez, fakat onca yetersizliğini hissettiği şimdiye kadarki Varo­
lu şu n u n bulaşık su y u n u geçici olarak döker. G ün d üz düşleri
özel âlem inde kalır, bunlar -bilhassa m em nuniyet verici o larak -
cinsel, sonra işle ilgili rüyalardır ve her ikisinde de ışırlar sabun
köpüğün ü n içinden. Tek başına gezintiler yol verir böyle imge­
l e ^ kendi yazdığı rom anlar, Ben’e dair, neşvü nem â bulm aya
başlar. A rtık genç değildirler, tam am en A ltedilm ez değildirler,
Rüya Gemisi, Amiral Prens değildirler. Fakat evde yapılan pata­
tesli om lete tanınm az hale getirecek ö lçü d e garnitür katacak ka­
dar bir m aceradır bu da. Ü rkek veya m ülâyim evli kişi, tam am ı­
na erm iş b ir aşığın zevklerinin tadına varır, kaynar fantezi iki
kat ve üç kat ağırlar onu, yorulm ak bilmez kuvvetler em rinde­
dir. Şu şaka kartları denen şeyler vardır, sakız balonunda çıplak
bir kadının göründüğü: Ağırlıksız, her yöne döndürülebilir, is­

2 Sokaktaki ortalama insan


53
tendiği gibi kullan ılm ay a am âde; böyle bir h alü sin asy o n d u r,
m ahrum iy et alaşım ının, daha y ü k sek hisleri diren çsiz bırakan
superisi. Çok defa b ird en fazladırlar, serbest aşkla harem arası,
tam am en talimli kadınlar. Değişken konum lar ve g ruplar halin­
de, kim i kirletilmiş, kim i seyirci; kızarm ış gözler ve açılm ış ba­
caklardan b ir rüya orm anı. Takdim edilen harem , terbiye gör­
m üş, çok kere aynı zam anda iktidarsız abazanın hayatı boyunca
erişem ediği türden kadınlarla d o lu d u r norm al şartlarda. Fakat
sadece ölçüyü aşm anın kendisi karın doyurm az elbette, patlaya-
sıya olgunlaşm ış arzuların kabarm ası da doyurm az. Ç ünkü er­
kek sadece aşk için yaratılm ış değildir, o nedenle darkafanın ar­
zu rüyası pratik b ir mecraya da dökülür.
Daha genç kuvvetlerin devreye girm esi lâzımdır, öyleyse arzu­
sunda bu kuvvetler bizzat kendisiym iş gibi hisseder insan, üste­
lik tecrübelidir de. Serpilen kam usal bünyede yapılacak şeyler
vardır daha, öyleyse rüyalarına göm ülm üş gezgin spekülatif bir
cesaret toplar kendine. Köşedeki işleri iyi giden d ü k k ân ı rüya­
sında çoktan satın alm ış, genişletmiş, zam anın şartlarına uydur­
m uştur; çoktan belediye m eclisine girm iş, şim d ik i halde onu
p ek tanım ayan bazılarının karşısında şapka çıkardığı bir adam
olm uştur. D ükkân çoktan tekrar satılm ıştır, koca dünya içine
alır onu, film lerde gösterdiği gibi, orm anda av köşkü, denizde
şato, kendi yatı. Bütün b u n lar h ep ergenlikteki gibidir, yalnız
şim di idealler değil de para süsler düşleri; h er zam an uyanık fa­
kat yerleşik hale gelmiş özlem in içinden b ir dizi satın alınabilir
hoşluk kalkar ayağa, ince ince tahayyül edilm iş, am a daha az
taşkın. Bu orm anda, gençliktekinden farklı olarak sonuna kadar
gidilebilir; yatın sularını taradığı tropik denizin ötesinde, kâğıt
oynanan sahil gazinosu vardır. L lk in daha olgun türden özel rü ­
yalar da, görülebildiği üzere, çok geçmeden soytarıca, çok geç­
m eden egzotik olm aktan geri kalmazlar. G elecekten çok geçmiş­
te kalanı, daha çok zaten tanıdık olanı, sadece rüyayı görenin
payına düşm em işlere dair inatçı b ir seziyi biçim lendirm elerine
rağmen. Gerek cinsellik kapısının gerek ticarî haşan kapısının
k apanm a v ak tin in yaklaşm akta oluşu, y ap ar yapacağını. Hele,
“dirayetli o lan ın önü açılır” şiarının, o şiarı koyan dünyada, ka­
p italist d ü n y ad a, h ü k m ü k alm am ışken. K üçük adam , k ü ç ü k

54
burjuva, proleterleşm iş ama p roleter bilincine sahip degil, bu
nedenle, elindekini bilen m ülklü burjuvadan çok daha fazla ay
sarayı rüyası görür. Bu sonuncusu zaten erişm iş old u ğ unun yüz­
düğü istikam ette cinfikirlik yapar; k ü çü k adam ise kendini ka­
yışlarla baglı görür, gemi azıya alır. El altında bir halk tahrikçisi
de yoksa ya da kendi •h o şn u tsu zlu ğ u n u n koşullarını çözümleye­
mediği m üddetçe, sessiz b ir yanılsam a içindedir yalnızca. Asla
girm ediği hayatın toplantı salonundan ışıyıp gözünü alan resim­
lerle sınar o yanılsamayı.

Yeni bir neşenin keşfi

Sokaktaki insanların çogu, sanki bam başka bir şey d üşünüyor­


m uş gibi görünürler. Başka şey, ağırlıkla paradır, ya da paraya
çevrilebilir olandır. Yoksa süsle tavlamak, güzel görünüşle cez-
betm ek o kadar kolay olm azdı. Flaneur [aylaklık] olm azdı, her­
kesin daim a ona dönüşm e eğilimi olm azdı. Alışveriş sokagı da
bu rüyalarla fazlasıyla yüklüdür, sadece kırsal gezinti veya dış
m ahalledeki yaşantı ve maişet degil. Bir k ad ın vitrinin önünde
d u ru p güderi to k alı k e rte n k e le d erisi ayakkabıya bakar, bir
adam geçip g iderken k adına bakar, h e r ikisi de arzuladıkları
dünyadan b irer parça alm ış o lu rlar böylece. M utluluk yeterince
vardır dünyada, yalnızca benim için değildir: H er yerde dolanıp
duran arzu böyle söyler kendi kendine. Tabii böylelikle, bu d ü n ­
yayı degiştirm eyi degil de ondan birşeyler koparm ayı istedigini
kanıtlar. M emur, k ü çü k burjuva, burad a bahse konu olanlar,
gerçi hiç aynı olm ayan fakat gitgide aynılaştın lan tabaka, ona
ayarlanm ış sunum la uyandırılan ihtiyaçlara sahip olm akla yeti­
nir. Bu d u ru m b ü tü n b u rju v a rüyaları birleştirir ve sonradan çok
fazla, mesela aşın mavi seyahat bürosuna ve daha da ötesine açı­
lıp saçıldıklarında bile onları karneye baglar: M evcut olanı yık-
m am alıdırlar. Bu tarz arzuların insanları kendi koşullarının üze­
rinde yaşarlar, fakat asla genelde m evcut koşulların üzerinde de­
gil. Şimdiye dek h ü k ü m süren bulutsu orta tabaka bilinciyle o r­
ta yaşlarındaki m em ur için geçerliyse bu, koşulları kendisine ye­
ten büyük burjuva zaten en cesur rüyalarında bile yıkmak iste­
mez m evcut olanı. G ençliğinin ideallerine boşverm ek, iradesini

55
salt erişilebilir olana yöneltm ek en çok onun için kolaydır. Dü-
rüst-çalışkan adam ı koyar ortaya, iş hayatında kocam an duran,
sahiden de öyle olan, kafası kazanç vaadeden planlarla dolu,
am a, çoğu kez küçüm seyerek, ü to p ik dediği şeyden tam am en
yoksun. Zengin, ücretliden farklı olarak her arzu su n u gönlünce
doyurabileceği için, belirli b ir arzusu, yani u zu n sü red ir peşinde
koştuğu ve o kadar geliştirilm iş b ir arzusu yoktur. Yine de, her
tü r yem ek listesinin, m em ur gibi fiyatın yazılı olduğu sağ sü tu ­
n u n u değil de sadece sol sü tu n u n u tetk ik ediyor olsa da, tam da
işte bu bolluk, daha olgun, vakur arzu lar ü reten çok özgül bir
gücün devreye girm esine yol açar: Yokluğun yerine can sıkıntısı.
H içbir hız, hiçbir lüks, ne denli m asm avi olursa olsun hiçbir sa­
hil kaçış sağlamaz bundan; oyun oynam anın heyecanı bile za­
manla yavanlaşır. M ülkiyetin u çu ru m u n d a salınır bu sıkıntı sisi,
yükseklik de çıkamaz onun üstü n d e, bir yükseklik değildir ç ü n ­
kü. Buna rağm en yükselen arzular, sadece, âcil özlemi duyulan
gıdıklanm anın, snob ayran gönüllülüğün, m odanın ve m oda de­
ğişikliklerinin arzularıdır, yeter ki aşırı keskin olm asın bunlar
da. Elbette kitleler için de süreli taze m odeller çıkartılır, sürüm
olsun diye (ki d üşük kalite üretim tek başına güvenceleyemez
bu nu); fakat şevk ilkin y ukardan gelm iştir ve daha eskidir sü­
rüm neşesinden. H içbir şey olm ayan ve hiçbir şey becerem eyen
zengin, gittikçe daha ender rastlanan b ir tarzda, b ü y ü k rantiye
suretinde görünen zengin, sıkıntının hiç değilse kendisi için il­
ginç kılınm asına bakar. Daha K serkses,3 yeni b ir eğlence icad
edene ödül koym uştu; m odern biçim inde ise, yağ bağlam adan
kaçış çabası snobizm e döner. Veya kaçıklığa da: Zengin bir İngi­
liz, kubb e olan b ü tü n ülk eleri geziyordu, o n la rın fotoğrafını
çekm ek için. K üçük insanlar için burjuva arzular, en azından
özel hayattakiler, m evcut çörekten -fırın d a bir değişiklik sözko-
nusu olm ak sızın - kendi lokm alarını koparm ayı istemeleriyle bi­
ter, Brecht'in Ü ç K uruşluk Opera'sında dendiği gibi; zenginlerde
ise âcil lüzum üzerine tuhaflıklarla biter, gitgide hiçliğe itilm ek­
tir bu da.

3 M.O. 5. yüzyılda, “dünya egemenliği” ülküsüyle bütün "ılınan şehirlerini ele ge­
çiren ama sonunda ünlü Marathon savaşında yenilgiye uğrayan Pers hükümdarı.
56
D ostane olm a fırsa tı

Burjuva olm ayan rüyacı da, başkalarında olanı beğenir bazen.


A m a esas olarak söm ürüsüz b ir hayat tasavvur eder, o n u kazan­
malıdır. Tesadüfün ona taşıyacaklarını beklem ek zo runda olan,
raptedilm iş m idye değildir o, verili olanı aşar, eylem lerde de rü ­
yalarda da. K urduğu m utlu oluş hali b ir d u m an ın ardındadır,
m uazzam b ir değişim in d um anının. A rdından, görünen dünya
yine değişm iştir, hiçbir vaym etalin4 yeri y o k tu r orada, veya ke­
yifle uzanam az çürüğe, kendi çü rü k lü ğ ü n ü n içine. Keyfin k e n ­
d isi şü p h e li veya b u rju v a su retiy le sın ırlı o ld u ğ u n d a n değil.
H erkesin tenceresine tavuk, ahırına iki otom obil, b u da dev­
rim ci b ir rüyadır, salt b ir F ransız rüyası ya da A m erikan rüyası
ya da “genel insani” rüya değil. Fakat devrim ci arzu rüyasının
bakışında keyifli m u tlu lu ğ u n değer ölçüleri sırf şu nedenle de
değişir ki, m u tlu lu k artık başkasının m utsu zlu ğ u n d an doğm a-
m akta ve onunla ölçülm em ektedir. Ç ü n k ü diğ er insan kendi
özgürlüğ ü n ü n kısıtı değildir artık, özgürlük kendini onda ger­
çekleştirir. Çalışm a ö zgü rlü ğ ü n ü n yerine çalışm aktan özgürleş­
m enin ışığı yanar, iktisadi m ücadeledeki haydut sevincinin ye­
rine proleter sınıf m ücadelesindeki zafer tasavvurunun ışığı. Ve
b u n u n da üzerinde uzaktaki barışın, b ü tü n insanlarla dayanış­
ma içinde, hepsiyle dostça olm ayı sağlayacak uzak fırsatın ışığı
yanar, m ücadelenin u ğ ru n a uzak hedeflere doğru yola çıktığı
fırsatın. B ütün b u n ları b arın d ıran hareket, tek tek burjuva-ol-
m ayan rü y a la rın , sad ece m e v c u t v aziy etle ilg ili o la n la rd a n
önem li ölçüde daha belirsiz olm asına yol açar elbette. H içbir
m ağaza onlara liste yollam az, y u k ard an d o ğ ru eyleyen hiçbir
velinim et onlar için yaşamaz. B unun için, sadece kıyaslanam a­
yacak derecede yüksek bir m ertebede değildir bu rüyalar, bilin­
m ey en in b e k le n tisi, g e rçek leştirilm em iş o la n ın p lan lan m ası
v ard ır onlarda, olgun yaşlarda burju v a arzu tasarım ının artık
asla sahip olm adığı b ir şeydir bu.

4 Mil yataklannda kullanılan bir alaşım


57
7
YAŞLILIKTA HÂLÂ A R Z U LA N AB İL İ R
O LA RA K KALAN

Yaşlılıkta u n u tm ay ı öğreniriz. Kışkırtıcı arzu lar geri çekilirler,


imgeleri kalsa bile. Kaçışı resmederler, bir zam anlar M art’ta ol­
duğu gibi: Ç ıtır kızlar ve tehlikeli yaşlardakiler, iki dirhem bir
çekirdek yeniyetm e ve ahm ak moruk, karm an çorm an bir ne­
şeyle yeni b ir hayata d o ğ ru tem asa geçebilirler birbirleriyle. Ne
olursa olsun, iğva öyle kendi isteğiyle pes etmeyecektir. Arzu
pes etm ezse de, onu doyuracağına güvenen kuvvet, eder. Kuvvet
pes etm ezse de, önceden zihinde resm eden, o hayal k ın k lık lan
yaşamış yeti, pes eder. Böylece de, çoğunlukla ancak böylece,
h uzursuzluk azalır.

Şarap ve kese

Buna karşılık anlayışlı korkular artar, kaçınılsın isterler kendile­


rinden. Beden eskisi gibi çabuk toparlanam az, h e r yorgunluk
ikiye katlanır. İş o kadar tez çıkm az artık elden, İktisadî belirsiz­
liğin baskısı daha büyüktür. İptilâ halindeki ihtiyaçlar, tatm inle­
ri gerçi sevindirm eyen am a tatm in edilm eyince acıtan türden
olanlar, azalırlar, evet. Ama b u n a karşılık rahatlık isteği çoğalır,
huysuz bir ihtiyara da her şey rahatsızlık verebilir: alıştığı rahat­
sız eder, yeni karşılaştığı iyice rahatsız eder. D elikanlı olağan
çevresiyle ihtilâftadır, kavgaya tutuşur; adam gücüyle v an r onun
üstüne, çogu kez rü y alan n ı kaybederek, hatta evvelce daha iyi
olm uş olan bilinci pahasına; fakat yaşlı olan, ihtiyar, dünyaya
kızdığında, delikanlı gibi kavgaya tutuşm az onunla, hom urda­
narak nizâ arar, dün y an ın canını sıkm ası tehlikesi m evcuttur.
En azından yaşlı şahıs aksileştiğinde, tam ahkârlık ve bencillik
halinde büzüştüğünde. Burjuva yaşlılığında para, h er zam ankin­
d en daha fazla arzu edilir g ö rü n ü r; h em bir aracın tam am en
am aca dönüştüğü, kıvnlıp pençeleşm iş ellerdeki nevrotik tutm a
güdüsüyle, hem de m alûl bir varoluşun yaşam korkusuyla. Şa­
rap ve kese, harcıâlem yaşlı için hâlâ arzulanabilir olarak kalan­
lardır - h er zam an sadece harcıâlem olanlar için de değil. Şarap,

58
kadın ve şarkı, bu bağıntı çözülür de, şişe daha u z u n dayanır.
F iducit,5 şen birader; b u n d an dolayıdır ki yaşlı bir içkici daha
güzel görü n ü r yaşlı bir âşıktan.

Ç a ğ n la n bela, gençlik; karşı arzu: hasat

G enç insan da, hatta özellikle o, u zu n yaşam ayı ister. Fakat bu­
n u n içinde bir yaşlı olm a arzusu pek ender bulunur, pek tem rini
yapılm az b u n u n . Bir delikanlı k e n d in i adam o larak tasavvur
edebilir, am a bir ihtiyar olarak değil; gün d ü z öğlene delâlet eder,
akşam a değil. Yaşlı olm anın, haklı veya haksız daha güzel oldu­
ğu duyum sanan evvelki bir durum la ilişkili olduğu oranda, an­
cak elli yaş civarında tam anlamıyla duyum sanm ası başlıbaşına
tuhaftır. Ç ocukluğu ardında b ırakan delikanlı için bir kayıp yok
m udur? D elikanlılığının b aharından çıktığında, güdüler taşlaştı­
ğında, adam ın bir kaybı yok m udur? Cinselliği olgunlaşan kız
ve delikanlıda, ortaya çıkan Ben'de ve onun sorum luluğunda za­
ten ölm üş değil m idir çocuk? Anne hisseder bun u , oğlunun ter­
leyen bıyıklan gıdıklayıp battığında; delikanlının kendi hisseder
bunu, hayat bir oyun olm aktan tüm üyle çıktığında, büyüyen be­
denine k ü çü k şeyler ve saklanacak yerler artık yetm ediğinde.
Adamlık çağına ilk geçişte, oğlan çocuk şahâneliği kaybolup da
m eslek yaşamı başladığında, nostaljik h ü z ü n gelenekseldir bile
artık. Fakat yaşlılık yarığı öncekilerin h epsinden daha belirgin­
dir ve daha gaddar; bizatihi kaybetme hali insanı itip kakıyor-
dur, öyle görünür. Ürem e yeteneği azalır, doğurganlık tam am en
sona erer, gözlerdeki parlaklık yiter, yaz geçer. Yıllanmış olan
fark etm ezse şayet ken d in in böyle. olduğunu, başkaları fark eder,
bu etkide sebebi görür, kendini ne denli genç hissetm eye zorlar­
sa zorlasın. Birçok yaşlı için, bir kızın ilk defa yer vermek için
önlerinde ayağa kalkması çok öğreticidir; bu nezaket yaşlılığın
getirdiği b ir artı etkisi yapmaz, uğursuz bir etki yapar. En kolay
gençlik yetisi olan yüzeysellikle kendini kandırm ak isteyen zü p ­

5 Latince “fiducia sit"ten: Öyle olsun, anlaştık, eyvallah ... gibi. 18./19. yüzyılda
Alman öğrenci birliklerinin buluşmalarında, beraberce şarkı söylendikten son­
ra, toplantının reisi şarkıcıların şerefim' kadeh kaldırır, hâzırün buna “Fiducif
diyerek mukabele ederdi.
59
pe m oruk bile, hayatın ne kadar kısa olduğunu algılayarak şaş­
kınlaşır. Ç oktan geçmiş olan, yaşlılıkta, yağm urdan hem en önce
dağların gördüğü gibi görünebilir. En m etin ihtiyar bile neredey­
se imansızca karşılar bu algıyı; b ü tü n gençliğin yaşıtı oldugu bir
d ü n m ü ş gibi görünür. Kuşkusuz: ,elli yaşlarında, bazen d e daha
evvel gelen özgül yaşlılık hissine, evvelce yaşanan ve asla o kes­
kinlikle yaşanm ayan basam ak değişim leriyle pek az hazırlanıl­
m ıştır, on u n için de -b ira z haklı o la ra k - b ir bilinm ez olarak al­
gılanır. Sebebi, yaşlılığın, onu n la ilintili olabilecek ve ö n ünde
so n u n d a m utlaka ilin tü i olan gaddarca o lu m su zlu k la beraber
getirdiği kazancın belirsizliğinde veya yeterince belirgin k ılın ­
m am ış oluşundadır. Bu n edenle yaşlılığın selâm ı esasen bir veda
selâm ı olarak d u y u m san ır, u cu n d a ölü m olan. Bu, her yaşta
m ü m k ü n olan ama ileri yaşta kaçınılm az olan ölüm , suyu çeki­
lene, yaşanabilecek bir selden öte bir beklenti sunm az; bu da,
basam ak değişim ini, yaşlılıksa b u n u n adı, bu ö lçüde belirlenm iş
kılar. Yeni bir yaprak ö rtü sü y le gizlenm iş olan evvelkilerden
farklı olarak, başk a şeyle karşılaştıram azdır bu; delikanlı ve ada­
mın, çocukluk ve delikanlılık çağından çıkışta hissettikleri ve
hissetm edikleri veda acısı telâfi ediliyorm uş ve kendi sonbaharı­
na ilâve ediliyorm uş gibi. Bundandır, harcıâlem olm ayan yaşlılı­
ğın da, bir vakitler henüz kifayetsiz olan bir şeyin, ele gelmez
bir parlaklığın ve henüz tutulam ayan, sınırlanam ayan, m uhase­
besi yapılam ayan bir verim in m ekânı ve yeri olarak duyum sana-
bilen bir gençliğe dönm e arzulan. Hele çalışan bir yaşlı, kışlık
m ağarasında pençelerinden hatıra em m eyen biri yani, en azın­
dan yirm i yaşındayken ö n ü n d e uzanan onca zam anı isteyecektir
geriye. Hayatın onun açısından o zam anlar sahip olduğu ve ge­
leceğin azalm asıyla (“sayılabilir” yıllarla) azalan u zun arka plan­
ların sihri geri gelsin isteyecektir. G ençliğin ancak yarı sahici ve
geçici olarak bildiği teslimiyet, norm al yaşlılıkta sahici ve birik­
tirilm iş b ir şey olarak yaşar. Burada işaret edilen, salt hayatın bir
kesitine veda değildir, rü zgâra savrulup giden rüyalarla, nafile
vuslatlarla, o u zun hayatın kendisine vedadır.
Bir yaşlanm a baskısının o kadar kuvvetli olm ası yine de tu ­
haftır. İlginçtir, b ü tü n insanlarda ve her zam an aynı şiddette,
aynı frenlenm em işlikte çıkmaz ortaya. O rganik s u çekilm esine

60
psişik bir b o şluğun eşlik etm esi gerekir; en azından, az evvel
değinildiği gibi, yaşlılığın getirdiği belirsizliğin veya belirgin kı­
lınm am ış olanın. O halde iyice hülâsa ederek denebilir ki: Yaşlı­
lıkta çekilecek salt acı için, bir nebze sağlıkla, erdem li bir haya­
tın üzerine bina edilmiş, b u n u alım layacak b ir ahm aklık lâzım­
dır, bir de çaresizce gençlik m akyajı yapan bir geç-burjuva top­
lum u. Işığın •m um ışığı m ı kandil ışığı mı olduğu sön ünce anla­
şılır, d e r bir atasözü; o h alde o n u n g ö rü n ü şü n d en ve görünü­
m ünden kaldıran surette sırf çirkinlik varsa, yaşlılığın .suçu de­
ğildir bu. B ugünkü çökm ekte olan burjuva toplum u gibi her so­
na bakıştan irkilm eyen toplum lar, yaşlılıktan yeşeren b ir verim
alır, yaşlılığı öyle görürlerdi, çok arzulanır ve h ürm ete şâyan bir
verim. Isparta İhtiyarlar M eclisi'nde, C um huriyetçi Roma Sena-
tosu’nda, hatta yeni sosyalist tecrübede. Bunlarda daim a çöküş­
ten başka bir kaderden bahsedilir, “şeref ve bu yaşlanan baş”tan
çok daha fazlası kalm ıştır; çü n k ü yeşeren b ir toplum aynadaki
yaşlılık su retin i görm ekten korkm az batan b ir toplum gibi, o
surette kendi kulelerini selâmlar. Toplam da yaşlılık, her daha
evvelki hayat basam ağı gibi, hayatın önceki basam ağından ayrı­
lışı telâfi eden özgül, m ü m k ü n b ir kazanım a işaret eder. Yani
yaşlanm ak sadece arzuya değer bir zaman m enzili değildir, üze­
rinde m ü m k ü n olduğunca çok şey yaşanm ış, b itişin d e m üm kün
olduğunca çok şey öğrenilm iş olacak. Yaşlanm ak d u ru m a göre
b ir arzu im gesini de tanımlayabilir: Ihâta etm enin, b ü tü n ü gör­
m enin arzu imgesi, icabında hasadın arzu imgesi. •Bu bâpta Vol­
taire dem işti ki, bilm eyenler için kış gibidir yaşlılık, tahsilliler
içinse bağbozum u ve m ahzen. Gençliği dışlam az bu, tersine ha­
sat sonrası olgunlaştırır onu; tam da yaklaşanla ilgili olgun h is­
sediş, gençliğe geri d ö n ü ş arzu su n d ak i acıyı azaltır, eriştiği sağ­
lamlıkla, basitlik ve anlam la telâfi eder hatta kem ale erdirir. N i­
tekim bir insanın ileri yaşlan, gençliğinde ne kadar birikim ol­
duysa, kopyalanm am ış anlam ıyla o kadar çok gençlik barındıra­
caktır içinde; hayat kesitleri, onlarla beraber yaşlılık da yalıtık
keskinliğini kay b ed ecek tir o zam an. Yaşlılığın ve yaşlılıktaki
sağlıklı arzu imgesi, inceden inceye işlenm iş olgunluktur; ver­
m ek daha rahattır o n a alm aktan.

61
A k şa m ve ev

G ürültü çıkm ayacak şekilde toplanabilm iş olm ak. Yaşlılığın bü­


tün arzularının içinden geçen arzu, çok defa m üşkülatsız bir ar­
zu, sükûn et arzusudur. Bu da tıpkı eski yıllardaki dağıtma-saçıl-
m a peşindeki av gibi acıtıcı, dahası harisçe olabilir. Özellikle ka­
dınlarda buluğ öncesini hatırlatan cinsel parlam aları da kat eder
bu arzu. Gençliğe o denli akraba, ona o denli aşina olan üretken
varoluş bile, eski zam anlardan daha fazla (ya da daha da fazla),
rahatsız edilm em e serbestîsi ister. Ve her yaşlı, hayattan yorul­
m uş olma izni ister kendine; d ünyanın koşuşturm asının içinde
b ulunuyorsa da, kısm en, sanki orada b u lu n m u y o rm u ş gibidir
bu. Kibir, in san ın ü stü n d en çıkardığı en son giysidir, fakat an ­
cak kom ik bir ihtiyar sü k û n et pahasına çeker o n u n m eşakkati­
ni. Buna karşılık tam da yaşlının iş-dışılığında harikulade güzel­
leştirir kendini, sükûnetin imgesi, şehir yerine kırın imgesi, fira-
rîliğin imgesi, ıslak giysilerin kuru d u ğ u yerin imgesi, fazla hare­
ketin olmadığı. Sükûnet arzusu daha önem li vakalarda daha es­
k iden işlenm iş ihm allerin ve düşülen yanılgıların pişm anlığını
da frenler; zam anla yaşlı G oethe hayatındaki isabetsizliklere ne­
redeyse boş verm işti, şayet d o ğ ru bile görünm ediyseler gözüne.
D önen talih, hatta tam am lanm am ış iş eziyet etm eyi sürdürürler,
fakat hatırlarken, en azından ikincisi, haklı veya haksız, bir bi­
çim kazanır. Jacob G rim m 'in yetm iş beş yaşında yaşlılık üzerine
söylediği n u tu k , tüm bu dostane gecikm iş-arzulan veya gecik-
m iş-duygulan aydınlatır. Bu n u tu k , volens [(ister) istemez] ol­
m aktan ziyade nolens [isteyereki, yaşlanm anın bir talih olduğu­
na dair şü k ran dolu bilincin sırtındadır. Hassas bedensel kısıtlar
genel sük û n et arzusuyla yatışırlar, hatta evet, o n u n içeriğine ka­
tılırlar. G rim m 'e bakılırsa sağırlıkta bile iyi b ir yan vardır, lü­
zum suz konuşm alardan, fuzulî gevezelikten korur. G özdeki ışı­
ğın yitişi, birçok rahatsız edici teferruatın kaybolm asını sağlar;
kör m üneccim leri h atırlatır G rim m . Tek başına çıktığı gezinti­
nin ihtiyara bahşettiği doy u m u tasvir eder, doğa d u y g u su n u n
nasıl geliştiğini anlatır. İnsan doğada kendiyle baş başadır, bitki­
lerin geveze sohbeti yatışır, d ünya akşam leyin kararır, am a su
aydınlanır, hayatın son m eyli tem aşaya adanır. Geçm iş yokluk­

62
lar artık duyum sanm az, geçmiş talihte yaprak kıpırdam az, hatı­
rayla yenilenilir, hayatın yontu çekici şekli şemâli belli bir suret
çıkarm ıştır ortaya, o surette hiçbir vakit olm adığı k adar iyi göre­
bilirsiniz esasa dair olanı. Elbette: S ükûnet -arzusunu ve bir çeşit
tenezzüh halinde em ekliliği vurgulayarak diğer hayat yaşların­
dan bu şekilde ayrılış da zam anla değişm iştir. K üçük burjuva
çoktan çekip gitmiştir, Jacob G rim m 'inkinden daha az saf bir su­
rette de olsa, eski ru h u kendi göğsüne uğratıp, hatıraların ziya­
fet m asasında ağırlatan. G eç-kapitalist düny an ın en son yapaca­
ğı şeydir, yaşlılar için b ir um ut bankası. T asarruf hesaplarının
suyunu çekm esi veya itim at edilmezliği, orta tab ak an ın da ziya­
desiyle rahatsız eder kış u y k u su n u . Yalnızca sosyalist toplum
avâreliğe olan bu yaşlılık arzu su n u yerine getirebilir; mam âfih
bu da, elbette olum lu anlam da, eskisinden, kuşak lar arası fark­
ların o kadar keskin ayrım lar yaratm adığı zam andan farklıdır.
Şimdiki hayat politik açıdan çok daha keskin biçim de dilim len­
miştir; yaşlılığın, tem kinliliğine rağm en, bizatihi gerici, gençli­
ğin, tazeliğine rağm en, bizatihî ilerlem eci olduğu söylenemez.
Çok zam an durum tersidir; yaşlılığın sü k û n et arzusu, belirtiler­
den birini seçelim, hâlâ, kafaları enselerinde faşist gençlik bir­
liklerinin olduğu b ir zam anda, ille de edebî düne yapışıp kal­
m akla örtüşm ez. Yaşlılık için, iki ucu n d an birden yanm ak, her
zam ankinden daha kolaydır; hem cesaretle hem tecrübeyle, hem
yeni bilinçle hem bilinen mirasla. Yaşlananın akşam serinliğinde
evinin ö nündeki bankta o tu ru p yaşanm ış hayatının üzerinden
geçmesi, başka da bir şeye bakm am ası, G rim m 'in arzu imgesi­
nin bu motifi, gerek iktisaden gerek içeriğiyle tedavülden kalk­
mıştır artık. Em eklilikten sonra m ünasip görülen, yaşlananın et­
rafındaki hayatın avara kasnak d ö n g ü sü n ü n sona erm esine dö­
n ük m etin arzu ise tedavül dışı değildir. Tam da sü k û net sevgisi,
hayatı koşturm acayla karıştıran gençlikten daha u zak durabilir
kapitalist koşturm acaya. Burada (burjuva dünyanın bir işe yara­
tamadığı) yaşlılık, eski devre ait olm a hakkına sahiptir. O günkü
günden çıkmayan ve onun için biçilm em iş bir tutum koyarak,
sözler söyleyerek, b ü tü n ü gören bakışlar yollayarak nezih olma
hakkı. H enüz her şeyin b ir işletme olmadığı, asıl önem lisi bu­
n u n yine sona ereceği zam anları cisim leştirerek. Bu, b u g ünün

63
kimi yaşlısının, bilgeleştigi nispette, yeni' bir zam anla, küstah,
süslü, din ç kurtların olm adığı zamanla, y ani sosyalizm zam anıy­
la dikkat çekici ve anlaşılır bir bagını m ü m k ü n kılar. Adi telâşa
kapılm adan, önem liyi görme, önem sizi u n u tm a arzusu ve yete­
neği: Böyle b ir şeydir ya şa m a k yaşlılıkta.

8
D Ö N D Ü R E N İŞARET

Rahatsız edilm ek tatsızdır. Fakat tuhaf b ir kolaylıkla izin veririz


yeniliğin, beklenm eyenin araya girmesine. Sanki hayatın hiçbir
yeri, her an terk edilem eyecek kadar iyi olm azm ış gibi. Başka
türlü olm a zevki igva eder, k a n d ım çok kez. Fakat h er halükâr­
da alışılm ış olandan çekip kopartır.
Yanında götüren b ir Yeni gelmelidir. Şimdiye d ek olanla ara­
daki bom boş fark, tazelik, içeriği ne olursa olsun, cezbetmeye
yeter çoklarını. Bir şeyin oluyor olm ası bile tad verir, yeter ki
kendi başımıza bir talihsizlik olm asın içinde. En d ü şü k vakalar­
da, ayartan, d e d ik o d u d u r, b aşk aların ın kavgasının haberidir.
Ama gazete de büyük ölçüde, alışılm adık olana d uyulan ihtiyaç­
tan yaşar, o nu çeken, en yeni olandır. Bu nedenle, b ir hatta bir­
kaç gün eskim iş b ir gazeteden daha fazla kayıtsız kalınacak bir
şey yoktur, ne kadar hak edilm em iş b ir kayıtsızlık olsa da bu.
B ugünkü gazete abartılır, dünküyse küçüm senir, ondaki şaşırtı-
cılık d ik e n i sö k ü lm ü ştü r zira. T üm bu adi veya vasat ihtiyaç,
kovalanm ası gereken bir sıkıntıyı varsayar, fakat aynı zam anda
daha yüksek b ir şeyi harekete geçirir: N ihayetinde arzulanan,
kurtarıcı bir haberin peşindedir. Bu yanıyla içerik hiç de önem ­
siz değildir o n u n için, Yeni o lan Beklenene dönüşür, Erişilene,
Başarılana d önüşür. Yeni olan kardeş gibi selam lanır, güneşin
doğduğu yerden çıkıp gelen gibi. Sansasyonel arzu gevşek, düz
ruhlarda bizzat düzdür, yalanla kandınlabilir, güçlü, görmeyi bi­
len ruhlarda ise tem elinden kavram ak gerekir. İnsanın eğrilm e­
mesini', m ekânıyla ve emeğiyle barışık olm asını ister. Bu emeğin
ona sadaka tem in etmeyip, eski m ahrum iyet şarkısının nihayet
sona erm esini...

64
Oraya kulak verilir, bakılır p ü r dikkat. Söz k o nusu olan arzu,
yokluktan çıkm adır ve kahrolm az, yokluğun kökü kazm ana k a - .
dar da. Ç ocukken böyle çıktık yola, hep de k o rk u içinde değil­
dik, dışardaki zil işlediği m üddetçe. Zilin sesi odan ın boğucu
sessizliğini yırtar, hele akşam lan. Belki karanlık kasıtlı bir şey
geliyordur, bizim aradığım ız, keza bizi arayan. O n u n hediyesi
h er şeyi d önüştürür, iyileştirir, yeni b ir zam an getirir. Bu zilin
sesi her kulakta kalır, dışardan gelen her iyi seslenişle bağlan tılı-
dır. Büyük uyand ın şla bağlantılıdır orada d u ran ve gelen; sadece
beklentiyle gelmez tabii. A m a beklenti, ona ve o n u n anlam ına
yönelm işse lâyıkıyla, zil sesi d u ym azdan gelinemeyecektir. Son­
suza dek kandırtm az k endini, yalan kafi gelmez. O daha incel­
miş, neredeyse özenle kaldınlıp m uhafaza edilmiş, yobazca ağla­
şıp inkar eden yalan da sonsujZa dek kandıram az, çünkü sosya­
list Yeni gevezelikle değil güçlü geliyordur, m ürted bahaneleriy­
le değil kendini kanıtlayan m ihnetli b ir çalışm ayla geliyordur.
Daha iyi olana susam ak kalır, daha iyi olan nice zam an engel-
lense bile. A rzulanan gerçekleştiğinde ise, emsalsiz şaşırtır o da.

65
İKİNCİ BÖLÜM

Esaslar

ÖNGÖRÜCÜ TASAVVURUN BÎLİNCİ


9
NEDİR, TEPt HALİNDE OLUP BİTEN?

Bizi itekleyen nedir? K ıpırdanınz, ısınm ışızdır, dikkatim iz kes­


k in le şm işti. Yaşayan, tahrik edilmiştir; ön celikle de bizzat ken­
disi tarafından. Yaşadıkça nefes alınır ve ta hrik o lu n u r Hep kay­
nam ak üzere, altı.
Yaşıyor ol ma k , d u y u m s a n ır b ir şey d eğildir. Bizi yaşıyor
vaz'eden o bağlaç, bizzat çıkm az ortaya. D erinde aşağılarda, be­
dene bürünm eye başladığım ız yerdedir. İnsanın yaşam ak için
değil yaşadığı “için” yaşadığını söylediğim izde, kastedilen, içi­
m izdeki bu itkidir. Kimse bu tazyik edişi, d u ru m u seçmiş değil­
dir, bizim oluşum uzdan beri ve biz olm akhgım ızla, bizimle be­
raberdir o da. Dolaysız Oluş halimiz, boştur, bu nedenle de ha­
ristir, gayretkeştir, bu nedenle huzursuzdur. Fakat tüm bunlar
duyum sanm az, duyum sanm ak için kendi dışına çıkm alıdır ev­
velâ. O zam an bir “tazyik” o larak hissedilir, pek m üphem ve
muğlak. Tazyikin bağlacından h içbir canlı sıyrılam az, bun d an
ne denli yorulursa y orulsun. Bu susuzluk hep d u y u ru r kendini,
kendi adını koym adan.

69
10
Ç I P L A K T E P t VE A R Z U, D O Y U R U L M A M I Ş

Yalın içerilikten birşeyler uzanır ilerilere. Tepi kendini ilkin “ça­


ba” olarak dışlaştırır, içi herhangi b ir yeri çeken. Tepi hissedil­
dikte, “özlemek" olur, b ü tü n insanlarda d ü rü st olan tek hal. Ö z­
lem enin kendisi de d a h a az m üphem ve u m um î değildir tepi-
den, ancak hiç değilse dışa d ö n ü k oluşuyla belirgindir. Tepideki
gibi darm adağınık etm eden, süzülerek, elbette aynı ölçüde h u ­
z u rsu z, m ü p telâca. Ve o y d u ğ u n d a b u sırad a k e n d i k en d in i,
um um î iptilâ olarak kalır özlemek. Kör ve eli boş süzülen ola­
rak, sü kû n bulacağı yere erişemez.
B unun için özlem enin, belli bir şeye yönelm esi gereklidir.
Böyle belli olduğunda, aynı anda h er yöne b irden atılmayı keser.
Bir “arama" olur, aradığına sahip olan ve olm ayan, hedefli bir
itilim olur. Bu hedefli itilim, yöneldiği şeye göre ayrışır, şu veya
bu “güdü" olur, tek tek adlandırılabilir. K uşkusuz gericiliğin di­
linde çok defa güdükleştirilm iş veya şeyleştirilm iş b u kavram ­
dan, “ihtiyaç"la aynı şey anlaşılmalıdır. G üdü daim a, tepideki ve
özlem edeki bir boşluğu, bir yetersizliği, eksik olanı, d ışsal bir
şeyle doldurm ayı arar. O değişik bir şey, her şeyden önce ekm ek
olarak veya k an olarak veya iktidar vesaire olarak, işte hedefli
itilim i birçok güdüye böler. Bu nedenle de, Hissedilen tepi sade­
ce um um î özlem ise, hissedilen güdü tek tek “tutkulara", “heye­
canlara" m ahsus b ir şeydir. O b ir şey, g ü d ünün, doyuruldugun-
da, yatışm asını hatta geçici olarak dinm esini sağlar, doyum suzca
süregiden iptilâdan farklı olarak. Yani g ü d ü n ü n üstüne gittiği
hedef (ele geçirdikte, elinde tuttu k ta), aynı zam anda doyurur da
onu. Hayvanın hedefiyle ilişkisi, o esnadaki nefsânî isteğinin tü­
rüne göredir, insan ise tasavvurunda tam am lar bu ilişkiyi.
Bu nedenledir ki insanın sadece canı çekmez, o, arzulayabilir
de. Bu ikincisi, cam çekm ekten, nefsânî istekten ileri bir şeydir,
daha renklidir. Ç ünkü “arzulam ak", içinde nefsânî isteğin de
renklendiği b ir tasavvura bağlanmıştır. Nefsânî istek, cam çek­
m ek, kuşkusuz canın çektiği Bir Şeyin tasavvur edilişinden daha
eskidir. Fakat işte nefsânî istek arzulam aya d ö nüşürken, kendi
Bir Şeyinin az veya çok belirlenim kazanm ış tasavvurunu da ka-

70
tar, artık daha iyi bir Bir Şeydir bu. A rzunun talebi tam da o ye­
rine getirilecek Bir Şeyinin daha iyisinin tasavvur edilmesiyle,
hele tam am a ermesiyle yükselir. Öyle ki, gerçi nefsânî istek için
değil am a pekâlâ a rz u n u n talebi için, şöyle söylenebilecektir:
Arzulama, tasavvurlardan doğm az am a an cak tasavvurlarla açı­
lır, genişler. Aynı zam anda, daha tahrik edilmesi de tasavvurlarla
olur; tam am lanan resm in, ön-çizim in, arzunun yerine gelmesini
vaad etm esiyle aynı ölçüde. Nerede daha iyinin, nihayetinde ta­
m am a erm iş olanın tasavvuru varsa, orada arzulam a vardır, yeri
geldiğinde sabırsız, talepkâr. Yalın tasavvur böylece bir arzu im ­
gesi olur, “şöyle olm alıydı” m ührüyle. Fakat burada arzulam a,
ne denli yoğun olursa olsun, esastaki “istem e”den, daha çok öz-
lemeyle akraba olan edilgin tarzıyla farklılaşır. A rzulam ada he­
nüz emek ve faaliyet yoktur, h er tü rlü istem e ise bir yapm ak is­
temedir. B unun için en ufak bir şey yapm ak elinde olm adan, ya­
rın havanın güzel olm asını arzulayabilir insan. Hatta arzu lar
büsb ü tü n akıldışı olabilirler, X’in veya Y'nin hâlâ hayatta olması
arzusuna varabilirler; bunu arzulam ak kim i zam an anlamlıdır,
ama istem ek anlam sızdır. Bu nedenle, istem enin artık hiçbir şey
değiştirem ediği yerde bile arzu hâlâ kalır. Pişm an kişi, bir ey­
lem de bulunm am ış olm ayı arzular, fakat artık isteyem ez bunu.
Cesaretsizin, m ütereddidin, çok kere hayalkırıklıgına uğrayanın,
zayıf iradelinin de arzuları vardır, özellikle de g ü çlü arzular d u ­
yarlar, b u n la r o n la rı yapm ak istem eye sevketm eksizin. Dahası,
birçok değişik şey arzulanabilir, tercihte b u lunm ak bir azaptır,
fakat bunlardan sadece biri arzulatıyordur kendini; oysa isteyen
kişi tercihini yapmıştır, neyi daha çok istediğini biliyordur, se­
çim arkasında kalmıştır. Arzu, yöneldiği belirli hedef tasavvuru­
na rağm en kararsız olabilir; isteme ise zorunlu olarak o hedefe
aktif bir şekilde ilerlemektir, dışa doğrudur, sahiden verili olan
bir yığın şeyle başetm esi gereklidir. İstemeyle çoğaltılmış, berki­
tilm iş arzuların tuttuğu yol bizzat arzulanm ayan, sarp veya çileli
bir yol da olabilir. Yine de, arzulanm ış olandan başka bir şey is­
tenm ez neticede: İlgisini yoğunlaştırm ış arzu, istemeyi harekete
geçiren, ona istenecek şeyin şarkısını söyleyen “güdülem e tar­
zı", “güdü-tarzı”dır. Bu nedenle, istemesiz arzu, yani mefluç, ey­
lemsiz, kendini h ü sn ü k u ru tu n tu y la tüketen veya olanaksız ola­

71
bilirse de, öncülü arzu olm ayan bir istem e olamaz. Ve arzuyla
m üşterek hedef tasavvurları ne denli canlı b ir arzu im gesine dö-
nüştüyse, o denli güçlü olacaktır istem e. A rzular b ir şey yap­
maz, b ir eylem de bulunm azlar, am a yapılması gerekeni resm e­
der ve özel b ir sadakatle m uhafaza ederler. K endini pırıl pırıl ve
herkesin gözleri ü zerinde hissetm ek isteyen kız, gelecekte yapa­
caklarının rüyasını gören adam , yoksulluğu veya gündelik haya­
tı geçici bir kabuk gibi taşırlar üstlerinde. Kabuk düşmez böyle
olmakla, fakat insan b iraz daha zor sığar a rtık o n u n içine. Salt
nefsânî istek ve onun güdüsü, önce ellerindekine tutunurlar, fa­
kat içlerindeki resm edici arzu daha fazlasını kasteder. Doymak
bilm ez, ancak h en ü z m evcut olm ayan h akkıyla y ü rü tü r o n u n
hükm ünü . G üdü, belirlenim li tepidir, belirli b ir şeye dolan nef­
sânî istek, hep canlı kalır.

11
HAYLt H A C t M L t Bt R C A N L I O L A R A K İ N S A N

Tekil beden

G ü d ü n ü n ardında biri olmalıdır. Kimdir, tahrik edilebilir olan,


arayan? C anlı devinim in ardında h arek et etm ekte olan kimdir,
hayvanın içindeki güdü kim, insanın içindeki arzu kim? Burada
benliğe dair bir d u ru m yoktur her zam an; zira bir güdü “kavrar"
bizi. Ama güdüleri taşıyan, sezen ve bunları tatm in ederek hoş­
nutsu zlu k duygularını tahliye eden, kendi içinde b ü tü n bir tekil
varlığın olm adığı anlam ına da gelmez bu. Bu varlık, evvelâ canlı
tekil gövdedir; güdüler ortalıkta salınm azlar, tahrikle sevkolu-
nan, tahrikle dopdolu olarak gövde sahiptir onlara. Ve hayvan
yediğinde, o n u n kendi bedeni tatm in edilm iş olur, başka b ir şey
değil.

A rd ın d a beden olm ayan güdü o lm a z

Tabii, kendini beden olarak hisseden, um um î bir haldedir. Sade­


ce “b u lu n u y o rd u r”, hoş veya nâhoş; lâkin b u p ek belirgin b ir

72
bulgu değildir. Buna karşılık her güdü m utlaka b ir Kimse olarak
ortaya çıkıyor görünüyordur, bedeni peşinden sü rü k lüyor gibi­
dir. Sanki beden güdüye sah ip değildir de güdü bedene sahiptir,
belirlem iştir onu, rengini vermiştir, öfkeden kırmızıya, kıskanç­
lıktan sarıya, kızgınlıktan yeşile çevirmiştir, b ir bez parçası gibi.
İçgüdü denen şeydeki güdülerin u zun öm rü ve görünüşte özne-
siz zu h u ru da cabası. K abuğunden yeni sü rü n ü p çıkmış civciv­
ler, ânında darılan didiklerler, kendilerine ait olana en m aksada
uygun şekilde eriştikleri, önceden belirlenm iş b ir yoldan gide­
rek. Yola yönlendiren, beyinciktir; sonra da elbette, Pavlov'un
keşiflerine göre, değiştirerek y ö n lendirebilir niteliğiyle büy ü k
beyin kabuğu [korteks] ve o n u n aracılığıyla değiştirilm iş olduğu
deneyim lenebilen çevre koşu llan - tabii b u sonuncusu, daha zi­
yade görece yüksek hayvanlarda. Fakat içgüdü den en şey, yanlış
olarak, gözünü kendi kendine dikm iş b ir güdü gibi etki eder, in­
sanlar da tanır onu; özellikle kadınlar, aşkta değilse şayet, anne
kaygısında. Burada gerçekten de öyle görü n ü r ki, sanki güdüler
kendi başlarına bir yaşam sürm ekte ve ru h şöyle d u rsun, bedene
egemen olm aktadırlar. Daha az m aksada uygun güdüler de yer
yer bağım sız izlenim verir, insanı ganim et alırlar. Yalıtık, nere­
deyse başına b u ^ ^ k görünen b ir güdüsel yönelim in sadece b e­
deni değil, bilinçli Ben'i de b o y u n d u ru k altına aldığı ve b ir ya­
bancı gibi o n u n karşısına dikildiği nevrotiklerde, örneğin. Bir
güdüsel d u y g u tarafından "altedildiklerinde", heyecanın/duyu­
n u n bizzat efendi gibi olduğu anlarda, keza sağlıklılarda da. O
zam an şöyle denecektir: Kız aşk tasasından suya atlam ış değil­
dir, aşk tasası kızla beraber suya atlamıştır. Fakat yine de, bu
çok katlı öznesizlik g ö rü n tü sü n e rağm en, bedende hiçbir şey
güdülerin k en d i taşıyıcısı olm asına m ahal vermez. Kuş yuvasını
yaparken, kırlangıç önceki yılki yuvasını bulurken, bu bulm aca-
lı hadiselerde henüz b ir Ben olm asa da işbaşında, neredeyse göv­
de olm adan da iş görecek m üstakil bir g ü d ü de söz k o n u su de­
ğildir. G üdüsel refleks de tekil gövdenin bütçesine dahildir ve
ancak bu bütçeye ait olduğu, bedenin k en d i işini gütm esine,
kendine zarar verenden kaçm asına, kendini koruyacağı aram ası­
na yaradığı ölçüde kullanılır. Bunun içindir ki, duru m a göre b ir­
çok güdü zem bereği vardır, h er işi gören tek b ir tane değil. Ke­

73
sintisiz varolan sadece gövdedir; kendini m uhafaza etmek ister,
b un u n için yer, içer, sever, yener, eyler, ortaya çıkan Ben'in ve
Ben'in ilişkilerinin d ö nüştürdüğü çok katlı güdülerin içinde.

D eğişen tu tk u

Ö zellikle insan, elbette b irço k g ü d ü taşır. Z ira sadece hayvani


olanların çoğunu muhafaza etm ekle kalmaz, yenilerini de üretir;
yani sadece gövdesi değil Ben'i de duyusaldır. Bilinçli insan en
zo r d o y u ru la n h ayvandır; -a rz u la rın ın ta tm in i b a k ım ın d a n -
kestirm eden değil dolaylı yollardan giden hayvandır o. Yaşamak
için zorunlu olandan m ahrum kaldığında, bu yokluğu başka b ü ­
tün varlıklardan başka tü rlü hisseder: Açlık hayalleri belirir. Ya­
şamak için en zorunlu olana sahipse, bunların tadına varmasıyla
birlikte, ona başka türlü ama çıplak yokluğun verdiğinden az ol­
mayan ezalar veren yeni istekler peydahlanır. Zenginler ve aşırı
doygunlar (am a sadece onlar değil), yeri gelir, akıllarının ‘bilmi-
yorum kineistiyorum ?' diye kurcalanm asından m uzdarip olurlar;
özellikle lüks (ki görünüşte h er isteği karşılıyordur), doyurul­
maz bir itkidir. K serkses yeni bir eğlence bulana ödül koym uş­
tu ; sadece sık ın tı değildi b u rad a devrede olan, bilinm ez b ir gü­
düydü, en azından doyurulm ak isteyen bir çığlık olarak. Hele
tarihin akışı ve değişen biçimleri, ihtiyaç karşılam anın çoğalan
ölçüleri içinde herhangi bir güdü tü rü n ü n aynı kalm ası zordur
ve hiçbir güdü tam am lanm ış olarak koymaz kendini. Yeni nes­
nelerle beraber, düne .kadar kim senin hissetm ediği değişik yöne­
limli iptilâlar ve tutkular uyanır. İlkin bir kazanılm ası gereken
sahip olma, elde etm e g üdüsü örneğin, kapitalizm -öncesi za­
m anlara çok yabancı olan bir ölçüye ulaşm ıştır; cinsel libidoyla
bile birçok yönden yolları kesişir. G eç-kapitalist toplum daki re­
kor güdü sü de epeyce yenidir, hele hızı hep artırm aya d ö nük o
boş teknolojik iptilâ; b u ikincisinin d oğuşuna m otorlu taşıma
araçları yol açmıştır. Ama öncelikle tekelci serm ayenin soyut bir
rekor güdüsünü kamçıcı maksatla geliştirm esi gerekir; yoksa iş­
çilerden o denli hızla azam î kâr sıkılm ası m ü m k ü n olmazdı. Ve
faşist ölüm güdüsü, örneğin W erther devri duygusallığının ya da
rom antik-leylâ ölüm güdüsüyle karşılaştırıldığında, dehşetli ye­

74
n i tarzdır; nasıl da farklı bir sosyal görev onu kızıştırm akta, yön­
lendirm ektedir. Kısmen em peryalist kıtal savaşının, kısmen geç
burjuva varoluşun tam am ının prim in i alır. Buna m ukabil dinsel
güdü geriler, üstyapıyla donanm ış varlığa b u ad ı vereceksek -
yukarıya itilim, değiştirilem ez olana yönelen Eros. Ve yoz ya da
hilekâr bir şekilde tahrik edildiğinde, m u h telif faşist iğvalarda
olduğu gibi, ilkin olan güdü artık b ir g ü d ü olarak kalm am ış,
evet toprağa göm ülm üştür - k a n ve toprağa. Kısacası, ışığa çıkar
.ki: İnsan değişebilir olduğu kadar kapsam lı b ir güdüsel varlıktır,
değişen ve çoğu kez de yanlış düzenlenm iş arzulardan bir yığın.
Ve kalıcı bir zem berek, tek bir tem el güdü saptam ak, yalıtık ve
havada asılı bir şekilde düşünülm edikte, pek m üm kün değildir.
Aynı devrin ve sınıfın insanlarında bile bir aslî zem berek görül­
mez, diyelim ki iç saat m ekanizm alarını psikanalitik olarak sö­
küp parçaladığınızda. Kesinlikle birden fazla temel güdü vardır;
bazen biri, bazen öteki öne çıkar, derken beraber etkide b u lu n u r
gibi olurlar, b ir gemiyi kuşatan zıt rüzgârlar gibi, kendi kendile­
rine olan aşinâhklannı bile koruyam azlar bu arada. İnsan kendi
m u tlu lu ğ u n u arar, bu söz m utlaka çok eski g ö rü n ü y o rd u r ve
güvenilirliği de k uşkusuz ebedî av hayvanlığı güdüsüyle ilgili
berbat lâflardan başkadır am a sorm alı: Hangi m u tlu lu k ve ne
için? Sorular ve incelikler o zam an başlar. Hele gösterilen çaba­
da hep yeni hedef tasavvurlarının peydah olduğu sınıf tarihinde,
g üdülerin hedefli g ü d ü m ü tek m anâlı, sabit ve olm uş bitm iş hal­
de sürseydi eğer, fazlasıyla garip olurdu.

12
tNSANİ TEMEL GÜDÜYE DAtR
D E Ğ t Ş t K KAVRAYIŞLAR

C insel güdü

Fakat bedenin erişm ek için öncelikle ve özellikle çabaladığı bir


şey olmalıdır. H alihazırdaki hissedişim izin ve gayretim izin esas
zembereği nedir? Freud, bilindiği gibi, cinsel güdüyü birinci ve
en kuvvetli güdü sayar. Buna göre hayatı libido idare eder, za­

75
m an ve içerik y önünden aslolan odur. Sü tbebesinin m em e em­
mesi bile cinnsel h azla bağlantılı olm alıdır ve b ü y ü k ölçüde bu
haz u ğ ru n a g erçekleşiyordun A çlık da cinsel güd ü ye tabidir,
doym ak cinsel rahatlam adır. İnsanın kendi bedeniyle, ardından
dış nesnelerle, hele çevredeki kişilerle ilişkisi, böylelikle esas iti­
barıyla cinsel b ir ilişki olarak görünür. Yalnız libido Freud’da
tek güdü olarak kalm am ıştır - en azından olum lu haz anlam ın­
da libido değil. Geç dönem çalışm alarında Freud o n u n yanında
bir olum suz haz çabasını, ölüm g ü d üsünü kaydediyordu. Yara-
tıksal istek o zam an o nu bekleyen ölüm e de d önüktür, sadece
cinsel birleşm eye değil. Çok hücreliler baştan itibaren ölüm e
doğru gittikleri ve b ed en in ölüm ü gençlikte başladığı gibi - ö r ­
neğin dam arların daralm ası-, ö lü m hadisesinin, soğuğa kesm e­
nin önünden giden ayn bir güdü de vardır. İm ha ve saldırı gü­
d ü sü d ü r bu; Freud bunu elbette libido rengi taşımakla beraber
sadist nitelikli olan kendine m ahsus nefsanl isteklerde göster­
mek niyetindeydi. Hayatın sevgiden kaynaklanan gürültüsü, ay­
nı libido tarafından su stu ru lm a k ta veya tah rip edilm ekteydi.
Tahrip a rz u su n u n in san ın kendi beden in e karşı d ışavurum u,
nefsini terbiye etm ekten, m uhtelif asketik eğilim lerden alınan
zevkte görülm ekteydi. Yabancı bedenlere ve nesnelere karşı ise
ölüm güdüsü gaddarlık olarak, b u sefer başkalarını darp eden,
inkâr edilm ez bir yok etm e sarhoşluğu olarak dışavurm aktaydı.
G addarlığın cinsel hazla genel bağlantısı, öncelikle de aşk cina­
yetine götüren duygular, ölüm güdü sü n ü n de libidoyla ilgili ol­
d u ğ u n u n işareti olmalıdır. H er halü k ârd a çekirdek cinselliktir,
insanını hareket ettiren odur.

Ben güdüsü ve bastırm a

Daha başka ve daha kısıtlı bir kuvvet, ancak sonra sonra eklenir
buna. E lbette b u kısıtlılık, d a rlık , k i aynı zam anda keskindir,
önem lidir insanda; çünkü o n u n Ben'idir bu. Freud daim a, geri
de çekilerek, cinsel ve onunla akrabalığı olan ölüm güdüsü - dı­
şında saf insanı bir güdüyü saptam ış olduğuna işaret eder. Sade­
ce libido olsaydı ve başka hiçbir şey olm asaydı zira, ne çatışm a­
lar ne nevrozlar oluşabilirdi içimizde. Bedenin “karanlık id”i ile

76
g ü d ü le rin in y a n ın d a , Ben v ard ır ama F reu d 'a kalırsa. C insel
kuvvetlerin karşısında Ben’in güdüleri d u ru r; evet, tü m psikana­
liz, der Freud, "cinsel güdülerin Ben güdülerinden keskin ayrı­
m ı ü zerin e tem ellen m iştir.” Ben g ü d ü leri evetler, h ay ırlar ve
sansürler, bilinç ona bağlıdır, ru h sal hayatım ızı bütünselleştiren
güç odur. “Geceleyin uyum aya gittiği zam an da rüya sansürünü
elinde tu tan ” güç odur. Ben güdüsü, cinsel güdülerin ve bunla­
rın içeriğinin k en d i çizgisine uym ayan yanlarını bastırır (buna
ilerde daha geniş değinilecek). Böylelikle ru h sal hayatımız ikici­
dir, b u ra d a h er şeyi başlatan libidoya rağm en; “b ütünselle bağ­
lantılı Ben’le ondan koparılm ış olan Bastırılan arasında" gidip
gelir. işte b u gerilim , çelişki d o ğ u rd u ğ u n d a , Ben g üdüleriyle
cinsel güdüler arasında cereyan eden patojen [hastalandırın] ça­
tışm aya yol açar. Ben'den, “belirli ruhsal tepilerin sadece bilinç­
ten değil, geçerlilik ve edim sellik kazanm anın başka türlerinden
d e dışlanan bastırm alar kaynaklanır. B astırılarak bertaraf edilen,
analizde Ben'in karşısına dikilir ve analizin ödevi, Ben'in bastırı­
lanla m eşguliyeti karşısında dışavurdugu dirençleri kaldırm ak­
tır.” Ben, güdüleri doyurarak, hazsızlık duygularının tasfiyesini
sağlar, fakat b u n u kendi tarzında yerine getirir, yani sansürleye-
rek, ahlakileştirerek ve özellikle erişilebilir olanı, “gerçekliği"
gözeterek. Bu ahlakileştirici o lan , yani F reud'un burjuva m uhiti­
nin alışkanlıklarına uyum sağlamış olan, Ben g ü d ü sü n ü n edinil­
m iş çizgisidir, Freud'a göre. H atta böylelikle, aksi takdirde b ü ­
tün güdüsel gelişmeyi belirleyen libidoda, yani haz ilkesinde bir
kırılm a m eydana gelir; yetişkin, daha iyisini söylersek Freud ta­
rafından burj uva bakış açısından görülen burjuva-bireysel in­
san, F reud'un kendi burjuva m u h itin i tanımladığı şekliyle “ger­
çekliğe” (m eta dünyası ve onun ideolojisi) çarparak diyonizik
enerjisini tüketir. "Böylelikle terbiye edilen Ben 'anlayışlı' hale
gelir, artık kendini haz ilkesinin egem enliğine bırakm az, gerçek­
lik ilkesine uyar. G erçeklik ilkesi de tem elde hazza erişm ek isti­
yordur; fakat gerçekliği dikkate alarak güvencelenm iş, ertelen­
m iş ve kısıtlanm ış haz.” Fakat tek başına Ben, “gerçekliğin” ve
burjuva dış dünyanın sansürüyle bile, libido güdülerinin uçun-
d u r u l^ a s ı [süblimasyon} için yeterli olm azdı, şayet o n un yanın­
da, o n u n ü stünde a y n b ir “Üst-Ben" ya da “Ben-ldeali" olm asay­

77
dı. Üst-Ben, Ben'in diğer içeriğidir; Freud'a göre ebeveyn ilişkile­
rimizi temsil eder; sofuluğU ikam e eden tüm oluşum lar ondan-
dır. Ben dış d ünyanın haklarını savunur, Üst-Ben ise "iç dünya­
nın avukatı", "vicdanın ve suçluluk d u y u g u su n u n kaynağıdır"
(vicdanın talepleri ile Ben'in yaptıkları arasındaki gerilim ola­
rak); "bü tü n dinlerin oluşm asını sağlayan çekirdektir" o. Üst-
Ben, anne ve babaya vekâlet etm ekle, Ben'i tıp k ı b ir zam anlar
ebeveynin çocuğu gözlediği gibi gözler, O nların çocuğu tehdit
etiği gibi Ben'i tehdit eder, ebeveynin çocuğu yönlendirdiği gibi
yönlendirir; böylece Ben'e örnek alınacak bir imge sunar, ideal
o lu şu m u n u n kaynağıdır. Tam da ebeveyn m e rd in in devam ını
b ünyesin d e taşım asın d an ö tü rü Ü st-Ben'de hafif teh d itk âr bir
yan yaşar; vicdan katıdır, ödev duygusu karanlıktır, ayrıca Üst-
Ben, ebeveyn tarafından gelen, geçm işe d a ir kalıntılar ve idealler
de barındırır çok defa. Bunu dikkate alm aksızın, uyanık Ben'in
etrafından libidoya, yani m üşterek karanlığa, iç dünyanın karan­
lıkta birleşm iş id'ine doğru b ir yay çizer. B ütün bunlar kökende­
ki libidonun ü stüne gelir, en azından Freud'un geç dönem inde
böyledir; böylece olağandışı b ir güdü üstyapısı oluşur. Elbette
analizle te k ra r b ü y ü k ölçüde yıkılm ası gereken ve Üst-Ben'in
içerikleri bakım ından (ki b u n a sadece d in değil, örneğin dünya­
yı değiştirm enin k o yudan [postüla] da dahildir), dış dünyayla
ilişkili olarak m ünhasıran "illüzyonlardan" oluşm ası gereken bir
üstyapı. A vukatını Ü st-B en'de bulan iç d ünyanın k endisi ise,
ö n ü n d e so n u n d a libidoya ve b astırılan güdülere, in san ın "bi-
linç-dışı id ”ine ait kalır. Bu libidodaki id, Freud'a göre, bedeni
dolduran, bizi çepeçevre kuşatan bilinçsiz güdüler im paratorlu­
ğudur, öyle de kalacaktır - gerek hayvanî gerek Üst-Ben yanıyla.
"Bilinmeyen, hâkim olunam ayan kuvvetlerce (bu, şu dem ektir:
kapitalist üretim biçim inin Freud tarafından libido-id haline so­
k u lan dışsal egemenliğince) ‘yaşatılm am ızı/yaşanm am ızı' sağlar.
Buna karşı psikoanaliz, "Ben'in Id'i daha fazla fethini m üm kün
kılm ası gereken alettir." Böylelikle elbette libidonun temel gü­
d ü sü serbest kalacaktır yine yalnızca, yani ne bastırılm ışlıkları
kısıtlanm ış ne de Ben-ldealinin b ağlan aşılmıştır. F reud burada
bastırılana, bilinç-dışına rasyonel b ir şekilde ışık tu tm ak iste­
m ektedir gerçi, aldatıcı, aynı zam anda nevrotikleştirici kokuyu

78
dağıtm ak istem ektedir. Fakat b u n u n ardından gelen, özel libido­
n u n ve psikonanalitik isin-pusun eksik olm adığı b ir kü ltürün
“huzursuzlukları" içinde bir g ü n d ü r sadece.

B astırm a, kom pleks, bilinç-dışı ve u ç u n d u n n a

Böylelikle burada tem el etken cinsel güdüdür, tek etken ve her


şey değilse şayet. Edepli kız kabul etm ek istem eyecektir, ahlâkî
Ben Sexus'u bastırır. F akat o şim d i iyice kaynam aya, tazyike
başlar, m evcut veya izin verilm iş hayatla yatışamaz. Sexus ve Se-
x u s’un a rz u la n burjuva insanlarınca, F reud'un bulguladığı gibi,
suskunluk, riya ve yalandan oluşan kalın bir kozayla sarmalanır.
Ç ünkü: Libido sadece to p lu m sal k esitte değil, bireyin kendi
içinde, h ak ik i varlığımızı bilinç eşiğinden geçm esine izin verm e­
yen ahlâkîleştirici bir sansüre tabidir. Bu sansür ket vurur, bastı­
rır cinsel güdülenm eyi, bastırm a tam b aşan h olmazsa onu lânet-
ler, o n u n idrakine kapatır kendini. Burada libido Freud için tek
temel güdü olarak kalır, aynı zam anda insanî varoluşun aslî içe­
riği; çünk ü Ben, belirtildiği gibi, denetim m erciidir sadece. Libi­
d o n u n taşıyıp getirdiği bavulu sınavdan geçirir, libidoyu kılık
değiştirm eye, icabında k en d in i ru h sal olan a “u çu n d u rm a y a”
zorlar, fakat Ben'in kendisi verim sizdir. A h lâk îleştirici sansür
bastırırken , b astırılan ı bertaraf edişi ancak yüzeydedir. Yerine
getirilmeyen, dahası suskunluğa boğulan arzular bastırma hadi­
sesiyle az veya çok bilinç-dışına inerler. Orada çürürler, nevro tik
gerilim ve kom pleksler oluştururlar, acı çeken sebebini bilm ek­
sizin. Salt u n u tu lm u ş am a kaybolm am ış cinsel d u ^yu/heyecan
her kılığa girerek işlemeyi sü rd ü rü r; F reu d libido dikenini gün­
delik hayatın psikopatoloj ilerinde açığa çıkarm aya çalışm ıştı, te­
sadüfi, anlam sız gibi görünen dil sürçm elerine, el sürçm elerine,
yapacağını-söyleyeceğini şaşırm alara bakarak. İnsanın gösterdiği
tepkilerin yatıştıram adığı güdüler, tam am lanm am ış yaşantılar,
un u tu lm u ş yaralar ve hayal kırıklıklarının yangını sürer; Benlik
bilincinden yitm işlerdir, fakat ruhtan değil. Kaynağı bunlardır,
görünüşte temelsiz hassasiyetin, aşın tep k in in , zorunlu nevrotik
eylem in, nihayet anlam sızca özerkleşm iş, içeriksizleşm iş duyu
grubunun: Kom pleksin. B ütün hayaletler, veya Freud hayaletleri­

79
nin hepsi, burad a sökün eder: Penis kıskançlığı, iğdiş edilm e,
ödip kom pleksleri ve daha neler neler. B ütün kom plekslerin te­
m elinde Freud’a göre cinsel b ir sinirlenm e yatar, b u n lar u n u tu l­
m uş bir çocukluk tr a ^ ^ ^ ı n a saplanm ıştır. İğdiş edilme ko mp-
leksi, ödip kom pleksi denen baba nefreti hep çocukluk yaşantı­
larından kaynaklanıyordur. (Oysa Ö d ipus'un kendisi, Chester-
ton’un bir keresinde söylediği gibi, kesinlikle ödip kom pleksine
sahip bulunm ayan yegane insan olmalıdır; ç ü n k ü öldürdüğü La-
etres'in babası, evlendiği Jokaste’ın ise annesi o ld u ğ u n u bilm i­
yordu, ancak sonradan öğrenm işti.) T üm bu tuh af biçim de a d ­
landırılan, tuhaf biçim de g ü rü ltü sü koparılan şeyler, ta a m ıy la
“bilinç-dışı kalm ak zorunda kalm ış, m ani olunm uş, bir şekilde
kesintiye uğram ış hadiselerden doğm aktadır.” O halde, bastırıl­
m ışın b o d ru m u n a bilinçle b erab er inm ek b aşarılacak olursa,
nevrotik sem ptom ların bilinç-dışı önkoşulları bilince çıkarılabi­
lecek olursa, nevrotik kişi sağaltılabilecek, yani Ben’i Id’ine karşı
dizginleri eline geçirecektir. Kom plekslerinin sebebini bilen in ­
san, kendini sağaltabilir; elbette bu bilgiye ulaşm asını sağlayabi­
lecek olan da sadece psikoanalizdir. Zahm etli derin ^ızı, ayrıntı
görünen, b ilh a a s ayrıntı haline getirilm iş kertelere dikkat e t­
m ek, bunların yanısıra kulağa aşırı güzel gelen ideolojilere karşı
(anneliğin “kutsallığı” ve benzeri) şüphe duym ak - tüm bu de­
dektif sanatı, nevrotik sem ptom un içeriğini anlam ak ve hastanın
bilincine çağırm ak için zorunludur. Buraya giden ana caddenin,
via regia'n ın , 1 rüya y o ru m u o ld u ğ u m alû m d u r: S ansürleyici
B en'in u y u d u ğ u , k a tı dış d ünyanın algılanam az hale geldiği gece
rüyalarının yorum u. H er rüya F reud’da bilinç-dışı b ir arzu fan­
tezisinin yerine gelişidir; bu fantezinin rüyada kuşandığı kılığın
sim geselliğinden, arzulandığı d u y u ru lan ı analitik yolla deşifre
etm ek lâzım dır. N evrotik bu deşifrasyona daima karakteristik
bir direnç koyar: U nutulan u n u tu lm u ş olarak kalm ak, sem pto­
m u da üzerindeki kılığı çıkarm am ak ister. F akat burada şunu
belirtm ek önemlidir: Bilinçli hale gelmeye karşı direnç, Freud'a
göre salt hastanın iradesindedir, bilinç-dışının m addesinde, yani
Freud'un tayin ettiği ve -esasen sırf libidoya ait olan içeriğinin

l Kral yolu.
80
groteski d ışın d a - esasen bastırm anın, bir ürünü ya da en azından
kaçış noktası olan o bilinç-dışında. B astırm anın kendisi, bu an­
lamda, “bilinçliliğe yetenekli, yani bilinç-öncesi sistem e ait bir
edim i bilinç-dışı kılan, yani bilinç-dışı sistem ine iten" bir hadi­
sedir. “Keza bilinç-dışı ruhsal edim onu izleyen bilinç-öncesi
sistem e hiç sokulm ayıp, eşikte san sü r tarafından geri çevrildi­
ğinde de b una bastırm a diyoruz." Velhasıl bilinçli hale getirilmiş
libido, yeniden içine girilip geri san lan “bir zam anlar"dan başka
kapı gösterm ez. P sik o an aliz ab ovo2 beyin k ab u ğ u altın d a k i
anım sam a olm ayı ister, yalnız, hücresine kapatılm ış, k e n d i de
dediği gibi yeraltında, yeraltı sularında.
Bu nedenle Freud’da Bilinç-dışı, sadece oraya bir şeyin geriye
iteleneceği bir şeydir. Ya da en fazlası, bilinci kapalı b ir halka gi­
bi çevreleyen bir Id'dir: Bilinçli insanı çepeçevre saran, tarihsel
kökene ait bir kalıtsal varlık. “Ü st-ben’in yardım ıyla Ben, bizim
için hâlâ karanlık olan bir şekilde, eski zam anların ld'de yığış­
mış olan deneyim lerinden kaynak çeker." Psikoanalizin Bilinç-
dışı, anlaşılabileceği üzere, asla bir henüz-bilinç-dışı-olan, [kişi­
lik] gelişm esinin bir unsu ru değildir; daha ziyade, regresyonlar-
dan3 oluşur. N itekim bilinçli hale geliş de, bu Bilinç-dışı için salt
olmuş olanı bilinir kılar. Bu dem ektir ki, Freudcu Bilinç-dışında
yen i hiçbir şey yoktur, olm az. C.G. Jung, psikoanalitik faşist, libi­
doyu ve onun bilinç-dışı içeriklerini tüm üyle kadim tarihe in­
dirgediğinde b u daha aşikâr hale geldi. O na göre Bilinç-dışında
sadece tarihsel kökene ait kadim anım sam alar veya kadim fante­
ziler ikam et ediyordur, yanlış bir tanım la “arketipler" denir b u n ­
lara da; b ü tü n arzu im geleri de o geceye, eski devirlere dayanı-
yordur. H atta Jung'un gözünde o gece öyle rengârenktir ki, bi­
linç soluklaşır yanında; ışığı aşağılayışıyla, k ü çü ltü r bilinci. Bu­
na karşı Freud aydınlatıcı bilinci ayakta tu tar gerçi, fakat işte, İd
halkasıyla, sabit bir libidonun sabit Bilinç-dışıyla çem bere ala­
rak. Öylesine üretken .sanatsal yaratım lar da bu sabitlikten çıkışı
sağlam azlar; kendi içine kapalı lib id o n u n uçunduru lu şla n n d a n
başka bir şey değildir onlar da: Fantezi, güdüsel ihtiyaçların kar-

2 Baştan itibaren.
3 Ruhsal-zihinsel yaşamın geriye/eskiye dönmesi.
şılanm asım ikam e eder. “Sonra çözülm esi gereken so ru n ,” der
Freud, “güdüsel hedefleri, dış dünyadaki başarısızlıktan onlara
halel gelmeyecek şekilde kaydırm aktır.” Cinsel güdü hayır işleri
suretinde inceltilebilir, yakınının/kom şunun esenliğine, nihayet
insanlığa adanm aya dönüştürülebilir. D aha yüksek uçundurul-
m uş libido, sanatçıya yaratım ından sevinç aldıran şeydir, ama
sanatçı-olm ayana sanat eserinden tad ve (ikam e-)tatm in aldıran
da odur aynı zam anda. A rzunun yerine gelişiyle biçim lenm iş,
ketlenm em iş şeyler vardır: Kanlar, düğün, kahram anlar, güzel
ve trajik ceset. Z em inde yatan adam a, hayattaki adam da eksik
olanı verin, geceleyin b ir güzel rüya gibi altınla kaplayın onu.
İzleyen veya yaşantıyı paylaşan, tepkisel olarak öyle sıyrılacaktır
ki arzularından, artık onlarla ilgili bir sızısı kalmayacaktır. Fakat
bu türden h er “katharsis" geçicidir, evet sadece g ö rünüştedir;
Sanat, Freud'a kalırsa, tatm insiz lib id o n u n kendine öğrettirdiği
illüzyonlarla iş görür sadece. Tam da daha yüksek psişik süreç­
lerin, dış dünyada kendi yol açtıkları değişim lerin süregiden te­
siriyle duyusal ve organik süreçleri etkilediğini, bunların hiç de
salt bağımlı, hatta kendi varlığı bulunm ayan ikam e tarzları ol­
m adığını gören Pavlov'dan ne kadar uzak ve nasıl da m ekaniktir
burada Freud. Freud’da, cinsel libido, onun Ben güdüleriyle ça­
tışm ası ve sonra içinden illüzy o n ların çıkacağı Bilinç b o d ru ­
m undan başka bir şey bulunm az.

ik tid a r güdüsü, sarhoşluk güdüsü, ko llek tifb ilin ç -d ışı

Fakat en hissiz bedende bile cinsel güdü öm ür boyu yaşam az ve


yalnız kalmaz. Bunun içindir ki F reud’a, yolunu tu ttu k tan so n ­
ra, m alüm , bazı öğrencilerince karşı çıkılmıştır. Bu öğrenciler,
bam başka bir güdüsel kuvvet ortaya atm anın veya libidoyu par­
latm anın telâşına düştüler. ilkini deneyen, birey psikolojisi de­
nen şeyin müellifi olan Alfred Adler oldu, ikincisini ise (m itik
cilâyla) C.G. Jung. Böylelikle, F reud'un her ikisini de itham etti­
ği üzere, “herkesin sırtın a yük olan cinsellik sorunu bir vuruşta
bertaraf edilmiş" oluyordu. H er halükârda, zem bereklerin başka
olduğu b ir sistem de bertaraf edilebilir görünüyordu; bir tek o
yoktu, her şey o değildi artık. Adler, tam am en kapitalistçe, çift

82
cinsiyetli [biseksüel] bir zem in üzerinden güç arzu sunu temel
insanî gü d ü olarak koyar: İnsan, ilksel olarak, egem en olmak,
altetm ek istem ektedir. Aşağıdan yukarıya erişmeyi, yukarda kal­
mayı, içindeki kadınsı çizgiden erkeksi olana geçmeyi, bireysel
olarak zaferinin onaylandığını hissetm eyi istem ektedir. Gurur,
hırs, “erkeksi protesto”, buna göre, bu temel g ü d ü n ü n en fazla
gö rünür hale geldiği duyulardır; yaralanm ış gurur, başarısız ol­
m uş hırs, çoğu nevrozun kaynağıdır. Sexus'un kendisi, nihâî he­
def için, iktidar kazanım ı için bir vasıtadan ibarettir: “Libido,
cinsel güdü ve sapkınlık eğilim leri de, her nereden çıkıyorlarsa,
bu temel fikirden hiza alırlar.” (Adler, Sinirli Karakter, 1922, s.
5). Nevroz gelişm esinin başlangıcında, güvensizlik ve aşağılık
kom pleksinin tehditkâr duygulan vardır; doyurulm am ış güç ar­
zusu aşağılık kom pleksine yol açar. Fakat tıpkı derinin m üstak­
bel zararların a karşı ö nlem o larak yarayı p ıh tıla ştırm a sı, b ir
böbrek devreden çıktığında diğer böbreğin işlevinin güçlenm esi
gibi, Ben de duygusal aşağılıklıkları aşırıya giderek telâfi eder.
Kısmen m askeleyerek, hayalleyerek: Güç arzusu o zam an görü­
nüş arzusu olur. Kısmen de b a şa rım ın [perform ans] yükselte­
rek: O zam an da güç arzusu, m üm künse güzel b ir fantezi d ü n ­
yasında, zararsızca d u ru p d u ru r. B unun için ham m addeyi nere­
d en aldığı görülm ez tabii; kendi başına zorunlu olarak çorak bir
arzu olan güç arzusu içerik b akım ından uçundurulam az çünkü.
Yine de b u arzuda esas olan, önde olma isteğine uygun şekilde
konan hedeftir; salt doğuştan gelen güdülenm enin, yani Freud-
cu cinsel libidonun yerine o geçer. Tekil insan, yön gösterici bir
im genin veya sırf o y u n c u lu ğ u n ve hayalin aracılığıyla kendi
k en d in i inşa eder: “Ezayla hissedilen güvensizlik en küçük ölçü­
süne indirgenir, o da en basit zıddına, hayalî hedef olarak b ü tü n
arzuların, fantezilerin ve tepilerin yönlendiricisi kılınan karşıtı­
na çevrilir." İnsan -te k il insandan başka bir insan, b u birey psi­
kolojisinde y o k tu r- karakterini böyle biçim lendirir: “Yukarıya
giden yolu şaşırm am ak için, em niyeti tastam am alm ak için, ru ­
hunun geniş kaotik alanlarında, karakter hatları suretinde, sabit
etkisi uyandıran yönlendirici çizgiler çizer.” Esas itibarıyla Ad-
ler'de kişisel olan her şey, gerçi bilinç-dışı olan ama asla naif ol­
mayan ereksel arzu tarafından imal edilm ekte, yetiştirilm ektedir

83
baştan itibaren. Esas itibarıyla h ükm eden causa finalis4 oluyor­
d u r böylece, biyolojik etm eni de kişiliğin em niyete kavuşturul­
masına, kişilik d u y g u su n u n yükseltilm esine bağlanm ış, kapita­
list çıkarla ilişkili b ir hedefe tabi kılıyordur. Böylece libidodan
cinsiyeti sü rü p yerine bireysel iktidarı koym akla, Adler'in güdü
tespiti Schopenhauer'den N ietzsche'ye gitgide keskinleşen kapi­
talist çizgiyi izlemiş ve bu çizginin ideolojik-psikoanalitik düşü-
n ü m ü n ü [refleksiyonunu] gerçekleştirm iştir. F re u d 'u n libido
kavram ı “yaşama arzu su ” ile S chopenhauer'in felsefesine deği­
yordu; S c h o p en h au er cinsiyet u zu v larım “a rz u n u n kaynam a
noktalan" olarak tanım lam ıştı ya. A dler'in “güç arzusu" ise sö­
zel olarak, kısm en de içeriksel olarak N ietzsche'nin son dönem i­
nin temel g ü d ü tespitiyle örtüşür; bu itibarla N ietzsche Scho-
penhauer'e, yani em peryalist d irsek rantiyevâri haz-hazsızlık-be-
denine galip gelm iştir psikoanalizde. Cinsel dertlere pek vakit
bırakm ayan rekabet m ücadelesi, şehvetten ziyade çalışkanlığa
oynar; ticaret adam ının sıcak günü, örter hayat adam ının ve libi­
d o su n u n sıcak gecesinin ü stünü.
Ama böyle de kalm adı, zira m isafirp erv erlik ten uzaklaşan
gün giderek daha az insanı çekiyordu. Geriye d ö nük, sorum suz,
az veya çok vahşi bir karanlıkta gerilim den uzaklaşm a arzusu,
hep artıyordu küçük burjuvada. Ö ncelikle yükselm e denen şeye
giden yol, h ü r girişim cilerin tekel kapitalizm i şartlarında gerile­
m eleri ölçüsünde, ilgi ve erişim m enzilinden çıkıyordu. D erin­
lik denen şeye, gözlerin b ir hedefe dikilm ek yerine faltaşı gibi
açıldığı [veya bulandığı] bir derinliğe giden yol daha çekici hale
geliyordu. C.G. Jung, faşistçe köpüren psikoanalist, güç g ü d ü ­
sü n ü n yerine sarhoşluk/m estlik g ü düsünü koydu b u n u n üzeri­
ne. Bu dio n izik genellikteki libidoda Sexus nasıl sadece bir par­
çaysa, güç arzusu da öyledir; ikincisi, evet, tam am ıyla savaş sar­
hoşluğuna, asla bireysel hedef-yönelim li olm ayan bu baygınlık
haline dönüştürülür. Libido Jung'da b ü tü n g ü dülerin veya tasta­
m am “E ros"un arkaik biçim de ayrışm am ış kök-birim i olur yani:
K arın d o y u rm a k ta n akşam y em eğine, coi tu s'tan 5 unio m y sti-

4 Nihat sebep.
5 Cinsel birleşme.
84
ca’ya,6 şam anın veya N ordik vahşi savaşçının köpüren ağzından
Fra A ngelico’n u n 7 v ecd in e dek yetişir. B urada da N ietzsche
S ch o p en h au er'e galip gelir, y aşam a a rz u su n u n red d in e k arşı
m eskalinli8 bir d io n iso su n evetlenm esi o larak galip gelir ama.
D oğal so n u ç olarak bu m istikleştirilm iş libidodaki bilinç-dışıyla
Freud'daki gibi m ücadele edilm ez, o n u n b u g ü n k ü bilinçte eri­
tilm esine çalışılmaz. Nevroz, özellikle m odern, fazla uygarlaş­
m ış ve fazla bilinçli insanın nevrozu, daha ziyade insanların bi-
linç-dışı büyüyenden, “ilksel sezgisel d ü şü n ü ş"ten fazla u zak ­
laşm asından kaynaklanır Ju n g 'a göre. Ju n g b u ra d a sadece faşist­
leştirilm iş dionisosa değm ekle kalm az, k ısm en Bergson'un vita-
list felsefesine de değer. Bergson, elbette daha ayrılıkçı-liberal
bir tıirzda, zihne karşı duyuşu, kapanık düzene ve katı geom et­
riye karşı yaratıcı h u zu rsu zlu ğ u çıkarm ıştı. F akat Bergson’un
“Elan vital’’iyle9 tem as ettiğinden çok d ah a fazla tem as eder fa­
şist Jung , o n u n vitalizm inin buluştuğu rom antik-gerici sapm a­
larla; keza D.H. Lawrence gibi duygusal penis-şairleriyle, L ud­
w ig Klages gibi dört d ö rtlü k T arzan-filozoflarla. B ergson'un
E lan vital’i henüz ileriye d ö n ü k tü ; [binsekizyuzl doksanlı yılla­
rın “gençlik stiline" veya “ayrılıkçılığına” hitap ediyordu, geriye
d ö n ü k bağlılıklar değil ö zg ü rlü k d ü stu rla rı içeriyordu. D.H.
Law rence ise, Ju n g d a o n u n la b irlik te, in sa n ın o rad an çıkıp
m utsuzluğuna y ürüdüğü k adim aşk çağının vahşiliklerine dair
şarkılar söyler, ette gecenin ayım, kanda bilinçsiz güneşi arar.
Klages de soyut bir tarzda aynı öküz boynuzunda eğleşir; eski
rom antikler gibi O rtaçağa geri çağırm akla kalm az, D iluvium 'a10
çağırır, Ju n g ’u n gayrışahsi, p andem onik libidosunun ikam et e t­
tiği yere. G erçi vardır Benler ve bireyler, diye öğretir Jung, ma-
m âfih bunlar ru h u n derinliklerine uzanm azlar; hele kişilik, sa­
dece b ir m askedir veya sosyal bir rol. Kişilikte ya da kişilik su ­
retinde etki eden, yaşamın baskısıdır daha ziyade, çok daha d e­
rin, büyüsel-kollektif gibi, ırk gibi çok eski tabakalardan gelir.

6 Hıristiyanlıkta ruhun Tann'yla birleşmesi.


7 Rönesans ressamı rahip.
8 Ona Amerika'da yaygın olarak kullanılan geleneksel uyuşturucu.
9 Hayat hamlesi.
10 Buzul Çağı.
Bireysel kişi b u n la n n zem ininde kollektifleşiyor, tekrar oralara
dönüyordur: "Birey sadece tekil varlık olm adığı, varoluşu kol-
lektif ilişkileri de varsaydığından, bireyleşm e süreci tekilleşm e­
ye değil, daha yoğun ve daha genel bir kollektif bağıntıya götü­
rür.” Qung, Psikolojik Tipler, 1921, s. 637). A dler'de h e n ü z eli
artıran, daha keskin bir bireysel psikolojiyi zorlayan dikenler çı­
karan yanşm a ve serbest rekabet, burada “m illî cem aat” sulann-
da boğulu rlar - ve "psikosentez”de, ki arkaik-kollektif gerile­
m ed ir bu da. Gayrışahsî, evet, gayrıinsanî bilinç-dışı yükselir,
salt insanlık hafızasının arkaik kalıntılarının değilse şayet, so ­
m u t bireysel tecrü b en in iyice ardında. H ayvan atalarım ızdan,
yani D iluvium ’u n çok daha eskisinden kalma ilksel tecrübeler
canlı olm alıdır, buna göre; Jung b u n u n için Sem on’u n biyoloji­
de ileri sürdüğü, topyekûn organik m addenin hafızasına ve b u ­
radaki hatıra izlerine ilişkin bir kavram olan “engram " kavram ı­
na el atar. Bunlar libidoda ilksel-hayvanî b ir plan olarak biçim ­
lenm iştir, b ilinç-dışını da ark aik ilksel olm uş-olanın içinde sak­
larlar. Yani psikosentez g ün ışığına çıkarm az, dışsal kısım lar ha­
line getirm ez; "hatırlam aya” koyulur, nevrotik ya da sair bir ve­
rili sem bolle, geldiği geceye geri gider: "Analizin (nedenselliğe
indirgeyen yöntem olarak) sem bolü bileşenlerine ayırm ası gibi,
sentetik yöntem sem bolü genel ve anlaşılabilir b ir ifadeye yo­
ğunlaştırır.” F reu d ’da bilinç-dışı, gördüğüne inandığı ve o n u n
okulunda ilk kara hayvanlarının ilksel hatırlam alarına dek "ka­
zılıp çıkartılm ış" olan, k ö k en tarihine ait arkaik unsurlara rağ­
m en, var idi; Freud’da bilinç-dışı esas itibarıyla bireyseldi, yani
bireysel olarak kazanılm ış bastırm alarla ve m odern bireyin ya­
kın tarihe uzanan bastırılışlarıyla doluydu. Ju n g 'u n bilinç-dışı
ise tamam ıyla geneldir, ilksel zam ana ait ve kollektiftir, "birkaç
bin yıllık uygarlığın altındaki beşyüzbin yıllık kuyu” olarak sa­
tar kendin i - hele ki birkaç yıllık bireysel hayatın altında. Bu
zem inde yeni hiçbir şey olm am akla kalm az, kesinlikle, kararlı­
lıkla kadim olan vardır orada; yeni her şey, eo ipso [kendiliğin­
den) değersizdir, hatta değerlere düşm andır; yeni olan, sırf bu­
günkü içgüdü tahribatıdır, kadim fantezi tem elinin zihin tara­
fından bozulm asıdır, Jung ile Klages'e kalırsa. N evrotik çatışma
da, bu güdü ve fantezi zem ininin zihinden çektiği acılardır. Ve­

86
ya, Lawrence'in dediği gibi: İnsanlar etlerinden ayı, kanlarından
güneşi kaybetm işlerdir. B unun için, nevrotiğin hâlâ sahip b u ­
lu n duğu b ilinç-dışından b ü sb ü tü n uzaklaştırılm am ası gerekir,
ona lâzım olan daha ziyade kollektif bilinç-dışına, “hayatın ka­
dim güçlerine” geri yönlendirilm ektir. Psikosentez, bugünden
kaçarak, gelecekten nefret ederek, kadim zam an lan arayarak,
etim olojik anlam da “d in "in [religion] aynısı olur: re-ligio, geri-
ye-bağlanma. Burada tabii şam anın köpüren ağzıyla Ü stad Eck-
h a rt11 arasında pek bir fark görünm ez, sahici b ir gece hoşgörü­
sü içinde; evet, şaman daha iyidir. En sefil b ir bâtıl inancın rü t­
besi Aydınlanm anın üstündedir; Ju n g 'u n kollektif-bilinç-dışı ta­
bii ki cadı avı cinnetiyle daha iyi gider, saf akıldansa.

“Eros" ve arketipler

Bunun vardığı noktada, başka şeylerin yanısıra, bilinçli Ben alı­


nır bedenden. H atta libido tüm üyle karanlığa, bilinç-dışı hedefi­
ne sürülür. F reud'da bilinç-dışı hastaya hatırlatılır sadece, ondan
k en d in i kurtarsın diye. C.G. Jung'da ise bilinç-dışının hatırlatıl­
ması, tam am en o n u n içine dalınıp gidilsin diyedir, hem de hep
daha derin, daha derin tabakalarına. Libido arkaikleşir; kan ve
toprak,ı2 N eandertal insanı, ü çüncü jeolojik çağ, aynı anda kar­
şımıza dikilirler. Ju n g ve Klages çömezi G ottfried Benn, psiko-
sentetik olduğu kadar lirik de olan şu ifadeyle anlatm ıştı bunu:
“Eski halkları ru h u m u z d a taşırız- ve geç d ö n e m le rin Ratio’s u
[Aklı] gevşediğinde, rüyada ve sarhoşlukta, yükselirler ritüelle-
riyle, m antık-öncesi tinsellikleriyle ve felekten bir m istik saat
çalarlar. M antıksal üstyapı çözüldüğünde, ay-öncesii3 kalıntıla­
rın h ü cu m u n d an yorulan kabuk, bilincin ezelden b eri uğruna
savaşılan sınırını açtığında, Her Yerde - ve Ebediyyen Oluşa dair

11 Meister Eckhart. 13.-14. yüzyılda Thüringen bölgesinde yaşamış, Hıristiyan oıta


çağının en önemli mistik şahsiyetlerinden biri. Aquinalı Thomas'ın aksine,
Tannsal varlığı ayrı bir töz olarak değil, Tinle ve Oluş'la bir arada düşünüyordu.
12 Blut und Boden. Alman ırkçılığının 19. yüzyıl sonunda zuhur eden ve Naziler­
ce de devralınan şian.
13 Eski Yunanlılar, kadim zamanlarda yaşayan insanları “Proselens” diye tanım­
larlardı; Ay Tanrıçası Selens'in yani ayın var olmasından önceki zamanlar an­
lamında.
87
eski yaşantıda, Benin büyüsel d önüşüm ü ve büyüsel özdeşleşme
içinde çıkar ortaya Eski, Bilinç-dışı." Ju n g libidoyu gittikçe a r­
tan bir çabayla arkaik bağlantılara doğru sü rm ü ştü r, aynı za­
m anda bu başlangıçları öyle sisli ve genel ifadelerle tanım lam ış­
tır ki, o zam anın b ütün Irratio'su [Akıldışı], ne söylüyor olursa
olsun, her yere konabilsin. Burası gerçekten de gecedir, b ü tü n
ineklerin siyah olduğu, ölçüsüzce genişletilm iş, doğanın k am ı
olacak şekilde k o lek tifleştirilm iş ve artık k endisine dünyanın
ru h u da den en lib id o n u n gecesi. Eros, Platon, H ind teozofisi,
simya ve astroloji imgeleri, P lotin14 ya da C.G. Ju n g 'u n ondan
anladığı şey, karm akarışık savrulurlar, “ay-öncesi” libidoda bir­
leşmiş olarak: “Bu kavram ın psikolojik yanı bakım ından, Platon
veya H esiod'da E ros'un kozm ogonik anlam ını, keza Phanes'in,
‘parlayan'ın, ilk-olm uş-olanın, Eros'un babasının orfik15 cismini
hatırlatırım ... P hanes'in orfik anlam ı H ind Kâma'sına, yine koz­
m ogonik b ir ilke koyan aşk T annsı'na d en k tir.” (W andlungen
u n d Symbole d er Libido, 1925, s. 127). U çurum lar üzerinden
atlanarak, bu kadar kozm ik tınlayışından ötürü, aynı şeym iş gi­
bi katıştırılır: “Y eni-Platoncu P lotin'de d ü n y an ın ru h u zihnin
enerjisidir.” Ju n g 'u n libidosu işte böylece, hazm edilm em iş ata-
vist sırlarla d o lu b ir çuval olarak açılır, A brakadabra'nınki gibi;
Ju n g ’un kendi sözleriyle b u çuval, “görünm ez b ir dinozor kuy­
ruğu sürü k ler peşinde; dikkatlice kopardıldığında sırlar âlem i­
nin şifa yılanına dönüşür" (Über die A rchetypen des kollektiven
Bewusstseins, 1935, s. 227). Ç ü n k ü Diluvium , h er şeyi başlat­
m ış olan Eros'un m antıken en yakınıdır ve Eros, m antık-öncesi
hatlar boyunca, bilinçten uzağa, oraya geri gitm eye çalışır. Bu li­
b id o n u n a n a to m ik m ek ân ı kad im S im p atik u s'tu r, 16 beyin ve
om urga sistem i değil; fazla aydınlanm ış olduğu için y a n yarıya
yetersiz O rganon'u ise, mitolojidir. Anne bağı Jung’a kalırsa b i­
reysel anneye d ö n ü k değil, kadim bir genel anne imgesinedir.

14 Hiyerarşikbir dizi içinde sıralanan Akıl, Ruh ve Maddenin, mistik tecrübeyle


ulaşılabilecek Vahdet'ten sudûr ettiğini savunan, anti-materyalist 3. yüzyıl fi­
lozofu.
15 Eski Yunan’da, adını mitsel şair Orfeus’tan alan ve ruh dolaşımına inanan gizli
öğretiye atıfla; mistik, gizemli.
16 Vejetatif sinir sisteminin özellikle mide ve bağırsaklarla alâkadar kısmı.
88
Gaea veya Kibele’ye, Astarte, Isis, Havva’nın da tem elinde yatan
arkaik oluşa (olm uş-olana) bağlılıktır. Libido devam ında d a “ka-
dim -im gesel" tarafından işgal edilir, h e r tekil anne ü zerinden
“toprak ana arketipleri” g ö rü n ü r ve m uzaffer olurlar. Jung’un li­
bidosunun kollektif bilinç-dışım onunla çağırdığı şiardır: Arke-
tip, Levy-Bruhl’un “representation collective”i. 17 A rdından bi-
linç-dışı, ve sadece o, arketipler tarafından iskân edilir: Yılan,
m utfak, ateş, ateşte tencere, derin su, toprak ana, yaşlı bilge -
bazı num uneler. ö zellik le bir m itik karışım olan b u g ü n k ü in­
sanda bu kadim -im gesellik büyük b ir patlayıcı güce sahip olu-
yo rdur: A rketipler içinden konuşan, bin dille konuşuyordur; ka­
dim insan-hayvanın güdüsel im gelerle kaplı hayatıyla, kan ve
toprağın devâsâ titreşim iyle zihin-yaratığının alışveriş içinde ol­
m asıdır Jung'a göre b u n u n tek nedeni. Fakat kollektif bilinç-dışı
sadece bu tarz bir sağlığın m ekânı olm akla kalmaz, Ju n g ’a bakı­
lırsa insanî fantezinin b ü tü n tem el biçim lerini de içerir: Daha iyi
ve daha güzel dünya adına h er ne vakit h er nasıl d üş görüldüy-
se, işte o ırkın ru h u , o arketipler çağıdır.
Aydınlıktan karanlığa itilim ödevi, böylesine bayıltıcı bir şe­
kilde yerine ge tirilm iştir burada. A ncak k u rb an ların ın bilinci
boş zam anlarında u y u şturuldugunda götürülebiliyordur kapita­
lizm in işleri. B ununla bağlantılı olarak Ju n g 'u n , Freud’daki bi-
linç-dışını tam am en genelleştirip arkaikleştirm esi doğaldır; ras­
yonel yoldan çözülem ez kılınm alıdır. Burada b ir uçunm a da vu­
ku bulmaz (ki o Freud'a göre kültüre götürüyordur ne de olsa);
F re u d ’u n ö ğrencisi Ju n g , k o n jo n k tü r m ü sa it o ld u ğ u n d a , bu
noktada da “Yahudi psikolojisinden” boşanm ıştır. U çunm a yeri­
ne, “kutsal k aranlık kadim gece" geçerlilik kazanır, kan g ö rünü­
m ü ve im ge orjisiyle; bu güç b u haliyle düzen içindedir, hatta
düzen içinde yaşayan tek şeydir. K uşkusuz J u n g burada, ilerde
göreceğimiz gibi hiç de önem siz olm ayan b ir fantezi kaynağına
çatmıştır: Arketiplere. Fakat R om antizm den aldığı arketip kav­
ram ım , rom antiklerin ekl emsiz acem iliğinden de sıyıramamıştır.
Psikosentez denen şey açısından kullanışlı olan, götürü usulde
kadim im geler çizm ektir sadece, ona lâzım olan, (tekelci serm a­

17 Kollektif temsil.
ye kum andasında) büyüsel ham am sefasıdır. Bu panik halindeki
libidonun Alm an faşizmiyle bağlantısı açıktır; C.G. Ju n g uyurge­
zerliği asla hizmet dışı kalm az burada. Faşizm de de entelektüel­
lik nefreti, Ju n g 'u n kelim esi kelim esine söylediği gibi, “g ü n ü ­
m üz to p lu m u n u n zararlarını telâfi etm ek için yegâne araçtır”.
Faşizm de geleceği tahrif etm ek, barbarlığı tem ellendirm ek, dev­
rime ket vurm ak için kuaför elinden geçmiş bir kadim zam ana
ait ölü kültüne ihtiyaç duyar. Temel güdü, D ionisos'un artık sa­
dece Moloh 18 olarak adlandırıldığı bir tem elin güdüsü olur. Bir
regresyon sebebi, hem tıp hem insani olan her şeye yine yaban­
cılaşmış ahlâk olarak kutsanır. Böylece, daha evvel söylendiği gi­
bi, yine de hâlâ liberal aydınlatm acılık peşindeki Freud'la faşist-
m itleştirici Jung, (takındığı m ütevazı adla) “derinlikler psikolo­
jis in d e k i ortaklıkları içinde önem li çelişkiler arzederler: Liberal
olan bastırılanı bilinçli kılm ak ister, G erici ise bilinçli olanı bas­
tırılana geri bağlamak, evet, onu bilinç-dışının gittikçe daha de­
rinlerine tıkm ak. Freud'da bilinç-dışıyla m ücadele edilir ve bi­
reysel bir edinim oldugu oranda bilinç-dışı birey halkası içinde
tutulur. Jung'da bilinç-dışı selâm lanıp tam am en arkaik-kollektif
yörede iskân edilir, içinde sis/perde, nu m en veya tabu olarak fo­
kurdayan her şeye karşı sınırsız bir hoşgörüyle. Ama yine: Ana
noktada öğretm en Freud sapkın öğrencisiyle aynı düzlem dedir;
ikisi de bilinç-dışını [beşeri] gelişm enin tarihselliği içinde geçip
gitmiş, bodrum a tıkılm ış ve sadece orada olabilecek b ir şey ola­
rak kavrarlar sırf. İkisi de, çok farklı tarzda ve çok farklı regres­
yon yayılımıyla olsa bile, halihazırdaki bilincin gerisinde veya
altında bir bilinç-dışı tanırlar; yeniye dair bir ön-bilinci tanım az­
lar. Ü stüne konuştuğum uz güdü öğretisiyle ilgili olarak ise, tüm
psikoanalitik o k u lu n ortak noktası, b ir kavram sal m itoloji yara­
tarak yaşayan/canlı bedenden kopmasıdır. Bir libido putu veya
bir güç arzusu p u tu veya b ir kadim -D ionisos putu ortaya çıkar
bu şekilde - her şeyden önce de bu putların m utlaklaştırılm ası
çıkar. M utlaklaştırılan, kendi bekasını isteyen ve başka da bir
şey istem eyen yaşayan bedenden nasıl koparılırsa koparılsın, is­
ter F reud’da ister Adler'de ister - h e le -J u n g 'd a , asla ekonomik-

18 Eski Yunan'da, sürekli kurban isteyen gaddar Tanrı.


90
toplum sal koşullara ait bir değişken olarak tartışılm az. Oysa te­
mel güdüler vasıflandırılacak olduğunda, tek tek sınıflara ve za­
m anlara göre m addî bakım dan büyük ölçüde çeşitleneceklerdir,
bunun sonucu olarak hedef ve güdü yönelim leri de. En önemlisi
de şudur: Psikoanalizin vurguladığı tem el güdüler tam anlam ıy­
la bu tanım a uygun değildirler, fazlasıyla k ısm î kalırlar. Psiko-
analizin hep dışta b ıraktığı açlık gibi dayatm azlar kendilerini ör­
neğin; hayatta kalmaya d ö n ü k yalın güdü gibi bir son kerte de­
ğildirler. Ancak o, beka güdüsü, kendini korum a güdüsü, b ü tü n
diğer g ü d ü lerin işlerliği için bir koşul olacak k ad ar tem el bir gü­
dü olabilirdi - geçirdiği onca değişim e rağmen.

13
BÜTÜN TEMEL GÜDÜLERİN
TARİHSEL SINIRLILIĞI,
ÖZ-ÇIKARIN MUHTELİF DURUMLARI,
D O Y U R U L A N D U Y U L A R VE
BEKLENTİ DUYULARI

A cil ihtiyaç s

Açlıktan şim diye d ek az, pek az bahsedildi. H albuki yeterince


kökenseldir de bu diken, epey kadim den beri gözüm üze bakar.
Ç ünkü aşkı tadam ayan her şeye rağm en b ir m üddet yaşayabilir­
se de, gıda alamayan bir insan, ölür. Güç güdüsü tatm in edilme­
den de pekâlâ yaşanır, hele beşyüzbin yıl önceki ataların bilinç-
dışına dönem em ek, hiç so ru n olmaz. Fakat günlerdir m idesine
bir şey gitmemiş, çök k ü n işsiz, insan varo lu şu n u n en m uhtaç
d u ru m u n a so k u lm u ştu r ve o d u ru m u g ö rü n ü r kılar. Açlık çe­
kenle hem dert olm ak, hem d ert olm anın tek yaygın halidir, hatta
hem dert olmayı yayabilecek tek hal. Aşka susam ış kız, hele bir
adam , acım a uyandırm azlar, açlığın feryadı ise şikâyetlerin en
kuvvetlisidir, dolam baçsız koparılabilecek yegâne feryat. Açlık
çekenin m u tsu zlu ğ u n a inan ılır; ü şü y en in , h a sta n ın , hele aşk
acısı çekenin d u ru m u lüks g ö rü n ü r o n u n yanında. En katı kalp­
li ev kadını bile cim riliğinin hiddetini unutur, dilenci ona verdi­

91
ği çorbayı içerken. Kuşkusuz burada, alışıldık hem denliğin ken­
d isin d e, y o k lu k ve y o k lu ğ u n arzu ları açıkça g ö rü n ür. M ide,
kandili doldurulm ası gereken ilk lambadır. Özleyişi o kadar he­
defli ve dakik, güdüsü öyle kaçınılm azdır ki, u zun sü re bastırı­
lamaz da.

E n itim a t edilir temel güdü: B eka/hayatta ka lm a

Fakat açlık ne k ad ar yüksek sesle kükrerse kükresin, tıbben ad ­


landırılm ası enderdir. Bu eksiklik, psikoanalizin hep daha iyi
acıları çekenleri tedavi ettiğini ve edeceğini gösterir. Nasıl yiye­
cek bulacağım endişesi, Freud ve ziyaretçileri açısından en te­
melsiz endişeydi. Psikoanalizci hekim , özellikle de hastası, ya­
kın zam ana dek m idesinden yana endişesi bulunm ayan bir o n a
tabakaya m ensuptur. M amâfih F reud’u n Viyanası biraz daha faz­
la endişeyle yaşanan b ir yer haline geldiğinde, engellenm iş inti­
harcılar için bir psikoanalitik danışm a bürosu vardı; libido altı
güdülerle de buluşulabiliyordu burada. Zira intiharların yüzde
doksandan fazlası iktisadi sıkıntıdan kaynaklanır, geri kalanı aşk
kahrından (ki bu kahrın da bastırılm ayanından). G elin görün ki
burjuvazinin deklase ettiği Viyana'da psikoanalitik d anışm a b ü ­
ro su n u n d u v arın d a şu yazı vardı: “İktisadî ve sosyal so ru n la r
b u rada tedavi edilm ez.” Anlaşılabileceği üzere, engellenm iş inti­
harcıların iç yaşantısını anlam ak bu şekilde pek m ü m kün olam ı­
yordu, Franziska Reventlow 'un tam am en gayrıtıbbî bir ifadeyle
para kom pleksi dediği o en sık rastlanan kom pleks de aşılmış
olm uyordu. Yani açlık dikeni tıpkı libidonun salon riyakârhğın-
ca gizlenm esi gibi gizlenir psikoanaliz tarafından. Bu, psikoana­
litik temel g ^ t f araştırm asının sınıfsal kısıtıdır. Buna bir de m il­
lî kısıt eklenir. Belki libido bakım ından değil am a ahlâkî Ben-
sansürü ve dolayısıyla bastırm a bakım ından. Burada değişik ül­
kelerin orta sınıfları, özellikle de F ransa ile Almanya arasında
karakteristik farklar vardır. Paris'te b ir bekâr delikanlı haftada
en az bir defa odasına bir kız almaz veya bir geceyi dışarda ge­
çirm ezse ev sahibi endişelenecektir: Zira kiracı cinsel açıdan
norm al g ö rü n m ü y o rd u r, dolayısıyla kirayı takm ası da pekâlâ
beklenebilecektir. Fransız burjuvasının cephaneliğinde ortalam a

92
Alman hatta İngiliz burjuvasına göre pek az yapm acıklık b u lu ­
nur; daha az cinsel k ü f k o k u su , daha az libido bastınlm ışlıgı
vardır. Proletaryada ise ne m ürailik/riyakârlık ne de hele libido,
Viyana psikoanalizinin başından beri varsaydığı kadar yer kap­
lar. Açlık ve endişe alt sınıfta libidoyu daraltırlar; daha az soylu
acılar vardır orada, bunların da daha elle tutulur, daha az sanat-
kâranelikle adlandırılan sebepleri. Proletaryanın nörotik çelişki­
leri ne yazık ki F reu d 'u n “libidonun belirli erojen bölgelere sa­
bitlenm esi” veya Adler’in “iyi oturm am ış karakter m askesi” ya
da Ju n g ’u n “kadim zam ana geri d ö n ü şü n tam am lanm ışlıgı” gibi
hali vakti yerinde çelişkiler değildir; işini kaybetm e k orkusu da
igdiş edilm e k o m p lek sin e bağlanam az pek. P sikoanaliz gerçi
arada sırada açlık ve susuzluğa, keza bekaya/hayatta kalm aya
olan ilgiye değinm eden yapamaz; fakat b ek a g ü d ü sü tuhaf şekil­
de Freud tarafından sıkı sıkıya bağlı olduğu m ide ve toplam be­
den sistem ine değil de, Ben’in geç dönem güdülerine, yani ahlâ­
k i san sü rü n de ait oldugu güdü grubuna atfedilir. D anışm a b ü ­
ro su n u n ilgilenm ediği b ir dışarlıklı m üracaatçı gibi, h er yolun
yolcusu Eros karşısında bir acte accessoire [yardakçı] gibi baka­
kalır. Ama görülüyordur ki, ekonom ik tarih g ö rüşünün yerine
b ir erotik tarih görüşü yoktur; düny an ın , iktisadiyat ve onun
üstyapılan yerine libido ve o n u n tahriflerine dayalı bir açıkla­
m ası yoktur. Bu n edenle nihayet burad a da m eselenin gerçek
ifadesinde durm alıdır: Tek etken olm ayan ama en temel etken
olan İktisadî çıkarda. K endini b u çıkarda gösteren beka/hayatta
kalm a güdüsü, çok sayıda tem el güdü arasında en sağlam olanı
ve tabi b u lu n d u ğ u b ü tü n zam ansal, sınıfsal d önüşüm ler içinde,
kesinlikle en kalıcısıdır. Bu nedenle, b ü tü n ihtiyat paylarını ko­
yarak ve m utlaklaştırm aya karşı bilinen uzaklığım ızla denebilir
ki: Beka/hayatta kalm a güdüsü, duy u lara en açık tezahürü olan
açlıkla, birçokları arasında bu adı hilâfsız hakeden tek temel gü­
d ü d ü r, n ih â i ve taşıyıcısına en so m u t b içim de bağlı güdüsel
mercidir. İdealist Schiller bile d ü n y a işlerinin “açlık ve aşkla"
yürüdüğ ü n ü öğretm eye m ecbur hissetm em iş miydi kendini; aç­
lığı ilk, aşkı ikinci sıraya yerleştirerek. Böyle tespit etmek, ciddi
s o n u ç la rı o lm am ak la b erab er, y ü k se le n b u rju v a z i için hâlâ
m üm kündü; F reud’u n psikoanalizinin de ait olduğu geç burjuva

93
dönem de açlık silinm iştir. Ya da libidonun bir alt türü olm uştur,
diyelim ki “oral evresinin”; sonrasında beka/hayatta kalm a gü­
dü sü n ü n kökensel bir güdü olarak bahsi geçmez. Oysa “Suum
esse conservare", k en d in i kendi O lu şu n d a m uhafaza etm ek, Spi-
n o z a 'n ın y a n ıltıla m a z ta n ım ıy la , b ü t ü n v a rlık la rın “a p p e ti-
tus”u d u r [âfiyet], öyle d e kalacaktır. Varsın kapitalist rekabet ik­
tisadı onu ölçüsüzce bireyselleştirsin, ne kadar d önüşürse d ö ­
nüşsün, b ü tü n toplum ları fırdolanır durm aksızın.

G üdülerin v e beka g ü d ü sü n ü n tarihsel dönüşüm ü

H içbir güd ü n ü n kaskatı kalm am ası gibi, onu taşıyan da kaskatı


kalmaz. Hiçbir şey ebediyyen veri değildir, baştan konduğu gibi
değildir mesela, hele kendi Ben'imiz olm uş bitm iş halde veril­
m iş değildir bize. Tutkuların, yeni konm uş hedeflerle yenileri­
n in doğduğu b ir tarihsel d ö n ü şü m sürecinin olm ası, bunların
üzerinde piştiği öznel ocağı da değiştirir. Ne b ir “kökensel" gü­
dü vardır, ne bir “kök-insan” , ne de “âdem baba”. Temel güdü
araştırıcılığının katılığını yansıtan, “insanın doğası” denen şey,
tarihin akışı içinde yüz kere başka kurallara bağlanm ış, başka
kalıba dökülm üştür. Evcil bitkilerde ve evcil hayvanlarda, yetiş­
tirm enin dışsallığından ve aktanm cılığından ötürü, kökensel bir
tür korunm uş olabilir; insanda bu olmaz. Evcil bitkilerde ve ev­
cil hayvanlarda, tabii, soylulaştırılarak lü k s güle d ö n ü ştü rü len
basit yaban g ü lü vardır, b ü tü n evcil güvercinlerim izin kökenin­
de vahşi kaya güvercini vardır, icabında ona dönebilir bu yeni
m ahsuller. Tarihsel insan ise vahşileştiğinde bile, değişik tarihsel
evcilleştirm elerin kaynağı olan kök-insan olam az asla b ir daha.
Gayet iyi bildiğimiz, tarihsel kon u m u malüm bir güdüsel psiko­
patiyle, dekadan b ir barbara dönüşebilir; bir parça Mavi Sakal
veya N eron veya Kaligula veya H itler olabilir, fakat “sağlıklı Di-
luvium ”dan gelme bir N eandertal insanı olamaz. B ugünün ilkel
denilen birçokları da, bilindiği üzere, asla böyle değildir, en eski
in san î yaratıklar değildir bunlar. Daha ziyade büyük kültürlerin
çöküşünü n ürünleridirler; eski Pyhsis [insan bedeni] değildirler,
çoktan yeni Pyhsis olm uşlardır, tarihsel olarak iktisap ettikleri
özelliklerle. Bir m isyonerin kutsadığı “vahşi”, H ıristiyanın insa­

94
nın içinden çekip çıkardığı “Adem Baba”, bizzat “lsa”sıdır eski
bir törenin ve dinin, yani yaratışın daha eskilerdeki b ir çöküşü­
nün. Demek, kök-güdü-İnsanı tarihsel ve m odem insanda b u lu ­
namaz ve bilim sel açıdan m evcut değildir. Böyle anılan insan, ya
(Freud’da) burjuva güdü-insanıdır, Viktorya asrının yapmacıklı-
ğında göm ülüdür, ya da (Jung'da) faşist b ir fantazmagoridir, m i­
tolojik şişelere doldurulm uş. Temel güdü araştırıcılığı, başka her
dönem inkinden öte kendi g ü d ü sü n ü yansıttığı içindir ki, bu k a­
dar farklı çıkm ıştır sonuçlar. R ousseau'nun “doğal insanı” arka-
dik (ideal-idilvâri) ve akla uygundu, N ietzsche'nin “doğal insa­
nı" ise dionizik ve akla yabancı; yani birisi Aydınlanm anın arzu ­
larını yerine getiriyordu, diğeri em peryalizm in arzularını (ve
yurttaşlarda için için yanan “antikapitalist özlem ”in). Freud'un
tanım ladığı “yaratığın” tarihsel konum u da buna benzer şekilde
kesinlenebilir: Bu libido-insanı -d ü şle d iğ i arzu giderim leriyle
b erab er- 1900'ün birkaç onyıl öncesi ve birkaç onyıl sonrasında
yaşar ( “etin ru h ta n k u rtu lu ş u ”n u n ayrılıkçı resm i vadesidir,
1900). L ibidonun cinsel algılanm a tarzı, dem ek tahrik edilebilir­
liği de her toplum da ve bu toplum un her tabakasında değişken­
dir. Açlığın bile “doğal” bir güdü yapısı yoktur, çü n k ü ona atfe­
dilen algılama tarzı, yani iğva dünyası tarihsel olarak değişken­
dir. O bile insanda biyolojik esaslı b ir temel yönelim değildir, yi­
yecek aram aya dönük sabit içgüdüselliği olan ve b u nun için ay­
nı yollan izleyen. Toplumsallaşmış ve yönlendirilm iş ihtiyaç ola­
rak, temelinde yattığı ve bu nedenle de (gittikçe daha fazla taba­
ka, gittikçe daha talepkâr biçimde ağzının tadını bildikçe) onları
değiştirdiği gibi onlarla beraber değiştiği, diğer toplumsal nite­
likli ve dolayısıyla tarihsel açıdan değişken ihtiyaçlarla etkileşim
içindedir daha ziyade. Kısacası, tem el g ü d ü n ü n b ü tü n belirle­
nim leri ancak zam anın zem ininde serpilirler ve bununla sınırlı­
dırlar. Sadece bu nedenle bile, m utlaklaştınlam azlar, hele insa­
nın o zam andaki ekonom ik oluşundan ayrı düşünülem ezler. Li­
bido (ki hayvanlarda kızışma dönem iyle sınırlıdır), iktidar gü­
d ü sü (en erken sınıf ayrım ıyla başlam ıştır) ikincil görünürler,
lâkin açlık, âfiyet hepsinde vardır. İhtiyaçlarını giderme ihtiyacı,
tarihin lam basındaki gazyağıdır, lâk in ihtiyaç giderm enin deği­
şen tarzına baglı olarak bizzat b u birincil ihtiyaç dahi değişik

95
görünür. Tarihsel olarak verilm iş güdü örgüsündeki son kerte,
iktisadi çıkar/ilgidir, ne var ki bu bile, tam da bu, değişen tarih­
sel suretlere sahiptir bilindiği gibi, üretim ve mübadele tarzında
değişim ler arzeder. Evet, insanın gıda alarak kendini yeniden
üreten, hayatta kalm ak isteyen Ben'i bile, bir iktisadi biçim ve
doğa ilişkisi içinde üretilirken, tarihsel olarak en değişken var­
lıktır. En güvenilir, görece genel nitelikli kalan temel güdüsüne,
açlığa rağm en, em eği aracılığıyla olm ak ve o lu şm ak için d u r­
m aksızın tarihi katetm esi gereken bir varlık. İnsanı kazanm anın
im kânı olarak tarih, çekirdeğim iz bakım ından, henüz oluşacak
Benliğimiz bakım ından da insanın m etam orfozudur. Bencillik
sistemiyle, egoizmin bu kapitalist evresiyle kısıtlı olmayan, o n ­
d an önce am a asıl o n d an so n ra olan hayatta kalm a/beka ve insa­
nın kendini korum a [güdüsü] asla Benlikten zaten edinilm iş ve
zaten O lm uş O lanın m uhafazasını aramaz.. Bu anlam da kendini
korum a/hayatta tutm a [güdüsü], en nihayetinde, kendini geliş­
tiren, ancak dayanışm ayla ve dayanışm a içinde gelişen Benliğe
daha uygun olan ve onu esas alan durum ları hazır bulundurm a­
ya duyulan açlık, âfiyet dem ektir. Bu d urum lara yaklaşıldığında,
onlar ü zerin d en K endiyle yüzleşm eye hazır o lu n u r; kendiyle
yüzleşm e, bir n ih âî d u ru m u h ab er veren g ö rü n ü m ve eserlerle
kapılınan yüksek etkilenmeyle başlar. Fakat Ben'imiz, açlığı ve
değişken genişlemesiyle d aim a açık kalır, devinir, yayar kendini.

K eyif/gönül hareketi v e B enlik hali,


beklenti d u y u la n n ın iştahı, bilhassa um u d u n

Tekrar açlıkla başlayacak olursak, ondan doğan, sadece dolaysız


güdüler değildir. Bu güdüler “hissedilen” halleriyle de doğarlar
ondan, iştiyak veya tiksinm enin kuvvetle içselleştirildiği güdü­
sel hisler olarak. Sadece dolaysızca güdülem eyen, hislerle de gü-
düleyen bu güdüler, keyif/gönül hareketleri veya heyecanlardır;
tüm insan kendini bir tek heyecana bırakırsa, bu tutkuya d ö n ü ­
şür. Fakat b ü tü n keyif/gönül hareketlerinden akan b ir su vardır,
kalpten gelir, psişik bir kan gibi. Ve hissetm ekten, tasavvur et­
m ekten farklı olarak her heyecanda bir iç ısının olm ası gibi, bu
da kendini öyle duyumsar. D em ek heyecanların hissetm elerden,

96
tasavvurlardan önem li b ir farkı da, m eydana getirdikleri edime
henüz y a n dolaysız bir Benlik d u y g u su n u içselleştirerek husule
gelmeleridir. Evet, harekete geçmiş keyfin/gönlün ilişkili olduğu
belirgin bir dış n esnenin belirm esi öncesinde, nesnel bir müp­
hem likle m eydana gelebilirler b u “durum sal” kendini-içselleşti-
riş içinde. Sadece geçirgen ve kararsız halde, “b u lu n u ş” halinde
veya daha dolaysız biçim iyle "hava, haleti ruhiye" denen şeyde
-b u n d a n sonra bahsedeceğiz- değil, daha k ararlı b ir halde, en
azın d an , esk ilerd en b e ri o rg an ik “d o n a n ım a ” dahil olan ke­
yif/gönül hareketlerinde de. N itekim genç insanlarda ve erotik
tiplerde tüm hayat boyunca b ir tü r geçişsiz aşıklık keyif/gönül
hareketi olur ki, bun u n nesneleri ancak ardısıra girer devreye;
aşıklıkta narsistçe de, yani kişin in kendi bedeninde de, verili de­
ğildirler. Keza -keyif/gönül hareketi olarak değil, am a pekala ke­
yif/gönü l hali o la ra k - karakteristik b ir ferah gönüllü lük vardır,
u m ut da vardır; neyi u m d u ğ u n u belirgin biçim de cidden bilmesi
gerekm eden de gösterebilir kendini. Bu tarzla ilgili, tüm organik
"donanım ı" b ir keyif/gönül hali düzeyine yükselterek, sangu-
in ik 19 (veya zıddı: m elankolik) bir “h araret”ten b ahsedilir ya da
bahsedilirdi. Bu, s a lt.keyif/gönül halinden öteye, tasavvur içeriği
hiç ol m ayan ya da pek zayıf “tem ellen d irilm iş”, geçişsiz ke­
yif/gönül hareketlerine uzanabilir. Elbette hissediş ve tasavvur
içerikleri ne kadar fazla devreye girerse, b u geçişsiz edim ler o
ölçüde belirgin biçim de nesne ilişkili ve geçişli olacaktır: Tıpkı
m üphem iştiyakın kendi Bir Şey'ini tasa^rn r etmesiyle beraber
içerikli b ir arzuya dönüşm esi gibi, duyular/heyecanlar dünya­
sında aşk b ir şeyi, u m u t b ir şeyi, sevinç b ir şeyi yönetecektir.
Zaten dışsal Bir Şey olm aksızın, tiksinm eler veya iştiyaklar ol­
mayacaktır; ne var ki işte, b u dışsal Bir Şeyin baştan itibaren b e­
lirgin olm ası gerekm iyordur. H eyecanlar salt yaşantılarının ya­
şanm asıyla, hele de o n ların içerik lerin i salt “m u h tev a” olarak
ortaya koyan am a belirgin biçim de ta h rik eden dışsal nesneyi
som ut olarak öne çıkarm ayan idealist yorum la, kısıtlı kalm azlar
artık. Fakat tasa^vvurlardan ve düşüncelerden farklılıkları, heye­
canların geçişli hale gelme sürecinde de göz önünden silinemez.

19 Canlı, neşeli, hayat dolu.


Fark, duyusal/heyecanlı yönelişin, bilhassa kendi içinde vuku
bulan, hen ü z yarı dolaysız biçim de ken d in e doğru b ü k ü lm ü ş
doğasındadır. Tasa'm ırila, d ü şü n ü şte de b ir amaçlı yönelim edi­
mi vardır; şifasız bir idealizmle abartılm ış da olsa, Franz Brenta-
no'da, sonra H usserl’de “kastedilen nesn e”den ayrılmıştır. Fakat
işte bu edim tasavvurda, d ü şü n ü şte bizzat tem sil edilmez, d ü şü ­
nülm ez, gayret sarfedilerek “içsel algılam anın” erişim ine açılma­
sı gerekiyordur. D uyularda/heyecanlarda ise Brentanocu anlam ­
da b ir ard ısıra tahlil, “edim psik o lo jisi”n in “içerik psik o lo ji­
s i n d e n k u rta rılm a s ı, g erek li d e ğ ild ir: D u y u la r/h e y e can lar,
am açlı yönelim ler sıfatıyla, kendi kendilerine durum sal olarak
verilidirler. Kendi kendilerine durum sal-yoğun olarak verilidir­
ler, çünkü öncelikle, tasavvur eden ve d ü şünen-değerlendiren
dahil b ü tü n amaçlı yönelim edim lerinin tem elinde bulunan, te-
pi, güdü, am açlı yönelim tarafından sevkedilirler. “Çıkar” vardır
bunun da tem elinde son kertede ve insanlara sahiden en fazla
d o k u n a n budur. Birincil olarak kendi içinde debelenen temel
duyu açlık gibi, b ü tü n duyular birincil olarak Benlik halleridir;
ve tam da Benlik halleri olarak, amaçlı yönelim lerin en etkinle­
ridir. Benliğe ilişkin olm ası itibarıyla duyusal yaşam sadece en-
yoğun, bizatihi m ühim bir amaçlı yönelim olm akla kalmaz, Ki-
erkegaard'ın zam anında varoluşsal dediği şeyin de oluş m odu-
dur. Başka sözlerle: Sadece “keyif/gönül", keyif/gönül hareketle­
rin in hülâsası olarak “v aroluşsal” b ir kavram dır, “etkilenm e-
ye/ilişkinliğe" dairdir, teorik-nesnel “tin” değil. Bugün hiçlikte
çürüyen, varoluşsal d en en d ü ş ü n c e n in b aşlan g ıcın ın Augus-
tin'in yüksek düzeyde duygusal “Con/essiones”ine [İtiraflar] d a­
yanm ası boşuna değildir; bilincin bilinçli hale gelm esi bile bura­
da yoğun b ir iradî doğanın Benlik refleksine kaynamıştır. Kier-
kegaard'ın, Hegel'in nesnel "soyutlam alar”ının karşısına, bir ah-
lâ k î-d in î y aşan tı g ö rü n ü m ü o la ra k “k e n d in i-v a ro lu şta -an la -
m ak”ını çıkarm ası da boşuna değildi. Nihayet, bir tü r k an a s u ­
samış ve aynı şekilde pıhtılaşan Existere'nin [varoluş], buralar­
dan Heidegger'in hayvanî-küçük burjuva yaşantı fenom enoloji-
sine kadar uzanm ası, bu fenom enolojideki k o rk u n u n ve ona
bağlanan kaygının “temel m evcudiyeti”ne kadar inm esi boşuna
değildir; ve b u “varoluşsal m o d la rın ” ü stelik b ir de özellikle

98
“fundam ental" [tem elde yatan] açılımları, yani doğrudan varo­
luşun kendisine ilişkin olm ayanları, güvencelem esi gerekiyor-
dur. Tüm bunlar köhne öznelciliktir sonunda, ancak k üçük bur-
juva-gerici varoluşçuluk bile en azından ölmenin duyularına ak-
rabaca-alçakça b ir bakış atar. Bu bilinçli obskürantizm in aksine
yegâne orijinal ve ne olursa olsun mayası d ü rü st olan Kierkega­
ard, duyusallaştırılm ış Özne D üşüncesini salt nesnelliğe bağlı
d ü şü n cen in karşısına dikm esiyle buraya aittir yine de. B unun
sağlaması, tüm nesnelliğe bağlı düşün cen in anlam a organı olan
duyulara zorunlu olarak sırt çevirm esi olabilir. “Tinin tüm doğa­
sı", der Descartes “D üşünceler"de, “düşünm esidir"; yani Descar-
tes'ta duyu öğretisinden bile, yaratıcısı salt d ü şü n en tin olmayan
bir öğreti çıkmaz. Yüzü onca kapsam lı bir şekilde nesnelliğe dö­
n ü k olan Spinoza da, m erm er salonuna duyularla ilgili b ir tanım
eklediğinde (E tik, 3. kitap), b u n u durum sallıklanyla değil esa­
sen hedef tasan m lan n a veya “fikirlerine" bakarak tanımlamıştır.
S pinoza gerçi insanın isteyişini sadece d u y u ların belirlediğini
söyler, fakat onlar d a sadece n esnelerinin biçim iyle belirleniyor-
dur. Bu nedenle D escartes'ın da Spinoza'nın da, rasyonel Nes-
nel-düşünürler olarak, d u y u lan yöntem sel olarak da elem eden
geçirm esi gerekiyordu; h er ikisi de, D ilthey'in b u defa pek de
haksız olm adan belirttiği gibi, duyu öğretisinde zoru nlu olarak
“dışardan gözlem leri, hiçbir iç algıda verili olm ayan ilişkilerle
beraber" aktarırlar. D em ek her “ken d in i-v aro lu şta-anlam ak",
duyulara yakınlıkla kopm az biçim de bağlantılıdır, her saf nesne
gözlemi de d u yulardan uzaklaşm ayla. B uradan şu söylenebilir:
Felsefe sadece duygulanım lara baktığında, b u n d an çıkan her şey
K ierkegaardcı anlam da “gevezelik dünyası" kabul edilir orada;
buna karşılık felsefe yapm ak saf Cogitatio'ya [düşünm e) tu tu n ­
duğunda, orada, d u y u sal olanda cum ira et studio'yu20 hedefle­
yen her şey, “perturbatio anim i"21 itibarıyla yöntem li olarak da,
Spinozacı anlam da “bilm ezliğin sü rg ü n ü ” sayılır. Fakat duyular­
la entelektüel temas her Benlik bilgisi için gereklidir {gerçi artık
değil), Benlik bilgisinin kapsam lı b ir şekilde sınandığında hep

20 Tutku ve sevgiyle.
21 Zihin karışıklığı.
bu temas devreye girmiştir. Kierkegaard'a ragm en, Hegel'de de.
Tinin Fenom enolojisi kadar çok, kavram sal işini ilerletirken ay­
nı anda hem duyusal etkinlikler hem duyusal idrakler tarafın­
dan katedilen bir kitap yoktur. “Canlı olanın nabzını" özellikle
dışsalhkta, dün y ad a kavram ak isteyen dünyasız Pefetoraî’in22 açı­
ğa çıkışından ötürü. Nasıl H egel'den sonra tutkusuz bir büyük
iş gerçekleştirilm em işse, kuşku yok ki, duyu idraki olm aksızın
Benlikle ilgili b ü y ü k b ir şey kavranam az.
G üdüsel duyguların dışardan yapılan tasnifi ve bölüm lem esi
daim a yetersiz kalmıştır. Anî olanlar yavaş yavaş olgunlaşanlar-
dan ayırdedilm iştir, çabuk kaybolanlar kendilerini bir yere gö­
menlerden; örneğin öfke nefretten. Tek tek güdüsel duyguların
erişebileceği kuvvete göre ayrım yapılm ıştır, so n ra , insan ve
hayvanın keyif hareketlerinin ifadesine göre. Astenik [kuvvet­
siz] ve stenik [kuvvetli] duyulara göre bölm ek, yani hem kalp
sinirlerin i hem d ış kasların o lu ştu rd u ğ u gövdeyi feketm esine
veya güçlendirm esine göre ayrım lam ak da dışsaldır. Buna bakı­
lırsa, korku, dehşet gibi ani patlayan duyular, am a b u n u n yanın­
da ölçüsüz sevinçler de, hep asteniktir, keza d ert ve tasa gibi d ü ­
şü k kuvvetli h o şn u tsu zlu k d u y u ları da öyle. Zayıf veya ılımlı
haz d u y u ları ise daim a sten ik tir, fakat öfke de derece derece
yükselirken sten ik olabilir, buna karşılık sevinç, b ir sü rprizin re­
fakatindeki ani patlam asında, hazcı karakterine rağm en astenik
bir şekilde arz-ı endâm eder. Değişik, h atta zıt duygusal içerikle­
ri olan duyuların aynı sten ik ya da astenik sınıfa d ü ştü ğ ü bu bö­
lüm lem e, böylesine d ışsaldır işte. D uyuların savunma veya y ö n e­
lim lerine göre tasnifi, dem ek nefret ve sevginin o luşturduğu iki
temel gruba ayrılması, en azından psişik tecrübe gereği m addî
içeriklere daha yakın düşerler. B ütün duyulara refakat edebile­
cek olm ası gereken açlık, libido ve saldırganlığa dayalı grupla-
mada en anlaşılır şekilde sö k ü n eder. H em en b ü tü n duyular, is­
teme kutupları olarak reddetm e-onaylam aya, kendisi ve nesne­
siyle hoşnutsuzluk-hoşnutluğa bağlanabilirler. Bu arada bir yan­
da savunm a duyulan: korku, kıskançlık, öfke, aşağılama, nefret,
diğer yanda yönelim duyulan: hoşlanm a, m ürüvvet, güven, h ü r­

22 Göğüs, göğüste, göğse ait.


100
m et, sevgi ağırlıkla eski haz-hazsızlık ikiliğiyle örtüşürler. Sa-
vunm a-hazsızlık, yönelim -haz hesabı da sıfır bakiyeli değildir
elbette. Burada da zıt duygusal içerik taşıyan duyular haz dolu
birliktelik içinde görülebilirler: Nefretin boşalım ını sağlayan in­
tikam ın tadı güzeldir, neredeyse sevginin b oşalım ını sağlayan
b ir parça şehvet kadar. Yönelim tarafında olsalar d a hazla en
ufak bir m üştereği bulu n m ay an duyu lar da vardır, sahiplik ma­
razı gibi. Ya da melez duyular vardır, savunm a d uyusu kıskanç­
lık ile yönelim duyusu saygının pek biçimsizce telif edildiği, bu
arada kıskançlığın m evcut saygıyı, kıskançlığın neşesizliğine
m ahal verm esin diye, iftiraya d ö nüştürdüğü h ınç gibi. Keza, sa­
vunm a ve yönelim , nefret ve sevgi k u tupları da, duyusal kendi­
lik tarzların ın engebeler, b o z u k lu k la r açısın d an gayet zengin
olan o tuhaf bölgesinde de bir bölünm e yaratmazlar. Bu neden­
le, temel g ru p lar olarak sevgi ve nefreti m uhafaza ederek, bu iki­
sinin salt kutupsal nitelikli ilişkisini değer ölçüsüne göre bir iliş­
kiye çevirm eye çalışılmıştır. Savunm a duyuları böylelikle, daha
aşağı, bizzat reddedilm esi gereken bir bölgeye varırlar (sınıf m ü­
cadelesinin de buraya ait olm ası itibarıyla, gerici psikolojinin,
Scheler'in, tavsiyesidir de bu); y önelim d u y u la n ise (iç barış,
kozm opolitizm , p a x capitalistica23 ile) ışıktadırlar. F akat bu çeşit
şeytanlaştırm a veya gökselleştirm e, onca karm aşasına rağm en
savunm a-yönelim -dizisinde bulunm ası gereken b ir parça haki­
katin, hiç değilse psişik öğrenmişliğin hakkını pek verm eyecek­
tir. Demek ki in sum m a [so n u çta]: duyu öğretisine dışardan geti­
rilenin tüm üyle tasfiyesi gerekir; güdüsel d u yguların dogru d ü ­
zeni ancak böyle çıkar açığa. Bu düzen, tecrübe edilmiş A ppeti-
tus'ta bizzat keşfedilm elidir; b u n u n da etkisi, tek tatm in edici
so n u ç olarak, duyuların iki diziye ayrılm asıdır: D oyurulm uş du­
y u la r ve beklenti d u yu la n . Bu sırada, geri dönüş-yöneliş dizisin­
de görece haklılığı olanın da lâyığı verilecektir: Bu dizi en azın­
dan b ek len ti d u y u lan grubuna kadar uzanır, G a yrı-A rzu veya
A rzu olarak. Duyuların hakiki tablosunda diziler şöyle tanımla-
nabiliyordur şimdi: D oyurulm uş d u y u lar (kıskançlık, sahip ol­
ma hırsı, h ü rm et gibi), güdüsel kasıtları hissiyat itibarıyla kısa

23 Kapitalist barışı.
101
erimli olan, güdüsel nesneleri bireysel erişim içinde değilse bile
verili dünyada h azır b u lu n an duyulardır. B eklenti duyulan (kor­
ku, dehşet, um ut, inanç) ise güdüsel kasıtları hissiyat itibarıyla
u zu n erim li olan, güdüsel nesneleri bireysel erişim içinde bu­
lunm adığı gibi verili düny ad a da hazır bulunm ayan, velhâsıl çı­
kılıyor m u giriliyor m u kuşkusu içinde vuku bulan duyulardır.
Beklenti duyulan, gerek G ayrı-A rzulan gerek A rzulan itibarıyla,
kasıtlarının, içeriklerinin, nesnelerinin karşılaştınlam aya ca k ka ­
dar b ü y ü k olan önceleyici karakteri ile ayrılırlar doyurulm uş d u ­
yulardan. B ütün duyular, fazlasıyla kasıt-yönelim li olm alarıyla
zam an ufkuyla kayıtlıdırlar, fakat beklenti d u y u ları tam am en bu
ufka açılırlar. B ütün d u y u lar zam an ın esasen zam ana ilişkin
olan yanıyla, yani gelecek tarzıyla/durum uyla kayıtlıdırlar, fakat
doyurulm uş d u y u lar ancak sahici olm ayan, yani içinde nesnel
olarak h içbir Yeniliğin gerçekleşm ediği b ir geleceğe sahipken,
beklenti duyuları epeyce sahici bir geleceği içerirler; yani He-
nüz-Değil'i, nesnel olarak henüz m evcut olm am ış olanı. Adi bir
düzeyde korku ve u m u t da sahici olm ayan bir geleceğe yönelir­
ler, fakat bu adi doyuruluşta bile, doyurulm uş d uyulardan çok
farklı olarak halihazır verili halin ötesindeki daha b ü tü n cü l bir
doyuruluşa doğru adım atılm ıştır gizliden gizliye veya derinden
derine. Beklenti duyularında tazyik, A ppetitus ve o n u n arzusu,
genellikle de cepheden, böylesine p atlak verir. Salt olum suz
beklenti d u yularında, korkuda ve dehşette bile tazyik ve arzu
olarak çıkar; tazyiğin olmadığı yerde bir arzu n u n ters yüzü olan
G ayrı-A rzu da olm ayacaktır zira. Bunu ötesinde, o lum suz ve
olum lu duyuların oluşturduğu bir karşı hissiyat b ü tü n buralarda
öyle bir etkide b u lu n u r ki, aşağıda görüleceği gibi, k orkulu rü­
yaya bile arzunun yerine gelişi refakat eder. Hele gündüz düşü­
n ü n dehşet ve um ut resim lerinde nasıl da değişiyordur, dehşetin
ve u m ud u n , olum suz ve olum lu beklenti d u y u ların ın çehreleri,
ütopik açıdan h en ü z tayin edilm em iş olarak... En önem li bek­
lenti du y u su , en esaslı özlem -, yani k en d ilik -d u y u su ise hep
u m u ttu r hâlâ. Ç ünkü k o rk u n u n , d eh şetin olum suz beklenti d u ­
yuları her türlü savunm aya rağm en tüm üyle m uazzep, baskı al­
tında, esirdir. Evet, so n u n d a salt edilgin tutkuyla dolacak olan
kendiliğin çöküşünden ve hiçliğinden bir parça duy u rur kendi­

102
ni onların içinden. Korku ve dehşet karşısında karşı-duyu niteli­
ğinde bir beklenti duyusu olan u m u t, işte bu nedenle bütün gönül
hareketlerinin en insanisidir ve sadece insana açıktır, en geniş ve en
parlak u fka açılır aynı zam anda. Ö znenin sahip olm akla kalm a­
yıp, doyurulm am ış olm ası itibarıyla esasen ondan m üteşekkil
olan gönüldeki o Appetitus’tadır.

İleriye doğru kendini genişletm e güdüsü, fa a l beklenti

Açlık, kendini hep yenilem eden ,yapamaz. Fakat kesintisiz, doy­


m asını sağlayacak ekm eğinden em in olm adan büyürse, yön de­
ğiştirir. Bedensel-Ben isyan eder, eski gıda çerçevesi içinde kal­
maz. Mideyi boş, başı eğik kılan d u ru m u değiştirm eye çalışır.
M ahrum iyet çeken, halihazır kötüye d ö n ü k ‘hayır'ı, tasavvur et­
tiği daha iyiye d ö n ü k ‘evet’ı, devrim ci ilgiye/çıkara dahil eder. Bu
ilgi/çıkar açlıkla başlar, açlık, daha öğrenm iş bir açlık olarak,
m ahrum iyet hapishanesine k arşı b ir bom baya d önüşür. Benlik
salt kendini m uhafaza etmeyi aram az, patlayıcı hale gelir; kendi­
ni m uhafaza etm ek kendini genişletm ek olur. Yükselen sınıfın,
nihayet sınıfsız insanın önüne çıkanı devirip geçirir bu Kendi­
lik. E konom ik olarak aydınlanm ış açlıktan, bugün, insanın ezil­
miş ve yitik bir varlık olduğu b ü tü n koşulları aşmaya dönük bir
kararlılık doğuyor. Bu karardan çok önce ve b u kararlılığın için­
de uzun bir süre boyunca, doyurulm a güdüsü, tasavvur halinde
hayatta kalanın H alihazırı olur. Ve ham m addelerin gittikçe daha
zengin kullanım degerlerine d önüştürülm esi anlam ında ihtiyaç
karşılam a am acına hizm et eden insani em ek sürecinde, bilinç,
H alihazırda olanı tasavvur halinde aşan bir bilinç olarak işler.
Hâlâ üzerine yeterince düşünülm em iştir, Marx tam da bununla
ilgili olarak şunu söyler: “Emeği, m ünhasıran insana ait bir bi­
çim içinde vaz'ediyoruz. Bir örüm cek, d o kum acınınkini andıran
am eliyatlar yürütür, bir arı balm um u hücrelerinin inşaatıyla ki­
mi inşaat ustasını m ahçup edebilir. Fakat en beter inşaat ustası­
nı en iyi arıdan baştan ü stü n kılan, u stan ın hücreyi balm um una
dökm eden önce kafasında inşa etm iş olm asıdır; em ek sürecinin
so n u cu n d a, başlangıçta em ekçinin tasavvurunda, yani düşünsel
olarak başta zaten m evcut olan b ir netice çıkar ortaya. Sadece

103
sahiden olanın biçimsel değişim ine etki ediyor değildir o; doğal
olanda aynı zam anda, bildiği, fiilinin tarz ve biçim ini belirleyen
ve iradesini ona tabi kılm asını gerektiren kendi ereğini gerçek­
leştiriyordu^’ (Kapital I, 1947, s. 186). Buradan çıkan şudur: Bir
inşaat ustası -h a y a tın h er ala n ın d a - planı bilm eden evvel, bizzat
planın kendisini planlam ış bulunm alı, bu p lan ın gerçekleştiri-
m ini ışıl ışıl ve belirleyici bir biçim de ateşleyici b ir ileri dönük
rüyayla öncelem iş olm alıdır. Ne denli cesursa, hele ne denli
sarpsa, örüm cekten ya da an d an farklı olarak in san ın gözünün
önüne getirm ek, öngörm ek d u ru m u n d a olduğu bu plan, d ü şü n ­
sel açıdan o denli zorunlu olacaktır bu.
Ve tam bu noktadadır ki, ilkin açlıktan doğan beklenti duyu­
larındaki a rzu la n a n ı/a rzu y a değer olanı ta h rik eden, kim i du­
rum da alıkoyan ve pörsüten, kim i durum daysa etkinleştiren ve
daha iyi bir yaşam hedefine koşan şey: G ündüz düşleri oluşur. İl­
kin bir kısm an çıkarlar, o nu giderm eyi isteyerek; tamamı, daha
iyi bir hayata dair rüyalardır. Şüphesiz, daha aşağı olanlar, dola­
şık, puslu olanlar, salt sinirleri yatıştırm aya dönük kaçış rüyaları
vardır aralarında, ikam elerle dolu, m alûm . G erçeklikten bu şe­
kilde kaçış, m evcut d u ru m u n onaylanm ası ve desteklenm esi ile
çok kere bağıntılı o lm uştur: En güçlü biçim iyle, daha iyi bir
Ö tedünya dileyen tesellilerde açığa çıkar bu. Ama gerçekten
yüzlerini çevirm eden, tersine o n u n devam ına, u fkuna dikerek
gözlerini, insanların cesaretini ve u m u d u n u koruyan arzularla
dolu gündüz düşleri olanlar da ne kadar çoktur. Niceleri, önden
giderek, sın ırlan aşarak ve b u n u n imgeleriyle pekiştirm iştir fera­
gat etm ek istem eyişini. G ündüz düşlerinde olup biten bu sınır
aşım larının tanım ladığı, psikolojik açıdan baskılanan değildir,
zaten m evcut b u lu n an bilinçten tedricen aşağı çökm üş olan de­
ğildir, kadim çağın insanlarından ardakalm ış olan veya yüzeye
çıkan atavist b ir hal de değildir. M evcut bilincinin aşağılarında,
tek çıkışı ya Freud'daki gibi b u g ü n ü n bildik gündüz dünyasına
ya da C.G. Jung-K lages'teki gibi rom antize edilm iş bir Diluvi-
um'a açılan b ir yeraltı hazinesiyle işi y o k tu r s ın ın aşanın. İleri
doğru kendini genişletm e g ü d ü sü n ü n önünde salınan, henüz-
bilincinde-olunm ayan bir şeyin, geçm işte hiç bilincinde olun­
mamış ve hiç m evcut olm am ış bir şeyin, bizzat bir gün ağarma­

104
sı, yeniliğe açılış olan şeyin nasıl gösterileceğidir daha ziyade.
En basit gündüz düşünü kuşatabilecek bir gün ağarrnasıdır bu;
b u rad an , reddedilm iş feragatin geniş bölgelerine uzanacaktır,
yani um uda.

14
GÜNDÜZ DÜŞLERİNİN
G E C E D Ü Ş L E R İ N D E N T E M E L FARKI

G E C E D Ü Ş Ü N D E G İ Z L İ VE E S K İ Y E D A İ R
DOYURULUŞU ARZUNUN,
G Ü N D Ü Z F A N T E Z İ L E R İ N D E İ SE
HAYALLEYEREK, Ö N C E D E N TASARLAYARAK

Rüyaya eğilim

Daha iyi halde olm ak isteği, uykuya yatırılamaz. A rzudan asla


azâd olunam az, ya da yanılsam ayla o lu n u r ancak. Bu özlem i
unutm ak o nu gerçekleştirm ekten d ah a rah at olurdu, fakat neye
varırdı bu n u n sonu bugün? Arzular sona ermezlerdi ya da kılık
değiştirip başka arzulara d ö n ü şü rd ü ler, veyahut da: kötülerin
üzerim izden aşarak zafere gittiği cesetler olurduk biz arzusuzlar.
Arzusuz olma zam anı değildir, feragat edenler de asla düşünm ez­
ler bunu. A rzularının g ü n ü n birinde doyurulacagının rüyasını
görürler. G ece-gündüz b u n u kurarlar, deyim leştiği üzere; yani
sadece geceleri görm ezler rüyayı. Feragat ve arzulam a gündüzün
pek az çıktığına göre piyasaya, bu zaten garip olurdu. Yeterince
gündüz d ü şü vardır, yeterince gözlenm em iştirler sadece. Gözler
açıkken de insanın içinde rengârenk ve d ü şçü bir hengâm e olabi­
lir. Bize olanı iyileştirmeye meylimiz uykuda bile uykuya dalm ı­
yorsa şayet, uyanıkken nasıl uyusun ki? Pek az arzu vardır, düş­
çülükle ağırlaşmam ış - hele azıcık kendine geldiğinde. Ve şimdi:
G ündüzü n düşçü olan, geceleyin d üş görenden apaçık farklıdır.
Düşçü olan çok kere yanılır gözü aldatan kam aşm alarla, sapar
yoldan. Ama uyum az o, sisle çökmez aşağılara.

105
A rzu n u n d oyurulm ası olarak düşler

Geceleyin d ü ş gören böyle yapar ve yapm ası gerekir, ne var ki.


Bu öne çıkacaktır, zira ne de olsa uykuda başlar renkli oyun.
Düş sözü geceye dair olandan çıkm adır; düşçü, uykucuyu varsa­
yar. Dış duyular körleşir, kaslar gevşer, beyin dinlenm eye çekilir.
Karanlıklaşma öyle önem lidir ki burada, uyuyan çok defa salt
uyanm asın diye d ü ş görür. Dış veya iç uyaranların etkisiyle bi­
linç eşiğinden y u k arı çekilm esin diye. Şayet bir d ış uyaransa
(dürtüklem e ya da ışığın yanm ası ya da yatakta yerini değiştir­
m ek), olm asın istenir. Bir iç uyaransa (susuzluk, açlık, mesane
baskısı, cinsel uyarı), bizzat kendisi bir arzu d u r bunun, uyaranı­
n ın kaybedilmesi gerekir. Ç ünkü her uyaran can sıkıcıdır: Haz,
der Freud, “ru h cihazında m evcut b u lu n an uyaran m iktarının
kısıtlanm asına, düşürülm esine veya uyaranların söndürülm esi-
ne bağlıdır, hazsızlık ise b u n la rın artırılm asın a.” U yuyan dü ş
görmeseydi, uyaranların gürü ltü sü n d en uyanırdı; d üş koruyup
kollar uykuyu, dürtüklem eyi, düşen ışığı, bedensel huzursuzlu­
ğu kendi içine işleterek. F ak at sadece b u n u n la kalm az; Fre-
u d 'd an b eri kabul ediliyor k i (ve bu o n u n kalıcı bir katkısıdır),
d ü ş salt uykunun korunm ası veya esrar âlem i değil, -gerek m o­
toruyla gerek içeriğiyle- arzu n u n doyurulm asıdır aynı zamanda.
Düş, rahatsızlıkları, an cak onların talepkâr dikenlerini sökerek
kendi içine işletebilir. Veya Freud'un dediği gibi: “Düşler, u y k u ­
yu bozan (psişik) uyaranların, halüsinasyonla tatm in yolunda
bertaraf edilişidir.” B ilindiği gibi, F reu d 'u n esas keşfi budur:
Düşlerin hayal olm adığı, peygamberce kehanetler olarak da gö­
rülemeyeceği, onların sanki bu ikisinin ortasında b ir yerde d u r­
duğu: H alüsinasyonla varılm ış arzu doyum ları, bilinçdışı bir a r­
zu fantezisinin hayalî yerine getirilişi. .. Ve konum uz: Daha iyi
bir hayata dair düşler, dikkatle ve önem le, arzu düşleri olarak
gece düşlerini de kapsar yer yer; onlar da (elbette tüm üyle ho­
m ojen olm ayan, kaydırılm ış) bir parçadır, ü to p ik bilincin deva-
sâ sahasında.
Zira: Çok erken arzuların dolandığı bir. parçadır orada düşler.
Benin ve beynin altında bayağı eski, çoktan ağm ış b ir imgesel
ışığın göründüğü... Gece d ü şü n ü n , arzu tasavurlarının halüsi-

106
nasyonunu kurm asına imkân veren üç karakteristik özelliği var­
dır. Birincisi uykuda erişkin Ben zayıflamıştır, ona nâhoş görü­
neni artık sansürleyem ez. İkincisi uyanık halden ve o nun içeri­
ğinden geriye yalnızca deyim yerindeyse gündelik artıklar kal­
mıştır; düşünce zincirinden iyice gevşetilmiş tasavvurlardır b u n ­
lar, düş fantezisinin asim ile olabileceği. Ü çüncüsü, zayıflamış
Ben'le bağlantılı olarak, tüm gerçeklikleri ve pratik ereksel içe­
rikleriyle dış dünya bloke edilm iştir. Ben, çocukluğun Ben'ine
geri döner, böylelikle ilkin tüm üyle çocukluk çağının sansürlen­
mem iş güdü dünyası görü n ü r - ya da daha iyi bir ifadeyle: ço­
cukluk çağındaki gibi görünür. Freud da der ki: “H er düş arzu­
su çocuksu kökenlidir, tüm düşler çocuksu malzemeyle, çocuk­
ça ru h kıpırdanışlarıyla ve m ekanizm alarla işgörürler.” Dahası,
duyusal açıdan sahici olanın aksi yöndeki eğilimi dış dünyanın
bloke edilm esi yoluyla d u rdurulduğunda, arzu tasavvurları, ha-
lüsinasyon düzeyine yükselm elerine yetecek psişik güce ve psi­
şik uzama kavuşurlar. Fakat ahlâkî, estetik ve b u n u n yanısıra
gerçekliğe göre bir sansür uygulayan Ben düşte sadece zayıflatıl­
mıştır, tam am en iptal edilm iş değildir. Deyim yerindeyse sarhoş
bir halde, sansürlem eyi sü rd ü rü r ve arzulara halüsinasyonla sağ­
lanan doyum ları, o n u n bakışları karşısında kılık değiştirm eye
zorlar. Bu nedenle hem en hiçbir gece düşü yalın bir arzu d o y u ­
m u sağlam az, h e m e n h ep si şek il d e ğ iştirm iştir, m ask elid ir,
“sem bolik” olarak kıyafet değiştirm iştir. D üş gören de, arzu do­
y um unun kılığına girdiği sem boliği anlam az hiç; libidonun hu­
zursuzluğunun, sem bolik olarak şekil değiştirten bir düş imge­
sinde kendini •eylem esi ve doyum a ulaştırm ası yeterlidir. Sadece
çocuk rüyaları düşsel kılık değişim inden m uaftırlar, çocuk san-
sürleyici bir Ben tanım az çünkü. Fizyolojik açıdan norm al, tas­
vip edilen türden, örneğin peşinden boşalm anın geldiği çok şeh­
vetli gece düşleri de, kayda değer bir şekil değişikliğine uğram a­
dan, dolaysız bir yol izlerler; tezahür eden düş içeriğiyle gerçek
d ü ş içeriği burada da epeyce örtüşür. Lâkin b ü tü n diğer “itici ar­
zular": ensest arzu lan , sevilen kişileri öldürm e arzu lan ve içi­
m izdeki diğer çocuksu-kötülük unsurları, kendilerini tatm in et­
m ek için, -zayıflam ış da o lsa- D üş-Ben'inin sansürü n den sakın­
m ak için kılık değiştirm eye davranırlar. Gizli (bilinçaltının d e­

107
rin lerind ek i) d üş içeriğinin b elirtik (sem bolikleştirilm iş) d ü ş
içeriğine d önüşüm üne Freud düş çalışm ası der; an alitik d ü ş yo­
rum u, ters yoldan gider, arzu tatm inini sem bolizm den arındıran
yolu izler. U yananda, analitik d ü ş yorum una karşı bir direnç
oluşur, nevrotigin nevrozlarının belirtilerinin yorum lanm asına
-d a h a güçlü bir b içim d e- tep k i gösterm esi gibi; ■yeniden güç ka­
zanan G ündüz-Beni'nin, öteki y ü zü n ü n açığa çıkarılm asına d i­
ren m esid ir bu. Bu öteki yüz, törelere sadık, ah lâk en d ü zgün
adam da hayli kıstırıcı olabilir; bu öteki yüzd e epeydir, uyandı­
ğında canını sıkan birşeyler sezinlemiştir. Bu surette hatta G ün-
düz-B eni onca zayıflam ış olan G ece-Beni’n in so ru m lu lu ğ u n u
üzerinde hissedebilir, hele ki sem bol kargaşasından sadece bir
d uyusal yankı bile kalm ış olsun. Jean Paul b ununla ilgili şunu
belirtir: “D üş, kendi inşa ettiğim iz E pikür ve Augias ah ırın ı24
korkunç derinlem esine aydınlatır; günd ü zü n aklın tasm asından
tuttuğu b ü tü n vahşi m ezarlık hayvanlarının ve karanlığın k u rt­
la rın ın canlı canlı kol gezdiğini g ö rü rü z gecenin o rta sın d a .”
H atta insanın d ü şü n d e d ü şü n ü p eylediği İyi ve K ötüden ahlâ­
ken sorum lu tutulup tutulam ayacağına dair b ir nadide soru so­
rulm uştur, eldeğm em iş burjuva nam usluluğu ve o n u n G ündüz-
Beni tarafından. Son d ev ir Aydınlanm asının bir ahlâkçı ve psi­
kologu b u n u evetleyerek, basbayağı kom ik am a direniş açısın­
dan öğretici bir şekilde, şu sonucu çıkartm ıştır: “Bu nedenle, öz­
gür iradeleriyle m üm kün olduğu oranda düşlerin d e de fantezile­
rinin sâfiyetini m uhafaza etm elerinin, insanlar için töresel bir
ödev olduğunu iddia edebiliriz. Böylelikle, tutkuları tarafından
yaratıldığı veya biçim lendirildiği ve bu tu tk u lar özgür iradeye
bağlı oldugu ölçüde, düşlerin de İyiliğine ve K ötülüğüne h ü k ­
m edilebilir (MaaB, T utkular ü z e r in e Deneme I, 1805, s. 175).
D oğru-dürüst bir Ben için, insan-m ahlükun görece m asum düş­
sel sapm aları bile nâhoşsa, sem bolik kıyafetli çocuksu vahşilik­
ler kim bilir nasıl karşılanır? Psikoanalitik d ü ş yorum una direniş
bundandır, d ü ş im gelerini kendi kendinin cinâî hikâyelerine dö-
nüştürtm eye gönülsüzlük bundandır. (Eski, peygam berâne de­
nen d ü ş y orum unda dikkate deger bir biçim de hiç rastlanm ayan

24 Yunan mitolojisinde 30 yıl temizlenmeden bırakılan ve Herkül'ün, iki ırmağın


yatağını değiştirip buraya akıtarak temizlediği ahırlar.
108
bir g ö n ü lsü zlü k : F irav u n J o s e p h 'i^ g ö rd ü ğ ü n e sev in iy o rd u ,
çünkü Joseph içini görm üyordu o n u n , peygam berâne dü ş yoru­
m u öznenin İçine dokunm uyordu.) Gece Beni'nin maskeli balo­
ya yatkınlığı, düş içeriğini örtm e ve ona k ılık değiştirtm e güdü­
sü, işte bu ahlâkileştirici gönülsüzlükten doğar; Libido-Freud'u
için esas kısım tabii ki sadece sem bol oluşum udur. Buna göre
e rk ek ve k a d ın cin sel o rg a n la rın ın y üzlerce se m b o lü v ardır
(k ö k -m o d e lle r h a n ç e r ve k u t u d u r ) , keza cinsel ilişk in in de
(o n u n kök-m odeli m erdiven çıkm ak). K utu kupa arabası halini
alabilir, hançer gerçek olm ayacak kadar pencereye yakın d u ran
aya, kupa arabasının lam basına, b u lam banın yum urta sarısı yu­
m u şak ışığına dönüşebilir. Rabelais veya Balzac’ın “tu haf m a­
s a lın ın gösterdiği tüm bir cinsel im âlar ve benzetm eler hazine-
sine erişir düşler, ötesine dahi geçerler; ve bilinç açısından, ale­
gorik bir m asum iyetle yaparlar bunu. Balzac evinin ön bölüm ü­
nü artık hep kilitli tutm ayı d ü şü n e n m arangozdan, sancağını
kralın tarlasına d ik en asilzade oğlandan, buna benzer şeylerden
bahseder; tüm bu benzetm eler düşseldir aynı zam anda. Buna, en
büyük pornografik kütüphanede bile bulunm ayan, oradan kay­
bolm uş resim ler eklenir; kadının sem bolleri tahta, masa, su gibi.
Kabile tarihlerinin derinliklerine kadar gidiyor görünürler; Fre­
u d ve yakınındakilerin o kuluna da yabancı olm ayan bir derin­
liklere - C.G. Jun g 'u zaten hiç anmayalım. Masa kulübe veya ev­
dir, tahta sem bolü çok eski bir anne imgesi olan aile ağacına gi­
der; yaşayan tahta, yaşam ağacı da bunu çağrıştırır. Su sem bolü,
Freud'la b erab er çalışanların en yaşlılarından Ferenczi tarafın­
dan, annenin dölyatağındaki suya benzetilir, oradan da filogene-
tik bir “kazıyla”, yaşam ı doguran ilk-denizlere. M itler tarihi açı­
sından b u n u çok başka tü rlü nakleden bir destan, çocukları bir
dereden u çu ru p getiren leyleğe dairdir; am a ü zerin d e T ann'nm
ru h u n u n kuluçkaya yattığı bu derinliklerin su y u da bizzat bir
tavuk gibi görünür. Kuyu eski bir anne im gesidir, sazlı dere ise
daha da eskiye, antik-arkaik zam anlara uzanır; Bachofen kazıp
çıkartm ıştır onu. H er ne olursa olsun, hem en hiçbir dü ş yoktur
ki, erişkinler tarafından başka şeylerle karışm adan, sarm alanm a­

25 Incil'e göre, Eski Mısır’da, Firavun'a uzun bir kıtlığın yaklaştığını bildiren ve
bu hizmeti karşılığı kendisine prenslik verilen rüya tabircisi.
109
dan görülsün. Freud b u n u n la ilgili vurucu bir paradoksla, düş
gören ne bildiğini bilmez, der. Freud'a göre belirtik d ü ş içeriği
sadece kılık değiştirm iştir, m askeli balodur; yorum , orucun bo­
zulm ası olur. Ben-sansürü, libidoyu ve arzu n u n yerine getiril­
m esini ifade eden hakikati, soytarı larvası olarak ya da sureti
h aktan göstererek gecenin içinden geçirm iştir; h er halükârda
Freudcu d ü ş yorum u yine yalın m etni m uhatap alır. Semboller
üzerinden, k en d in i onlar içinde yitirm eden, az veya çok idrak
ettiği, onca rengârenk şerhlerle dışlaşan arzu doyum una geçer.
Darlaştırıcı ve yanıltıcı b ir kavram olarak salt Libido'yla ancak
tah rif edilm iş bir ifade' bulsa da, teşhis edici bir bilgi vardır b u ra­
da. H er halükârda ihm al edilm iş b ir şeyin telâfisi etkisi vardır
gece düşünde, bir tazm inat ve im geden yana zengin b ir doygun­
luk; bu doyum ister salt im geler aracılığıyla ister onların içinde
gerçekleşiyor olsun.

K o rku düşü ve arzu n u n doyurulm ası

Peki geceleyin d ü ş görenin sahiden de arzu ları m ı doyuruluyor-


d u r hep? Zira araya birçok alâkasız şey de karışır, uçup gider ve
hiçbir boşluğu d o ld u rm az görünür. G üçlü d ü şle r arasında da
m utlu, yani arzu doyurucu olanları çoğunlukta değildir. O nların
yanında k o rk u düşleri vardır, alışıldık sınav d ü şle rin d en feci
dehşet verici olanlarına dek: b ir çığlıkla uyanılır böylelerinden.
Sadece gecenin tanıdığı k o rk u n ç su ratlard an kaçıyordur u y u ­
yan, ne var ki otom obili salyangoz kabuğuna dönüşür, atlayıp
bir koşu tu ttu ru r can havliyle, derken ayakları yere yapışır, sap­
lanıp kalır. Freud’u n gece acuzesini de ikram cı peri olarak yo­
ru m lam ak ta z o rlu k la rı o lm u ştu r elbette, am a yine de k o rk u
d üşlerin i üç d ü zlem de doyum teorisine oturtur. B irincisi, bir
d ü ş kesilebilir, kesilince onu d o ğ u ran eza verici tahrik varlığını
sürdürür, arzu n u n doyurulm ası akam ete uğrar. İkincisi, bir dü ş
tam da b ir arzu n u n doyurulm asını sağladığı için k o rk u düşüne
dönüşebilir: b u saçm alığa özellikle tahrif edilm em iş, san sü rlen ­
m em iş düşlerde rastlanır. Bu türden korku düşlerinde, nezih ol­
mayan, sefih bir arzu bilhassa ü stü örtülm eksizin tatm in edilir:
bu durum d a k o rk u insanın doğasının değil Düş-Ben’inin k o rk u ­

110
sudur, korku gelişimi sansürü ikam e eder. Bu türden nevrozlar
da, örneğin dinm eyen bir anne-babayı yitirm e korkusu, bu yön­
de bir arzuyla bağlantılı olabilir. O zam an fobi, m eselenin ahlâkî
açıdan zo r tarafıdır sadece, ya da k en d in i sahneleyen vicdan
azabı. Ü çüncü olarak ise, Freud, k o rk u ile arzuyu salt katı zıt­
lıklar olarak ele alm am akla bu m üşkülâta neredeyse iradesi d ı­
şında diyalektik bir tarzda yaklaşır. Buna göre k o rk u n u n riihâî
kökeni doğum edim i olmalıdır; “bir yaşam sal tehlikenin etkisi­
ne emsal olan ve o zam andan beri korku d u ru m u olarak tarafı­
mızdan tekrarlanan bir grup nâh o şlu k hissi, boşalım itkisi ve
bedensel heyecan” getirm iştir bu edim. K orkunun adı bile (an-
gustia=darlık), kesintiye uğrayan iç nefeslenm enin sonucu ola­
rak yaşanan nefes daralm asını vurguluyordur. H epsinden önem ­
lisi ise, b u ilk korku d u ru m u n u n anneden ayrılm a sırasında or­
taya çıkm ış olması, dolayısıyla terk edilmişlik, korum asızlık, fe­
da edilm işlik sinyali vermesidir. Freud'da bu ilk korku d u ru m u ­
na iğdiş edilm e korkusu denen korku eklenir, b u n u n da tüm ha­
yat boyu süren ahlâkî açılım ları' vardır: “İğdiş edilme korkusu­
nun kaynağı, bir zamanlar, Ben-ideali yapılan yüce varlıktı ve iğ­
diş edilme korkusu m uhtem elen daha sonra vicdanî k o rkunun
y ü k ü n ü b o şalttığı çek ird eğ i o lu ştu ru r, v icd an î k o rk u olarak
kendini devam ettirir.” K orkunun, sonraki b ü tü n te rk edilmiş­
liklerin psişik ön-biçim ini belirleyen o ilk terkedilm eden, do­
ğum yoluyla anneden ayrılm adan hareketle açıklanm ası elbette
daha aydınlatıcıdır; sahici çocuk korkusu da, yani iğdiş edilme
kom pleksi d enen şey olm aksızın varolan pavor nocturnus26 da,
yabancı suratlardan, karanlıktan ve benzeri şeylerden duyulan
korku da b undandır. Ç ocuğun anneye olan özlem i ve aşkı, ya­
bancı yüzler tarafından hayal kırıklığına uğratılıyor, “libidosu"
kullanılm az hale geliyor, nesnesini bulam ıyordur. Böylelikle yön
değiştirir ve erişkinlik dönem inde de k o rk u olarak dökülür; so­
nuç: bütün b a stınlm ış a rzu etkilerinin bilinçdışında fobilere dönüş­
m esidir. Yeri doldurulm ayan, nesnesiz kalan libido duyularının
benzeri b ir yön değişimi, F reu d ’u n kestirim ine göre ölüm kor­
kusunda kendini gösterir (ölüm g ü d ü sü n ü n karşıtın d a), özellik­

26 Korkuyla uykudan uyanma.


111
le de n ev ro tik , m elan k o lik ö lü m k o rk u su n d a : “M elankolide
ölü m korkusu bir tek izaha elverir; bu da Ben'in, Üst-Ben tara­
fından sevildiğini hissetm ek yerine o n u n nefretini çektiğini ve
takibi altında bulunduğunu hissettiği için, kendini koyvermesi,
teslim olmasıdır... Ü st-Ben daha önce babanın yerine getirdiği,
daha sonra inayetin veya kaderin yerine getireceği koruyucu ve
kurtarıcı işlevi temsil eder.” Sağlıklı haldeyken de olağanüstü
büyük bir gerçek tehlike karşısındaki korku, terk edilmişliğe öz­
gü ölüm korkusuyla çoğaltılır; Ben, tehlikeyi kendi gücüyle aşa­
mayacağına inandığı için kendini koyverir. Freud bir hatırlatm a
yaparak şu n u ekler: “H er seferinde, daima, doğum esnasındaki
ilk büyük k o rk u d u ru m u n u n ve çocuksu özlem deki k o rk u n u n
tem elinde yatan vaziyet sözkonusudur; koruyucu anneden ayrıl­
ma k o rk u su ” (Ben ve Id, 1923, s. 76). Tıpkı nesnesinden, aşık
olduğu a n n e sin d e n y o k su n lu ğ u n ed en iy le libido d u y u su n u n
başka yere kaydırılm ak zorunda kalındığı çocukluk korkusunda
olduğu gibi, libidonun diyalektik karşıtına dönüşm esidir bu. Sa­
dece, ölüm k o rk u su n d a libido nesnesi, öznenin kendi Ben'idir,
daha doğrusu Üst-Ben'in sevdiği Ben'dir; bu (narsist) işgal sona
erm iştir artık. “Ö lüm k o rk u su n u n m ekanizm ası, Ben'in kendi
narsist libido işgalini geniş ölçüde sona erdirm esi, yani başka bir
k o rk u du ru m u n d a başka bir nesneyi bıraktığı gibi kendi kendi­
ni koyverm esi olabilir an cak ”; am a böylelikle, b ir yön değişi­
miyle, tekinsiz ve ürperti serbest kalm ış olur yalnızca. Tabii yine
libidodur, libidodan başka bir şey olm am ıştır tüm bu zam an bo­
yunca (bu, F reu d ’u n teorisinin kalıcı olm ayan kısm ıdır, hatta
d en eb ilir ki: geçip g itm iştir); ve libidoyla b irlik te, toplum sal
çevreden k o p u k bir dolu psikolojizm . C insel libido b u korku
im alatına yeter mi; b u n u n için zorunlu olduğu söylenebilir mi,
dahası? Negatif arzu tatm ini veya korku, m ünhasıran özneden
m i çıkar, m ü n h asıran “nesnesiz kalm ış libido d u y u la n ” m ı yani?
Ve nesnelmişçerine [nesnel-gibi] yeterince teh d itk ar olan şeyler,
durum lar yok m udur; libidonun işgalinde olm ayan am a başka
bir şey tarafından yeterince işgal edilmiş? F reu d 'u n kendisi, geç
d ö n em in d e, korkuya yol açanın b astırm a olm adığını, tersine
bastırm anın korkuya yol açtığım ifade etm eye vardıracaktı b u ­
nu. Yani bastırm a, libido istifinden [barajından] ö n ced ir ve istifi

112
[barajı] o oluşturur. Hatta son Freud, doğum edim inin biyolojik
iç ve başlangıç yaşantısının iyice ötesinde, “korkulan b ir güdü
d u ru m u n u n esas olarak dı.şsal bir tehlike d u ru m u n a dayandığı”
hükm ü n ü verir (Dersler - Yeni D izi, 1933, s. 123). K endini bı­
rakm a, teslim etm e duygusunun hiçbir içeriği olmazdı, şayet ya­
bancı yüzler, karanlık ve benzeri şeyler sırf Anne-Değil olsalar
ve b u n u n dışında yansız olsalardı. Oysa burada da açlık, beslen­
me kaygısı, ekonom ik çaresizlik, yaşam k o rk u su vardır - yete­
rince olum lu [pozitif] ve yeterince n esn eld ir bunlar. Burjuva
toplum u yakın zam ana kadar sahiden serbest rekabet üzerinde
kurulm u ştu , bug ü n hâla esas itibarıyla öyledir, dem ek antago­
nist bir ilişkiye dayanır - aynı sınıf ve tabakanın içerisinde de
böyledir bu. Bireyler arasında böyle koyulm uş, evet, böyle olm a­
sı teşvik edilen düşm anca gerilim durm aksızın korku üretir. Bu
k o rk u n u n işlem eye başlam ak için libidoya ve doğum edim ine
ihtiyacı yoktur. Bu tarz bir dış dünya -h e le ki iki dünya savaşıy­
la - yeterince y erleştirir k o rk u y u . Bir de ü stü n e , b ağ ların d an
kopm ak için enfantil [çocukca] travm aya bile ihtiyaç duym ayan
faşizmin korku üretim i... Gerçi kim i dinlenm iş gece düşleri ge­
riye dönük olabilir, belki kim i siyanet altındaki ço cuklann pavor
n o ctu m u s'u da böyledir. Bastırılmış libidodan, nesnel-gibi bir iş­
gal altında bulunm ayan sevgi arzularından ve böylelikle korku­
dan olabilir. Fakat rüyada bile, gündüz, yeterince vesile ve kay­
naktır, gelm ekte olanın nesnel kaygısı yeterince vesile ve kay­
naktır korkuya. Çıplak bekaya ve onun salt işgal edilm em iş ol­
mayıp parçalanm ış arzularına dair bir köken. Özellikle uyanık
[diri] korku, hele hele ölüm korkusu, önce bir geriye gidip de
- a n n e n in tahvili o la ra k - kendi B en'inin yitm ekte olan libido
nesnesinde bulm aya kalkm ayacaktır kendi açıklam asını. Tam da
bu korku, kendini narsistik-regresiv biçim de değil, yaşam ını so­
na erdirecek olan baltadan doğru, nesnel olarak beklenen gece­
nin acısından ve d ehşetinden d o ğ ru açıklar - esas olarak, öyle
açıklar. Ö lüm korkusundaki Ben, kendi kendisini bıraksaydı sırf
ve sırf kendi narsistik libido işgalini bıraksaydı, o zaman Ben'i
olm ayan hayvanlar da, çok n esn el b ir ferag atk ârh k içindeki,
kendi Ben'ine âşık olm ayan insanlar da tanım azdı ölüm korku­
sunu. F reud'un korkuya ilişkin libido öznelciliği, böylelikle, sa­

113
vunulam az nitelikteyse de, onun fobileri bastırılm ış arzu duyu­
ları altın d a tasnif etm eye cevaz verm esi önem li ve d o ğ rudur;
narsizm lere değil arzu d uyularının nesnel içeriğine yönelir bu
tasnif. K orku ve k o rk u n u n düşlerini ilk uyaran, dogum edim i
olabilir; tıpkı nihâî biyolojik içeriği ölüm de buldu k ları gibi. Fa­
kat k o rk u n u n salt biyolojik bir şekilde değil, ancak insanlarda
görebileceğimiz bir şekilde, en üst düzeyde tam da korku düşü
o larak tezahür ettiği yerde, esas itibarıyla kendine ilişkin beka
g ü d ü sü n ü n toplum sal b lo k ajların a dayanır. G erçekte, sadece
m ahvedilm iş, evet, kendi karşıtına çevrilm iş içeriğidir a rzu n u n ,
korkuyu ve en sonunda da çaresizliği yaratan.
Peki uyanıkken d üş gören ne yapar, y ü z ü n ü al bastıran arzu­
lara kapıldığında? A rzulam ak için sadece bala değil de tuz ve bi­
bere ihtiyacı olduğunda, bir atım lık da vurguna. Bizzat Freud,
zıt güdü duygularının sadece geçişli değil içiçe olduğuna işaret
eder. “K ö k -sö zcü k lerin eşzam anlı k arşıt y ö n lü lü ğ ü n e ” işaret
eder, öyle ki, “k o rk u ve arz u bilinçdışında örtüşürler”. Ama kuş­
kusuz bilinçte de büyük ölçüde örtüşürler; hastalık hastalarında
böyledir, genel olarak karam sarlarda böyledir, ikisi de zihinle­
rindeki um ut-olm ayanın gerçekleştiğini görmeyi um arlar. Aynı
18. yüzyılın hassasiyeti değil miydi, bu karm aşık duyguyu yük­
lenen hastalık hastalığını yeşerten, salkım söğütler ve gözyaşı
ibrikleriyle, geçip gidenden duyulan acılı hazla? Ö zellikle de o
sıralarda d o ğ an k o rk u ro m an ı, tek in siz o lan d ak i m uam m alı
m ahrem i keşfetti; gölgeler altındaki b ir ev arzusundan, gecenin
dehşeti içinde azap yollarından geçilerek varılacak bir y u rttan
besleniyordu. Buna benzer bir şey, korkunun a rzulannın gerçek­
leşm esine dair fantezilerde de görülür. M âhiyeti kendisine yönel­
m iş bir u m u t tarafından, evet, çarpılm ış, hatta olum lu [pozitif]
içeriğiyle bizzat ürpertici hale gelmiş u m u t tarafından belirlenen
b ir korku ile arzu n u n , çehrelerini değiştokuş edişleri görülür
orada. Düz olm ayan, pek tek in de olm ayan bir arzu d o yum udur
bu, en y ü k sek bölgelerde de gül kırm ızısını engeller, en azından
güçleştirir. Bir m iktar siyahlık da eklenir buna, renkleri koyul-
tu r, fazla a ç ık seçik g ö rü le b ilir o la n y an i yavan m u tlu lu ğ u
âhenksiz kılar, bir arzu zirvesini aynı derinlikte bir uçurum ola­
ra k işaretler. Son noktasına sürüklenm iş birçok duygu ifadesi,

114
kendini b u sık ın tın ın içiçeliğinde b ulm uştur; W agner’in N ibe-
lungen Yüzılğü’n d ek i27 şu sözüm ona tatlı dehşete, bu nevraste-
nik-devâsâ san at eserinin teşhirine varıncaya kadar. Ve uyku
tutturm ayan kâbuslar için olduğu kadar pın arın altında uzanan
çayır ve o n u n sem bolleri için de aynısı geçelidir: her düş, arzu­
n u n doyurulm asıdır.

Bir temel mesele:


G ü n d ü z düşü gece d ü şü n ü n ilk basam ağı değildir

Lakin tabii, insanlar sadece gece d ü ş görmezler, kesinlikle. G ü n ­


d ü z ü n de alacakaranlık kıyılan vardır, günd ü zü n de doyum bu­
lur arzular. Gece d ü şü n d en farklı olarak, gündüzünki, daha ser­
bestçe seçilebilir ve tekrar edilebilir suretler çizer havaya; coşa­
bilir ve saçmalayabilir, fakat tefekkür edebilir, planlayabilir de.
Avâre bir tarzda (m am âfih sanat perilerinin ve M inerva’nın da
y ak ın akrabası olabilir) fikirlere takılır; politik, sanatsal, biilim-
sel fikirlere. G ündüz d ü şü yorum lanm ayı değil işlenm eyi talep
eden fikrî buluşlar sunabilir, gökyüzü şatolarını plan suretinde
inşa eder ve h er zam an da hayalî olm az bu. K arikatürde bile,
düşlere kapılm ışın çehresi düş göreninkinden farklıdır: Yürür­
ken b u rn u n u n u c u n u görm eyendir o, yani asla gözleri kapalı
gece uyk u cu su değildir. Yalnız başına yürü y ü şler veya bir arka­
daşla coşkulu gençlik sohbeti veya gündüzle karanlık arasındaki
o alacakaranlık ‘mavi saatler' bilhassa uyg u n d u r uyanıkken düş
görmeye. Bu kitabın başlangıçında yer alan, küçük gündüz düş­
leri üzerine rapor, b u tarz im gelerin daha hafif olanlarına ve salt
içe d ö nü k olanlarına dair kısa b ir genel görüş sunuyordu. Şimdi,
m eselenin yapısını ve yapısıyla birlikte yol açtığı istenm eyen so­
nuçları incelem ek gerek - ki, göreceğimiz m uazzam tatsız so­
nu çlan , esasen öznel etkenin taşıdığı um u d u n istenm eyen so­
nuçlan, anlaşılabilsin.
Değil m i ki, şaşırtıcı bir şekilde, gündüz fantezisi psikolojik
açıdan şim diye dek hem en hem en hiç m üstakil bir hal olarak ele

27 Richard Wagner'in ünlü opera dörtlemesinin adı. Eski Cermen destanı Nibe-
lungen'de, kahraman Siegfried Niebelungen hazînesinden kendisine sadece
bir yüzük almıştır.
115
alınm adı; b ü y ü k m iktarda salt w ishful th in k in g 28 içeren, fakat
th in kin g 'in kesinlikli keskinliğinden ve evet, so rum luluğundan
uzak, kendine özgü b ir arzu doyum u olarak da alınm adı ele. Psi-
koanaliz ise g ü n d ü z d ü şlerini gece düşleriyle tam am en eşit de­
ğerlendirir, gündüz d üşlerinde m ünhasıran gece düşlerinin baş­
langıcını görür. F re u d b u k o n u d a şu n u belirtir: “Biliyoruz ki
böylesi gü n d ü z d ü şleri gece düşlerinin çekirdeği ve n um uneleri­
dir. Gece düşü esas itibarıyla gecenin güdüsel devinim lere verdi­
ği serbesti sayesinde kullanılabilir hale gelen, ruhsal faaliyetin
geceye özgü biçim inin değişime uğrattığı gündüz düşü nden baş­
ka bir şey değildir." (Vorlesungen [Dersler], 1935, s. 417) Ve aynı
yerde, öncesinde: “Fantezinin en bilinen ürünleri, gündüz düşle­
ri denen şeylerdir. Gerçeklik had bilmeyi veya sabrı ihtar ettikçe
daha da dolgun biçim de serpilen, haris, megalom anyak, erotik
arzuların tasa^vvur edilen tatm inleridir bunlar. Fantezi m utlulu­
ğ u n u n doğası ve arzu iktisabının gerçekliğin onayından bağım ­
sızlığının yeniden tesisi, gayet belirgin g ö rü n ü r b unlarda.” Tüm
düşleri sadece bastırılm ış olana giden yollar olarak sayan, ger­
çekliği sadece burjuva to p lu m u n u n ve onun m evcut dünyasının
gerçekliği olarak tanıyan psikoanaliz, elbette, gündüz düşlerini
kesinkes salt gece düşlerinin ilk basamağı olarak tanım layacak­
tır. G ünd ü z düşleriyle d o n an m ış şair, burjuvaya göre, gözleri
açık uyuyan tavşandır sadece - ve b ü tü n bu n ların vuku bulduğu
burjuva gündelik hayatı, kendisini, hakiki olan her şeyin ölçüsü
olarak algılıyor ve tatbik ediyordur. Oysa b u ölçünün, bilincin
dünyasındaki geçerliliği bile sorgulanacak olursa, hele gece gö­
rülen arzu d ü şü henüz ucu açık bir d ü n y an ın ve o n u n bilincinin
devasâ sahasının kaydırılm ış ve tam am en hom ojen de olmayan
bir parçasından ibaret sayılacak olursa, gündüz düşü gece .d ü şü ­
ne çıkan ilk basam ak değildir ve gece düşüyle üstesinden geline­
mez. Klinik içeriği bile anlaşılam az, halledilem ez bu yolla, nere­
de kaldı ki sanatsal, parıldayan, gelm ekte olanla cepheden yüzle­
şen içeriği... Ç ünkü gece düşleri çoğunlukla geride kalm ış güdü­
sel yaşam dan alırlar gıdalarını, şayet arkaik değilse de geçmiş
gitm iş im gesel m alzem eden beslenirler, yeni hiç b ir şey olmaz

28 Arzuladığının gerçek olduğunu düşünmek.


116
onların çıplak ay ışığı altında. Öyleyse, tahayyül gücünün, eski­
lerden beri gerçi keza d üş olarak adlandırılan fakat onun yanın­
da önden koşmakla, öngörürlükle de tanım lanan ön alıcı ham le­
leri olan gündüz düşlerini, gece düşüne tabi kılm ak hatta onun
arkasına takm ak, saçma olurdu. GökyüZıl şatosu gece labirentinin
ilk basamağı değildir, daha ziyade, gece labirentleri g ü n d ü z düşle­
rinde kurulan g ö ky ü zü şatosunun bodrum katindadır. Peki ya fan­
tezinin verdiği m utlu lu ğ u n , “arzu iktisabının gerçekliğin ona­
yından bağım sızlığının yeniden tesisi" olarak, gece ve gündüz
düşündek i eşitliği? Şimdiye dek birden fazla gündüz düşü, yeteri
eylem gücü ve tecrü b ey le, g erçekliği onaya d ö n ü ştü rm ü ştü r;
M orfeus'un29 kollan ise sadece onlarla sarm alanıp sü k ûn bulm a­
ya yarar. O halde gündüz d ü şü özgül bir değerlendirm e ister,
çünkü o çok başka bir alana doğru gider ve açar orayı. U yanık­
ken görülen düşlerin rahat, gevşek, ham , uçucu, dolaşık ve fel-
cedici tarzından, sanatın sorum lu, keskin eylemlilikle meseleye
m üdahil olan biçim lendirici tarzına dek uzanır. H er şeyden önce
şu görünür: “hayalât” [düşçülük], gecenin alışıldık “düş"ünden
farklı olarak, lâzım geldiğinde can bulabilir ve pekâlâ vakî olan
avâre ve k en d i kendisinin sinirlerini alm ış hal yerine, yorulm ak
bilmez bir itkiyle dolabilir - imgelediğine erişebilsin diye.

G ü n d ü z düşünün birinci ve ikin ci karakteri:


Serbest gidiş, ko runm uş Ego

Birincisi, uyanık düşte, tazyik etm em e özelliği vardır. Bizim ikti-


danm ızdadır; ‘Ben' belirsizliğe, uzaklara doğru bir yolculuk başla­
tır ve sonra istediği zaman d u rd u ru r onu. Düşçü ne kadar gevşe­
miş olsa da, imgeleri tarafından sürüklenm ez ve teslim alınmaz, o
denli özerk değildir o imgeler. Sahici şeyler gerçi buğulu görünür,
sıklıkla çarpıtılırlar, ama arzulanan ve kendileri de o denli öznel
olan imgelerin ardında tüm üyle yitmezler yine de. Ve gündüz d ü ­
şü imgeleri norm al olarak halüsinasyon ü rü n ü değildir; en uzak
savrulm alardan bile dönüp gelirler, bir göz işaretiyle. Bir aforoz
yoktur b u d urum da; en azından, gündüz d ü şçü sü n ü n kendine

29 Uyku Tannsı.
117
gönüllü olarak verdiği ve geri alabileceği ihraç yüküm lülüğü dı­
şında, yoktur. Ayrıca uyanık d üşçünün düşlerevi bir dolu kendi
seçtiği tasavvurlarla donanm ıştır, oysa uyuyan asla bilemez, bilin­
çaltına giden eşiğin arkasında onu neyin beklediğini. İkincisi,
gündüz düşünde de yine gevşemiş olmakla beraber, Ego asla gece
düşündeki kadar zayıflatılmış değildir. Ben’in tam am en arzu fan­
tezilerine kapıldığı veya onlara bakakaldığı en edilgin biçim inde
bile, takip altında tutar düşlerini, kendi yaşam ının ve uyanık d ü n ­
yasının bağlamı içinde kalır. Gece d ü şü n ü n Ben’i ise bölünebilir,
hatta lapa gibidir çok zaman; acı hissetmez, ölmez, ölüme duçar
olduğunda. Evet, gece ve gündüz d ü şü n d e Ben-olm ak o kadar
farklıdır ki birbirinden, tam da gündüz düşündeki Ben’in de pay
aldığı o gevşeme, öznel olarak - h e r ne kadar şüpheli olsa d a - bir
yücelme duygusuyla yansıyabilir gündüz düşüne. Ç ünkü Ben’in
kendisi de bizzat bir arzu tasavvuru olur o zaman, sansürden k u r­
tulm uştur; gevşemenin, b ü tü n diğer arzu tasavvurları için sön­
m üş görünen ışığını bizzat paylaşır. Ben’in gece düşündeki gevşe­
mesi sadece dalıp gitmedir, gündüz düşündeki ise, genel coşku
yükselişiyle birlikte, yükselmedir. İki cins düşü yapay olarak h u ­
sule getiren ilaçlar bile bu bakım dan farklıdır: yani farmakolojik
olarak bile, yapay olarak uyarılm ış Fantastiğin içinde, uyuyan
beynin fantezisi, Ben’inin kararmasıyla birlikte, farklılaşır gündü-
zünkinden. Şöyle ki: A fyon gece d ü şü n e tekabül eder görünür,
haşhaş ise özgürlük içinde salınan, coşan gündüz düşüne. Haşhaş
sarhoşluğunda da Ego az uyarılır, ne bireysel doğası ne de bilinci
çekilir işin içine. Dış dünya gerçi epeyce kapanmıştır, fakat asla
uykudaki gibi, hele afyon uykusundaki gibi değil de, ancak görü­
nen imgelere uymayacak kadar, ancak lâfa karışması aptalca -a c ı­
nacak denli aptalca- bulunacak kadar. Oysa tersine, fanteziye n ü ­
fuz eden ve periler dağının veya soytarılar cennetinin düzeyine te­
kabül ediyor görünen bir dış dünya, -bahçeler, saraylar, eski-gü-
zel sokaklar gibi-, haşhaş düşünün canlandırılm asına hatta bil­
hassa uygundur. Şii tarikatı Haşhaşinler veya Asasinler,30 Arap O r­

30 Şii Ismaililer arasında çıkan ama Şiilik dahil ana İslâmî akımlardan uzak, su-
ikasti siyasî silah olarak kullanan bir örgüt. Arapça afyon müptelâsı anlamın­
daki Haşhaşin kelimesinin, Batı dillerindeki “suikastçı” (assasin) kelimesine
kaynaklık ettiği varsayılır.
118
taçağının bu cani tarikatı, başlarında dağlı şeyh, kanlı bir eylem
için seçilen delikanlıları, haşhaş sarhoşluğuna rağmen gözleri ta­
mamen açık, şeyhin ışıltılı bahçelerine, duyusal eğlencenin bollu­
ğuna g ötü rü rd ü . H aşhaşın im geleri, uyan ık k en görülen düşü,
uyarınca, bu dış dünyaya tam am en iltihak eder ve elbette öylesine
aşardı ki her türlü dünyevî ölçüyü, gövdelerinde ütopya zehiriyle
delikanlılar, cennetten bir tadım lık aldıklarına inanırlar, sahici
cenneti kazanm ak için yaşamlarını şeyhleri için tehlikeye atmaya
hazır olurlardı. Daha m odern deneklerin haşhaş düşlerinden ise
büyüleyici bir kolaylık halinde bahsedilir, bir tarz cin-peri ru h u n ­
dan m ahrum değildirler; asfalt, caddeye serilmiş mavi ipeğe dö­
nüşür, yoldan geçen rastgele tipler Dante ve Petrarca suretine bü­
rünür, anakronik bir sohbete göm ülünür, kısacası dünya, m âhir
haşhaş düşçüsünün istek parçalarının çalındığı bir konser olur.
Başka tü r bir kolaylıktan da eksik kalmaz haşhaş sarhoşluğu: “Bi­
rey, açıklığa k av u ştu ru lm aları şim diye d ek im kânsız görünen
m uğlak planlan berraklaşmış ve gerçekleşmeye doğru gidiyor gibi
görür" (Lewin, Phantastica, 1927, s. 159 vd.). Geçici olarak mega­
lomani de gösterir kendini, henüz gerçekleşmemiş başarının ta-
dılması, neredeyse bir paranoya gibi. Afyon sarhoşluğu ise başka­
dır, Ego ile dış dünyanın tüm den uyumasıdır: gece düşünden baş­
ka bir ş6y yoktur burada, dibine kadar. Ben’in taha^m ldeki yücel­
mesi yerine, dış dünyanın ütopyacılıkla yönlendirilmiş ferahlama­
sı yerine, afyon sarhoşluğunda her şey batıp gider. Örtülü, en do­
laşık Bilinçaltının alanı açılır sadece: Kadın, şehvet, mağara, meşa­
le, geceyarısı karm akarışık bastırırlar, çoğunlukla ağır, sıkıştırıl­
mış bir havada. Birincil olarak unutm uşluğun etkisi işler afyonla,
ışığın değil; gecedir, antik kabartm alarda Morfeus'a afyon tohu­
m unu ikram eden. Bu tohum lar A ntikitede yeraltı güçlerine hiz­
m et eden rahibelerin elinde vardı, acjyı dindirm ek içindi; Ceres31
efsanelerinde unutturucu afyon suyu olarak Lethe3z sunulur; biz­
zat Isis33 Ceres geç Antikitede elinde haşhaş başlarıyla tasvir edi­
lir. Baudelaire afyon ile haşhaşın sarhoşluk bölgelerini aynı biçim ­

31 Roma ziraat Tanrıçası.


32 Antik Yunan efsanesine göre, cehennemden geçen ve suyundan içen ölülere
geçmişlerini unutturan Lethe nehrinden; unutturucu içki.
33 Eski Mısır gök Tanrıçası.
119
de “paradis artific iel” [yapay cennet} olarak tanım ladığında, bu
imansız kendinden geçmeler arasında, haşhaş vasıtasıyla sadece
patolojik biçim de gündüz ddüşüne atfedilen coşku vardır - ve kalır
orada. Gevşemelerden bile gelen - b ir tarafta Morfeus’un, diğer ta­
rafta Fantasus’unkilerden gelen - farkın izahına dair, bu kadar.
O halde Ben, uyanıkken gördüğü d ü şte , b ir hayli canlı ve aaynı
zam anda gayretli vaziyette b u lu r kendini. Freud’u n gündüz düş­
lerinin hep çocuk düşleri o ld u ğ u n u , hepsinin yetişkin olmayan
bir Ben'le bezeli olduğunu söylem esi, bilhassa dardır ve tem el­
den yanlıştır. Pekala suistim ale uğram ış b ir çocuk-Ben'e dair ha­
tıraların etkisi de -d u ru m a g ö re- gösterir kendini gündüz düşle­
rinde, çocuksu aşağılık kom pleksleri de görülür, ama düşlerin
çekirdeğin i b unlar belirlemez. G ündüz d ü şlerin in taşıyıcısı, bi­
linçli olan ve b ilin çli kalan ‘daha iyi yaşam' isteğidir -değişik de­
recelerde b ir istek olsa da b u -, gündüz düşlerinin kahram anı da
daim a insanın kendi yetişkin kişiliğidir. Sezar Gades’te34 İsken­
der’in heykelinin önü n de d u ru p , tüm üyl e gün d ü z düşüyle dolu,
haykırd ığında: “Kırk yaşındayım ve ölüm süz olm ak için hiçbir
şey yapm ış değilim hâlâ!", b u tepkiyi gösteren Ego'ydu; çocuk
Sezar'ın Ego'su değil, ol m uş Sezar’m h atta evet, m üstakbel Se-
zar’ın Ego'su. O vakit Ben [Ego J o denli az geri d ö n üyordu ki, şu
söylenebilir: Biz im bildiğim iz Sezar'ın doğum u ancak bu ölüm ­
süzlük d ü şü içinde gerçekleşm iştir. Ego b u ra d a daim a erişkin
gü cüyle, bilinçli ruhsal olaylara ilişkin ye tişkin tam lık deneyi­
miyle m evcuttur; dahası var: b ir insanın ü to p ik olarak n e olabi­
leceğinin ve ne olmayı istediğinin tim sali, ana imgesi olarak du-
ruyordur orada. Tam da bu noktada, gece d ü şü n ü n Ben'inden,
hele ki afyo n d ü şü n ü n tüm üyle başkalaşm ış, azledilmiş Ben’in-
den farklıdır. H atırlanacağı gibi, gece d ü şü n ü n Ben'i Freud'da
ancak, h alüsinasyonu görülen arzu d oyum ları nı k endi bakışı
karşısında kılık değiştirm eye z orlayacak kadar m e v c u ttu r ya;
böylelikle ahlâkî sansür uygular, kop u k kopuk da olsa. U yanık­
ken görülen düşün Ben'i ise ne azledilmiştir, ne de çoğunlukla
geleneksel olm ayan arzu içeriklerini sansüre tabi tutar. Tersine:
Sansür sadece gece d ü şü n d ek i gibi zayıflamakla ve k o p u k ko-

34 Ispanya'nın güneyinde, en eski Fenike kolonisi. Bugünkü Cadiz.


120
p u k hale gelmekle kalm az, gündüz d ü şü n ü n Ben’inin hiç zayıf­
latılm am ış olmasına ra ğm en ve tam da b u nedenle, tam am en s o­
ne erer. Tam da, bizzat gündüz d ü şü n ü n Ben’ini ele geçiren ve
onu b ilh a k a güçlendiren, en a zından süsleyip püsleyen arzu ta­
savvuru nedeniyledir ki, sona erer. De me k, gündüz düşleri gece
düşü n d ek i gibi ahlâkî b i r E go ’n u n sansü rü n e hi ç u gra maz la r,
dahası: ütopist bir bi ç im de yükseltilm iş Ego’ları kendini ve Ken­
diliğin i ço gu n lukla ş aşı rtı cı derecede ağırlıksız bir m avilikte ku­
rar, gözyüzü şatosu olarak. Bu d u ru m kendini öz e l-h am hayalât-
ta iyice b elirgin biçimde gösterir - en azından, düşü nü lüp taşı­
nılm ış planların, hele ki gele cek tasarım larının hayalatında ol­
du ğundan daha gö rü n ü r haldedir. İntikam hislerini tatm in eden
veya arzu düşünde daha genç bir kadınla hiç kim seden giz l e­
me ksiz in balayı seya ha tine çıkarken, sairen aslında kâfi derece­
de sevdiği karısının ölm esini dileyen küçü k adam , vicdan azabı
duymaz. A rzularını tatmin e tm ez, b öylesin e fırlatılıp atı lmış ar­
zuların taha^yyüldeki doyum uyla ilgili bir korku da geliştirmez,
sansürün ikamesi olarak. Hele hırslı bir düşçü, arzularının ö n ü ­
n ü açar, açılm ış kanatlarla u çar s o nradan kazanılm ış şöhretin ta­
pınağına , ister bir Sezar olsun, is te r -ç o k defa oldugu gib i - bir
Spiegelberg.35 O da b ir sansür hissetm ez, dış koşulların koyduğu
engelleri bir kenara bırakırsak. Komik olm anın sansürünü bile
hisse tm ez, nerede kaldı ki bir lkarus veya Prom oteus korkusu.
Vasat bir g ü n d ü z düşünde bile i ns a n ları dom uza d ö nüş tü ren
Circe, dünyayı altına d önüştüren Kral M idas m ukim dirler, diz­
ginsiz ce. Daima, adâb-ı m uaşeret k urallarından göze batan bir
azât olm uşlu kla b u lu n u rlar orada; dış dü nyayla ilişkinin, gece
düşü nden farklı o larak kesinlikle körletilm em iş d m ası itibarıyla
iyice dikka t ■çekici bir azâdel ikle. Tüm bu aşıp gi tm e l er ise an­
cak başkalaşım a uğra maya n gündüz düşü EgoSu sayesinde, da­
ha açıkçası, gündüz d ü şü n ü n Ben’inin kendi kendisine ve ken­
disine uygun olana kattığı -b e l irttiği m iz - ütopikleştirici takviye
sayesinde m ü m k ü n d ü r. G ündüz düşü kendini Circe ve Midas
gib i hayal e tl erle, hele ki özel taşkın lıklarla tüke tm eyip de m üş­
tereken b ağlayan b ir yükselticiliğe ulaş tığında, b ir şey i daha kat­

35 Schiller’in Haydutlar oyununda pervâsız çapulcu tipi.


121
m alıdır buna: Daha iyi bir düny an ın resmini çizm ek. Bir gündüz
d ü şü n ü n ona tekabül eden ciddiliğe, akıllı-deneyimli plan aşa­
m asına geldiğinde olduğu gibi... Buna en az yetkili olan, gece
sarhoşluğundaki gibi başkalaşm ış bir Ego’d ur; kasları gerilmiş
ve açık kafalı olanıdır, yetkili. Etrafını görmeyi bilen, d ik tu ttu ­
ğu kafasında genişleme arzusuyla.

G ü n d ü z düşünün üçüncü karakteri:


D aha iyi b ir dünya

U yanıkken görülen d ü şü n Ben’i o denli geniş olabilir ki, bera­


berinde başkalarını da tem sil edebilir. Böylelikle g ü n düz ve ge­
ce d ü şle rin i ay ırd ed en ü ç ü n c ü n o k ta y a geliyoruz: G enişlik,
ayırdeder onları. U ykucu, hazineleriyle yalnızdır, hayale dala­
n ın Ego’s u ise başkalarına taâlluk edebilir. Bu su rette Ben artık
içedönük veya sırf kendi yakın çevresiyle m eşgul değilse, onun
g ü ndüz d ü ş ü n ü n geneVkarnusal b ir iyileştirm e isteği var de­
m ektir. Bu tü rd e n d ü şlerin özel k ö k en li olanları bile, sadece
on u başka Ego’larla cem aat içinde iy ileştirm ek için dönerler
içe; öncelikle de b ir tam am lanm ışlık oluşturasıya düşlenm iş bir
Dış’ta n alırlar b u n u n m alzem esini. R ousseau’n u n Itirajlar’ının
dörd ü n cü kitabında, nasıl da öğreticidir: “Doğayı kendi kalbi­
m e göre varlıklarla d o ld u rd u m ; kendi zevkim e göre b ir altın
çağ yarattım , eski günlerin tatlı hatıralara bağlan an yaşantıları­
nı hafızam a geri çağırarak ve hasret duyacağım m u tlu lu ğ u n re­
sim lerini boyayarak canlı renklerle. Aşkı ve dostluğu, kalbim in
iki idealini en harikûlade suretlerinde tasav u r ettim ve kadının
b ü tü n cazibeleriyle süsledim onları." Böylece fantazm anın yü­
zen sisinden bile suretler çıkar E go’y u k e n d i daireleri içine çe­
kerler; d ah a iyi b ir d ış dairedir bu, m ilyonların yutulduğu. D a­
ha iyi bir dünya adına görülen d ü şle r toplam da k e n d i içsellikle-
rin in d ışa d ö n ü k lü ğ ü n ü ararlar, dışa d ö n ü k gökkuşağı olarak
veya bir kubbeyle örterek çıkarlar. Burada aynı zam anda gece
ile gündü z d ü şü n ü ayırdettiğirniz, yukarda afyo n ve haşhaşta
görünen tasnif de tekrarlanır; psikozlarda tekrarlanır bu. Gece
d ü şü n ü n afyon to h u m u n a tekabül ed en y anı k en d in i şizofreni­
de gösterir, b ir regresyon olarak; haşhaşa tekabül eden yanı ise

122
paranoyada, bir yansıtm a cinneti olarak. G erçi böyle tanım la­
nan b u ik i h astalık fazla k esk in biçim de ayrı tu tu lm am alıd ır
birbirinden, özellikleri ara ara b irbirlerinin içine akar. H er ikisi
de halihazır veya tasarru f edilebilir gerçeklikten uç dönüşlerdir,
şizofreni ise ondan biçim sel olarak kopm aktır, geri d ö nüş yolu­
n u kapatarak. Şizofren d ü n y ay ı bırakır, çocukluğun otistik-ar-
kaik haline geri döner; paranoyak ise b u halden, dünyaya hiç
de sırtın ı dön m ü ş olm ayan hatta tersine dünyayı iyileştiren b ir­
çok cinnet im gesini çekip çıkartır yine de. Elbette, çok defa p a­
ranoya şizofreniyle sonuçlanır; yine de: h e r ik i hastalanm a ara­
sında, ü to p ik olan tarafından tanım lanabilir kılınm ış ve birbi-
riyle karıştırılm ası im kânsız b ir istik am et farkı vardır. Psikoz
toplam da Bilinçdışı’n ın içeri dalışı karşısında Bilincin gönülsüz
b ir teslim iyeti ise; şizofren B ilinçdışı'ndan farklı olarak parano­
yak Bilinçdı.şı'nın h e r halükârda ü to p ik k en arları vardır. Şizof­
ren, ü stü n kuvvetler karşısında savunm asız bir m ağlubiyet ha­
lindedir, eli kolu bağlıdır, cinnetinin rücularıyla arkaik kadim
zam andadır, kayıp d ü şü n ü n için d en resim ler çizer, kafiyeler
düzer, kekeler. Oysa paranoyak, galip kuvvetlere sürekli şikâyet
ve takip ediliyor olma cinnetiyle tepki verir, aynı zam anda m a­
ceracı buluşlarla, sosyal reçetelerle, hayali sokaklarla ve daha
niceleriyle k ıra r bu kuvvetleri. Aşağı iniş veya y u k arı çıkış, k a­
rarm a veya p arlam a arasındaki akraba farklılıklar, n ev ro tik bi­
lincin aşağı iniş ve y ukarı çıkışları delice süratlendiğinde de et­
kili oluyor görünürler. Yani geri d önüş vecd halinde kendinden
geçecek raddeye vardığında; yansıtm a, co şkudan k en dinden ge­
çerek Ben’in -ü stü n e çıkıldığı noktay a ulaştığ ın d a. M eczubun
yanlış bilincini iyi tanıyan Suriyeli yeni-P latoncu lam blichus,
yazısında, bu tarz aşağı iniş ve yukarı çıkışlarla ilgili gizemleri
şöyle ifade eder: “Şeytanların n ü fu zu n u n , coşkudan kendinden
geçm e h alin e erişm ey i de sağlayabileceği varsayım ı, tüm üyle
haksızdır. Şeytanlar an cak istiğrake yol açarlar, coşkudan k e n ­
dinden geçm ek ise Tanrıların eseridir. Bu n edenledir ki coşku­
d a n kendinden geçm ek istiğrak değildir, çok daha fazlası, lyi’ye
b ir yöneliştir; oysa istiğrak K ötü’ye d o ğ ru b ir d ü şü ştü r.” (De
m ysteriis, II, 3). B unlar karışık ve m itolojik yorum lardır, fakat
b u n ların tem elinde, ü stelik d insel-parapsişik alanda, şizofreni

123
ile paranoyanın anlam larındaki istikam et farklarının tekrarını
görürüz. Kısacası, şizofreni ark aik olana rü cû etm iş edim lerle
ilgili hastalığı (körleşm iş m übalağa) tanım lıyorsa, paranoya ay­
nısını üto p ik olarak ilerleyenle yapar, özellikle de uyanıkken
g ö rülen d ü şü n dünyayı iyileştirm eye olan yönelim iyle. B un­
dandır, b u delilerin b ir ço ğ u n u n proje yapanlardan çıkm ış ol­
ması, kim ilerinin de b ü y ü k ü to pyacılardan. Evet, h e r ü topya­
nın, ister tıbbı olsun is ter toplum sal ister teknik, p aranoyak k a­
rikatürleri vardır; h er sahici çıgır açıcıya karşılık yüzlerce fan­
tastik, hakikat-dışı, deli olan vardır. Akıl hastalığı k u ru m larının
h âlesin d e yüzen c in n e t fik irlerin e olta atm ak m ü m k ü n olsa,
C.G. Jun g ’u n ziyadesiyle m eşhur ettigi şizofreninin arkaiği dı­
şında, paranoyanın en şaşk ın lık verici ön su retlerin e rastgeli-
nirdi. Ve b u n la r arasında gölcük içindeki kalp, çarm ıhlı çeşme
tü rü n d en tefekkürle y ü k lü gece sem bolleri ve şizofreninin res­
m edilm iş veya şiiri d üzülm üş K adim ’leri bulu n m az hiç; o n u n
yerine, yeni bağlantılar k u rm ak , dünyayı değiştirm e tasarım la­
rı, ileriye dönük projeler yapm ak vardır, kısacası, deli am a sa ­
bah kızıllığı içinde yanm ak isteyen M inerva'nın ateşli baykuşla­
rı vardır. O kadar b ü y ü k b ir hastalıkta bile gösterir yani k e n d i­
ni, dünyayı iyileştirm eye d ö nük özgül tasarım ıyla, uyanıkken
görülen d ü şü n nelere kad ir olduğu. Delilik iken ateşli baykuş­
lar yapar, m asal iken Arap peri sarayları k u ra r b u dünyada, al­
tından ve akikten.
B unun ötesinde, uyanıkken görülen düş için kendini dışa du­
yurm ak da önemlidir. Buna yeteneklidir de. Oysa gece d ü şü n ü n
anlatılm ası, dinleyenin de m eselenin duygusal rengini paylaşa­
cağı şekilde anlatılm ası, fazlasıyla özel olan h e r yaşantı gibi, pek
zordur. G ündüz düşleri ise açıklıkları itibarıyla anlaşılırdırlar,
geneli ilg ile n d ire n arzu im geleri itib arıy la ile tişilebilirdirler.
G ündüz d ü şü n d e arzu imgeleri derhal bir dışsal suret koyarlar
ortaya, daha iyi p lan lan m ış bir d ü n y a n ın veya e ste lik olarak
yükseltilm iş, hayal k ırık lığ ın d an u z a k b ir d ü n y a n ın suretini.
F reu d 'u n kendisi b u noktada gündüz düşlerine özel bir vurgu
yapar, bunlar, ihtilâfa ragm en, gece d ü şü n ü n ilk basam ağı olm a­
n ın yanında şim di b ir de sanatın ilk basam ağı olurlar: “Şiirsel
üretim in ham m addesidirler; çü n k ü şair gündüz d üşlerinden be­

124
lirli biçim ve kılık değişiklikleri ve elemelerle, anlatılarına, ro­
m a n la rın a , tiy atro o y u n la rın a k o y d u ğ u d u ru m la rı y a ra tır.”
(D ersler, 1922, s. 102). Freud burada ütopik-yaratıcı olanın, iyi
Yeni'ye yönelenin hakikatine temas etmiştir; fakat Freud'da he­
m en bunu izleyen o yalın sulandırm a kavramı, “sübUm asyon",36
Yeni olanın psikolojisini tekrar tanınm az hale getirn;ıiştir. G ü n ­
düz düşü, m üşterekliği içinde, genişlem esine olduğu gibi derinle­
m esine de uza r, süblim e olana değil, yoğunlaşana, ü to pik boyut­
lara uzanır. Ve daha iyi bir dünyayı kesinlikle aynı zam anda da­
ha güzel b ir dünya olarak koyar, d ü n y an ın daha kuşanm adığı
tü rd e n tam am lanm ış im geler anlam ında. Y okluğun, sertliğin,
kabalığın, bayağılığın ortasında planlayarak, yaratarak pencere­
ler açılır, uzaklara bakan, ışık dolu. Sanatın ilk basam ağı olarak
g ü n d ü z düşü bilhassa aşikâr biçim de dünyanın iyileştirilmesine
meyleder, sapasağlam -gerçek karakteri budur: “Ö nde, gözlerini
indirm iş, dünyanın acısı, I Düş suretinde bir sevince dolanm ış”:
G ottfried Keller “Şair Ö lü m ü ”nde şairin yol arkadaşını, fantezisi
ve m izahıyla, böyle tanım lar. Sanat bu ü to p ik le ştiric i özünü
gündüz d ü şü n d en alır. Hafifmeşrep, yaldızlayıcı b ir öz değildir
bu; içinde m ahrum iyet de vardır ve sadece sanat tarafından el­
bette üstesinden gelinm ediğinde, onun içinde u n u tu lu p kalm a­
yıp, gelm ekte olanın sureti olarak sevinç tarafından kavranandır.
G ü n d ü z d ü şü m üziğe geçer, m üziğin görünm ez am a yine de
dünyayı genişletm eye ait olan hanesinde çınlar; müziğin içinde­
dir, daha dinam ik ve daha anlamlıdır. Sının aşm anın bütün fi­
gürlerini koyar, soylu hayduttan Faust'a; b ü tü n arzu durum ları­
nı ve arzu m anzaralarını koyar, yağlıboya A urora'dan37 Paradi-
so 'n u n sem bolik çem berlerine38 dek. İnsanlar, durum lar, atını
so n u n a d ek sü ren g ü ndüz d ü şü n ü n sayesinde, b ü y ük sanatla
kendi uç noktalarına sürüklenirler: Kesin olan, evet, nesnel açı­
dan m üm k ü n olan, g ö rü n ü r hale gelir. G erçekçi şairlerin tasvir

36 Yüceltme; uçun(dur)ma.
37 Romalıların şafak ilahesi - ve onu resmeden tablolar. Aynı zamanda, .bir tiyat­
ro oyunu.
38 Dante'nin Ünlü Komedya’sında, cenneti ziyaret eden Dante ile sevgilisi ve
mihmandarı Beatrice’in başlarının üzerinde hâle gibi yükselen çemberler var­
dır, bunlar oniki bilgeliği simgelerler.
125
ettiği dünyada, böylesi nesnel im kânlar gayet belirgindir. Doğa
fanteziyle yapılm ış değildir; fakat som utla bağlantılı ve önden
koşan bir fantezi, pekâlâ bir mesele h akkında kurulan -v e o m e­
selenin eğilim inin ve Totum39 ile Ö zünün bir parçası niteliğinde­
k i- d ü şü n doğada ve tarihte g ö rü n ü r hale gelm esini sağlar. Dışa
d ö n ü k fantezi tam am en eksikse, natüralistlerde ve Engels'in “tü ­
m evarım eşekleri" dediklerinde olduğu gibi, tabii sadece m atters
o f fa c t [aleladelikler) ve yüzeysel bağıntılar görürüz. Velhâsıl, ta-
m am lanm ışlığının şartlar elverdiğince kesinlikli bir fa n te zi deneyi
işleviyle, işlenen san at eserinin -ev et, sadece san at eserinin de
d e ğ il- varsayım ı olarak, dünyayı genişleten gündüz d ü şü her
yerdedir. Neticede bilim de yüzeysel bağıntıların ötesine ancak
bir önceden seziş ile geçebilir -söylem eye gerek yok, b u n u n öz­
gül bir tarzıyla. Bu seziş, m ünhasıran, henüz ayrıntılara inm e­
den m eselenin tam am ının b'.r resm ini ana hatlarıyla gözönüne
getiren, kâşifçe d enen “varsayım lar"dan oluşabilir. A henkli bir
doğal bağlam ın o luşturduğu bir tam am lanm ış g ü ndüz d ü şü de
olabilir önüm üzde: Kepler böylesi bir dünyasal tam am lanm ışh-
ğa yönelm işti ve gezegensel hareket yasalarını buldu. Bu yasala­
rın sahiciliği, tam am lanm ışlık d ü şü n ü n küresel uyum una teka­
bül etm iyordu gerçi; yine de, d üş önden gidiyordu ve âhenkli
bir biçim de tastam am düzenlenm iş b ir d ünyanın m eyli vardı.
Gece düşündeki geri çekilme, böyle bir şeye alabildiğine uzak­
tır; çünkü o, derine dalışı ve arkaiği ile, sadece çoktan akıp git­
m iş bir toplum un kategorilerini oluşturan m antık-öncesi imge­
lerini gösterir, rasyonel bir evreninkileri değil. İnsanlara dair ön-
celem elerin ve yükseltm elerin, sosyal ü topyaların ve güzelliğe
dair olanların, hele nurlanm aların kendini tam anlam ıyla evinde
hissettiği yer, gündüz düşüdür. En başta da devrim ci ilgi; dünya­
n ın ne kötü old u ğ u n u n idrakiyle, başka bir dünya olarak ne ka­
dar iyi olabileceğinin idrakiyle, dünyayı iyileştirmeye dair uya­
nıkken görülen düşe ihtiyaç duyar; kâşifçe yöntem lerden tam a­
m en uzak, tam am en nesnelliğe uyg u n biçim de, teo risinde ve
pratiğinde tu ta r onu.

39 Genel, bölünmemiş bütün.


126
G ü n d ü z düşünün dördüncü karakteri: Sona gidiş

D ördüncüsü, uyanık, yani açık düş, vazgeçm em eyi bilir. Hayali


d o y g u n lu k ları, h atta arzu ların ı k atılaştırm ay ı bile, reddeder.
G ündüz Gantezisi gece düşü gibi arzularla başlar ama onları ra­
dikal biçim de sona götürür, onların gerçekleştiği yere erişm ek
ister. Şairlerin iki tipik gündüz düşü böyledir; çü n k ü onlar, hiç­
bir zaafa ve kaçışa dikkat etm eden, o yeri basbayağı prototipik
bir biçim de belirlerler. İki gün d ü z düşü, şu da var ki sessiz şair­
lere ait iki gündüz düşü, sadece dünyayı iyileştirmeye dönük bir
avârelik olm ayıp b ir varışa yönelm eleriyle, iyicene b una uygun­
dur. Birisi Clem ens Brentano’n u n çocukluğuna aittir, diğeri ise
M örike’n in gençliğine - ve daha o zam an d an şiirsel bir ideal
m anzaranın b ü tü n çekirdeklerini içinde taşır. K ızkardeşi Bettina
ve başka çocuklarla birlikte Frankfurt'taki tavanarasında Vaduz
adını taşıyan bir krallık k u rd u k tan sonra, ilerde, b ir Vaduz’un
sahiden v arolduğunu ve Liechtenstein Prensliği'nin başkenti ol­
duğunu öğrenm esi, B rentano'nun söylediği gibi, cennetten sür­
gün edilm ek dem ekti. Fakat G oethe'nin yaşlı anası teskin edi­
yordu: “A klın karışm asın, inan bana, senin Vaduz'un sana aittir
ve hiçbir h aritada yoktur, F ra n k fu rt'u n b ü tü n askerleri hatta
D eccal'le b ü tü n m aiyeti gelse sen d en alam azlar onu ... Senin
krallığın bulutların üzerindedir, b u dünyadan değil. Ve değdi­
ğinde bu dünyaya, gözyaşları yağdıracaktır; sana kutsanm ış bir
gökkuşağı d ile rim .” M ö rik e'n in gün d ü z d ü şü n d e n doğ ru d an
doğruya şiire geçişe dair anlatım ı, o n u n “Ressam N olten" rom a­
n ında b u lu n u r; özyaşam öyküsünün bir yansım asıdır bu: “H e­
n ü z okulda okuduğum sıralarda, düşünce tarzı ve estetik çabası
benim kiyle elele giden b ir arkadaşım vardı. Serbest saatlerim iz­
de özlerim izi birbirlerine yönelttik ve çok geçm eden kendim ize
ait bir şiir k üresi yarattık. .. Tasavvurum uzdaki suretler hâlâ can­
lı, ciddi ve sahici, d u ru y o rlar zihnim de. Ve bizi o zam anlar ısı­
tan şiir güneşinin tek bir ışınını, o som altın haliyle, ruhuna üf-
leyebilseydim şayet birisinin; o b en d en en azından bir sevinç ve­
rici iyiliği esirgemez, artık olgunlaşm ış bir adamın bile, bu şiirin
sisli m anzarasına doğru aylak b ir yürüyüşe çıkmasını hatta se­
vilmiş bir h arabenin eski taşlarından b ir parçacığı da yanında

127
ge tirm esini hoşgörürdü. Şiirimiz için, bilinen dünyanın dışında
b ir toprak, üzerinde b ir zam anlar kuvvetli bir kahram an halkın
yaşadığına inandığım ız tecrit b ir ada keşfetm iştik. A danın adı
O rplid'di, k o n u m u n u Pasifik O kyanusu ile Yeni Zelanda ve G ü­
ney A m erika'da bir yer olarak d ü şü n ü y o rd u k ." B rentano’n u n
ço cu k lu ğ u n u n tavan arasın d a k u rd u ğ u V aduz'dan, M örike'nin
uzaklarda sakladığı O rplid’d e n , b u kadar. G ündüz d ü şü n ü n ge­
ce gö rünen gulyabanilere veya salt b ir oyunbazlık olarak sanata
indirgenm esi, böylesi veya benzeri fantezilerin en az hakettiği
şeydir. Ç ü n k ü o zam an, ü topik bir u m u d u n içeriğini ifade etme
denem esi d eğil de, sadece uçu n m a [süblim asyon] görülür ora­
da, ya da arkaik geriye dönüş. Bir Freud'da, (geç dönem b u rju ­
vazisine fiiliyatta k urşunsu b ir ayıklık ve hiçlik olarak görünm e­
si gereken) dış dün y ad a bu içeriklere- tekabül eden hiçbir şey
yoktur: Sanat toplam da salt görünüş, din toplam da yanılsama­
dır. G ündüz düşünde aslolan, özellikle de sona doğru giderken,
şudur: Sah ic iliği m ü m k ü n olanın bir ö n -g ö rü n ü m ü n ü n ciddiye­
ti, zaten belirtisel gibi olan gece d ü şünde olduğundan çok daha
kesin biçim de kapalıdır ona. G ün d ü z d ü şü n ü n burjuva alışkan­
lığına uygun yalın yanılsama teorisi, o d ü şü n içinde ve o düşle
ilgili olarak, sadece güzel oyunbazlığın çocuksuluklarına ve ar­
kaizm lerin e alan açar: “F antezi faaliyetinde insan, gerçekten
çoktan feragat etm iş bulunduğu, dışsal zorunlu lu k tan azâde ol­
m anın tadını çıkarmaya devam eder... Fantezinin ruhsal krallığı­
nın yaratım ının tam karşılığı; z iraatin, trafiğin ve sanayiinin ta­
leplerinin d ünyanın çehresini hızla tanınm az hale gelene kadar
değiştirm e tehdidi altında tuttuğu yerlerde doğa korum a parkla­
rının , ağaç kesil mesi yasak o rm an bölgelerinin ihdasıdır. Doğa
korum a parkı, sair zam anda hep teessürle zorunluluğa kurban
verilen bu eski hali m uhafaza eder. Her şey istediği gibi boy atıp
çoğalabilir orada, yararsız olan, zararlı olan da. Fantezinin ru h ­
sal krallığı da, gerçeklik ilkesinden koparılm ış bir korum a [ala-
nıld ır.” (F reu d , Dersler, s. 416) Sanat h er yerde ve her zam an
aynı salt biçim sel veya y üküm lülük getirm eyen bir izlemecilik
olsaydı şayet, oturulan koltuktan, yani esirgeyici-kollayıcı sanat
zev ki gibi, o zam an doğa k o ru m a p ark ı öğretisi belki isabetli
olabilirdi; eğlence im ali amacıyla, b ir tür, kaçıklara tan ın an ser-

128
bestîyi de ekleyebilirdik buna - gece k u lü b ü n d en ulusal galeriye
kadar. Fakat burjuvazi de her zam an sadece tefek k ü r zem inine
yem inle bağlanm ış degildi, b ir vakitler insanların e ste tik eğiti­
m ini düşlem işti,40 insanı kavrayan hatta insana h ü cu m eden sa­
nat aracılığıyla - ve G üzel olanın sabahın kap ılarım açacağını
düşlem işti. Hele sosyalist gerçekçiliğin, d ark afah vasat sanat
zevkiyle m üşterekleri ne k a d a r azdır; hele ki “gerçeklik ilkesin­
den koparılm ış b ir korum a [alanı]" ile. F reud’da gerçeklik asla
değiştirilem ez olarak g ö rü n ü r ve m ekaniktir, geçm iş yüzyılın
dünya imgesiyle uyum lu. Böylelikledir ki, ü to p ik gündüz düşü,
özellikle de sona doğru gidişinde, refleksif4' kılınır veya psikolo­
jik lisanla konuşursak, tam am en içe d ö n d ü rü lü r - tıpkı gece d ü ­
şü n ü n de o ld u ğ u gibi. C.G. Ju n g ’da, içe d ö n d ü rü len in dikey bi­
çim de aşağı d o ğ ru kazılarak cevherinin çıkarılm ası yeterdi, Orp-
lid’i arkaik olana kaydırm ak için: doğa korum a parkından üçün­
cü jeolojik çağa... Böylece fantezinin piste inm esi ancak arketi-
p ik olarak m üm kün olabiliyordu; orası, Jung'da, M itos’u n çok­
tan batıp gitm iş ülkesidir sadece. Fakat b ü tü n b unlara karşı be­
lirleyici olarak şu sabittir ki, Vaduz ve O rplid, yani b u radika­
lizm lerle kastedilen şey, gerçekleşeceği m ekânı asla gelecekten
başka bir yerde aram am ıştır. Bu gibi masal im gelerinin bir -bir-
zam anlar...- varm ış'a kaydırılm ası da, daim a, geçm iş olarak ‘bir
g ü n'ün içindeki gelm ekte olan ‘b ir g ü n 'ü n ışığını sızdırır aralar­
dan. Eski ütopik rom anlardaki gibi kapalı vadilere veya Pasifik
O kyanusu adalarına kaydırılm ası da, sapalıga geleceği katar, me­
safeye varılacak ü to p ik hedefi. O nca u m u t im gesinin geri d ö n ü p
m üracaat ettiği, sahici arkaik hafıza temeli de, altınçag arketipi
de, cennet arketipi de, b ek len en olarak vardır - zam anın ‘bir
gün'ünde. Orplid, ^ızlerce irili ufaklı inciyle d üş ütopyasının az
araştırılm ış ana çizgisine bağlıdır, O rplid’i birarada tutan da hep
odur. Bir Tamamlanmışa yönelim dir onu birarada tutan, tamam­
lanm ışın içerikleri şimdiye kadarki sınıflara ve toplum lara göre
degişik biçim lerde boyanm ış olsa da. ly i sona doğru gitm e isteği
tüm ü to p ik b ilin ci kateder, hiç u n u tu lm a y a n m asal varlığını

40 Schiller'in l 795'te yazdığı "İnsanın Estetik Eğitimi Üzerine” metnine gönderme.


41 Özdüşünümsel; kendi üzerine düşünen.
129
yansıtır bilince, daha iyi b ir yaşama ilişkin düşlerde işler - ama
aynı zam anda, nihayet kavranm ası gerektiği gibi, suo modoA2 sa­
nat eserlerinde de. D ünyayı iyileştirmeye yönelm iş fantezi, bü­
tü n in sa n la n n ve şeylerin kendi o lan ak lan n ın sonuna itilm ele­
riyle, o n la n n tüm d u ru m la n n ın tüketilm esi ve biçim lendirilm e-
siyle inm ez sadece sanat eserlerine. H er b ü yük sanat eseri, belir­
tik özü dışında, gelm ekte olanın gizliliğine de tevdi edilmiştir. Şu
dem ektir: bu eserin zam anında hen ü z g ö rü n ü r olm am ış bir ge­
leceğin içeriklerine, evet, âhiren henüz bilinm eyen bir n ih âî d u ­
ru m u n içerik lerin e tevdi ed ilm iştir. Sırf b u seb ep ten , b ü y ü k
eserlerin h er zam an söyleyeceği b ir şey vardır ve önceki çağın
bu eserlerde hen ü z fark etm ediği yeni bir şeydir bu; sırf bu se­
bepten, m asaldaki sihirli flüt, ama o n u n yanında tarihsel olarak
katı biçim de sabitlenm iş tlâh î Komedya da, kendi “ebedî gençli­
ğin e” sahiptir. Ö nem li olan, G oethe'nin dediği gibi, bu büyük
fantezi inşâsındaki "u zak lan aydınlatm a duyg u su ”dur. Bu du y ­
guyladır ki, verili gerçekliğe en azından çıkış yolunu bırakır; ge­
reği halinde, 'zaten'e nüfuz etm eyi sağlar. [G elm ekte olanın] giz­
liliğ in in ] tesbiti ve evet, Zaten'in - h e r zam anki gibi boş bırakıl­
m ış- alanı, büyük, yani gerçekçi sanat eserlerinin daha az ger­
çekçi olm asına yol açmaz, hatta daha gerçekçi kılar onları. Ç ün­
k ü H enüz-D eğil üzerinden, sahici olan h e r şey yol alır o alanın
içinde. Anlam lı gündüz d ü şü fantezileri sabun köpükleri çıkart­
m az, pencereler açarlar, o pencerelerin ardında gündüz d ü şü n ü n
pekâlâ b içim len d irileb ilir im kânlarla d o lu d ü n y ası açılır. D e­
m ek, bu sonda da ik i d ü ş tarzı arasındaki yeterince fark vardır:
Arzu doyum um un tarzları ve içerikleri, birbirine yedirilemeye-
cek derecede ayrışır. B unun so n u ç la n h e p aynıdır: Gece d ü şü
geriye dö n ü ş içinde yaşar, hiçbir seçim yapm adan im gelerinin
içine çekilir, gündüz d ü şü ise im gelerini geleceğe yansıtır ve hiç
de seçimsiz yapmaz bu n u , hayal g ü cü n ü n en vahşi halinde bile
yönlendirilebilir, ı.esnel açıdan m ü m k ü n olanla telif edilebilir.
Gece d ü şü n ü n içeriği saklı ve yerinden oynam ıştır, gündüz fan­
tezinin içeriği açıktır, kıssa ve m asal kurucudur, öngörücüdür ve
saklılığı ileriye d önüktür. Bizzat k en d in i ve dünyayı ileriye dö­

42 Kendi tarzında.
130
n ü k olarak genişletm eden doğar, başlıbaşına, daha iyisini iste­
m ek ve daha iyisini bilm ek istem ektir. Özlem, h er iki düş tü rü n ­
de ortaktır, çü n k ü o, belirtildiği gibi, bütü n in san lan n tek sam i­
mi özelliğidir: fakat gündüze dair eksiklik duygusu, geceninkin-
den farklı olarak bilim in sadece nesnesi değil öznesi de olabilir.
G ündüz görülen arzu düşü, b ir yerden kazılıp çıkartılm aya ve
yorum lanm aya m uhtaç değildir, teyide ve buna yetenekliyse so-
m utlanm aya ihtiyaç duyar. Kısacası, gece d ü şü kadar onun da
yoktur ‘d oguştan' gelen bir ölçüsü, fakat ecinnili gece kâbusun­
dan farklı olarak bir hedefe m aliktir ve ona yönelir, ileri doğru.

Gece ve g ü n d ü z düşü o y u n la n n ın içiçeliği, çözülm esi

B irbirinden farklı olm ak elbette ilişkisiz olm ak dem ek değildir.


D üşçünün vardiyası ile hayalât vardiyası arasında bazen bir alış­
veriş olur. Geceleyin renkli ışık oyunları olur, gündüzleyin de
olabilir bu, ender bir şey gibi görü n ü r ve şüphesiz öyle tasvir
edilebilir. Bu tü rd en dikkate değer derlem eler vardır, örneğin
F riedrich H uch yüz “d ü ş”ü n kaydını yayım lamıştı; örneğin bil­
hassa çapraşık bir tuhaflık, (çizer Alfred K ubin'in) “öteki Taraf'
rom anı, ağırlıkla ay ve u y kudan çıkar. Tersine, gündüz şiirleri
de pekâlâ düşleri alırlar içlerine, üstelik en dikkat çekici ve gü­
zel biçim de, gerçekçi [Gottfried] Keller’de. Diğer hadiseler gibi
bahsedilir düşlerden, am a aynı zam anda, Keller'de h er görüşün
kaynağı olan m asalsı-katı fazlalıkla da kaynaşırlar zahm etsizce.
Yeşil H einrich,43 yurduna m ahzun geri d ö n ü şü n d en h em en ön­
ce hakiki b ir gözyaşı orjisine kapılır, gözyaşları ith am kâr arzu
doyum larıdır. Baba şehrine bakışı da böyledir, erişilem eyen top­
rağın havadan alınm ış nefis resm ine, nu rlu , değişm iş bir bakış.
Vadiler ve n ehirler çıkar görüntüye, hiç d u y u lm ad ık am a gayet
iyi bilinen isim leriyle, uzaklara doğru ufuk çizgisini kızıllaştı­
ran gül bahçeleri: “A lplerin kızıllığı yola çıkıyor, dolanıyor ana­
vatanı." Yeşil H einrich baba şehrinden ayrılıp dağlara sığındı­
ğındaki uyanık sabah kızıllığından başkadır bu: “sadece en so n ­
daki buz sunağında yanıyordu sabah yıldızının ışığı”; şim di ışık

43 Keller'in kısmen otobiyografik nitelikli en unlu romanına adını veren kahr^aman.


131
H ades'ten geliyordur, kalan tek u m u t olarak su n u y o rd u r kendi­
ni. Aslında içi dışına çıkm ış birkaç alacakaranlık odadan ibaret
olan anne evi, u n utulm az bir yerm iş gibi g ö rü n ü r ve sadece ge­
ce düşü ham m adde ve imge tedarik eder b u n u n için: “Saçaklar­
da ve ko rid o rd a eski yüf:lü g ü m ü ş kâseler, ibrikler, porselen
k ap lar ve k ü ç ü k m erm er hey k eller sıralanm ış d u ru rdu. Billur
pencere cam lan, k aran lık bir fonun ö n ünde, parlak çelik anah­
tarlar sok u lu leke leke boyanm ış oda ve dolap k apılarının ara­
sında, esrarlı b ir ışıltıyla kıvılcım lar çaktınrdı. Bu acaip ön cep­
henin üzerinde gökyüzü koyu mavi kubbelenir, yarı yarıya ge­
ceye ait bir güneş, ceviz ağacından ahşabın, testilerin g ü m ü şü ­
nün ve pencere cam larının karanlık ihtişam ı üzerinde yansırdı.”
Sahiden, gece ve g ü n d ü z ışıgı k u tu p la rı arasın d ak i alış veriş
böyle gösterir kendini, tam am en birbirlerinin içine dalm ış gö­
rünürler, gizlice ve tuhaf bir biçim de de farkında olm adan, san­
ki. Hele rom antizm , nasıl da ru h akrabalığıyla kullanabilirdi bu
karışık ışığı, düş o y unu olarak - sadece oyun olarak da degil.
Novalis için h er düş, “bin kıvrım la kendi içimize dogru inen es­
rarlı perdede anlamlı bir yırtık” idi. Rom antizm in anti-statikligi
açısından ve uyanıkken gördüğü düşler açısından dikkate deger
olan, neredeyse âlimâne bir tavsiyeyle dikkate deger olan, önce­
likle, dü ş im gelerinin m etam orfozuydu da. Yabanı b ir rom an
olarak gece düşü, rom antik doga felsefesince keşfedilmiştir: “Bu
suretler sessiz ve dilsiz değildir. Sesler ve sözler, her degişik isti­
kam etten gelircesine, anlaşılır ve anlaşılm az, bu lu şu r, karşılıklı
itelerler birbirlerini. Ve o kişinin iç doğasında, dış doğasından
farklı olarak, devam lılık ve sessizlikten başka b ir şey olup bit-
m iyorm uş gibi görünür. Ç ünkü, uçucu bulutlardan yaratılm ış
gibi olan bu iç suretler, gelirler ve eriyip dağılırlar. Ne koca dağ­
lar büyüklükleri korunabilir o ani git-gel hareketinden, ne de
agaç köklerinin gücüyle; aynı esnada kaya ve orm an gibi gö rü ­
nen, bir bakm ışsınız d ü zlü k olm uş, veya duvarlarla çevrili bir
oda.” (G.H. Schubert, D ie G eschichte der Seele , 1830, s. 5 4 9 ).
Gece ve g ü ndüz düşlerinin, b u alışverişin dışında im gelerini de
rom antik bir nesnellikle birleşm iş olarak, içiçe, aynı zem inde
b u lu n durd u k ları g ö rü n tü sü de böyle oluşm uştur. Saf rom antik,
şiirinde bilinçaltı k ao su n u n m u veya bilinçli o larak biçim lendi­

132
ren, yeniden düzenleyen fantezinin mi h ü k ü m sü rd ü ğ ü n ü bil­
m ek istem ez artık. O n u n için gece d ü şü zaten şim d in in ayıklığı­
na ait tüm zam an-m ekân kavram larından, griliğin veya uygarlı­
ğın kabu ğ u n a ait tüm n ed en sellik ve ö zd eşlik b içim lerin d en
uzaklaşm ıştır; o m antık-öncesidir, o halde uzaklıklığa, sabaha,
g ü nün geleceğine karşı arkaik b ir u n surdur. Bu, rom antizm in
geceden g ü n d ü z vardiyasına taşıdığı b ir m irastır, fakat elbette
iki vardiya arasında bir m ik tar yeni bağlantı da kuru lu yordu h â ­
lâ. Bu minvalde, k ara saatler m avi saatlerle kesişiyordu tekrar;
yüzeyselliğin berraklığı anlam ında, salt yüzeysel bağıntı anla­
m ında g ü n d ü z olm am aktan g u ru r d u y d u k ça ikisi de. O zam an,
şim diye kadar yüzey olan yerdeki sıçrayış aynı a n d a hem m ağa­
rayı hem u fuk m avisini açıyordu; nihayetinde d ışavurum culuk­
ta, özellikle gerçeküstücülükte. M amâfih rom antizm e göre şu
önem li farkla ki, ütopiğin yüzü, geçm iş olanın y ü zünü ütopiğe
dönm ek istediği kadar dönm eyi istem iyordu geçm iş olana. Her
ne kadar d ışav u ru m cu şiir aya refakat etse de, “so lu k akşam
ağaçları, aya lü tu fk â r gölcüğün ışığını alan çayırlar, ay lekesi,
pencereden güm üşî ağan” ve buna benzer nice Daubler44 lâfıyla;
onca zahm etle, ütopiğe işlenm iştir gece çizgileri. Keza, o âna
kadarki gün d ü z bağlam ından böylesi çözülm elerle yeni bir ü l­
keye gitm e, d ah a iyi sahillere, hatta m akûl düzenlenm iş bir yer­
lere erişm e denem esindeki gecenin dili dolaşan anlam -sızlığı.
Bu geçişlerin tam bir incelem e nesnesini Jam es Joyce Ulysses'te
sunm uştu; had safhada rom antizm -sonrası, had safhada gayrı-
rom antik. B ilinçdışının b o d ru m u Joyce’da geçici bir Şimdi'ye
boşalır, içiçe geçm iş halde tarih-öncesi kekelem eler, rezillikler
ve kilise m üziği vardır burada; seksen sayfa boyunca virgül koy­
m adan, düzlenm iş bilinç eşiğinin üzerinde debelenip yuvarla­
nan A bsud’un lâfına girer yazar. Ama (bir ' güne dair ve insanlı­
ğ ın b ilin ç d ışılık la rın ın b in lercesin e dair, sıkısıkıya birarad a)
m aym un zevzekliğinin o rta yerinde, g özden kaçırılm ış olan çı­
kar ortaya, tatbikî m ontaj gayet rasyonel çapraz bağıntıları veya
analogiae entis'i45 gösterir; Lot’un k an sı ve doklarda, denizin he­

44 1876-1934 arasında yaşamış dışavurumcu şâir.


45 Varlığın benzerliği. Tanrı'nın geçicilikle malûl olmaları itibarıyla hepsi birbiri­
ne benzeyen bütün varlıklardan farkını belirten Skolastik ilke.
133
m en kıyısındaki Old Ireland Tavem e,46 zam an ve m ekân b o y ın -
ca karşılaşm alarını, m ek ân ın ve zam anın ötesindeki gündelik
hay atlarım kutlarlar. “Ö yle ki," d er Stephan D edalus, “m üzik
değil, koku değil de jest bir um um î dil oldu; parçanın anlam ını
değil de ilk Entelechie'yi4 yapısal ritm i g ö rü n ü r kılan b ir d il.”
(U lysses 11, 1930, s. 86) Kadim mağaralar, kekelem eler ve ken­
d in d en geçmiş halde çıkarılan anlam sız seslerle, gündüz fante­
zilerinde öylesine h atıra getirilir ve tekrar dib e batın lırlar ki, ge­
cenin çarpıttığı suratlarla ana çizgiler sü rek li içiçe geçer. Bu a ra ­
da gerçeküstücülükte, bizzat gerçeküstücülüğün ait olduğu çö­
k ü ş çağına da uygun olarak, biraraya getirilem ez olan aniden
biraraya getirildiğinde h e p olduğu üzere, şaka ek sik değildir.
Zaman zam an tahkir edici bir şaka; öyle olduğunda, salt k ışkır­
tıcı olan k u rg u y u teşhir eden, veya bizzat k ü ç ü k tertib in b ir
parçası olan b ir şaka; çifte tuhaflıkların d ü şler evinde ise çok
d ah a ra h a t olur her şey. Ama gerçeküstücülükte d ah a esasa dair
olan, H ekate ile M inerva'nın birleştirilm esidir, bir yığın yama­
dan ve harabeden m onte edilm iş halüsinatif çehredir. İşte bu,
o n u n restorasyon çağına ait olan ro m an tizm d en farkıdır; ro ­
m antizm de gündüz d ü şü esas itibarıyla gece çizgileriyle işleni­
yordu , fosforlanm adan. H er koşulda, bilinçaltı ile sabah kızıllığı
arasında u zu n b ir karm a dünya vardır, Regressio'nun48 sona yol­
culuktan, sona yolculuğundan da Regressio’dan yararlandığı bir
temas dünyası. Gece d ü şü n ü n labirenti, estetik açıdan da, gök­
yüzü sarayına çıkm ak için b ir ilk basam ak değildir, ama işte,
o n u n m ahzenini o luşturduğu oranda, arkaik olan, arzu fantezi­
siyle iletişim e girebilir. Ve h er şeyden önce: G ottfried Keller'in
düşevi örneğinde, yeraltı nehirleri gibi parıldayan, ana ve genç­
lik evinin gece ışığında resm edilm iş haline benzeyen b u evde,
tersine, uyanıkken görülen d ü şü n de neden ark aik olanla iletişi­
m e geçm ekte aşağı kalm adığı aydınlığa kavuşur. Bunu yapabilir,
çü n k ü sadece psikolojik açıdan değil nesnel açıdan da geçm işte
de bir gelecek yaşıyordur, çü n k ü gece resm edilm işlerin bazısı

46 Eski İrlanda Tavernası.


47 Maddede gerçekleşen biçim.
48 Geri gitme.
134
hâlâ tam am lanm am ış veya bedeli ödenm em iştir ve bu nedenle
g ü ndüz dü şü n ü , ileriye yönelm eyi talep etm ektedir. Bu gecenin
daha söyleyecek birşeyleri vardır; kad im d e olm uş o lanın k u lu ç ­
kası olarak değil de, orada parça parça tecrit edilm iş halde, h e ­
nüz olm am ış olan olarak, henüz hiçbir yerde sesi duyulm am ış
olan olarak. Fakat ancak u yanıkken k u ru lan fantezi tarafından,
olm akta olana yönelm iş bir fantezi tarafından ö nü aydınlatılırsa
bir şey söyleyebilir; kendi başına kaldığında suskundur, arkaik
olan. Ancak ödeşm em iş, gelişm em iş, kısaca, ütopik b ir kuluçka
olarak, gündüz d ü şü n d e m assedilecek gücü vardır; kendini ona
kapatm am a kudretine erişebilir. Fakat b u haliyle de, sadece bu
haliyle olsa bile, özgürce yol alm aya, sakın m ak tan ko ru n m u ş
bir Ego’ya, dünyayı iyileştirm eye, sona k ad ar gidişe ehildir. Ar­
kaik kuluçkanın aslında ü to p ik b ir nitelik taşıyabileceğinin id­
raki yani, nihayetinde gece ile gündüz d ü şü n ü n içiçeliğini açık­
lar, düş oyunlarının parça parça m ü m k ü n olan içiçeliğinin hem
açıklam asını hem çözülm esini sağlar. Tabii, uyanıkken kurulan
fantezi daim a önceliklidir: Ü topik olan A rkaik’e teslim olmaz,
Arkaik, hesabı verilm em iş bileşenleri nedeniyle, Ü topik’e teslim
olur gerekirse; her tü rlü başka içiçelik ve b u n u n h er tü rlü başka
açıklaması, sadece görünüştür. Tasarlananı bitirm ek zaten gün­
düzün işidir; Tebasına uykusunda arm ağan veren şüpheli Tanrı,
ifade için A pollo’ya ihtiyaç duyar; gerçi b u h arları ve kehaneti
tanıyan, fakat onları m ağlup etm iş ve hizm etine alm ış olarak ta­
pınağında b u lu n d u ra n A pollon.49 Yoksa fantezi, Jung ve Kla-
ges’in anlayışıyla, tam am en ta rih -ö n c e sin e g id erd i - ü ste lik
o n u n rom antize edilm iş, çarpıtılm ış b ir biçim ine. Dahası, ancak
gündüz ışığı, gece düşlerinin m ucizevî bir etkide b u lunan m al­
zem esinin, aslında tüm üyle arkaik olanın, açılm asını sağlar. Ve
bu malzeme, ancak kendisi de üto p ik -y an lış biçim de ü to p ik -
oldugu için ve öyle olduğu ölçüde, malzem e işlevi görür. Yani
geriletm enin sanat açısından kazançlı b ir biçim de v uku bu lm a­
sı, ancak ark etip te de bir H enüz-O lm am ış, bir G elecekte-O lm a-
sı-M üm kün saklı olduğu zam an m ü m k ü n d ü r. Aksi takdirde ge­
cenin zem ininden bakan hazineler, sam ana ve k u ru m u ş koza­

49 Eski Yunan mitolojisinde Apollon kahin, ‘bilici’ Tanrı’dır. Apollon tapınağı,


karbondioksit gazının yeryüzüne çıktığı bir yerde kuruludur.
135
laklara dönü şü rler, R übezahl'in50 hediyeleriym işçesine. Fakat
gündüz d ü şü ve o d ü şü n kavradıkları, lab iren ttek i m edusalar
yerine İnsanî m eseleler içerir. G ü n d ü z düşleri d ah a iyi kısm ı
seçm işlerdir; hayli değişken yetenekler ve niteliklerle de olsa,
önceden yaşayan bilincin sahasına yollanırlar.

Tekrar düşe eğilim :


G ü n d ü z düşlerinin m ed y u m u o la ra k “ruh h a li”

U yurken beden karanlıktadır, ancak uyanıkken hisseder insan


onu. Ö ncelikle sıh h î durum a d air duyguda [âfiyet] hissettirir
kendini; salt bedensel hallerin, o duygu içinde farkına varılır.
Ama onların da silik, bulanık bir biçim de varılır farkına, henüz
bedenin belirli b ir kısm ıyla veya bedensel acının ya da hazzın
özel bir tarzıyla ilintilenm eden. Gevşek, hasta ve sağlıklı d u ru m ­
lar vardır, insanın kendini iyi hissettiği ve fena hissettiği du ru m ­
lar vardır,' ama um um î vaziyet olarak böyledir bunlar; belirgin
bir mide ağrısı, dile veya erojen bir bölgeye odaklanm ış özgül bir
zevk hissi bu genel durum içinde hem en fark ettirir kendini. Ve
sıhhî d u ru m “keyfe bağlı" değildir, ru h halinden farklı olarak;
çü n k ü ru h h a li gibi asli g ü d ü duygularının veya duyuların karı­
şım ından m üteşekkil değildir. Sadece bedende olup bitenlerin
kaynayışı vardır onda, özellikle iç organlar hissedilir ya da kan
dolaşım ı -a z veya ç o k - bilinçaltında hissettirir kendini; fakat a r­
dında kendi Ben’in in d u rd u ğ u duyusal hisler yoktur henüz. Bu,
“âfiyet”in daha ziyade organik nitelikli du ru m duygusunu, çok
d aha fazla benvâri o lan “ru h hali"ninkinden ayırdeder. Bir taraf­
ta organların duygularını haber veren bir m uğlaklık vardır, diğer
taraftaysa insanın keyfine göre-kaprisince ilkin bir dibine d ü ştü ­
ğü duyusal duygulan bildiren bir muğlaklık. Afiyet hali, her ses
gibi, çok sayıda doğa olarak verili ve düzensizce birbirini izleyen
tınıların bir karm aşasından oluşan bir uğultuya benzer. Ruh hali,
bir m üzik parçasının icrasından önce tek tek pasajları k o puk ko­
p u k ve eşzam anlı çalan bir orkestranın yarattığı ses karm aşasına
benzer; doğal tınılar değildir bunlar, arkalarında m üzik yapan,

50 Rübezahl: Eski Alman efsanelerinde, Silezyalı dağ cini.


136
besteleyen bir Ben'in bulunduğu unılardır. Ruh halinin âfiyet gi­
bi yeraltın d an gelircesine b o ğuk bir “dip sesi” y o k tu r ayrıca;
o n u n “dip sesi” sallantılıdır, hava gibidir, atm osfer gibi; âfiyet
halinin hiç böyle yakın kom şu olm adığı aşırı uçlara kayabilir
(“sevinç çığlıkları göklere erişm ek, ölü m ü n e k ederlenm ek” gi­
bi). Dahası, her ru h hali, k o k u verici m addelerin yayılmasını h a­
tırlatan tu h a f bir genişlik arzeder. Th. Lipps, tam da bedenin âfi­
yet haline yabancı olan b u genişliği vurgular. Ö rneğin “neşelilik”
vakasında “belirli bir yaşantıdan kaynaklanan neşenin, hissedilir
biçim de, psişik yaşantının tüm ü n ü kapsayan bir ru h haline doğ­
ru az veya çok genişleyen yayılm asını” not eder (Leitfaden der
Psychologie [Psikoloji Rehberi], 1903, s. 271). Veya daha yeni bir
tasvir (am a yine de gelip çatm ış olan Bollnow51 tarzı varoluşçu
ru h halinin tazyikiyle kıvranm ayan): “Ruh hali, yaşam duygu­
m uzun görece sebatkâr atm osferik temelidir; özel bir renk taşı­
yan değişken algılamalar o n u n üzerinde belirirler, tasavvurları­
mıza ve davranışlarım ıza da işler bu atm osfer.” (Lersch, D er A u f-
bau des Charakters [Karakterin İnşası), 1948, s. 41) Bu atmosfe-
rik-geniş ve aynı zam anda m uğlak özü nedeniyle ru h haline iliş­
kin duygu, ilkin tutu n m u ş olduğU Ben’in bile ötesine kadar uza­
nır. Bir odanın, b ir m anzaranın “ru h hali" varm ış gibi g ö rünür -
insan duyusal hali itibarıyla ne denli kararsız, yani m uğlak ba­
karsa, o denli kararlı biçim de öyle görünür. Öğlen aydınlığı pek
uygun değildir buna, k u şlu k vakti daha uygundur, en rahatı ise
akşamdır. Fırtınalı ru h h ali m eşhurdur (ilk yıldırım la geçer). Da­
ha az uyg u n olanlar, deniz gibi basit b ü y ü k nesnelerdir; orm an
gibi, bir b ü tü n o larak görülm esi görece zor olanlar daha uygun­
dur. Bu arada, kendini bu denli dışarıya çeken ruh hali genişliği­
nin, dışa d ö n ü k bir doğa duygusu olarak da asla eklemli bir şe­
kilde ortaya çıkm adığı, bir um um iliğin dalg a boyunda kaldığı,
hiç unutulm am alıdır. Ruh halinin aslî niteliği, ancak m uğlak bi­
çimiyle, m utlak olarak görünm esidir; h içbir d urum da hâkim -
baskın bir duyudan değil, henüz nihayete erm em iş duyusal duy­
guların kendi içinde geniş bir karışım ından meydana gelir. Tam
da bu özelliği ona pek kolayca gökkuşağının b ü tü n renklerine

51 20. yüzyıl başı Alman felsefeci eğitim teorisyeni.


137
bürünm eye hazır b ir öz kazandırır; aynı zam anda pek kolayca,
salt izlenim ci b ir yaşantı deneyim i gerçekliği (Debussy, Jacob­
sen) olarak, - b i r m ü zik parçasının icrasından önceki ses karm a­
şasının da ötesinde, hiç yoğun bir sıkılık olm adan d a -, kendini
sunm asını ve k e n d i biçim i dışına çıkm asını sağlar onun. Heideg-
ger’in temeli de, o nu taşvir ettiği ve aynı zam anda ona teslim ol­
duğu oranda, b u izlenimci takribıliktir. Bu Boğukluk içinde He-
idegger’in deyim yerindeyse totolojik üstülüğü, “v aroluşun öte­
den beri, b ir ru h haline sokulm uş [olarak b u lu n d u ğ u n a]" dikkat
etm iş olm asıdır - birisin in , n e o ld u ğ u ve n e olacağına ilişkin
başlangıçtaki b ir bilgisi anlam ında. Başlangıçt^a/kaynakta, algıla­
yıcı bir kendini o halde bulm a hali yoktur buna göre, b u n u n ye­
rine, belirli bir ru h hali içinde kendini hissetm e [âfiyette olma]
vardır: “O ntolojik olarak ‘ru h d u ru m u ’ başlığı altında işaret etti­
' ğim iz şey, ontik [varlıksal] olarak en bilinen ve en gündelik şey­
dir: ru h hali, havasında olm ak.” (Sein und Z eit [Varlık ve Za­
m an], 1927, s. 134) M am âfih Heidegger bu ifşaatindeki boğuk-
luğun, m eyus tereddüdün, aynı zam anda da Düz olanın ilerisine
geçememiştir. R uh hali ile âfiyet hali ayrışm am ıştır burada; bu
ayrışm am ış hayvanı dalgalanm adaki düzlenm işlik, ru h haline
bağlı olarak da O luş’u n u (yaşanm ış â n ın karanlığını, buna sonra
geleceğiz) asla ‘Var' olarak kendi önüne getirm eyen, sahiden do­
laysız Existere'nin [varoluş] karanlığına ilişkin h e r tü rlü sezgiyi
engeller. Böylece, özel b ir ilgiyle M eyus Edici olan, ru h halinin
her tü rlü ışık tutucu eğilim inden alıkoyar, b u n u n yerine sadece
bastırılm ış olanı aktarm ak için yapar bunu: “Bozuk ru h hali ile
karıştırılm am ası gereken, sık sık insanı yakalayan m üsavi ve do­
n u k ‘havasında olm am a' hali öylesine az h içtir ki, o n u n içinde
Varoluş bizzat kend isind en gına getirir. Oluş, b ir y ük olarak aşi­
k â r hale gelmiştir... Ve yüksek ru h hali de Varoluş’u n aşikâr yü­
kün d en kurtarabilir; ‘havasında olm a’ im kânı da, o ndan k u rtar­
m ak suretiyle olsa bile, Varoluş’u n yük-olm a karakterini açığa çı­
karır." (I, s. 134) T üm insanlığa keder değildir, sadece ışıksız
kalm ış-um utsuz k ü çü k burjuvazinin kederi k avrar insanı; böyle­
si ru h h alin in “uçurum larına" ilişkin olarak, şu cüm leye gelinir
H eidegger’de: “V aroluşun uçurum larında su sk u n b ir sis gibi ora­
dan oraya savuran derin sıkıntı, tü m şeyleri, insanları ve kişinin

138
kendisini, tuhaf bir kayıtsızlık halinde biraraya getirir. Bu sıkın­
tı, B ütün 'ü n içindeki olm akta olanı açığa v u ru r.” (W as ist M e-
taphysik? [M etafizik N edir?], 1929, s. 16) Burada böylelikle ru h
hali, salt sönm ekte olan bir yaşamın, yani çökm ekte olan bir sı­
nıfın yaşam ının zu h u r edişi olmakla, arzu karakterini tamamen
dışlar. Arzu karakteri olm adan, duyuların o m uğlaklığı - k i d uyu­
lardan b irid ir- var kalamaz; ola ki, bizzat Heidegger'in teslim et­
m ek zoru n d a kaldığı gibi, “havasında olm am ak” biçim inde ol­
sun. Tam da uyanıkken görülen düşlerin renklendiricisi devre dışı
' kalır; ru h halinin, b u arada hiç de varoluşsal-antik b ir ilgisizliğe
kapılm aksizın ve varoluşsal-ontolojik açıdan nihilizm e düşm ek­
sizin şâirâne alacakaranlığını boyadığı araçtır bu. H erhangi sıra­
dan gün, tarihsel olarak çoktan sahneyi alm ış olan bile, “d o n u k
‘havasında olm am a' h ali”yle, hele ki güyâ “B ütün’ü n içindeki ol­
m akta olanı” açığa v u ran sık ıntıyla bezeli değildir. Böylesi bir
gündelik ru h hali, şayet m ünhasıran değilse esasen, makineleş-
m iş-kapitalist işletm eye aittir daha ziyade. Ve bu işletm enin için­
de bile, ‘havasında olm ama' halinin dışında ve o şekilde tahak­
k u k etm iş Varoluş'un şüphe götürm ez y ü k ü n ü n yanısıra, yaşa­
yan g ü d ü duygularının o tını karm aşası da m evcuttur; “ru h ha-
li”n in resm ini tam am layan budur, düşe, yani uyanıkken görülen
düşe eğilim de aracısını ilkin burada bulur.
U yuyanın, b ed en i k a ra n lık ta olm akla, âfiyet h aline ilişkin
duygusu da devre dışıdır. Hele Ben'i varsayan ru h halinde iyice
böyledir, şâirâne alacakaranlığa aittir bu, karanlık saatlere değil.
O da keza gevşemeyi talep eder, elbette, fakat uyuklam ayı değil
yolculuğa çıkm ayı arar. Ruh halinin göklerin m aviliğine meyle­
den bu durum u, gündüz düşü n e kıyasla şim diye d ek d ikkat çek­
m em iştir; b u n u telâfi etm ek gerekiyor. D onuk ‘havasında olm a­
ma' halinin kendisi henüz düşçü bir b ir hal olmayabilir; bozuk
ru h hali ve h a zsız d u y u ların karm aşası da, gündüz düşlerinin ge­
lişmesini kendiliğinden sağlayacak bir aracı olmaya yeterince el­
verişli değildir. Buna karşılık, tüm beklenti duyularının d ip sesi
olan, daha iyiye d ö n ü k sürekli heves, tam da bu bozuk ru h hali­
ni ferahlatmaya, yüksek bir ru h haline kaçm aya eğilim lidir. Ve
u ya n ıkken görülen düş im gelerinin kendini en rahat geliştirm esini
sağlayan aracı, tam bu geçiş noktasında, m ahzunluk ile neşe ara­

139
sında mukimdir. Kaçış ve yöneliş, savunma ve kendini veriş d u ­
yulan bu aydınlık-karanlık ru h halinde eşzam anlı olarak karış­
mıştır, böylelikle C ythera’ya52 doğru denize açılm an hâleyi oluş­
tururlar. G em inin küçük m ü m uazzam mı, dengesiz mi dikkatle
yol alan bir gem i m i oldugu, C ythera’nın sadece d u ru m u n d ü ­
zeltm esini m i yoksa şim diye dek duyulm am ış bir şeyi mi tem sil
ettiği, bir yaglı ekm ege satın alınabilecek bir şey m i yoksa tüm
dünyaya bedel mi olduğu: bütü n b unlar elbette ru h haline değil,
o ru h halinden çıkan yönelim duyularının gücüne ve içeriğine,
bu duyuların niyetinin tah ak k u k u n u önceden resm eden fantezi­
nin rütbe ve som utluğuna bağlıdır. Fakat aydınlık-karanlık ruh
hali her siren ışığında bakidir; bu tarz bir far ışığı uyanıkken gö­
rülen düşe uzun süre takılı kalır, b u düşlerin esasen biçim lendi-
rici olanlarının d erinliklerine kadar uzanır, hem olum lu hem
olum suz yönden. Yoksa o ‘havaya göre değişen’ şey olm azdı uya­
nıkken görülen düşlerde; ‘havasına göre değişen' şey hiç de izle­
nimcilikle, biçim lendirilm esi zayıf ve yüküm lendiriciliği zayıf
olan bu görece rahat ru h hali tarzıyla sınırlı değildir. Yoksa, ne
denli d u ru m sal olurlarsa olsunlar, gayet k atı biçim lendirilm iş
gündüz düşü im gelerine bile refakat eden lirizm olmazdı. Aydın-
lık-karanlık ru h hali, bu nedenle gündüz düşü eserlerinde sade­
ce D ebussy veya Jacobsen tarzı y u m uşaklıkla sın ırlı değildir.
Brahm s'ınki gibi tutuk ve çekiç darbeleri gibi tınlayan (D ördün­
cü Senfoni, tercihen son bölüm ) bir d u y u imgeleri m üziğinin de
içini doldurur; burada da, yum uşaklık yerine sertliği ve keskinli­
ği teşkil eder. Ancak kesinlik kazanm ış bir d u ru m d a ve buna
uyarlı o larak k en d in i atm osferden arınm ış bir şekilde sunabilen
b ir tasvirde, ru h halinin etkisi tavsar. O zaman tavsayan, izle­
nimci ve daha eskiye dayanan sentim ental, yani gökkuşağının
renklerini verirken asla kopuk kop u k duyuların ve bulanık hat­
ların ötesine geçemeyen etki olmaz sadece; keskin olanın atm os­
fe ri de, b u aracının tüm rom antizm iyle beraber aydınlığa kavu­
şur, artık o denli duru m sal olm ayanın, kesinlik kazanm ış olanın

52 Cythera/Kythira: Afrodit'in tapınağının olduğuna inanılan ada. Stephan Kin-


kele’nin 182l'de yayımlanan romantik eserinde, bir okul kurmak üzere bu
adaya giden ve aslındaAfrodit'in tapınağını arayan bir lskoç çiftin hikayesinin
fonunda, Yunan milli kurtuluş mücadelesi yer alır.
140
rahatça görülm esini sağlar. Sanatçının uyanıkken gördüğü düşte
tam am lanm aya doğru sürüklenen bir d u rum un, tavır alarak d u r­
du ru lm u ş en azından bir d u ru m u n , d urum sal olanı geri çevirdi­
ği her yerde, böyledir bu. Hareket ve zaman pathos'undan yok­
sun, sert billur haliyle olm ak-isteyen tüm h u zursuzluktan uzak
-yanıltıcı biçimde ‘havası olm ayan'- sanat çabasında da böyledir.
Adı ister Mısır rölyefi olsun, ister Bizans mozayiği veya sadece
Alfieri'nin klasizm i, bir C ythera'nın havası, G otik'in, B arok'un
veya sadece Byron'ın fırtınalı dünyasının havası k ad ar değildir
artık. Yine de b u n u n da tem elinde pathos olarak bir ‘hava’, bir
ruh hali vardır: Mısır sanatının içinde de h uzursuzluk vardır; o
huzursuzluğu dindirm esiyle, evet, arzu düşü vasıtasıyla, tek bir
taştan Requiem53 olm ak istem esiyle var eder o huzursuzluğu. Sa­
nat eserinin ‘anti-ru h hali' olma niyeti bile, fantezinin atm osferik
niteliği nedeniyle, ru h halinin tem ennâsına tabidir. Bu gündüz
düşü suyu her gündüz düşünde, fantezi d ü şünde vardır - en ni­
hayet kuruluğa eriştiğinde o n u terk-etse bile. Teyidi şöyledir: Bü­
tün gündüz düşlerinin, sertlikle, hele tahrik edici maviyle (gök
mavisi) başlayanların da aracı, aydınlık-karanlık ru h halidir.

Tekrar, beklenti etkileri (endişe, korku , ürkü n tü ,


u m u tsu zlu k , um ut, güven) ve u y a n ık k e n görü len düş

G üdü duygulan elbette artık o kadar ru h haline bağlı değildir,


öyle kalmazlar. Bu genel ‘havasında olm a' halinden ayrışır, “safi”
kıskançlığa, “açık” nefrete, “dayanaksız” güvene dönüşürler çok
geçmeden. Neşe örneğin, b u kaygısızca genel yaşam duygusu, bir
ru h halidir; keskin-parlak sevinç ise bir duyudur. Ve sadece m uğ­
lak olandan çıkmaz bu şekilde duyular, görece bağıntısız olandan
da çıkar. Demek, ru h haline bağlı aracı çekip gittiğinde de, uya­
nıkken görülen düş devam eder ses vermeye. Ama artık, beklenti
duyulanm n aracılığı içinde eyler öncelikle. Ö zel b ir duyu türü
olan beklenti duyulan, ru h halinin aracılığı içinde uyanıkken gö­
rü len d ü şü teşvik etm işlerdir zaten; böylelikle yeniden, ilerde
olacağı önceden yaşamaya dön ü k kuvvetli yönelimleriyle, doldu­

53 Ölülerin nıhlan için okunan dua.


141
rulm uş duyulardan farklılaşan duyular olarak görünürler (karş.
s. 94). B ütün beklenti d u y u la n m n yönelim i, önceden istikam et
göstermeye dönüktür; içeriklerinin zam ansal çevresi ise, gelecek­
tir. Gelecek ne denli yakınsa, beklenti yönelim i o denli kuvvetli,
“yakıcıdır”; beklenti yönelim inin içeriği yönelim h alindeki Ken­
d ilik ile ne d en li kapsam lı ilişkiliyse, o denli m u tlak biçim de
kendini k a p tım ona insan, o yönelim o d enli “d e rin ” b ir şekilde
tutkuya dönüşür. Endişe ve korku gibi kendini muhafazaya dö­
n ü k olum suz içerikli beklenti yönelim leri de, böylelikle, u m u t­
ta n aşağı kalm adan, tutkuya dönüşebilirler. O durum da, dışardan
bakanlara “abartılı” görünürler ve patolojik vakalarda öyledirler
de. Zam an zam an, gerçek d u ru m la ilgili m alûm atsızlık onları
“a şın ” gösterir, nesnelerini “büyüterek". Ama o zam an bile bek­
lenti d u y u su o nu “tem ellen d iren ” tasavvur içeriğinin ötesine
uzanır; beklenti içeriği, sözkonusu verili tasavvurun içeriğinden
daha “derin ”dir. H er endişe, gerçekleşm esinin m ütem m im cüzü
olarak, m utlak yokoluşu içerir, o haliyle hiç olmamış olanı, ce­
hennem in sökün edişini; h er u m u t en yüksek tyi’yi içerir, o h a ­
liyle hiç olmamış olan saadetin sö k ü n edişini. Salt tanıdık olanda
“tem ellenen” ve en fazlası kendi nesnelerinin “sahici olm ayan”
b ir geleceğine yönelen, yani tastam am gözünün önüne getirilebi­
len, nesn el b ir yenilik içerm eyen içi dold u ru lm u ş duyulardan
(kıskançlık, açgözlülük, perestişkârlık) beklenti d u y u lan n ı ayı­
ran, nihayetinde budur. D oldurulm uş d u y u lan n yönelimsel içe­
rikleri, H usserl’in b ü tü n duyular hakkında yanlış biçim de söyle­
diği gibi, “vaz’edilm iş [konulm uş] b ir ufu k ta” yer alırlar. H atırla­
m a tasavvurunun ufk u du r bu; ileriye doğru uzanan, yani sahici
fanteziye ve nesnesinin m ü m k ü n ü olan “sahici" geleceğine yöne­
len u m u t tasa^vvurundan farklıdır. G erçi h er yerde, hatırlayıcı ta-
sa^vvurda da, yönelim i yoluyla aynı zam anda b ir beklem enin et­
kisi vardır ve b izzat Husserl, beklenm edik b ir biçim de, şu n u sap­
tar: “K ökeninde k u ru cu olan h er süreçte, gelm ekte olanı kendi
içinde boş b ir biçim de inşa eden ve kavrayan beklentilerin ru­
huyla doludur." (Z ur Phânomenologie des inneren Zeitbew ufltseins
[İçsel Zam an Bilincinin Fenom enolojisi Ü zerine], 1928, s. 410)
Ne var ki b u “önseziler" hafızadan ve orada “tem ellenm iş” olan
duyulardan çoktan alm ışlardır kendilerine ait olanı, tek ufukları

142
“yeniden hatırlananın geleceğine yönelmiş ufuk"tur; sahici olm a­
yan geleceği ile, tam da “vaz'edilmiş u fu k ”tu r bu. Oysa beklenti
duyuları ve onlara uzam daki nesnesini arzeden sahici fantezi ta-
sa^rnru, bu uzam ı aynı zam anda belirlenm iş bir zam ansal uztım
olarak kaplarlar - yani, zam anda, gücünden hiç kaybetm eksizin
zamansal olanla, sahici ‘gelecek' denenle. Buna göre her beklenti
duyusu, ön planda sadece sahici olm ayan bir geleceğe yönelse bi­
le, nesnel açıdan Yeni olanla bir bağlantıya yetenekli olacaktır.
Beklenti d u y u su n u n böylece önceden yaşadığı gündüz düşlerine
zım nen aktardığı yaşam, budur.
Sadece ru h haline bağlı olm ayan her güdüsel duygu, kendisine
dışsal olan bir şeyle bağıntılıdır. Ama tabii- burada içsel çalkantı­
nın terk edilişindeki hız ve kuvvet, değişir. Hk ve temel olumsuz
beklenti duyusu olan endişe, ru h haline en bağlı, en belirsiz duyu
olarak başlar. Endişe dolu olan, o nu ürperti veren Bir Şey'i asla
belirgin biçimde görmez önünde veya etrafında; bu duygu sadece
canlı ifadesiyle değil, nesnesi itibarıyla da titrektir. Freud endişeyi,
belirtildiği gibi, ilksel olarak doğum edim ine, nefesteki ilk daral­
maya (angustia), anneden ilk ayrılışa dayandırmıştır. Buna göre,
sonraki her endişe duygusu, sıkıntıya ve tabi olmaya ilişkin bu
ilk-yaşantıyı tazeler; b ü tü n tehlike durum larına verilen tepki, hat­
ta ölüm korkusu bile, salt özneldir ve o yaşantıya geri dönüştür.
Fakat, yaşam k o rkusu gibi ölüm korkusunu da K endi'nden kay­
naklanarak bol bol canlandıran -şay et bizzat imal edem iyorlarsa-
mevcut toplumsal koşullarda, olum suz bir bağıntı içeriği, yani en­
dişenin onsuz kendini inşa edemeyeceği nesnel endişe kaynağı,
burada hiç hesaba katılm ıyordur. Beri yandan H eidegger gerçi
kendi Endişe'sini geriye/eskiye götürm ez; fakat o da b unlar üze­
rinden, aynı şekilde ilksel nitelikli olan olum lu beklenti duyuları­
na yönelen bir sorgulamaya girişmez - ki bunlar olmaksızın endi­
şenin varlığı, dağsız bir uçurum ne kadar olabilirse, ancak o kadar
m üm kündür. Heidegger b u n u n yerine endişeyi m utlak olana, her
şeyde mevcut bulunan ayrımsız “N elik”e [mahiyet, töz], varoluş-
sal “temel ru h haline” dönüştürür - ve insanı iyice öznel olarak
tekleştirecek, onu b ir solus ipse54 olarak kendine geri götürecek

54 Yalnız Kendilik.
143
bir tarzda yapar b u n u . Buna göre endişe insana “en kendine has
Dünyada-O lm a" halini açar; ama ‘Ne Ö nü n d e’s i var, “endişenin
önünde endişeye kapıldığı yer, bu D ünyada-O lm a halinin kendi­
sidir” (Sein und Zeit, 1927, s. 187). Ve ‘Ne Ö nünde' [Neden] oldu­
ğu, endişenin içinde çözüldüğü yerin aynısıdır, yani Hiç’tir, “Bir
şey değildi”dir; bizzat Kendilik, “Hiç'in üzerine doğru sarkar".
BöyleCe endişe dolaysızca ve par excellence 55 olarak Hiç'i sürer
öne, Tekinsiz-Olm a'nın tem el zem ini olarak, tüm D ünyada-01-
m a'nın Ölüm e-D üşm üşlüğü olarak. Endişenin “temel kendini his­
setme hali” Heidegger'e göre tam da b u u çurum u açar; oradan da,
“tüm varolanların gerçi çoğunlukla gizli olsa da sürekli titreyişi­
ni”. Heidegger, bol bilinçli yaşantı-dolaysızlığıyla (Erlebnisserei;
yaşantılamacılık), ama aynı zam anda, diyebiliriz ki bol duyu kap­
macayla, üstü n e üstlük, felsefenin dilbilim den utanm asına ve hiç­
b ir şey de elde edememesine yol açan, salt kelim e anlamı yoru­
m una dayanan m uazzam bir yığınla, metafizik acemiliğin dışın­
da... velhasıl endişe ontolojisiyle, anlaşılan sadece çökmekte olan
bir toplum un “temel kendini hissetm e hali"ni yansıtır ve m utlak­
laştırır. K üçük burjuvaziden, norm al hal olarak sürekli kriziyle,
tekelci serm ayenin toplum unu yansıtır; sürekli krizin tek seçene­
ği savaş ve savaş üretimidir. B ütünlüğünü kavrayamadığı doğada­
ki ilkel insanın “Evinde-Olm am a” hali, tekelci serm ayenin biha­
ber kurbanı bakım ından, onun toplum uyla, içine konduğu devasa
yabancılaşmış işletmeyle ilgili olarak sözkonusudur. Ama Heide g-
ger, metafizik acemiliğine denk bir sosyolojik bilgisizlikle, bu en­
dişeyi, insanın temel kendini hissetme haline çevirir; güya daima
ve her yerde ve geri döndürülm ez biçim de içine fırlatılmış b u lun­
d u ğ u Hiç'i de içerecek şekilde. Heidegger'in endişe-herm enötiğin-
den geriye kalan tek şey, en iyi ihtimalle, bihaberlik olarak endişe
ile, küçük burjuvaca keskinleştirilm iş bir tü r yakınlık ilişkisidir.
“Tehdit edenin Hiçbiryerde oluşu karakterize eder, Endişenin ‘Ne
Ö nünde [Neden)' olduğunu" (1. c., s. 186); gerçekte, daha doğuş­
tan, olum suz olarak Belirlenmemiş’in beklentisidir o. Endişeye
yol açanın ve sebep teşkil edenin kaynağı her yönde olabileceğine
göre, onun en fâş edici görünüm leri, hayalet k o rk u su ve gece ü r­

55 Kendine mahsus.
144
pertisi olm uş olmalıdır. Bugün ikisi de ete-kemiğe b ü rü n m ü şam a
karanlıkta iş gören canavarlar ve kâbus gördüren habis ruhlarla
ikame edilmektedir. Şu da var ki, dem ek endişe henüz belirgin bi­
çimde kendi D ışsal'ıyla bağıntılanm ış değildir. İkinci olum suz
beklenti duyusundan, Korkudan, onun ani-yoğunlıİşmış tarzı olan
ürkm eden ve arttırılm ış-yoğunlaşm ış tarzı olan Dehşetten farklı­
dır böylelikle. Bunda tehdit, önceki deneyimle bilinen en az bir
istikam etten gelir, dahası korkuyu yaratan şey uzamsal bakım dan
öylesine görünürdür ki, onun ne tarz bir darbe vuracağına hatta
çıkagelişine hazırlıklı olunabilir. ‘Ne Ö nünde [Neden]' [sorusu],
korkunun karşısına tastam am ve üstelik aniden dikilecek olursa,
yani ürkm enin daha d ü şü k dereceleriyle Dehşet oluşursa, bu d u ­
yuların aniliği, bunların da beklenti d u yulan olduğunu gözden
kaçırm am alıdır - h er ne k ad ar d u ru m a göre (asla her zam an de­
ğil) ilkin kendi nesnelerinin statu nascendi’s iyle56 doğm uş olsalar
da. Beklenti olm adan hiçbir şey dehşet salamaz, hiçbir şey korku­
dan bayıltamazdı. Tıpkı arkadan vuran bir kurşun gibi, beklenti
yönelim leriyle tam am en uyum suz b ir hadise de hiçbir duyuyu
uyarmaz. Gerçi baygınlığa, körleşmeye (şayet hadise sağ atladıl-
dıysa), yani bir şok olması itibarıyla ürkm eye ait bulunan beden­
sel teessürlere yol açabilir, fakat kendini aslen dehşet ve ürkm üş
hissetmesini sağlamaz; zira bu durum , bu hisse yönelik bir bek­
lentiyi gerektirir. Zaten bizzat b u beklenti de kendi nesnesinin şa-
şırtıcılığını o kadar az dışlar ki, şaşırtıcılığın duygusal karakteri,
ister olum suz şaşırtıcılık olsun ister olumlu (“m ucizevî-harika"),
bir beklentinin hazırlığı olmaksızın husule gelemez bile. Dehşetli
olanm eyleme geçirilmiş beklentisi ise doğrusu kısadır; tıpkı k o r­
ku gibi, sünecek olursa, ama b u n u da nesnenin tam am en belir­
lenmiş (zamansal kaçınılm azlık, içeriğin tanıdıklığı) olduğu ko­
şullarda yaparsa, k o rk u n u n en uç, en sert sınır biçimi, mutlak
olum suz beklenti duyusu girer devreye: um utsuzluk. Ve endişe de­
ğil ama ancak o, um utsuzluk, sahiden Hiç'le bağıntılıdır. Korku
henüz sorarak-salınarak, henüz ru h haliyle, belirsiz olanla ve nes­
nesinin tamamlanmamışlıgıyla belirleniyordur, oysa um utsuzlu­
ğun ruh halinde bir kat'ilik, nesnesindeyse katiliğin dışında âdeta

56 Reaksiyona girmeye müsait durum.


145
bir tanım lanm ışlık vardır. Aşılmış beklentidir o, dem ek olum su­
zun beklentisidir, hiç şüphe götürmez olanın beklentisi; bunun
içindir ki, onunla kapanır olum suz beklenti duyuları dizisi. Bu
duyularla ilgili uyanıkken görülen düşlerin tü m ü (sadece dehşe­
tin bir d üş yaratacak vakti y o k tu r), neticede hep olum suz bir
m utlağın etrafında dönerler: cehennem i olanın.
B ütün bunların içinde ve arkasındaki olum lu beklenti d u yu la n ,
tamamıyla zıt görünürler. Elbette sayılan çok daha azdır, şim di­
ye dek onlara uygun fazla vesile yoktu. Bunlar sadece iki tanedir:
K orkuyu yok eden U m ut ve um utsuzluğa karşılık olarak da G ü­
ven. H arekete geçm iş haliyle U m ut ile korku arasında, ru h haline
bağlı olm aktan gelen bir ortaklık vardır: Gece evsizliği gibi değil
de, üzerine Auroravâri alacakaranlık dök ü lm ü ş gibi. Bu, Thom as
M ann'ın Venedik’te ölüm ’ünde, m anzaranın yankısında veya yan­
sım asında bilhassa isabetle tasvir edilm iştir; sabah kızıllığının ta­
rifsiz güzellikteki serpilmesi, uzaklardan görünen Arpeggio ante
îucem'iyle.57 Fakat u m u t yine en kesinlikli duyulardan biri ola­
rak, her ru h halinin ötesindedir; çü n k ü değişkenliği azdır, yöne­
lim i çok karakteristiktir ve ne ruh h aline ne de olum suz beklenti
duyularına uyacak şekilde, m antıki-som ut düzeltm e ve bileyle-
meye yeteneklidir. Dolayısıyla u m u t sadece endişenin karşıtı bir
kavram değil, aynı zam anda, duyu özelliğini yitirm eksizin, hatır­
lam aya da karşıttır; bu, salt bilişsel bir edimle ve tasarım sal özle
bir ilinti dem ektir - başk a h içb ir duyuya açık değildir bu. Ve en ­
dişeye, h atta um utsuzluğun H iç’ine öylesine kararlı b ir güçle tu­
tum alınır ki, ‘um ut korkuyu boğar', der insan. U m udun hiçbir
“varoluşsal analizi", ondan bir “ölüm e koşan kararlılık" çıkara­
mayacaktır, şayet sahiden b ir Corrumpere58 analizi değil de B ıs -
tere analiziyse bu. U m ut, tersine, tam da ölü m noktasında kendi­
sini bir ışık ve yaşam [kararlılığı] olarak tasarlamıştır, son sözü
başarısızlığa verm eyen; yönelim inin pekâlâ bir içeriği vardır: da­
ha kurtuluş vardır - ufukta. “Tehlikenin olduğu yerde kurtarıcı
da yetişir" - H ölderlin'in bu dizesi, ölüm noktasındaki k o rk u ­
n u n kaybolduğu olum lu-diyalektik d önüm ânını verir. Gerçi çı­

57 Gün doğumundan önce arpej. Arpej: seslerin eşzamanlı değil kısa aralıklarla
arka arkaya verildiği feırık akor.
58 Mahvoluş, yok ediş.
146
kış/son belirsiz kalır yine, tıpkı korkuda olduğu gibi; fakat bu
belirsizlik kork u d ak i gibi pasif kaygıyla, d ert taşım akla, Hiç'in
bulunduğu geceyle sınırdaş değildir, insanın d o stu olan gündüz­
le sınırdaştır. Tehlike ve inanç u m u d u n hakikatleridir, öyle ki
ikisi de onda toplanm ışlardır ve tehlikede k o rk u yoktur, inançta
da dünyadan kopm uş tembel mistisizm. U m ut bu itibarla niha­
yetinde pratik, m ilitan bir duyudur; bayrak açar. Hele bir de gü­
ven çıkarsa u m uttan, o zam an m utlak olarak olum lu hale gelm iş
beklenti duyusu hazır ve nâzır dem ektir veya neredeyse öyledir;
um utsuzluğun karşı k u tb u d u r bu. Tıpkı o n u n gibi, güven de hâ­
la/henüz beklentidir, aşılmış haliyle beklentidir, hiç şüphe duyul­
mayan bir sonucun beklentisi. Fakat beklenti yönelim i U m u t­
su zlu k duyusunda sadece bir ceset iken, Güven duyusunda, da­
m adın odasına girerken yanında getirdiği beklentisini bir kenara
bırakan akıllı bir bakiredir. U m utsuzluk, bütün olum suz beklen­
ti duyularının yaklaştığı o Hiç'e neredeyse tam am en değer; G ü­
venin ise, sahici-olm ayan bir gelecekle tıkanm ış en zayıf u m u ­
dun bile esastan ilişkili olduğu o H er Şey vardır ufkunda. U m ut­
suzluk, ondaki Hiç'in, niyeti/yönelimi, çöküşten emin bir bilince
dönüştürm esiyle aşkınlaşır; Güven ise, ond ak i H er Şey’in niye­
ti/yönelimi selâm etten em in bir bilince. Demek olum suz beklen­
ti duyulan ve onların ü topik imgeleri neticede kendi M utlaklan
olarak Cehennem i O lana m eylederken, olum lu beklenti duyuları­
nın m ey lin in n ih âi nesn esi aynı k açın ılm azlık la C ennet G ibi
olandır. Aynı şekilde: G ündüz d ü şü n ü n genel aracısı [medyum]
ruh hali ise, beklenti d u yu la n (kıskançlık ya da hürm et gibi dol­
du ru lm u ş duyulara çıkılan katlarla beraber) gündüz düşlerinin
istikam etini verirler. Olacağı öngören tasan m lan n üzerinde yol
aldığı, sonra fantezinin b u n u n üzerinde kendi arzularının veya
(olum suz beklenti duyularıyla ilgili olarak) arzu-olm ayanlarının
yolunu inşa ettiği h attı çizerler. Arzu yolu, hedeflediği m anza­
rayla birlikte, bir um ut yolu olarak daha zengin değildir, fakat
arzu-olm ayanın ve k o rk u n u n yolundan aşikâr b ir biçim de daha
fazla sevilir ve daha canlıdır - en azından, karanlıktan aydınlığa
çıkmaya çabalayan cinslerde. H er iki gelecek-benzeri yönelim ,
gerek bek len ti d u y u la rın ın k i gerek b ek len ti tasarım larınınki,
m antıken b ir Henüz-Bilincine-Varılm am ış'a, yani doldurulm uş

147
olmayıp öngörücü olarak tanım lanm ası gereken bir bilinç sınıfı­
na dek uzanır. Uyanıkken görülen düşler, sahici geleceği içerdik­
leri ölçüde, hep beraber Henüz-Bilincine-Vanlmamış'a, olmamış-
doldurülm am ış veya ü to p ik sahaya doğru çekerler. O nun m âhi­
yeti, öncelikle de psişik olarak nasıl k urulm uş olduğu, incelen-
melidir: pekâlâ cum ira et studio, ileri yönelm iş fanteziden yana,
ona psişik yakınlaşm anın nesnele-benzer b ir biçim de m üm kün
kıldığından yana taraf olarak. Ç ünkü ancak Henüz-Bilincine-Va-
nlm am ış’ın keşfiyledir ki, beklenti* özellikle de olum lu beklenti,
rütbesini elde eder: gerek duyularda gerekse tasavvur ve d ü şü n ­
celerde ü to p ik bir işlevin ifade ettiği rütbedir bu.

15
H E N Ü Z - B l L l N C l N E - V A R I L M A M I Ş ’I N K E Ş F İ
VEYA
İLERİYE D O Ğ R U A LA CA K A RA N L I K

Y E N İ B İ L İ N C İ N S I N I F I VE Y E N İ O L A N I N
BİLİNÇ SINIFI OLARAK
HENÜZ-BİLİNClNE-VARILMAMIŞ:
GENÇLİK, ÇAĞ DÖNÜMÜ, ÜRETKENLİK
Ü T O P İ K İŞLEV KAVRAMI, O N U N ÇIKARLA, İ D E ­
O L O J İ Y L E , A R K E T I P L E R L E , İ D E A L L E R L E , AL E -
G O R I LER LE- SEMBOLLERL E KARŞILAŞ MASI

Sarnıçlarda toplanan çeşmelerden taşar.


— William Blake

Ruha olan, çoğalan Ortaklıktır.


— Heraklit

îk i kenar

İçe bakış h içb ir . yerde eşit aydınlatm az. Işık tan tasarruf eder,
daim a içim izdeki belirli kısım lara aydınlık verir. İşaret d ü şü ren
ışının isabet etm ediğinin, bilincinde bile olmayız. Işını eğri açı­

148
dan alanın bilincine yarım varılır, dikkatin derecesine göre, aza­
larak veya çoğalarak. Bilinçli alan öylesine d ard ır ve b ü tü n çev­
resi boyunca karanlık kenarlara akar, onlarda çözülür. Ö ncesin­
de de, Ruhsal olan u n utulm aksızın, içindeki b irçok şeyin bilin­
cine varılmaz. Bir acının hissine varılm ayabilir böylelikle, dışsal
bir tesir, psişik açıdan pekâlâ m evcut olm akla birlikte, algılan­
mayabilir. Eşiğin altındadır, ola ki tah rik fark edilm eyecek ka­
dar zayıf olduğu için, ola ki dik k at başka bir şeyle m eşguldür
yani çelinm iştir, ola k i bizzat tek rar nedeniyle kuvvetli ta h rik ­
ler bile körelm iştir. Yani bilinçli alanda bile, hiç u n u tm a da ol­
m aksızın, daha karanlık, bilinçsiz veya bilincine çok zayıf varı­
lan yerler vardır. Bilincin asıl kenarları elbette salt zayıflatılm ış
bir yaşantı olan halihazır yaşayıp-görm ede değildir. Daha ziya­
de, bilinçli olanın sesinin uzaklaştığı yerde, U n u tu şta ve U n u tu ­
landa, yaşanıp görülenin k en a ra kaydığı, eşiğin altına düştüğü
yerdedir. Ve şimdi: başka b ir tarzda, U nutuş'a tam am en zıt ta­
rafta, şimdiye d ek bilincine varılm ayanın şafağının söhtüğü yer­
de de bulunurlar. O rada da bilincin b ir kenarı, b ir eşik vardır,
bu kez yüksek, az veya çok ileri uzatılm ış, arkası psişik açıdan
pek aydınlık olm ayan bir eşik. Bilinçli olanın sesinin uzaklaştı­
ğı eşiğin altında, bilincine varılm ayanın şafağının söktüğü eşi­
ğin üstünde ise görece bilinçdışı olan vardır; dikkatle kaydeden
bakış ilkin zorla, çok defa da b ü y ü k zahm etle yönelm ek zo ru n ­
da k alır ona. Gerçi Bilinçdışı ile Bilinçli O lan arasında olm aya
yeteneklidir: gerek artık fark edilm ez olanın A şağısı'nda, gerek­
se henüz kim senin idrakine gelm em iş olan Yeni'nin sökün etti­
ği yerde. H er ikisi de [bilincin] k enarlarından çekilip alınabilir,
az veya çok aydınlatılabilir.

B ilinçdışı ile B ilinçli O lan ara sın d a kin in ik ili anlam ı

Ruhsal yaşam akşam leyin ve gündüzleyin aynı biçim de çevre­


lenm iştir. Gece d ü şü u n u tu lm u şu n , bastırılm ışın içinde hareket
eder, gündüz d ü şü ise henüz asla bizzat tecrübe edilm em iş ola­
nın içinde. Bilinçli alanın d ışın d a yatana, yaklaşık ikiyüz yıldır,
genel olarak, Bilinçdışı denir. Ruhsal yaşam ın bilinçle örtüşm e-
diğini anlam ak, b ü y ü k b ir keşifti. Bilinçdışı sayılan, elbette, bi­

149
linçli olm aya yetenekli olduğu d ü şünülendir, mesela bir taş gibi
zaten bilinçsiz olan değil; yani, Bilinçdışı ile Bilinçlilik arasında
olandır. Ama böyle bakıldığında da, b u güne kadar, salt Bilincin
altında yatan, Bilincin diplerine doğru batm ış bir şey olarak an­
laşılm ıştır p sişik Bilinçdışı. Bu kavrayışa göre to rtu d a d ır Bilinç-
dışı; giderek daha fazla tenzil edilen Bilincin gerisinde başlar.
Bilinçdışı, dem ek, salt A rtık -B ilin cin d e-O lu n m a ya n 'd ır burada;
b ü yük beynin yitiklerinin yer aldığı ay ışığı m anzarasının tek
sakinidir. Buna bağlı olarak, psikanaliz o n u ‘Bilinçdışı ile Bi­
linçlilik arasın d a olan’ diye tanım ladığında da, yeni bir içeriğe
dair bir bilincin şafağının sökm esi değildir bu. Eski içerikleriy­
le, eski bir bilinçten ibarettir; eşiğin altına d ü şm ü ştü r sadece,
az veya çok düz bir hatırla tm ayla tekrar yu k a n çıkabilecektir.
Böylelikle Bilinçdışı F reud'da sadece U n u tu lm u ş olandır (onda
bu, aslında, Bilinçdışı ile B ilinçlilik arasında olandır, norm al
şa rtla rd a p ek âlâ B ilince çıkm aya m ü sa ittir) veya B astırılm ış
olandır (onda bu, asıl Bilinçdışı'dır, “sadece tasviri yönden d e­
ğil din am ik yönden de Bilinçdışı" olandır, pek öyle te k rar Bilin­
ce çıkarılm aya m üsait olm ayandır). G erçi geç d önem inde F re­
ud, u n u tu lm u ş ve bastırılm ış B ilinçdışının y an ın d a ü çü n cü bir
tü r d ah a o ld uğunu vurgular: “bizzat Ben'in içindeki" bir Bilinç-
dışıdır bu. “Ben'in b ir parçası, Ben'in ne kadar önem li olduğu­
n u T a n n ’n ın bileceği b ir parçası d a bilinçdışı olabilir, kesinlikle
bilinçdışıdır." Freud h em en ardından şöyle devam eder: “Ü çün­
cü türden, bastırılm am ış b ir Bilinçdışı vaz'etm ek zo ru nda adde­
diyorsak kendim izi, Bilinçdışılık k arak terin in bizim için anla­
m ın ın azaldığını ik ra r etm em iz gerekir." (Das leh und das Es
[Ben ve Id], 1923, s. 17) A nlam ı azalacaktır, çünkü, bu üçüncü
Bilinçdışı (F re u d b u n u n görünüm leri olarak, şaşırtıcı biçim de,
anlam lı tinsel üretim i d e verir) Bastırma şem asına uym az. Fa­
kat böylelikle o Bilinçdışı ile Bilinçlilik arasında olana da şöyle
b ir değ in ilip geçilm iş olur. B ilinçdışı ile B ilinçlilik a rasın d a
olan, öteki anlamıyla, Bastırılm ış b ir şeyin değil de Aydınlatıl­
m ası gereken b ir şeyin olduğu öteki yüzüyle, hiç m i hiç uymaz
F reud'un tasarım ına. Gece d ü şü A rtık-Bilincinde-O lunm ayan'la
ilişkili olabilir; b u sebepledir ki, ona doğru bastırır. Oysa g ü n ­
d ü z düşü, en azından d ü şü görenin gözünde, Yeni b ir şey ile,

150
hatta bizzat kendisi olarak, nesnel içeriği itibarıyla Yeni ile yük­
lüdür. G ün d ü z d ü şü n d e böylece b ir H enüz-B ilincine-V a rılm a -
mış’ın önem li belirlenim i [kesinliği] açılır; o n u n ait o lduğu [bi­
linç] sınıfıdır bu. G ündüz d ü şü n ü n son b ir psikolojik kesinliği
böylece açığa çıkar, şim di o n u yorum lam ak lâzım dır. Şimdiye
dek tüm üyle kavrayış d ışı kalm ıştır, öte y ü zü n Bilinçdışı'nın,
ileriye d ö n ü k alacakaranlığın bir psikolojisi y o k tu r henüz. Bu
B ilinçdışı, Yeni'ye h azır o lm an ın ve Y eni'nin ü re tim in in esas
uzanım ı teşkil etm esine rağm en, kayıtdışı kalm ıştır. Henüz-Bi-
lincine-Varılm am ış O lan gerçi keza hem Bilinçdışı ile Bilinçlilik
arasın d a olandır hem de U n u tu lm u şlu g u n ve B astırılm ışlığın
Bilinçdışı'sı; hatta o da kendi tarzında, tıpkı Bastırılm ış'ınki ka­
d ar m üşk ü l ve direnç gösteren b ir Bilinçdışı'dır. Fakat asla b u ­
g ü n k ü âyân-beyan bilinç değildir ona âm ir olan, yükselm ekte
olan m üstakbel bir bilinçtir. Henüz-Bilincine-Varılm am ış O lan,
dem ek m ü n h asıran G elm ekte o lanın B ilinçdışı ile Bilinçliliği
arasındadır, Y eni'nin p sişik doğum yeridir. K endini Bilinçdışı
ile Bilinçlilik arasında tutm asının nedeni de, o n u n kendi içinde
henüz tastam am âyân-beyan gelm em iş, gelecekten doğru şafağı
söken bir bilinç içeriğinin bulunm asıdır. Kimi du ru m da, ancak,
nesnel olarak d ü n y ad a oluşm akta olan bir bilinç içeriğidir bu;
D aha Ö nce H iç O lm am ış'm doğm akta olduğu ü retk en hallerde
hep böyledir. B unun içindir ki düş ileri doğru yönelm iştir; He-
nüz-Bilincine-Varılmamış Olan, yaklaşm akta olan b ir şeyin bi­
linç tarzıyla yüklüdür; özne, b o d ru m u n isli k o k u su n u değil sa­
bah havası alır.

H enü z-B ilin cin e-V a n lm a m ış Olan:


G ençlikte, çağ dönüm ünde, ü re tke n lik te

Bu Yeni Olan, taze havayla doludur, taze havaya d o ğru gider.


En iyi yerleri: G ençlik, d ö n ü şü m ü n eşiğindeki zam anlar, yaratı­
cı üretim . İçinde birşeyler saklı o lduğunu hisseden genç bir in ­
san, b ilir b u n u n ne anlam a geldiğini; ağaranı, bekleneni, yarı­
nın sesini. İçinde d önenen, kendi tazeliği içinde kıpırdayan ve
şimdiye d ek olm uş olanı, erişkinlerin dünyasını aşan birşeylere
çağrıldığını hisseder. İyi gençlik, kanatların ın olduğuna ve hak

151
olan her şeyin onun gürleyerek gelişini beklediğine, hatta hak
olanı zaten k en d isin in kuracağına, en azın d an hakkın k u rtu lu ­
şu n u n kendisi tarafından sağlanacağına inanır. Ergenlikle bera­
ber k ad ın lan n s ım , yaşam ın s ım , bilim in sırrı başlar; araştırıl­
mayı bekleyen onca raf p a n ld ıy o rd u r okuyan gençliğin ö n ü n ­
de. O acem ilik zam anı, ileriye d ö nük olanın ağarm asıyla d o lu ­
d u r, h e n ü z bilin cin e varılm am ış hallerdir y arıd an fazlası. Genç
insanlarda, yirm ibeş ilâ otuz yaşlar arasında, kesinlikle tehdit
altındadır o haller. F ak at o zam ana dek g en çlik ten alınanlar,
d ü n e ait olanın çürüm üşlüğüne tutulm am ış ve ona adanm am ış
insanlarda, daim a baki kalır - bakışlarının ö n ü n d e sıcak, aydın­
lık, en azından teselli sunan bir şey olarak. Farklı olm anın, da­
ha iyi olm anın, daha güzel o lm anın sesi gür ve aşınm am ıştır o
yıllarda, yaşam “g ü n d ü z ” dem ektir, dünya “bizim yerim iz”. İyi
gençlik, d ü şlerin in ve k itap lan n ın ezgilerini tak ip eder daim a,
o nları bulm ayı um ar; kırda ve şehirde orad an oraya savrulup
yolunu kaybetm eyi bilir, ateşli, gözü kara; ö n ü n d e u zan an öz­
g ü rlü ğ ü bekler. B u lu n d u ğ u yerde n d ışa rısın a olan h a sre ttir
gençlik, k ü flen m iş veya k ü flü g ö rü n e n d ışsal z o ru n lu lu ğ u n ,
am a aynı zam anda kendi ham lığının da, ötesine bakm aktır. Bir
erişkin olarak yaşama olan hasret güdüler genci, fakat tüm üyle
değiştirilm iş b ir yaşam olacaktır bu. Hele ki gençlik devrim ci
zam anlara d enk geldiyse, yani çağ dönüm üne, hele b ir de bugün
Batı'da onca sık görüldüğü üzere tersi dönm ediyse aldatılm ış­
lıkla, gayet iyi bilecektir ileriye d ö n ü k d ü şü n değerini, n e ler va-
adettiğini. M üphem , öncelikle de h u su sî nitelikli seziş, şu veya
bu derecede toplum sal olarak bilenm iş, toplum sal so ru m lu lu k
üstlenm iş olana d ö n ü şü r o zam an. B unun en geniş ö rn eğ in i bir
zam anlar, o n u n la b erab er Ç arlık’ın çöküşü için m ücadele e t­
m ek ü zere R us h a lk ın a giden Rus N a ro d n ik leri verm işlerdi,
hissi veya öfkeli b ir sabah kızıllığı içinde. Rus kasabasının tozlu
bulvarında genç k u rsiy e r k ızların ve öğrencilerin k o n u şm ala­
rında kuru lu y o rd u ütopya. Sonra ise, sosyalist berraklığın art­
masıyla , b ü y ü k şehirlerde işçilerle birleşerek, b ilin çteki ve ça­
ğın ü zerin d ek i sabah kızıllığı em in bir şekilde yayıldı. Ekim
D evrim i’n d en önce bir yarım yüzyıldan d a h a u z u n süreyle, eğ­
lencelik R us rom anı bile zihninde çağ dönüm üyle dolu gençli­

152
ğin tasviriydi hep . A lm anya, devrim ci g ençlerine, S tu rm und
D rang’da,59 M art Arefesinde60 sahipti ve şim d i yeni cu m huriyet­
te de vardır onlar, gözlerinin önlerinde hedefleriyle; G ençlik ve
H areket eşanlam lıdır b urada. Böyle zam anlar esnasında ve g ü n ­
celliğini k o ru rk en böyle zam anlar, sadece fizyolojik bahar duy­
gusu y o k tu r havada, fazlası vardır: D önüm zam anlarının havası
bunaltılı, y ü klüdür, fırtına yüklü b u lu tlar hapis gibidir havada.
Havayla veya d o ğ u m la ilgili m ecazlar en ço k b u zam an lara
uyarlanır b u n u n için: Fırtına öncesi sessizlik o larak ya da tarih ­
teki M art olarak veya en kuvvetli, so m u t biçimiyle: to plum un
yeni bir top lu m a gebeliği olarak. Bizim ki gibi zam anlarda dö­
nüm hali çok iyi anlaşılır: O n u n düşm anları, İtalya'daki ve Al­
m anya’daki faşistler b ile artık ancak devrim ci kılığına girerek
aldatabilirler insanları - ne cılız, m arazı bir ilkbahar güneşi...
Çağ dönü m leri bizzat tarihin gençlik zam anlarıdır. Yani, nasıl
gençlik öznel olarak o âna dek açılm am ış b ir yaşam sayfasının
ö n ünde gibi hissederse k e n d in i, ne snel olarak, yeni gelm ekte
olan bir to p lu m u n kap ıları önündedirler. Böyle b ir çag d ö n ü ­
m ü n ü n şim diye d ek b ir b ü tü n olarak kavranm aya en m üsait
num unesi Rönesans’tır, özellikle ideolojik-kültürel yanıyla da...
Başka hiçbir yerde olmadığı kadar belirgin bir biçim de, burada,
feodal top lu m u n burju v a-m o d em toplum a doğru değişim inde,
kalkışm a ve beklenti vardır, H enüz-Bilincine-V arılm am ış’m bi­
linçli sezilişi vardır. Incipit v ita nova:6' o zam anlar bu [şiâr],
psişik açıdan da çağın bir fecir çağı o ld u ğ u n u tasvir ediyordu.
H enüz ilerici olan girişim ci ayağa kalkarken, onu n la birlikte bi­
reysellik d u y g u su da dikiliyordu. U lusun bilinci ufu k tan yükse­
liyordu. K endilik bilinci ve perspektif giriyordu doğa duygusu­
na ve m anzara resm ine. Uzak dünyalar kendi kendine açılıyor,
yeni kıtalar çıkıyordu. G ö k yüzünün tavanı kalkıyor, sonsuzlu­
ğa yönelen bakışın ö n ü n ü açıyordu. O nbeşinci-O naltıncı yüzyıl
dö n ü m ü n e ilişkin b ü tü n tanıklıklar, m uazzam b ir Ö nden-Bilin-
cine-Varılanı, uzam ı H erk ü l'ü n - o zam ana kadar d ik ili- sütun-

59 Fırtına ve Tazyik. Almanya'da 18. yüzyılın ikinci yansında devrimci romantik


edebt akım.
60 1848 Devrimi öncesi dönem
61 Yeni hayat başlıyor.
153
la n n ın 62 ötelerine doğru genişleten bir şeyi gösterirler. Sanatın,
yaşam ın, bilim in tü m d en bir yenilenm esi başlam ıştır veya baş­
lam ış görünm üştür; g ü n ü n ağarm asına üç çeyrek saat kaldığına
dair bu [ruh h a li), yeterince geç vakitte am a yeterince fasih ola­
rak Bacon'm Novum Organon’u n d a görünür: “İş arasında istira-
hatte o lan insanların benim yolum da o rta k çalışm ayla büyük
şeylere erişeceklerini biliyorum . Yeni b ir dün y an ın sahillerin­
den rüzgârın böylesine kuvvetli ve aşikar bir biçim de estiğin­
d en bu denli em in olm asaydım bile, doğa bilgim izin sefil tıka­
nıklığından kurtu lm ay ı denem em iz gerekirdi.” Böylesi tarihsel
baharlarda, uygulanm a fırsatı arayan planlar, kuluçka halinde
düşünceler yarar havayı. Ö ngörü edim leri hiçbir vakit böylesi­
ne yoğun ve m üşterek olm am ış, b u n ların içinde geleceğin ön­
ceden sezilişi böylesine dolu bir içerik taşım am ış, yaklaşm akta
o lanın nabzı böylesine k a rşı konulm az biçim de hissedilm em iş­
tir. B ütün dönüm zam anları bu şekilde Henüz-Bilincine-Vanl-
m am ış'la d o lu d u r ve d o lu p taşar da; ve yükselen bir sınıf b u ­
nu n taşıyıcısıdır. Bu h a lin Rönesans'ı ardından id ra k eden ifa­
desi, G oethe'nin F au st'u n d ak i m onologdur; b u rad a d a taşk ın ­
lık, u y a n ık k e n g ö rü le n düş, sabah kızıllığ ı, İlerid e O la n ’ın
m uhteviyatıdır. K eza böyle zam anlar, verili gerçeklikte henüz
ancak rüşeym halin d e belirm iş so ru n lar yaratırlar. Ö rneğin Rö­
nesans, çağın, sonradan dehalar dönem indeki A lm anya'da çıka­
cak olan gelişm e eğilim lerini k azıp çıkarır, o n lara g ü n ü n ilk
ışıklarını, yeni gün ü n ışığını tutar. İnsan böyle zam anlarda be­
lirgin bir biçim de sabitlenm em iş, kesinleştirilm em iş bir varlık
olarak hisseder kendini, çevresiyle birlikte başlıbaşına bir ödev
olan bir varlık olarak ve gelecekle dolu koca b ir hazne olarak.
Hele yaratıcı üretim de nasıl b ir gün ağarm ası duygusuyla baş­
lar, nasıl da tuhaftır o duygu. Tinsel üretkenlik, yaratıcılık, bil­
hassa dolu g ö rü n ü r H enüz-B ilincine-V anlm am ış’la; yaratım da
güçlenen gençlikten gelir bu - gençliğin ö n k o şu lu d u r ve sürekli
faaldir. G ençliğin gençlik melekesi olarak hafifçe yitm ekte olan
başlangıcı, L enau'nun fısıldayan sazlarındaki gibidir:

62 Mısır'da, Atlantis'in girişini ve cennetin kapısını temsil eden iki sütun.


154
Ve diyorum ki, esiyor, duyuyorum
sessizce sesinin sadası
ve gö lcükte batıyo r
seviml i şa rkın.

Gençliğin devam ında O luşun m innettarlığı ve onun doğurgan


esrarlı imgesi vardır, G oethe'nin [Faust’ta] Tiyatro’n u n Ön p y u -
n u ’ndaki gibi:

O halde bana da geri vermelisin,


Oluş içinde olduğun o zamanları,
Yoğun ezgilerin kaynağı,
Hep yeniden doğurduğu,
Sislerin dünyayı perdelediği,
Tomurcukların mucizeler vaadettiği,
Ve ben, ovalan baştan başa kaplayan,
Binlerce çiçeği kopardığım zamanlan.63

G ençlik üretim de kalır, bitişinden sonra da öyledir, aynı his-


tedir, eserin sona erişinden son ra da güvencesiz pervasızlığın
veya pervasız ö n g ö rü n ü n k o k u s u n u alır; lirik şiir “D osta ve
düşm ana”daki K lopstock’ta olduğu gibi, “M esih”in başlam asın­
dan otuzüç yıl sonra:

Tüm susuzluktu delikanlının sıcak ruhu


ölümsüzlüğe susamış.
Uyandım ve düşledim
Gelecek okyanusundaki cesur seyahati.

Bir defa daha teşekkür ederim sana, eski refakatçim,


gösterdiğin için bana,
ne korkunç olduğunu oranın, dehamın.
Neydi altın asanın işareti? Yüksek direkli, yelkeni dolu şiirler
ama yine ürkütüyordu beni batıklar!

63 Bu dizeler, Nihat Ülner’in Faust çevirisinden aktarılmıştır (Öteki Yayınevi,


Ankara 1998, 5. baskı, s. 13).
155
Ciddileştim, yeise düşesiye, derinleştim
amaca, kahramanın onuruna, ana renge,
tavra, duruşa... çabaladım, ruhun bilgisiyle
nedir şiirde güzellik, bulmaya.
Uçtum ve süzüldüm etrafta, anavatanın anıtları aşağıda,
kahramanı aradım, bulamadım. En nihayet
yorgun, çöktüğümde yere, sonra, uyuklarken uyanrlınlmış gibi,
birden sanki şimşek alevleriyle ışıldıyor gördüm tüm çevremi.

Ve gençliğin ışıgı, kadim de vuku bulanı bile kadim bir şey değil­
miş de kehanetm iş gibi karşılamayı bilen üretici gençlik ışığı, dün­
yada sabahı karanlıklar içindeyken bile uyanık tutar Hölderlin'de,
Ex oriente lux'e,64 yeni ve konuşan göne söylenen büyük kasideyle:

Çünkü, o şahane âhenkten gelir gibi, orgdan,


Kutsal salonda,
içeri kaynar gibi yorulmaz borulardan,
sabahın prelüdü başlar, uyandırır,
ve her yana, salondan salona,
sızar tazeleyen, melodik akıntı,
evin karanlık gölgelerine kadar,
heyecanlarla dolu.
Fakat şimdi uyandı, onun üstüne tırmanarak,
Cevap veriyor şölenin güneşi,
cemaat korosu.
Böyle geldi bize Doğu’nun sözü.
Ve Pamas'ın65 kayalarında;
Kithera'da,66 işitiyorum,
Ah Asya, senin yankın, kırılıyor
Kapitol’de ve ansızın Alpler'den aşağı,
bir yabancı kadın geliyor bize doğru,
uyandıran ses,
insanı insan yapan.

64 Işık doğudan yükselir.


65 Eski Yunan’da Periler Dağı.
66 Yunanistan’da Attika’ya yakın kalker dağ kütlesi.
Ü retken lik bırakm az k en d in i uyan d ırm ay ı, tıpkı Söylem ek
Z orunda O lm anın dikeniyle uyandınldığı gibi. Söylemek Z orun­
da O lm anın esas dayatm ası, biçim lendirilm esi gereken insanın
tasa^vvurunda salınıp da kendini sakladığındadır, h a tta geri çeki­
lip cilveleşir göründüğünde. Ç alışm a/em ek, yeni bir h ü cu m u n
baskın verm esinden önce, özellikle âcil bir şekilde o n u talep
ederek failinden sakınabildiğinde; çalışm anın izleği salınan, fı­
sıldayan, bizzat m ütereddit bir varlıkta şeyleşir ve kendi lakayt
yavaşlığını Söylemek Zorunda O lm anın sırtına yıkar görü n d ü ­
ğünde. Fakat bir yıldıza bağlı olan, geri dönm ez, d er Lionardo;
ve üretkenliğin ahlakı, tahrik ettiği h er şeyi tam am lam asıyla ve
tasavvurda salınan içeriğin h a tla n n ı açık seçik g ün yüzüne çı­
karm asıyla kanıtlanır. Hele b ir de, gençlik, çag dönüm ü ve üret­
kenlik eşzam anlı olarak talihli bir şekilde sıralanm ış m elekelerle
örtüştüklerinde. G enç G oethe örneğinde olabildiği gibi: Prom et­
heus Fragm anında, Faust'un dev niyet boyutunda, hatta daha ilk
Faust taslağında, am a aynı zam anda W ilhelm M eister'in Ç ıraklık
Yıllan’nda -d a h a o zam an - tüm cüm lelerin en güven dolu ola­
nında: “Arzular içimizde saklı yeteneklerin önsezileri, başarm a­
ya m uktedir olacağımız şeylerin habercileridir.” Sonra, geleceğe
d ö nük edimler, insanı eline geçiren o kudretli beklem enin için­
de işlemeye başlar ve başanya ulaşırlar; henüz ufkunda altında
kalan yıldıza olan açıklığı işlerler, h e n ü z ayak basılm am ışın
kuvvetini işlerler - k i D ante'ye şunları söyletm iştir o kuvvet:
“fa c q u a che io prendo giam m ai non si corse" (elim i değdiğim bu
su, daha önce hiç kullanılm am ıştır). Son cüm le, nihayetinde,
gençliği, çağ d ö n ü m ü n ü , üretkenliği en iyi şekilde tek bir tu tu ş­
ta birleştirendir; kibirle değil, yaratılarda sözkonusu olanın, söz-
konusu olm ası gerekenin tasviriyle.

Ü retkenliğe devam: O nun üç m erhalesi

Düşle birlikte ileriye doğru yönelişteki büyük huzursu zluk hak­


kında, bu kadar. Faal b ir huzursuzluktur, fark edilm eden oluşan
katılaşmaya karşı yeni kökeniyle. Bu fark ediş, y o lu n u yapm akta
olana ilişkin bir duygudur, olağan tezahüründe de. Yaratıcı bir
hal alırsa, fanteziyle birleşir, tercihen nesnel açıdan m üm kün

157
olanla. Çalışmaya yetenekli fark ediş, tinsel üretkenliktir - şimdi
eser ya p ıcı olarak görürüz onu. Daha y ak ın d an bakıldığında,
üretkenlik G elm em iş Olana doğru üç katlı, üç kat büyüyen bir
uzanıştır: [Zihinsel] k u luçkaya yatış olarak, ilham denen şey
olarak, yorum olarak. H er üçü de, b ilincin şim diye kadarki k e­
narlarından ileriye açılm a yeteneğinin parçasıdırlar. K uluçkaya
ya tışta yoğun bir niyetleniş vardır, şafağı sökerek gelm ekte olan
Arananı hedefler. Sis, tohum atm ak için psişik açıdan da en uy­
gun zam andır, am a orada kalm am ası gerekir. Karanlığın bir m er­
halesi bile uygun olabilir buna, mam afih kendine ışık vermeye
dönük yoğun b ir yönelimle. Bu niyet hali bizzat kendi içinde,
aşılm ak isteyen bir çelişkidir: D oğam ızın en reel yönelim i itiba­
rıyla olduğu şeyi olm am a ve henüz olm adığı gibi olm a halidir -
dayanıksız ve korkulu olduğu kadar m utlu bir haldir bu. Bu çe­
lişkinin içinde, a rtık daha keskin hatlar kazanm ış bir ifade ve su ­
retin hazır edildiği, görece gelişmiş don an ım veya m ayalanm a da
vardır. H er halükârda, daim a b ek len ti m evcuttur burada, seher
neyle yüklü olursa olsun. Bu kuluçka halini çoğunlukla ani bir
açığa çıkış takip eder, şim şek gibi: d ışard an gelir gibidir, veya
yanlış tefsiriyle, yukarıdan. K uluçka ifadesi tam da b u n u n için
kullanım a girm iştir: Ani olanı tan ın ab ilir kılar, aydınlatıcı ve
coşturucu biçim de p atlak vereni, apansız görünüvereni. Dilsiz
bir yan taşıyan, evet, dolup taşm asından ö tü rü bir tü r bilinç boş­
luğuna yol açabilecek olan kuluçka hali, bu kapanm ışlık, çözü­
lür şimdi. Çözüm , kolay vakalarda, salt ana düşünceyi çevrele­
yen veya onu haber veren ilham ların hücum etmesiyle gelebilir;
ana düşüncenin z u h u ru n u n gerçekleşm esinden sonra da ilham ­
lar takip edecektir onu. Ana düşüncenin zu h u ru , öylesine ku d ­
retli ve öylesine çözüm sağlayıcı bir biçimde gerçekleşir ki, sanki
kuluçka m erhalesinde ve kafa patlatm a esnasında herhangi bir
sorun yokm uştur ortada. N ihâî m erhalenin [içine] kapanm ışlığı­
nın temel vasfını oluşturm uş olan ve D ürer'in Dergisi M elanco-
lia’da odanın ortasındaki taş k ü re olarak d u ra n en uç yoğunlaş­
m a [konsantrasyon] bile, çözülür - kafa patlatm a halini çember
biçim inde toparlayan düşünsel sem boldür o taş küre. Çözüm ,
atlayışa benzer b ir süreçle belirir, görünüşte öylesine dolaysızdır
ki, yani uzun süre m ayalanan kuluçka d ö n em in in bilincinden

158
öylesine y o k su n d u r ki, ortaya çıkan ilham , k u rtu lu şu n verdiği
m utluluk duygusu yanında, sihirli bir arm ağanın mucize duygu­
sunu da taşır yanında kolaylıkla - daha doğrusu, taşımıştır. Fa­
kat onda verili olan vizyon her koşulda m u tlu lu k sarhoşluğuyla
bağlantılıdır, üstelik büyük bir hafiflikle - h er ne kadar gerek si-
hirsel-arkaik gerekse aşkın tefsirlerin, küflü kutsam alar olarak,
ayıklanıp silinm esi gerekse de. Ü retken olan, şam an değildir, ka­
dim zam anlardan psikolojik bir parça da değildir; ne o u çu ru m ­
dan yükselen is ve ateştir, ne de N ietzsche'nin cilveli bir tarzda
hatırlatm ayı istediği gibi, daha ağır cinâî eylemlerin zıvanası. il­
ham ın sanki yukarılardan iniyorm uşçasına aşkın b ir tarzda mit-
leştirilmesi, iyiden iyiye temelsizdir; sihirsel-arkaik olana tek ü s­
tünlüğü, o n u n en azından Transcendere'ye, yani tinsel yaratım ın
artarak genişlem esine lâyık olm ak istem esi ve o nu bir batışa, bir
gece diline dönüştürm ek suretiyle sahtecilik yapmaya yeltenme-
mesidir. Ü retkenlik edim inde arkaik bir geriye dönü şün vuku
bulm uyor olduğunu, tam da ilham la bağlantılı o ışık tecrübesi­
nin sürekliliği gösterir. Çok vakada çok parlaktır bu ışık, bilin­
cin yüksekliğinde kaydedilebilir - en ü n lü örneği, Descartes'ın
Cogito ergu sum ilkesini bulduğu ânı kaydedişidir: “10 Kasım
1619'da, m uhteşem bir keşfin ışığı günüm ü ağarttığında.” Peki
neresinden ateşleniyordur bu gün ağarması, m adem aşağıdan şa-
m anlığın y u k arıd an sa co şu m cu lu ğ u n sunacağı bâtıl in ançtan
başka bir şey yoksa? İlham ın ateşlendiği yer, özgül b ir dâhilik,
yan i yaratıcı b ir do n an ım ile bir çağ donanım ının; ifadesiyle, b i­
çimlenmesiyle, uygulamasıyla ilgili konuşulacak olgunluğa gel­
m iş özgül içeriği tem in edecek şekilde buluşm asm dadır. Bir No-
vum’un [yenilik] ifadesinin sadece öznel değil nesnel koşullan
hazır olm alıdır yani, ■olgunlaşm ış olmalıdır, k i bu N ovum salt k u ­
luçka du ru m u n d an k u rtu lu p açığa çıkabilsin ve aniden görülü-
verir kılınsın. E konom ik-toplum sal yönden ilerici koşullardır
bunlar: K apitalizm in talebi olmasaydı, Cogito ergu sum’a d ö nük
öznel görev talep [misyon] asla ilham ını bulam azdı; başlam akta
olan proleter talep [misyon) olmasaydı, m ateryalist diyalektiğin
bilgisi bulunam azdı veya salt kuluçka halinde bir Aperçu67 ola­

67 Genel toplu bakış.


159
rak kalırdı ve artık naif bir vaziyette olmayan halk toprağına bir
şim şek gibi düşmezdi. Öte yandan, ortaya çıkış, dahi bireyi ço­
ğunlukla apansız saran m uazzam ışık vurgunu, gerek ateşlediği
malzemeyi gerekse aydınlattığı malzemeyi, sadece, bizzat çağın
içeriğinin düşünceye tazyik eden Novum’u n d an elde eder. Gayet
iyi anlaşılıyordur, sıklıkla görüldüğü üzere b ir çağın alım lam a
yeteneğinin bu çağın kendi düzeyinde, hele ki onun genişlem e­
lerinin, etki etmeye devam eden eğilim ve gizilliklerinin düze­
yinde olmadığı zam an bile yine böyledir bu. O d urum da da il­
ham çağın talebiyle [m isyonuyla] gelir; dahi bireyin içinde k e n ­
dini fark ettiriyor, onun donanım ıyla uy u m lu biçim de kendini
ortaya koyuyor, onun gücüyle g üçleniyordur. D ünyanın sırrı,
ödevimiz olarak çağın içinde ilerler ve büyük yeteneklere doğru
itilirken, gerçi onun ifadesine çağrılı olanları kuluçkada tutmaya
yetecek kadar kudretlidir, fakat d u ru m u n elverdiği, toplum sal
gelişm enin önü n d e açılan aydınlanm a tarzına uygun ham leyi
yaptıracak kadar kudretli değildir. Sadece gözünün önünde d ü n ­
yanın sırrıyla, çağ ile so m u t b ir ilişkiden yoksun, en büyük yete­
nekler bile ancak zihinsel kulu çk a halinin dar geçidinde kalırlar.
Bir keresinde Hegel, başlangıç çalışm alarındaki kısırlığı hatırla­
yarak, şöyle tasvir etm iştir bunu: “Kendi tecrübem den bilirim bu
ruh veya daha ziyade zihin halini, onun tüm ilgisiyle ve takipçili­
ğ iy le görünüm lerden oluşan b ir kaosun içine dalıp da... hedeften
içten içe em in olup, bütü n e ilişkin bir açıklığa ve ayrıntılandır-
maya varam adığı o d u ru m u ... H erhalde her insanın hayatında
böyle bir dönüm^ noktası vardır: o n u n varlığının yoğunlaşm ası­
n ın gece anıdır bu." (Briefe von und an Hegel [Hegel’e ve He-
gel’den M ektuplar], I, 1887, s. 264) Dahiyane olanın kurucu bir
özelliği olan, tarihsel Kairos68 ile uyum zorunluluğu sözkonusu
olduğunda ise, Hegelci Rosenkranz, kafasında ü stad ın ın söyle­
dikleri, şu n u belirtir gayet uzmanca: “Deha, Yetenek gibi biçim ­
sel çokyönlülüğüyle değil - h e r ne k ad ar o da bu özelliğe sahip
olabilse b ile -, kabiliyetini n esnel olarak b ir z o ru n lu lu k alanı
içinde k en d i bireysel k aderi o larak ifa etmesiyle büyüktür. İşte
bundand ır ki o n u n ölçüsü an cak tarihsel gelişme olabilir, çünkü

68 Eski Yunan'da: uygun an.


160
o verili her şeyin dolaysızca ötesine geçmiş olm alıdır ve m esele­
nin nesnel gidişi itibarıyla tam o sırada zam anı gelm iş olanı, özel
bir tatm inle im al etm elidir. Bu ödevin içinde şeytanî bir güçle
hükm eder deha, o n u n dışında ise iktidarsızdır ve pekâlâ çok de­
ğişik biçim lerde tezahür edebilse de Yeni'yi yaratam az." (Psycho-
logie [P sik o lo ji], 1843, s. 54 v d .) Bu sa p ta m a o z am an lar,
1843'te, Marx'a nasıl da m ükem m el uyuyordu: O, genç bir dâhi
olarak, başka pek az kişinin giriştiği biçimde,- b ir alanda nesnel
açıdan zoru n lu olanı kendi bireysel kaderi olarak gerçekleştir­
meye başlam ıştı ve eserinde o zam an vuku bulan ilham patlam a­
sını, başka pek az kişinin anladığı biçim de, çağının toplum sal-ta-
rihsel eğilimiyle uyum u içinde kavram ıştı tam am en. Toplamda
ilham, eser yaratıcı o lduğu her seferinde, özne ile nesnenin b u ­
luşm asından, kendi eğilim inin çağın nesnel eğilimiyle buluşm a­
sından çıkar ve b u uyum y ükselirken çakan şimşektir. Sonra,
ateşlem e gerçekleşir, tam am en içsel bir ateşleme: İlham , ilgili öz­
n en in eğilimsel ve gizil O luş'unun içindeki ışık patlamasıdır, en
güçlü haliyle kendi bilinci yol açar buna. Artık, eserin berrak
fikri yükselir yazarın kafasında; daha önce kuluçka merhalesiyle
olduğu gibi şimdi de ilhamla yetinm eyen, daha ileriye atılan, ye­
ni coğrafyayı gösteren şimşeğin ışığında bu coğrafyanın topoğra-
fisine ulaşan bir fikirdir bu.
Son olarak, h u zu rsu zlu k ve o n u n sezişi hakkında gösterilen­
ler tatbikata geçer burada. Bu, üretkenliğin son aşam asında ger­
çekleşir, azaplı, çalışma sevinciyle dolu yorum /açıklam a edim in­
de. Dehâ çalışkanlıktır, lâkin tam da eseri tam am ına erdiren tat­
bikatı asla eskitm em ek, sürekli iptilâ halinden asla çıkm am ayı
isteyen b ir çalışkanlık. Asla b ir k o p u k lu k olm am alıdır, ne viz­
yonla eser arasında ne de eserle vizyon arasında: “T utuşturucu
ilk izlenim deki ilk ışık,” der van Gogh, “bizzat resm i boyamaya
da başlam ış olmalıdır." Dehâ, ışığı görm e [ânını] ona bir ifade
kazandırm aya dek sürd ü ren özgül çalışkanlıktır; öyle ki, hâkim
olu n an şey; tasarlanana sadece kuvvet değil derinlik de katar.
S cho p en h au er'in cü m lesin d ek i d o ğ ru gözlem e uygun olarak:
“Yetenek, başkalarının erişem ediği b ir hedefi v u ra n atıcıya ben­
zer; dehâ ise, birkaç kişi dışında kim senin görem ediği bir hedefi
vurana." Tam da bu h ak ikattir ki, Schopenhauer'in, o n u salt sta­

161
tik [durağan] dünya gözü sayan, dolayısıyla önden gidebileceği­
ni, ön alabileceğini asla düşünm eyen yanlış dehâ tanım ını red­
deder. D ehâ, tam da h alihazırdaki u fk u n ötesine bakm asıyla,
erişm esiyle, tem aşâcı-statik dünya gözü değildir, yaklaşm akta
olan bir d ü n y an ın sınırlarındaki öncü koldur, hatta, henüz o lu ­
şum halindeki o dünyanın önem li b ir parçasıdır bizzat. Psikolo­
jik açıdan dâhilik Henüz-Bilincine-Varılmamış ile Bilincine Eri-
lebilirliğin y üksek düzeyde b ir tezahürüdür, yani nihayetinde
bu Henüz-Bilincine-Vanlm am ış’ın öznedeki, dünyadaki yorum ­
lam a/açıklam a gücüdür. D ehâ m elekesinin derecesi, Henüz-Bi-
lincine-V anlm am ış’ının doluluğu ile belirlenir, yani şim diye dek
bilinçte verili olanın, dünyada yorum lanm ış/açıklanm ış ve bi­
çim lendirilm iş olanın ötesine geçmişliğiyle. Sanatsal ve bilimsel
dehâyı ayırdetm ek, b u noktada henüz gerekm ez; çünkü Dan-
te’nin “I'.acqua che io prendo giam m ai non si corse" cüm lesi psiko­
lojik açıdan, yüksek sanatsal eserler için de y ü k se k bilim sel
eserler için de geçerlidir. Dâhiyâne olanın eserlerdeki ölçütü, sa­
natta da (gerçek bir g ö rü n ü şü n imgesel tasviri) bilim de de (ger­
çeğin eğilimsel ve gizil yapısının kavram sal tasviri) aynıdır: da­
ha evvel biçim lendirilm em iş olanı biçim lendirm ek. Sanattaki ve
bilim deki yorum ların/açıklam aların bu farklı nesnellik tabaka­
sında d a h i ortak b ir noktaları vardır elbette; b u da, bizzat nes­
nellik sürecinde yer almaları ve dehâları yeterli olduğu ölçüde
o n u n cephesinde bulunm alarıdır. İlerlem iş bilinç ve bilincin öğ­
retm eni olarak dehâ, işte bu n ed en led ir ki çağın d ö n üm nokta­
larıyla ve b u n u n m addî süreciyle ilgili yüksek b ir hassasiyet ta­
şır. Bu çağın seviyesinde durm a ve çağı bu sürecin m anzarası ve
ufku hakkında, - o sürecin bilgisine de ortak o larak -, bilgilen­
dirm e kuvveti ve yeteneğidir. B undan ö tü rü d ü r ki, Carlyle'ın,
dâhinin sözünü çağa d a ir sezişin şifresi olarak kutlam ası tam a­
m en m ünasebetsiz değildir: “Tinsel ö n cü n ü n söylediğine, b ü tü n
diğer insanlar da çok uzak değildi, b u n u ifade etm ek için yanıp
tutuşuyorlardı. H erkesin düşündüğü, acı dolu bir büyülü uyku­
daym ışçasına o n u n d ü şü n cesin d e açılıverir b irdenbire ve ona
onay sunar.” Bu onay çoğunlukla b ir son rak i k u şak tan veya da­
ha sonra gelse de, bu patlam ayı ateşleyen baru t zaten çok önce­
den beri hazırda duruyordur, ve o çağın h a lk efkârı, k e n d i ufuk-

162
lannda vuku bulduğu için işitm em iştir patlam ayı. Evet, bir He-
nüz-Bilincine-Vanlm am ış’ın yorum unda/açıklam asında en güçlü
biçim de görünür: H enüz-B ilincine-V anlm am ış, toplam da , bir çağ­
da ve bir dünyada , dünyanın cephesinde, H enüz-O lm am ış'ın psişik
te m silid ir. H enüz-B ilincine-V arılm am ış’ın b ilin cin e varılm ası,
H enüz-O lm am ış’ın biçim lendirilm esi ancak bu uzam da olur, so­
m u t öngörünün uzam ıdır bu, üretkenliğin volkanı oradadır ve
ancak orada p ü sk ü rü r ateşini. Alışıldık olm uşluğa yabancı olan
dehâ em eğindeki üstadlık da ancak Novum’u n görüngüsü olarak
anlaşılabilir. H er büy ü k sanat eseri, belirtik özü haricinde, öteki
yüzünün gizilliğine aktarılm ış olarak kalır b u nedenle: yani, he­
nüz bilinm eyen bir nihâî durum un içerikleri değilse şayet, onun
zam anında henüz g ö rü n ü r hale gelmemiş bir geleceğin içerikle­
rine. Sadece bu neden led ir ki tüm çağların büyük eserlerinin
söyleyecek birşeyleri vardır, o nlardan önceki çağda henüz fark
edilm em iş, y orum u genişleten b ir Novum’d u r bu: sırf b u neden­
ledir ki, Sihirli Flü t gibi b ir m asal operası, am a aynı zam anda Il­
yas’ınki gibi tarihsel açıdan yerel niteliğe sah ip b ir destan da,
ebedi gençliğe sahiptir. D em ek ki: dehâ eseri haline gelmiş yo­
rum lar/açıklam alar sadece kendi g ü n lerin i m ük em m elen dile
getirm iş olm akla kalmazlar, Plus ultra’n ın 69 içerim leriyle de ilgi­
lidirler sürekli. B una, H enüz-B ilincine-V anlm am ış’a en u zak
olan yer, Bilinçdışı’n ın zem inidir burada; bilincine varılarak ol­
m uş olanın, zaten Y aşanm ış-G örünenin içine batm ış b ulunduğu
yer olarak Bilinçdışı. H enüz-Bilincine-V anlm am ış’ın yeri cephe­
dir, gelişm enin sü rd ü ğ ü yerdir, evet, H ak olanın tekam ülü ola­
ra k , daim a an c a k B aşlangıca b aşlam ak ü zere o ld u ğ u yerdir.
U nutm uşlu g u n su la n yeraltında akar, fakat üretkenliğin ilham
çeşm esinin kaynağı bir dağ olarak Pam as’tadır. Ü retkenlik, de­
rinlerden gelm esine rağm en, ancak ışıkta çalışır ve hep yeni bir
kay n ak belirler, bilin cin y ü k se k liğ in d e bir k ö k e n o lu r bu. Bu
yüksekliğin b ir özelliği, yukarısının Mavi olm asıdır; O rkus’u n ,70
b ü tü n sah ici y o ru m ların/aç ıkl am aların çevresin d ek i k a ra n lık
ama yine de şeffaf hâlenin karşıt rengidir mavi. U zakların rengi

69 Daha ötesi, hep daha ileri. 16. yüzyılda emperyalist lspanya’nın bayrağında
yazılı şiâr.
70 Eski Roma'da yeralu Tanrısı.
163
olarak bu mavi, keza, gerçekteki Geleceği-içereni, H enüz-O lm a-
mış'ı g ö rü n ü r kılar, sem bolleştirir; yorum layıcı ifadeler, öncüler
olarak, bunlara dayanırlar neticede. Beriye dön ü k olan Karanlık
da, kendi kendini ışıtan bir karanlık olarak, g ü n d ü zü n sabah kı­
zıllığından henüz ayrılm adığı, tersine bizzat sabah kızıllığının
büyüm esi dem ek o ld u ğ u o en aydınlık bilince tabidir, kendini
ifade ederken.

U n utulm uşun ve H enüz-B ilincine-V anlm am ış'ın


a yd ın la n m a ya karşı koyd u ğ u direncin fa r k la n

Geriye veya ileriye d ö n ü k karanlığa nüfuz etm ek daim a birçok


çaba ister. Elbette, hatırlayış da, çalışm aya m u k ted ir seziş de
kaydırır bilincin eşiğini. Ama birisi aşağı çeker, u n u tu lm u şu n
veya bastırılm ışın bu eşiğin üzerine çıkabilm esi için; ötekiyse
yukarıya doğru çeker sınırı. Elbette, her iki d urum da da Bilinç­
lenm eye karşı k apanan birşeyler vardır, eşiğin kaydırılm asına
karşı bir direnç gösterir kendini. Fakat bu direnç, bastırılanın
hatırlanm ası sözkonusuysa başka, Sezilenin biçim lendirilm esi
sözkonusuysa başka bir karakterdedir. Psikanaliz, bilinçaltı böl­
gesinde, bu direnci tanım lam aya epeydir çalışm aktadır: bastırı­
lanı te k ra r d ışarı boşaltm aya k arşı bir isteksizliğin direnci ola­
rak. B ilinçaltındaki Bastırılan, o n u n tem elinde yatan ruhsal va­
kanın veya hadisenin b ilincine varılm asına karşı b ir direncin
yükselm esi ile oluşm uştur. Böylelikle vaka bilinçdışında kalmış
veya bilin çd ışın a itilm iş, b ilinci sadece n ö ro tik b ir belirtisini
[semptom] yollamıştır; fakat o belirti h er zam an, b u vakanın he­
nüz sonuna kadar yaşanm adığının, kesintiye uğradığının, ■hasta­
nın kend i içindeki birşeyleri halledem ediğinin işaretidir. Bir in­
sanı hasta yapm ış olan aynı direnç, analiz tedavisi sırasında da
Bastırılm ış-Bilinçaltını bilince yükseltm e çabasına karşı koyar;
A rtık-B ilincinde-O lunm ayan'ın, kendi bilincine varm asına direni­
şidir bu. Kısacası, b u rad a d irencin tem elinde açıkça bir irade
vardır; bu irade kırılırsa, u n u tu lm u ş olan kolaylıkla yukarı çıka­
caktır, söylenene göre. Ve b u irade salt yadsıyıcı b ir irade sayılır,
nitekim Freud “Bastırma, yargılam anın/hüküm verm enin çocuksu
ön aşam asıdır” demiştir. Eski travm anın kendini katılaştırm ası­

164
na yarayan aynı m otifler, o n u n b ilincine varılm asının yolunu
keserler. H er şeyden önce: Bastırılan yine de gün y ü züne çıkar­
sa, yıllanmış bir eski eşyadır artık, şim di iyice u n u tu lm uş, geri­
de bırakılmıştır.
K aranlıktaki seyahatin ileriye doğru olduğu yerde ise, İsteme-
m e’n in yaradılışı bam başkadır. H enüz-B ilincine-V arılm am ış’ın
bölgesinde Bilincine Varmaya k arşı gösterilen direnç pek ender
o larak nörotik hatlar taşır veya hiç taşımaz. A ncak ü retm ek is­
terken kuvvet ile irade arasında bir oransızlık ortaya çıkarsa nö-
rotikleşir; bu oransızlık ise, bilindiği gibi, en b u ru k acılardan bi­
rin in sebebidir. M am âfih o z a m a n bile, bastırılm ış bir şeyin yu­
karı çıkarılm ası esnasında, yani A rtık-B ilincinde-O lunm ayan’a
d o ğ ru yol alırken devreye giren tü rd en , aydınlanm a isteğinin
kendi içinde b ir içe kapanm aya rastlanm az. Üretim isteğinin öz­
nesi içinde bu iradeye ve o n u n içeriklerine karşı, hele Henüz-Bi-
lincine-V arılm am ış'a ve onun hazinelerine yapılan yolculuğun
başarısına karşı bir dirence asla rastlanm az; böylesi bir İstem e­
m ek yoktur, üretm ekte olanda. O b u n u daha ziyade eserin alıcı-
la n n a bırakır, yani kendini kapayan alım lam a yeteneğine, yani
daha eskilerde kalm kafalı d ünyanın direnci d en en şeye. Ü retm e­
nin psikolojisi ise asla içsel bir direnç gösterm ez burada ele aldı­
ğım ız aydınlatm a edimlerine; üretim e ait olan ve onda yerleşik
bulunan direnç, insanı öznede olan bir direnç değildir. Daha zi­
yade öznenin üzerinde çalıştığı m eselenin içindedir ve yorum la­
m a n ın /a ç ık la m a n ın özel g ay retleriy le y a n sıla n ır ancak. N o ­
v um 'un zorlu d ü m en su y u n d ad ır, hen ü z b içim len d irilm em iş
olandadır, her türlü alışkanlıktan soyunm uş y e n i m alzem ededir.
H atta başına alımlama yeteneğinin gösterdiği yalın direnç, dâhi­
ce eserlere karşı kendini kapattığında, onların ü st düzeyde anla­
m adığında veya sırf kızgınlık duyduğunda, içine psikanalize ait
hınçlar da karışm ış olm asına rağm en, sonuçta nesnel açıdan Ye­
ni olanın m üşkülâtına d air bir isteksizlikten türer. Böylelikle,
burada bile, Henüz-Bilincine-Varılmamış'ın aydınlatılm asına öz­
gü direnç, neticede, henüz yolu açılm am ış [yeni] m alzemeyle il­
gili bir direnç olarak fark ediliyordur. Her başlangıç zordur bu
bölgede, bilhassa zordur, çü n k ü ü retk en ö n cü lü ğ ü n yöneldiği
Yeni, esas itibarıyla, y ü kselm ekte olan dav an ın da yeniliğidir

165
başlıbaşına. Sadece b u n d an ö tü rü d ü r ki, nesnel açıdan Yeni ola­
nın hakikatleri olan yeni hakikatler öylesine m ütereddit ve da­
im a astra per aspera7' çıkarlar ortaya. D üşünceler sadece plan
veya taslak halindeyken kolaylıkla yanyana durabilirler, am a bir
adım daha atıldığında, eserin som ut m üşkülâtı başlar. Kâfi yete­
neğe sahip o lu n d u ğ u n da bile, özellikle de varsa böyle bir yete­
nek, atölyede, laboratuvarda, çalışm a odasında b ir kenara atıl­
mış onca eski denem enin, zafersiz veya zaferin ertelendiği onca
savaş a la n ın ın varlığı, b u n d an d ır. D em ek, hiç de B astırılm ış
O lan değil, yolun m üşkülâtıdır, Henüz-Bilincine-Vanlmamış'ta,
Henüz-O lm am ış'ta üretkenliğe iş çıkartan. B unun sebepleri, yal­
nızca, henüz hallolm am ış, düzlenm em iş olan m eselenin kendi
alanındadır; sözün kısası, ü st eşiğin kendi m uhafızları vardır ve
bunlar m addededir.
Böylesine etkili bir set, öncelikle ve her yerde, tarihsel bir
benddir. Daha kesin ifadeyle, toplum saldır; ifade edilecek veya
idrak edilecek olan kendi başına asla yeni bir şey olm adığında
bile, böyledir. Demek, sadece yeni bir idrake varıldığında ama
onunla birlikte nesnel açıdan yeni b ir şeyin, yani nesnel olarak
henüz gelm ekte olanın idrakine vanlm adığında da, böyledir. Ta­
rihte bu tü r bir ekonom ik-sosyal görüş m aniâsı vardır, en perva­
sız tin bile atlayam az o n u n üzerinden. Ö nceden tasavvurlar, ö n ­
görüler halihazır bilince çok defa gelm iştir ve bilinç tarafından
daha Henüz-Bilincine-Vanlm am ış'in içinde vurgulanm ış, aydın­
latılmıştır; fakat toplum sal kısıt, icrasını gemlemiştir. Nitekim ,
birinci sınıf araştırıcılar, toplum sal-tarihsel konum larından ö tü ­
rü ve bu konum larından hareketle, yarım M inerva'ya bile kavu­
şam am ışlardır (eskilerin bu direnç etkenini adlandırdıkları gi­
bi). Hiçbir [eski] Yunan m atem atikçisi diferansiyel hesabı anla­
yamazdı, ona o denli yaklaşan Zenon bile. Sonsuz küçüklükteki
değişken b ü y ü k lü k Yunan toplum unun u fk u n u n tam am en al­
tındaydı; ancak kapitalizm , o vakte kadar katı ve sonlu olanı öy­
lesine bir akışa sokm uştur ki, sükûneti/durgunluğu sonsuz k ü ­
çüklükte b ir hareket olarak düşünm ek, s ta tik olm ayan b ü yük­
lü k kavram larım tasarlam ak m ü m k ü n olabilm iştir. Yunan köle

71 Sarplıkıan yıldızlara. Latince deyim.


166
toplum una emek kavram ının yabancı olm ası da b u n u n la ilgili­
dir. Bilgi teorisi y önünden de yabancıydı - özellikle de bilgi te­
orisi yönünden. O toplum bilm eyi/idraki daim a ancak alımlayıcı
bir temaşâ olarak vurgulam ıştır, asla bir etkinlik olarak değil -
her ne kadar böyle bir görüş Stoacılığa ve onun içindeki “öznel
etken"e yakın gelebilir idiyse de. B ütün kavrayışlar ve eserler
her çağda m ü m kün değildir, tarihin kendi yol tarifesi vardır, ça­
ğını aşan eserler sıklıkla niyet edinilem ezler bile, nerede kaldı ki
tatbik edilebilir olsunlar. Marx, in sanların önlerine daim a çöze­
bilecekleri ödevler koydukları cümlesiyle, b u n u vurguluyordu.
Çağını aşan ödevler, istisnâen, soyut bir biçim de vaz'edilebilir
olduklarında bile, som ut olarak çözüm süzdürler. Bu kısıtın te­
meli de son kertede salt m addenin tarihsel halidir; öncelikle de
on u bizzat çabaya, cepheleşmeye ve parçalanm aya sevkeden, ta­
m am lanm am ış süreçsel hali. Salt yeni olan idrakin, henüz nes­
nel açıdan yeni olanın parçalarını sunm adığı yerde de böyledir;
hele, em ek kavram ında olduğu gibi, tüm davanın -b u rju v a top­
lum u o larak - henüz ufkun altında ■olduğu yerde iyice böyledir.
Ü retkenliğin direncini son kertede belirleyen etken, burada da
m eselenin zo rlu d ü m e n su y u d u r, toplam süreçteki N o v u m 'u n
kendini anca tayınla ışığa gösteren kapalılığıdır; ‘d ü nya' diye
olup biten, budur. Buradaki, asla esasa dair olm ayan, tarihsel-
geçici direnç, aşılmış diye takdim edildiği yerde bile kayda ge­
çer: cesaret yoluyla. Hegel'in harika anti-agnostik tesbitinde ol­
duğu gibi: “Evrenin kapalı özünde, idrak cesaretine direnebile­
cek bir kuvvet yoktur; kendini açm ak, servetini ve derinliklerini
onun gözleri ö n ü n e serm ek, o n u tatm in etm ek z o ru n d a d ır.”
(W erhe [Tüm Eserler] VI, 1840, s. XL) G örülüyor, direnç keli­
m esi b u rad a da eksik değildir, b ir b ilin çaltın ın nesneleri pek
sözkonusu olm am asına ragmen. Daha çok, özellikle de gemle-
nemez idrak cesaretine nispetle, tüm bir evrenin kapalılığı zikre­
dilir. Bir evrenin Hegel'deki gibi tüm m antıksal [panlojik] ve bu­
n u n içinde kapalı biçim de hazır bulunm ayan [bir] idraktekVbil-
m edeki özne-nesne ilişkisi karşısında nesneye-bağlılığın [nesne-
temelli olm anın] gösterdiği direnç çok daha fazladır. Tam am lan­
mamış, ü stelik Tin gibi h er idealist profesöre aşinâ olan bir is­
m in imzasını taşım ayan bir süreçte... Tam tersine, M adde'dir bu

167
sürecin taşıyıcısı ve M addenin, K endinde olarak degil, Dünya
İdesi [Fikri] denen şey gibi, özneyle nesneyi birbirine bağlayan
b ir özü vardır; varsın, tam da o direncin yol açtığı zahm etle kes­
kinleşm iş sıkı bir em ek sonucu kotarsın bunu. Evrenin, henüz
kapalı olan ve tam da M adde olarak kendi nesnelleştilm elerinin
henüz tam am lanm am ış sürecinde b u lu n an özü, sona ermiş, hat­
ta ziyadesiyle berrak b ir biçim de yansıtm az veya beyan etmez
kendini. H enüz O lm am ış, H enüz B aşarılm am ış O lan, kendine
m ahsus b ir vahşi doğadır; ayak basılm am ış olanın tehlikeleri ba­
kım ından ona benzer, henüz erişilm em iş im kanları bakım ından
ona üstü n d ü r. Demek, nesnedeki bu H enüz O lm am ış, evet He­
nüz Başarılmamış Olan, en son direncin temelidir; açıkça görü­
lü r ki, bastırılm ışlıktan veya saklı b ir m evcudiyetten çok başka
bir şeydir. D ünyanın sırrı bir tü r kozm o-analitik çöp çukurunda
degil, kazanılm ası gereken geleceğin u fk u n d a d ır ve bu sırrın
açılm asına karşı koyan direnç, şeytanî hazine m itlerindeki gibi
yanında kötü bakışlı m uhafız köpeklerle bir kapalı k u tu n u n di­
renci degil, kendi içinde hâlâ bir süreç yaşayan, henüz belirtik­
leşmemiş b ir d oluluğun direncidir. Burada dikkate değer olan
bir nokta şu d u r: N esnel idealizm , hele spiritüalizm , çoğunlukla,
kendileri açısından Özsel olanı, ‘D üşünm e = Olma' yanlış denk­
lemi nedeniyle G örünüş'te belirlem eye çalıştı, sanki sadece coğ­
rafi açıdan başka bir yerdeym iş gibi. Oysa, “A gnostisist” oldu­
ğundan asla şüphelenilem eyecek olan Marx, “Ö zgürlüğün Kral-
lıgı”ndan bile neredeyse sadece m ahrum iyet anlam ında söz eder,
yani salt sınıflı toplum un belirtilerinin yokluğu anlam ında, veya
en fazla “İnsanın doğallaştırılm asına, doğanın insanileştirilm esi­
n e” dair çok derinlerdeki, henüz m uallaktaki b ir anlam da. Evre­
n in Ö zü denen şey, kendinde ve kendisi için kapalıdır henüz;
kendi kendisine H enüz-G örünm em esi anlam ında kapalıdır; b iz ­
za t bir ödev doğası taşıyor olm ası, m ü şk ü lâ t ç ık a n r. M üşkülâtı
k aldırm ak için sadece orada olm uş olanı kazıp çıkartm a anla­
m ında idrak/bilm e değildir gerekli olan, ne olacağım tasarlam ak
anlam ında id rak /b ilm e gerekir; dem ek idrak/bilm e, bu O luş'a,
iyi yönde değişim sağlayarak, bizzat belirleyici b ir k atkı sağla­
m ak için gereklidir. Devrim ve Dehâ, bu zorlu ışıga yönelm e uğ­
raşının boşuna olm adığını ve boşuna olm ayacağını temin eder-

168
ler - o uğraşın kendi içindeki dirence ve bir ham ur mayası ola­
rak dünyanın gösterdiği dirence rağmen.

Henüz-Bilincine-Vanlmamış'ın kavranm asını


onca uzun süre engelleyen kısıt üzerine son sö z

İçe bakışın kendi kendini aydınlatm ası, tuh af biçim de zordur.


Genel nesnelin kendi direnci vardır burada: ruhsal yaşam uçu­
cu, gölgemsi bir etki yapar. Sadece bu yaşam ın kendi kendisini
fark ettiğini, yani bilinçli o ld u ğ u n u n farkına varm ak bile ne k a­
d ar uzun sürm üştü. Bilinçaltı ru h sal olaylar ise ancak ikiyüz yıl­
dır adlı adınca anılıyor. Bilinçaltı olayların d o ğrudan doğruya
fark edilir olm aması, ancak işaretlerden çıkarsanabilmesi, içerik-
sel olarak u n u tu lm u şu içeriyor olm aları b u n u n için mazeret sa­
yılabilir belki. Fakat bilinçli olanın hatta bilinçdışının yine de
v u k u bulan tesbitinden sonra, H enüz-B ilincine-V arılm am ış'a o
k a d ar zam an d ik k a t edilm ey işin i an la m a k d ah a zo r geliyor.
Ç ünkü hatırlam a edimiyle kazılıp çıkarılacak değildir Henüz-Bi-
lincine-Varılmamış, tersine, tam da insanın kendi edim inde do­
laysızca verilidir, sezginin içeriğinden bağımsız olarak, sezişte­
dir. Yine de bu [ruhsal] olaylarda m uğlak, ucu açık, tasvir! olan,
san k i -gö rd ü ğ ü m ü z g ib i- sadece bilinçaltına dairm iş gibi su nul­
m uştur ve tam da bu karanlığın içinde gizli kalm ıştır bugüne
dek. Bilindiği gib i, Bilinçdışı ilk o larak L eibniz tarafından psiko­
lojik açıdan bilinebilir kılınm ıştı, çok dolaşık yollardan giderek.
Sadece gözlem değil teori de bu keşfi etkilem işti. G özlem lenen,
sonradan, teoriyi açıklayan bir örnek olarak eklenm işti kısmen.
Leibniz'in tem el yasalarından biri, dünyasal bağıntıların b ü tün­
lüğünün kesintisizliği idi: Bu lex continui,12 kopm aya, boşluğa,
hiçbir yerde taham m ül gösterm ez. Yine de bir k o p ukluk bulu­
nuyor görünürse, hakikatte fark edilemeyecek kadar küçük ‘bir
şey'le donanm ış dem ektir, başlam akta ve b üyüm ekte olan bir
şeyle; diferansiyel hesapta bu sonsuz-küçüğün m atem atiksel ifa­
desi hareket m om entidir. Nasıl harekete yol açan en küçük itki­
ler varsa, değişen derecelerde açık ve kesin olan bilincin tasav­

72 Sürekli yasa.
169
vur yoğunluğunda da en küçük itkiler vardır: “petites perceptions
insensibles”d ir73 bunlar. Leibniz b u n lara örnek olarak, zayıflıkla­
rı nedeniyle fark edilm eyen veya bilincine varılm ayan, ancak ye­
terli toplama ulaştıklarında, diyelim dalgaların sesi veya ses kar­
maşası gibi, pekâlâ bilincine varılan en küçük algılamaları gös­
terir. Öyleyse, yeterli güçlendirm eyle bilince çıkan bu gibi u n u ­
tu lm u ş tasavvurlar önceden de ru h ta m evcut b u lu n m u ş olm alı­
dırlar. Petites perceptions, “N o u vea u x Essais" in [Yeni Denemeler]
önsözünde Leibniz tarafından b ü y ü k bir keşif olarak taltif edilir­
ler: “Tek kelim eyle, F izikte fark edilm eyen cisim ler ne kadar
önem liyse fark edilm eyen algılam alar da tin öğretisi için o kadar
önem lidir. Ve o nu da ötekini de, duyularım ızın dışına düşüyor
bahanesiyle inkâr etm ek, m aküliyetten uzaktır.” Böylece lex con-
tinui, Bilinçdışı kavram ını dogurur. C um grano salis74 şöyle de
denebilir: D iferansiyel hesaptan, o n u n ru h tak i m ütekabilinden
doğm uştur Bilinçdışı kavramı. M amafih aynı zam anda, böylece
elde edilen Bilinçdışı kavram ı tüm üyle halihazır bilincin altında
egilip bükülür. Bilinçdışı, ilk [kavramsal] kaydedilişinden itiba­
ren Bilinçaltı olarak dam galanm ıştır. Petites perceptions, insanın
zaten erişm iş oldugu bilinç tarafından aşılır, aynı zam anda da
çözülürler: Açıklığa kavuşturulm alarının ardından ve onun öte­
sinde, artık bir daha doğurgan, yaratıcı u n su rlar olarak tezahür
etmezler. Buna ragm en, Aydınlanma Heros'u,75 ruhta m evcut bi­
linçten başka bir bilincin varlığını gösterm işti - sadece bilincin
şeref salonuna düşen ay ışıgı olarak bile olsa. Düz/safi bilinç in­
sanî tinin özsel belirtisi sayılmıyordu artık, o zamana dek onca
paradoksal olan, bilinçsiz ruhsal etkinligin kavranışı başlamıştı.
Keza, H enüz-Bilincine-V arılm am ış’ın bu karanlıkta b ir kenara
gizlenişi de başladı; Henüz-Bilincine-Varılmamış Olan, geçm iş­
teki, kuluçkadaki, ayışıgı altındaki bir tasavvur d ünyasının altı­
na itildi: H enüz-B ilincine-V arılm am ış'ın bu m askesi çıkıyordu
şimdi ortaya. Ancak şim di anlaşılabilen tuhaf psödom orfozlar-
la,76 önce S tu rm und D rang'da, sonra R om antizm 'de. Leibniz'in

73 Hissedilmeyen küçük algılar.


74 Kelimesi kelimesine almamak kaydıyla.
75 Yan-Tanrısal kahraman.
76 Meıamorfoz; mineraller için kullanılır.
170
ölüm ünd en elli yıl sonra, “N ouveaux Essais"inin ö lü m ü n ü n ar­
dından yayım lanm asıyla, petites perceptions parolası, sonra Al­
m anya’ya gelm eyen o burjuva devrim inin doğum sancılarında
çınladı. Bilinçdışı, S turm und D rang için gerçi aşağı bir şey ola­
rak kaldı, tin tarihinin salt başlangıcına aitti, fakat o başlangıcın
içinde kabarıyor, kaynıyordu. Böylelikle Bilinçdışı en küçük it­
kiler gibi in fin ite s im a l olarak kalm adı artık, petites perceptions
kad ar dar değildi; K uzeyin ve k adim zam anın tüm sisi dalgalanı­
yordu orada; Fingal M ağarası'na78 da M acbeth çayırlığına da, İb­
rani şiirinin ru h u n a da Strassburg K atedralinin ru h u n a da yer
var görünüyordu. B ilinçdışı'nda, tü m o ağır havasızlığına rağ­
m en, kökendeki/ilk-ses vardı, kor ateş vardı, gençlik vardı, de­
hân ın vahşi, aceleci yaratıcılığı vardı. N itekim hâlâ Aydınlan-
m a'nın bir parçası olan Sturm und D rang’d a , ağarm akta olan, ilk
olarak gelecekle de donanm ış, ve m âzinin gece esintisinin orta­
sında b u n u n bilincine de varm ış görünüyordu: “Kim ister," diye
sesleniyordu H am ann, bu A ydınlanm a’nın fısıldayan büyücüsü
olarak, “kim ister Bugün O lan’d an doğru kavram ları almayı, Ge­
lecekte O lacağı bilmeksizin? Gelecekte olacak olan bugün olanı
belirler, b u g ü n olan da geçm iş olanı. T ıpkı o lm uş b u lu n an ın n i­
yeti ve vasıtanın kullanım ı belirlediği gibi." H am ann devamla,
[Eski Ahit’in] Hezekiel 37. Bâb, l-6'yla bağlantılı olarak, şunu
söyler: “O nedenle tarihin sahası bana hep, bir yığın kem ikle
dolu o geniş arazi gibi g ö rü n m ü ştü r - ve bakın hele, hepsi de
çok kuru y d u o kem iklerin! A ncak bir peygam ber, üzerlerinde
dam arlar ve et biteceği ve d eri ile kaplanacakları kehânetinde
bulunabilirdi.” R asyonel bilincin gururu olan kuralda da, önce­
likle sönm üş olan, yani O lm uş-Ö lm üş olan reddedilir - husûle
gelişrn veya daim a kaynak-doğa olarak bastıran doğanın aksine.
Yine de,' bu bile, u y u ştu ru cu b ir biçim de, Regressio [bastırma]
ile, O ssian'ın ay ışığı ile, yosun kaplı an ıt-taşlar ve kahram an
m ezarlarıyla79 karışm ış halde kaldı. A lm anya'nın b ir burjuva

77 Sonsuza doğru küçülen.


78 Iskoçya'da, "melodili mağara” olarak da bilinen, Eski Kelt inanışlarında yeraltı
dünyasına geçiş yeri olarak tahayyül edilen bir mağara.
79 İskoç yazar Macpherson'ın efsanev1 savaşçı Ossian'a atfen yazdığı dizelerden
imgeler. Goethe ve Herder bu dizeleri otantik kabul etmişlerdi.
171
devrim i yapacak olgunluktan yoksunluğu ve buna baglı olarak
ilerici devrim ci aklın m uglaklıgın tahribatına uğram ası, özgün
dehayı gelecekten ziyade kadim zam anların habercisine d ö nüş­
türdü. Benzer b ir durum , asıl, R om antizm in tuh af bulaşıklıkla-
nyla tırm andı. Buradaki kaynak elbette canlı b ir şekilde fışkırı­
yordu ve Hiç D uyulm am ış Olan harekete geçiyor görünüyordu,
fakat yitik bir D ün'ün duygusu, S turm und D rang'ın bilm ek iste-
medigi ve bilemeyecegi b ir kuvvetle çarpıyordu buna. Burjuva
devrim ine karşı yönelm iş, büyüyerek Alman Rom antizm ini be­
lirleyen ve ona ragm en m evcudiyeti in k a r edilm ez ilerici hatla­
rın yolunu kesen gerici bir m isyon sağlıyordu bu kuvveti. Ro­
m antikler, sonradan pek zor anlaşılabilecek b ir tarzda Geçmiş
Olana saplanm ışlardı ve -gerici m isyona uygun o larak- ay ışığı
altında parlayan sihirli gecede tercihen sadece şövalye kalelerini
tem ayüz ettiren lex continui ile yapm ışlardı bunu. Tarihsel olan
b ü y ü k ö lçü d e hâlâ A rkaik olanla b irleşiy o rd u , o da K to n ik 80
olanla. Öyle ki, Tarihsel'e içrek olan çok geçm eden bizzat Yeral-
tı’na içrek gibi görünüyordu. Bu tabut duygusu, ana kucagı ola­
rak gecenin ve geçmişin içinde erim e isteğindeki bu ensest ka­
rakteri, daha sonraları anaerkinin öğretm eni Bachofen'de, kto­
nik Dem eter'e8’ dönük bir m ezar aşkı m ertebesine yükselecek­
tir. Gece görüşüne uygun olarak, psikolojik açıdan da iyi, fera­
setli olan her şey bilincin gece kutb u n d a sayılır: Yaratım ile, tepi
ve güdü, atavistik m eçhulü görm e melekesi ve uçurum un fısıltı­
sı arasında, hem şehrice bir yakınlık kurulur; g ü n d ü z tarafında,
hatta suret ve tahakkuk tarafında ise Romantiğe bunların yarısı
kadar aşina bir şey yoktur. H er üretkenlik, özellikle de Rom an­
tizm in paradoksal biçim de zengini olduğu beklenti karakteri,
burada antika im gelerin, geçm işin, önceden düşü n ü lem ez ola­
nın, m itosun tefekkürüne dalm ıştır -g ittik ç e , harm an oluş, b o ş­
luk, rüzgâr gibi görülen geleceğe karşı tutam ak olarak. Demek,
her bilincin gençliğinin ve üretkenliğinin kendi Henüz-Bilinci-
ne-Varılm am ış'larının yüzünü d ü m d ü z atalar k ü ltü n e çevirtm e­
leri şaşırtıcı değildir: üretkenlik dışındaki öteki patlayıcı güçtür

80 Eski Yunanda: yeraltına ait.


81 Eski Yunan'da ziraat Tanrıçası.
172
bu: çağ d ö n ü m ü n ü n kavranışı eksik kalmıştır. Restorasyon d ü n ­
yasının b u n a rağm en kuvvetli-m üphem olan beklentili ru h hali
içinde R om antizm in kendini yalnızca, Vineta82 çanlarının, batık
bir şehrin çan seslerinin duyu ld u ğ u b ir y ortu öncesi perhiz ayı
m ertebesine yükseltebilm esi de şaşırtıcı değildir. Frig bereli dö­
nek Görres,83 bu geçmiş Pathos’u n u en tu tk u lu biçim de form üle
etm iştir: “Ö ylesine zengindi geçm iş dünya, battı o; dalgalar, sel­
ler geçti üzerinden, şu rad a b u rad a yıkıntıların u cu görünür h â­
lâ: ve sular d u ru lu p da çağların derinliği bulanıklığını yitirdiğin­
de, dipte hazinelerini görürüz. Çok uzaklardan m uhteşem u ç u ­
ru m a bakarız aşağıya, dün y an ın ve hayatın tüm sırlarının saklı
b u lu n d u ğ u yere doğru. Peki am a şeylerin, Tanrı’da sü kûn b u l­
m uş saklı k ö k ü n ü n sebebini bilm eyi başarm ış m ıyızdır? Bakış
derinlikleri hedef alır, uzaklardaki bulm acalar davetkârdır, fakat
akıntı yukarı doğru bastırır ve oraya dalanı geri fırlatır Bugüne.”
(M ythengeschichte [Mit Tarihi), 1810, s. 599 vd.) Yukarıya doğru
B ugüne çıkışın sadece hüzünle y ü k lü olm ası ve Geleceğin göz
erim i dışında olm ası dik k ate değerdir burada; gerçi uzakların
bulm acaları vardır ve R om antik için en âcil olan şeylerdir, fakat
neredeyse sadece u çu ru m u n aşağısındadır bunlar, orası Uzak’tır
ve Kadim de O lm uş O lan olarak kalır. K uşkusuz A lm an Rom an­
tizm inin ilerici bir k arak teri de vardı -eskim iş, soyut küçüm se-
nişine m ukabil ne denli vurgulansa azdır b u -; K aynaktan F ışkır­
maya, Oluşa, Büyümeye verdiği duygusal anlam b u n unla ilgili­
dir, h u ku k tarihi, G erm anistik gibi tastam am bilim leri yaratan
m eşhur “tarih duygusu” bununla ilgilidir; anavatan duygusunu
ve onunla m ütenasib olarak dünya edesiyatındaki b ü tü n büyük
ulusal eserlerin organı olu şu n u da u n u tm am ak gerekir. Kendi
başına 1817 W artburg Şenliği'nin84 gösterdiği gibi, Devrimci-Ro-
m antik olan da vardır Alm an Rom antizm inde. Aynı zam anda, en
tu tk u lu biçim de ütopikleştirilen o sab ah kızıllığı bile daim a ge­

82 Destanlarda çok anılan, 10. yüzyıl Viking şehri. Muhtemelen bir sel baskını
veya deprem sonucu yok olmuştur.
83 19. yüzyıl Almanyası’nda Katolik ve antisemit yayıncı. Frig beresi bilindiği gi­
bi jakobenlerin simgesidir.
84 Reformasyonun ve Napolyon'un Leipzig savaşında mağlup edilmesinin anısı­
na düzenlenen öğrenci şenliği.
173
ceyle bağlantılı zikredilen bir antik fikirle karışmıştır, _geleceğin
yeniliği bile abartıyla kutlanan geçm işin yansısını taşır. Ve nere­
deyse sadece Almanya haricinde, h er ikisi de öylesine gerici bir
yıldızın altında durm ayan İngiliz ve Rus R om antizm inde, vahşi
olarak h a tırla n a n Fransız D evrim i’nde, B yron’da, Shelley’de,
P uşkin’de, insanlara uygun görülen, sahiden anavatanca/m em le­
ketçi sayılan, infilâk halinde ve geleceği tutarak aranır, aşağılara
dalarak değil. Fakat A lm anya’daki, anom aliydi; [nitekim ] ro­
mantik:' reaksiyona karşı da, o zam anlar da fark edilm em esi im­
kânsız bir şekilde, devrim ci Rom antizm çıkmıştı. Esasında an­
cak dolaylı olarak Rom antizm e ait olan, kesin olarak liberal, en
parlayan ve serbest dilli gündüz d üşü şairi Jean Paul bile, - k i
onun şafak dilini geceye ait saysak bile yaz g ü n d ö n ü m ü n ü n ge­
cesidir b u -, hafızanın altına b ü k m ü ş veya neticede oraya yerleş­
tirm iştir, onda hiç sonu gelm eyen um u d u . Yani gözler önünde
en güzel canlanan arzu m anzaralarının şairi Jean Paul bile, naz-
m etm eyip üzerine d ü şü n d ü ğ ü ölçüde, ışığı, sonuçta gelecekte
değil geçm işte aram ıştır. “Tam bu n ed en d en ö tü rü hatırlanan
her yaşam, k en d i uzaklığında, gökyüzündeki bir d ü n ya gibi pa­
rıldar; fantezi, kapalı b ir neşeli B ütün o luşturacak şekilde sıkış­
tım birbirine parçalan. Gerçi aynı şekilde m ahzun bir Bütün de
kurabilirdi; am a işkencehanelerle dolu İspanyol gökyüzü şatola­
rın ı sadece geleceğe yerleştirir de, geçmişe sadece güzel m anza­
raları. Orfeus’tan farklı olarak Euridice’m izi geriye b akarak elde
eder, ileriye b ak arak kaybederiz b iz .” (V orschule der A sth e tik
[Estetiğin A naokulu], 7). Rom antizm , bu şekilde, petites percep­
tions ’a hitap eden kaplıca ülkesiyle, hep ayarttı Henüz-Bilincine-
Vanlm am ış’ı. Böylelikle ü to p ik hale yönelm iş bakış, ütopyanın
içeriğinin yağm alanm ası, rom antik duyguyu kateden tüm bek­
lentilere karşın, neredeyse ru h çağırıcı b ir yeniden hatırlam a
olarak Anamnesis’de85 e n kuvvetli m aniâyı buldu.
Ve tek engel de bu değildi, F reud’un salt bilinçaltı olan düşüy­
le gösterdiği gibi. Başka Olmaya geçişin, b ir Yükselmekte O lanın
şim diki gibi böylesine kaçınılm azca hissedildiği çok az zaman
vardır. Ama burjuvazi de o oranda gâfildir, k ö rd ü r b u n u n karşı­

85 Hatırlama; hastalığın ön hikayesi.


174
sında, sabahın aydınlık yansısına ilgisizdir veya sadece düşm an­
ca bir ilgi duyar. Gelm ekte olan olaylar bu burjuvazinin önüne
sadece gölgelerini düşürürler, gölgeden başkasını değil; kapitalist
toplum geçm iş tarafından reddedilm iş hisseder kendisini. He-
nüz-Bilincine-Varılmamış ile A rtık-Bilincinde-O lunm ayan'ı ayır-
detm enin m addî sebebi her zam ankinden daha eksiktir, b u rju ­
vazide. A na kavram ı bastırm a olan, süblim asyonu [uçunm a] salt
yan kavram olarak alan (ikam e olarak, u m u t illüzyonları için)
her psikanaliz, bu nedenle zorunlu olarak geriye .dönüktür. Ger­
çi bugünkinden daha önceki b ir zam anda oluşmuşLU, yüzyıl dö­
nüm ünde, uygar insanlığın geleneksel yalanlarına karşı sözüm o-
na bir m ücadeleye katılm ıştı. Yine de psikanaliz daha o zam an­
dan çağını d o ld u rm u ş bir sınıfta doğm uştu, geleceksiz hir top­
lum da. Böylece F reud asalakların lib idosunu aşırı boyutlıtndırdı
ve başka bir itki, hele yukarı doğru bir itki, bilmedi. Artık Eros
olan Efendinin tebaasına uykuda verdiklerinden başka bir düş
bilm edi. Ve böylece, burjuvazinin yeni k o rk u ların d an ve eski
teslim iyetinden oluşan erzak, gelecek karşısındaki pekâlâ çıkara
dayalı kuşkuyu güçlendirdi - uzadıkça, daha gönülden. Tam da
budur, gördüğüm üz gibi, F reud'un da bir Henüz-Bilincine-Varıl-
m am ış kavram ının ö n ü n e, ileri d ö n ü k alacakaranlığın ö n ü n e
koyduğu engel. O açıkça kaçınılmaz, basbayağı bastırıcı cüm le,
bundandır: “Bastırılan, bize Bilinçdışı'nın m odelini sunar.” (Das
leh und das Es [td ve Beni, 1923, s. 12) Engel, nihayetinde de­
rinlikler psikolojisinde, yani psikanalitik gerilem enin Kan-ve-
Toprak büy ü cü lü ğ ü için ideolojik açıdan kullanılabilir kılındığı
yerde, m utlaklaşm ıştır. C.G. Ju ng'un Bilinçdışı’sı, tam am en bi­
lin cin bo drum una inm iştir; faşizm in ütopyayı u yuşturduğu af­
yonu ancak orada içilebileceğine göre. Ju n g yukarı doğru çıka­
nın alacakaranlığını da tastam am arkaik-okült biçim de yorum ­
lar, peygam berâne istihâreyt analoji ile. “Inconscient superior”86
da, pek şişirilen “bilinçaltı kom binasyonlardaki ileri d ö n ü k eği­
lim" de, böylece, anlaşıldığı üzere, tüm üyle geriletm enin [reg-
resyon] altına bükülür. Ju n g 'd a “gelecektekini ö n ceden sezen
d ü şü n c e ” bu ölçüde arkaikleştirildigi ve a rk a ik olarak kaldığı

86 Üst bilinçdışı.
175
yer, tam da engellenm iş N ovum psikolojisi için, in e.xtenso [tasta­
mam] görünecek kadar açıklayıcıdır: “Psikanaliz tıpkı tarih bili­
m i gibi geriye dönük çalışır. G eçm işin büyük bir bölüm ü nasıl
tarihçiliğin bilgisinin ona erişemeyeceği kadar uzaklaştıysa, bi­
linçdışı belirlenim in b ü yük bir bölüm ü de erişilmezdir. Ama ta­
rihçilik iki şeyi bilm ez: geçmişte saklı olanı ve gelecekte saklı
olanı. Belki ikisi de belirli bir ihtim aliyatla erişilir olabilirdi, bi­
rincisi kaziye [postüla] olarak, ikincisi tahm in olarak. Yarın Bu-
gün'de m evcut olduğu ve gelecekte olacakların b ü tü n ipleri bu­
güne bağlı olduğu ölçüde, bugüne ilişkin derinleşm iş bir bilgi,
gelecekte olacakların kısa veya uzun erimli ve güvenilir bir tah­
m inini m üm kün kılabilirdi. Bu akıl yürütm eyi psikolojik olana
taşıdığımızda... zorunlu olarak aynı sonuç çıkar: K anıtlanabilir
biçim de, çoktandır Bilinçdışı eşiğinin altına düşm üş olan hatır­
lama izleri erişilebilir olduğu ölçüde, keza ileriye d ö n ü k çok in­
ce sublim inal kom binasyonlar da, gelecekte -özellikle de bizim
psikolojim izin koşullam asıyla- olacaklar için, büyük önem ta­
şırlar. Fakat nasıl tarih bilimi, daha çok politikanın nesnesi olan
gelecek kom binasyonlarıyla fazla m eşgul olm uyorsa, psikolojik
gelecek kom binasyonları, da aynı ölçüde sınırlı analiz nesnesi-
dirler. Bunlar daha ziyade, libidonun doğal akıntı yollarını takip
etmeyi bilen, ilânihâye incelm iş bir psikolojik sentetizm in nes­
neleri olmaya uygundur. Bunu biz yapamayız, Bilinçdışı ise pe­
kâlâ yapabilir, çünkü bunlar orada gerçekleşm ektedir. Ve görü­
nüşe bakılırsa, zam an zam an b elirli vakalarda b u çalışm anın
önem li fragm anları düşlerde g ü nyüzüne çıkm aktadır; düşlerin
bâtıl inançlar tarafından öteden beri talep edilen peygam berâne
anlamı da b u radan geliyordur. Kesinliğin, bugün a n ık pek fan­
tastik denilem eyecek olan böylesi düşünce yollarından im tina
etmesi, insanların kâhinliğe d ö n ü k binlerce yıl eski am a o oran­
da da b ü y ü k eğilim inin aşırıya varm ış b ir telâfi çabasını ifade
eder sadece." (Wandlungen und Symbole der Libido [Libidonun
d ö n ü şü m leri ve sem bolleri], 1925, s. 54 vd.) Ju n g 'u n tam da
yükselip gelm ekte olanın psişik tem sili vesilesiyle söylemeyi bil­
diği tek şey b u d u r işte: Ü topik bilinç, bir M ısır d ü ş kitabı olarak
tezahür eder. Gelecek kom binasyonları denen şeyleri icra eden,
en derin karanlıklardaki arkaik Bilinçdışıdır sadece. Bu karanlık­

176
ta n azıcık bir şey ışığa çıkacak olursa, bu da neticede geriye' bas­
tırılanı gösteriyor olacaktır. Tam da petites perceptions'ın tarihsel
bağlamı içinde, Bilinçdışının tekrar hatırlattığım ız arkaikleştiril­
m esi, tekrar u y arıcı hale gelir: B üyük ilerici L eibniz'de N o -
vum’un ö n ü n e dikilen engel, Bilinçdışına d a ir son burjuva psi­
kolojisinde, Novum'un giyotinine d önüşür. Zaten, şim di tam a­
m en açık hale geldiği gibi, burjuva psikolojisinin yükselen çağla-
n n d a bile Yeni'ye ait bilinç sınıfı kayda geçirilm em işti - en azın­
dan, başka düzeylerle karıştınlm ayacak şekilde kaydedilm iş de­
ğildi. Leibniz w rg u y u bilincin yükselişine koym uştur; fakat to­
hum un taşıyıcısı olan petites perceptions, bilaistisna halihazırda
‘kazanılm ış olan' bilincin aşağısında idiler, yani Freud'a kadar
Bilinç-öncesine dair olarak kalan tarihsel m evzuyu işaretlerler.
Yeni Çağın geliştirdiği arzu düşlerinin inşasında da öyledir: top­
lum sal ütopyalar ve dünyaya teknolojiyle hâkim olm a ütopyası
gibi öngörülerin bile, More, Campanella, Bacon, Fichte ve son­
rakilerden gördükleri felsefî ilgi, ne b u n ların tem elindeki geniş­
letici gündüz d ü şle rin in bir psikolojisini geliştirm iştir, ne de
dünyada [konum lanabilecekleri] m üm kün-reel b ir yere d air b ir
bilgi teorisini. B unun n ed en i bu kez gelecekle ilgili çıkar temelli
bir k u şku değildir, kesinlikle değildir, ama deyim yerindeyse bir
çıkarsızlıkta, sta tik y a şa m a ve düşünm enin ardçı nüfu zu n d a d ır.
Yükselen burjuvazinin bilinci de h e n ü z çok az çıkabilmişti, ön­
ceden tanzim edilm iş, nihayet b u lm u ş bir d ü n y a kavram ının
(ordo se m p item u s rerum ) dışına; feodal statikliğin ardçı etkisi,
yenilik kavram ını gem liyordu. Leibniz’de gem liyordu, o zamana
kadarki O luş-Açılım larının, süreç felsefelerinin en kararlısı olan
H egel'de bile gem liyor h a tta bozuy o rd u . T inin F enom enoloji-
si'ndeki ü n lü süreç-cüm lesi b ile böyle sürgülenm iş b ir şekilde
okunm alıdır: “Fakat tıpkı çocukta u zun süreli sessiz beslenm e­
nin ardından alınan ilk nefes sadece çoğalan bir ilerleyişin tedri-
ctliğini kesintiye uğratm ası -n ite l b ir sıçram a- ve çocuğun artık
doğması gibi, kendini oluşturm akta olan Tin yavaş yavaş ve ses­
sizce yeni suretine/biçim ine doğru olgunlaşır, kendisinden önce­
ki d ü n y an ın yapısını söker parça parça, o d ü n y an ın sallantısı
ancak tekil belirtilerle işaretlenir; mevcut olanı yıpratan kayıt­
sızlık ve sıkıntı, bir bilinm eyenin belli belirsiz sezilişi, başka bir

177
şeyin gelm ekte olduğunun habercileridir. B ütünün fizyonom isi­
ni değiştirm eksizin tedricen k ü çü k parçalara ayrılış, [Yeni'nin]
çıkışıyla kesintiye uğrar, b ir şim şektir bu, b ir seferde yeni d ü n ­
yanın suretinV biçim ini oraya koyuveren.” (W erke [Eserler] II,
1832, s. 10) Burada da, Hegel diyalektiğinin tü m atlam alı karak­
terinde de, Fransız D evrim i'nin refleksi gözden kaçm ayacak ka­
dar açıktır; yine de o tam am ını, bitm iş bir eşzam anlılık olarak,
yani hatıra olarak düşü n m ü ştü r. Yeni başlangıcın şim şeği burada
da sadece, yükselip gelm ekte olanın çoktan belirlenm iş tam am -
lanm ışhğıyla gelmesidir, dolayısıyla döngüsel bir oluşum dur, h e­
nüz gelm em iş olana bir açılım ı yoktur. M uazzam girişim, şim di­
den ebediyyen emekliye ayrılmıştır, bitm iş b ir başarının em ekli­
liğine: “T ezahür/görünüm , kendisi oluşup geçip gidenin değil
de, ‘kendinde şey’ olanın ve hakikatin yaşamının sahiciliğini ve
hareketini teşkil edenin oluşum u ve geçip gidişidir... H areketin
sü k û n et olarak k avranan tam lığında kendini fark ettiren ve ona
özel bir Varoluş v eren dir - k en d in i hatırlayan, m uhafaza eden
b ir şey olarak, kendisi hak k ın d a bilgisi o n u n varoluşudur.” (1. c.
s. 36 vd.) Tohum da veya K endinde-O landa kesinlikle m evcut
bu lu n an ve Hegelci sürecin h e r basam ağında tek rar zu h u r eden
ü to p ik m ahrem iyet, b u n a göre keza, kavranan dışavurum ların
b ü tü n ü tarafından öteden beri faş edilmiştir. Platon’un, tüm bil­
ginin salt Anam nesis, bir ke z temaşâ edilm iş olanın hatırlanışı ol­
d u ğ u n a d air ö ğ retisi, sad ece O lm u ş-O la n a y ö n e lm iş b u id ­
rak/bilgi, böylelikle sürekli yeniden üretilm iştir: en nihayetinde
bu, b ir H enüz-O lm ayan’m sui generis8y O luş’u ö n ü n d e dikilen
engeli ideolojikleştirm iştir. lşte em ekliye ayrılm a ihtiyacı içinde­
ki gericiliğin ardçı statiği, b u b itm iş tam am lanm ış, kapanm ış
A na m n esis dünyası, çöküş d önem inde bilinm eyenin, gelm ekte
olanın karşısında duyulan d eh şetin gördüğü işi görm üştür.
Eski tarzın yenilikçi heyecanlara kapılm ış görünen m ensupla­
rının bile hiçbiri bu engelden k u rtu lm u ş değildir. Bergson’daki
gibi, m ünhasıran, fazlasıyla m ünhasıran, yeniliğin tem ayüz etti­
rilm eye çalışıldığı yerde de böyledir. Bergson b ir ■seferinde, “M e­
tafiziğe Giriş”inde, b ü y ü k bilgilerin şim diye d e k hep, san k i şey­

87 Kendine mahsus.
178
lerde çoktan n o k tası n o k tasın a ö n ceden b içim len d irilm iş bir
m antığı aydınlatm ışlar gibi değerlendirildiğini söyler, “bir şenlik
akşam ında, bir çelengin hatlarını almış b u lu n an halka biçim in­
deki ateşe sürekli yeniden gaz dökercesine...” Fakat Bergson’da
Novum olarak konan nedir: Anti-Tekrar, A nti-G eom etri, Elan vi-
tal88 ve yaşam ın akıntısıyla birlikte akan sezgi - tüm bu yaşam­
sallık izlenimcidir, aynı zam anda liberal-anarşisttir, özgürleştiri­
ci değildir. Bergson Elan vital’i, “hep yeniden ortaya çıkan bir is­
tikam et değişimi” olarak tanımlar, “tıpkı b ir eğrideki gibi”. Sezgi
denen şey bu hareket halindeki şaşırtıcılığın içine yerleşir, m a­
mafih süzm e kötü sonsuzluğu ve so n u gelmez değişkenliği için­
de Novum'la sahici b ir buluşm a gerçekleştirem ez. Dolayısıyla,
her şeyin hep yenilenm esi gereken yerde, her şey eskisi gibi ka­
lır. B unun için, Bergson'un şaşırtıcılık akışında hakikatte her şey
ayarlanm ış ve fo rm ü lleştirilerek d o n d u ru lm u ştu r: Yeniyi salt
ebedî b ir içeriksiz zigzağa indirgeyen tekrar ile arasındaki ölü
çelişkinin form ülüne; ne doğum un ve patlam anın şim diye dek
olm uş olanın içerikçe ü retk en bir aşılm asına elverdiği o m utlak­
laştırılm ış tesadüfün form ülüne. Bergson hedefli bir süreç fikri­
ne karşı çıkar, fakat hedef önceden kararlaştırılm ış olduğu ve
dolayısıyla sözkonusu süreç - e n ü st d ü zey d e- neredeyse dalave­
re gibi görüneceği için yapıyor değildir bun u , tersine, ileriye dö­
nük, bir yere giden ve açıkça takip edilebilir olan h er türlü he­
defi tasfiye eder. Böylelikle sözüm ona Novum, Anamnesis'ten da­
ha farklı görünm ez - yani hep olm uş bir şey, h er zam an Phönix,
her seferinde -şim d i değişkenlik adını a la n - değişmez olana ita­
atk âr geri dönüş. Toplam da, alacakaranlığın Fixum 'da89 takılı
kalmasıyla, şaşırtıcı olan, hem en her yerde kaydedilm eden kalır
veya olmuş olanla kapanır önü. H enüz-Bilincine-Varılmamış’ın
sü rekli sefer yapılan devasa psişik krallığı şim diye d e k keşfedil­
meden kalm ış veya keşifleri fark edilmemiştir. Aynı şekilde: He-
nüz-Bilincine-Varılmamış'a bağlı bir kavram olan Henüz-Olma-
m ış-O lan'ın devasa p sişik krallığının istikrarı bozulm am ış; buna
yakından bağlı, Anamnesis'in erişemeyeceği, cephe, Novum, nes­

88 Hayat hamlesi.
89 Sabit olan.
179
nel imkân gibi gerçek kategoriler, Marx’tan önceki dünyada ka­
tegorik bir öğretinden m ahrum kalm ıştır. Epigon [taklitçi] sade­
ce, üretkenliğin ondan önce inşa edip süslediği yürünebilir so­
kaklarda eğleşir daim a; Yeni'nin tesbitinde ise, şim diye kadarki
üretkenlik bile sanki sadece takli tçiliği bilirm iş gibi davranır.
Burjuva sınıfının çöküşü, gerici R om antizm in çok ö tesinde, A u-
rora.90 kavram ından duyulan m em nuniyetsizliği kesinleştirm iş­
tir. Ve -şim d i söylenecek olgunluğa eriştiği ü z e re - ancak bugün­
kü zamanın olum lu deneyimükavranışı, yani o n u n gelmekte olan
içeriğinin onaylanm asıdır ki, gençliğin, çağ dönüm lerinin, k ü l­
türel üretim in tahak k u k u n u ü stü ö rtü lü haliyle gerçekleştirm iş
olan bir bilinç duru m u n u n tanım lanm asını sağlar. Ancak bizim
bugünüm ü z, Henüz-Bilincine-Varılmamış'ın ve dünyada H enüz-
O lm am ış-O lan'da onu n la bağlantılı olan h akkında b ir teorinin
ekonom ik -to p lu m sal ö n k o şu lların a sahiptir. H er şeyden önce
a rtık esas itibarıyla O lm uş-B ulunanla değil Yükselip G elm ekte
O la n ın eğilim iy le b a ğ la n tılı b ir b ilm e k a v ra m ın ı ilk o larak
M arksizm dünyaya getirm iş, böylece ilk defa o larak geleceği te-
orik-pratik açıdan ellerinin arasına almıştır. Sözkonusu eğilimi
bilmek, A rtık-Bilincinde-O lunm ayan’a ve O lm uş B ulunana, an­
lam larını korum alarının im kanını, yani telâfi edilm iş olm adıkla­
rını hatırlatm ak, yorum lam ak, açım lam ak bakım ından bile sırf,
zorunludur. M arksizm b u şekilde, ütopyanın çekirdeğini k u rta­
rıp bugün e taşıdığı, som uta getirdiği gibi, idealist eğilim diya-
lek tiğ in in k in i de k urtarm ıştır. R om antizm ü topyayı anlam az,
kendisininkini bile anlam az, fakat som u tlaşmış ütopya Rom an­
tiz m i anlar ve ona nüfuz. eder - ark aik ve tarihsel u n surların,
onun arketiplerinde ve eserlerinde, henüz dillenm em iş, telâfisi
yapılm am ış birşeyleri içerm eleri ölçüsünde. En ileri bilin ç bu
şekilde hafız anın ve u n u tm u şlu ğ u n içinde de batm ış ve kapan­
m ış bir uzam olarak değil de açıkta, sürecin ve cephenin uza­
m ında çalışır. Bu uzam ise m ünhasıran ileriye d ö nük alacaka­
ranlıkla d o lu d u r - anlam ını koru m ak ta olan [bir] geçmişe ait
örneklerinde de öyledir; bir H enüz-Bilincine Varılm amış'ın bi­
lince ehil, bilm eye ehil canlılığıyla doludur. R om antizm in arka­

90 Şafak ilahesi.
180
ik-tarihsel niteliğiyle salt antika kaynaklara, yani yanlış b ir de­
rinliğe çekilmiş olduğu yerde, ütopik bilinç, Olacak O lan'dakini
iyice özgür kılm ası yanında, eskinin içindeki yükselip gelmekte
olanı da özgürleştirir. G erçek d erinliği keşfeder: yükseklerde,
daha da aydınlık olanın alacakaranlığının görüldüğü, m a ydtnhh
bilincin yüksekliğinde.

H enüz-B H incine-V anlm am ış’taki


bilinçli ve b ilin en e tk in lik , ü to p ik işlev

B urada kastedilen ileriye bakış seçicidir, b u lan ık değil. Sezişin


sağlıklı bir seziş olm asını ve kendisi bodrum daym ış gibi boğuk
olm am asını talep eder baştan. Sabaha dön m ü ş olsa da y ü zü n ü ,
kendi alacasında kendisini bilinçli kılmaya yatkın değildir öyle­
si. Bilimin yokluğunda, histerik etkiler ve batıl inançlar da yer­
leşm iştir buraya. Kehanet, geleceği okum a gibi asabî haller, seziş
olarak tanım lanm ıştır, işte boğuk sezişlerdir bunlar. Fakat bu,
sahici Seziş'in, açık ki, ne tenezzül edeceği ne de edebileceği bir
yozlaşmadır. Geleceği okum ak denen şeyin hâlâ vuku bulduğu­
nu kabul etseniz bile, köşede bucakta kalm ıştır artık, sinir kasıl­
malarına ve pek talih getirm eyen buna b enzer ihsanlara da ya­
kındır. Böyle şeyler, m eşru vakalarda sadece hava değişim ine da­
ir bir önsezide bulunan, fakat güyâ büyük yangınları ve ölüm le­
ri kehanet eden şu hastalıklı hassasiyete (bir yaranın hassasiye­
ti) özgüdür. Bu arada daim a, sadece, binlerce kez v u k u bulm uş
ve yarın veya öbür gün hep tekrar vuku bulacak olanla ilgilen­
m esi de, bu tarz sezginin bilinçaltına, derinlere çökelm işine, ata-
vist'ine, yaşanm ış bitm iş olanına uygundur. H ele uyurgezer ö n ­
sezisi, hayvani içgüdü nü n bir bakiyesi olabilir en fazlası, fakat
içgüdü zaten b ilh a k a stereotiptir: eylemleri, her ayrıntısına ka­
dar amaca uygun olm akla birlikte, hayvan yeni bir d urum la k ar­
şılaşır karşılaşmaz, daha önce hiç olm am ış bir şeyin kokusunu
aldığında, derhal aksileşir. Kuluçkaya yatm ak, yuva kurm ak, gö­
çe gitm ek, içgüdüyle yapılır, sanki geleceğe dair dakik bir “bilgi"
varm ış gibi; fakat bu bilgi, tü rü n m ilyonlarca yıllık kaderlerinin
bilgisidir. İçeriksel bakım dan eski, otom atik b ir gelecektir bu,
dem ek, içinde yeni b ir şey v u k u bulm adığına göre, bahsettiği­

181
miz, sahici-olm ayan gelecek. Bedensel içgüdülerde birçok şey
hâlâ karan lık görünür, sinyal sistem lerinin araştırılm ası henüz
bitm em iştir, içgüdüdeki güdüleyici im gelerin yaşam ının -o n la ra
. istikam et vererek sıyanet eden şeyle b e ra b e r- bulm acası, şayet
varsa böyle bir şey, çözülm üş değildir. Hayvanı ihtiyat içgüdü­
sünde hem geçmişe, hem bugüne hem geleceğe tüm üyle birbir-
leriyle bitiştirerek sahip görünen ve tü rü n işlerinin ölçüsü içeri­
sinde bunlara görece hâkim bulunan etkinliği öğrenmek de, in­
sani seziş için, eşiği ne kadar düşerse düşsün, zordur. Yine de
şundan daha kesin olan b ir şey yoktur: Buradaki gelecek, tıpkı
F olklor’ü n k endisinden bahsettiği kehanetçilik gibi, tam am en
sahicilikten uzaktır, bir tekrardır, hiç değişm eyen bir çem berin
içine yerleştirilm iş bir parçadır. İçgüdünün geleceği ve ona akra­
ba olan atavistik sezginin geleceği, h er başlangıçta, hep aynı ba­
samakta aynı şeye başlar, aynı şeyi kavrar. Ü retken seziş ise, il­
ham denen şeyin suretinde bile olsa, kendi kendinin bilincine
varm ış içgüdüden çok başka b ir şeydir. K enarda köşede, boğuk
ve isli kalmaz, başından itibaren kuvvette ve sıhhattedir. Kendi
kendinin açıkça bilincindedir o, Henüz-Bilincine-Vanlm am ış’ın
bilincindedir, uyanık haliyle öğrenm e neşesi taşır, önceden-gö-
rürken etrafına bakm a, b ü tü n ü görm e yeteneğine, evet, öngörü­
sü nde ihtiyatlı olma91 yeteneğine sahiptir. G ençlikle, çağ d ö n ü ­
m üyle, ü retim le başlayan sahici Seziş, hayvani hele parapsişik
durum larda değil insani hallerde pekâlâ kendini evinde hisse­
der, dim dik ayaktadır. 1525’teki Alman köylüleri, Fransız, Rus
devrim lerinin kitleleri, sloganlarının yanında bir nevi devrim in
güdüleyici im gelerine de sahiptiler: İstikam eti “Ça ira” veriyor­
du. Fakat güdüleyici im geler sahiden geleceğe ait bir m ekân ta­
rafından çekiliyor ve aydınlatılıyordular: Ö zgürlük krallığı tara­
fından. Ö lüm vakalanm veya piyangoda kazanacak num aralan
önceden görm e yeteneği d en en şey, belli k i y ü k sek derecede
üretken b ir edim değildir. En kuvvetli uyurgezerlerden biri, Pre-
vost Kâhini, Ju stin u s K em er’in zam anında yayım ladığı açıkla­
m alarınd a şöyle d er (R eclam , s. 274): “D ünya bana göre bir
çemberdir, b u çem berde ö n ü m e ' de arkam a da bakabilir, ne ol­

91 “Vorsicht in ihrer Vor-Sicht”: Almanca’da “Vorsicht” ihtiyat anlamına gelir,


“Vor-Sicht” ise Önceden-Görmek.
182
d u ğ u n u ve n e geleceğini görebilirim .” Rom antizm , keza Hegel
de, Seziş’i ancak b u atavistik, bâtıl inançlı, b u gün tam am en h a r­
cıalem leşm iş anlam ı için d e b iliy o r ve sayıyordu. Sadece eski
dünyaya ait bir koku alıştır bu, yeni olan tek şey horoz ötüşü­
dür, m ezarlığa giren ve bizzat hayalet [hikâyesinin] bir parçası
olan ötüş. Falcı kadından N ostradam us'a kadar bu hasta gülünç
p e y g am b e rle rin h iç b irin d e , “G eleceği” sö y le d ik le rin d e , salt
m evcut bilinenleri tersine çevirmeyip b u n ların ötesine geçen tek
bir söze rastlanam am ası, anlaşılırdır. Buna karşılık örneğin, bir
k âh in degil d üşünm üş b ir ütopyacı olan Bacon, N ova Atîantis'in-
de şaşırtıcı derecede sahi b ir gelecek görm üştü. Çağının nesnel-
reel im kânları hakkında, nesnel eğilim i hakkında pekâlâ bilinç
kazandırıcı koku alışı sayesinde.
Zaten ileri dön ü k bakış, bilinci aydınlandıkça kuvvetlenm ez
mi? Bu bakıştaki düş, elbette berraklık ister, doğru sezgi olarak
belirgin olm ak ister. Ancak akıl konuşm aya başladığında, hiçbir
Yanhş'ı olm ayan U m ut tekrar yeşermeye başlar. Henüz-Bilinci-
ne-V anlm am ış'ın kendisinin ise kendi edim inin bilincinde olm a­
sı ve içerikçe biliniyor olm ası gerekir, şurada ve burada söken
alacakaranlık olarak. Böylelikle, d ü ştek i asıl ileriye d ö n ü k bek­
len ti duy u su olan U m ut, artık sadece 13. Bölüm de tasvir edildi­
ği gibi salt ru h halinin kendi üzerinde ısrarcı b ir hareketi biçi­
m in d e değil de, bilinçli ve bilinen ütopik işlev olarak ortaya çıkar.
O nun içerikleri kendilerini öncelikle tasavvurlar halinde tem sil
ederler, esas itibarıyla fantezideki tasavvurlardır bunlar da. Ha­
tırlanan tasa^vvurlar, sadece olm uş algılam aları yeniden üretir ve
b u n u yaparken gitgide geçmiş olanın gölgesi altına girerler; fan­
tezideki tasavvurlar b u n d an farklıdır. Buradaki fantezi tasavvur­
ları da salt halihazırda mevcut olanların lâlettayin bir bileşim ine
dayanm az (ta şta n b ir deniz, altından bir dağ vs. gibi [imgelere]);
halihazırda m evcut olanı, kendi farklılaşm asının, daha iyi o lma-
sının m üstakbel im kânlarına d o ğ ru öngörerek ilerleten tasav­
vurlara dayanır. Ü topik işlevin b u şekilde belirlenm iş fantezisi
de zaten kendisini hayalperestlikten, sadece ilkinin kendisi için
beklenebilir cinsten b ir H enüz-O lm am a h aline sahip bulunm a­
sıyla ay ım ; yani boş b ir M üm kün'le oynaşıp da yolunu şaşırm ak
yerine, reel olarak m ü m k ü n olan b ir şeyin psişik öncelem esi ol­

183
masıyla. Aynı zam anda, reel olarak m üm kün olanın öncelemesi-
ni ifade eden gündüz d ü şü n ü n hep vurguladığım ız farkı da yeni
b ir açıklık kazanır böylece: salt wishful thinhing'de ü topik işlev
hiç yoktur ya da ancak bir çakım olarak varolur. Ibsen, Rosm ers-
holm'de, U lrich Brendel'in şahsında, ‘salt' plan yapan birinin ya­
ni verim siz b ir plan-yapıcının dokunaklı b ir resm ini çizmiştir.
Asla dokunaklı olm ayan çok daha aşağı bir düzeyde, “H aydut­
la r ı n Spiegelberg'i, ütopikliğiyle böbürlenm e sanatının örneği­
dir; kıyas edilemeyecek kadar yüksek b ir düzeyde ise M arki Po­
sa,92 salt soyut-kaziyeci [postüla koyucu) olan haddinden fazla
büyük saflığıyla bu tarza dahildir. Yalın w ishful thinking kadim ­
den beri ütopyalan i tibarsızlaştırm ıştır, gerek politik-pratik yön­
den gerekse arzulanabilir olan başka h er şeyi ilan/ihbar tarzı yö­
nünden; sanki her ütopy an ın m utlaka soyut olacağına dair ka­
bulüyle. Şüphesiz soy u t ü to p y a k u rm a d a ü to p ik işlev h en ü z
hamdır, yani büyük ölçüde arkasında katı bir özne yoktur ve re-
el-m ü m k ü n o lan la b ağ lan tısı b u lu n m a z . D olayısıyla kolayca
sapmaya düşer, ileriye, daha iyiye d ö n ü k hakiki eğilimle tem as­
tan yoksundur. Ne var ki en az geliştirilm em iş ü to p ik işlevin
ham lığı (hayalâ t) k ad ar kuşkulu olan [tutum ), H alihazır'a sap­
lanm ış darkafalıhğın çok yaygın ve elbette olgu nlaşm ış kof söz­
lülüğüdür, am pirisistin at gözlükleridir, b u n u n gibi dünyaya bir
anlam katm ayan tutum lardır; kısacası, şişm an burjuvayla ser­
sem pratikçinin, öngörücü/önceleyici olanı toptan, baştan aşağı
reddetm ekle kalm ayıp aşağıladığı bir yoldaşlıktır bu. Evet, bu
koalisyon, arzulanabilir olanın, hele ileriye götürenin her tarzın­
dan duyduğu tiksintiyle, son ■olarak, gayet tutarlı b ir biçim de,
nihilizm i de katm ıştır kendine. Tam d a n ih iliz 'l kadirdir, anti-
ütopik olanı yaymaya - tıpkı şurad ak i gibi: “A rzuda, Varoluş
Varlığını, Endişe’de sadece kavranm am ış olm akla kalm ayıp ta­
hakkuku hiç düşünülm eyen ve beklenm eyen im kânlar üzerin­
den tasarlar (!). Tersine: Salt arzulam anın o lu ştu rd uğu tarzda
• Kendini-Önceleyen-Varlık'm hâkim iyeti, fiili im kânların anlaşıl­
m am asını b erab erin d e getirir... A rzulam ak, anlayarak kendini
tasarım lam anın, - k i Dünyaya Fırlatılm ış o larak, im kânlar sade­

92 Schiller'in eserleri Haydutlar ve Don Carlos'a atıflar.


184
ce tefekkür edilebilir b u tasarım da-, bir varoluşsal biçim lenm e­
sidir.” (Heidegger, Sein und Zeit, 1927, s. 195) Böyle b ir şey, ham
ön-tasav v u ra/ö n celem ey e u y g u lan d ığ ın d a, b ir h a rem ağ asın ın
ço cuk H erkül'ü iktidarsızlıkla itham etm esine b en zer kuşkusuz.
Ü topik işlevle ilgili olduğu ve potansiyel olarak ilgili olabileceği
oranda h am lığ a ve so y u ta k arşı sah ici . m ü c a d e le n in b u rju v a
“gerçekçiliğiyle” hiçbir ortaklığının bulunm adığını ve pratikçi­
lik karşısında da k en d in i sakınm ayacağını vurgulam aya hâcet
yok. Ö nem li olan şud ur: Ü topik işlevin u m u tlu yük lü fantezi
dolu bakışı, kurbağa perspektifiyle değil, ön-tasa^vvurun/öncele-
m enin içindeki Reel ile sın an ab ilir sadece. Yani ancak, Sahici
olanın eğilim ini b ilmesiyle, b u eğilim e uyan nesnel-gerçek im ­
kânı bilm esiyle, bizzat G erçekliğin ü to p ik olan çü n k ü geleceği
içeren özelliklerini bilm esiyledir ki bir gerçekçilik sayılan, o reel
gerçekçilikle sınanır. Ü to pik işlevin tanım lanan -h iç b ir sapm ay­
la ayattılm am ış- olgunluğu, felsefi sosyalizm in eğilim duygusu­
n u da tanımlar; am pirisizm e kaym ış olan sosyalizm in kötü “va­
kıa duygusu"ndan farklıdır bu. D üş ile hayat arasındaki temas
noktası, - k i bu temas olm aksızın düşten soyut ütopya çıkar yal­
nızca, yaşam dansa vasatlık-, reel-m üm kün olanla bağlantılandı-
rılm ış üto p ik kapasitenin ayakları üzerine o tu rtu lm asında verili­
dir. Sadece bizim doğam ızda değil, tüm süreç-dünyasında hali­
hazırda m evcut olanı eğilim sel olarak aşan b ir kapasitedir bu.
Sadece görünürde paradoksal b ir kavram olan Som ut-Ü topik'in
tam yeridir: yani, asla soyut-ütopik d üşçülükle örtüşm eyen, salt
soyut-üto p ik sosyalizm in ham lığıyla da yönlendirilm eyen, ön-
görücü Som ut-Ü topik. M arksizm in gücü n ü ve h akikatini ifade
eden şey bud u r; b u lu tla n düşlerd e ileri doğru iter, fakat oradaki
ateş sü tu n u n u söndürm eyip som utlukla güçlendirir. U m udun
zekası olan b e k le n ti ç a b a sın ın /y ö n e lim in in b ilin ci-b ilm işlig i
kendini böyle kanıtlam alıdır: yükselen, m addî-diyalektik olarak
taşan ışığın ortasında. Ü topik olan, aşkınlığa yönelen yegâne iş­
levdir geriye kalan; b u n a deger olan da bir tek o vardır: A şkınlık
olm ayan bir aşkınlaşm a. Dayanağı ve ilişkili kavram ı, Süreç'tir;
Ne'liğinin en içkin içeriğini henüz ortaya koym am ış olan fakat
hâlâ ilerlem ekte olan süreç. D olayısıyla süreç bizzat u m u t edi­
lendir, bir H enüz-İyi-O lm am ış olarak H enüz-O lm am ış'm nesnel

185
sezgisi içindedir. Cephe bilinci b u n u n için en iyi ışığı verir, ü to ­
p ik işlev beklenti d u y u su n u n kavranm ış etkinliği olur, U m ut-
Sezgisi dünyada g ü n d ü ze dair her şeyle ittifak kurar. Ü topik iş­
lev, infilâk ettirici olanı anlar, çünkü kendisi de yoğunlaşm ış bir
şekilde tam budur: o n u n Ratio'su, m ilitan .b ir iyim serliğin takat­
ten düşü rü lm em iş aklıdır. Aynca, u m u d u n eylem sel içeriği bi­
linçli olarak aydınlanmış, bilerek açıklanm ış olum lu ütopik işlev­
dir. U m u d u n önce tasa^vvurlarda tem sil edilen, reel yargılan an­
siklopedik olarak incelenen tarihsel içeriği, insanî kültürıln so-
m ut-ütopik u jk u demektir. D octa spes’in93 kavram sal bileşimi, Ra-
tio'daki beklenti duyusu olarak, beklenti d u y u su n d ak i Ratio ola­
rak, bu id rak ü zerinde çalışır. O nda ağır basan, -k a d im d en b eri-
O lm uş O lan'a ilişkin olan gözlem değildir de artık, Süreç'e katı­
lan, Süreç'le birlikte çalışan tavırdır. Bundan ö tü rü d ü r ki bu ta­
vır, M arx'tan beri, ucu açık O luş'a kapalı değildir yöntem sel ola­
rak, Novum da m addeye yabancı değildir artık. O zam andan beri
felsefenin izleği, m ünhasıran, tasviri-m üdahaleci bilincin ve bil­
m e/bilm iş olma dünyasının sona erdirilm em iş bir yasallıkla be­
lirlenen O lm a alanının Topos'unda yer alır. Bu Topos ilkin M ark­
sizm tarafından bilim le keşfedilm iştir - sosyalizm in ütopyadan
bilim e doğru gelişmesiyle.

Ü topik işleve devam:


O ndaki ö zne ve h a lihazırdaki kö tü ye karşı ham le

Fakat arkasında bir Ben'in ve Biz'in kuvveti olmazsa, u m u t bile


boş lâfa dönüşür. Bilinçli-bilmiş u m u tta asla yum uşaklık olmaz,
bir irade dayatır kendini: şöyle olm alıdır, şöyle olması gereki-
yordur. A rzu ve irade, taşm adaki ve geçip gitm edeki yoğunluk,
enerjik b içim d e fırlar öne. D ik d u ru ş, h içbir O lm u ş'u n sesini
bastırm asına izin verm eyen b ir irade önkoşuldur: o dik duruş,
bu iradenin ihtiyat kuvvetidir. Ö znenin üzerinde durabileceği ve
oradan hareketle tepki gösterebileceği bu kendine m ahsus n o k ­
ta, Stoik özbilinçte soyut olarak şöyle tanım lanm ıştır: Dünya yı­
kılsa, yıkıntılar korkm am ış b irisin in tepesine düşer. Bu nokta

93 Kavranan, öğrenilen umut.


186
başka bir soyutlukla, erdem gururuna degil akıl gururuna daya­
nan önkoşullarla, A lm an idealizm inin aşkın Ego'sunda tanım ­
lanm ıştır. Özbilinç orada bilen/idrak eden b ir yaratım edim ine
dönüşm üş tür; daha D escartes’ta, idrak/bilgi kısm en m anifaktür
olarak, k en d i nesnesinin m am ulâtı olarak görünür. Bilinç gu ru ­
runa dayalı önkoşullar elbette, m utlak icracılıklannın g ö rü n tü ­
süyle üm itsizce şişirilm işti; akıl dogaya kendi yasalarını dikte
edemez tabii. Bu bilgi teorisine dayalı idealizm in d ü nyası asla
ütopik de değildir, tersine: aşk ın E g o 'n u n hırsı, tam da halihazır
yasallıgın dünyasını, m atem atik-dogabilim sel tecrübenin dünya­
sını yaratm a/im al etme hırsıydı ağırlıkla. Buna ragm en K ant’ın
ve Fichte'nin aşkın Ego'su, kötü bir m evcudiyetin ahlaken ötesi­
ne geçmeye d ö n ü k bir kaziye koym ayı bildi - Alm an sefaletine
uygun olarak, sadece içeriksiz-soyut bir biçim de olsa da. Hemen
hiçbir noktada yeni-K antçılıkla karıştırılm am ası gereken Kant,
en azından kaziye koym a düzeyinde daha güzel bir dünya kur­
du; m ekanik m evcudiyet tecrübesinde doyum a ulaşm ayan, bu­
nunla batıp gitm eyen bir iradî kendiligindenlik dünyası, Goet-
he'nin sözüyle. Stoik özbilinçte -soyutluguyla tabii derinlem esi­
ne hasar görm üş o la ra k - ve çok daha yakından A lm an idealiz­
m inde, öznenin, ha lih a zırın kötülüğüne karşı itira zcı ham lenin
ö^zgürlüğünü kendisi için saklı tuttu g u k en d in e m ahsus noktanın
ilanı böyle g örünür. Böylece öznel bir etken, henüz soyutbiçim -
sel bir tarzda ilan ediliyor olm akla beraber, bilinir, tanınır hale
gelmiştir: o zamanlar, felsefi olarak Citoyen'in [vatandaş] ifade­
siydi. Bu şekilde, A lm an y a'd ak i h e r b u rju v a d ev rim ci talep,
S tu rm und Drang’dan halkların ilkbaharı denen 1848 hareketine
kadar, hâlâ idealizm in Ego’suyla baglıdır. Sadece kafada degil,
üm itsiz idealist şişinm eden de tam am en k u rtulm uş, reel bir öz­
nel etken ancak sosyalist görüş açısından ihata edildi, proleter
sınıf bilinci olarak. Proletarya, kapitalizm içinde bizzat kendiyle
aktif olarak çelişen çelişki biçim inde kavrıyordu kendini; Kötü
Olmuş O lana en fazla mesele çıkartan çelişkiydi. Aynı reel biçi­
miyle özn el etk en -b ilin c in tüm so y u tlu ğ u n a ve ona tekabül
eden kıyısız kendiligindenligine k a rşı- toplum sal egilimin, Reel-
M üm kün'ün öznel etkeniyle dolayım lanm ıştır. Böylece daha iyi
bilme etkinliği, dünyanın yeni açılan yolunu, Marx'ın deyişiyle

187
“davanın d ü şü n ü ”94 bilinçle sürdüren, yönlendiren ve insanileş­
tiren b ir Fazla’ya d önüşür. N esnel etk en kendi başına yetm ez
b u n u n için, d ah a ziyade, nesnel çelişkiler öznel çelişkilerle etki­
leşim i çagm rlar sürekli. Yoksa, nesnel çelişkilerin onlarla kaplı
dünyayı devrim e uğratm ak için yeterli olduklarını söyleyen nes­
nelci bir otom atizm in neticede bo zguncu nitelikli sap k ın öğreti­
si çıkar ortaya. H er ikisi, hem öznel hem nesnel etken, b ö lü n ­
mez, yalıtılm az nitelikteki daim i diyalektik etkileşim leri içinde
kavranm ahdırlar. Elbette burad a insani eylem kısm ı da yalıtım ­
dan korunm alıdır; esip üfüren ve aşırı öznel etkenliğiyle nesnel-
ekonom ik yasallığı altedebileceğine inanan' k ö tü darbeci akti­
vizm den sakınm alıdır. Lakin d ü n y an ın ken d iliğ in d en daha iyi
olacağına dair bâtıl inancıyla sosyaldem okrat otom atizm de da­
h a az zararlı değildir kendi içinde. Demek, öznel etken olm adan
hal çaresi yoktur; b u etkenin derinlik b o y u tu n u dikkate alma­
m ak da aynı şekilde im kânsızdır: H alihazır'ın kötülüğüne karşı
hamledir, H alihazır'daki k ö tü n ü n kendi içinde ortaya çıkan çe­
lişkilerin o n u n tam am en altın ın oyulm ası ve yıkılması doğrultu­
sunda seferber edilmesidir, derinlik boyutu. Ama özn el etkenin
derinlik boyutu tam da bu nedenden ö tü rü kendi karşı ham le-
sindedir, ç ü n k ü b u ham le sadece olum suz[layıcı] olm ayıp, aynı
zam anda öngörülebilir/tasavvur edilebilir bir başannışlığın ta zy i­
kini içinde b a n n d ın r ve ütopik işlev içinde bu ta zy ik i tem sil eder.
Şimdi mesele, öngörüyle tasavvur eden karşı ham lenin salt
güzelleştirici ham leyle tem as ed ip etm ediği ve n e ölçüde temas
ettiğidir. Ö zellikle, salt güzelleştirici o lan ın , pek âlâ fazlasıyla
ışık tutm ak la birlikte, çoğunlukla b ir karşı ham le olm ayıp hali-
hazırdakinin salt cilâlanm ası niteliği taşıdığı durum da. Ve arka­
sında asla devrim ci b ir m isyon olm adan, apolojetik [özürcü) ya­
ni özneyi H alihazır’la u zlaştıracak bir m isyonla. Sınıflı to p lu ­
m un, gerçi ü retici g ü çlerin gelişm esini hâlâ teşv ik etm esiyle

94 Marx'ın Ruge’ye Eylül 1843’teki mektubundan: “Demek şiârımız şu olmalı: Bi­


linçleri dogmalarla değil, kendi nezdinde muğlak olan mistik bilincin analizi
yoluyla reforma uğratmak - ister politik olsun bu bilinç ister dinsel. İşte o za­
man, dünyanın, ona gerçekten sahip olabilmek için yalnızca onun bilincine
sahip olması gereken bir davanın/meselenin düşüne çoktan sahip bulunduğu,
görülecektir. ”
188
yükselen ama artık devrim ci olm ayan zam anlarında bu am acı
yerine getiren, öncelikle ideolojidir. Bu d u ru m d a H alihazır’ın ay­
dınlatılm ası yanılsama yaratıcı veya en iyi ihtim alle erkenci bir
âhenklileştirm e olarak v u k u bulur, yanlış bilincin isi ve b u h u ­
ruyla kuşatılm ıştır. (Bir sınıflı top lu m u n çöküş zam anlarındaki
çü rü k ideoloji, yani özellikle b u g ü n k ü geç-burjuvazininki, el­
bette dahil değildir buraya; o artık bilinen yanlış bilinçtir, yani
aldatm a.) B unun ötesinde ideolojide Halihazır’ın belirli yoğun­
laşma, tam am lanm a ve anlam landırm a figürleri vardır. Ağırlıkla
yoğunlaşm ayla ilişkili olduklarında arketip, ağırlıkla tam am lan­
m ayla ilişkili olduklarında ideal, ağırlıkla anlam la ilişkili olduk­
larında alegori ve sembol olarak b ilinir bunlar. Bunların her bi­
rin d e farklı tarzlarda varolan, H alihazır'ı güzelleştirm e niyeti/yö­
nelim i, halihazırdaki Kötü'yü güzelleştirm eye m âtuf değildir ve
dikkati b u so n u ncusundan ayırm ak istem esi bilinçli, yani aldat­
mak üzere değildir. Daha ziyade tüm leniyordur burada halihazır
olan; gerçi b ü yük ölçüde idealist-soyut biçim de tüm leniyordur,
diyalektik b ir infilâk yaratm aktan ve reellikten uzaktır, fakat yi­
ne de Daha lyi’nin esasa dair olm ayan, kendine m ahsus bir ön-
görülü tasavvuru eksik değildir: U zam daki b ir tasavvurdur bu,
gelecekte ve zam anda değildir, veya esas olarak öyle değildir. İş­
te şim di m esele, öngörüyle tasavvur eden karşı ham lenin salt
güzelleştirici ham leyle temas edip etm ediği ve ne ölçüde tem as
ettiği meselesi, daha som u t oluyor. Ç ünkü ideolojide, arketip-
lerden farklı olarak, ideallerden farklı olarak, alegori ve sem bol­
lerden farklı olarak, karşı ham le yoktur, fakat güzelleştirici, yo­
ğunlaştırıcı, tamamlayıcı ve anlam landırıcı taşırm a yoluyla, Ha-
lihazır'ın taşırılm ası vardır. Ve keza b u da çarpıtılm ış veya kay­
dırılm ış b ir ü to p ik işlev olm aksızın m üm kün değildir, tıpkı, Ha-
lihazır'ın ön cephesinde kuralsızca görülen b ir “dava düşü" ol­
m aksızın m ü m k ü n olm adığı gibi. Ama o zam an da, esasa dair
olm ayan b u iyileştirm elerdeki özgün ve som ut sayılan üto p ik iş­
lev en azından kısm en keşfedilebilir olmalıdır, b ü sb ü tü n üm itsiz
olm ayan çarpılm alar ve soyutluklar yüzleşilebilir olmalıdır. İlgili
ideolojilerin ve başka esasa d air olm ayan iyileşm elerin nasıl or­
taya çıktığını, ilgili d u rum daki üretim ilişkileri açıklar. Fakat il­
gili üretim ilişkilerinin Hum anum 'unda ilgili d u ru m d a ortaya çı­

189
kan karışıklıklar, anılan eklem eleri/tam am lam aları kültürel faz­
lalarıyla birlikte o lu ştu rab ilm ek için bile, ü to p ik işlevden bir
ödünç alm ayı zo ru n lu kılar. Bir çağın hâk im fikirleri olarak ide­
olojiler, çarpıcı Marx cümlesiyle, egem en sınıfın fikirleridir. Fa­
kat bu sın ıf da kendine yabancılaşm ış olduğundan, k en d i sınıf­
sal esenliğini tüm insanlığın esenliği olarak sunm ak, [yani] ya­
bancılaşm ış bir dünyaya dair o özlem ve aşıp geçm e imgesini,
özellikle burjuvazi nezdinde ‘k ü ltü r’ denen ve ü to p ik işlevin as­
lında yabancılaşması içinde kendini gayet iyi hisseden o sınıfın
içinde bile kısm en işlediğini gösteren o im geyi [benim sem ek]
bile o n u n ideolojisinin çıkarına değildir. Bu işlevin asıl, nere­
deyse tam am en, bu sınıfların henüz devrim ci nitelik taşıyan ide­
olojilerine can verm iş olması, doğaldır. Ü topik işlev olm aksızın,
zaten erişilm iş ve h alihazır olan ın ötesine geçen h içbir tinsel
fazlanın izahı m ü m k ü n değildir, isterse bu Fazla, zu h u r ediş ye­
rine [salt) görüntüyle d o lu olsun. B unun için d ir ki her öngörülü
tasa^vvur ü to p ik işlevin ö n ü n d e kanıtlar kendini ve ü to p ik işlev
bu tasavvurdaki fazlaya her tü rlü içeriğiyle elkoyar. Herde göste­
rileceği gibi, ilerici olm uş olan çıkarlardaki içeriğe de, ait old u k ­
ları toplum la beraber b ü sb ü tü n zam anları dolm am ış olan ideolo-
jilerdekine de, henüz üzeri kaplı olan arketiplerdekilere de, henüz
soyut olan ideallerdekine de, henüz statik d u ru m d ak i alegoriler­
deki ve sembollerdekine de.

Ü topik işlevin çıkarla tem ası

Serin bir bakış, azımsamaklıgıyla gösterm ez kendini. O, doğrult­


m ak istiyordur ve ölçüyü kaybedem ez, zaten kaybetm ek de iste­
mez. Aldatıcı d u y g u lan ve sözleri ayrıştırır, tepiyi, itkiyi çıplak
görm ek ister, ama tabii parçalanm ış, yarısı atılm ış olarak değil.
Elbette, bugü n k ü iş hayatında iktisadi tepi salt alçaklık dereke­
sine düşm üştür, b ü sb ü tü n haydutlaşm ıştır, ‘tam' olan yalnızca
insafsız adiliktir onda. K ar hırsı b ü tü n insanî duygu eğilimlerini
gölgeler; zira m olaları bile yoktur bu hırsın, tıpkı cinayet zevki
gibi. Keza şurası kesindir: Serm ayenin nisbeten daha d ü rü st d a­
ha eski zam anlarında da kâr çık an hiç de en soylu insanî itkilere
dayanm ıyordu. Batış cezasının varlığında, iktisadi m ücadelede

190
her an kudretli bir bencil çıkarcılık devredeydi. Şayet bu zem be­
rek gevşeyecek, o n u n yerini diğerkâm sa ik le r almış olsaydı,
M endeville’in a n fablında gayet sin ik b ir sahicilikle gösterdiği
gibi, tüm kapitalist işleyiş d u ru p kalırdı. Ama yine de: O zam an­
ki girişim cilerin çoğunluğunda bencil itki b u derece çıplak ha­
liyle g ö rü n ü r olsaydı, çok zam an en azından frenlenm ez m iydi
kapitalizm in işleyişi? K endi kendisine, yani içe d ö n ü k olarak da
ve bilinçli kabalıktan farklı olarak, daha soylu, daha m üşterek
birşeylere örnek olsaydı, evet, öznel olarak sahicilikten çok da
uzak olm ayan b ir düş k u rm u ş olsaydı önceden? Bu nedenle, ya­
pay anların ötesinde, o zam anların sahici bencillerin içinde bu­
lunduğu hal gözardı edilemez; saygın ve görünüşte insancıl bir
tarzda ‘nam uslu’ den en k â n elde edebilm ek için diğerkâm maze­
re t ve te lk in le rin de z o ru n lu o ld u ğ u bir h a ld ir bu . N ite k im
Adam Smith’te selfish system’de®5 içe d ö n ü k olarak da yanlış b ir
bilincin h a d a n görünüyordu ve b u n lar Kalvinizm de sıklıkla ol­
duğu gibi yırtılm ış ve parçalanm ış değildi, tersine öznel açıdan
d ü rü st ve düzlenm işti. K endinden em in, vicdanı temiz, saygıde­
ğer tüccar ve girişimciyi, onun gerçekten de nam uslu kâra ina­
nışını, öncelikle o n u n kendisini arz-talep o yununda tüketicilere
hayır işleyen birisi gibi görm esini yansıtan hatlardı bunlar. Tabii
söz konusu olan, ödeme gücüne sahip tüketicilerdi, yani em ek
ü rü n ü n ü n kendilerine satılm asıyla, işçilerden k o p arılm ış artı
değerin paraya dönüştürülebileceği tüketiciler. M am âfih o temiz
vicdan, kapitalist çıkarın sürekli kendisini tüketicinin çıkarıyla,
o n u n tatm iniyle ilişkili kılm a zorunluluğuyla tahkim ediyordu
kendisini. Karşılıklı m enfaate dayanan temiz vicdan, ayrıca, b ü ­
tün insanların büyüyen m übadele gücüne sahip serbest tacirler
olarak görülm esiyle de güzelleniyordu; onların gayet iyi idrak
ettikleri kendi çıkarları, böylelikle h usule gelecek olan toplam
faydayla dengelenecekti. B ütün b u özellikleriyle kapitalist ikti­
sat, nihayet keşfedilm iş yegâne dogal iktisat olarak görünüyor­
du; Smith tam desteğini onca ayrıntılı ve... ü to p ik b ir biçim de
verm işti ona. Yani bizzat çıkarın kendisi ü to p ik b ir tesir altın­
daydı; daha d o ğ ru su o n u n yanlış bilinci böyle b ir tesir altınday-

9,5 Bencil sistem.


191
dı, fakat pekâlâ etkin bir bilinçti bu. Bu güzelleme olmasaydı, o
canavarlar, burjuva töresi bakım ından sırtında yum urta küfesi
olm ayanlar, sö m ü rü y ü aynı b içim de sü rd ü rü rle rd i hiç kuşku
yok ki; Doğu H in d istan Şirketi’n in efendileri kendi işlerinde
ütopik bir işleve hiç hisse ayırm ıyorlardı, çünkü sadece zararını
görürlerdi b u n u n . Fakat m anifaktürün ortalam a işadamı, sınâî
altüst oluşun başlangıç evresinde bile, hâlâ en fazla sayıda (insa­
nın] m üm kün olan en yüksek m utluluğa erişm esine bir inanç
duyuyordu ve m uhtaçtı da bu inanca. Bu inanç, o n u n bencil it­
kileri ile ö nüne örnek olarak konan, düşlediği, Sm ith tarafından
bizzat kaydedilm iş hayırhâh itkiler arasındaki bağlantı ihtiyacını
karşılıyordu. Üstelik, sinik bencil çıkarcılığın soyluluğa, özellik­
le de so y lu lu k için d ek i sefihlere atfedildiği oran d a (R ichard-
son’ın o zam anlar yayım lanan rom anlarıyla karşılaştırın). Oysa
yükselen burjuvanın, başkalarının sırtından daha çok kazanm ak
ve o b aşk aların ın faydası için k azanıyorm uşçasına kazanm ak
için, “erdem e” ihtiyacı vardı. Hele feodal engellere k arşı nihâî
m ücadele gelip çattığında, pek h ero ik bir sınıf olm ayan burjuva­
zinin bilhassa kuvvetli b a ru t d o ld u rm ası gerekti. Yoksa bizzat
kendisi savaşmaz, - k i kısm en de olsa b u n u y ap m ıştı-, sadece
kenar m ahallelerdeki adam ları savaştınrdı kendi hesabına. Yok­
sa iyi niyetli b ir şekilde G racchus’lar96 ile B rütüs’ü akrabası gibi
hissetm ezdi, ki keza, kısm en de olsa bunu yapm ıştı: 1789'.da
burjuva özgürlüğünün nişanlılık devresi sırasında. Yani yükse­
len, iktisaden vâdesi gelen sın ıf içe d ö n ü k olarak, o zam anki
duygular karm aşasında u zu n erim li b ir tutkuya ihtiyaç d u y u ­
yordu, M arx’ın dediği gibi “m ücadelelerinin burjuvaca sınırlan­
mış içeriğini kendi kendisinden saklam ak için”. Yanılsama m ut­
laktı; insan haklarının özel iktisada tabî insanı, ahlâkî kişi [tanı­
mı] olarak Cüoyen’in soyutluğu teşhis edilemiyordu, o zam anlar
bu perden in arkasının görülm esi m üm kün değildi. Yine de bu
yanılsama tarzında bile öngörülü bir tasavvurun yüzü kendini
gösteriyordu, hatta, h er ne kadar soyut ifade edilm iş, soyut-üto­
pik biçim de konm uş olsa da, bilhassa insanı bir yüzdü bu. Da­

96 Tiberius ile Gaius, Eski Roma’da M.Ö. l20’lerin başında alt sınıflar lehine re­
formlara teşebbüs eden ve asillerin oluşturduğu senato çoğunluğunca öldür-
tülen iki kardeş.
192
hası: buradaki çıkar yanılsam adan ibaret değildi; yoksa sosyalist
açıdan, insan haklarının hiç de sadece özel iktisada tabi olarak
düşünülm eyen insanına, hele Citoyen'e atıfta b u lu n m ak m üm ­
kü n olmazdı. Citoyen’in vaadi - bu vaad açık ki ancak sosyalist­
çe yerine getirilebilir. H er halükârda tutulabilir b ir vaaddir bu,
dem ek o zam anlar bizzat burjuvazinin çabasının içinde, ütopya­
nın yardımıyla yaratılmış bir fazla/artık m evcuttu. Citoyen’de ah-
lâken soyutlanan, yani sahici bireysel insandan aşırılan toplum ­
sal hissiyatın, o insanların artık burjuva-bireyci olm ayan kendi
güçleriyle, önce b ir birleştirilm esi gerekir. H er ne ise, o zam an­
lar “erdem ” denen bu hissiyat pekâla m evcuttu, bu d u rum da sa­
dece b aru t sağlayıcı olarak değil fazla/artık olarak da m evcuttu -
böyle olm asaydı, gerçek Jakobenlerden geçtik, bir Jefferson'ın
ne şerefi kalırdı? Yani henüz itki aşam asında, şayet zam anına
göre ilerici bir itkiyse bu, tu tu n m ası m ü m k ü n olan başka bir hat
etkisini gösterebilir, dolaysızca teşvik edilecek ilerlem enin ötesi­
ne giden bir h attır bu. A hlaken tevarüs edilebilir bir hattır; tıpkı,
biçim lendirilm iş, esere dön ü şm ü ş fazlanın/artığın esas ideolojik
bilinç tarafından k ü ltü rel olarak tevarüs edilebilir olm ası gibi.
İyi olan, hatta En İyi olan, geçm işte defalarca arzulanm ıştı ve sa­
dece büyük ölçüde arzulanm ış olarak kaldı. Fakat tam da bu Ar­
zulama erişemeyen b ir arzulam a olduğu içindir ki, halihazırda
erişebilir olduğuyla, yani bu durum da kapitalist toplum la örtüş-
mediği noktada, k u rtu lu şa doğru y ü rü y ü şü n ü sürdürür. Ü topik
işlev yanılsam anın bu kısm ım söküp alır; öyle bir etkisi vardır
ki onun, insana dost olan her şey giderek akraba hisseder kendi­
ni birbiriyle.

Ü topik işlevin ideolojiyle karşılaşm ası

K eskin b ir bakış, saklı olanı teşhis etm ekte gösterm ez sadece


kendini. H er bir şeyi su gibi berrak görm eyen tarzında da göste­
rir. H er şey öyle bitm iş bir berraklıkta değildir, bir m ayalanm a,
kendini-oluşturm a hali vardır ve işte ancak keskin bakış verebi­
lir bunun hakkım . Bu Tam am lanm am ışlık kendisini en geniş ve
en karışm ış biçimde, salt çağına bağlanm akla takattan kesilme-
diyse şayet, ideolojide gösterir. Ve şimdiye kadarki bütün kül­

193
türlere refakat etmiş olan, kendi çağına ilişkin salt yanlış bilinçle
de değil. Elbette, ideolojinin kendisi işbölüm ünden, m ad d i ve
tinsel em ek arasın d a kadim k o m ü n d en sonra çıkan ayrım dan
kaynaklanır. A ncak b u nd an itibaren, tasarım lar kurm aya m üsait
boş vakti olan bir grub u n , b u sâyede kendini ve en önce başka­
larını aldatm ası m ü m k ü n oldu. D em ek ideolojiler zaten aileden
egem en sınıfın ideolojileri oldukları için, ekonom ik kökenlerini
inkâr ederek, söm ürüyü peçeleyerek, m evcut toplum sal du ru m u
m eşrulaştırırlar. B ütün sınıflı toplum larda resim budur, burjuva­
zideyse en belirgindir. M amâfih b u toplum ların ideolojik oluşu­
m unda, çok değişik değer ölçeklerine ve tinsel açıdan ziyadesiy­
le ‘tinsel' olan üstyapıya ilişkin değişik görev tanım larına sahip
üç evre vardır: h azırlık evresi, m uzaffer evre, d ü şüş evresi. Bir
ideolojinin hazırlık evresi, o zam ana d ek egemen olan sınıfın
köhne üstyapısının karşısına taze ilerici üstyapıyı çıkartarak, he­
nüz sağlam laşm am ış olan kendi altyapısına yardım cı olur. Sonra
kendisi egemenliğe erişen sınıf, - b u evreye öngelen devrim ci it­
kileri bir tarafa bırakarak, aynı zam anda kısm en az veya çok
klasik “dengeciliğe” de başvurarak-, b u arada varoluş kazanm ış
b u lu n an kendi altyapısını güvenceye alıp, politik-hukuksal ola­
rak sabitleyip, p o litik -h u k u k sa l-k ü ltü re l olarak güzelleyerek,
ikinci ideolojik evreyi başlatır. G erek güvencelem e gerekse gü­
zelleme, üretici güçlerle üretim ilişkileri arasında geçici de olsa
b ir âhenge erişilm iş olm asıyla da desteklenir. D üşüşteki sınıf
üçüncü ideolojik evreyi başlatır: -y an lış b ilin çtek i iyi niyeti ne­
redeyse tam am en yitirerek, yani neredeyse tüm üyle bilinçli bir
aldatm ayla- altyapının çü rü m ü şlü ğ ü n ü parfüm leyerek, fosforla
geceyi gündüze, gündüzü geceye çevirerek yapar bunu. Demek,
kesinlikle, sınıflı toplum da ekonom ik altyapı b u n d a çıkarı olan
bir yanlış bilincin sisiyle ö rtü lü r, b u bilincin illüzyonu içeriksel
yönden ister ateşli, ister klasik isterse dekadan olsun, ister yük­
selişle, ister çiçeklenm eyle isterse süslenip püslenm iş bir kulla­
nım la eklem lensin. Sözün kısası, hiçbir söm ürü kendisini çıplak
gösterem eyeceği için, ideoloji bu y a n ıy la , bir toplum un yanlış
bilinç yardımıyla kendini m eşrulaştırdığı ve nurlandırdığı tasa­
rım ların yekûnudur. Ama şimdi: k ü ltü r üzerine d ü şü n ü ld ü ğ ü n ­
d e her zam an, -ü ç evrenin ahlâkî ve içeriksel olarak öylesine de­

194
ğişik ahvalde olm asından da anlaşılabileceği g ib i- ideolojinin
başka bir ya n ı da gösterm ez m i kendini? Salt yanlış bilinçle ve
salt, tarihsel olarak b itm iş bir sınıflı to p lu m u n apolojetiği97 ile
tüm kapsam ıyla örtüşm eyen y an ıd ır bu ideolojinin. Marx Kutsal
Ai le’de ideolojinin eleştirel yanıyla ilgili v u ru c u bir şey söyler:
‘“Fikir’, ‘çıkar’d an farklı olduğu sürece hep rezil etti k en d in i”. Ve
bu cümleyi, burjuva to plu m u n u n Fransız materyalizm iyle başla­
yan kendine dair içgörüsüne^ bağlar; Labrnyere, Larochefouca-
uld, özellikle de H elvetius, gayet iyi k avranan kişisel çıkarın
tüm bu ah lâk ın tem eli o lduğunun idrak edilm esini sağlamıştır.
Ama Marx aynı yerde şöyle devam eder: “Diğer taraftan, kitle­
selleşen, tarihsel olarak kendini kabul ettiren h er ‘çıkar’ın, dün­
ya sahnesine ilk çıkarken, ‘fikri’ veya ‘tasarım ı’ ile kendi ■sahici
düşüncesin in çok ötelerine uzandığını ve kendisini insanlığın
çıkarı ile karıştırdığını kolaylıkla kavrayabiliriz.” Ilüzyon veya
“F ourier’nin her tarihsel çağın sadâsı” dediği şey, bu yolla olu­
şur. Zira bu şekilde oluşm uş h er illüzyon, bir toplum un kendi
beşiğine çelenk yaptığı coşkun çiçekler dışında, d u ru m a göre,
M arx’ın E konom i-P olitiğin Eleştirisine G iri ş’te Yunanlıları h atır­
lattığı gibi, “belirli bir bağlam da norm ve erişilm ez m odel adde­
dilen” sanatsal y aratılan da içerir. Ve böylelikle, kültürel m iras
sorunu y a n ıyla ideoloji soru n u n a da girm iş oluruz; üstyapı eser­
lerinin, toplum sal tem ellerinin çöküp gitm esinden sonra da kül­
türel bilinçte kendilerini geliştirerek yeniden üretilm elerinin ne­
deniyle ilgili so ru n d u r bu. Üç evre arasındaki içeriksel farklar
tam da burada gözardı edilemez, etkisini sürdürm ekte olan Tua
res agitur98 asla o zam ana kadarki sınıflı toplum lardan birisinin
yükselişiyle, onu n devrim ci evresiyle sınırlanm adığında da, gö­
zardı edilemez. H atta tam da o zam an, burada kastedilen, mese­
lenin öteki yanında m ukim fenom en: kültürel a rtık/fa zla , iyice
görünür hale gelir. Ç ünkü, gelişmiş ve ay n ı zam anda geleceğe
yol gösteren sanatın, bilim in, felsefenin g örünüm ü olan bu fe­
nom en, bir toplum un klasik evresinde, onun, H alihazır’a karşı
ve H alihazır’ın ötesine yönelen itilim inin elbette daha güçlü ol­

97 Özürcülüğü, bahaneciliği.
98 Bu senin meselendir! Horace’ın eserinde: “Komşunun evi yanıyorsa, bu senin
meselendir!”
195
duğu devrim ci evresindekinden çok daha zengin biçimiyle kar­
şımıza çıkar. Ve sanatın, bilim in, felsefenin çiçekleri, bir toplu­
m un kendi üzerinde d u rm u ş ve onun güzellenm esi için kulla­
nılm ış olan, durduğu yere sabitlenm iş yanlış bilinçten çok daha
fazlasını anlatırlar. Bu çiçekler pekâlâ ilk toplum sal-tarihsel ze­
m in lerin d en yukarı kaldırılabilirler, ç ü n k ü , cevherleri gereği,
bağlı değildirler oraya. A kropolis köleci egem enliğine, Strass-
burg K atedrali feodal toplum a aittir gerçi, fakat m alûm , bu te­
mellerinin geçip gitmesiyle birlikte geçip gitmiş değildirler ve o
tem ellerden farklı olarak, ne denli ilerici olm uş olurlarsa olsun­
lar o zam anki ü retim ilişk ilerin d en farklı olarak, yakınılacak
şeyler taşımazlar beraberlerinde. Büyük felsefi eserler gerçi ken­
d i zam anlarının idrak/bilm e kısıtları nedeniyle daha çok zam an­
larına bağlılık ve dolayısıyla geçicilik içerirler; fakat onlarda da,
o nları tem ayüz ettiren ve M üstakbelin, Aslolanın derinliklerine
b ak m a la rın ı sağlayan b ilin ç y ü k se k lik le ri say esin d e, sadece
özetleyici b ir yuvarlam aya değil d aim a y eni perspektifleriyle
ebedi gençliğe dayanan o sahici K lasik k en d in i gösterir. Sym po-
. sion'da,99 Ethica'da, 100 hele Tinin Fenom enolojisi’n d e aşağıya çö­
ken, geçip giden görünüşteki sorunlar ve m ekâna-zem ine bağlı
ideolojidir sadece, oysa Eros, cevher, özne olarak cevher, tüm
değişim lerin ortasında hedefin çeşitlem eleri olarak dururlar. Kı­
sacası, bü y ü k eserler ilk günlerinin zam anında olduğu k ad ar ye­
tersiz de değildir, ilk günlerinin zam anında olduğu kadar harika
da değildir: daha sonraki b ir harikaya, evet, ‘son harika' olarak
yönelinebilir b ir harikaya yetenekli olm alarıyladır ki, yetersiz­
liklerini de ilk harikalıklarını da sıyırıp atarlar üzerlerinden. Her
Klasik'teki klasik u n su r aynı şekilde h e r çağda devrim ci rom an­
tizm olarak da hazır b u lu n u r; geçm işten değil gelecekten gelen
ve bizzat d o lu dolu gelecekten ko n u şan , geleceğe h itap eden,
daha öteye çağıran, ileriyi gösteren görev olarak ve çözüm ola­
rak. Fakat bu, daha m ütevazı ölçüleriyle de, ancak, ideolojiler
bu ya n la rıyla kendi tem ellerinin yanlış bilinciyle ve kendi tem el­
lerine dö n ü k aktif çalışmayla tüketilm edikleri için m üm kündür.

99 Platon'un Türkçe'ye Şölen adıyla da çevrilen diyalogları.


100 Spinoza'nın temel eseri.
196
Sınıflı toplum ların ideolojisinin taşıyıcılığını yaptığı yanlış bilin­
cin kendi içerisinde b ir artık/fazla aram ak m ü m k ü n değildir,
hiçbir yanlış bilincin paydaş olm adığı sosyalist devrim in ideolo­
jisin d e ise böyle b ir şey gerekli değildir. D evrim ci proletaryanın
ideolojisi olarak sosyalizm zaten sadece hakiki bilinçtir, gerçe­
ğin hareketinin kavranm asına ve eğilim ine/gidişine hâkim olun­
m asına dayanır. Fakat tabii b u hakiki ideoloji ile daha eskinin
yanlış am a öngörücü tasavvuru itibarıyla sadece yanlış da olm a­
yan bilinç arasındaki ilişki konusunda, şu Marx cümlesi geçerli-
d ir (Ruge’ye M ektup, 1843): “D em ek, bizim şiârım ız şu olmalı:
Bilinci, dogm alarla değil, kendi nazarında hen ü z m u ğ lak olan
m istik bilincin analizi yoluyla reform a tabi tutm alıyız. O zam an
görülecektir, d ü n y an ın , ona gerçekten sah ip olabilm ek için sa­
dece bilincine sah ip olması gereken b ir şeyin d ü şü n e öteden be­
ri sahip olduğu. M eselenin geçm işle gelecek arasına kalın bir
çizgi çekm ek değil, geçm işin d ü şü n c e le rin i ta h a k k u k ettirm e
m eselesi olduğu, görülecek tir.” G eçm işin b ü y ü k eserlerini de
verm iş olan sın ıf ideolojileri, m ekâna-zem ine bağlı yanlış bilinç
üzerinden tam da o artığa/fazlaya yönlendirirler; k ü ltü rü n sü ­
rekliliği denen şeye, y ani tevarüs edilebilir k ü ltü r m irasının Esa­
sına. Ve şim di aydınlanır: Bu artığı/fazlayı üreten, kültürel veç­
henin ideolojik yapılarındaki ütopik işlevin etkisinden başka bir
şey değildir. Evet, kendi b aşına yanlış bilinç, ideolojik perdele­
meyi, aynen vuku bulm uş olduğu gibi, yaldızlam aya bile kifayet
etm ez. İdeolojinin en önem li belirtilerin d en b irin i, toplum sal
çelişkilerin erk en e alınm ış b ir u y u m lu laştırm asım sağlam aya
m uktedir değildir, k en d i başına yanlış bilinç. Hele, etkisini sür­
d ü rm e k te olan k ü ltü re l Esasın aracısı olarak [oynadığı rolle)
ideolojiyi, ü to p ik işlevle karşılaşm asından bağım sız olarak kav­
ram ak, iyice im kânsızdır. Tüm bunlar, açıkça g ö rü n ü r biçim de,
yanlış bilinci de aşar, sözkonusu toplum sal altyapının pekiştiril­
m esini, hele salt apolojetizm ini de. Devamla: Ü to p ik işlev ol­
m aksızın, sın ıf ideolojileri sadece geçici aldatm alara erişebilir,
sanatta, bilim de, felsefede örnek oluşturacak eserler yaratamaz­
lardı. K ültürel m irasın Esasını yaratan, tam da b u artık/fazladır
ve kalıcıdır; sadece ilk/erken zam anlarda değil, b ir to plum un
tam günü içinde de, hatta kısm en onun çö k ü şü n ü n loşluğunda

197
dahi b u lu n an o gündüz olarak. Şimdiye kadarki b ü tü n büyük
kültür, çağının zengin u z a k g ö rü şlü yüksekliğinde yaratılm ış
imge ve düşüncelerle inşa edilebildiği, yani salt kendi çağının
içinde ve kendi çağı için kalm adığı ölçüde, b ir Başarılm ışın ön-
görünüşüdür.
Şüphe yok, daha iyi yaşam dü şü , tüm b u n lar neticesinde çok
yaygın algılanır. Veya, Ü to p ik O lan alışılagelen küçüm seyici an ­
lam ı dışında, sadece verili öngörülü tasavvur anlam ında değil
de kapsayıcı işlevsel anlam ıyla kullanılır - ki b u da aynı şey d e ­
m ektir. Böylece g ö rü n ü r ki: Ü topik olanın genişlik ve derinliği,
bir kere sadece tarihsel bakış açısından bile, o n u n en popüler
g ö rü n ü m ü n e uzanm az: Devlet ütopyası, kısıtlayıcıdır. M antıken
d ah a iyi yaşam d ü şü so sy al-ü to p ik babaevinden çok ötelere,
kültürel öngörücü-tasavvurun her tü rü n e erişir. Kendi tam am -
lanm ışlığının sın ırların a sü rü len her plan ve h er yaratı, ütopya­
ya temas etm işti ve belirtildiği gibi, özellikle, gittikçe daha ileri­
ci bir etki yaratan b ü yük k ü ltü r eserlerinde, salt m ekâna ve ko ­
num a ait ideolojinin ötesinde bir a rtık/fa zla vardı - kültürel m ira­
sın Esasından daha az b ir şey de değildi bu. Şimdiye dek öylesi­
ne sınırlı k avranan öngörücü tasavvur k u d retin in genişletilm e­
sine, l 918'de, E rnst B lo ch 'u n "Ü topya T in i” ile b aşlanm ıştı;
şimdiye kadar gerçeklikteki b ir H enüz-[V ukua-] G elm em iş'in ta­
m am en dışındaym ış gibi m uam ele edilen, oysa ona ait olan ve
onun ifade kazanm asıyla m eşgul bulunan tanıklara, tezyinata ve
figürlere dayanarak. K endi özdeşleşm em iz ve b u n u n la yüküm -
lenişim ize giderek d ah a uyum lu olan yönelim im izi fark etm ek,
k ü ltü rd e n asalakça alınan hazza b ir so n verir; k ü ltü r eserleri
stratejik b ir biçim de açılırlar böylece. M amâfih, Ü topyanın ifa­
desinin ve saldırısının, fuzuli yanlış anlam alar olm adan, yöne­
lim lere ve çıkarlara da nakledilip nakledilem eyeceği, b u n u n ne
ölçüde yapılabileceği ve gerekip gerekm ediği meselesi bakî k a ­
lır. Asla geçm işe ait olm ayan, te rsin e tam am en halihazır-yeni
olarak sosyalizm in bilim e d air ütopyasının vuku bulm uş geliş­
m esi içinde yer alan yönelim ve çıkarlar söz konusuysa... Gerçi
term inoloji tarihinde, d ah a ö nceki b ir kelim e anlam ının, ona
yapışmış olum suz çıkarım ları kısm en elenerek genişletilm esine
dair çok ö rnek vardır; örneğin ro m antik kelim esi böyledir. Biz­

198
zat ideoloji kavram ının anlam lan arasında, çok daha b ü yük bir
ayrıştırm aya gidilm iştir; bu ayrıştırm a tem elinde Lenin, sosya­
lizm i devrim ci proletaryanın ideolojisi olarak adlandırabilm iş-
tir. Buna rağm en, öngörücü tasavvur kudreti, açık uzam ıyla, ile­
riye d ö n ü k gerçekleştirilecek ve kendini gerçekleştiren nesne­
siyle, ki yukarda b una -ü to p ist olandan ve salt soyut ütopyacı-
lıktan a y ıra ra k - so m u t ütopya dedik, neredeyse hep, örneğin
R o m a n tik 'in “d ev rim ci ro m a n tiz m ”le, td e o lo jik 'in “sosyalist
ideoloji”yle tecrübe ettiği term inolojik tashih ve genişletm enin
tam am en dışında kalm ıştır. Oysa üstelik, öncelikle teknolojik,
m im ari ve coğrafî ütopyalar alanında, aynca neticede arzu m u ­
zu n “z a te n ”in in , “a s lın d a ”sın ın e trafın d a d ö n e n ve d ö n m ü ş
olan tü m alanlarında, nesnel b ir biçim de ve dolayısıyla kavra­
mın hakkıyla ü to p ik ‘işlev kategorisi’ h ü k ü m sürm ekteyken...
G ayet iyi an la şılıy o r: H a lle d ilm iş Ü to p ist O la n ’ın b ilg isi ve
ric'atiyle, soyut ütopyanın bilgisi ve ric'atiyle. Ama so n ra geri ka­
lan nedir? İleriye d ö n ü k d ü ş ü n h allo lm ad an kalm ası, sadece
burjuvazin in itibarsızlaştıracağı docta spes: Ü topizm den gayet
iyi düşü n ü lerek ve gayet iyi tatLikle yapılm ış ayrımla, ciddiyetle
Ü topya denebilir buna. Kısalığı ve yeni keskinliği ile bu ütopya
ifadesi artık, Yeni Olana dair yöntem sel organ, Y ükselip G elm ekte
O lanın nesnel m adde hali anlam ına gelecektir. D em ek b ü tü n b ü ­
y ü k k ü ltü r eserleri, gerçi h e r zam an G o eth e’n in F a u st’u gibi
explicitem olmasa da im plicite,m b u şekilde anlaşılm ış bir ü to ­
p ik ardyöreye sahiptir. Felsefi ütopya kavram ı açısından bunlar
artık, yüksek türden b ir ideoloji şakası değil, bilinm iş u m u d u n
yoluna ve içeriğine ilişkin denem elerdir. Ü topya, ideolojilerden
kendisine ait olanı ancak böyle alabilir; ve bizzat ideolojinin b ü ­
yük eserlerinde tarihsel olarak etkisini sürdüren ilerici u n su ru
açıklayabilir. H er b ü y ü k ifadenin son yüklem inde, Strassburg
K atedrali’nde ve İlâhî Komedya'da, B eethoven’in beklenti m üzi­
ğinde ve âyin m üziğinin havada tınlam ayı sü rd ü re n B m inör
notalarında, Ü topya Tini vardır. Yitik olarak b ile b ir U num ne-
cessarium'O3 içeren u m u tsu zlu k ta ve N eşe’ye kasidede Ü topya

101 Dışsal olarak.


102 tçsel olarak.
103 Tek zorunlu [bilgiyi].
199
Tini vardır. Hem K yrie''* hem Credo,,0S kavranm ış um ut olarak
ütopya kavram ının içinde çok başka b ir tarzda erirler; salt çağa
bağlı ideolojinin refleksi onlardan uzaklaştığında da, hatta tam
da öyle olunca erirler. H enüz-Bilincine-V anlm am ış'ın kesinlikli
fantezisi böylelikle eleştirel aydınlanm ayı tam am lar: elekten ge­
çirilmem iş, kezzabın değm ediği altını g ö rü n ü r kılarak, sınıf ya­
nılsaması, sın ıf ideolojisi yok edildiğinde en geçerli biçim de b a­
ki kalan hatta yükselip çıkan iyi içeriği g ö rü n ü r kılarak yapar
bunu. K ültürün, şim diye dek sadece dekorasyonu olabildiği sı­
nıf ideolojilerinin bitişinin ard ın d an uğrayacağı tek kayıp, o d e­
korasyon yapısının kendisidir, yanlış düzenlenm iş uyum lulaş-
tırm adır. Ü topik işlev, beşeri k ü ltü rü n meselelerini, salt tefek­
k ü rü n şezlongundan kaldırır: gerçekten ele geçirdiği zirveler­
den, beşerî u m u d u n içeriğine ideolojik olarak saptırılm am ış bir
bakışın ö n ü n ü açar.

Ü topik işlevin a rketiplerle ka rşılaşm ası

D erin bir bakış, ik ia n la m d a u ç u ru m u n kıyısında duruşuyla gös­


terir kendini. Sadece aşağı bakışıyla değil; tem ellere inm enin da­
ha kolay, lâfzî tarzıdır bu. Oysa yukarı ve ileri doğru da bir de­
rinlik vardır ve b u derinlik aşağıdan, uçurüm sal olanı da alır içi­
ne. lle ri ile geri, o zam an bir tekerleğin hareketine benzerler, da­
lar ve çekerler. Sahici derinlik çift anlam lı b ir hareket içinde ger­
çekleşir: “Dal o zaman! Ç ık da diyebilirdim! İkisi bir," diye ses­
lenir Mefisto Faust'a. Ç oktandır m evcut olm ayanın bir tesellesi-
n in sözkonusu olm ası gereken yerde, H elena'ya bile b öyle sesle­
nir. Ve böyle seslenen, entrikacılığıyla ikili anlam ların tehlikeli
efendisi olan Mefisto değildir sadece; Mefisto aracılığıyla, bizzat
bir ikili anlam konuşuyordur: imge ilişkilerindeki hem arkaik
hem üto p ik ikili anlam. N itekim ü topik işlevin çok sıklıkla iki
u çu ru m u vardır; u m u d u n u çu ru m u n u n ortasında, batışın uçu­
rum u. B unun ise anlam ı ancak şu olabilir: arkaik çerçevede kıs­
m en u m u d u n ön çalışması yapılmıştır. Sarihleştirirsek: m itik bir
bilincin zam anından fantezi kategorileri olarak devreden, dola-
l 04 llahınin şefaat dileyen kısmı.
105 lman beyanı.
200
yısıyla bir işlenm em iş m itik-olm ayan artıgın/fazlanın baki kaldı­
ğı, hâlâ hayret uyandıran arketiplerde görülür bu. Demek u m ut, '
daha öte bir anlam a yönelen ideolojile rin dışında, işlenip çıka-
nlm am ış birşeyler içeren arketiplere de ütopya tedarikçiliği yap­
malıdır. O n lan öyle b ir şekilde ütopyaya dön d ü rm elidir ki, mu-
tatis mutandis,ı06 anlam lı-ilerici ideoloji de ona doğru dönsün.
Açık k i bu, sadece aşağıdan, batış halinde yapılam az, esasen yu­
karıdan , yükselişin sagladıgı y ü k a n d a n bakış açısıyla yü rü tül-
melidir. Ç ünkü h er seferinde sabittir ki, m ünh asıran aşagı dogrü
bastırılan, bilinçaltın d a b u lu nabilir olan, kendisi olarak, gece
d ü şle rin in kaynaklandığı zem in d e n ib arettir ve zam an zam an
nörotik sem ptom lan tahrik e d en zehirdir sadece: bu Aşağısı, Bi-
lin e n 'in içine d o ğ ru çö z ü lü p dağılab ilir ayrıca, ileriye d o ğ ru
yükselen alacakaranlık değildir, yani esasen salt sıkıcı olan bir
gizillik taşır. Buna karşılık U m ulm uş-Sezilm iş O lan’ın, u zu n za­
m an eskitilem eyen b ü y ü k g ü n d ü z fantezilerine kaynaklık edebi­
len hazineyi içerir; b u Heri ve Yukan [hareket] hiçbir zam an za­
ten Bilinen ve O lm uş O lan içinde çözülüp dağıtılam az, yani esa­
sen tüketilm ez b ir gizilligi vardır. F aust, gençlik iksiriyle, her
kadında Helena'yı gördüğünde, güzellik arketipi olarak Helena
tam am en A rkaik olandan çıkıyordur: Arka ik olan ın kendisin­
den, zaten y ü ^ ^ liy o rd u r. Fakat: A ncak ü topik k o n um dan çağrı­
labilir o ve salt d ü şü ş h alin d e değil de ancak yükselişin sağladığı
yukarıdan bakış, ark etip lerin ‘seçm eli a k rab ası''07 olan ü to p ik
u n su ru n -şay e t v arsa- görülebilm esini sağlar. O lm uş O lanın Or-
k u s'u n d a 1M henüz E u rid ik e '09 olanı, bizzat yaşanm am ış olanı,
ancak Orfeus bulabilir ve sadece onun içi E uridike’d ir o. Ancak
kim i arketiplerdeki bu ü topik unsur, arketiplerin verim li bir zik­
rine olanak tanır, geriye değil ileriye b a ^ ^ a k ; tıpkı d ü ş oyunla-
n n ın görünüşteki içiçeliğinde ve b u gö rü n tü n ü n dağılıp gitm e­
sinde görünm üş o ld u ğ u gibi. Hâlâ doğuranlar olarak annelerin
d u ru m u n d a k i b ü tü n b u tü r rasyonalizm lerde, ü topyadan düşen
b ir ışık v ard ır -m e z a rlık lara ve yeraltı düny asın a ait iştiyakli

106 Zorunlu değişikliklerle.


l 07 Wahlverwandschaf - Goethe'nin eseri.
108 Roma Mitolojisinde Hades; yeraltı güçlerinin Tanrısı.
109 Yunan mitolojisinde kadın sureti.
201
lam balarıyla R om antizm de bile. A rketiplerdeki k en dine özgü
m ayalanm a, tam da o, bitm em işliğini gösterir: fakat olgunlaşm a
işinin m eydana getirdiği sıcaklık, Regressio'dan değildir. Arketip-
lere yukarda C.G. Jung vesilesiyle değinilm işti, fakat yazılarında
arkaik olanın Zürih’te T im buktu'nun belirm esi gibi ortaya çıktı­
ğı bu koyu gerici, onların özünü yanlış b ir biçimde saf karanlık
gibi ele almıştır. A rketipos ifadesine ilk olarak St. A ugustin'de
rastlanır, Platoncu Eidos’u n 110 açıklayıcı bir tarifi olarak kullanı­
lır henüz, yani h er tü rü n /cin sin suretidir. İlk defa Romantizm,
bu antik ifadeyi, belirli, sanki bastıran hadiselerde kendini gös­
teren ve ışıyan, imgesel-nesnel türden b ir kategorik varlıkla iliş-
kilendirm iştir. Ö rneğin Novalis'te Romeo ile Jülyet genç aşkın
arketipi olurlar, A ntonius ile K leopatra ise daha olgun, ilginç bir
aşkın; Filem on ile Baucis,11’ kulübeleriyle beraber, geçip gitm iş
kadim aşkın toplu imgesi olarak gözlenirler. Novalis'e göre be­
lirleyici olan b u arketiplerde tüm u n su rla rın olağandışı u y u m u ­
dur, bu uyum Filem on ile Baucis'te “baca perdesinde asılı karar­
mış jam bona” kadar uzanır. Fakat unsurların uyum una eklenen
k endine özgü hâle çok d ah a belirleyicidir, d u ru m u ve anlam ı
yansıtm ak ta başarılı b ir m im arîye sahip p eyzajların ü zerin d e
olan türden b ir hâledir bu. Masal konularındaki, çatışm a tiple­
rindeki, k u rtu lu ş tiplerindeki, hep yeniden d ö n ü p gelen “m otif­
lerdeki” benzerliklere dikkat etmeye başlanm asının, arketiplere
atıfta bulunulm asına çok katkısı oldu; m ukayeseli edebiyat tari­
h i bir dolu böyle u n su ru açığa çıkardı. Ö rneğin Incil’deki Josef
ve kardeşleri ile Sofokles trajedisinde E lektra ile O rest’in karşı­
laşması gibi birbirine çok uzak konulan arketipik tem elde bir­
leştiren, son derece etkileyici bir m o tif olan y en id en tanım a
[kaybettiğini/U nuttuğunu bulm a] m otifidir (Anagnorisis). Önce­
likle mitoloji, tüm ilksel durum ları ve o n la n n toplu halini içeri­
yor görünüyordu. G erçi bu, tam am ıyla ro m an tik arkaizm deki
gericiliğe tekabül eden feci b ir abartm adır, m am âfih M ark Phi­
lipp M oritz'in, hele Freidrich Creuzer’in m itler tarihine ilişkin,

110 Suret, biçim, form.


111 Yunan mitolojisinde, tebdil-i kıyafet ederek çıktıkları gezide her yerde kötü
muameleyle karşılaşan Zeus ile Hermes'e misafirperverce karşılayan fakir
yaşlı çift. Ölünce Filemon ıhlamura, Baucis meşeye dönüşmüştür.
202
“motifleri" kategorileştirm eye çalışan tasvirleri, gerçekten de bir
dolu arketip içerir. A rketipler sem boller olarak g ö rü n ürler b u ra­
da; bilhassa C reuzer onların arketipikliklerini belirgin b ir biçim ­
d e dört uğrak halinde koyar: “A nlık olan, m utlak olan, kaynağı
açıklanamaz olan, zoru n lu olan." Anlık olanı, aynı zam anda im-
gesel-lakonik [kısa ve öz] olanı, b a ş ta n k en d isi bir arketiple
açıklar: “Aynı zam anda sarsıcı olan o uyandırıcılık, başka bir
özellikle bağlantılıdır: Kısalıkla. A niden görü n ü v eren b ir ru h ve­
ya birden b ire k aran lık geceyi aydınlatan şim şek ışını gibidir;
tü m varlığımızı zapteden b ir an.” (Creuzer, Sym bolik u n d M ytho-
logie der alten V ölker I [Eski Halkların Sem bolleri ve M itolojisi),
1819, s. 118, 59). C reuzer böylesi lakonizm leri rom antik anlam ­
da sem boller olarak, b ir fikrin görünüm leri olarak tanım lıyordu;
ebedi olarak ışığım nüfuz ettiren b ir fikrin bir kişide cisimleşti-
rilm esinin [hipostaz] azalması, arketipleri sadece sem bol for­
m unda değil aynı zam anda arketipler form unda görmeye yeter­
di. Zaten alegoriler, h akiki suretleriyle, yani 18. ve 19. yüzyıl
klasizm inden önce, asla hislerle algılanan kavram lar değildir,
donm uş ve soyut olarak tanım lanm asından hoşlanılan kavram ­
lardır. Dahası, kendileri de -Barok'ta, başka biçim de ortaçağda-
keza arketipler içerirler, hatta çok sayıda içerirler, arketiplerin
geçiciliğini ve çokluğunu içerirler. Şiirsel olarak işleyen arketip-
lerin dolgunluğu ilkin tam da alegoride kabarır. A rketipler hâlâ
dünyevi yaşam ın A lteritas'ındadır [başkalık/ötekilik], oysa sem ­
bol genellikle b ir anlam ın Unitas'ına [birlik] tabidir, b u n u n için­
d ir ki esasen dinsel ark etip leri b içim len d irir veya arketipleri
dinsel olarak biçim lendirir. N itekim daha büyük b ir Creuzer ve
daha kâmil b ir m itolojici, Bachofen, eski halkların arketip varlı­
ğını tam am en dinde bularak keşfetm iş ve ilk olarak düzenlem e­
ye çalışmıştır. Bu arketip varlığı, heterik112 -anaerkil-ataerkil sı­
rasıyla görünüyordu: kam ış ve balçıktan heterik. süslem elerde,
başaklı ve yeraltı m ağaralı anaerkil, defneli ve g ü n eş çem berli
ataerkil tezyinatta. Böylelikle toplam da, sosyal-tarihsel olduğu
kadar doğal-m itolojik b ir düzene girecekti arketipler. Elbette,

112 Hetaira: Eski Yunancada “kadın arkadaş": güzel olduğu kadar zeki ve eği­
timli, bağımsız-profesyonel kibar-seçkin fahişeler. Bu konuda ayrıca bkz. 23.
Bölüm.
203
-ü ç lü diziye ilişkin h ip o tetik yaklaşım ı bir kenara b ırakırsak-,
gerek alegorik gerek dinsel-sem bolik form ve ilişkileriyle daha
kapsamlı şekilde kataloglanm ış da olm uyorlardı. Yine de, tam da
R om antizm in çalışmasıyla, ü to p ik açıdan belirleyici olan şey ay­
d ınlanıyordu: A rketiplerin, başlangıçta P lato n ik fikirler an la­
m ında ilksel/kadim im gelerle St. A ugustinci b ir tarzda uyum lan-
drnlm ış olm alarına rağm en, b u n u n la ve burad ak i saf hatta aşkın
idealizm le pek az alâkalan vardır ya da hiç yoktur. Onlar, aktarı­
lan örneklerden de çıkarılacağı gibi, esasen, [somut] durum lara
-ö n celik le de şiirsel-imgesel fantezi alanındakilere- bağlı yoğun­
laştırıcı kategorilerdir, yoksa, Platonik fikirleri türsel olarak kişi-
leştiren kategoriler değil. R om antizm in arketipleri, daha doğru­
su Rom antizm in kavradığı biçim iyle arketipler, Platonik fikirler­
le yalnızca yeniden-hatırlam a denen şey aracılığıyla bağlantılıy­
dılar, h er ne k ad ar yine de, değiştirilem ez fikirlerdeki farkları
g ö rü n ü r kılacak biçim de olsa bile. A nam nesis, P laton’da, ru h u n
kadim gö k y ü zü n d e b u lu n d u ğ u d ü n y a-ö n cesi h alin in y en id e n
hatırlanm ası idi; R om anizm deki yeniden-hatırlam a ise tarihsel
b ir hareket içindedir, zam an ın k en d i için d ek i kadim çağlara geri
gider, ark aik gerilem eye [regresyon] d önüşür. Bu gerilem enin
m ü m k ü n olabilm iş olm ası, göksel fikirlere P latoncu b ir yakınlı­
ğı değilse de, arketiplerin ü to p ik işlevle ilişkilerinin yanlış anla­
şılabilirliğini g österir - R om antizm tarafından bilhassa kullanı­
lan bir yanlış anlaşılm adır bu. Sadece o geriletilm iş olarak [reg-
resyonda] tutulan arketipler, ütopyayı geriye dönük, gerici, hat­
ta nihayetin d e tufanı bir hale çevirirler. O zaman, ideolojinin
alışıldık sisinden daha tehlikeli olur b u arketipler; ç ü n k ü ide­
oloji sadece b u g ü n ü n ve öznenin kendi itici g ü cü n ü n idrakin­
den alıkoyarken, geriye doğru b astıran ve gerilere tardedildiği
yerde tu tu l 11n arketip, geleceğe açıklıktan da alıkoyar. Bütün ar­
ketipler ü to p ik b ir m üdahaleye yetenekli değildirler kesinlikle;
bu, Rom antizm 'de sıklıkla görülen gerici ütopizrnden uzak, h a­
k ik i bir ü to p ik m ü d ah ale olsa bile. Salt arkaik o lan ın Pathos'u,1,3
şiirde, keza felsefede çok defa onca canlılık, büyük bir üslûp ve
ışıklı bir güç arzeden tüm alanın ıskalanm asına yol açar. Belirtil­

113 Duygulanım, tutku.


204
diği gibi, ü to p ik m üdahaleye yetenekli olanlar, içlerinde işlenip
çıkartılmam ış, görece harekete geçmemiş, birşeylerle dengelen­
m em iş bir unsuru barındıranlardır yalnızca. D ikkate değerdir,
geriye bastırılan arketiplerin en sevilenleri, politik gericiliğe te­
kabül eden, devri geçmiş, feodal arketiplerdi. Tıpkı, Rom antiz­
m in söylediği üzere, tüm şiirselliğin hayatın daha yaşlı zam anla­
rında kendini hep yeniden tanım asını/keşfetm esini sağlayan ar­
ketiplerin, alâm etlerin, sadece geçmişe gönderm eler olm ası ve
hakiki üto p ik işlevdeki gibi geleceğin arm ası da olm am ası gibi.
B undan ötürü, sahici arkadaşların birbirlerini tanım alarını ve
birarada kalm alarını sağlayan bir ayrılık başlar burada. Sadece
ü topik bakış, k en d i ‘seçmeli akrabasını’ bulm ayı sağlar; böyle­
likle ütop ik bakışın, kapitalizm in kel tezyinat cinayetinden fark­
lı olarak, düşüncede de önem li bir m akam ı olur. K öhnem iş ar­
ketiplerin, sahiden birşeylerle dengelenm em iş olanlardan ilkin ya­
lıtılm aları gerekir; nitekim , yıllanm ış O lm uş O lan içinde tasnif
edilm elidirler. Fakat açıkça g ö rü n ü r ki, ö zgürlük d u ru m u n u n
veya ışık m u tlu lu ğ u n u n m evcut arketip leri böylesine bir geçmi­
şe bağlı değildir, geçmiş olandan sıyrılıp kaçmışlardır, en azın­
dan onun alanının dışındadırlar. A rketipleri m uayene etm enin
yeri burası değil; onlar, daha sonra ortaya konacağı gibi, m antı­
ğın yeni b ir b ö lü m ü n e, fantezin in k ategori listesine dahildir.
G ördüğüm üz gibi, b ü tü n b ü y ü k şiirlerde, m itlerde, dinlerde b u ­
lunurlar - ve yalnızca başka b ir şeyle dengelenm em iş kısım la­
rıyla, bir hakikate, Sahici O landaki ütopik eğilim lerin içeriklerini
sarıp sarm alayan b ir tasvire dahildirler. Fantastikle sarm alanm ış
olarak dengelenm em iş bir eğilim in gizilliğini barındıran bir a r­
ketip, çalışm adan bolluk içinde yaşanan efsanevî diyardır, ejder­
hayla savaştır (St. Georg, Apollon, Siegfried, M ikael), genç gü­
neşi öldü rm ek isteyen kış iblisidir (Fenris k u rd u , m Firavun,
H e ro d e s,m G essler116). B una ak rab a b ir a rk e tip , e jd erh a n ın
(Perseus ve Androm eda) esir aldığı bakirenin (genel olarak ma­

114 Kuzey mitolojisinde dişi devin üç oğlundan en büyüğü. Tannlar onu esir
alırlar ancak öldüremezler, Tanrıların onu tabi tuttuğu sınavların altından
kalkarak özgür kalma mücadelesini sürdürür.
115 Antik çağın en gaddar egemenlerinden biri; Incil’de kötülük timsali.
116 Efsaneye göre Wilhelm/Guillaume Tell’in öldürdüğü zalim vali.
205
sum iyetin) kurtarılm asıdır, ejderha çağıdır, nihâî zaferin zo ru n ­
lu ön uzam ı o larak ortaya çıktığında, bizzat ejderha ülkesidir
(Mısır, Kenan, Yeni K udüs öncesinde Şeytan’ın ülkesi). En ü st
dereceden ü to p ik b ir arketip, Fidelio’n u n 117 son p erdesindeki
trom petli sinyaldir, daha yoğunlaşm ış olarak, k u rtu lu şu m üjde­
leyen Leonora uvertürüdür: Bakanın (M esih’i temsil ediyordur)
gelişi, intikam cı-halaskâr Kıyamet’i, eski fırtınalar-ve-gökkuşağı
a rk etip in i cisim leştirir. Kadim am a tü m ü y le so m u t d u ru m la
bağlantılı tü rd e n b ir ark etip , şu M arx cü m lesin d e de vardır:
“T üm iç koşullar yerine geldiğinde, Galya h o rozunun çığlık çığ­
lığa ötüşüyle d u yurulacaktır Alm an Dirilişi.” B ütün bu örnekler­
de salt içkin olarak g ö rü n ü r ki: A rketiplerdeki ütopik unsur, as­
la Arkaiklik içinde sabitlenem ez, gayet kullanışlı biçim de tarih
içinde gezer, dolaşır. Aynı zam anda, h er şeyden önce, hepsi de
arkaik kökenli arketipler değildir bunlar, bazıları ab origine [kö­
kenden] ancak tarihin akışı içinde zu h u r etm işlerdir. Ö rneğin
Bastille’in yıkıntıları üzerinde dans böyledir; hidayet içindekile­
rin m untazam dans çem berlerinin arkaikliğinden tam am en yeni
içeriklerle ayrılan, yeni tesirler yaratan bir kadim imge olm uş­
tur. O n u n m üziği Beethoven’in Yedinci Senfonisi’dir; Asfodelos
çayırlarına118 uyacak b ir m üzik değildir bu, bahar ve Dionisos
âyinlerinin orji havasına uyacak m üzik de değildir. Arkaik köke­
ni belirgin arketipler bile hep tarihsel değişim lerle tazelenm iş,
çeşitlenm işlerdir; “Fidelio”daki trom pet sinyali de, o n u n m üzi­
ğinin hazırlık tem elini ve asla b ir kenara bırakılam ayacak ardyö-
resini oluşturan Bastille’e h ücum olm aksızın, içe işleyici sahici
tesirini icra edem ezdi pek. Bastille iledir ki, bu sinyalin ve k u r­
tuluşun atıfta bulu n d u ğ u fırtına-ve-gökkuşağı arketipi tam am en
yeni bir kökenle tanıştı; se m â v im ito su n alanından çıkıp devrim
tarihine girdi; pekâlâ bir arketip olm akla birlikte, artık A rkaik
olanın izini taşım ıyordu. Demek, en nihayetinde arketipler sa­
dece arkaik tecrübelerin imgesel yoğunlaşm aları değildir; arke­
tiplerin halihazır içeriğini çoğaltan bir filiz verm işlerdir daima.
Hele, ü to p ik etki gerek kadim gerek tarihsel açıdan taze arketip-

117 Beethoven’in tek operası.


118 Mitolojide, yeraltı dünyasına giden yol.
206
lerin içine daldığında, arketiplerce kapsül içine a lınm ış u m udu
kurtarm aya ehil b ir işlev d ö n ü şü m ü vuku bulduğunda. Arketi-
p ik olan tüm üyle geriye bastırıcı olsaydı, o zam an bizzat ü to p ­
yaya el atan, ütopyanın d a kendilerine el attığı arketipler de ol­
mazdı; o zam an eski simgelere m üracaat ederek ileri yürüyen,
kendini ışıkla yüküm lenm iş hisseden şiir olmazdı; fantezi m ün­
hasıran geriye bastırm adan ibaret olurdu. O zam an ilerici fante­
zinin kendini eski mitik fantezi tem eline dayanan b ü tü n imge­
lerden, alegorilerden, sem bollerden de sakınm ası ve ortaokul ze­
kâsıyla yetinm esi gerekirdi, düşsüz bir zekâ olduğu için o. Oysa
Sihirli Flüt, -şü p h e y e yer bırakm az biçim de insanileştirici bir
fantezi eserini alacak o lu rsak -, bir yığın arkaik alegori ve sem­
bol kullanır: Ö nderi ve rahip-kralı, gecenin im paratorluğunu,
ışığın im paratorluğunu, su ve ateş deneyini, flütün sihrini, bir
güneşe dönüşm eyi. Aralarında, eskiden kutsal nidalarıyla hiç de
insan sevgisinin şarkılarını terennüm etm eyenlerin de b u lu n d u ­
ğu b ü tü n bu alegoriler ve semboller, hiç b una bakm aksızın, Ay­
dınlanm anın hizm etinde kullanılabilir olduklarını gösterm işler­
dir; hatta, şeytanî olm ayan b ir tapınak olarak M ozart'ın m asal
m üziğinde, basbayağı evlerine dönm üşlerdir. Böylelikle üretken-
ü to p ik işlev zam an aşım ına uğram am ış b ir O lm uş O lanın imge­
lerini de çeker kendine ve henüz hâlâ O lm am ış O lanı ifade et­
m eye elverişli hale getirir; yeter ki, k en d i içlerindeki m aniâya
rağm en, iki anlam da ‘geleceğe ehil' olsunlar. Ü topik işlev bu şe­
k ilde k ü ltü re l artığın/fazlanın k en d isin e ait o ld u ğ u n u keşfet­
m ekle kalm az, arketiplerin çiftanlam lı derinliğinden b ir unsuru
kendine geri çeker: H enüz Bilincine Varılmamış'ın, H enüz Başa-
rılm am ış'ın arkaik olanda konum lanm ış b ir öngörücü tasa^vvu-
runu. Bizzat b ir diyalektik arketip aracılığıyla söz edecek olur­
sak: B urada dibe çöken çıpa, aynı zam ana u m u d u n çıpasıdır;
batm akta olan yükselm ekte o lan ı içerir, içerebilir. T üm bunlarla
tanım lanan, ütopyaya ehil olan bu ikili öz, en nihayet arketipler
açıkça -d o ğ a n ın taklidiyle o lu ştu ru lm u ş- nesne benzeri şifrelere
dönüştük lerin d e gösterir ve k anıtlar kendini. Sayısız yoğunlaş­
m ış özdeşlikte böyledir (durgun sular derin, tüm zirveler yalnız­
dır), fırtına-gökkuşağı arketipinde böyledir, Sihirli F lüt'ün ışık
ve güneş im gesinde böyledir. Bu türden arketipler zaten sadece

207
beşerî malzem eden oluşm uş değildir, ne Arkaik’ten ne de daha
geç tarihten ibarettirler; bizzat doğanın kendisinde olan ikili ya­
zıdan bir parça vardır bunlarda, bir tü r reel şifre ya da reel sem ­
bol. Reel sem bol, reel nesnedeki anlam ın, sadece o n u n insan ta­
rafından kavranışı bakım ından değil henüz kendi kendisi açısın­
dan da ö rtü lü olduğu b ir sem boldür. Demek, pekâla nesnede ve
nesne aracılığıyla anlam landırılan, fakat h enüz nesnede aşikâr
hale gelmemiş olanın b ir ifadesidir, insani sembol imgesi ona ■
vekalet ve onu tasvir edebilir sadece. H areketin çizgileri (ateş,
şim şek, ses şek illeri ve saire), m ü stesn a n esn elerin su retleri
(hurm a form u, kedi form u, insan yüzü, Mısır kristal formu, go­
tik orm an form u ve saire) bu reel şifreleri tanınır kılarlar. D ün­
yanın koyu dam galı b ir bölüm ü, m atem atiği ve felsefesi henüz
eksik bir nesne benzeri sem boller grubu gibi g ö rü n ü r böylece.
Biçim/suret öğretisi denen şey b u n u n sadece so y u t b ir karikatü­
rüdür, çü n k ü reel şifreler statik değildir, gerilim içerirler, süreç-
sel suretler olma eğilim indedirler ve öncelikle de işte, bu sayede,
sem boliktirler. Bu d u ru m n esne benzeri-ütopik b ir biçim öğreti­
si sorunuyla sınırdaştır, yani neticede niteliksel bir m atem atiğin,
yeniden nitelikselleşm iş b ir doğa felsefesinin u n u tu lm uş (Pisa-
gorcu) sorunsalına gelip dayanır. Ancak burada da görünür ki,
reel şifrelere geçmiş olarak doğanın devasa antika deposunda ve
daha esaslı olarak insanın eserlerinde b u lu n an nesne benzeri ar­
ketipler de ancak ü topik işlev aracılığıyla aydınlatılabilir. Arke­
tiplerin b u n d an sonra gelen varoluşu elbette beşert tarihtedir;
arketipler olabilecekleri şeyi, yani ü to p ik b ir m uhtev anın sıkıştı­
rılmış süslem eleri oldukları ölçüde, böyledir bu. Ü to pik işlev,
geçmişin b u parçasını gericilikten, aynı zamanda M itos’tan da,
koparıp alır; böylece vuku bulan her işlevsel dönüşüm , arketip­
lerin başka şeylerle dengelenm em iş yanını tanınır/fark edilir kı­
lacak bir değişime uğratır.

Ü topik işlevin ideallerle karşılaşm ası

Açık bir görüş, baktığına dönm esiyle gösterir kendini. Gençli­


ğinden beri ender olarak gözden yitirdiği b ir hedef salım yordur
önünde. Erişilmem işliği, fakat talepkârlığı ve aydınlatıcılığıyla,

208
ödev veya kerteriz işlevi görü r bu hedef. H edef sadece arzulan-
maya ve uğruna çabalanm aya değer olm akla kalm ayıp M ükem ­
m el olanı da içeriyor görünüyorsa, ona ideal denir. H er hedef,
erişilebilir olsun olm asın, ister kaçıkça ister nesnel açıdan an­
lam lı olsun, öncelikle kafada tasarlanm alıdır. Fakat İdeal'in h e - ,
def tasavvuru, sıradan tasa^vvurlardan işte o M ükem m ellik vur­
gusuyla ayrılır; m ükem m elliği pazarlığa gelm ez. Yoksa etkin ça­
badan ve arzudan. feragat edilir; veya k a rşı sebeplerin am pirik
dayatm ası hedefle ilgili tasavvura nüfuz ettiğinde am pirik akıl
ayartır çabayı ve arzuyu. Oysa İdeal, bizzat ihm al edilm ez bir
hedef tasavvuru etkisine sahiptir, ona yönelm iş b ir arzu, iptal
edilm ez bir karar niteliği taşır, G erçekleştirilem ediği zam an bile
öyledir; çü n k ü gerçekleştirilem em esine, vicdan azabının m ad­
den iptal edilemezliği nedeniyle, en azından b ir başarısızlık duy­
gusu refakat eder. tdeal tasavvurunun nesnesi, ideal nesne, daha
da talepkar olur, sanki kendi arzu su varm ışçasına - insana yü­
k ü m lülük olarak tam im edilen b ir arzu. G erek idealdeki gerekse
sıradan hedef tasavvuru, b ir değer karakteri taşırlar, yalın değer
illüzyonu v ard ır her ikisinde de. Fakat sıradan hedef tasavvurla­
rında bu illüzyon am p irik olarak düzeltilebilirken, İdeallerde,
işte b u şeyleşmiş talepkarlıktan ö tü rü düzeltm e zordur. Bir nes­
ne ideal olarak gö rü n düğünde, o n u n talepkar, du ru m a göre gö­
nül çelerek talepkâr zorlam asından ancak felâketlerle şifa b u lu ­
n u r - o d urum da da her zam an değil. Aşık putperestliği diye bir
talihsizlik vardır, gerçeğine vakıf olduğu nesnenin bile zorlam a­
sına tabidir; illüzyona dayalı politik idealler bazen am pirik fela­
ketlerden sonra bile etkilerini sü rd ü rü rler - sanki sahilerm iş gi­
bi. Demek İdeal o luşturm ak kendi iktidarını doğurur; tdeale da­
ir aydınlık ve reşit diyebileceğimiz kanaat, birçok karanlık iğva-
larla beraber bir M ükem m ellik olarak kabul ettirir kendini. Öyle
ki İdeal oluşturm ak, özgür olm ayan ve illüzyona dayalı yanıyla,
b ü yük oranda yanlış bilinç ve arkaik bilinçaltı içerebilir: Aynısı,
F reudcu anlam da bastırm a vesilesiyle g örülm üştü, Adlerci güç
p sikolojisin d e ise b u d eğ işik tir - y ö n len d irici idealin tazm in
edici [kom pansasyon] işlevi aşırı ölçülere vardıran oluşum uyla
ilgili olarak. Freud'da ideal o lu şu m u n u n kaynağı Ü st-Ben'dir ve
Ü st-Ben’in kendisi, o n d an kaynaklanan tü m tehditle, tüm yü-

209
k ü m le n d iric ilik le , B abanın so n ra d a n e tk isin i g ö sterm esidir.
Ben’in üst-Ben'le ilişkisi bir çocuğun ebeveyniyle ilişkisine oran­
lıdır; ebeveynin em irleri ldeal-Ben’de, aslında h er türlü İdeal’in
em rinde etkisini sürdürm eye devam eder ve şim di de vicdan
olarak ahlâki sa n sü r uygular. Bu ideal teorisi m ünhasıran geriye,
babaya ve yeterince derin kazılırsa genel olarak patriyarkal-des-
p o tik çağa g ö tü rü y o rd u bizi. N itekim F reu d ’da tdealin teh d it
edici olmayan, ışık tu tu c u olan hatları tüm ü y le d ışta bırakılm ış­
tır, İdeal tüm üyle ahlâki olanla sınırlanm ıştır. Aslında ışık tu tu ­
cu olan hatları ise, Adlerci aşın-tazm in teorisi açıklamaya çalışır.
Bu teori de aynı zam anda, sadece yönlendirici ideali aşabilm ekle
ilgili olarak, geçmişe, eski “p arm ak çocuk durum una" d ö n ü k ­
tür. Y önlendirici ideal veya kişisel k a ra k te r ideali hatırlanan,
içeri itilm iş bir hedef değil görece özgürce seçilm iş bir hedef ol­
m alıdır burada: İnsanlar y ü k sek değerlilik duygusuna erişebil­
m ek için kendilerini erekselleştirerek karakter m askesini ideal
m askesine dönüştürürler. Tabii b u teoride de tü m ideal imgeleri
ahlakilikle, evet neticede kişisel gururla sınırlıdır; nesnel, örne­
ğin sanatsal idealler tam am en eksiktir. D oğru b ir yaşam sürm e­
nin kapitalizm -öncesi çağlardan beri gelen, yalnızlık veya dost­
luk, vita a c tiv a " 9 veya vita contem plativa'20 gibi alternatif idealle­
ri bile, bu yalın rekabet psikolojisinde yer bulamazlar. Keza ide­
al durum lar, ideal m anzaralar, salt kişisel yönlendirici ideallerle
sın ırlan ıld ığ ın d a, k av ran ılm am ış ve y u rtsu z kalırlar. Böylece
Freud ve Adler, ideal olu şu m u n u n tem elinde yatm ası m üm kün
olan bir etken olarak sadece bastırıcı zorlam ayı tanıtm ışlardı: bi­
ri Babanın zorlayıcılığını, diğeri hiç değilse aşağılık d u ygusunun
zorlam asını. Buradan hareketle gerek artık-özelliklere gerek ar-
tık-im gelere uzanabilecek yürüyüş güzergâhı da açık değildir.
Z orunlulukta/Y üküm lülükte takılı kalınır; O lm ak İstenenin ta­
savvur edilen imgesi, u m u t ediliyor olm aktan çok katlanılan bir
hedeftir.
Ne var ki gözünü kulelere diken ve onlara tırm anan arzu, asla
tüketilm iş değildir b u şekilde. ldeal oluşturm ak kesinlikle Zo­

ll 9 Etkin yaşam.
120 Tefekkür yaşamı.
210
ru n lu lu k ve Y üküm lülükle sınırlanm ış değildir, b u n u n dışında
daha serbest, daha aydınlık b ir yam vardır. Gerçi b u daha aydın­
lık yan da kuvvetli olum suzluklar arzeder: ikam enin, m uğlaklı­
ğın, soyutluğun olum suzluğu. Bunlara, 19. Yüzyılda İdealin ya­
lana dayanm ası da eklenm iştir. Ama aydınlık yanın b u olum suz­
lu kları bile, ideal o lu şu m u n u n k aran lık veya loş uğraklarıyla
bağlantılı değildir. Yukarıdan aşağı zorlam ayla, y üküm lülükle,
Üst-Ben'in baskısıyla, m ahlûkata karşı dönm ekle alâkası yoktur;
b u rad a iğva eden, insanın tasavurunda salınan o M ükem m elliğin
ken d isid ir daha ziyade. G ü n d ü z d ü şü n ü n ö zgür karakterleri,
İdeal'in b u daha aydınlık yanında belirirler - özellikle de, ebedi
b ir oluş içindeki sona, doğru gidiş [im gesi]. İdeal'a doğru gidişe
sahiden kalkışılmadığında veya b u sadece im gede, Cythera’ya121
gitm ek üzere denize açılm a im gesinde ve b u n u n ö tesinde saf
erotik bir ideal düzeyinde kaldığında bile, daim a hedefe yöneli-
n iy o rd u r ve hedef de Peifektum 'dur [M ükem m el). M ükem m elli­
ğin sadece hissedilm esi daha rah at değildir, o vasat k ü ltür kate­
gorilerinden daha davetkâr olarak da düşünülm elidir. B undan
ötürü, İdeal, ideolojilerden çok daha belirgin kavram laştırılm ış-
tır (ideolojilerin çıkara bağlı perdeleyici karakterleri itibarıyla,
kolayca anlaşılır b u d u ru m ) - ama arketiplerden de çok daha
belirgin kavram laştınlm ıştır. Şim diye dek arketiplerin bir b elir­
lenim i ve listesi/levhası olm am ıştır, b u n a karşılık ideallerin çok
sayıda vardır; aşağılardan, ideal evkadını, ideal Bach baritonu vs.
gibi terim lerden, yukarılara, en yüksek İyi idealine kadar uza­
nırlar. Doğru yaşam ın yönlendirici idealleri vardır, k esk in karşıt­
lık içindeki ideallerdir bunlar, Sofistlerin ve Sokrates'in idealin­
den E p ik ü r'ü n k in e, Stoa’n ın zengin ince ayrım ları olan değer
tartım öğretisine, İdealin ölçütlerinin b ir öğretisine dek. Bizzat
filozofu b ir tdeal öğretm eni, felsefeyi İdeale yönelik b ir öğreti
olarak niteleyen Kant'ta ise İdeal; baskı u n su ru n d an , U m ut gibi
nihâi bir istikam et birim ine d ek b ü tü n yönlere gider görünür.
Töre yasasının kategorik em rediciliğinde [emperatif) yine baskı,
hatta sald ın olarak görünür; b u yasaya saygı duyulm asını talep
eden İnsan O n u ru ise, her tü rlü doğal itkiyle karşıtlık içindedir.

121 Mitolojide Afrodil'in adası.


211
Ama sonra İdeal, nihâi yönelim kuvveti olarak g ö rü n ü r Kant'ta,
öyle ki, kendisi talepkâr değildir, tersine talep ediliyordur; M ut-
la k ’ın kaziy e k o y u c u te slisiy le y a p ılıy o rd u r b u : Ö z g ü rlü k ,
Ö lüm süzlük, Tanrı. Aynı şekilde İdeal, U m u t olarak da görünür,
Pratik Aklın sahiden en yüksek varlığı olarak; o zam an bu, er­
dem le hahtiy arlığ ın b irb irin e b ağlanm ası olm alıdır, T an n 'n ın
İm paratorluğu’n u n dünyada gerçekleşm esi olm alıdır (tabii hep
yaklaşık olarak). Sonra tekrar K ant E stetiğinin İdeal'i belirir: do­
ğaya u y g u n b ir m ükem m elliğin id eali o larak , y a n i en yüksek
varlık olm adan, ahlâki b ask ı idealiyle en öğretici b ir karşıtlık
içinde. K ant sanatta b u ideale sırt çevirir, zaten z o ru n lu olm a
hali sanatta ahm akçadır. G ök g ü rü ltü sü gibi b ir Etik vardır, fa­
k at - o n a tekabül e d e n - ortaokul öğretm eni seviyesinde bir Este­
tik. K ant istem ez b u n u , sanatçı dehâsı O nda, doğal zem berekle
nifaka düşm üş değildir töre insanı gibi. Tersine: Dehâ, tam da
“doğanın k u ralı” gibidir, dehâ “doğa etkisine sahip b ir zekâdır”.
Estetik İdeale uygun bütün güzellemeler, “bir fikrin tek bir gö­
rü n ü m d e m ükem m el cisim leşm esi”olarak tanım lanırlar. D em ek
tam da Kant'ta, İdeal'in bu form el ve form el olm asıyla bilhassa
soyut-radikal öğretm eninde, b u nca çeşidiyle, başta zorlam a/yü­
kü m lü lü k ve geleceğe u m u d u yansıtan yıldız parlaklığı olm ak
üzere değişik yüzleriyle M ükem m ellik, dağılır, parçalara b ö lü ­
nür. O nu n estetik kavranışı, “b ir fikrin tek b ir g ö rü n üm de m ü ­
kem m el cisim leşm esi”, dahası form el b ir idealizm den nesnel bir
idealizm e in tik al eder. Böylece b u İdeal kavram ı neticede, Pla-
ton 'u n g ö rü n ü şlerin üzerinde yer alan tü rsel fo rm u n u n A ristote­
les tarafından g ö rü n ü şler içre o lan n ih âî form a ya da Entelec-
hie'ye122 taşınm asındaki fikirle tem asa gelir. Kısıtlayıcı yan etki­
lerden ötü rü tekil şeylerde k en d in i tam am ıyla ortaya koyam ayan
Entelechie, Aristoteles'te heykeltraşlıkta, o n u n yanında şiirde de
g ö rü n ü r kılınır. Estetik tasvir böylece, aynı zam anda hem isabet­
le taklit eder hem de Entelechie'ye uygun olarak güzelleştirir, ya­
ni şeyin doğası. gereği olm ası gerekeni gösterir; A ristoteles'in,
dram anın tarihyazım ından daha felsefi olduğuna dair ü n lü cüm ­
lesi bundandır. G erek S chopenhauer'de gerek H egel'de Kant'ın

122 Maddede gerçekleşen form; organizmada saklı güç.


212
“bir fikrin tek bir görünüm de m ükem m el cisim leşm esi’’yle bağ­
lantıyı sağlayan da, Estetik İdeal'in bir sona doğru sürükleyen
m ükem m ellik karakteridir neticede. Schopenhauer, bol Aristote­
les’le, şöyle der: “İradenin nesnelliğini ifade eden doğal k u w e t-
lerin yer aldığı alt b asam aklan altetm eyi az veya çok başarm ası
ölçüsünde organizma, kendi fikrinin m ükem m el veya m ükem ­
mel olmayan b ir ifadesine dönüşür; yani o n u n türsel yaradılışın­
da güzelliğe tekabül eden İdeale daha yakın veya daha uzak
olur." Devamında, b ir ü to p ik işleve (tü rü n statik sınır varlığın­
da) belirgin temasla: “Ancak böylelikle, d âhî Yunanlı insanın su­
retinin kökensel tipolojisini bulabilir ve o nu okul kanon'u ola­
rak, heykel olarak koyabilirdi; ve ancak böyle bir öngörücü ta­
savvur sayesindedir k i biz hepim iz için G üzel’i, doğanın sahiden
onu yaratm ay ı b a şa rd ığ ı te k il g ö rü n ü m le riy le ta sv ir etm ek
m üm kün olabilmiştir. Bu öngörücü tasa^vvur, ldeal'dir; en azın­
dan yan yarıya a priori tanındığı ölçüde, ve böylece a posteriori
doğada verili olanla onu tam am lam ak üzere b u luştuğunda sanat
için p ratik b ir anlam ifade edişiyle, Fikir'dir" ( W erke [Eserler],
Grisbach, I, s. 207, 297). Hegel'de İdealler yalnızca sanatta zu­
hur etm ez, sair gerçeklikte de zu h u r etm ez - nerede k aldı ki po-
litik-toplum sal gerçeklikte. Buralarda Hegel için, bir restorasyon
filozofu olduğu ölçüde, m uhayyel bir m ükem m elliğin k u ru n tu ­
ları vardır sadece. Oysa O na göre sanatta, bir tefekkür yapısı ola­
rak, kesinlikle İdeallerden başka bir töz yoktur: oryantal-sem bo-
lik, Yunanlı-klasik, Batılı-rom antik idealler (şeref, aşk, sadakat,
m acera, im an). B unların estetik d ışavurum u, iyice, hafızadaki
Aristoteles'i, Entelechie'yi gösterir: “Sanatın h ak ik ati, demek, salt
doğanın tak lidinin k en d in i sınırladığı salt doğruluk olamaz; Dış­
sal olan, kendi içinde uyum lu olan ve böylelikle kendini Dış-
sal’da açığa vurabilen b ir İçsel'le uyum içinde olmalıdır. Başka
zam anki varoluşunda tesadüfîlikle ve dışsallıkla lekelenm iş ola­
nı kendi hak ik i kavram larıyla böyle bir uyum a rücu ettirm esiyle
sanat, görünüşteki halinde bu kavram lara tekabül etm eyen her
şeyi b ir k en ara fırlatır ve ancak b u tem izlikledir ki İdeal'i ortaya
çıkartır” (W erke, XI, s. 199 vd.). Açık ki b u rad a İdeal hiç de
G erçek olana kayıtsızlık olarak görülm üyor, yavan bir allayıp
pullam a olarak da görülm üyor (nazım la nesir arasındaki, niha­

213
yet kültürle uygarlık arasında sahte bir çelişkinin sunulabilm e-
sindeki gibi). Kastedilen, daha kuvvetli bir gerçeklik derecesidir,
görünüş sürecinde [dışavuranla] ilgili m ükem m elliğin gerçekçi
bir yönelim kazanm asıdır, her ne kadar Hegel’de bu kadem elen-
me asla gerçekçi b ir H enüz-O lm am ış’a geçit verm ese de. Yine de
İdeal, Üst-Ben’in, geriye d ö n ü k Baba y ü k ü m le n d irm e sin i veya
salt taklitçi b ir aşın-tazm inin sabit im gelerinin h ü k ü m sürm edi­
ği her yerde, birçok arketipten çok daha sahici bir öngörücü ta­
savvur arzeder. Ve Ideal'deki ütopik işlev, infilakinden ziyade te­
yididir onun: D ünyadaki som ut m ükem m elleştirm e hareketle­
riyle, m ad d i ideal eğilimiyle bağını kurm ası sayesinde.
B unun dışında elbette, gerek içe dön ü k gerekse asıl dışa dö­
n ü k olarak, büyük sözler kalır sadece. Y üküm lülük, talep, bas­
kı, bir yüküm lülük olarak tdeal'in unsurlarıdırlar, daha önce be­
lirtildiği gibi: Sönüklük, yüküm lendirm eyici soyutluk, tarihsel
olm ayan statiklik ise o n u n özgürlüğünü ve yöneldiği/niyetlendi­
ği m ükem m elliği teh d it ederler. Dahası, 19. yüzyılın ilave ettiği
yalan da katılm ıştır bunlara: Burjuva lafızları olarak Hakiki, iyi,
G üzel. F o n tan e, ticaret m üsteşarı b ir han ım olan Je n n y Tre-
ibel’in123 -k ız lık soyadı B ürstenbinder- şahsında, kendisini tüm
tü rd e şle rin in n u m u n e si gibi g österebilen, ideallere sahip bir
burjuvazinin tasvirini yapmıştır. T üm m uhitini de tem sile m u k ­
tedirdir: “D urm aksızın liberalize ve santim entalize ederler [duy-
gusallaştınrlar], am a hepsi farstan ibarettir; rengini belli etm ek
gerektiğinde, ‘parası olan h ak lıd ır’ - hepsi o kadar.” Ibsen d ram ­
larının birçoğunda, ilan olunan burjuva idealleri ile burjuva pra­
tiği arasında hiçbir m üşterek nokta kalm ayışını gösterm e tu tk u ­
su n u taşır. “Bebek Evi”, “H ayaletler”, “Yaban Ö rdeği”, ldeal-La-
fız izleğinin çeşitlem eleridir; b u alabildiğine ciddi, neredeyse
trajik parçaları kom edi olarak işlem ek çok da zor olm azdı aslın­
da. “Yaban Ö rdeği”ndeki Gregers W erle tam tam ına b u rjuva ide­
allerinin Don Kişot’udur, yozlaşmış burju v a d ü n y asın ın ortasın­
da. Bu idealleri d ü z yalan değil de ortalam a insan açısından zo­

123 Ticaret müsteşarı, o dönemde Alman bankacı ve sanayicilerinin soylu sınıfa'


katılmasını sağlayan bir unvandı. Fontane burada isimler aracılığıyla sınıfsal
göndermeler yapar: Bürstenbinder fırçacı anlamına gelir; Treibel ise, “ticaret
yapmak, iş çevirmek” anlamında “Handel treiben”i çağrıştırır.
214
ru n lu yaşam yalanları olarak tanım layan Relling'in sinizm i de
sadece sinizm olm akla kalm az, geç-burjuva idealinin pazar gü­
nü sahtekârlığının adını koyuyordur sadece. B unun sın ın , Ib-
sen'in kendisinin hâlâ burjuva ideallerine inanıyor olması, inan­
m ak istem esi ve “Yaban Ö rdeği”nden sonraki dram larda onları
Relling'in eleştirisiyle sarsılm ayacak şekilde tasvir etm eye çalış­
masıdır. Ne Fontane’de ne Ibsen'de Yeni D ünya vardı, bunun ye­
rine içkin olarak eskisi horlanıyordu; teori ile pratik arasındaki
oransızlığıyla, d erinden derine kem iren sahtekârlığıyla. B unun
farkına varm ak için b ir eleştirel gerçekçilik yeter; ne ideoloji
araştırm ası gereklidir ne de h atta ü to p ik işlev. F ak at eleştirel
gerçekçilik, ondaki m addî eğilim in kavranm asıyla, zo runludur;
ld e a l’in solgu n laşm ış b u rju v a varoluşuyla b ir tu tu lm am asın ı
saglar. Asıl, şim diye kadarki toplam varoluş biçim inden, yani
soyutluktan, statiklikten m üm künse çıkartılabilm esini sağlar. İl­
kin; soyutluğundan, ayakları yerden kesilm iş, kötü b ir şekilde
um um i, kuvvetsizce salınan. Esas itibarıyla biçim seldir [formel-
d irJ, içerik sahici hayattan çalınm ıştır veya büyük boş lâflarla
dolaysız biçim de onun karşısındadır. İdeallerin böylelikle hiçbir
eğilim in dolayım ına girm em esi, soyutluğa diyalektik-olm ayan
statikliğin eklenm esine yol açmıştır. H er ikisi de değer yanılsa­
m asını artırır; şim di de idealleri güm üş takım ların d u rd u ğ u do­
laba yerleştiren, ebedi vecde bağlayan b ir tutum la desteklenir bu
yanılsama. Soyutluk ve statiklik, ikisi beraber, ideal ilkeler de­
nen şeyi oluştu ru rlar sonra; b u n lar sözlerin kılavuzudurlar, ey­
lem lerin degil. Böylesi form ellik, öncelikle İngiltere’de yeşerir -
ve ölü sloganların d ine dönüşm esiyle, Kuzey A m erika'da. Ame­
rikan Bağımsızlık Beyannam esi, sonra da A m erikan Anayasası,
Rights o f li/e’ını,’24 liberty and the pursuit o f happiness'in i,’25 Prin-
cipes of liberty, justice, m orality and law 'u n u ^6 hâlâ Citoyen ya­
nından alıyordu (basic principlen ı olarak, p e k de parlak bir ışık
tutm ayan Principle o f property'i'2B de un u tm ad an ). Fakat şim di

124 Yaşam hakları.


125 Özgürlük ve mutluluğu arama.
126 Özgürlük, adalet, ahlak ve hukuk ilkeleri.
127 Temel ilke.
128 Mülkiyet hakkı.
215
b u n la n n hepsi donm uş havadadır, sadece ekonom ik temel ilke,
diğer ilkelerin form el Soyut-Statikliginden ö tü rü , başta Ö zgür­
lü k le ilgili olm ak üzere, içerikte h e r tü rlü oportünizm e izin ve­
rir. Böyle yaratılm ış İdeal, o n u tüm üyle tersine çevirmeye doğru
giden oportünizm e k arşı kendi içeriğini elden çıkartam az ve çı­
kartm ak da istemez, k u ram sal olarak; formelliğiyle yolunu şaşır­
tan um um iliğinden ö tü rü çıkartamaz, enerjisiz katılığından ö tü ­
r ü de çıkartm ak istem ez. H ele m uhasebe kayıtlannın ikili tu tu l­
duğu L uther A lm anyası'nda veya İş-İm an ikiciliğinin [düalizm]
hüküm sürdüğü Almanya'da, nasıl da b ü y ü k olm uştur bu kuv­
vetsizlik. K alvinist ü lkelerde İdeal, çok geçm eden terk edilen
eylem tarzları için sözel hatta form el-dem okratik b ir d ü stu r ola­
rak kalm ıştır en azından; sahtekârlık, günahın erdem e tazm inatı
olarak oluşur. O ysa A lm anya'da İdeal olan öylesine yukarıların-
daydı ki dünyanın, ebedi mesafeliliğin dışında onunla hiçbir te­
m as kurm uyordu. Bu düstur, erişilem eyecek kadar uzakta olan
yıldızlar yarattı, yani eylemin değil de geçici hevesin yıldızlan.
B uradan da, İdeale ancak sonsuz yaklaşılabileceği hayali doğdu,
veya aynı anlam a gelm ek üzere, İdealin, ona yönelik ebedi çaba-
lamaya kaydırılm ası hayali. Böylece dünya fenalığıyla kaldı, ah­
lâki idealler ise sem avi b ir uzaklıktaydı; estetik idealler arzulan­
m ıyordu bile, sadece ihtişam lanndan sevinç duyuluyordu. Son­
suz arzulam adan salt tefekküre/tem aşâya sıçrayış böylesine ko­
laydır; çünkü ebedi takribilik de tefekkür/tem âşa eylemektir, sa­
dece d aim i bir eylem görüntüsüyle, eylem u ğruna eylem ekle ra­
hatsız edilen b ir tefekkür/tem âşa, ut aliquid fie ri videatur.'29 Al­
m anya’da som ut b ir ideal d u y g u su yükseldiyse bile şayet, ger­
çekleşme noktasında bu sonsuz G erçekleş-m em e'nin öteki yü­
z ü n d e n ib arettir; n ite k im H egel’d e k i m u tla k b arış, böyledir.
G erçi b u ra d a İdeale y ak laşm an ın so n su z lu ğ u kaybolur, am a
onunla beraber, İdeale insan eseri/emeği yaklaşm a y o lu tüm üyle
kapanır. Bizzat D ünya süreci, ona k o n m u ş b u lu n an ideal am aç­
ların ken d i k en d in i gerçekleştirm esine d önüşür, insan ise salt
yardım cı b ir araçtır, hatta felsefi olarak, güyâ zaten gerçekleşti­
rilm iş ideallerin sadece seyircisidir. B ütün bunlar, ister sonsuz

129 Birşeyler oluyor görünsün diye.


216
yakınlaşm a içinde olsun isterse gûyâ ideal-dünya olarak d ü n ­
yayla h ad d in d en fazla örtüşm e halinde, tdeal'i âciz bırakır. H er
ik i durum d a d a İdealin statikliği, kendi içinde tam am lanm ış bir
m ükem m ellikle h ü k ü m sü rer; ve ü to p ik işlevin tam da bu ta-
m am lanm ışlığa karşı kanıtlam ası gerekir kendini. Fakat bu, ar-
ketiplerle ilgili olarak kendini kanıtlam aktan başkadır, m alze­
m eye/m addeye çok daha yakından akrabadır, elbette daha fazla
kardeş kavgası da olur. Kastedilen m ükem m ellik, o n u n tam am en
ik ra r edilm iş ö n g ö rü c ü tasavvuru, id eali ü to p ik m uam eleye
açar. Arketipler öngörücü tasavvuru kapsül içine alm ışlardır ve
o kapsülü n patlatılm ası gerekir; İdealler ise o tasavvuru soyut
veya statik gösterirler, b u n u n sadece düzeltilm esi gerekir. Arke­
tipler u m u d u çok sıklıkla uçurum da, u çurum u da Arkaik'te gös­
terirler; M itos'un içinde batık hazineler gibidirler, Vaftizci Yah­
ya’nın D oğum günü’ndeki gibi bir günde yerlerinden kalkıp gü­
neşe çıkacaklardır. İdealler ise u m u tla n m baştan gün d üzün gös­
terirler, gündüzün esneyen kubbesinde. Çoğu arketipin yenile-
nişi, M örike'nin sessiz O rp lid 130 dizesinde ifadesini bulur: “Ka­
dim sular yükseliyor, gençleşmiş, kalçalannı sanyor, çocuk!” Bir
İdeal'in çıkışı ise kararlı bir g ü n d ü z çağrısıdır - Brow ning'in Pip-
p a’s ından: “Saatlerin akıyor, u zun, mavi, berrak, törensel, o kuv­
veti hissediyorum , yeryüzü koruyor ve kutsuyor, her şey benim
oluyor." Elbette u çurum da b an n m ay an ark etipler de vardır, Bas-
tille'in yıkıntıları üzerinde dans b u n u n en kuvvetli örneğiydi;
tersine, Isis131 M eryem’deki anne imgesi gibi bir arketip de çok
derin kökleri olan bir idealdir. F akat toplam da İdeal saf olarak
cephede yaşar; o k adar ki, o n u n m ükem m ellik imgesi batık ol­
m aktan ziyade çok uzakta gibi görünm üştür. Soyut ütopyaların
soyut olarak, am a aynı zam anda ütopya olarak da, esaslı biçim ­
de ideallerle dolu olup arketiplerle çok daha az dolu olm alan se­
bepsiz değildir - basbayağı devrim ci bir anlam taşıyan arketipler
de daha azdır bunlarda. Ü topyanın üzerinde olduğu d üşünülen
yalnız ada bir arketip olabilir, fakat u ğruna çabalanan m ükem ­
m elliğin id ealin in su re tle ri daha k u v v etli b ir etkiye sa h ip tir

130 Orplid: Mörike'nin şiir dünyasının hayalî ülkesi.


13l Eski Mısır gök Tanrıçası.
217
o n u n içinde, yaşam ın içeriğinin serbest veya düzenlenm iş bir
serpilm esi olarak. D em ek ü to p ik işlevin kendini İdealde kanıtla­
m ası esasen bizzat ütopyalardakiyle aynı çizgide olmalıdır: be­
lirttiğim iz gibi, dünyadaki m addi İdeal eğilim ine som ut aracılık
çizgisind e. İdeal olan asla salt vakıalarla öğretilemez ve doğrula-
nam az, tersine: salt fiili O lm uşlukla gerilim li b ir ilişkide b u lu n ­
ması, o n u n ö zü n ü n b ir parçasıdır. M am âfih tdeal olanın, bir işe
yanyorsa şayet, vakıa denilen şeylerin şeyleşm iş-sabitlenm iş so­
yutlam alarını teşkil ettiği d ü n y a süreciyle b ir bağı vardır. İdealin
öng ö rü cü tasavvurları, şayet so m u tsalar b unlar, n esnel u m u t
içeriklerinin eğilimleri-gizilliği ile bağıntılıdırlar; bu bağıntı etik
ideallerin em sal oluşturm asını, estetik ideallerin m uhtem el bir reel
oluşun ön-görüntülerini verm esini m ü m k ü n kılar. Ü topik işlevle
' düzeltilen ve donatılan ideallerin hepsi, insani olana uygun bir
biçim de gelişmiş b ir K endilik ve D ünya içeriğinin idealleri olur­
lar. B undan ö tü rü d ü r ki tüm ü y le aslî içeriğin y a n i E n Y ü ksek
îy i’nin çeşitlem eleridirler - İdeal’in tü m özünü en nihayet topar­
layabilir, basitleştirebiliriz böyle. İdealler b u en yüksek u m u t
içeriğiyle, am aca g id e n araç k o n u m u n d a k i m u h tem el D ünya
içeriğiyle m ütenasiptirler; b u nedenle ideallerin b ir hiyerarşisi
vardır ve daha aşağıdaki b ir ideal b ir ü st ideale k u rb an edilebilir,
zaten ü st idealin gerçekleşm esiyle tekrar dirilecektir. Ö rnek: Po-
litik-toplum sal alanda En Yüksek lyi'nin en yukarıdaki çeşitle­
mesi sınıfsız toplum dur; o halde b u amaç doğrultusundaki öz­
gürlük, keza eşitlik gibi idealler aracı ilişkisi için d ed ir ve - ö z ­
g ü rlü k örneğinde bilhassa çokanlam lı o la n - değer içeriklerini
politik-toplum sal düzlem deki En Y üksek tyi'd en alırlar. En Y ük­
sek İyi, aracı idealleri içerikçe belirlem ekle kalm az, en yukanda-
ki amacın içeriğinin taleplerine göre aynı zam anda çeşitlendirir,
değiştirir, kimi durum da sapm aları da geçici olarak haklılaştırır.
Keza: Estetik alanda E n Yüksek lyi'nin en üst çeşitlemesi, insani
m ükem m elliğe erişm iş b ir düny an ın içkin ön-görüntüsüdür; o
halde b ü tü n estetik kategoriler b u hedefle ilişkilidir ve onun çe­
şitlem eleridir - l'art pour l’espoir132 olarak. Ve öznenin k ö tü Ol-
m uşluğa cevabı, yetersiz olana k a rşı insana yaraşır olanın eği-

132 Umut için sanat.


218
limsel cevabı, İdeal'de, arketiplerdekinden çok daha du y u lu r bi­
çimde tınlar. Bundandır, M arx'ın, işçi sınıfının gerçekleştireceği
idealler olm adığını söylemesi; b u aforoz tabii ki eğilim sel-som ut
hedefin gerçekleştirilm esiyle ilgili değildir, sadece soyut-uydur-
ma, tarihle ve süreçle tem assız ideallerle ilgilidir. Sosyalizm in
kendisi, M arx'ın, Lenin’in vasıtasıyla, izlenm esi gereken bir safa­
h at içerisinde som ut b ir ideale dönüşm üştür; planlı biçim de ak ­
tarılan katılığıyla, eski soyutluğundan daha az değil, tersine da­
ha çok ateşleyen b ir ideal. Ve tam d a politik olarak en yüksek
ideal: politik Summum b onum 133 o larak özgürlüğün krallığı, bi­
linçli olarak yapılm ış tarihe o d en li az yabancıdır ki, b ir som ut­
luk olarak o tarihin nihâi/ereksel oluşunu veya dünya tarihinin
. son evresini teşkil eder. Ç ünkü aynı şekilde m ü m k ü n bir alter­
natif olarak b ir anti-Summum bonum veya Boşunalık, bu tarihin
so n ev resi o lm a z d ı, o n u n ü s tü n ü n ç iz ilm e si o lu rd u ve n i­
hâi/ereksel oluş olm azdı, kaosa gidiş olurdu. Ya insan emeğine
rağm en ardyöresiz ölüm vardır Süreç'te; veya, in san emeği saye­
sinde, İdeal’in realizm i y ü rüyedurur - tertium non d a tu r 'M Ama
ütopik işlevin özgürlüğünün etkinliği ve ideali, alacakaranlıklar­
da, Süreç-dünyasının cephesinde reel m üm künlükle gelişmekte
olan henüz olm am ış “İdeal gibi O lm a”yı (En Yüksek İyi) nes­
nellikle anlam landırm ada ve özgürlüğe kavuşturm adadır.

Ü topik işlevin A legorilerle-Sem bollerle karşılaşm ası

Kalıyor geriye, h e n ü z açık/berrak olm ayanda da kendini kanıtla­


yan endişeli bakış. Bu henüz açık/berrak olm ayan, sadece kendi
m eselesini değil, o n u n içinde aynı zam anda başka b ir meseleyi
anlam landırandır. Bu hal şiir dili içinde ortaya çıkarsa, sözleri
gerçi pekâlâ m addi ve halihazıra dair olabilir, ama koskoca bir
salondaym ışçasına yankılanır. Atasözü dahi, mecazi olmayı bil­
diği, evet, hatta b u n u severek yaptığı oranda, çok k atm anlı ve
m anidar bir edâyla sunar kendini. “D urgun su d erin d ir” - bu
tü rd en alegorik b ir ifadedir ve büy ü k şairâne mecaz içinde vur­

133 En Yüksek Değer; Tann.


134 Üçüncü ihtimal yoktur.
219
gusu artar. "Şiirler boyalı pencere cam landır" - G oethe'nin bu
büyük mecaz cüm lesi, kendi m eselesinin ve b u n u n içinde aynı
zam anda başka bir m eselenin anlam landırılm asındaki Karanlık-
Aydınlığı en iyi bir biçim de nakleder. Böyle b ir cüm le, kusursuz
bir alegoridir, ama tabii b ir alegori olm ası hasebiyle yine kendi
k e n d isin in henüz açık/berrak olm ayışıyla m alûldür, zaten bu
nedenledir ki hiçbir alegori k u su rsu z olamaz. Ç ü n k ü alegori per
d efin itio n em 135 çokanlam lıdır, yani aydınlatıcı m ecazını aldığı
nesnenin kendisi (burada: boyalı pencere cam lan) asla açık se­
çik değildir. Bu nesne kendi içinde birçok anlam lar ban n d ın r;
bunlar arasında şiirlerle m ukayeselere dayanm ayan anlam lar da
vardır ve her şeyden önce, şiirlerle m ukayeseyle, şeffaf 'ilişki
içinde de, karanlıkla ışık arasında, ken d in d en öteye uzanan an­
lamlara işaret eder. Velhâsıl hiçbir alegori kusursuz değildir: şa­
yet öyle olsaydı, bu bağıntı/ilişki zigzagh, ama keza aynı çizgide
de hep başka yerlere gönderm ede b u lu n arak sü rd ü rü lü y o r ol­
m azdı, o zam an da b u tarz b ir ifade alegorik degil sem bolik
o lu rd u . O zam an erişilen K u su rsu z lu k da gerçi y ine h e n ü z
açık/berrak olm ayanın kusursuzluğu olarak kalsa, yani Aşikârın
içinde Ö rtü lü n ü n kusursuzluğu, hâlâ henüz Ö rtülü olan olarak
A şikânn kusursuzluğu olsa da, böyle olurdu. Alegori, Semboliğe
karşı böyle b ir tü r vuzuhsuzluk servetinin duygusuna sahiptir;
böylelikle o n u n mecaz tarzı, sem bolün gerçi hâlâ salınım halin­
de olm akla birlikte gayet sağlam olan m ecazının ve sem bolün
b ir noktaya o daklanm ış ilişki k u rm a tarzının gerisinde durur.
E lbette bu, yüzyıldan biraz fazla b ir zam andır alegorik olanla
sem bolik o lan arasında tem elden yanlış b ir tarzda ele alınan
başka b ir d eğer farkıyla karıştırılm am alıdır. Buna göre alegorik
olan salt canlandırm ayla ortaya konan veya d u y u lar için dekore
edilm iş kavram lardan oluşuyordur, sem bolik olan ise işte şu d o ­
laysızlık denen şeye dayanıyordur. Veya so n rad an G undolf'ün,
o n u n tarafından Georgize edilm iş’36 G oethe ü zerinden öylesine
budalaca ifade ettiği gibi: G enç G oethe "ilksel y aşan tıla rın ı”
sem bolik b ir tarzda anlatm ıştır, yaşlı o la n ı ise sa lt “o lu şu m u ­

135 Tanım gereği.


136 Sembolizmin ve Yeni-Romantizmin önemli şairi Stefan George tarafından
anlaşılan biçimiyle.
220
na/yetişm esine dair yaşantılarını" yalnızca alegorik olarak akta-
rabilm iştir b una göre. Bu değer aynm ı sadece G oethe örneğin­
den anlam sız olm akla kalmaz, R om antizm den beri alegorilerle
ilgili göreneksel yanlış anlam landırm ayı takip eder. Anlayışlı bir
edâyla gerilimi çözülm üş yan-alegoriler vasıtasıyla, evet, (erde­
min, hakikatin, dostluğun vesaire figürleri olarak) Rokoko’da ve
A ltıncı Louis'de alegori g ö rü n g ü sü adına bilinçlerde yer etm iş
tek öge olan salt soyutlayıcı resim lem eler vasıtasıyla yapılan bir
yanlış anlam landırm adır bu. B una bağlı olarak alegorileri değer­
den düşüren Rom antizm , sahici Alegorizmi: sem bo ller orjisiyle
B arok'unkini, O rtaçagınkini, H ıristiyanl ıgın erken d ö nem inin
kilise büyüklerinin edebiyatını, bilip tanım ıyordu. Alegori ser­
pilm e çağında asla kavram ların canlandırılm ası, soyutlam aların
dekore edilm esi m âhiyetinde değildi, şeylerin anlam ının başka
şeylerin anlam ı vasıtasıyla aktarm a denem esiydi; b u n u da soyut­
lam aların karşı tı tem elinde yapıyordu, yani sözkonusu m ecazın
eklem lerini kendi anlam m uhtevaları içinde birleş tiren arketip­
le r tem elinde. A nlam ın arad an sızan y a n k ısın ı, elb ette o n u n
bağlayıcı ve m erkezi olanını sem bol m ecazında tem ellendirenler
de arketiplerdir. Yol üzeri veya geçiciliğin arketipleri olarak de­
ğil, katı b ir nihayetin veya S on-duygusunun arketipleri olarak
yaparlar bunu. Açıkça görülür ki, alegori ile sem bol arasındaki
son belirtilen değer aynm ı, tek m eşru aynm olarak, dekore edil­
m iş soyu tlam alar -h e le onların sabit biç im i- ile cisim leşm iş te-
o /a n ile r'37 arasındaki ayrım la aynı tem ele o tu rtu lam az; rü tb e
farklılığı d ah a ziyade aynı ark etip alanının kendi içerisindedir.
Yukarıda (bkz. “Ü topik işlevin arketiplerle karşılaşm ası” başlıklı
bölüm )' fark, alegorinin geçiciliğin arketiplerini içereceği şekilde
belirlenm işti, b u n d a n ö tü rü de o n u n anlam ı A lteritas'a uzanı­
yordu, sem bol ise um um iyetle bir d u yu n u n Unitas'ına tabi kalı­
yordu. Ve şim di önüm üze gelen, ü to p ik işlevin alegori ve sem ­
bolle karşılaşm ası sorunu için, h er ikisiyle ilgili olarak şifre kate­
gorisinin altı çizilm elidir; ark etip le bağlantılı alegoriğin veya
sem boliğin biçim lendirilm iş, evet nesnelerde de gerçekleşerek beli­
ren anlam ına d air b ir k ategori olarak. B una göre alegori, her

137 Tann’nın geçici olarak, bir anlığına göze görünür oluşu.


221
m ünferit halde, aynı şekilde m ünferit hallere (çokluğa, A lteri-
tas) yayılm ış bir geçicilik, evet parçalanm ışlık içinde bu lu n an
anlam ın/duygunun b ir şifresini verir. Buna karşılık sem bol her
m ünferit halde, bir m ünferit halde (çokluk, A lteritas) şeffaf ola­
rak görü n en anlam /duygu b irliğinin şifresini verir. Böylelikle,
o radan oraya yollanan b ir geçicilik, çokanlam lılık yerine, varışın
(yere iniş, toplanm a) U num necessarium ’u n a 138 yönelmiştir. Bir
varışa yönelen bu niyet, çiçek açtıkça başka yerlere kayan, yolun
süregiden kararsızlığına teslim olan alegorilerden farklı olarak
sem bolü bağlayıcı kılar. B unun da sonucu, alegori esasen suret
zengini sanatta ve çoktanrılı dinlerde kendini evinde hisseder­
ken, sem bolün esasen sanatın b ü y ü k yalınlığına h e n o te is t^ ve
tektanrılı dinlere ait olmasıdır.
Ö ngörücü tasavvurun, h er ikisinde de haber verecek bir şeyi
vardır, çü n k ü h er ikisinde de bizzat öngörücü tasavvur d u y u ru r
kendini. Bu aynı zam anda kendini açığa vuran b ir K apalılıktır
ve kendini hâlâ kapayan b ir Açığa Vurma, Açılmadır; çünkü za­
m an hen ü z olgun laşm am ış, Süreç h en ü z kazanılm am ış, ona
bağlı mesele (anlam ) hen ü z üretilm em iş ve kararını bulm am ış­
tır - bizzat sem bolün kendisinde böyledir d u ru m . D em ek ü to ­
p ik işlevlerin alegoriyle ve sem bolle, m addenin kendisinde te­
m ellenm iş b ir karşılaşm ası vardır; burada ü to p ik işlevin karşı­
laştığı, nesnel anlam landırm anın kendisidir. Tekrarlıyoruz: çok­
lukta, A lteritas’ta kalan h er m ecaz b ir alegori o lu ştu ru r - şu şe­
kilde: “İşte sis kıyafetine b ü rü n m ü ştü m eşe,/ dikelm iş bir dev,
o rad a ,/ K aranlığın çalılar a ra sın d a n ,/ yüz siyah gözle baktığı
yerde.”140 Mecaz birlikten bahsediyorsa ama, m erkezi bir şeyi
anlatıyorsa, hâlâ üzeri kaplı olsa da görünm eye başlayan bir ça­
resizlikle yaklaşıyorsa oraya, o zam an kesinkes sem boliğe varılır
- şu şekilde: “B ütün doruklarda sü k û n var. ”m H er ikisinin for­
m u da, G oethe’n in bizzat diyalektik gerilim taşıyan b ir ifadeyle
“aleni sır” dediği tü rd en diyalektiktir; işte, Açılmış ile Ö rtü lü ­

138 Tek zorunluluk.


139 Tek Tanrı’ya bağlı olmakla birlikte başka Tanrıların varlığını tanımazlık et­
meyen.
140 Goelhe’nin “Hoş geldin ve Veda” şiirinden
141 Goethe'nin “Gezginin gece şarkısı” şiirinden.
222
n ü n , henüz kılıfındın çıkarılm am ışın hâla süregiden içiçeliğidir.
Fakat öyle bir biçim de ki, -b ü tü n hakiki, yani n esnel anlam lı
algeorilerde, evet, sem bollerde d e -, “aleni sır” sadece on u kav­
rayacak insanlar için, diyelim yetersiz idrak güçlerinden ötürü,
bir aleni sır değildir, insanlardan bağım sız dış dünyada da anla­
m ın reel niteliklerini tayin eder. Belirli görünüm leriyle kendini
anlam landıran karakteristik Tipik'in eğilim sel [olarak b ü rü n d ü ­
ğü] suretleri böyledir; dünyanın, h en ü z gizil m erkezi suretiyle
[girdiği] diyalektik varoluş biçim leri tecrübesinin tam am ı böy­
ledir. Bir sırrın gerçekten aleni/kam usal olduğu bu d u rum u Go-
e th e'n in gerçekçi d ü n y a açılım ıyla k arşılaştırm ak öğreticidir:
D ünyada yaşayarak k e n d in i geliştiren Entelechie'ler, tüm üyle,
keza yaşayan, nesne gibi m evcut b u lu n an alegoriler ve sem bol­
lerdir. Bu şifreler gerçeklikte de vardır, sadece b u gerçekliğin
alegorik ve sem bolik tasvirlerinde de değil; böylesi reel-şifreler,
d ü n ya süreci b izza t bir ütopik işlev olduğu için vardır; cevherini,
nesnel olarak m ü m kü n olanın m addesinin teşkil ettiği bir ütopik
işlev. İnsanın bilinçli planlam a ve değişim indeki ü to p ik işlev,
dünyada kol gezen Aurora-işlevinin en fazla öne çıkan, en etkin
habercisidir sadece: b ü tü n reel-şifrelerin, yani Sürecin suretleri­
n in vuku bulduğu ve mevcut b u lu n d u ğ u yerin, gecedeki g ü n ­
düzün. Alegorik su re t olu şu m u , sem bolik hedef inşası bu ne­
denle fiilen geçici olan her şeyi bir m ecaz olarak gösterirler; lâ­
kin anlam ın ken d in e m ahsus b ir reel yolunu çizen b ir m ecaz
olarak. H er isabetli mecaz, anlam yönelim inin nesnel ü to p ik iş­
levle dolu ve anlam suretinin reel-şifreyle dolu olm ası ölçüsün­
de, aynı zam anda gerçeği tasvir eden b ir m ecazdır b u nedenle.
Ve bu noktada sem bolün alegoriden son farkı; m ecazdan eşitle­
meye geçmeyi, yani içe d ö n ü k lü k le dışa d ö n ü k lü ğ ü n özdeşliği­
ni sağlam ayı denem esiyle gösterir kendini. Sözün d ürüstlüğü,
böylesi bir özdeşlik içeriğinin U num necessarium’u n u n (En Yük­
sek lyi) daim a ancak b ir Chorus m y st icus’u n 1*2 sesinde zu h u r et­
tiğini ve D ünya A ydın lan m asın ın n ihâi hedefi ve son görevi
olan öngörücü tasavvurdan, nesnel başarım dan h enüz u z a k ol­
duğunu söylemeyi gerektirir. Ö zlem , öngörücü tasavvur, m esa­

142 M istik koro.

223
fe, henüz süregiden örtülülük, b ü tü n b u n lar öznede de nesnede
de alegorik-sem bolik olanın belirlenim leridir. Asla kalıcı türden
belirlenim ler değildir, b unlarda henüz belirlenm em iş olanın ge­
lişen aydınlatılışıyla, kısacası, sem boliğin gelişen açım lanm asıy­
la/çözülm esiyle ilgili ödevlerdir. F akat tam da Eğilime dair ger­
çekçi idrak, içindeki gizillik akidesiyle/vicdanıyla, aleni sır ola­
rak tanım lananın h akkını verm ekle yüküm lüdür.

16
G E R Ç E K L E Ş T İR M E D E K İ Ü T O P İ K İM G E A R T IĞ I
M IS IR L I VE T R O Y A L I H E L E N A

Ama eylem gelir mi ki düşüncelerden,


tinsel ve olgun, ışının bulutlardan geldiği gibi?
Sessiz sadasız yazıdan da çıkar mı ürün,
Dağ lâlesinin karanlıkyaprağından çıktığı gibi?
— Hölderlin

D üşler çekip g itm e k ister

N e kadar ' süre, sadece ileri d o ğ ru gitm ek gelir içim izden? Arzu
elbette birşeyler ister, salt herhangi b ir şey değildir bu, kendine
verdiği eziyet nadiren boştur. Peki b ir yere konm akta acele eder
mi, arzun u n içinde işleyen itkinin vuslatı o lu r mu? ltk i belki bir
süre dindirilebihr; ilk seferinde, h e r iştah da doyurulur. D oym uş
için, en kayıtsız kalacağı şey b ir parça ekm ektir; m eraklı için,
henüz yeni o k unm uş gazeteden daha eskimiş bir şey bulunm az.
Ama peşinden her şey yeniden ayağa kalkar, açlıkla beraber, asla
soğutulm am ış arzular başlar yine. Ve k endini doyuran arzunun
da önceden çizdiği resim ler, bazen sanki h içb ir zam an yağışa
dönüşm eyecekm işçesine asılı d u ru rla r havada. O nlara d ö n ü k
arzu ve irade yaşamaya devam eder, onların kendileri de yaşa­
maya devam eder. G erçekleştirilebilir düşlerin de, düz yere in­
diklerinde, h er seferinde tam am ı vâsıl olmaz; çoğu zam an arda-
kalan b ir şey vardır. Havadadır, rüzgârlıdır, ama etten daha kuv­
vetlidir, fark edilebilir yine de. Bir adam b ir kızı bekler, oda şef­

224
katli bir huzursuzlukla d oludur; akşamın son ışığı oradadır hâ­
lâ, gerilimi yükseltir. Lâkin üm it edilen kız eşikten geçtiğinde,
her şey de iyiyse, her şey m evcutsa orada, üm idin kendisi yok­
tur artık, kaybolm uştur. Söyleyecek b ir şeyi kalm am ıştır; oysa,
vuku bulm akta olan sevincin içinde ses verem eyen birşeyler ta­
şıyordu beraberinde. M utlak örtüşm e pek enderdir, m uhtem elen
hiç görülm em iştir. ‘Bir şey'le ilgili düşteyken, kalp doym azdan
önce, daha iyidir - veya öyle görünür.

Yeterli gelm em ek - ve bunda ne y a tıy o r olabilir?

Gelip çatm ış bir Şim dinin m eyvasını toplam ak bile h e r zam an


başarılamaz. Et zayıf olabilir, fakat daha ince bir nedene de rast­
lanır sıklıkla. İyi bir du ru m bile daha d ü şü n d ü rü c ü d ü r, şayet
önceden çok fazla d ü ş biriktiyse - aşıp geçen d ü şlerin çok fazla­
sı. O zam an, hayalât, yaşanm ak üzere olunan deneyim in m adde­
sini ku llan ıp tü k etm iştir, acem iliğin h er tü rü n d e g ö rü len b ir
aşkla. Stendhal'in D e l'amour [Aşk] yazısı, buradan hareketle, fi­
yaskoyla ilgili ü n lü teşhisine ulaşır. S tendhal'e göre dolaysız
m utluluk ancak bir erkeğin b ir kadına ertelemesiz, yani arzula­
m a anında sahip olduğu zam an oluşur. Aşk m utluluğuna dair
güvence verilecek tek d urum , “bir iişığın henüz kadını özleye­
cek ve onunla hayalinde m eşgul olacak bir zam anının geçm edi­
ği" durum dur. Evet, gerçekliğiı. arkasında kalınan b ir durum u
açıklam ak için hayal gücünün giriştiği tam teşekküllü oyunları
açıklamaya bile gerek duym az Stendhal; şu cümleye cüret eder:
“Bir tu tk u taneciği girdi m i kalbe, b ir fiyasko taneciği de bir im ­
kan olarak oradadır artık." Tehlikeli, sinir bozucu sahne korku­
suyla devam eder: “Ne denli büyükse b ir erkeğin aşkı, o denli
b ü yük şiddet uygulam alıdır kendine, sevdiğine teklifsizce d o ­
kunm aya cüret etm eden önce. K endisine Tanrısal b ir şey gibi
görünen, aynı anda hem sınırsız sevgi hem sınırsız hürm etkar
k o rk u u y an d ıran bir varlığı h id d etlen d ireceğ i vehm indedir...
R uhu utançla d o lu d u r ve bu utancı altetm ekle m eşguldür; şeh­
v e tin ö n ü tık a n m ıştır.” R o m an tik şa irle rin , h e p sin d e n önce
E.T.A. H offm ann’ın, kadınlığın göksel im gelerini deneyim e, id­
rake d ü şü rm e k te n , o n la rın b u düzeye d ü şm e sin i g ö rm ekten

225
duydukları hoşnutsuzluğu karşılaştırın bununla. Evliliğe duyu­
lan rom antik nefret de, böylesine doyum suz ve öyle oldugu ka­
dar da şeyleşmiş bir düş varlığından çıkar: “Sihir m ahvoldu,” di­
ye seslenir bir sanatçı H offm ann’ın Fermate’sinde,143 aklında cin-
sellik-üstü bir fiyasko vardır: “ve aslında harikülâdelikleri haber
veren iç m elodinin yerini, k ırılm ış bir çorba kâsesi hakkında
serzenişler alır.” H offm ann’ın K ater M urr’u n d a [Kedi M urr/Ho-
m urdak Kedi] orkestra şefi Kreisler’in Prensesle konuşm asında
aynı trajikom ik hal kastediliyordur: Kreisler, izdivaç yatağında
düşleri kirleten iyi insanlar gibi sevm ek istem eyen “sahici m ü­
zisyenleri” över. F akat b u n u n la san atçıların aşırı iddialı veya
sevmeye yeteneksiz görünm em eleri için, onları Ortaçağ aşk şair­
leriyle, saray şairliğiyle, M eryem kültüyle karşılaştırır ve şöyle
devam eder “sahici m üzisyenler” hakkında: “O nlar seçilmiş ha­
nım ı kalplerinde taşır ve onun şerefine bir şarkı söylemeyi, şiir
yazmayı, resim yapmayı istemezler, kısacası, m ükem m el neza­
ketleriyle, zarif şövalyelere benzerler.” Elbette, gerçekleştirm e­
nin yol açtığı sonu, Kreisler olm ayan birçok evli erkek de yaşa­
mıştır; fakat tam da Kreisler’in öngörüsüyle, sahici bir m üzisye­
ne de isabet etm iştir bu kader, üstelik de en rom antiklerden biri­
ne, H ector Berlioz’a. Ü stelik td o lü iki kat p arlak gösteren bir
sahne de vardı burada: Berlioz, Shakespeare’in kızlarını ve soylu
kadınları cisim leştiren genç bir Ingiliz oyuncuya aşık olm uştu.
Bu Jülyet, bu Ofelya, bu Desdem ona, b ü tü n yakınlaşm a çabala­
rını geri çevirerek pırıltısını artırdı ve Berlioz . için o denli m ah­
vedici bir ışıltıya bürü n d ü . U m utsuz aşığın kendi canına kıyaca­
ğı korkusuna kapılan arkadaşları C hopin ve Liszt, tüm bir gece
boyunca, Berlioz’un tam am en aklı başından gitm iş olarak kendi­
ni vurduğu St. Q uentin d ü z lü ğ ü n ü arayıp taradılar. Ancak bu
arada ün kazanan m üzisyen birkaç yıl sonra aşık olduğu kadını
elde etm eyi başardı, idolü karısı oldu; o denli şiddetli olan bu
aşkı da, gerçekleşm esi (ki bu gerçekleşm e, “kırılm ış bir çorba
kâsesi hakkında serzenişler”den fazlasını getirm iş olmalıydı be­
raberinde) çökertti. M adam, sahneden bir delikanlının kalbine
akıttığı d üşsel im geyle başedem em işti. D eneyim u m uda karşı

143 Müzikte, bir notanın ya da verilen aranın belirsiz bir süre uzatılacağına dair
işaret.
226
kollayıcı, gözetici değildir; u m u t da deneyim i kollayıp gözetm ez
- ve bu ikincisi, abartılı derecede hayal kırıklığı yaratm ıştı [Ber-
lioz'un d u ru m u n d a ].

H ayal k ın k lığ ın ın birinci nedeni:


O rada, senin olm adığın yerdedir m utluluk;
İkinci neden:
K endibaşınalaşm ış düş ve İki H elena'nın D estanı

B u n u n tem elin d e yatan öncelikle, Şim di ve B u rad a'nın ö n ü ­


m üzde, fazla yakınım ızda durm asıdır. A çık seçik yaşantı, süre-
giden düşten başka b ir hale koyar: dolaysız b ir yakınlığa getirir.
H enüz yaşanm ış an bulanıklaşır, fazla karan lık b ir sıcaklığı var­
dır, yakınlığı da suretsizleştiricidir. Şim di’de ve B urada'da eksik
olan şey, gerçi yabancılaştıran fakat belirginleştiren ve b ir b ü ­
tü n olarak izlenebilir k ıla n mesafedir. Bu nedenle, G erçekleştir­
m e d in içinde vuku buld u ğ u Dolaysız, başından itibaren düşsel
im geden daha karanlıktır, h atta bazen m e tru k ve boştur. Kıyısız
b ir tahayyülün üzerinde G erçekleştirm e’n in d u rd u ğ u dünyayı
sellere kaptırm adığı, gerçeklikle b u lu şm an ın v u k u bulduğu d u ­
rum da bile; d ü şü n , gerçekleşm esinden d ah a k atı ve h er h a lü ­
kârda daha aydınlık görünm esi gibi b ir p arad o k s ortaya çıkabi­
lir. Işıldayan bulut, bize doğru yaklaştığında gri b ir sis gibi ya­
yılır etrafım ıza; dağların o uzak mavisi, oraya vardığınızda ta­
m amen kaybolur. Bir m asal operası olarak Sihirli Flüt’te Tam ino
gerçi Pam ina'yı aynen im gede/resim de d u rd u ğ u gibi görebili­
y ordu S arastro'nun kale avlusunda. Ama “b u O işte!” diye atı­
lan o m u tlu çığlığa rağm en, O 'n u n sahici o lu p olm adığı sorusu
dogar zihinde; T am in o 'n u n özlem şa rk ısın d a “b ü y üleyici bir
güzellik, b u resim deki” diye ifade ettiği du y g u n u n , bu ü to p ik
tahayyülün, lm ago'suyla, öylesine m ükem m el b ir O rijinal'de te­
cellisini b u lu p bulm adığı ve b u lu p bulam ayacağı sorusu uyanır.
Bu İm ge M avisi ile, Berlioz v a k asın d ak i gibi g erçek h ay atta
m eydana gelm iş iki tecrübeyi karşılaştırın: b ir tarafta parçalan­
mış şair Lenau, diğer tarafta m ağrurca katı lsabilim ci K ierkega­
ard gibi iki çok değişik kişilikte - Fata M organa’d a ki [serap] fe­
lâketin aynısıdır bu. Lenau A m erika'ya giderken, ayrılık saye­

227
sinde sevgilisinin im gesinin, o n u n yanında olm ası halinde ola­
cağından d ah a iyi b ir şek ild e h azır bulu n m ası isteğinden uzak
değildi. Salt im g en in yetm ezliğiyle, orijinale olan a rta n istekle
evine d ö n d ü , am a b u sefer de “Ö zlem in d ö n ü şü m ü ” başlıklı şu
şiir çıktı ortaya:

Nasıl da uzun geldi bu seyahat bana,


Ah, nasıl da özledim, endişeyle,
Uzak, yabancı deniz-çölünden,
Sevgili, ırak yurt sahilini.

Nihayet el salladı özlenen kara,


Sevinçle sıçradım o kıymetli sahile,
Yine yeşillenmiş gençlik düşleri gibi
Selamladılar beni yurdumun ağaçları.

Lütufkâr ve güzel-dostça, şimdiye dek hiç olmadığı gibi,


Çalındı kuşların şarkısı kulağıma;
Cân-ı gönülden, onca hasret çektikten sonra acıyla,
Her bir taşı cân-ı gönülden basardım bağrıma.

Ama orada seni buldum ve - ölümcül bir titreyişle


Ayaklarının dibine çöktü her sevincim,
Ve bana kalbimde kalan tek şey
Sınırsız, umutsuz aşkım.

Ah, nasıl da özledim, endişeyle,


Yine o boğuk akıntı gümbürtüsünü!
Hep o vahşi denizlerde gezmek istiyorum
Senin resminle yalnız başıma!

Lenau ve onun reel tekrar görm eye yeteneksizliği bahsini ka­


payalım: Burada Pam ina yakm a geldiği anda p arçalanıyordun
Bu tarz aşkın, kendi kendine âşık olm ak gibi m ağrur b ir tören­
selliği vardır: hiçbir zam an Pazartesi sabahına erişem eyecek olan
bir şölendir. Tam da aynı sebepten, K ierkegaard da, fazlasıyla
m utlak bir âşık olarak, açık denizde resim le/im geyle başbaşadır.

228
Kierkegaard sevgilisi Regine O lsen'le nişanı bozm uş, Regine on­
dan önceki b ir talibiyle evlenm iştir ve K irkegaard G ünlüğüne
şöyle yazar: “Bugün güzel b ir kız gördüm , bu beni ilgilendirm i­
yor. Benim O na sadık olduğum kadar hiçbir koca sadık olamaz
karısına.” Şehvet d ü şk ü n ü m askesi gibi zâhid m askesini de ka­
bullenerek, devam eder: “E vlenm ek zo ru n d a olduğu esprisini
iyi anladı.” P latonculukların en m üthiş sınırlanışı vardır burada:
Hem gezgin aşk ozanının aşk ideali ve M eryem'e olan zâhidâne
aşkı, hem de aynı zam anda Pam ina'nın bir im gesel ufka -d ü ş ü n ­
cedeki y u rd u n a - kaydırılması. Platoncu, hele üstelik homo reli-
giosus’44 Kierkegaard, Bugün’ün h er şeyinden feragat etmez, fa­
kat M utlakla sınırlar kendini, tıpkı M utlağın Bugüne şerh koyu-
şu gibi: “Ç ünkü M utlak’ın karşısında sadece bir tek zam an var­
dır: Bugün. M utlak'la eşzam anlı olm ayan için hiç yoktur M ut­
lak.” Nitekim , Kierkegaard’a göre aşkın koşulsuz b ugünü/şim di­
liği çok zor erişilebilir olm akla kalm az, buna uygun olarak, Hı­
ristiyanlığın bağlılığı da, H tristiyan aşkı da zor erişilirdir: “Hava­
rilerin zam anından beri, hiç Hıristiyan yoktur." Burada, gerek
M utlak denenle ilişkide gerekse özellikle K om şusuyla ilişkide
ufuksuz b ir sam im iyetten fazla bir şeyin görünm em esi, bu derin
kayıp, gerçekleştirm edeki K ierkegaardcı ap o rin in [çıkm az/çö­
züm süzlük] şiddetini o rtadan kaldırm az. Bugün/Şim di sın an ­
m a/kanıtlan m ad ır burada; ve sın an m ay ı/k an ıtlan m ayı tam da
halihazır toplum a m üşkül gelebilecek yüksek ideallerde araya­
rak olabildiğince zor bir ameliye olarak tasvir etm ek, Rom antiz­
m in gerici m isyonu içinde K ierkegaard’a uyan b ir tutum dur. Ki-
erkegaaard’ın idealleri o zam anki toplum a nispetle elbette sade­
ce paradoksaldı ve devrim ci olm aktan çok uzaktı: yine de bu
m utlaklaştırılm ış sın an m a/k an ıtlan m a vesvesesi, bir zam anlar
devrim ci olm uş olan burjuvazinin (terk edilmiş) idealleri karşı­
sındaki gerici bozgunculuğa gayet iyi uyar - ve bu d u ru m para­
doksal değildir. N itekim burjuvazi, özgürlük, eşitlik, kardeşliğe
sözüyle bağlanm aktan “feragat etm iştir”; keza Sosyal Demokrasi
de, sözde sosyalizm ini had safhada “idealleştirerek”, insanların
öncelikle m elekler gibi davranm alarından evvel güya m elek ol­

144 Dindar insan.


229
m alarının gerektiği -y in e m utlak bir idealleştirm eye d ay an an -
b ir to p lu m u n gerçekleştirilm esinden yan çizm iştir. Buna rağ­
m en, b ü y ü k im g en in , k e n d i iç e riğ in in Ş im di’si ve B urada’sı
önünde parlam aya devam etm esinde sahici bir ciddilik vardır -
yoksa istism ar edilem ezdi. Derhal, tam am en, etiyle tırnağıyla,
kanıyla canıyla gerçekleşen, kendi evveliyatımızda, zaten geliş­
mesi henüz tam bir Var-Oluş'a varm am ış varoluş alanımızda hiç­
bir artık bırakm ayanın; hiçbir m utlak talebin iflas ettirem eyece­
ği planlayıcı gerçekçiye bile doğru olarak görünm esi zordur. Fi­
ilen, Kierkegaard'daki rom antik-olm ayan artık ve çekirdek bu-
dur, Lenau’n u n öylesine aşırı, evet bo zguncu ve iktidarsız vesve-
seciliğindeki de aynen budur: aksi yöne gidildiğinde, um uttaki
ih tiyatın fark edeceği bir artık. Bu sebepledir ki um ut, haklılıkla
ve dakiklikle, evet, en yüksek vicdan olan ereğin vicdanıyla,
kendini fazla büyüten her gerçekleştirm eye karşı kuşkucudur:
‘A potheo s’lar [T anrılaştırm alar], K ierkegaard’ın soy ut radika­
lizm lerine hürm et etm eyen bir bilinç için d ahi sığ ve dekoratif­
tir. Beethoven’in Fidelio’sunda, Leonore'nin Florestan’ın zincirle­
rin i çözdüğünde yükselen tü rd en m ükem m el bir tah akkuk anı
m üziği dahi, bu dünyevî olm ayan saadet m üziği bile, daha ev­
velki u m u d u n m üziğini nakledem ez. “İşte bir gökkuşağı ışıyor
önüm de, karanlık bulutların ü zerinde uzanm ış aydınlığıyla” -
Leonore’nin daha önceki bu şarkısı, gecenin içinden gelse de,
kendine özgü bir m u tlu lu k yansıtır. “Gel ey um ut, yorgun d ü ş­
m üşlerin son yıldızını da soldurm a, aydınlat hedefimi, ne denli
uzak olursa olsun, aşk erişecektir o n a” -F idelio O perası'nın sona
erdirerek bizi rahatlatan sevinç taşkınlığı dahi tam am en soldura-
maz, u m u d a edilen bu saf duanın m üziğini. Leonore'nin um ut
aryası, gerçi daha sonra zincirlerin çözüldüğü anda, u m u d u n
gerçekleşm e ânında, b u ânın neredeyse durakalm ış m istiğinde
görünecek türden b ir derinliğe sahip değildir, ama b u n a rağm en
inm ez yere o n u n gökkuşağı, açık görünen uzamıyla. Demek ya­
k ınlık zorlaştırır; um ut çok defa daha kolay görünür, h atta içini
daha iyi doldurur görünür - en azından, um ut edilenin birazdan
vaki olacağına dair ön-duygu, böyledir.
İk incisi, çok fazla uzayan ve b ö b ü rle n e n u çu ş, zorlaştırır.
D üşteki yaşam ın kendi başınalaşm asıdır bu, kendisini özlemle

230
çoğaltmasıdır. Bu yaşam d üşün tahakkuk etmesiyle ölmeyecek­
tir, uzun süredir alıştığı sahneden tam am en inmek istemez. Dü­
şün içeriği ile tahakkuku, insanî im kanlar dahilinde örtüşüyor
görünse bile istem eyecektir bunu; o zam an da, ldole dönüşm üş
bir şey, öyle kendiliğinden geri çekilm eyecektir. Evet, anomali
m üm kündür; Idol kendini yegane reel olarak koyar, o zam an da
onun tahakkuku hayalet etkisi yaratır. Bu norm al olm ayan ama
her türlü arzu imgesini tehdit eden kendi başınalaşma motifi,
Mısırlı Helena destanında düşünülm üştür. E uripides'in b ir dra-
ması bu kendine m ahsus, esası itibarıyla fragm enter nitelikli ko­
nuyu ele alır; devam ında bir Shakespeare’i hak etm iş lâkin Heb-
b e l'in i145 b ile b u la m a m ış bir k o n u d u r b u . Son o la ra k H o f­
m annsthal, Strauss'un m üziği olm aksızın fazla bir anlam ifade
etm eyen b ir opera librettosu yazm ıştır bu konuda, b ir de dene­
me. M itosun kendisi ise, ütopya-gerçeklik yolunda bulunabile­
cek en kanlı canlı, en anlam lı m itoslardan biridir. H ofm annsthal
ondan şöyle bahseder: “M ısır’dayız, veya Mısır'a ait Faros ada­
sında, bir kraliyet kalesinin önünde. M enelaos öne çıkıyor, Tro-
ya dönüşü tek başına. Aylardır gemisi sahilden sahile sürükleni­
yor, yurda dönüş yolundan uzaklaştırılarak. H elena'yı, geri fet­
hettiği karısını, savaşçılarıyla birlikte saklı bir lim anda bırakm ış­
tır; evinin yolunu nasıl bulacağına d air bir akıl, bir yardım, bir
kehânet aram aktadır. O esnada kalenin sü tu n lu girişinden... He­
lena çıkar karşısına, gemide geri bıraktığı güzel, çok ünlü olanı
değil, bir başkası, ama yine de aynısı. Ve o n u n karısı olduğunu
iddia eder; gem ideki öteki hiç kim sedir ve hiçtir, b ir hayalettir,
zam anında Hera (evliliğin hâm isi) tarafından Y unanlıları tefe
koym ak üzere Paris'in koluna takılm ış bir yanılsamadır. Bu h a­
yalet uğruna on yıl savaş yapılmış, en iyi adam ların onbinlercesi
ölmüş, Asya'nın en m am ur şehri kül olm uştur. Oysa kendisi, ye­
gâne sahici H elena, bu sırada -H erk es tarafından denizin üze­
rinden aşırılarak- burada, bu kraliyet kalesinde yaşam ıştır." Ya­
ni uzlete çekilmiş, saf, sadık yaşam ıştır en güzel kadın - fakat
Paris hakkında hiçbir şey bilm eyen bir güzel kadındır o, Troya-
sız Helena'dır, tekinsiz orospu değildir, b ü tü n savaşlarda hazır

145 19. yüzyıl Alman yazarı.


231
b u lu n m u ş idol değildir, zafer ödülü değildir. Değişim öyle ani,
ldol'den m ahrum k alış öyle kapsam lıdır ki, M enelaos kolayca
inanam az buna, evet, güvenm ek istemez. O n yıl boyunca Troya-
lı Helena’ya sabitlenm iş olması, M ısırlı H elena’nın önünü keser;
zaten E uripides de “Çekilmiş acıların hiddetine daha fazla güve­
nirim senden!” dedirtir M enelaos'a. M enelaos’u n gitm ek üzere
d ö n d ü ğ ü esnada gem iden b ir ulak gelerek, g em ideki H elena
zannedilen m ahlûğun kızgın havada buharlaştığını haber verir.
Böylelikle, Troyalı orosp u n u n salt bir hayalet olarak varlığı hak­
kında olduğu gibi, Mısırlı erdem kadınının sahiciliği hakkında
da pek az kuşku kalır geriye: Bir tarafta havayı şöyle bir yalayıp
geçen bir esinti vardır (ama yiterken, yok olurken bile kızışm ış),
diğer tarafta ise bir beden, tek reel olan. Fiiliyatta Euripides’de
Menelaos d u ru m a n za gösterm ek zorundadır, Troyalı Helena'yla
degil Mısırlı olanıyla eve, Sparta’daki saraya döner - ki Odyse-
us’un dö rd ü n cü şarkısında H om eros da tasvir eder bunu. Pek
fazla hayran olunan ve fazla ayıplanan b ir kadın değildir, sessiz
sakin bir prensestir m alikanesinin başında, Troya’ya dair bir ha­
tıra gönlünü titretmez onun artık. Ola ki, kısa ve gülüm seyen,
y an sızc a o lm a k ta n ço k b ira z h a fifm e şre p çe a n la tıla n o lsu n
(O dyseus, İV, v. 145): M enelaos’u n karısı, Tesalyalıların o n u n
ayartıcı köpek bakışı uğruna Troya ö n ünden çekilip gitm ek zo­
ru n d a kaldıklarına değinir (dişi k ö p e k h eterik o lan ın eski b ir
alegorisidir). O n u n dışında, yarattığı b ü tü n kederleri gözyaşla-
rıyla akıtm ış olduğunu söyler ve tüm suçu kendisini kaçıran Af-
ro d it'in ü s tü n e yık ar (s. 2 5 1-264). Sanki hep M ısırlı H elena
imişçesine, gayet mesafeli yapar b u açıklamayı. Böylece, sadece
gemide değil Sparta’da da her şey yolunda görünür; M enelaos
büy ü k aşk Tanrıçası’ndan ötürü kıskanılır, erdem li kalm ış kan-
sından ö tü rü kutlanır. M eselenin h a kiki derinliğinde olup biter
bu: Troyalı veya düşsel H elena’nın Mısırlı’ya üstü n lü ğü, on yıl
boyunca b ir d üşün sakini olm uş, evet, d ü şü n suretini teşkil e t­
m iş bulunm asıdır. D aha sonraki reel gerçekleşmesi, zor yetişebi­
lir buna, en azından tam olarak vâsıl olamaz; d ü şü n ışıyan artığı
k alır geride, kızgın e sin tin in okşayışı kalır, serap özerkleşir.
Ç ünkü reel tahakkukun nesnesi, d ü ş nesnesinden farklı olarak,
bizzat m evcut değildir bu maceralarda; G erçekleştirilen, çok geç

232
bir tanışıklığı ifade eder. Bayraklarla sefere çıkan, on üto p ik yı­
lın özlem ini, ald atılm an ın gazabını ve aşkı n efretini, y u rttan
uzakta geçirilen sayısız geceyi, haşin ordugâhı ve zaferin önce­
den .alınan tad ın ı sinesinde toplayan, yalnızca Troyalı Helena'dır,
Mısırlı değil. Öyle olunca dengeler kolayca değişir: Bir suç, acı,
am a h e r şeyden önce u m u t dünyasıyla rabıtalı olan Troya’daki
hava sireni, bu tuhaf aporideki reel u n su r olarak kalır neredey­
se, gerçeklik ise neredeyse hayalete dönüşür. Troyalı H elena'nın
orospu ışıltısını b ir k enara bırakırsak, M ısırlı’da Troyalı’nın ü to ­
pik ışıltısı yoktur, seyahatteki özleme, kavgalardaki maceralara,
hedefe erişm enin arzu im gesine refakat etmez; böylelikle Mısır-
lı'nın gerçekliği daha k ü çü k boyutlu gibi görünür. En azından,
fantezinin gerçekleşm eyle beraber çöküşü (bu o n u n kendi ger­
çekleşmesi, kendi tah ak k u k u olsa bile), bizzat gerçekleştirmeyi
göreli hale getiriyorsa şayet o n u n bilincini gerileten hastalık be­
lirtilerine yol açar. Mısırlı H elena'nın birçok adı olabilir; dolayı­
sıyla Euripides’in o n u n şahsında tem sil ettiği salt edebî değil an­
tik görünüm lü sorun bakım ından, vekil konum undadır. Ereksel
d ü şü n şeyleşmesi olarak, en azından bu d ü şü n gerçekliğe ben­
zer hale gelerek yaşam ını sürdürm esi olarak, devam eder bu so­
ru n u n teşkil ettiği tehdit. H er tahakkuktan, -ta b ii b ir tahakkuk
totaliter olarak m üm kün olduğu takdirde ve ö lçüde-, kendine
m ahsus b ir um u t u n su ru kalır; o n u n oluş tarzı halihazır veya
başlangıçta halihazır olan gerçekliğin oluş tarzı değildir, dolayı­
sıyla içeriğiyle birlikte ardakalandır. Mamâfih elbette; soyut ol­
mayıp da şayet, kendisi tarafından aşılm ışın som ut devam çizgi­
sinde yer alıyorsa, gerçeklikteki nesnel olarak m üm kün 'ü n tam a­
m en dışında değildir hiçbir zam an; aksine, Troyalı H elenalık, He-
lena’da önceden kaydedilm iştir. Yoksa onun şahsında bir uzam
bulam azdı ve herkesçe arzulananın, savaşın hedefinin nezdinde
in an ılırlık kazanam azdı. Dahası: Bir n esn ed e tu tu ştu ru la b ilir
olan Imago, kendisine erişilm esinden sonra d a salınm ayı sürdü­
ren bir Imago olarak, havada değil, bizzat nesnenin daha ileriyi
işaret eden reel-ütopik im kânında salınır. Ancak orada, niyet/yö­
nelim in içeriği ile erişilmişin içeriği gizil olarak tüm üyle örtüşe-
bilir: Ö zdeş'le Ö zdeş-O lm ayan'ın özdeşliği dem ektir bu (özdeş-
olm ayanı, burada yönelim in/niyetin, um udun koyduğu mesafe

233
olarak anlıyoruz). H uzur ise, M ısırlı H elena'nın, Troyalı'nın ışıl­
tısını da içerdiği gündür.

B irinci ve ikinci nedene itiraz:


D evre dışı ka lm a n ın O dyseus’u

D üşlem e, d u rm a k sız ın h ep ileri yön eltm ey i de istem ez asla.


O nun arkasındaki güdü, dizi dizi resm edilm işlere hiç doymaz.
D üşlem enin kendisi de düşte erim ez, sadece imgelere sevinip.
G ündüz düşünde insanın tadına vardığı, b ir şeyin düşlenen gibi
yani gerçek olm asının nasıl olacağını tasavvur etm ektir daha zi­
yade. Bu nedenle, her şeyden önce öznel olarak, düşün şeyleşti-
rilmesine karşı ve um ut etmeye karşı, hedefe varıldığında vâsıl
olm ayan, kelim enin iki anlamıyla da geri kalan, dengeleyici bir
ağırlık vardır. Bu karşı ağırlık, yönelim in/niyetin ‘[eğer] ki'sinde,
gerçek-olmaya dönük arzuda ve iradede kon m u ştu r zaten. Düş,
kendisi olarak gerçekleşmez, bu bir eksidir, fakat ete kemiğe bü­
rünür, bu ikam e edici bir artıdır. Keza arzulananın, v u k u b u ld u ­
ğunda, salt yere inm enin, devre dışı kalm anın, gerçekleştirm enin
şiddetiyle değil, düşü k urulm uş olmayan belirli b ir içeriksel ar­
tık ile de şaşırttığı vakalar m alüm dur. Çiçek, kendisi olarak, yok­
sa artık meyvede, m evye de kendisi olarak çiçekte yoktu; ve önceki
düş yolu, şim di çıkılan reel yoldan daha kısa görünebilir. Böyle­
ce Şimdi ve Burada’nın karanlığının, düşsel rengin kaybının öy­
lesine koyu çizilir ki altı, sanki hiç m evcut olm am ıştırlar. Sanki,
şim diki zam anda idrak edilen tah ak k u k , toto co elo ,'46 gerçek
oluşun halihazır m adde halinde mevcuttur. U m ut, yoksunluktan
dolayı artık hayal kırıklığına uğram ak zorunda değilmiş gibi gö­
rünür, idrak de o denli özensizdir um uda karşı. İlk aşk duygusu
buraya aittir, tüm tom urcuklar patladığında; insanı kapıp götü­
ren karşılaşm anın duygusu, coşkuyla idrak edilen çağ dönüm ü,
çağın azameti. B ununla ilgili, G ottfried von Strassburg'un Isol-
de'yi en ■güzel k ad ın ilan eden -ta m da Helena'yı h atırlatan - ifşa­
atı, sürekli -z ira şim diki zam anda- bir tuhaflık etkisi yaratır:

146 Yıldızlar kadar uzakta.


234
Bu seraptan geldim ben, Isolde’nin benden esirgediği,
öyle ki artık asla vehmetmem, güneşin Mikene’den
yükseldiğini,
Böyle bir panltı asla ışıtmadı Yunanistan'ı, sadece buradaydı!

G ottfried'in bu bilincini, o n u n zam anının fabrikavâri bir Üst-


Yunanistan’ına, diyelim Strassburg katedraline de nakletm ek, ca­
izdir; seyre/tefekküre dalan çağdaşlarının ru h u n a uygun bir ki­
tabe olacaktır bu bilinç. Zaten üreticinin ru h u n d ak i çalışma gu­
ru ru n u n kendisi, Kıyamet G ününde, onca zaman nöbette bek­
lenmiş güneş taç olarak yükseldiğinde, büyük b ir m evcudiyet
edinm eye ehildir. Bu an en belirgin biçim de, sonsuz olarak ta­
savvur edilm iş ama yine de nihayet başarılm ış olarak, Klops-
tock’ta görü n ü r, M esih’in so n u n u n ardından:

Hedefe vardım, hedefe! ve hissediyorum nerede olduğumu,


Tüm ruhunda yaşamak onu! Böyle olacak bir gün bize
(insanı olarak söz ediyorum, Tanrısal şeylerden)
Siz, ölüp de dirilenin kardeşlerine, göğe erdiğinizde!

Tüm buna benzer şeyler basbayağı tarihsel tinin m evcudiyeti


olarak etki eder, tüm önceki Odysea’nın kendi içinde barındır­
m ış göründüğü devre dışılık olarak. K lopstock'un m ukayesesi
de, Unio m ystica'da147 mitsel biçim de tanım lanm ış olan, yere ini­
şe dair o en kuvvetli örneğe işaret eder: H içbir beklenti ondan
geri kalm az, hiçbir yönelim /niyet -h a tta S u rsum cordam b ile -
mesafe koymaz ona.
Ama burada da, asla kaybolm am ış bir artık, çıkar ortaya za­
m an içinde. Çünkü bütün bu temaslar henüz tem as değildir, ona
yönelen bakış dahi sadece ön-bakıştır, onu tah rik eden duygu bi­
le salt ön-duygu. Daha az sükutta olana, Şim di ve B urada’nın ka­
ranlığının da, d ü ş renginin E rişilen’de k ay b o lu şu n u n da aşırı
v urg u lan m asıy la ulaşılır. N esn el bir h ak lılaştırm ay a, K lops­
tock'un onca taçlandırm alarına rağm en, Faust’u n en yüksek bir
âna dair ö n -d u yg u su sa h ip tir sadece. Seyahat/seyir h alin d ek i
147 Bir'de birleşme.
148 “Yükselsin yüreğiniz"/ Kilise ayininin başlangıcı.
235
O dyseus’u baki kalır, vuslatla seyahatin içeriğinin özdeşliğini ta­
şıyan bir sükün bulm a Odysea’sı başarılamaz. Pekâlâ erişilebilir­
liğe ve vuslata dair olan ön-duygunun kendisi ise çok önemlidir;
çünkü gündüz d ü şü n ü n ve o n u n öngörücü tasavvurunun m ü ­
kem m elliğinin gerçekleştirm eyi hedefleyen, gerçekleşmeye oy­
nayan ‘[eğer] ki’ eğilimi, b una tekabül eder. Yani ‘İdeal'e sonu
gelm ez yakınlaşm a’ denen şeyin, Gerçekleştirm e'ye ilişkin niyeti
asla ciddi olmayan şu vesvese tarzının kaçak olarak buraya yine
sızması asla sözkonusu değildir. Ne var ki ‘sonu gelmez yakın-
laşm a'm n karşıtı düz m evcudiyet değildir, hedefe vâsıl olm aktaki
m utlak başarm ışlık iddiası değildir; onun karşıtı, sürecin sonlu-
lu ğ u d u r ve böylelikle, hedefe d ö nük öngörücü tassavvurun pe­
kâlâ takibi m ü m k ü n b ir mesafe koymasıdır. Erişilebilir bir nihâî
durum u içerdiği için sahici olan bu ön-duygu, talihli başlanan ve
sonra muzaffer bir biçimde kendini kutlayan devrimin muazzam
anlarım kuşk u su z en geniş, en dem okratik, en insani biçim de
dolduran duygudur. Ama yine sadece şim diki zam anın defne çe-
lenkleriyle s ü k û n ' bulm am ası sayesinde, ancak tam bu sayede,
zaferin taşkın başarılmışlığı içinde, bu zaferi ancak b ir ödev ola­
rak kavrar - m utlu şim diki za m a n ı da aynı za m anda geleceğin tP-
m inat bedeli olarak. Devrimler insanlığın en eski um utlarını ger­
çekleştirirler: işte bundan ötü rü , ‘özgürlüğün krallığı’ olarak kas­
tedilenin ve ona doğru gidişin giderek daha dakik bir som utlam -
şını içerir ve talep ederler. Ancak bir Oluş ütopyanın kendisi gibi
(henüz çok uzak olan gerçeklik tarzı: başar[ıl]m ış olm ak) Şimdi
ve B urada'nın itkisel içeriğini kavrayabilseydi, b u itkinin temel
esası da, yani um ut da gerçeklikteki başarılmışlığa tüm üyle dahil
edilebilirdi. Bu m üm kün gerçekleştirmeye dek, uyanıkken görü­
len düşlerin dünyası hareket halindedir; ödenen hiçbir taksitli
unutturam az onu. Bir salt ön-duygunun h içb ir m utlaklaştınlışı,
bu niyeti/yönelimi hatırdan çıkartm am alıdır. Ç ünkü yapıp etm e­
lerim izdeki temel içeriğe dair, henüz bilince gelmemiş, -n ered e
kaldı ki başarılmış o lsu n -, bunun içindir ki henüz ütopyada ola­
na dair bir hatırda tu tu ştu r bu. Bu hatırda tu tu şu n en yüksek
vicdanı, şu ilâhi cüm lesindedir: “Sağ yanım k urusun, seni u n u ­
tacak olursam , ey Kudüs." Dinsel vurgular olm aksızın da, varo­
lu şu n ilticası denen durum a karşıt vurgular olm aksızın da, şim ­

236
diye dek hiçbir gerçekleştirm e, evvelindeki g ü n d ü z d ü şü n d en
son bir parça artm ayacak, yani erişilmiş olanın üzerin den daha-
iyi-olmasının im kânına doğru devam edilm eyecek şekilde, m ut-
laklaşmamıştır. O âna dek erişilenin ardında yeni bir doruk gö­
rünür: bu Plus ultra ™9 gerçekleştirm eyi zayıflatmaz, tersine onu
ereğe doğru keskinleştirir. Zaten, sürekli bir so ru n teşkil eden
gerçekleşm e ve b u so ru n u n nedenleri, bizzat u m u t im gesinin
sürm esinin, feragat etm eyişinin kaynağıdır.

Ü topik artık-im g elerin üçüncü nedeni:


G erçekleştirm enin aporileri

Bir şeyin vukua gelişinde de, kendi ardında kalan bir ‘Bir Şey’
vardır. G erçekleştirm enin faili ve fiili dışarıya çıkıp gitm ez, ken­
di içlerinde yaşamaya devam ederler. O nlardan kopan fiilden ay­
rı dururlar, aletin tam am lanm ış cihazdan veya şairin şiirinden
ayn d u rm ası gibi. Ve h er gerçekleştirm ede, hatta ereksel imgeye
neredeyse o n u n la karıştırılacak k ad ar b en zer g ö rü n en d e bile,
A ktif olanın b ir yam alı eseri saklıdır, G erçekleştirm edeki -h e m
nicel hem n ite l- zaafın sırtına biner. Nicel zaaftan, çalışmayı ni­
hayetsiz sürdürm eye d ö n ü k dizginsiz istek doğar; Roma'daki şu
tavsiye, b u isteğe karşı tam im edilmiştir: m anum de tab u la .'50 N i­
tel zaaftan, tam am lanm ış bir esere bile, gelişen çalışm a içinde
kendisi de gelişm iş ve böylelikle iki kat daha gerçekleşm em iş
g ö rü n en m ükem m el imgeyle uyu m lu olarak en b aştan tekrar
başlam a kararlılığı doğar. Bu alanda da bir fiyaskonun ve bir Mı­
sırlı H elena sorununun kaynağı, burada yatar. Hoffm ann’ın fan­
tezi parçası Şövalye G luck, A nnida'nın bestecisini (veya onu ci-
sim leştirm esi istenen deliyi) ö lü m ü n d en son ra bile “birazcık”
kol gezdirir, A n n id a ’yı yeniden çalm ası için, “d ah a büyük bir
güçle”, “d ü şlerin krallığından geldiği gibi” çalması için. Gerçek­
leştirm e edim inin kendisindeki nicel ve asıl nitel açık, şim diye
dek felsefi olarak yeterince d ü şü n ü lm ü ş değildir - b u nunla ilgili
m uazzam büyük iç, dış idrake rağmen. B unun bir nedeni de, İn­
sanî faaliyetin kendisinin bilincine ancak pek geç varm ış olması­
149 Daha ötesi.
1,50 “Elini resimden/imgeden çek!"
237
dır. Çalışma kölelerin ve zanaatkarların işiydi; düşünce, onların
ifâ edişlerine, gerçekleştirm elerine pek az dikkat veriyordu. An-
tik'te yaratım ve idrak/bilgi, salt verili olanın resmedilişi sayılı­
yordu; hâkim olan, pasif tem aşa/tefekkür idi, eser bu tem aşâ-
yı/tefekkürü kopya ediyordu sadece. E tik açıd an da böyleydi:
S okrates'e göre hiç kim se g ö n ü llü o larak hak sızlık yapam az,
lyi’nin Bilgisi kaçınılm az biçim de kendi fiilini koyar aynı anda.
Yani b u rad a ne töresel olarak açıklanana bir Ragmen, ne de ona
yönelen b ir istek vardır; G erçekleştirm e öylesine pasif ve görü­
nüşe göre bu pasifliğiyle öylesine doğal karşılanm aktadır ki, ad-
landınlm az bile - nerede kaldı ki üzerine d üşünülsün. İnsanın
kendi aktif fiili olan G erçekleştirm e edim ine bu kadar az dikkat
verilm esi, homo fa b e r, ‘yapan’ insan, girişim ci, üretici üzerine
felsefi olarak pekâlâ d ü şü n ü le n d ah a yeni zam anlarda da esas
itibarıyla değişmedi. Evet, üretim /yaratım edim inin m ünhasıran
rasyonelleştirilm esi yani salt m antıki bir edim olarak kavranm a­
sı ile, şayet tüm -m antıksal degilse rasyonalist ideoloji, G erçek­
leştirm enin düşünüm sel-olm am asını sağlayan bir saik daha te­
m in etti. O zam anlar, rasyonalizm de, başlangıçta salt m atem a­
tiksel olarak kavranan, sadece formel nesneleri koyup belirleyen
üretim /yaratım , neticede, b u “in şa”nın geçirdiği birçok nitelik
değişim inden sonra, ‘d ü n y a n ın oluşturulm ası/y ap ılm ası'nın ta
kendisine d önüşm üştü. Hâlâ ağırlıkla formel, yani y ö nünü ma­
tem atiğe göre belirleyen bir düşü n ced ir bu; id ra k d ünyasını ak­
lın kurduğu Kant'ta, böyledir. Sonra hatta, üretim /yaratım , içe-
riksel olarak tecrü b e edilerek, y ö n ü n ü san atsal ü retim e d ö n ­
m üştür; kendiliğindenliğin sadece doğaya yasalarım tam im et­
m ekle kalm ayıp -b ilin c iy le ü retk en olan doğa o la ra k - doğayı
yarattığı, yani doğayı özgürleşm esi için canlandırdığı ve onu
kendi öz gelişme seyrine oturttuğu Schelling'de olduğu gibi. Ve
nihayet Hegel’de üretim /yaratım tam am lanm ış, içeriksel olarak
tecrübe edilmiş, yönünü tarihe ve tarihin gelişim ine göre belir­
leyen bir hal alır; b uradaki “süregitm ekte olan sağlam akıl” di-
yalek tik olarak dünyanın tü m biçim lerinin içeriklerine kaynak­
lık edecektir. Demek bu, in n u ce '5' üretim in/yaratım ın, kökenin,

151 Çekirdek olarak.


238
gerçeklik o lu şu m u n u n klasik-idealist fikridir ve g ö rü lü y o r ki
G erçekleştirm e so ru n u n u görm ekle birlikte, Antik düşüncede-
kinden daha fazla verm ez bu so ru n u n hakkını. Ç ünkü Gerçek­
leştirm e burad a da özerk bir edim olarak gö rü n m ez, sadece,
kendini zaten geliştiren b ir Logos [mantık] olarak görünür. İdra­
kin/bilginin nedeni, reel nedenle aynı olarak kalır; çü n k ü reel
nedenin kendisi sadece m antıksal-panlojik niteliklidir, Hegel’de
nihayetinde tüm dünyanın teşekkül ettiği D ünya Fikrinin için­
deki bir şeydir. H er şeyden önce: G erçekleştirm enin a n tik pasif­
liği, homo faber'e ve onun felsefesine rağm en bir kenara bırakıl­
mış değildir: Pan-Logos, üretim i/yaratım ı her seferinde salt bir
fâş etm e/aşikâr kılmaya bağlar. B unun sonucu: Toplamda tefek-
kürcü/tem aşâcı [kontem plativ] düşünce (her idealist düşünce te-
fekkürcü/tem aşâcıdır) açısından, G erçekleştirm e salt bir ereksel
fikrin “bedenleşm esi” olarak kalır; o fikir zaten m evcuttur ve bir
bakım a bitm iş olarak, sadece failin ya da yaratıcının onu ete ke­
miğe büründürm esini bekler. G erçekleştirm e burada bizzat ko­
nunun/şeyin m antıkî sonucundan gelir; Antik çağda yaşamasına
karşılık G erçekleştirm eyi bir so ru n değilse de en azından bir ka­
tegori yapan tek d üşünürde, A ristoteles’te bile böyledir bu. Aris­
toteles G erçekleşm enin çok taraflı am aların ı görm üştü, yine de
b u n la rı “E ntelechie”y e d ö n ü şm ü ş fikrin kalbine em an et etti;
o n u n en öz meselesi sayarak, iyice sıkı sıkıya em anet etti hatta.
G erçekleştirm e, A ristoteles'e göre şeylerde içsel olan Suret/Bi-
çim -Fikrinin veya E ntelechie'nin kendini gerçekleştirm esinden
ibarettir; o halde Entelechie bizzat kendi gerçekleşm esinin ener­
jisidir (veya actus'u [edim i]). O denli m antıksal olm ayan bir u n ­
sur da g ö ste rir k en d in i G erçek leştirm en in ilk d ü şü n ü rü n d e:
G erçekleştirm edeki anzaların, hatta aporilerin uzaktan hakkını
v erm eye çalışan, pek o kadar ' m an tık sal-o lm ay an bir u n su r.
A ristoteles G erçekleştirm edeki, E n telechie'nin gerisinde kalan
halihazır yamalı eseri, entelechietik ereksel nedenlerin içine “arı-
zaya yol açan yan etkilerini" sokm ası itibarıyla m ekanik Mad-
de'nin sırtına yükler. Bu biçim de, Doğada m eydana gelen, Belir­
lilik değil Tesadüfîlik olur; bilinçli v ukuâtın, tarihin alanında da,
keyfî m ahâret. G erçi idealist olsa bile, yine de yüzü nü soruna
dönen bir düşünce; G oethe'nin Faust’taki d üşüncesi ne kadar

239
yakındır buna: “En şahâne olana, ru h u n alm ış o ld u ğ u / giderek
yabancı ve daha yabancı m adde dayatıyor kendini." Panlojik-ol-
m ayanın tüm üyle doğayla kısıtlanm asına rağm en, Hegelci [dü­
şünce] bile, n e k ad ar akrabadır: “Bu tesadüfîlik, doğal-şeyler
olarak ancak dolaysızca som ut olan so m u t inşalarımı/yaratılann
krallığında en yüksek düzeye çıkar... Kavram sal belirlenim leri
sadece soyut olarak m uhafaza etm ek ve Ö zel O lanın tatbikini
dışsal olarak belirlenebilirliğe m aruz bırakm ak, doğanın acizliği­
dir,” (E nzyklopddie [A nsiklopedi], 230). Ancak G erçekleştirm e
so runu burada da kendini gösterm ez ve bizatihi ortaya konm uş
olmaz; b u n u n yerine, b ir günah keçisinin sırtına yüklenir: me­
kanik M adde’ye veya Hegel'de, tüm doğanın, “çözülm em iş çeliş­
ki” olarak, kendi-dışında-olm akhğına.
Peki ama Fail ile Fiil'in kendisi de gittikçe daha yabancı ve d a­
ha yabancı olarak sıkıştırm ıyorlar m ı birbirlerini? Bu, kendinde
şey olarak Gerçekleştirmeyi hâlâ karanlık olan kalbinden vurm a­
yı isteyen b ir düşüncedir. Bu nedenle nihayetinde, gerçekleştir­
meyle ve o n u n zaafıyla ilgili olarak, felsefe tarihine ait hatırlam a­
lardan ayrılamaz - Schelling’in geç dönem ine atıfta bulunm adan
dahi söyleyebiliriz bunu; O, tek başına, G erçekleştirm e Sorunu­
n u m utlak rasyonalizm den koparm aya çalışırken, bu kez de tabii
şifâsızca m itolojiye aşın sorum luluk yükledi: ilk Günah m itoloji­
sine ve Şeytanın düşüşüne. Geç dönem in Schelling'ine göre Qu-
id'den152 veya b ir şeyin rasyonel b ir şekilde kavranan varlığından
asla o n u n Quod'u153 veya ‘[Eğer] Ki’-varoluşu ve zu h u ru n u n kö­
keni çıkmaz. Dahası: Fikrin gerçek-oluşu, önceden düşünülem ez
kökeni itibarıyla tikel istektir, “fikrin atığı” olarak böyledir; ve
henüz T ann'nın kendisinde, Tanrısal nedenin u çu ru m unda veya
neden-olm ayanında/tem el-olm ayam nda vuku bulan b ir istektir.
Schelling'in “Felsefe ve D in” yazısı böylece Logos’u yaratıcı ola­
rak birleştirir ve O luş’u n kaynağına b ir tü r ilk cinayet olarak ka-
ranlık-kötü tikel isteği koyar: “Tek kelimeyle, M utlak'tan Sahi-
ci'ye daim î bir geçiş yoktur; duyular dünyasının kökeni çoğu za­
m an sadece m utlaklıktan bir sıçrayışta tam am en kopm ak olarak

152 Bir şey.


153 -Del-da, bir-şey-için.
240
d üşünüleb ilir,” (Werke [Eserler], VI, s. 38). Böylece Schelling
Gerçekleştirm eye fiilen Fikir tarafından tasvir edilenden başka
bir veçhe verm iştir; Gerçekleştirm e, nesnel M antıkl'nin salt teza­
h ü r işlevi olm aktan çıkm ıştır artık. M antıkî olandan istekle ilgili
ve ‘[eğer] ki'si yoğun bir şeye yapılan bu gönderm enin bedeli,
G erçekleştirm enin hem m itolojiye taşın m ası hem de m itoloji
içinde basbayağı şeytanlaştırılm ası olm uştur. Buna şu da eklen­
meli: Sadece dünyaya verilen irrasyonel nitelikli ilk itki değil,
dünyadaki h e r tekil gerçekleştirm e de Schelling'e göre, o irrasyo­
nel vuruşu n devamı oluşuyla, m ünhasıran uyum suzluk, kural­
sızlık, hatalı doğum , hastalık ve ölüme yol açar. Demek Schelling
Gerçekleştirilecek Olan'la Fikri birbirinden b u kerte koparmıştır,
Gerçekleştirm enin aporilerini böylesine anlamsızca toptan bir bi­
çimde çözüm süzlük derecesinde m utlaklaştırm ıştır. G erçekleştir­
me ile salt tezahürü beklenen bitm iş bir fikir arasındaki -m iras
a lın a n - bağ da çözülm üş değildir Schelling'de. Bu bağ sadece
olum suzluk olarak dile getirilmiştir: kötü tikel istek, iyi evrensel
isteğe karşıt olanı gerçekleştirir. Burada da ne gerçekleştirici et­
kene ne de onun ereksel imgesine açık bir ufuk bırakılm ıştır -
T anrı'nın-insanlaşm asına in a n a n 154 iyim serlerinki kadar dardır
ufuk. G erçekleştirm enin nicel ve nitel zaaflarının büyük ölçüde
halledilm em iş olarak d urm asının nedenleri bunlardır. Açık ki,
buradaki aporiler, -yam alı eser[ler]den, en iyi gerçekleştirm enin
bile hâlâ ereksel imgeyle örtüşm em esine k a d a r- ütopya so ru n u ­
nu n dışında ele alınamaz. Hele Ü topik Olanın, Gerçekleştirilmiş
Olandan binbir çeşidiyle ardakalm ası ve peşinden, yeni hedefler­
le, yeniden zu h u r etmesi itibarıyla, iyiceböyledir.
Dedik ki, bir şeyin tahakkuk edişinde de, kendi ardında kalan
bir şey daha vardır. Bir kararm a görülür onun içinde ve bu ka­
rarm a, bu ‘Değil'den, vuku atın dolaysızca yakınındaki Burada-
Yok'tan kopam az tam am en. H enüz yaşanm ış andaki bulandırıcı-
h k yukarıda gösterilm işti; tam da bu bulanıklık, en dolaysız bi­
çimde, tahakkuk etm iş bir şeyin kendisi olarak bilinm esini/idra­
kini güçleştirir. Ama aynı zam anda bu En Dolaysız O lan, itkiyi
verenden, ‘[eğer] ki' etkeninden, dem ek gerçekleştirenin kendi

154 Hıristiyanlıkla: Tecessüt.


241
yoğunluğundan başka bir şey değildir kendi içinde. Ve bu G er­
çekleştiren, zaten kendi edim ine ve onun içeriğine Sahip O la­
m am a du rum undadır; henüz yaşanm ış ânın karanlığı, tam da
G erçekleştirenin bu Kendine-Sahip-O lam am aklığını gösterir. Bir
G erçekleştirilm işin Şimdi ve Burada'sını gölgeleyen de, birincil
olarak, G erçekleştirenin içindeki bu Erişilm em işliktir. Demek,
Carpe diem'55 - Değil'in, H enüz - Carpe diem - Değil'in nihaî ve
rom antizm lerden tam am en uzak ilkesel çözüm ü buradadır: G er­
çekleştirilm iş Olan, esnek-gergin ve aynı zam anda hafif gölgeli­
dir, çünkü G erçekleştiren'in kendisinde, kendisini h en ü z gerçekleş­
tirm em iş bir şey vardır. Böyle bir şey v u k u bulduğunda, Gerçek­
leştirilm em iş olarak realize edilen, kendine m ahsus Eksi’sini Re­
alize E tm enin A rtı’sına taşır. G oethe'nin dediği gibi, Yakınlığı
m üşkül kılan birincil neden bud u r; yeterince m ükem m el gö rü ­
nen bir tah ak k u k u n bile rebus sic stantibus'56 bir tah akkuk m e­
lankolisini beraberinde taşım asının nedeni de budur. Gerçekleş­
m enin ö n cesin d ek i ereksel im genin, ö n g ö rü cü tasavvurunun
ü to p ik içeriğiyle tahakkuka tam am en d a h il olam ayışının, yani
süregiderek hatta çok kere anlam sızlık ö lçüsünde süregiderek
artık olarak kalm asının nedeni budur. Arzu veya ereğin içeriği,
ereğe erişilm esine uygun yakınlıkta durm uyordu ya; uzak erek­
sel içerik, tam da m esafesinden ötü rü , Şimdi ve Burada'dan alı-
konm asından ötü rü , şim di yaşanan ânın karanlığının dışınday­
dı. Ancak ü topik öngörücü tasavvurun G erçekleştirilm iş Olana
nüfuz etmesiyle, o en m erkezî dolaysızlığın -k i, G erçekleştire­
nin dolaysızlığı olarak kendisi de ışık alm ıyordur- gölgesi altına
da girm iş olur. Bu birincil etkenden, daha ötesinde, adı Tarihsel
Süreç olan Gerçekleşm e sürecinin de dahil olduğu, dahil olm ak
zorunda olduğu tüm o loşluk, m üphem lik de neşet eder. Tarih­
sel süreç, henüz gerçekleştirilm em iş itkisel ve kökensel içeriğin­
den ö tü rü henüz kararsız nitelikte olduğu için, Hiç'e de H epe
de, m utlak boşunalığa da m utlak başarıya da açılabilir. Böylesi­
ne karanlık-aydınlık ebrulu bu dünyada, Hep'in m üm künlüğü-
nün şim şekleri m utlu luk verse de, Hiç'in m ü m k ü n lü ğünün ka-

155 Günü yaşa.


156 Şartlar aynı kaldığında.
242
rartm alan da o derece tehditkârdır. O luş'un ölüm -m erkezli ol­
m aklığından tam am en ayrı olarak, O lum suzlam anın hiç şaka
kaldırm ayan bir solugu ve hali de vard ır - olum suzlam anın oto­
m atik olum suzlam ası olm adan da vardır. H er yaşam tehlikesi
b u n u n b ir parçasıdır, h er bireysel ölüm , dünya savaşlarında d ü ­
şen milyonlarca genç b u n u n b ir parçasıdır ve b u n d an hiçbir şey
öğrenm eyen içe işlem iş k alın kafalılık b u n u n b ir parçasıdır.
O lum lu G erçekleştirm enin koşullarını k esintiye u ğ ratan aksa­
m alar veya engellem elerdir bunlar. G erçekleştirenin K endine-
Sahip-Olam am aklıgındaki Hiçlik, egilimsel içeriğin esasının ya­
ni neticede Realize O lan içeriğinin de G erçekleştirilm em esine
neden olabilm esiyle; Boşunalık ve H içliğin bu te h d itk â r hali,
arıza yaratm aya, M adde'de dirence yol açmaya, m uhteşem b ir
aptallık uykusuna ve süreçsel dünyam ızın onca zorlu seyir yo­
lunda uyum suzluğa sebebiyet verm eye yeterlidir. Bu Hiçlik hali,
A ristoteles'in yanlış olarak m ekanik M adde'nin sırtına yüklediği
şeydir. Schelling’in, eski şeytan o larak Aklın dışına koym ak,
dünyanın ilk sebebi/illeti k o n u m u n a yerleştirm ek istediği şey.
İkisi de, kendi m ükem m el, yani statik olarak sonuna kadar ta­
nım lanm ış dünyalarındaki M ükem m el-O lm ayan için bir günah
keçisi arıyorlardı. Buna karşılık bir belirlenm em işlik sürecinin
-re e l sonda Hep ya da Hiç'in m ü m k ü n lü ğ ü - idraki, bir günah
keçisine ihtiyaç duym az; ne halihazır yam alı esere, ne de ereksel
im genin d üşünülebilir olan en iyi tahakkuku itibarıyla tam yeri­
ne gelm em işligine bak ark en . Dahası: G erçek leştirenin henüz
z u h u r etm em iş G erçekleştirilm işligi ve -b u n a sık ı sıkıya baglı
o la ra k - henüz keşfedilm emiş, olum lu tanım lanm ış, gerçekleşti­
rilmiş Esas ve Öz, G erçekleştirm enin aporilerinin unsurlarıdır.
Ancak bir O luş bir Ütopya olsaydı; dolayısıyla henüz tamamen
eksik olan realite tarzı, Başarmışlıgı bizzat Şimdi ve Burada'nın
itkisel içeriginde radikal bir m evcudiyete kavuşturm uş olsaydı,
bu itilim in tem el esası olan U m ut da tam am en b u gerçekleştiril­
m iş G erçekliğe d ah il edilebilirdi. O zam an G erçek leştirilm iş
O lanın içerigi, G erçekleştirenin içeriğinin ta kendisi olurdu; çö­
z ü m ü n N e'ligi (quidditas), d ü n y an ın açıga çık an Bu’lu ğ u n u n
(quodditas) sebebiyle tıpatıp aynı olurdu. Öz - e n y ü k s e k nitelikli
m a d d e - h en ü z görünmemiştir; dolayısıyla o nun şim diye d ek başan-

243
lan her G örünüm ’de hissedilen eksikliği, ö z ’ün h en ü z açığa çıkm a ­
m ış Esasını tem sil eder. Fakat dünyada b u eksikliğini hissetm e
sürecine de yer vardır; bu sürecin cephesinde, ereksel içeriğin
kendisi m ayalanma halindedir ve reel im kândır. Somut öngörü­
cü tasa^vvur bilinci ereksel içeriğin bu haline yönelmiştir, açıklı­
ğı ve olum luluğu oradadır.

. 17
D Ü N Y A : Ü T O P İK F A N TE Z İN İN
N E R E D E B İR M U A D İL İ O L D U Ğ U N A D A İR .
R E E L İM K A N , C E P H E , N O V U M ,
U L T /M U M K A T E G O R İL E R İ VE U F U K

“Yeni eleştirici teorik ve pratik bilincin her for­


muyla bağlantı kurabilir ve varolan gerçekliğin
kendi formlarından, onun kendi yükümlülüğü
ve nihâî amacı olarak hakiki gerçeği geliştirebi­
lir... O zaman, dünyanın, ona sahiden malik
olabilmek için sadece bilincine malik olması
gereken şeyin düşüne çoktan malik olduğu gö­
rülecektir.”
— Marx, Ruge'ye Mektup, 1843

“Çağın Dünya Tininin, ‘ilerleme' emrini vermiş


olmasına riayet ediyorum. Böyle bir emre şart­
sız itaat edilir. Öz, sıkı bitişik nizam zırhlı bir
piyade alayı gibi karşı konulmaz ve o derece
fark edilmez bir hızla yürüyordur, güneşin yü­
rüyüşle beraber, ileri doğru, dere tepe; ona karşı
ve onunla beraber olan, sayısız hafif birlikle
çevrelemiştir, çoğu bilmez bile meselenin ne ol­
duğunu, sadece görülmez bir elden çıkıyorsa
benzer darbeler iner kafalanna. En emin hamle,
ilerleme devinden gözünü hiç ayırmamaktır.”
— Hegel, Niethammer'e Mektup, 1816

244
insan sık ı sık ıy a kapalı değildir

K endini d ah a iyi bir durum da düşü n m ek - başlangıçta içten içe


o lu r bu. insanın içinde ne kadar gençlik yaşadığını, içinde bek­
leyen ne kadar çok şey barındırdığını gösterir. Bu bekleyiş, o ka­
dar sık göm ülm esine rağm en, uyum aya gitmeyecektir, u m utsuz­
lukta bile tam am en bakakalm az Hiç'e. in tih a r eden bile, bir k u ­
cağa gidercesine kaçar Hayır'a, h u zu r arar. Kırılm ış um ut da acı
çekerek fır dolanır, m ezarlığa d ö n ü ş yolunu yitirmiş bir hayalet
gibi, çürü tü lm ü ş im gelere takılm ış kalm ıştır. Kendi kendisinde
değil, sadece k en d isin in b ir yeni su retin d e kaybolur. Böylece
düşlerde ye lk en açabilm ek, gündüz düşlerinin -ç o k defa ü stü ka­
palı olmayan tü rd en - m üm kün olması, insanın içindeki henüz
açık, henüz bilinm eyen yaşam ın büyük alanını fark ettirir. insan
arzularının m asallarını düzer, buna m uktedirdir, b u n u n için bir
dolu malzeme b u lu r k en d i içinde - her zam an en iyisinden, en
dayanıklısından olmasa bile. O lm uş Bilincin ü stü n d ek i bu rna,
yalanm a ve uğuldam a, fantezinin ilk m ütekabilidir, başlangıçt.ı
sadece içe dönüktür, evet onun kendi içindedir. E n aptal düşler
bile köpük gibi olurlar; gündüz düşlerinde hatta içinden arada
bir V enüs'ün çıktığı bir köp ü k vardır. Hayvan asla bilm ez böyle
b ir şeyi; sadece insan, çok daha uyanık olm asına rağm en, ütopik
b ir kaynam a içindedir. O nun Varoluşu, bitkiyle ve hayvanla kar­
şılaştırıldığında çok daha yoğun olm asına rağm en, daha az sıkı-
laşm ıştır. İnsanî varoluşta buna rağm en daha fazla m ayalanan
Oluş, üst yanında ve k enarında daha fazla fecir vardır. Sanki bu­
rada bir boşluk kalmıştır, evet, yeni bir oyuk ortaya çıkmıştır.
D üşler buraya g iderler ve belki asla dışa d ö n ü k olam ayacak
‘M üm kün'ler içe d ö n ü k olarak d ö n e n ir burada.

D ünyada birçok şey k a p a n m a m ıştır daha

Tabii dışa dön ü k olan tam am en kapanm ış olsa, içe dönük bir
deveran da olmazdı. Oysa dışarda hayat, tıpkı o Dış üzerinde
çalışan Ben gibi, uzaktır tam am lanm ışlıktan. H içbir şey arzuya
uygun biçim de çalışarak/em ekle dönüştürülem ezdi, dünya tü ­
m üyle sabit hatta m ükem m el vakıaların kapalı dünyası olsaydı.

245
Bunun yerine, süreçler vardır sadece, yani O lm uş O lanın tam a­
m en galebe çalm adığı dinam ik ilişkiler vardır. G erçek olan, sü ­
reçtir; bugün, halledilm em iş geçm iş ve h er şeyden önce m ü m ­
k ü n gelecek arasındaki, u zun erim e dal b u d a k sarm ış aracılıktır
süreç. Evet, gerçek olan h er şey, süreçsel ceph esin d en M üm -
kün'e akar; ve her şey a n c a k kısm î-koşullanm ış olarak, henüz
tüm üyle veya so n u n a d ek belirlenm em iş olarak m ü m kündür.
E lb ette b u ra d a salt b ilg i/id ra k u y a rın c a veya n e sn e l o la ra k
M üm kün O lan ile, önünm ü zd ek i bağlam da sözkonusu olan tek
im kân olarak R eel-O larak-M üm kün arasında ayrım yapılm alı­
dır. Vuku buluşu, m evcut k o şu llan n ın salt b ir kısm i idraki te­
m elinde bilim sel açıdan değerlendirilebilir olan veya b u n u n en
azından ihtim al dışı sayılam ayacağı her şey, nesnel olarak m üm ­
k ü n d ü r. Buna karşılık, k o şu lları nesnenin kendisinin alanında
h enüz tam am en biraraya gelm iş olm ayan h er şey, - is te r henüz
olgunlaşm akta olsun bu koşullar, isterse, her şeyden önce, yeni
b ir gerçekliğin vuku bulm asını sağlayacak (halihazır koşullarla
dolayım lansa bile) yeni k o şu llar d o ğ u y o r o ls u n -, reel o la ra k
m üm kündür. D iyalektik-m addî olarak ortaya konan, hareketli,
kendini değiştiren, değiştirilebilir Varlığın gerek tem elinde ge­
rekse u fk u n d a , b u nih ay ete erm em iş O labilirlik, H enüz-T a-
m am lanm am ış-O lm ak vardır. Öyle ki, b u noktadan itibaren şu ­
n u söyleyebiliriz: y e te rin c e d o la y ım la n m ış, dem ek d iy a le k tik -
m addî olarak dolayım lanm ış y e n ilik te k i Reel M üm künlük, ü to ­
pik fanteziye ikinci, som ut m uadil kavram ını verir: salt m ayalan­
m anın, bilincin iç çem berindeki uğuldam anın dışında bir kav­
ram dır bu. G erçeklik tüm üyle belirlenerek nihayete erm iş bir
gerçek olm adığı m üddetçe, yaratım a-gelişim e hen ü z kapanm a­
m ış yeni çekirdekler veya yeni alanları barındırdığı m üddetçe,
salt fiili gerçeklik, ütopyaya karşı m u tlak b ir itiraza temel oluş­
turam az. Kötü ütopyalara, yani soyutluğa sapan, k ö tü dolayım -
lanm ış karşı itiraz çıkabilir; ancak tam da som ut ütopyanın sü­
reçsel gerçekliği içinde, tem asa u y g u n bir şey vardır, dolayım -
lanm ış Novum'dur bu. O ndan kopartılıp alınm ış, şeyleştirilm iş-
m u tlak laştırılm ış b ir o lg u sallık değil am a an cak b u süreçsel
gerçeklik, ü topik düşlere nizam verebilir veya onları salt illüz­
yon derekesine düşürebilir. Dış dünyadaki h e r salt-fiiliyata ta­

246
nınırsa bu eleştirel hak, o zam an sabit halihazırı ve O lm uş O la­
nı Gerçekliğin ta kendisi olarak m utlaklaştırm ış oluruz. Fakat
sadece b u g ü n ü n önem li oranda dön ü şm ü ş gerçekliği içerisinde
dahi açığa çıkm aktadır ki, G erçekliği Faktum ’la [Vakıa] sınırla­
m ak pek az gerçekçiydi; G erçekliğin kendisi işlenm em işti he­
nüz, yaklaşm akta olan vardı, kopup gelm ekte olan vardı o n u n
kıyısında. Bu çağın insanı, O lm uş O lanın şim diye kadarki bek­
lenti bağlam ının pekâlâ dışında anlam landırır kendini. Kendini
görünüşte tam am lanm ış vakıalarla kuşatılm ış görm ez, bunları
yegâne reel saymaz artık; faşist Hiçliğin m ü m k ü n lü ğü, sarsıcı
biçim de, bu reelin içinde çözü lm ü ştü r ve h er şey d en önce, sos­
yalizm hedefi takip edilebilir haldedir, nihayet vâdesi gelmiştir.
19. yüzyılın ikinci yarısındaki daraltılm ış ve donm uş kavram ­
dan başka bir gerçeklik k avram ının vâdesi g elm iştir böylece;
süreç [kavram ına] yabancı pozitivizm in ve ay n ı zam anda o n u n
m ütekabili olan, salt g örünüşten m üteşekkil ve h içb ir bağlayı­
cılığı olm ayan idealler dünyasının g erçekliklerinden farklıdır
bu. Bu don m u ş gerçeklik kavram ı ara ara M arksizm e bile nüfuz
etm iş ve onu şem atikleştirm işti. D iyalektik süreçten söz edip,
sonra am a tarihi b ir d izi Fixa'nın [Sabit] veya kapalı "totalitele-
rin ” artlarda dizilişi olarak ele alm ak yeterli değildir. G erçekli­
ğin daraltılm ası ve k ısıtlanm ası tehlikesi vardır burada, gerçek­
lik te k i “etk i g ü cü n e ve to h u m la ra ” sırt çev irm ek vardır; ve
M arksizm bu değildir. Dahası: Somut fantezi ve o n u n dolayım-
lanm ış ö n görücü tasavvurlarının imgesel üretim i, bizzat G er­
çeklik sürecinde m ayalanm akta ve so m u t düşte ileriye dönük
gelişm ektedir; gerçekliğin bir parçasıdır, öngörücü tasavvurun
unsurları. D em ek ütopya iradesi, nesnel eğilimle pekâlâ birleş­
tirilebilir, evet, nesnellik teyididir, y u rd u d u r onun.

M ilita n iyim serlik, Cephe, N ovum , U ltim u m kategorileri

Tam da yenilm iş adam ın ihtiyacıdır, tekrar D ışarsını denem ek.


Yükselip gelm ekte olan, kesinlik kazanm am ıştır henüz; batak­
lık halindeki, çalışarak kurutulabilir. Cesaret ve bilgi çiftiyle,
Gelecek, kısm et olarak gelmez insana, tersine insan Geleceğe
gelir, kendinde olanla girer o n u n içine. Ama cesaretin ve her

247
şeyden önce karann/kesinligin ihtiyaç duyduğu bilgi, bilginin o
âna kadar en sık rastlanan tarzında, yani gözlem ci olmamalıdır.
Ç ünkü salt gözlemci olan bilgi zoru n lu olarak olup bitm iş ve
böylece de geçm iş olanla ilgilidir, halihazırda olan karşısında
çaresiz, gelecek karşısında k ördür. Evet, nesneleri ne kadar ge­
rilerdeki bir olup bitende ve ne kadar uzak geçm işte ise, demek
-eğilim o larak gerçekleşm ekte o la n - tarihten bug ü n ve gelecek
için birşeyler ögrenilebilm esine ne kadar az katkıda b u lu n u y o r­
sa, o kadar fazla ‘bilgi’ sayar kendisini. K arar/kesinlik için zo­
ru n lu olan bilginin, anlam ına uygun olarak, başka bir tarzı v ar­
dır: sadece gözlemci degil, süreçle birlikte yürüyen, orada işle­
m ekte olan lyi'ye yani süreçte insana lâyık olana aktif-taraflı
olarak bağlı b ir tarz. Bilm enin b u tarzının aynı zam anda yegâne
nesnel tarz olduğunu söylem ek gereksizdir; Tarihteki Reel'i, ya­
ni geçmiş, bug ü n ve gelecek arasındaki zengin süreçsel eklem ­
lenm eleriyle, çalışan insan tarafından m eydana getirilen O luşu
yansıtan tek tarz budur. Ve bu tarz bilgi, tam da sadece gözlem ­
ci olmayışıyla, bizzat bilinçli yaratım ın öznelerini çağırır. Din­
g in c ik değildir; keşfettiği eğilimle ilişkisinde de, tefekkür/seyir
d in g inciliğ in in b ir te k ra rın d a n ibaret olan o banal, otom atik
ilerlem e iyim serliğe b ia t etmez. O b ir tekrardır, çü n k ü geleceği
de geçm işin kılığına sokar, kendi içinde çoktan k ararın ı bul­
m uş ve böylelikle tam am lanm ış olarak görü r geleceği. Böylelik­
le, tarihin sö zü m o n a tunç m an tığ ı için d e k esin leşm iş sonuç
olarak duran Geleceğin Devleti ö n ü n d e o zam an özne kucağına
koyacaktır ellerini, tıpkı T an n 'n ın h ü k m ü önü n d e birbirine ka­
vuşturdu ğ u gibi. Bu şekilde, örneğin kapitalizm , sonuna kadar
işlem eye b ırak ılm ak la, kendi k e n d isin in m ezar kazıcısı ilan
edilm işti, h a tta diyalektiği bile kendi kendine yeterli, h ü k ü m ­
ra n görünüyordu. F a k a t bu tem elden yanlıştır, evet, halk için
yeni afyondur; öyle ki, cum grano s a l i s ^ bir parça karam sarlık
bile banal-otom atik ilerlem e d üşüncesine tercih edilirdi. Ç ünkü
gerçekçi ö lçü d e b ir k aram sarlık , b aşarısızlık lar ve felâketler
karşısında, kapitalizm in devam ında m ü n d em iç olan ve d ah a da
olacak olan dehşet verici im kânlar karşısında ne olsa öyle çare-
157 Quietizm/mezheb-i sükûn.
158 Kelimesi kelimesine almamak kaydıyla.
248
sizce şaşkınlıga uğram az. A d p essim u m 'S9 d ü şünm ek, bu d u ru ­
m u da yine m utlaklaştırm aya kalkm ayan her analiz için, ucuz
itim atperestlik ten d ah a iyi b ir yol arkadaşıdır; M arksizm deki
eleştirel so g u k lu g u n anlam ı, budur. O to m atik iyim serlik, h er
d ö n ü ştü rü c ü karar/belirlenim için, m utlaklaşm ış karam sarlık­
tan daha az zehirleyici degildir; çü n k ü İkincisi açıkça, adıyla
sanıyla ortaya çıkan utanm az gericiliğe hizm et ediyorsa, ilki de
m ahçup gericiliğe, ona göz kırpan katlanm a ve pasifliğin em eli­
ne hizm et eder. O halde, yanlış iyim serlik yerine, -d o g ru iyim ­
serliğe ulaşm a em eliyle- kararın bilgisine, erişilm iş bilginin be­
lirlenim inin bilgisine uygun olan, sadece, yine reel im kâ n d a ki
so m u t-ü topik kavrayıştır: asla b ü tü n g ü n d ü zler akşam değildir
onda, fakat keza -ü to p ik -o lm ay an iyim serlik a n la m ın d a - bütün
akşam lar gündüz de değildir. B elirlenm em iş/kesinleşm em iş fa­
kat em ekle ve som ut dolayım lı eylemle belirlenebilir olana iliş­
kin tu tu m u n adı, m ilitan iyim serliktir. M arx'ın dediği gibi, gerçi
soyut idealler gerçekleştirilm ez bununla, am a pekâlâ yeni, insa­
nileştirilm iş toplum un, yani som ut idealin baskılanm ış u n su r­
ları özgörlüğüne kavuşur. Bugün, k u rtu lu şların nihâî m ücade­
lesinde ağırlığını koyan, p ro le ta ry a n ın devrim ci b e lirle n im i­
dir/kararıdır; öznel etkenin, ekonom ik-m addl eğilim in nesnel
etkenleriyle birlik içindeki bir belirlenim idir. G erçekleşm eyi ve
d ünyanın değişm esini sağlayan etken olan bu öznellik, m addi
bir etkinlikten başka b ir şey degildir; M arx'in Feuerbach üzeri­
ne 1. Tezde vurguladığı gibi, eylem li/faal y a n olarak (üretim /ya­
ratım , üretk en lik , bilincin kendiliğindenliği), ilkin (m ekanik)
m ateryalizm tarafından degil idealizm den tarafından geliştiril­
m iş o ld u ğ u d a kesin d ir. D ünyayı d eg iştirm ey e yani m ilitan
iyim serliğe a it olan etkinliğin, reel-halihazır eğilim lerle ittifak
etm eksizin bir an bile sahiden m üdahaleci ve kalıcı biçim de al­
tüst edici olabileceği de düşünülm em eli; çü n k ü öznel etken ya-
lıtılırsa, devrim in değil salt darbeciliğin, çalışm anın değil Spi-
egelbergciligin’60 bir etkeni olur. M amâfih kararın/belirlenim in
bağlantıları görülürse, -v e bu idraki güvenceleyen de, karar/be­

159 Kötüye yormak.


160 Schiller'in Haydutlarındaki pervasız çapulcu tip.
249
lirlenim sürecin d ek i b ilg id ir-, o zam an, m ilita n iyim serlikteki
m ilitan işlev olarak öznel e tk en in gücü h ak k ın d ak i kestirim
büyüm seyici de olam az küçüm seyici de. Reel im kanlar içinde
ışığın zaferine d ö n ü k som ut karar/belirlenim , sü reçteki başarı­
sızlığa karşı yapılm ış ham le dem ektir. Süreçten koparılm ış, onu
donuklaştıran ve şeyleştiren sözüm ona kader karşısında özgür­
lüğün ham lesi dem ektir. Hiçliğin ailesinden gelen tüm bu ölüm
g örünüm lerine ve H içliğin bizzat reel im kânın öteki alternatifi
olarak iş görm esine karşı ham le dem ektir. N eticede, salt inka­
r ın her yere nüfuz eden m ahvediciliğine (savaş, barbarlığın te­
cavüzü) karşı hamledir; ki böylece bu yokedişin kendi kendisi­
ne çevrilm esiyle gereğinde burada da inkarın inkarına alan açıl­
sın ve diyalektif aktif ü stünlüğe erişsin. Som ut karar/belirlenim
b u rad a daim a Statiğe k arşı m ücadelededir, ancak darbecilik ol­
m ayıp m ilitan lığ ın ın yanısıra keza tem ellendirilm iş iyim serlik
olması hasebiyle, kendisi de ölüm -statiğinin zıddına giden sü ­
reçle barış halindedir. İnsan ve süreç, daha doğrusu: diyalektik-
m addî süreçteki özne de ■nesne de, aynı şekilde cephededirler.
M ilitan iyim serlik için de, cephe kategorisinin açtığından başka
yer yoktur. Bu iyim serliğin felsefesi olan m ateryalistçe kavran­
mış u m u t, bizzat, G özlem -O lm ayanın vurgulu bilgisi olarak, ta­
rihin en öndeki kesitiyle m eşguldür ve geçmişle, yani geçm işte­
ki henüz karşılığı verilm em iş gelecekle m eşgul olduğunda bile
böyledir bu. Kavranmış u m u d u n felsefesi bu nedenle per defini-
tionem D ünya Sürecinin cephesindedir, yani harek ete geçmiş
b u lu n a n , ütopyaya açık m addenin, ü zerinde o denli az d ü şü ­
nülm üş olan en ö n oluşsal kesitindedir.
Bilinen h er şey aynı zam anda tanınıyor değildir - hele tazey­
ken. Keza cephe kavram ıyla onunla çok yakından ilişkili Yenilik
arasında da m üşkülat vardır. Yeni: ruhsal olarak, ilk aşkta zu h u r
eder, ilkb ah ar duygusunda da; yine de bu ikinci d u ru m d ü şü n ü ­
rü n ü pek bulam am ıştır. H er seferinde u n u tu lm u ş olarak, büyük
olayların arefesinde sarar ortalığı, çekinm e, donanm ışlık, itim at
tepkim elerinin onu çok iyi tanım layan bir karışımıyla; m utlulu­
ğun Novum 'unu vaadedişiyle, Noel öncesi yortu bilincini tem el­
lendirir. H em en hem en b ü tü n dinlerin beklentilerini yatay ke­
ser, şayet ilkel ve eski Şark'a özgü gelecek bilinci doğru anlaşıhr-

250
sa; Yakub'un rahm etinden her şeyi yeni yapan insanoğluna, yeni
göğe, yeni dünyaya kadar tüm Incil'i kateder. Buna rağm en N o ­
vu m K a teg o risi asla kafi d e re c e d e ta n ım la n m a m ış ve h iç b ir
M arksizm -öncesi dünya im gesinde y e r bulam am ıştır. Veya yer
buluyor göründüğünde, B outroux'da161 ve öncelikle gençlik sti­
linde162 veya Bergson’un ayrışm a felsefesinde, Yeni, salt anlam ­
sızca değişip d u ran m odalar veçhesi altında g ö rü lm üş ve öyle
kutlanm ıştır; böylelikle ortaya çıkan şey, hep aynı kalan bir şa­
şırtm acanın başka tü rlü b ir d o n u k lu ğ u o lm u ştu r sadece. H enüz-
Bilincine-Varılmamış’ın kavranışm ı onca zam an engellemiş olan
m aniada da aynı şey açığa çıkarılmıştır: öyle ki, ağarma, Incipit
vita n ova ,163 o sözüm ona hayat felsefesinde de daim a bir F ^ m
[sabit] olarak kalır. Nitekim Bergson'da Yeni kavram ı salt tekra­
rın soyut karşıtı, hatta çok defa salt m ekanik eşbiçim liliğin öteki
yüzü olarak görünür; aynı zam anda, yaşam ın her anına atfedilir
- istisnasız, o nedenle değersizleştirerek. Bir şeyin sürekliliği bi­
le, yani akıyor olarak tasa'^vvur edilen d u rte [süre], Bergson tara­
fından, farklı olm anın devam lılığına dayandırılır; gûyâ, gerçek­
ten değişm eyen seb atk âr d u ru şta , o halin başlangıcı ve so n u
ayırdedilem iyordur, nesnel olarak örtüşüyorlardır, dem ek ki iş­
te, o şey sürm üyordur. Toplamda N ovum da Bergson'da izlediği
yolla, patlamalarıyla, diyalektiğiyle, u m u t im geleriyle ve dâhiya­
ne ürünleriyle irdelenm ez de, hep m ekanizme karşıtlığıyla, ken­
d in d e ve kendi için b ir Elan vital’in 164 içeriksiz teyidiyle açıkla­
nır. N ovum 'a duyulan büyük sevgi etkilidir, açıklığa duyulan bü­
yük eğilim insanın gözlerinin içine sokulur, am a süreç boş kalır
ve habire sürecin kendisinden başka bir şey üretm ez. Evet, ebe-
dîyen-m etafizik hayatiyet teorisi neticede N ovum yerine sadece
başdönm esine ulaşır, d u rm ak sızın talep ed ile n , bizzat kendisi
uğruna talep edilen yön değişim i nedeniyle; o nunla beraber o r­
taya çıkan şey de, Bergson’u n kutsadığı eğri değil, içinde yalnız­
ca -eşbiçim liliğe karşıtlık gereğince- kaosun suretinin varoldu­
ğu bir zigzag olur. Bunun doğal sonucu da, soyut b ir biçim de

151 1845-1921 arası yaşamış Fransız bilim felsefecisi.


162 Art Nouveau.
163 Yeni bir gün başlıyor.
164 Yaşam hamlesi.
251
kavranm ış Futurum 'un [gelecek], hayatiyetin a rt pour Vart’m -
da165 son bulm asıdır; bizzat Bergson roketle veya “sürekli yeni
ateş dem etleri saçan içten yanm alı donanm a fişeğiyle” karşılaştı­
rır bunu (LE volution creatrice [Yaratıcı evrim ], 1907, s. 270).
Burada vurgulandığı gibi: Bergson'da asla sahici bir N ovum yok­
tur; o bununla ilgili kavram ını, b ü y ü k b ir aşırılaştırm ayla, kap i­
talist m oda yenilikçiliğine yanaştırm ış ve o noktada istikrar k a ­
zandırm ıştır; Elan vital bir tefekkür sabitidir, başka bir şey de
değildir. Bergson'un gtiyıl-Novum'unun toplum sal temeli, içerik­
çe yeni hiçbir şeyi olm ayan geç-burjuvazidir. Bunun ideolojik
nedeni, Novum'un iki asli özelliğinin eskiden beri çaba gösterile­
rek yeniden üretilen tasfiyesidir: M ü m k ü n lü k ve E rekselliktir
bunlar. Bergson h er ikisinde de, sair zam anda m ekânsallaştırm a,
nedensellik, m ekaniklik olarak işlediğini d üşündüğü, öldürücü,
değişime düşm an Aklın aynı şem atizm ini görür. Böylece, M üm -
künlüğün kudretli krallığı Geriye Bakm anın bir g ö rü n üm ü olur
onda: Bergson'da M üm kün O lan bir şey yoktur, yeni oluşm akta
olanın geçmişe doğru tasarlanan b ir yansım ası vardır. Bergson’a
göre, M üm kün O landan o esnada doğan Novum, ancak “m üm ­
k ü n olm uş olanın oluşu" olarak d ü şü n ü lü r: “M üm kün Olan;
gerçek, artı, gerçek oluştuğu anda b u gerçeğin im gesini geçmişe
geri fırlatan b ir tinsel edim den ibarettir... Ö ngörülem eyen, hiç­
bir M üm kün'de önceden çizilm em iş Yeniliğin sahici çağlayıp çı­
kışı ise kendini m üm kün kılan b ir gerçektir, gerçek olan M üm ­
k ü n değil," (La Pensee et le M ouvant [D üşünce ve H areket], s.
133). Bergson böylece d ik k ate değer b ir biçim de, neredeyse,
m utlak sükun öğretm enleri Elealılara yakın duran Megaralı Di-
odoros K ronos’un M ü m k ü n 'ü n İnkârı kanıtını yeniden üretir.
Bergson, Erekselliği, Nereye’sini ve Ne için’ini geleceğin açık im ­
kânlarında arayan insan iradesinin hedefe d önüklüğü olarak de­
ğil de katılaşm ış bir nihâî hedefin nizama sokulm asından ibaret
olarak görmesiyle de, kapatır kendini N ovum kavram ına. Daha
iyisi: kendi Nereye’sini ve Ne için’ini belirginleştirm iş olan ve
oraya giden yolları takip eden bir planlam anın, bir em eğin hede­
fe yönelik azmidir, Ereksellik. Fakat Bergson tüm öngörülebilir-

165 Sanat için sanat.


252
ligi statik bir önceden hesaplanabilirlikle ö rtüştürdügü için, sa­
dece yaratıcı öngörücü tasavvuru, insan iradesindeki bu şafak
kızıllığını ıskalam akla kalm am ış, tüm üyle sahici Novum'u, ü to p ­
yanın ufk u n u ıskalam ıştır. Ve havanın h er an dönebilirliginin,
kıyısızlıgın sü rek li vurgulanm ası itibarıyla Bergson’un yenilik
ev ren in in , yine de k açın ılm az erek sellik le se ra b ın ı görd ü ğ ü
‘T an rılar yaratacak m akine”ye dönüşm esi pek zordur. In S u m m a
[toplam da]: Novum'un, m ekanik tekrarın soyut karşıtı degil de
sahiden Novum olabilm esinin b ir koşulu, o n u n bizzat özgül b ir
tekrar tarzı olmasıdır: m utlak hedefin, tarihin ilerici yenilikle­
rinde kastedilen ve yönelinen, denenen ve süreçten çıkartılan,
henüz olm am ış içeriginin tek rarıd ır bu. Bu n ed en led ir ki, bu
m utlak içerigin d iyalektik olarak m eydana gelişi artık N o vu m
kategorisiyle degil, U ltim u m 166 kategorisiyle tan ım lan ır ve bu
kategori tabii tekrarın da sonudur. Ne var ki ancak, U ltim um 'la
aynı derecede en son, yani en yüksek yeniliği temsil etmesiyle,
tekrarın (egilimsel hedefin her ilerici yenilikte kesintisiz temsil
edilmişliğinin) kendisini en son, en yüksek, en esaslı tekrar olan
özdeşlige yükseltm esiyle sona erer. Bu sırada Ultimum’daki yeni­
lik, o zam ana k ad ark i her şeyden tam bir atlayışla çıkm ası neti­
cesinde neredeyse zaferini kutluyordur - sona erm ekte olan ye-
nilige veya özdeşlige bir atlayıştır bu. U ltim um kategorisi, N o ­
v u m gibi d erin lem esin e d ü şü n ü lm e m iş olarak d u rm u y o rd u r
önüm üzde; bu ‘Sonuncu’ daim a, zam ana da b ir süre koyan d in ­
lerin, öncelikle de Yahudi-Hıristiyan din felsefesinin bir nesne-
siydi. Yine de, bilhassa bu kategorik m uam ele içinde, Novum'un
ona m addeten takaddüm eden [bir varlığının] hem en hiç m ev­
cut olmayışıyla k en d in i tanınır kılıyordu. Ç ü n k ü Ultimum tüm
Y ahudi-H ıristiyan felsefesinde, Filon ve A ugustin’den H egel’e
dek, m ünhasıran b ir Primum'la [İlk] baglantılıdır, bir Novum'la
degil; b u n u n sonucu olarak, Sonuncu salt, zaten tam am a erdiril­
miş, kaybedilm iş veya ken d isin d en feragat edilm iş olan Uk’in
geri dönüşüne- erişm ek olarak görünür. Bu geri dönüşün biçimi,
kendini yakan ve yeniden dogan Phoenix'in H ıristiyanhk-öncesi
biçim ini alır, H eraklitçi ve Stoik dünya yangını ögretisini devra­

166 Sonuncu, son kez.


253
lır; Zeus'un ateşi dünyayı kendi içine geri alıyor ve periyodik bir
döngüyle geri salıyordur buna göre. Tam da işte bu döngü, U lti-
mum’u , onun içinde m antıksal-m etafizik olarak tükenecek dere­
cede Primum'a rapteden bir figürdür. Elbette, Hegel, Fikrin Ulti-
m um 'unu oluşturan ve o n u n içinde sürecin b ir am in gibi yankı­
landığı K endi-lçin'liginde, F ikrin K endinde'liğinin Primum’u n u n
yalnızca yeniden üretilm eyip tah ak k u k da ettiğini görüyordu:
salt K endinde'likteki başlangıç dolaysızlığı yerine “dolayım lan-
m am ış dolaysızlığa”, K endi-için'de erişilm iştir. Fakat bu sonuç,
dünya sürecinin her tekil çağında olduğu gibi b ü tü n lü ğünde de,
yine de dairesel nitelikli kalm ıştır; R estitutio in in te g ru m 'u n 167
Novum'dan tam am en kopuk dön g ü sü d ü r bu: Felsefenin kısım la­
rının her biri felsefî b ir b ü tü n d ü r, kendi kendine kapanan bir
dairedir... dolayısıyla B ütün, kendini dairelerden oluşan bir da­
ire olarak ortaya koyar,” (Ansiklopedi, 15). D aha derinlem esine
dü şünülm ü ş olm asına karşın, b ü tü n buralarda da U ltim um gev­
şer, zira onun Novum'dan yoksun iktidarsız Omega'sı yeniden
Alfa'ya168 geri sarılır. O rada da sonuçta, Alfa-Omega m ekanik-
m ateryalist b ir biçim de sekülerleştirilerek, düny an ın kökenini
oluşturan ve çözülerek te k ra r ona döneceği b u h ar topuna dö­
nüşm üştür. T üm bunların orijinali ve arketipi olarak Alfa-Ome­
ga, sürecin neredeyse b ir kayıp çocuk gibi geri döndüğü ve k en ­
di Novum’u n u n tözünü v u k u bulm am ış kıldığı b ir ilk-varlıgın
kapsam a çem berinde kalır. B ütün bunlar, reel M üm kün'e karşı
hapishaneler kurm aktır veya b u im kânın inkârıdır; en ilerici ta­
rihsel ü rü n ü bile sadece bir vakitler tu tulm uş olunanın, kadim ­
de kaybedilm iş olanın te k ra r hatırlanm ası veya te k ra r oluşturul­
ması olarak görm ek ister. B unun sonucu olarak, tam Ultimum’da
aydınlığa çıktığı gibi, fakat ondan önceki b ü tü n Novum'larda da,
felsefî olarak sadece yeniden hatırlam anın inkârı, A ugustin'in
in k ârı, H egel'in in k ârı v a rd ır; H egel'e; ve E d u ard v o n H art-
m ann'a, evet N ietzsche'ye kadar yönelinm iş/niyetlenilm iş olan
daire ilkesinin inkârı ve anti-çem ber vardır. Oysa, başlangıcında
da oldugu gibi, hiçbir sonda b itm ek istem eyen u m u t, bu katı

167 Önceki durumun yeniden tesisi.


168 Yunan alfabesinde Alfa ilk, Omega son harftir. Bu ikisi evrenin anahtarını,
bütünlüğ^ü/Mutlak'ı temsil ederler.
254
döngüyü kaldırır. M otoru h uzursuzluk olan, hedefinin içeriğini
de asla ante rem '69 m evcut bulunm ayan, faş olm am ış özün teşkil
ettiği diyalektik, d ö n g ü n ü n direncini kırar. D ünyadaki reel şifre­
ler, gerilim figürleri ve beliren eğilimlerin suretleri, henüz başa­
rılmamış bir emsalle ilgili bu denem eler de, özellikle yüksek bir
ütopya oranına sahip olmaları nedeniyle, esasen steril olan dön­
güyü kırarlar. Doğanın insanileştirilm esinin başlangıcında, terk
ettiği ve -felsefedeki bir tü r atalar kültü ta rz ın d a - tekrar geri
döneceği bir aile evi yoktur. Oysa sürecin kendisinden, henüz
U ltim um so ru n u n d an da azâde olarak sayısız reel im kân doğar
ve bunların başlangıcı beşikte kulaklara o k unm uş değildir. Son,
yeniden getirm ek dem ek değildir; p n m u m agens m ateriale’n in 170
-ta m da ‘Ne’nin ö zü n ü n ‘[Eğer] k i’nin özüne vurduğu darbe ola­
ra k -, patlatılm ası dem ektir Son. Başka bir söyleyişle: Nereye’nin
Om ega’sı, N ereden’in, kökenin kadim de olmuş, sözüm ona her
şeyden daha reel Alfa’s ıyla açıklam az kendini; tersine, bizzat bu
köken ancak Son’u n Novum’u nda açıklanır, evet, kendi içinde
henüz esas itibarıyla gerçekleşm em iştir ve ancak bu Ultim um 'la
realiteye çıkar. Köken, kesinlikle, bizzat gerçekleştirilendir; ama
işte G erçekleştirm ede birşeyler henüz olgunlaşm am ış ve henüz
gerçekleşm em iş olduğu için, G erçekleştirm enin Gerçekleşmesi,
G erçekleştirenin G erçekleşm esi, bizzat yeni başlıyordur başla­
maya. Tarihte bu, tarihsel failin çalışan insan olarak kendini ele
geçirmesidir; doğada ise hipotetik olarak natura natura n s'7' veya
m addî hareketin öznesi denm iş olanın gerçekleşm esidir - çalı­
şan insanın kendi üzerinde hâkim olmasıyla açıkça bağlantılı ol­
sa ve Marx’ın “doğanın insanileştirilm esi" kavram ının uzantısın­
da yer alsa da, henüz pek az tem as edilmiş b ir so ru n d u r bu. Her
iki türden kendine hâkim oluşun ve onların Novum’unun, Ulti-
mum’u n u n icra edildiği yer, sadece tarihsel sürecin cephesidir ve
bu cephe ağırlıkla ancak dolaylı-reel M üm kün olanla karşı kar­
şıyadır. Bu, kesin öngörücü tasavvurla, som ut ütopyayla nesnel-re-
el m uadelet ilişkisi kuran bir M ü m kü n olarak kalır. Som ut ütopik
olanın oluş halindeki dünya cephesinde nesnel-reel b ir gerçek­

169 Mücadeleden önce.


170 Maddenin ilk/birincil amili.
171 Yaratıcı doğa.
255
lik derecesi teşkil etm esi ile aynı anlam dadır bu; “insanın doğal­
la ştırılm a sın ın , d o ğ an ın in sa n ile ştirilm e sin in " H en üz-O lm a-
ma'sıdır. Böyle tanım lanan özgürlük krallığı, kendi anlam ı gere­
ği geri dönüşle değil Huruç'la k u ru lu r - hep kastedilen, Sürecin
güzellediği b ir ülkeye.

“im kâ n la ra göre” ve "İm kâ n dahilinde [olm akta] olan",


M arksizm in soğuk ve sıcak ak ıntıları

Yeniye giden yolda, her zam an değilse de çoklukla, adım adım


ilerlem ek gerekir. H er şey her zam an m üm kün ve tatbik edilebi­
lir değildir, eksik koşullar frenlem ekle kalm az yolu kapatırlar.
G erçi, güzergâhın, evham la veya aşırı dakiklikle d ü şü n ü lm ü ş
olanlardan başka tehlikeler arzetm ediği yerde daha hızlı gidişe
izin vardır, hatta b u n d a zaruret vardır. Ö rneğin Rusya’nın, başa­
rıyla sosyalizm hedefini takip etm ezden önce tam kapitalist ol­
ması gerekm edi. Sovyetler Birliği’nde sosyalist inşanın tam tek­
nik koşullan da, başka ülkelerde geliştirildiği ve oralardan alına­
bileceği ölçüde, telâfi edilebildi. Buna karşılık, henüz hiç gidil­
m em iş bir yolu hızla katetm eye veya üzerin d en aşmaya kalk­
mak, doğal olarak sadece başarısızlıkla sonuçlanır. Ç ünkü, gerçi
koşullar yeterli kısm ilikle m evcutsa her şey m ü m k ü n d ü r ama
aynı sebeple, k o şu lla n hiç bulunm ayan h er şey de fiilen henüz
im kânsızdır. O zam an, hedef im gesi gerek öznel gerek nesnel
açıdan bir yanılsam a olarak gösterir kendini; o zam an bu yönde­
ki hareket batıp gider; en iyi ihtim alle, ilerleyecek olursa da, ha­
lihazırdaki belirleyici ekonom ik-toplum sal koşullar nedeniyle,
h ızla kated erek so y u t olarak y ö n eld iğ in d en /n iy etlen d iğ in d en
çok başka b ir h ed ef d ay atır k endini. E lbette, in san haklarına
ilişkin burjuva ideali d üşünde başından itibaren, p eşinden en a n
kapitalizm i getiren eğilim ler faaliyetteydi. Ama orada bile b u ­
nun ötesinde b ir kardeş sevgisi şehri, bir Philadelphia salınm ak­
taydı zihinlerde, iktisat tarihinin gündem inde yer alan ve öyle
m eydana çıkan gerçek Philadelphia'nın bilhassa uzağındaydı bu
şehir. Saf, sırf kiliastik172 ütopyanın meyvesi de böyle bir Phila-

172 İsa'nın tekrar yeryüzüne inerek binyıl hüküm süreceği inancına bağlı.
256
delphia’dan çok başka bir şey olm azdı, şayet batm ayıp da o vakit
m üm kün olanın ölçülerine göre hedefe erişm iş olsaydı. Bin yıl­
lık im paratorlukla ilgili radikal istem in Fioreli Joachim ’den İngi­
liz Binyılcılanna kadar hızla katetm esini sağlayan ve bunu zo­
ru n lu kılan ekonom ik koşullar duyurm uşlardı kendilerini, biz­
zat erişilen nokta b u n u duyuruyordu: ve yine önlerindeki kapi­
talist gündem nedeniyle, sevgi krallığını hazırlayan bir kader
çizm ezdi b u koşullar. Tüm bunlar, som ut teori-pratiğin nesnel-
reel M üm kün'ün araştırılm ış tarzıyla sıkı sıkıya bağlantılı oldu­
ğunu keşfeden M arksizmle, tam am ıyla kavranabilir hale gelmiş­
tir. Gerek yoldaki sürati belirleyen eleştirel dikkat, gerekse. he­
defe bakarken militan bir iyimserliği güvenceleyen tem ellendi­
rilm iş beklenti, M üm kün’ün m uadilinin idraki ile belirlenir. ö y ­
le ki, bu m uadilin, şim di sözelleşecek olgunluğa eriştiği gibi, yi­
ne iki yüzü vardır; bir, o durum da M üm kün Olanın ölçülerinin
yazılı olduğu arka yüz vardır; bir de, en sonunda, nihayet M üm ­
k ün O lanın Totum’u n u n [bütün] kendini hâlâ açıkça tanınır kıl­
dığı ön yüz vardır. İşte bu ilk yüz, ölçülü olarak verili bulunan
koşulların yüzü, hedefe giden yoldaki d av ran ışı öğretir; ikinci
yüz, ütopik Totum’un yüzü ise, bu yoldaki kısm i erişim lerin he­
defin tam am ı olarak alınm asına ve onunla örtüşm esine esastan
engel olur. Bütün b unlarla birlikte şu saptanm alıdır: böylesine
iki ya n lı m uadil kavram ıyla da: reel M üm kün, diya lektik m adde­
den başka b ir şey değildir. Reel M üm k ü n , bir y an d an sadece
m addi koşulluluğu su n an tarzın m antıkî ifadesidir, diğer yandan
m addi açıklığın (m addenin rah m in in tüketilm em işliğinin) ifa­
desidir. Yukarıda, ö n cek i b ö lü m d e, G erçek leştirm e sırasın d a
“arızaya yol açan yan etkiler" vesilesiyle, A risto telik m a d d e ta­
nım larının bir kısm ına başvurulm uştu. Aristoteles'e göre m eka­
nik m addenin, (Eski Yunanca to eks anagkes, z o ru n lu lu k tan ),
entelechietik eğilim in su retinin kendini açık/an biçim de ortaya
koym asını önleyen b ir direnç oluşturduğuna deginilmişti. Aris­
toteles b irçok frenlenm eyi, tesadüfi kesişm eleri, keza dünyayı
dolduran çok sayıdaki ilerlem e Torsi’sini [parçalar] buradan ha­
reketle açıklam ak ister. Anılan yerde b u madde tanım ı bir günah
keçisi tanım lam ası olarak adlandırılm ıştı; m utlaklaştınldığı öl­
çüde ve toplam da m addenin, Entelechie’nin sırtındaki yükü al­

257
mak üzere şeytanlaştırılm asına hizm et ettiği ölçüde, böyledir ni­
tekim. Fakat elbette Aristoteles'te böylesi bir Toplam, böylesi bir
m utlaklaştırm a sö zk o n u su degildir, o n u n m addesi daha ziyade
asla m ekanik olanla kısıtlanm am ıştır ve K uvve/tm kân'ın (Eski
Yunanca dünam is) kaynagını teşkil eden m ekanik m adde bile,
A ristoteles'te ilk defa olm ak üzere, y ü k se k düzeyde kapsam lı
Kuvve/tm kân (dünam is) kavram ına veya nesnel-reel M üm kün'e
bağlanmıştır. Bu atıf, frenleyici m adde kavram ına da yeni, yolu
kesm eyen, belirleyici b ir anlam verir: “zo ru n lu lu k ta n ” (to eks
anagkes), “im kânlı/olanağa göre” (Eski Yunanca kata to dünaton)
tarafından, yani İm kânlara Göre tarafından, im kanlar ölçüsünde
[olmakta] olanla tam am lanıp genişletilir. Yani m adde bu yanıy­
la, Entelechie'lerin kendilerini ortaya koym alarının ölçülerini be­
lirleyen koşulların yeridir; “z o ru n lu lu k ta n ” böylelikle sadece
m ekanik dem ek değildir, çok daha ötesidir: kesintisiz koşullar
baglamıdır. Ve entelechietik eğilim in su retinin yolunda giderken
id rak ettiği frenleme, neticede ilkin bu lm kânlara-G öre-[O lm ak-
ta] O lan'dan kaynaklanır. H eykeltraşın, “m üsait koşullarda” ça­
lışarak, doğurulm uş olan fizikî bedenlerden daha güzel bedenler
yapabilm esi de buradan kaynaklanır; keza b ir şairin suretlerini
tesadüfîlikten ve patikanın darlıgm dan uzaklaştırabilm esi, Aris­
toteles'in Poetika'da dediği gibi “birer b irer”den (Eski Yunanca
ka t’ekastron) veya tek il olandan b ü tü n lto p ta n 'a (Eski Yunanca
kat'olan) veya bir B ütün'ün daha zengin im kânlarına taşıyabil­
mesi. Ama Aristoteles öteki yüzü de, M üm kün'ün m addesinin
ön yüzünü de taltif etm iş olmasa, onu tam amıyla frenlenm em iş-
liğini kavram ış olm asaydı - b u m erkezî ö n em d ed ir-, b ü tü n bu n ­
lar m ü m k ü n olmazdı. M adde sadece im kânlı/olanağa göre değil­
dir, im kâna göre, yani M üm kün'ün verili ölçüsüne göre Koşulla-
yan değildir, o im kânlı/olanakça'dır (Eski Yunanca dünam ei on),
İm kân-D ahilinde-O lan'dır, yani -A ristoteles'te elbette h enüz pasif
olarak- verim liliğin kucağıdır; dünyadaki biçim lerin hepsi, tü ken "
m em iş bir şekilde, b u rad an çıkarlar. Bu son belirlem eyle, nesnel-
reel M ü m k ü n 'ü n tam da dost yam -ş a y e t U m u t yanı degilse-
açılm ış olur, h er ne k adar kavranm ası çok uzun sü rdüyse de;
ütopik Totum, im kânlı/olanakça'da içerilmiştir. Tekrarlayalım ve
toparlayalım : M addenin tm kânlar[ınJa-G öre-O lan, her somut d u ­

258
rum da Erişilecek Olana ilişkin k riti k d ikka te önceldir; M addenin
İm kân-D ahilinde-O lan’ı, Erişilebilirliğe dair tem ellendirilm iş bek­
lentiye önceldir. Aristotelesçilerin panteist okulunda son belirle­
m edeki pasif'in ü stü n ü n çizilm esi, im kânlı/olanakça’n ın artık
Form-Entelech ie’lerinin kendilerini y an sıttıkları balm um u gibi
görünm em esi, M adde'nin potansiyeli en nihayet dünyadaki bi­
çim lerin hem doğum u hem m ezarı hem yeni u m u t m ekânı ol­
m uştur. A ristotelik M adde kavram ının bu gelişm esi, peripate-
tik173 fizikçi Straton üzerinden, ilk b ü y ü k A ristoteles yorum cusu
Afrodisiaslı A lexander üzerinden, Şarklı A ristotelesçiler İbnî Si­
na, îbni Rüşd ve o n u n natura naturans'ı üzerinden, yeni-Platon-
cu lu k yapan A risto telesçi Avicebron [Ibn Gebirol) ü zerinden,
13. yüzyıl H ıristiyanlığının sapkın filozofları Bennesli Amalrich
[Amaury] ve D inantlı David ü zerin d en , G iordano B run o 'n u n
dü n y ay ı y aratan M adde'sine d e k u z a n ır (b u n u n la ilgili karş.
E rnst Bloch, Avicenna u n d A ristotelische L inke [lbni Sina ve
A ristotelik Sol], 1952, s. 30 vd.). Evet, Hegelci D ünya Idesi'nin
kendi kendini doğuran ve M adde'den onca tez uzaklaşan tözü,
buna rağmen M adde-potansiyelinin kuvvet haline gelmiş bir b ü ­
yük kısm ım içerir. L enin Felsefe D efterleri'nde (s. 62) bu n u n la
ilgili özellikle Hegel’in Mantıfc'ından şu cüm leyi işaretler: “Bu,
F o n n 'u n etkinliği olarak görünen, b u n u n ötesinde aynı zam an­
da bizzat M adde'nin kendi h areketidir.” H egel'in b una benzer
çok cüm lesi vardır; A ristoteles'in G elişm e kavram ıyla ilgili ola­
rak, en azından Ide'sinin K endinde-O luş'unu A ristotelik Kuv-
ve/lm kân’la eşlediği Felse/e Tarihi'nde de vardır (Tüm Eserleri
XVIII, s. 33). Ve Aristotelik-Brunocu m iras olmasaydı, M arx'ın,
Hegelci Dünya îdesi'ndeki birçok şeyi o kadar doğallıkla ayakla­
rı üzerine oturtam ayacagı varsayım ı da haklıdır. G erçi sürecin
diyalektiğini Dünya Tini denen şeyden m ateryalist bir m üdaha­
leyle kurtarıp alm ak m üm kün olurdu ve hareket yasası olarak
M adde üzerinde kavranabilirdi. Fakat şim di, m ekanik kabalık­
tan çok farklı bir M adde g ö rü n ü r olm uştur; diyalektiğin, süre­
cin, feragatten feragatin, doğanın insanileştirilm esinin asla dış­
sal lâkaplar olm ayıp, doğrudan bağlanm ış b u lu n d u ğ u diyalektik

173 Aristoteles gibi, düşüncelerini tanışırken bir aşağı bir yukarı yürüyen.
259
m ateryalizm in Madde'si. E rişilebilir O lanın kritik incelenm esine
d ö nük m uadil kavram lar hakkında, m uadil kavram ın yani reel-
M üm kün veya M adde’nin içindeki Erişilebilirliğe dair tem ellendi­
rilm iş beklentinin kendisi hakkında, şim dilik bu kadar. Som ut
ö ngörücü tasavvurun soğuğu da sıcağı da b u n u n içinde önceden
taslak olarak hazırlanm ıştır, reel-M üm kün’ü n bu iki yanıyla ilin-
tilendirilm iştir. O n u n tükenm em iş beklenti doluluğu devrim ci te-
ori-pratiği coşkunlukla ışıtır, onun kesinkes gözardı edilem ez be­
lirlem eleri soğukkanlı bir analizi, dikkatli ve dakik stratejiyi ge­
rektirirler; ikincisi soğuk kızıldır, ilki sıcak.
Kızıl olm anın bu iki tarzı elbette daim a birlikte giderler ama
farklıdırlar yine de. Birbirlerine nisbetleri, Aldatılamaz ile Hayal
Kırıklığına U ğratılam az'ınki, H uşunet ile İm an'ınki gibidir, her-
b iri k en d i y erin d e ve h e rb iri aynı hedefe d ö n ü k k ullan ılan .
M arksizm de d u ru m u n analizi faslı, heyecana getirm e ve ileriye
bakma faslıyla içiçedir. Her iki fasıldaki edimler, diyalektik yön­
tem de, hedefin Pathos’unda, işlenen m alzem enin tü m lüğünde
birleşmişlerdir, yine de bakış ve konum farklılığı kendini belir­
gin biçimde gösterir. M üm kün’ün ölçüsüne göre som ut d u ru ­
m u n koşullarının araştırılm ası ile, İm kân-D ahilinde-O lan’ın gö­
rüş sahasının araştırılm ası arasındaki fark olarak idrak edilmiş­
tir bu. Koşulların analizi araştırm ası da bir görüş sahası sunar,
fakat ufku sınırlayıcı bir ufuktur, sınırlı bir M üm kün’ün ufku­
dur. Böyle bir soğutm a olmasaydı, ortaya çıkan şey Jakobenlik
olurdu - veya tüm den abartılı, en soyut-ütopik uçarılık. Böyle­
ce, deneyim icabı yavaş bir yürüyüşü olan ve nadiren kanat ta­
kan Gerçek, Sollam anın, Atlayıp G eçm enin, Ü zerinden Atlama­
nın topuklarına k u rşu n döker. Fakat İm kân-D ahilinde-O lan'ın
görüş sahasının araştırılm ası, zihinde çarpıtılm am ış, ölçülm em iş
u za k la ra , zihinde h e n ü z tü k etilm em iş ve gerçekleştirilm em iş
olan M üm kün'e gider. Gerçek anlam da görüş sahasını açan, yani
Aslolanı, V uku B ulm akta O lanın ve Yapıp Edilecek O lanın To-
tum’unu, sadece halihazırdakini değil de tüm tarihsel-ütopik To-
tum’u görmeyi sağlayan da asıl b u d u r elbette. Tarihsel ve hele
güncel-pratik koşulların analizi böyle ısıtılmazsa, bu analiz eko-
nom izm e ve hedefini u n u tm u ş oportünizm e düşm e tehlikesine
m aruzdur; oportünizm , uçarılığın sisin d en kaçınırken, filistenli-

260
ğ in ,174 uzlaşm anın ve n ih ay etin d e ih an etin batağına saplanır.
Kendi başına y o lu n da k en d i başına hedefin de diyalektik olm a­
yan biçimde birbirlerinden alıkonm ası ve böylece şeyleştirip ya­
lıtılm aları, so m u t ö n g ö rü c ü tasav v u ru n so ğ u ğ u ve sıcağ ın ın
m üşterek etkisiyle olabilir ancak. Burada koşullar analizi, b ü tü n
tarihsel-durum sal güzergâh boyunca, ideolojilerin m askesinin
düşürülm esi olduğu kadar m etafizik görün ü şü n büyüden arın­
dırılm ası olarak da zuhur eder; M arksizm in soğuk a kın tısın ın en
faydalı unsu rların d an biri budur. Böylelikle M arksist m aterya­
lizm sadece koşulların bilim i olm aktan çıkar; aynı hamlede, tüm
ideolojik ketlenm elere ve -d aim a ekonom ik nitelikli o la n - son
kerte koşullarının üzerinin örtülm esine karşı m ücadele ve m u­
halefet bilim i olur. M arksizm in sıcak akıntısında ise, özgürleşti­
rici yönelim ve m ateryalist-insanî, insanî-m ateryalist Reellik eği­
lim i vardır; b ü tü n büyüden arındırm aların hedefi de buna eriş­
mektir. İnsanın küçültülm esinden, köleleştirilm esinden, terk e­
dilm işliğinden, aşağılık hale konm asından kuvvetli dönüş, öz­
gürleşm enin d ö n ü m notası olarak proletaryaya dönüş, işte b u ra­
dan olur. Hedef aynıdır: insanın doğallaştırılm ası, doğanın insa­
nileştirilm esi - kendini geliştirm ekte olan M adde'de saklıdır bu
[dönüşüm ]. Bu son M adde veya özgürlüğün krallığının içeriği,
onun tek uzam ı olan kom ünizm in inşası sürecinde yakına gelir
ancak, daha önce hiçbir yerde m evcut olm am ıştır; burası m u ­
hakkak. Fakat aynı şekilde, bu içeriğin tarihsel süreçte b u lu n d u ­
ğu ve M arksizm in, bu sürecin en kuvvetli bilincini, o n u n en
yüksek pratik hatırasını temsil ettiği de m uhakkak. Sıcaklık öğ­
retisi olarak M arksizm, bu suretle sadece, hiçbir sihirden arın­
dırmaya mağlup olm ayan ve G erçekleştirenin büyüyen Gerçek­
leşm esini -ilk in beşerî çevrede- kapsayan o olum lu İmkân-Da-
hilinde-Olm ayla ilişkilidir. Ve bu çevre içinde ütopik Totum’un
anlam ı, işte içinde ne insanın dünyaya ne de dünyanın insana
yabancı gibi davranacağı o özgürlüktür, o kim liğin yurdudur.
Bu, M addenin ön yüzü, cephesi anlam ında, yani ileriye dönük
M adde anlam ında, sıcaklık öğretisidir. Burada yol, hedefin işlevi
olarak açılım kazanır; hedef de yolun içindeki, k o şu llan araştırı­

174 Yüzeyselleşerek, harcıalemleşerek aptallaşma.


261
lan, sagladıgı açıklıklar gözetlenen cevher olarak açılım kazanır.
Bu açık lık lard a, n esn el-reel u m u t iç e rik le ri istik a m etin d e k i
M adde gizlidir: öz-yabancılaşm anın ve Yabancıyla kayıtlanm ış
N esnelliğin sonu olarak, ‘bizim için şey’lerin M addesi olarak.
Buna giden yolda, tarihte ve dünyada H alihazırda O lanın nesnel
aşılm ası vuku b u lu r: A şkınlıksız A şm adır bu , adı Süreçtir ve
dünyadaki in san emeğiyle öylesine m uazzam b ir biçim de hız­
landırılır. ileriye d ö nük m ateryalizm ya da M arksizm in sıcaklık
öğretisi böylelikle bir E ve-V anş'ın veya u y gunsuz/esassız bir
nesnelleştirm eden çıkışın teori-pratiğidir; bu yolla dünya kendi
özne-nesnelerinin Artık-Yabancılaşmaması doğrultusunda, yani
özgürlük yönünde gelişir. Ö zgürlük hedefinin kendisi kuşkusuz
ancak sınıfsız b ir to p lu m u n k o n u m u n d a n bakarak, belirli bir
Im kân-D ahilinde-O lan olarak açık seçik görülebilecektir. Her­
halde, K ü ltü r adı altın d a resim su retin d e aranm ış olan, onca
ideolojiyle, am a aynı zam anda onca çeşit ön-görünüşle, ufukta-
kine dair öngörücü tasavvurlarla [aranagelen] o kendiyle karşı­
laşma halinden çok uzak değildir bu hedef. İlk insan O luş’un
aracı emekti, ikincisinin zem ini sınıfsız toplum , b u n u n çerçeve­
si ise, ufku, en önem li, olum lu İm kân-D ahilinde-O lan olarak te­
m ellendirilm iş u m u t içerikleriyle kaplı bir kültürdür.

G örülebilir ön-görünüş olarak sanatsal görünüş

Güzel’in, sevinç hatta tad verdiği söylenir. Fakat onun ödülünün


bunda olduğunu da söyleyemeyiz, sanat b ir besin değildir. Ç ü n ­
kü tadına varıldıktan sonra da kalır; en tatlı vakalarda bile, “ö n­
ceden resm edilm iş” bir ülkeye uzanır, taşar. A rzu d ü şü tartışm a­
sız daha iyi olana d oğru uzanır; bunu yaparken, çoğu politik
düşten farklı olarak, yapıt özelliği kazanm ıştır bile, biçim lendiril­
m iş b ir G üzel olm uştur. Yalnız: böyle biçim lendirilm iş olanda,
biraz g ö rü n ü ştek i o y undan d ah a fazla bir şey yaşıyor m udur?
Gerçi fazlasıyla sanatsal olabilir bu oyun, fakat çocukça oyundan
farklı olarak daha ciddi bir şeye hazırlıklı değildir ve bu anlamı
taşım az. E stetik çınlam ada veya h er çınlam ada ciddiyetinden
kuşku duyulm az birşeyler, altına im za atılabilecek bir ifade, var
mıdır? Resimler bu soruyu daha az tahrik ederler, çünkü renk

262
sadece duyusal kesinlik arzeder, b u n u n dışında ise taşıdığı haki­
kat iddiası söze kıyasla zayıftır. Değil m i ki söz sadece şiire değil
hakikate uygun aktarım a da hizm et eder; söz, renkten hatta çi­
zim den bile daha duyarlı kılar hakikate.' Her iyi sanat, m alzeme­
lerini biçim lendirilm iş bir güzellikle sonuçlandırır tabii; şeyleri,
insanları, çelişkileri güzel görünüşle sunar. Ama bu netice nedir,
dürüstçe; içinde sadece icat edilm iş bir şeyin mayalandığı bir ol­
gunluk, nedir? Sadece illüzyonla, göze görünen, kulağa çalınan­
la aktarılan bir zenginlikle ilişkisi ned ir [bu neticenin]? Başka
bir açıdan, Schiller'in, burad a güzellik olarak hissettiğim izin bir
vakit karşım ıza H akikat olarak çıkacağına d air peygam berane
cümlesiyle ilişkisi nasıldır? Plotinos'un, so n ra Hegel'in, Güzelli­
ğin Ide’nin duyusal görünüm ü olduguna dair cümlesiyle ilişkisi
nasıldır? Nietzsche, pozitivist dönem inde, bu iddiaya çok daha
kesif bir iddiayla karşı çıkar; bütün şairlerin yalan söylediği iddi­
asıyla. Veya: Sanatın, üzerine saf olmayan d ü şü n ü şü n tülünü se­
rerek yaşamın yüzünü daha katlanılır kıldığı iddiası. Francis Ba­
con hele, güm üş kâselerdeki altın elm aları Gözboyayanın çok da
uzagm da görmez, Idola theatri175 m irasına aittir onlar. O hakika­
ti, dünyanın m askelerinin, m um yalarının ve gösterişlerinin sa­
natın mum ışığında g ö ründüğünün yarısı k ad ar güzel ve m uhte­
şem görünm edikleri çıplak, parlak gün ışığıyla karşılaştırır. Buna
göre sanatçılar başından sonuna dek görünüşle nişanlıdırlar, ha­
kikate değil, onun aksine meyillidirler. Tüm A ydınlanmada bu
Sanat-H akikat antitezinin öncülleri bulunur, sanatsal fanteziyi
gerçeklik duygusu yönünden zan altında tu tm u ştu r bu öncüller.
Bunlar sanatın altın sisine, tatlılıkla hisleri okşayan, bulanık ya­
nına dön ü k ampirik itirazlardır ve Aydınlanma kökenli yegâne
itirazlar bunlar değildir. Zira onların yanında, gerçi kökeni itiba­
rıyla Platonik kavram [ogos'una ve onun m eşhur, bilhassa radi­
kal sanat düşm anlığına dayanan ama burjuva Yeni Çağın hesapçı
akli yönelim i içinde sanat karşısında yeniden itibar kazanan ras­
yo n el itirazlar da vardır. M arx’ın tasvir ettiği, kapitalizm in 19.
yüzyıldaki özgül sanat düşm anlığının (ki b u n u n karşı hamlesi,
l’art pour l’art ve G oncourt’lan n “kam uoyu"na savaş ilanı olm uş­

175 Tiyatronun idolleri.


263
tur) henüz fark edilir olmadığı hallerde de vardır bu. Şu Fransız
m atem atikçinin Racine’in Iphigenie’sini izledikten sonra sorduğu
gülünç soru, kendi başına, b u n u n örneğidir: “Qu'est-ce que cela
prouve?"176 O nca gülünç, onca uzm anlık fetişizmiyle m alûl gö­
rünse de bu sorunun, s a f rasyonel bir soru olarak, kendine m ah­
sus -a m p irik o k u lla aynı so y d a n - bir b ü y ü k okul olan sanat
düşm anlığında yeri vardır. Rasyonalist yeni çağın b ü tü n büyük
akıl sistem lerinde estetik tabaka devre dışıdır; orada m ukim ta­
savvurlar, bilim sel açıdan tartışm a dışı sayılırlar. Ehem m iyetli ol­
salar da ağırlıkla sırf sanat tekniğine ilişkin olan öğretiler, başlan­
gıçta şiire dair olm ak üzere, Fransız klasist rasyonalizm i içinde
çiçek açtılar ve müziğin sadece m atem atik yanı Descartes'ın ilgi­
sine m azhar oldu. M am âfih ne D escartes’ta ne de hele Spino-
za’da, fikirlerin ve şeylerin düzeniyle bağlantılı b ir sanatın varlı­
ğından h aberdar olunabilir. Evrensel Leibniz bile sanattan en
fazla bazı örnekler çekip almıştır; sözgelimi, gölgelerin ve uyum ­
suzlukların âhengi an ıran etkisi üzerine örnekler. Ç ünkü buna
benzer şeyler o n u n için, çok daha önem lisi, m ü m kün olan tüm
dünyaların en iyisini kanıtlam ak bakım ından kullanışlıydı. Leib-
niz’de âhenkli Güzel gerçi bir bakım a bilim sel yönden idrak edi­
lebilir dünyevi âhenge işaret eder, fakat yalnızca muğlak bir atıf­
tır bu, hakikat bu nedenle ondan m ahrum kalabilir. Bunun do­
ğal sonucu olarak, rasyonalizm in Estetik’i, çok gecikmiş olarak
en nihayet W olfcu177 Baum garten tarafından felsefi disiplin hali­
ne getirildiğinde, hayli tuhaf bir başlangıç yaptı: nesnesini açıkça
küçüm seyerek, h a tta o n u n varoluşuna özü rler üretere k başladı
işe. Estetik nesne, sadece duyusal algılamada ve bu algılamanın
tasavvurlarında etkili olan sö zü m o n a aşağı idrak yeteneğinde
m evcuttu. Ve G üzellik bu alanda bir m ükem m elliği temsil edi-
yorduysa da, değer itibarıyla, kavram sal bilginin tam açık seçik-
liğiyle asla karşılaştırılam azdı. N eticede, sanatın rasyonalist ten­
zili, o n u n am pirik-pozitivist tenziline eklenir - ve düşm an gru­
b u bu n u n la da bitm iş değildir. Evet, sanat nefreti asıl, akıldan
değil de çoğu kez tersine inançtan, en azından ruhâni bir Haki­

176 Bunun kanıtladığı nedir?


177 18. yüzyıl Almanyası'nda, filozof Christian Wolf'ü izleyen felsefî ekol.
264
k î’nin vaz’ından kaynaklandığında b ü sb ü tü n keskinleşir. İşte o
zam an tasvirlere sald ın [put kırıcılık], am pirisist ve en nihaye­
tinde rasyonalist yönden âdet olduğu üzere altın sis olarak sana­
ta değil de, anakara olarak sanata yönelir - yani sanatın aşırı
vurgulu görünüm üne. G üzellik yüzeyselliğe ayartır, vaz'edilen
hükm e göre; özden m ahrum dış yüze tu tu lu r ve böylece şeylerin
özü nden uzaklaştırır. “G ölgelerin gölgesini taklit etm ekte İyi
olan ne var?” diye sorar Platon ve böylece kavram sal logos'unu
tinsel kabalığa d ü şü rm ü ş olur bile neredeyse. Öte yandan; “Ken­
din için oym a put, yukarda göklerde olanın ya da yerin altında
sularda olanın asla suretini yapm ayacaksın”, der Incil’in dördün­
cü em ri ve Rabbin görünm ezliğinden, h er türlü p uta hizm et et­
menin yasaklanm asından hareketle, tasvirlere saldırının parola­
sını verir. Böylece san at tüm üyle b aştan çıkarıcı, nihayetinde
şeytanî m ükem m ellik anlam ına gelir; m ünafıkça olm ayan hakikî
m ükem m elliğin önüne dikilir, hatta inkâr eder onu. Bu, dinsel ve
ruhâni sanat düşm anlığıdır; ahlâkta buna, -tem elsiz olm ayan bir
biçim de- “eserlerin” fazla büyük bir görünürlük kazanm asından
yüz çevirm ek ve “akîdenin/vicdani kanaatin" görünm ez-sahicili-
ğine yöneliş tekabül eder. Böyle kapsam lı anlam ıyla (Clairvaux-
lu B ernhard'a d ek uzanan) p ü riten lik , son olarak Toltstoy’un
dehşetli Shakespeare nefretinde, toplam da G üzel eserlerin işve-
bazlığından duyduğu nefrette doruğa ulaşm ıştı. Bir Horror polch-
r iv s K atoliklikte bile, Papa M arcellus devrinde, zengin kilise
m üziğinin yasaklanm asının planlanm asına kadar varmıştır. Bu
k o rk u P rotestanlığa da, g örünebilir o lana uyarlan arak, ahlâki
inanışla, H akikat olan sözle tapınılm ak isteyen, çıplak bir Tanrı
verdi. Velhâsıl, Güzel’e karşı hakikat iddiası, am pirisist-rasyona-
list, ruhânî-dinsel, pek çok surette zuhur eder. Bu değişik haki­
kat iddiaları (çünkü öznel açıdan, ruhânî olan da böyle bir iddi­
adır) ne denli kendi aralarında ikilige düşseler de, hatta bizzat
kendi kendilerine karşı çelişkili kalsalar da, G ö rü şü n ü n O yunu­
na karşı Ciddiyet isteğinde birleşirler.
Bu hal sanatçıları da daima etkilem iştir - bizzat ciddi olmaya
sev k etm iştir on ları. Tam da o y u n cu olm am ayı istem eleriyle,

178 G üzellik korkusu,

265
kendilerini kıstırılm ış veya dekadan hissetmişler, hakikat so ru ­
nuna karşı yüküm lülük duym uşlardır. Büyük ■gerçekçi şairlerin
tasvir ve anlatılarında nasıl hakikatin resmi gibi olmayı da ister
Güzel O lan, kâfi derecede. Sadece d uyusal kesinlik tabakasında
istemez bunu, geniş açılımlı toplum sal bağlamlarda, doğala ben­
zer süreçlerde de ister. Nasıl da m eşrudur H om eros'un gerçekçi­
liği; öylesine dakik ve dolgun bir gerçekçiliktir ki bu, neredeyse
tüm M ikenos k ü ltü rü n ü m uhayyilede canlandırabilir. Ve E yüb
kitabına, onun 37. B ölüm üne atıfta b u lu n an da, gerçi bir F ran­
sız m atem atikçi degil ama doga araştırm acısı olarak Alexander
von H um boldt'dur: “G ökkubbede v u k u bulan m eteorolojik sü­
reçler, sislerin değişen rüzgâr istikam etlerine göre biçim lenişi ve
dagılışı, onların renk oyunları, dolu oluşum u ve gök gürlem esi­
nin ortaya çıkışı, ferdî bir vuzuhla tasvir edilir. B ugünkü fiziğin
bilim sel ifadelerle form üle edebildiği fakat tatm in k âr biçim de
çözem ediği birço k soru da ortaya atılm ıştır b urada,” (Kosmos !/,
Cotta, s. 35). Böylesi dakiklik ve sahicilik elbette her büyük şa ­
irin has ve asli vasfıdır; çoğunlukla, m anevî-dinî nazm ın da bir
vasfıdır - bir sanat eseri olarak ilahilerdeki gibi. H er yüzeye am a
aynı zam anda her u çuk abartıya da yabancı olan, -H om eros'un,
Shakespeare'in, G oethe’nin, Keller'in, Tolstoy’un şereflendirdiği-
manâlı gerçekçiliğin talebi sanatta (yeni zam anlarda en azından
rom anda) öylesine itibar g ö rm ü ştü r kt - h a tta kim i doruklarda
yerine de getirilm iştir-, sanki Magister ludi'ye179 ve onun oyun-
eserine karşı hakikat aşkından kaynaklanan bir şüphe hiç d u ­
y ulm am ıştır b u güne kadar. Yine de sanatçılar, estetik hakikat
so rununu -so m u tla ' ilgili b ir soru olarak d a - halletm iş değildir­
ler, olsa olsa kendileri açısından arzulanır ve anlam lı bir tarzda
çoğaltm ış ve inceltm işlerdir bu soruyu. Ç ünkü tam da gerçekçi
sanat eserinde g ö rü n ü r ki, b ir sanat eseri olarak o, tarihsel, do-
ğabilimsel m alûm atın hele idrakin b ir kaynağı olm aktan başka
bir şeydir. O nca isabetle tanım ladığını aynı zam anda halihazır
k o n u m u n d an çok y u karılara yükselten enfes sözler ona m ah­
sustur; h er şeyden önce, bilim e fazlasıyla yabancı bir ruhsatla
kişilerle hadiseler arasında istediği gibi dolanan b ir masalcılık,

179 Oyunun yöneticisi.


266
ona m ahsustur. Bu sayede icat edilen aracılıgıyla som ut olarak
gözlenenin ara hacim lerini dolduran ve eylemi güzelce salınan
bir daireye yuvarlayan bir m asallaştırm adır bu - ve kelim enin
her iki anlam ıyla m arifet.’80 H er halükârda, en gerçekçi sanat
yapıtlarında bile, hele sanat rom anlarında, şekle şem âile b ü rü n ­
dürm enin, fevkine geçm enin ışığı, görm ezden gelinemez. Ken­
dilerini ilkin gerçekçi olarak sunm ayan sanat eserlerindeki o b ü ­
yük ışık da çok “yükseltici/büyütücü" b ir etki yapar; ister Mev-
cut-B ulunm a'nın yanında veya ilerisinde bilinçli olarak rom anti-
ze ediyor olsun bu eser, isterse salt bir “süje"nin çok ötesinde
M itos - n e olursa olsun, sanatın en eski b esin i- üretiyor olsun.
G iotto'nun “Lazarus'un Uyanışı", D ante'nin “Paradiso"su [Cen­
net], F aust'un son kısm ındaki Gökyüzü: nedir bunların filozof­
ların H akikate ilişkin sorusu karşısındaki d u ru m u - ayrıntılar­
daki tüm gerçekçiliklerin ötesinde? E dindiğim iz d ü n ya bilgisi
anlam ında hakikat degildir bunlar; peki am a o zam an, bu eser­
lerin form ların ın içeriğinin - k i o n ların ayrılm az u n s u r u d u r-
üzerim izde yarattığı m uazzam etkinin, dünyayla ilişkili, m eşru
bir tarzda, anlam ı nedir? Öyleyse dem ek ki, çok başka bir düz­
lemde olsa bile, o Fransız m atem atik çin in “Q u'est-ce que cela
prouve ?"u reddedilem ez bir sorudur, şaşırtıcı b ir şekilde - işin
içinde m atem atik olm asa bile ve k esin lik le g ü lü n ç lü k te n de
uzak olarak. Başka deyişle: Sanatın H akikatine ilişkin soru felse­
fi açıdan, güzel g ö rünüşün -d u ru m a göre m evcut b u lu n a n - res-
medilebilirliğiyle, dünyanın asla tek katm anlı olm ayan gerçekli­
ği içindeki gerçeklik derecesiyle, nesne-m uadilinin konum uyla
ilgili bir soruya dönüşür. N esnel belirlenim olarak ütopya, reel-
m üm kün Oluş derecesiyle, ışıyan sanat fenom eninde özellikle
zengin bir tescil so rununa vâsıl olur böylece. Ve estetik hakikat
so ru sunu n cevabı şudur: M übalağanın ve m asallaştınnanın, ger­
çekle ilgili bizzat H areket-H alinde-M evcut-Bulunanda dönenen ve
anlam kazanan bir O n-G örünüşü, estetiğe içselleşmiş olarak öz­
gül biçim de tem sil edilebilir olanı temsil ettikleri her yerde; sa­
natsal görünüş, salt görünüşten ibaret olm ayıp, ileriye doğru ite­
n in im gelerle sarm alanm ış, sadece im gelerle tanım lanabilir anla­

180 1, ustalık hüneri 2, sanatsal tamamlık (mükemmellik).


267
mıdır. Bireysel hadiselerde olduğu gibi toplum sal ve doğal-gibi
olanlarda da alışkın veya körelm iş duygularla pek görülem eye­
cek şeyler, burad a aydınlatılır. Bu sayede bu ön-görünüş, sanatın
m addelerini biçim lerle, d u ru m larla, eylem lerle, m anzaralarla
son noktasına itişi; b u n la rı acıyla, m utlulukla ve anlam ca, beyan
olunm uş sonuca vardınşı, erişilebilir olur. Ö n-görünüş, şu ba­
kım dan bu Erişilebilir O lanın kendisidir ki, Sonuca-D oğru-ltm e
ustalığı, her nesnenin estetik olarak temsil edilebileceği, d iya lek­
tik olarak açık uzam da vuku bulur. Estetik olarak tem sil edilmek;
bu nesnenin, içselleştirilmesi başarılm ış, biçim lendirilip gelişti­
rilm iş, dolaysız-duyusal veya dolaysız-tarihsel v u k u u n a kıyasla
daha gerçek varoluş kazanm ış vukuu dem ektir. Bu gelişme ön-
görünüş olduğunda da G örünüş olarak kalır, am a illüzyon ola­
rak kalmaz. Sanatsal im gede görünen her şey bir karara/belirlen-
m işliğe d o ğ ru sivriltilm iş veya y o ğ u n laştırılm ıştır; yaşantısal
gerçekliği gerçi pek ender gösterir am a süjelerde pekâlâ vaz'edil-
m iştir bu belirlenm işlik. Sanat b u n u n tem ellendirilm iş bir gö rü ­
nüşle fark edilm esini sağlar - paradigm alik kurum olarak sah­
neyi düşünerek. Sanal [virtüel] olarak kalır; ama bir oyuncunun
virtüel oluşuyla aynı anlam dadır bu, yani kendi kendisinin dı­
şında bir nesneyi tüm derinlik boyutuyla yansıtm a yüzeyine ak ­
tarm aktadır. Ve ön-görünüş, dinsel olandan farklı olarak, tüm
aşkınlaştırm a [sürecinde] içselliğini korur: genişletir; Schiller'in
G oethe örneğinde estetik gerçekçiliği tanım ladığı gibi, “o n u n
dışına çıkm aksızın, doğayı g en işletir”. G üzellik, h a tta ulvilik
böylece, nesnelerin h e n ü z hiç olm am ış b ir varoluşuna, dışsal b ir
tesadüf olm aksızın biçim lendirilm iş, hiç ehem m iyetsizliği, ta-
m am lanm am ışlığı olmayan bir dünyaya vekâlet ederler. Estetik
olarak yoklanmış ö n -görünüşün parolası budur: D ün ya nasıl ta­
m am lanabilirdi, bu-dünya H ıristiyan ön-görünüşünde olduğu gibi
havaya uçm aksızin ve kıyam ette y itm e k sizin (karş. Ernst Bloch,
G eist der Utopie [Ü topyanın Tini], 1923, s. 141). Sanat, tam am ­
lanm ayı/m ükem m eli, her vakit tekil-som ut olan biçim lenm ele­
rin d e ara r sadece, M utlak O lan’ı, içine nüfuz edilerek bakılan
Özel O lan'da bulur; din ise ü topik tam am lanm ayı/m ükem m elli­
ği M utlaklıkta arar ve bireysel m eselenin selâm etini bile tam a­
m en Totum'a, “Her şeyi yeni baştan yapıyorum "a yerleştirir. İn­

268
san burada yeniden dogmalı, toplum Civitas d d ’ye181 d ö n ü ştü ­
rülm eli, doga göksel olanın n û ru n a kavuşturulm alıdır. Oysa sa­
nat ‘yuvarlanm ış’ olarak kalır, “klasik” haliyle verili olanın etra­
fında sahil gezintisi yapmayı sever, gotik haliyle bile, tüm o sı­
nırlan aşması içinde, düzlenm iş, hom ojenleştirilm iş bir şey içe­
rir. Açık m ekânda vuku bulan, niteliksel sıçram aya uğratıcı [in­
filâk ettirici] bir etkiye sadece m üzik sahiptir; bu nedenle de di­
ğer sanatlar karşısında daim a ayrıksı bir yanı vardır, sanki Güzel
ya da Ulvi olanın düzlem ine ancak u y arlan arak taşınabilirm iş
gibi. Kalan b ü tü n san atlar yük sek karath tem sili dünyanın tekil
biçim leriyle, d u ru m larıy la, eylem leriyle g erçek leştirirler ve o
dünyayı niteliksel bir sıçram aya uğratm aksızın yaparlar bunu;
bu ön-görünüşün m ükem m eV tastam am görülebilirliği b u ndan­
dır. Böylelikle, illüzyon-olm ayandır sanat; çünkü, biçim lendiril-
m iş-uyarlanm ış tarzıyla, olm uş olanın uzatm a çizgisinde sü rd ü ­
rü r etkinliğini. Öyle ileri gider ki bu, antik bir yazar, Juvenal, bir
fırtınanın tüm m uhtem el k o rkularını ifade etm ek için “poetica
tempestas"i82 diye adlandırır onu. Öyle derine gider ki, Goethe,
D iderot’n u n “Resim üzerine d en em e”sine d air notlarında, salt
yeniden üretici natüralizm e karşı, yoğunlaşm ayı koyar gerçekçi­
lik olarak: “Böylece sanatçı, kendisini de m eydana getirm iş ol­
m asına duyduğu şükranla, ikinci bir doğa verir doğaya - fakat
duyum sanm ış, d üşünülm üş, insanilikle tam am lanm ış bir doğa.”
Ama b u insanileştirilm iş doğa aynı zam anda kendi içinde daha
tam am lanm ış bir doğadır; gerçi Hegel'in öğrettiği anlam da zaten
bitm iş b ir lde'n in duyusal g ö rü n ü şü anlam ında değil ama Aris­
toteles'in söylediği anlam da, entelechietik tarzın giderek gelişme­
si yönünde. Evet, tam da bu entelechietik veya Aristoteles’in keza
söylediği üzere: tipik olarak Neticeye G ötüren, Engels'in ‘ger­
çekçi sanat tip ik k a ra k te rlerin tip ik d u ru m la rd a k i tem silidir’
cüm lesinde kuvvetle yeniden hatırlanıyor. Tabii Engels’in tanı­
m ında Tipik olan, ortalam a olanı değil anlam lı biçim de Karakte­
ristik olanı tanım lar; kısacası: bir şeyin, ibretlik d u rum lardan
hareketle geliştirilm iş özsel imgesini. Demek estetik hakikat so­

181 Tanrı Devleti.


182 Şimşeğin poetikası.
269
run u n u n çözüm ü bu çizgidedir: Sanat, içinde idrak edilmiş al­
ternatifleriyle beraber, tatbikata kavuşm uş im kânların bir labora-
tuvarı ve a yn ı zam anda bir şenliğidir. Bu esnada icra da sonuç da
tem ellendirilm iş görünüşün tarzında vuku b ulurlar - yani d ü n ­
yevîye benzer biçim de tam am lanm ış ö n -g ö rü n ü şü n tarzında.
Büyük sanatta m übalağa ve m asallaştırm a en görü n ü r biçim de
egilimsel so nuca ve egilimsel ütopyaya aktarılm ıştır. M am âfih
Tam am lanm a/M ükem m ellik çağrısının -ş iirin Tanrısız duası d i­
yebiliriz b u n a - salt estetik ön-görünüşte kalm ayıp sadece bir öl­
çüde bile pratiklik kazanıp kazanm ayacağı ise şiirde degil to p ­
lum da belirlenir. Ancak kendisine hâkim o lu n m u ş Tarih, ketle-
melere m üdahale eden karşı ham lelerle, m evcut eğilimin fiilen
teşvikiyle, sanat m esafesinde özsel olanın yaşam ın akışı içinde
de genişleyen b ir g ö rü n ü ş olm asına yardım eder. Bu o zam an
gerçi dogru bir hale koyulm uş tasvir yırtıcılıkla aynı şeydir; sa­
natsal im geleri tahrip etmez de cebren onların içine girer, onlar-
daki tipik degil, paradigm atik, yani em sal sunucu içerigi -icabı
h alin d e- verim li kılm ak m aksadıyla. Ve sanatın kendini illüzyo­
na dönüştürerek heba etm ediği h er yerde, m üstakbel özgürlü-
gün bir sezgisini aktarabilendir, güzellik - hatta ulvilik. Çok de­
fa ‘yuvarlanm ış', asla kapanm am ış olarak: Bu G oetheci yaşam şi-
ârı, sanatın da şiândır - kapanm am ış olandaki vicdan ve içeriğe
vurgu yaparak.

Yanlış otarşi; reel fra g m a n o larak ön-görünüş

Çok defa ‘yuvarlanm ış': K endini tam am lanm am ış olarak su n ­


mak, uym az güzel b ir resme. Tam am lanm am ış olan ona dışsal­
dır, ona ait değildir. Kendi eserini tam am etm em iş olan sanatçı
da m utsu zd u r bu durum dan. Mesele, kâfi gelen biçim lendirm e
gücü olduğu sürece ve o ölçüde, b u tam am en doğru ve doğaldır.
M arifetin kaynağı, kendi işini anlayan ve böylece ona tüm üyle
itina etm ek isteyen kabiliyettir. Ama elbette, tam da yalıtılm am ış
İtina uğ ru n a h er seferinde kaydedilm esi gereken şey, kaynağını
kabiliyetten değil -ö n -g ö rü n ü şte bile mevcut b u lu n a n - salt gö­
rünüşteki payından alan o m arifetin o luşturduğu tehdittir. Salt
görünüş için, h o şn u tlu k yaratan b ir görülm enin ve b u n u n tasvi­

270
rinin cazibesi yeterlidir - tasvir edilen ne d enli hayali olursa ol­
sun. Evet, Hayali Olan ya da hayali olm uş olan, salt görünüşe
bilhassa dekoratif b ir ‘yuvarlanm ışlık’ kazandırabilir; m eselenin
ciddiyetinin güzel bir bağlam içindeki oyunu en azından rahat­
sız ettiği, hatta kesintiye uğrattığı b ir şekillenm edir bu. Tam da
imgeleri özellikle kolayca, özellikle irreel biçim de birarada ika­
met ettirebilm esi sayesinde salt görünüş, yalın illüzyonun öte­
sinde herhangi bir ilgiyi ve herhangi bir k o n u n u n m evcudiyetini
işaret etmeyen o h o şn u tlu k verici yüzeysel bağlam ı garanti eder.
Tasvir edilen şeye inançsızlık, pürüzsüz illüzyon açısından bir
yardım dahi sayılabilir —k u şk u d an bile daha büyük b ir yardım ­
dır. R önesans ressam lığında, an tik T anrılar k arşısında göster­
m işti ken d in i bu durum ; ressam ın, Tanrıları tasvir ederken, Kut­
sal karşısında yeterince esrarlı b ir havada davranm am ış olm ak­
tan ötürü korkm ası gerekm iyordu. Aynısı, kısa süre sonra, m ito­
lojik biçim e [görel ‘yuvarlanm ış’ şiirde de görülecektir. Camö es,
“Lusiad”larda gayet iro n ik ve b ir yandan da en canlı dizelerinde
Tanrıçası Them is’e, gerek kendisinin gerek S atürn'ün, Jüpiter'in
ve ortalığa çıkan b ü tü n diğer Tanrıların, “ölüm lülerin kör cin­
netinin sınıf şarkılara cazibe kazandırm ak için doğurduğu mağ­
ru r masal varlıkları” olduğunu söyletir. G erçi burada güzel gö­
rü n ü şte n istifade ed erek m ito lo jik içerikler h atırda tu tu lm u ş
hatta bir ö n -g ö rü n ü şü n m uhtem el alegorileri arasına katılm ıştır;
fakat asla kesintiye uğram am ış g ö rünüşün bilhassa davet ettiği o
tam am lanm ış dolm uşluğun araçlarıyla yapılm ıştır bu. Nihayet,
burası için b ir başka davet, -sad ece antik veya antikleştirici kla­
sik değ il- h er sanatı çevreleyen, infilâke yol açm aksızın [nitelik­
sel bir dönüşüm le) sıçrayan içkinlik tarafından gelir. Tam da O r­
taçağ sanatı, dinsel-aşkın vicdana rağmen, estetik tarzda ‘yuvar­
laması yapılm ış’ bir tatm inin örneğini sunar. G otik'te bu vicdan
m evcuttur, fakat onun kendisinde de keza tuhaf, klasik-Yunan
dengeden kay n ak lan an b ir â h en k vardı. Lukâcs erken dönem
yazılarında abartarak d a olsa saptam ıştı bunu: “Böylece kilise­
den yeni b ir polis oluştu... o niteliksel sıçrayış, dünyevi ve uhre-
vi hiyerarşilerin skalasını verdi. G iotto ve D ante’de, W olfram ve
Pisano'da, T hom as ve Franziskus’ta d ü n y a te k ra r yuvarlak oldu,
bir b ü tü n olarak görülebilir hale geldi, uçurum da hakiki derinli-

271
gin tehlikesi kalm adı. Fakat onun tüm karanlığı, siyah siyah ışı­
tan gücünden bir şey yitirm eksizin, saf yüzeye dönüşerek, hiç
zorlam asız renklerin tam am lanm ış birliğine dahil olm uş oldu.
K urtuluş çığlığı, dünyanın nihayete erdirilm iş ritm ik sistem inde
bir uyum suzluk haline geldi ve böylece yeni, fakat Yunan’ınkin-
den daha az renkli ve daha az m ükem m el olm ayan bir dengeyi
m ü m k ü n kıldı: uygun su z, hetero jen y o g u n lu k ların d engesi,”
(Die Theorie des Rom ans [Roman Teorisi], 1920, s. 20 vd.). Ma-
mâfih Gotik'te G rünew ald'ınki gibi Alman m üstakil uygulam ala­
rına, bu tarz bir m ükem m ellik izafe edilemez. O ysa A kdeniz be­
lirlenim inde kalan O rtaçağda, asla klasik b ir güçte olmasa bile,
Estetik O lanın bu h ipostazının183 ayuı oranda sıkı, b ütü n lü k lü
bir bakışını görürüz. Burada bir ahenk ve bağlam ın sadece ide­
alistçe olm ayıp, nihâi kökeni itibarıyla büy ü k Plan'a yani tüm
‘yuvarlam a'nın köken im gesine dayanan b ir tam am lığı vardır.
Pan [Tüm ), dünyanın Bir[liğ]i ve H er Şeyidir, keza hiçbir şeyi
ek sik olm ayan o B ü tü n o larak h ü rm e t g ö rm ü ştü r. ‘Yuvarla-
m a'dan başka hiçbir şeye dogru olm ayan nihâi igva bundandır;
Yunanî d en g en in tü m ü y le pagan, yani [niteliksel] sıç ra m a sız
dünya imgesinin, A stral [göksel] mitos’un sekülerleştirilm iş tarzı
olm ası da bundandır. Bu m itosta evren sahiden “süs"tü, m uva­
zeneli bir güzelliğe sahipti; durm aksızın kendi etrafında döner­
di; ve Hen kai pan'84 bizzat bir daireydi, ucu açık bir parabol de­
ğil - bir küreydi, bir süreç fragmanı degil. Bu nedenle sanatın bu
fazlasıyla ‘yuvarlayıcı' biçim i içinde çok defa panteist yapılı ol­
ması sebepsiz değildir; tersine, tam am lanm ış b ir sistem in sanat
dışı bir v u k u u n u n da hoşnutluk veren b ir güzellik etkisi yarat­
m ası da sebepsiz değildir. D uyusal gö rü n ü şten , canlı kıyafetli
Tanrısallıktan alın an h az da elbette katkıda bulu n m aktadır bu
panteist akım a, fakat ona yönelten daha güçlü igva, âhenkli-bo-
zulm am ış bağlamdır, “evren"dir [Kosmos] - “âlem şum ül” [Uni-
versum] olm adan bile. B ütün bunlar, san at eserinde hakiki bir
m arifetin, görünüşte tam am lanm ışlığa ait ve abartılı-içkin haliy­
le ön-görünüşü ilkin perdeleyen bir özerkligin neden yaşayabil-

183 Her yere yayılma.


184 Bir ve tüm.
272
diginin m uhtelif sebepleridir. Ama aynı şekilde, - k i b u belirleyi­
ci Ö teki nokta, belirleyici H ak ik attir-, tüm büy ü k sanatta, yapıt-
sal bağlam ın hoşnutluk vericiliğinin ve hom ojenliğinin kırılmış,
kırılıp açılmış, kendi kendine d ö n ü k bir tasvir yırtıcılıkla yolu­
n u p koparılm ış g ö rü n d ü ğ ü yer, içkinligin form el-içeriksel bir
tam am lıga kadar götürülm ediği, k en d in i halâ fra g m a n halinde
su n d u ğ u yerdir hep. Orada, -frag m an ter olanın kaçınılabilir an­
lam daki salt tesadüfîligiyle asla karşılaştırılam az- m addi, fazla­
sıyla m addi türden, 'yuvarlanm am ış' içkinlikle bir boşluk alan da
açılır. G üzel'in hatta Ulvi'nin estetik-ütopik anlam ları da tam b u ­
rad a gösterirler hal ve hareketlerini. Yalnızca h ad d inden fazla
susturulm uş/dindirilm iş, galeri m akam ında konum landırılm ış,
salt O bjet d’a rt’85 kılınm ış sanat eserindeki Parçalanm ışlık unsu-
■ru - veya çok daha iyisi: büyük sanat varlığında zaten bizzat bi­
çim lendirilm iş olan Açıklık, Asli olanın bir şifresini veren m al­
zem e ve form u sunar.
Asla kapalı olmasın: en güzel olana, tam da boyanın kalkm ası
yarar. Yüzeyin soluklaşm ası veya koyulm ası; akşam leyin, ışık
yatay düşüp de daglar öne çıktığında olduğu gibi. Yüzeyin, keza
eserlerin konum landığı kültüre benzer-ideolojik bağlamın par­
çalanması, -n e re d e v arsa- derinliği açıga çıkarır. Duygusal en-
kkaz veya Yunan heykellerinde sıklıkla oldugu gibi figürü daha
sıkılaştıran, daha blok halinde b ir plastik katılık m eydana geti­
ren türden Torso değildir, burada kastedilen. Böylesi de durum a
göre form un iyileştirilm esini sağlayabilir am a zorunlu olarak şif­
reyi güçlendirm ez - ki mesele de budur.. Şifrenin güçlendirilm e­
si, m ünhasıran, çöküşün yol açtıgı yırtılm alarla sağlanır - çökü­
şün, Objet d'art'da ve O bjet d’art’ın d ö n ü şü m ü olarak taşıdığı ga­
yet özgül anlam da. Bu biçim de, enkaz veya Torso yerine ardcı bir
fragm an oluşur; tam da san atın derinlik-içeriginin h akkını, ese­
rin oracıkta sunabilecegi Tam am lanm ışlık’tan daha iyi verebile­
cek bir fragm andır bu. Esasına indirgendigi çöküş içinde her
büyük sanat, kendi içinde onca kapalı olan M ısır sanatı bile, bir
ardcı fragm ana d ö n ü şü r b u şekilde; çünkü sanat eserinin üzeri­
ne kaydedilm iş oldugu ü to p ik zem in yükseliyordur. K ültür m i­

185 Sanat nesnesi.


273
rasının iktisabında daima eleştirel olunm ası gerekiyorsa, o za­
m an bu iktisabın özellikle k ritik olan ânı, m üzelik Objet d'art
haline getirilenin kendi kendini fesh edişidir; ama b u n u n yanın­
da, sanat eserine yerli yerinde sahip olm ak isteyen ve m üze te-
m aşâsında daha da yükselen, yanlış tam am lanm ışlık anlayışıdır.
Ada gibi olma hali b ir sıçrayışla değişir, tam am en açık, baştan
çıkarıcı sem bol tasvirlerinden oluşan bir figürler dizisi öne çı­
kar. Hele, ardcı fragman fenom eni sanat eserinin b izza t kendisin­
de yara tılanla birleştiğinde: yani, fragm anter olanın becerileme-
mişi veya tesadüfen bitirilem em işi ifade ettiği alışılageldik hatta
yavan anlam ında degil de, en yüksek ustalıkla yapılıp da sona
erdirilm em iş, ütopik baskı altında dönüşm üş olanın som ut anla­
m ında. Eserin tü m kudretine rağm en hatta evet o n u n sayesinde,
bir boşluk alanına ve o n u n ardında verim li bir karanlığa sahip
olan B üyük G otik’te, kısm en Barok’ta da, d u ru m budur. N itekim
tam da tüm üyle icra edilm iş G otik, Pan’a ragm en b u rada da,
m erkezî bir Bitir-ememe fragmanı sunar. Bunun peşinden alışı­
lagelen p arçalan m ışlık an lam ın d a frag m an ların da oluşm ası,
kendine m ahsus bir ilginçliktir - mamâfih yegâne m eşru anlam
olm akla beraber alışılagelm em iş, salt zikredilerek görünen bir
alem şum ûl anlam taşır bu da. Herhangi bir başka büyük usta­
dan daha fazla fragman bırakm ış olan M ikelancelo'da böyledir;
üstelik dik k ate değer b ir biçim de, resim fragm anları değildir
bunlar, en kendine has meşgalesi olan heykelde fragm anlar b ı­
rakmıştır. Ç ü n k ü resim de her başladığını bitirm iştir, oysa hey­
kellerde olduğu gibi m im arîde de, - h iç resim deki tu tu m u n a uy­
gun olm ayan b içim d e-, yarı tam am lanm ış çok işi bir kenara bı­
rakm ış, asla tekrar ö n ü n e alm amıştır. Vasari, M ikelancelo'nun
tam am ıyla sonuna eriştirdiği eserlerin sayısındaki azlıga hayret
etm ek gerektiğini, ö n ü n e koyduğu hedeflerin o lağanüstü bü­
yüklüğün ü n tekabül ettiği bu dehânın gücü ve ■doğası d ü şünül­
düğünde daha da çok hayret etm ek gerektiği sinyalini verm işti
sanat tarih [çiler] ine. Fakat burada sanatsal ‘yuvarlam aya', sanat­
sal tam am lam a/m ükem m ele eriştirm e [eğilimine] direnç göste­
ren etken, işte bizzat M ikelancelo'da o olağanüstü büyüklüğe te­
kabül eden şeydi; olağanüstü kudretli bir doğal ile olağanüstü
kudretli b ir ödev arasındaki m utabakattı; öyle ki, tatbikatı ta-

274
m arnlanm ış hiçbir şey bu uyum un hakkını veremezdi, halta Ta­
m am lanm am an/M ükem m elliğin k endisi de verem ezdi - böyle
derinlem esine M utlağa doğru sürü k len en , bir fragm ana d ö n ü ­
şü rd ü çü n k ü . Bu ta rz b ir fragm an da, tap ın ak sal-o lm ayanın,
âhenksizce ‘K atedralik' olanın bir cüzünden aşağı değildir artık,
p o st fe s tu m m G otiğin vicdanıdır. Estetik tam am lanm anın derin­
liği bizzat tam am lanm am ış olanı bile harekete geçirir: nitekim ,
alışılag elen a n la m d a F ra g m a n te r-O lm a y an , M ik e la n ce lo ’da,
-M edice M ezan 'n ın figürlerinde o ld u ğ u gibi, St. P eter Kilise-
si'nin kubbesinde d e -, sanatın U ltim um [nihaî] ölçüsü dem ek
olan o ölçüsüzlüğe ulaşır. B undandır neticede, bu n ih âtlik tar­
zındaki tüm eserlerde, Batı-D oğu D ivanı'nda, B eethoven'in son
kuartetlerin d e, Faust’ta, k ısacası Son'daki B itirem em e'nin ‘b ü ­
yük' kıldığı her yerde, fragm anterin m eşru, çü n k ü m addî oluşu.
Tamama erdirilmiş büyük sanatın içindeki -ta m da o n u n içinde­
k i- tasvirlere sald ın akım ının, ideolojik etkisini pekâlâ sürdür­
m ekte olan nedenini arayacak olursak, onun Yol- ve Süreç Pat-
hos'undadır, Incil'le dünyaya gelen eskatolojik vicdandadır. E xo­
dus [Huruç] ve İm paratorluk D ininde M utlaklık sadece m utlak
olarak dönüştüren ve [niteliksel] sıçramaya yol açan, ütopik bir
M utlak'tır; bu M utlaklığın önünde sadece bizim bilgimiz değil,
vicdanım ızın bağlı b u lu n d u ğ u şim diye k adarki tüm O lm uşluk
da, yam alı eser olarak görünür. Sadece yaratıksal sınırlılık hatta
teslim iyet an lam ın d a değil, en ü re tk e n an lam ın d a da yam alı
eser, veya nesnel fragm an. O n u n üzerinde, kıyam etsel infilâk
[nitel sıçram a] anlam ında “Bak, h e r şeyi yeniden yapıyorum "
vardır ve b u her b ü yük sanata, D ürer'in gotik resm ini A pocalyp-
sis cum figuris™ 7 diye adlandırm asını sağlayan ruhla cereyan ve­
rir. İnsan henüz katılaşm am ıştır, dün y an ın gidişi henüz k arar­
laştırılmamış, kesinleşm em iştir - işte, h er estetik iletide de bu
d e rin lik vardır: b u ra d a ki Ü topik, e ste tik iç k in lik te k i -o n d a en
esaslı içkinlik o la n - paradokstur. Fragm an [yaratmaya] m uktedir
olunm asaydı, estetik fantezi gerçi dünyaya ilişkin yeterince gö­
rüşe sahip olur, her türlü başka insanî idrakin ötesine geçerdi,

186 Arkasından, ardçı.


187 Resimlerle Mahşer, Dürer'in l 498'de Incil'deki Mahşeri bir dizi oymabaskıy-
la yorumladığı eseri.
275
fakat neticede m uadil kavram ını bulam azdı. Ç ünkü dünyanın
kendisi, vaham et içinde yatıyorken, bitm em işlik içindedir ve va­
ham etten çıkm aya d ö n ü k deney sürecindedir. Bu sürecin ortaya
attığı biçimler, şifreler, alegoriler ve sem boller, olanca zenginlik­
leriyle, kendileri de hep beraber henüz fragmanlardır; sürecin ta­
m a m la n m ış olmaksızın onlann içinden aktığı ve diyalektik olarak
başka fra g m a n fo rm lan n a geçtiği reel fragm anlardır. Fragm anter-
lik, sem bol için de geçerlidir - sem bolün süreçle değil süreçteki
U num necessarium 'lam ilişkili olm asına rağm en. Ancak tam da
bu ilişki yoluyla ve b u n u n bir erişm işlik değil sadece bir ilişki
olm ası nedeniyle, sem bol de fragm an içerir. Reel sem bolün ken­
disi de fragmandır, çünkü sadece izleyici nazarında üzeri örtül­
m üş, kendi başına ve kendi için ise aşikâr olm ayıp, tam da ken­
di başına ve kendi için henüz belirtik hale gelmiş değildir. Sa­
nattan bakarak ve sadece sanattan bakarak da değil, fragm anın
anlam ı buradadır: Fragm an, m eselenin içinde duruyordur, rebus
sic im perfectis et fluentibus™ 9 dünya m eselelerine aittir. N esnel
belirlenm işlik olarak so m u t ütopya, so m u t fragm anı nesnel be-
lirlenm işlik o larak varsayar ve gerçi elbette neticede aşılacak bir
şey olm akla birlikte [sürece] dahil eder. B undan ö tü rü her sa­
natsal, hele ki her dinsel ön-görünüş, sadece, b u dünyada frag-
m anter olanın kendisini ön-görünüş olarak kurm asını sağlaya­
cak malzemeyi sağlaması nedeniyle ve o ölçüde, som uttur.

S ö zk o n u su olan gerçekçiliktir, her gerçeğin bir u jk u vardır

Şeylere yapışıp kalm ak, onların üzerinden uçup g itm ek - ikisi de


yanlıştır. İkisi de dışsal, yüzeysel, soy u t kalır; dolaysızlığı ile,
kopam az yüzeyden. Yapışan, zaten ona bağlı kalır; u çu p giden
de gerek kendi düzensiz Iç'inde bağlıdır yüzeye, gerekse kaçıp
gittiği buharlaşm ış dolaysızlıkta. Yine de tabii ü zerinden uçup
gitm ek, şeyleri old u ğ a gibi k ab u l etm ekten daha yüksek bir in ­
san tipine ilişkindir. H er şeyden önce: b u şeylere yapışıp kal­
mak, düşü n ü lm ü ş b ir şey o larak da y a ^ ı kalır, yani am piristtir,
oysa uçarılık, düşü n ü lm ü ş bir [tavır] olarak, pekâlâ zeminsizli-
188 Tek zorunluluk.
189 Şeylerin eksik ve akışkan hali.
276
ğe son verebilir. Düz am pirist de taşkın u ç a n da, kavrayam adık­
ları Gerçeğin akışı karşısında sürekli şaşkındırlar; am a ilki, sö-
zü m ona vakıaların fetişisti olarak, ıslah edilemez - oysa hayalci,
d u ru m a göre, eğitilebilir. D ünyada am piriste tekabül eden, süre­
cin tekil uğraklarını sabitleyip vakıalar halinde katılaştıran Şey-
leşme vardır sadece; am pirist de şeyleşme ile birlikte yükselir ve
çöker. Oysa üzerinden uçup gitm ek en azından kendisi hareket
halindedir, yani sahici hareketle esastan telif edilemez durum da
kalm ak zo ru n d a olm ayan b ir tutum içindedir. Biçim lendirilir-
ken, üzerinden u çup gitm enin, kendine ait bir sanatı vardır -
çok fazla görünüşe dayansa, neredeyse bilinçli olarak hakiki-ol-
m ayan bir düşsel-görünüşe doğru m ütereddit b ir kaçış olsa da.
Fakat üzerinden uçup gitm enin so m u t düzeltisi sanatta, -sadece
sanatta da değ il-, aynı anda hem insanın içinde hem de onun
m ütekabili olan nesnede vuku bulan imgelere, görüşlere, eğilim­
lere kapı açar. Bu som utluk, sürüngen am pirizm den ve estetik
olarak ona tekabül eden natüralizm den çıkm az - bunlar, fiilen
olanı saptam aktan, esasen ne olup bittiğinin araştırılm asına ge­
çemezler. Buna karşılık fantezi, so m u t fantezi olarak zuhur etti­
ğinde, sadece duyusal artığı değil, yaşantısal sahiciliği olan do­
laysızlıkta ve o n u n ardında b ulunan dolayım ilişkilerini zihinde
canlandırm ayı bilir. O zam an, yalıtılm ış vakıadan ve soyut do­
laysızlığın aynı biçim de b ü tü n d en yalıtılm ış yüzeysel bağlam ın­
dan farklı olarak, görünüşlerin ilişkisi kendi çağının B ütününe
ve süreç halindeki ütopik Totum’a doğru yönelir. M âhiyeti böyle
olan fantezi aracılığıyla, karakteristik-tipik tü rd en isabetli tekil
im geler ve b ü tü n se l resim lerle, sanat, idrake d ö n ü şü r: g ö rü ­
nüm lerdeki “anlam lı”yı izler ve icra eder onu. Bilim, m âhiyeti
böyle olan b ir fantezi aracılığıyla, görünüm lerdeki “anlam lı”yı
kavramlarla zapteder - asla soyut kalm adan, asla fenom eni sol­
durm adan hatta yitirm eden. Ve “anlam lı”, sanatta olduğu gibi
bilim de de, G enel'in özelidir; d iyalektik-ucu açık bağlam ın o
durum daki kertesidir, Totum'un o d u rum daki karakteristik-tipik
figürüdür. Ve b ü tü n çağ açıcı uğrakların kavranm ış çağ açıcı Bü­
tü n ü n ü n kendisinin de yine b ir uğrak teşkil ettiği esas Totum ,
tam da geniş dolayım lı b ü y ü k eserlerde ancak u fu k ta gösterir
kendini - biçim len d irilm esi b itm iş bir g erçeklikte değil. H er

277
canlının etrafında bir atm osfer vardır, der Goethe; toplam da her
Sahici şey, yaşam oluşuyla, süreç o luşuyla, n esn el fantezinin
m uadili olabilecek oluşuyla, b ir ufka sahiptir. K endinin karanlı­
ğında, yatay uzanan bir iç ufuk, bir de çok uzaklarda, dünyanın
ışığında, dış ufuk; h er iki ufuk da kendi ard lan n d a aynı ü to p ­
yayla dolu, dolayısıyla Ultimum'da özdeştirler. Geleceğe d ö n ü k
u fu k koyverildiğinde, gerçeklik sadece olm uş, ölü bir gerçek
olarak gö rü n ü r; ölülerini buraya göm enler de ölülerdir, yani na-
türalistler ve ampiristler. Geleceğe d ö n ü k ufka da b ir yandan ba­
kıldığında ise, gerçek, in concreto [som utta] olduğu gibi gö rü ­
nür: B itm em iş b ir dünyada v u k u bulan d iy alek tik sü reçlerin
oluşturduğu bir yol ağı. Bu m uazzam gelecek: içindeki reel im ­
kân olm asaydı, değiştirilm esi hiç m ü m k ü n olm ayacak olan bir
dünyadır bu. Gelecekle beraber, sürecin h er b ir k ısm ının yalıtıl­
m ış b ü tü n ü n ü değil, sürece bağlı b u lunan yani henüz eğilimsel
ve saklı d u ru m d ak i şeyin b ü tü n ü n ü tem sil eden o Totum. Sadece
b u d u r gerçekçilik; ve her şeyi önceden bilen, tekbiçim li ve biz­
zat biçim ci şablonunu gerçeğin kendisi sayan o şem atizm nüfuz
edemez buna. Reel im kân olm adan tam am lanm ış olm az gerçek­
lik. Geleceği taşıyan niteliklerden y oksun dünya, darkafalınınki
kadar az hakeder b ir göz atılmayı, b ir sanatı, b ir bilimi. Som ut
ütopya her gerçekliğin ufkundadır; reel im kân açık d iya lektik eğ i­
lim leri, [süreçte] saklı olanlan çevreler son noktaya dek. Bunlarla
kaplanm ıştır, kadim bir gerçekçilikle, tam am lanm am ış m adde­
nin tam am lanm am ış hareketi - ve hareket, derin Aristoteles sö­
züyle, “tam am lanm am ış Entelechie”dir.

18
‘İM K Â N ' K A T E G O R İ S İ N İ N T A B A K A L A R I

Ne kadar sıktır, b ir şeyin olabilir görünm esi. Hatta, şim diye ka­
dar olduğundan farklı olabileceği, bunun için birşeyler yapılabi­
leceği. Fakat bu da, bu halin kendi içindeki o n u n öncesindeki
bir M üm künlük olm aksızın, m ü m k ü n olamazdı. G eniş bir saha
vardır burada, her zam an olduğundan daha fazla sorgulanm ası
gerekir. Bir O labilir'in söylenebilir ve d üşünülebilir olm ası bile,

278
asla dogal bir şey degildir. Henüz ucu açık bir şey vardır orada,
şimdiye kadarkinden farklı kastediliyor olabilir, ölçüleri degişti-
rilecek, başka b ir yere bağlanacak, değiştirilecek olabilir. Artık
yapılabilir ve m ü m k ü n hiçbir şeyin olm adığı yerde, yaşam öl­
m üştür. Yoksa o genç çağrı nasıl m ü m k ü n olabilirdi?: “Şimdi
her şey, her şey değişm elidir.” Elbette, salt M üm kün'de çok şey
m üphem dir; sadece akışkanlık veya akışkan halde tu tan yoktur,
kayıp giden birşeyler de vardır. F akat insan tercihen kendini
M ü m k ü n ’e veren ve ö n ü n e M ü m k ü n 'ü alan b ir yaratıksa, bu
M üm kün’ü n m üphem liğinden ö tü rü güçten düşm ediğini, onun
ucu açıklığının hiç de rastgele olm adığını bilir. O labilirlik de ya­
sallık taşır; salt kelim elerin oyununda bile öyledir - hele ki, çok
geçm eden iş ciddileştiğinde. O labilir'in içi havayla dolu görünen
m addesi/m alzem esi de çok ağırdır aynı zam anda; sıkı sıkıya alâ­
kadar olmayı, işlenm eyi gerektirir. Yoksa, öncelikle, Olabilirliğin
değişik tabakalan g ö rü n ü r hale gelmeyecektir.

B içim sel M ü m k ü n

Elbette başlangıçta öylesine çok şey söylenebilir. K onuşm a her


şeye teslim eder kendini, kelim eler anlam sızca biraraya getirile­
bilir. Su gibi bileşim ler m üm kündür: “b ir yuvarlak veya”; “bir
insan ve öyledir”. Söylenebilir olm aları dışında, hiçbir M üm kün­
lük yoktur bunlarda; anlamsız saçm alıklardır. Anlamsız değil de,
dinleyenin kafasını karıştıran tezatlı ifadelerde d u ru m farklıdır.
İfadenin dolaysız bir iç çelişki içerdiği durum lardır bunlar: “yu­
varlak dörtg en ” gibi, veya “denize açılmış o lan b ir gemiye bin­
di” cümlesi gibi. İşaret ettiği şey ve yüklem i dolaysız çelişki içe­
ren bir anlam saçmadır, fakat hiç de anlam sızlık değil, anlam sal
tezattır. Salt söylenebilir olan saçm alıktan farklı olarak pekâlâ
D üşünülm esi M ü m kün b ir şeydir, biçimsel b ir O labilir'dir; çün­
kü b ir ilişki içinde tasavvur edilebilen h e r şey, D ü şünülm esi
M üm kün’dür. H atta eklem lerinin birbirleriyle bağı sadece saçm a
olm akla kalm ayıp tüm üyle uyumsuz olan, m am âfih uyum suz ol­
m akla birlik te yine de biçim sel olarak kaydedilebilir b u lu n an
ilişkiler, D ü şü n ü lm esi M üm kün'e dahildir. “H id d etli ü çg en ”,
“okum uş asma k ö p rü ” gibi ifadeler, veya “şim şek olan at” - ve

279
b u n u n gibi, kabil-i telif olm ayan bir sürü şey. Böyle bir abartm a,
salt D üşünülm esi M üm kün'ün ne denli kıyısız olabilecegini gös­
teriyor. Şeyler arasında h erhangi bir ilişki olm adığı ifadesinin
içindeki ilişkinin bile, D üşünülm esi M üm kün’ü n içinde verim ­
siz olm ayan b ir yeri vardır. D üşüncede kesinliksizlikten bir be­
reket olabileceği gibi, -y a n i kötü b ereket-, D üşünülm esi M üm ­
k ü n ’ü n içinde de kötü ucu açıklık vardır. H er şeyden önce ken­
disiyle tezat h alindeki biçim sel Olabilirliğin içinde açılım bulan,
iyi ucu açıklığına yanısıra...

M addeten-nesnel olarak M ü m k ü n

Demek sadece söylenm esi degil düşünülm esi de m ü m kün çok


şey vardır. Sadece D üşünm ede degil, idrakte de rastlanabilecek
olan ‘Olabilir', bu nedenle daha net bakar. Kıyısız değil, her za­
m an adlandırılabilir ve bilinen koşulların ölçüsüne göre derece
derece bildirilebilir b ir M ü m k ü n d ü r bu. Fakat böylesi adlandır­
m alar ve dereceler, m addi nesnenin içsel koşullarının olgunlu­
ğunu degil de ilkin sadece tanım anın-idrakin derecelerini ifade
ettikleri için, buradaki M üm kün henüz sık sıkıya m addî değil,
[maddî koşullan] idrak etm ek, m addî [veçheyi] gözetm ek anla­
m ında m addîdir. N itekim kendini ih tiyat ifadesi olarak koyar;
sonra, tem ellendirilm iş bir yandaşlık ifadesi olarak, o n u n Olabi­
lirliğinin tem ellendirilm iş bir tahm ini olarak, kısacası m addeten-
nesnel olarak tem ellendirilm iş İm kan olarak. Burada koşulu ve­
ya gerçek n edeni teşkil eden şey, temellendirm edir; fakat, tem el­
lendirm e, yani m addeten geçerli bir teyid edici ifadenin idrake
dayalı koşulu, tam teşekküllü olarak m evcut degildir. İlişki h a­
linde tasavvur edilebilen her şeyin D üşünülm esi M üm kün'dür,
fa ka t b u n u n ötesinde, O labilir’in bütün diğer türleri için şu ge-
çerlidir: 'M ü m kü n ', k ısm en ko şu llu o la n d ır - ve an cak böyle
m üm kündür. Bu tanım a şim diden itibaren sıkı sıkıya tutunm ak
gerekir, çünkü tüm değişkeleriyle ‘M üm kün'ün ölçü tünü içeren
b ir tanım dır. Başka deyişle: Salt D üşünülm esi M üm kün’ü n öte­
sindeki her ‘M üm kün', h e n ü z tam anlam ıyla kâfi gelm eyen yani
az veya çok yetersiz bir koşulsal nedenin varlığından ötürü, bir
[ucu] açıklık anlam ına gelir. Kimi koşulsal n ed en lerin varlığı

280
ama hepsinin m evcut bulunm ası itibarıyla, b u suretteki M üm -
k ü n ’den Gerçeğe varılam az. E ski skolastik cüm lenin geçerliliği
bundandır: a posse ad esse non valet co nsequential90 Şimdi b u ra­
da sözko n u su olan m addeten M ü m kün’e geri dönersek; bu da
keza kısm en k o şu llu luk tu r, fakat daha kesin biçim de, sadece
koşullulugun m addl-kısm î Bilgisi-îdraki. Bu koşulluluk kısm îdir
ve öyle de olmalıdır, çünkü koşulların tastam am biraraya gelmiş
olm ası halinde, bir hadisenin vukuu artık sadece kestirilebilir,
az-çok m uhtem el, yani m addeten m ü m k ü n degil, apaçık kesin­
dir. Demek, tam am en m evcut koşulların tam bilgisiyle, bir hadi­
sen in v u k u u n a dair bahse tu tu şm ak adilâne değildir; cebinde
böyle bir bilgiyle Fabius C u n ctato r'9’ rolüne soyunm ak ya kor­
kaklık ya eblehliktir. M addeten-nesnel o larak M ü m kün (keza
maddîliğe-nesnelliğe bağlı ve reel M üm kün de, am a buna daha
sonra geleceğiz), hipotetik bir yargıyla ifade edilir, veya kesinlik
daha düşükse, problem atik bir ifadeyle. Bu bağlam da hipotetik
yargı, problem atik yargıdan, henüz teyid edilm em iş ön-cüm lele-
ri varsaym asıyla ayrılır. Oysa p ro b lem atik yargının tarzı, ön-
cüm lelere dair suskun kalır: "b ugün yağabilir”, “Leukippos bel­
ki yaşam ıştır”, “uzaydan dünyaya inen enerji ışın lan m uhtem e­
len sam anyolundaki bir yıldız k ü m esinden geliyor” - henüz te­
yid edilm em iş ön-cüm lelerin yanında, h enüz bilinm eyenleri de
v arsa y ıy o rd u r b u ifadeler. P ro b le m a tik yargı b u n d a n ö tü rü ,
m addî koşullu bir belirlem e olarak, İm kân’ın esas gelişkin yargı­
sıdır: P, O labilir'in kipliğinde S'ye atfedilm iştir. lm k ân ’ın esasa
dair olm ayan, hatta sahici olm ayan yargılan, buraya ait istisnaî
vakalardır; araştırıcı olm aksızın, sadece alımlayıcı olarak yeter­
siz kalan bilginin yargılarıdır bunlar. Bu sahici olm ayan M adde­
ten O labilirlik şimdiye kadar sahicisinden pek ayırdedilmemiş-
tir, fakat yine de, M üm künlük m ertebesi u ğruna o denli önem li
olan bu fark, göze batar. Sahici olm ayan bir koşullu yargı örne­
ğin şöyle olur: “Su elek trik akım ı tarafın d an p arçalan ab ilir.”
Gerçekte ise su elektrik akım ı tarafından durm aksızın parçalan­

190 Varlıktan Yapabilirlik sonucu çıkarmak doğrudur, Yapabilirlikten Varlığa


varmak ise değil.
191 Doğrudan çatışmaktan kaçınarak Roma'yı Hannibal'in istilasından kurtaran
konsül-diktatör.
281
m aktadır (şayet, belki b u süreci akam ete uğratan yeni koşullar
yoksa). Bu hadisenin bilgisi tam am en tem ellendirilm iştir, o n u n ­
la ilgili b ü tü n koşullar verilidir, dolayısıyla anılan yargının içeri­
ği her türlü k u şk u n u n üzerindedir. O denli kuşku duyulam az
olmayan tek şey, bu öğretici cüm leyi alım layacak bilincin bilgi
düzeyidir. Ve ele alınan yargı sadece bu psikolojik-pedagojik,
ani m antık-dışı anlam da koşullu bir biçim e sahiptir, koşulluluk
kılığındadır. M addî yönden baştan aşağı kategorik ve iddiacı bir
yargıdır bu, hipotetik veya problem atik değil. Bundan ö tü rü d ü r
ki, sadece pedagojik-olm ayan ifadeler, salt araştırıcı ifadelerdir;
kategorik veya iddiacı biçime ilişkin bilgi koşullarına dair bir
non liquet192 vardır bunlarda, sahici m addî-koşulludurlar. Mad-
deten-nesnel olarak İm kân böylelikle, m addeten verili koşullar­
la ilgili tam am lanm am ış bilim sel m alum luk ölçüsündeki bilim-
sel-nesnel tem ellendirilm işliğin derecesini tanımlar.
Böylelikle yargı sa lın ır vaziy ette bırak ılır, so ru d a n az çok
uzaklaşm ıştır. Salınımda kalan, daha ziyade yargıdaki Evet veya
Hayır'dır; yani salt h ü k ü m verm e boyutu veya bir yargıya ilişkin
niteliksel yargı. M addeten M üm kün olan da, sadece bu yargıya
ilişkin niteliksel yargıda barınır; tasvir edilebilir hale gelmeden
önce, buraya yerleşir. Henüz, doğabilimsel veya tarihsel-toplum -
bilimsel vakıalarla ilgili form üle edilm iş so ru ların konm asına
doğru giden varsayım ve kestirim lerde dahi, b u tarzda m addî
İm kân vardır. Kestirim, bir problem atik yargı içinde, araştırm a
nesnesinin kendi reel zem ininde açıklığa kavuşturulacağı ve bu­
na göre kendi akışı içinde anlaşılabileceği tem eli sağlayan koşul­
ların aslî koşulunu veya bir toplu bağlamını öngören bir tasav­
vurda bulunur. Doğabilimsel deneyin sorularının konm asına ve
koşullarına ilişkin değişkelere bu yöntem li kestirim yön verir;
ama, bir m eselenin onunla ilgili çalışma hipotezini oluşturan ge­
' çici tasviri denen o kendine m ahsus yaklaşık hesaplam ayı da ya­
par. Çalışma hipotezi ifadesi gerçi, geç-burjuva görececileri [rela-
tivistler] tarafından hoyrat kullanılm ası ölçüsünde kendi içinde
bir şüphe u n su ru barındırır; bu nedenle daha eski ve katı ifadeyi
kullanalım : höristik [bulgulamacı] ilke. Böyle bir ilke, sözgelimi,

192 “Açık değil”; kesinlikten uzaklık.


282
bir b ü tü n olarak görülem eyen veya karışık tarihsel-toplum bilim -
sel görünüm lerin araştırılm asına yanaşırken başvurulması. gere­
ken hipotetik basitleştirm ede veya zaten bilinenle ilgili hipotetik
b ir analojide, etkili olur. M addeten M üm kün'ün yöntem sel k u l­
lanım daki b u soru koyuş tarzının teyidi veya teyid edilmemesi,
koşulların tahm in edilen bağlam ına d ö nük tüm evarım sal çıka­
rım lar aracılığıyla gerçekleşir. Şu da var ki, en kapsam lı tüm eva­
rım bile, sonucunu, yine m addeten-nesnel olarak im kana ilişkin
b ir yargıdan başka bir türlü ifade edemez. Ç ünkü en m ükem m el
tüm evarım bile tam sayılı olamaz; yani, uzanım b ü tü n alanların­
da türdeş hatta zam anda sabit [verilermişcesine] k u rucu u n su r­
ların tüm bilgisine sahip olamaz. Y öntem li bir kestirim in tüm e-
vanm sal teyidinde bile, m addeten-M üm kün'ün, m utlak kesin ol­
m ayanın, m ukayeseli m uhtem ellik denen -d e re c e derece “astro­
nom ik kesinliğe" dek yükselen- o bakiyesi bulunur. Peki ya, sö-
züm ona tüketici yeterlilikteki aslî-um um î koşulsal nedenin ni­
haî büyük biçim i olan tümdengelim? D oğrudur, o sadece tüm e­
varımsal am piri [ke] ’n in özelliklerini bu Özelliğin G enelliğinden
hareketle bir bütünsel bağlam ın uğrakları olarak idrak ettirm ek­
le kalmaz, aynı zam anda ananevî bir yüce iddiayla, bu özellikle­
rin idrakini zorunlulukla, yani kısm î değil m utlak koşullulukla
türetm ek ister. İlk kilit figürün birinci kipinde, b u gayet açıktır:
Caius [SezarJ, insan olm aklığı nedeniyle zorunlu olarak ölüm lü­
dür. Aracı kavram olarak ‘insan olm ak’ burada ölüm lü olm anın
tüm üyle yeterli “tözsel nedenini" verir; A ristoteles'in m ükem m el
b ir son diye adlandırdığı şey, yani zo runluluğun sonucu, böyle
ortaya çıkar. “M ükem m el diye, önkoşullar dışında hiçbir başka
belirlemeye ihtiyaç duym ayan sonuca derim - ki böylece zorun­
luluğu aşikâr olur”' (Aristoteles, Erste A n a ly tik [Birinci Analitik],
1. Bölüm): m addeten Olabilirlik böylece yerini m addeten Olmak
Zorunda'ya bırakır. Başka-Olabilirliğin hatta Tersinin-Olabilirli-
ğinin böylece ortaya konan imkânsızlığı, sadece en yüksek so­
yutlam anın yapay biçim de arıtılm ış alanlarında gösterir kendini
- orada da, sadece aksiyom lardan [ilksavlar] türetilebilir olanla
veya teorem lerde hâkim olunacak şekilde m evcut b ulunanla sı­
nırlıdır. Aksiyomlar (m atem atiksel, m antıksal; hatta kopyalan­
m ış biçim de daha eski doğal-hukuksal aksiyom lar) gerçi keyfi

283
olarak konm am ıştır; yani gûya olgulardan arındırılm ış kim i Ma­
tem atiksel “tem el araştırm alan"nın havâî bir idealistlikle iddia
ettiği gibi oyun kurallarından ibaret değildir. Aksiyomlar bunun
ötesinde pekâlâ, en soyutça kısaltılm ış ve genel biçim de de olsa
düşünce-dışı nesnel içeriklerin bir tasvirini içerirler. M amâfih saf
kurgusal hâkim iyet kurdukları belirli alanlarla sınırlıdırlar ve bu
sınırlar öncelikle akışkandır (Ö klidci uzam ım ızın "sınırlılık d u ­
rum u" ile o n u n aksiyom lannı veya keza Ö klidci olan am a sonra
diyalektik içinde gelişen tem el m antıktaki çelişki önerm esinin
dönü şü m ü n ü hatırlayın, yeter.) Ama o zam an b ü tü n bu aksi­
yom lar, Aristoteles tarafından tanım lanan “tözsel neden"le (m e­
selen in m ü essir Totum'uyla, E n te lec h ie'yle ) ö rtü şm e k te n çok
uzaktırlar; b u n u n için fazla soyut tutulm uşlardır. “Tözsel n e­
d e n i n kendisi, örneğin ilk kilit figürün birinci kipindeki aracı
kavram olarak C ajus'un İnsan oluşu: A ristoteles'in gerek m ü­
kemmel m antıksal bilginin tem elini gerekse Ö lüm lü Oluşun' ka­
çınılmaz gerçek nedenini görm ek istediği b u İnsan oluşun kav­
ram sal aracılığı da, katı bir tüm dengelim sel kanıt anlam ında, ke­
sin olarak olm uş bitmiş bir zo runluluk oluşturm az. Ç ünkü İn­
san O lm ak da (b ü tü n başka “tözsel nedenler" gibi) süreç halin­
dedir; dem ek, ■d ar anlam da, ölüm süzlük gibi istisnasız bir görü­
n ü m e b ile m a n tık sa l z o ru n lu lu k k azan d ıram az. D olayısıyla
M addeten Z o ru n lu O lan, tü m d en g elim d e de, salt M addeten
M üm kün olarak gösterir kendini - h er ne kadar d u ru m a göre en
k ü çü k dereceden olsa da. Toplam olarak: Kavrayıcı idrakin ön
koşul cüm leleri, kapalı-dünyaya yabancı bir şem atizm e düşm ek­
sizin, sonuçlanm am ış M addî'den daha tam am lanm ış olamazlar;
o m addî olanı kendi tarzında, kavram, hüküm , sonuç olarak tas­
vir etmelidir. M addı-Nesnel’in içinde de M üm kün’ün alanı, sui
generis, çok büyüktür; o burada, tembelce uzanm anın ve sabit­
lenmiş türetim in aksine, araştırm a yaşam ına ait olabilir.

Maddî-nesnel ölçüye göre M ümkün

Kalıcı olan hakkında, bu kadar - kalıcıdır, çü n k ü tam am lanm ış


bitm iş veya d o nup kalm ış değildir. Bu tarzdaki Olabilirlik, böy­
lesine bir m addî ihtiyat arzeder hüküm lerinde; çoğunlukla hâlâ

284
salım ındaki bir so ru n u n , bir m addi ön kaydın üslûbunca. Oysa
şim d i z u h u r e d e n m a d d îfm siJ-M ü m k ü n , M a d d e te n M üm -
k ü n ’den farklı b ir yapıdadır: bir şey hakkındaki idrakim ize değil
de, şöyle veya böyle olabilecek bir şey olarak b u Bir Şeyin kendi­
siyle ilgilidir. M addi-M üm kün sadece yeterince tanınm ayandan
değil, yeterince ortaya çıkm am ış koşullardan beslenir. Böylelikle,
koşulların bilgisinin az veya çok yeterli o lu şu n u değil, nesnelerin
kendisindeki ve onlann m a d d i durum undaki koşullam anın az veya
çok yeterli o lu şu n u tanım lar. M addi d u ru m , b ilg in in /id rak in
nesneleri olarak “şeylerin h al ve tavırlarıdır"; m addesel yaralılara
ve ilişkilere sah ip olm a - b u ilişk iler içinde d u r m a - tarzları,
m addi d u ru m a dahildir. Şarta bağlı m addi du ru m lar, idrakin
nesneleri olarak hiçbir yerde şarta bağlı ifadelerle örtüşm ezler;
ki idrakin salt yöntem sel ta rzlandır, kestirim cinsinden, öngörü­
cü tasav v u ru n tah m in leri cinsin d en , tü m evarım sal-m uhtem el
veya tüm dengelim sel sonuç çıkarm a cinsinden kabullerdir bu
ifadeler. Tersine, işte: verili koşulların b u n u n haricinde aslında
tam am lanm ış olan idrakinde bile hâlâ [ucu] açık bir M üm kün
b ulunur; M üm kün burada, m addesel-yapısal ö y le lik durum unun
kendisi olarak görünür. Böylece M addi[m si]liğin, nesnel ölçüle­
re uygunluğun tasviri tabakasına adım atılm ış dem ektir - salt
m a d d e te n o lan d an , n esn ellik ten fark lıd ır bu rası. Bu, m addî-
M ü m k ü n ’ü işleyecek d isip lin d e de b ir d eğ işik liğ i gerektirir.
M addeten-olan sadece idrake/bilgiye ilişkin, bu nedenle de nes-
neliğinin ilgisi bilgi teorisine dönükken, m addilik idrakin/bilgi­
nin nesnesine ilişkindir ve bu da yeni K antçıların iddiası hilâfı­
na bilginin kendisi dem ek değildir; dem ek, bu nesnel-ölçüye-
göre olm an ın reel ilgisi kategori olarak nesne teorisinedir. Nesne
teorisi kavram ı belirgin biçim de ilkin M einong’da çıkmıştı, fakat
o salt önsel olarak bir Öyle-Oluş’u n sözüm ona varoluştan azâde
b u lu n an ve nesnelerin varoluşundan veya varolm ayışından ba­
ğımsız olarak zu h u r edecek olan oluşum uyla ilgiliydi. Bu “varo­
luştan azâde bilm e"nin num unesi, daha sonraki H usserl Feno-
m enolojisinde iyice belirgin olacağı üzere, m atem atikti - tabii
bu dem ektir ki: gerçeklikle h er türlü tasviri bağıntısından yapay
biçim de uzaklaştırılm ış, soyutluğu içinde had safhada şeyleşti-
rilm iş b ir m atem atik . B öylelikle b u ra d a asıl şey leştirilen ise

285
M antıktır; önerm elerinin salt apriori [önseli bir “tasviri" ve ka­
tegorilerinin salt apriori bir “anlam analizi” anlam ında - “araya
kıstırılm ış varoluş"la. Gerçeklikle bağıntılı nesne teorisi ise, Ap-
riori'nin, bilgi teorisinde olduğundan daha zayıf bir iğvayı temsil
ettiği bir teoridir. Ç ünkü h er ne kadar nesnelerin ve m addî içe­
riklerinin sadece bilm e/idrak işlem indeki m addî unsurdan degil
esas nesnelerden ve onların reel durum larından da ayırdedilme-
si gerekiyorsa bile, tam da bunlar, gerçekçi tasvirin m üm kün öl­
çüde en sadık suretleri o larak iş görürler. B unun için, bir m adde
teorisinin nesne teorisinden önce k o n m u ş olm aklığım b u rad a
kaydetm em izde bir idealizm yoktur, çünkü araştırıcı-m ateryalist
tasvirin kendisi de nesne teorisine aittir; ancak nesnel-gerçek
olanla yüzyüzeyken iş üzerindedir, nesnel-gerçeğin içinde değil­
dir, onunla örtüşm ez. Devamla: Yapısal m addî duru m ların tasvi­
ri artık yöntem li bilgi/idrak işlemine ait değildir, çünkü idrakin
bir sonucudur; ve ancak nesnelliğe uygun, tam am en reel nesney­
le bağıntılı olm asıyla ve ancak o ölçüde, böyle bir sonuçtur. id ­
rakin son u cu n u n biçim i, sadece dilsel işaretlerin, kavramsal be­
lirtilerin değil m addesel-inşacı özelliklerin de beyanı niteliğin­
deki reel tanım dır; ve temel bir niteliği “sıkıştırılm ışlık” olan bu
dar reel tanım , nesneyi yapısal m adde veçhesiyle tem sil eder. Bir
örnek verm ek gerekirse: M illetin sosyalist reel tanım ı, yabancı
diyarlardan devşirilm iş milliyetçi posbıyıklardan da kozm opolit
Büyük-Şikago'lardan, otel soslarından, zam âne düzleyiciliklerin-
den [standardizasyonlarından] azâde olarak, sadece reel olanın
m addî veçhesini tasvir eder; bu dem ektir ki, nesnede kendi in-
şacı-reel yapısını teşhis edilebilir hale getirir. M adde öğretisi bu
bakım dan, en genel ve böylelikle en karakteristik-tipik varoluş
tarzları, varoluş form ları olarak kategorilerin yeridir. (O bu öz­
gül yer olm asa ve orada bulunm asaydı, kategori öğretisi tüm re­
el felsefeyle, reel felsefe de kategori öğretisiyle örtüşürdü.) Bu
suretle şim di, böyle teşekkül etm iş olan şeye-benzerlik, yapısal
nesnel-ölçülülük tabakası içinde, b u tabakadaki İmkân da kendi
başın a ve k e n d isin c e b e lirle n m iş o larak v asıflan d ırılm alıdır.
M adde ile reel N esne arasındaki zikredilen ayrım önem lidir b u ­
rada: Bir şeyi yapm aya olan istidadın ifade ettiği salt yapısal Im-
k in , bu reel istidadın kendisiyle aynı şey değildir; tıpkı, gerçek-

286
ligin zengin bir şekilde d allan ıp bud ak lan m ış, aynı zam anda
zengin biçim de arızalı, frenlenm iş ve yine m uzaffer tüm o m eta­
m o rfo zların d ak i hal gibi. M addt-nesnel ö lçü ye göre M ü m k ü n ,
m adde teorisince kavranıp tanım lanm ış olan, dem ek pekâlâ İm ­
kân kategorisi içinde ken d in e m ahsus bir aynm ı ifade eder; yok­
sa hiç de nesnel-gibi-reel M ü m k ü n 'ü n fuzuli bir tekrarı değildir.
M addî[m si] M üm kün, yapısal tür, tipoloji, toplum sal bağlam,
m addenin yasallığı ölçülerine göre m addi[m si] ve kısm î olarak
koşullanandır. Kısmî koşullanm ışlık burada, nesnede sıkı sıkıya
tem ellenm iş ve hipotetik veya sorunsal koyan idrake ancak böy­
le ayân olm uş, az ya da çok yapısal-belirlenm iş türden bir açık­
lık olarak görünür.
Bu esnada her zam an iki koşul devreye girer, iç ve dış. Karşı­
lıklı etkileşim içinde örgülenirler, fakat her ikisinin de kendi tar­
zı mahfuz kalacak şekilde. Fakat iki koşuldan birisi, iç veya dış
neredeyse yerine gelmiş olsa bile, salt m addî[m si] M üm künlük
baki kalır. Bir çiçek meyveyi tastam am koşullanm ışlıkla güvenle
kendi içinde olgunlaştırabilir, fakat tastam am olması gereken dış
koşul olarak iyi hava yoksa, meyve yine sadece ‘m üm kün'dür.
Dış koşulların eksikliğinin tersine, dış koşullar m evcutken iç
koşulların zayıf olm ası, daha da geriletici etkide bulunur. İnsan­
lık gerçi kendine hep çözebileceği ödevler verir; ancak büyük
çözüm ânı geldiğinde tohum zayıfsa, çözüm işte asıl o zam an
‘sadece m ü m k ü n 'd ü r - dem ek pek zayıf bir ihtim alle m üm k ü n ­
dür. Almanya'da 9 Kasım 1918'in devrim ci sonuçtan yoksun ka­
lışı buna bir örnektir. Veya başka bir alanda, büyük Alman res­
minin meyvesinin D ürer’den sonra, o k ü çü k devlet ideolojisi ve
siparişçi çem berinde bile dış koşulların m evcudiyetine rağm en
olgunlaşm am ası, bir örnektir. Demek, kısm î koşulluluk, her iki
koşul türünde de belirli b ir kesirin altına düşm em elidir, yoksa bu
eksiğin diğer koşul tü rü n ü n aşırılığıyla telâfisi m üm kün değil­
dir. Fakat örgüleşm işlik [dal b u d ak sarma] hali elbette baki ka­
lır. Bu, özellikle hem iç hem dış koşul daha katı bir yapıya sa­
hipse, yani m addî katego ri olarak M üm kün'de eskiden beri m ev­
cut bulunan o çokanlam hh#ın aşılmasıyla, iyice belirgin olur. Zi­
ra b u noktada M üm kün, aynı anda hem aktif iç Yapabilirlik hem
de pasif Yapılabilirlik anlam ına gelir. Dolayısıyla: Başka-türlü-

287
o la b ilirlik , B a şk a -tü rlü -y a p a b ilirlik ve B a ş k a -tü rlü -o lu ş(tu -
rul)abilirlik olarak ayrışır. Bu iki anlam so m u t olarak ayrıldığın­
da iç kısm î koşul a k tif M üm kün olarak, yani m uktedirlik, kuvve
[Potenz] olarak öne çıkar; d ış k ısm î k o şu l ise p a s if a n la m d a
M ü m kü n olarak, p o tansiyel olarak. İkisi b irb irin e ö rülm üştür:
M u ktedir olm anın ve o n u n aktif “istid ad ın ın ” fiili yapabilirliği
olamaz, şayet bir zam an, çevre, toplum potansiyeli yoksa ve bu
dış koşullar kullanılabilir olgunlukta değilse. Aktif M üm kün'ün
p o litik sureti, öznel e tk e n in m u k ted irliğ id ir; ve o n u n etkisi,
M üm kün 'ü n nesnel etkenleriyle, y a n i d ış koşulların olgunluk
ölçüsüne göre gerçekten olabilir veya en azın d an olm a yoluna
sokulabilir olanın potansiyelleriyle karşılıklı etkileşim le örülm e-
diğinde, asgarîye iner. Fakat bu, dış koşulların, en temel anla­
mıyla M üm kün'ün, yani [ucu) açıklığın için d en kendi başlarına
sıyrılıp çıkm aları dem ek değildir. Tersine: M u k tedirlik olarak
M üm kün, B aşka-türlü-yapabilirlikse, aşm ayansa, velâkin tüm
belirlenim lerdeki belirlenim i-değiştiren ise; nesnel potansiyel ola­
rak M üm kün, B aşka-türlü-oluş(turul)abilirliktir, aşılm ayandır,
velâkin yönlendirilebilir olandır, tüm belirlenim lerdeki belirleni-
m i-değiştirilem ez olandır. Ve bu da daim a öyle bir örü lm edir ki,
ne B a şk a -tü rlü -o lu ş (tu ru l)a b ilirlig in p o ta n siy e li o lm ak sızın
Kuvve’nin Başka-türlü-yapabilirliğine alan kalırdı, ne de Başka-
türlü-yapabilirliğin Kuvve'si olm aksızın dünyanın B aşka-türlü-
oluş(turul)abilirliginin İnsan'la dolayım lanabilir bir anlam ı olur­
du. Dolayısıyla, m addî kategori olarak M ü m k ü n de ağırlıkla,
bizzat kendiliğinden değil am a insanın Değiştirilebilir Olana teş­
v ik edici m üdahalesiyle oluşan, kurtuluş/selâm et kavram ı im kânı
olarak açığa çıkar. B ununla beraber elbette kısm en b ir m usi­
bet/hayırsızlık kavram ı olarak da açığa çıkm ıştır; tam da içinde­
ki B aşka-türlü-yapabilirlik'ten, am a aynı zam anda Başka-türlü-
oluş(turul)abilirlikten ötürü öyledir. Bu ikincisinin de Daha Kö-
tü'ye doğru bir d önüşe bıraktığı alan daha az değildir - bir d u ru ­
m un değiş(tiril)ebilirliginden yani burada güvensizliğinden kay-
naklanabilen M üşkül’e uygun olarak. M addi[m si] M üm kün'ün
olum suz u n su ru b u M üşkül, b ir kazaya uğram a ihtim alinden,
kapitalizm in son evresinde saklı b ulunan faşist kıyam ete kadar
uzanır. M ü m kün'ün hayırsız karakteri sözü edilen selâm et ka­

288
rakteriyle çarpışır. M üm kün'ün b u U m ut karakteri de, b ir d u ru ­
m un Degiştirilebilirligine daha az tabi değildir; fakat bu kez gü­
vensizlikle degil, tahsil edilebilirlikle, olumlu aşılabilirlikle. Bu
M üşkül-olm ayıp H ayırlı olan, m addî[m si] îm k an ’ın son derece
olum lu öteki u n su ru olarak, insana nasip olabilecek talihten, ta­
rih tek i sosyalist i^imkan olarak gelişen ve nihayet gerçek olmaya
başlayan özgürlüğün krallığına dek uzanır. Böylesine D önebilir
O lan her şey {jortuna vertit),''93 elbette bir parça ^ & d ü f de içerir
- fakat yine başka türden. Bir kazanın veya talih vakasının, salt
Tekilliği ve D olayım lanm am ışhğı vardır. Fakat b ir de, öylesine
yüzeyde cereyan etm eyen, Başka-Türlü-O labilirlik vardır. Hegel
bu tarzda, dışsal tesadüfiligi, Sürecin diyalektik dolayım lı d ö n ü ­
şü m ü n d e n b ü y ü k b ir itinayla ayırdetm iştir; d ışsal tesadüfiligi
salt dışsal z o ru n lu lu k la sınırlayarak, hatta o n u n la özdeş ilan
ederek yapm ışur bunu. Buna uygun olarak, kesinliksizlik/zorun-
suzluk [Kontingenz] H egel'de dolayım lı-som ut'ta degil sadece
dolaysız-som ut'ta, veya sadece Sürecin kıyısında görünür: “Zira
dolaysız som ut, birbirlerinin dışında olan veya birbirlerine az-
çok kayıtsız özelliklerin b ir öbegidir; o nedenle b u n la r karşısın­
da, kendi-için olan basit öznellik de" (yani Sürecin başlangıç ha­
lindeki m erkezileştirici u n su ru da) “keza kayıtsızdır; onları dış­
sal, yani tesadüfi belirlenim e terk eder,” (En:zyklopiidie [Ansiklo­
pedi], Bölüm 250). Asla itim at edilm ez anlam da tesadüfilik, bu-
dur; dogada oldugundan ziyade şim diye kadarki tarihte norm al
ve tip ik gelişm eyi dagıtan, arızaya u gratan tesadüftliktir. Oysa
diyalektik dolayımlı-sonuçlanmamış [ucu açık] olan, yürürlükte­
ki sü recin im kan yapısı olarak, k ö tü dolayım lanm ış-rastgele
olanla hiçbir ortaklık taşımaz. Elbette b u da, Sürecin Başka T ür­
lü Olabilirliğinin içinde kol gezenin, h er tü rlü tesadüf veya ke-
sinliksizligin kesinkes zıddı oldugu anlam ına çekilm em elidir.
Süreçteki dolayım lanm ış Başka T ürlü O labilirligin m uazzam de­
neyim i henüz bu zıtlıgı içerm ez; b u n a sah ip olm ak için gereken
sük û n etten de selahiyetten de yoksundur. Bu Başka Türlü Olabi­
lirliğin içinde daha ziyade, en üst dereceden kesinliksizlik denebi­
lecek olan, sürekli fakat kısm i bir dolayım karakterine sahip b u ­

193 D önen talih.


lunan şey iş görm ektedir. N ihayet itim ada şâyan anlam daki bu
tü r kesinliksizlik, yaratıcı kesinliksizliktir; değişkenliğin u m u m i
servetinin oluşum una, ya ratım ına elverir. Bu dışsal olmayan, ya-
sal-m addt[m si] olarak dolayım lanm ış değişkenliktir, fakat takat­
ten düşm em iş bir yön değişim inin, öncelikle de henüz tüketil­
m emiş yeni o lu şu m u n değişkenliğidir. Burada sözüm ona bir te-
sadüfîlik bile artık salt dışsal zorunlulukla örtüşm ez; [ucu] ■açık
dünyanın yasal-gibi bir zorunlulukla diyalektik olarak dolayım-
lanan, düzenlenm iş gelişme dolgusunu, serpilen yanını, karakte­
ristiğini oluşturur. Bu tarz kesinliksizlik gerçi aynı şekilde d u ru ­
ma bağlıdır, fakat M üşküllük anlam ında değil. Daha ziyade, Ye­
niyi d o ğu ran Sürecin m undus situalis’in i194 yerine getirir. H er
türlü kesinliksizliğin kesin zıddı, değişkenliğe artık eh il olm a­
yan mamâfih buna ihtiyaç da duym ayan kesin zo runluluk o lu r­
d u . A ncak bu y a p ısa l o larak ta m a m la n m ış zo ru n lu lu k , içinde
hem iç hem de h er şeyden önce dış koşulların sadece tam am en
olgunlaşm akla kalm ayıp aynı zam anda örtüştükleri tam -koşul-
luluğu sağlayacaktır. Tabii şim diye dek hiçbir m addî som utluk,
bizzat bu m addîliğin o n u n m utlak tem ellendirm esiyle örtüşeceği
şekilde girişm em iştir m eseleyi tem ellendirm eye; işte o zam an bu
tem ellendirm e yapısal b ir zo ru n lu lu k olurdu. Bu örtüşm e Spino-
za’da Tanrı-Doğa'nın tanım ında causa sui195 olarak d ü şü n ü lm ü ş­
tü; keza C anterburyli St. Anselm ’de, -m an tık sal özdeşliğin çok
daha büy ü k b ir hipostazıyla-, kendi k endinin sebebi, Tanrı’nın
“Aseitas”ı 196 (a se esse197) olarak. Buna göre en m ükem m el varlı­
ğın varoluşu, onun kendi özselliğiyle varoluşundandır; dolayı­
sıyla o n u n Asl’ı zorunlu olarak varoluşunu içerir - aynı zo ru n lu ­
lukla varo lu şu n u n Asl'ını içerdiği gibi. Böylesi nesnelvari d u ­
rum ların kendi tanım larının ötesinde b ir m evcudiyetleri b u lu n ­
m adığına dair bir tem inat gerekm ez; şayet sebep/tem el ile onun
tezah ü rü n ü n m ükem m el örtüşm esine dair, az veya çok som ut
olarak öngörüyle tasavvur edilebilir yalın d eğ er idealleri sözko-
n u su değilse. Böyle bir değer idealinin çerçevesi -teo lo jin in dı-

194 Konumlandırılmış/maddî dünya.


195 Kendinin sebebi.
196 Mutlak Ben.
197 Kendi-kendisinden-olmak.
290
şında ve onun karşısında d a -, “her şey O’na m u h taç”tır, yani ka­
dim den beri “en yüksek İyi” olarak tanım lanandır. Mamâfih re­
bus sic im perfectis198 bu şekilde tanım lanan da asla gerçekleşmiş
olm ayıp en iyi ihtim alle süreç halinde b u lu n d u ğ u içindir ki, bu
türden yapısal olarak zo ru n lu olan da ancak yapısal im kân ha- *
ündedir. Ne var ki bu sonuncusu artık, causa sui’nin ufku yla ve­
ya Varoluş ile Asl’ın başarılm ış özdeşliğiyle, en kararlı selâm et
kategorisi olarak su n ar kendini. Ç ü n k ü Varlık ile G örünüş’ün
örtüştüğü ideal nokta, insanî-olum lu olarak M üm kün’ü n yapısal
çizgisinin m utlak dayanak noktasıdır aynı zam anda.

N esnel-reel M ü m k ü n

‘O labilir’in hem en hiç b ir anlam ı olm azdı, neticesiz kalsaydı.


M üm kün’ü n ise ancak, salt formel olarak m ünasip veya nesnel
olarak kestirilebilir veya hatta nesnelliğe uygun şekilde ucu açık
olarak zu h u r etm eyip, gerçekliğin kendisinde geleceği taşıyan
bir belirlenm işlik niteliği taşıdığında, bir neticesi olabilir. N esne­
nin, kendi reel im kânını tem sil eden böyle m addî-kısm î bir ko-
şulluluğu vardır. N itekim İnsanın kendisi, tarih in d e m eydana
getirdiği ve özellikle de kısıtlanm am ış ilerleyişiyle daha meyda­
na getirebileceği her şeyin reel im kânıdır. O, b ir p alam ut gibi
meşe ağacının tam am lanm ış gelişmesi içinde tüketilm iş değildir,
kendi iç ve dış koşullarının B ütün’ü n ü n , koşullarının belirleyici­
lerinin henüz olgunlaşm adığı b ir im kândır. Ve d ü n y an ın tüketil­
mem iş B ütün’ünde de: Madde, o n u n bağrında gizli olan ve Sü­
reç aracılığıyla açığa çıkan b ü tü n suretlerin reei im kânıdır. Reel
im kânın b u en kapsam lı kavranışı, Aristoteles’in m addeyi belir­
lediği dynam ei on’u n da (İm kân D ahilinde Olmak) bulunduğu
yerdir. Zira tıpkı H eraklit’in şeylerin kendi içindeki çelişkiyi gö­
ren ilk kişi olm ası gibi, A ristoteles de d ü n y an ın m evcudiyeti
içindeki gerçek im kânı görm üştü. Reel M üm kün, bu noktadan
itibaren töz olarak kavranabilir hale gelir: “Doğadan veya Sanat­
tan olan h er şeyin M addesi vardır, çün k ü O luşum halindeki her
şey olmaya veya olmam aya m uktedirdir (dynaton); bu ise (yani

198 Tamamlanmamış koşullarda.


olabilecek veya olam ayacak olan), her şeyde, M addedir” (Aris­
toteles, M eta fizik VII, 7). Bu potansiyel halinde fiilen öne çıkan
şeyin, yani kendi k en d in i g erçekleştiren fo rm u n (entelechie),
Aristoteles'te hâlâ ikici [düalist] tarzda M addeden ayrılması, ay­
nı ölçüde geri çekilmesi ve bizzat m addeleşerek, aktif kudretin
pasif potansiyel kavram ına katılması, öğreticidir. Bunun cont-
rario [tersinden] kanıtı, Arap k atı D eistlerinin, yani M ütekellim
denenlerin (yani Kelam alim leri) Reel lm kân=M adde denklem i­
ne karşı m ücadelesidir. En yüksek fo rm u n (T anrısal a ctus pu-
rus’u n ’" ) m utlak kudretine sadık kalm ak için, dynam ei on yeri­
ne, dünyanın önüne bir öncelik olarak tüm üyle hiçleşm iş Hiç'i
se rm e le ri g e re k iy o rd u : T a n rı d ü n y a y ı M a d d e 'd e n , reel Im -
kan'dan çağırmamış, Hiç’ten yaratm ıştı. O naçagın panteist filo­
zoflarında, İbni Sina’da, tbni Rüşd'de, Benalı A m alrich'de, Di-
n an tlı David'de ise tersine, reel im k an olarak M adde dünyanın
tüm sebebi olur, Tanrısal yaratm a arzusu da hep M addenin bir
uğrağıdır; evet, Tanrı ile M adde özdeşleşirler. İbni Rüşd’de geliş­
me, “eductio form arum ex m ateria’’d ır200 - kâinatın kendisinde­
ki “dator form am m ”la20’ beraber. Böylelikle yaratım , her türlü
ikiciliğin [düalizm in] devreden çıkm asıyla, sadece Tanrı-M ad-
de’n in k e n d i hareketi olarak, k en d i kendini döllemesi olarak gö­
rünür; potansiyel de ondadır, dış dünyadan gelecek b ir harekete
geçiriciyi gereksiz kılan içsel k udret de. Reel im kânla ilgili bu
yarım m ateryalizm , R önesansa uygun olarak; G iordano Bru-
n o'da artar: O n d a d ü n y a tüm üyle, Bir-olan M addede saklı ve
M adde olarak m evcut b u lu n a n im kanların gerçekleştirilmesidir.
N a tu ra naturans202 ve natura naturata203 artık aşağıdan da yuka­
rıdan da birleşirler, “daimî, ebedî, üretici, anaç M addenin için­
de”. Reel im kân tözü, A ristoteles'in cüretk ar b ir şekilde genişle­
terek, form ların sadece kabı olm aktan çıkıp aynı zam anda kay­
nağı haline gelir: “Bu nedenle, daima ü retk en kalan ... Madde,
yegane tözsel ilke olarak, varolan ve varkalan olarak tanınm anın

199 Mutlak edim.


200 Formlar maddeden çıkar.
201 Formları bahşeden güç.
202 Yaratıcı doğa.
203 Yaratılmış doğa.
292
m uteber im tiyazına sahip olmalıdır... B unun içindir ki, doğadaki
form ların orantısını pekala tartm ış olanların kim ileri, A ristote­
les’te ve b enzer yöride giden başkalarında görebildiğimiz kada­
rıyla, neticede form ların yalnızca M addenin tesadüfîlikleri ve
belirlenim leri olduğuna, dolayısıyla A ctus ve Entelechie sayılma
im tiyazının da M addeye ait olm ası gerektiğine h ü k m etm işler­
dir," (Bruno, Von der Ursache, dem Prinzip und dem Einen [Se­
bep, İlke ve ‘Bir' Ü stüne], s. 60 vd.). Demek reel im kân, Madde­
de birleşm iş olarak hem rahm i hem döllemeyi, hem yaşam ı hem
tini aynı anda kavrayacak derecede reel tasavvur edildiğinde, or­
taya çıkan ilk sonuçlar bunlardır. Bu arada rahim doğurgan ol­
m ayı sürd ü rü r, gerçek olabilecek o lan ın eğilim sel-gizil yapısı
m addî töz için d e o lu şu m u n u tam am lam ış değildir. D yn a m ei
on’u n bu belirlenim i elbette, m ekanik m ateryalizm le birlikte çö­
ken salt m e k a n ik b ir belirlen im d i. Burada, d o lg u n lu k o larak
M addenin önce b ir büzülm esi icap etti, zira nicel doğa bilim inin
bu doluluğa dair bir şey gösterdiği yoktu ve m utlak m ekanizm
ö ted ü n y acıh ğ a karşı en iyi kald ıraçtı. F ak at bu b ü zü lm e n in
m üm kün olm asının d ah a az önem taşım ayan b ir nedeni de, biz­
zat Hıristiyan Skolastiğinin A ristotelesçi M adde kavram ını hatta
Sokrates-öncesinin binbir çeşit M adde kavram ını (ki Bruno b u ­
na da atıfta b u lu n u r), N atura naturans'ın döllenm eye m üsait ala­
n ın d an uzaklaştırm ış olmasıydı. B unun için, m ekanik/aşın m e­
k an ik M adde kavramıyla, özellikle de bu kavram ın önceki [1 9 ]
yüzyıldaki ölü ardcı etkisiyle ilgili olarak, İngiliz doğa araştır­
macısı Jo h n Tyndall'in sözleri geçerlidir: “M adde bir dilenci gibi
çıkıyorsa dünyaya, bu,' teolojinin Yakup’ları ilk doğum hakkını
o n u n elinden aldıkları içindir.” Salt m ekanik olarak kavranan
Madde, sonralan, b ü tü n reel im kânı statik gerçeklik haline geli­
vererek, doğum anından itibaren donakalan b ir başlangıç gibi,
tarihselliğe yabancı bir kütüğe dönüşm üştür. Ne v ar ki etkisini
sürdüren Aristotelik belirlenim , m utasyona ehil hale gelen dyna­
mei on, - b iz z a t m utatis m u ta n d is- tarihsel-diyalektik m ateryaliz­
me dönüşür. Öznel etken, koşulların olgunluğu, nicelikten nite­
liğe sıçram a, hatta d eğ iş(tiril)eb ilirlik : k ü tü k le şm iş b ir M ad-
de’de, b ü tü n bu diyalektik-m ateryalist gelişme uğraklarının tözü
bulunm az. Diyalektik etm en, m ekanik olarak hareket geçirilir-

293
ken aynı zam anda m ekanikleşm iş bir n ic d ik olarak çıkar bu
M addeden, veya Epitheton o m ans™ olarak ,m a yapışık kalır: Zo­
ru nluluğ u n krallığından özgürlüğün krallığına geçiş, ancak so­
nuçlanm am ış sürecin m addesinde alan bulabilir. Aynen, o âna
dek birbirinden en uzakta tutulan uçlar: gelecek ile doğa, öngö­
rücü tasavvur ile m adde, tarihsel-diyalektik m ateryalizm in vâ­
desi gelen nüfuzkârlığında içiçe geçerler. M adde olm adan (reel)
öngörücü tasavvurun zem ini olm az, (reel) öngörücü tasavvur o l­
m a d a n M addenin u fk u ka v ra n a m a z. R eel im kân, şim diye d e k
O luş halinde b u lu n an ın Varlığının bitirilm iş ontolojisinde değil,
H enüz-O luş-H alinde-O lm ayanın Varlığının d aim a y en id en te-
m ellendirilm esi gereken ontolojisinde ikam et eder - tıpkı, gele­
ceği geçmişte bile keşfettiği ve tüm doğada keşfettiği gibi. Eski
uzam da, en zengin sonuçlar doğuracak biçim de, yeninin uzam ı
ifade eder böylece kendini: reel im kân, b ir süreç olarak m addî
hareketin kategorik kendinden-öncesidir; tam da vuku buluşuyla
y ü z y ü z e bulunan gerçekliğin özgül karakteristik sahasıdır. Yoksa
M addenin geleceği taşıyan özellikleri başka nasıl olurdu? Bu
[ucu] aç ık lığ ın h a k ik i b o y u tu o lm a d a n , h a k ik i bir realizm
m üm kün değildir.
Sahici M üm kün, G elm ekte Olanın istidadını taşıyan tohum la
başlar. O nun içinde ön-tasanm lanm ış olan, kendini geliştirmeye
dönük bir itki verir; fakat elbette, daha öncesinden, o daracık
yerde kapsüllenm iş gibi değil. “Tohum ", daha birçok sıçrayışın
beklentisi içindedir; “istid at”, bu gelişme içinde potentia-possibi-
litas'ının205 daim a y eni ve kusursuz sürgünlerini verir. Tohum ­
daki ve istid attak i Reel M üm kün, dolayısıyla asla, k ü ç ü k te n
m evcut olarak sadece büyüm esi gerekecek kapsüllenm iş bir son
hal değildir. Tersine, salt açığa çıkm a veya tekâm ülünü tam am ­
lama değil sahiden gelişecek bir serpiliş olarak, [ucu] açıklığını
m uhafaza eder. Potentia-possibilitas, başlangıçtaki kökü ve süre-
giden gö rü n ü şü n Origo p ro ze ssu a l'im 206 her seferinde yeni bir
basam akta, yeni b ir gizli içerikle, kendi kaynağı haline getirir.
Böylelikle, insan oluşun k ö k ü n ü oluşturan çalışan/em ekçi in­

204 Süsleyici ilâve.


205 Kudretinin-imkânının.
206 Süreçsel .kaynak.
294
san, tüm uzun tarihiyle dönüşüm e yol açar ve bu d ö n üşüm için­
de kendini giderek daha tam am ı tam am ına geliştirir. Evet, tü ­
m üyle bükülm em işliğin, yani özgürlüğün krallığına olan istida­
dım ızın içinde saklı olduğu insanın dik yü rü şü n ü n , yani bizim
A harfim izin de, hep daha som utlaşan devrim ler tarafından hep
yeniden d ö nüşüm e uğratıldığı ve böylece giderek daha som ut
vasıflar kazandığı söylenebilir. Ta ki, sınıfsız İnsana, şim diye ka-
darki tarihin nihâî yönelim ini temsil eden istidadın im kânına
kadar. Demek, Reel M üm kün sadece kendi Sahici’s inin istidadı
olarak, onu ittirm ekle kalmaz, b u istidadın kendini gitgide geliş­
tiren son Totum'u olarak, oluşm uş bulunan gerçeklikle esasa da­
ir bir ilişkisi vardır. Böylece, şimdiye dek G erçek olan, hem esas
im kânın daim î Plus-ult ra’sıyla207 doludur, hem de ö n kenanyla
çepeçevre onun tarafından aydınlatılm ıştır. Hemen b ü tü n sosyal
ütopyalarda da az veya çok soyut biçimde yansıtılm ış olan, ön-
ceden-görünen bir u fuk ışığı niteliğindeki bu çepeçevre aydın­
latma, fizik açıdan ileriye dönük bir arzu imgesi, ah lâ kî açıdan
insanî ideal, estetik açıdan doğal nesnesine b en zer bir sembol
olarak gösterir kendini. İleriye d ö n ü k a rz u im gelerinin içeriği
zaten daha iyi bir yaşam ın az veya çok kavranm ış M ü m künü­
dür; bu nedenle, şen ön-oyunlardır bunlar. İdeallerin içeriği esas
itibarıyla, tam am lanm asına [kem alini bulm asına] çalışılan bir
İnsan-O luş’un, toplum sal ilişkilerin kem ale erişm esinin az veya
çok gerçekleştirilm iş M ü m k ü n ü d ü r; bu nedenle, ateşleyici ve
emsal oluşturucudur, on u n taşıyıcı imgeleri, imgesel levhalan.
Tahrif edilm em iş, şeyleştirilm em iş güzel insan tipi ve onun yeri­
ni bulduğu sınıfsız ilişkiler, buraya aittir. Sem bollerin içeriği ise,
işte burada tam esas itibanyla, Varoluş ile doğadaki Tözün ya­
bancılaşm am ış b ir özdeşliğinin, h er yerde sadece imâ düzeyinde
gerçekleşebilm iş M üm künüdür; sem boller bu nedenle m ütehas­
sis bir derinlik taşırlar. O nlar, ideallerden farklı olarak ö rtü lü ­
dürler; yani kendilerine ait/özgı: olanı, “anlam ”a dair özellikle
kuvvetli bir Pathos'la iddia ederler. İdealler gibi az veya çok ger­
çekleştirilm iş b ir M ürnkün'ü değil. kendi içinde sadece imâ d ü ­
zeyinde gerçekleştirilm iş b ir M üm kün'ü içerdikleri için, böyle

207 Azamî fazlasıyla.


295
yaparlar B unun da ötesinde, şu n u n için: Bu içeriğin o n c â b ü y ü k
“anlam ” taşım asının veya sem bollerdeki daha özgül ifadesiyle
“şifre”sin in n edeni, ideallerin içeriğine kıyasla daha m erkezî,
dolayısıyla başlangıçta daha az faş edilebilir olmasıdır. Sembolik
bir anlam ın taşıyıcıları, varoluşları gerçi sayıca çok daha fazla­
dır, hatta idealinkilere göre neredeyse sınırsızdır, ama bununla
beraber çok daha geniş kapsam lı biçim de tüm doğada aslolanla
ilişkilidir. Ve m erkezî biçim de o n u n la ilişkilidirler; bu da öte
yandan sem bolün, bir şeyin b ir yığın başka şeyle eşitlenm esi ve
b u n u yaparken b in b ir çeşitliliğin alanının da terk edilm em esi
dem ek olan alegoriden farkını oluştu ru r. Sem bolün işareti ise,
gördüğüm üz gibi, tam d a anlam ın tekliğinedir [vahdetine]; nite­
kim , alegorilerin çokanlam lı b in b ir çeşitliliğe işaret edişinden
farklı olarak, sahici sem bollerin anlam ı nihayetinde, yani anlam ­
larının m erkezi itibarıyla, b irb irin e yaklaşır. M erkeze d ö n ü k ,
toplum sal olarak koşullanan yönelim çizgisi, sem bolün -d in in
içinden u z u n m esafeler k a te d e n - tarihi boyunca değişim e uğra­
m ıştır; sem b o lü n eşitlik d e n k le m in in h er seferinde A slolanm
“U num Verum B onum ’’u n u 208 kasteden tem el atfı ise değişm em iş­
tir. Lâkin tam da b u Aslolan ancak im â düzeyindeki M üm kün’de
bulunduğ u ve başka b ir yerde de bulunam ayacağı için, Sembo­
lik O lan -belirleyici b ir ö n e m le - sadece ifadesinde değil, b ü tü n
sahici sem bollerde bizzat içeriğinde de örtülüdür. Ç ünkü sahici
sem bolik içerik, b izza t kendi tam görünüşüne m esafelidir, bu ne­
denle nesnel-reel açıdan b ir şifredir. Tam b u reel M üm kün’ü n
ışığı altında gelir, sem boliğin kavram ı içinde reel b ir çekirdeğin
kaydedilişin vâdesi. Şim diye dek , H egel'in E stetik 'in deki bazı
nesnel-idealist kavrayışları çıkartırsak, neredeyse tam am en öz-
nel-idealist b ir şekilde kavranm ış b ir kavram dır bu. Öznel-ide-
alistçedir, zira h er sem bolün içeriği sadece sınırlı insan zihni
için örtü lü b ir içerik olarak tasvir edilirken, [asıl] içerik aslında
tam am en belli sayılıyor, kendisiyle arasına herhangi bir mesafe
konm uyor, aşkın b ir durağanlık içinde ışıyordu. H akikat ise, b u ­
n u n tersidir: Sem bolik O lan, k en d i ifadesini ancak n e sn el içe­
rikten hareketle ortaya koyar, tek tek sem bolleri de nesnel reel

208 Tek Hakikt İyi.


296
m alzem eden hareketle aynştınr. Farklı konum lanm ış örtülü içe­
riği ve nesnelliğiyle. özdeş içeriği, bu şekilde o m alzem enin örtü­
lü veya nesnelliğiyle özdeş tasvirlerini sunarlar. N eticede sem ­
bollere sahiciliklerini du y u ra n da, bir reel şifrenin, bir reel sembo­
lün tasvir edilebilirliğidir sadece. A nlam [lar]ın yakınlaşm asının,
b u anlam ın dış d ünyadaki bilhassa gizlilik içeren belirli nesne­
lerdeki realitesiyle birleşen sahiciliği. Kule, ilkbahar gibi sem­
boller buraya aittir, M ozart'ın Figaro'sundaki akşam serinliği b u ­
raya aittir, sonra Tolstoy'un tvan Jlyiç ’in ölûm û’ndeki kar fırtına­
sı, Tolstoy’u n Savaş ve B anş'ında ölüm cül b ir şekilde yaralanmış
Andrey Bolkonskiy’in üzerindeki yıldızlı gökyüzü, Faust'un so­
nundaki yüksek dağlar, genel olarak bütü n ulviyet sem bolleri
hep b u ra y a aittir. Şiir, im gesel k arak teri sayesinde reel-M üm -
k ü n ’ü n sem bolik bölgesini şim diye kadarki felsefeden daha iyi
kavramıştır, fakat felsefe b u bölgeyi kavram ın sıkılığıyla ve bağ­
lantıların ciddiyetiyle ele alır. Ama her ikisi de, gerek gerçekçi
şiir gerek felsefe, şurayı açarlar: D ünyanın kendisi reel şifreler
ve reel sem bollerle doludur, m erkezî önem taşıyan şeyler anla­
m ında “signatura re m m ’’\ar\a209 doludur. Bu anlam larıyla, gayet
gerçekçi b ir biçim de, m uhtem elen insanı ve onun davasını bir
v ak it tüm üyle alım layabilen “d u y u ”yla ilgili kendi eğilim ve gi­
zilliklerine dikkat çekerler. Kısmî koşulluluk, yani b u istidadın
olgunlaşm ası im kânı, insani duyu em saline ilişkin b ü tü n dene­
meleri kateder - dünya onca zengindir bu örnekler bakım ından.
L lk in işte emsalle arasında az veya çok bir mesafeyle, tam görü­
nüşteki az veya çok Henüz-D eğil’le. Başarmışlığın yerine henüz
ancak misliyle arzu imgeleri, idealler, sem boller sunan o mesafe­
d ir işte bu. D ünyanın asli Totum'unu, yukarıya çıkışının zorlu
süreci içinde gösteren, fakat asla netice olarak gösterm eyen m e­
safe. Bu m esafe göz ard ı edildiğinde, soyut-hilekâr b ir iyim serlik
çıkar ortaya; fakat mesafe dolayım lanm ış bir m ükem m eliyetçilik
olarak kavrandığında, - k i tüm tehlikeli ahvaliyle b u o d u r za­
te n -, hilek arlığ ın tersi ortaya çıkar: m ilitan iyim serlik. Reel-
M üm kün ve o n u n içinde, o m ükem m elleştirilebilirliğin suretin­
de istidat halinde b u lu n an -v e insanın m üstakbel özgürlüğünün

209 Tüm varlıkların doğumu ve tanımı - Jacob Böhme'nin 1622 tarihli kitabı­
nın adı.
297
sezgisiyle alım ladığı- Töz hakkında, şim dilik bu kadar. M ükem -
melleştirilebilirliğin Tözü, M arx'ın en som ut öngörücü tasavvu­
runa göre, “insanın doğallaştırılm ası, doğanın insanîleştirilm e-
si”dir. İnsanla D oğanın yabancılaşm asının, insanla doğa arasın­
daki yabancılaşm anın bertaraf edilm esidir bu; veya, şeyleşm em iş
n esnenin tezahür eden özneyle, şeyleşm em iş öznenin tezahür
eden nesneyle u y u m u n u n sağlanması. Böyle b ir m utlak hakikat
perspektifi, yani b u rad a, gerçekliğin kendi için d ek i tam reel
oluş -b u n u n genişliği de derinliği de kaçınılm azdır, ucu genişle­
m eyen görececiliği cezalandırarak-, elbette yine ancak reel-aslî
im kânı açar, henüz onda bir istidat olarak b u lu n an reel-asli zo ­
runluluğu değil. Ç ünkü bu, tözün varoluşu, varoluşun tözü için
tüm üyle yeterli, yani kaçınılm az koşullan sağlayan bir zo runlu­
lu k olurdu. Bu en uç zorunsuz [kontingent]-olmayış halinin ve­
ya durum su zlu ğ u n 210 bu yakasında ise, reel-aslî zo ru nluluk da
henüz sadece tm k ân 'd ır - gerçekçi açıdan, koşulların ancak k ıs­
m en m evcut b ulunduğu bir im kân. Süregiden süreç, daha iyi bir
dünyaya d air Eğilim'le dolayım lanm ış um u t imgesi, ateşleyici
ideal, derin b ir içeriğe sahip sem bol - reel im kânın kendisi de
öngörücü tasavvur niteliğindeki reel perspektifleri bunlardır yi­
ne: ön cephe boyutlarındaki katexochen’dir.2"

H atırlam a: M ü m k ü n ’e karşı m a n tık sa l-sta tik m ücadele

D aha birçok şeyin bam başka bir şekil alabileceğini görmek, k o ­


lay. Bir Henüz-Değil her yerde yaşıyordur, insanın h e n ü z bilin­
cinde olm adığı onca şey vardır, onca şey henüz daha O lm a-
m ış’tır d ünyada. Am a h e r iki H enüz-D eğil de olm azdı, şayet
M ü m k ü n 'ü n içinde hareket edem ese ve o n u n [ucu] açıklığına
doğru dönem ese. Yine de O labilirlik üzerine şaşırtıcı derecede
az düşünülm üş, az kavranm ıştır. ‘M üm kün’ kategorisi, onca iyi
tanınm ış olm asına ve saat başı kullanılm asına rağm en, m antıki
olarak bir m üşkülâttı. Bu kategori, yüzyılların akışı içinde işle­
nip keskinleştirilm iş olan kavram lar arasında herhalde şimdiye

210 Belirli bir duruma tabi olmamak, soyutluk.


211 Aslı anlam.
298
dek en belirsiz kalandır. Kesinlikle, ontolojik açıdan en az ko­
vuşturulm uş kavram dır; b u nedenle neredeyse yalnızca formel
M antık’da yer alır. Kategori öğretisi M üm kün ile m eşgul olsa bi­
le, onu ağırlıkla bir nesnel belirlenim olarak değil bilgiye/idrake
dair bir b elirlenim olarak tanım lar. Elbette, Joh. V. Kries gibi
m antıkçılar, Alışılagelm^iş/Mutad’ın k ü çü k lü büyü k lü savunucu­
ları, örneğin Verweyen, son olarak da, hatta kendisini bir onto-
log olarak tanım layan N. H artm ann, hususen M üm kün üzerine
değişik kitaplar yazmışlardır. Fakat bu son anılan savunucularda
‘M üm kün’, sadece kavram sal b ir ilişki olarak tanındığı için, bu­
n u n üzerine hem en hiçbir şey yazm ış değildirler aslında - yani
reel hiçbir şey yazmamışlardır. Bunların hepsinde, fakat onlar­
dan geri kalm am ak üzere -b irazd an değineceğim iz- orijinal filo­
zoflarda da, M üm kün’ü n için in dikkat çekici boşaltıhşı öncelik­
le, koşullara dair bilginin henüz kısm i oluşu ile koşulların ken­
disinin kısm en m evcudiyeti arasında ayrım yapm am ayla vuku
bulur. Böylece nesnel olarak belirlenm iş bir m addi içeriğe ilişkin
sorunsal bir biçim de salınım halindeki hüküm , nesnel olarak sa­
lınım halindeki b ir m addi içeriğe ilişkin iddiayla belirlenm iş h ü ­
küm le, y an i nesnel olarak m evcut İm kânla eş tutulur. “Luise'nin
evde olm ası m ü m k ü n d ü r” diyen so ru n sal h ü k ü m böylelikle,
“öngörülebilir bir zam anda aya bir roketli uçağın gönderileceği
kesindir” diyen iddialı h ü k m ü n ü stü n ü örter. İlk ve ikinci h ü ­
küm arasındaki fark, gayet belirgin biçim de, bu halin b ü yü k kıs­
m ıyla sadece m antıksal yönden hatta psikolojik yönden içsel ol­
m akla kalm ayıp dış dünyaya ait karakterine işaret eder. ‘M üm ­
k ü n ’ kategorisi m ü n h asıran Tahm in E tm enin bilgi tabakasına
indirgenirse, o zam an nesnel im kân dış dün y ad a öznel-idealist
bir buharlaşm aya gitm ek zorundadır. ‘M üm kün' o zam an ispatlı
olarak yok edilecektir, sanki şim diye dek hiçbir insan kendini
tehlike haline atm am ış gibi, sanki hiçbir zam an tehlikeyi atlat­
m am ış, ondan kaçınm ış veya o n u n elinde ganim et olm am ış gibi.
‘M üm kün' o zam an salt “insan-biçim li b ir surete” b ü ründürüle-
cektir, sanki tüm organizm alar, -d e n iz şakayığından esen rüzgâ­
ra, hom o sapiens'in tem kinine k ad ar-, refleks ve reaksiyon aygıt­
larıyla kendini İm kân'ın nesnel-reel dünyasına ayarlamamış gi­
bi. Böylece ‘M üm kün' bir ‘kurguya/hayale’ d ö n ü ştü rü lerek ger­

299
çekliğinden anndınlır, sanki nesnel im kân kavram ı gerek m ede­
n î yasanın gerek ceza yasasının içeriğini d o ldurm uyorm uş gibi
(tazm in mükellefiyeti, im possibilium nulla o b lig a tio 2' 2 özel koşul
hü km ü, ihm al vesaire). Yine de Sigwart da, salt îm k an 'ı, “olacak
olanın, şeyin kısm î n edenini elinde b u lu n d u rm ası ölçüsünde”
(L o g ik l [M a n tık ], 1904, s. 274) bireye ait b ir d u ru m olarak
doğru tanım lam asına rağ m en , ‘M ü m k ü n 'd e sadece M uâllak’ın
öznel bir ifadesini veya kısıtlı bilgim izin bir teslim iyetini görür.
Sorunsal bir hüküm kipinin abartılm ası, m addîlik ve nesnellik
halinin yanlış teşhisi, böylece reel im kânın idealist reddiyesinin
birinci saikini o lu ştu ru r Buna, reel im kânın idealist reddiyesinin
ikin ci bir saiki de ek len ir ve bu saike b ü y ü k d ü şü n ü rlerd e de
rastlanır - üstelik, h içb ir noktada öznel-idealist olm ayanlarda
bile. Buradaki engel, şim diye dek, M üm kün'ün kardeşi olan bir
kategorinin: Yeni’m n üzerine d ü şü n ü lm em iş olm asına yol aça.n-
la aynı etkendir. Engel, sınıfsal olarak koşullanm ış bir tavırla,
verili olanın, evet geçip gitm iş olanın etrafında dönüp durm ak­
tır, sta tik düşüncenin eylemli [ucu] açıklık ve ufka özgü dünya
kavram ından hoşlanm ayışıdır. Bu hoşlanm ayışa, süreçselliğe on­
ca bağlı Aristoteles ve Hegel gibi filozoflarda bile rastlanır; birin­
cisinde m uazzam bir reel dynam ei on, ikincisinde bir reel diya­
lektik tasarım ının varlığına rağm en. Tüm M üm kün'ün sahici ol­
duğu, bitm iş bir Tek ve Her Şey'in, bitm iş bir evrenin konuşu
(Cusalı N ikolaus Tann'yı “Possest” (Olabilir-lik) olarak, kemale
erm iş “O labilirlik” olarak tanım lar, G iordano Bruno bile dünya­
nın tam am ında gerçekleştirilm em iş bir M üm künlük bırakm az),
b u statikligiyle her şeyden önce [U cu-]A çık-M üm kün'ün uzam ı­
n ın ö n ü n ü kapar. Böylece kategorik M üm kün kavram ı neredey­
se tüm üyle bakir b ir alanda kalır; büy ü k kavram lar arasında bir
Bünyam in'dir213 o.
‘M üm kün’, daim a Tazelik, - b u noktada düşü n ü lm esi gerek -
m eyen- G elm ekte O lan olarak görünür. Katı olan her şeyin kar­
şıla rın d a tin sel o la ra k sallan tıy a girdiği Sofistler bile ‘M üm -
kün'den, alaydan başka bir şey çıkartm adılar. Gorgias'ın dediği

212 İmkansızlık halinde bir yükümlülük yoktur.


213 En küçük çocuk.
300
üzere, ne Olmayan ne Olan ne de b u ikisinin arasında yitecek
veya olabilecek h içb ir şey olm adığına, yani biri veya ötekisi kar­
şısında bir m ü m k ü n lü k olam ayacağına göre, hiçbir şey m üm ­
kü n olm adığı k ad ar her şeyin de m ü m k ü n olduğunu söylem ele­
ri, gibi. M ü m k ü n 'ü n inkârı, belirgin biçim de Elea öğretisinin
Hareketsiz O luş kavram ıyla da ■birleştiği M egara O k u lu'nda d a­
ha radikal değil am a d ah a merkezîydi. M egaralı diyotoros Kro-
nos, karakteristik b ir tarzda Z eno'nun H areket'e karşı izharına
bağlayarak, M ü m k ü n 'ü n karşısındaki sözüm ona ispatı icat etti.
Bu sözüm ona ispat (K yrieuon’u n adıyla), hem gûya diyalektik
bir usta işi olarak, hem de h er şeyden önce statik d üşüncenin
o n d a k i çık arın d an ö tü rü yüzyıllar boyunca şö h retin i k o ru d u
(karş. Zeller, S itzu n g sb erich te der B erliner A ka d em ie, 1882, s.
151 vd.). diyotoros, bir tasım 214 oluşturdu: M üm kün’den Gayrı-
m üm kün hiçbir şey çıkam az; fakat gerçek olm ayan b ir M üm ­
k ü n ’den b ir G ayrım üm kün, y a n i Ö yle olandan farklı b ir Ö yle çı­
kacağına göre; bu M ü m k ü n ’ü n k e n d isi g a y rım ü m k ü n d ü r ve
G erçeğin yegane M üm kün olduğu ispatlanm ış olur. Bu tasım,
olanca zayıflığına rağm en R om alı Stoalılarca d ev ralın m ıştır;
Epiktetos ve M arcus Aurelius'da, b ü tü n m ü m künlüklerden azâ-
de, zorunluluklarla dolu dünya d ü zeninden duyulan m em nuni­
yette önem li b ir rol oynar ve Çiçero tarafından (D e fa to 6, 7)
so n rak i am or fa ti'y e2 1s aktarılm ıştır. M ü m k ü n 'ü n reddi, Yeni-
Stoacılık, a m o rfa ti, Spinoza’da son derece yakın akrabalıkla bir­
birlerine el uzatırlar; sub specie aeternitatis2'6 görm ek (E tik H,
Tez 44, E k 2), per definitionem ,™ M üm kün olan h er şeyi peşi­
nen zorunlu-gerçek olarak gqrm ek demektir. Ç ünkü Spinozacı
ebediyet bakış açısından, bu bakışın koşulsuz neden-sonuç iliş­
kisiyle örtüşm esinden ötü rü (dünyanın m atem atik Fatum 'u [ka­
der) olarak), kısm î koşullanm ışlık yoktur, yani artık bir M üm ­
k ü n lü k de yoktur. Bu d u ru m Spinoza'nın Tanrısı için sonsuz de­
recede çok sayıdaki m an tık î im kân arasında seçm e yapm aya ma­

214 Syllogivn; iki öncüle dayalı çıkanın.


215 Kader gıkları.
216 Ebediyet bakış açısından.
217 Tanım icabı.
hal verm ezken, Leibniz o im kânları (realizatör olan) Tanrısı'm n
önüne açılm ış görür. Yaratıcısı tarafından sonsuz sayıdaki m üm ­
künler arasından realize edilm iş olan m evcut dünyanın içinde
bile, Leibniz lm k ân 'ı istidat o larak tanır. H er ne k ad ar bu istidat
da reel yönden Yeni, yani şim diye kadarki dünyada içerilmemiş
bir şey geliştiremeyecek olsa bile. Ve M üm kün'ün Aristoteles'ten
beri tek b ü y ü k d ü ş ü n ü rü o lan Leibniz, so n su z sayıda başka
m üm kün dünyasal bağıntılara da alan açm akla beraber, bu “pri-
m a e possibilitates’’218 yine sadece yaratıcının zihnindedir; o zi­
hin d ek i b ir realize edilebilirlik olarak, evvelce realize edilm iş
bulunan dünyaya uzanm azlar. Oysa Spinoza, am o r fa ti'n in tüm
aslî kudretiyle, T an rı'n ın im kânlarına karşı da şu belirlem ede
bulunur: "Şeyler, Tanrı tarafından, m eydana gelm iş b u lundukla­
rından başka hiçbir tarzda ve hiçbir düzende m eydana getirile­
m ezlerdi.” (Ethik I, Tez 33). ‘M üm kün' bakım ından, M etafizik’in
büyük bir Diodoros Kranos'u219 vard ır burada. Fakat bu, böyle­
likle M üm kün'e isteksizliğin sona erdiği, bu isteksizliğin M üm-
kün'e epeyce açıkça b ia t edebilen felsefelerde d a h i yaşamaya d e­
vam etmediği anlam ına gelmesin; Kant'ta böyledir, Hegel'de d a ­
ha som u t olarak böyledir. K ant ldeal'i uzatm ış, sünd ürm üştür,
Hegel ise özgürlüğün bilincindeki ilerlemeyi; b u n a rağm en, “Saf
Aklın Eleştirisi” M üm kün’ü, m u ta tis m utandis, H egel'in M antık'ı
ve A nsiklopedi’s i kadar az vurgular. Kant lm kân'ı (hem “a priori
kavramlar aracılığıyla şeyler”in im kânını hem de “sadece tecrü-
bi bilgi içinde gerçeklikten elde edilebilir olanları”) saf düşünce
form larının y an ın a koyar. G erçi b ü tü n saf düşünce form ları ve­
ya kategorileri, yani kipsel olanlar da, burada tecrübî bilgiyi ka­
tegoriler tarafından k u ru la n “g ö rü n ü şler sistem i” olarak inşa
ederler, fakat Kant tam da tecrübî bilgi b ak ım ın d an kipsellik
[m odalite] kategorileriyle (im kan, gerçeklik, zo ru n lu luk) ilgili
olarak ihtiyat gereğini vurgular. Şu cümle, bunun içindir: “Kip­
sellik kategorilerinin, sıfat olarak eklendikleri kavram ı, nesne­
n in belirlenim i bakım ından zerre kadar çoğaltm ayıp, sadece id ­
rak kudretine ilişkin nisbeti ifade etm ek gibi bir özellikleri var­

218 Zorunlu hakikatler.


219 Antik Yunan düşüncesinde, mantıksal determinizme dayalı bir materyalizm
anlayışının geliştiricisi.
302
dır.” (W erke [E serler), HI, s. 193) Buna baglı olarak Kant nesnel-
reel M üm kün'ü hiç tanımaz. Nesnel-reel G erçek sadece tem aşâ
yoluyla kipsel G erçek haline gelir, yoksa asla iddiacı bir yargıya,
yani kipselligin bir gerçeklik yargısına bağlanarak degil. Yine de
Kant, ikiciliğe [düalizme] düşm e pahasına, Im kân'a alan açm ak
zorunda kalır: id rak edilebilir tecrübi bilginin, idrak eden “Zih­
ne" [anlık] değil ahlâkı “Akla” [us]. ait olan kendine m ahsus dü­
şünce m ıntıkasında yapar bun u ; “kaziye” [postüla] ve “ideal”
m ukim dir burada. Fichte tarafından daha sonra o kadar kuvvetli
biçim de seferber edilen Kaziye: “Y apabilirsin, çü n k ü yapm alı­
s ın ”, Im kân’ı b ir k u d ret olarak, K uvve olarak kasteder. Kant'ta
genel b ir hâkim iyeti olan, soyu t olarak politikaya da öngelen
ideal: " törel özgürlüğün egem enliğinin genişletilm esi” ise Im-
kân'ı, tarih içinde bu Ideal'e yakınlaşm anın ne yazık ki so n u gel­
mez potansiyeli olarak kasteder. Mamâfih böyle kavranm ış im ­
kân nesne [msi ]-reel degildir; aşkın idealizm in tecrübi bilgi dün­
yasında oraya yol yoktur. Z orunlu O lm anın, Kaziyenin, İdealin
İm kânı olarak da hakkıyla taltif edilm iş olm ayacaktır; bir “m ut­
lak Bilincin" tarihsiz görüş sahasında, geleceğe d önük, Kant’ın
“Bir Hayalet G ö rü cü n ü n D üşleri"nde dedigi gibi (W erke II, s.
357) “gelecek u m u d u ”n a d ö n ü k gerçi b ir eğilim vardır am a ge­
leceğin k u ru cu b ir yeri yoktur. Böylelikle sadece tecrübî bilgi
k ateg o rile rin e ilişki n “Z ih in ” d eğil, “fik irle rin a nası ” o larak
“Akıl" da im k ân 'a açtığı alanı daraltm ıştır. Peki son olarak (so­
yut) Z ihin yerine (som ut) A klın d ü şü n ü rü olduğu vurgulanan
Hegel'de yeri nedir Im kân'ın? Bunun dışında gayet nesnelci-ide-
alist olan Hegel, şaşırtı cı bir biçim de, Kan t'ın yu karda aktarılan,
k ip selliğ i reel n e s n e d e n u zak tu ta n [y o r u m u n u ] zik red er.
K ant'ın, H egel'de pek e n d e r görülen b ir o n ay lan ışıdır bu. Bu
K ant alıntısına şu n u ekler: “Fiiliyatta im kân, kendi-içindeki-öz-
d ü şü n ü m ü n boş soyutlam asıdır, ö n ceden İç d en en d ir; yalnız
şim di aşılmış, sadece konm uş, dışsal Iç olarak olarak belirlen­
miştir, böylelikle salt bir kipselliktir, yetersiz soyu tlamadır, so­
m ut alındığında sadece öznel düşünüşe ait ve öyle konm uştur...
Felsefede özellikle bir şeyin m ü m k ü n veya daha başka bir şeyin
daha m ü m k ü n o lduğu ve bir şeyin, her nasıl ifade edilirse edil­
sin düşünülebilir olduğu, söz k onusu edilem ez” (Enzyklopiidie

303
[A nsiklopedi], P aragraf 143). H egel'in lm k ân 'ı sadece kendi-
iç in d e k i-ö z d ü şü n ü m ü n boş soyu tlam ası o larak d eğil de keza
gerçeğin b ir kendine-uğrağı olarak aldığı yerde de, o n u n reel
İm kân olarak tanım ladığı b u d u ru m tüm üyle O lm u ş gerçeğin
çemberiyle kapatılır: “Böylelikle reel M üm kün olan, artık başka
türlü ola^maz; bu belirlem eler ve koşuüar altında başka b ir şey
vukua gelem ez" (Logik [M antık]. W erke IV, s. 211). G örülüyor
ki Hegel burada boş kanaatin, tarihi olmuş olabileceğe göre d e­
ğiştiren avâreliğin, soyut idealin, “olm ası gerektiği gibi bir k ı­
zın", “olm ası gerektiği gibi bir devletin” vesairenin de düşm anı
olarak konuşur. Ama aynı z a ^ n d a Geleceği D üşünm eyen ola­
rak, geçm işin [kapalı ] çem ber diyalektikçisi olarak veya aynı
anlam a gelm ek üzere ebediyen olm akta olanın ebediyen çem be­
rine geri dönenin [temsilcisi] olarak konuşur. Kısacası, burada
konuşan, gerici yanıdır Hegel’in; o Hegel’de felsefe değiştirmeye
hep geç kalır. D üşünce, H ukuk Felsefesi’nin ö n konuşm asında
dendiği £zere, ancak “gerçekliğin kendi oluşum sürecini nihaye­
te erd irip kem ale e rm e sin d e n s o n r a ” g ö rü n ü r o H egel'e. Bu
cüm lede d e b ir parça iyice yucelm iş Diodoros Kronos vardır, an ­
cak bu kez, güya tüm dünyayı kapsayan geçm işin kutlam ası ola­
rak. Tam da, m uazzam diyalektikçide onca şaşırtıcı o la n bu Sta­
tiklik Pathos'u, H egel'i, Im kan'ı savsaklamaya veya tabi konum ­
da b ir kenara bırakm aya sevketm iştir. Hegel’in Süreci kapayan
şu tezi de buraya ilişkindir: “i çsel olan, dışsal olarak da m evcut­
tu r ve b u n u n tersi de doğrudur; görünüş, varlığın özünde olm a­
yan bir şeyi gösterm ez ve özde de beyan edilm em iş b ir şey yok­
tur" (Enzyhlopadie, Paragraf 139). B unun y anına tabii Fenom e-
noloji'nin ö n konuşm asında yer alan daha önceki beyanı koy­
malı: “Çağım ızın bir doğum ve yeni bir evreye geçiş çağı o ld u ­
ğunu görm ek. .. zor değildir. Tin, kendi V aroluşunun ve Tasav­
v u ru n u n şim diye kadarki dünyasıyla bağını koparm ıştır ve bu
dünyayı geçm işte batm aya bırak m an ın eşiğinde, kendi d ö n ü ş­
türm e çabasıyla m eşguldür” (W erke II, s. 10). O halde bu beya­
n ın , m am âfih Hegel tarafından çıkarılm am ış olan so n u cu , şu
olurdu: bir “doğum " çağının olduğu yerde, b ir reel M üm kün’ün
kucağı da vardır, d o ğ u m u n içinden çıktığı. “D önüştürm e çabası­
n ın ” olduğu yerde de d ö n ü ştü rm en in kuvve'.sinin ve d ö n ü ştü rü ­

304
lebilir olanın potansiyelinin, sadece k en di-içindeki-özdüşünü-
m ü n boş soyutlam asından d ah a fazla olm ası gerekir. Dem ek,
M üm kün’ü n u z a k krallığının m antığı ve ontolojisi, tüm M üm ­
k ü n 'ü n Gerçek olanın içinde zaten tanzim o lu n duğunu vaz'eden
statik cinnet tarafından bastırılm ıştır. İçinden tohum un çıkm ış
olduğu yum urtacık kadar ehem m iyetsizdir o n u n için, ya da bit­
m iş bir oyundan so n ra satranç taşlan kadar. Oysa Gerçek, şim ­
diye kadarki tüm felsefenin üzerin e çıkan M arx'ın gerçeğidir;
^esas m eselenin, doğru yorum lanan, yani diyalektik m ateryalist
anlam da süreçsel, tam am lanm am ış olarak kavranan dünyayı d e­
ğiştirm ek o lduğunu söyler. D eğiştirilebilir d ü n y an ın değiştiril­
m esi, realize edilebilir reel M ü m k ü n 'ü n d ünya cephesindeki,
D ünya-sürecindeki teori-pratiğidir. Ve b u sonda, tem aşacı-statik
felsefelerin tüm ünde yurtsuz olan reel M üm kün, bizzat dünya­
nın reel so ru n u olur: o n u n içindeki g ö rü n ü ş He sahici özün, en
nihayet varoluş ve tözün henüz özdeş olm adığı hal olarak.

İm k â n ı gerçekleştirm ek

İnsan, daha ö n ü n d e çok şeyler olan varlıktır. Emeği içinde ve


em eği tarafından sü rek li değişim e uğratılır. Daima sınırlara da­
yanır, fakat onları algılamasıyla beraber sınırlar sınır olm aktan
çıkar - aşar onları. İnsanda A slolan, dünyada alacaklı gibidir,
beklem ededir, üm itlerinin kırılm ası k o rkusu içinde ve başaraca­
ğı um uduyla doludur. Ç ünkü m ü m kün olan, Hiçe de dönüşebi­
lir Varlığa da: M üm kün, tüm üyle koşullanm am ışlığı itibarıyla,
kesinleşm iş olmayandır. B undan ötürüdür, b u reel salınım karşı­
sında başın d an itibaren k o rk u y la b eraber u m u d u n , u m u ttak i
k o rk u n u n varlığı - insan m ü d ah ale etm ediğinde. Bunun ' için
Stoacılar -bilgece ya da fazlasıyla p asif b ir bilgelikle-, insanın
üzerinde iktidarı bulunm ayan koşulların yakınına yerleşmeme­
sini salık verm işlerdir. Mamâfih insanın aktif serveti özellikle
Im kân'a ait b u lu n d u ğ u n d an , bu aktifliğin ve cesaretin m üdaha­
lesi - v u k u bulduğu zam an ve ö lçü d e-, u m u d u n ağır basm asını
sağlar. Bu anlam da cesaret, negatif im kan olarak hiçliğe sapm a­
nın karşı hamlesidir. Fakat ancak, atik, soy u t kahram anlık eyle­
m inin aksine verili koşulların en ayrıntılı dolayım ının güveniyle

305
donanm ış olduğunda bir karşı ham le teşkil eder. Yani: kendini
bu koşulların olgunluğuyla ve onların toplum sal gündem deki
içeriğiyle dolayım ladığmda. Ancak budur, nihayete erm em iş ta­
rih ve dün y an ın toplam M üm kün-O luş sahası içindeki M üm ­
k ü n ’ün ölçüsüne göre Praxis. Ancak böyle b ir Praxis tarihsel sü ­
rece ekli meseleyi, yani insanın doğallaştırılm asını ve doğanın
insanileştirilm esini reel im kân olm aktan gerçekliğe taşıyabilir.
M üm kün ’ü n tüm Totum'u gibi b ir gelecek ülkesi - fakat adım
adım izlenebilir bir tarihsel-eğilim sel dolayımla. Zaman tarihin
uzam ı ise M arx’a göre, o halde zam anın gelecek kipi, tarihin reel
im k â n la n n m uzam ıdır ve bu uzam dünyasal gelişm enin yöneldi­
ği eğilim in ufkunda uzanıyordur. Teorik-pratik anlamıyla: D ün­
ya Sürecinin, kararların verildiği, yeni ufukların açıldığı cephe­
sidir bu. Bu geleceğe uzan an Süreç, yalnız, en yüksek verim i
olan insan aracılığıyla derlenip o luşum unu tam am layan m adde­
nin sürecidir.
Bize Ait O lanın ve keza Henüz Bize Ait O lm ayanın önünde
uzanan, işte bu yoldur; ham ve açık. İnsanlar ve şeyler bu yolda
birleşmişlerdir, insan ile D ünya en iyi bu şekilde bir arada d u ­
rurlar. Burada belirleyici itki, birkaç bin yıldan daha fazla olm a­
yan bir zam an önce, insanlardan gelm iştir ve bu itki, mütevazı
olmayan fakat ancak şim dilik abartılı sayılacak bir edâyla Dünya
Tarihi, denen şeyin yolunu açmıştır. İnsan ve o n u n emeği böyle­
likle dünyanın tarihsel gidişinde belirleyicilik kazanm ıştır: eme­
ğin bizzat insan O luşun aracı oluşuyla; devrim lerin, b u g ü n k ü
toplum un gebe olduğu gelecekteki to p lu m u n ebeleri oluşuyla;
bizim -için-şey'le, d ü n y an ın b u n u n dolayım lanm ış y u rd u o lu ­
şuyla - ki doğa, henüz ancak ayak basılmış, kabuğu çatlatılm ış
im kândır burada. Ö znel etken, şeylerin d ö n ü ştü rm en in nihaye­
te erm em iş kudretidir. N esnel etken, dönüşebilirliğin, dünyanın
kendi yasaları -y e n i koşullarda yine b ir yasallık d oğrultusunda
çeşitlilik arzeden yasaları- çerçevesinde değiştirilebilirliğinin ni­
hayete erm em iş potansiyelliğidir. H er iki etken daim a iç içe geç­
m iştir, diyalektik etkileşim içindedir ve ancak birisinin veya öte­
kisinin yalıtıcı biçim de aşın vurgulanm ası (böylece özne son fe­
tiş haline gelir, nesneyse görü n ü ştek i kendi kendine devinişiyle
son F atum 'a dönüşür) özneyle nesneyi ayırır birbirinden. Ö znel

306
kudret sadece tarihteki D önüştürenle değil Realize Edenle de ör-
tüşür; ne kadar çok sayıda insan kendi tarihlerinin bilinçli k u ru ­
cusu olursa, o kadar çok örtüşür. N esnel potansiyellik sadece ta­
rihteki D eğiştirilebilir Olanla değil Realize Edilebilir O lanla da
örtüşür; insandan bağımsız d ış dünya ay n ı zam anda o nunla do-
layım landığı o randa, daha çok örtüşür. Realize E den elbette,
vahşi tesir gücü ve tohum uyla, büyük genişliğiyle, insan-öncesi
ve insan-dışı dünyada da m evcuttur. Bilinçsiz veya pek zayıf bi­
linçli olsa bile, insani öznel kudretin içinden çıktığı yoğun kök,
vardır burada da. Fakat insan, süreçsel m addenin kudret-potan-
siyelliğindeki m erkezî k u d reti daha em in/bilinçli b ir şekilde Re­
alize Eden olarak toparlar -ö n celik le, yanlış bilinç taşım adığı
veya yanlış bilinçten sıyrıldığı oranda. Bu m erkezi kudret, lm-
kân'ın içinde büyüyerek varolur; nihâi reel im kânın kaynağını
ve içeriğini o luşturan, tüm olup bitendeki güdüleyici çekirdek
ilgiye bizzat bu büyüm esiyle rastgelir, b u lu şu r onunla, onu teş­
his eder, evet, onunla aşikârlık ve özdeşlik kazanır. Bu gibi b ü ­
tün yönelim ler transfinit [sonsuz] olm akla beraber, yine de tari­
hin bilinçli yapılışıyla tanım lananın katı ve kararlı uzanım çizgi­
sinde yer alırlar - anlaşılmaz kaderin karşıtında. Realize edenin
kendisinin realize edilişi, yani tarihi oluşturanın, Süreci tahrik
edenin aslına uygun tezahürü, ■reel im kânın çekirdeği olarak, en
ücra oldugu kadar en olum lu-derin reel im kânı teşkil eder; [üs­
telik), henüz kısm en d ahi m evcut bulunm ayan koşullarla. Yine
de tarihin bilinçli yapılışının B ü tünü görülebilir burada: to p ­
lu m d a ve doğada, kavranm ış, kendisine erilmiş, yayılımı sağlan­
mış causa sui.220 Bu yolla, realize edenin realize edilişi, bu son
reel imkân, son reel sorunla aynı şey olur: Toplum da doğa da
yerinden oynatılır. Tam da bu son reel im kânın dünyası, causa
sui'nin en azından tanım sal olarak öngörüyle tasavvur edilebilir
dünyası, num unesinde, şeyleştirilmem iş nesnenin tezahür eden
özne ile, şeyleştirilm em iş öznenin tezahür eden nesne ile uyu­
m u olarak ortaya çıkar. Bunlar, insani gelişm enin -h e m yakın
hem uzak geleceğe d ö n ü k - tem el orantılandır. Ama insani tari­
hin ana ekseni, onun yaratıcısı olan çalışan/em ekçi insandır: ni­

220 Kendisinin nedeni.

307
hayet a n ık dışlaştırılm am ış, yabancılaşm am ış, şeyleştirilm em iş,
söm ü rü cü sü n ü n k a n için b o y u n d u ru k altına alınm am ış emek.
M arx, proletaryanın b u aşılm asının, insanın k en d i kendisiyle ve
norm al talihiyle arasındaki m ü m k ü n ve sahiden olm akta olan
dolayım ın aşılm asının sahici öğretm enidir. Kendi kendisinin ta­
rihinden farklı olarak insanın gerçi etkileyebileceği fakat bizzat
yapamayacağı do ganın tarihindeki ana eksen ise, insan-dışı ha­
diselerin pek bizim üzerim izden dolayım lanm ayan, hatta hipo­
tetik bir fail niteliğindeki Dogal G üçtür, soyut tanım ıyla. Pante­
izm in tem elsiz anlayışıyla natura naturans denm iştir buna, şim di
ise som u t olarak nüfuz edilm eye açılm ıştır ve evrensel m addî fa-
illiğin hiç de sair doğadan kopm am ış en kuvve tli, en yüksek bi­
linçli parçası olan çalışan/em ekçi in san , şim diye ka darki yaban­
cılaşm asının y a n fnfeognito’su n d an 221 çıkmaya başlam ıştır. Marx,
tü m dünya gidişini belirleyen üretim ocağıyla [aram ızdaki ] yak­
laşm akta olan d olayım ın; E ngels’in dediği gibi şu sö züm ona
kendine şey’in, doğanın m ü m kün b ir insanileştirilm esi ölçüsün­
de bizim için şey’e d ö n üştürülm esinin aslî öğretm enidir. Ö zgür
b ir ülkede özgür b ir halk - b ü tü n sel bir kavrayışla, realize ede­
nin realize edilişinin, yani nesnel-reel M üm kün'deki en radikal
sınır içeriğin nihâi sem bolü budur.

19
D Ü N Y A N IN D E Ğ İ Ş T İ R İ L M E S İ
VEYA
M A R X ’IN F E U E R B A C H Ü Z E R İN E O N B ÎR T E Z İ

1leriye doğru d ü şünm ek, u z u n zam andır ilan o lu n m u ştu r ve işi­


tiliyor da. Sadece korkaklar kendilerini her şeyden sıyıracak şe­
kilde konuşurlar, yalancılar ise genel konuşm akla kalır. Sadece
onlar, geniş veya acaip kılıklar altında gizlenir, sürekli faka bas-
tm ld ık la n yerden başka bir yerde olm anın yolunu ararlar. Fakat
H akiki olan asla yeterince belirlenm iş olamaz; bakışın dikildiği
dava h en ü z alacakaranlıktaysa bile - hatta o zam an iyiden iyiye

221 Tanınmaz, bilinmez.


308
uzaktır belirlenm işlikten. Esasa D air olana ilişkin b u erken ^ -
giyle, Marx'a d a h a o n d o k u z yaşındayken babasına yazdığı m ek­
tupta bayağı keskin cüm leler nasip olur. Baştan itibaren mesele­
n in özüne inm ek isteyen b ir tarzdır bu, faydasız olanla asla oya­
' lanmaz, onu fark ettiği anda da b ir kenara atıverir. Böylece, ge­
niş baktığı, üzerine uzun d ü şü n d ü ğ ü h er yeni şeyde, her vakit
form unda olmaya ehildir, tam ü stü n e basar, hedefi vurur. Böyle
kavranılm ası bilinen b ir şey kavrandığında, yol ü zerindeki esas
noktalar da gösterir kendini. Bu noktalarla ve onlar üzerinden
ileriye doğru daha kararlılıkla yola k o y u lu r tren, öyle ki m uhte­
mel dolam baçlar bile işine yarar. Elbette bu yol gösterici kendi
akışı içinde h er zam an öyle çabucak -k ısa c a alıntılanabilir oldu­
ğu kadar ç a b u k - görülem ez. Ç ünkü anlam lı b ir kısalık bağlama
aittir, bu nedenle hem encecik biter sözü.

T elif etm e za m a n ı

D em ek zihin böyle cüm lelerde h ep yeniden kanıtlam alıdır ken­


dini. Feuerbach Ü zerine O nbir Tez diye ünlenm iş olan, en sık ış­
tırılm ış bilgece talim atların en sıkıştırılm ış toplam ında ol,dugu
kadar tazesi y o k tu r b u n u n da. M arx b u n la rı 1845 N isam 'nda
Brüksel’de yazmıştır, b ü y ü k ihtim alle “A lm an Ideolojisi”nin ön
çalışm aları sırasında. Tezler ancak 1888’de, “L u d w ig Feuerbach
ve K lasik A lm an Felsefesi’nin Sonu"na ek olarak Engels tarafın­
d an yayım landılar. Engels, M arx’m kısm en salt taslak halinde
b ulunan m etn in i üslû p açısından hafif b ir redaksiyondan geçir­
di; söylemeye gerek yok, içerikte en ufak bir değişiklik yapm a­
dan. Engels, “Ludwig F euerbach"ının ön n o tu n d a Tezler ■hakkın­
da şunları yazar: “Bunlar daha sonra geliştirilm ek üzere alınmış
notlardır, hızla yazıhverm işlerdir, kesinlikle basılm ak üzere d e­
ğil. Fakat yeni dünya g ö rü şü n ü n dahiyâne to h u m u n u n ekili ol­
d u ğ u b ir ilk belge o larak paha biçilm ezdirler.” Feuerbach saf
düşü n ced en duyusal görüşe, tin d en -d o ğ ay ı da tem el a la ra k -
insana dönm eye çağırm ıştı. Bilindiği gibi, H egel'e yönelik bu
“hüm anist" oldugu kadar “n atü ralist” reddiyenin (ana düşünce
olarak İnsan, Prius [ilksel] olarak Tin yerine Doğa) Genç M arx
üzerindeki etkisi büyüktü. Feuerbach'm “D as Wesen Des Chris-

309
tentum s"222 (1841), “Vorlâufigen Thesen zu r Reform der Philosop­
hic”223 (1842) kitapları, h atta “G ru n d sd tze der Philosophie der
Z u h u n ft" d a224 (1843), sol H egelciler o k u lu n u n d a H egel'den
kurtulam adığı, idealizm in ustasının Hegelcilik-içi bir eleştirisi­
n in ötesine geçemediği koşullarda, fazlasıyla serbestleştiriciydi.
“Genel bir coşku vardı" der Engels “L udw ig Feuerbach’ ta, elli yıl
so m a geriye bakarak: “Hepimiz ânında Feuerbachçı olm uştuk.
M arx'ın bu yeni anlayışı nasıl heyecanla selâm ladığını ve -e le şti­
rel kayıtlara ra ğ m e n - o n d an nasıl etkilendiğini K utsal A ile'd e
okuyabilirsiniz” (L u d w ig Feuerbach, Dietz, 1946, s. 14). Zama­
nın Alman gençliği, gök yerine nihayet artık karayı, insanı ve bu
dünyaya ait olanı gördüğüne inanm ıştı.
B ununla b eraber Marx bu fazlasıyla m üphem bu-dünyalı İn-
san-O lm a anlayışından çok geçm eden sıyrılmıştır. Rheinische Ze-
itung’daki faaliyeti onun politik ve ekonom ik sorunlarla, Sol He-
gelcilerin ve Feuerbahçılannkinde.n çok d ah a yakın bir tem asını
sağlamıştı. İşte bu temaslar, Marx’ı, Feuerbach'ın kendini kısıtla­
dığı d in eleştirisinden, giderek artarak devletin eleştirisine ve
d ah a o noktada, -1 8 4 1 -4 3 ’teki “K ritik der Hegelschen Staatsphilo-
sophie"de225 teşhis ettiği ü zere- devletin biçim ini belirleyen top­
lum sal örgütlenm enin eleştirisine yöneltti. H egel’in burjuva top­
lum u ile devlet arasında yaptığı ayrım ın kendisinde, o n u n savu­
n u cu ların ın ve b u arada F euerbachçıların da taşıdığından çok
daha fazla ekonom ik bilinç saklıydı, M arx'ın vurguladığı üzere.
Feuerbach'tan kopuş büyük bir hürm etkârlıkla ve başlangıçta sa­
dece bir düzeltm e hatta bir tam am lam aym ışçasına gerçekleşti,
fakat toplum sal nitelikli tam am en yeni b ak ış açısı b aştan itiba­
ren sarihti. N itekim 13 M art 1843'te Marx şöyle yazar Ruge'ye:
“F euerbach'ın aforizm alarıyla sadece, h ad d in d en fazla doğaya
odaklanıp politikaya pek az gönderm ede bulunm ası bakım ından
m utabık değilim. Oysa b u g ü n ü n felsefesinin bir hakikat olması­
nı sağlayabilecek tek bağ d a budur,” (M E G A 1,226 1/2, s. 308).

222 Hıristiyanlığın Özü.


223 Felsefe Reformuna Dair Geçici Tezler.
224 Geleceğin Felsefesinin Esasları.
225 Hegelci Devlet Felsefesinin Eleştirisi.
226 Marx-Engels Toplu Eserler.
310
1844 “Ehonom i-Felsefe E ly a zm a la n "n d a hâlâ Feuerbach’a h ü r­
m et gösterilir - tabii aslında Bruno Bauer'in kafa karıştırıcılığına
karşı koym ak üzere. E ly a zm a la n , Feuerbach'ın yararlılıkları ara­
sında öncelikle ‘“insan ile insan' arasındaki ilişkinin teorinin te­
mel ilkeleri arasına katılm ası vasıtasıyla sahici m ateryalizm in ve
reel bilim in kurulm ası”nı yâd eder (M EG A l, 3, s. 152). Mamâfih
“E honom i-P olitih E lya zm a la rı", k en d i söylediğinden çok daha
ilerisine geçm iştir Feuerbach'ın. “İnsan ile insan”ın ilişkisi Fe-
uerbach'taki gibi soyut-antropolojik b ir ilişki olarak kalm az b u ­
rada, insanî kendine-yabancılaşm anın eleştirisi (d in d en devlete
nakledilerek), yabancılaşma edim inin ekonom ik çekirdeğine n ü ­
fuz etm iştir bile. Em eğin tarih-yapıcı rolü açığa çıkarılarak He-
gel'in eserinin bu tem elde yorum landığı, Hegelci fenom enoloji
üzerine yazılmış o m uhteşem bölüm ler de ikincil değildir b u açı­
dan. “Ekonom i-Politih E ly a zm a la n ”nda sözkonusu eser aynı za­
m anda insan! çalışma/emek etkinliğini m addî değil salt tinsel bir
etkinlik olarak aldığı için de eleştirilir. Politik Ekonom iye geçiş,
yani F euerbach'ın G enel İnsan 'ın d an tam kopuş, M arx'ın En-
gels’le birlikte yazdığı ilk eser olan “Kutsal A ile”de gerçekleşir -
yine 1844. “Ehonom i-Politik E ly a zm a la n ”nda şu cümle vardı za­
ten: “Bizzat bir sermaye, b ir m al olan işçi” (age., s. 103). Bu
cüm le, Feuerbahçı lnsan-O luş'tan geriye, b u v aro lu şun kapita­
lizm deki reddiyesinden başka bir şey bırakmaz. Kutsal A ile ise
kapitalizm i bizzat b u en kuvvetli ve en son yabancılaşm anın
kaynağı olarak kaydediyordu. Hep aynı kalan soyut doğallığıyla
Feuerbachçı Türsel-lnsan'ın yerine, şim di belirgin biçim de top­
lum sal ilişkilerin tarihsel olarak büyüyen ve h er şeyden önce sı­
nıfsal antagonizm alara tabi b ir birliği [olarak insan] çıkıyordu.
Yabancılaşma elbette her ikisini de kapsıyordu: Söm ürücü sınıfı
da söm ürülenleri de. Özellikle bu kendine-dışlaşm anın, nesne-
leşm enin en kuvvetli biçim i olan kapitalizm de böyleydi bu. “Fa­
kat,” diyordu Kutsal Aile, “ilk anılan sınıf bu kendine yabancılaş­
ma içinde kendini iyi ve onaylanm ış hisseder, yabancılaşm ayı
hendi ih tidan olarak bilir ve bu iktidarıyla bir insanî varoluşun
görünüşüne sahiptir; ikinci sınıf ise kendini yabancılaşma içinde
m ahvolm uş hisseder, kendi aczini ve gayninsanî b ir varoluşun
gerçekliğini görür orada.” (M EG A I, 3, s. 206). işbölüm üne, sı­

311
nıflara dayalı üretim ve m übadele biçim i, onun en yükseği ola­
ra k da kapitalist biçim , yabancılaşm anın nihayet keşfedilen kay­
nağı olarak gösteriy o rd u r kendisini. E n geç 1843'ten itibaren
Marx materyalistti; 1844’te Kutsal Aile m ateryalist tarih anlayışı­
n ı ve o n u n la b irlik te b ilim se l so sy a liz m i d o ğ u rm u ştu r. Ve
1844/45te “Kutsa! Aile” ile 1845/46’da “Alman ideolojisi” arasında
oluşan “O nbir Tez”, Feuerbach'tan kopuşun fonnülasyonuyla be­
raber onun m irasının son derece özgün b ir devrini tem sil eder­
ler. Ren d ö n e m in in p o litik -am p irik tecrü b esi artı F euerbach,
Marx'ı “Tin”e ve yine sol Hegelciler o k u lu n u n “Tini”ne karşı ba­
ğışık k ılm ıştır. Ayağını proletarya k o n u m u n a b asm ak, M arx’ı
esastan-som ut, yan i hakikaten (tem elden) h ü m a n ist yapmıştır.
Kendiliğinden anlaşılacağı üzere, b u veda asla tam k o p u ş de­
ğildir. M arx'rn eserinin geniş bölüm lerin d e Feuerbach'la ilişki
sürer - “O n b ir Tez”den sonra da. Terk edilen toprağa en yakın
eser, en azından zam ansal nedenlerle, Tezler’in hem en peşinden
gelen “A lm an Ideol ojisi”dir. Tezler'le ilgili kim i eleştirel kavrayış­
lar dönüp gelir burada. Lakin elbette Feuerbach eleştirisi ile He-
gel'in kö tü sav u n u cu ların ın canice halledilişi arasında b ü y ü k
fa rk vardır. F e u e rb a c h b u rju v a id e o lo jisin e d a h ild i, o halde
o n u n görünüşte rad ik al döküntüleriyle -B ru n o B auer ve Stim er
g ib i- y ü rü tü le n tartışm ada ken d isin in de “A lm an İd eo lo jisF n e
b ulaştırılm ası gerekirdi. N e var k i M arx’ın asıl so l Hegelcilere
yöneltm ekle birlikte ona da çevirdiği b u kesin çözüm silahım te­
darik eden, bizzat bu filozoftu. N itekim A lm a n ideolojisi esasen
Feuerbach'ın adıyla başlar ve o n u n din el'eştirisinden yola çıka­
rak, idealizm in salt idealizm -içi kalan “aşılm asını” eleştirir. “Bu
filozoflardan h içb irin in aklına, A lm an felsefesinin A lm an ger­
çekliğiyle bağıntılarını, eleştirilerinin kendi m ad d i çevreleriyle
bağıntısını sorgulam ak gelm em iştir.” (M E G A 1, 5, s- 10). Ö te
yandan M arx, Feuerbach’ın “insanın da ‘duyusal nesne' olduğu­
n u görm esinin, ‘saf' m ateryaliste göre b ü y ü k b ir ü stü nlük oldu­
ğ u n u n ” altını çizer. G erçekten, b u takdir, Feuerbach’ın M arksiz-
m in gelişim indeki önem ini tanım ladığı gibi; o n u n soyut, tarih­
siz insan özünün eleştirisi de gelişmiş M arksizm deki gayn-Fe-
uerbachçı h atta anti-F eu erb ach çı u n s u ru tanım lar. Feuerbach,
şöyle takdir edilir: İnsanın keza b ir “duyusal nesne” olarak kav-

312
ranışı olmasaydı, İnsanı O lanın m ateryalist bir şekilde tüm top­
lum sal şeylerin kökü olarak b elirginleştirilm esi ço k daha zor
o lurdu. Feuerbach’ın antropolojik m ateryalizm i, böylelikle, salt
m ekanik m ateryalizm den tarihsel olanına geçiş im k ânının ko -
laylaştınlm asıdır. Eleştiri ise şöyle der: İnsanî olan, sahiden va­
rolan, öncelikle de toplu^msal faaliyette b u lu n an , birbirleriyle ve
doğayla gerçek ilişkiler içindeki insan lar biçim inde som utlaştı-
nlm asaydı, m ateryalizm le tarih sürekli b irb irlerin d en ayrı d ü ­
şerlerd i - tü m o “an tro p o lo jiy e ” rağm en. A ncak F eu erb ach ,
Marx için hep önem li olm uştur; gerek bir geçiş yolu olarak, ge­
rekse kendisiyle bir tartışm a y ürütm enin m ü m k ü n , açıklık sağ­
layıcı ve verimli olduğu tek çağdaşı filozof olarak. M arx'ın bu
eleştirel tepkiyi yönelttiği, ü zerinden üretken b ir biçim de yürü­
d ü ğ ü tem el d ü şü n celer, ağırlıkla F eu erb ach 'ın H ıristiya n lığ ın
ö z ü (184 1 ) k itab ın d ad ır. Göz ö n ü n e alın m ası gereken diğer
eserler Felsefe Reform una D air Geçici Tezler (1842) ve Geleceğin
Felsefesinin E saslan'dır (1843). Filozofun daha önceki yazıları­
nın Marx için p ek anlam ı olm asa gerek, çü n k ü F euerbach en
azından 1839’a k ad ar ö z g ü n lü k te n ço k u zak tı, fazlasıyla He-
gel'in etkisindeydi. A ncak ondan sonra Feuerbach Hegelci ken­
din e yabancılaşm a kavram ını dine uygulam ıştır. A ncak ondan
sonra, bu eski Hegelci, ilk düşüncesinin Tanrı, ikincisinin Akıl,
ü çü n cü ve so n u n c u su n u n ise İn san o ld u ğ u n u söylem iştir. Bu
dem ektir ki: Hegelci akıl felsefesi kilise inancını aştığı gibi, şim­
d i d e Felsefe ln san 'ı (o n u n tem eli olarak D oğayı da içererek)
Hegel’in yerine koyuyordur. F akat b ü tü n b unlarla b eraber Fe­
uerbach’ın gerçekliğe giden yolu bulm ası m ü m k ü n değildi; çün­
k ü Hegel’deki en önem li şeyi, tarihsel-diyalektik yöntem i bir ke­
nara atmıştı. Ancak “O n b ir Tez", salt anti-Hegel o lm aktan değiş­
tirilebilir gerçekliğe uzanan yola kılavuz oldu; m enzil m aterya­
lizm inden cephe m ateryalizm ine giden yolu açtı.

G ruplam a sorunu

Eski ve yeni b ir soru, Tezlerin nasıl düzenlenm esi gerektiğidir.


Ç ü n k ü basılm ak için değil de kendi kendine açıklık saglam ak
için, öylece durdukları halleriyle, birbirleriyle birkaç katlı kesi­

313
şirler. Aynı içeriği başka b ir yerde tekrar sunarlar, tasniflerin ve
sıralam alann sebebi h e r zam an anlaşılır değildir. B undan ötürü,
Tezlerle ilgili çalışm aların ihtiyaçları d o ^ u ltu s u n d a , onları bir-
birleriyle olan bağlarına göre yeniden d ü zen lem e ve gruplara
ayırma denem eleri hayli zam an almıştır. Bu arada, sanki “O nbir
Tez” arka arkaya, düzgün sıraya dizilm işçesine, num ara sırası da.
ko runm ay a çalışılm ıştır. Bu şek ild e n u m aralan d ırm ay a sadık
gruplam a, um um iyetle şöyledir: 1., 2. ve 3. Tezler, D üşüncede
Teori ve P ratiğin Birliği başlığı altında yer alır; 4. ve 5. Tezler,
Gerçekliğin Çelişkilerle A nlaşılm ası başlığı altındadır; 6., 7., 8.
ve 9. Tezler Gerçekliğin Kendisi Ç elişkiler İçinde başlığı altında
yer alır; 10. ve 11. Tezler ise: Toplum da Diyalektik M ateryaliz­
m in Yeri ve Ödevi. R akam lara göre bir d ü zen d ir bu; b unun gibi
daha pek çok ve içerikçe de çok farklı sıralam aların varlığı, salt
rakam sal sıraya göre b ir değerlendirm enin ne k a d a r az şey öğ­
rettiğini gösterir. Böylesi d üzenlerin hepsi, b u rakam sal diziye
b ir yandan fazla ö n e m verir, o n a eb ed i g e ç e rlilik atfederek,
-O n ik i Levha K anunu'nda veya O n E m ir’deki gibi-; diğer yan­
d an ona iyicene aşağı ve biçim selliğe indirgeyen b ir m uam ele
yapar, san k i b ir pul serisiym işçesine. O ysa num aralandırm a sis­
tem atiklik dem ek değildir, böyle b ir ikam eye en az ihtiyacı olan
kişi de Marx’tır. Dem ek, aritm etik degil felsefi gruplandırm a ya­
pılm alıdır, yani Tezlerin sırası sadece onların izleklerinde ve içe-
rihlerindedir. G örülebildiği kadarıyla şim diye k ad ar o nbir Tez’le
ilgili b ir ■yorum yoktur; am a ancak b u Tezlerle beraber, bir ortak
davanın kendiliğinden akışı içinde, Tezlerin kısalığının ve d e rin ­
liğinin kendini üretm eye devam eden bağlamı da ortaya çıkar. O
zaman görünen şudur: Birincisi bilgi teorisiyle ilgili grup, Tema­
şayla ve E ylem le/Faaliyetle ilgili (5., 1., 3. Tezler); İkincisi antro-
polojik-tarihsel grup, kendine yabancılaşm ayla, onun esas nede­
n iyle ve gerçek m a terya lizm le ilgili (4., 6., 7., 9., 10. Tezler);
üçüncüsü toparlayıcı grup veya Teori-Pratik grubu, K anıt ve Te-
yid’le ilgili (2., 8. Tezler). En sonunda, sadece ruhların nihâi ola­
ra k birb irin d en ayrılm asını sağlam akla kalm ayan, o n ları artık
ru h olm aktan çıkartan, parola niteliğindeki en önem li Tez gelir
(11. Tez). K onunun içeriğine uygun olarak bilgi teorisi g ru b u 5.
Tezle açılır, antropolojik-tarihsel grup 4. Tezle. Ç ü n k ü b u Tezler,

314
F euerbach 'ın , M arx tarafın d an görece b e n im sen en ve her iki
grubun geri kalan Tezlerindeki hareket noktasını oluşturan iki
tem el öğretisini tanımlarlar. 5. Tezde devralınan tem el öğreti so­
yut d ü şü n ü şte n uzaklaşm adır, 4. Tezde ise insan ı kendine-ya-
bancılaşm adan kopuş. Ve burada oluşm akta olduğu görülen m a­
teryalist diyalektiğin b irin c i tem el vasfına u y g u n olarak, h e r
gruptaki te k te k Tezler arasında serbest, k en d in i tam am layıcı b ir
rey hareketliliği vardır; tıpkı gruplar arasında da da b ir etkileşim
ve birbiriyle bağlantılı bir birlik içinde B ütünlük olduğu gibi.

B ilgi teorisi grubu: Tem aşa ve E y le ^ F a a liy e t


5., 1., 3. Tezler

Burada, d ü şü n ü rk en bile ancak duyusal olandan hareket edile­


bileceği takdir edilir. Sadece ondan türetilm ekle kalm ayıp kalıcı
b ir kavram olan Temaşa, h er tü rlü m ateryalist idrakin kendini
tescil ettireceği başlangıçtır. Feuerbach, h er akadem i köşesinde
Tin, Kavram ve yine Tin’in yankılandığı b ir zam anda hatırlat­
m ıştı bunu. 5. Tez b u hizm eti vurgular: Feuerbach kafa işlerinin
d u ru m u n d a n "m em nun değildir”, ayaklarını, baktığı yere bas­
m ak istem ektedir. F akat 5. Tez, so n ra özellikle 1. Tez, F euer­
bach’ın tek bildiği şey olan g ö zle m le y in duyusallıkla ayakların
gidemeyeceğini ve yerin de üzerinde yürünm ez olduğunu göste­
rir. Böyle bakan da zaten b ir hareket aram az, rahatça [gözlemi­
nin] tadına varm a k o n u m u n d a kalır. Bu nedenle, 5. Tez şu n u
öğretir: Salt tem aşa “duyusallığı p ratik, insanî-duyusal faaliyet
olarak kavram az”. 1. Tez ise o zam ana kadarki tüm materyaliz­
mi, temaşayı "insanî duyusal faaliyet olarak, Praxis olarak, öz­
nelliğiyle değil” sadece “nesne form u altında” kavram akla itham
eder. B undan ö tü rü , faaVeylemli yan, m atery alizm in zıddına,
"idealizm tarafından geliştirilm iştir, fakat ancak soyut b ir biçim ­
de geliştirilm iştir, çü n k ü idealizm tabii ki kendi başına sahici
duyusal faaliyeti/eylem i tanım az.” Şim diye kadarki b ü tü n ma­
teryalizm le b irlik te F eu erb ach ’ın k in in de içinde kasılı kaldığı
eylemsiz gözlem in yerine böylece insan faaliyeti/eylem i etkeni
gelir. Ve bu, henüz duyusal, yani dolaysız, tem el, başlangıç nite­
liğindeki bilginin içerisinde dahi vuku bulur: bilgi olarak duyu­

315
sallık, idrakin sahici temeli olarak, asla (tefekkürcü) temaşa ile
aynı şey değildir. M arx tarafından 1. Tez’de b u şekilde vurgula­
nan fa a liyet/eylem kavramının k ö k ü idealist id ra k teorisindedir;
genel olarak idealist teoride değil, ancak burjuva Yeni Ç ağında
geliştirilen teoride. Ç ünkü b u kavram tem el olarak, egemen sı­
nıfın bizzat kendisini faaliyet/eylem , yani emek içinde gördüğü
veya görm ek istediği b ir to p lu m u varsayar. Buysa ancak kapita­
list toplum da v ak i olur, zira b u toplum da egem en sınıfın orta­
m ında emek, daha doğrusu emek görünüşü, burjuva-öncesi top-
lum lardan farklı olarak, zillet değildir, tersine saygı uyandırır.
K ânn gerekliligindendir, k âr toplum unda üretici güçlerin ser­
b e st k a lm a s ın d a n d ır b u . A n tik k ö le to p lu m u n d a da feodal
serf/reaya to p lu m u n d a da aşağılanan çalışm a/em ek (A tina'da
heykeltıraşlar bile bayağı sayılıyordu) tabii egem en sınıfın dü­
şüncesinde de d ü şü n ü m e tab i tutulm az - ta m da m üteşebbisin,
burjuvanın, hom o fa b e r227 denilen insanın ideolojisinden farklı
olarak. H om ofaber’in Yeni Çagda serbest kalan, burjuva Yeni Ça­
ğını oluşturan, u zu n süre ilerici işlev gören k ar dinam iği k en d i­
sini üstyapıda da basbayağı g ö rü n ü r kılar ve bizzat temeli/altya­
pıyı harekete geçiren b ir etkide bulunur. G erek çalışm a etiği d e­
n e n b ir şeyin suretinde ahlâki bakım dan, gerekse b ir eylem kav­
ram ının suretinde, idrakteki çalışm a logos'uyla bilgi teorisi bakı­
m ından. M ükem m elen K alvinistler tarafından, serm aye o luşu­
m u m aksadıyla vaaz edilen çalışma etiği, bir kapitalist vita activa
olarak k en d in i aristo k ratik avareliğe k a rşı da, tem aşacı keşiş-
alim varo lu şu n u n vita contem plativa'sına k a rşı da dayatm ıştır.
Buna koşut olarak idrakte, “yaratm a" kavram ının bu rjuva rasyo­
nalizm inde m ükem m elen yükseltilm iş hali olan çalışma logos'u,
sa lt alımlam aya dayanan antik ve skolastik idrak kavram ından,
Seyirden, visio’dan, pasif tasvirden farklılaşır. K elim enin köke­
nindeki Seyir anlamıyla tıpkı “Theoria" kavram ın ın kendisinde
m ün d em iç o ld u g u ü z e re ... P laton da neticede, cum grano sa-
lis,228 alımlayıcı b ir duyum cudur. Ç ünkü o n u n seyri, n e denli
ideal ve ne denli saf biçim de fikirlere ilişkin olsa da, özü itiba­
rıyla alımlayıcı b ir seyirdir ve düşünce edim i duyusal temaşaya
227 Alet yapan insan.
228 Bir tu z zerresiyle.
316
tekabül eden bir tarzda kavranır. M ^ ’a kadar tayin edici olan
ilk büyük m ateryalist D em okrit bile, b u emeğe yabancı, çalışm a
edim inin ü ze rin e düşünm eyen ideolojinin içindedir. D em okrit de
idraki salt pasif olarak kavrar. O nda sahici gerçeğin, atom ların
m ekanizm alarıyla b irlik te gerçekliğinin id rak in i sağlayan d ü ­
şünce, bu atom lara tekabül eden ve şeylerin yüzeyinden çözüle­
rek algılayana-idrak edene akan im geciklerden (eidola) edinilen
izlenim ler üzerinden açıklanır. Bilgi teorisi itibarıyla bu eylem­
sizlik bakım ından, Platon ile D em okrit arasında hiç fark yoktur.
İki bilgi teorisini birleştiren, köle toplum udur; yani, aşağılanan
çalışma etkinliğinin felsefi üstyapıdaki yokluğu. Ve şim di görü­
nen paradoks, rasyonalizm in, yani Yeni Çağın Platon'dan çoğun
hayli uzaklaşm ış b ulunan idealizm inin, bilgi teorisi açısından ça­
lışma edim i üzerine düşünm ekte, an tik dedesi D em okrit’ten pek
de o kad ar uzaklaşm am ış b u lu n an Yeni Çağ m ateryalizm in e kı­
yasla çok daha güçlü olm asıdır. D urduğu yerde yansıtan aynaya
benzeyen bu kavrayışın, çalışm a/em ek kavram ından sarfı nazar
edişi, Feuerbach'a kadarki m ateryalizm de - o dahil-, “yaratım ”
Patnos'undan hatta özne-nesne, nesne-özne ilişkilerinin birbirle­
ri üzerinden diyalektik tasvirinin Pathos'undan daha belirgindir.
Daha yeni m ateryalistler arasında sadece Hobbes, Kant'a kadar
geçerliliğini koruyan ‘ancak m atem atiksel olarak kurgulanabilir
nesneler idrak edilebilir' tem el ilkesine dayanarak, rasyonel “ya­
ratım "! öğretir. Mamâfih H obbes b u temel ilke vasıtasıyla felse­
feyi b ed en in m atem atik -m ek an ik h a re k e tin in öğretisi olarak,
böylelikle de m ateryalizm olarak ne kadar tanım layabildiyse de,
M arx'm tekdir ettiği “nesne form u"nun, yani salt tefekkürcü/te-
maşâcı m ateryalizm in ötesine geçemez. Başka bir d u ru m , ide­
alizm in içinde, “y a ra tım ’’ın, geom etrik inşadan tarihsel Gene-
sis'teki229 sahici em ek suretine intikal etmesidir. Bu, kararlı bi­
çim de ilkin Hegel'de gerçekleşti; ilk olarak “ Tinin Fenomenoloji-
si", bilgi teorisi tem elinde çalışm a/em ek kavram ının dinam iğine
tarihsel-idealist bir ciddiyet atfetti. M anifaktür evresinin büyük
rasyonalistlerinin, D escartes’ın, Spinoza’nın, Leibniz'in yarım -
veya tam -idealizm leri içinde tesirini s ü rd ü re n salt m a tem a tik-

229 Teke^vvün, oluş.

317
idealist “yaratım ” Pathos’u n u n da çok ilerisindeydi bu. Hegelci
fenom enolojinin Feuerbach tarafından asla anlaşılm ayan bu an­
lam ının en iyi tanığı, M arx'ın “E konom ik-F elsefi E lyazm alan”dır:
Marx fenom enolojinin büyüklüğünü, “em eğin özünü ele alm a­
sında ve nesnel insanı, hakiki, çü n k ü gerçek insanı kendi em e­
ğinin sonucu olarak kavram asında” görür (M E G A I, 3, s. 156).
Bu cümle, Feuerbach'a dek uzanan salt temaşacı m ateryalizm in
anılan açığını en iyi biçim de izah eder: şim diye kadarki m ater­
yalizm in eksiği, sürekli alış-veriş halindeki özne-nesne ilişkisidir —
ki bu n u n adı em ektir. B undan ö tü rü b u .m atery alizm nesneyi,
gerçekliği, duyusallığı sadece “nesne form u altında”, “insani-du-
yusal eylemi" dışta bırakarak kavrar. Oysa Hegel'in Fenom eno-
lojisi, M arx'ın dediği gibi, “ayağını m o d ern ulusal ekonom iye
basıyordu" (agy., s. 157). Feuerbach ise bilgi teorisi bakım ından
henüz köleci toplum da veya serflik/reayalıktaydı; m ateryalizm i­
nin temaşacılığı ve eylem-sizlik u n su ru nedeniyle.
Bu sırada Marx elbette, b u rju v a eylem inin henüz tam ve doğ­
ru olm adığını açığa çıkartır. Tam ve doğru olam az, çünkü o sa­
dece emek görünüşünden ibarettir, ç ü n k ü değer y aratım ı asla
m üteşebbisten değil, köylüden, zanaatkardan, nihayetinde ü c ­
retli işçiden neş’et eder. Ç ünkü serbest piyasadaki soyut, şeyleş-
miş, sarahatten uzak mal dolaşımı, ancak pasif, dışsal, soyut bir
ilişkiye m ahal bırakır. Bu nedenle 1. Tez şu n u vurgular: Eylemin
bilgi teorisine dayalı düşü n ü m ü de ancak soyut bir düşü n ü m
olabilirdi, “zira doğal o larak idealizm sahici, d u y u sal eylem i
kendi başına bir varlık olarak tanım az” . M amafih soyut d ü şü n ­
ceden uzaklaşm ak isteyen, şeyleşm iş d ü şü n celer yerine sahici
nesneler arayan burjuva m ateryalisti F euerbach da insan eylem i­
ni bu sahici varlığın dışında bırakır; “bizzat nesnelliği olan bir
faaliyet olarak” ele almaz onu. Bu nokta, “A lm an ideolojisi" nin
girişinde çarpıcı' biçim de açılır: “Feuerbach adlı adınca doğa bi­
lim inin tem aşasından söz eder, sadece fizikçinin ve kim yacının
gözüne görünen sırlara değinir; peki ama sanayi ve ticaret olm a­
saydı doğa bilim i olur m uydu? Bu ‘saf’ doğa bilim i bile, am acını
da m alzem esini de ticaret ve sanayiden, in san ın d uyusal faaliye­
tinden edinir. Bu faaliyet, durm aksızın süren bu duyusal çalışma
ve yaratım , bu üretim , öylesine tem elidir ki tüm duyusal dünya-

318
mn; sadece bir yıllığına kesintiye uğrayacak olsaydı bile, Feuer­
bach sadece doğal dünyada değil tüm beşeri dünyada ve kendi
temaşa kudretinde hatta bizzat kendi varoluşunda m uazzam bir
değişim in eksikliğini hissederdi çok geçm eden. Gerçi burada dış
doğanın önceliği baki kalır ve gerçi b ü tü n b u n lar generatio aequ-
ivoca'nın230 yarattığı ilk insana uyarlanam az; ama b u ayrım, an­
cak insanları doğadan ayırarak incelediğinizde anlamlıdır. Şu da
var ki, insan toplum una öngelen bu doğa, Feuerbach'ın içinde
yaşadığı doğa değildir; b u g ü n -A vustralya’daki birkaç yeni olu­
şan m ercan adası hariç tu tu lu rs a - artık hiçbir yerde varolm ayan,
dem ek Feuerbach için de varolm ayan doğa değildir bu." (M E G A
1, 5, s. 33 vd.) Feuerbach’ta nesne olarak tam am en yurtsuz ka­
lan in sa n em eğ in i, in s a n la rı çev reley en d ü n y a n ın şay et en
önem li değilse çok önem li nesnesi olarak nasıl da öne çıkar­
m aktadır b u cümleler.
Buna göre şim di, h e r şeyi koşullayan Varlığın içinde eylemli
insanlar da vardır. Çok şaşırtıcı sonuçlar çıkar buradan. Bu so­
nuçlar özellikle 3. Tezi çok önem li kılarlar - sadece Feuerbach’a
karşı değil, vulger M arksistlere k arşı da. B undan ötü rü, “duyu­
sal dünya”ya ait, biri k ö tü diğeri sıklıkla yanlış anlaşılan iki baş­
ka kavram, b u sahiden m addi nitelikli bağlam da kaydedilm eye
değerdirler, sıkı sıkıya bağlıdırlar bu bağlama. Değil mi ki, “ko­
şullan” yalnızca insanların etrafında d u ru p duran bir şey olarak
gören, eylemselliğe yabancı o tem aşanın am pirisist gözdelerine
veya kozlarına ilişkindir bunlar. Bunlardan biri, bilhassa nesnel­
liğe bağlı, yani görünüşte m ateryalist ilintili b ir kavram olan ve-
rililiktir. A ncak, sadece ona b ir şey verilen ya da verilmiş olabi­
lecek bir öznenin olm am ası halinde geçerliliğini yitirecek, anla­
mı icabı değişken bir kavram olduğunu b ir kenara bırakırsak;
insanın çevresini teşkil eden dünyada, verili olmasıyla aynı öl­
çüde em ek ürünü de olm ayan b ir verililik, p ek yoktur. Marx bu
ned en le, doğa b ilim in in an cak ticaret ve san a y id e n ed indiği
“m alzem e”d en söz eder. G erçekte, yalnızca yüzeysel gözlemde
b ir ‘verililik’ görünür; biraz nüfuz edildiğinde ise norm al çevre­
mizdeki her nesne, asla ‘düz' olmayan b ir vakıa olarak gösterir

230 Lat. çokanlamlı yaratım; otogenez.


319
kendini. Daha ziyade, ona öngelen emek etkinliklerinin bir ni­
hâî hasılâsı olarak görünür. H am m addesi de, tüm üyle değişime
uğratılm ış olması yanında, emekle orm andan getirilmiş veya ka­
yalardan yontulm uş veya toprağın derinliklerinden çıkartılm ış­
tır. İlk pasif kozla ilgili b u kadarı yeter; görülüyor ki aslında bir
koz da değildir bu, sadece yüzeyin k o n u m u n d a b ir geçerliliği ve
kesiciliği vardır. Etkinliğe/eylem e yabancılığı söylenen tem aşa­
n ın oluşturduğu ikinci koz ise ilkin tüm üyle m eşru hatta karar­
lılıkla m ateryalist bir kavram a, Varlığın Bilinçten önceliğine, Pri-
u s’una [ilkselliğine] başvurur. Bilgi teorisi açısından bu Prius,
kendisini, insanî b ilin çten bağım sız olarak varolan d ış dünya
olarak ifade eder, tarihsel açıdan ise m addî tem elin Tine önceliği
olarak. Fakat Feuerbach yine burada da eylemi ihm al ederek, bu
h a k ik ati tek yanlı olarak k a tıla ştırm ış, m ek an ik bir biçim de
abartmiştır. Varoluşun bilinçten bağım sızlığı norm al beşeri çev­
rede asla v aroluşun in san em eğinden bağım sızlığıyla aynı şey
değildir. E m eğin dış dünyayla dolayım lanm ası, b u dış dünyanın
b ilinçten bağım sız lığ ı, b u n u n nesnelliği, ö ylesine az aşılır ki,
tam da böylelikle n ih â î olarak form üle edilm iş o lu r Ç ünkü tıpkı
insan eylemi bizzat nesnel b ir faaliyet olduğu yani dış dünyanın
çerçevesi dışına düşm ediği gibi, özne-nesne dolayım ı da, vuku
buluşuyla, b ir parça dış dünyadır. Bu dış dünya da, bizzat özne
form u altında görünm eyişi am a aynı zam anda sadece "nesne
form u altında" da görünm eyişiyle, b ilin çten bağım sız varolur.
Tam da özne ile nesnenin karşılıklı etkileşim li d o la y ım ın tem sil
eder o; gerçi varoluşun h er yerde bilinci belirlem esi, buna m u­
kabil tarihsel yönden belirleyici v aroluşu teşkil eden ekonom ik
varoluşun o lağanüstü çok nesnel bilin ç içermesi suretiyle yapar
bunu. Oysa Feuerbach için b ü tü n Varoluş, saf insan-öncesi te­
m el [altyapı] olarak özerk Prius’u oluşturur; doğal tem eldir bu,
insan orada açm ış çiçektir, am a sadece çiçek olarak vardır işte,
bizzat doğal b ir güç o larak değil. İnsanî ü retim tarzı, doğayla
em ek sürecinde vuku bulup düzenlene n dolaşım , hele ki temel
[altyapı] olarak üretim ilişkileri - tüm bunlar, aşikâr biçim de,
kendi bilincine sah ip tir; tıpkı m addî tem elin h er toplum da bi­
linç üstyapısı tarafından yeniden h arekete geçirilm esi gibi. Eko­
nom ik varoluş öncelikli olm akla beraber, b u varoluş-bilinç iliş-

320
kişinin sağladığı etkileşim hakkında 3. Tez m ükem m el bir açık­
lık kazandınr. G erçi vulger m ateryalizm i m em n u n etm eyen bir
açıklıktır bu. Buna karşılık insanî bilince “k o şu llar” içindeki,
y an i oluşum una katıldığı d ış dünyadaki en reel yeri verir. Meka-
nist ‘ortam ' teorisi, “insanların, koşulların ve eğitim in ürünleri,
dem ek ki değişm iş insanların değişm iş koşulların ve değişm iş
eğitim in ürü n leri o ld u ğ u n u ” söyler. 3. Tez, bu tek yanlı ve ço­
ğunlukla gayet n atü ralist yansım a öğretisinin (ortam eşittir top­
rak, iklim ) üzerine, o âna kadar alışılan m ateryalizm e onca üs­
tü n olan şu hakikati koyar: “koşullar da insanlar tarafından de­
ğiştirilirler ve eğitm enin kendisinin de eğitilm esi gerekir.” Tabii
ki bu, koşulların değiştirilm esinin, özne ve eylem etkenini de
bağlayan nesnel yasallıkla rabıta kurulm adan v u k u bulabileceği
anlam ına gelmez. Marx bu noktada iki cepheli b ir savaş yürütür,
hem Varoluş-kaderciliğine varan m ekanist ortam teorisiyle hem
de darbeciliğe veya en azından abartılı bir Eylem -iyimserliğine
v aran idealist özne teorisiyle m ücadele eder. “A lm a n İdeoloji­
s i n d e k i b ir parça, insanlarla koşullar arasındaki en selâm etli et­
kileşim tem elinde, yani sürek li etkileşim li, sü rek li diyalektik
tarzdaki özne-nesne dolayım ı tem elinde, 3. Tezi tam am lar. Şöyle
ki: Tarihin “h er basam ağında, m ateryalist b ir netice, üretici güç­
lerin bir toplam ı, doğayla ve bireylerin kendi arasında tarihsel
olarak yaratılm ış bir ilişki, verili halde bulunur. H er kuşak b u ­
nu, üretici güçlerin, serm ayelerin ve koşulların b ir sınıfını ken­
disinden son ra gelen kuşağa aktarır. Yeni kuşak b ir yandan b u n ­
lara yeni bir biçim verirken, diğer yandan bu verili du rum a ken­
di yaşam koşullarını dikte eder, onları belirli bir gelişmeye so­
kar, belirli bir karaktere b ü ründürür. Velhâsıl, koşullar insanları
yaptığı [oluşturduğu] gibi insanlar da koşulları yaparlar” (M E ­
G A I, 5, s. 27 v d ) . Söylendiği gibi, özne ile nesne arasındaki et­
kileşim burada özellikle vurgulanır, feoşuî-insan ilişkisinin bu­
n u n tersi b ir sıralam anın öne alındığı da açıkça işitiliyordur, m a­
mafih insan ve eylemi daim a m addî tarihsel zem inin özgül yanı
olarak kalm akta, hem o n u n hem de dönüşebilirliğinin kökünü
teşkil etm ektedir. Bizzat fikir bile (teoride) M arx'a göre m addî
bir güç olabilir, kitleleri kavradığında. Hele koşulların teknik-
politik değişim i nasıl da b ü yük b ir g üçtür ve böyle anlaşılan öz­

321
ne etkeni nasıl da belirgin b ir biçim de m addi dünyaya dahildir.
3. Teze son b ir açıklam ayı da, insanı gayet kararlılıkla dış d ü n ­
yaya hatta düpedüz doğaya iten K apital getirir: “Doğal m addele­
ri kendi yaşamı için kullanabileceği biçim de elde edebilm ek için
canlı bedenine ait doğal güçleri, kollarını, bacaklarını, kafasını,
elini harekete geçirir. Bu hareketiyle kendi dışındaki doğaya etki
etmesiyle ve o nu değiştirmesiyle, aynı zam anda kendi doğasını
da değiştirir... D ünyanın kendisi b ir çalışma aracıdır, ancak ta­
rım da kendi çalışma aracı olarak b ir dizi başka çalışma aracını
ve em ek g ü cü n ü n görece yüksek b ir gelişm esini gerektirir” (Das
K apital I, 1947, s. 185, 187). Böylece insan eylemi, bilinciyle,
bizzat doğadan b ir parça olarak açıklanır; hatta, birincil olarak
o n u izleyecek bilinci de koşullayan m addi varoluş tem elindeki
d ön ü ştü rü cü praxis olarak, en önem li parçası. H içbir devrim ci
m isyon duygusuna sahip olm ayan, doğal b ir canlı tü rü olarak
insanın sın ırların d an da asla çıkm ayan o Feuerbach, bu çoğal­
mış, insan eylem iyle çoğalmış Doga Prius'uyla ilgili b ir anlayıştan
yoksundu. Salt tem aşacı m ateryalizm de tarihin ileri gitm em esi­
nin ve tefekkürcü davranışın ötesine geçem em esinin son kerte­
deki nedeni budur. Böylece tem aşacı m ateryalizm in nesneyle
ilişkisi antik-aristokratik d ü zeyde k alır - [Feuerbach'ın] (başka
hiçbir şeyi eleştirm eyen) d in eleştirisinin m erkezine o tu rttu ğ u
-y in e saf teorik açıdan, m evcut doğanın b ir çiçeği o la ra k - insan
Pathos'unun tam aksine. Adi b ir uğraş olarak bildigi Praxis'e de
çok yukardan bakar, b u nedenle: “Pratik tem aşa kirli, egoizmle
lekelenm iş b ir tem aşadır" (Feuerbach, H ıristiyanlığın ÖzÜ, 1841,
s. 264). M arx'ın 1. Tezde, Feuerbach’ta “Praxis'in sadece kirli-
Y ahudi g ö rü n ü ş biçim iyle k av ran ıp sab itlen d iğ in i" söylerken
atıfta b u lu n d u ğ u yerdir burası. H ele daha so n ralan , gittikçe d a­
ha fazla “egoizmle kirlenen temaşa", güyâ s a f bir temaşayı, pe­
şinden gûyâ bir hakikati, o n u n k en d isi u ğ ru n a ideolojik olarak
kendine yonttuğunda, b u tü rd e n k ibir nasıl da büyüyecekti. Na­
sıl da “binicilik bilim leri" ortaya çıkacaktı, atın tepesinde, au
dessus de la m e le e 3' (kendi kiri dışında); nasıl da bir bilm e aris­
tokrasisi oluşacaktı (aristoi'denH2 yoksun), kirli Praxis’le karşı­
231 Bulaşıklığın üstünde.
232 En iyiler.
322
lıklı anlayış içinde, doğrudan, haktan uzak durarak. Marx güçlü
bir sezgiyle, hem böylesi saf b ir anlayışsızlığın hem de Feuer-
bach'ınkinin karşısına “devrim ci, pratik-eleştirel eylem in” Pat-
hos'unu koyuyordu. Böylelikle Marx, tam da bir m ateryalist ola­
rak, tam da Varoluşun içinden, üretim faaliyetinin tıp k ı nesnel
etken gibi m a d d î nitelik taşıyan öznel etken liğ in i vurgular. Ve
b u n u n anti-vulger-M arksist yanı da olan m uazzam sonuçları
vardır; F euerbach Tezlerinin bu kısm ını özellikle değerli kılar
bu sonuçlar. Emek etkeni kavranm aksızın, zaten asla bir fa c tu m
brutum 23 veya verililik teşkil etm eyen Varoluş Prius'unu insan­
ların tarihi içinde kavram ak m ü m k ü n olmaz. Hele 1. Tezin so­
nunda anılan eylem li tem aşanın en hasıyla, “devrim ci, pratik-
eleştirel eylemle" dolayım lanm ası, hiç m ü m k ü n olmaz. Çalışan
insan, b ü tü n “k o şu llard a" canlı b ir ö z n e-n esn e ilişk isid ir ve
Marx’ta belirleyici b ir etken olarak m addî temele dahildir; dü n ­
yadaki özne de dünyadır.

A ntropolojik-tarihsel grup:
Kendine yabancılaşm a ve gerçek m ateryalizm
4., 6., 7., 9., 10. Tezler

İn san î o la n ın d aim a y abancılaşm adan h a re k e t edeceği teslim


edilir, burada. 4. Tez izleği belirler: Feuerbach kendine yabancı­
laşm anın dinî suretin in peçesini indirm işti. Yani o n u n işi, “dinî
dünyayı dünyevi tem elleri içinde çözeltm ek”ti. “Fakat," diye de­
vam eder Marx, “bu işin tam am lanm asının ardından esas m ese­
lenin hâlâ halledilm eyi beklediğini göz ard ı eder.” Feuerbach, 6.
Tezin daha ayrıntılı belirlediği gibi, dinî özü, insanî öz içinde
çözeltm ekle dünyevi b ir tem ele o turtm uştu. Bu, özellikle insanî
arzuların payına dikkat kesilmesiyle, başhbaşına önem li bir giri­
şim di. F eu erb ach ’ın “an tro p o lo jik din eleştirisi” tü m aşkınlık
alanını arzu fantezisinden türetiyordu: Tanrılar gerçek v arhl ■lara
d ö n ü ştü rü lm ü ş yürek arzularıydılar. Bu a rz u hipostazıyla aynı
zam anda d ü n y a bir tahayyül d ünyası ve bir gerçek dünya olarak
ikiye katlanıyordu; insan burada en iyi varoluşunu bu dünyadan

233 Açıklama gerektirm eyen, salt olgu.

323
doğaüstü b ir öte dünyaya yolluyordu. G ereken şey, b u kendine
yabancılaşm ayı aşmak, b u n u n için de antropolojik eleştiriyle ve
kaynağı tanım layarak gökyüzünü insanlara geri vermekti. Fakat
burada, sınıfsal-tarihsel olarak hiç eklem lenm em iş, soyut Genus
[Tür] olarak İnsan'da durm ay an Marxçı tutarlılık devreye girer.
Hegel’i kavram ları şeyleştirm esinden ö tü rü onca kınayan Feuer­
bach, gerçi soyut Genus İnsan'ını gerçi am pirik olarak bir yere
o tu rtu r fakat ancak tekil bireyde m ündem iç kılar onu, toplum ­
d an soyutlanm ış, toplum sal tarihin dışında. 6. Tez şu n u vurgu­
lar b u nedenle: “Fakat insanın özü tekil bireyde m ündem iç bir
soyutluk değildir. Kendi gerçekliğinde o, toplum sal ilişkilerin
b ir birleşimidir." Evet, F euerbach tekil birey ile soyut H um anum
[insanilik] arasında çizdiği geniş yaylayla (toplum u dışta bıraka­
rak), Stoa’n ın ve o n u n doğal h u k u k tak i etkilerinin, burjuva yeni
çağındaki hoşgörü fik irlerin in b ir sa v u n u c u su n d a n pek fazla
farklı değildir. Stoacı ahlâk da, Yunan kam usal Polis'inin çö k ü ­
şünden so n ra özel bireyliğe geri çekilm işti. Marx, doktora tezin­
de, “kendi zam anının saadeti" olarak tanım lar bunu: “gece kele­
bekleri de, güneş battık tan sonra, kendilerine özel b ir lam ba ışı­
ğı ararlar" (M EGA I, 1/1, s. 133). Fakat diğer yandan Stoacılığın
gereği, b ü tü n m illi-tarihsel koşulların ü zerinden atlanarak, so­
yut Tür-İnsan’ın yegâne Evrensellik olarak tekil bireylerin üze­
rin d e b ir geçerlilik kazanm asıydı: com m unis opinio'nu n 23* m ev­
kii olarak, tüm zam anların, b ü tü n halkların recta ratio'sua5 ola­
rak. Keza ‘genel iyi' niteliği taşıyan dünya evi içindeki genel in­
sanlık evidir bu. Bu insanlık evi sadece yitik Polis değildi, - h iz ­
m ete hazır ideolojisiyle- yarı yarıya P ax rom anam yani kozm o­
polit Roma İm paratorluğu idi, y an yarıya ise -s o y u t ütopya ola­
r a k - bilge in san olm uş bireylerden m üteşek k il b ir insanlık k a r­
deşliği. H um anitas kavram ının, aynı anda hem tü r hem değer ta­
nım layan b ir kavram olarak, genç Scipio'nun sarayında237 ortaya
çıkm ası sebepsiz değildir - m üellifi de Stoacı Panaitios’dur. Fe­
uerbach soyut T ü r olarak İnsan'ıyla öncelikle, burjuva yeni ça­

234 Kamu o^yu/kamusal kanaat.


235 Dogru akıl.
236 Roma banşı.
237 Romalı aristokrat çevresi.

324
ğında öne çıkan biçim iyle -y in e birey ile um um iyet arasında ge­
niş bir yay çizerek- yeni-Stoacılığı devralmıştır. Son olarak so-
yut-yüce Citoyen [Vatandaş] kavram ında ve Alman ahlâkçılığıy­
la ci toyen'in düşünsel yansım asını gerçekleştiren K ant'ın insan­
lık Pafhos’u nda gösterir b u kendini. Yeni Çağın bireyleri, elbette,
kapitalistlerdir, Stoik Özel [Kişi] büstleri değil; b u bireylerin Ev­
rensel’i de, halkların ortadan kalkm asını sağlaması gereken an­
tik E küm enlik değil, -ta m da antik Polis' in idealizasyonuyla-
burjuva insan haklarının, kendi üzerinde de ahlâki-insani Tür-
sel-İdeal olan soyut Citoyen’le, um um iyet kazanm ası idi. Yine
de ekonom ik olarak koşullanm ış önem li tekabüliyetler vardır
burada (yoksa zaten 17. ve 18. yüzyılda b ir yeni-Stoacılık ol­
mazdı): orada da burada da to p lu m bireyler halinde atom laşm ış-
tır, orada da burada da soyut-T ür olarak, soyut-ldeal olarak İn­
sanlık, İnsan ilik yükselir onların üzerinde. M arx ise yalın birey­
ler üzerine bina edilen b u soyutluğu eleştirir, insani özü “top­
lum sal ilişkilerin b ir birleşim i" olarak tanımlar. Bu nedenle 6.
Tez F euerbach'ın h e m insanlığa tarihsiz, kendi b aşına b ir şey
o larak bakm asına karşı çıkar, hem de -b u n u n la bağıntısı için d e-
b u insanlığın saf antropolojik b ir tü r olarak, çok sayıda bireyi
yalın doğal b ir bağla birleştiren b ir um um iyet olarak kavramlaş-
tırılm asın a. İn san lığ ın deger k av ram ın ı da sak lı tu ta r elbette
Marx: çok belirgin biçim de 10. Tezde. Kutsal Ai le’ye ön k o nuş­
m ada geçen “reel hüm anizm " ifadesi gerçi Alman Ideolojisi'nde
te rk edilm iştir; burju v a d em o k rasisin in h er tü rlü bakiyesinin
reddiyle, proleter-devrim ci b ir k o n u m alınm asıyla, diyalektik-ta-
rihsel m ateryalizm in ortaya konuşuyla birlikte. Ama 10. Tez yi­
ne de, tabii ancak sosyalizm çerçevesinde geçerli olan ve geçerli
sayılan b ir “reel hüm anizm "le, alternatif b ir hüm anistliğin değer
vurgusuyla konuşur: “Eski m ateryalizm in k o n u m u burjuva top-
lum udur; yenisininki ise insan toplum udur, veya toplum sallaş­
m ış insanlık." Yani Humanum h er yerde, h er toplum da “çok sa­
yıda bireyi yalın doğal b ir bağla birleştiren içsel, sessiz um um i­
yet" olarak durm az, h içbir surette herhangi bir verili um um iyet
halinde bulunm az, o daha ziyade zorlu b ir süreç için d ed ir ve an­
cak kom ü n izm le, k o m ü n izm olarak, kendine sah ip olur. İşte
b u n d a n ö tü rü , yeni, p roleter k o n u m b ir değer kavram ı olarak

325
hüm anizm i aşm ak üzere yapması gereken şey p ek azdır, öyle ki
fiilen ilk kez yuvasına dönm esini sağlar onun; ve sosyalizm ne
kadar bilim sel olursa, o kadar so m u t olarak insanı dert etm eyi
odağa alır; o n la n n kendilerine yabancılaşm alannı reel olarak aş­
m ayı hedefler. Tabii Feuerbach'ın so y u t T ü r’e özgü, ziyadesiyle
ululayıcı İnsaniliği tak d is edasıyla yapm az b u n u . Bunun için
M arx 9. Tezde bilgi teorisine d air tezler g ru b u n u n tem el saikine
bu kez Feuerbach’ın antropolojisine karşı başvurur: “Temaşacı
m ateryalizm in, yani duyusallığı p ratik faaliyet olarak kavram a­
yan m ateryalizm in vardığı en yüksek nokta, ‘burjuva toplum un-
daki' tek tek bireylerin tem aşasıdır.” Böylece sınıfsal bir kısıt ke­
sin olarak kaydedilm iş olm aktadır, Feuerbach’ın bilgi teorisinde
devrim ci eylem in ö n ü n ü tıkayan aynı kısıt, şim di de o nun antro­
polojisinde tarihin ve toplum un önünü tıkam aktadır. Dolayısıyla
Feuerbach'ın dinî kendine yabancılaşm anın eleştirisi niteliğin­
deki antropolojisinin Marx tarafından ileriye götürülm esi, sade­
ce bir sonuç değil sih ird en arın d ırm an ın yeni bir aşam asıdır: Fe­
uerbach'ın kendisinin veya son fetişleştirm e olan antropolojik
fetişleştirm enin sihirden arındırılm ası. Marx, genel-ideal insan­
dan, salt bireylerden, gerçek insanlığın ve m ü m kün insaniliğin
zem inine taşır bizi.
B unun için, yabancılaşm anın sahiden tem elinde yatan hadise­
lere bakm ak zorunluydu. İnsanların dünyalarını ikiye katlam a­
larının nedeni sadece bilinçlerinin yırtılm ış ve arzuyla dolu ol­
m ası değildir. Bu bilinç daha ziyade, dini yansım asıyla birlikte,
çok daha yakın b ir çatallanm adan, toplum sal yarılm adan kay­
naklanır. Toplumsal ilişkilerin kendisi yarılmış ve bölünm üştür,
b ir Alt ve bir Üst vardır orada, bu iki sınıf arasında m ücadeleler
vardır ve Ü st’ü n yoğun sisli ideolojileri vardır - dinî olanı, b ir­
çok ideolojiden sadece b irid ir burada. D ünyevî tem eldeki o da­
ha yakın o lan ı b u lm a k , asıl h alled ilm esi gerek en m eseleydi
M arx’a göre. Feuerbach'ın soyut-antropolojik Dünyevî'si karşı­
sında bizzat bir D ünyevî'ydi bu. Tarihe yabancı, diyalektik ol­
m ayan Feuerbach burayı hiç görm üyordu. 4. Tez ise işte bu b a ­
kış açısını kazanır: “D ünyevî tem elin kendi kendisinin üzerine
yükselerek göklerde m üstakil bir krallık kurm ası, işte ancak bu
dünyevi tem elin kendi içindeki yarılm ışlıktan ve kendi kendi­

326
siyle çelişik olm asından hareketle açıklanabilir. D em ek bizzat
bu d u ru m ilkin k en d i çelişkisi içinde anlaşılm alı, sonra o çeliş­
kinin bertaraf edilmesiyle devrim ci bir d ö nüşüm e uğratılmalıdır.
Örneğin, dünyevî ailenin, kutsal ailenin s ım n ı teşkil ettiği keş­
fedildiğinde, ilkin bizzat b u birincisinin eleştirilm esi ve pratik
olarak yıkılm ası gerekir.” Demek din eleştirisi, sahiden radikal
olacaksa, yani M arx’ın tanımıyla: şeyler radix'ten, “kökünden"
kavranacaksa, gökyüzünün tem elinde yatan ilişkilerin, onların
sefaletinin, çelişkilerinin ve b u çelişkilerin yanlış, hayalî çözü­
m ünün eleştirisine yönelmelidir. Henüz daha 1844'te, “H egel’in
H u ku k Felsefesinin Eleştirisine G i riş" te M arx çarpıcı ve yanlış an-
laşılamayacak bir biçim de form üle etm işti bunu: “Din eleştirisi­
n in varacağı yer... in san ın içinde aşağılanm ış, köleleştirilm iş,
terk edilmiş, horlanm ış bir varlık olduğu tüm ilişkileri altüst et­
meye d ö n ü k kategorik b u y ru k tu r” (MEGA I, 1/1, s. 614 vd.).
Ancak bu pratik açıdan da devrim ci b ir doğrultuda ileri götürü­
len eleştiriden sonra, artık bir illüzyona ihtiyaç gösterm eyen bir
d urum a erişilmiş olur. Ne yanılsam a olarak, ne bir ikam e olarak
illüzyon gerekir artık: “Eleştiri, zincirin üzerindeki hayalî çiçek­
leri koparm ıştır; insan bu fantezisiz, keder verici zinciri sürükle­
yip du rsu n diye değil, zinciri atıversin ve canlı çiçekleri toplasın
diye” (1, s. 608). İşte b u n u n için, önce göksel ailenin sırrı ola­
rak dünyevi ailenin keşfi gerekir - o olgunlaşm ış ekonom ik-m a-
teryalist “gizli bilim e” dek uzanır bu keşif. Marx K apital'de şöyle
söyler bu bilimle ilgili: “Ö rneğin Roma tarihine dair pek az aşi­
nalık gerekir, onun gizli tarihinin, m ülkiyetin tarihine dayandı­
ğını bilm ek için (Das K apital I, 1947, s. 88). D olayısıyla dinî
kendine yabancılaşm anın analizi, sahiden kökten kavrayan bir
analizse, esasen ideolojiler üzerinden, daha yakın b ir etken ola­
rak devletin rolüne, onunla politik ekonom iye uzanır ve ancak
b u rada reel b ir “a n tro p o lo ji” olur. “in san ların birbirleriyle ve
doğayla ilişkilerine" d ö n ü k toplum bilim sel temel görüş açısı ka­
zanır. 7. Tezin vurguladığı gibi “d in î hissiyat bizzat toplum sal
bir ü rü n ” ise, -ta rih s e l ve diyalektik olm ayan Feuerbach'ın yap­
tığından farklı o la ra k -, ü rü n ü n ü zerinde üretim [faaliyetinin]
önem i unutulm am alıdır. Feuerbachçı çözüm lem enin bu son ya­
n ın bırakılm ışlığına, dayanıksızlığına tem as eden bir yer vardır

327
K a p ita lde: “Analiz yoluyla dinî sisin o lu şu m u n u n arkasındaki
dünyevî çekirdeği bulmak, tersine, h er seferinde gerçek yaşam
k oşullanna bakarak b u n la n n gökselleştirilen form lanm çözüm ­
lem ekten çok daha kolaydır aslında. İkincisi, yegâne m ateryalist
ve dolayısıyla bilim sel yöntemdir. Tarihsel süreci dışta bırakan
soyut doğabilim sel m ateryalizm in k ısıtla n , onun sözcülerinin
soyut ve ideolojik tasa^vvurlannda bile görülür, b unlar kendi uz­
m anlık alan lan n ın dışına çıkm aya cesaret ettiklerinde” (Das K a ­
pital I, 1947, s. 389). Devamla: “Feuerbach'ta m ateryalizm ile ta­
rih tam am en ay n düşerler” der A lm an İdeolojisi ve böylece diya-
lektik-tarihsel m ateryalizm in eski m ekanik anlayıştan temel far­
kım koym uş olur: “Feuerbach'ta, m ateryalist olduğu noktada ta­
rihten bahis yoktur, tarihi göz önüne aldığında ise m ateryalist
olm aktan çıkar” (M E G A 1, 5, s. 34). Feuerbach'ın kendisi de ifa­
de etm işti bu n u , geriye d ö n ü k olarak (yani doğa temeli bakı­
m ından) m ateryalist, ileriye d ö n ü k olarak (etik hatta din felsefe­
si bakım ından) ise idealist o lduğunu söylediğinde. F euerbach'ın
m ateryalizm inde tam da toplum un, tarih in ve ikisinin diyalekti­
ğinin hesaba katılmayışı, Feuerbach'ın tek bildiği eski m ekanik
m ateryalizm in tam da bu şekilde yaşamı ihm al edişi, bu filozofta
zorunlu olarak, felsefesinin sonunda, m ahçup bir idealizme yol
açar. Yaşam Etiği'nde kendisini açığa v u rm u ştu r O, bu izlenim ­
lerde belirli bir pazar âyini kardeşliği hassasiyeti görülür. Burada
da yine sadece, 9. Tezin dediği gibi, “tek tek bireylerin ‘burjuva
toplum undaki' tem aşalan”m n h ü k m ü yürüm ekte, am a aynı za­
m anda yine Feuerbach'ta sadece g örünüşte halledilm iş, antropo­
lojik olarak çözüm lenm iş fakat toplum sal olarak eleştirilm em iş
olan din kendini gösterm ektedir. Feuerbach'ın aslında d in î içe­
rikleri değil, esasen sadece o n lan n bir öte-dünyaya kaydırılm a­
sını, böylece de insanın ve onun bu-dünyasının zayıflatılm asın
eleştirm esi tarzında olm aktadır bu. Böylelikle “insan doğasının”
h ar vuru lu p harm an savrulm uş servetini hatırlam asını sağlamak
istiyor idiyse, kuşkusuz bu indirgem e sorunludur. D inle yüklü
sanatta, G iotto'da, G rünew ald'da, Bach’ta hatta belki son olarak
B ruckner'de insaniliğin derinliğini, derinliğin insaniliğini kim
tak d ir etmez ki? Fakat ,başka kim sede olm ayan bir yüreği, kar­
deş yüreğini ve ru h acısını taşıyan Feuerbach, b ü tü n bunlardan

328
bir tür, kiliseye bağlı olm ayan h ü r dindarlığın pektoral238 teoloji­
sini çıkartır neredeyse. D aha da ötesinde, O n u n “ileriye dönük
idealizm inin" kaçınılm az boşluğu içinde, Tanrı-Babanın tüm va­
sıfları bakî kalır; deyim yerindeyse ‘kendinde' erdem lerdir b u n ­
lar, sadece göksel T anrı'dan koparılm ışlardır. Tanrı'nın m erha­
m etinin yerini Sevginin m erham eti alır, Sevgi h er şeye kadirdir,
Sevgi m ucizeler yaratır, dualara kulak verir - bu sadece şu de­
m ektir: m erham et, sevgi, her şeye kadirlik, m ucize yaratm ak,
dualara k u lak verm ek Tanrısaldır. Buna göre tüm teolojik aygıt
aynı kalır, sadece, “doğal tem el"in şeyleşm iş erdem lerini kuşa­
narak, göksel m evkiinden belirli b ir soyut bölgeye taşınmıştır.
Bu tarzda ortaya çıkan şey, Feuerbach’ın herhalde d ü şünm üş ol­
d uğu dinin insanî m irası soru n u olm adı da, ucuzlam ış bir din
oldu. Engels'in haklı olarak F euerbach'ın bayatlam ış din bakiye­
lerine bakarak gösterdiği gibi, sihirden k ö tü b ir biçim de arın ­
mış, alışkanlıklara bağlı filistenliğin tam g ö n lü n e göredir bu.
Oysa M arksizm din bakım ından da “ileriye d ö n ü k b ir idealizm ”
değil, ileriye dönük m a terya lizm d ir, sihirden k ö tü b ir biçim de
arın d ırılm am ış ve y ery ü zü n e in d irilm esi gereken gökyüzüne
bakm ayan bir m ateryalist dolgunluktur. D iyalektik m ateryalizm
denen, dünyanın kendisinden hareketle sahiden bütü nsel açık­
laması, dünyanın değiştirilm esini de onun kendisinden hareket­
le olacak b ir iş olarak koyar. Ne m itolojinin ne de hele bir Efen-
d i’ye veya Baba'ya özgü içeriklerin öte-dünyasıyla alâkası bulu­
nan bir zahm etler öte-dünyasına doğru...

Teori-Pratik G rubu: K anıt v e Teyid


2. ve 8. Tezler

D üşüncenin solgun ve güçsüz o ld u ğ u k ab u l edilm ez burada. 2.


Tez, yükselm esini sağladığı ve onunla beraber yükseldiği duyu­
sal tem aşânın ü stü n e koyar düşünceyi. Feuerbach, tekilden ge­
nele saptırdığı için kötü ad d etm işti düşünceyi, nom inalist bir
değerlendirm eydi bu. M arx'ta ise düşünce hiç de kötü genelliğe,
soyutluğa nişan alm az, tersine: g ö rü n ü ştek i y alın duyusallığa

238 Yüreğe ait; aynı zamanda, Katolik rahiplerinin göğüslerine bastırarak taşı­
dıktan haç.
329
henüz kapalı olan g ö rü n ü şü n dolayım lanm ış, özsel bağlam ını
kavrar. Böylece, F eu erb ach ’ın ancak soyut olarak izin verdiği
düşünce, dolayım lanm ış bir düşü n ce olarak som uttur; oysa ter­
sine, düşüncesiz duyusallık soyuttur. D üşünce gerçi kendini on-
..ct, oradaki nüfuz etm işliğinde kanıtlam ak üzere yine zorunlu
olarak tem aşaya götürür, fakat b u temaşa da b u sonucuyla asla
Feuerbach’taki pasif, dolaysız halindeki gibi değildir. Kanıt sade­
ce tem aşanın dolayım lanm ışlığında, yani ancak teorik olarak iş­
lenmiş, böylelikle b izim için şe y haline gelm iş o duyusallıkta bu­
lunabilir. Fakat bu da neticede teorik olarak dolayım lanarak te­
orik hale gelmiş Praxis'in duyusallığıdır. Demek düşü n m e işlevi­
nin eylem niteliği, duyusal tem aşadan daha fazladır. Eleştirel,
nüfuz edici, açımlayıcı bir eylem dir o; o n u n için de b u n u n en
iyi kanıtı bu çözüm lem eye ilişkin pratik deneydir. T üm hakika­
tin ‘bir şey için' hakiL at olduğu ve kendisi u ğruna b ir hakikat
olm adığı gibi, - yanılsam a veya fazla ince düşü n m ek dışında-,
b ir hakikatin kendisine dayanarak, salt teorik olarak kalm aktan
daha tam b ir kanıtı bulunam az. Başka deyişle: teorik-içkin ola­
rak m ü m kü n olan tam bir hamt yoktu r. Salt teorik olarak ancak
kısm î bir kanıtın geçerliliği vardır, çoğunlukla da m atem atikte.
Fakat m atem atikte de ancak kısm î özgül b ir tarzda gösterir ken­
dini, salt iç “tutarlılığın”’ m antıksal “doğru lu ğ u n ” ilerisine geçe­
mez. D oğruluk ise henüz b ir hakikat değildir, yani gerçeğin tas­
viriyle beraber gerçeğe onun idrak edilmiş failleri ve yasallıklan
vasıtasıyla m üdahale etm e gücü anlam ına gelmez. Başka deyişle:
H akikat yalnız başına bir teori ilişkisi değildir, ta m a m en teori-
p ra tik ilişkisidir. N itekim 2. Tez şu n u bildirir: “İnsan düşüncesi­
ne m addî hakikatin tekabül edip etm ediği sorusu, teoriye ait bir
soru değil pratik bir sorudur. İnsan hakikati, yani düşüncesinin
gerçekliğini, gücünü ve bu dünyaya aitliğini pratikte kanıtlam a-
lıdır. Pratikten yalıtılmış olarak bir d üşüncenin gerçekliği veya
gerçek olm adığı üzerine tartışm ak, salt skolastik bir m eseledir.”
Demek, kapalı düşünsel içkinlik anlam ında ‘okullu' bir tartışm a­
d ır bu (m ekanik-m ateryalist düşünceler için de öyle); bu tefek-
kürcü yatılı okul, şim diye kadarki b ü tü n hakikat kavram larının
alanını oluşturm uştur. Yani 2. Tez teori-pratik ilişkisini k u ru ­
şuyla tam am en yeni ve yaratıcıdır; o n u n karşısında daha önceki

330
felsefe gerçekten de “skolastik” görünür. Ç ünkü, belirtildiği gi­
bi, antik ve orta çağ bilgi teorisi eylem üzerine düşü n üm de bu­
lunm am ıştı, y ah u t b u rju v a-so y u t anlam ıyla eylem nesnesiyle
birlikte gerçeğe uygun biçim de dolayım lanm am ıştı. H er iki d u ­
rum da, hem em eğin aşağılandığı antik ve feodal çağlarda, hem
de burjuva çalışma Ethos’u çağında (em eğin som utlanm ası ol­
maksızın) pratik, gerek teknik gerek politik yanıyla, en iyi d u ­
rum da teorinin “tatbiki” sayılıyordu. Teorinin som utluğuna dair
bir teyid sayılm ıyordu -M arx ’ta olduğu g ib i-, anahtarın kaldıra­
ca dönüştürülm esi olarak, oluşa m u k ted ir hakiki tasvir olarak
görülm üyordu.
Böylece nihayet doğru düşünce doğ ru lu ğ u n eylemiyle bir ve
aynı şey haline gelir. Eylem ve o nunla b erab er 'tarafgir tu tu m da
baştan itibaren vardır onda, so n u n d a da h akiki sonuç olarak çı­
kar yine ortaya. Bu sonu çtak i n ih â î kararın rengi o n u n kendi
rengidir, başka bir yerlerden gelen b ir ilâve değil. Felsefe tarihi­
ne ilişkin h er karşılaştırm a, teori-pratik ilişkisinin, teorinin salt
“tatbikine” dair tasarım karşısındaki yeniliğini teyid edecektir.
Teorinin b ir k ısm ın ın pratiğe nişan aldığı d u ru m lard a bile böy­
ledir bu: Sokrates’te, Sicilya’da devlet ütopyasını tatbik etm eyi
isterken P laton’da; m antığın sadece duvar, fiziğin sadece ağaç,
E tik’in ise m eyve o ld u ğ u Stoa’da. Keza O rtaçağ Papa Kilise-
si’n in k u ru cu su A ugustin’de; ortaçağın so n u n d a, yükselm ekte
olan m illî devletler adına Papa Kilisesi’nin nom inal anlam da yı­
kıcısı olan O ccam lı W ilhelm ’de. B unların hepsinin arkasında
toplum sal-pratik b ir m isyon da vardı k u şkusuz, fakat yine de
teori, soyut, pratik o larak dolayım lanm ayan kendi ayrı yaşam ı­
nı sürüyordu. “T atbik” olarak pratiğe ancak b ir P rensin halka
inm esindeki gibi gönül indiriyordu; en iyi d urum da, bir fikrin
kendi değerlen d irilişin e yaklaştığı gibi. Bacon’da, Yeni Çağın
keskin burjuva-pratik utilitarizm inde bile böyledir: Bacon gerçi
b ilg in in güç dem ek o ld u ğ u n u öğretiyor, tü m bilim i yeniden
kurm ak istiyor ve o n u n a rs inveniendi239 o lm asını hedefliyordu
ama saf teorik bilgiye ve tefekkürcü idrake olan tüm karşıtlığı­
na rağm en bilim özerk kalıyor, sadece yöntem inin değiştirilm e­

239 Keşiflerin sanatı.

331
si gerekiyordu. T üm evarım cı so n u ç çıkarm a işlem i b ak ım ın ­
dan, yöntem sel o larak hedeflenen deney bakım ından değiştiri­
lecekti; ancak kanıt pratik te değildi; kanıt, burada da hakikatin
nihâi ölçütü ve tezahürü değil de meyvesi ve m ükâfatı sayılı­
yordu daha ziyade. F ichte’ye ve Hegel'e dayanan, so nra Fich-
te’ye geri dönerek sol H egelciler'den türeyen birçok “eylem fel­
sefecisinin”, M arx'in Praxis ölçütüyle benzerliği ise daha azdır.
F ich te'n in “gerçek eylem i”n in [Benliğin saf etkinliği] kendisi
gerçi m illi politikada birçok noktada kuvvet teşkil ediyor, çizgi
çekiyordu fakat neticede göksel olarak kalıyordu. Sonunda sa­
dece, Ben-O lm ayan'ın dünyasını işleyerek iyileştirm eye yaradı­
ğından çok, onu tüm üyle muhafaza ederek yüceltm eye yarıyor­
du. Böylece deyim yerindeyse b u au fo n d 2*0 dünyaya düşm an
“Praxis” ile, sadece Fichteci B en-idealizm inin zaten belirlenm iş
b u lu n an öznel harek et n oktası kanıtlanm aktaydı, dünyada ve
dünyayla b irlik te daha oluşacak olan nesnel b ir hakikat değil.
Bir Praxis ö lçü tü n ü sezinlem eye en yaklaşan yine Hegel'dir, üs­
telik dikkate değer bir şekilde özellikle de F enom enolojisi'nde-
ki em ek bağıntısı tem elinde. Devamla, Hegel'in Psikolojisi’nde
de “teorik Tin”den (tem aşa, tasavvur, düşü n ce) o n u n antitezi
olarak “p ratik Tin”e (duygu, itkisel irade, neşe) geçiş yapılır;
b u ra d a n da, se n te tik olarak, “ö zg ü r T in” çıkacaktır. Yani bu
sentez k en d in i bilen irade olarak ilan ed iy o rd u r kendini; k e n d i­
ni d ü şü n en ve bilen irad ed ir bu, nihayette, “m akûl devlet”te,
bildiği şeyi isteyen ve ne istediğini bilen iradedir. Aynı şekilde
Hegelci M antık’ta da “gözleyici id rak in fik rin in ” “p ratik fikre”
tabi kılın d ığ ı görülür; şayet p ra tik lyi'ye “sadece G enel’in değil
G erçeğin de o n u ru ” tekabül ediyorsa (W erke V [Eserler], s. 320
vd.). “T üm b unlar,” diye not d üşer L enin,” ‘id rak in fikri’ bölü­
m ündedir... bu da k u şk u götürm ez biçim de Hegel'de Praxis'in,
bilgi sü re c in in an aliz in d e k ilit halka o ld u ğ u anlam ına gelir...
Dolayısıyla M arx Praxis ölçü tü n ü bilgi teorisine dahil ederken
d o ğ ru d a n d o ğ ru y a H egel'e d a y a n m ıştır; b a k ın ız F e u erb ac h
Ü zerine Tezler” (Aus dem philosophischen N achlaft [Felsefe Def­
terleri], 1949, s. 133). Hegel M antık'ının sonunda, tıpkı Feno-

240 Temelde, gerçekte.


332
m enolojisinin ve tam am ladığı sistem inin so n u n d a olduğU gibi,
dünyayı (m addeyi, nesneyi, tözü) neredeyse Fichte gibi özneye
geri götürür; böylece sonuçta hakikati taçlandıran Praxis değil,
“h atırlam a/tü m izlenim lerin idraki", “g ö rünen/algılanan bilgi­
n in bilim i" olacaktır - ve başka hiçbir şey değil. H em , Hegel'in
H ukuk Felsefesi'nin girişinin so n u n d ak i ü n lü cüm lesine göre,
“felsefe zaten hep geç kalır. D ünyanın düşüncesi olarak, ancak
gerçekliğin olu şu m sürecini sona erdirip tam am landığı zam an­
da görünür." K apalı çem berdeki d ö n g ü n ü n d ü ş ü n ü rü Hegel,
yerinden oynatılm azca M evcut O lanın antikalığı - b u n lar diya­
lektik süreç d ü şü n ü rlerin in ö rtü lü Praxis'ini altetm işlerdir böy­
lece. Geriye, -M arxçı Praxis öğretisinin doğrudan doğruya ken­
di gençlik çevresindeki m esafesini de ölçm ek b a k ım ın d an -, He­
gelci Solun Praxis’i ve hem en peşinden, b u n u n la bağlantılı pra­
tikleri kalıyor. G enç M arx’in zam anındaki “eleştiri silahı” , “ey­
lem felsefesi" denen şey. Fakat esas itibarıyla b u ra d a k i etki, He-
gel'in nesnel id ealizm in d en F ich te'n in öznel idealizm ine geri
gidişten ibaretti: F eu erb ach 'ın k endisi, B runa Bauer'de b u n u
tesbit etm işti. Eylem Filozofları denenlerin silsilesi, Cieszkows-
ki'nin aslında b u n u n dışında hiç de ilginçlikten uzak olm ayan
“Prolegomena zu r H istoriosophie” '[Tarihsel Felsefeye M ukaddi­
me] adlı 1838 tarihli yazısıyla başlıyordu. Felsefeyi dünyanın
değiştirilm esi için k u lla n m a n ın z o ru n lu lu ğ u n u açıkça koyan
bir m etindi bu. N itekim b u “M ukaddim e”de tarihin eğilim inin
rasyonel olarak araştırılm ası çağrısı bile vardır: doğru eyleme
yol gösterm esi için; dünya tarihini içgüdüsel değil de bilinçli
eylem lerin belirlem esi için; iradenin, H egel'in aklı getirdiği se­
viyeye yükseltilm esi için; bu suretle sadece teori-öncesi değil
teori-sonrası b ir Praxis'in de alan kazanm ası için. T üm bunlar
kulağa a n lam lı gelse de b e y a n a tta n ib aret kalır. C ieszkow s-
k i'nin b u n u izleyen m etinlerinde bile tam am en peşi bırakılm ış;
hatta “geleceğin çıkan" onda gittikçe daha irrasyonel, m eçhul
hale gelm iştir. C ieszk o w sk i'n in spekülasyona reddiyesi Akla
reddiyeye, eylem “faal sezgi"ye d önüşm üş ve gelecek iradesi tü ­
m üyle, O rtodoks kilisesine “A m in” diyen b ir teozofiyle sonuç­
lan m ıştır - K om ünist M anifesto zam anında yayım lanan bir be­
yannam eyle. N ihayet, M arx'ın çevresinde Bruno Bauer vardı. O

333
da bir “eylem filozofu” idi; ü stelik bir d ü n y a m ahkem esinin fi­
lozofu, fakat in fa c to [fiiliyatta] içlerinde en öznel olanı. IV F ri­
edrich W ilhelm ’in yönetim i altındaki gericilik “eleştiri silahı”nı
im tihana çektiğinde, bu silah Bruno B auer’de derhal bireyciliğe,
dah ası k itley i h o rlay an ego -m erk ezciliğ e iltica etti. B auer'in
“eleştirel eleştirisi” d ü şünceler arasında b ir çarpışm adan ibaret­
ti; b ir tür, kibirli ru h u n l’art pour l’art™ Praxis'iydi. N ihayetin­
de, S tim er’in “Biricik ve m ülkiyeti” çıktı(burad an . Marx b u n u n ­
la ilgili aslolanı K utsal A ile’d e söylem işti, kendi m eselesi çerçe­
vesinde, anlaşılabileceği gibi, m ak sad ı sahici P raxis ve o n u n
başka bir şeyle kanştınlam azlığıydı. D evrim ci Praxis’ti, m aksa­
dı: Proletaryayla başlayarak, “p örsüm üş, dul Hegel felsefesinin”
(M EG A 1, 3, s. 189) soyutlam alanyla, hele Fichteci öznelcilikle
değil de Hegelci diyalektiğin verim li yanıyla donanm ış. Öfkeyi
erdem yapan F ichte'nin yine de en e rjik talim atlar vardı u fk u n ­
da: “birleşik ticaret devleti”n den “Alman M illetine Söylevler”e
kadar. F ran sızları A lm anya'dan felsefe yoluyla dışarı atm ıştı.
O ysa “eleştirel eleştiri” sadece özgüvenin kapalı m anejinde at
k o ştu ru y o rd u . M arx’a d ah a y aklaştığım ızda da, n a m u su n d a n
şüphe edilm ez sosyalist M oses H ess’te bile eylem i toplum sal fa­
aliyetten kopararak ahlâkî b ilin ç reform una indirgem e eğilimi
vardı: arkasında geliştirilm iş b ir e k o n o m ik teori olm aksızın,
eğilim selliğin kendi içinde diyalektik olarak kavranm ış bir ro­
tası çizilm eksizin, b ir “eylem felsefesi”. O halde, M arx’a kadarki
Praxis kavram ları onun teori-pratik tasarım ından, teori ile p ra ti­
ğin birliği öğretisinden tam am en fa rk lıd ır. Teoriye sadece yapışık
olm ak yerine, bilim sel olarak d ü şü n c e n in a y n b ir “tatbikata”
ihtiyaç duym ayacağı, teo rin in hem k en d i yaşam ını hem içkin
kendine yeterliliğini k an ıtın içinde de sürdürebileceği biçim de,
M arx'ta da L enin’de de, teori ile p ra ti^ T ra x is devam lı git gel
halindedirler. İkisinin d ö n ü şü m lü olarak birb irlerin in içine sa-
lınım ları, p ra tik açısından teoriyi öngerektirdiği gibi, yeni bir
p ratiğ in devam edebilm esi de yine yeni b ir teoriyi gerektirir ve
zaten o n u n itkisini oluşturur. Som ut düşünceye h içbir zam an,
eyleme ışık tuttuğu burada olduğu kadar yüksek bir değer ve­

241 Sanat için sanat.


334
rilm em iştir ve eylem e de hiçbir zam an, hakik atin taçlanm asını
teşkil ettiği burada olduğu kadar değer verilm em iştir.
Bu arada düşüncede de pekâlâ bir sıcaklığın m ündem iç olm a­
sı isteniyordur, zira m üzahir [yardım sağlayıcı] bir düşüncedir
bu. Bizzat yardım etm ek istem enin, k u rb an lara duyulan sevgi­
nin, söm ürücülere duyulan nefretin sıcaklığı. Evet, bu duygular
taraflılığı devreye sokarlar, o olm aksızın iyi eylem le hakiki bilgi
m üm kün olmaz, sosyalist açıdan. Ama kendisi de idrak/bilgi ta­
rafından aydınlatılm am ış aşk duygusu, o d u y gunun koyulm ak
istediği yardım ey lem in in ö n ü n ü kap atır. Fazlasıyla kolayca
kendi harikalığıyla tatm in olur, yeni b ir görünüşte-aktif özgü­
venin sisine dönüşür. Bu kez Bruno Bauer’deki gibi l’a rt po u r
l'art eleştirelliğinin sisi değil de, duygusal-eleştirisizliğin, bir
endişenin ve m üphem liğin sisi. Bizzat Feuerbach'ta böyledir: yi­
ne çiftanlamlı, m ü p h em “duyarlıhğı”m k oym uştur Praxis’in ye­
rine. Aşk zem bereğinin yayını Ben ile Sen arasındaki genel duy­
gusal ilişki istikam etinde boşaltır; h er tü rlü toplum sal idrakin
devre dışı kalışını, b ir dolu yalın bireye ve onların ebediyette
eriyen ilişkilerine ric'at etm ek suretiyle açığa v u ru r burada da.
Böylece İnsanlığı dişilleştirir: “Yeni felsefe kendi temeliyle iliş­
kisinde (!) duyarlılığın bilince çıkarılm ış varlığından başka bir
şey değildir. Akılla ve aklın içinde onaylar, h er insanın -sa h ic i
in sa n ın -y ü re ğ iy le tasvip ettiğini” (W erke 11, 1846, s. 2 3 4 ). “Ge­
leceğin Felsefesinin E sa sla n "ndan d ır b u cümle. Aslındaysa, dar-
görüşlü, papaz kafalı, sıklıkla o lduğu üzere yalancı sofulukla
sabote edici bir geçm işten kalm a eylem ikam esidir. Tam da so-
yut-gösterişli insan sevgisinden ö tü rü b u g ü n k ü dünyayı asla
daha iyiye doğru değiştirm ek istem eyen, tersine k ötülüğü için­
de ebedîleştirm ek isteyen bir geçm iştir bu. Feuerbach’ın teşkil
ettiği dagbaşı vaazı k arik atü rü , haksızlığın takibatında her türlü
sertliği dışlar, sınıf m ücadelesinde her tü r gevşekliğe yer açar:
tam da bundandır, genel olarak aşk/sevgi-”sosyalizm ”inin kap i­
talizm de çık an olan Filantropi'nin tim sah gözyaşlarına gayet iyi
uyması. Bundandır, Marx ve Engels’in şu yazdıkları: “Kötü ger­
çekliğe, nefrete k arşı sevginin krallığı vaaz ediliyordu işte... Fa­
k at deneyim b u sevginin 1800 y ıld ır işe koyulam adıgını, to p ­
lum sal ilişkileri değiştirem ediğini, krallığını bir tü rlü k u ram ad ı­

335
ğını öğretiyorsa eğer, o zam an, nefrete galebe çalam ayan bu sev­
ginin, toplum sal reform lar için gerekli enerjik eylem kuvvetini
de sağlayamayacağı açıkça çıkar ortaya. Bu sevgi, hiçbir gerçek,
fiilt du ru m u bertaraf etm eye yaram ayan duygusal lâflarda kay­
beder kendini; yem lediği m üthiş duygu lapasıyla p ö rsü tü r in sa ­
nı. Zor, m üşkülât, insana kuvvet verir; b u n a zo ru n lu olan, kendi
kendine yardım eder. B unun içindir ki, bu dünyadaki sahici ko­
şullar, bugünkü toplum da serm aye ile emek arasındaki, b u rju ­
vazi ile proletarya arasındaki -san ay i ilişkileri içinde en gelişkin
biçim de ortaya ç ık a n - haşin çelişki, sosyalist dünya g örüşünün,
toplum sal reform lara olan talebin çok daha kudretli öteki kay­
nağını teşkil eder... Bu çelik zo ru n lu lu k sosyalist çabaların yay­
gınlaşm asını ve eylem ci taraftarlar kazanm asını sağlar. Bu zo­
runluluk, bug ü n k ü ilişkileri dönüştürm esiyle, düny anın b ü tü n
duygu dolu y üreklerinde k orlaşan aşkın toplam ından çok daha
geniş bir yol açacaktır sosyalist reform lara” (F euerbach'ın taraf­
tarlarından H. Kriege’ye karşı açık m ek tu p , 11 Mayıs 1846). O
n o k ta d a n b e ri, T h o m a s M ü n z e r'in y a ln ız c a “ş iirle ş tirilm iş
im an” değil “şiirleştirilm iş aşk" dem iş olacağı şey, Feuerbach'ın
görece m asum zam anından çok farklı b ir yaygınlığa ulaşm ıştır,
dönekler ve sözüm ona-sosyalistler arasında. M amâfih bunların
sahte insan sevgisi çok daha m utlak bir nefretin savaş silahın­
dan ibarettir: K om ünizm e karşı nefrettir bu. Bu yeni aşk şiiri,
sadece savaş uğruna düzülm üştür. F euerbach’ta da eksik olmasa
bile onda yine de “ileriye dönük idealizm " niteliğiyle ilerici ol­
mayı isteyen m istisizm de eşlik eder buna. Y üreğindekilerin ta­
hakkuk edişiyle kopardığı şekilsiz g ü m bürtüyle, an tro p o lo jik
hale getirilm iş Tanrı-babalığıyla Feuerbach'ta m istisizm in, sih ir­
den kötü b ir biçim de a n n d ın lm ış, h ü r din d arlık filistenliğinden
daha beter bir zaafı yoktu, ne olursa olsun. Ama b u g ü n ü n id e­
alist b ile olm ayan, - F eu e rb a c h 'ın m istisizm in d en , neredeyse
o n u n da Ü stad E ckhart'ın m istiğinden farklılaştığı k ad ar farklı­
laşan-, ‘derin hisler’ zevzekliğinin gizem leri, yüreği bir cinayet
çu kurun a çeviriyorlar; boş bir pem be sisin yerine, burjuvazi ta­
rafından k ullanılan bir H içlik v a rd ır b ugün. 8. Tez şöyle der:
“T eorinin yolunu m istisizm e saptıran b ü tü n gizemler, rasyonel
çözüm lerini beşerî Praxis’te ve bu Praxis'in rasyonel çö zü m ü n ­

336
de b u lu rlar.” Burada elbette gizem in iki tü rü ayırt edilir: ger­
çekliğin kavranam am ış çelişkileri içinde açıklığa kavuşturulm a­
mış olanları, çıkm azlan, karm aşaları henüz kavranam am ış hal­
leriyle tasvir eden gizemler ile,. esas m istisizm adıyla anılan, ka­
ranlığa kendisi u ğ ru n a tapm ak anlam ına gelen gizemler. Fakat
salt şeffaflıktan uzak olan durum lar, hatta onların içindeki sisli
çizgi de m istisizm e saptırabilir. işte o n u n içindir ki, yegâne in-
sani-beşeri çözüm rasyonel Praxis’tir, (karanlık karm aşa yerine)
İnsanlığa tu tu n an yegane rasyonel çözüm de insanî-b eşeri Pra­
xis. Marx’ın Feuerbach vesilesiyle m istisizm kelim esini k u llan­
m ası da sebepsiz değildir. Soyut aşkın, G ordiyon d ü ğ ü m ü n ü ol­
d u ğ u gibi bırakan K ılıç-O lm am aklığına k arşı k u lla n ır bu keli­
meyi. Tekrarlayalım : Feuerbach'ın gizem lerinin, açıklıktan uzak
aşk gizem lerinin, sonradan çürüm e ve G ecenin-Irrafio’s u [akıl­
dışı] olarak öne çıkanla ortak b ir yanı y o k tu r elbette. F euer­
bach daha ziyade Hegel’den Marx'a giden Alm an selâm et h attın ­
da durur; A lm an m u sib et h attı ise Schopenhauer’d e n Nietzsc-
he'ye ve o n u n izleyicilerine uzanıyordur. İnsan sevgisi, kendisi­
ni açık bir şekilde söm ürülenlere dönük b ir sevgi olarak kavra­
dığı, sahici bir idrake doğru ilerlediği oranda, kuşkusuz sosya­
lizm in vazgeçilmez bir failidir. Fakat tuz da kokabildiğine göre,
hele şeker nasıl kokar; duygusal H ıristiyanlar yenilgiye nza gös­
terdiğine göre, hele duygusal sosyalistler, riyakâr ihanetleriyle,
iyice rıza gösterir. İşte b u n u n için, M arx Feuerbach'ı da tehlike­
li bir uçuklukla, hiçbir şeyle keyfini bozm am akla, neticede pek-
toral Pra.x:is'le itham eder; b u nedenle, vaaz ettiği diğerkâm lığın
ve dillere destan evrensel aşkın tam tersine bir etkiye yol açı-
yordur. Aynı ölçüde so m u t bir nefret k u tb u da içeren taraflaşma
olm adan, sahici sevgi olamaz; devrim ci sınıf k o n u m u n u n taraf­
lılığı olm adan, ileriye doğru Praxis yerine sadece geriye doğru
idealizm kalır. Sonuna kadar kafanın önceliği olm adan, gizem­
lerin çözülm esi yerine sadece çözüme d air gizem ler olur. De­
mek, F euerbach'ın gelecek felsefesinin etik so n u cu n d a felsefe
de eksiktir gelecek de; M arx'ın p ra ti^ P ra x is uğruna bir teori
olan teorisi, her ikisine de işlev kazandırm ış ve Etik nihayet ete
kem iğe b ü rünm üştür.

337
Parola ve onun a nlam ı
11. Tez

Geleceğe dair olanın en yakın ve en önem li olduğu, teslim edili­


yordur burada. Fakat Feuerbach'ınki gibi, b ir türlü denize açıla­
m ayan tarzda değil. Feuerbach'ınki, başından sonuna dek göz­
lemle yetinen, şeyleri her nasılsalar öyle bırakan bir tarzdı. Ya da
daha kötüsü: şeylerin yerini değiştirm ekten kaçınam ayacağına
inanan, fakat b u n u sadece k itap ta yapan b ir tarz - dü n y an ın
kendisinin hab eri bile olm adan. Sırf şu n d an ö tü rü bile fark et­
mez bunu: Dünya tam da yanlış tasvirleri ile öyle kolay değişti­
rilebilir ki, hiçbir gerçeğin k o n u su geçmez kitapta da. Dışarıya
atılan her adım, kafiyesi tu tturulm uş, korum a altına aldığı park­
ta oturan kitaba zarar verecek, icat edilm iş düşüncelerin kendi
kendilerine sürdürdükleri hayatı rahatsız edecektir. O labildiğin­
ce nesnelliğe sadık kitaplar ve öğretiler bile, tipik gözlem cilik
zevkine kapılır, bir kez “bir iş olarak" başarılm ış, çerçevesi çizil­
m iş bağlanılan içinde kendi kendilerine yeterli olmaya meyle­
derler. B undan dolayı, tasvir edilen dünyada kendilerinden bir
ihtimal kaynaklanabilecek b ir değişim in m eydana gelm esinden
korkarlar, zira o zam an eserleri artık o kadar özerk b ir biçimde
zam anlar boyunca salınam ayacaktır -F eu erb ach 'ın k i gibi, gele­
ceğin esaslarını vaz'etse bile. H ele, yine F e u e rb a c h 'tak i gibi,
m aksatlı veya naif b ir politik kayıtsızlık da ekleniyorsa buna,
kam uları da tam am en, keza gözlem ci k o n um undaki okuyucuyla
sınırlanır; ellerine, eylem ine hitap edilm ez onun. Yeni bir ko­
num belirlenm iş olabilir, fakat sadece bir gözlem ci k o n u m u ol­
m u ştu r bu; kavram , bir m üdahale talim atı verm ez. işte b u n u n
için Marx, gayet kısaca ve ‘antitez' olarak, ü n lü 11. Tezi vaz'et-
miştir: “Filozoflar dünyayı sadece farklı yorum ladılar, oysa m e­
sele onu değiştirm ektir." O zam ana kadarki bütün düşünsel saik-
lerden sarsıcı bir fark k o n m u ştu r böylece.
Kısa cümleler, girişte belirtildiği gibi, esasında olduklarından
daha çabuk kavranabilir g örünürler bazen. Ve ü n lü cüm lelerin
de bazen, kendi arzulan hilâfına, artık üzerine düşünm eye tah­
rik etm em ek veya çiğ çiğ mideye indirilebilm ek gibi bir özelliği
vardır. Böylelikle, akla zarar veren sık ın tılara yol açarlar, en

338
azından akla yabancıdırlar; cüm leyi de anlam ına en u zak yerlere
savururlar. Peki o halde, 11. Tez'le tam olarak d ü şünülen nedir,
Marx'ın felsefi titizlik duygusu içinde nasıl anlaşılmalıdır? Her­
hangi bir biçim de pragm atizm le k a n ştın la ra k anlaşılm am alı, da­
ha d o ğ ru su su istim a l e d ilm e m e lid ir. P ra g m a tiz m in kaynağı,
M arksizm e tam am en yabancı, ona düşm an, tinsel olarak aşağı,
en nihayet bayağı bir yöredir. Buna rağm en, tam da A m erika'da
dendiği gibi busy bodies, yani sürekli işle m eşgul tipler, habire
bu Marx cümlesine tu tu n u rlar - sanki o, A m erikan kültür bar­
barlığıymışçasına. A m erikan pragm atizm ini!. tem elinde, hakika­
tin, tasarım ların iş hayatındaki kullanılabilirliğinden başka bir
şey olmadığı kanaati yatar. Buna göre, hakikatle karşılaşılan bir
“hah işte!” tecrübesi vardır; p ratik b ir başarıyı hedef aldığı oran­
da ve bu başarıyı sağlamaya gerçekten uygun göründüğü ölçüde
b ir hakikattir bu. W illiam Jam es'ta (Pragm atism , 1907) işadamı,
“am erican w ay o f life"2*2 olarak, henüz bir ölçüde genel-insanî
bir çehre taşır, yani deyim yerindeyse insanîdir, yaşamı teşvik
eden, iyim ser bir çeşniye de sahiptir. Hem A m erikan kapitaliz­
m inin pem be ambalaja sokulm asının o zam anlar henüz m üm ­
k ü n olm asından ö tü rü böyledir bu, hem de her sınıflı toplum un
özel çıkarını tüm insanlığın çık an olarak satm a eğilim inden ötü­
rü. B unun için, pragm atizm başlangıçta, ü st düzey işadam ının
basbayağı “insanî başarıya" erişm esini sağlayan m uhtelif, değiş­
tirilebilir m antıkî “araçların” velinim eti olarak da sunabildi ken­
dini. Fakat insanî bir işadamı, M arksist b ir safaperest kadar na­
dirdir, gittikçe de daha nadir hale geliyor. Böylece pragm atizm ,
Jam es'ten hem en sonra, A m erika'da ve tüm d ü n y a burjuvazisin­
de, her ne ise olarak gösterm iştir kendini: h er tü rlü hakikat ar­
zusundan soyundurulm uş b ir toplum un son agnostisizm i [bili­
nem ezcilik]. İki em peryalist savaş, 1914'ten 1918'e kadar süren
genel em peryalist olanı ve Nazi saldırganlarının kısm î-em perya-
list savaşı, hatta pragm atizm i hilebaz at tellâlı ideolojisi işlevi
görm esini sağlayacak olgunluğa eriştirm işlerdir. H akikat hiç söz
k o n u su değildir artık, en azından başvurulabilecek b ir “araç” ol­
m ası anlam ında bile değildir; “insanî b aşan "n ın pem be ambalajı

242 A m erikan tarzı yaşam.

339
da, zaten başından beri işin içinde olan şeytana' ısm arlanmıştır.
Şimdi fikirler borsa kâğıtları gibi değişiyor, inip çıkıyordur, sa­
vaş du ru m u n a göre, işlerin d u ru m u n a göre. D erken, Nazilerin
iyice zelil pragm atizm i gelip çatmıştır. Hak, Alm an halkına yani
Alman m alî serm ayesine yarayandı; hakikat, yaşam ın yani k â n
azam îleştirm enin yararına olan, onun işine gelir görünendi. Za­
m anı geldiğinde b u n la r oldu, p ragm atizm den çıkan sonuçlar;
“teori-praxis” bakım ından da, nasıl da yanıltıcı olurdu sonuçla­
n. Burada da k en d isi uğruna b ir hakikat reddediliyor ve bu red­
diyenin, işin icapları uğruna kıvrılan b ir yalana dayandığı söy­
lenm iyordu. G örünüşte-som utm uşçasına burada da hakikatten
pratikte hatta dünyanın “değiştirilm esi”nde sınanm ası talep edi­
liyordu. Aklı horlayanlar ve pratikçiler tarafından yapılan 11.
Tez sahteciliğinin haddi hesabı yoktur. Tabii, sosyalist harekette­
ki pratikçilerin, ahlâkî yönden, pragm atistlerle en k ü çük bir or­
tak noktalan yoktur; iradeleri temiz, niyetleri devrim ci, hedefle­
ri insanidir. Fakat kafalarını bir kenara bırakm aları, dolayısıyla
M arksist teorinin eleştirel k ü ltü r mirasıyla beraber tüm zengin­
liğinden hiç nasiplerini alm am aları nedeniyle, “trial-and-error-
met hod”u n u 2*3 uyguladıkları, el yordam ıyla iş görmeye, işbitirici
pratikçiliğe yöneldikleri h er yerde, yöntem sel olarak pragm atiz­
m i hatırlatan o acımasız 11. Tez sahteciliğine yol açarlar yine de.
Pragm atizm e kom şu olan pratikçilik, bu sahteciliğin her za­
m anki gibi idrak edilm em iş b ir sonucudur; fakat yol açacağı so­
nucu bilm em ek, aptallaşm ayı önlem ez. Teoriye -h e le karm aşık
teo riy e- en iyi ihtim alle kısa vâdeli b ir kredi açan pratikçiler,
M arksist aydınlığın ortasında kendi özel cehaletlerinin ve ceha­
letle çok kolayca bağdaşabilen hıncın karanlığını oluştururlar.
Kimi zam an bu teori düşm anlığını açıklam ak için, yine de so­
nuçta bir faaliyeti gerekli kılan pratikçiliğe de hacet yoktur as­
lında; çünkü düşüncesizliğin şem atizm i kendi eylemsiz anti-fel-
sefesiyle de sü rd ü rü r yaşam ını. Ama o haliyle daha da az atıfta
bulunabilir, Feuerbach üzerine en emsalsiz teze; o zam an yanlış
anlam a zındıklığa dönüşür., Bunun için, dönüp dolaşıp vurgu­
lanm alıdır ki: M arx‘ta bir düşünce ya ra rlı olduğu için h a kika t de­

243 Deneme yanılma yöntemi.


340
ğil, h a kika t olduğu için yararlıdır. Lenin aynısını şu çarpıcı şiârla
form üle eder: “M arx’ın öğretisi, hakikat olduğu için h er şeye ka­
dirdir." Ve şöyle devam eder: “İnsanlığın 19. yüzyılda Alm an fel­
sefesi, İngiliz ekonom i-politiği ve Fransız sosyalizm i ile yarattık­
larının en iyisinin yasal varisidir." Birkaç satır önce de şunu bil­
dirm iştir: “M arx'ın tüm dehâsı, insanlığın ileri düşüncesinin za­
ten so rm u ş o ld u ğ u s o ru la ra cev ap v e rm e sin d e d ir" (L en in ,
“M arksizm in üç kaynağı ve üç bileşeni", A usgew âhlte W erke I
[Seçilmiş Eserler], s. 63 vd.). Başka deyişle: Sahici Praxis, ekono­
m ik ve felsefi olarak teoriye, ilerleyen teoriye m üracaatta b u lu n ­
m adan tek bir adım atamaz. N itekim sosyalist teorisyenlerde b u ­
nu n eksik kaldığı her durum da, tam da gerçeklikle olan tem as
kayba uğradı; sosyalistçe Praxis yoluyla kotarılabilecek bu te­
mas, asla şem atik ve basite indirgeyen bir yorum la ele alınamaz.
Anti-pragm atizm in, en büyük Praxis d ü şü n ü rü n e, çünkü haki­
katin en sadık tanığına açtığı kapılarsa bunlar, 11. Tezin çıkar
tem elli bir yanlış yorum uyla tekrar kapanabilirler de. G rotesk
bir biçim de, felsefenin -1 1 . Tez'le tecelli e d e n - en yüksek zafe­
rinden, felsefenin açığa alınm ası so n u cu n u , yani bir tü r burjuva-
olm ayan pragm atizm i çıkarttığına inanan bir yanlış yorum ola­
caktır bu. Tam da, a rtık id ra k dışı kalm ak tan çıkm ış b ir biçim de
üzerim ize gelm ekte, tersine eylemli idrakim ize iştirak etm ekte
olan o Geleceğin zararınadır bu - Ratio [akıl] bu Praxis m enzi­
linde nöbettedir. Tıpkı, in san î olanın yuvasına d ö n ü şü n ü n her
m enzilinde, neticede kendisini idraksiz Praxis'te de gösteren lr-
rasyonel’e karşı nöbet tu ttu ğ u gibi. Ç ü n k ü şayet aklın tahrip
edilişi barbar irrasyonelliğe batm ayı beraberinde getirirse, aklı
bilm em ek de aptallığa batırır; bu ikincisi gerçi k an dökülm esine
yol açmaz am a M arksizm i mahveder. B anallik de b izza t M a rksiz­
min karşı-devrim idir; çünkü M arksizm , insanlığın en ileri d ü ­
şüncelerinin tah ak k u k u d u r (A m erikanlaştırılm ası değil).
Yanlış anlam ak üzerine, ortaya çıktığı yerler babında, bu ka­
dar. Yanlış Olanın da aydınlatılm aya ihtiyacı vardır; 11. Tez en
önem lisi olduğu için, öyledir - corruptio optim i pessim a.244 Aynı
zamanda en doğurgan olandır bu Tez. O halde bu Tez’i yorum ­

244 İyinin yozlaşması, en kötüsüdür.


341
larken, diğerlerine göre ç o k d a h a fazla, kelime kelime ele alm alı­
dır onu. Peki o halde 11. Tezin lâfzı nedir, idrak etm ekle değiş­
tirm ek arasına g ö rü n ü rd e koyduğu çelişki nedir? Böyle bir çeliş­
ki yoktur; burada b ir zıtlık belirtm eyen, aksine genişleme geti­
ren “am a” edau bile yoktur Marx’in orijinalinde (karş. M EG A I,
5, s. 535); keza b ir “ya/ya da” da bulunm az. O zam ana kadarki
filozoflar, dünyayı sadece farklı yorumlamış olm akla itham edi­
lirler, daha doğrusu sınıfsal ay n m lan n koyduğu kısıtlara dikkat
çekilir bu vesileyle. Fakat o n lan n felsefe yap m ış o lm ala n yla ilgili
bir itham sö zk o n u su değildir. Yorum ise tefekkürle akrabadır,
ondan çıkar; dem ek şim di, tefekkürcü-olmayan idrak, zafere ta­
şıyacak yeni bayrak olarak yükseltiliyordun Fakat idrakin bayra­
ğıdır bu, M arx’ın vukuflu araştırm asının baş eserine - elbette
gözlemci sükûnetiyle değil, eylem le- rliktığiyle aynı bayraktır.
Bu baş eser açık b ir eylem talim atıdır, fakat adı “Serm aye”dir
onun, “Başan R ehberi” veya “Eylem Propagandası” değil. Ante
rem245 acilci kahram anlık eylemi için bir reçete değildir o, re’nin
[m eselenin tam ortasında, en m ü şk ü l gerçekliğin özenli incele­
mesi, felsefe yaparak bağlantıların araştınlm asıdır. D oğanın ve
to plum un tü m diyalektik gelişme y asalannın idraki tem elinde
kavranan zo runluluğa yönelen bir rotada yapar bun u. Demek
11. Tez cüm lesinin ilk kısm ındaki teşhis, yalnızca “d ünyayı sa­
dece değişik yorumlamış olan” filozoflan bir kenara iter, başka
hiçbir şeyi değil. D enize açılır, fakat cüm lenin ikinci kısm ının
teşhis ettiği gibi, önceden ince ince düşü n ü lm ü ş b ir rotada; deği­
şim için vazgeçilmez ve o ölçüde de yarayışlı, yeni, aktif bir fel­
sefenin rotasında. Şüphesiz Marx doğrudan felsefeye karşı kes­
kin sözler sarfetmiştir; fakat, - e n parlak zam anındaki önem li ö r­
nekleriyle- tefekkürcü olan dahil, felsefenin kendisi üzerine değil.
O, tefekkürcü felsefenin belirli bir tarzına, kendi dönem inin H e­
gel savunuculannın aslında felsefe-olmayan felsefesine karşı çık­
mıştır. En se rt polem iğin, H egel savunu cu lan n ı hedef alan Al­
m an İdeolojisi'nde yer alması b u bakım dan anlam lıdır: “Felsefeyi
bir kenara bırakm ak, onun içinden çıkmak ve sıradan bir insan
olarak kendini gerçekliğin araştırm asına verm ek gerekir. Filozof-

245 Dünyanın yaratılmasından/maddenin nüfuzundan önce.


342
lan n tabii ki malûm u olmayan m uazzam bir edebî m alzeme de
vardır gerçeklikle ilgili. Sonra tekrar K uhlm ann veya Stirner gibi
adamları karşınıza aldığınızda, onları çoktan arkanıza ve altınıza
aldığınızı fark edersiniz. Felsefeyle sahici dünyayı araştırm ak
arasındaki ilişki, kendi k en d in i tatm inle cinsel aşk arasındaki
ilişki gibidir" (M E G A 1, 5, s. 216). K uhlm ann (o zam anların sofu
bir teologu) hele Stirner adlan, bu azam etli tahkirin h angi adre­
se veya ne türden bir felsefeye yöneltildiğini fazlasıyla açık seçik
gösteriyor. Ne denli tefekkürcü sayılırsa sayılsın, Hegel felsefesi­
ne veya geçmişin başka b ü yüklerine yönelm iş değildi bu tahkir.
Marx, Aristoteles’ten beri en m alûm at zengini Ansiklopedist olan
so m u t Hegel’de “sahici d ü n y an ın araştırılm ası"n ın eksikliğini
görecek son kişi olurdu. Esasen, Marx ve Engels’ten başka kafa­
lar Hegel’e böyle bir itham da bulunm uşlardır. Bunlar, sonradan
revizyonizme geçen Prusya gericiliğinin kafaları ve benzeri “reel
p o litik çiler’’dir. O zam ana kadarki sahici felsefe h akkında ise
Marx A lm an İdeolojisi' nde de çok daha farklı konuşur; reel bir
m irasın yaratıcı bir şekilde devralm ışı anlam ında. Daha öncesin­
de, 1844’te, “Hegel'in H u ku k Felsefesinin Eleştirisine G iriş", felse­
fenin gerçekleştirilm eksizin aşılamayacağını, aşılm aksızın da ger­
çekleştirilem eyeceğini açıklığa kavuşturm uştu. G erçekleştirm eye
vurgu yapan ilk nokta, “pratikçilere" söylenm iştir: “Bu nedenle
Almanya’daki pratik politik parti haklı olarak felsefenin in k a n n ı
talep ediyor. O nun haksızlığı bu talebinde değil, ciddi biçim de
ne icra edebildiği ne nihayete erdirebildigi bu talepte takılı kal-
masındadır. O inkârı, felsefeye sırtını dönerek ve yüzünü başka
tarafa çevirip onun h ak k ın d a b irtakım hiddetli ve banal cüm leler
hom urdan arak icra ettiğini zanneder. Felsefe, kendi görüş açısı­
nın kısıtlılığını yine bu A lm a n gerçekliğinin darboğazına atfet­
mez, hele ki bu kısıtlılığı Alman Praxis'ine ve ona hizm et eden
teorilere olan tabiliğine vehm etm ez. Sahici ya şa m tohum larına
bağlanm ak gerektiğini talep ediyorsunuz, am a A lm an halkının
sahici yaşam to h u m u n u n şimdiye kadar yalnızca onun kafatası­
nın altında serpildiğini unutuyorsunuz. Tek cümleyle: Felsefeyi,
onu gerçekleştirm eden a şam azsınız.” A şm aya vurgu yapan ikinci
nokta ise “teoriciler" için söylenmiştir: “Aynı haksızlığı, felsefe­
den hareket eden teorici politik parti de işledi - yalnızca tersi et­

343
kenlerle. Bugünkü m ücadelede yalnızca felsefenin A lm a n dünya­
sıyla eleştirel mücadelesini gördü, o zam ana kadarki felsefenin de
bizzat o dünyaya ait b u lu n d u ğ u n u ve düşünsel düzlem de de olsa
onun tam am layıcısı olduğunu düşünm edi. M uarızına karşı eleş­
tirel iken, özeleştirel değildi; zira felsefenin varsayım lan n d a n ha­
reket edip, o n u n verili sonuçları karşısında ya durakalıyor veya
felsefenin başka bir yerden türettiği taleplerini ve sonuçlarını o r­
taya atıyordu; oysa tersine, b u sonuçlara ve taleplere -d o ğ ru lu k ­
larını varsayarsak- ancak o zam ana kadarki (!) felsefenin, felsefe
olarak felsefenin in k a n y la erişilebilirdi. Bu partinin daha ayrıntı­
lı bir tasvirini yapm ayı saklı tutalım ." (Bu tasvir, yozlaşan tefek­
kürün, eleştirel “idrakin sükûnetinin" en ağır eleştirisiyle, Kutsal
A ile 'd e ve A lm a n Ideol ojisi’nde gerçekleşecektir.) “Temel eksiği
buraya indirgenebilir: Felsefeyi, onu aşm aksızın gerçekleştirebilece­
ğini zannediyordu” (M EG A I, 1/1, s. 613). D em ek Marx o zam a­
nın iki partisine de k e n d i tavırlarının panzehirini veriyordu, iki
zıt M edicina m entis:246 Pratikçilere felsefeyi daha fazla gerçekleş­
tirm eyi dayatıyordu, teoricilere ise felsefeyi daha fazla aşmayı.
Mamâfih felsefenin “inkârı" da (Hegel'den kaynaklanan, ziyade­
siyle felsefe yüklü bir kavram dır b u da), burada bariz bir biçim ­
de “o zam ana kadarki felsefe"yle bağıntılıydı, m ü m kün olan ve
gelecekteki h er felsefeyle değil. “İnkâr", bizzat H akikat olarak ve
kendi uğruna yapılan felsefenin, yani dünyayı yalnızca antikaca
yorum layan özerk-tefekkürcü felsefenin inkârıdır, dünyayı dev­
rim ci olarak değiştiren bir felsefenin değil. Evet, “o zamana ka­
darki felsefe"nin içerisinde de, Hegel savunucularınınkinden el­
bette esastan farklı olarak, tüm tefekkürcülüğüne rağm en “sahici
dü nyanın araştırılm asına" ilişkin öyle çok şey v ard ır ki, Alman
klasik felsefesinin “M arksizm in üç kaynağı ve üç bileşeni" ara­
sında yer alm asının p ratik b ir nedenidir. M arksist felsefedeki ye­
nilik, bu felsefenin tem ellerinin radikal bir biçim de değiştirilm e­
si ve proleter-devrim ci m isyonudur; dünyayı som ut olarak değiş­
tirmeye yetenekli ve b u n u n için tayin edilm iş felsefenin artık fel­
sefe olm ayacağı gibi bir yenilikten söz edilemez. H içbir zam an
vâki olm am ış bir yenilik olarak böyle oluşu, 11. Tezin dünyanın

246 Zihin ilacı.


34
değiştirilm esiyle ilgili ikinci k ısm ındaki id rak in zaferini tem in
eder. Değişim in öncesinde ve içinde hakiki felsefenin teorik-pra-
tik önceliğini cisimleştirmeseydi, Marksizm hakiki anlam da bir
değişim anlamına gelmezdi. Tüm kültür mirasıyla, nihayetinde
ultaviyoleye de vakıf, yani gerçeğin geleceği taşıyan özelliklerini
bilen uzun nefesli felsefedir bu. H akiki olm ayan anlam da değiş­
tirm enin örneği çoktur elbette, kavramsız da olur; H unlar da de­
ğiştirm işlerdi, Sezar cinnetiyle yapılan değişim ler vardır, anarşiz­
m in değiştiriciliği vardır, hatta ru h hastalannın düşüncesizce h a­
reketlerinin yol açtığı değişim vardır, Hegel'in “kaosun m ükem ­
mel tasviri" dediği. Fakat sağlam , ayarlı değişim, hele onun ö z­
gürlüğün krallığına yöneleni, ancak sağlam, ayarlı idrakle, zorun­
lu lu k üzerinde giderek daha d ak ik bir hakim iyet kurarak m ey­
dana gelir. N itekim o zam andan beri filozoflar bu biçim de pekâ­
lâ değiştirm iştir dünyayı: Marx, Engels, Lenin. Avcu açık pratik­
çiler, alıntı hazinelerine sahip şem atikçiler değildir dünyayı de­
ğiştiren, Engels'in “tüm evarım eşekleri" dediği şu am pirisistler
de değildir. Felsefî değişim /değiştirm e, bağlam ın idrakinin hiç
sona erm ediği b ir değişimdir. Ç ünkü felsefe diğer bilim lerin üze­
rinde ay n bir bilim olmasa da, b ü tü n bilim lerin Totum'unun ken­
dine m ahsus bilgisi ve vicdanıdır. İlerlem ekteki Totum'un ilerle­
m ekteki bilincidir; zira bu Totum bizzat b ir F aktum [vakıâ] ola­
rak bulunm az, ancak O luşun henüz Olm am ışla beraber teşkil et­
tiği dev bağlam da kol gezer. Böylelikle felsefî değişim /değiştir­
me, analiz edilen d u ru m u n , diyalektik eğilim in, nesnel yasala­
rın, reel im kanın ölçülerine göre b ir değişimdir. lşte b u n u n için,
felsefî değişim /değiştirm e esasen geleceğin tefekküre ehil olm a­
yan, yorum lam aya ehil olm ayan fakat M arksist açıdan pekâlâ id­
rak edilebilen ufkunda vuku bulur. Marx da bu görüş açısından
hareketle yapm ıştır, yukarda belirtilen, felsefenin gerçekleştiril­
m esi veya aşılması ile ilgili salt antitez niteliğindeki v urgu deği­
şim lerini (“Pratikçilere” karşı gerçekleştirm e vurgusu, “teoricile-
re” karşı aşm a vurgusu). V urgulann -d o ğ ru anlaşıldığında- diya-
letik birliği, zikredilen “G iriş"in sonunda şöyle açıklanır, bilindi­
ği gibi: “Proletarya aşılm adan felsefe kendini gerçekleştirem ez,
felsefe gerçekleştirilm eden proletarya kendini aşam az." Sadece
sınıf olarak değil, M arx'ın öğrettiği gibi insan î ken d in e yabancı­

345
laşmanın en keskin belirtisi olarak kavranan proletaryanın aşıl­
ması, kuşkusuz u zu n bir fiildir: tam aşma edim i, kom ünizm in
son evresiyle örtüşür. M arx'ın Ekonom i-Felsefe E ly a zm a la n ' nda,
felsefi açıdan k en d in i en uç “E schaton”2A7 olarak anlayan b ir
perspektifle ifade ettiği anlam da: “A ncak bu noktada (insanın)
doğal varoluşu onun insanî varoluşu olur ve doğa onun için insa­
nîye dönüşür. Yani toplum , insanın doğayla nihâî-m ükem m el öz-
sel birliğidir, doğanın h ak ik i ölüm den sonra dirilişidir, insanın'
tatbikata konm uş natüralizm i ve doğanın tatbikata konm uş h ü ­
m anizm idir" (MEGA I, 3, s. 116). Marx'ın formüle etmeye çalış­
tığı, dünyayı değiştirm enin nihâî perspektifinin ışığı yanar bura­
da. B unun düşüncesi (hen ü z uzaktaki Totum'un yansıdığı Pra­
xis'in bilgisi-vicdanı), kuşkusuz, doğanın ölüm den sonra dirilişi­
ni sağladığı oranda felsefede de yenilik gerektirir.

A rşim e t noktası:
Sadece G eçm iş Olanla değil
esasen G elm ekte O lanla bağıntılı B ilm e

Tin ilk k ez böylesine kudretli oldu, nihayet anlıyor bunu. Tam


da daha eski, çoğunlukla yanlış yüceltilen özü n d en sarfınazar
ettiği için. N ihayet gözlem ekten ve geçm işten çıkıp kendini şim ­
diki zam ana v urduğu, sah id en p o litik b ir şarkı h aline geldiği
için. Üstelik, Tini gökyüzüne bırakm ayıp m addî güç olarak kul­
lanan bir zam anın şim diki zam anında. B unun için de yine, baş­
ka erken dönem yazılanyla birlikte “O nbir Tez”in de bu kuvvetli
ışığa çıktığı an önemlidir. Marx b u nun hakkında 1848'de K om ü­
n ist M anifes to’da, yani kısa bir zam an sonra şöyle yazmıştı: “Ko­
m ünistler asıl dikkatlerini Almanya'ya yöneltiyorlar. Ç ünkü Al­
m anya bir burjuva devrim inin arefesindedir ve çünkü bu altüst
oluş orada, 17. yüzyıl İngiltere’sine ve 18. yüzyıl Fransa’sına gö­
re proletaryanın çok daha fazla geliştiği ve tüm ü y le Avrupa uy­
garlığının çok daha ilerlediği koşullarda vuku bulacaktır; yani
Alman devrim i d o ğ ru d an doğruya bir proleter dev rim inin uver­
tü rü olabilecektir." F euerbach'ın hissetm ediği, yeni felsefenin

247 tnsan eyleminin nihai ereği.


346
ise anında, statu nascendi,248 barikatlara taşıdığı özel itki, b u ra­
dan dogar. Daha 4. Tezde, eski dünyanın yerinden oynatılacağı,
yeni dünyanın eksenine oturtulacağı A rşim et noktası keşfedil­
m işti - bugü n ü n “dünyevî tem elinin" A rşim et noktası: “Bizzat
b u n u n da ilkin çelişikliği içinde anlaşılm ası ve sonra çelişkinin
bertaraf edilm esi suretiyle p ratik devrim ci dönüşü m d en geçiril­
m esi gerekir." Peki şim di nihâî olarak nedir, “O nbir Tez"in hare­
ket noktasının, yani başlangıç halindeki devrim felsefesinin keş­
fettiği? Gayet kararlılıkla gözlem cilikten kopm uş olm asına, şey­
leri oldu k ları gibi alm am asına, hele eb ed îleştirilm elerine izin
verm em esine rağm en, tek başına yeni proleter m isyon değildir
b u . Sadece Alman felsefesinin, İngiliz p o litik ek o n o m isin in ,
Fransız sosyalizm inin eleştirel bir yaratıcılıkla devralınan mirası
da degildir yalnızca; h er ne kadar b u üç maya maddesi, başta
Hegel'in diyalektiği ve Feuerbach’ın yenilenm iş m ateryalizm i ol­
m ak üzere, M arksizm in o luşum unda olm azsa olm az n itelik taşı-
salar da. N ihâî olarak Arşimet noktasına ve onunla beraber Te-
ori-Praxis [kavrayışına] ulaştıran etken daha önce h içbir felsefe­
de bulunm uyordu, hatta Marx’ta ve Marx'ın eseri üzerine yazı­
lanlarda da henüz tam anlamıyla üzerine d ü şü n ü lm ü ş değildir.
“Burjuva toplum unda," der K om ünist M anifesto, “Geçm iş Bugü­
ne hükm eder, kom ünist toplum da ise Bugün Geçmişe". Bugün,
içindeki ufukla beraber hükm ederi geleceğin u fk u d u r bu, şim diki
zam anın akışına özgül alanı 'açan da o d u r - yeni ve harekete ge­
çirilebilir, daha iyi b ir şim diki zam anın alanı. Demek başlangıç
halindeki devrim felsefesi, yani daha iyiye dogru değiştirebilm e
im kânının felsefesi, sonuçta geleceğin ufkuna ve o ufukta açılır;
Yeninin bilim iyle ve o nu yönlendirecek kuvvetle. .
Fakat şimdiye dek tüm bilgi esas itibarıyla geçmişe bağlıydı,
çünkü sadece geçmiş gözlemlenebilirdi. Yeni O lan böylece ken­
di kavram ını bulam ıyor; Yeni'nin O lu şu n u n cephe açtığı Şim di­
ki Zam an, b ir G eçm iş olarak kalıyordu. Meta form undaki d ü ­
şünce, eskiden kalan bu aczi özellikle artırm ıştır. Ç ünkü kapita­
lizm de b ü tü n insanların ve şeylerin m etaya dönüşm esi sadece
onları yabancılaştırm akla kalm az, şu n u da aydınlatır: düşünce

2 48 O luşum surecinde.

347
formu olarak m etanın kendisi, düşünce formu olarak O lm uşlu-
ğun, Faktum 'un artm ış halidir. Bu F aktum ü zerinden Fieri [Oluş;
olacak olan] kolaylıkla u n u tu lu r; böylelikle, şeyleştirilm iş ü rü n
üzerinden üretici, insanın arkasındaki görünüşte Fixum [Sabit]
üzerinden de önünde uzanan Açıklık unutulur. Fakat bilmeyle
geçmiş arasındaki etkileşim in yanlış k urulm asının tarihi çok da­
ha eskiye gider, hatta b u n u n kaynağı, em ek edim inin idrakte hiç
yansıtılm am ış olm asıdır; böylece bilgi yalnızca yukarda gösteril­
diği gibi tam am en Seyirffem aşa olm akla kalmıyor, bilginin nes­
nesi tam am en Y apılm ış/O luşturulm uş, Öz de tam am en Olmuş-
O lan oluyordur zoru n lu olarak. Platoncu Anamnesis'in [hatırla­
ma] tam yeridir burası: “Ç ünkü sahiden," der Sokrates “M enon"
diyalogunda (81 B - 82 A), “aram ak ve öğrenm ek sadece ve sa­
dece h atırlam ad ır” - ve S ey rin fem aşan ın , tinin kadim geçm i­
şindeki k ö k ü n e işaret eder. Bu tefekkürcü A ntikliğin yaptırımı,
-idrak/bilgi kavram ının b ü tü n toplum sal değişim lerini kaale al­
m a d a n - felsefeyi Marx'a kadar sadece gözlem cilikle değil, göz­
lemciliğe de kazıyarak, O lm uş Olanla ilişki içinde kısıtlı tutm uş­
tur. G elişm e d ü şü n ü rü A ristoteles’e göre bile Öz to iti en ei-
nai’dir;249 nihayete erm iş belirlenebilirlik, nizam î o la n ın belir­
ginliği anlam ında “N e-oldu[ysa]-O lan". "Jüyük diyalektik süreç
dü şü n ü rü Hegel’e göre bile, olup biten h er şeyin, kendi tam am ­
lanm ış tarihi karşısında tam am en boynu b ü k ü k tü r ve Öz, “gö­
rü nüşüyle özdeş olan", olm uş gerçekliktir. Marx, Feuerbach’ta
da aynı engelin b u lu n d u ğ u n u ' kaydeder: “Feuerbach’ın insanla­
rın birbirleriyle ilişkileri h ak k ın d ak i tüm tüm dengelim i, sadece,
insanların birbirlerine m uhtaç olduklarını ve her za m a n m uhtaç
olm uş o ld u kla n n ı kanıtlam aya varır. Bilinci bu vakıa üzerinde te­
m ellendirm ek ister. Yani bütün diğer teoriciler gibi, m evcut bir
vakıanın üzerinden doğru bir bilinç getirm ek istiyordur sadece;
oysa sah ici kom ünistin meselesi, m evcut o lan ı yıkm aktır" (Al­
man İdeolojisi, M EG A I, 5, s. 31). B ütün b u n ların etkisi, A n a m n e­
sis Tininin, idrak kuvvetini tam da şim diki zam anın, hele gelece­
ğin en a z belirlenebilir olduğu yerde aram ası olm uştur. Yalın bil-
gi-geçmiş ilişkisi, bug ün ü n sorunları karşısında, hele geleceğe

249 Ne idi/oldu olaıi.


348
ilişkin karar sorun ların d a kahvehane politikasından ileri gide­
mez ya da en kısa görüşlü burjuva sınıf k o n u m u n d a kalırken,
an cak (e lb e tte e b e d île ştirilm iş sın ıf k o n u m u so n a erm ed iğ i
m üddetçe) geçm iş zam an kipinin göçm üşlüğünde kendini evinde
hisseder. N esneler zamanca geriye düştükçe, yani olm uş bitmiş-
likleriyle tefekkür sükûnetine uygun göründükleri oranda, daha
da fazla evinde hisseder. Bu n e d en le bilgi-geçm iş ilişk isin d e
Haçlı seferleri, son ik i d ü n y a savaşına kıyasla daha fazla, keza
eski Mısır, O rtaçağ'dan daha fazla izin verir sözüm ona “bilim sel­
liğe". Hele fizikî doğanın görünüşte m utlak olan gelmiş geçmiş-
liği, bir tü r Üst-M ısır veya M ısır'ın k atlan olarak, yöntem li bir
sevinçle öldüğü ilan edilen b ir m addenin granit olm uşluğuyla,
çok gerilerde duru y o rd u r. B ütün b u n lar M arksizm de nasıl da
farklıdır, o n u n k u d reti nasıl da özellikle şim diki zam ana uygun­
dur. O nu n oluş ve değişim in bilim i olan ye n i bilimi, nasıl da ger­
çeğin cephesine kanıtlar kendini, som ut karar ânının güncelli­
ğinde kanıtlar, geleceğe yönelen eğilime hakim iyetiyle kanıtlar.
M arksist açıdan G eçm iş de antika b ir tarzda istiflenm iş değildir,
çünkü gerek kadim kom ünist yanıyla gerekse sınıf m ücadelele­
rinin tarihi olarak tarihin en gerilerde kalm ış evresi bile m üzelik
değildir. Keza en yakın tarih bile, burjuva tefekküründeki gibi
bilim den azâde bir m oratoryum k o nusu yapılmaz. Oysa burjuva
âlim lerinin geniş kesim leri, h içb ir som ut bilgi ilişkisine girm e­
dikleri şim diki zam an onlardan bir karar verm elerini istediğinde
ya çaresiz kalakalm ış ya da son zam anlarda h er türlü sınıf çıka­
rının ötesinde skandal ölçüsünde bir bilgisizlikle anti-bolşeviz-
me satm ışlardır kendilerini. Burjuva to p lu m u n u n b unlarla kı­
yaslanam ayacak bilim sel çığır açıcıları, 17. ve 18. yüzyılların
kuşkusuz B ugünle ve Gelecekle ilişkili büy ü k ve soy ideolojileri
bile, kendi devrim ci sınıflarının yükselttik lerin e illüzyonlarla
veya som utluktan uzak biçim de a şın ideallerle bakıyorlardı; yal­
nızca sınıfsal engellerden değildi bu, M arx’a gelene kadar zaten
sınıfsal engellerle konm uş b u lu n an , Geleceğin pnünde dikilen
engellerdendi. Bunlar birleşir, süre ne kadar uzarsa o kadar ço­
ğalır; sa h id e n y a k la şm a k ta , y ü k se lm e k te o la n k a rşısın d a k i
A nam nesis'le veya tefekkürcü-statik bilm e engelleriyle birlikte.
Keza, şim d i a rtık k e sin olarak: B ilgi-G eçm iş ilişkisinin şim diki

349
zam anda sadece tu tu k lu k , gelecekte ise sadece savrulanlar, rü z­
gâr, şekilsizlik görürken, Bilgi-Eğilim ilişkisi orada bilişinin Ni-
çin'ini yakalar: d ü n y an ın dolayım lanm ış yeniden inşasıdır bu.
D iyalektik-tarihsel eğilim bilim i olarak M arksizm , gerçekliğin
a rtı onun içindeki nesnel-reel im kânın dolayım lanm ış gelecek bili­
midir; b ü tü n b unlar eylem ereğiyledir. T ü m çeşitlemeleriyle O l­
m u ş O lanın Anamnesis'iyle b u n u n arasındaki fark, daha açık se­
çik görünem ezdi; hem aydınlatıcı M arksist yöntem için hem de
aydınlatılm ış ve [değişimi] n ihayete erm em iş m adde için geçer-
lidir bu. A ncak geleceğin ujku, M a rksizm in onu irtibatlandırdıgı
biçim iyle, ön alanı olarak geçm işin ujkuyla, gerçekliğe reel b o yutu­
nu ka za n d ın r.
Arşim et noktasının bizzat b ir eksene o turtulduğu yeni yer de
unutulam az. O da yine p e k gerilerde, geçm iş olanda, sa lt göz­
lem ci eski m ateryalizm in dünyayı analiz ettiğinde fırlattığı bir
köşede değildir. Bu materyalizm , sihirden arındırıcı rolü çoktan
geride kaldığında, tereddütsüz geriye dönük b ir etkide bulundu;
tarihsel görünüm leri biyolojik olanları, bunları da kimyevî-fizikî
olanlara ayrıştırdı, tâ ki hepsinin ve her şeyin atom “temeline"
inene kadar. Öyle ki, tarihsel açıd an çok y ü k lü görünüm lerden,
sözgelimi M araton Savaşı'ndan geriye sadece kas hareketleri ka­
lana, yani Yunanlılar ve Persler, bu savaşın tüm toplum sal içeri­
ğiyle beraber tam am en tarih-altı kas hareketleri içinde yitip gi­
dene kadar. Bunlar da şonra yine fizyolojiden çözülüp organik-
kimyevî olaylar içinde erimiş, tüm canlılar için m üşterek olan
organik kimya da nihayet, hepsinin ve h er şeyin en genel “teme­
li” olarak atom ların d ansın ın arasına düşm üştür. Böylelikle tabii
sadece, pekâlâ açıklanm ası icap eden M araton Savaşı da kaybol­
makla kalm am ış, tüm inşa edilm iş dünya m utlak b ir m ekaniğin
genelliği içinde çöküp gitm iştir - h er tü rlü görü n ü m lerini ve
farklarını kaybederek. M ekanik m ateryalizm p ü f n o ktasını bu
atom cu ayrıştırm ada görüyordu, başka h iç b ir yerde değil; haki­
katte ise, Hegel'in b ir vakitler bahsettiği ilk geceydi burası sahi­
den, b ü tü n ineklerin siyah olduğu gece. Tam da D em okrit'in, bu
ilk b ü y ü k m ateryalistin diasodzein fainom ena, görünüşlerin k u r­
tarılm ası dediği ve yöntem sel olarak da talep ettiği şey eksikti
burada. Bu noktada Feuerbach, fizikî olm ayan, tersine “antropo­

350
lojik" materyalizm iyle genç Marx'a, o n u n da “11 Tez”de en gür
sesle takdir ettiği büyük b ir hizm ette bulundu. A tom lar ve sonra
da tüm biyoloji gerçi tarih sel gelişme b ak ım ın d an b ü tü n yapıla­
rın temelindedir, fakat daha sonra Engels'in “D ialektik d e r 'Na-
tur"da [Doğanın Diyalektiği] tanımladığı gibi M arksizm de “star­
tin g p o in t" 2s0 ve A rşim e t n o k ta s ı ( ta r ih b a k ım ın d a n ) ç a lı­
şan/em ekçi insandır. O n u n ihtiyaçlarını tatm in etm e tarzları,
F euerbach'ın İnsan soyutlam asının yerine geçen “toplum sal iliş­
kilerin birliği", doğanın kendisiyle girilen toplum sal alış veriş
süreci, tarihin ve k ü ltü rü n krallığıyla yegâne rabıtalı ve sahici
temel olarak kavranm ıştır. Bu da m addî bir temeldi, hatta göze
görünm ez atom olaylarına göre çok daha belirgin bir m addîliğe
sahipti; fakat tam da daha belirgin ve tarihsel-karakteristik nite­
liğiyle, tarihsel görünüm leri ve karakterleri geceye d ö n ü ştü rm ü ­
yordu. Tersine, ilk defa ışık getiriyordu bu görünüm lere; A rşi­
m et noktasını yani insanların insanlarla ve doğayla ilişkilerini
de içeren dogal bir ışık tı bu. Ve tam da tarihsel m ateryalizm , tek
yanlı doğabilim sel m ateryalizm den farklı olarak salt gözlem ci
olm adığı için, A rşim et noktasının özgül k o n u m u n d a sadece te­
orinin an ah tarın ı degil Praxis'in kaldıracını da keşfetti. M ark­
sizm, bu kaldıracı ve canlı m addenin o seviyeye bu kaldıraçla
yükseltilen daha ileri, yeni örgütlenm esini tahrip etm ekten çok
uzaktır. N itekim 10. Tezi tekrarlarsak: “Eski m ateryalizm in ko­
num u burjuva toplum udur; yenisininki ise insan toplum udur,
veya toplum sallaşm ış insanlık." Dünyayı değiştirm enin bu tarzı,
m antıken sadece b izza t niteliksel dönüştürülebilirliğin, değiştirile-
bilirliğin dünyasında vuku bulabilir, m ekanik Hep-Tekrar'ın, saf
niceliğin, tarihsel hiçliğinlboşunalığın dünyasında degil. İçinde­
ki nesnel-reel İm k ân ın u fk u n u kavram adan değiştirilebilecek
b ir dünya da yoktur, aksi takdirde o n u n diyalektiği b ir yerinde
sayma diyalektiği olurdu. M arksizm in dünyayı kavrayan diya­
lektiğinde çok daha fazla yaratıcı kudret kendini gösterir ve b u ­
radan bilim e intikal eder. H erder'in “G enius der Z u k u n ft" ta [Ge­
leceğin Dâhisi] kasideyle haykırdığı um ut: “... çünkü nedir ki
yaşam bilgisi! ve sen, / Tanrıların arm ağanı, peygam berin çehre­

250 Başlangıç noktası.

351
si! ve çehresi, cezanın / ön şarkının sihirli sesi!" - tam da yaşam
bilgisi um udu, M ant'ta sahiden bir vakıaya dön ü ştü - ki gerçek­
ten böyle b ir bilgi olabilsin. Bu vakıa sona erm iş değildir, çünkü
kendisi, m utluluğu içeren değiştirilebilir d ü n y an ın içindeki iler­
leyişten ibarettir. “11T ez"in toplam ı b u n u duyurur: Toplumsal­
laşm ış insanlık, ona dolayım lanm ış bir doğayla birlik içinde,
dünyanın yurda dönüştürülm esi dem ektir.

20
TOPARLAMA
Ö N G Ö R Ü C Ü TASAVVURUN
T E Ş E K K Ü L Ü VE K U T U P L A R I :
K AR A NL I K AN - [ U C U ] AÇIK ELVERİ ŞLİ Lİ K

Peki ama içim izdeki itki kim den? Kendi kendisinden içre olm a­
yan, henüz açığa çıkm ayan birisi. Daha fazlasını şim di de söyle­
yemeyiz; o İç uyuyordur. Kan akar, y ü rek atar, biz nabzı attıra ­
nın ne old u ğ u n u hissetm eden. Evet, bir arıza girm ezse devreye,
derim izin altındaki hiçbir şeyi hissetm eyiz. Bizi tahrik edilebilir
kılan o içim izdeki şey, kendi kendisini tahrik etmez. Sağlıklı ya­
şam, kendi içinde devinerek uyur. İçinde piştiği suya batm ıştır
tamamen.

N a b ız ve ya şa n a n ka ra n lık

Yaşadığını hissetm ez dolayısıyla insan. Bu dolaysız nabız, yapa­


yalnız atar. İstem enin, tasavvurun icrası vesaire gibi edim ler,
kendi vuku buluşlarının dolaysız karanlığından dışarı çıkmazlar.
Ama en çok karanlıkta kalan, onu yaşayanlar olarak içinde bu­
lunduğum uz Şim dinin kendisidir neticede. Şimdi, yaşayıp gör­
m enin dolaysız ocağının b ulunduğu yerdir ve o n u n sorgulandığı
yerdir; o an yaşananın kendisi çoğunlukla dolaysızdır, yani yaşa­
nıp görülm eye pek az açıktır. Ancak bir Şim di geçip gittiği anda
veya o Şimdi bekleniyorsa, o nu beklerken, yalnızca yaşanmıyor,
yaşanıp g ö rü lü y o rd u r. D olaysızca v aro lu rk en , anın karanlığı
içindedir. Ancak henüz gelm ekte olan ya da h en ü z geçmiş bulu-

352
nan, aydınlatılm ak için bilincin ışınına ihtiyaç gösteren bir m e­
safededir. ‘[Eğer] Ki' ve Şimdi, içinde b ulunduğum uz an, kendi
içinde debelenir ve kendi kendisini h ise tm e z . Buna uygun ola­
rak, o esnada yaşananın içeriği de algılanmayacaktır.

M ü m k ü n bir ileri y ü r ü y ü ş için y e r

Fakat Şim di'nin içindeki itki sürekli ileri atılır. B unun için asla
kendi içinde devinm ekle kalmaz, çü n k ü yaşam ın eğer-ki’s i ha­
ristir. Iç'i her ne kadar hiç açığa açığa vurm am ış olsa da kendini,
kendine ait olana sahip olm ayıp onu d ışan d a aram asıyla, dışan-
dakini kastetm esiyle, yani açlığıyla açığa vurur. Ve öznel olanın
el attığı Dış, en azından, kendisine el atılabilecek d urum da b u ­
lunuyor olmalıdır. Eksikliğini hissettiği şey için bastınrken, et­
rafı hep dar, boğucu, berkitilm iş bir duvarla çevrili olsaydı, o za­
m an o tazyiki de yapam azdı. Ama bu d u ru m d a ona açık olan
birşeyler vardır; bastırm ası, arzusu, eylemi için yer vardır. O lm a­
yan, henüz daha olabilir; gerçekleştirilen, m addesinde M üm -
k ü n ’ü varsayar. İnsanda vardır bu açıklık, d ü şle r ve planlar ora­
da ikam et ederler. Açıklık, şeylerde de vardır; ö n cephelerinde,
O luşun daha m ü m k ü n olduğu yerde. Ve in san ın bastırm ası sa­
dece bir menfez bulm az orada, veya daha gidilebilecek, seçilebi­
lecek, aynlınabilecek, bir yol tutulabilecek, yol yapılabilecek bir
boşluk bulm az; yolun dışında nesnel M üm kün'de bize m uhte­
m elen tekabül eden b ir şey vardır, ki o, bastırm anın doyum sağ-
lam aksızın sonsuza dek sürm esine m anidir. Bu tekabüliyet ken­
di başına olm uş bitm iş ve garantili değildir, alımlayıcı değil h at­
ta çözücü, ayıncıdır, fakat kendi M üm kün’ü n ü bekler ve bekle­
yen olarak yine de alımlayıcıdır. Şeylerde, bizim m eselelerim izin
y ü rü tü lm e sin i sağlayabilecek bir itilim vardır, geleceğim izin
-ta m da o n u n - karara bağlanabileceği b ir cephe vardır. Böyle bir
değişebilirlik asla doğal değildir: güneşin altında artık yeni bir
şeyin olm aması da m üm kündür. Lakin şeylerin yani olayların
akışı içinde hâlâ pekâlâ bir D aha ve Daha-Değil vardır; şimdiye
dek asla öyle olmamış olandan oluşan sahici G elecekle aynı şey­
dir bu. H içbir şeyin vuku bulm adığı zamanlar, N o vu m duygusu­
n u n neredeyse kaybolduğu zam anlardır; alışkanlık içinde yaşar­

353
lar, Gelm ekte Olan diye bir şey yoktur, o da tıpkı D ünkü gibi ni­
zam ına koyulm uştur. Fakat -b e lk i de yüzyıllar boyunca sürecek
şek ild e- tarih terazisinin kefelerinin dengede durduğu bugünkü
gibi zamanlarda, N ovum duygusu aşırıdır; geleceğin ne olduğu­
nu hissederler, nefeslerini tutm uş, gelm ekte olanı, gelm ekteki
M üm kün'ü teşvik etm ek için uğraşırken. Böyle zamanlar, parça­
lara b ö lü n m ü ş o lm uş bitm işliğin ü zerinden, M ü m k ün’ü n m u­
adil kavram [lar]ını bilhassa iyi bilm eye uygundur. itkinin Şim­
disine, ancak bitm em iş şeyler arasında yer vardır - ki gerçekleş-
tirebilsin, ki içeriklerini giderek daha fazla açığa vurabilsin.

K a y n a k ve M enfez: M u tla k soru o la ra k hayret

Layıkıyla gerçekleştirildiğinde, yaşam, o âna dek hiç olm adığı


bir yere v a n r - evine. Ancak henüz m ü m kün olanın bu gerçek­
leşme im kânında iki uğrak, nihayetinde kaynağı ve menfezi teş­
kil eder. Kaynağı tanım layan, G erçekleştirm e’n in içinden doğdu­
ğu Şim dinin K aranlığı’dır, m enfezi tanım layan ise, u m udun yö­
neldiği, nesnel ardyörrnin açıklığıdır. idrak edilm iştir ki: Gerçek-
leştirm e'nin kendisinde olgunlaşm am ış ve henüz gerçekleştiril­
m em iş bir şey vardır, bu da o nu zayıflatır (karş. s. 2 4 l); bu ol-
gunlaşm am ışlık, yaşanan ânın karanlığında kendini açığa vurur.
Şunlar da id rak edilm iştir: nesnel ardyörede veya m uadilinde
açıklık vardır, h en ü z belirlenebilir reel-m ü m k ü n vardır, bizzat
n esn e lerin cephesel belirlen im i o larak ü topya vardır (karş s.
255); buradaki O lgunlaşabilir Olan, hâlâ süren eğilim olarak, h â ­
lâ alacakaranlıktaki gizlilik olarak tan ıtır kendini. Velhâsıl bura­
da karanlık an, beride uygun açıklık, yükselip gelenin kaynak ve
m enfezini tanımlarlar. Bunlar, öngörücü tasa^vvurun ve nesnellik
bakım ından ona tekabül edenin kutuplarıdır. M amâfih menfez,
n ih âî d u ru m u n , uygun açıklıktan ya da daha doğrusu kendini
açık uygunluk olarak sunandan daha fazla bir şeyi ifade eden bir
uğrağını tanımlar. Hep kastedilm iş olanın veya yönelinen ütopik
sonun Sabitliği de, yegâne geçerli Sabite olarak ayırdedilm iştir
(karş. s. 275); yönelim deki tek U num necessarium 'dur,2S1 ütopik

251 Tek gereklilik.


354
nihâî durum un her yerde aynı biçim de konum landırılm ış unsu­
rudur. Ve şimdi: açık uygunluk, dünya sürecinin devam edişinin
deneyim lerinde b elli etmez de kendini -sın a n m ış m enfeziyle-,
öngörücü tasavvurla.sessiz/hareketsiz kalm anın kısa, tuhaf deneyi­
m inde gösterir. Bu sessiz/h arek etsiz kalışla, bir M u tla k 'ın en
m ahdut sembol yönelim leri öğrenilm iştir; ilkin öznel olarak, hat­
ta lirik bir görünüm le am a yine de kadim-felsefî açıdan mesele­
nin kendisinde yani ütopik nihâî d u ru m u n b ir çakım ında temel­
lenerek. Bir ütopik nihâî durum a dair bu gibi deneyim ler onu
sabitlem ezler elbette, yoksa salt sem bol yö n e lim le riy le ilgili ve
ü topik hatta m erkezî-ütopik deneyim ler olm azlardı. Fakat sahi­
den de gizliliğin çekirdeğine ilişkindirler - kendi içinde yankıla­
n an nihâî soru olarak. Zaten m evcut bulunan bir cevaba yönelik
olarak inşa edilemez bu soru, halihazır dünyada tanzim edilmiş
herhangi b ir malzemeyle ilişkilendirilem ez. B ununla ilgili örnek­
ler, H am sun’da bir yerde geçen, “so ru soran zem insiz hayret”in
açıklandığı, Spuren [tz k r] kitab ın d a v erilm iştir (E rnst Bloch,
■Spuren, 1930, s. 274 vd.). A m a özellikle, böylesi nihâî sem bol
yönelim lerinin “inşa edilem ez so ru n u n sureti/biçim i” olarak, ya­
ni m evcut b u lu n an çözüm lere doğru bükülem eyecek, kurgula-
nam ayacak soruların biçim i olarak tanım landığı, G eist der Utopie
[Ütopyanın Tini] kitabında: “Bir dam la düşer ve işte oradadır; bir
kulübe, çocuk ağlar, kulübede bir yaşlı kadın, dışarıda rüzgâr,
fundalık, sonbahar akşam ı, ve yine oradadır, aynı şey, yine aynı­
sı; ya da D im itri K aram azov'un d ü şünde şaşırdığını okuruz köy­
lü n ü n hep ‘yavrucak' deyişine - ve sezeriz ki buralarda bir yerde
bulunabilir. ‘Fare, kıpraşsın istediği kadar! Olaydı b ir parçacık
kuru ekm eği!' G oethe’n in Hochzeitsîied'indeki [D üğün Şarkısı]
bu kısa, adi, acaip dizede, burada, bu istikam ette olduğunu his­
sederiz söylenem ez olanın. O ğlanın, tekrar dağdan çıkıp gelir­
ken bir kenara bıraktığı şeyin. Oysa ‘en iyisini unutm a!' dem işti
ihtiyar ona. Ama şim diye kadar hiç kim se yapam am ıştır bu gö­
rünm ez olanın, derinlerde saklananın, tekinsizin kavram sal keş­
fini" (Ernst Bloch, G eist der Utopie, 1918, s. 364). Burada görü­
lür ki, öznenin vaziyete göre bu şekilde meylettiği bu vesile ve
içerikler, hiç esasa d air değildir. Fakat anlam ca özdeş olm akla
birlikte her insan için değişik olan bu vesile ve içeriklerde, en

355
der ' nayretin muhtevası duyurur kendini; özne ile nesne ara­
sın .., her ikisini de nüfuzkâr bir hassasiyetle bir anla özdeşleşti­
rerek. Beri yandan böylece, kurgulanam az nitelikteki m utlak so­
ru yine âna yönelir, o n u n karanlığına girer. O rm anda bir açıklık
olarak değil de, içindeki aslî gizliliğin kendisini bu gibi hayretli
sorulara, sorulardaki hayretlere yansıtm ası oranında, Şimdi’nin
dolaysız karanlığına d ö n ü k göz ardı edilm ez b ir işaret olarak.
Şim di'deki itkinin, Şurada kendisine d o k u n u lan ın içeriği olum lu
bir şekilde, bir “Eğleşsene, ne güzelsin”le çıksaydı, o zam an d ü ­
şünülm ü ş um ut, u m u t edilen dünya hedefte olurdu.

Tekrar: Yaşanan ânın karanlığı;


C a rp e diem 252

Bizi tahrik edilebilir kılan içim izdeki o şeyin, kendi kendisini


ta h rik etm ediği söylenm işti. Sıcak sıcak uyur, aynı zam anda ka­
rartılm ıştır, en az hissedişle uyandırır kendini. İç ve dış tahrikle­
rin hissedilişi de, b unların Şimdi'ye daldıkları noktada, bu ka­
ranlığa katılır. Nasıl göz, sinirin ağtabakaya bağlandığı noktada
kör leke görüyorsa, herhangi b ir d u y u da o an yaşananı o kadar
az algılar. R uhtaki b u kör leke, yaşanan andaki o karanlık, her
şeye rağm en, u n u tu lm u ş veya geçm iş olayların k aranlığından
ayırt edilmelidir. Geçm iş O lan gitgide geceyle örtüyorsa da ü stü ­
nü, bu örtü kaldırılabilir, hatırlam ak kaldırm aya yardım cı olur,
kaynaklar ve bulgular göm üldükleri yerden çıkartılabilir: evet,
ta rih se l o larak geçm iş b u lu n a n , b o şlu k lar olsa bile, özellikle
gözlem leyici bilinç y ö n ü n d e n nesnelleştirileb ilir durum dadır.
Henüz yaşanm ış ânın karanlığı ise yatak odasında kalır. G üncel
bilinç, ancak işte h en ü z geçip gitm iş ya da beklendiği üzere yak­
laşm akta olan b ir yaşantıyla bağıntılı olarak m evcuttur. Yaşan­
m ış ânın kendisi, içeriğiyle beraber, esasen görünm ez kalır. Ona
yönelik dik k at enerjikleştiği oranda, b u görünm ezlik kesinleşir:
bu kök itibarıyla, yaşanan Kendindelik'te, noktasal dolaysızlıkta
tüm dünya henüz karanlıktır. N oktasal dolaysızlık: - tüm yaşa­
yıp görm e noktasal ve atom istik, yani anlar halinde ve anlar ola­

252 Günü/ânı yaşa.


356
rak mı vuku bulur? Vitalist psikologlar hayır derler buna; bıra­
kırlar, ru h sa l olan nabızsız aksın. N itek im Jam es, “transitive
parts o f the consciousness"e253 izin verdiğini göz ardı ederek, psi­
şik yaşamı b ir akım olarak görür. Bölünm e genelde vitalistlerde,
özellikle de Bergson’da, yapay sayılır, güyâ m atem atik kalıba gö­
re hazırlanm ış bilim sel-ideal soyutlam a olarak görülür; an da
aynı anda hem kayıp giden hem gizli b ir dolaysız kendini hisse­
diş hali degil, imal edilm iş bir k u rg u olacaktır buna göre. Ne var
ki anın tü m b u vitalist inkârı, ö n ü m ü zd ek i vakada tam am en
yersizdir; çü n k ü noktasal nabız yaşama dahildir, orada bir so­
yutlam a değildir. Tersine, bizzat bilinç-vitalistinin akım ı soyut­
tur; çünkü atan nabızdan yoksundur ve o nabız, dalgasız, kesin­
tisiz itiş kakıştan farklı olarak yaşam akım ının unsurudur. Bilinç
akım ı imgesi, sahici b ir akım ın hiçbir özelliğini taşımamasıyla,
kendi içinde durağan oluşuyla gösterir soyutluğunu. Vitalistle-
rin bilinç akım ı, ne kaynağı ve menfezi olm ası bakım ından da
sahicilikten p ek uzak bir akım dır. H er şeyden önce, akım ın tek
som ut kavram ı olan Süreç kavram ıyla hiçbir ortak noktası yok­
tu r - ki Süreç, kesin bir biçim de kesintilerden, yani diyalektik
bağlamın diyalektik uğraklarından oluşur. Sürecin “bileşiminin"
-b iz zat şeyleşm iş-m ekanik b ir anlayışla söylenebileceği ü zere-
bunlara dayanm adığı kesinse de, süreksizlik karakterini, H e­
gel’in dediği gibi “canlılığın nabzını" bunlara borçludur. Jam es
de, Bergson da bu noktada sadece Hegel’in gerisinde olmayıp,
diyalektik olm adığı için kendilerine çok yakın duran H um e’un
dahi gerisindedirler. O nun “indivisible m om ents o f tim e and cons-
ciousness”254 öğretisi, şeyleştirilerek b ü rü n d ü ğ ü nabızsız soyut­
luğuyla bilinç ak ım ın ın salt yüzeysel tem aşasından çok daha
fazla som uttur. B urada H usserl'den bile öğrenilebilirdi doğrusu
- en azından, “edim in sürekliliği" denilendeki zamansallıkla il­
gili: “Bir hareket algılanırken, onun an be an Şim di-olarak kav-
ranışı vuku bulur; hareketin güncel evresi kendini b u nun içinde
kurar." Devamla: “Akış sadece salt akış değildir, h er evre bir ve
aynı biçim dedir... Biçim, bir Ş im di'nin b ir izlenim üzerinden

253 Bilincin geçişli parçaları.


254 Zamanın ve bilincin bölünemez anları.
357
kendini inşa etm esinde ve bu izlenim e b ir hatırlam a k u ^ ^ ğ u -
nu n takılıp bir geleceğe d ö n ü k tasavvur u fk u n u n bağlanm asın-
d ad ır” (Z u r Phânomenologie des inneren Zeitbew ufistseins [İç za­
m an bilincinin fenom enolojisine dair], 1928, s. 391, 476). Bu
Şim di'si-kendi zam an ın ın içindeliği olm ak sızın , hiçbir akışın
düşünülm esi, hele diyalektik olarak anlaşılm ası m ü m kün değil­
dir. Ki bu Şim di’nin kendisi bir zam an bile değildir aslında; sahi­
ci hareket akım ının zam anının (sadece zam an kavrayışının de­
ğil) içinden çıktığı ve hareketin sükûnetsiz sessizlikle bir arada
bulunduğ u , Platon'un sözüyle “tuhaf bir şey”dir. Süreksiz sü rek ­
liliği Jam es ve Bergson'dan daha iyi anlayan Platon, bu nedenle
ânı kararlı bir biçim de (to eksaifnes, anî, olarak) tanım lar. An
burada hareketle sükûnet, sü kûnetle hareket arasındaki geçişin
uğrağı olarak görünür: "Ç ünkü sükûnetten hiçbir şey geçmez,
hâlâ sükû n et halinde olduğu sürece, tıpkı hareketten de -h a re ­
ket halinde olduğu sürece- sü k û n et haline bir şey geçmeyeceği
gibi. Lakin hareketle sü k û n et arasında an vardır, hiçbir zam ana
ait olm ayan o tuhaf şey. O n u n içinde, o n u n içinden çıkarak, ha­
reket halindeki sükûnete geçer, sü k û n et halindeki de harekete”
(P arm enid es, 156). N ihayet, -a k ış ın bir m enfeze (sü k û n e te)
d o ğ ru oluşuyla ilgili o larak -, F aust'un planının g ü r sesi de ona
akraba m istisizm in k i de ânı b ir soyutlam a olm aksızın içerir.
“Eğleşsene, ne güzelsin”: âna dair, en yüksek tim saliyle, bu söy­
len eb ilm iş o lm alıd ır; E c k a rd t’ın m istiğ in d e m ü k em m elliğ in
ânındalığı (nunc stans/ebediyet ânı) olarak v u rgulanan o m ü ­
kem m elen tahakkuk etm iş, sağlam, devam lılığı olan an için de
öyledir. Bu şekilde, kendi aralarında o denli farklılaşan tüm bu
beyanlar bir reel Şimdi'yi tanım akta birleşirler; vitalistlerin so­
yutlam a akım ından farklı olarak. Geriye kalıyor, bilincin kesin­
tili anlık karakterinin de m odelini oluşturan, daha doğrusu be­
dende ona tekabül eden hareketi teşk il eden, nabızdır. Ruhsal
an, kendi Şimdi’sinin v u ru şu n u nabız atışı olarak algılar; ileri
atılanda, aynı zam anda tüm anların geşiçliliğinde. Mamâfih bu
dolaysızlıkta daha fazlası hâsıl olmaz bundan, tehlikesi de yaşa­
nan ânın daha karanlık olarak algılanabilm esinden ve tasvir edi­
lebilm esinden öteye uzanm az. Bu sırada, zaten tüm o zam ana
kadar sorunu yalın psikolojinin dışına sü ren belirleyici etken de

358
devreye girer: yaşanan ânın karanlığı, nesnelin karanlığının tas­
viridir. Yani, kendisini henüz zam anda ve süreçte içeriksel teza­
hürüyle geliştirmem iş bulunan o yoğun zam an u n su ru n u n ken-
dine-sahip-olm am a halinin tasviri. D em ek en uzaktaki değil, en
y a k ın d a k id ir henüz tam am en karanlıkta olan, çünkü en yakın, en
içkin olan odur; varoluş bulm acasının düğüm ü, bu en y a k ın d a k in -
dedir. Asıl yoğ u n olan Şim di'nin yaşam ı, henüz k en d i önüne ge­
tirilm iş değildir, g ö rü lm ü ş ve açım lanm ış haliyle; dolayısıyla
Var-Oluş'u, hele A şikâr-O luş'u en azdır. Existere’nin [Varoluş]
her şeyi ittiren ve her şeyin ona doğru itildiği Şimdi'si, olan en
deneyim siz şeydir; hâlâ sürekli dünyanın/yerin altında eyler. Re­
alize edilecek olan içindeki en az realize edilm iş olan teşkil eder
- kendi kendisinin eylemli bir an-karanlığıdır.
Buradan şu tuhaflık çıkar ki, henüz hiçbir insan sahici anlam ­
da yoktur, yaşam ıyordur. Ç ü n k ü yaşam M evcudiyettir, sadece
Önce ve Sonra, sadece ilk tad ve ağızda kalan tad değildir. G ünü
bir çiçek gibi toplam ak dem ektir, hem en basit hem esasa dair
anlam da; Şimdi karşısında som ut tutum alm ak dem ektir. Fakat
tam da en yakın aslî ve so n u gelm ez M evcudiyetim iz aslında
m evcut değilse, henüz h içbir insan sahiden yaşam ıyordur - bu
açıdan, böyledir. Carpe diem, çabuk, düşünm eden zevkine vara­
rak; çok kolay ve yaygın görünür, ancak öylesine nadirdir ki, sa­
hici bir çiçek toplam a olarak hiç rastlanm az ona. Tüm üyle Şim­
di'nin zevkinde kabarıyor görünen o alışıldık Carpe diem kadar
şim diki zam andan kaçan az şey vardır, pek az şey onun kadar
oluş kudretinden yoksun, ante rem bayağılıktır. G ünün çiçekleri
o kadar çabuk toplanam az, ola ki âna söylenen ‘Eğleş biraz!’, fi­
ilen tembelce şezlonga uzanm akla karıştırılıyor olsun. Ne denli
şerefi olsa da yaradılıştan kuvvetli hazzın, görünüşe göre ancak
A uerbach'ın255 kilerinde ya da filis tence m ülkiyet zevki içindey­
ken evinde hisseder kendini. Yukarda (karş. s. 227 vd.) Carpe
diem'in tereddütte de bırakan lâkin düşünülm eye değer üstad-
olm ayanları olarak L enau ile K ierkegaard'ı hatırlatm ıştık. H er
ikisi de sevdiklerinin im gesini bizzat kendisiyle beraber bir izdi­
ham karışıklığı içinde görm ek gibi bir lânete uğram ışlardı. Çok

255 G oethe'nin F aust'unun geçtiği ünlü lokanta.

359
zaman yaşamla ilgili bir zayıflık olabilir bu, m am âfih Mısırlı He-
lena’nın m üthiş olayı, bu vakanın zayıflıkla da, rom antik abar­
tıyla da, b ir tü r ü to p ik nevrozla da tüketilm iş olmayacağını gös­
terir. A lışıldık Carpe diem yalın hissedebilirligin, yüzeydeki haz
ve acı uğrağının ilerisine geçemez; hatta -H o race’cı y o rum unun
ak sin e - dağılm ış olanın, eğleşm eyenin, şim disizin ta kendisidir.
Kısacası: M erak ne kadar az ütopikse, bir “ân"dan ötekine sıçra­
yan, gününü gün eden, oluş kudreti taşıyan alışıldık Carpe diem
de öylesine az ütopiktir. Sadece varoluşun kuvvetli yaşantıların­
da ve keskin d önüm noktalarında âna daha sahici bir temas var­
dır; ister [öznenin] kendi varoluşu olsun, ister zam anınki - ye­
ter ki, tinsel-şim dinin gözüyle fark edilsin. Sıradışı eylem insan­
ları, gerektiği anda verdikleri kararla, ânın fırsatını harcam am a
kuvvetiyle, hakiki b ir Carpe diem sunuyor görünürler. M om m ­
sen tim salini Sezar'da gördüğü bu kuvveti “dâhiyâne zindelik" '
o larak ta n ım la r ve önem le devam eder: “H atırlam a ve b ekle­
m ekle yolunu şaşırm adan enerjik bir biçim de ânın içinde yaşa­
m a kudretini de, her an b ü tü n kuvvetini toplam ış olarak eyleme
geçme yeteneğini de buna b orçluydu.” Peki ama Sezar ve sınıflı
toplum un yani n ü fu z edilm em iş tarihin çoğu eylemcisi, eyledik­
leri ânı tarihsel içeriğiyle .de kavram ışlar m ıdır? Öylesine ender­
d ir ki böylesi vakalar, neredeyse tek örnek G oethe’n in kidir - üs­
telik eylemcilik de değil ama eşsiz bir som ut bakış vardır Onda.
G o e th e 'n in Valmy b o m b a rd ım a n ın a d a ir sö zleri tam b u ra d a
anılmalıdır: “Burada ve b u g ü n d en itibaren d ü n y a tarihinin yeni
b ir çağı başlıyor ve sizler b una tan ık o lduğunuzu söyleyebilirsi­
niz" - fakat p ek fazla rastlanm az buna benzer bir zihinde can­
landırmaya. Aslında farkına varılmayan bir âna böyle dikkat çe­
kildiği, enderdir: geçişli ve en verimli saik olarak; geçmişle gele­
cek arasında geniş bir biçim de çatallanm ış dolayım ların, görün­
mez Şim di'nin ortasındaki b ir buluşm a yeri olarak o an. O za­
m an dolaysızlığın üzerine, tarihsel-yatay değil de dikey bir anî
ışık düşer; elbette dolaysız veya fazlasıyla yogun b ir yakınlıkta
olm aya devam etm ekle birlikte, sanki dolayım lanm ış görünen
b ir ışıktır bu. N ü fu z ederek zihinde canlandırm anın en m üthiş
örneği, M arx ile Engels’in d u ru m analizleridir, başta "O n S e k iz
Brum aire” o lm ak üzere. Lenin de yaşamı boyunca halihazır ola­

360
nı nüfuz edici bir tarihsel bakışla kavram ıştır - Büyük Sosyalist
Ekim Devrim i denen o d ü şü n ü lm ü ş C arpe diem 'e kadar. Tüm
b u n la r elbette tüm üyle tefekkürcü olm ayan b ir tu tu m u , yani
olup bitenlerin güncel itici güçlerinin kavranm asını-yakalanm a-
sın ı gerektiriyordu. Z o ru n lu olarak ü rü n ü n arkasındaki gerçek
üreticiyi göz ardı eden sınıflı toplum da ifa edilem ez bu; aktif
güncelliğe giden d o ğ ru y ola da d u ru m analiziyle h en ü z yen i çı­
kılm ış ■olur. Hedef, olayların n ih âî ‘eğer’-n ed en in i güdüleyen
am a aynı zam anda kendi içinde gizli olanın aydınlatılm asıdır
hâlâ. Tabii k i kurgulanam az soruya dair, b ü tü n toplum ları kate-
den, asla sadece şâirâne olm ayıp daha ziyade kadim -felsefî id­
rakler de vardır; m utlak hayret olarak, alışıldık olm ayan, sahici
anlamıyla, başlangıç halindeki Carpe diem olarak. Peki ama, ba­
ki kalan ve b aki kalm aya değer tek m istik olan bu görünm ez
g ündelik hayat m istisizm inde ne k a d a r çekinm e, ne k adar yalın
sem bol yönelim i vardır ki? Bunun dışında her yerde Şim di'nin
hali M evcut-O lm ayan'dır ve bu M evcut-O lm ayan’ın Burada’s ı bi­
le, tam da müziğin çalındığı yerd e, bir suskunluk bölgesi kurar.
Böylelikle yalnızca Varolmak değil her şeyden önce varolm anın
öznesi, yani varolanın k en d isin in güdüleyicisi, neticede içeriği
Inkognito’da [Bilinmeyen] kalır. Ancak işte bu d u ru m için, tam
C a rp e d ie m b elirley ici o lu rd u ; V a ro la ra k -G ü n c e l-O la n 'ın ve
onun zam ansal-m ekânsal olarak sınırdaş çevresinin, bu hâlâ do­
laysız nitelikteki yaşantı zo rlu ğ u n u n yakınlığından ö tü rü asla
bulandırılm am ası ve zorluğa düşürülm em esi suretiyle. Fakat an­
lar duyulm adan, görülm eden vururlar; m evcudiyetleri, en iyi d u ­
rum da , h en ü z bilincine va n lm a m ış, henüz olmamış m evcudiyetle­
rinin ön avlusunda yer alır.

Yaşanmış ânın karanlığı, devam:


On plan, z a ra rlı uzam , ifâ d a k i m elankoli,
kendini d o la yım la m a k

Yaşanmış karanlık o d en li kuvvetlidir ki, en dolaysız yakınıyla


dahi sınırlanm az. Çevresine nüfuz eder, tam Şimdi'ye bağlanan
zam ana, sonra da tam Burada’ya bağlanan uzama. Bu etki, ya-
şantısal gerçekliği olan, özellikle de vuku bulm akta olan yakınlı­

361
ğın, m ünasip ve sakinleştirici bir mesafeye çekilm esini, yani alı­
şılagelen tarzda gözlenebilm esini engeller. Böylelikle söz k o n u ­
su güncel ön planın kendine m ahsus, gözlenm esi kolay olm a­
yan, kavranm ası ve bilinebilm esi de kolay olm ayan alacakaranlı­
ğı da m eydana gelir. Kimi atasözleri b u n u şim diye k adarki d ü ­
şü n ü rlerin çoğundan iyi bilir: ‘terzi kendi sö küğünü dikem ez'
veya ‘m um dibine ışık verm ez' gibi. Ö dipus'un öz annesiyle ev­
lendiğini son fark eden olm asının nedeni de, kendi ışığının önü­
nü kesm esi değil miydi? Sfenks'in dışardan gözlenebilen sırrını
oldukça iyi çözm üştü, dolaysızca yakınındaki kendi vakasınday­
sa çaresizdi. H ep m esafeden doğru, alışılagelenden doğru salt
gözlem in kafasını u zattığ ı Şim di-zam anının, B urası-uzam ının
anlaşılm am ış m etn in d e de daim a böyledir. Böylesinin en haince
g ö rü n d ü ğ ü d u ru m , çok defa değinildiği üzere (karş. s. 347),
şeyleştirilm iş gözlem in, d onm uş, olm uş-bitm iş olarak şim diki
zam ana vâsıl oluşu ve bu yakına, v u k u b u lm ak ta, oluşm akta
olana dair sözünü söylemeye kalkmasıdır. O zam an alışkanlık,
mesafeliliğin gerideki uzak geçm işte vesile sunabildiği türden
bağlantıları kopartır. 19. yüzyılın göreli yakınlığı bile, burjuva
tarihçilerini, tasvirlerinde bu yüzyıla gelip çattıklarında karakte­
ristik bir m üşkülâta sokar: o zam ana kadar bağlantılar kurarak
verilen h üküm lerin yerini, kanaatler alır. Bu tarihçilerin hepten
afallatıcı bilim dışılığı, tarihin dünya savaşına y ü rü d ü ğ ü dönem ­
den h atırlard ad ır: âlim , k ah v eh an e p o litik ası ve y u rtsev erlik
goygoyculuğu yapan başöğretm ene dönüşm üştür. Yalnızca b u r­
juvazinin, Şimdi’nin ekleri/uzantıları karşısındaki sınıfsal olarak
koşullanm ış som utluktan uzak tu tu m u n d an ö tü rü değildir bu.
Bu özel görm e zayıflıg .;ıkarı b u n d a olan ideolojik tahrifatla
birlikte, sözüm ona nesnel gözlem in ‘yakınlığın’ etkisi altındaki
genel çöküşüyle elverişli bir zem in kazanır ve b u rju v a tarafgirli­
ğinin hatalı h üküm leri bilhassa, yalın gözlemle asla baş edilem e­
yecek nitelikteki güncel dolaysızlığın gediğine yüklenir. Tüm
bunlar, ona bağlanan Şim di-önplanı, B urası-önplanıyla birlikte
G üncel’in m üşkülâtıyla ilgili olm ası bakım ından ve o nunla ilgili
olduğu m üddetçe, bir peyzaj ressamlığı meselesiyle belirginleşti­
rilebilir. Ressamlık açısından, G üncellik meselesi şudur: Bir re­
sim de, tasvir edilen m anzara nerede başlıyor? Ressam, dolaysız­

362
ca, en iç halka olarak m anzaranın içinde bulunm asına rağm en
kendisini katm az resm e. D olaysızlığın ikin ci halkası da öyle:
resm in esas önplanının nesnelleştirilm esi de p e k zordur; ressa­
m ın konum una fazla yakındır. Tam da yakınlıktaki iç içelik, ka­
rışıklık uzam sal ö nplanın da göreli biçim lenm em işliğine, esas
m anzaraya ait olm am aklığına etki eder. D em ek, tasvir edilen
m anzara yalnızca, doğalm ışçasına, onu boyayan ressam ın dışın­
da başlamaz, en yakın çevresinin dağınık haldeki nesnelerinin
ötesinde başlar. P om panın fiziğinden devralınabilecek bir kav­
ram la açıklık getirebiliriz buna: tasvir açısından önplan, zararlı
u za m d ır, yani a tm o sferin h e n ü z tam am en te rk etm ed iğ i b ir
uzam. Bu durum da; dolaysızlığın atm osferi, süregiden karanlık
ve Şimdi ile Burası’nın, Yakınlığın süregiden düzensizliği. O hal­
de, ‘m anzara nerede başlar?', ‘bağlantı k u ran nesnelleştirm e ne­
rede başlar?' sorusuna ancak şu cevap verilebilir: zararlı uzanım
ötesinde, ona m esafelenerek, dolaysızlığın karanlığının im tidat-
lanyla beraber sona ermeye başladığı yerde. Gözlem in öznesi ile
nesnesi arasında her yerde, dolaysız dolaysızlığın atm osferinin
henüz yeterince uzaklaşm adığı, sui generis zararlı m ekân olarak,
bu tuhaf ara uzam bulunduğundan; m anzara resm inin m üşkül
önplanı ve o n u n meselesi, yöntem sel açıdan keskin bir biçimde,
v u k u bulm akta, za m a n içinde olm akta olan güncelliğin sözkonu-
su m üşkülâtına tekabül eder. B unun kendi içinde ise yaşanm ış
karanlığın tesiri, d o ğ urduğu so n u çlar bakım ın d an , m eselenin
uzam sal kabartılarıyla m ukayese k ab u l etm eyecek derecede zen­
gindir; resm in kom pozisyonundaki gibi bir m eseleni^fconunun
bir örneğinden ibaret de değildir. Bu, B urası-uzam ının uzam sal
önplan olarak nihayetinde m anzaraya dönüşebilm esinde, hesabı­
nı onunla görebilm esinde de gösterir kendini zaten; bu netice­
nin sükûnetinde, Yakınlığın halledilm em iş b ir artığı duyurm a-
yacaktır kendini. Buna karşılık zam a n ın önplanı olarak Şimdi-
zamanı, kendiliğinden kavranabilire, biçim lendirilebilire, biline-
bilirliğe, kendiliğinden, pasif gözlem olm ayıp eğilim le/gidişle ilgili
a k tif ders niteliğindeki bilinebilirliğe de dönüşem ez - ki bu da ye­
ni bir m üşküldür. Ç ünkü yoksa b u bilinebilirliğin Şimdi-zama-
n ın ı so n rad an k u şatan ı, y ani geleceği tü m ü y le n esnel olarak
avuçlarının içine alm ası gerekirdi; tıpkı, m utatis m utandis, m an­

363
zara resm inin, B urası-uzam ının arkasından m anzarayı avuçları­
nın içine alması gibi. G ayet iyi bilindiği üzere, ilk ve ilkinin pe­
şinden atılacak adım ların ve genel perspektifin dışında, gelece­
ğin görülm esi sözkonusu olamaz; olaylara hâkim olm anın temel
bilim inde, som ut eğilim /gidişat bilim inde, M arksizm de de söz­
konusu değildir bu. Değildir, çü n k ü G elecektekinin -u zam sal
uzaklıktan farklı o la ra k - kendisi de hakim olunam ayan bir Şim-
di'yi, yani karanlığı içerir; tıpkı Şimdi’nin bizzat a çıklık ka za n ­
m am ış Geleceği, yani yeniliği içerdiği ve kendini ona doğru attı­
ğı gibi. Yine sadece g ö rü n ü şte olm ak üzere yine sadece gözleme
kapalı ve böylelikle nesnelleştirilebilir uzam -m anzara ile kıyas­
lanabilir olan Geçmiş, zam an bilincinde ve zam ansal evre itiba­
rıyla ancak daha sonra, geleceğe atılm asının ardından açığa çı­
kar; doğrudan uzam sal güncelliğe bağlandığı ve onun arkasında
bitmiş olarak durduğu haliyle nesnelleştirilm iş m anzarayla yine
de mukayese edilemez. Tersine: Şimdi'nin güncelliğindeki Gele­
cek m uhtevası, b ü tü n geçm iş form lannın ü zerinden atlayarak,
ön plan-güncelliğinde ve onun b ü tü n ufuk çevrelerinde de her
daim sü rd ü rü r kendini. Fakat bu şekilde güncelliğe ait olm akla,
o da, gelecek de, önplanının ve u fk u n u n b ü tü n nesnellikleriyle
yaşanan ânın karanlığına katılır. Ve geleceğin en esaslı niteliğini
teşkil eden bir tarzda katılır: G özlem e kapalı, fakat eğilim/gidiş
bilgisi bakım ından da görece bilinmezdir. A na ve geleceğe dair
ka ra n lık la n n bu bağlantısı, Ü topyanın Tini'nde ilk olarak şöyle
form üle edilmişti: “Sadece biz değil, öteki, ters taraf da kayıtsız
kaldığı m üddetçe, karanlık güçlenir. Yani, G elecektekine d ö n d ü ­
ğüm üzde. Ki bizzat o da, öncelikle m antıken yeni olm ası itiba-
nyla, karanlığım ızın büyüm esinden başka bir şey dem ek değildir,
kendi kucağından doğan karanlığım ızdır, kendi u zu n tarihinin
büyüttüğü karanlıktır. Keza Tanrı da, radikal Yeni'nin teşkil etti­
ği sorun karşısında güçlen d irir b u karanlığı; varolm ası bizim
için görülebilir olm asına bağlı değildir bu Yeni'nin. T üm dünya
süreci, ikiye ‘ayrılm ış' gerçeklikler arasındaki elastik bir hareket
ilişkisine indirgenm eyecektir de böylece; kendi kendisine ancak
u m u t olarak, kendi-için-olm am ak olarak, bize ise v u ku bulm a­
m ışın, henüz reel-olm ayanın gölgesinde m alik olur" (Ü topyanın
Tini, 1918, s. 372). Bu tekinsiz form ülasyon uyanpca, yaşanm ış

364
ânın karanlığı tüm derinliğiyle, hedefin içeriğinin aslî nitelikli
lâkin henüz-var-olm ayan varoluş tarzın ın kendisiyle örtüşür; bir
kez m ito lo jik tanım ıyla T anrı’ya y önelm iş olan ve zikredilen
yerde belirtildiğine göre, bizzat varo lu şu n hen ü z var-olmayan,
henüz ortaya çıkarılm am ış hedef içeriğidir bu. Ne v ar ki Carpe
diem veya m utlak hedef içeriğinin m evcudiyeti, varoluşun özne­
siyle aynı nedene dayanm aktadır ve aynı nedenle, hedef içeriği­
nin gerçekleştirilm esi henüz eksiktir. M itolojik olm ayan tanım la­
m ayla, kendini geliştiren maddenin hem taşıyıcısı hem de çekirdeği
olan varo lu şu n ocağına ışık tu tu lm am ış olm asıdır, b u neden.
Demek, böylesine uzağa, böylesine derine u zanır yaşanm ış ânın
kök-karanlığı; böylesine kesin bir biçim de bağlanır, her iki isti­
kam etteki N ovum 'a, içeriğin azam îsine. Ve zam anın rahm inde
m evcut bulunan, anda m evcut olanı kavram a m isyonuyla yüklü
olan da, tam am en aynı gelecektir. Sadece O labilirlik, yönlendir­
m enin kudretiyle teşvik edilebilirliği ve açılımıyla, güdüleyici-
saklı ânın dolaysız varlığını ken d in e getirir ve yukarı çıkartır;
ancak N o vu m ’a doğru açım lanm ış b u Transzendere [aşm a], içkin
varoluşun açım lanm asını sağlar. Burada o luşun varoluşsal ima­
latçısına, yani -ta rih se l o la ra k - insana ne denli yakın olunursa,
tarihi inşa eden öznen in k en d in i kavrayışı ne denli radikalse,
kör güncellik o denli çözülm eye uğrar ve o denli nüfuz edici bi­
çim de, çok yönlü dallanıp budak lan m ış diyalektik dolayım lar
olarak idrak edilebilir. Yaşanmış ânın aslî nitelikli, m etafizik ka­
ranlığı, öznenin böyle tarihsel bir kavranışı yoluyla henüz ay­
dınlanm az veya henüz yeni aydınlanıyordur; fakat önplan mese­
lesi, dünya bağlam ı tasvirlerindeki ‘Şim di ve Burası’ yırtığıyla
birlikte, nihayet avuçların içine alınm ış olur. D olayım lanm ış ge­
çiş noktasıyla ilgili ve b u çerçevede dünyada olup bitenler cep­
hesindeki güncel-som ut kararla ilgili bir mesele olarak, aşılarak
m uhafaza edilecektir b u mesele.
Bu yırtık, yaşam da, yani gözleyici olm ayan bir yaşamda bile,
böylelikle kayboluyor değildir. Çünkü neticede yaşanan karanlı­
ğın etkisi de anılan türlü çeşitli önplanlarla kısıtlanm az. Kör le­
ke, dolaysızca devreye giren Şim di ve Burası'nın görmezliği, her
gerçekleşm ede zu h u r eder. Evet, G örm ek m esafenin fazla yakın
o lm a sın d a n öt ü r ü b u la n m a k la kalır, oysa g e rç e k le ştirm en in

365
şimdiye d ek varolan tarzı, herhangi bir önplanda değil de ger-
çekleştirilenin kendisinde kararıyordur. Sahici Carpe diem de bu
m elankoliden istisna edilemez: salt zihinde canlandırdığıyla de­
ğil, u m u d u n gerçekleşm esinin m eyvelerini topluyorken de. Ve
kurgulanam az m eseledeki aslî hayretin deneyim lerinin bu m e­
lankoli tarafından esirgenm esinin tek nedeni, var-olan bir Şim-
di'nih, Burası’nın ve O rada'nın sadece şim şek gibi çakıveren an­
lık işaretlerini içerm eleri ve bu işaretlerin gerçekleştirilen şeyin
kendisinde ve ‘kendi için' görünm eyip, henüz görünm eyip, ona
vekâleten başka ve çoğu kez de tu h a f nesnelerde görünm esidir.
Yoksa her yerde bir yırtık, hatta gerçekleştirm enin kendisinde,
onca güzelce öngörülm üş, düşlenm iş olanın kuvveden fiile çıka-
rılm ış-güncel zu h u ru n d a b ir uçurum vardır: kavranm am ış E.xis-
tere'nin u çu ru m u n u n ta kendisidir bu uçurum . Dem ek yakınlı­
ğın karanlığı, ifâdaki m elankolinin nihâî nedenidir aynı zamanda:
hiçbir dünyevî cennetin girişinde, o girişte düşen gölgeden kaçı-
nılamaz. Çok ileri giden düşlerin gerçekleştirilm esi icap ettiğin­
de veya fazla yüce d üşler kendi ifâlarını tehlikeye so ktuğunda
bir fiyasko tehdidiyle karşı karşıya bulunulm ası değildir sadece
mesele. M ütevazı hedefler gerçekleştirildiğinde veya anıtsal düş
im geleri dişiyle tırnağıyla, kanıyla canıyla gerçeğe çıkıyor gö­
rü n d ü ğ ü n d e de, bizzat realizasyonda bir şeyin bakiye kaldığı
hissedilir - ve gerçekten de v ard ır o artık. G erçekleştirenin eyle­
m inden sarfınazar eden ve onu içerm eyen bir gerçekleştirm e bi­
çimi vardır; k en d in i çeken, eğilim [selliğle yabancı, soyut-sabit
bir edâ takınan, böylece kendi gerçekleştiricilerindeki bitm em iş-
liği, gerçekleştirilm em işliği de zim m etlerine geçiren idealler var­
dır. Tam da ifâdaki m elankolide, öznedeki b u en derinde henüz
ifâ edilm em iş olan d u y u ru r kendini, aynen idealin sabitinin ye­
tersizlik eleştirisini yaptığı yerde. D em ek gerçekleştirm e unsurunu
da, m üstakbel toplum unsuruyla aynı hamlede, özgürleştirm ek lâ­
zım dır. G erçekleştirm e m eselesinde b u n u zaten görm ü ştük (M ı­
sırlı Helena): arzu veya idealin içeriği, tam da gerçekleşm e hede­
fine eriştiğinde, daha önce salınan, ütopik, salt ‘olan' reel karak­
ter o larak sah ip b u lu n d u ğ u n d a n daha k a ra n lık bir gerçeklik
noktasına varır. Tekrarlar gibi: Realizasyon, tefekkürcü mesafeyi
ne denli kaldırsa da, asla tüm üyle realizasyon etkisi göstermez,

366
çünkü bizzat realizasyondaki özne etkeninde, kendisini daha hiçbir
yerde gerçekleştirm em iş bir şey vardır. Varoluşun tevdiinin öznel
etkeni henüz yoktur, önbelirlenm em iş, nesnelleşm em iş, realize
olmamıştır; yaşanm ış ânın karanlığında kendini duyuran, neti­
cede budur. Ve b u Inkognito, her - t a m - gerçekleşmeye refakat
eden temel engel olarak kalır. Bu engeli uzaklaştırm ak, eğitici­
nin kendisini eğitmek, üreticinin kendisini üretm ek, realize ede­
nin kendisini realize etm ek - b ü tü n h üm anist arzu düşleri buna
doğru gider; en radikal o ldukları kadar en p ratik düşlerdir b u n ­
lar. Tarihi üretenin kendini dolayım lam asındaki b ü yü m e de, som ut
eğilim in öngörücü tasa^vvurunu so m u t olarak gerçekleştirm ek
için yardım sağlamakla kalmaz, o kendine m ahsus acı artık ol­
m aksızın bir gerçekleş[tir]m enin sağlanm asına da yardım eder.
Varolmanın karanlık kalan dolaysızlığını tanım layan ve neticede
vuslattaki vâsıl olm ayanı ifade eden o bakiye eksi olm aksızın.
Varlık çem berinde artık ona yabancı hiçbir şeyle kayıtlı olm ayan
bir İnsan Oluş, kendisi de realize edilm iş bir realize edicilik: ifâ
olarak gerçekleş[tir]m enin sın’r kavram ı budur.

Som ut soru olarak te k ra r hayret, gerek endişe


gerek m u tlu lu k suretinde; ü to p ik arketip: en y ü k s e k iy i

Şim di'de ittiren, güdüleyen şey, söylem iştik, yine geleceğe dö­
nü k olarak bir açıklığa doğru atılır. Fakat b u Açıklığın arkasında
ruhen ikili b ir yer vardır, hem m eyvelerinin gelm esinin beklen­
diği, hem oradan sevk edildiği. Bu yerlerin biri, hâlâ endişedir;
dö rt bir yandan beklediği vesilelerinin belirsizliği oranında bü­
yüyen endişe. K ullanılam ayan libidodan kaynaklanabilecek nev-
rotik endişenin de, tehlikeli duru m lard ak i norm al reel endişenin
de işi değildir artık bu; koşullanm am ış olduğu kadar, nihâî ola­
na dair b ir endişe söz konusudur. Endişe düşleri de, -zikredildi-
ği gibi-, hatta çocukların karanlıktan dehşete düşm esi de, haya­
let korkusu bile, yalnızca atavistik bakım dan yanaşıktırlar ona,
ama istikam eti gösterirler. İn an an açısından cehennem bir dolu
böyle fobiyle m u kim di - bilinm eyen doğa karşısında duyulan
dışsal endişenin artık o kadar b ü yük olm asının gerekm ediği du­
rum da bile. C ehennem Aydınlanma kuvvetiyle kayboldu, fakat

367
o n u n m uadili bir so ru n olarak, tüm \lyle nüfuz eden m etafizik
dehşet baki kaldı. Bu dehşetin durm ası, Şim di'nin ta kendisidir;
Şim di'nin ve onda m ündem iç olan ın karanlığında bir yarıktır.
Böylesi dolaysız bir d ehşetin varolduğuna, o n u n sahiden olm uş
olan karşısındaki korkunç reel endişeden başka tü r bir endişe
olduğuna şüphe yoktur. O nun u n su ru , taham m ül edilm ez andır;
sıklıkla, ama her zam an değil, patolojik bir k u rg u d u r bu, kendi
kendisi karşısında neredeyse yıkılan b ir dehşet. Epilepsi, nöbe­
tin gelm esi öncesindeki aura 'sıyla, b u taham m ül edilm ezlikle
d oğrudan tem asta gibi görünür; paranoya, endişe d üşüne en ya­
kın imgeleri su n ar - endişenin gündüz düşüdür. Büchner’in d e­
liren şair Lenz hakkındaki fragm anı, bu b akım dan u nutulm az­
dır. “H içbir şey işitm iyor m u su n u z?” diye sorar deli şair, “tüm
ufuk boyu haykıran ve genellikle sessizlik d enen o dehşet verici
sesi işitm iy o r m u su n u z ? ” B üchner'in Woyzeck’in d e d e endişe
her yerde kükreyen b ir hiçlik tarafından uyandırılır: rüzgâr tara­
fından, akşam göğü tarafından, belirsiz bir olum suzluğun bek­
lentisi tarafından, zavallıcığı her istikam etten tehdit ederek. E n­
dişe, kendi aralarında o denli mesafe olan tü m b u tezahürlerde,
belirsiz-karanlık yanla ilgili, reel-m üm kün içindeki boğucu, do­
nu k Hiç’le ilgili bir beklenti olarak görünür. Resmedilemez olan,
D ürer'in M elankolia’sında da resim gibi kaydedilm iştir - içerdiği
astrolojik ilişkilerin b u yanında da öte yanında da. Kadın sureti­
nin gözlerinden ışıldayan, alâm etleri b ir sayfayı d o ld u ra n Sa­
tü rn 'ü n ötesinde de. Jüp iter'in daha dostâne dört köşeliği içinde
ancak kesintili olarak, figürün arkasında, duvarda. Lâkin k u ru n ­
tu n u n am a y in e toparlanm anın da yıldızı olan Satürn, aynı za­
m anda m utsuzluğun da yıldızı olm asına rağm en, M elankolia'nın
gözünü diktiği sebebi açıklam az. Toparlanm a [kafayı toplama]
yalnızca su re tin gözündedir, belki ön cep h en in k üresindedir,
hatta belki kıvrılm ış uyuyan köpektedir, lâkin nesnelerin birleşi­
m inde değildir, suretin gözünü diktiği nesnede de değildir. Bu
nesnenin kendisi resim de yoktur, fakat tam da nesnelerin birle­
şimi, onun kesinkes to p arlanm am ış teşekkülâtına işaret eder.
Dehio, b u Iç'in çözülm üşlüğüne isabetle atıfta bulun m uştu: per­
gel elde avâre duruyordur, sağa sola saçılm ış nesnelerin üzerin­
de dağılm ış, kederli bir ışık vardır, 16. yüzyılın âlim odalarını

368
tanımlayan . düzen tam am en uzakta kalm ıştır; tezatın, bu birle­
şim ile "H ieronym us evinde" tablosundaki derli topluluk arasın­
daki kadar büyüğü yoktur. Demek: D ürer’in "M elankolia” tablo­
su, astrolojik yardım araçlarıyla, endişeyi, m u h tem el b ir u ç u ­
rum la tem as olarak çizer - üzerine düşü ld ü ğ ü n d e parçalanıla­
cak bir zem ini bile yok tu r b u uçu ru m u n . Tablo, daim î bir Şim-
di'ye açılan üm itsizlik le bakakalan S tu p o r'u ^ 6 resm eder: D ü­
rer’in "M elankolia”sı, olumsuz hayretin p ah a biçilm ez belgesidir;
cinsiz ve cehennem siz, Satürn belirlenim i bile olm adan. Demek
O lu m su zda da kurgulanam az olanın, m u tlak so ru n u n suretleri
vardır, hayretin taham m ül edilm ez anları vardır. O lum lu teşek­
küllere kıyasla daha siliktirler, m antıken; zira sadece radikal ola­
rak belirsiz dehşeti anlam landırm akta, u çu ru m m ahallinde ke­
sindirler. Elbette: U çu ru m k en d i başına değildir b u m ahalde;
G orgonik,257 bu dünyada M elankoli'de bile yalnız başına b u lu n ­
maz; S tupor’u dışında işte bir de H ieronym us sü k û n eti vardır
hayretin ve o, yönelim seV niyet o larak henüz [ucu] açık olan
öteki yere işaret eder. Ç ü n k ü b ü tü n radikal duyusal durum larda,
ö z e llik le de b e k le n ti d u y u la rın d a g ö rü le n ç e h re d eğ işim i,
" k ö ^ k a d im sözlerin z ıt anlam lılığı”, radikal hayrette en az ek­
sikliği çekilen şeydir. O lum suz hayreti doğuran vesilenin sıklık­
la H a yretin O lu m lu lu ğ u o larak m u tlu lu ğ u d a d o ğ u rab ilm esi,
bundandır. Ve b u n u n da y eri y in e Şimdi'dir, fakat Şimdi’n in o
onda m ündem iç olanın karanlığındaki kanlı yarık olarak değil;
Um ut yeşerm eye başlamıştır, olum lu sem bol yönelim inin bu ka­
ranlığa vurmasıyla, görünm ez olanda gizemli bir teyid bularak.
Bu olum lu hayretin u n su ru sükûnete m ukted ir an’dır; başka za­
m an gayet kayıtsızlıkla karşılanacak b ir algılam anın veya imge­
n in varolan-yoğunluğu m u tlu lu k la sarstığı ve vaz'ettiği o ân.
Tolstoy Ivan Ilyiç'in ö lü m ü ’nde k a r fırtın asın d ak i fundalıkları
anlatır, fırtına ve soğuğun hüküm ranlığı onların yaşam ını tehdit
ediyordur, tüm coğrafya tam am en terk edilm işlik içindedir; bu­
na rağm en ve tam da bu nedenle, anlatılm az b ir yanı sıralıkla,
ansızın eve dön ü ş ve bir cevap gösterir b u m anzarada kendini -

256 Hayretle donakalma.


257 Çirkin, korkunç.
369
her tü rlü A potheose’d e 256 o ld u ğ u n d a n daha m erkezî biçim de.
Tolstoy hatta fundalıkların kar fırtınasındaki küçücük, neredey­
se gülünç m erkezî yanı sıralığını, insanların -ço ğ u n lukla ölüm
â n ın d a - Birliğin [Vahdetin] ve h er şeyin içinde çözüldüğü, çö­
zülüyor göründüğü e n d e r b ü y ü k anlara bağlar pekâlâ. Austerlite
savaş alanında ölüm cül yaralı vaziyette yıldızlı gökyüzünü daha
önce hiçbir zam an olm adığı biçim de gören A ndrey B olkons-
kiy 'in bu yaşantısına, keza K arenin ile W ro n sk i'n in A nna'nın
ölüm döşeğinin başındaki vahdete erişm e deneyim ine uzanan
b ir yay çizilir buradan. Fakat tabii aynı zam anda: bu Unio m ysti-
ca259 taşıdığı anlam la, ebedîliğiyle, tamlığıyla yine çok fazla bü­
y ük ve fazla belirlenm iştir, teolojik nesnesi fazlasıyla önceden
kararlaştırılm ıştır - kenarda d uranın, h içb ir yerde form üle edil­
m em iş olanın m ütevazılığıyla baş edemez. Ev, b ü tü n geleneksel
dinsel deneyim lerde zaten sahi olanın yerini tutar; sanki onu
görm em ek sadece insanların k ö rlüğündenm iş gibi, o n u n içine
girm em ek bedenin zayıflığındanm ış gibi. Yine de g ö rü n ü r olm a­
yan sem bol yönelim leriyle ilinti k u rm a k kaçınılm azdır, onlar
b ü tün bu şaşalam alarda b ir Summum bonum 'un,260 m utlak olarak
insanî-olana-uygun M evcut'un çekirdekleri gibi bulunurlar. Ne
var k i kendini böyle duyu ran M evcut, salt reel im kânın içinde­
dir ve b ü tü n olum lu sem bol yönelim leri yalnızca o n u n insanda­
ki alâm etini ortaya çıkarırlar; öngörücü tasavvurun sükûnetiyle,
iyi varoluşun anlaşılır-[biçim de-]anlaşılm az adını çağırırlar. Ke­
za m erkezî b ir kenardalıkla çağırırlar onu bu sem bol yönelim le­
ri; hem en endişeyle şaşalam ışlığın yanıbaşında, aynı ölçüde ani,
aynı şekilde kararsız yoğunlaşm ayla. Böylesi n esnel, aynı za­
m anda nesneye-benzer h ay ret içinde, Son Ütopyası d o k u n u r in­
sana; bu esnada d ehşetin b ir içeriği pekâlâ M ucizevî’nin içeriği­
ne karışm ış olabilir. M ucizevî’nin veya işte Aslî olanın nihâî ka­
rakterine ve tüm üyle Eğilim'e tekabül eden H enüz-Belirlenme-
m işliğin, H enüz-K ararlaştınlm am ışlığın p arad o k slu ğ u n u n ala­
m eti olarak. Bu uygunluk/elverişlilik (insanın doğallaştırılması,
doğanın insanîleştirilm esi) burada hep ucu açık d urum dadır he­

258 Tannlaşma/yücelme.
259 Mistik vahdet.
260 En yüksek iyi.
370
nüz: sadece m üstakbel vuslatından ö tü rü değil, h enüz sabitlen­
memiş, şim diye dek elde edilen tüm kazanım ların daha bir adım
ötesinde uzanan içeriği bakım ından da.
Buna benzer şeyler insanın kendi Şimdi’sinde vaki olması sa­
dece, herk esin kaynağında vaki o lm asındandır. Kaynakta bir
menfez vardır; ona erişilip erişilemeyeceği, başka mesele. Fakat
bizzat menfez ya şa ya n soru. olarak, M utlak’a dair soru olarak, he­
nüz m evcut olm ayan M utlak'ın kendisine dair soru olarak, her­
kese âmirdir. Kurgulanamaz soru ve o n u n hayreti yukarda, gizli­
liğin çekirdeğine dair, nihâî Reel-M üm kün’ü n kendi kendini çar­
pan şim şeği o larak tan ım lan m ıştı. R eel-M ü m k ü n 'ü n şim şeği
böylece kendi içine düşm esiyle, kendi eline b ir tutam ak uzatır,
sonsuz olmayı bırakır. Ve bu tutam ak, Reel-M üm kün’ü ileri iten­
de vaki olur: h ayretin şim şek gibi çakan anlar ve elverişliliğin
işaretleri karşısındaki fazla parlak şaşalaması,. bu nedenle kesin
olarak, yaşanan ânın uyku odasındaki varoluşun ‘[Eğer] ki’s iyle
bağıntılıdır. Yani nasıl yaşanm ış ânın karanlığı öngörücü tasav­
vurda bu lu n an bilincin, bizzat d ünyanın öngörücü tasa\rvurla te­
şekkülün ü n bir k u tb u n u oluşturuyorsa, [ucu] açık elverişliliğiy­
le reel hayret de öteki k u tb u n içeriğini oluşturur. Ve bu iki k u ­
tup şiddetle çeker birbirini; M utlak'ın ve Omega ’nın [son] sem­
bol yönelim i Al/a’nın [başlangıç] veya en yakının karanlığına
işaret eder. Yaşanan ânın karanlığında hâlâ ileri itm ekte olan ve
hâlâ saklı kalan kaynaktır, dünyanın başlangıcıdır o; k en d i m en­
fezinin alâm etlerinde ilk kez kavrar ve çözer kendini. A ncak ön­
görücü tasavvurla kavrar ve çözer, çok zayıf, çok küçük işaret­
lerle; varoluşun dolaysız ‘[Eğer] Ki’sinden başka hiç bir yerde ol­
mayan Dünya D üğüm ü, yine ancak b u en içkin Eğer Ki yoğun­
luğunun en yakınında olarak, ya kın lığ ın a şik â rlık la n y la çözüle­
bilir. Tam da bu derece en y a k ın d a görünm ez olan, bu aşikârlıkla-
rın narin alâm eti, eskilerdeki sözüm ona Tanrı’ya-yakınlıktan ar­
da kalmış olan tek şeydir, evet, onun. içinde çekirdeği teşkil et­
miş olan şeydir - b ir Ens perfectissim um ™ içeriyor göründüğü
oranda. Sahici mistiğin büyük ön-görünüşleri, bu halleriyle, de­
neyci b ir geçerliliğe sahiptirler; çünkü onların suretinde nihâî

261 Mükemmel varlık.


371
sem boller, reel sem boller olarak görünm üş olanın o narin alâ­
m etlerle bağıntısı vard ı ve onları devralmıştı. Andante'nin2®2 ön-
görünüşü b u lu n u r burada, evet, finalindeki idilde de, Laotse'nin
zevksiz dediği ve b u n u n içindir ki en içe işleyici zevke sahip
olan dünyevî Tao. Sessizlik, derinlik bu görünm ez o landa tem el­
lenm işti ve tanım lanabilir olarak kalm ıştır: “Ama, sanki her nes­
nede bir gizli çekm ecenin, dev gibi b ir am balajın b ü tü n derinli­
ğiyle -Tanrılar, semâ, kudretler, nefasetler, ta ç - aktarıldığı ve b u ­
n u n aslî sayıldığı eski zam anlardaki gibi b ü y ü k ru lolar ve belge­
ler içerm esi gerekirm iş gibi değil. Aksine, uyuyarak, sessizce gel­
m işti O disseus Ithaka’ya. Özellikle Ithaka'ya uyuyarak gelmişti,
adı Hiç Kimse olan şu Odisseus; değersiz bir şeyin orada öylece
nasıl duracağıyla ya da yoksa aslında görünm ez bir şeyin birden­
bire nasıl kendini açık edeceğiyle veya habire kastedilm iş olanın
nasıl nihayet kendini g ö rü n ü r kılacağıyla ilgili tarzı ifade edebi­
lecek olan şu Ithaka'ya. Öylesine sıkı, öylesine dolaysızca aşikâr
ki, H enüz-Bilincinde-O lunm ayana, daha derinlerdeki özdeşliğe,
h akikate ve şeylerin parolasına doğru, geri dönüşsüz bir sıçrayış
yapılmış olacaktır; öyle ki, tem aşa ed en in ani son anlam yöneli­
miyle, nesnede, henüz isimsiz b ir şeyin çehresi belirecek, -zate n
orada göm ülü b u lu n a n - n ih âî d u ru m u n su ru zuhur edecek ve
a rtık onu terk etm ey ecek tir" (E rn s t Bloch, G eist der U to p ie,
1923, s. 248). Sonuncusu olduğuna ve Son'un görünen belirtisi
olduğuna inanan gökgürültüsü, dekadanlaşm ıştır; çünkü Nihâî
Olan sessiz ve basittir. Fakat nihâî d u ru m en görünm ez hayrette,
her ön-görünüşten önce ve sonra bile henüz vaz’edilm em iş o lu ­
şu, aynı a n d a hem olum suz hem o lum lu ütopyada gösterm işti
kendini; b u ütopyanın bu Son'da yitmesiyle ve tam da kendi so­
nunda h e n ü z gerçekleşm em iş olm asıyla - ne Pessim um 'un ve
o n u n Hiç'inin olum suzu, ne de O ptim um ’u n ve o n u n Her Şey'nin
o lum lusu olarak . İkisi arasında, koşulsuz hayret halinde dahi,
neticede belirsiz bir alternatifin tehlikeli iç içeliği söz k o n u sudur
ve b u alternatif, n esnel yanıyla, d ünyanın menfez sorunuyla ilgi­
lidir. F akat aynı doğallıkla, keza hedefin içeriğinin O p tim u m 'u
da, geçerliliğini sürdürm ekte olan ve şim diye dek asla çökelme-

262 Sakin, yavaş tempo.


372
yen tarih sü re c in in açık lığ ın a s a h ip tir - g ö r ü n ü ş ü itibarıyla,
um ut-şaşkınlığının m uazzam artısı da budur: tüm günlerin akşa­
mına erişilmiş değildir, hâlâ h er akşam ın bir sabahı vardır. Arzu­
lanan lyi'nin yenilgisi de, tarihte ve dünyada başka türlü olm a­
nın, daha iyi olm anın tüm im kânları tükenm edikçe, yani Reel-
M üm kün diyalek tik -ü to p ik süreciyle nihâî olarak sabitlenm e-
dikçe, m üstakbel m ü m k ü n zaferini içermeye devam eder. H enüz
arzu olarak, istek, plan, ön-görünüş, sem bol yönelim i olarak,
Bir'in-Kastedilenin şifresi olarak Süreç'te uzam kaplar, evet, bu
Süreç'te virtüel cennetler yaratır. Ve “Eğleşsene, ne güzelsin"deki
kurgulanam az sorudaki yurtsallık [yurda-bağlılık], kendi O pti-
mum'uyla, son sem bol yönelim i olarak kalır. Bu istikam etin de­
ğişmezi neticede bizi, şim di söylenecek olgunluğa erişerek, hiç­
bir arkaiklik içerm eyen yegâne arketipe götürür. S a f ütopik arke-
tiptir bu, yakınlığın aşikârlığında yerleşiktir, h en ü z bilinm eyen ve
her şeyin üstündeki bir şey olarak S um m um bonum 'un arketipidir.
Arketip: en yüksek iyi, en m utlu hayretin değişken olm ayan de­
ğeridir; ona sahip olmak, anda dönüşen olarak ve işte bizzat o ân
olarak, o n u n tam am en çözülm üş ‘Eğer/Ki'sine sahip olm ak olur­
du. En yüksek lyi'nin arketipi bu nedenle arkaik değildir, tarih­
sel bile değildir, çünkü o n u n imgesine yaklaşık olarak bile karşı­
lık gelecek tek bir g ö rü n ü ş bile hiç varolm am ıştır. P lato n 'u n
Anamnesis’iyle, kendi Optimum'unu ikm al etm ek üzere b ir m ü ­
kem m elliğin önceden-düşünülem ezliğine geri döndürülm esi ise,
daha da olm ayacak iştir. K urgulanam az m utluluğun bu arketipi-
nin geri döneceği tek yer, kendisi de hiç görünm em iş olan kay­
naktır; buraya u ğ rar ve Omega’sıyla onu A fa'ya, A lfa'yla O m e-
ga’nın eşzam anlı görü nen o lu şu m u n a d ö n ü ştü rü r. K urgulana-
m a z -s o y u t s o r u n u n tü m s u r e tle r i, a y d ın lık k ıs ım la rıy la ,
‘Eğer/Ki'nin veya dünyaya çarpm anın bulm aca-A fa'sının çözül­
m üş olarak zu h u r ettiği Omega'nın başarılm ışlığındaki bu ışıma­
nın Optimum'unu çevreler veya kuşatırlar bu nedenle. Summum
bonum , başarılm ışın, tüm üyle başarılm ış görünüşü olurdu: bu n ­
dan ötürü kendisi de görünüşten dışarı çıkmıştır; b u n dan ötürü
kendi görünm ezdir, h er görünüşün k o n u n u n /n esn en ir kendisi­
ne intikalini sağlayan o görünm ez sembol yönelim lerinin ütopik
bir Summum'udur [toplam ]. En yük sek lyi'nin tanım ladığı, en

373
esaslı arzulanabilirliğin içeriği, gerçi pekâlâ hem m ayalanm akta
olan In kognito’da hem de bu içeriği arzulayan insandadır. Ama
onun yöneldiği/niyet ettiği H er Şey, daha iyi yaşam düşlerinin
üst noktasını tanım lam ış, ü topik Totum'u iyi yürütülen Süreç’teki
menfez eğilimlerine hükm etm iştir.

K ökendeki D eğil, ta rih teki H enüz-D eğil,


sondaki H iç v e y a H er Şey

Kendinde ve dolaysızca Şim di olarak olup biten, bu haliyle h e­


nü z boştur. Şim di'deki Eğer/K i'nin içi boştur, m ayalanm aktaki
b ir Değil olarak, h en ü z belirlenm em iş haldedir. Her şeyin da­
yandığı ve başladığı, h e r Bir Şey’in etrafında örülü b ulunduğu
Değil olarak. Değil m evcut değildir, fakat böylelikle bir Mev-
cut'un Değil'i olduğu için, basitçe Değil olm ayıp, aynı zam anda
Mevcut-Değil’dir. Böyle bir şey olarak Değil’in, kendi kendisine
taham m ülü yoktur, daha ziyade b ir ‘Bir Şey’in M evcut’uyla iliş­
kilidir, oraya doğru itilir. Değil, Bir Şey’in eksikliği ve aynı za­
m anda o eksiklikten kaçıştır; dem ek, k en d isin d e eksik olana
d o ^ u bir itilimdir. D em ek, canlı varlıkların itilim i Değil’le tasvir
edilir; güdü, ihtiyaç, tepi olarak ve birincil düzeyde açlık olarak.
Fakat bu esnada b ir M evcut’u n Değil’i bir Sahip-Olm ayış olarak
d u y u ru r kendini; bir Hiç olarak değil de bir Değil olarak. D e­
ğil'in, b ir şeye d ö n ü k h e r hareketin başlangıcı oluşu, onun bu
nedenle b ir Hiç o ld u ğ u anlam ına gelmez asla. Dahası: Değil ve
Hiç ilkin birbirlerinden m ü m k ü n olduğu kadar uzak tutulm alı­
dır; belirlenim in tüm macerası bu ikisi arasında yer alır. Değil,
kaynakta-kökende durur, henüz boş, belirlenm emiş, kararlaştı­
rılm am ış, başlangıcın ilk adım ı olarak; oysa Hiç, belirlenm iştir.
Sonuçta b oşa çıkan gayretleri, u z u n erim li b ir süreci varsayar
Hiç; ve onun edimi Değil’inki gibi b ir itilim değil, bir tahriptir.
D eğ il e, yaşanan ânın karanlığı tekabül eder; Hiç'e ise olum suz
hayret - nasıl ki olum lu hayret Her Şey’e tekabül ediyorsa. De­
ğil, b o şlu k tu n elbette, am a aynı zam anda, o nun içinden çıkma
güdüsüdür; açlıkta, m ahrum iyette horror vacui263 olarak gösterir

263 Boşluktan duyulan korku.


374
kendini boşluk, yani Değil'in H içlik karşısındaki ürpertisi olarak.
Ve bu noktada da, özellikle bu noktada, g ö rü n ü r ki, kategorik
temel kavram lara (esasa dair olanlara) ancak duyu öğretisi yo­
luyla nüfuz edilebilir. Ç ü n k ü duyusuzlar, daha d o ğrusu duyu­
şuz kılınm ış düşünceler degil sadece duyular ontik köklere ka­
dar uzanabilir; k en d i başına onca soyut görünen Degil, Hiç, H er
Şey gibi kavramlar, ayrım larıyla birlikte açlık, çaresizlik (m ah-
voluş), itim at (k u rtu lu ş) ile eşanlam lı olabilirler. Bu kavram lar
böylece temel d u y u lan aydınlatırlar; tıpkı tem el duyuların da te­
m el ontolojik kavram ları, kaynaklandıkları, ateş alm alarını sağ­
layan ve onları aydınlatan yogun maddeyle tanış hale getirerek
aydınlattığı gibi. O ntolojik temel kavram lar arasında; Değil, He-
nüz-Değil, Hiç veya Her Şey, en kısaltılmış term inolojiyle, yoğun
bir hareket halindeki dünya m addesini üç ana uğrağıyla teşhis
edenler olarak sivrilirler. Bu nedenle, b u keskin-sıkıştırılm ış te­
mel kavram lar reel kategorileri, yani pekâlâ realitenin alan kate­
gorilerini tanım larlar; çünkü onların kısa[ltılmışJ ontolojisi nes­
nel duyu içeriğini, yani Sürecin m addesinin üç ana ugragının
y oğunluk içeriğini, aslına en yakın biçim iyle tasvir eder. Ama
öyle bir surette yapar ki bunu, kendi kendisine taham m ülü ol­
mayan haliyle Değil, h er şeyin en yoğun, nihayetinde ilgiye/çı­
kara baglı kökenini (Eğer/Ki tarzında realize edeni) karakterize
eder. H enüz-Değil; kendinden bir süreç doğuran, k en di içeriği­
nin açığa vurulm asına m eyleden köken olarak, m addî süreçteki
E ğilim i karakterize eder. Hiç veya hele H er Ş e y ise, bize karşı
olum suz veya olum lu haliyle, bu Eğilimdeki gizliliği m addi sü­
recin en ön cephesinde m ükem m elen karakterize eder. Fakat bu
gizlilik de yine sadece o yoğun kökenin içeriğiyle bağıntılıdır;
bu dem ektir ki, aç haliyle kastettiğinin yerine getirilmesiyle, o
ilgisinin/çıkarının kesinkes tatm in edilmesiyle. Devamla, belirt­
tiğimiz gibi: Açken, m ahrum iyet halinde, boşluk (varoluşun do­
laysız Eğer/Ki’sinin sınıf noktası) tam da horror vacui’nin dolayı-
m ından geçer. Bu horror vacui kökensel Eğer/Ki ve [norm ları]
vaz'etme etkenidir, dünyayı harekete geçiren ve hareket halinde
tutan, kendi Eğer/Ki-içeriğinin boşaltılm ası deneyi olarak hare­
ket halinde tutan, yoğun gerçekleştirim etkenidir. Burada, bü­
tün Var-Oluş’u n başlangıcına atılan ilk adım , k en d i kendisini

375
dolayım lam am ış karanlığın içindedir, yani Şim di'ni.l veya o es­
nada yaşanan ânın karanlığında; d ü n y an ın bütün hareketlerinin
Fiat'ı [teyid] dolaysızca bu karanlıkta v u k u bulur. Ve karanlık,
çok uzaklarda, önceden düşünülem eyecek bir şey değildir; çok­
tan gelip geçmiş ve üstü devam lılıkla veya evrenle örtülm üş bir
başlangıç olarak, zam anların başlangıcında yer almaz. Tersine:
K ökenin karanlığı, dolaysız b ir karanlık olarak, b ü tü n varoluşla­
rın en yakınında veya süregiden Eğer/K i'de kalır, hiç değişim e
uğram aksızın. Bu Eğer/Ki her ân h enüz çözülm em iş haldedir;
bir şeyin neden olduğuna dair bulm aca sorusu, dolaysız varolu­
şun kendi kendisine yönelttiği bir sorudur. Bu sorunun ifadesi,
h er ânın içinde ve her ân aracılığıyla yenilenen yaratım dır; Sü­
reç olarak dünya, daim a ve h er yerde itkiyi o lu ştu ran kökensel
so ru n u n çözüm üne d ö n ü k bir deneydir. Yukarda, çözülm em iş
olanı Dünya D üğüm ü olarak tanım ladık; varoluşun çözülm em iş
E ğ er/K i'sin d ek i d ü ğ ü m . B öylece d ü n y a k e n d i d o lay sız Var-
O luş'unda her ânını yeniden yaratır ve sü rd ü rü len bu yaratım
keza dünyanın yani d ünya sürecinin m uhafazası olarak da görü­
nür. Başlangıç için atılan ilk adım ve başlangıcın Köken veya
D ünyanın Sebebi denen noktasallığı, işte henüz kendi kendisin­
den dışarı çıkm am ış, dem ek yerinden hiç kıpırdam am ış olan o
Şim di ve B urada'dadır. Katı anlam da b u köken, h enüz bizzat
kaynağından çıkm am ıştır, k e n d i kendisinden dışarı çıkm am ış­
tır; dem ek, o n u n Değil'i, tam da tarihin neticede gideceği istika­
m ete ite n ve tarih sü re ç le rin i b u b e lirle n im d o ğ ru ltu su n d a
vaz'eden, fakat kendisi h enüz tarihselleşm em iş olandır. Köken,
çekirdeğin zam anlar boyunca devinen ve aynı zam anda kendi
içinden d ışarı doğru harekete geçm em iş Inkogni to'su olarak kalır
yine. O halde her yaşanan ân, şayet gözleri olsaydı, kendi üze­
rin d en sürekli y en id en v u k u b u lan dünya-başlangıcının tanığı
olabilirdi; her ân, henüz m eydana çıkm am ış olarak, dünyanın baş­
langıcının m ilâdıdır. Eğer/Ki'deki sebebin belirlenm em iş Değil’i,
içeriği itibarıyla, dünya sürecinin ve o n u n suretlerinin deneysel
belirlenim leri aracılığıyla ya belirlenm iş Hiç ya da belirlenm iş
Her şey d o ğ ru ltu su n d a kesinlik kazan m ad ığ ı m ü d d etçe ânın
içindeki başlangıç hep yeniden vuku bulur; o halde her ân keza,
potansiyel olarak, dünyanın sona erişinin tarihini ve bunun içeriği­

376
nin verisini de içerir. Değil, kendi N e’lik ve içerik nesnelleştirm e­
lerinin içine düşm esiy le beraber, d o lay ım lan m ış hale geldiği
oranda, değişim e uğrar; m am afih sonu gelm eyen b ir değişim dir
bu, çünkü şim di bizzat kendisi de vaz'ettiği ve içeriğini deneysel
olarak içine boşalttığı zam an-uzam sal sürecin içindedir. Sürekli
yeniden vaz’ettiği yaratım , şim di O lm uşluk anlam ında muhafaza
değil, O luş anlam ında, yani Eğer/Ki-çekirdeğinin içeriğiyle ilgili
den ey [c ilik ] a n lam ın d a m uhafazad ır. Ve b u sü re k li y en id e n
vaz'ediş, tarihsel olarak özellikle tekayüz ed en noktalara dola-
yım lar kendisini: bir tarihsel Yeni’nin hurucuna. Tam da varolu­
şu n henüz ilan edilm em iş en esaslı içeriğinin, tarihsel olarak
adım adım sü rü lü p çıkartılm ak zorunda olm ası itibarıyla, ortaya
çıkarm a süreci bu Daha Gelm em iş’in cephesel görünüşlerini ge­
liştirir durm adan; yani ufuktaki, içine aktığı yerdeki, nihayetin­
de inatla m enfezini açma eğilim inde olduğu yerdeki D aha-Ön-
ce-Hiç-Böyle-Olmamış’ı, N ovum 'u. Çekirdeğin m eyvesinin araş­
tırılm asındaki b u çok çeşit içeren dolgunluk da elbette, hep ye­
niden m üm kün olan Novum'la beraber, keza sürekliliği olan bir
kısıt taşır; henüz bulunm am ış o Bir Şey'dir bu. B undan ö tü rü ­
d ü r ki zam an-uzam sal etki alanındaki saytsız enkaz ve döküntü,
vahşî, dinozorvâri m ahlûk, Bir'in, lyi'nin, Ç özüm 'ün ilerleyen
tesisinden daha az yer kaplam az. Böylelikle ama - b u süreçte de-
vam hhğm dan a h k o n a n - Değil de, in k âr edilm ez biçim de H enüz-
D egil olarak gösterir kendini; vuku bularak-tarihsel olarak, He-
nüz-Değil’de zuh u r eder. H enüz-D eğil olarak Değil, O lm uşluğu
ve onun ötesini yatay keser; açlık, bitm em iş bir dünyanın sü rek ­
li yeniden kurulan cephesindeki üretici güce dönüşür. Süreçsel
H enüz-D eğil olarak Değil böylece ütopyayı bitm em işliğin, tüm
nesnelerdeki ilkin fragm anter nitelikli özün reel d u ru m u haline
getirir. B undan ötü rü , süreç olarak dünya, kendi d o y urulm uş
çözüm ü örneğinde dev b ir deneydir - yani, doyurulduğu krallı­
ğı kurm aya d ö n ü k bir deney.
‘Değil', belirtildiği gibi, açlık olarak ve eylemle bağlanan ola­
rak dışlaştırır kendini. Kanaatini belirtm ek ve niyet etm ek ola­
rak, hasret olarak, arzu, irade, arzu d ü şü olarak, eksik olan Bir
Şey'in tü m renkleriyle. F ak at D eğil aym şek ild e ona O lm uş
O lanla ilgili m em nuniyetsizlik olarak da dışlaştırır kendini; bu

377
nedenle, tüm O luş'un altındaki itki olduğu gibi, tarihte daha ile­
riye itendir aynı zam anda. Değil, Bir Şey'e d ö n ü k şimdiye kadar­
ki b ü tü n belirlenim lerinde, huzursuzluğu giderilem em iş reddiye
olarak görünür. Şöyle diyordur: Bu sıfat, öznesinin en uygun be­
lirlenim i değil ki. Böylece Değil, Süreç'te k en d in i aktif-ütopik
H enüz-D eğil olarak, ü to p ik -d iy alek tik biçim de daha ileri iten
in kar olarak tanıtır. D eğil'in sü k û n bulacağı, yani kastedilenin
olum lu ifasına erişeceği tek yer olan H er Şey’in uygun nihâî d u ­
ru m u n d a n hareketle, bizzat olum lu vaz'edilişi içinde büyüyen
b ir inkar olarak. Böylelikle Henüz-Değil elbette h er O lm uşluk
içinde aynı zam anda tah rip k ard ır veya o n u n çözülm esine yol
a çacak çelişk iy i o lu ş tu ru r, m a te ry a list d iy a le k tik u y arın c a.
O nun b u çelişkiyi teşkil etm esinin nedeni, belirlenim in her ba­
sam ağının, onunla belirlenen ve büyüyenin kısıtına dönüşm ek
zorunda olmasıdır. Başka deyişle: H içbir O lm uşluğun, H er Şey'e
d ö n ü k Eğilim içinde b ir B aşarm ışlığı tem sil etm em esidir. 01-
m uşlukla çelişki, k en d in i Süreç’in -h a re k e te geçmiş aynı realite­
n in iki yüzü o la ra k - h em öznesinde h em nesnesinde dışlaştınr.
Bilinçli olanda veya insan-öznede, yetersiz veya ket v urucu hale
gelen O lm uşluğa k arşı öznel çelişki oluşur; ona nesnede, O l­
m uşluğun k en d i içinde ortaya çıkan ve üretici güçlerle dolayım ­
lanm ış yeni varoluş tarzına d ö n ü k eğilim olarak olgunlaşan nes­
nel çelişki tekabül eder. Burada, görevler nesnel açıdan çözüle­
b ilir hale geldiği ölçüde, H enüz-D eğil belirlilik kazanır, ifa ede­
cek olana eğilim i o ölçüde güçlenir. Ama şim di saptanm ası gere­
ken, son derece belirleyici bir şey daha vardır: Salt H enüz-D eğil
olarak Değil y a ln ız başına , gerek öznel gerek nesnel açıdan, uy­
gun olm ayan O lm uşluğu ancak teskin edebilirdi, belirtilen tarz­
da içkin olarak infilak ettirem ezdi onu. İnfilâk ettirm ek yok et­
mektir: Ve yok etm e edim i gerek per d e f i n i t i o n e m gerekse ko­
n u icabı ancak deverân halin d ek i Hiç'le ilişkilendirilebilir. Bu
nedenle Değil, k en d i H er Şey'ini arark en , - Ö l ve O l'la -, H er
Ş ey’le bir bağlantısı olduğu gibi keza H iç’le de bir bağlantıya girer,
Sönüm lenm e bile, hele ki yok oluş, Süreç'in değişim i içinde, bu
değişim in, Hiç'in veya daim î teh d it o lu ştu ran boşa çıkm a n ın da

264 Tanım gereği.


378
etrafından dolanm asıyla inşa edilir ancak. Ama aynı şekilde Sö­
nüm lenm em e de - h e r zamanki gibi henüz yetersiz- bir H er Şey
dolanm aktadır etrafta; öncelikle de başyapıtlarda, göreli başar-
m ışlığı m üm kün kılan bir şeydir bu. Aksi takdirde geçm işten sa­
dece unu tu ş kalırdı, tarih ve sonradan olgunlaşm a adına kısm en
kurtarılan ve kurtarılabilir olanlar değil. Değil ve H enüz-Değil’in
H er Şey’le bağlantısı, b ir hedef bağlantısıdır; şu n u söyleyen ve
id rak edilm esini sağlayan b ir bağlantı olarak verilm iştir: Bu sıfat
bir öznenin n ih âi uygun belirlenim i değildir - veya som ut ola­
rak: insanlar, tıpkı tüm dünya gibi, rebus sic stantibus265 hâlâ ta-
rih-öncesinde, ilticadadır. Değil ve H enüz-D eğil’in Hiç’le bağlan­
tısı ise bir hedef bağlantısı değildir fakat b ir kullanım bağlantısı­
dır; diyalektik inkâr, yok edişin Ni h i I*iyle konum landırır onu -
uygunsuz olm uşluğun içkin infilâk yoluyla yok edilişi anlam ın­
da. Hiç'in b u diyalektik kullanım ı hiçbir biçim de, Değil ile Hiç
arasındaki, b ir tarafta başlangıç ve Horror vacui ile ö bür tarafta
yok edişin m üm kün D e fin itu m U 66 ve M ors aetema?*1 arasındaki
belirtilen tem el aynının üstü n ü örtmez. Hiç’in diyalektik kulla­
nılabilirliği, adeta tahribat olarak, tarihte hep yeniden açılan bir
cani kuyusu olarak Hiç’e sahip olan, tüm üyle anti-tarihsel ön-
görünüşü n de ü stü n ü örtm ez; çü nkü şüphe yok ki tam da bu
k uy u d a bir parça tarih, bir parça ışık daha doğarken yok edil­
miştir. Böyle bir Hiç’in kararlı kudretinin, kararlı ön-görünüşü-
nü n bir diyalektiği yoktur, yani in k ârın ın ilerleyen, ileri götüren
bir inkârı olmaz: Peleponez Savaşı, O tuz Yıl Savaşları gibi yok
edişler/yok oluşlar sadece felâkettir, diyalektik dö n ü m değil; Ne-
ron’un, H itler’in öldürüm leri, b ü tü n b u şeytanî etkili patlam alar
son uçuru m d ak i ejderhaya benzer, tarihin ilerletilm esine ait de­
ğildir. K ullanım la ilgili bağlantının etkisi ise değişiktir, o Hiç’in o
kadar kararlı olmayan görünüşlerinde, hatta meseleye içkin in­
kârlarda vuku bulur - yani, tarihin süregittiği yerlerde. O zam an
Hiç’in pekâlâ En lyi’ye hizm et etm esi gerekir ve hiçlem e edimi,
in k âr olarak, öncelikle inkarın in k ârı olarak ü retk en hale gelir.
Hiç aracılığıyla oluşan diyalektik, oluş halindeki henüz başarıl­

265 Şartlar aynı kaldığında.


266 Kesin, belirlenmiş.
267 Ebedî ölüm.
379
mamış h er şeyin kendi sönüm lenm esinin çekirdeğini içinde ta-
şım asındadır; böylece, o esnada erişilm iş O lm uşluğun geçiciliği
içindeki ısrara da savaş ilan edilir. Bu savaş, .H enüz-D eğil’in da­
im î açgözlülüğüyle birleşm eli ve onun hizm etine girmelidir: el­
verişsiz olan, H er Şey'e giden yoldan kaldırılır; olm uşluktan Or-
kus’u n 268 A rtık-O lm ayış’ın a geçer. Evet, H iç'in diyalektiği hatta,
kendini Her şey olarak değil, salt Bütüın/Mevcudat veya Evren ola-
rak269 Süreç’ten yalıtarak yücelten O lm uşluğun tekinsiz kom p­
leksiyle de ilişkilenir - P arm enides'ten Spinoza’ya, H er Şey'in
kendini yedeklediği saf kozm ik perspektiflerde de böyledir bu.
Bütü^n/Mevcudat, H er Şey'in ilk in göksel-m itsel. sonra panteist,
sonra m ekanist ikamesidir; verili d ünyanın ve onu n la kifayet et­
m en in alam eti olarak o n u n yerini tutar. Böylece hareketin hare­
ketsiz b ü tü n ü ve olm uşluğun u y u m u olarak görünür: O luş'un
ayrım ları ve tekil hallerin verdiği açık - b ü y ü k sayı yasasına gö­
r e - 270 birbirini dengeliyordur - aradan sıyrılm ış, olum lu b ir is­
tikrardır bu. Fakat Hiç aracılığıyla oluşan diyalektik, dünyanın
yok edilişini de alm ıştır içine, evrene geçicilik atfetm iştir, Hiç'i
kullanarak. Fiziken d o narak ölüm , m itolojik açıdan ise tersine
dünya yangını olarak tanım lanan Orkus'ta fiziken başka bir Bü-
tü n ’ü^n/Mevcudat’ın doğuşu vardır, ü to p ik açıdan ise hatta top-
yekun ifacı H er Şey’in. Yeni gök, yeni yeryüzü, kıyam etin m antı­
ğı, yoksa şeytanî değer biçilen yok edici ateşin işlevinde diyalek­
tik bir dönüşüm ü öngerektirir: her vuku/zuhur, kullanılm ış-yenil-
m iş olarak nihilizm i, yenip yutulm uş olarak ölüm ü barındırır za­
ferin içinde. Boşa çıkarılma ve yok edilme gerçi h er Süreç-dene-
yinin daim î tehlikesidir, h e r u m u d u n yanıbaşındaki kefendir,
am a elverişsiz statikliği kıran araçtır aynı zam anda. Ve H iç aracı­
lığıyla oluşan diyalektiğin b ü tü n önem li olum luluklara karışm ası
da talî b ir olay değildir; onlara yönelik b ir tehlike değildir de
burada, önem li b ir varaktır, a şik â rltk la n n ın zorlaştırılm a sıd ır.
Bu zorlaştırılm ış h a l içinde siyahlık kendini evinde hisseder, içe­
ri çekilen haşinlik u n su ru , tekin-olm ayan, evinde hisseder k e n ­

268 Yer altı Tannsı.


269 Almanca'da “All” hem her şey (alles) hem "evren” anlamına gelir.
270 18. yüzyılın önemli matematikçi ve fizikçisi Bemouilli'nin olasılık teorisi.
380
dini - ki daha yüksek bölgelerde de saf gül pembeyi önleyendir.
Siyahlık, ucuz parıltıyla, bayat Apotheose'le yaratılan yavanlaş­
mayı önler; o n u n yerine tam da düz-olm ayış ve haşinlik aracılı­
ğıyla, derinliğe de çatılır yüceliğe de. D ehşet en iyi yanıysa in­
sanlığın, o halde işte kesinlikle Hiç, yüceliğin dehşeti içinde h er
d ü z lü k için, h er sözleşilm iş çözüm için d ü şü n ü lm ü ş ve beraber
yutulm uştur. O halde D ürer'in M elankolia’sının gözlerini diktiği
N ih il de olum lu hayretin kullanım ının ve o lu şu m u n u n bir u n ­
s u ru veya em in anlam ıyla H er Şey’in alım lanışıdır. Evet, ancak
Hiç’in fazlasıyla yukarı çekilmiş bilincinin hakkı dünyada, hele
görülebilir öte-dünyada ciddi ciddi verildiğinde, şim diye dek ev­
ren coşkusuyla veya taçlarla, kudretlerle, şahâneliklerle örtü l­
m üş olan b ir yere inişin, b ir H er Şey’in m erk ezi [önemdeki] gö-
rünm ezliği öne çıkar. Bu yolla ileri çıkan, tarihte hep daha güçlü
başgösteren ve hiç de tarih tarafından gitgide ü stü örtülm eyen
Hiçlik hali, H er Şey'e giden diyalektiğe b izza t kurucu güç verm iş­
tir. Ü topya öne atılır, h em öznenin iradesinde hem Süreç-dünya-
sının Eğilim inin gizliliğinde; gûyâ erişilm iş hatta tam am lanm ış
b ir M evcut’u n param parça olm uş ontolojisinin ardında. N itekim
bilinçli realite sürecinin yolu, giderek, sabit hatta hipostazlaştı-
rılm ış statik-oluşun yittiği yoldur, giderek daha fa z la id ra k edilen
Hiç'in, elbette onunla beraber ütopyanın b ir yoludur. Ü topya tü­
m üyle Henüz-D eğil’i ve onu n la b erab er dünyada Hiç’in diyalek-
tik leştirilm esin i kapsar; fakat re e l-m ü m k ü n ü n için de m u tla k
H iç’le m utlak H er Şey arasındaki a ç ık alternatifliği zim m etin e ge­
çirm ez. Ü topya so m u t suretiyle, Her Şey’in o lu şu n a d ö n ü k sı­
nanm ış iradedir; onun içinde, öncesinde y ü zünü sözüm ona ku­
ruluşu tam am lanm ış, başarılmış olarak varolan b ir dünya düze­
nine h atta öte-dünya düzenine dön m ü ş b u lu n an Varlık Pathos'u
d a etk i etm ektedir. Fakat b u Pathos, H enüz-O lm ayan’ın ve onun
içindeki Summum bonum u m u d u n u n pathos'u olarak etkide b u ­
lunur; ve; tarih in hala içinde süregittiği o Hiç’i tüm üyle ku llan ­
d ık tan sonra, yok olm a tehlikesinden, hatta hala hipotetik ola­
ra k m ü m k ü n b u lu n an , b ir Hiç’in D efini tivum’u n d a n 27' gözünü
ayıramaz. Burada iş, m ilitan iyim serliğin çalışm asına kalır: o ol­

271 N ihat d u ru m .

381
m aksızın, proletaryayla burjuvazi aynı barb arlık içinde çöküp
gidebileceği gibi, daha ötesinde ve derininde, D efinivitum olarak
kıyısız deniz veya doğudaki ufuk n o k tasın d an yoksun gece y a n ­
sı te h d id i hâlâ devam edebilir. Bu tarz D efinitum , o zaman, tarih­
sel sürecin basbayağı boşunalığını tanım lıyordur ve bu da pek
az ihtim al dışıdır - en az, henüz vuku bulm am ış olarak, olum lu
anlam da kadir-i m u tla k bir H er Ş e y ’in D efinivitum 'u kadar. De­
rnek sonunda m utlak Hiç'le m u tlak H er Şey kalır, b irbirinin ter­
sine çevrilebilir alternatifi olarak; m utlak Hiç, ü topyanın tescilli
boşa çıkanlışıdır; m utlak H er Şey ise -ö z g ü rlü ğ ü n krallığının
ön-görünüşü iç in d e - ütopyanın tescilli ifâsı veya ütopya gibi bir
Oluş. Sonunda Hiç'in zafer kazanm ası cehennem , sonunda Her
Şey'in zafer kazanm ası ise sem â olarak d ü şü n ü lm ü ştü r m itoloji­
de: H akikatte b izza t H er Şey, kendine gelmiş insanın, onun b a kı­
m ından başarılm ış dünyasıyla özdeşliğinden başka bir şey değildir.
'Eğer/Ki' cüm lesi: Başlangıçta eylem vardı ve ‘H er Şey' cümlesi:
Yetersiz olan, b u rad a y ap ılan o d u r - h e r iki idealist-olm ayan
cümle, kendini vasıflandıran m addenin eğilimsel eğrisini belir­
lerler. Burada bizim yönelim sel sabitim iz, yine, tüm üyle insanla
dolayım lanm ış dünya olarak, insanın doğallaştırılm ası, doğanın
insanîleştirilm esidir.

Ü to p ya daim î hal değil; o halde gerçekten de C arpe diem ,


fa k a t sahici m evcudiyette, sahici b ir şey olarak

Salt uçucu bir şey olarak Şimdi, tüm bunlarla uyuşm az, öyle ol­
m am ası gerekir. F akat sonsuza dek uzayıp giden, halihazır tada
erm enin zorlaştığı hatta o tadın kaçırıldığı b ir düşlem e de aynı
ölçüde yanlış olmalıdır. Değil m i ki Ü topya neticede hiçbir şey­
dir, Şimdi'ye işaret etm iyor ve o n u n haznesinden boşalan mev­
cudiyeti aramıyorsa. Sahici m evcudiyettir bu; Şim di'den, henüz
geçip gidenden ve çevreleyen uzam ın eşanlılığından derlenip bi­
tiştirilm iş değildir artık. Şüphesiz, u çu p giden salt dolaysız Şim­
di çok az b ir şeydir, sönüm lenir ve bir so n ra k i şim diye bırakır
yerini, çünkü henüz hiçbir şey gerçek anlam da başarılm am ıştır
o n u n içinde. Bunu hisseder Jean Paul W ahres, şunları dediğin­
de: “A ndan başka hiçbir şey olm asaydı kalp için, o zam an söyle­

382
yebilirdi: her şey boş, etrafım da ve içim de.” Fakat o b u boşluğa
karşı yanlış b ir şey söyler, eğer b u n u n yerine geçm işi h atta gele­
ceği şeyleştirirse; b o şlu ğ u n , m ev cu d u n /b u g ü n ü n içine d o ğ ru
ilerlem esine ro m a n tik ve idealist b ir tarzda tam am en engel ol­
m ak isterse. Eğer, yaşanm ış a n ın sah id en hissedilen karanlığıyla
fakat aynı zam anda hatıranın hatta u m u d u n içindeki m utlaklaş­
m ış ikam etiyle, sadece yetersiz, k ö tü dışsallaşan b ir Carpe diem'i
değil h er türlü m evcudiyeti şöylesine aşağılarsa: “G üzel günleri
asla sonrad an hafızada ya da önceden u m u tta p a n ld a d ık la n k a­
dar güzel yaşam ış olamayacağınız için; en iyisi b u ik isin in olm a­
d ığı bir gün isteyin. M üziğin usulcacık kozm ik sesleri ancak za­
m an ın elip tik kubbesinin ik i k u tb u n d a işitilebildiği ve b u g ü n ü n
olduğu o rta n o k tad a h içb ir şey işitilm ediği için; en iyisi ortada
çakılıp kalm ak ve k u la k k esilm ek istersiniz, geçm işi ve geleceği
ise (ki h er ikisini de yaşayamaz hiç kim se, çünkü kalbim izin iki
nazm etm e tarzın d an ibarettirler, b ir Ilyada ile b ir Odissea, kay­
bedilm iş ve yeniden b u lu n m u ş bir [John) M ilton cenneti) hiç
dinlem em ek ve kör-sağır vaziyette hayvani b ir m evcudiyet için­
de yuvalanm ak üzere yaklaşm asına izin verm em ek istersiniz.”
Jean Paul’u n idealizm inde geleceğe tastam am b ir m evcudiyet ve
sahiciliğin teslim edildiği n o k tad a bile, b u elle tutulabilirliğin
küçüm senm esi, b u n a bağlı olarak çabanın şeyleştirilm esi, ü to p ­
yanın ebedileştirilm esi g ö sterir ken d in i: “Eğer b u dünyada, de­
rim ben, nazm etm ek h ay atın k en d isi olsa, çoban dünyam ız tü­
m üyle ağıla dönüşse ve h e r d ü ş g ü n bulsa; b u sadece artırırdı
arzularım ızı, daha yüksek b ir gerçeklik daha yüksek b ir nazım
san atı, d ah a y üksek h a tıra la r ve u m u tla r d o ğ u ru rd u - Arka-
dia'da ütopyalara hasret çeker ve h e r güneşle beraber derin bir
yıldızlı k u b b en in uzaklaştığını görür - ve iç çekerdik, şim di b u ­
rad a olduğu gibi” (Titan, 45. Z ykel, Schlufl). M am afih böyle bir
şey sadece m elankoliyle söyleniyordur, onaylayarak değil; keza
özlem in sonsuzluğuna ilişkin kehanette, yüksek b ir yaz tazeliği
veya geri çekilinm iş ağıl olarak b ir A rkadia’yı a rz u su n u n son
içeriği sayan o ütopizm e b ir uyarı vardır. Lakin A rkadia vaka­
sındaki gibi ta başından itibaren itk in in sadece kaçış ve yorgun
tezat arzusundan geldiği yerde, kaçış kolayca devam eder - işte,
A rkadia'dan gitm eye hasret d u y arak , d ışarısı için iç çekerek.

383
Böylelikle, Jean P aul’u n kendisi de, G oethe ve G ottfried Kel­
lerle beraber Alman dilinde bedâhatin ve dünyanın yaldızlı kes­
retinin en büyük ustası olarak, ebedileştirilm iş ü to p ikten n e ti­
cede yüz çeviriyordur. “A lm anya’n m fecirleri” u ğ ru n a salt ro­
m antik d ü ş sersemliğiyle daldığı Şimdi-Değil’den neticede ko p ­
m a s ın ı s a ğ la y a n d a , O n u n iç i n d e k i d e m o k r a tı n P o l i t i -
kum’u d u r.272 Bizzat Jean Paul, b u n u n için son sözü, H alihazır’a
olan bir arzuya, ü topik H alihazıra verir: “Şim diki zam an geçm i­
şe zincirlenm iştir, tu tu k lu ların cesetlere zincirlendiği gibi; öteki
uçtan da G elecek asılıyordur; am a b ir gün serbest kalacaktır.”
Ü topik vicdana, sınırsız seyahatli ütopyadan daha fazla karşı ge­
len bir şey yoktur; çabanın sonsuzluğu, aldatm a dem ektir, ce­
hennem dir. N asıl, habire geçip giden anlar veya salt tadım lıklar
yerine b ir tutu n acak yer olm ası lâzım sa, ütopyanın yerine de
m evcudiyet gelm elidir ve ütopyada en azından in spe [m üstak­
bel] m evcudiyet veya ‘ü to p ik h alih azır’ olm alıdır; nihayetinde,
artık hiçbir ütopya gerekm ediğinde, Ü topya gibi b ir O luş olm a­
lıdır. U m u d u n asıl içeriği u m u t değildir; tam da u m u d u boşa çı­
karm am asıyla, mesafesiz Var-Oluş’tur, H alihazır’dır. Ü topya, sa­
dece erişilecek m evcudiyetin/şim dinin u ğ ru n a işler ve böylece
m evcudiyetin/şim dinin sonuna erişilir; yönelinen mesafesizliğe
gelinm iş, b ü tü n ü to p ik m esafeler berhava edilm iştir. Tam da
ütopik vicdan kötü-m evcut’la kanm ayacağı için, tam da gerçek
bir yıldız olan dünyayı görm ek en u z u n erim li d ü rb ü n ü gerek­
tirdiği için, ki işte o d ü rb ü n som ut ütopyadır: tam da bundan
ö tü rü ü to p y a n e sn ed en ebedi b ir m esafeye yönelm ez, tersine
onunla, özneye artık yabancı olm ayan b ir nesne sıfatıyla örtüş-
meyi ister. D ü n y a-O d i^ea’n ın sü k û n et içinde durakalm ış değil
de hareket halinde bir O dissea olm asının niçinini o luşturan ve
o n u aydınlatan Eğer/Ki, ebediyen tasarım ve sürece fırlatm az
ken d in i; ç ü n k ü bu E ğer/K i’n in Inten sivu m 'u 2 ?3 esas itibarıyla
sonsuz süreç y erine sadece tam n eticeyi ister. G erçi yol üzerinde
durakalm ak da k ö tü d ü r hatta yol üzerinde olm anın m utlaklaştı-
rılm asından beterdir, lâ k in n ih ai d u ru m a d a ir ü to p ik m evcudi­

272 Politik olay/nesne.


273 Derece/yoğunluk fiili.
384
yet/şim di u ğ rağının u n u tu lm ad ığ ı, aksine a rz u n u n öngörüyle
tasavvur edilen nihâî erekle (summum bonum ) u y u m u n u içeren
her d u ru ş /tu tu n u ş d a d o ğ ru d u r. Böylesi u ğ ra k la r h er so m u t
devrim ci çalışmada bulunur: felsefenin kapsanarak aşılması ola­
rak proletaryanın gerçekleşm esinde, proletaryanın gerçekleşm e­
si olarak felsefenin kapsanarak aşılm asında. Bilinm eyen Kendi-
O luş'un sanatsal ön-görünüş yoluyla h er ifadesinde ve esas me­
selenin tüm ifadelerinin m erkezinde vardırlar. O lum suz hayre­
tin Stupor'unda bile vardırlar - hele ki, bir varışın haberi dem ek
olan, olum lu h ayretin fısıldayarak akışında. Bunda pekâlâ ü to ­
p ik H alih azır vardır; işte, ö zn e ile nesne a rasındaki m esafenin
kapsanarak aşılm asının başlamışlığı anlam ında, d e m e k ay n ı za­
m anda bizzat kendini kapsayarak aşan ü to p ik m esafenin aşıl­
m ası anlam ında. Yönelim in/niyetin m ıkn a tıs ibresi o za m a n düş­
m eye başlar. çünkü kutup çok ya kındır; ü to p ik bilincin iki kutbu,
yani karanlık' anla [ucu] açık elverişlilik (Eğer/Ki yönelim li) ör-
tüşm e noktasına geldiğinde, birleşm e noktasının fecrinin sök­
mesiyle, özneyle nesne arasındaki m esafe azalır. Ütopya kendi
m antığı icabı buradan devam edemez, daha ziyade bu Haliha-
zır'ın içeriğine d ahil olur, yani artık yabancılaşm am ış, artık ya­
bancı olmayan dünyasıyla beraber Eğer/Ki'nin içeriksel m evcu­
diyeti içine girer. Böylesi b ir m evcudiyetle, böyle beyan o lu n ­
m uş bir özdeşlikle kendisine yönelinebilir olan şey, ne yazık ki
kanıtlanabileceği üzere, henüz hiçbir yerde O lm uşluk değildir;
fakat inkâr edilm ez b ir biçim de, oraya d ö n ü k hiç kesintiye uğ­
ram am ış yönelim in içinde vardır, aşikâr biçim de tarih ve dünya
sü recind e de vardır. Hele bu sürecin , k esin b ir B oşunalık ve
Hiçlikle kesintiye uğram ası asla sözkonusu olm am ıştır. B undan
ö tü rü , kendine gelmiş insanın kendisi için başarılmış dünyayla
özdeşliği salt ütopyanın bir sınır kavram ı olarak sunar kendini;
evet, ütopyadaki, tam da som ut ütopyadaki U topissim um 274 ola­
rak sunar: m am âfih u m u tta h er şeyden çok u m u t edilm iş olan
bu şey, ki adına en yüksek iyi denir, keza nihâî ereğin b ir bölge­
sini teşkil eder; insanlığın k u rtu lu ş m ücadelesinde konan her
sağlam ereğin iştirak i v ard ır b u n d a. ö zd e şle y ic i anlam da H er

274 Iyi/salim bir dünyaya ilişkin bugünde mündemiç nihai hedef.


385
Şey, insanların tem elde istediklerinin esasıdır. Bu özdeşlik, tüm
arzu düşlerinde, um utlard a, ütopyalarda vardır, karanlık dipler­
de bile vardır ve aynı zam anda som ut ütopyaların üzerine işlen­
diği altın varaktır. H er ciddi gündüz düşü, b u ikili zem ini yurdu
b ilir; şim diye d e k o lm u ş h e r d en ey im d e h e n ü z b u lu n m am ış
olandır, H enüz-D eneyim lenm em iş'in deneyim lenm esidir.

21
ALIMLI SURETİYLE G Ü N D Ü Z DÜŞÜ:
P A M İ N A VEYA E R O T İ K V A A D O L A R A K İ M G E

Şimdi bu ruhum u kızıştırıyor, hep büyüyor;


hep daha genişletiyorum ruhum u, aydınlanı­
yor; ve bu şey kafada gerçekten neredeyse ta­
mamlanıyor, uzun da olsa, öyle ki sonrasında
bir bakışta tinimde kavrarım, sanki güzel bir
resim veya güzel bir insan gibi; ve sonrasında
olması gerektiği gibi arka arkaya tınlamazlar da
tahayyülümde, hepsini bir arada gibi işitirim.
- Mozart

Ih tim a m lı sabah

O zam ana dek yaşanan ne denli azsa, o denli çok düş görülür.
Ö zellikle de aşk, yaşam ışlığını, o n a erişm eden önce resm eder
daim a. O Biriciği m üphem b ir şekilde tasavvur eder, b u tasav­
vurla sevilir olan yaratık etiyle canıyla zuh u r etm ezden önce. Bir
bakışın, b ir kesitin, b ir yürüm e tarzının d ü şü görülür; kişinin
seçtiğinin öyle görünüyor olm ası gerekir, seçilm ek için. Sevilen
hatlar im gesel bir salınım a girerler göçünün önünde, dışsal cazi­
benin de b u n a uygun olm ası gerekir, yoksa sevilecek bir cazibe­
n in ateşleyici g ü cü n e erişem ez. D em ek b u ra d a dışsal cazibe,
ateşleyici olm ası için, sadece önden gelenin ilk sıradan alınm ası
gibi kabullenilm ekle kalm az, içten gelen b ir tem ayülle ve hazır­
lıkla hususi seçilir, ateşleyici olarak. Sonra kastedilenin, suretin
belirm ekte olan hatları gerçi açık seçik görülem ez fakat açık se­

386
çik ve seçerek sorgulanır. Bekleneni, bizzat bekleyenleri yerine
getiren b ir görünüş, salınır ve ilerler. Bu nazarla, bu hatlarla; bir
Sevilecek Olan, günden yükselir; b ir Uzak, kapıya dikilir. Kimi
kız, kim i oğlan b u daldan dala konan seçim lerini çok erkenden
yapm ışlardır; çok defa etkisi sonradan da çıkar b u n u n. Kimile-
yin evde yapılm ıştır b u seçim, babanın ve annenin tek tek hatla­
rıdır, kim ileyin sokakta yapılm ıştır, kim ileyin resm edilen bir
çehrede. Çok şey içe d ö n ü k kalır burada, bilm ediğinin veya he­
nüz erişilem ez olanın d üşü olarak kalır. İçinde resim olan düş,
u zu n süre, evet, yalnız başına sevilir.

Portrenin tesiri

Bir resim de görürse, kendini daha iyi ifade eder adam. Eskiden
kızlar, m üstakbel kocalarını Andreas/St.Andrews y o rtu su 275 ge­
cesi düşlerinde göreceklerine inanırlardı. Veya b ir cadıya gider­
lerdi ve o da ü rk ek b ir m erakla sarhoş olan b u kızlara, yer ayna­
sı denen şey d e^6 gösterirdi dam adı. H eilb ro n n lu K âtchen ile
Kont W etter vom Strahl277 birbirlerine zam anın ve uzam ın ü s­
tü nde yılbaşı gecesi u y u r gezerken görünürler, Brabantlı Elsa şö­
valyesini aynı vecd h alinde görür. Cadı m utfağının sihirli ayna­
sında da yeryüzünün aynası yansır, üzerinde “b ir kadının en gü­
zel resm i”yle; Helena bile kraliyet sarayında ilkin b u siluet ola­
rak görünür. Ama sonra, sihrin dünyevileşm esi, daha fazla idrak
edilebilir olmasıyla, esas portre ortaya çıkar; isteği veya icabında
istem em eyi de, büyüleyip erotik olarak zorlayarak. Büyü, henüz
bilinm eyen kadının gölge k esitinden ve fotoğrafından, tem sili
resm ine dek uzanır; orijinal ise tehlikeyle çevrili veya bizzat bir
tehlike olabilir - bu da o n u n halesini yükseltecektir. A şkın böy­
lece m eydana çıkan özel aracılığı, hakkıyla en iyi bir m asalla tas­
vir ediMr; G rim m ’in sadık Jo h a n n e s m asalıyla. “Ö lü m ü m d en
sonra,” dem iştir yaşlı kral sadık Jo h an n es’e, “oğlum a b ü tü n sa­

275 Gün ışığının zayıflamaya başladığı 30 Kasım gecesidir.


276 Bir Alman halk hikayesinde, cadılann/büyücülerin dünyada olup biten her
şeyi görmesini sağlayan-a^yna.
277 Heinrich von Kleist’ın eski bir halk efsanesine dayanarak yazdığı oyundaki
aşık çift.
387
rayı gösterm elisin. Fakat uzun geçidin sonunda, içinde altın ça­
tıdaki kral kızının resm inin saklı b u lu n d u ğ u son odayı göster­
m em elisin. Zira o resm i görecek olursa kıza derin b ir aşk duya­
cak, kendinden geçecek ve kız u ğruna b ü y ü k tehlikelere atıla­
caktır.” G enç kral h er şeye rağm en yasak resm i görür ve hiçbir
tehlikeden kaçınm az, ta k i sevgilisini elde edene ve evine götü­
rene kadar. P o rtrenin b ü yüsü böyle işler; analoji b üyüsündeki
gibi tasvir edileni vurm az da, tersine, resm e bakanı vurur, res­
m edilen nesneden erotize olm asını sağlayarak. U zak b ir güneşin
cazibesi, resm in m erceğinden geçerek insanı vurur, onda ütopik
h u zu rsu zlu k yaratır. Resm edilm iş öngörücü tasa^vvurla aktarılan
bu çeşit aşk iksiri tesiri, G rim m ’d ekinden daha tafsilatlı olarak,
Binbir Gece M asalları'nda Prens H alef ile Prenses T urandot'un
hikayesinde tasvir edilmiştir. Prens Halef tehlikeli T urandot'un
resm ine, o m uzaffer ve caniyane hatlara, heyecana kapılm adan
bakm ak ister, hatta hatalar bile bulm ayı um ar, lakin anında ön
g ö rü n ü şü y le o nu k a v u ra n ateşe düşer. Ç in 'd en çık an m otif,
Şark'tan Avrupa şövalyelerine ve o n la rın düşsel im gesi olan Gal-
yalı A m adis'e ulaşm ıştır. A vrupalı d üş şövalyelerinin orijinali
olan Galyalı Am adis, O riana’n ın im gesini görüyordu, yani bir
Çin prensesinin değil de bir İngiliz p rensesinin. Buna rağm en
portrenin b ü yüsü aşktan tam b ir Şark yaratır burada. Maceraya
sürükler, engellerle, sayısız tehlikelerle karşılaşır, o zam an bili­
nen tüm dünyayı gezer, yolu eski Babil'in sultanına ve cehenne­
m i k o rk u lara çıkar - ta ki birleşm e gerçekleşene ve O riana şö­
valyelik ö dülü olarak kollarına serilene dek. T urandot'un res­
miyle vaad ettiklerini, Am adis Lady’si, elde edilişine giden yol
b o y u n ca saklam ış ve elde ed ilişin d en so n ra da yitirm em iştir.
Schiller, T urandot izleğini sadece biraz işlem iştir; oysa Ama-
dis'ten ve o n u n âşıklık hizm etinden, im ge olarak k ad ından u p u ­
zun bir ışın d ü ş m ü ş tü r'“M aria S tu art”a - bizzat bir imge gibi
düşm üştür. M ortim er’in k raliçenin ö n ü n e ilk çıkışı, tam am en
b u n u n tesiri atındadır:

Bir gün,
Bakındığımda etrafıma piskoposun evinde,
Bir dişi resim çarptı gözüme,

388
Tuhaf, sarsıcı bir cazibesi vardı, şiddetle
kavradı beni ruhum un en derininden,
ve kalakaldım, duygulanma hakim olamadan.
O an dedi ki bana piskopos: Haklısınız,
bu resmin önünde eğleşmekle, heyecanlanarak.
Yaşayan kadınların en güzeli,
aynı zamanda uğruna en fazla ağlanacak olandır.
Her şeye imanımız uğruna katlanıyor,
ve sizin anayurdunuzdur, onun çile çektiği yer.

M ortimer, F ran sa’da M aria’n ın portresini böyle gördü, katoli-


sizm in duyusal ve duyusal-ötesi parıltısı oradan ışıyıp, şövalyeyi
aynı ham lede İskoç k ralın a ve göksel M eryem ’e [Maria) doğru
sürükleyen bir im gesel cezbeyi ateşledi. F akat hem gotik hem
barok şövalye ro m an ın ın resim ütopyası m o tif olarak varlığını
sürdürüyordur: Tutku, resm e gösterilen sofuca hürm etle birle­
şir; M eryem ’in şövalyeyi A ndrom eda’yı k u rtaran Perseus’a çevir­
m esine, o n u tutsak kadını k u rtarm ak için savaşan haçlı şövalye­
sine dönüştürm esine yönelik, çok değişkenlik g ö ste rn iş ve se-
külerleşm iş yakarıyla birleşir. Şövalyelerin seyahatleri gaiptedir
am a uzaklara yollam a m otifini devralan Barok, harikulade ve saf
bir biçim de M ozart’ta tekrar ses verir; anlaşılacağı üzere, resm in
oluş sebebi olan bir m inyatürde, Tam ino’n u n şarkısında: “Bu re­
sim , büyüleyici güzellikte.” Pamina, bütü n d ü ş aşklarının en tat­
lı suretini ve ö n -g ö rü n ü şü n ü n m üziğiyle b u a;.kın esasını sunar.
Pam ina’n ın zarif m inyatürü Tam ino’n u n elindedir ve en nazik
çerçeve olarak onun tarafından kavranm ıştır, Pam ina dünyevi
olm ayan güzelliklerin şarkısında delikanlıya bizzat bakar, kendi
aşkının hem büyülü resm i hem m ü ziksel sureti olarak Tam i­
no’n u n önüne düşer. Turandot motifi, W agner’in “Uçan H ollan­
d a lI s ın d a kuvvetli bir kabalaştırm ayla, aynı zam an da “S ih irli
FIüt”teki m inyatürün m anyetikleştirilm esiyle geri döner. O nun
resm i Senta’yı cezbe ve üm itvar halde tutar: optik yönden, kapı­
n ın üstü n d ek i d ü şü n d ü rü cü tasvirde, m üzik yönündense dem o-
n ik baladdadır. Z aten W agner’in Yeni Barok’u b u hoşlanm a cez­
besini değişime uğratır; Elsa’n ın o n u görm eden çok önce k u rd u ­
ğu Lohengrin tasa^vvurunda, resm etm eksizin; Eva’nın “usta şar­

389
kıcılar”a -S tolzing'le ilgili olarak-hazırlanışında ise dolaylı da ol­
sa resm ederek. “İşte b u bana derhal eziyet verdi, onu çoktan re­
sim de görüyor olm am ,”: D avud’u n resm inde, “Ü stad D ürer’in
resm ettiği gibi”. O pera’n ın hâlâ barok tarzdaki b in asının duvar-
lan n a Turandot resm inin oyunla ilgili resim lerden daha sık asıl­
m ası da anlamlıdır.
Böylesi örnekler çoktur, hepsi düşe cezbederler, vaadkârdırlar.
Heyecana getiren resm in kendisinin fevkalâde olması da gerek­
mez. Evet, m asalın ve operanın çok uzağında, idrakte, fotoğraf
bile ütop ik inceliğe arzeder kendini. Dostoyevski Budala’da Miş-
k in ’i Rogoşin vasıtasıyla N astasya Filipovna’dan haberdar eder,
Mişkin onun resm ine bakar, acı çeken, azam etli ifadesini görür,
hızla dudaklarına götürür ve öper kızın fotoğrafını. Portre, bu
D ostoyevski dünyasında, “b ir kişinin toplu çelişkileridir, acıdaki
güzelliğin alâm etidir”; sadece b u kadım bu lm a isteğini değil, aş­
kıyla onu kendi çehresinden k urtarm a isteğini, resm in güzellik
dışındaki vaadi olan, çocukluk ve m asum iyet özlem ini giderme
isteğini uyandırır. H asta kutsal kişi veya bilge ahm ak için yeter
sebebidir, b u kadına resm i üzerinden vakıf olm anın. Değil m idir
ki hem en h er zam an büyülenm işler, m âşuku [sevileni) kuşatan
tehlikenin dışında, o n u n acısını da görm üşlerdir, tehlikenin mâ-
şuktan uzakta olduğunu, yabancı b ir yerde, aşktan uzakta oldu­
ğunu görm üşlerdir; güzelliğin yanında en derin iğvaya yol açar
bu. U ğursuz-kaba prenses T urandot’u n resm in in ard ında bile,
bir ejderhanın hükm ü altındaki A ndrom eda ark etip in in etkisi
kendini gösterir. N ihayetinde idol, en m ükem m eli de olsa hiçbir
resim eserinde durakalm adığında; resm in üzeri aşk tarafından
tam am en boyandığında da -şay et zaten bizzat onun tarafından
resm edilm ediyse- b u böyledir. Anılan b ü tü n portre büyücüle­
rinde b u so n u n cu h al [bizzat o n u n tarafından resm edilm iş ol­
ması) söz k o nusuydu ve en yüksek m ertebesine gelmiş geçmiş
en saf düşsel k ad ın d a ve o n u n en sadık düşleyicisinde ulaşm ış­
tır: D ulcinea ve D on Kişot. B undan ötü rü , resm e âşık olanların
hepsi için, h em u y a n olarak hem tastam am ü to p ik olarak yo­
ğunlaşılan im ge Don K işot’u n D ulcinea’sı o lm u ştu r ve O ndan
başkası olam az. Kom iğe dek uzanır, g ülünç b ir talihsizlik içinde
gülünç b ir m u tlu lu k imgesidir; tüm ero tik salt düşsel varlıkların

390
kök-fenom enini teşkil edecek kadar yoğunlaşır, D ulcinea fe m m e
introuvable278 olur. M aşukun resmi, m utlu yaşam durum larında
da ilk güçlü gündüz d ü şü n ü de m eydana getirir; Imago, bilin­
m ezliğe yolladığı gibi ikam e de eder.

K a rşılaşm a etrafındaki hâle, nişa n la n m a

Kadın kanlı canlı görülm üşse, am a b ir anlığına, d u ru m yine baş­


kadır. O zam an keza b u hadisenin etrafında b ir resim belirir; ilk
veya son izlenim den elde edilen b ir resim. tik izlenim ne denli
kısa olm uş olursa olsun, b u haliyle alıkonur, çerçeve çizer, renge
b ürünür. Geçip gidene, kaybolm akta olana bakış, kalır; ezalıdır,
yaşanması bitm em iştir fakat imgesel olarak kesindir. Veya karşı­
lık görmeyen, donan, boğulan b ir aşksa, çok çabuk veda edilir;
kısacık yaşananın tekrar dibe battığı, b u arada sü k u n et de bul­
duğu bir vedadır bu. O zam an ilk değil son izlenim kalır, m ah­
ru m kalınan b ir m utluluğun birkaç hattıyla süslenerek. İzlenim,
h e r ik i d u ru m d a da hafıza im gesi olarak kalır; yine de sonuna
dek yaşanm am ış olanı içinde taşır, m ü m k ü n olm uş olan bereke­
tin önünde kalakalm ıştır. Yine b u halede de sağlıksız Im a g o b u ­
lunabilir; ve b u hale yine daha in san i b ir aşk tarzının tanım ına
iştirak edebilir. H eine’n in şiiri:

Karanlık düşler içinde durmuş,


onun resmine bakıyordum

tam am ıyla b u verimsiz m elankoliye dalar. M örike'nin Peregrina


şarkıları, aynı kesintiye uğram ış hali duygusallıkla değil, rikkat­
le teshil eder:

Ah, dün, çocukların aydınlık odasında,


zarifçe dikilmiş mumların titreyen ışığında,
kendimi unutmuşken gürültü ve şakalaşmaların ortasında,
sen çıkıverdin, ey merhameti güzel ezanın resmi;
senin ruhundu, yemeğe oturdu,

278 Bulunmaz kadın.


391
yabancı yabancı oturduk, suskunlukla saklanan acılarla,
sonunda sesli bir hıçkırığa boğuldum ben,
ve terk ettik evi el ele.

K anlı canlı olm uş olm akla beraber g erçek olm am ış olan bu


düşsel imge, ne yaşayan ne sönüm lenen, sabah alacasında gezi­
nen, ebediyen d ö n ü p geri gelen ve ebedtyen ayrılan bir aşkın
ezâsıdır. A hasvervarî279 başlangıçlara ilişkin b u im ge m otifinin
aynısı, çok daha zayıf olarak fakat tam da dile getirilm eyenin et­
kileyiciliğiyle, M örike'nin ‘M ozart' kısa rom anında tekrarlanır:
Şair Peregrinas genç b ir gelinin (başka birisinin m utlu gelini),
M ozart'la karşılaşm asını ve b u karşılaşm anın ardından oluşan
parıltıyı anlatır: “Biraz sonra, kız, yeni tem izlenip tek rar düzene
sokulm uş b u lu n an yukarıdaki b ü yük odadan geçerken, ve çekili
yeşil Şam kum aşı perdelerden sadece y u m u şak b ir alaca ışık sı­
zarken içeri, m elankolik bir edâyla piyanonun önü n d e du ru v er­
di. Bir d ü ş gibiydi onun için, henüz birkaç saat önce bu piyano­
n u n önü n d e kim in o tu rd u ğ u n u düşünm ek. U zun m üddet d ü ­
şünceli düşünceli, son olarak O nun d o k u n d u ğ u tuşları seyretti,
sonra hafifçe kapağı kapattı ve anahtarı çıkardı kıskanç bir endi­
şeyle; öyle hem en başka b ir el açm am alıydı b u kapağı.” Burada
elbette fevkalâde önemli b ir gerçeklik b ir an g örünüp kaybola­
rak çerçevelem iştir kendini; en azından ütopik olarak daha öte­
lere işaret eden d ü şü n ce imgesi, im kânsız aşk tarafından elde
edilmiştir. Geçip giden, asla b ir daha bulunam ayan kadının Im a-
go'su da, kesintiye uğram ış veya tam am lanm am ış gerçekliğin ar­
zu im gelerine radikal b ir biçim de karışm ıştır. Hebbel, öyle ağır
bir şarkı yazmıştı Meçhul için:

Şimdi gözüm asla tanımayacak seni,


günün birinde geçip gitsen de yanımdan,
ve duysam yabancı dudakların andığını seni,
ismin bana bile bir şey söylemeyecek senden.
Yine de ebediyen yaşayacaksın içimde,
sakin havada bir sesin yaşadığı gibi,

279 Ahasver: ‘Ebedî Yahudi'; sükûn bulmadan oraya oraya dolanan insan.
392
biçim ve suret veremesem de sana,
hiçbir biçim mezara gömemeyecek seni.

Evet, başarılan aşkın bile başlangıcında b u M üstakbel'in bir


im gesi, M üstakbel-O lm ayan'ın serpintileri'vardır; tuhaf, ince fe­
tişlerle rap ted ilm iş, sö k e n şafak d u ra k a lır o zam an. Tolstoy,
“Kroyçer Sonat" ta bir kızın kırm ızı kem erini parıldatır, aşk kıvıl­
cımını buradan alır, sonraki münzevi hatırlayış bile unutturm az
kem eri. Hele W erther'in Lotte’sinin etrafındaki uzam , nasıl da
mesut bir yıldırımla durakalm ıştır; L otte'nin kendisi öne çıkar,
kolundaki ve göğsündeki so lu k kırm ızı boğum larla keskin ve
dayanıklı, elinde kara ekmek, etrafında çocuklar, ekm ek dağıt­
m anın ihtimamlı jestleriyle onlara yönelm iş, dişiliğin sahiciliğiy­
le, tastam am ışıl ışıl bir iyilik tiyatrosu. Güzel başlangıcın orta­
sında imge böylece dışarı fırlar, sonradan da gizli nişanın sureti
olarak kalır, el değm emiş peyzajında muhafaza eder onu. Burada
hiçbir m inyatür, Pam ina'nınki gibi önden gelmez, am a ilk görüş­
te aşk içinde kendi kendini olu ştu ru r ve bu çerçevede saf duyu­
sallaştırılm ış b ir tarzda “en yüksek lütfün düşünü, görsel şafağın
kor ateşini" imal eder, “Usta şarkıcılar” Beşlisinin söylediği gibi.

F azla imge, bundan kurtuluş, evlilik etrafındaki hâle

K astedilen k a d ın elde ed ild iğ in d e, o n u n etrafın d ak i hayaller


düzlenir elbette. F ak at kaybolm ası da gerekm ez bu hayallerin;
hatta, başlangıç im gesinin fazlası, ete kem iğe b ü rü n m ek ten hoş­
lanmaz. Özellikle de, d üş imgesi, m uhatap aldığı m âşuktan ziya­
de âşıktan beslendiyse. B undan ö tü rü , çok rom antik, genç aşkın
m asal evresine fazla âşık, gerçeklik duygusu da zayıf ruhlar ge­
nellikle vuslat korkusuyla, özellikle de evlilikten nefretle tem a­
yüz etmişlerdir. Burada, sevdiğinin resmiyle ebediyen vahşi de­
nizlerde dolanm aya istekli olan L enau'yu hatırlatabiliriz yine.
Yine örnek olarak, nazm edilm iş am a keza elle tutulabilir b ir su ­
reti hatırlatabiliriz: aşkta sadece göksel imgeleri, evlilikte ise sa­
dece kırık çorba kâselerini gören ve imgeleri kâselerle değiştir­
m ek istem eyen, E. Th. A. H offm ann'ın o rkestra şefi Kreisler'i.
Yaşanan â n ın k aran lığ ı ve Truvalı H elen a'n ın şeyleştirilm esi,

393
tüm buna benzer durum larda, görüldüğü gibi rom antik travesti-
ye dönüşm üş, patolojik uç hallerde ise tem sile sunulm uş veya
tanıtılm ıştır. Ibsen gibi bir natüralist geç- veya y an-rom antik bi­
le, özellikle öğretici b ir tarzda, aşkın salt sabah değerini, salt sa­
bah değeri olarak aşkı, teşci etmiş, abartm iştır. Falk ile Schwan-
h ild ’in b irb irlerin i gönüllü olarak terk ettikleri “Aşk K om edi-
si"nde bilhassa bohem ce-radikaldir bu. Tam da a şın tu tk u n lu k ­
larından ö tü rü birbirlerini terk ederler; çü n k ü “ilkbahar aşkı­
nın", yaprakların yere düştüğü gerçeklik olarak evlilikte yitm e­
sini istem iyorlardır. Bu aşırılıktır, m uhakkak; fakat M enelaos’un
M ısırlı H elena’sı önünde kapıldığı, burada geri d ö n ü p gelen ve
b ü tü n bunları kapsayan, b ü tü n bunlara taâlluk eden şoktan da­
ha büyük bir aşırılık da değildir. Keza Ibsen’in, kendi zam anın­
da hiç de rom antik görülm eyip, deyim yerindeyse h iperm odem
sayılm aktan gelen bir kötü şöhret kazanan b ir başka tepkisel ki­
şiliğinden: aynı başlangıç değeri kom pleksiyle “denizden gelen
k a d ın "d a n daha b ü y ü k b ir aşırılık değildir. Bu kad ın, E llida
W angel de pek gerçekleştirilm em iş b ir başlangıcı şeyleştirerek
evliliğini m ahveder. Elbette Ellida W angel’in kendisinde de eve
yabancılık, denize akrabalık vardır; sürekli okyanusa ve ilk aş­
kındaki o yabancı adam a, adam ın okyanusun uzaklarında oluş­
turduğu silu e te b a k tığ ın d a. F ak at esas itibarıyla, sın ırlard an
yoksun iğvanın imgesi, biteviye fiyort darlığı olarak görünen bir
dü nyanın karşısında kararlı bir biçim de gerçekçilikten uzak ka­
lır. Eroticis’in soyüt-ütopik işletim i devam eder; son olarak Spit-
teler, “Imago" adlı rom anının d üş çarpm ış kahram anıyla ve ken­
di resm ine sadakatinden ötürü horlanan güzel Theuda’yla temsil
etm iştir bu n u . Başka birisinin, “Vekil"in nezdinde, evli olarak,
“bir dilim kesilm iş ekm ek"tir O; lâkin o n u n hayalci şairi gerçek­
liği algılam ak istem ez ve şairin nazarında b u dünyadan kaydırıl­
mış durum un yeniden düzeltilm esi, kendisini duyüsal-duyuöte-
si bir ta lip te n y e n id e n d u y u ö te si b ir talibe d ö n ü ştü rm e d e n ,
m ü m k ü n olm ayacaktır. T h e u d a Im ago’s u gerçeğe dönüşem ez,
tam da şairin sanat perisi kaldıram az bu n u , Spitteler’in belirttiği
gibi; o kadar fanteziden sonra gerçekliği kendisinin de çekeme­
yeceğini söyler. “Imago" tuhaf ve taşkındır am a şu hakikat saklı­
dır onda: fazla göksel olan aşktan dünyevi aşk olmaz, birisi öte­

394
kine arıza çıkartır. N itekim aşk evliliğinde de çok daha genel bir
gerçekleşm e so ru n u gösterir kendini, yaşanan ânın ve etkileri­
nin yol açtığı karanlığın Dec res cendo’suyla.280 A nte rem saf düş
im gesine duyulan açlığın verdiği acı, böylelikle, sınanm adan,
özellikle dünya ışığı altında bakılm adan, daha yüksek kabul edi­
leceği bir hale girer. T üm arzu düşlerinin anti-rom antik düşm a­
nı, gerçekliğin avukatı bile, o rk estra şefi K reisler’lerin b in b ir
türlüsüne hak veriyorsa görünüşte: “Bir k im se dünyayla ne ka­
dar didişm iş, ne kadar itilip kakılmış olursa olsun, so nunda ço­
ğunlukla bir kız ve herhangi bir m evki elde eder, evlenir, diğer­
leri kadar da iyi bir filisten olur; kadın evi idare eder, çocuklar
eksik kalmaz, bir vakitler yakanlan, biricik olan, bir melek olan
k adın b ü tü n ötekilerden pek ayırt edilm iyordur artık; daire, iş
ve keyifsizlik sunar, evlilik h u zu r kaçırır; sarh o şlu k sonrası o
berbat haldir, geriye kalan” (Hegel, W erke X, s. 216 vd.). B unun
bir kısm ı, b u darkafalı k ü ç ü k b u rju v a filistenliğin dışında da
gerçekliğini k o ru m u ş olabilir; işte, ta h a k k u k u n [vuslatın], bu
basam akta aşırı-imgesele bağlanan m elankolisi olarak. İşin ol­
m asından önce veya işin başlangıcında in sa n ı o tereddütlerle
aşk düşü n e geri iten ve onu kendisine d ö n ü k u zak tan aşk olarak
şeyleştirip yalıtan m elankolidir bu. Ç ünkü, esasen sadece uzak­
tan aşk içeren kendi masalı, ufukta görünen gerçeklikte düzleni­
yordur; o zam an soyut ütopya iyice kesinlikle hatırlatır kendini.
Asıl ütopyacı nevrozun bir kaynağı, buradadır: gündüz düşünde
kalakalm akta, im genin başlangıç işaretin d e sab itlenm esinde,
gerçekliğin ilk başlangıçtan ibaret kalışında.
Masalın kendini gelm ekte olana kapatm adığı d urum da ise, her
şey ânında başkalaşır. M asaldaki im genin kendini m uhafaza et­
mekle kalm ayıp, kanlı canlı teyid edilm ek istediği yerde. Ve bu,
ön görünüş sadece öznel biçimde kendi içinde serpilmekle kal­
mayıp, kafi derecede nesnenin kendisi tarafından da tahrik edil­
diği anda, bizzat olayın akışı haline gelir. Ç ünkü göze görünm üş
bir sevilenin Imago'su, pekâlâ nesnesi itibarıyla da tam am en ne­
densiz olmayabilecek hatlar arzedebilir. Her aşk nesnesinin, Im a­
go vasıtasıyla fanteziye el atma, fantezinin kendisine doğru gel­

280 Büzülme, sessizleşme.


395
mesini sağlama gücü y o k tu r ya. M üsait bir tertibatta ya da salt
orijinalin imgesiyle analoji halinde bile, yoktur. Canlı imgenin
etkisi özellikle keskin bir biçim de aşikârsa, nesnenin kendisinde
bir iğva saklı olmalıdır; yani, bizzat o n u n içinde, en azından öyle
görünm ek ve öyle etkide bulunabilm ek üzere tem ellendirilm iş
bir arzu imgesi. Pamina, kendi gerçekliğinin vasıl olunan halinde
belki im gesinin Tamino'ya g ö ründüğü gibi değildir, fakat tahrik
ettiği üto p ik Imago, kendisininkidir. O zam an, özellikle Erotik
için, insanlarda her Im ago için geçerli olan şey özellikle geçerli-
dir: onu tahrik etm eyi bilenler, poetik tabiatlardır, yani içinde
kuvvetli bir nesnel fantezi payı taşıyanlar. U ygun iklim şartların­
da, fanteziye ham le eden olmalarını sağlayacak reel im kanlarla -
böyle görünm elerinin nesnel nedenleri var görünür, ön görünüş
olarak da b u n u yansıtırlar. Kendi im gelerinin hazzı veya hayal kı­
rıklığı içinde post festu m tükenm eyen aşk b u nedenle, bizzat nes­
nede de kendi kendisinin arzu imgesi olm uş olabilecek olana sa­
dakati, böylelikle de, icabında, fıtrî ve olm uş olan üzerinden ken­
di kendini aşkınlaştırm a istidadını, aşk nesnesinin dışında tutar.
Böylece Imago'nun teyidi nesnede ve nesne aracılığıyla vuku b u ­
lur; böylece kendine bir konak bulur. M amafih im geyle ışık tu t­
ma kuvveti yoksa, hele poetik tabiat sadece âşık olan kişide varsa
ve o duraksız akan gerçekdışılıkla h er kadın ona Helena olarak
görünüyorsa sahiden: o zam an b u im genin tüm kapsamıyla bir
felâkete yol açması kaçınılmazdır. Hegel'in peçesinin düştüğünü
söylediği o huzursuzluk, akın gençliğini, tazeliğini kaçırtm akla
kalmaz o zam an; m utsuz evlilik artık hiçbir çare tanım az - meğer
ki, uç noktada, bir bayağılığa, hislerden arınm ış arafta bir gölgeye
dönüşsün. M âşuk burada hiçbir zaman, daha önce olduğu şey ol­
mayacaktır b ir daha. K urucu m ahiyetteki b ir d ü ş imgesinin ken­
dini teyid edeceği, yani ışıklı yanını geliştirebileceği bir uzanım
baki kaldığı m utlu evliliğin tersine. Bu esnada teyid' edilen, bu sa­
hada başlangıç d ü şü ile kayıtsız soğukkanlılık arasındaki tüm alı­
şılagelen, ziyadesiyle alışılagelen tercihi aşm aya m uktedir olabile­
cek bir tazeliktir aynı zam anda. Ç ünkü Ü topik O lan asla, rom an­
tik psikolojiye uyg u n olarak, o nu izleyen şeylerin alfabesinin za­
ten m alûm olanın sorunsallaştırılarak sündürülm esinden ibaret
kalacağı biçimde, Alfa'yla kısıtlı değildir. Dahası, evliliğin de kendi

396
ütopyası ve onun içinde bir hâlesi vardır, aşkın şafağıyla ör-
tüşmeyen, dolayısıyla onu n la beraber sönüm lenm eyen. Bu ü to p ­
ya, aşk Imago'sunun m uhafazasından türer, o n u n şiiri daim a nes­
rin şiiridir, m am âfih ard yöresi en zengin olan bir nesrin: evin.
Evin kendisi bir sem boldür; b ü tü n kapalılığıyla, açık bir sembol:
ard yöre olarak, arzu düşlerinin çoğunda kendini muhafaza eden
ve hepsinin sonunda çıkan, y u rt sem bolünün teşkil ettiği nihâî
um uda •sahiptir. Bu um ut öylesine kökenseldir ki, aşkın şafağının
imgeleri önünde pes etmez; tersine, Lotte imgesine, gizli nişanın
peyzajına ve aynı zam anda iyiliğin parlayan gösterisine bile aç­
m ıştır kendini. Arzu im gesi burada bir tu tk u imgesi değildir el­
bette, bir tutk u imgesi olarak asla evliliğin k u ru cu birim i değil­
dir; insan daha meylederken, tutkudan kopar. Arzu imgesi hele
asla cinsel-toplum sal olarak b ir ih tiyacın karşılanm ası halinin,
evliliği burjuvazinin en burjuva düzenlem esi haline getiren ras­
yonelleştirilmiş cinselliğin imgesi değildir. Evliliğe, öngörüyle ta­
savvur edilen filistenliğe karşı burjuvazi-içi bir isyan olarak, daha
başlangıçta m ü h let koyarak, tatbiki san at olarak da bakılm az.
A ksine, evililiğin Imago'su, iki in san ın etrafında, gelişm e alanı
olarak evi, birçok kariyeriyle beraber filistenliğin ötesine aşırır.
Özellikle de, aileyi yaşam mücadelesi karşısında bir sığınak ola­
ra k koym ası gerekmeyen, •onu dayanışm anın yeni görünüm ü ola­
rak işler halde tutan sosyalist toplum da böyledir. Eş evde sürekli
bir misafirdir; aile bağı, özel farklılıklar temelinde emsalsiz sam i­
miyettir. Gerilimle y ü k lü d ü r bu ilişkinin özü, buna m ukabil d ra­
m atik değildir, epiktir pekalâ. N itekim m uhafazakârlığıyla m esut
Chesterton, önemli bir haklılık payıyla şöyle der: “Tekeşliliği bir
başarıya dönüştüren b ü tü n şeyler, doğaları itibarıyla dram atik ol­
m ayan şeylerdir; içgüdüsel bir güvenin sessiz sak in büyüm esi,
ortak yaralar ve zaferler, eski alışkanlıkların birikm esi, eski şaka­
ların zengin bir biçim de olgunlaşm ası - sağlıklı evlilik, dram atik
olmayan bir şeydir. ”281 Buna rağm en evlilik, aşka salt b ir ahlâkî
ilâve/zeyl teşkil etm ekten çok uzaktır, aşka kıyasla tuhaf biçim de
yeni olan bir şeyi tem sil eder: erotik bilgeliğin macerası. N e cin­
sel aşkta ne de o zam ana kadar g örünm üş herhangi bir sosyal

281 İngiliz yazar Gilbert Keith Chestenon'ın, yakın arkadaşı Geoıg Bemard Shaw
biyografisinden.
397
toplulukta benzerinin bulunabileceği bir cemaate ilişkin başarılı
veya başarısız bir deneyi temsil eder. Böylece evlilik, insanî yaşa­
m ın m uhtevasının en dostâne ve aynı zam anda en katı hususiyet­
lerinden birinin ütopyası olarak görünür; böylece, o nun teyidi
yalnızca, hatta neticede asla, resm edilen Pamina im gesinin, karşı­
laşm adaki bakireliğin teyidi değildir artık. Pam ina im gesindeki
ütopyaya, Tam ino’n u n eliyle, ateş ve su sınavının m üziği eklenir;
bu müzik, artık gelini değil evliliği, tutkuyu değil aşktaki arka­
daşlığı - k i bunun adı evliliktir- tasvir ediyor ve anlam landırıyor­
dun P am in a'm n ken d isi, s ada ka t m ü ziğ in i b aşlatır veya Ima-
go’nun teyidini, bu Im ago'nun yol açtığı ilk yalın büyülenm enin
çok ötesine taşır. Evlilik, hakikatin ateş sınavım çiftin yaşamında,
gündelik yaşam ın akışında cinsiyetin istikrarlı bir arkadaşa d ö ­
nüşm esinde başlatır ve geçer. Evde misafirlik; ince, ateşîn farklı­
lık içinde sakin birlik hali: evliliğin Imago’su ve elde etmeye giriş­
tiği hâle, bu olur. Sıklıkla yanlış seçim yaparak, bilindiği gibi; k u ­
ral olarak hayal kırıklığı, istisn aen h atta neredeyse tesadüfen
m utlulukla. Hele evliliğin başlangıçta u m ulanı aşan bir hakikati­
n in olması, tüm gelin şarkılarından sadece daha gerçek olm akla
kalm ayıp daha derin olm ası, enderdir. Yine de ü to p ik hâlesini
hak etmiştir: asla basit değil, ard yörede saklı b ir sem bol olan,
‘ev'e ilişkin arzu sem bolü ancak bu biçim de iş görür, ancak bu
şekilde iyi sü rp rize ve olgunlaşm aya d air b ir beklenti olabilir.
Aşk acısı, acı ve verim sizlikten başka bir şeyi olm ayan m utsuz
evlilikten bin kat iyiyse de; aşkın karadaki m aceraları, evliliğin
olabileceği -v e yaşlılıkta da bitmeyen, tek taraflı ölümle bile b it­
m eyen- büyük deniz seyahatine kıyasla pek dağınık, karışıktır.

Y ü k se k çift, Corpus Christi™2


ve y a k o z m ik v e îsa -biçim li o lm uş olan evlilik ü top ya sı

Bu istiabıyla gemi, iki kat ışıldayacak şekilde boyanm ıştı. D ün­


yevi ve dünyevî olm ayan renkler, evliliğin iki m itik ütopyasını
takdim ediyorlardı. Bunlardan biri Yüksek Çift'in ütopyası ola­
rak tanım lanabilir, aristokratik-pagandır, öteki ise Corpus C hris-

282 İsa'nın bedeni.


398
ti’nin evliliğini düzenler. A nalık h u k u k u n a dayalı toplum dan
hem en sonra ortaya çıkm ış olm asına rağm en, Y üksek Çift kate­
gorisine şim diye kadar fazla dikkat edilm em iştir. Bachofen d ik ­
kat çekici bir biçim de b u n u n etrafından dolanm ış, hep yalnız
başına kadını veya erkeği, hangisi sö zk o n u su ise, analık veya
babalık h u k u k u n u n irtifasına yerleştirm iştir. Burada yüksek İki­
li, evliliğin en benzersiz arzu im gesini teşkil etm iştir - sadece
eşlerin gözünde değil, ona bakanların gözünde de. Kadın ev er­
kek, her ikisi de kendine yoğunlaşm ış bir biçim de imge olarak
takdim edilirler; biri lâtif, teyid edici iyi, diğeri kuvvetli ve hâ­
kim olarak iyi. Fakat hayır ve saadet, ancak birleşm eleriyle ge­
lir. Birleşmeleri, narinlik ile katılığın, lü tufkârlık ile kudretin,
evet orospu ile peygam berin birliği olarak g ö rü n ü r; bu n ların
ardyöresinde hep kadim yıldız m itolojisi vardır - ayla güneş,
keza dünyayla güneş. K adının pırıl pırıl y a n a n ay Tanrıçası veya
kadim bilgeliği tem sil eden yer Tanrıçası vardır, erkeğinse parıl­
dayan ışığı; ikisi, Yüksek Çift suretinde beraberce insanî gökyü­
zünde eyleyebilir ve ihsanda b u lu n ab ilirler veya eylem eli, ih­
sanda bu lu n m alıd ırlar. Yüksek Çift hâlesi, P erikles ile Aspa-
sia 'n ın , Süleym an'la Saba M elikesinin, "H elios" A n to n iu s ile
"lsis" K leopatra'nın, Sim on M agus ile H elena'nın üzerindedir.
Son ikisi, İsa zam an ın ın gnostiklerindc:n Simon ve Tyruslu bir
k ibar fahişe olan H elena, - b ir lik o ld u k ların d a "D ynam is" ile
“Sophia”d ırlar-, inananları tarafından bilhassa saygı görm üşler­
dir. O nlara inananlara dünya k u rtu lm u ş g örünüyordu, b u ka­
dim erkeksilikle kadim dişilliğin yeniden b u lu n u şu sayesinde.
N itekim İsa zam anının b u S im on-H elena k ü ltü n ü n yankıları
tüm ortaçağ boyunca varlığını sü rd ü rm ü ştü r ve kişilerin değiş­
tirilm esiyle F au st ile H o m erik H elena arasındaki ilişkıde de
m ahfuzdur. Buna k arşılık G enç A ntikite de Y üksek Çift katego­
risine özellikle m aceracı örnekler su n m u ştu . Suriye güneş-kralı
Baal’in rahibi Kral Eleagabal, Kartaca ay Tanrıçası Tam it'in rahi­
besiyle evlenmişti - gece ile gündüz, Baal ile Tam it b ir olm uştu.
Bir başka yıldız m itosu, Tanrı'nın kendi içindeki “k u tsal evlen­
meye" dair Babil m itosu akm ıştı buraya yoğun b ir biçimde. Bu
m itos G nosis'te [İrfân], aşağı doğru uzanan ışınlarının olu ştu ru ­
cu güçlerini erkek-dişi olarak ayırarak yaşadı ("ilk neden ve s ü ­

399
k û n e t”, “ışık ve yaşam ”, “kavram ve Sophia [sevgi]”), Kabba-
la'da havi idi. K ansız Tanrı-B aba’sıyla H ıristiy an lık , dü nyada
Yüksek Çiftlere izin verm iyor ya da pek m üp h em olarak izin
veriyordu, g nostik-kabalistik Yahudilikte ise pekâlâ bu n a izin
vardı. N itekim 1650’ler civarında bile, sözüm ona-M esih Sabetay
Sevi’nin yanında. 'T an rısal v arlıktaki ikinci kişi” olarak, Tyruslu
H elena gibi b ir kibar fahişe o la n karısı Sara vardı. Evet, Helenis­
tik kaynaklardan gelen Tam ino-Pam ina imgesi, Sim on M agus
ve Tyruslu H elena’dan beri etkisi sü ren F aust-H elena imgesi,
poetik olarak kadim evlenm enin yeniden tasa^vvurudurlar. Y ük­
sek Çift kategorisi, kültlerde, dış gökkubbede birleşm eyenleri,
iki insanda, erotik olarak sabitlenm iş b ir ikilide z u h u r ettirm ek
istiyordu: ay ve güneş, eşzam anlı, aynı kuvvette gökyüzünde,
g ö k ^ te ü n ü n içinde. M is era contribuens plebs'in283 hiç k en d ili­
ğinden bu d ü ş im gesine varıp varm adığı bilinm ez; m uhtem elen
kendi yarı T anrılannın çehresiyle yetinm iştir. Yine de böyle bir
birleşm enin imgesi hâlâ h er genç evliliğin hâlesindedir, nikâh
ik b a lli in s a n la r a ra sın d a v u k u b u ld u ğ u n d a . Bu im ge gerek
kitsch’te gerekse hanedan çiftlerinde (haydu t ve haydut kansı,
veliaht prens ve o n u n yüksek zevcesi) belirgin biçim de m ahfuz
kalm ıştır ve aristo k ratik ardyöre yittiğinde, yıldız m itosu yitti­
ğinde bile evliliğin üzerine kuvvetli bir parlak ışık düşürür. En
güzel kadınla m uvazene kurabilecek eş, letafetle k uvvet çiftinin
kusursuz birlik imgesi olarak, erotik m ükem m ellik fantezisini
u z u n sü re m eşgul etm iştir. Ve H ıristiyanlık h er ne kadar Yüksek
Ç iftlere teolojik b ir tem ellendirm e sunm adıysa da, işte F aust-
H elena destanında, (G oethe’n in Sihirli F lüt'ün ikinci b ö lü m ü n ­
de işlediği) Pam ina-Tam ino birleşm esinde, em sal niteliğinde bir
im ge olan bu Çift M itosu süregider. Evet, “vecdim izin im gesi”
olarak D oğu-Batı Divam ’n ın Suleika kitab ın d a çok yüksek bir
yerdedir; açıkça h ilâl ile güneşin d o ğ u şu n u n eşzam anlılığıyla,
birinin inceliğiyle ötekinin k u d retin i birleştirm enin ne anlam a
geldiğiyle ilişkilidir:

283 Vergi veren zavallı fakir halk - Horace.


40
Sultan yapabilirdi bunu, birleştirdi
En yüksek dünya çiftini,
Göstermek için seçilmiş olanı,
Kıymetli müfrezenin en cesurlarını.

T üm b u n lard a cinselliğin ikilik tek i birliği böylesine benzersiz


b ü y ü k lü k te g ö rü n ü r ve bizzat gökkubbede dayanağım b u lduğu­
na inanm adan da sükûn bulm az. Adem ile Havva'dan daha dolu
b ir anlam ıyla erkek ve kadın olan insanların b irliğ i, güneş ile
ayın b ir takdisi. F akat H ıristiyanlıkta, sadece k ansız Tanrı-Baba-
sından ö tü rü değil, o n d an önce, yıldız m itolojisini tanım ayan
b ir din olarak, b una yer yoktur. Ayla g üneşin, dı.şsallıklar olarak,
aynı biçim de battığı, onlarla birlikte evliliğin k o zm ik ütopyası­
n ın da battığı b ir dünyada, b una yer yoktur.
Buna karşılık, b ir ikinci yüzü belirir H ıristiyanlığın; vaadi ve
bağlayıcılığı başka tü rlü olan içsel bir yüz. Sadakat ve kuvvet,
kadınca hizm etkârlık ve liderlik, dünyevî değil dünyanın dışın­
da birleştirilm eli ve öyle tam am ına erdirilm elidir. Evlilik in nu-
ce284 cem aate, yani kadın ve erkek tarafından yeniden oluşturul­
m uş Corpus C hristi'ye dönüşür. Burada da, an cak evlilikle devre­
ye giren ve bir yuva olarak evlilikte duyusal ve duyusal-ötesi pa­
rıltısıyla kendi erotik vaadlerini sunan b ir im ge vardır. Hâlâ m il­
yonlar buna, evliliğin kutsallığına inanırlar, onlara göre nikâh
gökyüzünde kıyılır ve m uhtem el dü nyevî yoksulluk ve felâket­
lere rağm en ölüme kadar da göksel olarak kalır. Bizzat nikahla­
n a n eşler evlenm eyle takdisi gerçekleştirm iş olur, çocuk ruhla­
rın yaratıcısı olan Tanrı'yla ilişkiye geçerler. H er evlilik kendi
başına bir kutsam adır, diye perçinlem işti b u n u Papa Xl. P iu s,
h er ne kadar içi boş b ir kutsam a olsa da; evliliğin kutsanm ası
için değil, evlilik kutsal olduğu için rahibin n ik âh törenine ka­
tılm ası gerekliydi. K ilisenin k e n d isin in bah şetm ed iği, sadece
onayıyla tam am lanm asını sağladığı tek k utsam a buydu. Lâkin
sonra, Sacram entum plenum'da285 inanan için evliliğin m uazzam
bir altın sebebi öne çıkacaktır: zevce ve zevc, Imago'da benzer­
sizdirler. K ilise ö ğ retisin e göre İsa’n ın b e d e n in in k u tsanm ış
284 Çekirdek olarak.
285 Kutsal oturum.
401
uzuvları olarak, b u bedenin genişlemesine, Tanrı’nın krallığının
akıllı m ah lû k at içinde yayılm asına adanm ak üzere birleşirler.
Evliliğin imgesi ve tim sali, İsa'nın cemaatiyle birliğidir: “ ... ken­
di bedeninin azası olduğum uz için, M esih kiliseyi beslediği ve
kayırdığı gibi, onu besler ve kayırır. ‘B unun için adam babasını
ve anasını bırakacak, k arısın a yapışacaktır, ve ik isi b ir bed en
olacaklardır'. Bu s ır büyüktür; fak at ben M esih h akkında, ve ki­
lise hakkında söylüyorum .” (Pavlus’u n Efesoslulara M ektubu, 5.
Bap, 30-32) Süleym an’ın Şarkısı’n d ak i S ulam ith’in Süleym an’a
aşkı; -göğ ü sleri şaraptan bile hoştur, sevgilisi aşağılara inm iştir,
bahçelerde safa sü rü p gül dallarını k ırıy o rd u r;- bu ışıl ışıl dü­
ğün şarkısı ru h an i b ir dönüşü m d en geçirilerek İsa'nın cem aati­
ne olan sevgisi hakkındaki konuşm asının, başın bed en e teslim i­
n in ve bedenin baş tarafından arın dırılm asının alegorik tem sili
haline gelir. G ünaha rağm en b ed en ler İsa’n ın u zuvları, K utsul
R uhun tapınaklarıdır (K orintoslulara 1. M ektup, 6. Bap, 16-19).
H ep şu surette ki, evliliğin kökeni, İsa’n ın cem aatiyle evliliğin-
dedir ve o evliliğin genişlem esi ve sürm esi anlam ına gelir, O n u n
ak ıl sahibi m ahlükattaki organı ve tasviridir. Bu evlilik im gesin­
de cinsel kom ünyon286 ve sadakat, tüm üyle dinsel ve toplum sal
kom ünyonla birleşirler - elbette yalnızca, öte dünyayla rabıtalı
H ıristiyan cem aati form u içinde. Paulus'ta evlilik, akrabadan ve
gelenekten m üridle m üridenin, yeni Tanrı’nın im gesinde birbir­
leriyle karışm ak, yeni evde ona ait olm ak üzere birleşm esi olur;
cinsel yoldaşlık, ideali itibarıyla k ü lt yoldaşlığına d ö n ü şü r. Tabii
m ahlûkat, b u m ucizenin şarabına m uazzam bol su ve talihsizlik
katm ıştır - hele, geç Rom a olsun, feodal olsun, k ap italist olsun,
Corpus Christi’n in toplum sal bağlam da p ek de tem ay üz etm edi­
ği, asla ve kat'a İsa-biçim li olm ayan toplum da. Yine de, üzüm
bağı ve şarap ütopyası, ailenin sınıflı to p lu m d a an tag o n istik ol­
m ak sızın d u rm ay ı istediği sığ ın ak ta varolm ayı s ü rd ü rm ü ştü r.
G üçlü babalık h u k u k u n a dayalı, p a triy a rk a l h a tla rın a ve öte
dünyada kaçış ve rabıta aram asına rağm en, evliliği b u n u n kadar
derinden ciddiye alan ve o n u n im gesini y ü k ü m le n d iric i kılan
b ir aşk ütopyası hiçbir zam an olm am ıştır. P atriy a rk in in tem el

286 Cemaat birliği.


402
çizgisi, erkeğin “b aş” olması; eninde sonunda, içinde hiçbir ege­
m enliğin olmayacağı bir aşk cem aatinin d üzenine o tu rtulm uştu
- iki kişilik yalnızlık da olm ayacaktı. Ard yöredeki kolektifi ifa­
de eden Unus Christianus nullus C hristianus287 ilkesi, burada ev­
liliğe olan inanç, aşk ve um ut olarak yansıyordu.

Aşkın sonradan beliren im gesi

Bir düş gerçek olduğunda, hep gerçek olarak kalmayacaktır. O


değilse de, onu bulan beden mezara gidecektir. Ö lüm aşkı değil,
fakat aşkın gözüne görünen ve canlı o_bn şeyi kesip atar. Çatal
uçlu değnekle ilk izlenim in peşinden gidilmiş, altın saftır, ama
artık bunların zam anı geçmiştir. Lakin o ndan sonra da yine bir
gündüz düşü bir resim gibi çıkar ortaya; gerçekleşm iş ve bir yan­
dan da gerçekleşmemiş aşkın, gözde sonradan yansıyan bir imgesi
^ l ı r . Bu sonradan beliren imge, tam am ına erm em iş aşkın Pereg-
rina gözüyle görünüşüdür, asla başarılamayan vedanın görüşüne
olabildiğince uzak am a yine d e bir noktada o n u n la tanıdıktır.
Ç ünkü m utlulukla sevilm iş olan kadın da ölüm üyle Peregrina’ya
dönüşebilir; ölüm ona yabancı olduğu, yalnızca dışsal bir kop u k ­
luk yarattığı ölçüde. Kuşkusuz yaygın bir kendi ken d in i yanıltm a
vardır burada, ‘rahm etli' denen kadın veya adam a hafızada yapış­
tırılan kitsch'e kadar düşen; b u karikatürden hiçbir yerde söz
edilmez, daha az tatsız türden kafa karıştırıcı hatıralardan da. Aş­
k ın sonradan beliren imgesi, şayet daha nesnesinin yaşam süre­
sinde oluşamadıysa, kesinlikle kuşkudan arınm ış değildir; şayet
öyleyse de, o parlaklığıyla, şaşmaz olur. Peregrina'nın görüşünde­
ki gibi böylesi vakalarda da hafızadan hep u m u t ve sonradan be­
liren im geden bir vaad doğar; T heodor Storm ’u n “Viola Tricolor”
[Üç Renk Pembe] rom anı bu so ru n u n etrafında iki tu r atar. Zira
doyurulm am ış ve hatırlayan arzu varlığı, ölm üş annesinin resmi­
ni güllerle süsleyen ve kaynanası olunca kendi annesini u n u tm a­
sı iyice im kânsızlaşan çocukta nasıl işliyorsa, ikinci evliliğini ya­
pan erkekte de öyle işler - ve o erkeğin de sonradan gördükleri
u zun sürer. Yalnız y ü rü d ü ğ ü yollara uzanır bu sonradan bakış,

287 Bir Hıristiyan, Hıristiyan değildir.


403
yazı m asasında ölenin resm inin oldugu çalışma odasının yalnızlı­
ğında, bahçeye açılan pencerede, u zu n süredir kapısından girm e­
diği küçü k kulübede sürer. Sonradan bakış oraya ulaşır, sonra­
dan beliren imge orada yaşar: “G ökyüzü bulutlarla doluydu, ay
ışığı aşağıya erişem iyordu. Aşağıda k ü çü k bahçede, azm ış çalılık­
lar karanlık b ir kütle gibi duruyordu. Sadece taş döşeli dar yü rü ­
yüş yolunun piram it biçim li siyah kozalaklar arasından kam ıştan
kulübeye götürdüğü yerde, onların arasından beyaz çakıl parıldı­
yordu. Bu yalnızlığa gözlerini dikm iş adam ın fantezisinden, artık
yaşayanlar arasına ait olm ayan sevimli b ir suret yürüyüp çıktı.
Adam aşağıda yolda yürürken gördü kadını ve öyle geldi ki ona,
sanki yanında da kendisi yürüyordu." Storm 'un kahram anı bö y ­
lece ölülerin iğvasına kapılır, tuhaf, fazlasıyla karm aşık bir sada­
katsizlik gösterir kendini; ikinci karısını b ir gölgeyle aldatır. Tu­
haf biçim de, son rad an beliren im genin b u çok h u zu rsu z edici
tarzına, b ü y ü k şiird e ender rastlanır. Aynı, cenaze m erasim ine
katılanlara k u ru lan sofradan b ir düğün yemeği çıkm asının,2M bir
cinayet sebebiyle, intikam cı Hamlet için so ru n yaratacak olması
gibi. Mamafih Shakespeare'in Kış M asalı, tüm üyle sonradan beli­
re n im genin e ro tik gücüyle d o lu d u r: b u güç, k ralın , H erm i-
o n e'nin h eykelinin karşısında duy d u ğ u su çlu h asrette ■etkisini
gösterir. Ve sadece burada, Shakespeare’in esrarlı-basit oy u n u n ­
da, derin bir n ü k te geri gitme isteği verir; kuvvetle geçmişten bir-
şeylere asılmıyor ve geçmişi b u g ü n yapm ak isteniyordur. Sadece
burada, geçm iş-geçm em iş b ir yaşamın heykeli canlanır. Bu bir
m asal çözüm üdür; yoksa sonradan beliren im genin, erotizmiyle,
salt olm u ş olanın im gesi olm aktan h uzursuzluk duyan b ir imge
olarak, yaşamda her zam an karm aşalarla dolu bir yeri vardır. Baş­
ka türlü güzel bir aşka, gençleştirm eyip yalnızca kadını hayalet-
vari b ir ilkbaharla dalından k o p arıld ık tan sonraki olgunlaşm a
hali arasındaki b ir ara konum a doğru çekiştiren cadı içecekleri
su n u lu r burada kolayca. Fakat bir ay n m yapm ak gerekir: sonra­
dan beliren imge, yanlış kutlandığında, yeni yaşam ı bitirir ve eski
yaşam ı gerçek o lm ayan b ir Şim di’ye k a p a tır - ru h sa l o p tik te
“tekrarlanan yansım a” adı verilebilecek olanın tüm sorunlarım

288 Hamlet’ten. Danimarka Kralının cenaze töreninden bir gün sonra, Kralı ze­
hirlemiş olan kardeşi ve karısı şatafatlı bir törenle evlenirler. •
404
da içererek. Doğru b ir şekilde baş edildiğinde ise, ne sonradan
tadına vardığı geçmişe geri dönüşle ne ölü k ültüyle en ufak bir
m üştereği olan, sonradan beliren imge, herhalde en verimlisidir;
çünkü geçmişte de henüz daha olm am ış bir şeyin beklediği ve te­
veccüh gösterdiği o alana ışık tutar. Ö lm üş sevgili salt hatıra ol­
m aktan çıkmıştır, Im ago verim sizce geçmiş hasreti çekmeye m a­
hal vermez, tersine b ir yıldız gibi gelecekten ışık verir. H atta Go-
ethe’n in “Pandora’sında E pim etheus, sonradan beliren imgeyi,
halihazır dünyanın elle tu tu lu r şeyleri arasında görür; her ne ka­
dar şeffaf olsa da, kayıp Pandora b u imge içinden görünüyordur:

Bin tasvirde çıkar yukarı,


sularda yüzer, kırlarda gezer,
kuısal ölçülerde parıldar, yankılanır,
ve muhtevayı ancak biçim soylulaştırır,
ona ve kendine en büyük kudreti kazandırır;
bana gençlik, bana kadın suretinde görünmüştür.

D ante'nin Beatrice’inde b u tarz erotik vaad en sakin kudretine


kavuşm uştu; m ükem m ellikle karşılaşm anın sürm ekte olan tesi­
rinin kudretiydi bu, kutsaldı. Sancta [aziz] ölüm üyle öte tarafı
aydınlatır, kendisi b u gelecekten doğru geliyor, bekliyor, karşılı­
yor, tamam hyordur. Böylesine kavranılam ayacak bir kederli hal
m eydana geldiğinde, sonradan beliren im genin ilgili olduğu sev­
gili, Beatrice’in cinsinden olarak görünür. İm ge so n u n d a böyle­
sine az vaadde bulunur, ona gösterilen tem ellendirilm iş sadakat
öylesine kesin biçim de um u t eker - sadece m ezar başında değil,
bilince çıkarılanda da.

21
SEMBOLİK SURETİYLE G Ü N D Ü Z DÜŞÜ:
P A N D O R A ' N I N K U T U S U ; B AK İ K A L A N S E R V E T

H er düş, hen ü z p ek az şey başarm ış, p ek az tam am lanm ış olma-


sıyladır ki, düş olarak kalır. B unun için, E ksik O lanı unutam az,
her şeyde açık kapı bırakır. M em nuniyet verici şeylere açılıyor

405
g örünen, açık - e n azın d an y a n a ç ık - kapıya, u m u t denir. Bu
arada, görm üş olduğum uz gibi, k orkusuz b ir u m u t da um utsuz
bir korku da olmaz; ikisi birbirlerini salınım halinde tutarlar, ne
denli u m u t cesurda, cesu ru n vasıtasıyla, ağır bassa da. Aldatıcı
bir ışık tutm a ihtim ali b u lu n an u m u d u n da, kendi içinde önce­
den düşünülm üş, bilen bir u m u t olm ası gerekir. Zaten acaip bir
hikâye olan P andora efsanesi, u m u d u insanlara bir kadın eliyle
getirtir - fakat şeytanî bir tarzda yapar bunu. Pandora Pam ina
gibi narin, Helena gibi k ö r edicidir fakat k ö tü d ü r ve kötü m ak­
satla gönderilm iştir, böylelikle de ilk günah m itosundaki bildik
yılan gibidir. O n u n vasıtasıyla P rom eteus’tan ateşin çalınm ası­
nın öcünü alm ak isteyen Zeus tarafından geliyordur, âdeta G ü­
z e lin iğvasının imgesidir, fakat yanında tehlikeli hediyelerle d o ­
lu kapalı b ir koleksiyon vardır. Prom eteus o n u kovar, am a Epi-
m eteus, so n rad an -d ü şü n en olarak, iğvaya kapılır, P andora da
açar yanında getirdiği kutuyu. Bu k u tu , H esiod’u n efsaneyi anla­
tım ına bakılırsa, öteden beri insanların üzerine gelmiş b ü tü n fe­
nalıklardan oluşan b ir orduyla doludur: H astalık, kaygı, açlık,
bereketsizlik, fırlarlar dışarı. Söylendiğine göre m erham et eden
Zeus, tam u m u t da dışarı çıkıyorken kap atır kapağı. Bu ama
kendi içinde çelişkili b ir efsanedir, veya efsanenin çelişkili bir
tasviri: çünkü, Zeus’un, Prom eteus tarafından y aratılan insanı
zaaflarına dair teselli de etm ek m aksadıyla varettiği um ut, b u ra ­
da apaçık fenalıkların ortasında duruyordur. H esiod’u n tasvirin­
de diğer fenalıklardan sadece fıçıda kalm ış yani insanlar arasın­
da yayılamamış oluşuyla farklılaşır. Fakat Hesiod’un aktarım ıyla
bu hikâye doğ ru bir idrak sunm az; m eğer ki, u m u d u n fenalığı
ondaki aldatıcılıkla ve o n u n kendi başınaki haliyle temsil ettiği
kuvvetsizlikle ilişkili olsun. Eskiler Elpis’i289 öyle tasvir etm işler­
di, narin, yüzü tam am en peçenin ardında ve kaçarken; Stoacılar
da tıp k ı k o rk u n u n ve endişeninkiler gibi u m u d u n da im gelerini
geride bırakm ak istiyorlardı. Andrea Pisano’n u n Floransa Bab-
tis te r iu m ’u n u n ana k a p ı c e p h e s in e r e s m e ttiğ i u n u t u l m a z
Spes’in290 insanda bıraktığı etki de budur: kanatlı olduğu halde

289 Yunan mitolojisinde umudun cisimleşmesi ve umut Tanrıçası.


290 Roma'da umudu kişileştiren figür.
406
oturm uş bekliyordur ve kanatlarına rağm en, Tantalus gibi, .eri­
şilm ez b ir meyveye doğru kollarım uzatıyordur. D em ek, hafıza­
dan çok daha m ülksüz olan um ut, bilinm ezlik yanıyla bir fena­
lık olarak g ö rünüyor olm alıdır; aldatıcılığı, tem elsizliği de k e­
sindir. Fakat tabii k i tem ellenm em iş u m u t bile, san k i hastalık
veya endişeyle aynı şeym iş gibi, d ünyanın b ild ik fenalıkları ara­
sına yerleştirilemez. Hele tem ellendirilm iş, yani reel M üm kün'le
dolayım lanm ış um ut, fenalıktan hatta aldatıcı ışık olm aktan öy­
lesine uzaktır ki, işte o en azından y a n yarıya açık olan ve m em ­
nuniyet verici şeylere açılıyor görünen kapıyı temsil eder, hapis­
haneye dönüşm em iş, hapishane olm ayan b ir dünyada.
Eskiler, ne denli uzaklaşırsa o denli yüz çevirm em eye çalış­
m ışlardır um uda. N itekim daha geç dönem den, H elenistik bir
tasvir (G oethe'nin “P andora”s ı da sahiplenm iştir b u n u ) Pando-
ra 'm n d ra h o m a sın ı felâk etin o larak değil, tersin e serv etlerin
m ahfazası olarak, gizem ler k u tu su olarak sunar. Pandora’m n k u ­
tusu, bu tasvirde P andora'nın ta kendisidir; yani: cazibeleriyle,
hediyeleriyle, saadet bağışlarıyla, “tüm m elekelere sahip olan”.
M itosun H elenistik tasvirine bakılırsa, bunlar da fırlam ıştır ku­
tu d an , fakat illetlerden farklı olarak onlar tam am en kaçıp git­
miş, insanlar arasında yayılmam ıştır; son servet olarak çekm ece­
de u m u t - b a r i o - kalm ıştır. Yitik servetlere erişm e cesaretini ida­
m e ettirir, eksik kalanlardan ö tü rü teslim iyete düşm em eyi ve di­
renci sağlar; ve u m u d u n kaybolduğu yerde, dün y an ın bağlı ol­
duğu, dünyaya bağlı olan süreç de yiter. Dem ek, uzun vadede,
P andora m itosunun ikinci tasviri tek hakikisidir: U m ut, insanla­
ra kalan servettir; kesinlikle olgunlaşm ış değildir fakat kesinlikle
yok edilmiş de değildir. Evet, öznel ve nesnel olarak u m u d u tarif
eden, ö n ü n d e M esihçi şafakla yarı açık kapı, tam am lanm am ış
dünyanın Pandora kutusudur - gizliliğiyle tem sil ettiği kıvılcım la-
n n (şifreler, olum lu sem bolik yönelim ler) parladığı boşlukla bera­
ber. K utu, varolanların en sevim lisi olan tarihsel bir sem bolle,
derin, sıcak odacık olarak, için d e yuvanın vaadkâr ışığının yan­
dığı karadaki kam ara olarak açılır. Varolanların en güçlüsü olan
bir coğrafi sem bolle, açık deniz olarak açılır; fırtınalı havada ağır
akşam bulutlarıyla, güneşin dogm asına fazla kalm adığında ve
akşam gelm eden de şükredilecek gün başlarken ise u fkun üze­

407
rinde altın kızılı sabah bulutlarıyla. H er iki bakış, nihayet um uda
m ateryalistçe-açık bir cevap veren ve Totum'un yeni yeryüZılne a h ­
detm iş olan felsefenin de perspektifidir. Bu T oktum veya H er Şey
henüz süreç halindedir ve oraya doğru eğilim, yaklaşıyordur, n i­
h âî d u ru m u n ü to p ik unsurlarıyla, sürecin ön cephesinde, gizil
halde. illüzyonlar ve onların zaten aslında hiç varolm am ış ola­
cak servetleri Pandora'nın kutusundan uçup gitm iştir ama insa­
n ın insana insan olacağına ve d ü n y an ın insana yurt olacağına
dair, gerçekçi biçim de tem ellenm iş u m u t, bakidir. D em ek, so­
m u t öngörücü tasa^vvur, sahici s ım (Eğer/Ki bulm acası, üto p ik
Totum) nasıl anlıyorsa, Aydınlanm ayı da (illüzyonların yok edil­
mesi) öyle anlar. îllüzyonsuzluğun azam îsini nasıl bilirse, iyim­
serliğin (karara/sonuca gebe) azam îsini de öyle. B unun içindir
ki, kavranm ış u m u d u n hiçbir uğrağı, yapay biçimde kısıtlanm a­
m ış, b ü tü n lü k lü M arksizm in Teori-Pratik’in in dışına d ü şm ez .
Mekanik m ateryalizm , kuşkusuz m ateryalizm olarak, yani dü n ­
yanın kendi kendisiye açıklanm ası olarak, hakikattir; fakat bu
salt m ekanik ve b ir bakım a aptal haliyle bize, hep aynı zo runlu­
lukların zincirine bağlanm ış olarak eski O luş-Bitiş devr-i dâim i
içinde hedefsizce hareket eden y a n m ve d ar b ir dünyayı öğretti­
ğinde, hakikatten uzaktır. Ç ünkü o d ü n y a, ileri götüren çelişki­
lerin vuku bulduğu, daha iyi yaşamın, insan olm anın, kendim iz-
için-şey'in reel olarak m ü m k ü n o ld u ğ u , ileriye doğru gelişmeye
ve gelişebilirliğe yer açan b ir dünya değildir. Sahici [ucu] açık
dünya ise, m ek an ik yum urta k ab u k lan [n ın kırılganlığını] taşı­
m ayan d iyalektik m ateryalizm in dünyasıdır. Z ih n i yaratıcı olarak
düşünm enin, Dem iurg [Yaratıcı] olarak Tinin, papazlığın ve öte-
dünyacı hipostazların idealizm lerinden, tıpkı m ekanik m aterya­
lizm gibi k u d retli b ir uzaklıktadır; fakat ayuı şekilde tikelin sta­
tikliğinden, özellikle d ü n y a n ın b ü tü n lü ğ ü n ü n teşkil ettiği ve
m ekanik m ateryalizm in de idealizmle beraber biat ettiği statik-
likten de uzaktır. M addeye dair yeterince iyi ve yeterince büyük
düşünm ek m ü m k ü n değildir; m addenin günleri, - k i bizim de
günlerim izdir-, ne hep aynı sayıda ve ölçüde, ne de tam ağırlı-
ğındadır. Sadece hareket, görünüşte “a n tr o p o m o if9 olm a k ve çe­

291 insan biçimli.


408
lişki (hareketin kendisi birinci çelişkidir) değildir m addenin varoluş
ta rzla n , bunun yan ın d a öngörücü tasavvur gibi görünüşte çok daha
“antropom orfik" olan bir şeydir de. U m udun sezgisiyle hissedilip
çıkarsanır, o n u n nesnel-olum lu eğilim ve gizillik kavramıyla tas­
vir edilir. Böylesi bir fecrilik [şafak gibi olma h ali], yalnızca da­
ima insanî-tarihsel olanı öne çıkarm akla kalm az, asla sadece ni­
cel ve devr-i daim olm ayan fizikî dünyanın coğrafyasını da nite­
ler ve kavrar. O rada da, hatta tam orada, bir yuva o luşum unun
şifreleri vardır: insanî-tarihsel o lanla dolayım lanarak, o zam ana
dek üzerine fazla düşünülm em iş ‘sabah ülkesi',292 yani nesnel-
reel im kan tem elinde. D ünyanın m adde o lu şu m la rı - e n yoğun
ü retici gücün, sahici atom çekirdeğinin bağlarından kurtulm ası­
na kadar: Existere, Quodditas-,293 Henüz-Değil'in H er Şey, yaban­
cılaşanın özdeşlik, çevrenin dolayım lanm ış yurt olm a eğilimiyle
doludur. Sınıfsız bir toplum un inşasından sonra da, hatta asıl o
zam an, kurtuluşla ve insanileştirm eyle ilgili bu m addî sorunlar
(ödevler) devam edecektir. Fakat hedefe ilişkin u m u t asla yanlış
doyum la b ir değildir, kesinlikle devrim ci cezrîlikle [radikallikle]
birdir; yam u k olan düzleşm ek ister, y a n m ise tam olm ak.

292 Moıgrnland. “Şark” anlamındadır. Buradaysa düz anlamıyla kullanılıyor.


293 Meydana gelir, Eger.
409
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

(Geçiş)

AYNADAKİ ARZU İM GELERİ

( T E Ş H İ R , M A S A L L A R , S EYAHAT , F İ L M , S A H N E )
23
kendini o ld u ğ u n d a n g üzel yapmak

H erkes bir şeye benzem ez. Ama çoğu hoş g ö rünüp dikkat çek­
mek ister ve buna çabalar. B unda en kolayı da en dışsal olan
tarzdır. Solgun öyle b o y an ır ki, panldıyorm uşçasına. Kimileri,
ışır başkalarının önünde, kendini öne iter. '
Tertip ve tanzim işi, çok geçm eden öğrenilir, hem encecik kı-
vınlır hale gelir. Kadın ve talibi, hep söylediği üzere, en iyi taraf­
larından gösterirler kendilerini. En atik biçim de pazarlanabilir
taraflarından, dem ektir bu. ‘Ben', m ala dönüşür; h er yola gelir,
aynı zam anda parlayan. Başkalarının kendilerini nasıl sunduğu­
na, ne giydiklerine, teşhirde neler olduğunda bakar, kendini de'
k aptırır buna. Tabii hiçbir in san , önceden içinde sürgün verm e­
m iş b ir şeye dön ü ştü rem ez k endini. Dışarıda, güzel zarflarda,
hal ve tavırlarda ve şeylerde o n u çeken de, u z u n sü red ir m uğlak
bile olsa kendi arzularında yaşayan ve bu nedenle kolaylıkla iğ-
va edilebilir olandır yalnızca. Kalem, allık, ruj, yabancı fırçalar,
âd eta d ü ş ü n k e n d i m ağ a ra sın d a n çık m asın a yardım ederler.
Düş, kalkıp yürür, poz atar, elindeki azıcığı canlandırır veya baş­
ka bir şey gibi yutturur. F akat birisi kendisini b ü sb ü tü n kalp ha­
le de getiremez; en azından arzusu sahicidir. Takınılan tavırda

413
kendini gösterir zaten b u arzu, hatta ihbar eder. F akat arzu sa­
dece team ülen yukarı çıkar, b u tarz gayretkeş adam m em nun
değildir, zengin de olsa yoksul da, içinde b ulunduğu bu d u ru m ­
d an. O zam an, durum a dostça gülüm ser; kendisi olarak gördü­
ğü, daha doğrusu o n u n imgesi olarak g ö rü n en imgeye uygun
hale çevirir kendini. O lm aktan çok, görü n m ek - daha iyi bir be­
yefendi sayılmaya dönük k ü çü k burjuva tazyik altında ona tanı­
nan im kan bundan ibarettir. Bunun tersi: G örünm ekten çok ol­
m ak ise, tanzim ve tertiple tak lit edilemez; hiçbir yerde, kendi
k en disin e sahte o larak k atlanan tabakadaki k ad ar fazla kitsch
olm am ası, bundandır. Bize ait olan, güneşte solm ayacak kadar
sahicidir, kravat gibi taşınm ası zordur.

24
B U G Ü N AYNA İ N S A N A N E A N L A T I R ?

Hizmet imhanı verildi bana.


- Özlü s ö z

ince olm ak

K endine b ir bakış bile atm am ak, b u elbette b ir şeydir. Ama k ü ­


çük m em ur için bu, olağan şartlarda, sona gelm iş olm ak dem ek­
tir. H enüz sona gelm ediyse ve gelm ek de istem iyorsa, talibin
kendisinin hoşluğuna dair bir bilince sahip olması ve buna göre
giyinm esi gerekir. G iyinm ek için b ir ayna gerekir; tehdit altında­
ki, efendisinin gözleriyle b ak ar k en d in e. P atronu, m em u ru n a
itim at etm ek istediğinde o n u n n asıl olm asını a r zu ediyorsa, o
gözle. Aynadaki gerçi kendi olduğu gibi, olmayı arzuladığı gibi
görd ü ğ ü n e inanır kend in i; evet, işyerinde, in san ların arasına
çıkm adan hem en önce, alelacele baktığı aynada da böyle görür.
Yüzü olabildiğince pürüzsüzdür, m em ur tıpkı elbisesi gibi ince,
kırışıksız olm ak ister ve öyle d u ru r aynanın karşısında. Böylece
bir avantaj sağlar; ne var ki, gerçek efendilerin k ü ç ü k adam dan
elde edecekleri avantajdır bu. Velhasıl, ayna, o n u n kendi kendi­
siyle ilgili arzu su n u bile yansıtm az da, onu nasıl arzuluyorlarsa

414
öyle yansıtır. Buna b enzer biçim de, genelleşm iş ve talim ata bağ­
lanmış her şey, tıpkı d ü kkândaki eldivenler gibi, tıpkı satıcının
iş gülüm sem esi gibi, norm a bağlanm ıştır. K orku altında ve boş­
lukta gülüm sem ek -aslın d a efendi olm ayan efendilerin Am eri­
kanca işareti şim di budur. B ununla arzulanan, bir y u m urtanın
diğerine benzediği gibi b irbirlerine benzem eleri - ve bir yığın
civciv çıkmasıdır.

E ğilip b ü k ü lm e k te güçlü

K endini satışa su n an ın , beğenilm esi gerekir. Kız, nasıl olm ası


icap ediyorsa, genç adam , d u ru şu n u n nasıl olm ası gerekiyorsa,
dışarıda da sergilenir b u n u n için. Egemen tabakanın ihtiyacına
göre -k e n d i çöküşü pahasına. Ism arlam a kişide dişilik pem be­
den m üteşekkildir, erillik ise b alm um undan (am a iki dirhem bir
çekirdek olm alıdır). İkisi de bir an bile çıkm am alıdır b u n u n dı­
şına, onu n için sokakta bile bir ayna vardır, h er kam usal ortam ,
ayna doludur - adım başı ayna. Teşhir, satıcının içinden geçmesi
gerekenleri, küçük b u rjuvanın satın alm akla olm ayı istediğini,
yansıtır ve çoğaltır. Batı’n ın b ild ik o k u m a ve film m alzem esi,
böylesi arzulanan iyi hale, verim siz görünüşe dair birçok imge
sunar. A ldatıcı rehb erler sıralan ır b u im gelerde: dans, eden iş
hayvanı için; zincire v u ru lm u şu n çıkacağı seyahat için, iğdişli-
nin parlak evliliği için. Hepsi, hem sarhoş edip hem de işe koşa­
bilmek için, tatlı am a bir y andan da yeterince im kânsız olm ak
zorunda olan bir yalan tarzında. Ç oraklıktan sahici bir çıkış yo­
lu, sporm uş gibi görünür; Start noktasında, sahici arzular vardır;
küçük insanların hayatında neredeyse nesli tükenm iş olan reka­
bet için burası bir sığınaktır. Ne var ki saha dardır, ileri gitm ek
form unda olm ayı gerektirir, ciddi b ir değişiklik olmaz. Yüzücü­
n ü n değiştirdiği rekorlar suya yazılır, p a tro n u n k ârı ise gerçek­
tir. Tabii başka tü rlü yüksek derecelere erişilirdi, taham m ül bi­
rincisi, eğilip b ükülm enin en g ü çlü sü , y u tk u n u p sineye çekme
şam piyonu, ayıya dayı dem e m üsabakasına girselerdi. İnsanlara
kapitalist yaşam yolunda sunulan, yalansız, gerçek hayatın meç­
hul galipleri, oralardadır. Boksör ringdedir, sıkı bir dayak atar,
am a asıl y u m ru k la rı alan ip lerin b erisin d ed ir, seyirci olarak.

415
Kroşeyi karşılam an ın esas ü stad ıd ır, çan çaldığında y erinden
kalkarken. Bu haliyle bilhassa, şaşırtm a verilen hacıyatm azı d e ­
vam a zorlayanlara beğendirir kendini.

25
YENİ ELBİSE, IŞIKLA ND IRIL MIŞ V lT R lN

/pek yaka, parlatır.


- Özlü söz

Kimse kendi derisinden dışarı çıkamaz. Ama kolayca b ir yenisi­


ne girebilir, tüm bu tanzim ve tertip, giyim kuşam b u n u n için­
dir. Yeni ütülenm iş göm lek sabahleyin taze gün gibi uzanıyor-
d u r, yeni b ir palto tahliye edilm iş m evkufun tü m geçm işini ö r­
ter. Elbisesini seçebilm esi insanı hayvandan ayırır; ziynet ise el­
biseden bile eskidir, bugüne dek, kendi temayüz ettiriciliğini el­
biseye de aktarm ıştır. Hele kadınlar, esvaplarıyla beraber, kendi
kendilerinin yeni bir parçasını geçirm iş olurlar üzerlerine. Ka­
dın, başka b ir kıyafetin içinde başka b irisi olur, dişil kuşam ın in ­
ce köpükleriyle. Ama çoğu diğ er insanda da, b ir terzinin bağış­
layabildiği k u su rsu z ve değişken görünüşle beraber, kendini çok
tü rlü tecrübe etm e arzusu başlar. B unun için, hep aynı tarzda gi­
yinm ek yaşlı ve sabit insanların rahatına gider. Başkalarıysa ken­
dilerini kırışıksız hissederler, pantolon p o t yapmıyorsa.

İyi y a p ılı

Sonra, dışarı, sokağın canlılığına, avâre, etrafa bakınarak. Ağaçla­


rın arasından ve aydınlık evlerden, sokağın sonundaki m eydan­
d an ışık gelir, çağırır. Ama b u çağıran, cam ın ardındaki pırıl pırıl
aydınlatılmış maldır, m üşteri arıyordur. Terzi kalıbına ek olarak
teşhir de lâzımdır, zarif b ir arzu yaşantısını tah rik etm ek için.
Teşhir vitrini, ilkin açık kapitalist pazarla oluşm uştur ve, -m a n i­
dar bir biçim de çoğunlukla Batı’d a -, ihtiyaçları tahrik etm e özel­
liğini taşır - öncelikle de “kişisel dam galı” ihtiyaçları. Maksat, ti­
caret adam ının yüreğindeki a rz u n u n gerçekleşm esidir: kâr et­

416
mek. Bu nedenle iyi b ir teşhir telkin edici olmalıdır; b ü tü n yerine
parçalar k o n u r oraya ve parçalar da sadece b ir şeye atıfta b u lu n ­
m ak içindir, böylece cam ekânın ö n ü n d e egleşenlere bir h u zu r­
suzluk verilir. İşte şık bir şarküteri; iştah açıcı oldugu saklanam a-
yacak fise le r. Kahve, çay, likörler, tercihen kırm ızı Delft [Hollan­
da] çinileri üzerine yayılmış; baygın bir H ollanda-H ind havası
uyuşturuyor müşteriyi. İşte bir porselen dükkanı: orta yerde üstü
ö rtü lü bir masa, bembeyaz, kristal parlaklığında, m um ışıklarıyla
süslü, kendisi kadar güzide mfu;,terileri bekliyor. İşte yüksek kali­
te bir bayan konfeksiyon mağazası: p ek ihtim al verilem eyecek
kadar ince bedenler halinde kıvrılıp b ü zü ştü rü lm ü ş kostüm ler,
dünyada başka pek az şeyin olabileceği k ad ar zam ana uygun am a
yine de b ir tü r öte-dünya gibi: dünyevi k ad ın lar böyle yürüye­
m ezler ki. İşte genel m ü d ü rler ve onlara benzem ek isteyenler
için bir terzi salonu: U lster tarzı palto kum aşı taklit edilm ez b ir
tarzda C hippendale1 sandalyenin üzerine fırlatılmış, hafif bir şap­
ka onun yanında bekliyor, dom uz derisinden eldivenler, eski Flo-
ransa’ya özgü şim şir kalıbından çıkm ışa benzeyen ayakkabılar.
Geçip gidenler ve bütün bunları saün alamayacak d u ru m da olan­
lar -y an i çoğunluk-, m alik olm a hevesi böylesine tahrik edilm iş­
ken, tam da bu p ek yüksek hava sayesinde, gücendirilmez. G ön­
lü daha da ferah b ir ssadet çeken ise, mobilya d ükkânının came-
kânının ardında b u lu r bunu. Yemek odası, yatak odası, stüdyo,
salon - h ep si m evcuttur, yapılı bir yatakla beraber; artık parkta
k u r yapmaya ihtiyacı olmayan genç m em urun gelini buraya atı-
vermesi yetecektir. Cam ekanın arkasında, k u ştü y ü ve pem beler
içinde, en m eşru am a aaynı zam anda en az gerçekleştirilebilir bu r­
juva arzu d ü şü n ü görür: iki kişilik d ü ş evinin içten görünüşü.
Teşhirdeki m obilyalar güzel ev düşüne üşüşür. Bu mobilyaların
kendisi de kendi im kânlarının üzerinde yaşıyordur aslında, hep
maskeli balo halinde fabrika m allarıdır bunlar: cariyelik tarzda
geniş kanepe, Kaliforniya tarzı bar dolabı, Faustvâri stüdyo. Ca-
m ekân h er köşesinde arzu düşlerini biçim lendirir böylece, çul­
suz zengin insanların paralarını ceplerinden çekm ek üzere. Ve
vitrinleri düzenleyen dekoratörden daha iyi anlayan kimse yok­

l 18. yüzyıl İngiliz mobilya stili.


417
tur, bu tarz düşleri. Sadece m allan sermez o vitrine, insanla mal
arasında oluşan ayartıcı imgeyi de serer; cam ve ikballe kurar o
imgeyi. O radan geçm ekte olan da, sefalet içindeki m ahallelerin
ve um utsuz orta sınıf sokakların yam başındaki, buraları verili
saydırarak u n u ttu racak olan b u kapitalist ayartı im gesini inşaya
devam eder, tam am en insanca saiklerle. Küçük burjuva h u zu r­
suzca, tabii, ama gücenm eden (zira cam ın ardındaki b ü y ünün
kıskanılacak görünürlükte bir sahibi yoktur), tam da o n u n için
erişilmez olan vitrinin önünde, efendilerin yaşam larım ona göre
biçim lendirdikleri zarif ve takdire şayan m anzarayı onaylar. Bu
çiçekler için, b u parfüm için b ir kadın, yaşam için bolluk olm alı­
dır; am a nerede bulm alı onu? Kendi kendine değil de başkalarına
arm ağan verilen Noelde, dünya şehrinin alışveriş caddesi nere­
deyse sofulaşır. Işıklı reklam tabelası iki veya üç kat parıldar, a r­
zular bir aşağı bir yukarı iner çıkar, mavi olur, san, kırmızı, yeşil
olur, içecekler dağıtır, tütün kokusu olarak dalgalanır, m allan o
Ç ocuk-lsa d en en şeye d ö n ü ştü rü r neredeyse. Tuhaf bir resim,
tıpkı tıklım tıklım cam ekanlar aldatıcı bir resim olduğu gibi. De­
nize dökülecek kahvenin teşhiri de gerekmez.

R ek la m ın ışığı

Ama m alın daim a ilaveten o nu öven bir etikete de ihtiyacı var­


dır. O nu rekabette özellikle talep edilir kılan ve parıltısının vit­
rindeki haliyle sınırlı kalm am asını sağlayan. Yazılı ve sözlü teş­
hire, bu teşhirin b ü y ü k çanına, reklam denir. Ö zellikle o, insan­
ları m ülkiyetin yanında en kutsal olana, m üşteriye d ön ü ştü ren ­
dir. Daha eski zam anlarda da, kapitalist olm ayan ülkelerde de
bir tü r reklam vardı ama o, ticarî m ücadelede bir araç olm aktan
ziyade m em nun m esut b ir kendini övm e şekliydi. M alın üzerin ­
den atlıyor, hatta ironiyle yaklaşıyordu ona; tıpkı b u gün bir kö­
m ür işletm esinin, neredeyse alaycı b ir şekilde kendine “O rk u s”
adı takıp bununla övünm eye kalkm ası halinde olacağı gibi. Da­
ha eski Pekin'de, şöylesi firma tabelaları vardı: bir sepetçi d ü k ­
kanında “O n E rdem ”; b ir esrar satıcısında “Üç Misli A dillik”, bir
şarap tüccarında “En Büyük Güzelliğe K om şu”; bir o d u n kö m ü ­
rü işletm esinde ‘T ü m G üzelliklerin Pınarı”; bir taşköm ürü işlet­

418
m esinde “Göksel Elişleri Atölyesi”; bir kasap d ü k k ânında “Sa­
bah Alacasının K oyun D ükkânı". Lakin her ne kadar ayartm a ve
abartıda kapitalist reklam ın selefi olsalar da, b u n la r şiirlerdir,
kasalardaki m ıknatıslar değil. Şimdi reklam uzm anı, dekoratör­
d en çok daha güzel çalm aktadır arzu d ü şlerin in piyanosunu; o
düşleri karşı konmaz kılm aktadır, tâ ki tahrik edilen kişiyi ol­
gun bir m üşteri o larak dalından d üşürene dek. Şim di şöylesi At­
lan tik şarkıları çıkm aktadır: İlk b ah ar şapkaları artık Sizin için
bir masraf değil; Call fo r Philip Morris;2 P urity and a big bottle,
that's Pepsicola;3 M odern design is modern design;4 Buick, başarılı
iş ad am ın ın arabası. Kadın çorab ı satın alm ak, N e w York Ti -
mes'ın bizi tem in ettiğine bakılırsa, basbayağı yeniden doğum
anlam ına geliyor: “Van R aalte covers y o u w ith L eg G lory fr o m
sunrise till dark."5 Hesaplılık, so n m oda olana erişm e arzusu ve
sabah kızıllığı, beyler için de u cu z b ir ran d ev u ayarlam ıştır:
“Howard Clothes, styled w ith an eye fo r the w orld o f tomorrow."6
Reklam malı, en harcıâlem olanını bile, bir büyüye d ö n üştürür;
sırf satın alm anızla her şeyi çözen bir büyü. Çizim lerdeki o şa­
kaklarına kolonya dam latan, beyefendinin İsviçre çikolotası,_ ik­
ram ını kabul eden hanım , işte bu büyüyle m utlu olandır. Came-
kân lar ve reklam lar, kapitalist açıdan, cezbedilen d ü ş kuşları
için ökselerden ibarettir. Parlayan ve m ethedilen mallar, M arx'ın
söylediği gibi, başkalarının varlığını, parayı, kendine çekip, sa­
hici ve m üm kün olan h er ihtiyacı bir zaafa d ö n ü ştü rm ek isteyen
yem ler olurlar. G üzel sözlerle an ılan boyalı mallar, N oel’den,
Paskalya’d an tüm yıla uzanan resm i geçitleriyle, kadirdirler b u ­
na. M em urlar böylece gaza getirilirler, h içb ir zam an patlam azlar
ama. Ve aslında tüm üyle çoraklaşm ış o çoklu Batı Berlin’in7 on­
ca ışığı, karanlığı çoğaltmaya yarıyordur sadece.

2 Philip Morris isteyin.


3 Saflık ve büyük bir şişe, işte Pepsicola.
4 Modem tasarım, Modem Tasarım'dır.
5 Van Raalte gûndogumundan akşam inene dek bacaklarınızı şanla donatır.
6 Howard giyim, yarının dünyasını gören bir gözle stilize edildi.
7 İkinci Dünya Savaşı sonrasından l989'a kadar Berlin ikiye bölünmüştü. Doğu
Berlin, reel-sosyalist Demokratik Almanya Cumhuriyeti'nin başkentiydi, Batı
Berlin ise Demokratik Almanya'nın ortasında kapitalist Federal Almanya Cum-
huriyeti'ne ait bir adacık olarak duruyordu.
419
26
G Ü Z E L MASKE, K U KLUX KL AN ,
RENKLİ MAG AZİ NLER

Evet, güzelliğimi annemden aldım


Ama parayı Ibabamdan.
- Caz şarkısı

Daha da kuvvetli ayartır, kendini değiştirm e hum m ası. İnsan o


zaman sadece yeni bir kisveye bürünm ez, onun içinde tanınm az
hale gelir. B unun aracı kılık değil, kılık değiştirm edir. Asla gün­
delik olm ayan m askeye d ö n ü k bir arzu oluşur. M aske önce lar­
vadır, o âna kadarki, o zam ana dek yaşanan hayatta imal edilmiş
Ben'i gizler, hatta ink ar eder. Ev kadını, tüccar kaybolurlar, yer­
lerine kendi kendilerinin renkli bir im gesi geçer. Şimdi bu imge
bedene naklediliyordur, o im genin taşıyıcısı, b u ikram ı yapıyor­
d u r kendisine. Böylece, birçok durum da aslında kılık değiştirm e
değil de b u naklin k ü çü k b ir ifâsı dem ek olan bir kılık değişikli­
ği vuku buluyordur. Maske burjuvaya sadece şenliklerde olmayı
ve sayılmayı istediği gibi görünm e im kânı sağlam akla kalm az,
kendini koyvererek davranm asına da izin verir. Evet, içine girdi­
ği cani, cellat veya paşa kılığı, deyim yerindeyse zorla içine tıkıl-
dığı gündelik kıyafetinden daha iyi o tu ru r b edenine çok zam an.
Böylelikle bir düşü geçirir üzerine: o renkli veya büyük hayvan
olmayla ilgili düşü. Ve o zaman anlaşılır, tebdil-i kıyafet edenin
yaşam da hangi ro lü oynam ak istediği - ve şayet engellenm esey­
di bilfiil oynayabileceği. Cellattır, zevk için ö ldürendir, prenstir
o - sadece b u n ların m askesi degil. İyi kılık değiştiren, soyun­
m uş olur; içe d ö n ü k olarak öyle görünür.

Y am uk y o lla r

Dışa dön ü k olarak da renkli bir hayvan olm ak, daha ender uyar.
Zengin biçim de tem ayüz etm ek için daha fazla suç işlenm iyor
olm ası, şaşırtıcıdır. B ütün caniler, en alt. tabakadan da gelseler,
küçük burjuvadırlar; ancak refah koşullarında hoş b ir yaşam sü­
rülebileceğine inanırlar. C inayet/hırsızlık b ir gecede zengin ede-

420
b ilir g ö rü n ü r insanı; geceyi, m ü lk sah ib i efen d in in g ü n d ü zü
kullandığı gibi kullanm asını bilene. K uşkusuz, yoksul, yani en ­
gelli söm ürücüler için d aim a yeraltı dünyasına girm enin b ir ca­
zibesi vardır, o n ların kurban ziyafeti ve hokkabaz şenliği orada­
dır. K üçük burjuvazi arasında tabancanın cazibesine nisbeten az
kapılınm asının ve planlam a safhasında kalm asının nedeni, bu­
nu n neticesinin çok sağlam sinirleri gerektirm esi ve pek çok ka­
ra cumaya8 sebebiyet vermesidir. Eski bir deyiş, başkalarının iş­
lediği cinayetlerin sadece düşünü kuranın nam uslu kişi olduğu­
nu söyler; oysa kibar dolandırıcı, m askeli balo n u n dışında da,
olm ayı arzuladığı kişidir, yani prens. Evet, kılık değiştirm eyi
sağlayan hokkabaz şenliği, çok defa b ü yük çaplı canilerin de işi­
ni görür: yam uk sokak aynı zam anda renkli-tekinsiz sokak ol­
malı ve öylece kalm alıdır, cinayetin/hırsızlığın kendisi ise, k ü ­
çük burjuvanın onun üzerine koyduğu anarşik rom antizm i se­
ver ve tutar. Böylece avare gençlik, gangster imgesiyle, kan arzu­
su imgesiyle ayartılır. Fakat sahiden eğlendirici hırsız katiller de
vardır; öncelikle de, zanaatlerini bir tü r d ü ş oyunu içinde, önce­
likle intik am arzusuyla kom edyen gibi çoğaltarak tatb ik eden,
zevk için öldüren katiller. Sonunda yakayı ele verm elerine yol
açan m ektuplarında polisi sarakaya alırlar; nihayetinde artık salt
‘oynam akla’ k alm ad ık ları ro llerin d en ald ık ları zevk, fazla b ü ­
yüktür. Böylesi bir rolle özlediklerine ve kastettiklerine d a ir ka­
n ıtlar bırakırlar; k o rk u n ç bir tarzd a şairân ed ir b unlar. Misal,
1930’larda, D uesseldorf’ta zevk için ondokuz kişinin katili olan
Kürten’in polise yazdığı; üzerinden kana susam ışlık akan, sınt-
kan ve ahlâkçılıkla süslenm iş b ir acıyla yüklü ve yapışkan pisli­
ğine rağm en kendi kendisinin tadını so nuna kadar çıkartan bir
cani ü slü b u taşıyan m ektup. Zevk için öld ü ren katil iki yanlı
dehşeti iyi bilir ve şöyle yazar: “H erhalde benim yapıp ettikle­
rim le alâkadar oluyorsunuz. Benim başlangıcım başka bir m u­
hitte olduğundan, bun d an sonra olacak olanlar özel dikkatinizi
hak edebilir. L angenfeld’d ek i (K öln’ü n kuzey in d e) başlangıç
iyiydi ve saatim geldiğinde, sıkıntım ın sona erişi de iyi olacak.
Orada, ahlâkî yaşantısıyla da fikriyle de b ir insan evlâdına ben-

8 Kara Cuma: 1869’da ABD’de malt spekülasyonların toplu iflaslara yol açtığı
Cuma günü.
421
zetilem eyecek bir m ahlûk yaşıyor. O kızın bana ait olam ayacak
olması, beni b ü tü n bu korkunç işlere itti. Daha o n u n da ölmesi
lâzım. Benim yaşam ım a m al olsa bile. Zehirlem ek istedim onu,
ama tüm üyle saf bedeni zehri alt etti. Şimdi daha iyi zam anım -
dayım . Benim kinin ak şam lan H ilden’den eve gitm esi gerekiyor,
y o lu n kro k isi ilişikte. Bir d ah a k i k u rb a n ım b u d u r". Ve daha
so nra yazılan bir m ek tu p , tem bellik ve sefahat d iyannın abdest-
hane duvarlarına yazılm ışa benzeyen fakat içeriği doğru dizeler­
le bağlanır:

Pappendelle’nin yatağında
Çarpı konmuş yerde,
ot bile bitmeyen,
ve bir taşla işaretlenmiş,
bir ceset yatıyor birbuçuk metre derinde.

M ektuplar ziyah çerçeveli m atem zarflarında geliyordu; işle­


dikten sonra da süslem eye devam ettiği cinayetten ö tü rü ken­
dinden aldığı haz b ü yüktü. Bir parça N azilik d u y u ru r kendini
b ü tü n bunlarda; daha son ralan Nazilik, zevk için öldüren hırsız
katillerin, ahlâkçı canilerin birçoklannı kendisine çekmiştir. Ya­
m uk yollar, ziyadesiyle aynntılı bir biçim de böylesi gaddar arzu
imgeleriyle kaplıdır; Kıyam etteki infaz m ahkem esi de - ki H ıris­
tiyan burju v a yüzlerce yıl boyunca, bizzat b irilerini tekerleğe
bağlayıp gerdirem em enin, dört parçaya ayıram am anın, ateşe ata­
m am anın bahtsızlığını, o m ahkem enin tasavvur edilmez gaddar­
lığıyla avunarak tatlılaştırm ıştı.

K o rku y o lu y la b a şa n

B unun gibi giderek daha çok insan, yaşam da da tebdil-i kıyafet


etmek istiyor. Bunu isteyenin arzusu, sadece balolarda değil gün
içinde de su ra tın ı d eğ iştirip kafasına k a p ü şo n u geçirm ektir.
Maskeyi kıyafet balosundan çıkarıp yaşama sokanlar sadece eski
m oda özel caniler olm adı, faşizm vaham et kazandırdı maskeye.
Kamusal, politik olarak ‘yapılan’ b ir vaham etti bu; U zun Bıçak­
lar G ecesi ve g ü n d ü zü y le. “Kur t d işle ri” ve “k o m p artm an d a

422
dehşet”9 gibisinden, iş gezisine çıkanların beraber seyahat ettik­
leri yolcuları eğlendirm ek için kullan d ık ları şaka aletleri, parti
işaretlerine dönüştü. Baba daha o g ü n şen gönüller derneğinin
kıyafet balosunda Yargıç Lynch'i.10 tem sil etm iş ve oy birliğiyle
akşam ın en başarılı m askesi seçilmiştir. O esnada sokakta da ay­
nısı vardır, m ükem m elen, sahicisiyle; yırtılm ış pantolonlarıyla
ve boyunlarına asılı eğlencelik tahtalarla Yahudiler, trende kafası
kazınm ış Yahudi oynaşları, kahkaha salvolarına yol açıyorlardı -
başka salvoların başlam asından önce. “Regresyon” patlak ver­
miştir, şehir serserileri, kurukafalar, ateşli gecelik göm lekleriyle
şövalyeliğe soyunanlar11 canlandırm ıştır, polisin iki kat emniyet-
sizleştird iğ i sokağı. K üçük b u rju v a n ın karn av ald a gösterdiği
tüm arzular vasıl o lm uştur; h er nevi Feurion ve M ordio,13 hele,
gizli m ahkem e kararlarını infaz eden katiller, 14 K ukluxcular, ka-
püşonlu adam lar suretinde yanlış isyanı h ak ik i barbarlığa g ö tü r­
m üş olanların arzuları. Faşist şarlatan k u rtad am m askesine el
atm ış, yarı d eli isimlerle, korku rom anlarından alın m a kitsch’e
varan senaryolarla ama aynı zam anda faydalı olacak şekilde inşa
ettiği m uhafazakar k ü çü k burjuva şizofrenisini iyi kullanarak,
b üyücülüğe girişm iştir. V aham etin eğlence diyarı da A ltın Ba-
tı'd an alınm adır. Bu eğilimlere K ukluxklan dam gasını vurm uş­
tur; yani, A m erikan G üney devletlerinin iç savaştan sonra oluş­
turdukları, Birinci D ünya Savaşı’ndan sonra tekrar canlanan ge­
rici yeraltı hareketi. Bu çete k ap ü şo n lu u z u n palto lar giyiyor,
koyu renk kum aşın üzerine, meşale ışığında hayaletvârî bir gö­

9 Bir dönem “kompartmanda dehşet” adı altında pazarlanan, trenle seyahat


edenler için tasarlanmış, ağza takılan kurt dişi biçiminde oyuncak.
10 1493'te, idama mahkum ettiği oğlunun cezasını infaz edecek cellat bulunama­
yınca onu evinin penceresinden sarkıtarak kendisi asan yargıç. “Linç" kavra­
mı onun adından türemiştir.
11 l 923'te bir Eylül gecesi ABD'nin New Mexico eyaletindeki Albuquerque'de Ku
Klux Klan tarafından can kaybına yol açmasa da dehşet yaratan büyük bir
yangın çıkartılmıştı.
12 imdat, yangın var!
13 Cinayet!
14 Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya'da Nazizmin öncülleri arasında yer
alan radikal milliyetçi çevrelerin, “milliyetçiliğin düşmanı" olarak karalanan
devlet adamlarına dönük sistemli suikastleri kararlaştırdığı gizli -yasadışı-
“mahkemeler”.
423
rüntü oluşturacak beyaz işaretler işleniyordu. Avcı bıçağı sure­
tinde, küre, hilâl, haç, yılan, yıldız, kurbağa, tekerlek, kalp, m a­
kas, kuş, sığır suretinde işaretler vardı. Klan kendisini Invisible
E m pire,s olarak tanım lıyordu; im paratorluğun başında bir "Kra­
liyet B üyücüsü” b u lu n u y o rd u , o n u "Büyük E jd erh a”, "Büyük
T itan”, "Büyük Siklop” tak ip ediyordu. "Klan k u rtla n ” ve "Klan
kartalları" vardı, sırad an üyelerin isim leri p altolarında işaretli
şekillerle özdeşti. Dağlarda yaptıkları toplantılarda haç biçim in­
de bir ateş yakıyorlardı. Aşırı b ir başkalık yanılsam ası su n u lu ­
yordu bu tebdil-i kıyafetle; b u barbarca renklilik, kanlı m etalin
kendisini tabulaştırm asını sağlıyordu. Kızılderili hikâyelerine ve
totem lerine, b u n u n yan ın d a ortaçağ ın ağır cezalar veren gizli
m ahkem elerine, genel olarak, A m erikan m agazininin tasavvur
ettiği biçim de, m ünhasıran k aranlık dem ek olan ortaçağa bağla­
narak. Klan'ın m askeleri ilk faşist üniform alardı, onun çağrılan
da tem sil ettiği arzu imgeleriyle sağdan gelen ilk "devrim"e, linç
d e v rim in e ren k v e riy o rd u . H a re k e tin b a şla n g ıc ın d a , N isan
1868’de, A rkansas K lanının çağrısı, öğreticidir:

KKK
Özel Talimat No. 2
Ruh Kardeşleri; Şehitlerin Gölgeleri; kanlı harp sah alarının
hayaletleri; B rütüs’ü n takipçileri!!!

Toplanın, toplanın, toplanın. - G ölgeler bir araya geldiğinde, ay­


lar bulanıp yıldızlar titreştiğinde, M eclis Salonuna doğru akın ve
ellerinizi tiranın kanında yıkayın; ve gözünüzü lânetli hainlerin
listesine dikin. Zaman geldi. Kan akmalı. H akikat korunm alı.

' K aranlıkta çalış


Sularda gizlen
Ses yapm a
Havaya güvenm e
Kuvvetli ve kesin vur
İntikam ! İntikam ! İntikam !16
15 Görünmez İmparatorluk.
16 Orijinali İngilizce.
424
D oğrudan doğruya, zevk için adam öldüren K ürten'in cani di­
lini andırıyor; lâkin bir devrim ci maskeli balo eşliğinde. Sahici
İlkellikte m aske takan kişi, tebdil-i kıyafet yoluyla, m askenin
tasvir ettiği varlığın içine girm eyi zorlardı. Aslan m askesi takan
Vahşi aslan-kralın kendisi olur, o n u n gibi eyleyeceğine inanır.
Dans eden derviş, ekseni etrafında d ö n d ü ğ ü n d e, güneşin etra­
fında dönen göksel bir cisim gibi hisseder kendini; böylece g ü ­
neşin kuvvetlerini aşağı çeker. Uygarlaşm ış barb arlık ise m aske­
yi, ö n ü m ü zd ek i vakada yam yam m askesini, sadece bu arzu ido-
lü n ü n varlığına iştirak edebilm ek için değil, öncelikle bu m aske
aracılığıyla dehşet yaratm ak, dehşet salarak felcetm ek için kulla­
nır. Ve bu m aske kalıp çıkanlm ışçasına iyi otu rm u ştur, büyük
serm aye o n u çağırdığında, sahiden “aylar bulanıp yıldızlar tit­
reştiğinde” ve Kristal G ece17 sokağa çıktığında.

B a şa n k ita p la n , şurup gibi h ik â y e le r

Lakin kendini değiştirme zevkinin daha sevim li sahalara da salı-


nabilm esi gerekir. Ç ünkü tüm caniyane im gelerinin gerisinde,
k ü ç ü k burjuvaca bir allanıp pullanm ışlık vardır, vahşi Darkafa
eninde sonunda oraya kaçar. Başarı kitaplarının n esrinde ve sö-
züm ona şiirsel olarak işlenen ticart şekerlem elerde, kısacası m a­
gazinde, görü lü r bu. Başarı kitapları, insanın kendi talihini yap­
m asının -d irs e k le rin i k u lla n a ra k veya k u lla n m a d a n - yo lu n u
göstereceğini vaad ed en kitaplardır. K ozm etik nitelikli olabilir­
ler; bir eldivenden biftek yapmayı bildiği söylenen şu Fransız
aşçı gibidirler. G üzellik kraliçesi olm ası engellenene, bilhassa
şanslı keçilere yaşam m ücadelesi için akıl verenler de buna ekle­
nir. Bu izahat (adab-ı m uaşeret öğreten) çizim lerle desteklenir,
sonunda da büyük bir tabloyla m em ura hedefi gösterilir: yem ek
m asasında şefinin yanında oturuyordur, yanında şefinin yan ya­
rıya elde etm iş görün d ü ğ ü kızı vardır; h aşan kitabı, iç güveyliği
diye tercüm e edilen m onogam i ile sonuçlanır. Bu tarzın en yay­
gın serpildiği yer, Kuzey Amerika'dır: how to w in frien d s and to

17 9 Kasım 1938 gecesi Nazilerin bütün Almanya'da Yahudilerin ev ve dükkânla­


rını yakıp yıktıkları pogromun adı.
425
infulence people ™ işin bir parçasıdır bu. Bir “P opular guide to de­
sirable living”, 19 şu başlıklarla sunulur: “H ayatınızı nasıl yaşama­
lısınız; sağlığın sırlan; aşk ve evlilik; parayı nasıl kazanırsınız;
cazibeli olm anın yolu; çocuklarınızla ilişkide başarı; hafızanızı
nasıl keskinleştirirsiniz; bekâr ama aşk için asla yaşlı değil; in­
sanlara kendinizi nasıl sevdirirsiniz; kitaplar, tiyatro, m üzik vs.
hakkında nasıl sohbet etm eli” .20 Kısacası, küçük burjuva arzu
denizinde hakiki bir deniz feneridir bu kitaplar; ve Darkafa'ya
giden yolu gösterirler - yani arzu n u n hedefindeki kredili Darka-
fa'ya. Rasyonel başarı rotaları ve onların su n d u ğ u zafer ö d ülü
hakkında bu kadarı yeter. B unun yanında, - h iç şaşırtıcı değil-,
bir de irrasyonel rotalar vardır. İnsanın içindeki “gizli kuvvetle­
ri” uyandırır, m ıknatıslarlar. Tesbitleri şudur: “Bugünkü iş yaşa­
m ının yoğun talepkârlıgı ve baskısı, birçok beyefendide, en iyi
kuvvetlerinin zam anından önce zayıflamasına yol açıyor”. Öteki
cinsle ilişkilerdeki utangaçlığı alteder, salon aslanları yaratır, ha­
nım ların hayat gem iciğinin düm enini m em nuniyetle teslim ede­
cekleri erkeği m eydana çıkarırlar. Cinsel v u k u f tavsiyelerinde
b u lu n an la r da vardır, başarı k itap ları arasında - şayet sadece
ikam e işlevi görm üyor veya salt dikizcilere hitap etmiyorlarsa.
K üçük b u rju v a d a rk a fa lılığ ın ın d o ru ğ u n a , van de V elde’nin
“M ükem m el E vlilik”iyle erişilm iştir; hazza giden dolam bacın
pedanlik rehberidir bu saygıdeğer m üstehcen kitap. O nu çoktan
a rs am andi2' sayan şarap tüccarları için yapılan özel baskı, hile­
baz tacirin ana. sü tü n ü viskiyle seyreltm esine benzem iştir; b u ­
n u n yanında, b ir zam anların akıllı, öğütleyici vaftiz babası için
de bir ikame sunar. Ne var ki aşk geçici, sigorta şirketi ise kalıcı­
dır; bund an ötürü, hep ona veya ona yönelten güdülere adan­
m ıştır her ' başarı kitabı. N ihayete erm iş sevişm enin d ü ş kitabı,
A m erikanlığı çok daha belirleyici olan w ell-to-do22 b ilançosu­
nun, tuzu k u ru lu g u n d ü şü karşısında batıp gider. B undan ötürü
en sonunda, ‘kim seyi bulam am a' paniğinin tehdidi saracakken,

18 Nasıl arkadaş kazanır, insanlan nasıl etkilersiniz.


19 Arzulanır bir yaşantı için rehber.
20 Orijinali lngilizce.
21 Aşk sanatı.
22 Hali vakti yerinde olma.
426
zarafetle yoldan hafif içeri çekilmiş bir ev g ö rü n ü r sigorta pros-
pektüsünde; arkada orm an ve göl vardır, önde parm aklıktaysa, o
esnada evin güllerin bakım ını yapm akta olan beyiyle tatlı tatlı
kestiren hanım ına sigorta m aaşlarını ulaştıran sevimli posta k u ­
tusu. Yaşam rehberi tüm b u n la n vaad eder ve nesri tam am en bı­
rakıp şiire geçer; yani, bir başarı kitabına el atm ak zo runda olan
hiçbir kapitalist olm a heveslisi için artık bir gerçekliği kalm a­
yan, pem be-kırmızıya.
Bir talep ve iddianın peşinde çabalayanların hepsi hayal kırık­
lığına uğratılsa da, herhangi b ir talep ve iddiası olm adan o k u ­
yanlar uğratılm az. O nlara, magazin hikâyesi su n u lu r; herkesin
kendini ait hissedebildiği bir zam anın Almancası'nı çekip çıka­
rırken alacak aran lık tan , basbayağı A m erikanca yalan söyler.
Hep yokuş y u k a n , paraya ve parıltıya giden, kâgıt üzerindeki,
yalandan hayat hikâyelerine dikiz atılır. Yükselişi sağlayan püf
noktası da hep aynıdır, U pton Sinclair’in bir defasında dediği gi­
bi, im kânsız tesadüftür. H izm etçi kızlar başarılı altın arayıcıla­
rıyla veya çok geçm eden bir p etro l yatağı b u lacak olan altın
kalpli adam larla evlenirler. İpek çorap alabilm ek için her kalori­
den tasarruf eden stenocu kızlar bir m em ura rastlarlar, aşk ağla­
rını örer, âşık olan adam ona m âşukunun soylu varlığını keşfet­
me fırsatı veren m ütevazı gezintiler bağışlar, am a so nunda kendi
kendini keşfeder, kendi kişiliğinin şefi o lur ve gelini eve gö tü rü r
- sounds like magic, doesn’t it?23 Veya yoksul o ld u g u kadar da gü­
zel bir delikanlı gem ini koparm ış bir atı durdurur, bu sayede,
sonradan kansı olacak o la n zengin m irasyedi kadınla tanışır -
tekelci serm ayenin orta yerinde serbest teşebbüs için bir altın
yatak. M agazin hikâyesi, im kânsız tesadüflerle, hep böyle to plu­
m u n en tepelerine dogru özel-bireysel alt ü st oluşları gösterir.
Yanlış bir um utla çitin üzerinden en zengin çevrelere atılan ba­
kışlara aracılık eder; özellikle A m erika’da, m ilyonlarca insanın
ucuz şarap eşliğinde paylaştığı büy ü k ikram iyeye dair Epos'tur
bu. K üçük burjuvalar Almanyası’nda da, asla nesli tükenm em iş
olan geçen yüzyılın en darkafalı zam anlarından kalm a b ir ru h
haliyle yansır bu: “Yabani kekik yatağı olan bir yer biliyorum .”

23 Büyü gibi geliyor kulağa, degil mi?


427
Ya da hâlâ M arlitt24 tarzıyla: “Ve sonra, çm , çm , kışın görkem ine
k a n şa n şe n b ir çınlam a, gençliğin kalbinde m u tlu lu k sedası gibi
çınlıyordu, sadece tü m yaşam boyu neşe ve sevinci haber veri-
yorm uşçasına.” Veya rom antik-sağlam : “N asıl da h o ştu çiftlik
ev in in içi! Alt k attak i b ü tü n o d alard a ü z e rle ri renkli örtülerle
kaplı lam balar yanıyordu. Bugün karlı havadan ötürü alacaka­
ran lık alışılagelenden önce çökm üştü zira. B ütün sobalarda ka­
lın o d u n parçalarının harladığı ateş çıtırdıyor, dışarıda, geniş ön
avluda bile kocam an b ir eski m oda çini soba sıcaklık yayıyor­
d u .” Ya da rom antik-şeytanı, aynı sağlam nesirle de olsa, yine
k üçük burjuva hürm etin in , yüceltm enin aristokratik yüksek te­
pelerine yönelerek: “Bu eski saraylar, dışardan karanlık ve sus­
kun, içerden periler gibi - ihtişam lı sırm a işlem eli duvarlarıyla,
ağır kum aş kam plı kapılarıyla. Nasıl d a yabancı ve fantastik bir
sahne, şu yüzüm üze çarpan! H er k ap ı ağzında b ir e n trik a pusu
k u rm uş, am a yarı k aran lık k o rid o rlar b o y u n ca aşk n a rin d ü ­
ğüm lerini atıyor." Magazin hikâyesi, feodal imgelerinde en rik­
katli, kapitalist im gelerinde m ucizelere en fazla inanandır böyle­
likle. Yüksek tabakayla b an şı so lu r derin derin, o barışı öğret­
m ek, yaym ak, k orum ak istiyordur. Başarı düşüyle ilgilidir hep
bunlar, sürekli happy-end'e25 açık kollarla; tabii feodal-kapitalist
b ir happy-end olacaktır bu, başka b ir son yoktur, olamaz, olabi-
lemez, olmayacaktır. Yüksek tabakanın asalak yaşam ı yüksek bir
d ü zen o la ra k s u n u lu y o rd u r böy lece; se rv e t atıfettir. Zavallı
adam isyan etm eyecek, zengin m irasyedi kadının kucağına uça­
cak tır kendiliğinden. Bu m em n u n iy et vericilik, b u im kânsızlık,
beri yandan oyun kurallarına halel de getirm eyişi, başlıbaşına,
m agazin hikâyesinin m u tlu lu k kitsch’ini, çok daha az pasif olu­
şu nedeniyle soylu m uhafazakâr k ü çü k burjuvaların nefret ettiği
bayağı edebiyattan ayırır. Toplamda, b u yazılı kitsch d ü şü n ü n
ay n aların d a tesa d ü fte n başka b ir şey v u k u b u lm u y o rd u r ve
o n u n şanslı keçiye getirdiği rahm et, anlam sız u m u d u n D on Ki-
şo t’la n n ı çoğaltır, b ü tü n o A tlantik büyüsüyle.

24 19. yüzyıl Almanyası'nın popüler romancısı.


25 M utlu son.

428
27
P A N A Y IR D A D A H A lY l G Ö K Y Ü Z Ü S A R A Y L A R I
V E M A S A L L A R L A B A Y A Ğ I E D E B İY A T T A K İ S lR K

Ördekçik, ördekçik
İşte, Gretel ve Hansel.
Ne bir köprü, ne patika,
Alsana bizi beyaz sırtına
- Hansel ve Gretel

Sonra uyumaya gittik. Ben ama uyumadım, uyanık kal­


dım. Bir imdat düşünüyordum. Bir karara varmaya ça­
balıyordum. Okuduğum kitap, şu başlığı taşıyordu: “Si­
erra Morena'daki Haydut Mağarası veya Tüm Sıkıntıda-
kilerin Meleği." Baba eve gelip uykuya daldığında, ya­
taktan çıktım, odamdan dışan süzüldüm ve giyindim.
Sonra bir pusula yazdım: “Ellerinizi kanatasıya çalışma­
nıza gerek yok, Ispanya'ya gidiyorum. Yardım getirece­
ğim." Kâğıdı masanın üzerine bıraktım, bir parça kuru
ekmek koydum cebime, sonra misketten kazandığım
paradan birkaç kuruş. Merdivenden indim, kapıyı aç­
tım, bir kez daha nefes aldım, derin derin, içimi çekerek
ama sesiz, çok sessiz, kimse duymasın diye. Ve sonra
parmaklarımın ucuna basarak pazar yerinden aşağı inip
Niedergasse'den çıktım, Lichtenstein ve Zwicaku’ya gö­
türen Lungwite yoluna saptım; Ispanya'ya, soylu hay­
dutların, insanı belâdan kurtaranların ülkesine doğru.
- Karl May, Mein Leben und Streben
[Yaşamım ve Uğraşım]

Nasıl gemici mavalları, iyi gemici türküleri,


Bahsederse
Bunaltıcı sıcak ve soğuktan, fırtına ve rüzgardan,
Gemiler, adalar, maceralardan,
Defineler ve korsanlardan, ıssız adaya düşenlerden,
Sözün kısası eski kahramanlıkların sihrinden.

429
Bir vakitler tüm kalbimi sararak anlatukları
O eski tayfaların,
Sizi de sarar delikanlılar siz ki cinsiniz hepimizden.
Kulak verin bana!

Ama çok mu uyanıksınız nedir,


Unuttunuz zâhir, Kingston, Ballantyne, Cooper, kimdir?
Onlar ki, gençlik yıllarımda yere göğe koyamadıklarım.
Öyle olsun. O halde teslim olur, susarım,
Kahramanlarımla mezara inerim,
Onları ve eserlerini çoktan yutmuş olan o mezara.
- Stevenson, Define Adası
Mütereddit alıcıya ithaf edilen şiir

Plansız dönenip durmalarla, fantezinin plansız akınla-


rıyla, planlı felsefenin gayet itinalı düzenlenmiş mutfa­
ğında kullanabileceği avlar yakalanması, nadirattan
değildir.
- Lichtenberg

En iyi, akşama doğru anlatılırmış. Kayıtsız kalınacak kadar yakın •


olan kaybolur, daha iyi ve daha yakın görünen Uzaklar, yakına
gelir. Bir varmış, bir yokmuş: masalsılıkta bu, sadece geçmiş bir
şeyi değil, daha renkli ve daha hafif bir Başkayer'i anlatır. Ve ora­
da m utlu olm uş olanlar, şayet ölmedilerse, bugün hala yaşıyorlar-
dır. Masalda da acı vardır, ama geçer, hem de sonsuza dek. Kötü
muam ele edilen, yum uşak huylu Külkedisi annesinin m ezarında­
ki küçük ağacın yanına gider; ağaççık, sallan, silkelen; ağaçtan
bir kıyafet düşer, görkemli, p ın l pınl, Külkedisi’nin şimdiye dek
hiç sahip olmadığı gibi, pantolonu da som altından. Masal, so­
nunda hep altına döner, yeterince m utluluk vardır. Tam da küçük
kahram anlar ve yoksullar, yaşam ın iyi olduğu yere vasıl olurlar.

A k ıllın ın cesareti

H erkes b u iyiliği beklem ekle yetinecek kadar yum u şak huylu


değildir. Talihlerini aram ak üzere çekip giderler. Sertliğe, kabalı-

430
ğa karşı akıl. Cesaret ve hile kalkanları, akıl m ızraklardır. Zira
tek başına cesaret, kalın beyler karşısında zayıfların işine yara­
mazdı, onların kulelerini yıkmaya yetm ezdi. Aklın hilesi, zayıfın
insani tarafıdır. Masal ne denli fantastik olsa da, zorlukları aş­
m akta daima akildir. Ayrıca cesaret ve hile, m asalda, yaşamda
olduğundan çok farklı b ir itibar görürler. Sadece o kadar da de­
ğil: Lenin’in söylediği gibi, halihazır kısıtların ötesini hayalle-
yen, ‘elde b ir’ devrim ci unsu rlard ır bunlar. Köylü henüz beyin
m alıyken, yoksul m asal delikanlısı kralın kızını fethediyordu.
Alim H ıristiy an lık cadılar ve şeytanlar k arşısın d a titreşirken,
m asaldaki asker cadıları ve şeytanları habire kandırıyordu (sade­
ce masal, “aptal şeytan"dan bahseder). A ranan ve yansılanan, tâ
d erin lik le rin e k ad ar cen n e tin görülebildiği altın çağdır. Ama
m asal g ü n ü m ü zü n cennet sahiplerini örnek almaz asla; isyan­
kâr, kulağı kesik, uyanıktır. Bir fasulye filizine tu tu n arak gökyü­
z ü n e tırm anabilirsiniz ve orada g ö rü rsü n ü z ki m elekler para
öğütm ektedir. “Vaftiz Babası Ö lüm ” masalında, T an n 'nın ta ken­
disi yoksul bir adama çocuğunun vaftiz babası olm ayı teklif eder
ama yoksul adam ona der ki: “Senin vaftiz babası olm anı dile­
m em , çünkü sen zenginlere veriyor, yoksullara açlık çektiriyor­
su n ." T üm b u n la rd a , b u ra la rd a k i c e sa re tte , u y a n ık lık ta ve
um utta, b ir parça Aydınlanma vardır -A ydınlanm a'm n kendisin­
den çok daha önce. G rim m 'in m asalında, çekirdekten yetişme
bir sinek öldürücüsü olan cesur terzicik, dünyayı görm ek üzere
çekip gider, çünkü atölyenin o n u n kahram anlığına d ar geldiğini
düşünüyordur. Bir deve rastlar, dev eline bir taş alıp suyu sıkar,
b ir başka taşı artık görünm ez olacak kadar yükseğe fırlatır. Fa­
kat terzi, taş yerine peynirin lapasını çıkarak ve b ir k u şu b ir da­
ha geri gelm eyecek kadar yükseğe fırlatarak, deve ü stü n gelir.
Nihayet, m asalın sonunda, akıllımız b ü tü n engelleri aşarak kra­
lın kızım ve krallığın yansını elde eder. Masalda terziden kral
olması m üm kündür; büyüklerin tüm hasm âne hiddetini silip at­
mış, tabusuz b ir kral o lur bu. Ve dünyanın şeytanlarla dolu ol­
duğu bir eski vakitte, b ir başka m asal kahram anı, korkm ayı öğ­
renm ek üzere yollara düzülm üş bir delikanlı, korkuya topyekün
direnir; cesetleri ısınsınlar diye ateşe koyar, sihirli şatoda haya­
letlerle top oynar, kötü ruhların başını esir alır ve böylece bir

431
hâzineye erişir. Şeytanın kendisi de aldatılır b u m asalda; gariban
b ir asker, postalını altınla doldurm ası şartıyla ru h u n u satacağını
söyleyerek k a n d ım onu. Ama postalın altı deliktir, asker onu
derin b ir k u y u n u n üzerine yerleştirir, böylece şeytan sabah olup
ilk h o ro z öten e k a d a r çuvallarla altın taşım ak zo ru n d a kalır ve
so n u n d a tongaya basm ış olarak sıvışıp gider. D em ek m asalda
delik pabuç bile, onu kullanm asını bilenin işine m ükem m el ya-
ny o rd u r. Yalın arzuya ve hedefe erişm ek için başvurulan araçla­
rın masalsı basitliğine dönük sessiz - v e aydın lan m ış- b ir alay
yok değildir, fakat cesaret kırıcı olmaz. K urbağa kralın masalı,
arzulam anın henüz işe yaradığı eski zam anlarda başlar - masal,
eylem in ikam esi olarak da sunm az kendini. M asalın akıllı Au-
gust’u,26 kendini gösterm em e/saydırm am a sanatını pekâlâ tatbik
eder. D evin k u d reti, üzerinde delik olan b ir güç olarak tasvir
edilir; zayıf olanın zaferle içinden geçebileceği bir deliktir bu.

A n n u t piş a ğ zım a d üş, lam banın cini

İyi şeyler de, hiç g ö rü lm ed ik halleriyle, y ard ım cıd ırlar buna.


H er şeyden önce, en rahat ettiren türden arzu aletleri, sihirli bir
şekilde, zayıfa am âdedirler. G rim m m asallarından “M asacık, do­
n at kendini, altın eşek ve çuvaldaki so p a”da b u çok aşikardır:
b ir kahram an, evinden kovulm uş b ir oğlan, b ir m arangozun ya­
n ın a çırak girer ve eğitim ini tam am ladığında, g ö rü n ü şünde bir
hususiyet olm ayan fakat özel b ir m âhiyet taşıyan b ir m asacık ve­
rilir kendisine. “M asacık, donat kendini” dendiğinde, o dakika­
da, hiçbir lokantacının ted arik edemeyeceği kadar zengin yiye­
cek çeşitleriyle doluveriyordur m asanın ü stü - kocam an bir bar­
dak kırm ızı şarap da cabası. Bir d e m ucize işleyen eşek vardır
b u n u n yanında, istendiğinde arkadan ve önden altın çıkartıyor­
dur. E n nihayet çuvaldaki sopa da belirir; yoksul adam ın, zengin
ve m utlu da olsa b u dünyada onsuz yapam ayacağı sihirli silâhtır
bu. “M asacık, donat k en d in i"n in çok k ardeşi vardır arzuların
büyüsünde: Hauff’u n k ü çü k M uck’a [sinek] dair hikâyesindeki
uçan terlikler ve arzularını yerine getiren gezinti bastonu; “Sa-

26 “Soytarı" anlamına kullanılan halk deyimi “aptal August" zıddına çevriliyor.


432
id’in başına gelenler" m asalındaki b ir parça tahtanın, kazazede­
lerin altında bir yunusa dönüşm esi ve Said'i göz açıp kapayınca­
ya kadar kıyıya ulaştırm ası. G rim m ’in m asalındaki “Lustig [Ne­
şeli] Kardeş"in, arzu ettiği her şeyi içinde peydahlayabildiği bir
çuvalı. vardır; kızarmış ördekler, sekiz şeytan ... ve sonunda, çu­
valı havaya fırla ttığ ın d a , g ö k y ü z ü n e e riş tirir k e n d in i. Yine
G rim m ’in m asalında, m uazzam b ir çuvaldakisopa ile donanm ış
olan “Su Perisi”, kötü denizkızından korunm aları için çocuklara
arkalarına d o ğ ru b ir fırça, b ir tarak, ard ın d an b ir ayna attırır.
Böylelikle önce binlerce dikeniyle bir fırça dağı, sonra dişli dişli
bir tarak dağı, sonra da pürüzsüz kayganlıkta bir ayna dağı olu­
şur; öyle k i kötü denizkızı pes eder, karşıya geçemez. Sonuçta,
masalda oyun ve büyüye geçiş serbesttir, arzu emir olur, tatbik
etm enin zah m eti o rtad an k alkar - keza m ek an ın ve zam anın
ayıncılığı da. A ndersen’de uçan b ir b av u l T ürklerin ülkesine ta­
şır, şans kunduraları b ir adlî m üşaviri 15. yüzyıl K openhag’ına
geri götürürler. Binbir Gece M asallan'nda “Sihirli At" kanatlanıp
gökyüzüne u ç u ru r ve orada, kollarını göğsünde çaprazlamış, ar­
z u la n yerine getirenlerin en kuvvetlisi beklem ektedir: Lam banın
Cini. Bu en zengin masal, “A laaddin’in Lambası", am ade olm a­
yanın elde edilm esini sağlayan b ir dizi arzu alet-edevatı üzerine
k u ru lu d u r. O tlar yakılır, sahte am ca esrarlı sözler m ırıldanır ve
çok geçm eden m ağaranın kapısı açılır, A laaddin’in nam ına bi­
riktirilm iş saklı hazineler çık ar ortaya. Bir yeraltı bahçesi belirir;
ağaçlardan meyve yerine değerli taşlar sarkıyordur. Y üzüğün kö­
lesi, lam banın cini çıkarlar öne. ikisi de kudrete d ö n ü k kadim
arzu ların halüsinasyonlarıdır. ‘A rm ut piş ağzım a düş'teki gibi
belirli bir malla kısıtlı değildir bu kudret; lamba, efendisine ca­
nının çektiği her şeyi getirir, sınır yoktur. Lambanın cini sayısız
hazineye kavuşturur, bedene güzellik, söze ve ruha zarafet verir,
anında şövalyelik sanatıyla donatır. Geceden sabaha, dünya yü­
zünde görülm em iş b ir saray kurar; hazine odasıyla, has ahırla­
rıyla, silahhanesiyle. Taşlan akik ve kaym ak taşından, pencere­
ler m ücevherdendir. Basit b ir emir: ve lamba bir anda Çin'den
Tunus’a taşır sarayı ve sonra şıp, eski yerine - kapının önündeki
halı bile rüzgardan oynam az yerinden. Sahte amcaya neredeyse
dünyada olup biten her şeyi bilm e yetisi bahşeden sihirli tahta

433
da görm ezden gelinemez: “Sonra, günlerden bir gün, kum dan
bir oyun tahtası tasarladı, su retleri saçtı üzerine ve dikkatle o n ­
ların seyrine baktı; çok geçm eden b u suretlerin, gerek annenin
gerek kızların, seyrini tesbit etti kesin olarak.” Tunus'taki büyü­
cünün ta uzaklarda, Çin’deki -so n ra A laaddin’in kaldırdığı- ha-
zineden h aberdar olm asını sağlayan jeom antik27 levhanın aynı­
sıdır bu. D oğanın kendisinin, m asallar haricinde, insanlara ver­
m eyi reddettiklerini en kısa yoldan elde etm ek için bir dolu arzu
aleti, bir dolu via regia.28 Zaten teknik-büyüsel define kazıcılık,
bu tarz m asallardaki en masalsı yandır; ç ü n k ü pek az şey, a p a n ­
sız değişim m ucizesini, an id en gelen m utluluğu, b u lu n an define
kad ar iyi sem bolize ' edebilir. A laaddin m asalında b u n u n için
keskin zeka ve tü tsü lazımdır. E dgar Allan Poe’n u n dünyevileş­
tirilm iş “Zina böcegi” m asalında, Stevenson'un D efine Adası’nda
tek başına keskin zeka yeterlidir. Ama (macera hikayesine geçiş
yapan) b u yan-m asallarda bile, define gerilim kaynağı ve d ö ­
n ü m anıdır; bizzat yaşam ın sürgüsünü açıp parıltısına erişilm e­
sini sağlayan p ü f noktasıdır. Teknik-büyüsel masal ise ancak do­
laylı yoldan veya m ecburiyet halinde m ülkiyete yönelir; o, şeyle­
ri, her vakit el altında olacak kullanım m allarına dönüştürür.
Her insanın ayağını ona göre uzatacağı kısa yorganın yerine, do­
ğadan bir rahat döşek resmeder. Yönelimi, niyeti, -tü m ‘arm ut
piş ağzıma d ü ş’lerin ve sihirli lam baların anay u rd u n u yine bir
m asalla ad lan d ıracak sak - b o llu k diyarıdır. O radaki pişm iş ar­
m utlar [Pieter B rueghel'in bir tablosuna atıf], sanki toplum sal
bir masal, bir devlet masalı gibidir; m alları basittir, am a b ü tü n
ötekilerinkinden besleyici.

"Ş a rkın ın ka n a tla n n d a , ca n ım ın içi, taşır g ö tü rü rü m seni""

Korkm ayı öğrenm ek isteyen delikanlı, başta pek hafif .düşler


görüyordu. C esur terzicik de prensesi neredeyse amaçsızca elde
etm işti, bir kez yoluna çıkıverdiği için. B ütün masal kahram an­
ları m utluluğu bulurlar, fakat hepsi de d ü şü n d e kesinkes oraya

27 Eski Araplar ve Çinlilerde, kuma rastgele çizilen şekillere bakarak kehanette


bulunma sanau.
28 Kral yolu.
434
doğru yöneliyor değildir. Yalnız daha sonra (Hauff, E.T.A. Hoff­
m ann, Keller gibi çok değişik yazarlarca) yazılan -b u n d a n ötürü
hiç de daha k ö tü o lm ay an - sanatsal m asalların veya m asalvâri
efsanelerin k ah ram an lan aynı zam anda psikolojik yönden de
m asal kişiliği özelliği taşırlar, düşçü-ü to p ik bir tabiatları vardır.
H au ffu n k ü çü k M uck'u: talihini aram ak üzere yollara düşm üş­
tür, talihine ilişkin d ü şü n ü n peşinden gidiyordur. “Yerde güneş
ışığında parlayan b ir cam kırığı gördüğünde m utlaka cebine atı­
yordu, onun en güzel elmasa dönüşeceğine inanarak. Uzakta bir
cam inin kubbesi ateş gibi parladığında gözüne, b ir göl ayna gibi
göz kırptığında, sevinçle oraya doğru koşuyordu; b ir sihir ülke­
sine vardığını düşünü y o rd u çünkü. Ama gelin görün ki b u ya­
nıltıcı im geler onlara yaklaşınca kayboluyor ve çok geçm eden
yorgunlu ğ u ve açlık tan g u ru ld ay an m idesi, hâlâ ö lü m lü lerin
dünyasında b u lu n d u ğ u n u ona hatırlatıyordu.” E. Th. A. Hoff-
m ann'ın, açık seçik rom antik m âhiyetteki “yeni zam andan m a­
s a lla r ın d a k i “A ltın Çana k ” ta yer alan öğrenci A nselm us da,
başka türlü tuhaf am a yine d e m asala doğan b ir türe aittir. An-
selm us'un kafası da düşlerle doludur, ru h lar dünyası d a ona ka­
palı değildir, b u n d a n ö tü rü de yaşam da en beceriksiz kişidir.
“Dediğim iz gibi, öğrenci Anselm us ... öyle bir d üş kum kum alığı-
na daldı ki, sıradan yaşam la h er dış tem asa karşı hissizleşti. En
içlerinde, tanım adığı Bir Şey'in kıpırdandığını ve ona hazla dolu
bir acı verdiğini hissediyordu - in san a başka türlü, daha yüksek
bir Varoluş vaad eden özlem in ta kendisiydi bu. En çok istediği
şey, yalnız başına çayırlarda, orm anlarda dolanm ak ve o n u kısır
yaşamına bağlayan her şeyden ku rtu lm u şçasın a, sadece kendi
içinden yükselen o çeşit çeşit im gelere b ak arak k e n d in i yeniden
bulabilm ekti.” Böylece A nselm us yine de, o n u gem leyen talih­
sizlikler dizisiyle m ücadele ede ede, b u talihsizlikler ve daha be­
ter belâlar suretine b ü rü n m ü ş düşm an güçleri altedip, haykıran
Serpentina'ya29 ulaşır. Arşivci L indhorst'un mavi palm iyeli oda­
sında, parlak kristal çanların güçlü kuvvetli üçlü akoru altında
Serpentina g ö rü n ü r ve A nselm us ân ın d a o n u n d eğ erini bilir.
Anselmus, ışıklar prensinin kızıyla beraber b ir şövalyenin topra-

29 Dişi yılan.

435
gına çekildiği A tlantis'e varır. Zaten çoktandır b ir tım arlı çiftliği
vardır orada; iç d u y g u n u n m ülkü olan, düşlerde bir çiftlik. Bu­
d u r Anselm us, çökm üş Almanya’dan b ir öğrenci. O lm ası lazım
geldiği gibi, sanatsal m asalın veya Don Kişot cinsinden efsane­
n in b ü tü n arzu kişilikleri de yanındadır. Bilhassa, fantezi kuvve­
tiyle Kişot'a ait, am a eylem gücü bakım ından değil iseler.
Keller'in “Şövalye O lan Bakire” efsanesindeki Şövalye Zendel-
wald, bu tarzın en hayâlatçısıdır. B undan ö tü rü tüm üyle karar­
sızlık içinde yaşar, kendi dışında olup biten şeyler hakkında h e­
m en hiçb ir şey bilmez. Tabii, kendi yalnız kalesinde, dünya ve
kadınlar hakkında kurduğu arzu düşüncelerini de o oranda iyi
bilir. “R uhu ve kalbi bir şeye h ü k m ü altına aldığında, ki daim a
to p y ek û n ve ateşli biçim de vuku b u lu y o rd u b u , Z endelw ald
bunları gerçekleştirm ek için ilk adım ı atm ak tan kendini alam ı­
yordu. Zira, kendi içine d ö n ü k olarak baktığında h er şey berrak­
sa, mesele hallolm uş görünüyordu ona. Sohbet etm eyi çok sev­
m esine rağm en, asla talihini açacak, yerli y erinde bir sözcük
çıkm am ıştı ağzından. D üşünceleri sadece ağzının değil ellerinin
de öylesine ö n ündeydiler ki, düşm anlarıyla cenklerinde sık sık
m ağ lu b iy e tin k ıy ısın a g eliy o rd u ; ç ü n k ü a y a k la rın ın a ltın d a
uzanm ış yatan rakibine son darbeyi indirm ekte tereddüt ediyor­
d u .” Derken, d üşçü şövalyeye, tam ve sahici dünyadan çıkm akla
beraber, tahayyül gücü n ü d olduran nesnellikle tam tam ına örtü-
şen bir m üşteri geldi. Zendelw ald m ahdut gezilerinden birinde,
genç ve olağanüstü güzel bir zengin d u l olan Kontes Bertrade’yi
görm üştü; o n u n şatosunda b u lu n m u ş, kara sevdaya tu tu lm u ş
am a sessizce ayrılm ıştı oradan. Zendelw ald aylar boyunca ırak­
taki o efendi sınıfından kadından başka b ir şey düşünm em işken,
K ralın bir tu rn u v a düzenlediği haberi gelmişti. Kontes, Tanrısal
B akire'nin devreye girip, bunu h ak edeni zafere ulaştıracağına
kesin olarak inanarak, tu rn u v an ın galibiyle nikâh yapm ak isti­
yordu. Şövalye yola koyuldu fakat hem en yine eski imge ve dü­
şünce dünyasına kapıldı, arzu su istikam etinde tasavvurlara girdi
ve düşsel eserini inşa etti. “Şim di m acera o n u n tasavvurunda
ham le ham le ilerliyor, en iyi neticelere varıyordu. Hatta günler­
d ir sevgilisiyle baş başa tatlı konuşm alar yapıp duruyordu, yazın
yeşerttiği arazide atını sürerken. O na en güzel icatlarını anlatı­

436
yor, kadının çehresi sadık b ir sevinçle kızarıyordu; Tüm bunlar,
düşüncelerinde.” Ama hayâlat hızını kestiğinden, şövalye ancak
turnuva olup b ittik ten sonra vasıl olabildi. Şayet Göksel Bakire
arzu düşleri ile gerçeklik arasındaki çu k u ru d oldurm uş olmasa,
her şey boşuna olmuş olacaktı o n u n için. Ç ünkü Bakire tu rn u ­
vada bizzat Şövalye Zendelw ald’in suretinde çarpışm ıştı. Dahası
var: gecikm iş düşçü, hayretler içinde görür ki, güzel kontesin
yanında galip dam at olarak dikilen kişi, k endisinden başkası de­
ğildir. Aklı başından gitmiş, kıskançlığın acısıyla benzerini-raki-
bini yakından görm ek üzere sıraların arasından ileri atıldığında,
B ertrade’nin yanındaki sureti kaybolur, K ontes y ü zü nü gerçek
Zendelw ald'a d öner ve y anındakinin değişm iş o ld uğunu hiç fark
etm eden sohbeti sürdürür. “Bertrade ona gayet iyi bildiği bazı
sözler söyler, kendisi de b ir iki seferinde, daha önce bir yerlerde
sarfetm iş olduğu am a hiç hatırlam adığı birtakım sözlerle karşı­
lık verirken, bunları nasıl yaptığını hiç bilm iyordu Zendelwald.
Bir süre sonra fark etti ki, selefi, aynen k en d isin in yolculuğu sı­
rasında hayalinde k u rd u ğ u konuşm aları y ü rü tm ü ş olm alıydı.”
Böylece şövalye kontesle m utlu oldu; bu m utlu lu k , kendi d ü ­
şünden ve kendi m asalından çıkarak gerçek olm uştu. Masal gi­
bidir sahiden: Bizzat bir im an d ü şü olan Bakire M eryem, son de­
rece n arin , neredeyse enkaz halinde bir w ishful th in k in g 30 ile
düşçüye, m ucizeler diyarına girm esi için yardım etmiştir. Tabii
ne Anselm us ne zayıf Zendelw ald içe dönüklük lerin d en çıkarlar
- perinin efsaneyi toprağa indirdiği yerde bile.

“İleri, çıkışta ki d ü zlü k le re doğru,


orada en g ü zel y e r i b iliy o ru m ”
t
Lakin bu tarz sabah, sadece içerden beslenm ez. Küçük M uck'un
cebine attığı parlayan cam kırıkları, dışarıdan da, d u rd u k ları
yerde, dış alanda da parlıyorlardı ona pekala. A rzu im gelerinin
içe d ö n ü k lü ğ ü n ü n akıı.ından çok önce, doğanın m asalsı h a d an
tarafından u y arılır b u im geler - bilhassa b u lu tla r tarafından.
Yüksek ıraklar, kuleli, harikalı b ir d ış ülke, ilkin bulutlarda g ö ­

30 Arzuladığını düşünmek.
437
rünür, kafalarım ızın üzerinde. Ç ocuklar ak b u lu t kubbelerini
karlı dağlar yerine koyarlar, gökyüzünde b ir İsviçre gibi görür­
ler; kuleler de b u lu n u r orada, dünyadakinden daha yüksek k u ­
leler - kafi derece yüksek. Özlem, bu gençlik için en kesin Varo­
luştur; güneş battığında, çekip giden akşam kızılı daha da güç­
lendirir bunu. L agerlöfün “K üçük N ils'in yaban kazlarıyla seya­
h ati” m asalındaki oğlan, kuşlarla beraber onların pırıltılı ve şar­
kılı yolunu kateder. Güneye, dünyadaki göksel kulenin yüksel­
diği, denizdeki m esut Vak-Vak adalarının olduğu yere giden yol­
d u r bu. Ç ü n k ü d e n iz in ilk im g esin in k ö k ü de çoğu insanda
uzak göklerdedir ve oraya uzanır. Yani b u lu t masalsı bakışta sa­
dece kule veya karlı dağı değil, aynı zam anda gök denizinde bir
ada veya gem idir; b u lu tu n yelken açtığı m avi gök de okyanusun
aynası. Değil m i ki, kafalarım ızın üzerindeki ıraklar, bulutlarıyla
hava denizi, dünyevî kıyılarla sınırlı değildir, onları yansıtm akla
kalmaz. Demek, gök m avisinin geçtiği b ü tü n masallar, bu mavi­
yi dev bir ü st denize daldırırlar ve seyahat zorlanm adan kıyıya
ulaşır; bilhassa b u fanteziye el uzatan b ir kıyıdır bu: sabah yıldı­
zı. Tüm bunlarda yine kadim yıldız m itolojisinin kalıntılarının
etkisi vardır - ta paraya dönüşen yıldızlara kadar.31 Fakat ku ş­
lardan daha uzaklara, daha yükseklere göçen m asalların onlara
ihtiyacı, Hıristiyan göğüne duydukları ihtiyaç kadar azdır. Tüm
onlar olm adan da kendi acaip b akışlarına sah ip tir m asallar ve
acaiplikleriyle, ru h h alin in parıltısını gayet kozm ik biçim de dı­
şarı taşırlar ve burada her şey şiir kokar. Misal, G ottfried Kel-
ler'in “Yeşil H einrich”inde, Bayan M argret’in tıpkı bir ulak gibi
gökkuşağı ışığı aracılığıyla sevk ettiği masal m ahlûku. Cam k ırı­
ğı parıltısı, ütopyası ve büyüden arındırılm ış dünyadan daha gü­
zel bir şey elde ettiğinde kendisinden utanm ası gerekmeyen bil­
gisizliğiyle b ir başka küçük M uck olan Bayan Margret, eskici ve
n adir eşyalar d ükkanının enkazı altında yaşar. Gaip, sızıp gelir
ve d u yuru r kendini; bizzat gün ışığı, uzak ülkelerden ve pagan
kitaplarından im gelerle tasvir edilir: “O nun için her şey önem li
ve canlıydı; güneş bir bard ak suda ve bardağın içinden cilalan­
m ış m asada yansıdığında, orada oynaşan yedi renk, bizzat gök­

31 Grimm Masallarından bir imge.


438
lerde olm ası gereken ihtişâm ın dolaysız bir parlam asıydı onun
için. Diyordu ki: ‘Şu güzel çiçekleri, çelenkleri, yeşil kırları, kır­
mızı ipek tülleri görm üyor m usunuz? Şu k ü çü k altın çanı, şu
güm üş çeşmeyi?’ Ve güneş ışıklarını odaya her gönderdiğinde,
hep bu deneyi yapıyordu; göğe bakm ak için, söylediğine göre.”
Bu çocukluğu kayıt ve tasvir eden, gerçekçi Keller'dir; b u çocuk­
ça tavır, m asum bir ru h haliyle, canlı olan h er şeyi d o lduran gü­
neşe doğru tazyikini sü rd ü rü r ve süsler bunu. Iraklar, istiridye­
nin içinde deniz gibi güdüyorsa, prizm ada da lim an ışıklan gibi
görünüyor olm alıdır - Bayan M argret’in kaçık mucize ışığı gibi.
Masalın b ir itirazı yoktur buna. D üşün resmetmesi, yani resm en
kendi kıyılarının haritasını çizmesi bile m üm kündür. D üşün yö­
neldiği, orada yaşadığı fantezi im gelerini, m asalsı bir düzen için­
de seçip aldığı dış a la n z a te n b u n a d av et eder. “B ru sh w o o d
Boy''32 adlı d ü ş m asalında Kipling, oğlanına tam da böyle bir ha­
rita tasarlattırır ve bu harita üzerinde seyahat ettirir onu. Hong
Kong bu haritada “D üşler O kyanusu” ortasında bir adadır, kıyı­
sında M erciful Town, yani M erham etli Şehir yer alır; “gariban çu­
valını yere bırakır, h asta ağlam ayı u n u tu r ” orada. B rushw ood
B oy , düşünde, çocukluğundan beri kafasında kurduğu kızla be­
ra b e r o tu z m illik at g e z in tisin e çıkar. D ü şled iğ i B ru sh w o o d
G irl’le33 beraber kum ullardan, steplerden, arzuladığı coğrafya­
nın akşam ışıklarından, “m ucize ve m antıksızlık vadilerinden"
geçer. Sonralan, erişkin olduğunda söm ürge subayı olarak gittiği
Doğu Asya'nın gerçekliği karşısında da m ucize ülke kaybolmaz;
H ong Kong bir şehirdir am a yine de b ir ada olarak kalır, düşsel
harita geçersizleşm ez. “P olicem en D a y ”34 d ü zen li olarak k ö tü
gerçekliğe uyandırsa da, gerçek dünya düş haritasını soldurm az.
Kahram anın arzu imgesi bu masalda yalın gece düşleriyle birbi­
rine karışır. Ama öyle bir karışım dır ki bu, gece düşlerini, aslo-
lan gündüz düşü n e dair içgörüye zorlar; arzulanan ü lke Hindis­
tan'ı ve gündüz düşünde arzulanan prensesi hayallem eye iter.
Kipling’i masalında aşık olunan kız da, bir garibin kendi kendi­
ne düşündüğü, düşsel ziynetlerle süslediği ve Fata M organa’da

32 Çalıhklann Oğlu.
33 Çalılıkların Kızı.
34 Polislerin Günü.
[serap] ağırladığı kız değildir sadece. Brushwood Girl de pekala
bir varoluşa sahiptir, kendine ait ve onunkiyle özdeş d ü şü n d e
karşılaşır kahram anıyla. Böylece sonuçta iki d ü ş öznesi birbirle­
rini reel olarak da keşfedip buluşur, aşk m istisizm i içinde H in­
distan’larına da yeniden kavuşurlar. D ahayüksek b ir düzene sa­
hip bir reel H in distan'dır bu; düşlenen ülkenin vaad ettigi, ona
vesile olan fantezi m addesinin de reddedilm ez ardyöreyi o lu ş­
turduğu H indistan. Zaten, bulutlar, gök mavisi, gökkuşağı hari­
cinde, m u tla k Şark degil m idir b urası, G anj k ıy ılarının geniş
çevresinde, m asalın dış alanda m ev cu t olana bağlanm asını ko­
laylaştıran, bizzat m asalsı bir dış dünya. B rushw ood B o y evinde­
d ir orada, orada cangıl insanı içine alır ve masalda baştan aşağı
iç ülke ve yurt olan bir dış ülkeye bakışın ufkunu açar. Güney
denizi, firuze yeşili gözyüzü, kubbeli pazar yeri, esrarlı ev - tüm
bu O ryantal senaryolar m asaldaki arzuya en hısım olanlardır,
hiç dayanamaz, onu içlerine alırlar. Sebebi hiç de basit değildir
bunun: elbette, m asal m addesinin çoğu Şark kaynaklı, özellikle
H indistan k ökenlidir ve yine Şark'a dönm eye meyleder; m asalın
doğası da, işte b u lu t ve gökyüzünde k u ru lan akşam şatosu da,
hatta Alman masal orm anı da M orgenland'ın35 kıyısındadır. O ra­
da, kim i G rim m m asallarında zikredilen asilik d o ruğuna çıkmaz
gerçi, fakat m ucizevî olan, m acera ve büyüselliğin coğrafyası en
yüksek m ertebesine ulaşır; Binbir G ece’n in ark etip ik parıltısını
oluşturur. Hong Kong adasında da olabilir o, B rushw ood G irM n ,
m ucize kadının Imago'sunda da; en içe d ö n ü k masal, bu dışsal
m ek ândan bir parça taşır içinde. H ind O cean o f D re a m s 'd e 36
ıraklardan gelen ve bizzat seyahate sevkeden imgede.

P anayırdaki ve S irk te k i G ü n e y D enizi

Iraklar gence gayet d uyusal bir etkiyle işleyebilir ve o n u n nez-


dinde halihazır olabilir. Renklerle ve suretlerle, et gibi çiğ, Ital­
yan kasabın o ete sokuşturduğu k ü çü k bayraklar gibi renkli. Pa­
nayırdaki barakalar da tam uym azlar oraya, tıpkı beraberlerinde
taşıdıkları, hep yeniden tozu alınan, hep yeniden örtüsü indiri­
35 Güneşin doğduğu ülkenin/Şark'ın.
36 Hayaller Okyanusu.
440
len büyü gibi. Anorm al bir yabancı gibi etki eder, kuşkusuz niza­
m i ve hilebazlık dolu d u r ama ne olursa olsun, darkafalı küçük
burjuvanın kadim gençlik ve halk neşesine duyd u ğ u hiddetten
daha içeriklidir. Gemili baraka-dükkânlar böyle yanaşırlar kıyı­
ya, Güney Denizi basit ve karm aşık am a m ahvolm am ış ru h hali­
nin hizm etine sunm ak üzere sürü k lü y o rd u r onlan; çadırlı gem i­
ler, tozlu şehirlerde kısa süreliğine dem ir atarlar. Deniz felâketle­
rinden korunm a adına azizlere adanm ış resimlerle harem in ke­
siştiği, soluk yeşil veya kana susam ış imgelerle dövm elenm işler-
dir. Motor, yabancı, semiz, gayııinsani, soluksuz-hantal tınılı o r­
kestrayı seslendirir; bu arada, girişe sıkı sıkıya vidalanm ış vazi­
yette dans eden b alm um undan bir kıza bağlanm ıştır. Ve vidalan­
mış balm um undan dans eden balm um una geçiş yapan, ara ara
da tam o d urum da titreye titreye, tam hiçbir şeyden korkm ayan
tellâlın hem en arkasında kalakalm ak üzere kafasını arkaya çevi­
ren, delice bir kaymayla. Bu şekilde m edh-ü senâ edilen dünya,
zifaf döşeğinin sırlannı saklar, aynca bir kenarda sakat doğum un
ve b ir başka kenarda d a tabutun sırlarını. “Bayan bedeninin şa-
hâne üst kısm ını sizler için açacak, insan plastiğinin sırlarını gö­
receksiniz”. Ama şöylesi de vardır: “Profesör Mystos akşam saat
dokuzda, tam öldüğü saatte, b ir Mısır mum yasını yaşama d ö n ­
dürecektir.” N adir insanlar ve sanatları, anorm alliğin şapellerin­
de, k e n d ile rin i seyre su n arlar. Kılıç y u ta n adam , ateş y u ta n
adam, kesilm ez dilli ve dem ir kafataslı adam , yılan oynatıcı ve
canlı akvaryum. Kanlı Türkler, balkabağı kılığına girm iş adamlar,
devanası kadınlar vardır: “Doğa onun bedeninin m addesini oluş­
tu ru rk en öyle m üsrif davranm ıştır ki, kemale erdiği süreç içinde
hacmi iki yüz kiloya ulaşm ıştır.” A norm al yabancıya daim a m a­
saldaki yabancı da katılır - keza korku rom anındaki de: O ryantal
labirent bahçeler, kör kuyular, perili saray. Panayır budur, köylü
usûlü rengârenk bir fantezidir, A m erikanlaşm ış büyük şehirlerde
gerçi giderek hoparlörlerle, teknisist eğlence tesisatıyla gösterir
kendini, fakat Ortaçağ Güney Denizi, -m ecaz yerindeyse-, arzu
ülkesi olarak kalmıştır. Hele O rtaçağdan da çok gerilere giden se­
yir tarzında, panayırın daha üst m ertebesinde, Circenses37 tama­

37 Sirk oyunları.
m en perdesizdir. Zira çok sayıda baraka m ucizesi bir çatı altın ­
da toplanır, b ir halkaya girer ve hayvan terbiyeciligi38 de buna
katılırsa, G üney D enizi Kolosseum 'a veya Sirk'e dönüşür. Balmu­
m u n d an su retlerin oyuncak-m inyatür ev benzeri havası, her ne­
vi ölü taklidi, m ekanik org, tabii eksik kalır burada, çünkü sirk ­
te h e r şey yaşam dır. Sahneyle, vitrinle, perdeyle, örtm eyle işle­
yen panayırdan farklı olarak sirk tam am en açıktır; manej bunu
saglar. Evet, sanatın tan ıd ığ ı yegane dürüst, k ö k ü n e kadar dü­
rü st tem sildir bu; daire olm uş seyircilerle araya hiç duvar konu­
lamaz. Yine de yabancılaşm a olur; taklalar, insan bedeninin en
dışsal perform ansıdır, am a yine de b ir perform ans koyuyordur;
hokkabazlar çıkarlar am a hokkabazlık yapmazlar. Yeşil arabala­
rındaki çingeneler tarafından yapılıyora benzeyen, en yaşlı o k u ­
y u cu n u n hatırlayabileceginden bile eskiye, belki de tarih önce­
sine uzan an sirk sanatı, yine de san atta b ir tü r burjuva d ü rü st­
lüğü ve böyle b ir d ü rü stlü ğ ü n num unesidir. G ardrop ve ahır dı­
şında kulisi olm ayan b ir m ekândır, aralarda b u raları h erk es gö­
rebilir, her şey p ırıl pırıl aydınlatılm ış m anejde, aynı çatı altında
trapezde olup biter - ve b u n a rağm en yine de b üyülüdür, sıradı-
şılıgın ve dakik b ir çevikliğin kendine m ahsus düş dünyasıdır.
Kipler pek az değişm iştir, saygınlar, kom ikler ve jim nastik tip­
ler, tıp k ı görülecek hayvan türleri gibi kararlaştırılm ıştır: filler,
aslanlar, tırısta dön ü p d u ran atlar, elinde kam çısıyla direktör,
geçişlerdeki gösterilerde çıkan im ra h o r39 binici kız, ip cam baz­
ları ve diğer akrobatlar, - y a n ölü m ü n kıyısında, y an hava cin i-,
hayvan terbiyecileri ve zincirkıranlar. Sirkin aynı zam anda fası­
lasız halk eğlencesi olm asını, işte o fasılalarda çıkan palyaçolar
sağlarlar. E lisabeth çağının ışıltı ve p u d ra sın d a n , k ırm ızı top
b u ru n lu , siyah-beyaz sırıtan ağızlı serseriye, yoksulluğun tacı­
na, soytarılığa kadar uzanır, palyaçoluk. Hepsi, d o s t b ir m ekana
dönüşm ü ş b ir Kolosseum 'a ait kişiliklerdir; ikincı kısım da çıkan
gösteriler veya pandom im ler iyice öyledir. Temsil, bu tü rü n en
güzel m üziği ile, F u c ik ’in G ladyatör M arşıyla açılıp, Per aspera
ad astra40 m arşın a bağlanır. Sirk bug ü n hâlâ en ren k li kitlesel

38 Mrnageri^Manej.
39 Ahır amiri.
40 Sarp patikalardan çıkılır yıldızlara.
442
gösteri veya sansasyon im gesidir; en eğlenceli hale getirilm iş
Roma Arenasında A rap fantezisidir.
Baraka ve çadırın a^yna tuttuklarına, nadiren tekrar ayna tu tu ­
lur. Eğlencenin pek tekin olam ayacak olm asına, çehresinin sa­
pada kalmasına ragm en, sürrealist açıdan bile yapılm am ıştır bu.
B alm um undan figürün k o rk u n u n sularına dalm asına, yerde ka­
yan palyaçonun Bilinmeze sarkm asına ragm en. Sadece M eyrink
bu dünyadan o n u n kendi m asalını, kendi bayagı edebiyatını çı­
karm ıştır, şakacılığıyla, hısımlığıyla, kötü yazılmışhgıyla, tekin-
sizliğiyle, hepsi beraber. M uham m ed Dara Şukoh'un41 O ryantal
P anoptikum ’u n u tasvir eder gibi: “G irişteki m oto ru n tem posunu
düşü rd ü ve org benzeri bir çalgı başladı. Sendeleyen, soluksuz
bir m üzik - aynı anda hem tiz hem boğuk, tuhaf, sanki su altın­
dan geliyorm uşçasına yum uşam ış sesler. Çadırda balm um u ve
için için yanan gaz lam balarının kokusu. Program ın büyük nu­
marası olan Şarkın incisi Fatm a, tem silini tam am lam ıştı ve se­
yirciler oradan oraya akıyor veya önünde kırm ızı b ir örtü gerili
duvardaki dikiz deliklerinden, Delhi'nin fethini canlandıran ka­
ba resm edilm iş bir panoram aya bakıyorlardı. Başkalarıysa ses­
sizce bir cam dan tab u tu n önü n d e toplanm ış, ölm ekte olan bir
Turko’ya42 bakıyorlardı; adam zorlu k la nefes alıyordu, çıplak
göğsü bir top m erm isi tarafından parçalanm ıştı, yaranın cidarla­
rı yanık, mavimsi bir renk almıştı. Balm um undan yapılm a figür
k u rşu n renkli kirpiklerini kaldırdığında, kutudan hafif hafif sa­
atin zem bereğinin tıkırtısı işitiliyordu.” Vaz’edilm iş, böyle ol­
m akla da azalm ayan bir dehşet burada tekrar vaz’edilir; etkile-
nim /izlenim içinde ve ona dönük olarak. Lakin panayır ve sirkin
bununla bağıntılı düş ışıkları da eksik değildir. M eyrink'in “Go-
lem ”i panayıra dair masalsı bayağı edebiyattır; sirk seyriyle su ­
landırılm ış “Yeşil Surat” da öyle. “G olem ”: bu bayağı rom anda
işlenen, -p a rm a k hesabıyla k o n tro l ed ilem ey en - h o kkabazlık
sırlarından fazlası değildir - am a daha azı da değil. Sokaktan
içeri sızan gayda sesi vardır burada, yatağın ayak u cunda ay ışı­
ğı, b ir parça yag gibi g ö rü n e n so lu k b ir levha, kapısız oda,

41 17. yüzyılda Hindistan'da egemen olan Moğol hükümdan.


42 19. yüzyılda Cezayir'deki Fransız ordusunda görev yapan yerli piyadelere ve­
rilen ad.
443
Prag’da h erhangi bir yer, m u k im i G olem , G olem ’in o d asının
pervazları taştan, misafir bunlara tutunur, bakar, b ak ar ve düşer
aşağı, çün k ü taş yağ gibi kaygan. Bir ‘güzel M iriam' dolanıyor-
d u r bir de ortalıkta, kem ale erm iş bir balm um u düşü; kızın evi
gün ışığı altındadır,' Y unanistan'ın sırlarının fâş edildiği baraka­
nın onaltı yaşından küçüklere yasak olm ası gibi girilmezdir, yıl­
d ızların yaşamı gibi. Bohem yalılıkla n üktedanlığın tuhaf karışı­
mı, bu yazı türüne uygun biçim de âhengi bozar, tâ sürrealizm e
varana kadar; fakat çift anlam lı, iki başlı alegorik tarzla bağlantı­
lıdır. Dali’nin, hatta Max E m st’in resim leri, şakayla derinlik, fe­
rahlıkla dehşet arasındaki benzer bir karışık havada devinirler;
b u n u n m odeli, aynı anda hem m izahî devinim hem M edusavâri
b ir kasılm a halindeki balm um u figürüdür. M eyrink'le beraber
değişik derecelerden panayır b ü y ü sü n ü n tam am ı anlam sızlıktır
ve gerek oyuncular gerek yazarın b u n d an şüphesi yoktur; fakat
b ir özlem b arın ır b u n u n içinde, gerçi keskin ve aldatılabilir,
ucuz ve kuralsız olm akla beraber zırva değildir. Bu, dünyada k e­
narda kalanlardan ve tuhaflıklardan oluşan bir s u re t inşasının,
nesnel b ir özellik olarak nadir'in özlemidir. Dali ve M eyıink, be­
raber, elbette aşılacaklardır, ele aldığım ız d u ru m d a doğaldır bu;
o k ad ar doğal olmayan, ancak horlayıcı bir ürpertiyle ü stünden
geçilen d u ru m ise, keza g ü lü n ç-tu h af olandan, kötücül-m izahî-
den anlayan ve bu tarza bağlanm ış olabilecek bir b ü yük şairin,
m etafizik zilleti benim semesidir. Bu şair G ottfried Keller’d ir ve'
o n u n 1848'deki “Düş K itabı”, K onuşm a'nın üzerinde olanla, asla
tam olarak konuşm aya yansıyam ayanla ilgili şu beyanda b u lu ­
nur: “B alm um undan figürlerin olduğu b ir m üzeye girdim ; bu
h ü k ü m sahipleri m eclisi pek hırpanî ve ihm ale u ğram ış görünü­
yordu, ü rk ü tü cü b ir yalnızlık vardı. A ralarından, bir anatom i
koleksiyonunun görülebileceği kapalı b ir odaya doğru seğirttim.
Burada insan bedeninin hem en b ü tü n azalan b alm um undan ya­
pay olarak yeniden imal edilm iş halde m evcuttu; çoğu hastalık­
lı, korkulu vaziyette yapılmıştı. İnsan hallerinin son derece aca-
ip bir genel k u ru lu y d u bu, sanki Yaratıcı’ya gönderecekleri bir
m esaj üzerine m üzakere ediyorlardı. Bu saygıdeğer topluluğun
dikkate değer b ir bölüm ü, en k ü çü k em briyodan tam am lanm ış
Fötus'a kadar oluşum halindeki insanın biçim lerini ihtiva eden

44
u z u n bir d izi kavanozdan oluşu y o rd u . B unlar b a lm u m u n d a n
değildi, doğal yold an oluşm uşlardı ve alk o lü n İçinde pek m ah ­
zu n duruyorlardı. D erin düşüncelere dalm ış halleri, b u çocukla­
rın aslında b u m eclisin k endisine ü m it bağlanan gençliğini tem ­
sil ediyor olm ası itibarıyla daha da göze batıyordu. D erken ani­
den yandaki ip cam bazlarının sadece ince b ir tahta perdeyle ay­
rılm ış kulübesinde davullar ve zillerle gürültülü b ir m üzik baş­
ladı. ipe çıktılar, duvar titredi; k ü çü k şahsiyetlerin sessiz dikkati
darm adağın olm uştu. Titreştiler ve yan taraftan sesi gelen vahşi
polkanın ritm iyle dans etm eye koyuldular. A narşi başladı; m esa­
jı toparlay ab ild ik lerin i san m ıy o ru m .” G enç Keller’i b u k a d ar
alıntılam ak yeter. Burada da ince m izah d ik k a t çeker, n ükteyi iki
kat şakacı biçim de kullanan şu alaycı sam an altından su yürüt­
m e tarzıyla beraber. Asla basit olm ayan am a asla dekadan da ol­
m ayan kadim halk neşesi, k e n d in i p anayırda m uhafaza eder,
orada m ültecidir. Bir parça sınır toprağıdır orası, giriş ücreti faz­
lasıyla d ü şü k tu tu lm u ş ama k o ru n m u ş anlam larla, nadir-ütopik,
gaddar teşhir içinde konservelenm iş, vulger b ir ardyöresellikle.
Ö zgül arzu bölgeleri p e k az araştırılm ış b ir d ü n y ad ır bu. Son
olarak Barok'ta adlandırıldığı biçim iyle “N adirattan O lan”, b u ra­
da suyun üzerinde kalır, ayağı toprağa basar.

Vahşi m asal: bayağı edebiyat

Masalda da h er şey baştan itibaren yum uşak yum uşak cereyan


etmez. Devler ve cadılar vardır, ö n ü n ü kapatırlar, gece boyu d e­
lirtir, y o lu n u şaşırtırlar. H ad d in d en fazla yum uşak veya aceleci
gök m avisinin karşısında, ender o larak m asaldan sayılan, vahşi
am a keza sürükleyici b ir m asal tarzı daha vardır. H em en hiç iti­
barı yo k tu r bu tarzın; kolaylıkla bayağılığa düşm esinden dolayı
değil de, egem en sınıf Hânsel ile Gretel'in dövm elisini sevm edi­
ğinden. Sürükleyici m asal m acera hikayesidir ve bugün en iyi
biçimiyle bayağı edebiyatta yaşam aktadır. Ç ehresinde, nahoşlu-
ğu tanınm ış b ir varlığın ifadesi olur, çoğu kez de öyledir zaten.
M am âfih bayağı edebiyatın çehresi, harcıâlem olarak, m asallar­
d an hatlar taşır; zira o n u n kahram anı, m agazin hikâyesindeki
gibi talihin kucağına düşm esini beklem ez, o n u kendisine fırlatı­

445
lan bir torba gibi yakalayacakm ışçasına eğilmez de. Bu kahra­
man, halk m asalının fakir ‘Derisi Kalın'ıyla akrabadır, cüretlidir,
cesetleri ateşe atar, şeytana pabucunu ters giydirir. Bayağı edebi­
yat kahram anında da, tıpkı o k uyucularının çoğu gibi, kaybede­
cek bir şeyi olm am anın cesareti vardır. Burjuva hergeleliğinden
onaylı bir parça da nüfuz eder işin içine; delik deşik olm uş ama
ö lm em iştir; geri d ö n d ü ğ ü n d e , palm iyeler, bıçaklar, A sya'nın
kaynaşan şehirleri vardır etrafında. Bayağı edebiyatın düşü: ‘sı­
radan gündelik hayat - bir daha asla’dır. Son'da ise: m utluluk,
aşk, zafer vardır. M acera hikayesinin yöneldiği ihtişam a, m aga­
zin hikayesindeki gibi zengin evlilik veya ona b enzer şeylerle
değil de, d ü şü n Şark'ına yapılan etkin seferle kavuşulur. Nasıl
magazin hikayesi tarifsiz biçimde yozlaşm ış destandan birşeyler
taşıyorsa, bayağı edebiyata da şövalye ro m a n la rın ın , G alyalı
Am idis'in, so n am a hala görülebilir ışığı d ü şm ü ştü r. B udur kay­
nağı, en eski kahram an hikayelerinden, kahram anın aynı anda
on şövalyeyi bastırdığı W althari43 şarkısından, veya Kral Rot-
h er'le bir aslanı duvara fırlatıp param parça eden güçlü Aspri-
an 'ın destan ın d an bilinen b ö bürlenm elerin. F ilistenlere karşı,
mezar yazısı yirm i yaşındayken belli olan bir hayata karşı, ocak
başı m uhabbetine ve ju s te milieu'ya44 karşı Pathos da bundandır.
Sahici masal halesi oluşur, vahşi bir tarzda: “kızgın ateşi ve so­
ğuğu, fırtınaları ve rüzgarları, gem ileri, adaları, m aceraları, terk
edilm işleri, hazineleri ve k o rsan ları”yla Stevenson d ünyasının
halesi. Ve tü m bu g ru b u , bilhassa deyim yerindeyse özürleri
yoksa, yani işini edebî ö zg ü rlü k te n y o k su n h alletm ek d u ru ­
m undaysa, b ir leş kokusu sarm ıştır. İkili b ir k o k u d u r bu, Kuk-
luxculara ve faşistlere işaret ediyor ' olabileceği, hatta onları özel
olarak cezbedebileceği gibi; sakin burjuvazinin, gariban tarafın­
dan yakılan kam p ateşinin ölçüsünün kaçabileceğine dair haklı
şüphesine de işaret eder. Her m acera hikayesi “dua et ve çalış”
ah la k ın ı bozar: tik em rin y erin e k ü fre tm e n in h ü k m ü sürer,
ikincisin in yerineyse korsan gem isi ve h ü k ü m d a rın paralı aske­
ri olm ayan nişancı girer görüntüye. H aydut rom antizm i, zavallı

43 Cermen mitolojisinde, naibi tarafından tasfiye edilen prens.


44 Düzgün muhit.
446
yoksul halka kadim den beri hitap edenden farklı b ir çehreye sa­
h ip tir - ve bayağı edebiyat b ilir b u n u n sebebini. Şaki, otoriteyle
bağlarını koparm ış olandı, çoğunlukla halkla ortak b ir d ü şm an ­
ları bu lu n u rd u , n itekim çok zam an köylüler arasında b ir üsse
sah ip olurdu. İtalyan, Sırp ve öncelikle Rus halk töresinde hay­
dutlardan p o lis raporlarında o ld u ğ u n d an farklı b ir değerlendir­
meyle söz edilm esi, sebepsiz değildir. Schiller'in H aydutlar ese­
ri, -şia rı In Tyrannos'tur-*5 Şakî ile B rütüs'ün suretlerini değişe­
bildikleri b ir n esrin klasik tezah ü rü n d en ibarettir. H am fakat
dürüst bir devrim ikamesi vardır burada - ve b u nerede ifade
edebilecektir kendini, bayağı edebiyattan başka? Schiller sadık
kalsaydı, asıl dâhisi olduğu bu edebiyata, b u tür, kesinlikle irtifa
kaybetm iş şövalye ro m an ın d an ve defineci h ik ây esinden çok
başka bir şey olurdu. K ukluxklan ve faşizm bayağı edebiyattan
sadece cinâi indirgem eyi ve v ah şeti hayata geçirirler. B unun
karşısında ise vahşetin m utad olm ayan hedefi vardır: tutsaklık
ve k urtu lu ş, ejderhanın bayıltılm ası, kızın kurtarılm ası, akıllı­
lık, firar, intikam - hepsi, özgürlüğe ve o n u n ardındaki pırıltıya
aittir. Faşizm değil, ro m antik çağındaki devrim ci eylem, bu tarz
bir canlı halk kitabıdır. B unun içindir ki, Schiller’in H aydutlar'ı
yanında l 789’d an hem en önce ve hem en sonra k u rtuluşa dair
parçalar, -diyebiliriz ki: k urtuluş m asalları-, z u h u r eder; tıpkı
m ağaradaki d efineleri ararcasına, m ah p u sları k u rta rm a k için
kazılıyordur toprak. Fidelio'nun m e tn i de, b izzat oradaki trom ­
pet sinyali de, temsil ettikleri bayağı edebiyatın ru h u olmasaydı,
ortaya çıkm azdı - b u şekliyle olm azdı. Bilhassa Fideîio'daki olay
akışı, en keskin, en sarsıcı bayağı edebiyattır bilin d iği gibi, ve
k urtuluşa dairdir. D erin m ahzen, tabanca, sinyal, kurtuluş: Yeni
tarz y ü k sek nesirde asla y er bulam ayan veya doğal b ir şekilde
yer alm ayan b u şeyler, gelm iş geçm iş en kuvvetli gerilim lerden
birini verirler: geceden ışığa geçişin gerilim i. Bu tü rü n değeri­
n in değişimi, o n u n aynasında görünen d ü ş im gesinin son dere­
ce m eşru oluşundan ötürü, bilhassa aşikârdır. Burada gaip an ­
lamlar h er dem taze, gaip olm ayanlar h ep beklem ededir, m asal­
daki gibi. M utlu son fethedilir, ejderhadan geriye zincirleri dı­

45 Egemenlere karşı.
447
şında tek b ir parça kalm az, defineci d ü şü n ü kurdugu parayı b u ­
lur, eşler birleşir. M asallar gibi bayağı edebiyat da p a r excellence
gökyüzündeki saraylardır; lâkin havanın iyi olduğu b ir gökyü-
zündeki saraydır - ve salt d ü ş eseri söz konusu olduğunda b u ­
n u söylem ek m üm künse, gökyüzü sarayı d o ğ ru b ir şeydir. E n
nihayetinde altın çağa dayanır ve y ine b ir altın çağa dikilm ek,
geceden ışığa uzanan talihe k avuşm ak ister. B urjuvanın kahka­
h a sı boğazına tıkanasıya, n etic e sin d e - ve b u gün adı b ü y ü k
b a n k a olan dev, y o k su lların k u v v etin e o lan in an çsızlığ ın d an
p işm an olacasıya.

28
SEYAHATİN c a z i b e s i , ANTİKALAR,
KORKU RO M A N IN IN VER DİĞİ M UT LULU K

Ah, Berlin'in atmosferinde,


Hasta olur insan çoğun Temmuz'da
Keşke bir kasa ulağı olaydım
Dresden Bankası’nda.

Oh, karanlık zevk, orgların gümbürtüsü gibi,


Yürek tüm uzaklıklardan haykırdığında -
Çünkü üç kere yüzbin,
Epey uzağa götürür insanı.

Selam, zorunluluktan kurtulmuş, sağalmaktayken,


Bu mucizevi düşü doğuran delikanlıya,
Kendi tutuklama emrini okuyan bir insan gibi
Uzaklarda kaplıcada akşam yemeğinde.

Üzgün, siliyorum sessiz gözyaşlanmı,


Bastırıyorum bu aşağılık tazyiki
Sırf şu hisse senedi sahiplerini gördüğümde
Dresden Bankası'nda.
- Peter Seher

448
Ta uzaktan Nümberg’in kulelerini ve mavi duma­
nını gördüğümde, handiyse, tek bir şehri değil de
tüm bir dünyayı gördüğümü sanmıştım.
-Johannes Butebach’ın Seyyah Kitapçığı

G ün be g ün aynı şeyler, yavaş yavaş öldürür. Seyahat zevki, ca­


nın yeniyi çekm esine yardım eder. Yola çıkıldığı anda, sadece
beklentiyi tazelem ekle kalm az, görm e hazzının orta yerinde ya­
p ar bunu. Artık hiç çaresi olm ayan, yaşım doldurm uş, kocayıp
evde kalm ış arzular, devre dışı kalır. Sadece hep aynı kalan gün­
deliğe değil lüzu m u n d an fazla taşınan arzulara da özgü olabilen
küflenm e, devre dışı kalır. Değil mi ki, arzu düşleri, bir daha as­
la yerine getirilem eyecek şekilde, k e n d i za m a n la rın ın dışına
d ü şm üş olabilirler. G ençliğinde bir Kodak [fotoğraf m akinesi]
arzulam ış ve onu elde edem em iş olan kişi, arzularının Kodak’ını
a n ık hiç bulam ayacaktır - koca adam olarak en iyisini satın ala­
bilecek durum da olsa bile. Arzu, böyle şeyleri, onların kendisine
en büyük hazzı sağlayacağı zam anda veya koşullarda elde etm e­
miştir. O nlara d u y u lan açlık grileşm iştir; evet, hem en her hedef,
şayet fazla u zu n süre, nafile yere veya h addinden fazla alışıldık
bir tarzda yönelinirse oraya, sıkıcılaşabilir. Oysa yeni m allar ye­
ni ihtiyaçları tahrik ederler - hele ki yeni izlenimler.

G ü zel ya b a n c ılık

Seyahatin gönüllü olm ası gerekir, şayet neşe verecekse. B unun


için, m em nuniyetle, en azından neşeyi bozm adan, terk edilecek
bir durum da olunm alıdır. Araba veya tren sonunda hareket etti­
ğinde yaşanan ilk duygu, gerisinin nasıl geleceğini belirler. Seya­
hat zaruret veya m eslek icabı ise, yani kesintinin verdiği m utlu­
luğu sağlamıyorsa, seyahat değildir. Aklına yapacak başka bir şey
gelmediği için çıkılmış bir seyahatse, o sıkıntı da refakat eder ki­
şiye. İnsanın kendisiyle beraber dem ir iskeletli b ir sandıkta ray­
lar üzerinde sürüklenen kader y ü k ü d ü r artık o. O zaman tren,
zaten ender rastlanan neşeli özelliğine sahip olmaz: arzulanan is­
tikam ete götürm ez insanı. İş icabı yola gidenler, tayfalar, m uha­
cirler de seyahatte değildirler - sonuncular, m uhtem el kurtuluş­

449
larına ragmen. Seyahat bunların hepsinde zaruret veya meslektir;
bir tarafta cazibe, beri tarafta sürgün. Asansör ve fabrikadaki gibi
akan şerit, baharın havada yine dalgalandırdığı o mavilik değil­
dir. Seyahat m utluluğu, evden ısrarla aranm adan, geçici bir sıvış­
madır, dışsal bir zorlam a olm adan yapılan esaslı bir tebdil-i me­
kandır. Kapitalist çağın seyyahı ilaveten talip/heveskâr degil de
tüketici olmayı becerebilmelidir, yoksa o gönül çelici yabancılar
dünyasını kaybeder, hiç alışkanlığının olmadığı, aralarında yapa­
cak hiçbir şeyinin olm adığı insanlar arasında. Gerçi, yabancılıkta
en egzotik olanın yabancının kendisi olduğu hakikati değişmez;
fakat o, burjuva heveskâr olarak yabancıların gündelik yaşamını
görmez, hele oradaki sefaleti, - bir güzelliğe tahvil edilemiyor-
sa -, hiç görm ek istemez. O, yabancı olanda, çok defa tedavisi im ­
kânsız bir öznelcilikle, o yabancı h akkındaki -beraberinde getir­
d iğ i- kişisel arzu im gesini görür. Bu imge de çoğunlukla kafi de­
recede egzotiktir; ya sözgelim i İtalya kâğıt fenerli sokaklardan
m üteşekkil olmadığı için hayal kırıklığı yaratacak şekilde, veya
eski arzu im gesinin m evzuyu ıskalamayıp tersine abartması, böy­
lelikle de -hayal kırıklığı yaşamamakla b erab er- kazanılan dene­
yim den hiçbir şey öğrenm eden kalakalması şeklinde. A rzu im ge­
si hiçbir şey öğrenm eden kalınca, yalın m evcuda derinlem esine
nüfuz edemez; zaten otel, rehber, taşıt araçları tarafından yalıtı­
lan ortalam a seyyah, yoksulluğu k en d i evindekinden daha az
fark eder. Ö te yandan aynı burjuva, nesnelere aktardığı kendi ya­
bancılaştırm ası sayesinde, gündelik yaşam ın körleştiriciliğinden
etkilenm em eye kadirdir,' böylece nesnelerde, gündelik yaşamda
ancak m âhir bir ressam ın keşfedebileceği anlam lar görebilir. Ya­
bancılaştırm a burada yabancılaşm anın tam zıddıdır; burjuva özel
yaşam dünyasında seyahat tek Mayıs'tır, her şeyi yeni yapandır.
Tazeleyici yabancılaştırma, seyahatin bir başka paradoksuyla des­
teklenir: sadece burjuva heveskârın başına gelmeyen, daha ziya­
de, hızlı hızlı yeni sayfalar açıyor görü n en uzam sal yan yanalıkla
m addeten bağıntılı bir paradokstur bu. Bu durum , b ir tür uza­
nım öznel zam ansallaşm asına, zam anın öznel uzam sallaşmasına
yola açar; bilhassa, seyirlik yerler hızla birbirini izlediğinde. Se­
yahat zam anı aslında sadece uzanım dolduğu gibi dolar; uzam
ise aslında sadece zam ana özgü olan değişim lerin aracısı haline

450
gelir. Demek, alışıldık algılama düzenleri tersine döner, hareketli,
değişmiş görünen uzam da içi dolm uş bir zam an oluşur. Eski m a­
cera hikayeleri uzam ı tam da b u biçim de b ir halı gibi açıyor,
onun mitsel d o n u k lu ğ u n u bozuyorlardı; h er seyahat, her biri
m utatis m utandis, bu değişim d ü şü n ü n paradoksuyla nefes alır.
Özellikle gençlikte böyledir bu, özellikle de ikili. Aşkın kendi­
si bir seyahatse, tüm üyle yeni bir yaşam a doğru; beraber tecrübe
edilen yabancılıkların değeri de aşkla ikiye katlanır. M aşukun
oturduğu sokağı, m ahallesinin en ufak alam etine kadar, pencere­
lerine, lambalarına, ağaçlarına kadar saran büyü, asıl aşk seyaha­
tinde göze görünenleri kaplar baştan aşağı. Taze su n u lan aşk, ilk
kabaran köpüğüyle zaten ayartıcıdır; erotik tebdil de Dışarı’nın
tebdilini arar. İnsanın kendi şaşkınlıkları, tanınm ayan m em leke­
tin, yabancı ve güzel şehrin verdiği şaşkınlıklarla birleşir; en kör-
lenmişe bile ışık düşer o zaman; canlı olan her şey, tüm üyle su­
rete bürünür. Seyyahlar, yol ve hedef aşk seyahatinde bir olur. İş­
te b u n u n için, a y ı olduklarında, ö tekinin de aynı anda görm esi­
ni istem edikleri, ikisi tarafından beraberce görülm esini istem e­
dikleri hiçbir şey güzel görünm ez aşık ve. m aşuka. Burjuva balayı
seyahati bile, çeyizin/drahom anın bir kısm ını da böyle hallet­
m ekle beraber, b u duyguyu kopya eder. Erotik, dünyayı nüfuz
edilebilir kılar ve h er yeri C ythera46 yapar; erotizm de her güzel­
lik, arzu düşlerinden, kaçırılm alardan ve başlangıçlardan kaçış
olur. H ind aşk kitabı Kam asutra, büyük bir zarafetle, aşk edim in­
den so n ra m aşuka güzel ve yüce n esneler gösterm eyi tavsiye
eder; bilhassa alışılm am ış nesneler olm alıdır bunlar, sanat eserle­
ri veya takım yıldızlar olabilir. tik sahici aşk seyahatleri çoğu in­
san için en zengin d ü ş olarak, en genç, yani ü to p ik halesi en
güçlü hatıra olarak kalır. Yabancı yer, ıraklara olan b ü tün önceki
arzuları kesin neticeye ulaştırır; güzellikteki yabancılaştırm a, aşk
şehrinin akşamı ve gecesidir, g ü n boyu yaşar. Seyahat, erotiğe
akraba oldugu gibi, başka tü rd e n bir bağlayıcılıkla, M esen işleri­
ne de akrabadır. Talihli bir şekle d ö n ü ştü rü len bir eğleşmenin,
bu sıradan olmayan yerde önem li birşeyler meydana getirm e ar­
zusunu taahhüt altına alması, sebepsiz olmasa gerektir. Böylesi

46 Hayali kurulan/ütopik ada.


451
planlara ve um utlara, alışılagelen dağılm ışlıktan uzak, önceden
biçim lendirilm iş etkisi yaratan plastik bir çevreden daha fazla te­
sir eden b ir şey yoktur. Çiftlik evinin locasında, köylü tarzı bir
m asanın başında, önünde şarap, aralanndan Roma göğünün gö­
ründüğü eski güçlü kem erlerin altında, iş başanlıyor gibi görü­
nür. Hele bir de b ü y ü k doğanın, b ü y ü k tarih in nesneleri bakı­
yorsa cüm lelerin akışına, öyle b ir görünüş oluşur ki, sanki Ve-
züv ve M onreal sohbete katılıyor, b u cüm lelere bizzat yansıyor-
lardır. Zarif bir bâtıl inanç vardır burada; ona inanm ayı haklı kı­
lan bir olağanüstülüğe yol açmıştır. Seyahatin bu başka türden
erotik, üretken Pathos'undan hareketle Shelley, Palatin’deki47 ça­
lılıklarındaki, Z incirlerinden B oşanm ış Prom otheus'u yazm ıştır.
Önsöz'de, soylu b ir geçm işin taah h ü d ü altına girme, ona kendini
ispat etm e dileğini vurgular. B unun tersi de aynı etkiyi yaratabi­
lir: Ibsen'in, Amalfi'de b ir N orm an gözetleme kulesinde ortaya
çıkan Nora'sı; hatta G oethe'nin, Villa B orghese'nin bahçesinde
nazm ettiği cadı mutfağı sahnesi. Bu anlatılarda, oluştukları yer
ile eylem deki tenor arasındaki zıtlık, bir tam am lanm ışlığın ve
aksi halde asla böylesine tam am layıcı görünm eyecek bir karşı-
coğrafyanın neşv-ü nemâ bulm asını sağlar - hem yazarda hem
eserde. “Kuzeye doğru ilerledikçe, is ve cadılar çoğalır”; ama bi-
ç im le n d ir ile b ilir c a d ı d u m a n ^ 8 a n c a k ç a m la r a ltın d a , P in -
cio'nun49 b errak ufkunda yoğunlaşır; W alpurgis gecesi50 bile G ü­
neyde tasavvur edilmiştir. Yerli o lan hiçbir şey coşkuya kaptırt-
m am ış veya işle dağınık gündelik yaşam arasında çerçevenin si­
likleşm esine yol açmamıştır. H er anlam lı nesneyi, b ir dağın zir­
vesinin bulutların üzerine çıkışı gibi iki k at yükselten yabancı­
laştırm a, tamamlayıcı b ir etkisi olsun olm asın, eserin kendi bü­
yüklüğün ü açığa çıkartır. Seyahatteki yabancılaştırm anın um uda
olan etkileri bunlardır: iki suretiyle Eros - aşk ve yaratıcılık. Ve
nihayet, yabancılaştırm anın sık uğradığı bir değişimle: seyahatin
yol açtığı yeniliklerden birisi de, evdeki alışılageleni de yabancı­
laştırm ası olabilir. Bu şekilde oluşan etkiye sıla hasreti denir; adı

47 Roma'nın, en eski yerleşiminin bulunduğu, yedi tepesinden biri.


48 Cadılann sorgulanmasında kullanılan tütsü.
49 En güzel Roma manzarasını sunan küçük park.
50 Halk inanışında, 1 Mayısta, cadılann buluştuğu gece.
452
üstünde, ıraklar tarafından açığa çıkarılan ve değişime uğratılan
özlem dir bu. D eğil m i ki sıla hasreti, yalnızca alışılagelen nesne­
lerin mevcut b u lu n m ay ışın ın h o şn u tsu zlu ğ u y la harekete geç­
mez; alışıldık dikkatlerin dünyasının yitim inden kaynaklanan sı­
la hasretinden başka, terk edilmiş, çoktan köhnem iş olarak algı­
lanan çevreyi renklendiren, basbayağı ü topik kılan ve ondan ye­
ni veçheler kazanan, üretken sıla hasreti vardır bir de. O zaman
sıla hasreti, yabancının seyahate çıkm azdan önceki ve seyahat
esnasındaki im gesine benzer bir arzu imgesi tarafından taşınır.
Ve seyahati sonradan kendi tam am layan ve egzotiğin içindeki
ütopik ülkeleri tayin eden, çok zam an haksız ama çok zam an da
haklı olarak altın yaldızlanm ış hafıza tarafından taşınır. Tabii
şöyle bir fark vardır: Sıla hasretinin altın yaldızı d önüşte kaybo­
lurken, seyahat imgesi post fe stu m daha da egzotikleşir; hatta sa­
natın ve başka iğvaların arzu ülkesine bağlanan veya bağlanabi­
lecek bir değişim e uğrar. D enize açılan yalnızca ufuk çizgisini
değiştirir, kendini değil, d er gerçi Horatius. Ama en azından işte
ufuk çizgisini değiştirir; en basit vakada d e k o ru n değiştirilm esi­
dir bu, daha önem li vakalarda ise bilincin değişen içeriğinden,
bu içeriğe uygun olm ayı isteyen bir bilinç d u ru m u doğar. Ayrıca
seyahatin cazibesi, yarıdan fazlası öznel olan bir güzellikle ilgili­
dir, yani salt seyredenin yabancılaştırm asıyla ve salt meseleyi faz­
laca abartan arzu imgesiyle kaplıdır. Yabancılıkta hiç kim se ya­
bancıdan daha egzotik değildir, nitekim yabancı da kendi kendi­
sine asla güzel bir biçim de yabancılaştırılm ış değildir; ve orada
Yerli olanın da, salt seyyah olan heveskarın görem ediği kendi
m ahrum iyeti dışında, yabancılığa arzu su vardır. Sözgelimi, seya­
hatteki heveskarın içinden geldiği yabancılığa arzu duyar; tüm
bunlar, yabancılaşmaya olan, iki tarafta da m evcut aynı öznel ar­
zudan doğar. Böylece, her seyahat yaşantısında ne kadar ev yapı­
mı öznelliğin b arındığı görülebilir; ve neticede bu öznelliğin,
keşfedilen içeriğin sadece hakkını verm ek istemeyip bunu yap­
maya kadir de olan o değişik bilinç d u ru m u n a girm eyi ne denli
zorlaştırabileceği de fark edilir. G oethe’nin m uazzam bir nesnel
yönelim i olan “İtalya Yolculuğu” da, yalnızca m ü m k ü n mertebe
Klasik'ten yana ve anti-Barok olanı keşfetm e arayışı sayesinde,
bu öznellikten hareketle sahici İtalya'nın ancak yarısına uzanabi­

453
lir. Fakat seyahat, güzel bir Başka-Olma'ya dair bir arzu imgesini
en azından bu uzak noktada takip eder - ve, yabancılıkta, taze
keşfedilm iş mucizeleriyle yine de çoğun bedene b ürünerek giyi­
nip kuşan an bir imgeyi. İşte b u n u n için, post fe stu m seyahat im ­
gesi de sanata o k ad ar yakın akraba olarak kalabilir; ayrıca, son
bir seyahat için birikim yapan başka bir değişim e de akrabadır.
İşte b u n u n için, ölüm saatindeki çok bahsedilen -haliyle ileri
yaşlarda g e le n - hatırlam a ham lesinin yoğunlaştığı yolda nere­
deyse beşik kertm esi olan veya evinde şarkısı söylenm iş insanlar,
suretler, nesneler bulunm az sadece, seyahat im geleri de olur -
post fe stu m ütopik törensellikle bir daha güzellenm iş olanlar da­
hil. Son anda serpilen bu baharat, m uhtem elen herhangi bir şey
olmayan nesneleri ilk görü şte d ö k ü lm ü ştü r ortaya; yakmış, üze­
rin i kaplam ış veya m eselenin hakiki tadını güçlendirm iştir. Sa­
dece tarih değil coğrafya da, böylesi coşku uyandırm anın en iyi­
sine kadirdir; -alışılagelenle zıtlık oluşturm akla kalm ayan- nes­
neleri kendi yerinde ve kendi konum unda b ir arada tesbit edip
açılımını sağlayan, fazlasıyla yoğun bir bakışla, tabii.

Ir a k la n a rzu la m a k ve 19. y ü z y ıld a tarihselleştiren oda

19. yüzyıldan bir hikâye mi? - "Kim at sürer


bu geç vakit gecenin ve rüzgarın içinden?"
- Scheffel, “E kkehard"a Önsöz

Seyahat, rahat hale geldiğinden beri, a rtık o denli uzaklara gö­


türm ez. Evden alışıldık olan daha fazla şey taşır yanında, gittiği
ülkenin adetlerine eskisinden de az nüfuz eder. Yürüyüşün, ata
binm enin, asla kaçınılam ayacak m aceranın yerini 19. yüzyılda
trafik alm ıştır; -b u g ü n ü n uçak hatlarıyla kıyaslandığında- şaşır­
tıcı bir hızla inşa edilen dem iryolu ağıyla. Pek az şey, seyahat
kadar kanalize edilm iştir: b u faydalı ilerlem eyi kesintiye u ğ ra t­
m ak için iki dünya savaşı gerekm iştir. 19. yüzyıl, hızlı trenin,
eski seyahat kitaplarına bakılırsa evvelce haydutların m ağarası­
nın bulun d u ğ u b ir yerin yanından hiç sorunsuz vınlayıp geçm e­
sini tem in etm işti; evdeki yaşam ın tehlikeleri de ink işaf etm iş
değildi. Buna karşılık, o güzel yabancılıklar, b ir k ü çü k burjuva

454
tatil safasına d önüştürülerek tahrif edildi. Sadece seyahati degil,
ona yönelen - b ir vak itlerin - a rz u im gelerini de ucuza ifâ edecek
aracılar olarak, seyahat şirketi den en k u ru lu şlar çıktı. Şu ‘görül­
meye değer güzellikler’ denen şeyler başladı; tu r için tertiplen­
miş, İtalyanlığa ayarlanm ış, O ryantalliğe ayarlanm ış bir d ü n y a­
da bulunuyordu bunlar. 1864'te eski dem iryolu m em uru Louis
Strangen, sonradan çok sevilen şirket gezilerinin ilkini düzenle­
di; bu turlar, ıraklara olan h asretin ılım lısına, sadece gönlünün
İtalya’sını değil, Yakın Şark'ını da açtılar. S orrent selâm landı,
dalgaların parıldayan kabarışı, in c i ad a Korfu, Şark'ın kapısı Ka­
hire, devâsâ piram itler. Hepsi garantili, bahşişlerle beraber, tıkır
tıkır, rehberlik dahil, peşin götürü fiyata. Fakat ülkeler arası tra­
fiğin vesayet altına alınm am ış kısm ı da yüzyılın ortasından iti­
baren orta sınıfın refah artışıyla beraber giderek rasyonelleşerek
büyüdü; dünya sekiz günde, o n d ö rt günde, d ört ilâ atı haftada
görülecek şekilde kataloglandı. Sadece Alp dağcılığı, kısm en,
yolu açılm am ış bir yerler arz ediyor, keza kim i özgül uzaklıkla­
ra, yani yüksekliklere dö n ü k arzulara hitap ediyordu. Keza ka­
m uoyunu n bakiye kalan son keşif gezilerine, karanlık Afrika'ya
ve Kuzey K utbu’na yönelik okur katılım ı da devam etti hatta
arttı; N ansen'in "G ecenin ve B uzun İçinden” kitabı, Yukarı Ark-
tika (A ntarktika) fotoğrafları ve renkli baskılarıyla Kuzey fecri­
nin tacı ve ışıltılı göğü, geniş çevreleri satılm am ış doğa h akkın­
da bir sezgiye kavuşturdu. M amâfih norm al seyyah, topyekûn
evindeki k o n fo r h ü cresin i (liv in g room s') yanında g ö tü rd ü ğ ü
yerde de aradı satış dışı olanı; tu ristik olanı teşvik eden aynı C o­
ca Cola dünyasının, düşlenm iş başkalığı ve ziyaret edilen yerle­
rin m asalsı ıraklığını gitgide ortadan kaldırdığı yerde de aradı.
Ama h e r şeyden önce tü m b u organizasyonların tem elinde ya­
tan şuydu: Turistik olan, deniz seyahatleri yaparak, Yakın Şark’ı
sulayarak veya en azından “uçarak dünya seyahati”n in resimle­
rini evlere yayarak, dünya pazarın a ve d ü n y a g ü cü n e d ö n ü k
y erli arz u la r açısın d an a rta n b ir p ro p a g a n d if önem kazandı.
Ç ünkü em peryalist çağ seyahat bürolarını teşvik ediyor ve kuşa­
tıyordu sürekli; diğer yandan da yabancı dünyayı iyicene biçim -

51 O turm a odası.

455
sizleştirm işti. Yabancı dünya, en iyi durum da, sermaye güzergâ­
h ın ın berisinde kalan bölgelere sıkıştırıldı, fakat esas itibarıyla
gayrım enkul b ir yabancı m addeydi, tâ ki daha kolonyal olana
dek. H er şey batar, G arp hariç - b u nokta itibarıyla, doğru bir
cüm ledir bu. H alk ların yaşam ıyla m eşgul olm ak, insan elinin
düzen verm ediği yerlere keşif turu, sahici acayipliklerin som ut
olarak algılanışı, çoktan geride kalm ıştır. G oethe'nin "İtalya Yol­
culuğu”, hatta hen ü z V ictor H ehn'in İtalya kitabı, öncelikle de
öğrendikleri folklorla ilgili, bu nesnelliği gösterm işlerdi. B unun
dışında p ek ayrıntıcı olan Baedeker,sz şayet n orm a bağlanm ış
teşhir v itrin in e uym uyorsa, folklora artık hiç yer verm ez veya
haraketlerle su n ar onu. Ve ıraklara d ö n ü k düş, z ıtlık a rzu la n n ın
egzotik o lan ı istilâsı pahasına ve gayrım enkul yabancı m addele­
ri de yeniden b ir mala, 'evdeki gibi değil' m arkasını taşıyan bir
m ala dön üştürm eleri pahasına baki kalm ıştır artık ancak. Sanki
Yabancı Olan, m ünhasıran K refeld'in veya M inneapolis'in veya
Liverpool'un karşıtıym ışçasına, sanki sadece k en d i kendisiyle
m ukayese edilebilecek, kendine m ah su s b ir önem taşım ıyor-
m uşçasına. Saltık zıtlık arzusu karşısında, G üney İtalya'nın k ili­
se şenlikleri veya Şark'ın hâlâ kalm ış karavanları, deve pazarları
ve pazarları gibi kendine m ahsus haller yerli dünyayla uyum suz
kaçmaz; A vrupa'nın k ap ılan önündeki b u ortaçağ, kendi olm uş
ortaçağının hatlarını d a faş ediyor falan değildir. Tersine; ziya­
retçin in yurduyla tam tam ına bir zıtlık aran ıy o rd u r - ziyaret
edilen yeri hiç ilgilendirm eyen b ir zıtlık. Böylesi zıtlık arzu lan
elbette 19. yüzyıldan daha eskidir - 18. yüzyıldan daha geriye
gitm eseler de. W inckelm ann'ıS3 soylu sadeliğe, sü k û n e tli b ü ­
yüklüğe yönlendirm iş; İtalyan halkını ve coğrafyasını değil de
belirli İtalyan sa n a t eserlerini değerlendirdiği o ran d a Goethe'ye
etki etm işler ve “pipoya benzeyen Alman sütunların d an” bıkm ış
olan şairi, apaçık m evcut b u lu n an ve o denli ağır basan İtalyan
Baroku'na körleştirm işlerdir. Delacroix ise Cezayir ve Fas resim ­
lerinde başka tü rlü b ir zıtlık aram ıştı, bu kez rom an tik yönde.
O nun yırtıcı hayvanlarının, h arem kadınlarının, çöl sahneleri­

52 Çok popüler bir seyahat rehberi.


53 18. yüzyılda yaşayan Alman arkeolog ve sanat yazan.
456
n in ( “ferocite et verve"54) ateşi sadece Afrika değildir, anti-Louis
Philippe, an ti-burjuva kraliyetidir. D elacroix h atta, koyu anti-
klasizm inden ötü rü , hakiki A ntik'in A raplarda aranm ası gerek­
tiğini vaaz etmişti. Ama b u daha erken dönem zıtlık arzu lan ile
19. yüzyılın geç dönem indekiler arasındaki fark, sadece ikinci­
sinde bu arzuların taşıyıcılarının düzeyinin d ü şü k lü ğ ünden de­
ğil, inkâr etseler de zıtlaştırm aya çalıştıkları düny an ın da düze­
yinin düşü k lü ğ ü n d en kaynaklanır. Venedik, basitçe Krefeldvâri
veya Liverpoolvâri olanın karşıtını sunm ası icap ettiğinde, ko­
laylıkla, aşın dozda b ir Liverpool-olm ayan olarak görünüyordu;
sahici Vendig'in hiçbir dahli olm aksızın. İtalya gecesi d e n e n şey
de, Kuzey Avrupa sınâî işg ü n ü n ü n zıddı olm aktan çok farklı bir
şeydir; m eğer ki, o gece yabancılar için tertiplenm iş olsun. Fa­
k a t seyahatin öznel h atta nesnel olarak su n m ası gereken Hiç İşi­
tilm em iş, Hiç G örülm em iş olan, ancak b u şekilde tezahür ede­
biliyordu. K analize d ek o rasy o n u n su n d u ğ u zıtlık im gelerinin,
kaçış ve ıraklann haz dolu düşleri seyahat hatıralarım o lu ştu ru ­
yor ve her köşede k en d in i gösteren sfenksvâri hal, daha iyi za­
m an ları bekliyordu. Ç ü n k ü güzel ırak ların m ucizeleri, ancak
m askeli b alo n u n yol açtığı değişim olm adan, sadece k e n d i h a­
linde bir şey ifade eden, hiçbir şeyden h ab eri de olm ayan n es­
nellikleriyle, o ân o yerde ele verirler kendilerini.
Asıl, 1850'den sonra, evin dört d uvarı tanınm az hale gelecek­
tir. İnsanın kendi k u ru zam anında ulaşam ayacağı, ıraklardan ge­
tirilm iş süslerle o lu r b u da. Beyaz, örtüsüz h e r şeyden yüz çevri­
lir, sanki onlara bakınca ceset görüyorm uşçasına. Yüksek kapi­
talizm in yüzyılına haince uyan şey, h e r parçasının m askeli olma­
sı idi. D ar kafalı k ü çü k burju v a hâlâ, özel b ir sevgi duyduğu, ba­
danasız veya d ü z yeşil duvarlara sahipti, m obilyaları daha önce
görülm em iş derecede dürüst-aydınlık, aydınlık-güzeldi. Kıvrıl­
m ış m üslin, g ün ışığını iki k at beyazlaştırarak veriyordu içeri,
ışık vitrinin ve kiraz ağacından dolabın, ince bacaklı temiz ye­
mek m asasının veya zarif sü tu n u n , mütevazı b ir zenginlik teşhir
eden antik taklidi sandalyelerin, yum uşak -k u d retli kanepenin
üzerine düşüyordu. O zam anlar tüm b u n lara eski-Yunanî de de-

54 Yırtıcılık ve canlılık.
457
niyorduysa, h ep si o evde k e n d i yerindeydi, h er yerde G örü-
nüş'ten ço k O luş vardı. Hafif b ir m asal kokusuyla, p u n ç’la, E.
Th. A. H offm ann'ın b u odalarla sık ı sıkıya ilintili sanatıyla. İşte
bu, yüzyılın ortasında bıçakla kesilm işçesine bitiverdi, ıraklar­
dan kopyalanm ış sihir, vitray çerçeve başladı. Zenginleşen b u r­
juvazi ken d in i soyluluk yatağına atıp, geçmiş üslûpların düşsel
telâfisine girişti: eski Alman, Fransız, ttalyan, O ryantal, bir dolu
hatıra. H iç-O luş'u G örünüş’e dönüştürm eye, gün be gün yaşa­
nan evi başka b ir bayrak altında yelken açtırm aya d önük, her
defasında şaşırtan b ir zevk peydah oldu. Şiâr: kendi dört duvarı
arasında seyahati ikam e etm ek hatta daha iyisini yapm aktı - kâh
tarihsel, k âh egzotik yönden. B undandı, k u ru lu ş yıllarındaki
kum aşlara sanatkârane kıvrım larla şek il verm e hum m ası, N ip-
pes55 koleksiyonu, yeni zengin b ö b ü r ü slûbu, kadife-sırm a kar­
m aşası. B u n d an d ı, şövalye k u le le ri b içim in d e büfeler, b altalı
m ızraklar ve harem ihtişâm ı, cam i lam baları ve ö k ü z boynuzlan
- b ü tü n o bulm aca gibi m ontajlar. M ontaj alacakaranlıktaydı,
ışık pencerenin önündeki kat kat kum aştan süzülüyordu; m ü m ­
k ü n m erteb e g ûya-O ryantal p e rd e le r asılıydı, caddeyi uzak ta
tutm ak, topluluğu ve o n u n m askeli balosunu koruyup kollam ak
için. Ve içerdeki topluluk, m in ik yaylılarla, m in ik trom petlerle,
aşk T annçası'na refakat eden kanatlı çocuk im geleriyle bezen­
m iş b ü y ü k kızlarının salon parçalarını dinliyordu; h e p şu yanlış
rokoko: “Cascades", “Carillons" ve “Papillons", “Pensees fu g iti­
ves" ve “Cloches du m o n a s ttr e " 6 - “Souvenirs de Varsovie"yis1 de
unutm ayalım . Bir de, odanın duvarına verevine cilâlı b ir uzu n
sopanın u cu n d a dev b ir kilim asm ayı çok severlerdi, sanki bu
b ir seren d ireği ve yelkenm iş de, oda gayet A rap b ir tarzda d ü n ­
ya denizlerinde d ö rt d önüyorm uş veya b ir H ind şehrinin lim a­
nında yatıyorm uş gibi. O n u n yanında çıkrık ve Venedik seyahati
hatırası da eksik olmazdı: neredeyse göğe k a d a r uzanan M ura-
no58 ayna ö n ü n d e sedef b ir gondol. Bu arzu m askesi tesisatının
(söylemeye gerek yok: değişik fiyat düzeylerinde) modeli, Viya-

55 Kaliteli çelik çatal bıçak markası.


56 Manastır çanlan.
57 Varşova Hatıralan.
58 Venedik’te üretilen ince kesilmiş cam.
458
nalı ressam M akart'ın atölyesinde hazırlanm ıştı: tarihsel-egzotik
kılık değişim inin orijinali oradaydı. Cümle ticaret erbâbı, mef-
ru şa tç ıla n n d an ışm an lığ ın d an da y ararlanarak, evde kuracağı
yaban dünyanın ilham ını b u radan buluyordu - az evvel tam am ­
lanm ış yağlı boya tabloya varana kadar. N ouveau nche’in S9 hiçbir
zam an b u biçim iyle görülm em iş p arıltı-ü to p y asın ı tasvir için,
fırçasını bizzat M akart'ın içine, o n u n en derin olduğu yere dal­
dırm ak gerekir. "G ughausgasse’deki atölye,” diye yazar 1886'da
M akart'ın b ir çağdaşı, “ü stad ın ın m üsrif görkem ve sanat aşkı
sayesinde gitgide ressam ca düzenlenm iş b ir m üze karakteri ka­
zandı. Burası, bizzat kendi varoluşunun ve o nu çevreleyen pırıl­
tılı ahbaplığın rengârenk b ir sanat eserine dönüşm esiyle, yarar­
landığı araçların ve örneklerin o luşturduğu aygıtı M akart'ın fan­
tezisinin ferah ferah kullanım ına sun u y o rd u .” R enklerin pırıltı­
sı, Tizian,60 V enedik ve h er şeyden önce tabii Şark, b u derinle­
m esine d ar kafalı, sıkkın ve karam sar çağın, p a r excellence örtm e
çağının, dekorasyon çağının, m aske çağının düş ve kaçış parola-
sıydı. Kılık değiştirm e, tarihsel rom ana da daha az hükm etm i­
yordu; Schefel'de (Ekkehard) eski Alman, Felix D ahn'da Roma-
C erm en (Ein K a m p f um Rom 61) , Georg Ebers'te M ısır (Varda, Se-
m iram is) - hepsi, Tiber ve Nil de, v itray ışığında. Bu tarihsel ya­
bancılaştırm aya ihtiyaç duyulm uştur, çü n k ü egzotik konut, şö­
valye kuleli b ö b ü r d ü şü n ü yerine getirm eye yetm iyordu ve dışa­
rıda dükkânların b u lu n d u ğ u sokağın çıkrıklarla donatılm ası da
hiç m ü m k ü n değildi. Dış m im arin in de, -b ö y le adlandırılabilir­
se -, giydirmeyle ilgili girdiği onca çabaya, Roma üslû plu garlara
ve gotik postanelere, H ind m üzik pavyonlarına ve hayvanat bah­
çelerindeki Mağribî m aym un evlerine rağm en. T üm bunların yi­
ne de ü stü n ü örtm eye yetm ediği o zam anın kaba m ekanizm i,
sanki devâsâ b ir k o n u t tefrişatıyla dekore edilircesine, iyicene
b ü y ü k ölçekli b ir seyahat hatırasını çekm iştir üzerine: Doğa. 19.
yüzyılın zevk erbâbı, k en d i içinde hazin am a iyi kıvrılm ış bir
m ekanik-m ateryalist m anzaranın taklidini görürdü doğada - bir
tü r kanlı canlı taklit m ücevher panoram ası görürdü, güç ve m ad­

59 Yeni zengin.
60 16. yüzyıl Italyan ressamı ve adını ondan alan, altınımsı-kahverengirnsi kırmızı.
61 Roma Uğruna Bir Mücadele.
459
deden oluşan. Güç ve m adde gerçi, Ludwig B üchner'in söylediği
gibi, “m ucizeleri ve güzellikleriyle tüm evreni oluşturan ham ­
m addeler” olarak kaldılar; beri yandan, güzelliklerden vazgeç­
m ek istem eyen tatiller için, doğa, özel şık n üsha haline geldi. En
aydınlanm ış kişi bile "Tanrıça” ve "tapınak” kelim elerini kulla­
nıyordu; böylesi sözlerin parıltısı, b uzullar ve Alp ışıltısını res­
m eden b ir ışıklı tabela m isali yanıyordu evin pencerelerinde.
“H ak ik at T anrıçası d o ğ a tap ın ağ ın d a b a rın ır” der, H ackel'in
Weltrdtsel'i.62 M addeyi ve gücü öylesine renklendirm iş ve soylu-
laştırm ıştır ki b u 'Bilm eceler', “yeşil o rm an d a, m avi denizde,
dağ ların karla kaplı yücelerinde o vardır”. Yüzyıl d ö n ü m ü n d e
M ak a rt'ın d ü n y a s ın ın y e rin i B öck lin 'e, b aşk a b ir b a k ım d a n
Böcklin'e bırakm ası ölçüsünde, tıklım tıklım d o ld u rulm uş k o ­
n u t deyim yerindeyse daha klasikleşti, Şark'ın yerini de b ir dolu
A kdeniz aldı - tabii k u m aş katlam a işleri de e k sik olm adan.
Uzam, beyaz-altınsı bir maskeye b ü rü n d ü sadece; gaz aydınlat­
m asına Casar F laischlen'in “K alpteki G üneş”i eşlik etti, tarihi
ro m an ın m im arîsin e de Cari L arsso n ’u n 1895'te çıkan, artık
Bengal ateşiyle değil de kozm ik olarak aydınlanan bir yaşam tar­
zın ı tem sil eden “G üneşteki Ev”i. Bunun neticesi, K ahire'deki
cariye pazarlarının resim lerinin yanı sıra b ir gençlik tarzı erotiz­
mi, salonun ortasındaki palm iyenin ve T ürkçe A lm an Rönesan-
sın ın yanı sıra “alk io n ik ”63 erotizm idi. Yalnızca 19. yüzyılda
m evcut olm uş olan, tıklım tıklım kitsch'in ve b ü tü n o bahsetti­
ğim iz acayipliklerin tarihsel-egzotik-ütopik b ir d ek o r k u rm ak
üzere üzerinde yer aldığı özgül d ü ş tabakası, şim di aydınlık bir
ru h çağırm a edim iyle zap ted ilir - am a hâlâ ru h çağınlıyordur.
19. yüzyılın neredeyse tüm oda düzeninin üzeri b ir harem gö­
ğüyle kaplanm ıştır, şim diyse kişinin k en d i evindeki, kendi doğa
tapınağındaki O ryantal Kıbrıs, ayrılıkçı-antik bir imgeyle değiş-
tiriliyordur - zaten K ıbrıs da g ö rü n ü şler yüzyılının ü slû b u n u
veren parçası, o n u n egzotiği olarak kalacaktır. H ackelci W ilhelm
Bölsche'nin, doğa tapınağının “soylu çıplaklığı”n ı gösteren bir
tezyinata benzer biçim de yaptığı m anzara tasviri, b u n u n uzak

62 Dünya Bilmeceleri.
63 Yunan mitolojisinde alkion: dalgaların üzerine yuva yapan kuş; denizin buna
müsait sükûneti.
460
olm ayan b ir örneğidir: “C ü ru fu n d an arındırılm ış, daha iyi bir
Yunanîliğin aydınlık geleceğinin dünyası; töre ile çıplaklığın, sa­
natın saf b u h u ru ile aşk b a h a rın ın sıcak k o k u su n u n birbirlerini
rahatsız etm eden çiçeklerle kaplı çayırda beraberce yayılabilece­
ği; bu esnada beyaz tapınağın kutsal perdesiyle yaşam ın ve te­
fe k k ü rü n en derin gizem lerinin ö n ünde sessizce gökyüzünün
m aviliğine doğru uzanacağı... N e zam an ulaşabileceğiz, şaşkın-
lıklanm ızın derin gölgeler vadisinden senin lütuf adana?” Gö­
rüldüğü gibi, perde burada da eksik değildir; tapınağın girişinde
b ulunm asını tasavvur etm ekten m em n u n lu k d u yulan b ir tür an ­
tik kapı görevlisi; tıp k ı sevgilinin ö n ü n d e giyilen tah rik edici iç
çam aşırlar gibi, keza eskinin salo n u n d a asılı kilim gibi - am a ar­
tık onu yelken gibi düşünm eden. Böyle, çiçeklerle kaplı çayır­
larda perdeli b ir an tik tapınak hiç olm adı; keza seyahat resimle­
rinin zıtlıklarından düşlenm iş b ir im gedir bu. M erm erden ziya­
de beyaz yağlıboya olarak o zam anın sergilerinde b u lunur; kö­
ken imgesi ise, zam an zam an Geç Rokoko’n u n saray bahçelerin­
de ve klasizm çerçevesinde yapılan' işlem elerde görünen bir d ü ­
zenektir. B ütün bunlarda güzel Yabancılık, daha 19. yüzyıl dö­
n üm ünde, d ekoratif b ir etkide b u lu n u r; tanzim edilm iş, yerleşti­
rilm iş bir ütopyanın özel b ir tarzını oluşturur. Özellikle ku ru cu ­
lar dönem inin oda ve resim dünyasının üzerinde, (fabrikalarca
im al edilen) kopyanın sahici lâneti, peluş b ir egzotiğin, k o n u t
olarak kullanılan b ir pasajın, m ekân tanzim inde kullanılan bir
panoram anın yanlış lütfu asılıdır. Z engin K orint sü tu n u her tür­
lü takdirin ü zerin d ed ir - am a özellikle o, en sahici olm alıdır;
çünkü o n u n yeri, k ü çü k burjuva nouveau ri che’in böbürhânesi
değildir - yolu kapayan fantezi kıtlığı değil, fantezi fazlasıdır
o n u n yeri.

A n tik m o b ily a la n n hâlesi, h a lın tıla n n büyüsü, m ü z e

Biriktirm ek, öteden beri, seyahate gitm enin özellikle çarpık bir
tarzıdır. H er şeyi toplar, h er şeyi kendinde tutar, sahip olm a hır­
sı ve harislikle eller a n la n , böylece sıkı sıkıya evine bağlı kalır.
Beri yandan K endinin Olanı aranır dört b ir yanda, eski b ir âlet
için kör bucağa bakınır, o n u n iptilâsına d ü şm ü ş o lanı m ahvet­

461
mekte beis görm ez, bu bakım dan yeterince dışa dönüktür. Bun­
lar çelişkili g ö rü n ü r am a k e n d in i n ad ir olanla çevrelem e, za­
m ansal veya uzam sal y ö n d en ıra k olan ın kapsülü içine girme a r­
zusunda birleşirler. H er şey toplanıp biriktirilebilir: Düğmeler,
şarap etiketleri, kelebekler, bilhassa sıklıkla posta pulları. A ntik
nesneleri, a rtık m evcut olm ayan ve egzotik sanatların eserlerini
toplam ak, b u n lar arasındaki en soylu av tü rü d ü r yalnızca. Ta-
mamlanm ışlıga olan saplantı da m arka toplayanla porselen ko­
leksiy o n cu su n d a aynıdır; b ir seriyi tam am lam a arzusuyla b ir
servis takım ının tam am ına sahip olm a arzusu arasında fark yok­
tur. Fiyatı belirleyen h ep nadirliktir; ister pulu n tırtıklarında se­
risine göre b ir fark söz konusu olsun, isterse kenarı bom beli ol­
duğu için sadece çekm eceli ö n tarafı bom beli olanından birbu-
çuk m isli pahalı olan barok kom odin. Tüm b iriktirm e nesnele­
rinde, nadir olanların bulu cu su olan satıcının emeği, üretkendir
(dağıtım işindeki nadir ü retk en em ek etk in lik lerin d en biridir
bu); tüm ünde de fiyatı m eraklıların rekabeti düzenler. Yine de
sanat koleksiyonculuğu diğerlerinden esaslı şekilde ayrılır, çü n ­
k ü bu alanda n a d ir olan aynı zam anda yeniden im al edilemeye­
cek olan, geri getirilem eyecek olandır. Pullar ve be,nzerlerinin
b ug ü n de y ü z yıl öncekiyle aşağı yukarı aynı olm asına m ukabil,
eski mobilyalar, kadifeler, porselenler b ir yitik iyiliği, kayıp bir
zanaati, b atık bir k ü ltü rü taşırlar; işte b u da nad ir olm a vasfını
k a z a n d ım onlara. M akine m allarının tek sesliliğinden ve gittik­
çe daha tek sesli o lu şu n d a n farklı o larak an tik alar ülk esin d e
n orm a bağlanm am ış, hep yen id en şaşırtan b ir zenginlik kendini
gösterir. E n basit fayans tabaklar bile, im al edildikleri yerler ara­
sında beş saat yol farkı varsa, birbirin d en değişiktir. Buhara ve
Afgan hariç, hiçbir Şark halısı diğerinin aynısı değildir; F rank­
furt im alatı b ir dolapla Danzig imalatı dolap arasında, h er ikisi
de barok olm asına rağm en, çiftlik av lusunun girişi ile saray ka­
pısı arasındaki kadar fark vardır. Bunların hepsi yerellikle, sipa­
rişle, âdetlerle ayrışmıştır; fakat hepsi de el zanaatinin sağlamlı­
ğıyla, tek tek im al edilm işliğiyle, tek rarı im kânsız bir vahdet
içindedirler - ve yavaş gelişmiş kapalı b ir k ü ltü r hepsini birbiri­
ne bağlıyordur. Bu nedenle, b u g ü n eskileri topluyor olm ak m a­
kine m alından yüz çevirm ek ve geri getirilem ez o lm uş -a y n ı za­

462
m anda en huzu rlu ve en fantezi d o lu - b ir ev im gesine dönm ek
anlam ına gelir. B ugünkü su retinin ö nceki yüzyıldaki -ta m söy­
lersek: dekore edilm iş odalardaki- inkâr edilm ez kökeni de za­
yıflatmaz b u b irik tiriri Eros'unu. Zayıflatmaz, çünkü antika me­
rakının en son ilgileneceği şey, kaba saba im al edilm iş kopyalar
ve sözüm ona “stilli” m obilyalar olacaktır. Sahte antikalar bile
yeni zengin b ir böbürcülüğün ihtiyaçlarına ve süs arzularına en­
der olarak uyarlanır. Sahicileri ise tüm üyle, kapitalizm tarafın­
dan tahribata uğratılm ış b ir biçim sel kesinliğin tanıkları, yitik
güzelliğin sahile v urm uş ganim etleridir. A ntikalar ülkesine doğ­
ru denize açılm anın rom antik-gerici anti-kapitalizm le hiç alâka­
sı yoktur, am a geç kapitalizm in sanatın -özellikle de ev âletle­
rindeki s a n a tın - can düşm anı o lu şu n u n idrakiyle pekâlâ alâkalı­
dır. A ntika ülkesi, eskilerde güzel başarılmışlığıyla, yine saadet
verici âhengini kurar, aynı topraktan, aynı fantezi d o lu verim li­
likle. B ütün b u iyi parçalar da birbirleriyle anlaşırlar, daha karı­
şık h a ld e y k e n b irleşirler. T ıp k ı, m im a rîd e n , W ü rz b u rg 'd a n ,
W orm s'tan ö rn e k vereceksek, saf rokoko b ir yan kapı girişinin
bir Roma katedraline dikişsiz eklenebildiği gibi.
Gerçi, sahici eski şey toplayıcılığının tem elinde de seyahate
gitm e arzu su n u n yattığı, hâlâ doğrudur. Bu, eskiden ırakların
verdiği çü rü k büyü d u y g u su n a dair b ir şeyle bağlantılıdır; ger­
çekten sahici olan m u h itin gerçekten sahici m u k im i bilm ezdi
seyahate gitm e arzusunu. Fakat o, b u g ü n hâlâ antikayla eğleş­
m enin önem li b ir kısm ını olu ştu ran arzuyu bilirdi: çok sayıda
eski zam anda, çok sayıda ırak ülkede hazır bulunm a arzusu. An-
dersen'in “M u tlu lu k galoşları”n d ak i adlî m üşav irin gotik Ko-
penhagen'e vâsıl olm a arzu su d u r bu; sim yacıyı kadim Truva'ya
veya uzaklara götüren bir dizi b ü y ü m asalı, aynı türdendir. Nasıl
b ir düştür, bir günlüğüne, b ir saatliğine porselen asrında eğleşe­
bilm ek, hatta eski Atina'da, Roma'da, Bizans'ta, M em phis'te, Ba-
bil’de. Eski sokakların ve evlerin arasında yaşayarak dolaşabil­
mek; geriye doğru, ölüm e karşı b ir zam an seyahatine çıkm ak,
k.:ndi do ğ u m u n u n gerisine gitm ek. Bu eşyanın tabiatına aykırı
g ay rıtab ii a rz u im g e sin in bir y a n sım a sın ı P o m p e i'y i ziyaret
edenler bulur. Ve şüphesiz h er esk i şarap testisinde, b aro k dolap
kapağının m uazzam saraya yayılan sesinde, bakır tabağın kuytu­

463
daki görü n tü sü n d e b ir parça Pom pei yaşıyordur. Bu geriye dö­
n ü k seyahatin en vahşi, aynı zam anda iç içe geçmiş yansım alarla
yüklü hali, tıklım tıklım d o lu h er antika d ü k k ân ın d an taşan ar­
zulardadır. Balzac böylesi b ir arzu dizisini veya ayna m ontajını,
Peau de chagrin'de64 u n u tu lm a z b ir biçim de anlatır. R om anda
genç bir şair m ağazaya girer; "yaşam o n u sarh o ş etm iştir - hatta
b elki ölüm de”. D ikizci olarak, geçm işte, ıraklarda ve aynalı ga­
lerideki iç içe yığılmış eğleşm esi esnasında çapraz m ontajı idrak
eder. “K ırk d ü n y an ın k o lu n u bacağını görüyordu m ecburen...
Timsahlar, m aym unlar, d oldurulm uş dev yılanlar kilise pencere­
lerine sırıtarak bakıyor, fırçalan ısırm ak, boya kutucu klarını ka-
pıverm ek, avizelere tırm anm ak istiyor gibi görünüyorlardı. M a­
dam Ja co to t N ap o leo n 'u n boyadığı bir Sevres vazosu, Sesost-
ris'e65 adanm ış b ir sefenksin yanıbaşm da dikiliyordu ... Ö lüm ün
alet-edevâtı, kam alar, yabancı tarzda tabancalar, gizli silâhlar,
yaşam ın alet-edevâtıyla beraber karm akarışık, rengârenk d u ru ­
yorlardı; porselen çorba kâseleriyle, M eigner tabaklarıyla, şeffaf
Çin fincanlarıyla, antik tuzluklar ve feodal şeker kutularıyla bir
arada. Pupa yelken b ir fildişi gemi, hareketsiz b ir kaplum bağa­
n ın sırtında salınıyordu. Bir hava pom pası, kıpırtısız b ir majeste
du ru şu y la dikilen Kral A ugustus’u n gözüne dayanm ıştı... D ü n ­
yanın bu süp rü n tü yığınında yok yoktu; ne K ızılderili tü tün çu­
buğu, ne yeşil-altın rengi Harem terlikleri, ne Berbert yatağanı,
ne bir T atar idolü. A skerin tü tü n kesesine, rah ib in b uhurdanlı­
ğına ve b ir tahtın tüylü tezyinatına vanncaya d ek h e r şey mev­
cuttu. Bir de ü stelik bu im gelerin verdiği şaşkınlığın üzerinde
bin ışığın cilvesi oynaşıyordu, vahşi b ir ayrıntılar karmaşasıyla,
aydınlıkla karanlığın en kuvvetli zıtlığıyla. K ulak k esik kesik ba­
ğırtılar duyduğu kanısındaydı, zihin kaosun içinden b in tane ta­
m am lanm am ış trajedi çekip çıkarıyordu, gözse üzerinde pek de
bir ö rtü olmayan b ir ışıltı algıladığına inanıyordu." G enç şairi
b u m ağazaya sü rü k ley en ü m itsizlik dinm iş, şair şövalyeye ve
H indu rakkaseye, g aip balm um u, demir, sandal ağacına d ö nüş­
m üştür, yüz ayrı çağ ve uzam tek b ir perspektifte kuşatm ıştır

64 Keder Derisi!Tılsımlı Deri.


65 Bir Eski Mısır kralı.
464
onu çepeçevre. “H em en bir korsan oldu, onun gayet karanlık şi­
iriyle donattı kendini, sonra narin m inyatürlere, paha biçilmez
b ir el yazm ası no ta defterini süsleyen altın ve mavi işlem elere
bakakaldı hayranlıkla ve denizin çekim ini unutuverdi. Barışla
dolu düşüncelerinin ninnisiyle yeniden ilm e verdi kendini; şim ­
di b ir h ü cren in derinliklerinde yatıyor, o n u n kem erli pencere­
sinden m an astırın ın çayırlarına, orm anlarına ve bağlarına bakı­
yordu.” Bu şekilde tasvir edilen sefahat g ö rü n d ü ğ ü gibi daim a
sahile vuran ganim etin m ontajında eğleşir, Fransız dekorasyon
odalarında, hele k i ikinci A lm an K ayzer lm p arato rlu ğu'nunki-
lerde degil. Balzac'ın hayreti rom antik bile değildir, yeni b ir tarz­
da basbayağı b a ro k tu r, en k azv âri o lana d ü şm ü şlü ğ ü y le. Bal-
zac'ın antika d ü k k ân ı geçmişle ırakların b ir teşhir salonu gibi­
dir, sahile vuran ganim et böylece alegorik olur.
Bu da dem ektir ki, yitik haldeki m ahfuz, sanki son güzelliği­
ni ancak şim di sunuyorm uş gibi b ir etkide b u lu n u r. O zam an,
dökülm ekte olan, salt b ir yüzey o la ra k tezah ü r eder, m elanko-
lik-şen b ir ışım a gibi, orm anın içinde b ir açıklık gibi. Balzac'ta
sesi d u y u lan e n k a z k ü ltü , böyle o lu şm u ştu r, Maniyerizmle.66
İnsan bedeni ve talihi adına onca m üşteki olu n an fanilik, inşa
edilmişliği ve başlatılm ışlığıyla, tuhaf-m ecazî bir değer kazandı
o zam an. “Soluk cesetlerle dik k at çekm ek” - barok trajediler fi­
n alin i süsleyen budur. A n tik çağdan gözlerini bize diken en­
kazlar da b aşk a b ir şey olarak h ü rm e t g ö rm ü ş değildir (karş.
Benjam in, U rsprung des deutschen Trauerspiels [Alman Trajedi­
sinin K ökeni], 1928, s. 176 vd.). T üm b aro k m aniyerizm , ^ k -
selm ekte o lan burjuvaziyle, belirleyiciliğini sü rd ü re n yeni-fe-
odalizm in m ü şk ü l h ü k ü m ran lığ ı arasında oluşan ikircim i yan­
sıtıyordu; tabii b u esnada fânilik, düşm ekteyken tu tu n m u ş h a ­
liyle, b ir fo rm oluşturm aya devam ediyor, yani asla nihilizm e
düşm üyo rd u . E nkaz, çöküş ile, sürek li aradan k en d in i göste­
ren, h enü z yekpâre diyebileceğim iz çizginin aşağı y u k arı ortası­
n ı bulm ak zorundaydı. O rtanın b u salınırlığı, san k i salınım ha­
linde durakalm ışlıgı, o n u b aro k anlam da resm edilm eye değer
kılıyordu. E n ^ ız ayrıca, b arok H ıristiyanlık adına, faniliğe ba­

66 Rönesans'tan Barok'a geçiş aşamasındaki sanat akımı; Rönesans formlarının


‘çözülmesine' veya 'yozlaşmasını' ifade eder. İkinci anlamı. Yapmacıklık.
465
k ışı, d ü n y a n ın so n g ü n ü n e b ak ışla b a ğ d a ştırm ıştı; fânilikle
A potheos'un67 b u karışım ı, a n tik yıkıntıları sadece g ü zel değil,
saygıdeğer de kılıyordu. D em ek, -k e sin tisiz çağlarda bir arzu
imgesi değil b ir korku kaynağı o la n - enkaz, A ntikite’n in ilk kez
inşa edilebilir olm asını sağlayan kategoriydi. Daha da fazlası:
Barok resim lerdeki b ir dolu işkence ve şehadet sahnesinin b ir
parıltısı, geçm iş güzelliğin yıkıntılarının üzerine de düşüyordu.
Rönesans, antik tapınakların enkazlarını takdim /tasvir ederken,
bunları bağlam larından koparılm ış ve emsal gösterilebilir m o­
deller olarak v a r kılm ıştı. F a k a t b u n u izleyen ik i barok yüzyılın
im geleri ve işlemeleri, enkazı, tam da, b ir ölçü ve sim etri kalıbı
olan klasik m odeli barok tarzda yeniden biçim lendirm ek üzere
k u llan d ılar. Y ıkıntılar, k esin o la ra k g ay rı-k lasik b ir k e n d in e
m a h su s am b lem in , ü z e rin e eb ed iy etin k u ru ld u ğ u b ir fânilik
alegorisinin yeni u n su rları oldular. Böylece k ad im çağların ba­
kiyeleri, baro k tasvirciler tarafından, b ü tü n lü k lü b ir restorasyo­
na tabi tu tu lm ak tan ziyade çökm üş halleriyle aşın güzellendi­
ler. Piranesi'de bile böyledir bu; hele asıl, A ntikite'yi güneşin
batışı olarak gören m ütehassislerde. Piranesi'nin “Verdute di Ro-
m a"ları gayet ayrıntılıdır, b ir görüş su n m ak isterler ve W inckel-
m ann yüzyılının başlangıcında böyle kabul edilm işlerdir; fakat
burada da Torsi'ler68 bizzat, m ersiyeli olm ası arzulanan güzel­
likleriyle, aşırı vurgulanm ışlardır. H ele asıl m elankolik-sarhoş
fantezileriyle barok ressam lar, yıkıntılar A ntikitesi'ni, hiçbir şe­
kilde b u lu n m ad ığ ı yerlere d e k o n d u m ıa k ta n geri kalm am ışlar­
dır: C h iso lfi'n in “K artaca y ık ın tıları" (D resd en ), 1650’de bu
tarzın m ükem m el b ir n u m u n e sin i sunar. B urada çalılıklar, çat­
lam ış d u v a rla r, re sim g ib i d e v rilip d a ğ ılm ış s ü tu n la r, E ski
Çağ'ın şahâneliğini, fâniliği itibarıyla bilhassa değerli kılm ışlar­
dı. M im arinin resm edilişi arzu düşlerinin en zorlam asız ifade­
siyse şayet, burada, A ntik kasidede H ıristiyan m ersiyesini göre­
bilirsiniz. Barok’u n zayıf b ir yankısı da, “k adim d ü n y an ın ü r ­
pertisinin etrafım ızda estiği yerlere” dair şu m ütehassislikti; b u ­
n u n için d ir k i sadece m ezarlıklarla değil, yapay s ü tu n kaidele­

67 insanın Tanrılaşması.
68 Kafasız ve kolsuz-bacaksız beden heykelleri.
466
riyle ve toplam da yapay enkazlarla m esk û n d u r o hassasiyet tar­
zı - Schw etzingen saray bahçesindeki gibi. Antik yıkıntılardan
başka, an tik vecdin yanında bilhassa cin-peri işlerine de m üsait
olan ortaçağ kaleleri de görüş m en zilin e girm iştir. Y ıkıntılar,
öted en beri, daha A ntik ite’de ve B inbir Gece M asalları'nda, ö lü ­
le rin ve m ünzevî ru h la n n eğleşm esine u y g u n y erler sayılıyor­
d u . Böylece b u sahne, b ilh assa yerli, g o tik ay ışığ ın ın altına
k ay d ığın d a, başlangıcı 18. yüzyıla u z a n a n k o rk u ro m a n ın ın
m eşru m ekânı oldu. D uygusallıkla aranan b u yıkıntılar, A m eri­
kan terör sa ld ın la n n ın geride bıraktığı dehşetli derecede gerçek
enkazdan nasıl da farklı b ir etki u y an d ım . Fakat daha o zam an­
lar, salt fâniliğin ve o n u n m ersiyesinin yarattığı hâle de, h er­
hangi b ir hâlesi olm adan (anlam sızlığın h âlesinden bile yok­
sun) m e tru k pencere k o v u k la n n d a o tu ra n d eh şetten nasıl da
farklıydı. O zam anki A ntikite kategorisi, 19. yüzyılın enkaz b ü ­
yüsüyle, enkaz şifreleriyle çoğaltılm ış restorasyon kavram ların­
dan ne kadar uzaktı; Torso'nun karşısındaki vecd, o n u tam am ­
lam a g ü d ü sü n d en nasıl da farklıdır. 1820'de Milo V enüsü top­
raktan çıkarıldığında, eksik k o lla n , h em en a rd ın d a n ve tüm
yüzyıl boyunca, y ü zd en fazla rekonstrüksiyonla e x ingenio69 ye­
n id e n im al edildi; B arok, vecdini, tam da Torso'da, o n u n fânili­
ğinde ve üzerin e d ü şen Son Işık'ta b ulm uştu. Ama ana h a tla n
itibarıyla ‘k a lın tı b a k ışı’ b u g ü n hâlâ k a lm ıştır - n u ra n î fa cies
hippocratica70 haricinde: P atina'nm 1' Pathos'unda, yekpâreliğin
Pathos'unda. P atina’n ın arzuladığı Pathos, rengârenk cam lardan
P aestum 'u n 72 altın rengine, h arap k irem itlerden (m anastır ra­
hip ve rahibeleri) soylu yeşil bronza d ek uzanır; b u Pathos, o
zam andan beri akıp giden zam anı ister, eski bir şarap gibi ya da
güzel geçirilm iş b ir yaşam ın akşam ı gibi ister onu. Başka türlü,
tam am en gayrırom antik, am a keza tahribata m ü teşekkir olm ak­
tan geri kalm adan, y ekpârelik aşkı, zam an ın tesirine h ü rm et
eder. H ususen, Y unanî-plastik alanında; b u ra d a ko lsu z Milo Ve­
nüsü, tam am lanm ış orijinalin hayalîliğiyle kıyaslandığında da­

69 Kendi niteliği, şahsiyetiyle.


70 Ölüm çehresi.
71 Cila; cilayla verilen dirilik, tazelik.
72 İtalya'da, Eski Yunan dönemine kadar uzanan bir yerleşim kalıntısı.
467
ha kat'i form olarak görünür. Böylelikle, sahile v uran kıym etli
ganim et, d ö rt b ir yanda, onu kökenindeki d u ru m u n u n ve geç­
m işteki g ündelik sırad an bağlam ının üzerine çıkartan anlam la­
ra işaret edebilir. Boş zam anlarda iyice güçlen ir bu: m üzenin
kendisinin, kraliyet h azine odasından çıkarak, o öğretici, hay­
ranlık içinde uyarıcı parıltısına ancak 19. yüzyılda erişm esi b o ­
şu n a değildir. Toplamda A ntikite: elbette b ü y ü k ölçüde geri geti­
rilem ez b ir şey, geçm işin sularında b ir Vineta’d ır .73 Fakat m aki­
ne m am ullerinin ve 19. y üzyılın d ekoratifini g u ru rla devralan
form alist B auhaus74 iktidarsızlığ ın ın çağında, keza ü to p ik b ir
sim gedir o. D olgunluğun, süslem enin, esaslı biçim de kavrayan
fantezinin ve sadece böyle olm uş olm akla kalm ayıp, tam am lan­
m am ış olan ın uyarıcı-ütopik b ir işaretidir. Sahici b ir yeni yara­
tım dahi -a n ıla n niteliğiyle- içinde b ir Kadim Zam an barındıra­
cak, b arın d ırm ası gerekecektir; tabii ki, kopya edilm iş olarak
değil, bugünle ve b u g ü n d e işlerliğini sürdürerek. Yenilik dere­
cesi b ir eseri önem li yapar, fakat kadim lik derecesi o n u kıym et­
li kılar; ve b u iki belirlenim , b ir k ü ltü r m irasının ortaya k o ydu­
ğu ve geride bıraktığı eserde, el ele verirler. M akine, tüm a n ti­
kaların kaynaklandığı el zanaatından farklı k oşullar yaratm ıştır.
Fakat nasıl b u g ü n ü n kapitalistçe im al edilm iş m akine insanı
yarına kalm ayacaksa, salt genel m ekanizm e ve o n u n yaratıcılık­
tan uzaklığına tekabül eden m akine m am ûlü de son söz değil­
dir. “Forseps d ü m d ü z o lm alıd ır am a şeker m aşası asla.” (Geist
der Utopie, 1918, s. 22); h e r sah ici san atçı tezyinatı sever, her
ne kadar sahici tezyinat, m ekanizm ve kitsch tarafından öylesi­
ne m ahvedilm iş b ir çağı artık sevm ese de. 19. yüzyılın fecaatin­
den arınm ak ön koşuldur, conditio sine qua non’d u r bu; fakat bu
arınm anın ötesinde de, antikaya d ö n ü şm ü ş olanın dolgun içeri­
ğini yok etm eyip sü rd ü re n b ir ifade dünyası k u rm a ödevi var­
dır. Yoğun am a asla k utsanm am ış veya h atta m ukallitliğin tak­
litçiliğinden kurtarılm am ış b ir renk, form ve süslem e arzusu,
m ekanizm den k u rtu lm u ş dünyayı kat eder. Tüm tarih boyunca

73 Baltık Denizi'nde batık şehir efsanesi.


74 Almanya’da l 910'da Walter Gropius tarafından başlatılan, sanatla(rla) mima­
ri, bilim ve teknoloji arasındaki ayrımları yıkmayı hedefleyen sanat ekolü.
Gropius 1932'de Hitler'e yakın olmuştu.
468
m akine m a m û lü n ü n sö k ü n ed işin e k ad ar p arlay an ve b ü tü n
m üzelerim izi d o ld u ran ışığın, B auhaus’ta veya b enzer nafile te­
zah ü ratlard a sö n ü m len m ed iğ in i gösterir. İnşaatın gûyâ-ilerle-
mesi n e d enli çarpıcı, yani Hiçliğe doğru olursa, eski arzu im ­
gesinin artik alan o d en li ‘u n u tm a beni' o lurlar - gaynrom antik
b ir ‘u n u tm a beni'. Şimdi y ü rü rlü k te olan gerçeklikte, şim diye
d e k bilinm eyen insan ifadesi resm ini m edyadan getirebilm eye
yetecek kadar -1 9 . yüzyılın tü m Lom bardiya'sına m u k ab il- Ön-
G ö rünüş vardır. Kötü inşa edilm işin, yani yeni cihaz' ve sokak­
ların çoğunun nişanı, eskiyem em esi, yıllar içinde ancak çü rü ­
m esidir. D oğuştan kıy m etlin in n işan ı da, m ü nasip bir zam an
geçince b ü y ü k kadim m irasa katılm ası ve b u n a değer olm asıdır.

A rk a d ia ’n m saray bahçeleri ve binaları

Şimdi burası ebedi güzel. Dün akşam, göller,


kanallar ve koruluklarda gezerken çok mütees­
sir etti beni, Tanrıların krallara kendi etrafla-
nnda bir düş yaratmaları için izin vermiş olma­
ları. Masal gibi, burada dolanması. İnsana anla­
tılan bir masal gibi ve tümüyle cennet tarlaları­
na benziyor....
- Goethe, 1778'te, Dessau'daki İngiliz Parkı
hakkında Ch. v. Stein'a

Neşe dolu bir ev olm asın ki, yeşilin ortasında veya yeşile bakm ı­
yor o lsu n . B oşluk ona aittir, h er şeyden önce de k en d i arzuları­
na göre biçim lendirdiği bahçe. Çiçekleri toplar, düzenler, taşı ve
suyu ehlileştirir, k e n d iliğ in d e n açılan d u v a rla r koyar. Bahçe
zevk-ü sefaya aittir ve o nu içine alır, kadına ve Cythera'ya aittir.
A rap bahçesinin harem e bitişik olm ası sebepsiz değildir, orası
aşk, sürpriz ve barış coğrafyasıdır. Bir ucu serin ve kuytudur, su
o yunları ve k ü çü k köşkler, acayiplikler eksik değildir. Bağdat
halifelerinin parkında bakırdan dereler, cıvayla dolu bir gölcük
vardı; dört bir yanda, içinde kör edilm iş ve gündüz de şark ı söy­
leyen bülbüllerin olduğu altın kafesler asılıydı, ağaçlarda da rüz­
gâr estikçe kendiliğinden çalan harpler. Aşk p av yonunun duva­

469
rında fildişinden bir zara b en zeyen yarıklar vardı, m avi-yeşil
Şark sem âsı görünüyordu arasından. Labirentler, aşk sevincini
çoğaltan ayna o y u n ları hoşa giderdi (en ü n lü le ri A rap Paler­
m o'sunun saray bahçelerindeydi b u n ların , Roma da bu gibi sa­
n atları eski Şark'tan getirtm işti.) Ve n asıl güzel dişiye güm üş to­
kalar, ziynet zincirleri takılırsa, Şark bahçesi de m etal işçiliğiyle,
cam dan çiçeklerle, Ç in'den gelen yeşim taşıyla tezyin edilm işti -
bizzat do ğ an ın ince bir haz d ü şü , dişi olarak doğa. Bahçenin
ikinci kez çiçek açışı, Barok'ta oldu; G arp m utlakçılığının O r­
yantal despotizm e olan ilgisi, ilkin A rap fantezisine el atılm asını
getirdi. E n önce de, 18. ve 19. yüzyılın saray bahçelerinde; gide­
rek kendini dayatan b ir yenilik olarak takdim /tem sil unsuruna
rağm en. Bu yeni u n su r bahçe sanatının ikinci p arlak çağında,
Barok'ta m uzaffer oldu, ama tam da olamadı. Barok p ark sere-
m oniyel şenliklerin ölçülü, geom etrik olarak hesaplanm ış sah­
nesine d ö n ü ştü - am a yam zam anda, h e r b ir yanda rol alan do­
ğanın sahnesine. Sarayın k en ar bölgesi olarak davranm alıydı,
yarı m atem atiksel b ir varlık, y arı yarıya da gem lenm iş sapmaydı;
panoram aydı. H er şeyden ve herkesten am blem yaratm aya dö­
n ü k barok arzuya tekabül eden barbarca-kom ik taşkınlıklar da
görülüyordu burada: p o rsu k ağacında Adem ve Havva, şim şirde
St. Georg, sürünen yer sarm aşığından kuyruğu olan bir ejderha,
defnede m uazzam şair. M am âfih baro k bahçe, o zam anki toplu­
m un “sans la harbe lim oneuse”7S b ir doğa deyince - u z u n peruklu
da o lsa- arzulayıp tasavvur ettiğinin nonplusultra’sım 76 da yaratı­
yordu. Fakat bu, operanın taklidiydi. B unun ötesinde aydınlatıl­
mış olan doğa, o zam anın doğayı sevdiğini söyleyen soylu ada­
m ının anlayışına göre k u ru lm u ş b ir sah n ed en ib aret değildi;
çünkü o, rasyonel olarak m ükem m el b ir şaşırtm a, büyük. Veduta
[görüş] idi, an tik koşullarla O ryantal keyiflerin b ir karışım ı, kı­
sacası düzenle tuhaflığın b ir birleşim i idi. Rokoko, b ü tü n b u n ­
larda etki etm ekte olan takdim /tem silin kaybolm asına yol açtı,
u zu n peruğu bile doğadan uzaklaştırdı, fakat O ryantal keyif, Ar-
kadia77 esvapları içinde d ahi olsa b ak i kaldı. Yeni olarak, m er­

75 Çamurlu sakalı olmayan.


76 Daha ötesine geçmeyen.
77 ldeaVidilvSri yer.
470
m erden arzu im geleri eklendi buna; alegorisi, oyunbazlık, cilve­
leşm e d e n en şeye u zanıyordu: A m o r7B ve G ra zie 'le r79 perileri
kucaklayan keçi ayaklı Pan'lar, sefahat içinde kızlara tasallut.
H epsi de k ü ç ü ltü lm ü ş , p o rse le n i ve ç o c u k su lu ğ u h a tırla ta n
formlarda, yeşil çardağın altında, düşsel b ir sesle şm ldayan pı­
narın yanında, taklit için davetkâr, Eden bahçelerinin aşkî tarzı,
sessiz ko rulukta saklı. G erçekten de buradan, O ryantal bahçe­
deki gibi, harem çıkm ıştır açığa; o lağanüstü, ancak K atolikçe
kotanlab ilir b ir dam ıtım la çoğaltılarak. B arok p a rk ta duygusal
Şark, dam ıtım sız haliyle de teşhis edilebilir; en azından bu arzu
dünyası tekrar yoğunlaştırıldığı yani resm edildiği zam an. Cla­
ude Lorrain ve k ah ram an Poussin'in G üney’in peyzajını o n u n
suretinde resm ettikleri yüksek antik Barok bahçeler dünyasın­
dan, pekâlâ D oğulu-antik b ir A kdeniz'e bakılır; ışıyan çalılıkla­
rın arkasında parlak altın ışık altında gösterir, hepsi Roma gibi
değil de Palm yra gibi görünen sütu n lu tapınaklarda ve yıkıntı­
larda gösterir kendini Akdeniz. Veduta barok bahçede de hüküm
sürm ektedir, ebedîliği doğru b ir tc h a p p te de vue80 - ama aynı za­
m anda saklıya ve dolgunluğa doğru da, Doğa, takdim /tem sil ve
hazzın önden düzenlenm iş macerası gibi görünür, ortasında bir
sihirli şatoyla.
Böylece evler en cazip şekilde, asla kendiliğinden öyle bitm e­
yecek bir yeşille çoğaltıldılar. Yapay b ir tarz olan sanatsal tarz­
dan görünüşte geri dön ü ş de bu tü r bahçeleri ortadan kaldırm a­
dı. Fransız bahçesinden dönüş, burjuva yaşam tarzının gittikçe
kuvvetlenen nüfuzuyla l 750’lerde gerçekleşti; doğal üslûp deni­
len İn g iliz bahçesi başladı. Fakat İngiliz bahçe d ü zen i de vahşi
doğayı ziyadesiyle kültive ediyor, in san ları peyzajda tutuyor,
peyzajı 'insan için' yapıyordu. Gerçi, Rokoko'da Fransız bahçe­
siyle sık sık karıştırılan İngiliz parkı görünüşte saraydan uzakla­
şır, serbest doğayla arasında bir sınır da olmayacaktır. Keza en­
gebedeki bahçe yine, yapay biçimde d ü zlü k te kuru lan bahçeye
tercih ed ilm iştir: R om antizm k e n d in i d u y u ru y o r, H eidelberg
peyzajı, Zürih Gölü, g örünüşte insan eli değm em iş, gûyâ ‘ken­

78 Roma aşk Tannsı.


79 Roma mitolojisinin üç güzellik Tannçası.
80 Gözü kaçınş.
471
dinde’ bahçe-doğası keşfedilm eye başlıyordu. F ak at böylelikle
ortaya çıkan, yine ‘verili' değil de arzulanana göre b ir doğaydı;
Addison ve Pope’un, sonra özellikle R ousseau'nun, duygusallaş­
mış b ir A rka d ia 'n m doğasıydı, İngiliz parkı da o n u n girizgâhıy­
dı. Saraydan veya evden, ancak, çayırlarda ve m eşeliklerde, sal­
kım söğütlerde, sazlıklarda ve koruluklarda yeni b ir ‘Giriş' oluş­
turm ak üzere uzaklaşıyordu; tüm dünya çapında hissiyat inşası­
' na veya rom antizm hanesine açılan Giriş’ti bu. D oğanın köken­
sel, m ükem m el haliyle bir bahçe olduğuna dair İnci l' deki tasav­
vur şim di bir pagan tasavvuruna dönüşüyor, bir cennet düşü n ü
katediyordu. İnsan ve bitki dün y asın ın görünüşte en uç zıt k u t­
bu olan çoraklık bile böylece, rom antizm in arka yolundan geçe­
rek de olsa, R ousseauculuğa dahil ediliyordu. “Bahçe,” der Fri­
edrich Schlegel, “bu sem bolik-sanatsal anlam da zaten yükseltil­
miş, güzelleşm iş ve nurlanm ış bir durum dur; çorakta ise, duy­
gusu insanı derin bir kederle dolduran, aynı zam anda da m uci­
zevî b ir çekiciliği olan sahici doğan ın k endisi v a rd ır” - k e n d i
kendisinin yaşarken tadına varan, batıp gitmişliğin, münzevili-
ğin çekiciliği. Zamanla, çöller ve buzul dağlan da yer bulurlar
b u rada; H aller’in A lpler ü z e rin e şiirin d e n beri. T ekinsizlikle
kaplıydılar, doğanın eski kaosa d önm ek üzere çöküntüye uğra­
dığı am a aynı zam an d a m e sk û n sın ırlard an m ünzevî ulvîliğe
uzandığı kıyılardaydılar. Bir m im ari yapı olarak İngiliz bahçesi
tabii ki böyle bir şeyi işaret edem ezdi fakat o n u n düzenlenm e
tarzı da böylesi alacakaranlıkları veya alışkanlıkların kesintiye
uğrayışını seviyor, b aroktan devraldığı nadidelikleri yalnızlığa,
ıssızlığa nakşediyordu. Rokokodan İngiliz bahçe düzenine geçi­
şin bilhassa öğretici ve neredeyse ansiklopedik olduğu bir bahçe
vardır: Schwetzinger Sarayı Bahçesi. Sazlıklar ve m eşelikler ya­
nında burad a dünyada hatırlanm aya değer olan şeyler taklitler­
de ve ön cephelerde bir araya getirilm ek, yeşil bir teşhir salonu
yapılm ak istenm işti. Fakat yine sadece dışavurulan ru h hallerini
ve arzu im gelerini gösteren b ir teşh ir salonu; bir yığın sanatsal
ve duygusal hazineyi b arın d ıran doğal b ir hazine odası. Yeşil
porsuk ağacı ve beyaz Tanrılar, Voliere81 ve saklı ham am , Apol-

81 Çok büyük kuş kafesi.


472
lon Tapınağı ve cam ii - en erken m ontajlar olan b ü tü n bu arzu
binaları birleşm iştir. M erkür’ü n bir tapınağını, b ir tane de Mi-
nerva’nın k in i ( “bilgeliğin” kül t mekânı olarak yeraltı hücresiy­
le) bulabilirsiniz; yapay b ir kalıntı, b ir botanik tapınağı veya bir
Roma su şatosu. H epsi de Barok’u n ve Ro koko’n u n tiyatrosun­
dan açık parka nakledilm iştir. B üyük efendilerin zevk bahçesi,
sa raydaki doğa şölenlerinin ve geçit töre nlerinin m ekanı idi bu,
lâkin fantastik bir ‘kız kaçırma’ ve ıssızlık kokusu da üzerinde
asılı kalm ıştır. Figaro'nun D üğünü 'ndeki Susanne’n in aryasının
yeri tam buralardır, M ozart'ın m üziğinin s oylu lu ğu böylesi b ah-
çelerde, ta rih ten , m itolojiden, yabancı bölgelerden kendine duy­
gusal ve tuh af b ir panoram a çıkartan bir zirzopluk haliyle yan
yana d uru r. Bizzat Voltaire, b u p a rk la rın en güz e li 'h a kk ın d a
1768’de Collini’ye şöyle yazmıştı: “Ö lm eden önce bir ödevi yeri­
ne getirm ek ve bir teselliyi tatm ak istiyorum : Schw etzingen'i
tek rar görm e isteği, tüm ru h u m a hükm ediyor.” Ve böylesi bah­
çeleri hep donatan m im ari m askeler arasında hep b ir tanes inin-
ki eksik tir: kilise. B unun yerine, işte A rkadia görülebilir kılın­
m alı veya sem bolize edilm eliydi: Barok bahçede acayipUklerle
dolu bir A rka d ia , İngiliz bahçesinde m eltem li, hilalli ve N octur-
nolu82 bir A rkadia.

H a rika hava, geceleyin A pollo

Şeylere okuyarak yabancılaşm ak gibi b ir tarz d a vardır. Esip üfü-


ren ve kovuşturucu havalardaki m u h itin istikam etinde olur bu
iş. Böyle bir şey tabii İngiliz bahçesinin nazik akşam hassasiy e ti­
nin hayli uzağındadır, fakat kabalaştırılm ış hatta bazen derinleş­
tirilm iş olarak M ütehassis olanı da barın d ırır içinde. A rtık tü ­
m üyle burjuva bir zevk olm uştu r M ütehassislik, okuyarak edi-
niliyordur, dem ek şezlongta da hassas olunabilir - daha bile ko­
laydır öylesi. H u zu r verici b ir lamba ışığında ü rp ertili okum a
zevki, sadece b u n d a n önceki yüzyılda kalm am ıştır. Sıcak oda,
dışarıdaki harika havaya karşı ve oku nan kitaptaki, bu havanın
üzerinde estiği olaylara karşı iki kat hassaslaştırıyordu insanı.

82 Hüzünlü veya düşsel havalı müzik parçası.


473
H oyrat rüzgâr, o k u y u c u n u n , tu h a f biçim de, tüm üyle yabancı
yerlerin şöm ine ateşli b ir atm osfere tam am en ters ortam ına ait
koşullara kaçırılm asını sağlıyordu. Böyle b ir kaçırılm a çoğun­
lukla böylesi hikâyelerin hem en başın d a v u k u bulur; dök ü k bir
ev, “ü rp e rtic i alacak aran lık ”, arzulanan şeylerdir b u n u n için.
H atta en iyisi, şaşırtıcı biçim de, hiç dostâne olm ayan dünyanın
ta kendisi ısıtır m anzarayı, Kasım geceleriyle, çığlıklarıyla, k a r­
m ak arışık ve aynı z am an d a h ay aletv âri v u k u atıy la. B unlarla
benzerliği p e k az olm ayan, b ir kez Ossian83 dünyasına doğru,
fırtınaya, çayırlara, sise, gizli sızıltılara doğru sürüklem iş olan
arzular, buraya konarlar. Bir atım lık şok, gecenin huşûneti, evet,
ko rk u arzusu, yukarda ele alınan (karş. s. 113) arzular içinde et­
kisini en iyi' burada gösterir - daim a diyalektik olan, “kadim /ilk
sözlerin k arşıt anlam ı” . Bu olm asaydı, irkilişte etkisini hissetti­
ren duyu sal karışıklık, hatta n esn elerin karışıklığı olm asaydı,
gece ü rp e rtisin in teçhizatı o k ad ar d o lg u n bir zevk olm azdı.
Ç ünkü ü rp ertin in tüm üyle sansasyonel hazzını yaratan yabancı­
laşm anın içini d olduran da odur: K orku romanı. O nun fırtınalı
havası da Ossian çağında başlar, gerçi kendini ilkin 1764'te H o­
race W alpole'un “Castle o f O tranto”sunda84 duyurur, oradan da
h e p hayalet saatindeki E. Th. A. H offm ann'a geçer. Ama keza,
“Titan'ı, m eşale ışığı ve Hades'iyle, tıpkı güneş, A lpler ve Roma
kadar zengin etkiler yaratan Jean Paul'e de. H ele E dgar Allan
Poe, akşam ışığının son hüzm esindeki ve çöken gecedeki eğleş­
m esi olm adan, hiç düşünülem ezdi. Bu tarz seyahat im geleri bir
m ağaradadırlar, N o rd ik efsaneye göre içinde tuz ö ğütülen bir
deniz m ağarasında - A ttik değil de G otik tuz. M anzarayı acı su­
yun ve gecenin seli basar, senaryo m obilyalı b ir Nijlheim 'a85 dö­
nüşür. K aranlık geçit ve m erdiven, gece, m ezarlık, baykuşlar, sa­
atler, m üp h em bir. ışık, gizemli sesler, tuzaklı kapılar, G otik bir
oda -p u s u g ib i-, h ad d in d en fazla canlı gözleriyle tekinsiz bir re­
sim: b u b irliktelik, k o rk u ro m an ım do ld u ru r, ona k arak terin i
verir. O n u n m anevî esası daim a, ü rp e riş halindeki tuhaf arzu­
n u n m utluluğudur: “F ırtın an ın sahid en güm bürdediği ama yine

83 Eski çağlara ait Kelt efsane-şiirleri.


84 Otranto Kalesi.
85 Nordik efsanede, soğuklar, sisler ve karanlıklar ülkesi.
474
de çok güzel bir geceydi, korkusu ve ihtişam ıyla dehşetli tuhaf
b ir gece. Çok yakınlarım ızda b ir h o rtu m esm iş olm alı, çünkü
rüzgar sık sık yön değiştiriyordu. Sanki kulelere dayanarak du-
ruyorlarm ışçasına alçaklara inm iş bulutların alışılm adık yoğun­
luğu, onların sanki bilinçli bir hırsla h er yönden koşagelip bir­
birlerinin üzerine atıldıkları -v e yollarına devam etm ed ik leri-
algısına m ani olam ıyordu. O n ların alışılm adık yoğunluğu bile
b u n u algılamaya m ani olam ıyordu, yine de ne ayın veya yıldız­
ların bir parıltısını görebiliyorduk, ne de b ir şim şek ışını. Ancak,
k o ştu ran b u lu t kütlelerinin alt tabakaları ve dışarıda, açıklıktaki
bizi çevreleyen b ü tü n şeyler, hafif ışıyan ve açık seçik görülebi­
len, evi kuşatan ve kaplayan gaza benzer b ir b u ğ u n u n gayntabii
ışığında parıldıyordu” (Poe, U sher Evinin Ç öküşü). Böylece, hiç­
bir yerde olm adığı kadar iklim e uydurulm uş şekilde, hayaletler
dünyasını atavizm leri de k o rk u rom anına dalarlar; solgun veya
isli ateşle, yudum yudum içerek ve tokm ak vurarak; ucuz-ve-de-
ğerli ve h er h alükarda u ygunsuz büyüsüyle. En m ucizeli ayna
açılmıştır, fakat ne kadar fosforlu da olsa, ilave olarak, idrakteki
tem k in -o lm ay an ı d a gösterir. H offm ann’da, d ar kafalı k ü ç ü k
burjuva dünyasına d air en ayrıntılı tasvirinin o rta yerinde iş b a­
şında olan tam bu bakış, O n u n kendine m ahsus gerçekçiliğini
teşkil eder. Vasat varoluşun sefaleti ile u m u t im geleri arasındaki
mesafeyi böylesine ısrarla gösteren; am a aynı zam anda bu sefa­
leti şeytanlaştırıp um ut im gelerini yerelleştirirken, gerçek d ü n ­
yanın bir b o y u tu n u açan, burada korku rom anını da um ut im ­
gelerini de sosyolojik gerçekçilikle ve b u n u n çevresindeki eğ­
lendirici tarzla sınırlam ayan b ir gerçekçiliktir bu. Dahası: u n u ­
tulm uş sınır durum lar, orta sınıf darkafalılığının bastırılm ış inti­
zam ında, sıcak p unç’unda açığa çıkar. Hoffm ann, m izahla ışıta­
rak, terk edilm iş sektörlerden daha nelerin içeri doldurulabile­
ceğini, gün d elik hayatı dayatabileceğini ra p o r eder. Bu Hoff­
m ann için günün her saati gece yarısıdır ama öte yandan insan­
lar sözüm ona hayaletler dünyasının kurşuı:tiliğine ne çaresizce
m ahkûm durlar, ne de son sözü o d ünyanın zoru söyler. Zira en
m üthiş yaratıklam a bile, m asalda olduğu gibi, akıllı karşı güçleri
uyandırır; onlar ıssızlığı aydınlığa, gece örtüsü altında bilhassa
mavi görünen semaya, hüm anizm e çevirirler. N itekim hakiki bir

475
korku hikâyesi olan “M ajorat"taki hâkim , ö lm ü ş Daniel’i ger­
çekliğin dışına geri gönderir, nitekim “Altın Tencere”de arşivci
Lindhorst H ekate86 elmacı kadını m ağlup eder ve yabancılaşm a­
yı bulutsuz bir A tlantis’in ışığına dek kovalar. K orku rom anının
antika seyahatindeki ü rp ertin in nesnel k a rşıt anlam ı, budur.

29
DANSTAKİ ARZU İMGESİ,
P A N T O M İ M VE F İ L M Ü L K E S İ

Nunc pede libero pulsanda tellus87


- Horace

Hippolyta: Ama bütün bu gece hadisesi


Taşıdığı tüm anlamla, aynı zamanda değiştirir,
Hayalden fazlasına tanıklık eder.
D opdolu bir Tamlık çıkar bundan,
Ama tuhaf yine de ve mucizevi.
- Shakespeare, Bir Yaz Gecesi Rüyası

Dans eden de, başka olm ak ve başka olacağı yere gitm ek istiyor­
dur. Taşıt kendim izizdir, eşimizle veya grupla beraber. Beden,
hafifçe sarhoş eden ve aynı zam anda ölçüye sokan bir âhenkle
hareket eder. Ö ncelikle de istem ek üzere yanaşm ak ve kaçmak,
cinselliği de çağrıştıran bir h arek ettir ve toplum sal u.ansın temel
ham lesini oluşturur; ne kadar kabalaşırsa da, o kadar belirginle­
şir. Ama böylece tüketilm iş olm az, başka b ir adım veya dönüş
de vardır taklit edilen h areketler arasında, b ir form a sokulur,
süslenir, ölçülü hale getirilir; özellikle Rusya'da k orunm uş b ir­
çok halk dansında, bitirilm iş çalışma sonrasının neşesi vardır.
Lakin cinsel dansta da yükseltilm iş, yukan kaldırılm ış bir şey
vardır; görü n ü r biçim de duynlur, duyusal o larak g ö rü n ü r kılar
kendini. Dans, g ü n d ü zü n olduğundan, en azından gündelik ha­

86 Yeraltı Tannçası.
87 Şimdi içmeli, yalın ayak toprağı ezmeli.
476
yatta olduğundan tüm üyle farklı hareke t ettirir insanı; gündelik
hayatın yitirdiği veya zaten hiç sahip olm adığı b ir şeyin taklidini
yapar. D aha güzel hareket eden bİT varoluşa olan arzuyu adım ­
lar, bu arzuyu göze ve ku lağa sokar, tüm bedeni b ununla sarar,
sanki o ana şim diden erişilmiş gibi. Hafif, kanatlanm ış ya da ka­
tı, her halükârda beden başka türlü hareket eder, başka bir tarza
girer. Buna daha kuvvetli kapılm aya d ö n ü k bir güdü vardır hep
bu esnada.

Yeni dans ve eskisi

Tabii her şeyin çözüldüğü yerde, beden de fazla çabaya gerek kal­
m adan yerinden oynar. 1930’dan beri süregelen caz danslarından
daha kabası, bayağısı, aptalı evvelce hiç görülm emişti. Jitterbug,
Boogie-W ogie, m ütek ab ili olan ve ona sözüm ona sesle refakat
eden yaygarayla beraber, tam am en şirazeden çıkm ış eblehliktir.
Bu tarz A m erikan hareketleri Batılı ülkeleri sarsıntıya uğratır -
dansla degil de, kusturarak. İnsan kirletilm eli ve beyni boşaltıl­
malıdır; ki söm ürücüleri arasındayken, neyin ne o ld u ğ u n u , ki­
min için siftindigini, ne için ölüm e gönderildiğini o kadar az bile­
bilsin. Lakin hakiki danstan söz edeceksek, Am erikan sü prüntü­
sünün geniş çevrelerde m eydana getirdiği aynı çöküntü, çok daha
dar bir çevrede, bir tür arınma hareketini doğurdu. Yönelimi caza
karşı degildi tabii; en azından Birinci D ünya Savaşı'ndan önce
başladığı için, degildi. Sanat endüstrisindeki eşzam anlı reformla
bağlantı lı olarak, daha sonra cazın üzerine n ih âî iğrençliği oturta­
cağı, hafif hafif başlayan çöküntüye, 19. yüzyılın çirkinliklerine
karşı idi. Isidora D u n c a n 'ın , p eşin d en D alcroze’u n yeni dans
okullan, etiyle canıyla daha güzel bir insan imgesini emsal gös­
term eye çalışıyorlardı; b u n u yaparken inşaata yüksek çatıdan
başlamışlardı, yani ziyadesiyle “d ü n y a görüşü temelli" olm alıydı­
lar. Birçokları arasında Loheland O ku lu 'n u hatırlatayım , zira o
‘doğal’ olmayı istiyordu. Kendi içinde iyi duran, dipdiri yürüyüş-
lü güzel hayvanlara bakıyordu. Efendi-Köle ilişkisinin beraberin­
de getirdiği, maksatlı olarak kendini saklayan veya kasılmış d u ru ­
şu, yukarıdan aşağı doğru çözmeyi hedef alıyordu. Eklemler, ar­
tık adab-ı m uaşeret terbiyesiyle hatta şövalye duruşlarıyla hiçbir

477
m üşteregi olm asını istem eyen kurslarla, "bedenin m erkeziyle oy­
nayarak”, ^kaslmamış harekete yaklaştırıldılar. Seyirciler arasında,
özellikle Birinci Dünya Savaşı'nın ardından ve A lm anya’da, hay­
ranlıkla, b u eğitimden geçmiş dansçıların ö n ü n d e ve içinde hare­
ket ettigi aynaya bakan kadınlar ve onlar kadar erkekler de vardı.
O .zam anlar güyâ doğal-üslûplu, ince, eskrimci edâlı yeni bir Bo­
hem , dekoratif b ir m oda olm uştu. En azıdan yeni b ir kadın ve
o yuncu tipini ortaya çıkardı. İnsanın özgürlükle terbiye edildiği
görünüm ü n ü veren formlar benim sendi, tem sil edildi. Oysa b ü ­
tü n buralarda yapay yoldan arananın en iyisi, insanların doğal
hareket ettigi tek yerde her zam an bulunabilirdi - yani halk d a n ­
sında. Gitgide bozulan burjuva dinlence d an sın ın kaybettiği ze­
m inin üzerinde sadece o vardır. H alk dansının, sözüm ona 'bede­
nin m erkezi'ni hatırlam ak, bedendeki yerini beğenm ek için sanat
endüstrisine ihtiyacı da olmaz. Kırsal bölgeler, kapitalizm in kıya­
fetleri m ahvetm esinden, şenlik âdetlerini yozlaştırm asından son­
ra da bu d an sı u zu n sü re korum uşlardır; yeni, sosyalist b ir yurt
sevgisi o n u te k ra r can lan d ırm ak ta ve sahici kılm aktadır. H alk
dansı her yerde m illî bir re n k taşır, bu nedenle de, sahici kaldığı
m üddetçe, nakledilemez. Meğer k i itki ve arzu im gelerinin yoz­
laştırılmamış, grup halinde başarılan h er ifadesinin tanığı ve öl­
çü sü olsun. İster A lm an Lândler'i88 olsun, ister İspanyol Bolero’su,
ister Polonya Krakow iak'ı, isterse Rus H opak'ı form kesinlikli ve
anlaşılır, esas içerikse angaryayla dolu g ü n ü n berisindeki neşedir.
Gevşemişligiyle, keza koyvermişligiyle, şu n u söyler: Burada ben
İnsanım , burada kendim olabilirim. İnsanlarla grup halinde, uni-
sono [âhenkle] ritm ik hareket eden b ir form dizisi içinde insan
olm aktır bu. Tek tek delikanlılar ve kızlar tabii ki her zam an öne
çıkarlar, tüm b ir dans tem ayüz etm iş destan kahram anlarına hiz­
met ediyor olabilir, -G ürcülerin dağ kartalı dansındaki gibi-, ama
o zaman bile aslolan gruptur, hareketler yine herkesi kavrayıcı,
toparlayıcıdır. H er h alk dansı, u y u m d u r; ortak çayırlar, ortak tar­
lalar zam anını hatırlatır, bütün o kadim pantom im formlarıyla.
Tüm beden katılır b u dansa, kendini akışa bırakır. Fakat salt
sanatsal d u ru şa dayanan dansın da nesli tükenm iş değildir. Sa­

88 Yukarı Avusturya ve Bavyera halk dansı.


478
ray köken li has balede yaşamaya devam eder o da. K ökeni iti­
barıyla h alk dansına fazlasıyla u zak tır am a -k e n d in e bol bol
gerilim den u z a k harek et bağ ışlay an - y en i dansla ve sa n a t en­
düstrisiyle de bağdaşam az. N e b ü y ü k b ir çelişki vardır b u n u n ­
la, Loheland O ku lu 'n d a veya b enzer y erlerde b ir tü r yapay do­
ğa salınım ı yaratm ak isteyerek k en d i m erkezi etrafında oyna­
yan beden arasında. Balenin hiç böyle b ir özlem i yoktur, lâkin
b ü y ü k lü k havası taşıyan veya asaletli b ir d u ru şa özlem pekâlâ
vardır; b ir zam anlar, ince acılardan ve serin k an lı co şkudan ev­
vel, ro k o k o ’ya ve hâlâ em peryal olanla h e m â h e n k olm uş bir
d u ru ştu r bu. H er ik isin in ifadesi de sessiz, ayak p arm ak uçla­
rındadır, ince tül ve p u d ra b u lu tu n u n içinde. K lasik balet, salt
k en d i b e d e n in in m erk ezi etrafında d ö n ü p d u rm a n ın yanına,
daha doğrusu karşısına, epey spiritüalize edilm iş b ir zanaat çı­
kartır. Ç ü n k ü , b e d e n in ağ ırlık n o k ta sın d a n k u rtu ld u ğ u gibi
ağırlıktan da k u rtu lm ası gereken b ir beşeri coğrafyayı resm edi-
yordur; yer/zem in bile in k â rd a n gelinir. G arip b ir buluşm a var­
d ır burada; bu tüm üyle yapay dan sın vasfım o lu ştu ran hafif-ke-
sin hal, m ekanik olanla tem as eder. Kleist’ın kukla tiyatrosuna
ilişkin denem esi, b u noktada baleye b ir hayli uyar. G erçi Kle-
ist'ta m akinist basbayağı k u k laların ın odağına yerleşir ve onla­
rın hareketlerini b ü k lü m leri ayarlar, yine de “b u bebeklerin ü s­
tünlüğü, anti-yer çekim i olm alarıdır.” Burada bu, yer reddedil­
diğinde, balenin hayaletsi b ir tarz d o ğ ru ltu su n d ak i çabalama-
sındakinden daha m ükem m el gerçekleşir: “Kukla bebekler ye­
re, tıpkı hayaletler gibi, sadece o n u y a la y ıp geçm ek ve eklem le­
rin in kıvrılışını anlık kasılm alarla tekrar canlan d ırm ak için ih­
tiyaç duyarlar. Biz ise ü zerin d e dinlenm ek için ve dansın yor­
g u nluğun u atm ak için ihtiyaç d u y arız ona: kendisi açık ki dans
niteliği taşım ayan ve b ir ân evvel yitip gitm esini sağlam aktan
başka bir şey de yapılam ayacak b ir u ğ rak tır b u .” Kleist, ondaki
b ilinç eksiğinin insanın doğal letâfetinde çokça düzensizliğe
yol açm asını, k u k la n ın ileriliğ in in b ir sebebi o larak d ü şünür.
Böylelikle asla irrasyonel önyargıları değil de, k u k la n ın ait ol­
duğu ve ona kesinlikle b erab er letâfet de k azandıran m ekanik
u n su ru hedef alır. Bu arada, b u m ükem m elleşm iş letâfet insana
yeniden ancak idrak in öteki yakasında, b ilincin ve bilginin baş­

479
tan başa ölçü m ü n d en son ra nasip olacaktır. Her n e kadar bale
böylesi b ir ölçüm tarzından çok u zak olsa da, o n u n topyekün
Ratio'su [Akıl] b u rad a tem sil ve tasvir edilecek olanı fiilen, tıp­
kı kukla gibi yer çekim ini aşm ış görü n en b ir letâfetle gösterir.
Z arif çözüm , gerçi m e k a n ik değil ama pek âlâ m atem atik b ir
kavram dır, daha ziyade şeref sayısıdır: balenin serinletilm iş Ra­
tio'su öylesine lâtif ve aynı anda kesinliklidir. N itekim , K esin­
likli O lan d ak i güçlü ifade ve esaslılık la ilgili o larak, Pavlo-
v a 'n ın “Ö len K uğu”su , g ö rü n en d e b ir beyazlık, saflık, fânilik
m ütalaa etm iştir; Ja p o n b alesin d e de b ir vuruşm a bile yelpaze­
lerin gayet hasis bazı hareket figürleriyle ifade edilir. Bale, ince­
d en inceye d ü şü n ü lm ü ş b ü tü n d a n sla rın o k u lu d u r; o n u n Sov-
yetler Birliği’nde h alk dansıyla, yani renkli-köylüce b ir havası
olan öteki Sahicilikle birlikte serpilm esi, tesadüf değildir. Öyle
ki, pratik teorisyen M oiseyev'in sözleriyle, b u h alk dansı olm a­
saydı Sovyet balesi b u g ü n k ü ifadesine ulaşam azdı. Pantom i-
m ik-dram atik araçlarıyla h a lk d a n s ı ve hiç de d ram atik olm a­
yan bale, arzu d u y u ların a ve harek et serisine göre, arka arkaya,
aynı "dans şiiri” içinde kullanılabilirler. B unun için, Sovyet ba­
lesinde (çü n k ü balevâri olan, k arm a form içinde de yön göste­
ricidir) ü s lü p kırılm ası görülm ez. H alk d a n sın ın zengin sim âlı
ifadesi ve balenin h asis-dakik ifadesi, gerçekçi b ir biçim de, tas­
vir edilecek eylemde b ir araya gelirler.

B ir z a m a n la n n dışavurum cusu o larak dans, E g zo tik

H er şeyin çözüldüğü yerde, Yabancıya giden yol da eksik değildir


- veya eksik değildi. Hatta Loheland O kulu'nda bile hafifçe yer et­
miştir, iyi asılmış güzel hayvanlara dogru, sapasağlam b ir yürü­
yüşle. Ama ‘bedenin m erkezi' etrafındaki oyunlar ve benzer şey­
ler, arzulanan “d u ru ş”u n burjuva gençliğinin b ü yük bir kısm ını
vahşileştirdiği noktada, yetersiz kalmıştır. Burjuva insan imgesine
karşı isyanın aslında b ir isyan olmadığı noktada - keza, görünüş­
teki isyanın o n u n faşist karşıtına dönüşm ediği noktada. Burada,
dansın gösterdiği reflekste, tuhaf oluşum lar vardı; içinde denetim ­
siz bir farklı olmaklığıyla, uygarlaşm am ış yabancılığıyla bir irtibat
aranan, yüzeysel ve elbette yanlış anlaşılmalık-irrasyonel oluşum ­

480
lar. Im pekoven’in 89 türsel im geleri cilaladığı açıkça fark edilen
danslannda daha da dar kafalı bir etkisi g ö rü n ü r bunun. Aynı şey,
iyi aile çocuğu dervişlerle dolu bir antropozofik90 dans o k ulu olan
Öritmi’de91 banal bir cezbeye dönüşüyordu ama -m o d a deyişle-
gayet kozm ikti aynı zamanda. Burada, dans edenlerin içinde sö­
züm ona bir göksel beden oluşacak, bunun ötesinde güneşsel ö r­
gü92 ve sözüm ona kozm ik oluş güçleriyle eklem lenm e gelişecekti.
Bu maksatla, ‘kelim enin tam anlam ıyla’ diyebileceğimizden de öte
bir tekabüliyetle şiirlerin dansını yaptılar; öyle ki, her sese sözü­
mona bir sem bolik hareket tekabül ediyordu. En yavanından bir
astrolojik tem rindi bu, fakat işte tüm o antropozofiyle beraber, ba-
nal-irrasyonel bir etkisi vardı. Sent M’ahesa'nın93 sunduğu dans
coğrafyası, coğrafi anlam da yabancıyı ama aynı zam anda arkaik
olanı gösteriyordu. Etnolojicilik yapıyordu, esas olarak sanatsal
tasanm la üretilm iş bir mitsellikle dekore edilmişti, tem elden yan­
lıştı, m am afih egzotizmin arzusuna uygun olarak Kızılderili, Si­
yam, Hind danslannın kopyalarını sunuyordu. Geriye, irrasyonel
dar kafalılıktan ibaret olan öncekilerle kıyaslanam ayacak Mary
W igman veya danstaki sahici dışavurum culuk kalıyor. Dansın ifa­
de sınırlarını en fazla ilerleten W igm an olm uştur; bu ilerlem iş
danstaki ve onun m uhayyel sahnelerindeki birçok şey salt ima
ediciydi fakat en azından soyuttu, içi boş bir şey yoktu. Gong v u ­
ruşuyla yeni dansın etrafında uzanan coğrafya, onda Niflheim’la94
Bağdat'ın anlamlı bir iç içeliğiyle dolu görünüyordu; bunun için­
de de, diyebiliiliriz ki, Chagall’ın gözünden görünen bir Hoffmann
alem i harek et halindeydi. W igm an, Bizet’n in A r!tsienne'inin95
dansını yaptığında bile görünüyordu bu; ve Hoffmann Saint-Sa-

89 1918’den itibaren onyıllar boyunca klasik müziği dansla yorumlayan Alman


sanatçı Niddy Impekoven.
90 insanın ruhsal eğitim ve yoğunlaşmayla bilgeliğe, hakikate, duyu-ötesi dünya­
ya ulaşabileceğini vaz'eden mistik felsefe akımı.
91 Uyumlu/güzel hareket.
92 Göbeğin biraz üzerinde, kas ve sinirlerin yoğunlaştığı bölge; sotarpt^s veya
chahra.
93 1920'lerde ve 30'larda Berlin'de bu sahne adıyla “Eski Mısır danslan" yapan
Alman sanatçı.
94 Cermen mitolojisinde sisler/karanlıklar alemi.
95 Çapkın, neşeli bir parça.
ens'ın Dans macabre’mm96 türsel imgesini fazlasıyla iyileştirmişti.
W igm an ve O kulu, Sis ve Alev özselliğiyle, dışavurum culuğun
-k a n a tlan d ığ ı k ad ar k etlenm iş, ketlendiği k ad ar k a n a tla n m ış-
ütopik canlılığının ve aydınlığının yam sıra taşıdığı karanlık yü­
zünde de pay sahibiydi. Ve tüm dans hali -sadece taklitlerinde de­
ğil, orijinalinde d e - , çokanlam lı b ir biçim de Diyonizosçu olana
aitti; tıpkı N ietesche olm adan asla bu yeni tarz dansa varılamaya­
cağı gibi. Aşağıdaki katilleri dansa çağıran, işte Diyonizos'tur; so­
n u çta zenci plastiği bile sarışın yaratığa giden yolda b ir dolam baç­
tır onun için. Beri yanda, yerçekim inin ru h u n a karşı dansı yücel­
ten öteki Diyonizos vardır; tabii daha m üphem b ir lirizmle yaşam
Tannsı'nı metheder, küçülm enin ve gayntabiileşm enin mekaniği­
ne karşı: “Bilge özlemim, bağırıp çağırdı, güldü benim içimden;
dağlarda doğan, sahiden vahşi b ir bilgelik! - benim büyük, kanat­
lan gürleyen özlemim”. Bu tarz kanat gürlem esi de kısm en, fazla
bekletmeyen sonucunda, uzak denizlere değil faşizmin yakınlar­
daki kan denizine taşımıştır; böyle bir kanat gürlem esinin şarkısı
emperyalist öncülleriyle söylendiğinde. Yine de, hem Diyonizos'ta
hem de dışavurum cu dansta, hatta egzotikleştirici dansta bile, bir
çokanlamlılık saklıdır. Egzotikleştirici dans, b u yaşam Tannsı'nın
Pathos’u olmasaydı cezbeye de erişemezdi; ne dekoratif cezbeye,
ne de hele, sürünm eyle, nefesi tıkanışıyla, büzülüp çömelmeyle
bastırılan yaşamı, gürleyen kanatlarlaysa kurtarılm ış yaşamı tem ­
sil etm ek isteyen sahih cezbeye. N itekim dışavurum cu dans döne­
m inin biriciği ve en sahicisi olan W igm an dünyası, gece cephesiy­
le bile kansızdı ve zengin bir fanteziyle hem kendisine ilave edi­
lenden hem kendi karanlığından aydınlığa çıkmaya çabalayan su­
retler oluşturuyordu. Bu tip orijinal dans yaratılarında devralına-
bilir bir m iras vardır; başka bir şekilde ayaklan üzerine oturtulabi­
lir - nereye gideceğini bilen ayakların üzerine.

K ü lt dansı, dervişler, saadetli rond

Dans daim a ilk ve en bedensel form uydu, kopup gitm enin. Alış­
kın olarak bulunulan, alışılm ış b ir yerden başka bir yere gitm e­

96 Ölüler dansı.
482
nin. Nitekim ilkel dansçı, genellikle tepeden tırnağa büyülenm iş
hisseder kendini. Dansı orji gibi başlar am a b u n u n ötesinde de
sürdürülebilecek bir âlet olmalıdır. Ç ünkü cezbeye kapılan kişi
kendini kaybedecek olursa, kendisinin, kabilesinin ve onun or­
m anlıktaki veya çöldeki kulübelerinin dışında, gökyüzünde o tu ­
ran güçlere dönüşm eyi u m a r h ale gelebilir. D em onu 97 resm eden
maskeyle bu güçleri görünüşte halihazıra getiriyor, ağaçların ru­
hu, leoparın ru h u , yağm ur T anrısı o luyordur; am a aynı anda
dansçı, bu Tanrıların içine girdiğini belirtm ekle, onların güçlerini
insanlara çekm ek istiyordur. Kült dansının yapıldığı kutsanm ış
alanda ekim, hasat, savaş kötü dem onlardan korunm alı, m üsait
veya m üsait bir havaya girm esi sağlanan dem onlarla kuşatılm alı-
dır. Davul tokm akları, ellerin çırpılm ası, şarkının b ir ağızdan hız­
la tekrarlanm ası, d eh şetin yardım cı kuvvete d ö n ü şe rek ilhak
edildiği trans halini güçlendirir. Ö nem li olan sadece maske değil,
maskeyi hareket ettiren, zıplayışlarıyla o nu sallayan, m erasim i
gerçekleştiren, danstır. Bu esnada hiçbir şey keyfî değildir, her
adım talim edilmiş ve önceden belirlenm iştir; fakat kram pların
keyfî olm ayışından ve cezbeye kapılanın jestlerinin de ‘serbest’
olm ayışından farklı değildir bu. Büyüsel dans, bu kram pları talim
etm ektir, pekalâ dem oniktir ve öyle olmayı ister. Dansçıları dü­
şünülm üş bir tarzda bilinçsiz ve düzenlenm iş bir tarzda vahşidir.
D ansın geceye ait oluşuyla ve geceyle başlam asıyla m eşgul
o lu n m u ştu r hep. Ö lçüyü tabii Yunanlılar bulm uşlardır; gürle­
yen, o n ların sadece altın d a değil, ark asın d a kalm ış görünür.
Ama onlarda da geri döner, ilkbaharda neredeyse bulm acam sı
bir şekilde ortalığa dö k ü len k endinden geçm iş kadınlar kalabalı­
ğıyla. Bulmaca gibidir bu; görünür olanın da gizlinin de hareket
halindeyken çok başka türlü yapılandığı, ölçüye olan arzunun
G oethe'nin gördüğü veya özlediği gibi olduğu bir kültürde:

Kutsal aylı gecede toplanmış perilerin sıralarına,


Dilber ilaheler de katılsalar gizlice Olympos’tan inip;
Şair gizlice dinler onlan, güzel şarkılarına kulak verir,
Gizli dansların sır dolu hareketlerini görür.

97 Şeytanî varlık.
483
Yeri perilerin çok gerisinde olan M enadlar98 ise b ü tü n bu giz­
li d a n sla rın te k in siz, d io n iz y a k h a re k e tle rin i gösterm işlerdir.
M e n ad lan n k o lları yılanlarla kaplıydı, yürüyüşleriyse yeraltın-
daki çift cinsiyetli ve öküz kafalı Baküs’ü davet eder gibiydi.
M am âfih tabii gece, verim lilik ve yeraltı Tanrılarım im geleyen
hareket, diyonizyak u ç u ru m u n ü zerin in kapatılm ası oranında
kayboldu. Sadece Y unanistan'da da değil, keza hatta iyice orjili
d a n s kültleri, gece kültleriyle Ö n A sya'nın d iğ e r ü lkelerinde de.
U çu ru m u n ü z e ri ik i k at kapatılm ıştır, analık h u k u k ve babalık
hukukuyla. B uradan da yeni ve k en d i içinde farklılaşan büyüsel
d a n sla r çık m ıştır, fakat b u n la rın ortak n o k ta sı, sadece o rjik
olandan u za kla şm a ya çalışm aları idi. Frigya dansları, analık h u ­
k u k u n u n ve ktonik99 etkilerin belirlenim i altında yaşam ağacı
etrafında şekillenm işti; bun lar, b ü tü n d ü n y ay a yayılm ış olan
mayıs danslarında hâlâ bile yaşam aya devam ederler. Bu dans­
larda çiftlerin m ayıs ağacına düğüm lenm iş u zu n , renkli kuşak­
la n olur, kuşaklar dansın hareketiyle dolanıp çözülür, böylece
oluş, geçip gidiş ve yen id en o lu şu tasvir ederler. Ç iftler kuşaklı
danslarıyla, saadetli d ü şü n ü le n veya öyle olm ası arzulanan bu
kto n ik d okum aya katılırlar. Babil'in tapınak dansları ise babalık
h u k u k u n u n ve u ra n ik 1M etkilerin belirlenim i altın d a şekillen­
m işti; göğün yedi gezegen katına yükselişi, aynı zam anda ru ­
h u n en yüksek Tanrı'ya a n d u ru ulaşabilm esi için b u kürelerin
yedi “peçesinin” çıkarılışını tasvir ediyorlardı. A rtık ktonik de­
ğil de k o zm ik nitelikli b u p a ntom im in hatırası, İslâm 'da da saklı
kalm ıştır - dervişlerin dansında. Trans burada hazırlık m ahiye­
tindedir, ru h u n h u rilerin -e v e t, m elek lerin - ro n d u n a katılabil­
m ek için kıyafet değiştirm esidir b ir bakım a. A ncak huriler bu
tarikatta sadece göğün k ız la n olarak değil, -g a y e t Babilce, gayet
A ram î b ir b iç im d e - in sa n la rın talih lerin i y ö n eten yıldızların
ru h la rı olarak görülürler. Derviş, o n u n tem sili yoluyla hurilerin
d ö n g ü sü n ü n içine girdiğinde, b u n u n so n u cu olarak yıldızlara
uyum sağlamaya, onların dönü şlerin i dans figürleriyle m otorik
olarak yansıtm aya çalışır, yıldızların etrafında dönd ü ğ ü p rim u m

98 Baküs veya Diyonizos’a tapan coşkun kadın.


99 Yunan mitolojisinde yeraltı Tannlan.
100 Göksel, gök-Tanrısal.
484
agens'in101 su y u n u toplam aya çalışır. lb n i Tufeyl 12. yüzyılda
b u n u , tarikatlarının başlangıcı aynı tarihe uzan an dervişlerin,
“göksel döngülerin h areketlerini b ir y ü k ü m lü lü k olarak ü stlen ­
m eleri” olarak yorum lam ıştı. Böylece, sonuçta Tanrısal hareke­
tin b ir yansısını kendilerine çekeceklerine inanıyorlardı - artık
dem onik değil de s id e rik ^ 2 biçim de, dış göğe deggin, astrolo­
jiyle. T üm bunlarda, iste r analık h u k u k u n a dayansın iste r baba­
lık huk u k u n a, ister yer ister gök m itolojisine, kadim orjik tran ­
sın ü stü n ü örtecek b ir biçim arayışı nasıl da belirgindir. Bu H ı­
ristiyanlık d ışı k ü ltü rlerd e şam an ik olanın, g ü n d ü z ü n yasasını
dengelediği de tabii aynı derecede aşikârdı.
Bedenin kendi konuşam adığında, dans d ah a zor görünm üştür.
Hıristiyanlığın niyeti, sadece duyusal değil dinsel dansı da bastır­
maktı. Dansla, en azından transa sokan dansla ilgili şüpheler, da­
ha Yahudilerde başlar: Dans, Baal rahiplerinindir. Bunlar mezba-
hın etrafında sıçraşırlar (1. Krallar, 18. Bap, 26), bunların da der­
vişleri vardır, Saul’u n zam anında Yahudi “peygam ber züm resi”
de dervişler gibidir, esrik vaziyette santur Ve tef ve zurna çalarlar
( l. Sam uel, 10. Bap, 5), b u n d an ötürü de h o r görülürler. Bundan
ötürü, şaşkınlıkla sorulur: “Saul de mi peygam berler arasında?”
(1. Samuel, 10. Bap, 12); dem ek o vakitler hâlâ peygamberler p a­
gan cezbesine kapılm ış sayılıyordur. B unun yanı sıra veya b u ­
nu n la ilgili olarak, büy ü k bir hürm etle D avut’u n Rabbin sandığı
önündeki dansı anlatılırken, b u n u sadece k a n sı [ve Saul’u n kızı]
M ikal değil bizzat D avut bile kendi gözünde alçalma olarak his­
seder (2. Samuel, 6. Bap, 22) - h er ne k ad ar M ikal’m tam tersine
O, Yahve'nin [Rab] önünde transa geçtiği için aşağılandığını dü­
şünse de. Bu kutsam a ne ilk Hıristiyanlıkta vardır ne de kilisede;
ortaçağda saray dansı ve halk dansı gelişmiştir fakat dini törende
dans yoktur. 680 yılında b ir Konsül, “şeytanın ilhamıyla paganla­
rın icat ettiği oyunlar ve danslar, herkese yasaktır” h ü k m ü n ü ve­
rir. Transa geçen [aşkınlaşan] ruhsal h areketin yerleşeceği yer ar­
tık bedensel jestler değildir. Gerçi Katolik rahiplerinin sunağın
ö n ü n d e k i ö n ced en tayin ed ilm iş a d ım la rın d a Rom a ta p ın ak

101 Birincil etken.


102 Yıldızlara ait.
485
danslarının uzak b ir hatırası m evcuttur, ancak bunlar en hasis
simgesel im alara indirgenm iştir ve d in i m erasim sert adımlıdır.
Cezbe halinde dansın ancak gaynnizam i olarak sökün ettiği olur,
-ö rn e ğ in k ara ölüm zam anında zahid papazlarda-, o zam an da
ihtilaçlıdır. Ö te tarafta ise saadetli rond vardır, Fra Angelico'nun
resm ettiği gibi: dünyevi bedenin fazla hantal ve ağır kaldığı hare­
kete duy u lan arzu d u r bu. Aziz ve m eleklerin hareketleri, önce­
likle, uzam da gerçekleşmiyor da hareket edecekleri uzam ı bera­
berlerinde taşıyor hatta onu bizzat yaratıyorm uş gibi tanım lanır­
lar. ‘M elek', d er T hom as, böyle tu h a f b ir h a re k e t ütopyasıyla
(peifectio motus), yeri kapsar, yer m eleği değil; m elekler bedensel
değil sanal olarak yer kaplarlar. Bu nedenle göksel d an s adımsız
ve uzaklıksız, kendi m esafesini ölçmesi gerekm eyen uçuş olarak
düşünülm üştür; gaynm addidir, herhangi b ir zahm et gerektirm i­
yor, ayırıcı b ir uzam tanım ıyordur. Fakat böylesi insanlara göre
yapılmış değildir; tek H ıristiyanca dans, dünyevi değil göksel ola­
rak ta h a ^ m l edilmiştir. Böyle b ir dansın arzu imgesi m evcuttu,
fakat -b ü y ü s e l d anslardan farklı o la ra k - insani h areketi hasıl
edem ez veya insani b ir h arek et olam azdı. Bu imge b arokta da ya­
şam aya devam etti, hatta coşkuyla salınan m eleklerini kubbelere
resmedişiyle, daha da şiddetliydi; ne var ki bu kanonik salınım,
bedende yaşayan kanatsız insan için rüyasında bile kabil değildir.
Demek, dans sanatında h er yeni denem enin H ıristiyanlık-dışı sa­
yılması sebepsiz değildir. Veyahut: Bedende yaşayanların yerçeki­
m inden kurtulm uş uçu şu , balede, tüm üyle gayrıruhani olanla
benzerlikleri d eru h te eder, benim ser - tıp k ı kuklaların temsil et­
tiği gibi. Böylece varlığını sürdüren, nihayetine erm em iş dans sa­
natı, ziyadesiyle dünyevî biçim de d ö n ü ştü rü len bedeni onayla­
yan bir sanat olarak kalır; ister folklordan esinlensin ister son ör­
neğini balenin oluşturduğu saray danslarının m irasını devralsın.
Bu arada, hakiki yeni dans sanatı, ancak seyircinin de paylaştığı
som ut bir sevinç vesilesi mevcutsa, “nunc pede libero pulsanda tel-
lus" halinde, teşekkül edebilir. Bir cevheri o lan sevinç, Bastille'in
düşürülm esinden ve b u n u n sonuçlarından, halkın özgür ülkede
özgür olm asından doğar; bu baskından önce özgür değildi, bu
baskın olm adan da özgür olmayacaktır.

486
S a ğ ır-dilsiz ve anlam lı p a n to m im

D ansın söze ihtiyacı yoktur, şarkı söylem eyi de istemez. O n u n


havaya, bilinm eyen m u h ite resm ettiği, d ilin altında veya sapa-
sındadır. D ilin altında b ir yerdeyse, dansın özellikle grup halin­
de yapılırken ifadeye dayandığı h e r d urum da, bilinen pantom im
ortaya çıkar. Sağır-dilsiz etkisi u y a n d ın r; öteden beri, sanki k a­
lan uzuv lar salt d ilin ikamesi olm a gayreti içinde k endilerine
eziyet ediyor gibidir. P ierrot ve C o lu m b in e^3 gibi zarif şahsiyet­
lerde başlar bu, ancak hiçbir jestin “seni seviyorum ” veya “nef­
ret ediyorum ” y ah u t en fazla “kıskançlık içim i kem iriyor”dan
ötesini söyleyem ediği noktada doruğuna ulaşır. Şaşırtıcı derece­
de ayrıntılı ve vurucu olan an tik Mimus'ta [m im ikçi], hele Doğu
Asya antikitesinde, b u jestler çok daha zengin ifadeliydi ve çok
şey söylüyordu. B unun nedeni h iç de, oralarda, sesli d ile önge-
len güyâ daha ilkel b ir m im ik diline daha yakın olunm ası değil­
di. K endini sözsüz-m im ikle ifade etm e becerisinin oluşm asını
sağlayan, tinsel olan aracılığıyla, d ü şü n m en in temeli olan sesli
dildir. Bu beceriyle insan, en azından dilsiz hayvanlar kadar zen­
gin, çeşitlem eli, h er şeyden önce de bir Mimus'un™4 bağlam ı
içinde ifade edeb ilir kendini. D em ek A kdeniz h alk larının Ku-
zeylilerinkine ü stü n olan Mimus’u n u n nedeni, sesli dille m im ik
dili arasındaki etkileşim in baki k alm ış olm asıdır. lnsant-tinsel
gelişm esini ancak sesli dilden sonra tam am layabilen m im ik dili­
n in burada dilin dışında b ir ifade geliştirebilm esinin sebebi de,
birincisi G üneyde p lastik b ir bedene b ü rü n m e eğilim inin daha
kuvvetli olm ası, ikincisi d uyuların ifadesinin - a lt sınıfı b ir kena­
ra bırakalım; en azından orta sın ıflard a- daraltılm am ası, çarpı-
tılmamasıdır. İşte b u n u n için, gayet G üneyli bir tavırla, “her tin ­
sel uyarım ın dogal b ir m im iği ve jesti vardır”, '05 d er Çiçero, h i­
tabet üzerine kitabında. Ve Yunanlıların pantom im e özel olarak
özenm em elerine rağmen, onların gözünde tinsel uyarım beden­
sel sunum la o denli bağlantılıydı ki, A ristoteles gayet m anidar
b ir şekilde duyuları tin üzerine yazısından ziyade retorik üzeri­

103 İtalyan Rönesans tiyatrosunda ( Commedia dell arte) aşık figürleri.


104 Gündelik hayattan komik sahneler.
105 Quendam vultum et gestum.
487
ne yazısında ele almıştır. Çünkü Akdeniz halklarında bugün hâ­
lâ görüldüğü üzere, hitabet mimikleriyle ifade edilen, hatta açık­
lanan şey, duyulardır. Barok da ağırlıkla İtalyan olan kökeni iti­
barıyla m im ik dilinin k ö k ü n ü kurutm am ış, tersine abartm iştır;
nitekim Barok, Pantom im 'i iyice öne çıkartm ıştı. İtalyanların ya-
nısıra Fransızlar da o zam anlar jestler ve edalarla ilgili tastam am
b ir ‘doğa sözlüğü' hazırlam ışlardı. Bu sırada Batteux, b u n u n dı­
şında gayet rasyonalist olan sanat öğretisinde, m im ik dilini gay-
rım edenî halkların hatta hayvanların da anlayabileceğini vurgu­
luyordu. Bu surette geliştirilen kanon, keza zengin ifadeli edala­
rıyla kendini aşan Barok plastiğinin kanonuyla etkileşim için­
deydi. O zam anlar heykeller de sahnede d u ru r gibi d urur; sah­
nedeki oyuncu da barok heykelin fazlasıyla tekâm ül etmiş ^Exp-
ressivo'sundan [ifade] fayda sağlardı. Tam da b u rad a görülm üş­
tür ki, b ü tü n karm aşık jestler, B atteux'nun “naturel dictionnaire
de la nature"u dahil, gelişmiş bir dili gerektirir - bu dili dışlasa
ve suo m odo106 kısa-öz hale getirse bile. Kendisini infiale sevke-
d en haksızlığı değiştirem eyecek durum da olan, intikam şim şek­
lerini çağırırcasına yukarıya çevirir bakışlarını. Bu ve benzeri
edalar, gaynm edenî halkların da, hayvanların da anlayabileceği
şeyler değildi. Öylesine az “doğa” vardı ki bunların içinde! Ba­
rok lehçenin, barok Katolisizm in ve bunların gözüyle görülen
Zeus şim şeğinin dışında pek vaki değildiler. Yine de bu şekilde
yaratılan pantom im ik asla sağır-dilsiz gibi değildi, tersine o za­
m anlar h er nevi nidadan da tirad d an da daha k onuşkan bir etki­
de bulunuyordu. Daha 18. yüzyılda Londra sahnesine çıkan bir
pantom im , “Medea ve Ja so n ”, zengin duygu ve olay m alzem e­
siyle, Avrupa çapında şöhret kazandı. D ansın k o ru y u cu meleği
Terpsichore, mim iğin sesli koruyucu meleği Polyhymnia’yla bir­
leşmişti burada: ifadenin, özellikle patetik ifadenin yelpazesi ge­
nişti belli ki.
O zam andan beri belirgin biçim de daralm ışsa da tohum larını
b ü sb ü tü n yitirm iş değildir. Ç öküş halindeyken bile, sözsüz oyu­
n u n u y arım ın d an b ir anlam bakiyesi, en azın d an ah en k li bir
yankı kalıyordu geriye. H arekete eşlik eden anlaşılır bir susuş

106 Kendi urzınca.


488
hep düşlerde çıkm az mı zaten? Gece d ü şü n ü n ve uyanıkken gö­
rülen gündüz d ü şü n ü n aslında birbirinden farklı olan suretle­
rinde... Gece d ü şü n d e de işitilen seslerden çok daha fazla su ret­
ler, hadiseler, eylem ler görülür; hadiselerin kendisi k onuşuyor­
du. Hele uyanıkken görülen düşte u p u z u n oyun ve arzu dizileri
sessizce akar; zira çogu insanda optik tasavvur akustik tasavvur­
dan daha zahm etsizdir. Sessiz imgeler gündüz düşü halet-i ruhi-
yesinden neredeyse otom atik biçim de yükselirler, oysa konuşm a
ve karşı konuşm anın çoğunlukla ilkin tasarlanm ası gerekir. Ve
anlam lan d ırın pantom im , ister u y k u n u n suyu altında olsun is­
ter gündüz d ü şü n ü n dum anında, ağırlıkla optik nitelikli bu olu­
şa bir ayna tutar. Evet, pantom im i k o n u şu r kılan sözsüz temel,
düş üzerinden, her zam an konuşkan olm ayan yaşam ın te rra /ir-
ma'sına101 da uzanır. Cinsel ilişki de sözsüzdür, am ansız kavga
da, her serem oninin u zu n mesafeleriyle törensel kabul de... ve
a rk etip ik hafızada k alan şu d u r: ilk /k ö k -p an to m im , a n tik Mi-
mus'tan ço k önce ve o n u n dışında k o num lanarak, dengi olan
dansla beraber, sözsüz-büyüseldi. D oğanın aynı biçim de sözsüz
olan güçlerini sevk ve idare etm ek istiyordu: N avajolar'da ateşin
etrafında güneşin d ö n ü şü istikam etinde dans edilir, suskunluk
içinde güneş imgesi yükseltilir. Aztekler'de bahar şenliğinde eski
ve yeni şeytanların m ücadelesi bile pantom im le canlandırılır, Ja­
ponya'da rahibeler güneşin yükselişini m itlerle nakledilm iş tüm
ayrıntılarıyla taklit eden K agura danslarını yaparlardı. Kısacası,
pantom im in olm adığı h içbir k ü lt yoktur. Cem aat, sözlerle ifade
edilem eyecek olanı m im iklerin diliyle söylem eliydi. lşte düş, bu
zengin ifadeli sessiz o y unu, suretlerin geliş gidişini m uhafaza et­
m iştir; gündüz düşü, arzulanan olayların hareketli tasviriyle, bu
dilsiz geçit resm ini bilinçli biçim de, k en d in d en dogru sürdürür.
Bunun içindir ki, bir form a b ü rü n d ü rü lm ü ş ve üzerine d ü şü n ü l­
m üş pantom im de asla tam am en unutulm am ıştır; b u n u n içindir
ki, önceki yüzyılda kaybettiği irtifadan, su sk u n ifadenin ölçeği
yarım düzine kaba veya kom ik -ab artılı adet o lm u ş m im ikten
ibaret hale gelecek k ad ar b ü z ü ld ü k te n sonra, açıkça yenilenm e­
yi isteyebilm iş ve yenilenebilm iştir. Pantom im in sinem adaki tu-

l 07 Sağlam toprak.
489
haf yeni form u kadar cesaretlendirici bir şey olm am ıştır b u n u n
için. N itekim kavuşturulm uş kollar, uzatılm ış işaret parm aklan
perdeden kaybolduğunda, pantom im deki yeni tarzın çıkışı ge­
cikm em iştir. tik b ü y ü k kadın sinem a oyuncusu olan Asta Niel­
sen, kirpiklerini bir titretişiyle, om zunu bir kaldırışıyla, yüz va­
sat şairin hep beraber becerebileceğinden fazlasını ifade eden sa­
natıyla, su su şu n işinin daha bitm ediğini gösterm işti. D ışavu­
rum cu d an stan hareket ederek de pantom im yenilenm eye çalı­
şılm ıştır; örneğin şair Paul C laudel’in l9 2 0 ’li yıllarda İsveç bale­
sinde ortaya koyduğu anlam lı ritm ik alegori, böyle b ir çabaydı.
Açık seçik bir gündüz d ü şü n ü yansıtır b u pantom im in başlığı:
“İnsan ve özlem i”. Hafıza ve özlem insanı çalım larlar burada, in­
san uykusundan kalkar, kendi isteğinin ve tüm yaratıkların iste­
ğinin dansını yapar. Claudel şöyle anlatır bunu: “Sonsuz orm a­
nın b ü tü n hayvanları, b ü tü n sesleri kopup gelirler ona bakm a­
ya... U zun gecelerde u y kusuzluk azabı içinde ateş nöbeti geçi­
renler böyle sendeler, tutsak hayvanlar kendilerini böyle b ir de­
m ir parm aklıktan ötekine atarlar.” Bir kadın belirir, büyülenm iş
gibi onu n etrafında dönenir, adam kadının peçesinin bir ucu n u
tutar, “o ise yine etrafında dönm eye devam eder, bu sırada peçe
her d ö nü şte çözülüyordur; ta ki son u n d a adam , kozasındaki tır­
tıl gibi peçeyle sarılm ış, kadınsa neredeyse çırılçıplak hale gele­
ne kadar” (BlaB, Das Wesen der neuen T anzkunst [Yeni dans sa­
natının m ahiyeti], 1922, s. 77). BlaB bu alegorik dans dizisini
biraz fazlaca G eorg’ca b ir tutum la yaşam ın h arek etli h alısı108
olarak adlandırm ıştı; edebiyattır bu, fakat oradan hareketle de
açıklam asını yapabiliyordu: “Ebediyen geri dönen, sü k ü n b u l­
mayacak b ir insan hareketidir bu; sanatkarane kılıklarla ve son-
landınşlarla tam am lanm az, k e n d i k en d in e yine kalkar ayağa”.
Gerçekten de, ehem m iyetsiz olm ayan ve daha eskinin m itolojik
m alzem esini k u llan m ak sızın in sa n ın özlem leriyle ve g ü n d ü z
düşü suretleriyle m eşgul olan bir pantom im i doğurm uştur. T ıp­
kı, ‘genel insan’ın ve o n u n d ah a da genel olarak biçim lendirilm iş
özlem inin dansı yerine, nihayet som u tlu k sökün ettiğindeki, he­

108 18./19. yüzyıl dönümünde eser veren Alman sembolist şair Stefan Geor-
ge’un “Yaşamın Halısı ve Düş ve Ölüm Üzerine Şarkılar” adlı şiir kitabına
atıf yapılıyor.
490
defe yönelindiğindeki gibi. Asafyev’in, XVI. Louis'nin bir şenliği
esnasında lale bahçelerine yapılan saldırıyı anlatan bale-panto-
m im i “P aris A levi”n d e , o lan b u d u r. Saray d a n s la rın ın adım
oyunları ile devrim in Ça ira'sı109 arasındaki zıtlıktan, tüm üyle
anlaşılır b ir olay akışı çıkar - neredeyse sözsüz b ir dram . Tüm
bunların m üm kün olm ası, fabl'ın anlam ının susuşun m im ikle­
riyle dolayım lanm asına, sözsüz işaret ve eylem in etrafındaki tu ­
h af biçim de açık hale aracılığıyla aktarılm asına bağlıdır. “Saltare
fabulam ": m eski Mimus'a ait bu şöhret, dem ek, batm ış veya eri­
şilm ez olm uş değildir pantom im de. Evet, sözlü sah ne o y u n u ­
n u n y a n sı jestlerde olup biter ve ancak böylelikle sahne oyunu
olur, oyu n u n sahnesi olur.

K am erayla yeni Mimus

je stin özellikle sinem ada nasıl b u denli zenginleşebildiği, dikkat


çekicidir^ Ç ünkü başlangıçta perdede jestler bilhassa fakir ve ka­
ba bir halde titreşiyor, kitsch olarak kalacak gibi görünüyordu.
Dizleri üzerine çökm üş aşık, tapınılan kadının saadetle sağa sola
yaylanm ası - bunlardı sinem anın p a rla k an lan . Fakat çok geç­
m eden, b ir ölçüde gelişen sinem a, yozlaşan pantom im e şaşırtıcı
bir itki verdi. N eticede, sinem anın sesli değil de sessiz filmle
başlam ası gibi b ir talih sayesinde, em salsiz b ir m im ik kuvvet
keşfedildi, o zam ana kadar bilinm eyen en vazıh m im iklerden
oluşan bir hazine bulundu. A lışılm ış pantom im le hatta sessiz ti­
yatro o y u n ların d ak i jestlerle kıyaslandığında etkisi tartışılm az
olm akla beraber, bu kuvvetin kaynaklan hiç de açık seçik ortaya
serilmiş değildir. Sinem ada bazı şeyler süssüz, sade görünebilir
gerçekten, çünkü jestlerde bulunan film insanları çerçevelenme-
m işlerdir am a bizle aralarındaki m esafe vurgulanm aksızın hare­
ket ediyorlardır. Kamera gözü de yanına alır, sürekli seyredenin
bakış açılarını değiştirir, böylece seyirciler artık salonda izleyen
değil de bizzat aktör olurlar. Hele G riffith'in111 ilk kez insanların
kafalarını da akışa katm asından, yakın çekim in kullanım ından
109 Fransız Devrimi’nin ünlü şarkısı: “Olacak, olacak. ..”
110 Gösteri dansı/maymun dansı.
111 1915'te Bir Ulusun Doguşu'nu çeken Amerikalı sinema yönetmeni.
4 91
beri, yüzlerdeki kas oyunları, acının, sevincin, u m u d u n açığa çı­
kışı gibi görünüyor. Seyirci şim di y ak ın çekim deki yalıtılm ış ko­
cam an kafada, bir d u y u n u n ete kem iğe b ü rü n d ü ğ ü n d e nasıl gö­
ründüğün ü , tam sahnede konu şm ak ta olan oyuncuda görebile­
ceğinden çok daha bariz biçim de alımlar. Ne var ki bütün bu
kam era yaşamı, -sessiz sin em ad a- m im iği yoğun bir incelik ve­
ya çokyönlülükle keskinleştiren özel sahne sanatçıları olm asay­
dı, hiçbir şey ifade etmezdi. Buraya giden yola, n ü an stan çıkıl­
m ıştır - önceleri bir y an-sanat olan sinem ada bilhassa şaşırtan
bir incelikten. Asta Nielsen, gördüğüm üz gibi, ilk olarak mimiğe
o m ahrem dram atiği katm ış, bu da sinem ayı alışılagelen ve va­
him biçim de yozlaşan pantom im den iyice uzaklaştırm ıştı. An­
cak bu m ahrem dram atikle, kabalaştırm aksızın büyütm ek, ara
tonları veya görünüşte ayrıntıda olanı bakışın m erkezine getir­
mek, süratli veya çabucak gözden yiten geçişleri (bir kaşığın
uzatılm ası, um utsuz aşığın kaşının oynam ası gibi, vesaire) asli­
leştirm ek, hatta bunları bir Ecce homo’y a " 2 d ö n ü ştü rm ek m ü m ­
kü n hale geldi. Sinema, g ü n d ü z düşlerinin git gellerinin bir yı­
ğın yansımasıyla veya -g id erek daha hilebazlaşan “düş fabrika-
sı”n ın ö tesin d e- çağın arzulanan-reel yönelim lerinin hareketle­
riyle doludur; fakat bunların sinem anın tarzına uygun suretlere
bürü n d ü rü leb ilm esi ve o n ların eylem lerine yaklaştırılabilm esi
için, m ikrolojik olarak biçim lendirilm iş b ir tonlam aya ihtiyaç
vardır - lâkin söz değil m im ik tonlam asına. Bu tarz tonlam a,
okum a tiyatrosunda gayet doğal, etkileri ise şaşırtıcıdır. O rleans
B akiresi'nin ilk cüm lesi “Bana m iğferi v e rin ”dir; şayet “b an a”
degil de “verin" vurgulanır, biraz da uzatılırsa, 19. yüzyılın saray
tiyatrosu bir anda çöküverir ve ü rkek m ecnun öylece kalakalır.
İyi sinem a bu tonlama değişim ini ve görü n ü r kılm ayı, açık ki
yeni danstan aldığı dersle, bedenle ve hareketle ilişkilendirm iş-
tir; m im iğin sinem ada nasıl böylesine zenginleşebildigi bulm a­
casının çözüm ü oradadır. Aslında ay n n tı olm ayan ‘geçerken'in
m ikrolojisine ö rn ek ler binlercedir; eleştirel toplum ve devrim
filmine gelene kadar, -P anoptikum 'a ve film hilesine hiç başvur­
m adan-, h er iyi gerilim filmi bile bilinçaltının ve sezilenin m i­

112 Bak, işte insan.


492
m ik kerteleriyle yüklüdür. Bu tuhaf yeni m im ik sadece insanlara
degil şeylere de sirayet etm iştir - tabii haliyle sessiz, fakat rejisör
yapabilirse gayntabii biçim de k onuşkan olan şeylere. Eisenste-
in 'ın P o te m k in ’in d e gem iyle beraber sallan an ten cereler veya
Odessa m erdivenlerinde yalıtılm ış halde su n u lan kocam an, ka­
ba, ezik büzük çizm eler öyledir. D ünyayı Sarsan On Gün filmi,
St. Petersburg kışlık sarayında düşm ek üzere olan savunm acıları
değil de, kristalleri hafif hafif ve gittikçe hızlanarak sallanan dev
bir avizeyi gösterir; m erm ilerden ö tü rü sallanıyordur, anlaşılabi­
leceği üzere ve fizikötesi bir anlam la sallanıyordur çok daha açık
anlaşılabileceği üzere. M amafih film lerdeki şeylerin bu pantom i­
m i de ilkin film in sa n la n tarafından öğrenilm iştir; öncesinde As­
ta N ielsen'in kirpiklerinin seğirmesi veya yakın çekim el sıkışm a
sahnesi yapacağını yapm ış olmasaydı, b ü tü n o kam era sanatları­
nın gösterecek böyle bir şeyi olam azdı. Ö zellikle 19. yüzyılın
nesneleri sinem ada çarpık g ülünçlüklerini veya tekinsiz bir sak­
lambaç oyun u n u dile getirirler; örneğin Rene Clair'in başyapıtı
C hapeau de paille’in d e 113 (1927), sesli film G aslight'ta (1943).
Sesli sinem anın sadece ilk evresinde, tiyatroyu fotoğrafla ikam e
etm ektey k en , b izzat biçim açısından, sessiz film le yenilenen
pantom im şim di ikinci kez ölecek gibi görünüyordu. Ne var ki
sesli sinem a da diyalogun sustu ğ u h er anında pantom im iktir,
hatta pantom im ik tarzın kendine özgü, ancak sesli filmle erişil­
m iş bir artısı da vardır. Zira b u rad a şeyler, ak u stik olarak da
kaydedilm eleri nedeniyle, kendine m ahsus bir m im ik tabakası
daha kazanırlar. Evet, şöyle diyebiliriz: Sesli sinem a, dinlenebilir
-z ira sesle ilişk ili- pantom im gibi b ir paradoksu ortaya çıkar­
mıştır. M ikrofon bir m akasın kesişini ek randan işitilebilir kılar;
yü n ü n , ipeğin kesilişi ve h er birinin çıkardığı basbayağı farklı
ses, yağm ur dam lalarının pencereye vurm ası, güm üş b ir kaşığın
taş zemine düşm esi, m obilyaların gıcırdayışı, m ikrolojik bir fark
edişin ve d ışavurum un dünyasına girerler. U m um iyetle, sahne
sessiz film deki gibi hareketlenm ekle kalm az, b ir ses sahnesine
d ö n ü şü r ve sesler şeyleşmiş m im ikler halini alır. O zam ana dek
dikkat edilm eyenlere artık kulak verilir - en hafif fısıltıya bile.

113 Hasır Şapka.

493
Öyle ki, m ikrofon aracılığıyla da yine b ir fısıltı olarak kalır; gizli
bir fısıltı, haince bir fısıltı, jeste ve işarete yakın bir fısıltı. De­
m ek ki sinem a toplam da, fotoğraf ve m ikrofon aracılığıyla tüm
yaşantı gerçekliğini akış halindeki b ir Mimus'a kaydetm e yetene­
ğine sahip oluşuyla, dolgun yaşam a rzu su n u n karşısına ikam e
ve parlak b ir yanılsam a olarak dikilebilen am a zengin im geli
m alûm at olarak da çıkabilen gerek yansıtıcı, gerek çarpıtıcı ge­
rekse yogunlaştıncı im gelerin en kuvvetlileri arasındadır. Holy-
w ood emsalsiz bir sahtecilik haline gelmiştir, b u n a karşılık ger­
çekçi sinem a, anti-kapitalist, artık kapitalist olmayan zirveleriy­
le eleştirel, tipleştirici ve u m u d u n aynası olarak pekalâ dünyayı
değiştiren günlerin M imus'unu tasvir edebilir. Sinemadaki pan-
tom im ik, n eticede to p lu m d ak i p an to m im ik tir; gerek k en d in i
ifade ediş biçimleriyle, gerekse kork u tu cu veya ateşleyici, vaad-
kâr içerikleriyle.

Çürüm üş v e şe ffa f a n la m ıy la d ü ş fa b r ik a sı

G ündelik yaşam ne denli gri olursa, ' o denli renkli şeyler ok u ­


nur. Ama bir k itap odaya kapanm ayı ister, onunla dışarı çıkıl­
maz. Arzu edilen yaşam ın okunm uşu da, ancak kendi çevresin­
den tanıdığı ölçüde -a rtık ne denli tabir edebiliyorsa- gözünde
canlanır insanın. Aşk herkesin içinde v ard ır am a k ib ar bir ak ­
şam daveti to p lu lu ğ u n d a b u lu n m ak herkes için verili değildir,
yani herkesçe kâm ilen tasavvur edilemez. Sinema, sahneden çok
d ah a aldatıcı biçim de böylesi hadiseleri gösterim e koyar; hare­
ketli kam era, hadiseye b ak an m isafir-seyredenin k en d i gözü
olur. Ç oğunluk perdeye m uhtaçtır, çölü ve yüksek dağlan, M on­
te C arlo ve Tibet'i, g a z in o n u n için i gö rm ek için. 19. yüzyılda
böyle uzak lan görm ek için a y n tesisler vardı; onlar dahi büyük
ilgi çekiyordu. Kral panoram aları denen şeyler vardı: Ziyaretçi,
dairevî b ir konsola tu ttu ru lm u ş steoroskopik bir opera d ü rb ü ­
n ü n d e n bakıyor, cam ın arkasında b ü tü n ülkelerin hâkim lerini
gösteren renklendirilm iş fotoğraflar bir zil sesiyle değişerek dö­
nüyordu. Asıl, büy ü k daire panoram alar vardı. 1883'te Berlin'de
açılan ilki, Sedan m u harebesini canlandırıyordu; dahası, izle­
yenleri doğrudan doğruya m uharebenin içine sokuyordu, sanki

494
görgü tanığıymışlarcasına. B alm um undan suretler, sahici toprak,
sahici toplar, resm edilm iş ufuk m anzarası, ziyaretçinin neredey­
se kendisini tarihsel bir ânın içinde görmesini' sağlıyordu. Yara­
tıcısı, saray ve üniform a ressam ı A nton von W em er’in şânına
yakışıyordu b u resim. Tabii o zamanlar, d ü z zem in üzerinde bu
u n su rları b ir araya getirm enin b ir sanat olup olm adığı üzerine
m ünakaşalar yapılm ıştı - tıp k ı bug ü n sinem a h ak k ın d a yapıldığı
gibi. “Panoram ik" olan da tıpkı “sinem asal" olan gibi gayet este­
tik bir edâyla tartışılm ıştı. Hor görenler A nton von W em er'in
resm ini fazla “natüralist" bulm uşlardı, hayranları ise tersine ba­
roktaki buna çok benzer karıştırm a sanatına, barok bebek Isa-
M eryem -çobanlar-m elekler tasvirlerine, Katolik haç yeri durak­
larına atıfta bulunm uşlardı. 1883 yılında, balm um lu, silahlı ve
yağhboyalı Sedan pan to m im in d ek i, o rad a-bulunm am ış-olanın
ikam esindeki m odernlik, 1870’te' orada b ulunanların henüz kav­
ramadığı teknolojinin zaferiydi; zira yönetici akşam lan “elektrik
a m p u lü y le a y d ın la tm a ” ve “e le k tro -ç e ş m e " v aad e d iy o rd u
(Stemberger, Panoram a, 1938, s. 21). Sinem anın b u n a ihtiyacı
yoktur, o bizzat yeni teknolojinin kendisidir; yeni teknolojiden
ve yeni m addeden doğaıı sahici san at sorunlarıyla beraber. Ve
onun sanata ait oluşu da sahici pantom im e ait oluşuyla belirlen­
miştir. Yine de sinem anın kendini tam da b u özelliğiyle geliştir­
mesi, yaşamın ikam e edildiği bir çağda, m üstahdem lerini oyala­
m ak ya da “elektro-çeşm elerle" onların gözünü boyam ak zo run­
da olan bir toplum da, cezasız kalm amıştır. L enin sinem anın en
önem li sanat dallarından biri olduğunu söylem işti ve Sovyetler
Birliği’nde sinem a en azından k itlenin p o litik eğitim i için en
önem li araç olacak k a d a r gelişm iştir. H olyw ood’da ise sinem a
bilindiği gibi böylesi bir aydınlatm a çalışm asından o d enli uzak­
tır ki, ham lık ve yalancılıkta neredeyse magazin hikayelerinin
ilerisindedir; Amerika, sinem ayı en kirletilm iş sanat dalı haline
getirm iştir. H olyw ood sinem ası eski kitsch'i, em m eli öpücük ro­
m ansını, coşkuyla felâket arasındaki sın ırın silindiği asap bozu­
c u lu k ları, tüm ü y le aynı kalan bir d ü n y a n ın happy-end'lerini
sunm akla kalmaz; bu kitsch’i tüm üyle ideolojik aptallaştırm a ve
faşist kışkırtm ada da kullanır. Ö nceleri bazı Am erika film lerinde
kenarda köşede rastlanan toplum sal eleştiri de, daha o sıralar,

495
kapitalizm karşısında eleştirel b ir özürcülüğün dam ıtılm asından
öteye gitm iyordu. L iberty’n in [özgürlük] faşistleştirilm esinden
beri o da tam am en kaybolm uş, dikenlerini sadece hakikate ba­
tırm aktadır. tlya E h ren b u rg yirm ili yıllarda H olyw ood'u bir düş
fabrikası olarak tanım larken, yalnızca k ö h n e ışıldaklarıyla salt
oyalayıcı film lere atıfta bulu n u y o rd u . O zam andan beri ise düş
fabrikası, m aksadı artık sadece kaçış ütopyası ( “there is a goldm i­
ne in the sk y fa r a w a y " 'u ) sunm ayıp Beyaz O rd u m propaganda­
sı yapan b ir zehir fabrikasına dönüşm üştür. Sinem a Panoram ası,
faşizm in arzu güdü m ü n d ek i fantezisiyle, şafağı gece ve çocuk
kurban edilen T ann'yı çocuk dostu, h alk dostu olarak gösterir.
Saldın savaşının teknolojisine dönüşen kapitalist sinem a, böyle-
sine yozlaşmıştır. ly i b ir düş fabrikasının, eleştirel olarak ateşle­
yici, hüm anistçe ileri atan düşlerin kam erasının, başka im kanla­
rı olurdu, vardı ve kuşkusuz olacaktır - bizzat gerçekliğin için­
d edir bu im kanlar.
Ç ünkü belirleyici olan, filmde döne dolaşa neyin 'hak, doğru'
olarak belirdiğidir. O nca perçinin, onca afyonun, o kadar çabuk
hasılatın, o k ad ar az ferahlığın arasında. Film i k u rtaran teknik
sebepler, sayılmıştı: mesafesizliği, içinden bakılan b ir k u tu ol­
mayıp izleyenin de kamerayla beraber dolaşması; kitlesel ü reti­
len m alda bile tam am en kaybolm ayan, iyi filmlerdeyse ağır ba­
san oda müziği pantom im i; iyice yakında, yanıbaşım ızda, panto-
m im ik ayrıntısıyla, geniş b ir d ü n y an ın açılm ası. İlâveten, film
teknolojisinin m ü m k ü n kıldığı ve g ü n d ü z d ü şü n e yakın akraba
b ir şekilde, ayrıntıların kaydınlabilirliği —en sıkı gruplandırm a-
larda bile. Baltalansa bile böylesine iyi olan Nasıl ve Ne'siyle, ö z­
gül maddesiyle ilgili olarak, sinem anın gelişm esinin denk geldiği
çağın etkisi, yalnızca kapitalistçe yıkıcı olmadı, sınırlı bir anla­
mıyla aynı zam anda “ironik” biçim de kapitalistçe değerlendiri­
lebilir olm asını getirdi. Zira b u zaman, burjuvazinin çöküş çağı
olarak, aynı zam anda yüzeyin çatladığı, o zam ana kadarki grup­
laşm aların ve birlikteliklerin çözüldüğü b ir çağdır; b u n u n so n u ­
cu olarak, resim de olduğu gibi sinem ada da, m ontajın yalnızca

114 Bir altın madeni var, çok uzaklarda gözyüzünde.


115 Bolşevik Devrimi sonrası iç savaşta karşı-devrimci anti-komünist kuvvetler.
496
öznel değil nesnel olarak da m ü m k ü n olduğu b ir çağdır. B unun
nesnel olarak m ü m k ü n hale gelmesi, hiç de zoru n lu olarak keyfi
ve (nesnel olaylara b akarak) m u h ak k ak irreel olm ası anlam ına
gelmez; daha ziyade, g ö rü n ü ş ile öz arasındaki dışsal ilintide
gerçekleşen değişim lere tekabül etmeye m uktedirdir. Parm akla
gösterilen yeni şeylerin ve şeysel kertelerin sahası, şim diye dek
tam am en kom şum uz görünen nesneler arasındaki keşfedilmiş-
reel ayrım ların sahası, burjuva rabıta nizam ı içinde iyice uzak
görünenlerin iç bağıntılarının sahası, buradadır. İyi sinem a b u
durum a uygun olarak, m addelerin de, gerçekçi açıdan m üm kün
hale gelen kaydırılabilirliğinden daim a yararlanır. Sovyet rejisö­
rü Pudovkin (A sy a ’y a H ücum , 19 2 8 ), ş u n u id d ia edecek kadar
ileri gitmişti: “Sinema, gerçekliğin unsurlarını, onlar aracılığıyla
başka bir gerçekliği gösterm ek üzere toplar. U zam ve zam anın
sahnede sabit olan ölçüleri, sinem ada tüm üyle değişir.” Bu b ü ­
yü, Sovyet sinem asının çok defa gösterdiği gibi, gerek tarihsel
gerek m odern açıdan, başka b ir top lu m u n hatta halihazır dünya
içinde başka b ir dünyanın hem engellendiğini hem kol gezdiğini
söyleyen o fotoğraflanabilir şeffaflıkla birleşir. Sinem adan çıkan
en hak ve en iyi şey bu d u r, b uradaki “geçiciliğin” gösterilebile­
ceği tüm üyle yeni biçim de kolaylaştırır bu n u . Film gösterim sa­
natı, en iyi örnekleriyle bile ne resim ne şiir olm asına rağmen,
bir im ge verir, üstelik harekete izin veren b ir imge; ve b ir h ikâ ye
verir, gereğinde b ir büyük resm in tasviri sabitliğini talep eden
bir hikâye. Böyle olm akla, b irçok yüksek m evkideki gibi, Les-
sing’in Laokoon'unun116 anlatan resm inin, tasviri şiirinin tanım ­
ladığı tarzda karışık b ir yapı haline de gelmez sinem a. Yüksek
m evkilerde anlatıcı resim , tasvirt şiir yavanlaşm ış olabilir; Les­
sing resm e sırf bedensel eylem, şiire ise sırf eylemsel b ir beden
tam im eder. Oysa sinem a teknigi, eylemleri resm inkinden çok
d ah a farklı bedenler aracılığıyla gösterir; sabit değil hareketli be­
den lerd ir bunlar, böylelikle tasviri uzam form u ile anlatıcı za­
m an form u arasındaki sınırlar ortadan kalkıyordur. Soi d isantV7

116 Laukoon, mitolojide Troyahlan tahta au şenre almamalan için uyaran figür­
dü. Tahta ata bir mızrak sallamış, bu esnada denizden çıkan iki yılan iki oğ­
luyla beraber onu boğmuşlardı.
117 Kendine göre, gûyl.
497
bir ressam lık (zira sinem a, b ü tü n nesneleri temsil etme m eleke­
siyle, sahne im gesinden farklı olarak, en azından resim kadar
genişlem iştir ve imge sesli filmde de hâlâ birincildir) bizzat ey­
lemle artlarda, soi disant bir şiir bizzat bedenle yan yanadır şim ­
di: ve sinem anın Laokoon'u, heykelinkinden farklı olarak, bağı-
nr. Y üzündeki ifade donm adan bağırabilir, çünkü sinem a büyük
resim sabitken de b u n u donm uş değil de geçici bir sabitlenm e
olarak gösterir. Her arka plan ön plana doğru döner burada; si­
nem ada aslî nitelik taşıyan arzu eylem i veya arzu peyzajı, salt
fotoğrafı da olsa, zem ine yükselir.

30
PARADtGMATtK MÜESSESE OLARAK
BAKILDIĞINDA GÖSTERİ SAHNESİ
VE O R A D A B E L İ R L E N E N

Oturuyorlar, kalkmış kaşlarıyla,


Lakayt oturuyorlar ve pek istiyorlar şaşırmayı.
- Faust'taki yönetmen

Perde k a lk ıy o r

Eskilerden beri, bilhassa gergin insanlar bir araya gelir burada.


Kasaya ve penceresiz salona taşıdıkları güdüler, değişiktir. Bir
kısm ının canı sıkılıyordur ve iyi kötü kafasını dağıtacağı bir ak ­
şam s a tın a lm a k istiy o rd u r. B u g ü n le rd e ç o ğ a la n bir b aşk a
-e m e k ç i- kesim ise öldürm ek değil de d oldurm ak istiyordur z a ­
manı. Bu ziyaretçiler de sohbet etm ek, gevşemiş ve serbest ol­
m ak isterler tem sil esnasında; lâkin istedikleri öylesine veya salt
bir şeyden serbestlik değil, bir şey için serbestliktir. Ama hepsini
güdüleyen, m im ik ihtiyaç diyebileceğim iz şeydir. Bu ihtiyaç şiir­
sel ihtiyaçta da kendini gösterir, kendini değiştirm eye dönük iğ-
vacı zevkin salt istek üzerine veya m üraice olm ayan olum lu bi­
çim iyle bağlantılıdır. Bizzat sah n ed ek i oyun cu y la paylaşır bu
zevki; o n u n vasıtasıyla, y an i -b ü tü n iyi ö rn ek lerd e- o n u n tem sil
ettiği üzerinden, bu zevki arar. Ama b u n u n ötesinde, her şeyden

498
önce seyirci o y u ncunun mimiğiyle temsil ettiğini değil, onun ve
tüm oyuncu g ru b u n u n duyusallığı renkli, konuşm ası hareketli
tem siliyle ne verdiğini görm ek ister. Seyirci sahnedeki yaşama
çekilirse, salt kafa dağıtan arkadaşı gibi o saate kadar akan gü­
n ü n dışına çekilm iş olmayacaktır asla. Sahne ‘hafif gıda' denen
şeyi verdiğinde de böyle olmayacaktır - şayet kafa dağıtm akla
kalmayıp aptallaştıran kitsch’ten farklıysa bu. Perde açılır, dör­
düncü duvar yoktur, o n u n yerine açık sahne vardır ve bu sahne­
nin arkasında, kendini beğendiren, eğlendiren anlam lı birşeyler,
yani anlam landıran birşeyler olup bitm elidir. Sahip olunan yaşa­
m ın sık sık içine girdiği o darlık kaybolur; tuh af ve kararlı in­
sanlar, başka bir sahne, büyük m aharetler sökün eder. Seyirci,
beklenti içinde olduğu kadar onlarla birlikte öğrenerek, hazırdır
gelecek olanlara.

ö rn e k le deney

Fakat hazır b ulunm akla kalm az, onu canlı bir şekilde kavrayan
oyuncular daha fazlasına tahrik ederler. Seyirciden, karar verm e­
sini, en azından sun u m la ilgili beğenisini belirlem esini isterler.
Ve sunulan nesnel bir parça olduğundan, bu k a ra n dışavuran al­
kış ve ıslıklar, oyuncuya rolünü veren parça boyunca yayılacak­
tır. Hele ki, toy b ir genç kız veya yıldız kültü [nün m eftunu] ol­
m ayan seyirci, m im iklerde dram atik bir eylem in içindeki dra­
m atik kişiliğin aracısından başka bir şey görm ediğinde... Bura­
da, -zam an zam an açık sahneye nüfuz e d e re k - dışavurulan hoş­
nutsuzluk, yapılan teşci, kitap okurken alınan sessiz veya fazla­
sıyla hararetli tavırdan çok farklıdır. Çünkü seyirci ancak sahne­
de görm eyi arzuladığını veya görm eyi arzulam adığını gördüğün­
de, salt beğeni h ü k m ü n ü n hayli ötesine geçen bir tavır almaya
itilir. Bir kitabın başında kural olarak tek b ir o kur varken, her ti­
yatroda h ü k ü m verm e ehliyetini haiz özel bir grubun bulunm ası
da önem lidir bu bakım dan. Bu h ü k ü m Brecht'te çok ilginç bir
biçim de tem el nokta haline getirilir - salt alınan “lezzete” bağlı
bir zevk m eselesi olm aktan uzaklaştırılm asıyla yapılır bu. Ayn-
ca, tasvir edilen insanların karşılaşm aların, eylem lerin yalnızca
“nasıl olduklarıyla değil, nasıl olabileceklerinin d e” değerlendi­

499
rilmesi yoluyla; b ir insanın teatral inşâsının “sadece k en disin­
den yola çıkarak degil, ona yönelerek” yürütülm esiyle. Bu m ak­
satla Brecht'te h üküm rejide ve eylem lerin akışında o denli kes­
kin ve o denli üzerine d ü şünülm üş biçim de k o n u r ki, tiyatro ak­
şam ının ötesine dek uzanır. Ü stelik, etkinleşm iş-ögrenm iş b ir
tarzda, daha iyi eylenecek b ir yaşam a nüfuz ederek, yani gerçek­
ten daha pervasız bir anlam yüklenmesi gereken şeylere n ü fu z
ederek.
B irincisi, seyircinin o y u n u n sadece d u y g u su n a kapılm am a-
sıyla olur bu. D uyuları uyanık kalır, k en d in i eylem in içine ve
o y u n cu ların y erine koyar am a b ir y an d an da k arşıd an b ak ar
onlara. D ogru olan sadece “sigarasını tü ttü re n izleyicinin tu tu -
m u ”d u r (Ü ç K u ru şlu k O pera'daki atıO; düşünüp de eğlenerek,
n eşe içinde öğreneceğine duyguların ın tepki gösterm e hassasını
şehvetine feda eden cezbe halindeki adam degil. O yunda eğlen­
ce olmalıdır, h er zam an olduğundan da fazla olm alıdır, gaddar
b ir ciddiyet burada her y a J c olacağından daha yanlıştır, evet,
“tiy a tro n u n b ira z fuzııl. b ir şey o larak k a la b ilm e si g erekir"
(Brecht, Tiyatro İçin K üçük Organon, Bölüm 3), fakat aldığı lez­
zet seyirciyi eritm ek için degildir, o n u öğrenm iş ve e tk in kılar.
İkincisi o y u n cu n u n kendisi asla tüm üyle taklit ettiği kişilik ve
onun eylemi içinde erim eyecektir. “O daim a işaret eden olarak,
işin içine karışm am ış olarak kalır”, o n u n eleştiricisi veya övgü­
cüsü olarak parça k işiliğinin yanında d u ru r; m im ik leri dolay­
sızca duyusal etkileri yansıtm az, başka b irin in d u y u la n olduğu­
n u do lay ım lay arak b elirg in kılar. D in am ik o lm a k ta n ziyade
ep ik nitelikli b u tiyatro oyunculuğuyla tem sil -o y u n c u ru h la rı­
nın veya “tiyatrocu k a n ı”n ın h e r nevi teşhirciliğinden k u rtu la ­
r a k - daha az değil tersine daha fazla canlılık, sıcaklık, nüfuz
edicilik kazanm alıdır. Z aten Brecht tam da e p ik m im ik tarzının
seyirciye etkisi hakkında şöyle der: “Bazen ileri sü rü ldüğü ü ze­
re basitçe gayrı-dram atik tiyatro dem ek olm ayan epik tiyatro­
n u n , yine bazen ileri sü rü ld ü ğ ü üzere, 'ya akıl ya heyecan (d u y ­
gu )' sloganını yükseltm esi sözkonusu değildir. D uygulardan as­
la vazgeçmez. N erede kaldı ki, adalet du y g u su n d an , özgürlük
itkisinden ve haklı öfkeden vazgeçsin... B unlardan vazgeçm edi­
ği gibi, m evcut olm alarına da güvenm eyerek, o nları güçlendir­

500
meye veya yaratm aya çalışır. Seyircisini so km aya niyet ettigi
‘eleştirel tu tu m ’ n e denli tu tk u lu olsa, azd ır ona (Brecht, The-
aterarbeit [Tiyatro Ç alışm ası], 1952, s. 254). O y u n cu n u n nes-
nel-oluşuna, sanatsal araç olarak, b ir sah n en in toplam haliyle
n esnel biçim de öne çıkarılışı tekabül eder. B recht ya ba n cıla şm a
d er buna. Şu dem ektir: “Parçadaki belirli edim ler, afişler, ses ve
m ü zik teknikleri ve oyuncuların oyun tarzı aracılığıyla, kendi
içine kapalı sah n eler olarak g ü n d elik o la n ın , doğal sayılanın,
za ten beklenenin yer aldıgı sah ad an öne çıkarılm alıdır (yaban-
cılaştırılm ahdır)” (Brecht, Stücke V l [Parçalar], 1957, s. 221). O
zam an duyu, şaşkınlık yaratm alı, o bilim sel durakalm aya, felse­
fi h ay rete yol a çm alıd ır; b ö y le lik le gö rü n ü ş le rin - b u arad a
o yundaki g örünüşlerin d e - d ü şü n m ed en alım lanm ası sona er­
meli, sorular dogm alı, anlam ak isteyen bir tutum ortaya çıkm a­
lıdır. N itekim B recht'in öğretici (düşü n m en in ilk adım ı olarak
h a y re te d air) b ir o y u n u n d a , y a b a n c ıla ştırm a e tk isin e v âk ıf
“O yuncuların Tavsiyesi”, şöyledir:

Alışılageleni gördünüz, her daim vuku bulanı.


Ama rica ediyoruz sizden:
Yabancılayn, yabancı olmayanı!
Açıklamaya muhtaç bulun, alışılagelen her şeyi!
‘Hep öyle' olan, şaşırtmalı sizi.
Kural olan, istismardır
Ve istismarı fark ettiğinizde
İmdat gerek!
DieAusnahme und die Regel'e [İstisna ve Kural) Epilog

N eticesi olm ayan edebiyattan farklı olarak yabancılaştırm a,


ö ngörücü tasa^vvuru geliştiren etkileriyle, bilhassa üzerine dü­
şünm eye çağırır. U zun süre değiştirilm eyen, kolaylıkla, değişti­
rilm ez gibi görünebileceğinden, tiyatroda resm edilen yaşam ın
yabancılaştırılm ası, neticede “toplum sal olarak tesir edilebilir
e d im lerin ü z e rin d e k i, o n la rı m ü d a h a le d e n alıkoyan aşinâlık
dam gasını kaldırm aya" d ö n ü k tü r (Brecht, Tiyatro İçin Küçük O r­
ganon, Bölüm 43). Böylelikle, üçüncü ve so n olarak, b u rejinin
esas m eselesine gelinm iş olur: Ö rn ek üzerinden deney olarak ti­

501
yatro. Tutum lar ve edimler, buna göre biçim lendirilm eli, hayatı
değiştirm eye elverip verm ediklerine dair oyun içinde deneye ta­
bi tutulm alıdırlar. Şöyle denebilir: Brecht tiyatrosu, doğru davra­
nışı m eydana getirm eye d ö n ü k değişik denem elerin bir tarzı ol­
mayı amaçlar. Şununla aynı şey dem ektir bu: doğru teori-prati-
ğin küçük ölçekli, oyun biçim li bir laboratuarı olmayı, sahnede­
ki vakayla ciddi d u ru m u n deneyini yapm ayı amaçlar. Re [tek­
rar] ama yine de ante rem118 b ir deneydir bu; yani sınanm am ış
bir tasarım ın reel hatalı sonuçlarından azadedir (karş. “Ö nlem ”
adlı oyun) ve böylesi h atalı so n u çlan dram atik olarak önceden
tem sil etm enin pedagojisine sahipti". M uhtem el seçenekler de
böyle deneye deneye tasvir edilir; her b irin in sahnede k en d i so­
nu n a vardırılarak (karş. birbirine zıt iki öğretici oyun, “Evet d i­
yen” ile “H ayır diyen”). Brecht’in olg u n d ra m ı G aîilri’de de ben­
zer bir üslûp gösterir kendini. Bu oyunda, Galilei’n in henüz ya­
zacağı başyapıt uğruna k en d in i tekzip etm ekle doğru davranıp
davranm adığı s o ru su n u n infazı yapılır. Tüm bunlarda, kurgu
yoluyla keskinleştirilm iş, çok defa basitleştirilm iş ö rnekler ve
k a ra rla rla , “m esel/m ecaz d iy a le k tiğ in e ” erişilm ey e çalışılır.
Brechtyen tarz, tahkik edileceğe ilişkin olarak, gitgide, giderek
daha bilgece, bir kenara atıverm iştir soyutluğu. B asitleştirm e­
nin, şem atizm denen ve kendi girebildiği sahayı beş-altı form ül­
le veya “h u rra ”la n n hükm üyle çoktan ezberlem iş olan o sahiden
ko rkunç suretine asla rastlanm az onda; b u n d an ö tü rü d ü r ki şe­
m atizm Brechtyen olandan nefret eder. Brecht tiyatrosu, sahiden
faydalı olanın ve o n u n aklının etkin inşası hedefi d o ğ ru ltu su n ­
da, eylem enin yegane k om ünist biçim ini, yani her dem taze sı­
nanacak b ir eyleme kararlılığını içeren ve yönlendiren bir eylem
tarzını arar.

A ranan em salin deneyine ilişki daha fa z la s ı

Parçaların ancak k en d ileri de öğrenm ek suretiyle öğretici olm a­


ları, kuşk u su z alışıldık bir iş değildir. Parçadaki in sanların ve
eylem lerin soran-araştıran b ir yönelim taşım ası ve bu biçim de

118 Dünyanın yaratılmasından/maddenin nüfuzundan önce.


502
kendine de dönm esi... Yine de böyle açık bir biçim e, bir insanı,
bir d u ru m u sü reg id en çelişkisiyle g ö steren b ü tü n dram larda
rastlanır. Yalnızca bir tem el şahsiyetin -k a ra k te r veya toplum sal
işlev y ö n ü n d e n - tek bir anlam a gelecek şekilde ve kaçınılm az­
lıkla bir eylemde b ulunduğu yerde rastlanm az bu tarz değişken­
liklere. O tello'nun kıskançlığı ayak sürüm ez ve başka tü rlü sü de
düşünülem ez, tü m so n u çlan ve yol açtığı durum lar ardı ardına
gerçekleşir; keza A ntigone’u n analık h u k u k u n d a n devrederek
muhafaza edilm iş “sofuluğu” da, K reon'un toplum sal muzafferi-
yete ermiş “Devlet Aklı” da asla sendelem ez. Buradaki ihtilâflar
kaçınılm azdır; başka tü rlü olabilm esine, başka türlü eyleyebil-
meye, so n u n u n başka türlü gelm esine dair deneyler, salt bir yo­
rum un ve rejinin im âları anlam ında bile grotesk olurdu. Fakat
bir" dizi büy ü k dram da, çok yanlı b ir tabiata sahip olan ve önle­
rinde birkaç farklı yol uzanan karak terler yok m udur? Hamlet
yok m ud u r; veya daha küçük, önem siz, bir k en ara atılm ış nice
alternatif örneğiyle, F iesco'nun cum huriyetçilikle m o narşi ara­
sında salınan m onoloğu yok m u d u r?119 Birden fazla kurguya im ­
kân tanıy an , olay ak ışı ve so n u farklı d e ğ e rle n d irileb ilece k
dram lar h er zam an y ok m uydu? G oethe'nin Stella’s ı; Tasso'nun
ilk Tasso'ya nisbeti? G oethe Stella'yı 1776’da uzlaşm ayla, 1805’te
trajik biçim de sonlandırm ıştır; Tasso'nun ilk sahnelenişinde ya­
zar Antonio reddedilip heyecanlı şair onaylanır, ikinci sahnele-
nişte neredeyse tam tersi olur. Ne var ki, şim diye k ad arki dram ­
da (hele ki büyük dram larda) kendine m ahsus bir teori-pratik
ilişkisi yoktu; hele k en d in i h ep yeniden d ü zelten , öğrenerek
(tablo gibi kesintilerle) ilerleyen bir dram atik, hiç yoktu. Ama
bu değişmez dram lar bile, aranan em salin deneyleri değilseler
şayet, sonuna vardırılan bir yolun em salleriydiler; iyi veya kötü
bir yoldu bu, arayış veya kaçış yolu - ş u sloganı telkin ederek:
exem pla docent.'20 Ö ncelikle de, gösteri sahnesinin, üzerinde öğ­
retici bir bağırtı çağırtı olsun olm asın, ahlâkî bir tertibatla dona­
tılm ış olduğu yerde. Evet, beklenm edik olan gerçekleşir; Brecht,

119 Schiller’in oyunu. Cenova'da bir suikastla Cumhuriyetçi idareyi yıkıp prens
olan Fiesco, kendisi de bir suikasta kurban gider. Oynanan versiyonda, Fies-
co iktidarı ele geçirdikten sonra yine Cumhuriyeti ilan eder.
120 Örnekler öğretir.
503
diyelim Schiller'den çok daha az ahlâkçı-pedagojik olmak isti­
yordur. Tam da öğretici oyunların ve ders veren operaların yaza­
rı olarak, güleryüzlü b ir m ateryalist olarak, salt ahlâkçılık yapan
ve böylece tiyatro olm aktan çıkan b ir tiyatroyu reddediyordur:
“Ö rneğin b ir ahlâk piyasası haline getirerek, asla daha yüksek
b ir konum a getirm ezsiniz tiyatroyu. Tersine, aşağılanm am asına
dikkat etm eniz gerekir öyle yaparsanız. Şayet ahlâkî olanı eğlen­
celi kılmazsa, -d u y g u lar için eğlenceli-, alçalacağı da kesindir.
Ü stelik , ah lâ k da eğlen celi o lm a k ta n a n c a k k a z a n ç lı ç ık a r”
(Brecht, K üçük Organon, B ölüm 3). A ncak sahnede basın bü lten ­
leri ve m akalelerin nakledilm esini, “görsel rek lam ” k itsch 'in i
reddetm esi, Brecht'in eski program ını değiştirm ez: bilinç oluştu­
ran, karar verm eyi öğreten tiyatronun program ıdır bu. “Tiyatro­
yu olabildiğince öğretim ve yayın ortam larına yaklaştırm ak iste­
yen” bir program dır. Anlaşılacağı üzere, m âhir b ir eğlence orta­
m ı olan, m akale ve “h u rra” konform izm iyle değil tahayyülüyle
etki eden bir tiyatroyu ... Hele “h u rra ” konform izm ine dayalı ti­
yatronun emsal arayan deneylere hiç ihtiyacı yoktur, zira o za­
ten h er şeyi biliyor ve em sal/örnek kelim esini “ö rnek çocuk” di­
ye anlıyordur. Oysa kastedilen, etki edilen aydınlanm anın ve it­
kilerin, hazzın derinliğiyle doğru orantılı olduğu, m esut edici
b ir ahlâki tertibattır. Tam da burada, d u y u sal yönden en haz do­
lu teatral görünüşe, operaya atıfta bulunabilm em iz, sebepsiz de­
ğildir: operanın Sihirli Flüt, Figaro'nun D üğünü gibi ilerici başya­
pıtları, en soylu lezzetlerle beraber en harekete geçirici insani
arzu im gesini de sunarlar. İlerici tiyatronun dolayım ından geçen
öğretim in (ilaç ve ders) araçları gibi içeriği de sevinçlidir: böyle­
ce oyunda m ücadele içinde inşa ettiği etkisini yaratır ya da inşa
etm iş görünür. “O yunculuk sanatının b ir başka asli parçası da
d u rulan yerdir ve bu nokta tiyatronun d ışın d a olm alıdır. Doğa­
n ın yeniden biçim lendirilm esi gibi to p lu m u n yeniden biçim len­
dirilm esi de b ir özgürleşm e edim idir; bilim sel b ir çağın tiyatro­
su nun aracılık etm esi gerekenler de k u rtu lu şu n sevinçleridir”
(K üçük Organon, Bölüm 56). Ü zerine veya aralarında hükm e va­
rılan kararlı eylem lerin yuvası olarak g ö ründüğü ölçüde, tiyat­
roya dair, bu kadar. ^ y ü n , emsalin deneyini yapan b ir oyun ol­
d u ğ u n d a , h ed ef b elirg in olarak g ö rü n ü r; d en ey sel n iteli ğiyle

504
(ön-sahne olarak) sahne ise, o hedefe ulaşm aya d ö n ü k davranış
tarzlarını saçıp savurur.

O kum a, ko n u şm a m im iği ve sahne

Yukarda, b ü tü n salim eserlerin o k u n m ak tan ziyade görülm eye


uygun olduğunu söyledik. Ç ünkü sah n e karşısındayken, kitap
karşısındakine kıyasla çok daha az özel zevke göre, çok daha be­
raberce h ü k ü m verilir. Lâkin kim i üzücü vakalarda, oynanan
parçayı seyretm ek kadar, hatta daha iyisi, okum ayı da düşünebi­
lir insan. O yuncuların kendilerini rollerinin önüne çıkardığında
böyle olur; ö rn eğ in Ja g o ’2’ yerine “en trik acı" M ü ller’i g ö rü p
dinlediğinizde. Bir yıldız, m etni, şahsî sevim liliğini ve konuşm a
edasını bir defa daha gösterm enin vesilesi olarak kullandığında,
daha da tatsızlaşır durum . İlâveten, daha az azam et satan tem sil­
lerde de, hararet denen şey icabı veya zam an kısıtlılığından ötü­
rü, kural olarak çok hızlı k o n u şu lu r - hele dizelerin veya sanat-
kârane bölüm lerin h ak k ın ı verm ek gerekiyorsa. Bu yıkam a-bo-
şaltm ayla ne kadar çok lezzet yitip gider; eğleşen b ir okum ada
alabildiğine zenginliğiyle keşfedilecek b ir m anzara, nasıl da be­
ter bir engelli koşuya dönüşür. Fakat tiyatro y ine de okum aya
karşı bir a rtı olarak kanıtlam alıdır kendini; k u lak ve göz okur­
ken ne denli canlı tadlara varm ış olursa olsun. Ve bu öylesine
bir artı olm alıdır ki, en ihatalı okum a tiyatrosu bile, sahneye ko­
n an dram karşısında, g erçek ten k onuşabilm ek, cevap verebil­
mek için kan isteyen O dysee'deki gölgeler gibi kalmalıdır. Esere
sadık kalarak sahneye konulduklarında bile, oynanm am ış halle­
riyle daha güzel olan dram lar, pek ender olarak iyidir ve asla
esere sadık sayılmazlar. En iyi durum da, karşılıklı konuşm alı li­
riklerdir bunlar; eylem lerinde üst üste darbe gibi gelen olaylar,
düğüm ler, sahneye çıkış, sahneden çekiliş, havada gerginlik hep
eksiktir - bunların yanı sıra, sahneye tazyik edenin sadece Schil-
lerci değil Shakespeareci soylu sokak çığırtısı da eksiktir. O yun­
cular ve özellikle rejisörler tarafından öne çıkartılan, şahsiyetle­
re ve değişen sahnelere ait g ö rü n ü r yer olm aksızın, dram ın bir

121 Shakespeare'de, Otdlo'yu mahvoluşa sürükleyen, karmaşık ve zeki kötü


şahsiyet.
505
dünyası olamaz. Büyük lirizm de, eylemin yani dram ın içinde
olduğu m üddetçe, ancak sahnede ru h halinin veya d üşüncenin
hareketiyle, kısacası d ram ü z e rin d e n , ait o ld u ğ u k en d i içine
dönm üş suretiyle tasvir edilebilir. İşte tam bundan ö tü rü d ü r ki,
-yoksa, söylemeye gerek yok, okunan dizelerin iç dünyasından,
tiyatrodan kaçıştan ö tü rü d eğil-, Brecht'in şu cüm lesi öylesine
anlam lı ve doğrudur:

Akşam vakti çayırlık üzerine


Yazdıydı bize Elisabeth [çağı) dizesi,
Ne bir ışıkçıya erişir,
Ne de çayırlığın kendisine! '

Bu cüm le d o ğrudur, dize ışıkçıya ulaşm az ç ü n k ü Elisabeth


tarzı şiirdeki akşam çayın, en hak ik i anlam ıyla, şiirsel olarak ar­
tık başka yere taşınm ıştır; lâkin tiyatronun içindedir, Shakespe-
are’in tüm o dizeleri onlar için yazdığı Lear, M acbeth sahneleri­
nin içindedir. A kşam çayırına büy ü k şiirle erişilmesi, onun şiirle
aşılması ve açımlanması, kuşkuya yer bırakm az biçim de, doğaya
ilişkin böylesi şiirin a n a h ta r k u v v etiy le g erçek leşir (karş. s.
248), n e var k i tiyatro, şiiri yazılan çayın, üzerinde nihayet onun
kendi eserinin oynandığı to p rak olarak gösterir. Böylesi m ükem ­
m el bir tiyatro, dram da sadece satırlar, kelimeler, cüm leler ara­
sındaki değil sahneye çıkışlar arasındaki aralan da anlam landı­
rır. Bilhassa bu aralar, önemli göreneklerin süregidişiyle veya kat
yerlerinin düzenlenm esiyle beraber, k u lak kesilm elerin, kapı
vurm aların, uzaktan gelen seslere kulak verm elerin, b ir beklene­
nin de yuvasıdır. Verdi’nin Otello’sundaki, devlet başkanının el­
çisini haber veren m üthiş trom pet çıkışı, operanın berisinde ve­
ya ötesinde, Shakespeare'de aralara içsel olan biçime dayanır.
Dem ek tiyatro, kitabından/m etninden farklı olarak, duyusal ya­
şantının gerçekliğidir; işitilm em iş olan k am usal olarak işitilir,
yaşantısal gerçeklikten ırak olan plastik biçim de aleniyet kaza­
nır, şiirleştirilm iş-yoğunlaştırılm ış olan, m ükem m eV tam am lan-
mış olan sanki ete kemiğe' bürünm üşçesine gerçek biçim de zu ­
h u r eder orada. Ve neticede m im iktir, şiirin tiyatro düzlem ine
yansıtılm asını sağlayan; konuşma m im iği artı je st m im iği artı de-

506
k o rc u n u n y arattığ ı sa h n e n in o lu ştu rd u ğ u hâlenin m im iğ id ir.
Sahnenin çerçevesi, oradan dışarı bakıldığında düny anın tanın­
m ayacak d en li değiştiği, başka d u y u lu p b aşk a g ö rü ld ü ğ ü bir
pencere gibidir. Tiyatro, artık hiçbir yerde dolaysız olm ayan yeni
b ir yaşantı gerçekliğinin, ona d air dram atik şiir aracılığıyla m ey­
dana çıkarılan tesisidir.
Bir rolü bezeyen ses ton u n a bakar burada h er şey. Evet, diye­
biliriz ki, ‘oynanan' insan b ir ses kişiliğidir, böyle d o ğ m u ştu r
sahneye. B undan dolayı, başlangıçta k o n u şm a biçim i vardır, ya­
ni, ses to n u n u düzenleyen, kalıplayan zor sanat. Böylesi konuş­
m a m im iğinin ü zerin e o tu rtu ld u ğ u esas ton (b u m ü k em m el ifa­
de, vaiz ve filozof Schleierm acher'indir), hiç de b ir şahsiyetin
so y u t h atlarıy la, hele o n a d a y a n a ra k yapılan klişeyle o rtaya
k o n m u ş değildir. Sahici esas ton, m ünhasıran, şahsiyetin istida­
dından, donanım ından ve onun hedef im gesinden kaynaklanır,
böylelikle, onun karakteri ve koşullarıyla önüne açtığı Eyleme
ve O lm a im kânından. B ununla kastedilen, içinde göm ülü d u ­
ran, ona hakkedilm iş olan anlam ında statik b ir k arakter değil­
dir; karakter burada, kendini henüz oluşturacak olan bir eyle­
m in kararını tanımlar. D ram atik b ir ses kişiliği hakikate uygun
biçim de ancak bu istikam ette vücuda gelir, ancak b u istikam et­
te vardığı yerlere göre çeşitlenir. Büyük rejisör Stanislavski bu n a
Hamlet'i ö rn ek verir. H am let'in görevinin, “Babam ın intikam ını
alm alıyım ” olduğu keşfedilir hep. Ama “V aroluşun sırlarını keş­
fetm ek istiyorum ” gibi daha yüksek b ir görev de keşfedilebilir
onda. Daha bile yüksek b ir görev keşfedilebilir: “İnsanlığı k u r­
tarm ak istiyorum ” (karş. Trepte, Leben und W erk Stanislaw skijs
[Stanislavski'nin Yaşamı ve E seri], s. 78 vd.). S tanislavski'nin
rejisi, H am let'in şahsiyetini, tüm kasılm alarıyla, b u son “temel
form ül” d oğrultusunda geliştirdi. K onuşm a m im iğinde ise, b u ­
n u n b elirli b ir soyut hatta gaynsahici-patetik b ir rak ım la gele­
neksel olarak saptanm ış olduğu oranda, b ir ü slû b u hedeflem ek •
daha zordur. Schiller'de m esele hâlâ bu d u r, Schiller'in dizelerini
serin biçim de, tam am en ren k siz seslendirebilm ek b ir sorundur;
aynı şey W agner'de de şarkı m im iğ i ve en aşağı o n u n k ad a r o r­
k e stra m im iği y ö n ü n d e n söz k o n u su d u r. Saray tiy atro su n u n
sağlam tonu, o n u n hasret çek en veya gürleyen Pathos'unun ke-

507
sintiye uğratılm ası, W aU enstein’m 122 k o n u şm asın d a bile, bul-
m acam sı biçim de zordur. Kadife kuşanm ış k ad ın kahram anın,
peşinden zafer bulvarı barok’u n u , N ib elu n g en yüzü ğ ünün to n ­
lam asından uzaklaştırabilm ek de aynı derecede bulm acam sı bir
zo rluk ta şır (her ne k a d a r yeni Bayreuth’d a n3 pek de talihsizce
olm ayan b ir biçim de deneniyor görünse de). Bu zam an aşım ına
uğram ış h allerin kaynağının b ir kısm ı da elbette o rijinal Schiller
ve W agner’dedir; faz lasıyla inişsiz çıkışsız, çok zam an ancak
zorla sü rd ü rü le b ilir ra k ım d ak i b ir b e lâ g a tte d ir [re to rik ], bu
kaynak. M am afih g erek Schiller’in keskin m antıkî k o n u şm a 'gü­
cünde, gerek W agner'in keskin k on trap u an ifade gücünde, bir
karşı ağırlık bulunur; Schiller’in ve W agner’in restitutio'su de­
m ek, Schiller’de o nda ki tefekkürün konuşabilir Piano’sunu [ha­
fif], W agner’de ise sonsuz m elo d in in m eşk edilebilir Bel can-
to’su n u [güz el şarkı] tasvir etm ek dem ektir. Richard W agner’in
d u ru m u , zam anının icabından ve yaradılıştan ö tü rü fazlasıyla
güm bürtü lü cereyan eden, vâdesi dolm uş bir restitutio in integ­
rum 125 vakasıdır: önce şarkı m im iğiyle tah ak k u k ettirilerek, tüm
yapıya yayılabilir. W agner’in tem silini b u y anından alarak, eser­
deki serpilm ekte olanın ve keskinliğin, şidde tin ve ani düşüşün
nihayet hakkını vererek yapm a ödevi, o oranda önem lidir. Se­
naryoyla birlikte je st m im ikleri de, katılaşm aksızın, artık taz-
yiksiz ve kızgınlıktan uzak, şim şekle r çakm adan, kılıçlar şakır­
dam adan, dalgalar patlam adan izleyecektir bunu. Şimdi bizzat
jest m im iği, sözlerle aktarılan d ram atik eylemi oyu ncu l arın b e ­
denlerine oturtu r; am a b u n u n yanı nda, sa hneye k o n a n şeylerin
bedenine de yerleştirir. Bu sahne ‘hasis’ olabilir, B recht’te, eski
İngiliz ve eski İspanyol tiyatrosunda olduğu gibi, dolgun olabi­
lir, eski M eininger ve Max R einhardt’ın düzenlem elerinin su n ­
duğu bazı iyi örneklerde olduğu gibi; Stanislavski’nin sanatın­
daki gibi nazm ın kendisini dekorda b ir hâle m isali ge nişle tebi -

122 Schiller’in, 30 yıl savaşlannın ünlü komutanını odağa alan dram üçlemesi.
123 1930’da Wagner’in ölümünden sonra Bayreuth şehrindeki geleneksel müzik
festivalinin dÜZenlenmesini bestecinin dul kansı Winifred üstlenmiş, hemen
arkasından bu işe Hitler sahip çıkmıştır.
124 Yeniden kurmak/çalmak.
125 Önceki durumun yeniden tesisi.
508
lir, yağdırabilir deko ru n üzerine. O nun b ü tü n kapıların ve evle­
rin anahtarlarına sahip o lduğunu, D oktor Stockm ann'ın tbsen
odasına da, m ağarasına da, fak ir y u rd u n a da, Ç ar Berendiy'in
devasâ dairelerine de aynı rahatlıkla evin efendisiym işçesine gi­
rip çıkabildiğini söylem eleri, haksız değildi. D ekorun yarattığı
sahnenin ortaya koyduğu böylesi hâle m im iği, je st m im iğine ya­
kın akraba görünür. C alderon'un, hele Shakespeare'in sahnesin­
de gerçi böyle b ir şey d en en m ed i, fakat b ü t ü n hasisliklerine
rağm en, b ir m ağarayı, bir orm anı, b ir ihtişam lı salonu sadece
bir yazıyla belirttiklerinde bile, h an ç e r veya ip m erdiven tü rü n ­
den lü zum lu teçhizat asla eksik olm adı. A legorik dekor da, bu
tü r teçhizatın devam ı m ahiyetindedir, bir bakım a o n u n uzam ­
daki tasviri ve ifadesidir. Stanislavski'nin çalışm a arkadaşı Ne-
m iroviç-D ançenko sahneye koym ayı da içeren b u jest m im iğini,
biraz sivri biçim de, fakat daha az haleli olm ayan bir genişlet­
meyle, şöyle ifade eder: “Bir sahnelem eye iyi dilebilm ek için,
oyunu herhangi b ir andan başlayarak sözsüz olarak devam e ttir­
diğinizde bile, seyircinin sahnede o lu p biteni anlam ası gerekir.”
G erçekten de C alderon’da hançer bir kıskançlık dram ının, Sha-
kespeare'de ise ip m erdiven bir aşk d ram ın ın içinde basbayağı
m im ik işlevi görür. Evet, Calderon'da hançer dış suretiyle kıs­
kançlığın ta kendisidir; Shakespeare'de de bülbülle tarla kuşu­
nun ötüşleri arasındaki şafak, Rom eo-Jülyet aşkının ve bu aşkın
ö lü m ü n ü n sadece dış su reti değil, dışa d ö n en yüzüdür. Böyle
bir d u ru m , abartıldığında bile eylem den sapm aya yol açmaz;
tersin e, h o m o jen leşm iş şeysel-hâle, ey lem in içine sevkeder.
Shakespeare'in H arnlet’inin oyunculara “aynı ■anda o y u n u n h er
zo runlu noktasının da ince ince d ü şü n m ek gerektiğini" söyle­
m esi gibi. K endiliğinden anlaşılacağı üzere, jest m im iği ve onun
sahnelenm esi ne denli başarılı olsa da, bu işin A lfa ve Omega'sı
[başı ve sonu] yine k o nuşulan dildir. Bir pantom im kendi başı­
na, hatta kendini öne de çıkarm az, en başarılı pantornim ik bile
N em iroviç-D an çen k o 'n u n dediği anlam da n azm ed ilen m etne
hizm et eder. Fakat m im ikten bakıldığında tiyatro şiirin plastiği­
nin hasıdır ve m im iğe yönelen en kuvvetli hareketlilik bile o
plastiği aşıp ortadan kaldıram az.

50 9
İllüzyon, dürüst görünüş, a h lâ k î m üessese

E ski mesele şudur: Sahne sahiden nereye doğru aşar, hangi sona
doğru kaldım . Makyajla, o n u n dışında d a ağırlıkla, üzerine d ü ­
şü n ü lm ü ş bir yanılsama sağlayan araçlar ve ışıklarla çalışır. Sah­
ne b u n d an ö tü rü d ü r ki b ü tü n diğer sanat tarzlarından daha da
fazla, görünüşe dairdir; çünkü k en d i g ö rü n ü şü n ü , ayırıcı çerçe­
veye rağm en, y aşantısal gerçekliğe b ü rü n d ü rü r. Bu tiyatroya
g erçi aynı zam anda hayran b ırakan ve illüzyonist b ir kudret ka­
zandırır fakat hiçbir saf sanatta olm adığı kadar görünüşün altını
çizer. Evet, sahne görünüşü, dostâne olm ayan b ir bakış açısın­
dan - k i böyle bir bakışla çok karşılaşm ıştır, sadece yobazlar ara­
sında d a d eğ il-, asaletle içi görünen ve h içbir yaşantısal gerçek­
liği olm ayan b ir resm e kıyasla, balm u m u n d an b ir figürün fazla­
sıyla bayağı görünüşüne çok daha yakın durabilir. İlâveten tiyat­
ro kahram an ların ın veya tiyatro şeh itlerin in deyim yerindeyse
kendilerini başka b ir şekle sokm aları vardır: Reel yapmacıklığa
tekabül eden K om edyen kavram ının kaynağı budur. Lakin tabii
ahlâkı görünüş ile teatral görünüş arasındaki fark, o yunculuğun
henüz “d ü rü st esnaflık” olm adığı zam an da vâritti. K om edyen
yapm acıklık yapar, oyuncu ise kendini değiştirir, daha doğrusu,
oynadığı rolü kanıyla canıyla belirgin kılar. Ve sahne nazm ın oy­
nanm ası sayesinde, b u m etindeki yaşantısal gerçekliği olm aya­
n ın vekili olarak da su n d u ğ u için, b alm u m u n d an figürle veya
yaşayan im ge d e n en şeylerle, genel olarak gözbağcılıkla arada
her türlü bağlantı eksik kalır. Yine de, m üsait hale gelen zem in­
de, şu soru baki kalır: Tiyatro, gözbağcılık dem eyeceksek şayet,
illü zyo n dan b aşk a b ir şey değil m idir? B urjuva-estetik kullanı­
m ında gerçi bu kavram da hiçbir aşağılayıcılık yoktur, beri yan­
dan o zam an da, dışsal olarak reel olm ayan, h e r ne kadar m u n ­
tazam , d u ru b ir görü n ü şü olsa da h erhangi b ir ö n-G örünüş'le
hiçb ir m üştereği bulunm ayan b ir Bir Şey’le ilişkilidir. Bu şekilde
illüzyon b ü tü n sanatlara, onların saf denilenlerine de, yayılmış­
tır m am âfih daim a teatral g ö rü n ü şü n yankısıyla. E.v. H artm ann
örneğin, dörtte ü çü darkafalı-vasat, dörtte b iri özetleyici-topar-
layıcı m âhiyetteki G üzelin Felsefesi'nde, sanatsal k arakterin il­
lüzyonunu k o n u m lad ın r ve o n u “nesnel estetik g ö rü n ü şü n öz­

510
nel m uadili” olarak tanım lar. Fakat b u g ö rü n ü şü n hiçbir reel et­
kisi yoktur. Kant-Schiller’in güzel tanım ı da böyledir: reel görü­
n ü şün özgürlüğüne ait bir tanım dır b u - buradan yola çıkan es­
tetikçilerin veri saydığı üzere. G örünüş, am aca uygunluğu bakı­
m ından da ancak “m eydana getirdiği gerçeklikten, böylelikle ay­
nı zam anda hizm et ettiği am acın gerçekliğinden.koptuğu ve saf
estetik görünüş h aline gelerek nurlandığı zam an” güzel olu r (E.
V. H artm ann, G üzelin Felsefesi, 1887, s. 174). Ne var ki tabii, E.
v. H artm ann'da değil ama herhalde estetikteki en iyi Kantçı olan
Schiller'de, hem en bir sü rp riz çıkagelir. Zira şayet sah iden am a­
cın gerçekliğinden özgürleşm ek, öznel illüzyonun nesnel m uadili
olacaksa, o halde teatral görünüş bile bir illüzyon değildir - h a t ­
ta o, hiç değildir, birazdan göreceğimiz gibi. Ve bizzat Schiller
bile onu “hayırlı bir illüzyon” diye adlandınyorsa, o zam an tam
da burada vurgulanan hayırlılık, illüzyon karakterini kesin ola­
rak, sonsuza dek aşarak ortadan k ald ım . “A hlâkî bir m üessese
olarak bakıldığında gösteri sahnesi,” der, bu anlam da: “K endi­
m ize rücû. e ttiriliriz , h isse d işim iz u y an ır, sa ğ a ltıc ı t ut kul a r
u yuklayan doğam ızı sarsar ve taze kaynayan k a n p o m p alar” .
Böylece, tam da guyâ salt illüzyon olan şey gerçekliğe intikal
eder, onu tazeler ve bizzat daha güçlü, m uafiyet sağlayabilecek
bir gerçekliğe işaret eder. Schiller'in bu ihmali, onun erken dö­
nem eserlerine, illüzyona pek az kapılm ış bir sahne program ının
canlılığını verir - sahne, ahlâkî, dem ek ki asla gerçeklikten azâ­
de olm ayan bir m üessese olarak görü lü y o rd u r burada. L akin şa­
yet sahne böyle bir m üessese ise ve öyle olm ası itibarıyla, illüz­
yonla ilgili hiçbir vasıf onunla bağlantılandınlam az; çünkü hiç­
bir illüzyon gerçekleştirici iradeyi ve gerçeklik istem ini etkin kı­
lamaz. G erçeklik ile sanat ve ideali, K ant’ın çok ötesinde, tam a­
m en birbirinden koparan bir burjuvaziye, illüzyon olarak tiyat­
ronun kuşkusuz uygun düşm esi gerekirdi. Ama şu bir hakikat­
tir: İllüzyon olarak sanat, tüm üyle yalan olur, yalan olarak kalır­
dı, gerek ahlâkî gerek ahlâkın dışındaki anlamıyla. Yani, gerek
yanıltma amacı bakım ından, gerekse böyle b ir sanatın geliştirdi­
ği im kânsızlıkları hesaba katm ak bakım ından. Tiyatronun hali­
hazır görünüşü ise asla illüzyona dayalı bir görünüş değil, adetâ
dürüst b ir görünüştür; o da “biçim lendirilm iş-uyarlanm ış tarzıy­

511
la, olm uş olanın uzatma çizgisinde sürd ü rü r etkinliğini” (karş.
s. 268). Tiyatro oyunu tekaüt olm az, daha ziyade, bu dünyanın
iradesini reel im kanlar çerçevesinde etkilem eye çalışır - para-
digm atik bir m üessese olarak.
Ancak bunda da, etkili olabilm esi bakım ından, güzel görünüş
unutulm am alıdır. Sahne gerçi illüzyon yeri değildir, fakat flam a­
sına am blem olarak koyduğu şey de kalkık işaret parm ağı ol­
maz. O işaret parm ağının belirdiği yerde hep bol m iktarda bur-
juva-püriten sanatçı nefreti vardı, en azından işte sanata yaban­
cıydılar. Ne yazık ki bu yabancılığın sosyalistlerce gösterilmesi
de nadir değildi; sanki tiyatro eğlence değil de (kötü çocuklarla
örnek talebelerden başka kim senin olm adığı) pazar o kuluym uş­
çasına. Yukarda, başta salt lezzet verm ek yerine bilinç oluşturan
sahneyi yüceltm iş bir yazar olarak bilhassa Brecht'in, tiyatroyu
terbiyevî o lm ak tan vazgeçm eye çağırdığı g ö sterilm işti. F akat
Brecht’e göre tiyatro bir ahlakî m üessese olm am alıydı - hele da­
yatan bir m üessese, asla. Tersine: Ahlak burada eğlenceden ge­
çer, ‘"tiyatro' için bulduğum uz en soylu işlev o lan ” eğlenceden.
Ne var k i ahlakî m üessesenin Alm an çehresindeki G ottsched126
tarzı öğretm enlik anlayışı m aalesef öyle kolayca can vermez; bu
yüzden hep ışığa hoşgörü dilem e gereği hasıl olm uştur. Bu yüz­
den G oethe “A lm an Tiyatrosu” m akalesinde güzel-neşeli gö rü ­
nüş hakkında şu itirafı yapm ak zo runda kalm ıştır: “A lm an tiyat­
rosu, kaba saba ve zayıf, kukla tiyatrosuna benzer bir başlangı­
cın ardından değişik evrelerden geçe geçe belki tedricen kuvvete
ve doğruluğa erişebilirdi, şayet esas y u rd u olan G üney Alm an­
ya'da sükûnetli bir ilerlem e ve gelişmeye kavuşabilseydi. Yalnız,
iyi olm asına degil de iyileştirilm esine d ö n ü k ilk adım , Kuzey Al­
m anya'da hiçbir üretim e ehil olm ayan yavan insanlarca atıldı.”
G oethe G ottsched reform unu böyle ihtiraz kaydıyla değerlen­
d ird ik ten , hatta b ir ru h a n în in tiyatroya gidip gidem eyeceğine
dair H am burg'daki ihtilafı tartışm ak zo ru n d a k ald ık tan sonra,
Schiller'in gençlik dönem i çalışm asının başlığını da hatırlam az-
lık edem eden, şöyle sürdürür. “H er iki tarafın da b ü y ü k hararet­

126 Johann Christoph Gottsched, 18. yüzyıl Alman millt dil hareketinin önemli
kişiliklerindendi. Tiyatroyu, “Aydınlanmacı akıl ve ahlak ilkeleri” doğrultu­
sunda reforme etmeye de çok emek vermiştir.
512
le sürdürdüğü bu m ünakaşa, maalesef sahne dostlarını, aslında
daha yüksek duyusallığa adanm ış olan b u m üesseseyi ahlâkî
olana feda etmeye m ecbur kıldı... Burjuva züm resinden iyi, ce­
su r adam lar o lan yazarlar bile seslerin i çıkaram ay ıp, A lm an
edepliliği ve d üm düz b ir akılla b u amaca vurdular kendilerini -
d ü pedüz G ottsched vasatlığını devam ettirdiklerini fark etm e­
den." Bu keskin m uhakem esine u y g u n o larak Goethe, A ristote­
les'in ünlü K atharsis'inin sadece seyirciyle irtibatlanm ayıp ve se­
yircide konum landırılm ayıp, d ram d ak i kişiliklere oturtulm asını
istiyordu. K uşkusuz burada G oethe yalnızca Alm an b u rjuva Ay­
dınlanm asının kam u yararına açılm asına karşı aristokratik bir
tepki gösteriyor değildi, kendini ahlâkî m üessese işlevine, niha­
yetinde ‘eksi' bir tiyatroya bağlam ış olan sekülerleşm iş yobazlık­
tan tiksinm esinin de etkisi vardı. M üzeler olm adan Apollo ve
Epikür olm adan M inerva'nın sanatta m ateryalizm e uyum u, ide­
alizme uyu m u n d an bile çok daha beterdir. Fakat Schiller'in a h ­
lâkî m üessesesiyle kastettiği, G ottsched usû lü bayağılık yerine
serpilen b ir tiyatroydu ve ahlâkî amaca u y g u n lu ğ u n bu yolla
gerçekleşmesiydi, sahneydi ve yargılam anın ancak sahne üzerin­
den yapılmasıydı. Ç ünkü tiyatro ahlâka ancak sahnenin zengin­
liğiyle hizm et edebilir; sanatta, bilhassa yüksek sanatta genellik­
le oldugu gibi. B unun tam am ına erdirilişinin yalıtılm ış bir örne­
ği, oyunun kraliyet canilerini m askelerini düşürm eye zorladığı
H am let sahnesinde vardır; toplum sal devrim ci b ir ahlâkî tertibat
Kabala ve Ajfe'ta127 ve Wilhelm Tell’d e,128 Egmont'ta,129 yüksek bir
Brütüs müziğiyle Fideiio'da130 vardır. Ve bu ahlâkî m üessese sa­
dece bir m ahkem e de değildir, zira sahnedeki utanç verici imge­
n in yargılanm ası üzerinden, hatta b u im genin m uzaffer olması
üzerinden ve bu d u ru m u n yarattığı dehşet üzerinden, k u rtu lu ­
şun yollan, en azından yolun ışıklan görünür. T üm üyle Alman
Klasisizm i, sınıf ayrım ına göre parça parça o lm uş toplum dan
parçalanm am ış, b ü tü n insanı yaratm a denem esiydi. Estetik eği­

127 Schiller'in soylulukla burjuvazi arasındaki çatışmayı işleyen bir oyunu.


128 Schiller'in İsviçre'nin,efsanevi özgürlük savaşısı Guillaume Tell üzerine yaz­
dığı oyun.
129 Goethe'nin Hollandalılann Ispanyol işgaline direnişini işleyen oyunu.
130 Beethoven'in tiranlığa karşı direnişi ve özgürlüğü ‘kutsayan' operası.
513
tim e dair saf inanca dayandırılan bu denem e elbette ki soyut bir
girişim di, y ine de sahneye kayda değerliği aynı derecede kuşku
götürm ez olan yönlendirici imgeler koym ayı başardı. Ve bunlar
arasında, hiçbir soyutlam aya başvurm aksızın, etraflarında b it­
m ek tükenm ek bilm ez b ir sefalete de yol açm aksızın, doğru işle­
vini ancak bug ü n bulanlar vardır. Demek, sahnenin d ü rü st gö­
rünüşü, tıpkı illüzyon gibi, am acın gerçekliğinden çıkm az pek;
daha ziyade eğlenceyle teşvik edilm esidir onun.

Yanlış ve sahici güncelleştirm e

İyi parçalar h e r tem sille geri dönerler, am a asla aynen değil. Her
yeni tür için yeni b ir sahnelem e gerekir, ü stelik b irçok defa. Yeni
bir sınıf sahnede yerini almaktaysa, sunum daki değişim bilhassa
keskin olur. Sahne o zam an da değişm eden kalsa, yani çapulcu­
lukla idare etse bile, askılarına hep yeni elbiseler asılabilecek bir
gardrop da değildir. Dem ek oluyor ki: Eski bir parçanın insanla­
rı ve sahneleri tüm üyle ve radikal bir biçim de "m odem leştirile-
m ezler”. H er koşulda, verili o y u n u n oynandığı çağın kostüm ü
kalır. B arok'un A ntik k ah ram an ların ı a la m ode'3' giydirip hare­
ketlerini de d la m ode yapm ası, b u n u n la çelişmez. Ç ü n k ü Ba-
ro k ’ta gerçi an tik kahram anlar o y n u y o rd u fakat an tik dram larda
değil Barok tarafından yazılmış dram larda oynuyorlardı; böyle­
ce, m alzem esini k en d i burjuva-saraylı kişiliklere ve çatışmalara
aktarm akla, an tik dram lar değişim e uğratılm ış olm uyordu. Söz­
gelim i C octeau'nun yüzyılım ızın yirm ili yıllarında kalem e aldığı
O rfeus ve Euridike'si, daha az yaratıcı am a daha d ü şü n ü lm ü ş bir
sebeple polo gömleği giyer ve kem ik çerçeveli gözlük takarlar;
hiç de itici gelmez insana. Buna karşılık, H am let'i frakla oyna­
m ak veya daha m ütavazı bir örn ek le, H offm ann'ın H ikâyele-
ri'n in ilk perdesini k ro m n ik el kaplam a eşyalı b ir bard a sahneye
koym ak derecesinde tatsız b ir saçm alık, kolay b u lu n a ca k şey
değildir. Veya Schiller'in H aydutlar'ına proleter kıyafetleri giydir­
mek ya da Spiegelberg'e b ir Troçki maskesi. Tüm bunlar, çoktan
devri geçm iş tarihsileştirici tiyatro oyunbazlığına karşı, snobca,

131 Modaya uygun.


514
en azından abartılı bir m ukabil darbedir. Doğru olan, gayet tabii
olarak, şudur: h er tiyatro kendi çağının tiyatrosudur, o ne aslına
sadık bir m askeli balodur, ne de pedantik b ir filolog eğlencesi.
B undan ötü rü , sahnenin tazelenm ek için gerçi tüm üyle yepyeni
ve içine yeni baştan işleyen bir bakışa ihtiyacı vardır - ne var ki,
nazım da çağın rayihâsının ve onun sahnedeki im gesinin uçup
gitm esine asla izin verm eden. Zira tam da bakıştaki yeni taraf­
girlik, kişilerin ve eylem lerin nazım tarafından verilen ideoloji­
nin m ekânında olm alarına ihtiyaç duyar, şayet nefret ve aşk, cü­
ru f ve emsal, nazm edenin işaret ettiği nesnelliğe sahip olacaklar­
sa. Yazarın bestesinin yöneldiği dekor, dem ek bir kenara atılm ak
yerine kolayca tanınacak şekilde değiştirilm elidir; orada v u k u
bulm akta olan ve şim di konuşulacak olgunluğa erişen sınıf çe­
lişkilerinin kolayca tan ın ır kılınm ası d o ğ ru ltu su d a, sözgelim i.
Ancak böylelikledir ki tiyatro güncelliğin stilizasyonu yerine sa­
hiden gü n celleştirilm iş olacaktır ve bu, d ekorda olduğu gibi,
çok daha ayrıntılı biçim de sahne m etninin tazelenm iş ışıklandır­
m asında ve m odellenm esinde de gerçekleşecektir. Eskiden bili­
nen çizgilerin yanında, şayet birçok yeri tozlanm ış ya da olgun­
laşmamış veya tam am lanm am ış ise ve -conditio sine qua non ola­
r a k - yeniden işleyen y ah u t tam am layan kişi yazara akraba ve
den k ise, b ir p arçan ın yeniden işlenm esi de vardır b u n u n içinde.
N itekim Kari Kraus bu şekilde sadece Offenbach m etinlerini de­
ğil bu müziğin tüm cevherini içine d ü ştü ğ ü ataletten kurtarm ış­
tır. N itekim Brecht b u şekilde Lenz’in Hofmeister'ini [Kâhya],
18. yüzyılın feodal sefaletinde yetişip 20. yüzyılın kapitalist ça­
ğında da ürem eye devam eden bir insan-bitki türü olarak göz­
lemlemiştir. Fakat küstah rejisörler, engelli yazarlar veya gamlı
taklitçiler eskiyi k o ltu k değneği ve üretim ikam esi olarak k u l­
lanm ak isted ik lerin d e m esele b u rad a da m üşkülleşir. Ö nceki
yüzyılın dehşet verici kale ve saray lokantaları o zam anlar m i­
m ari denen şeyin içinde ne idiyse, taklitçi-tam am layıcılar da
(b u n u n m odeli: Schiller’in Demetrius’u n u n bağlandığı sondur)
edebiyatta odur. T ıpkı o lokantalar gibi bunlara da artık nadir
rastlanıyor, b una karşılık azim kâr rejisörler d ram m etnine habi-
re, o n u n vulger-politik bir “kavrayışına” dayalı güncelleştirm e­
ler naklediyorlar. H epsi, - n e denli övülesi de o lsa - bir eğilimi

515
eserin aynasında degil de o n u n dışında görü n ü r kılma m aksadı­
na yönelik. Ö zgürlükçü adam lar bastırılarak veya rötüşlanarak
"en ilginç" figür olarak Gessler'in odağa sürüld ü ğ ü b ir W ilhelm
T elli, - k i ziyadesiyle sevim siz, z;ra faşistlik-öncesi b ir eğilimi
haber v eriy o rd u r-, hatırlatm aya bile gerek yok. Hele, kom edi
parçası Venedik Taciri’nin antisem itist b ir tantanaya elverm ek zo­
runda kalm asını. Zira en doğru eğilim sözkonusu olduğunda b i­
le vulger politikanın güncelleştirici etkisi, eseri yabancı bir saha­
ya çekerek verili dram anın y itim in e yo l açar. Ö rneğin, M aria S tu ­
a rt iyice ölçüler aşılarak ‘k ö tü ’ olarak sahnelendiğinde, parçanın
artık bir trajedi içerm eyip E lisabeth’in coşkuyla k utlanan zaferi­
ni ak tarır hale gelm esi gibi. Ç ü n k ü Elisabeth'in, -em salsiz bir
dram aturjik yeni yapılandırm a sayesinde-, Fransız-K atolik-yeni
feodal M aria'ya karşı yükselen kapitalizm i tem sil etm esi gereki-
yordur. Gerçi bu tarihsel açıdan yanlış değildir am a verili dram a
(onun son perdesi) açısından, seksenli yılların zerkiyle yapılan
bir saray restorasyonundan daha fuzuli, daha vahim dir. Ancak
bizzat çokanlam lı olan b ir kişiliğin nazm edilişinde, - k i şahikâsı
H am let'tir-, onun belki de o âna dek fark edilmeyen kişilik hat­
larından birisinin abanılm ası • m eşru görülebilir. Ama o zam an
bu hatların Shakespeare'de işaretlenm iş olm ası gerekir, rejisöre
düşen sadece b u n u geliştirmektir. Tiyatroda yenileşm e ancak bu
tarzda bir geliştirm e ve o lgunlaştırm a yoluyla gerçekleşebilir;
ancak b u n u n neticesindedir ki, “galeri derecelerinin", m üze de­
ğerlerinin talihi nasıl giderse olsun, sahnelerde atıfta b u lu n u lu r
baş eserlere. Ü çüncü R ichard da Hitler'miş gibi oynanm az ama
Shakespeare sayesinde kendi derisini ve kendi zam anını ne d e n ­
li güçlü tem sil ederse, b u g ü n Hitlergil olanın b ir kısm ını da o
denli açık seçik duyusallaştırır. Bu parçada aynı şey, en azından
k u rtu lu şu n alegorisi bakım ından, Richm ond ve o nu çevreleyen
güzel yarın için de geçerlidir. Mamâfih b u tem sil çok şey söyle­
meyi başarm alı ve içindeki “Zaman-sız" ve “G enel-lnsanî" olan­
la tarihsel b ir P anoptikum olm amalıdır. Çok şey söylem enin b u ­
radaki anlam ı şudur: K lasik dram öyle konuşulm alı ve tem sil
edilm elidir ki, şim diki zam an dram aya tıkıştınlm am alı, dram a
şim diki zam anın anlam landırılm asına iştirak etm elidir. Ve b u ­
n u n ned en i, geçici o larak d a tü k e n m e y e n çelişk ileri, çelişki

516
m uhtevaları ve çözüm leridir; dahası, her büyük klasik dram a,
içindeki çelişkiler ve çözüm lerle, ■geride b ırakarak ilerleyen bir
şeyi, geçici olanı aşan bir ilgiyi/yönelim i gösterir. Evet, şim diki
zam anda yazılm ış p arçalar bile, an cak böyle k en d i zam an ım
aşan b ir ilginin idraki içinde olduklarında, dram atik bir güncel
anlam kazanırlar (gerek ona işaret etm e gerek o n u aydınlatm a
anlam ında). D ram ın Y unan'daki başlangıçlarından geleceğe, ta­
bii ortadan kalkm am akla birlikte artık antagonistik olm ayan çe­
lişkiler toplum una kadar uzanan bir toplum sal süreç vardır (bi­
rey ile toplum arasında, bizzat çelişkili toplum biçim leri arasın­
da). D ram atik olarak tipik taşıyıcılar arasındaki ilişkide yoğun­
laştırılan b u sürecin her b ü yük dram ! ‘büy ü k ' yapm asının nede­
ni, yeni b ir güncelliğe yetenekli olm asıdır; b u sürecin her büyük
dram ı g üncel k ılm asın ın n ed en i de, geleceğin görevine, yani
iyim ser trajediye açık şeffaflığıdır. D iderot, R a m ea u ’nun Yeğe­
n in d e şöyle dedirtir: “Sütunların önünde dikilenler çoktu, yük­
selen güneş hepsinin üzerine ışıdı, ama yalnız M em non'un sütu­
nunda yansıdı bu ışım a.” Bu sütun vasatlıktan ayırt eden zeka
anlamına gelir, saf nesnel açıdan ise büyük dram ların gün ışıma­
sı istikam etindeki daim î yansıtm a gücünü ve güncelliğini ifade
eder. Dem ek, güncel sahnelem enin alacağı en iyi tertibat, kendi­
sini bu istikam ete çevirm esi olacaktır. Z incirlen m iş Prom ethe-
us'tan Faust'a kadar en hakiki dram lara içkindir bu; etiketlene­
rek veya ilave edilerek büy ü k gösterilm esine gerek yoktur, görü­
n ü r kılınm ası yeter.

D ah a hakiki güncelleştirm e:
K o rku ve acım a değil, kafa tutm a ve u m u t

Bu Taze O lanın ölçüsünün tabii hep yen id en tazelenm esi gerek­


mez. Bu ölçüyü elde etm enin en emin araçları, önem li yeni par­
çaların varlığı ve onların anlaşılışıdır. Ö lçü n ü n tali olmayan bir
kaynağı da, sosyalist bir çağdaki arzu im gesinin daha öncesiyle
arasındaki b ü y ü k farktır. Schiller'in “trajik nesnelerde bulunan
n eşenin nedeni” dediği şey, elle tu tu lu r hale g etirir bu farkı.
Schiller de, bu m akalesinde ve daha belirgin o larak da b u n u iz­
leyen “Trajik Sanat Üzerine” m etninde görünen o ki trajedinin

517
Aristotelik tanım ından sıyrılamaz. Dahası, acıklı piyes ile trajedi
arasında bir aynın da gözetmez, zira ikisinin de işi seyirciyi rik ­
kate sevk etm ektir. Zaten A ristoteles de trajediyle ilgili ü n lü
erek öğretisine rikkatten yola çıkarak ulaşır: k o rk u ve acım anın
duyularını tahrik etm elidir trajedi. Schiller burada sadece acı­
mayı vurgular, lâkin Aristoteles’in kendisinde de trajedi bize in­
sanları, evvelâ da kahram anlarını, acı çekm e halinde gösterir. Ve
acı karşısında dram atik etkiyle yükseltilen k o rk u ve ona d u y u ­
lan acıma, seyirciyi b u duyulardan kurtarm alıdır, bilindiği gibi.
Bu, d u yu ların tepkisinin, trajik artın ın yoluyla, tek rar yaşam da­
k i n o rm a ly ü k se k lik le rin e çekilm esi dem ektir. Daima rikkati
dram atik olarak- deneyim lenen acıyla m asseden A ristotelik Kat-
harsis veya arınm anın anlam ı budur. İlk olarak tabii Euripides
trajediye rikkati katm ıştır; A ristoteles'in bahsedilen anlam da en
kuvvetli dram atjk etkiyi Euripides'e atfetm esinin nedeni de b u ­
dur. Ama burada varsayılan sadece rikkate kaynaklık eden özgül
dram a değil, her şeyden önce, k adere k arşı bir ayak direm eden
ziyade ondan ötürü - n e kadar m etanetle karşılansa d a - acı çek­
meyle, ona m ağlub oluşla vurgulanan b ir davranıştır. T üm bir
antik köleci egem enlik düzeni, acı çekm edeki trajik isyankârlık
veçhesini, trajik esas kahram an olarak Prom etheus’u algılamadı
veya en azından bütünüyle algılam ak istem edi. Asiklos'un Pro­
m etheus Üçlem esine rağm en ve trajik k ahram anların Tanrılar­
dan h atta k a d erd en daha iyi o ld u k ları bilgisine rağm en. İşte
şim di tam da d ram atik veçhenin tazelenm e ölçüsü için öğreticidir
bu, tıpkı öncelikle korku, sonraysa acıma arınm asının bize en
yabancı hale gelm iş trajik etkiyi oluşturm ası gibi. Teslim etmeli;
gördüğüm üz gibi Schiller de s e k i ş t i r bu etkiyi (m am âfih m ü n ­
hasıran acım ayı vurgulayarak); daha önce Lessing de “H am burg
D ram aturjisi”nde savunm uş veya tekrardan arıtm ıştır (mamâfih
aynı biçim de, acım anın kendi kendim ize dönm esi olarak d ü şü ­
nülm esi gereken k o rk u y a indirgeyerek). L âkin girişim ci, d in a­
m ik burjuva toplum u bile trajik nesnelerden neşelenm enin an­
tik sebebini ancak yanlış anlam alarla id rak etti; daha bu toplum ­
da bile trajik kah ram an -Y unan trajedisinin k ahram anı d a - şah­
sında, k o rk u ve acım ayı salt pasif d u y u la r olarak refakatinde b u ­
lu n d u ra n d a n çok farklı b ir arzu im gesini güncelleştirir. Korku

518
duyusu kader trajedisiyle beraber zaten düşm üştür, peki ya acı­
ma? Bu tarz rikkat Asiklos’u n Prom etheus’u n d a ve b u n u n la bağ­
lantılı olanda, hayranlığa kıyasla çok daha az bulunur. Böylece
devreye giren d u y u sal kaym ada, güncelleştirm enin b u en esaslı
tarzında, çok daha fazlası, çok daha farklısı tesb it edilebilir.
Ç ünkü trajiğin tahrik ettiği tem el a rtık k o rk u veya acım a değilse
şayet, sadece hayranlık olarak da kalmaz. A rtık daha ziyade K a­
f a Tutma ve U m uttur - ve b u haliyle trajik kişiliklerin kendisinde
de görünür. D evrim cilikle ilişkili iki trajik d u y u ancak bunlardır
ve bunlar kader den en şeye baş eğmezler. Kafa Tutma, gerçi sos­
yalist to p lu m u n ve d ram atiğin k ah ram an ı olan, zafere ya rd ım
edenin kişiliğinde ve b u m uzafferiyet sü recinde sönüm lenir; çe­
lişkilerin antagonistik olm aktan çıkm asına, yaşam sal dayanış­
m aya koşut olarak. Buna m ukabil, klasikten devralınan dram ati­
ğin kahram anı olan, zaferde akâm ete uğrayanın durum unda, - k i
büyük uykusundaki dünyayı dürtm üştür, H ebbel’in deyişiyle-,
o oranda önem lidir Kafa Tutma. Ve b u akâm ete uğrayışta kendi
nesn el p a ra d o k su n u g ü tm ek te olan ve trajik nesn elerde neşe
bulm anın en iyi nedenini teşkil eden özgül u m u t, sosyalist tiyat­
roda tam am en paradokssuz olarak vâsıl olur evine. (M am âfih şu
surette ki, Shakespeare'in son p arçalan -"ro m a n sla rı"- veya Go-
ethe'nin Faust'u anlam ında, trajik o lan burada aşılarak m uhafa­
za edilm iş olabilir.) N eticede böylece tiyatro ahlâki, paradigm a-
tik tertib atı içinde n eşeli-özgürleştirici olarak aydınlanır. İşte
b u n u n için, trajedide de neşe vardır, sadece eleştirel kom edide,
sadece güld ü rü d e değil. B unun için, tam da trajik kahram anla­
rın etrafında, sahici rikkatin etrafında, acıklı piyesteki soylu çö­
küşlerin etrafında, çepeçevre şafağın u fku uzanır. Schiller “Hiç­
bir zam an ve h içb ir yerde v u k u bulm am ış olan, işte b ir tek o es­
kimez asla” dediğinde, bu cüm le şüphesiz, -d iy e lim -, abartılı­
dır; yine de, onca karam sar ve idealist teslim iyete rağm en, m ad­
di bir çekirdek barındırır içinde. Yalnız, şöyle k u rulm alıdır cüm ­
le: H e n ü z hiçbir za m a n ve hiçbir yerde tam olarak vuku bulm am ış
olan, fakat insan onuruna ya ra şır b ir vakıâ olarak önüm üzde du­
ran ve ödevim izi tanım layan, işte b ir tek o eskim ez asla. Tazeliğin
ölçüsünü veren, dem ek G eleceğin b u g ü n d e etki etm ekte olan
kısm ıdır; şimdiki. zam anı eleştiren kom edide de, b u g ü n ü keyifle

519
koyveren güldürüde de böyledir, hele asıl trajik düny anın ulvi­
yetinde de. Trajiğin kahram anlarının u m u t dolu etkisi, o kahra­
m anların çöküşünde doğru olm ayan b ir şey olduğunu, Gelecek
u n su ru n u n o çöküş içinde yükseldiğini apaçık gösterir çünkü.

31
AL AYA A L I N A N V E N E F R E T E D t L E N
ARZU tM GELERt, GÖNÜLLÜ MİZAHİ

Yakında birisi yüz milyonluk bir sermayeyi bü­


tün zencileri beyaz yağlıboyayla boyamaya ve­
ya Afrika'yı dört köşeli hale getirmeye yatıra­
cak olursa, şaşırmayacağım.
- G. Freytag, Die Joumalisten

E ğ er sözcüğü

Neşeli olm ayan çok şey vardır, üzerine yamuk gülünen. Zor du­
rum a düşen biri hakkında gizli gizli kıkırdam ayı herkes sever, o
kişi akıllıysa kendi de iştirak eder buna. Bilhassa yavan ama dik­
kat çekici bir şaka tarzının yeridir bu. Birisinin anahtarını kay­
betmesi ve b u yüzden geç kalm ası, ne eğlencelidir. Birisinin bir
türlü nezleden kurtulam am ası, uluorta anlatılır ve iyi bir fıkra
h ü k m ü n e geçer. Burada gülm ek, meseleyi küçültm eye, ikincil
kılm aya, sanki hiç olm am ış gibi yapm aya yarar. Beri yandan,
kendim ize uym ayan veya başkalarında uygunsuz olarak görm e­
ye alıştığım ız şeyleri sanki içerim izden k ü çü k b ir parm ak d o k u ­
nuşuyla vaziyetimize uydurabilm ek, neşe verir ve bizzat neşeli­
d ir zaten. ‘Şöyle şöyle olsaydı güzel olurdu am a öyle olm uyor iş­
te’ - bu d u ru m da kahkahalara yol açar. Şu atasözü, b u du ru m u
yansıtır: ‘Eğer' sözcüğü olmasaydı eğer, kim ler m ilyoner olm azdı
ki? Veya: İstekler at olsa, hepsine dilenciler binerdi. Bu alay doğ­
ru d u r am a yine de tuh af bir şey vard ır onda, çok geçm eden de
iyice d ü şü n d ü rü cü b ir hal alır. Ç ü n k ü ne d en li şen de olsa, bu
üslüp artık sadece sırıtıp alaya alan b ir tavra d o ğ ru genişler b ü ­
yük b ir m em nuniyetle. Ö n görücü tasavvurun pahasına, alışıl-

520
madıgın pahasına genişler. Hk-insan da, etin kızartılarak yenebi­
leceğini ve bir zam an gelip gerçekten de kızartılacağım söyleyen
bir hayalciye böyle gülm üş olacaktır. Mesele yeniliklerdir, her
zam an gülenler olur onların karşısında. Ö ylesine esen bir rüz­
gârdır ve her rüzgâr gibi suya karışacaktır. H er rüzgâr suya ka­
rışmaz oysa, lâkin darkafalılar öyle bilmeyi sever.

"Yeni m oda şeylerin hiçbiri işe yaram az""

Bundandır, Yeni olan en kolay ve en içten alaya alınır. Yenilik


getirenler rahatsız ederler, zira sözüm ona insan h er şeye alışır,
kötüye bile. Alışılm adık olan, k ü çü k burjuva içinde alay edile­
cek ve uzak durulacak şeylerin olduğu b ir m adendir; bu onun
güvensiz k e n d in d e n h o şn u tlu ğ u y la b ağ lan tılıd ır. K om edyen
açık seçik söyler, yeni kadın şapkaları tüyler ürperticidir; gele­
cek hakkındaki m uziplikler de bu reçeteye göre pişirilip su n u ­
lur. Ama elbette, böyle kuru lan şakanın kökleri, bam başka sınıf­
lara ve çok eski zam anlara da uzanır. Şaka b u n u n la yaşar, darka-
falının kaçm ışım -b ilm e d e n - sever ve istihzadır onun kendine
ait yegâne ürü n ü . Köylü de tanım adığı şeyi yemez ve b u n u n için
haklı sebepleri vardır, Yeni olan ona kendisini soyup soğana çe­
viren toprak sahibinden veya şehirden geldiği m üddetçe. Bu ta­
vır köylüde, m üktesep bir özellik olarak, uzun zam an k o ru n ­
m u ştu r ' e çok başka bir tem elde, k ü ç ü k burju v ay la hep bir
ağızdan bağırm aya sevketm iştir: “Yeni m oda şeylerin hiçbiri işe
yaramaz". Başka b ir neden, çok eski, neredeyse arketipik ard te­
sirleri olan yenilik ü rk ü n tü sü n d e yatar: çoktan geçip gitmiş bü­
yü çağının bakiyesi olan bâtıl inançta. Polonya'da ilk dem ir sa­
banlar kullanım a so k u ld u ğ u n d a o m evsim hasat k ö tü olunca
köylüler b u n u d em ird en bilm iş ve ta h ta sabana d ö nm üşlerdi.
Anlamı şudur: Eski iyi zam anlarda, tahta, taş ve bron zun çağın­
da dem ir yoktu, dem ek ki sonradan çıkan m alzem e göreneksel
âdetlere uym az. Keza: Sünnet, onu insan k urban etm e âdetinin
son bakiyesi olarak sü rd ü ren b ü tü n kabilelerde tahtadan veya
taştan bir bıçakla icra edilir; kadim yer T anrılarının tapınakları
dem ir âletlerle inşa veya tam ir edilemez. Eski taş bıçaktan rahip
kastına nakledilen de, b una akrabadır: Roma’da plebler en yük­

521
sek m akam olarak, o zamana d ek arkaik bir biçim de Patrisyen-
lere m ahsus tutulan sacerdoSa [rahip] erişmişlerdi. Ve Roma-Ka-
tolik Tanrısı da yalnızca Latince bilir; o n u n nazarında Almanca
bir âyin, yaşlı toprak anayı dem irle işlem ek eski Polonya köylü­
sü için ne anlam a geliyorsa, o d em ektir: Bir m eydan okum a,
m enfur b ir şey. B ütün batıl inançlar için, yenilikler aynı işareti
taşır: Hayırsızdır bunlar. Eski k o rk u n u n bir bakiyesi, gerek geri
kalmış gerek zam ana u y a y a n tabakalarca, kendilerine m ünasip
gelmeyen geleceğe de uyarlanır. Alışılm adık olan, h er biçim de
toprağa yabancı sayılır; nitekim , şaşırm a arzusuna karşı belirgin
bir önlem hamlesiyle, alaya alınır.

Le Neant; un autre m o n d e '32

Şaka, Yeni olanı tahkir ederek çarpıttığında, daha cüretkârlaşm ış


olur. Hele ki, yenilikteki karalıkla oynadığında o belirsizliği iç
gıcıklatıcı b ir ürperm eye dönü ştü rd ü ğ ü n d e. B uradaki gıcıklan­
ma, birşeylerin artık doğru, yani alışılmış biçim de yürüm em e­
sinden alınan neşeyi tanım lar. Sihir tiyatrosu çok erk en bir aşa­
m ada büyüye sataştı; o n u sihirden arındırm ak için değil, izle­
yenler nazarında tek n ik açıdan m ucizevî olanın da üzerine tu ­
haf, kom ik bir gölge d ü şü rm ek için. Böylece, başka şeyler ya­
nında, eski sınırların ilerisine geçmeye d ö n ü k arzu imgesi, san­
sasyon eğlencesine indirgenerek k üçültülm üş olur; bir kom ed­
yen bir m ucide öğretebilir. Ateş hileleri vardır bunda, kızgın kö­
m ü r üzerinde yürüm e sanatı vardır, alev yutm aca, alev p ü sk ü rt­
m ece vardır. Powel the Fire-Eater [Ateş-Yutan Powel) 1762'de,
altına kızgın b ir k ö m ü r koyduğu dilinin üzerinde b ir bifteği kı­
zartm ıştı - d ilin e bilinm eyen bir k o ru y u cu m adde sıvayarak.
O ptik illüzyonlar vardır, öncelikle de 16. yüzyıldan beri bilinen
aynı yansıtm aları. Benvenuto Celini, K olloseum 'daki bir gösteri
esnasında dum an a yansıtılan hayaletlerden haber verir; b u n u n
için kullanılan aynalar Tatar h a n ların ın sarayından Rom a'ya ge­
tirilm iştir. B undan geriye kalan, canlı kişileri aynı etkisiyle kay­
bedip sonra tekrar görünür kılma num arası olm uştur. M ontpar-

132 Hiçlik; bir başka dünya.


522
nasse’taki Le N e a n t, bugün hâlâ, az evvel sahnede duran insanla­
rın ve şeylerin hiçbir iz bırakm adan gözden kaybedilip sonra yi­
ne hiçlikten Var-Oluş’a döndürüldüğü bir m ekândır. 1865’te To­
bin ile Pepper, kadınların ve erkeklerin değişm iş vaziyette “tek­
rar belirdikleri” Proteus Kabini1n i 133 yaptılar: aşk yatağında çırıl­
çıplak veya ölü yakm aya m ah su s o d u n yığınının ü zerinde gü­
nahkâr gömleğiyle, beliriyorlardı insanlar. M ontpam asse’taki Le
N e a n t, Sartre’dan o k ad ar zam an evvel, ‘tü m ilerlem e Hiçliğe
d oğrudur’ m eâlli b ir değersizleştirm e ve alay etkisi uyandırm ı­
yor mu?
Yeni olan hele resim lerde abartıldığında, böylesi hiç eksik kal­
maz. Mizah neşriyatı, yüz yıldan beri, yüz yıl sonra insanın nasıl
görüneceği k o n u su n u m alzem e eder. Alaycının bizzat kendisi,
geleceğe dair çizdiği m üsveddeye ne denli düçâr ise, alay da o
denli kuvvetli olur. O zam an tabii karikatür, mizah neşriyatının
erişemeyeceği irtifalarda salınabilir. Bu bakım dan m anidar bir
örnek, 19. yüzyıldan, rom antik-teknik tahterevallisinde grotesk
bir resim li kitaptır: G randville’in Un autre m onde'u (1844); yaza­
rı üç yıl sonra tım arhanede ölm üştür. Burada eski d ünyadan ye­
ni bir dünyaya geçilm ektedir ve bu naklin ahlâkî dram ı, cehen­
nem e dair türsel im gelerin iyicil tasvirleriyle karışır. K itabın ka­
pağında şunlar vaad edilm ektedir: “D önüşüm ler, vizyonlar, en-
kam asyonlar [yeniden vücut bulm a], göğe yükselm eler, tebdil-i
m ekân etmeler... M etam orfozlar, hayvana dönüşm eler, taşa d ö n ­
meler, tenasühler [ruh göçü], Tanrılaşm alar ve başka şeyler.” Bu
vaadlerin hepsi tutulm az, yine de perde çarpık-ütopik bir h u m ­
maya açılır. Şekli değiştirilm iş insanlar, çifte çeneliler olur, kafa­
larının hem ö nünde hem arkasında dişleri vardır, ısırırlar. Alet­
ler çoktan özerkleşm iştir, dem irden dev böceklerdir, eklem leri
kıskaç veya manivela, kafaları sallandıkça perçin çakan balyoz.
Bir “Concert a la vapeur”^34 tıslayıp, şakırdayıp, çınlayıp durur,
insansız ve gayet dakik: tüm cihazlar buh arla hareket ederler,
sanki kendileri de b u h arlı m akinelere dönüşm üşlerdir; yöneten,
düzenli inip kalkan bir p isto n kolu d u r, ucunda bir elle. “Mystâ-

133 Proteus: dönüştürme gücüne sahip Yunan deniz Tannsı.


134 Buhar konseri.
523
res de Tin/ini”1^ de teknikleştirilir: Jüpiter, Satürn, Dünya, Mars
bir demir köprüyle ■birbirine bağlanm ıştır; dem ir köprü, küçük
bir ay kad ar b ü yük gaz lam balarıyla aydınlatılmıştır. Baudelaire,
Grandville ve onun çizim leri hakkında şöyle dem işti: “H astalıklı
bir edebî beyin, hep g ayrım eşru çaprazlam alarla kafayı b o z­
m uş... Bu insan, in sanüstü b ir cesaretle, yaradılışı düzeltm eye
verdi hayatını.” Ama daha ziyade ve asıl doğrusu, teknik Gar-
gantualar resm etm e ve bu şakayla kendi dehşetini güdülem e ka­
biliyetiydi onunkisi. Bu resim lerin h er biri, insanları teknik yar­
dımıyla m utlu etmeye d ö n ü k bu araçları karikatürleştirir, tahrif
eder. Geleceğin Adliye Sarayında şu bedah ât [apaçık hakikat]
yazılıdır: “L es crimes so' ■1 abolis, il n'y a plus que des passions”136
- ü to p ik saçm alığın şah lan m ış alaycılığında ciddi bir d oruk.
Grandville ve kehanetine dair bu kadarı yeter; şizofren b ir k ü ­
çük burjuva, teknik fantezinin saldığı dehşetin önem li bir tim sa­
li, Proteus veya P rom etheus'u fazla kaçırm ış ve m idesi b o z u l­
m uştu. M amâfih her tuhaflığa, görüld ü ğ ü gibi, arka yüzünde bir
parça şaka refakat eder (karş. s. 134); sürrealizm in kim i ürü n le­
rinde de fark edildiği gibi. Sürrealizm in dışında b u n u n en iyi ör­
neği, H ieronym us Bosch’un cennet m ontajları, “paradisi volupta-
tis”tir; 137 onun karışık-N ouveautes’i [yenilikler] İspanya Sara-
yı’nca sırf eğlenm ek için toplanm ıştı. G randville’in abartılı p ro ­
tezler ailesinin, delilikle neşenin b erab er p a tla k verdiği kendine
m ahsus şakacı ürpertisi de, Ona pek uzak akraba değildir. Baş
etmek zordur bunla: Neşe, havaîliğiyle, insanın ve daha sonra
m akinenin dünyayı getirebileceği, giderek şeytanîleşen ıssızlık­
tan kurtarır. Şaka, soyut am a tem sil edilebilir melez suretlerin
had safhadaki yapaylığından veya sağlıksızlığından, teknik ar­
sızlığın gölgeler im paratorluğundan, kara ütopyadan korur. Ama
aynı anda n esnel olarak onun için d ed ir de, şaka: Hem dilsel
hem m addî k ökeni “G rotte” veya yeraltına dayanan “G rotesk”in
b ir başlangıcı olarak, tam da cehennem de eksikliği çekilm em esi
gereken bir k ahkahanın babası veya kardeşi olarak. Kısmen anı­
lan karikatürlerde, tekniğe ve onun protezlerine dair korku dolu

135 Sonsuzluğun gizemleri.


136 Suçlar yürürlükten kaldırılmıştır, ihtiraslar artık olmayacaktır.
137 Safalı cennet.
524
karikatürlerde g ö rü n ü r bu. M üstehzi veya alaycı korkulu rüya­
larla, tekniğin meydan okum ası ve o n u n çağırdıkları karşısında
du yulan büyük korkuyla. G randville'in b ir resm inde gökyüzün­
de kocam an çekik gözler açılır; en korkunç alaycılık bile, gele­
ceğin dev bom bacılarını ve atom bom basını öngörm em iştir.

A risto phanes’in “K uşlar"ı v e bulutlardaki g u g u k huşu yuvası

Ortada b ir görev olduğunda, Yeni O lana d ö n ü k alay çok büyür.


Egemen sınıfın, dört b ir yana el atıp d u ran hoşnutsuzluklar ve
onun imgeleri karşısında tayin ettiği görev. O zam an eski zam a­
na övgü düzenler aranır; Yeni'yi rom antik bir nefesle ötelere sa­
vurm adan çok önce, satirik darbeler v u ru rla r tepesine. Aslında
politik satir elbette ki ezilen sınıfa, eski halden m em n un olan ve
bu konum u k o ru m ak isteyen m ülk sahiplerinden d ah a yakındır.
N itekim Sicilya Mimus’u n u n 138 alaycılığı pekâlâ halkın içinde
yaşıyordu, eski Attika kom edi yazarları da, ananevî dalgacı ti­
piyle güld ü rü rk en halk ın sadece ağzına değil kalbine de bakı­
yorlardı. Ne var ki talihsiz Pelopones savaşı sırasındaki ve son­
rasındaki gerici tepki, alaycılığı, devri geçm iş olan yerine daha
iyi bilm ek isteyenlere karşı döndürdü. Demos’taki darkafalı vasat
vatandaşın alışılm am ış olana ve o n u n tarzına d ö n ü k nefreti de
ü stü n araçlarla seferber edilerek yapıldı bu. Dolayısıyla ilk poli­
tik sa tir g ericiy d i, o k la rın ı ta m a m e n ü to p y ay a y ö n e ltm işti.
O n u n üstadı olan A ristophanes, en iyi kom edilerinin önem li bö­
lüm ünü devrimci um udu karalam a pahasına yaptı. Kom ediler­
den birinin adı E kklesiazusen'dir, ,39 kadınlara oy hakkı verm e
planını ve m ü lk ortaklığını alaya alır. Bir başkası Kuşlar’dır, bas­
bayağı sosyalist ütopyayla alay eder. “Bulutlardaki guguk kuşu
yavası” (N ep h elo h o kkyg ia ) lâkabı bile kelim e anlam ıyla “Kuş­
l a r a dayanır; keza m izahî türsel im gelerin çoğu, o zam andan
beri sözüm ona geleceğin devletine dair d ü şüncelerden gelir. İki
Atinalı, kuşlara, bulutlarda bir şehir kurm ayı telkin ederler, ken­
dileri oraya uçm ayı düşünm eksizin. B unlardan biri, Peisthetairos

138 Hayattan kaba-komik sahneler canlandıran mimci.


139 Kadınlar Devleti.
525
(sadık dost) ispinozlara, akı kuşlarına, kırlangıçlara b ir “ateşle­
yici n u tu k ” söyler, b ir zam anlar dünyaya T an n lan n yerine onla­
rın hükm ettiğini ve yine hükm etm eleri gerektiğini ö ğ retir onla­
ra. Ö teki, Euelpides (um utlu), aptalca ve sadakatle gökyüzünde
kurulacak şehre, tâ yukarlarda, yerle gök arasında, h er ikisini de
denetleyen N ep h elo ko kkyg ia 'ya im an eder. K u şlar Devleti, öz­
gürlüğün krallığı olmalıdır: Terbiye ve töre oradan sürülm üştür,
“Doğa" h ü k ü m sürer. Sofist aydınlanm adan öğrendiği gibi, “D o­
ğ a c ı n “Yasa"ya galebe çalm asına tastam am uygun olarak, koro
yönetm eni seyircilere dönerek şunları söyler:

Kim ki bizlerle, kuşlarla


geçirmek ister
neşe içinde yaşayarak kalan günlerini,
dostça çağırırım kendisini.
Yasanın yasak ettiği her şey,
sâfi edepsizliktir orada, sizde,
bizde ise, kuşların krallığında,
pekâlâ güzel ve erdemli.

Ne denli güzel ve erdem li olsa da bu Doğal Olan, b uradan çı­


kan sonuç, A ristophanes'in, yoluna çıkan h er şeyi kirleten bir
yoldaşı katm asıdır işin içine. Ve tasavvur edilen yasa, bu kom e­
dinin kem ale erm iş kö tücüllüğü ve dahiyâne iftira stratejisi için­
de, “babasını asm anın ve ısırm an ın şan getirdiği" b ir yasadır.
Böylece tüm toplum sal arzu düşü, cinayetle pespayeliğin b ir ka­
rışım ı olarak g ö rü n ü r burada; o n u n k e n d i “D oğa"sının, bulutla­
rın buharın d an öte b ir zem ini yoktur. Tuhaf olan, sadece, b u lu t­
lardaki bu güzel şehrin, tüm uzak saadet adalannın b u yansım a­
sının, edebî olarak ilkin alay aracılığıyla g ö rü n ü r olmasıdır.

Neşeli a rtın m : L u kia n ’ın Vera historia'.sı'40

Daha iyi yaşam kadim den beri öyle anlatılır ki, sanki bir zam an­
lar b ir yerde varolm uştur. Yabancı şeyler de daha iyi gibi görü­

140 Gerçek tarih.


526
nebilir, en azından değişik tarz ve işitilm em iş o ld u klarından.
Böylelerinden haber verm enin form u, seyahat kitabınm kidir, ve­
ya Sinbad tarzında anlatılar. Devlet m asalları da sıklıkla b u for­
m u seçmiştir; saadet ülkesi m anidar biçim de çok uzaklarda ol­
duğuna göre. Uzak b ir adada, Büyük O kyanus'ta; b u rad an akta­
rılan m ucizeler, m aksatlı olarak denetim sizdir. Bu tarz yalana
dair en neşeli alay, L ukian'ın Vera historia'sıdır; b ir M ünchha-
usen m odeli,141 bunda da m evcuttur. G ottfried Bürger buradan
bazı hikâyeleri neredeyse kelim e kelim e almıştır. Lukian'ın diya­
loglarını çeviren Thom as More da, ütopyasını gem ici palavrası­
na sardırm aktan geri duram am ıştır. Rabelais de m uhteşem dev
im gelerinde Vera historia'dan çok faydalanm ıştır (Pantagruel'in
ağzının içindeki, yirm ibeş m eskûn k rallıktan m üteşekkil dünya,
çöller ve geniş bir deniz hariç); b u groteskte Lukian'ı aşan da bir
tekR abelais'dir, zira Rönesans boyutu vardır onda. Kuşkucu bir
tah ripkarlık la gerileyen bir to p lu m d a, sadece dalgacılık eden
L ukian, ü to p ik alaycılığın b ü y ü k lü ğ ü n d e n y o k su n d u ; ancak
kuşkuculuğu, O n u n tam da, m ucize ilim lerinden doğan te k u n ­
sur olan kayıtsızlığa adanm asını getiriyordu. İronide sıklıkla ol­
duğu gibi, masal uydurm aya d ö n ü k alayın, artık onu taklit et­
meye ve tırm andırm aya kadar varm ası da eksik kalm adan. Luki­
an, seçilm iş, neredeyse ütopik b ir fantezicilik geliştirm işti N a­
mevcut üzerine, gayet kolay, gayet kaygısız, sanki o saadet ada­
sının bir sakiniyınişçesine. Haris giriş bölü m ü n d e söylediği gibi,
b ü y ü k yalancıları izlem ek istiyordur, başka O dysseus'u, o n u n
yanında şairleri, filozofları, tarih yazıcılarını ve özellikle efsane
coğrafyasını. Bilhassa, “T hu le'n in ötesindeki m ucizeler”iU2 24
kitaptan aşağı olm ayan b ir hacim de işlem iş olan A ntonios Di­
ogenes tarzı masal gevezeliğini alaya alır. Bu k itaplardaki olaylar
hakkında şöyle d e r Lukian: "Bunlara yalancılık atfetm iyorum ;
b e n i şaşırtan, keşfedilm ekten korkm am alarıdır. Yazarların ve ya­
lancıların d ünyasına katılm ayı istediğim e ve vakalardan haber
verem eyeceğim e (önem li hiçbir şeyle karşılaşm adığım a) göre,
yegâne hakikati, yani yalanlar anlatacağım ı baştan söylüyorum .

141 18. yüzyılda, “yalancı baron" Münchhausen'e atfedilerek kaleme alınan, ka­
dim Yahudi sözlü anlatı geleneğinin palavra veya abartılı hikâyeleri.
142 Thule: ‘En' kuzeyde olduğuna inanılan, Atlantis benzeri efsane yer.
527
Ne görüp ne işitmiş olduğum şeylerle başlıyorum ve dahası, hiç
olm am ış ve hiç olam ayacak şeyleri yazıyorum .” Böylece Lukian,
kendi fantezi ü lk elerin in m ü m k ü n lü ğ ü n e bizzat gülerek, elli
b aşka yalancıyla beraber H erkül’ü n sütu n ların ın üzerinden yel­
ken açar. Bilinen dünya geride kalır (zaman zam an aydan, yani
gökyüzüne asılı bir yersel aynadan yansım asını b ir kenara bıra­
kırsak). Bilinmeyen dünyada ise, Tantalus’un arzuladığı ve Ze-
u s’un m ahrum bıraktığı her şey vardır. Lukian, anavatanı olan
Suriye’den m otifler kullanm ıştır; daha sonra Binbir Gece Masal-
ları’nda ve Denizci Sinbad’ın hikâyelerinde tekrar bulacağım ız
m otiflerdir bunlar. Rok adlı bir çeşit kuş vardır, L ukian’ın gem i­
sini yutan dev bir balık v ard ır - ve daha bir yığın dehşet parıltı­
sı. Bunun yanında, ancak Ortaçağ seyahat efsanelerinde ve keşif
resim le rin d e te k ra r b elirecek o lan alk o lizm m o tifleri, “V in-
land”143 m otifleri buluruz. Zira seyyah, H erkül’ü n sütunlarının
ötesindeki adada, H erkül’e ve D iyonizos’a ait dev ayak izleri b u ­
lur. Bu ikincisinin izlerini takip ederek şarap akan b ir nehre ula­
şır, sarhoşluk veren balıkların yüzdüğü neh rin kıyısında, kısm en
üzüm kütüklerine d ö n üştü rü lm ü ş ve iki kat sarhoş eden kadın­
lar vardır. Ö te yandan Lukian ay sakinlerine içecek olarak, im a­
linden 1 700 yıl önce, sıvı hava sunar. Bu esnada, -saçm alık yine
de haklı çıksın d iy e -, devasa örüm cekler ayla sabah yıldızı ara­
sındaki uzama, üzerin d e y ü rü n eb ilir b ir ağ örüyorlardır. Ama
b ü tü n bunlardan daha acayibi şudur: yalan gemisi, A tlantik’te,
“okyanusun sınırının nerede olduğunu ve karşı kıyıda hangi in ­
san ların o tu rd u ğ u n u ö ğ ren m ek ü z e re ” yol alm aktadır. Sene-
ca’nın, b ir zam an gelip okyanusun kem erinin kopacağını söyle­
diği m eşhur kehanetinden çok daha belirgindir bu. Ne var ki ya­
lan ve hayalciliği alaya alan b ir m etindedir, okyanusun karşı kı­
yısına dair bu ' kehanet. Elbette ki, sahici anlatıcı bir mucize şeh­
re vardığında, onu yine bir dolu sihirle tadı kaçm ış bir yer ola­
rak tasvir eder ve m ucize ü lk e an cak bir im k â n sız lık olarak
m ev c u ttu r artık. Bu b ak ım d an L u k ian ’ın tarzı, aslında, yalan
söyleyen şairlere hatta M ü nchhausen’lerin ütopyacılığına karşı
iyi, zira eğlenceli bir pan zeh ir sunar. M am âfih, M ü nchhausen

143 Viking Ülkesi.


528
gibi birisinin, avcı m übalağasının gözüne vurm ak uğ runa, bilve­
sile ütopyacılığa da m eyletm esi ile; b ir ütopyacınm , saadet dolu
adasını daha canlı renklere boyam ak için seyahat m ucizelerini
de işe koşm ası arasında h ep bir fark vardır. İkisin in am açları
esastan farklıdır, tıpkı M ü n chhausen’in p alavraları ile Thom as
M ore'un m u tlu lu k m asallarının yöntem sel olarak farklı olduğu
gibi. En soyut ütopyacının bile aklında im kânsız bir şey değil,
tersine b ir dolu m ü m k ü n lü k ler vardır; hakiki hikâyeleri ne den­
li vahim olsa ve açığa düşerse düşsün. Şarap akan b ir n ehir yok­
tur; lâkin herkes için bolluk, yine y o k tu r am a neşeli yalandan
derhal en neşeli göreve sevk eder insanı.

G ö n ü llü -m iza h î a rzu im geleri

N ihayetinde, ö nden koşan düşler vardır, Yeni'ye inanan am a yine


de gülen. G önüllü olarak yaparlar b u n u , dışardan gelen bir alay­
cılığa ihtiyaçları yoktur, zaten doğuştan m izahidirler. H alihazır
olan, onların içinde hayrete düşürücü bir şekilde kayıverdiği için
böyledir bu, dört bir yandaki Gelecek’le ve hakikiliğine inanılm a-
yanlarla beraber. Böylesi b ir oyun için bilhassa eğlencelisi, birbi­
rinin yerini alan canlılar yaratılması izleğidir. D octeur L em e adlı
korku rom anında, M aurice Renard, bıçak yardım ıyla beyinleri
birbiriyle değiştirerek b u n u yapıyordu. Bir hekim k o yun beyinle­
rini aslan kafalarına, m aym un beyinlerini insan kafalarına yerleş­
tiriyordu - ve tersine. Böylece türleri değiştirip karıştırıyor, bu
arada kendi yeğeni de, beynini kafasına yerleştirdiği b ir boğanın
içinde tepinip duruyordu. B undan çok önce cani hekim intihar
etmiş ve intiharından evvel beynini b ü yük öğretm eninin kafası­
nın içine dikm işti, böylece şim di o n u n bedeni ve m evkii içinde
yaşıyordu. C errahlara özgü b ir arzu n u n alaya alınm asıysa bu;
Villiers de l’Ile Adam’ın b ir çeşit denizkızlı panayır çadırı m âhi­
yetindeki Edison-rom anı I'.Eve fu tu re’d a144 elektrik-erotik bir su ­
rette gerçekten h ay at b u la n b ir arzu d u r. B urada b ir k ad ın ın ,
Amerikalı m ucize-adam E dison'un ta kendisi tarafından yaratıl­
ması (yen id en y aratılm ası) anlatılır. M ucit, Lord Ewald için,

144 Geleceğin H a ^ s ı .
onun pek güzel sevgilisi Alicia'nın enfes b ir taklidini yaratır; ü s­
telik tekniğin yardımıyla d ah a yüksek b ir d işi varlığın ru h u ilâve
edildiğinden daha bile güzel olm uştur. Saf metal, parfüm lenm iş
et, m ikrofonun, fonograflann, elektrik akım ının yeni bilmeceleri
(rE ve fu tu re 1886’da yayım lanm ıştı), birleşip "otom atik-elektro-
insan”ı teşkil ederler. Rokoko’n u n otom at sanatçılannın, Spallan-
zani’nin H offm ann’ın H ikâ yelen 'n d e başlattığı şey, burada kemale
erm iştir bir bakım a; çü n k ü yeni O lym pia artık b ir bez bebek de­
ğil, fiilen tdeal Kadın’dır. Edison’a rağm en, b u çizgi m odern de­
ğildir elbette, planın kendisi, yani virgo optim e perfectau s ise hat­
ta antiktir. Pygm alion M itosunda büyüsel b ir çerçevede d ü şünül­
m üştür; Afrodit de, hiçbir organik kam burla m alûl olm ayan ' hey­
keli canlandırarak, heykeltıraşa bağışlayıcı davranm ıştır. Devam ­
la, yine kom iğe dalarsak: Romalı tahsillilerin eğlencelerinin b u ­
güne kalmış b ir fragm anında, M. Terentius Varros’u n K u rta n lm ış
Prom etheus’u n d a , T itan k u rtu ld u k ta n sonra b ir in sa n fabrikası
açar ve zengin Altın Ayakkabı da buradan kendisine “sütten ve
M ilet arılannın üzerinde toplanacağı türden, en ince balm um un­
d a n ” bir kız ısmarlar. Nükte, Edison-rom anındakiyle aynıdır, he­
def d e yine Homunculus'tur,146 b u sefer sentetik b ir b ak ire olarak
yetiştiriliyordur. E lek trik -ü to p ik m izah alanında, d ahası para­
doks alanında yeni b ir yol tu tan ise, Z am an M akinesi ile H.G.
W ells olm uştur. Bu m akine, an latım ı b ak ım ın d an d a , W ells'in
sonra yazdığı lim onata kıvam ındaki liberal devlet m asallanndan
çok daha başanlıdır. Zam an m akinesi ne sağa ne sola götürür, sa­
dece, artık sanal olm ayan uzam eksenini teşkil eden zam an hattı
üzerinde ileri geri gidip gelir. Mucit, laboratuarda b u işitilmemiş
taşıta biniverir ve m anivelayı geleceğe çevirir. Gece olur, gelen
günün gecesidir bu, sonra gelen gün döner, bir saat içinde gele­
cek haftaya erişilir, b u n u gelecek kış ve yaz izler, m akinenin d e­
vir sayısı arttıkça sadece beyazla yeşilin refleksi olarak görünü-
y o rd u r artık bunlar. O n yıllar, yüzyıllar katedilir süratle. Nihayet
sürücü m otoru, odasının uzam sal k o n u m u n u n 802, 701 senesin­
de olacağı coğrafyada d u rd u ru r. O rada, tam am en zararsız, ço­

145 En mükemmel Virgo - Virgo: mitolojide adalet ve bereket Tannçalanm sim­


geleyen bir yıldız.
146 Minyatür insan.
530
cukluk aşam asında kalakalmış insanlara rastlar, şarkı söylüyor,
dans ediyor, çiçek topluyorlardır. Ama yeraltında, çok daha yük­
sek bir zekaya sahip, yapışkan-siyah yaratıklar olan M orlaklarw
m eskûndur. Bunlar o zam anların proleterleridir, çiçek insanları
ise aylaklıktan eblehleşmiş zenginlerdir ve şim di Morlaklar tara­
fından canlı et stoku gibi, büyükbaş sürü sü olarak tutulm akta­
dırlar. Zam an seyyahı birtakım tehlikeler atlattıktan sonra 802,
701 senesin d en b u g ü n k ü ark ad aşların ın yanına döner, elinde
şim dinin dünyasında görülm eyen b ir çiçek vardır. Zam anın öteki
istikam etine, geçm işe d o ğ ru da b ir denem e yaptıktan sonra, m a­
k in en in s ım n ı açığa vuracağına söz verir. Ne v ar ki Wells bizi,
o n u n bu geziden geri dönem ediğine tem in eder; ya buz çağında
yerleşmiş, ya geçmişin daha derinliklerine uzanıp bir Ichthyosa-
urus’a yem olm uştur. Bu ilginç şakaya dair, b u kadarı yeter. Po­
püler zam an kavram ıyla ustaca oynanıyordur buradaki mizahta.
Popüler darkafalı k üçük burjuva kavramıyla ise pek o k a d ar u s­
taca oynanm ıyordur; zira, “in san değişmediğine göre”, binyıllar
sonra da hâlâ sınıflar olacaktır bu kavrayışa göre. H er ne kadar
artık mideye indirilebilir hale gelseler de aylaklar üstte; her ne
kadar baki kalan yegâne zekâya, -k a n a l yaratıklarının zekâsına-,
sahip olsalar da, işçiler altta. Aldous H uxley’in, ironik Shakespe­
are başlığı Cesur Yeni D ünya ile W ells’i aşarak çizdiği nihâi ve
topyekûn Morlak resmi, iyice gerici b ir sonuca varır. Gelecek sa­
dece refleks insanlarıyla m eskftndur; temiz, duygusuz, h er türlü
hassasiyetten uzaktırlar, iki refleks grubuna bölünm üşlerdir: ro­
botlar ve önderler. Bireylik ilga edilmiştir, toplum bir trafo olarak
işliyordur; ve H uxley'in belli ki aralarında fark görm ediği bir ko­
m üniste veya faşiste ait olarak sun d u ğ u budalaca arzu imgesi,
deyim yerindeyse ciyak ciyak kom iktir. Tekelci kapitalizm ile
üretim araçlarının toplum sallaştırılm asını bile birbirinden ayıra-
maması, insanı gülm ekten kırılacak hale koyar. Liberal burjuva­
zi, ütopik m izaha olan yeteneğini böylesine yitirm iştir; dehşet ve
aptallıkla biter o n u n oyunu: Bireysel ajitatör H uxley’in gösterdiği
gibi, artık yalnızca um udu öldürm eye ve anti-ütopyaya ehildir.
B unun yerine G eleceğin Havvası’nd a, bilhassa Z a m a n M a kin e­

147 Yeni Çağ'ın başlangıç döneminde Dalmaçya'da yaşayan barbar bir Slav halkı.
531
si’nde -tek n ik ten öteye geçmediği m ü d d etçe- ve buna yakın mi­
zahî anlatılarda kalaydı ya. Sosyalizmde, geleceğe dair, sahici gö-
nüllü-m izahî arzu imgelerine geniş yer vardır; hatta sosyalizmde
bunlar köpüklenen projelere dair kendilerine m ahsus bir neşeli ya­
zı tü rü n ü oluşturabileceklerdir. Hele bir defa k ü çü k bir altın ça­
ğın başlangıcı uç versin, nice arzu imgesi abartılabilir olacak ama
asla karikatürize edilebilir olmayacaktır.

32
H A P P Y - E N D , 148 H İ L E S İ
A Ç I Ğ A Ç I K M I Ş AMA Y İ N E DE S A V U N U L A N

Cancan dansı yapmak istiyorum,


Pompadour149 gibi küstah.
Çünkü biz Paris bitkileri
Sadece l'amour [aşk] düşünürüz, 1'amour
- Offenbach, Pariser Leben 150

Kalfanın da bir şeker fıçısına yaslanıp tatlı düşlere daldı­


ğı saatler olur. O zaman da, gençliğinden beri bu izbeye
zincirlenmiş oluşu, tıpkı bir köpeğin kulübesine bağlan­
dığı gibi, yirmibeş okkalık bir ağırlık gibi çöker yüreği­
ne. Dünya yaşamına dair bildikleriniz birkaç kifayetsiz
fersude kitaptakinden ibaretse, güneşin batışını sadece
bodrum penceresinden, akşam kızıllığını sırf müşterile­
rin anlattıklarından biliyorsanız; o zaman öyle bir boş­
luk kalır ki insanın içinde... güneyin tüm yağ stoklan,
kuzeyin tüm ringa fıçıları doldura^az, Hindistan'ın tüm
Hint cevizi çiçekleri baharatlandıramaz o boşluğu.
- Nestroy, Einen will er sich machen151

148 Mutlu son.


149 15. Louis'nin cazibeli metresi.
’ 150 Paris Yaşamı.
151 Bir hoşluk yapmak ister kendine
532
Gayet iyi bilirsiniz, insanlar aldatılm ak ister. Sadece, aptallar ço­
ğunlukta olduğundan değil. İnsan lar sevinç için d o ğup sevinç
bulam adıklarından, bağıra çağıra sevinci aradıklarından. Budur,
daha akıllı olanları bile zam an zam an bönleştiren, bakışlarını
daraltan; b ir parıltıya kapılıverirler ve o p arıltının altın vaad et­
m esi bile gerekmez, parıldıyor olm ası yetebilir. Bir m usibet öğ­
retir; fakat çok geçm eden iptila galebe çalar ve bu defa aldanm a­
yacağını um ar insan. Ciddi bir d u ru m u n ortaya çıkm ası halinde
hazır bulunm ak, o fırsatı kaçırm ak istem iyordur. Oysa bu esna­
da sürekli yeni ve ham çocuklar yetişm ekte, hep yeni dolandırı­
cılar, aslında kuvvete de dönüşebilecek olan b ir zaafa kanca at­
m aktadırlar. Zira m utluluğa bir zaafı vardır insanın, gülm eye bir
zaafı vardır ve b u n d an sonra daha iyi b ir şeyin p ek olamayacağı­
na, o. ağzı b u m u kırılm ış kanaate m eyletmez. Zaafın istism arı­
nın, k ü çü k veya büyük sahtekarlarca gerçekleştirilm esi gerek­
mez. Güzel gösterm ecilik h er yerde aranır, kötü kitaplar b u n u n ­
la doludur. Ama sonlara doğru gayet m anidar biçim de şekerin
dozu artar, k a b a m veya pot yapar. Yaşam çetindir, lâkin per sal-
do152 kârlı çıkılmalıdır. Başka zam an açıkgöz o lan da, ‘son iyi ge­
lirse, boşver’ d u ygusunun tesiri altında kalır.
Son’daki görünüşü m ahkûm etm ek için çok veri var. Son’un
yol açtığı felâkete, b ugün giderek büyüyen felâkete baktığım ız­
da... Çalışma hiç sevinç verm eyince, sanatın kendini eğlence su ­
retinde, neşe dolu aldatm aca, b ir happy-end yaması olarak ortaya
atm ası gerekiyor. Dinleyicileri tavında tu tu y o r bu; faşist m illet
cem aatinin veya A m erican w ay o f lı/e’ın so nucunda herkese bir
şey düşecektir, üstelik halihazır gerçeklikte en ufak bir şeyi de­
ğiştirm ek gerekmeden. Sinema seyircileri ve magazin hikâyeleri­
nin okurları, pespem be yükselen hayatlar görürler, sanki haliha­
zır toplum da kural olan buym uş da, tesadüfler, tesadüfen bizim
o izleyiciyi b u n d an alıkoym uş gibi. Evet, b u günkü m evcut top­
lum da yükselm e fırsatları azaldıkça, toplum ne denli az yüksel­
me u m u d u su ndukça, happy-end kapitalizm açısından o denli
vazgeçilmez hale gelir. İyi son u n “ah lâk ı” dozajını da ekleyelim;
zira herkes zengin ve m utlu olamaz, o kadar çok şeker magazin

152 Muhasebe dengesinde.


533
dünyasında bile bulunm az. Sadece erdem li olana düşer bir ban­
ka hesabı, sefalet de sadece Kötü’ye tahsislidir; gerçek d u rum un
tersine çevrilm esinin en k ü stah biçim lerinden b irid ir bu. Zengin
Adam otelinde hep iyiler oturur; açlık, teneke mahalleler, hapis­
haneler gibi, egemen toplum un ortadan kaldıram adığı ve inkâr
da edem ediği onca kötülük, m aksada uygun olarak, ahlaken kö­
tü olanlara pay edilir. Yüksek duygulara h ita p eden eski d o k u ­
naklı Pazar v aazlan d ır bunlar, şim di tü m ü y le sahtekârlığa dö­
nüşm üşlerdir, ilâveten süslem e sanayine. “Para,” d er Marx, “k a ­
ba etin d e doğal kan lekeleriyle dünyaya geliyorsa, serm ayenin
tepeden tırnağa kadar her yerinden, tüm m esanelerinden kan ve
pislik dam lar”; o halde, son ne kadar uzaktaysa, o kadar fazla
maskeye ve u slu d u ra n ın m utlu olacağı b ir Son'a ihtiyaç duyar.
H appy-end yalnızca aldatmaca olm akla kalmaz, hiçbir zam an ol­
madığı kadar yavanlaşmış, otom obil veya parfüm reklam ındaki
tebessüm e indirgenm iştir. Bakımlı beyler ve hanım lar, çökm ekte
olan bir to p lu m u n H igh-Life'ını153 sergilerler; b u Son’da, yaşamın
tatlılığı rokoko'daki gibi tıklım tıkış da değildir. Burjuva serveti­
nin m utluluğu koflaşmış ve boşalm ıştır, ondaki happiness [m ut­
luluk] hakikatte ölülerden bile d a h a yakındır hiçliğe. B una rağ­
men, bu tam im edilmiş yalancı happy-end, kilisenin öte dünyaya
dair sağladığı teselliyi ikame ederek m ilyonları aldatır ve sadece
bu aldatm aca için tam im edilmiştir. Altın d üşlerde kendi yükse­
lişini gören zavallı gariban, hep yeniden ısıtılan bu yanılsamayla,
bu düşlerin kapitalizm içinde, en azından kapitalizm artı sabırla
ve biraz süre beklem esi halinde yerine gelebileceğine olan inan­
cını korum alıdır. Ne var ki k üçük adam a yaşam b ir borsa vurgu­
nu sağlamaz, h er pespem benin sonu onun için Kara C um a'dır.154
Kapitalist itfaiyecilik çok ustadır, -sadece optik yönden değil-,
sosyalist dünya baş edem ez onunla. Parıldayan yılanı ve yıldız
ku tu su n u , Venedik usû lü havâi fişekleri ve gecelerin kraliçesi­
ni, 155 m üthiş bir top atışı takip eder; b u da işin p ü f noktası, m e­
selenin kapanm ası gibidir. K apitalizm in happy-end'le büyüttüğü

153 Yüksek yaşam.


154 13 Mayıs 1927: Amerika borsasında, dünya çapındaki büyük iktisadı bunalı­
mın başlangıcı olan çöküntünün başladığı gün. '
155 Mozart'ın Sihirli Flüt operasındaki cazibeli kadın figür.
534
h er şey, görülm edik alış-veriş, Büyük Almanya, A m erica first,'56
hatta keep sm ilin g '57 bile, ölüm e götürür. Ü zeri yaldızlanm ış me­
zarların dünyasında Güzel olan, en yavan biçim de, Fecaatin baş­
langıcına dönüşür.
Buna rağm en, g ö rü n ü şü n sadece b ir cephesidir b u ve bizzat
yanlış bir cephesidir. D uymazdan gelinemeyecek b ir güdü, İyi Son
istikametinde çalışır, sadece safdillikle kısıtlı bir g ü d ü değildir bu.
A ldatıcının b u g ü d ü y ü istism ar ediyor olm ası, au fo n d [esasta]
onun bu niteliğini ancak “sosyalist” Hitler’in sosyalizmi çürüttüğü
kadar çürütür. H appy-end güdüsünün aldatılabilirliği, sadece onun
aklî durum unun aleyhine b ir şey söyler: b u da öğretilebilir ve iyi­
leştirilebilir bir özürdür. Aldatma, İyi Son'u, sanki toplum un hiç
değişmeyen bugününde erişilebilir gibi, hatta Bugün’ü n ta kendisi
gibi gösterir. Lakin idrakin çürük iyimserliği yerle bir etmesi, İyi
Son'a dönük âcilci u m u d u da yerle bir etm iş olmaz. Ç ünkü bu
um ut, insanî m utluluk güdüsünde yerleşiktir, tahribi son derece
zordur ve tarihin m otoru olduğunu yeterince açık biçimde göster­
miştir. Olum lu biçim de görülebilir olan, u ğruna mücadele etm e­
nin önem li olduğu ve çorak b ir biçim de süregitm ekte olan zam a­
na Heri'yi gösteren b ir hedefin beklentisi ve tah rik i olarak, gör­
m üştü bu işlevi. Bir happy-end hayali, iradeyi ele geçirdiğinde, ira­
de gerek musibetlerle gerekse um utla akıllandığında ve gerçeklik
de karşısına fazla sert b ir çelişkiyle dikilmediğinde, birden fazla
defa, dünyayı bir parça değiştirmeyi başarmıştır; kısacası, başlan­
gıçtaki hayal gerçek olm uştur. H atta kim i zam an, kuvvetli bir
imanla, b ir paradoks gerçekleşmiş, azim kar o lan çok kudretli düş­
mana, şen olan kuvvetle m uhtem el fenalığa galip gelmiştir. Hede­
fin iradî içeriği eksik kalırsa, m uhtem el iyilik bile vuku bulmaz;
am a hedef baki kalırsa, en gaynm uhtem el olan bile gerçekleştirile­
bilir veya sonrası için daha yüksek bir ihtimale dönüştürülebilir.
Zincirin en zayıf halkasından koparılm ası bile başanlam am ıştır ve
başarılamaz, şayet kopartm ak için asılanlann gönüllerine anti-zin-
cirlik olum lu b ir değer olarak tüm üyle yerleşmemişse. Amaçlan
küçülürse insanlar da küçülürler; oysa büyük ve şen olduğunda,

156 Önce Amerika.


157 Tebessümünüz kaybolmasın.
535
insan, artık önünde bataklık veya enerjik bir yeniden inşadan baş­
ka seçenek kalm ayan bir dünyada vazgeçilmez kılar kendini.
K ırm ızı renk, h içb ir zam an g ö n ü llü sakıngan olam az. H er
engel, eng el olarak h issedildiğinde, aşılm ış dem ektir. Ç ü n k ü
engele yüklenm ek bile o n u n üzerin d en aşacak b ir h areketi var­
sayar, o hareketin to h u m u n u taşır içinde. N esnel etkendeki en
basit diyalektik eşzam anlılıktır bu; baştan, engele dair bilinci
olgunlaştırır 'le etk in kılarsa. O zam an bilinç dolayım lanm ış
olarak öteki tarafa, happy-end u ğ ru n a m ücadeleye geçer; h ali­
hazır olanın yetm ezliğinde hissedildiği, neredeyse ilan o lu n d u ­
ğu üzere. G ayrım em nun olan o zam an aynı anda k a p ita list iliş­
kilerin ne k ad ar k ö tü o ld u ğ u n u ve sosyalist başlangıçlara ne
kadar m uhtaç o lu n d u ğ u n u , b u başlangıcın so n u c u n u n ne k a­
d a r iyi olabileceğini ve olacağım görür. Böyle olunca, engeller
bayrak yarışındaki m anialara d ö n ü şü r; yeter ki, öteki taraf, he­
d efteki m u tlu lu k daim a yolun ü zerinde b u lu n su n . Ve vazgeçil­
m ez bir k o şu l olarak ekonom ik yasallıkların idraki de tasdik
eder ki: bu yasalar, idrak edilip k u llanıldıklarında, b ir İyi Son'a
götürecek cevhere sahiptirler. D em ek sosyalizm in, k e n d i rengi
yetm iyorm uşçasına, başka ren k lerd en , âdetlerd en , k u v v etler­
d en borç istem esi gerekm ez. H ele b u ren k ler veya çerçeveler
aşılm ış eşiğin iyicene b u -ark ad a, b ıra k ılm ış- tarafında kalıyor­
larsa ve yanlış anlam aya da m ahal verm eden kolayca bir işlev­
sel değişim e uğratılam ayacak biçim de konum landırılm ışlarsa,
özellikle istem ez bunu. H appy-end'e uzanan k en d in e özgü bir
yolu olan ve bu yolu tu tan sosyalizm , b ir k ü ltü r m irası olarak
da kendi yaratıcı gücüne sahiptir, k en d in e b o llu k hedefi k e n d i­
ne m ahsustur, peluşlara b ürünm ez, tinsel ü rk ek lik ten uzaktır.
Ö nceki [ 19.] yüzyılın ikinci y an sın ın yeni zengin burjuvazisi,
k e n d in e ait şeylerle idare edem iyordu; böylece b ü zg ü lü süs-
çüklerle, kapakçıklarla, m askeli evler ve im gelerle, anlaşılm a­
m ış tezyinatla, saltanatlı ön cephe süslem eleriyle, tarihsicilik-
lerle parlatm aya ve ikam e etm eye çalışm ıştır - ikam e edilm eye
çalışılan da, bunlardı. B ütün bunlar, asla başkasının h ü n er ve
m arifetiyle övünm eyen, gerek bu m askeli baloyu gerek b ö b ü r­
lenip şişinm eyi to plum sal eleştirisiyle te şh ir edip estetik y ö n ­
d en de lanetleyen sosyalizm e kilom etrelerce uzaktır. inşa Yılla­

536
n , ’58 sosyalizm için özellikle fark edilir biçim de yabancı m ad­
dedir; k ü ltü r m irası b akım ından da yolu h içbir zam an m isafir
o d alarına çıkm az. D evrim ci p roletarya p o litik yönden hiçbir
zam an k ü ç ü k burjuvaziye k o m şu değildir ki, kültürel yönden
n asıl olsun? Fiiliyatta da böyle b ir şeyin herh an g i b ir pratiği
söz ko n u su değildir; çü n k ü ark asın d a ve k e n d in d e b ir gerçekçi
teori bulunm ayan b ir Praxis, b ir P raxis değildir ve sosyalizm de
im kânsızdır. Sosyalizm, sahici k ü ltü r m irasın ı da olduğu gibi
kabul etm ez; sanki hazır birinci katın üzerine yeni k at çıkıyor-
m uşçasına inşaatı sü rd ü rm ez. Bu in şaat, k ü ltü r ta rih in d e ilk
defa, ahlâkî b ir nitelik taşır; sö m ü rü n ü n ve onun ideolojisinin
olm adığı b ir d ü n y an ın inşasıdır. Ne çoraklık ne de taklitçilik
tanım lar b u işi; kızıl ile altın ın h akim âne-cesur renk uyum u ta­
nım lar. Kızılın içinde de vardır altın, onu geleneğin en iyi yan­
larıyla akraba kılar ve klasik cephesini o lu ştu ru r - geçm iş yerel
biçimiyle değil de, büyüyen içeriğiyle. B unun içindir ki; içinde
peluşlara b ü rü n m ü ş b ir happy-end ve tarihsiciliğin defne dallı
çerçevesi de b u lu nm ayan bu çıkış yolunda, tem iz hava ve bü­
yük uzaklıklar da vardır. H akiki happy-end'e doğru akışta yete­
rince neşeli nakil istasy o n ları da v ardır, zira tek yolu sosya­
lizm dir bu akın tın ın . Belirttiğim iz gibi, h er engel, engel olarak
hissedildiğinde, aşılm ış demektir. Ama aynı şekilde, kastedilen
hedef sahici im ge ve kavram larıyla ön alm az ve b u n a uyg u n
koşulları oluşturm azsa, h içbir engel fiilen aşılam az.
Dem ek, olayların seyrine hayırhâh bakm ak, her zam an hafif­
m eşrep ve aptalca değildir. İyi Son'a d ö n ü k aptal güdü akıllı bir
g ü d ü olabilir, pasif inanç haberli ve çağırıcı olabilir. O halde, o
eski neşeli son dansı savunm ak için bir adım atabiliriz; çünkü,
öteden beriden, yemeğe çağırıyordur, seyretm eye değil. Ve ye­
m ek istem ek de b u arada, tasav v u r ile o rta k eğlence arasına
-b u g ü n k ü to p lu m u n s u re tin d e - d ik ilen engele k arşı duyarlılı­
ğım ızı sağlayan şey olm uştur. Buna m ukabil hiçbir happy-end'e
inanm ayan insanlar, tıpkı tatlı dolandırıcılar, evlenm e vaadiyle
kandıranlar, in san ü stü lü k taslayan şarlatanlar gibi k et vururlar
dü n y an ın değişm esine. K oşulsuz karam sarlık, gericiliğin işini

158 19. yüzyıl sonlarında Almanya'da yaşanan büyük sınat ve mimari canlanma.
537
yapay olarak koşullanm ış iyim serlikten daha az kolaylaştırm az.
En azından b u İkincisi, h içb ir şeye inanm ayacak kadar aptal
değildir. O rad an oraya sü rü k le n e n k ü çü k yaşam ları ebedileştir­
mez, insanlığın çehresine kloroform lanm ış b ir m ezar taşı o tu rt­
maz. D ünyanın arka planını, hiçbir şey yapm aya değm eyecek,
ö lü m c ü l h a z in lik te b ir yere çevirm ez. Bizzat çü rü m en in bir
parçası olan ve ona hizm et eden b ir karam sarlıktan farklı ola­
rak, sınan m ış b ir iyim serlik, g ö zü n d ek i ça p a k la n sildiğinde,
hedefe olan inancı h e p te n reddetm ez; tersine, şim di doğrusunu
bulm ayı, teyid etm eyi ister. Bu nedenle, dön m ü ş bir Nazi bile,
tüm sinikler ve n ih ilistlerinkinden daha fazla sevinci m üm kün
kılabilir. Bu nedenle, sosyalizm in en katı düşm an ı sadece, - k o ­
layca anlaşılabileceği gibi-, b ü y ü k serm aye değil, aynı zam anda
o büy ü k kayıtsızlık ve u m u tsu z lu k yığınıdır; zaten yoksa b ü ­
y ü k serm aye yalnız kalırdı. Yoksa, propagandadaki tüm hatala­
ra rağm en sosyalizm in, kendileri bilmese de çıkarları onda olan
m uazzam ço ğ u n lu ğ u h arek ete g eçirm esin d ek i ak sam alar ol­
m azdı. Yani k a ra m sa rlık fe lc in ta k en d isid ir, oysa en k ö h n e
iyim serlik bile an c a k baygınlık olabilir ve baygınlığın bir uyanı­
şı vardır. Asgari geçime -şa y e t v a rs a - razı oluş, g ü n lük ekm ek
kavgasının verdiği m iyopluk ve b u kavgadaki sefilâne zaferlerin
kaynağı neticede hep hedefe inançsızlıktır; b u n u n için, evvelâ
onu yıkm ak gerekir. Serm ayenin, yanlış happy-end’in yanı sıra
kendi sahici nihilizm ini yaygınlaştırm aya çabalam ası sebepsiz
değildir. Ç ünkü asıl b ü y ü k tehlike o d u r ve happy-end'den farklı
olarak hiçbir şekilde düzeltilem ez - ç ö k ü p gitm esi dışında. H a­
k ik attir o nu çökertecek olan, h em m ü lk sü zleştirerek hem de
nihayet toplum sal bir im k ân haline gelen insanlık içinde k u rtu ­
lu şu n u sağlayarak. Z em ini düzleyen, inşaya sevk eden H akikat,
ne kasvettir ne d o n u k lu k . Tersine, H akikat'in tu tu m u eleştirel-
m ilitan iyim serliktir, öyle kalır ve O lm uş O lanın içindeki He-
nüz-O lm am ış-O lana, ışığın im kânlarına yönelir. H enüz Başarıl­
m am ış O lana girişm e cesaretini, gelişen eğilimlere vakıf olarak
ve m ütem adiyen am âde tutar. M utlak Nafile (k ö tü n ü n zaferi)
z u h u r etm ediği sürece, doğru anlam da ve yoldaki happy-end sa­
dece sevincim iz değil, ödevim izdir de. Ö lülerin ölülerini göm ­
düğü yerde, kasvetin h a k k ı v a rd ır ve başarısızlık varoluşsal du-

538
rum olabilir. H ıy an et için d ek i sn o b la n n başlad ığ ı âna kadar
devrim e katıldıkları yerde, daha fazla dua etm ek gerekir: Bize
g ü n lü k illüzyonum uzu b u g ü n ver. K apitalist hesap artık hiçbir
yerinden tutm uyorsa, m üflis gerçekten tü m varo lu şu n defter-i
kebirinin üzerine b ir m ürekkep şişesini boca edip lekeyi yay­
maya m ecbur olabilir; k i böylece dünya topyekün k ö m ü r karası
gö rü n sü n ve hiçbir m üfettiş geceyi yapandan hesap sorm asın.
Bu, artık ayakta tutulam ayan parıltılı ön cephelerden daha feci
bir yanılsamadır. Tarihin ileri gitm esini sağlayan, h atta çoktan
sağlam ış olan em ek ise, iyi olabilecek b ir şey olarak, u çurum
değil dağ su retin d ek i geleceğe yöneltir. İn sa n la r da d ü n y a da
yeterince iyi gelecek taşırlar; b u tem el in a n ç o lm ad an , hiçbir
plan kendi başına iyi olamaz.

539
D Ö R D Ü N C Ü B Ö LÜ M

(inşa)

D A H A İYİ B İR D Ü N Y A N I N T E M E L L E R İ

(ŞİFA SANATI, T OP LU M SA L SİSTEMLER,


TEKNİK, MİMARİ, COĞRAFYA,
S A N A T VE B İ L G E L İ K P E R S P E K T İ F İ )
Umudun eylemsel içeriği bilinçli olarak aydınlanmış,
bilerek açıklanmış olumlu ütopik işlevdir. Umudun ön­
ce tasa^^rlarda temsil edilen, reel yargıları ansiklope­
dik olarak incelenen tarihsel içeriği, insani kültürün so-
mut-ütopik ufku demektir.
- Umut ilkesi, 15. Bölüm
33
B İR D Ü Ş Ç Ü H E P D A H A F A Z L A S I N I İ S T E R

Ç ok fazla insan, dışan d a sıra bekliyor. H içbir şeyi olm ayan ve


buna rıza gösterenin, sahip oldukları da alınıyor. Ne var ki eksi­
ği çekilene doğru akış asla kesilmiyor. D üşlenenin eksikliği da­
ha az değil, daha çok acıtır. Yokluğa alışm ayı önler bu. Yok ol­
m alıdır, hep acıtan, bastıran ve zayıflatan.
Sadece biraz nefes alm ak, hiçbir zam an fazla, u zun süre yet­
m em işti. Ö ncelikle, kısa ve özel g ü n ü n ötesine uzanan düşler
vardı daim a. K endini efen d in in arzuladığı gibi tem izlem e ve
gösterm enin hazzından başka tü rlü birşeyler vardı orada. Hava­
ya daha büy ü k imge çiziliyordu, arzuyla düşünülm üş. Bundaki
o düşünülm üşte de yine yanılm a oluyordu am a onunla öyle ulu­
orta aldatm ak m ü m k ü n değildi kim seyi. Sonra u cu zuna karnı
doym uyo rd u o n u n , iradesi daha fazlasını hedefliyordu ve bu
‘daha fazlası' da, erişebildiği her şeyden tad alm ası dem ekti. Böy­
lece sadece kendi koşullarının değil, tümüyle halihazır kötü ko­
şulların üzerinde yaşamayı arıyordu. Özlem, korur; onun alda­
tılm ış , boşu boşuna b ir oraya bir buraya savrulm uş kuvvetini.
H ele b ir de yol doğru ve ileri doğru giderse, esirgeyerek.

543
34
BEDENİN İDMANI,
T O U T VA B t E N '

7âze, imanlı, şen, özgür.


- Deyim

Sadece k ü çü k olan, aşağı dogru kayar. Ç ocuğun bildirecek bir


şeyi yoktur, kadın yemek pişirir, bulaşık-çam aşır yıkar. Yoksul
adam yam ulm uştur, günde b ir defa k am ı doyanlarm sayısı fazla
değildir. O rada soru şudur: sağlığımızı nasıl koruruz, nasıl iyi ve
ucuz besleniriz. Yeşil dal nerededir? Başkalarına bakarak görüle­
bilir, üzerinde oturuyorlardır. O ndört gün tatil, fazladır bile ço­
ğuna. Sonra, kim senin istem ediği hayata geri. Daha taze hava,
parıldayabilecek olanlar için.
Bedene su n a r kendini - herkeste vardır beden. Spor hiçbir za­
m an bu k ad ar çok arzulanm am ış, bug ü n olduğu k ad ar planlan­
mamıştır, hiçbir zam an bunca şey um ulm am ıştır ondan. Sağlık­
lılık alametidir, sporcu kalbi biracı kalbinin yerini almıştır. Es­
m erleşm iş b ir deri başlıbaşına parıldatır, güneyi ve dağlan ete
kemiğe b ü rü n d ü rü p karşımıza getirir. S porun kalakalan burjuva
koşulları altında çok zaman aptallaştırdığı, zaten bu nedenle yu­
karılardan teşvik edildiği de sineye çekilir. Rekorları iyileştirm e
m ücadelesi, sadece artık toplum da bir yeri olm ayan serbest re­
kabeti değil, iyileşm eye dönük sahici m ücadeleyi de ikam e eder.
Kuvvetli b ir ihtiyaç kitleleri açık havaya çıkmaya iter, fakat su
yalnızca bedenleri arıtır, temiz hava insanının akşam geri d ö n ­
düğü evi de daha ferah olm uş değildir. Tabii, Mart Arefesinde,2
jim nastik hareketi yükseldiğinde, tutu lm u ş kasların yekinm esi
bir başka yekinm eyle bağlantılı görün ü y o rd u . ‘K urtul paslan­
m aktan, çelik; çık sirke tulum undan; sisin içinde uzanır Doğu;
kahrolsun d o nukluk' diyordu o zam anlar b ir şarkı, askeri tali­
m in yerini jim nastik aldığında. Bedenin Stunn und D rang'ı b u r­
juva gençliğinde öne çıktı, Jim nastik Ü stadı d enen Ja h n 1815’te

1 Her şey iyi.


2 Almanya’da akamete uğrayan 1848 Devrimi öncesi hareketli dönem.
5 4
şöyle yazıyordu: “Jim nastiğin ru h u , millî hayattır, bu da ancak
kam usallıkta, hava ve ışıkta serpilir.” Böylesi tehlikeli güdüle­
m eler dikelm iş b ir om urgadan geliyor veya onu n la irtibatlanı-
yordu ve genç jim nastikçiler özgürlüğü düşünüyorlardı. Ne var
ki bundan böyle bir serbesti, yani dik duruş, kuvvet, düşm anı
önünde eğilmeyip kafa tutm ak, kraliyet tacı karşısında erkeklik
g u ru ru , m edenî cesaret çık m am ıştır b ilin d iğ i gibi. Ö zg ü rlü k
yoksulluğu sürm üştür, özellikle A lm anlar arasında, zira onlarda
efendiler çift kadem eliydi, burjuva ve feodal. Böylece tüccarın
kendisi kah ram an oldu, b u rju v an ın kendisi asker adım larıyla
yürüdü, Jim nastik Üstadı Jahn'a bile atıfta b u lu n an N aziler de
tüm bunları tamamladılar. Kafa idm anı olm adan beden hareket­
leri, vurucu güç olm ak ve arkasından top gülleleriyle avlanm ak
demektir. Politik olm ayan spor yoktur; özgürse soldadır, körleş-
mişse sağa kiralar kendini. Ja h n ’ın arzusu, ancak iki b ü k lü m ol­
m am ış bir halk için, ham arat beden ne istism ar ediliyor ne de
erkek g u ru ru n u n ikamesiyse, anlamlıdır. Yüzücü ancak tüm üyle
verili koşulları da paylaşıyorsa özgürlüğe yüzebilir ve derin su­
ları sever.
Spor id m an ı, arzulayıcı, u mu t edici olm akta berdevam dır.
Hiç yağ b arın d ırm am asın ı ve h er h arek eti h oşlukla, kasılm a­
dan yapm asını sağlayarak bedene h âk im olm ayı istem ekle kal­
maz. O nd an beklenenden fazlasını yapm ak, fazlasını olabilm ek
ister bedeniyle. H akiki spor tav rın d ak i bu özellik, ayna ö n ü n ­
dek i kozm etik tutum dan, geceleyin dişi h atlardan silinen m ak­
yajdan veya kıyafetlerle b eraber ü stten çık arılan başka türden
değişim lerden farklı b ir şeydir. Beden saklanm ıyor, tersine, iş-
bölüm lü, yabancılaştırıcı to p lu m u n yol açtığı kasılm a ve ç ar­
pılm alardan sıyrılıyordun A rzulanan, g erek eskiden sırf şöval­
yelere m ahsus olan gerek yeni to p lu m d a yeni geliştirilen id­
m anlarla bedene “sağlık” kazandırm aktır. H astalığı varsaym a­
yan, sağlığın bizzat fiili, eylemi olan, hasta olm aksızın sağalma
anlam ında b ir sağlık. Bu arada spor, insanı burju v a olağanüstü
hal d u ru m u n d an kurtarm aya, b ü ro em ekçisinin ağırlıkla o tu r­
m aya dayalı yaşam ta rz ın ı d ar ve geniş anlam da dengelem eye
de dö n ü k tü r. O turm aya dayalı yaşam tarzı h er zam an olacaktır
am a o n u n her anlam da tem iz havayı kısıtlayan o lum suz uzan­

545
tıları, degil. Bedenine öyle hakim olm ak ki, atlam a p ark u ru n d a
bile, insan uçark en h er d u ru m a, yeni, abartılı d urum lara bile
hazırlıklı olsu n - sp o rcu a rz u su d u r bu. Tin b edeni inşa etmez
asla, fakat o nu form da tutabilir, ü stelik doğ u ştan gelen ölçü­
n ü n ötesinde.
Cesaretle girişilen iş yarı yarıya başarılm ıştır - tabii söylem e­
si kolay. Yapması da kolaym ış gibi tasvir edilir, san ki bu söz
b u rada yapılm ası gerekenin en iyisini gösteriyor gibi. Ç ünkü
görünüşe göre b edenini k u d retli kılm anın b ir başka tarzı daha
vardır; neşeyle gözünü k ap atıp başka yöne bakan b ir tarz. Co-
u e,3 Tout va bien şiârıyla, böyle öne atılm ıştı (tüm üyle ahm ak
şifa niyazcılarını b ir yana bırakırsak). Cesaret sahibi olana a it­
tir, böylesi b ir dünya, ü stelik bilhassa cesur olm ası da gerek­
mez. Tout va bien, nezle ve daha beteri başım ızdan savılmalıdır,
d üşünce-sizce. G öldeki [Bodensee] sü v ari b u n u n tim salidir:
bilgisizliği o ld u ğ u k ad ar bir cesaretle tehlikenin ü zerine atını
sürm üş, tehlikeli b ir ham le yapm am ış ve altın d ak i b u z da kırıl­
m amıştır. G özünü m ü şk ü lattan başka tarafa çevirm enin tehli­
keli örneğidir bu: kaale alm ayınca, orada değilm iş gibi olacak­
tır. M am âfih cesaret k ö r ve ucuz olm ayıp -y in e sahiden spor­
culara uygun b ir tav ırla- başını dik tu tm ak tan u m u lursa, işin
kendisi nezd in d e de b ir parça hakikilik kazanır. Ruh hali ne
d e n li a y d ın lık o lu r, b a şın ı dik t u t ma k t a n ne d e n li çok şey
u m ulursa, bu iddialı t u t u m lâçkalığa o d e n li m an i olur. Hatta
bu sadece o n u n etkisine değil bizzat hastalığa uzanan bir yolun
başlangıcı olabilir. Tout va bien asla ‘h er şey olduğu gibi iyidir’
dem ek değildir, burad a daha iyiyi düşlem enin b ir parçası, ona
yönelen bir iradenin varlığıdır. Bizim bedenim iz bile, değişm e­
den, deyim yerindeyse uzatılm adan idare edebilecek gibi yara­
tılm am ıştır. P lan lan ab ilir yolda, pek âlâ yard ım ed ileb ilir bu
adam a - kadına da.

3 Kendi kendine telkin yönteminin öncülerinden olan Fransız eczacı ve yazar.


546
35
SAĞLI K KAVGASI, H E K İM L İK ÜTOPY AL ARI

Sağaltılanın yeni bir insan gibi hissetmesi gerek


kendisini, eskisinden daha sağlıklı olmalı.
- tabela yazısı

Bedenen zayıf olan, dinlenm ektense idm an yapmalıdır. Tam a­


m en paslanm ak istem iyorsa, mola verm eyi istemem elidir. Ama
hasta tabii ki mola verm ek ve dinlenm ek ister, yatak saklar ve
k o ru r onu. Hasta, uyu rk en de sağlıklı hisseder kendini - yani,
hiç hissetmez. U yanıkken bile ken d in in farkında olm ayan sağ­
lıklı beden gibidir. Bunu sürdürm ek, köpeğin suyu silkelemesi
gibi hoşnutsuzluğu üzerim izden atm ak, kolay, görünüşte. H asta­
lık bize ait bir şey değildir ki, zararlıdır, geceyle beraber geçip
giden bir kâbusa benzer. Salt yitip gitm esinden öte bir şey isten­
mez öncelikle, u y k u n u n yorgunluğu uzaklaştırm ası gibi. Ağrı­
yan diş yok olmalıdır, hasta bir eklem bile yok olm alıdır; bizzat
h asta bir duygu olarak, silkeleyip atm a isteği peydahlanır. D eri­
sini bile üzerinden çıkarıp atm ak isteyen şehvetli b ir dişi misali.
Veya kendilerini bir iskelet olarak görm eyi isteyen şişm anlar gi­
bi. H astanın duygusu, onda bir şeyin eksik değil de fazla oldu­
ğudur. H oşnutsuzluk, takılı kalm ış bir fazlalık gibi, yok olmalı­
dır; ağrı ölü ettir. Yine h u zu r içinde susm ayı bilecek b ir bedenin
düşü kurulur.

D elilik v e m asallar

H er hasta, şıp diye iyileşmeyi ister. D ürüst b ir hekim b u n u vere­


mez ona; am a yine de hep böyle b ir an i çözüm tahayyül edilm iş­
tir. Sabahleyin kanlar içindeyken, öğlen sağalıp dipdiri ayaklan
üzerinde dikilmek. H ekim ler bile böylesi düşlere kapılırlar, çok
zam an hilekârca, sıklıkla kendileri de aldanarak. Genelde insan­
ların gönlündeki en güçlü iki arzudur: genç kalmak, uzu n yaşa­
mak. Üçüncüsü de, bunlara acılı dolaşık yollardan değil de bir
baskınla, m asalsı bir şekilde erişmek. Hasta hoplayıp zıplamaz-
ken, arzuları iyicene hoplayıp zıplar. Şarlatan hekim i yaşatan,

547
‘ansızm'a olan b u arzu d u r - peşinden, sahici delilik gelir. Bir he­
kim geceliğiyle sokağa fırlamış, bağırarak, ateş saçan baykuşun4
geldiğini, ölüm ün ve hastalığın mülga olduğunu haber vermiştir.
Şifâlı içeceklerin, şifalı suların nasıl da h er şeyi özetleyen ve yo­
ğunlaşm ış b ir etkisi vardır, m asallar nasıl da abartıyla m eşgul ol­
m u ştu r onlarla. Bir v u ru şta yarayı iyileştiren m erhem vardır, gi­
renlerin gençleşmiş olarak çıktığı kuyu vardır, bilhassa dişi gü­
zelliğin geçici m ü lk ü n ü kalıcılaştırmaya yarar. Bir sağlık cenneti
dört bir yana yayılır, acısız, şenlenm iş eklem ler ve keyfi her daim
yerinde b ir mideyle. Şarlatan hekim lerin sihirli m erhemler, tü t­
süler, sularla, tıbbi masallarla sınırdaş olması nedensiz değildir;
bunların hepsi, halk m asallarındaki kocakarıları genç kıza dö n ­
düren değirm enlere benzerler. O lgun bir erkek olan, birkaç yüz
yaşında olduğunu kendi söyleyen K ont St. G erm ain, bir “uzu n
yaşam çayı” alır; sandal ağacı, sinam eki yapraklan ve rezeneden
m üteşekkil sıradan b ir k arışım dır bu. Yüksek tabakada M esmer5
y a n sahtek âr yarı ü to p ik ler zü m resinden sayılırdı; hastalıkları
okşayarak ve hafif b ir sesle konuşarak, yani h ip n o tik yolla sa­
ğalttığına inanıyordu. M esm er'in zam anında, Dr. G raham 'ın Ce­
lestial Bed’i6 ise tam am en yenilem e işine aitti. Tatlı bir şokla
gençleştirm e özelliğine sahip olduğu söylenen bu yatak, elektrik
kabloları, parfüm ve cam, kapaklarla teçhiz edilm işti. M ucizevi
etkisi olan şifâlı otlara inanç daha eski ve daha sağlam dır; m asal­
lar halk inançlarıyla paylaşır onu. Tam da işte o ani çözüm ve sa­
bırsızlık, şifâlı otlara b ağlanan u m u d a da m ahsustur. K ırılm a
noktası, h er şeyin bir anda değişmesi: misal, karaçalı yapraklan
flaster gibi üzerine yapıştırıldığında çıbanları sağaltıyordur, yıka­
yıp kaynatırsanız hasta kulaklara, dişeti çürüm esine, b ozuk göz­
lere ve dudakların büzülm esine iyi geliyordur; u zak adalardan
getirilmiş gibi görülür birdenbire b u alelâde bitki. Sanki, Bayan
Holle’nin7 çayırında biten otlar d ö rt b ir yana saçılm ıştır da, sade-

4 Kimi şaman inanışlannda baykuşun elementi ateştir.


5 18119 yüzyılda, insandaki manyetik güçleri özellikle ruhsal hastalıkların teda­
visinde kullanma iddiasındaki Alman hekimi.
6 Semavî yalak.
7 Grimm kardeşlerin masallarında, metafizik güçleri olan bir kadın; eski Cermen
mitolojisindeki ölüm Tanrıçası'nı simgeler.
548
ce işi bilerek toplam ak lazım dır onları. Bir fevkalâdelik um ulur
ve talep edilir, sadece delilikte degil, aşağı edebiyata benzer bu
şifâ sanatında- da. Fakat unutm am ak gerekir ki, fevkalâdelik, ta­
mamıyla başka bir yoldan, tüm büyük tıbbî planlara refakat et­
miştir. Daima maceralı ve tuhaf birşeyler vardır bunlarda; öldür-
meyip acıdan arındıran zehirde, öldürm eyip sağaltan bıçakta, ya­
pay mide gibi sın ırlan zorlayan teşekküllerde. Böylece dikilen
veya ikam e olarak konanın tam uym am ası ve elbette sağlıklı o r­
gandan daha iyi olm am ası, m aceranın değerini düşürm ez ve ke­
sinlikle başarısız kılmaz. H astalık bertaraf edilmiş değildir ama
o n u n neticesi olan ölüm, şaşırtıcı biçim de ötelenmiştir. Söm ürü­
len yaşam uğruna onca şeyi geri verm eye değecek olsaydı ve yıl­
ların ölüm den kaçırdığını savaş birkaç gün içinde yakalamasay-
dı, hekim yüz yıldır y an yarıya m em nun olabilirdi. ‘Burada ölü-
nebilir’ ibaresi artık hastanelerin tabelalarına değil bunların b u ­
lunduğu devletlerin üzerine yazılmalı. Sağaltma, ancak eski sağ­
lıklı halin geri getirilmesi ile nihayet bulacak bir gündüz d ü şü ­
dür; peki sağlıklı halin eskisi var m ıdır? Esas tıbbî düşler burada
başlar, tam burada, göründüğü kadar dayanıklı olm ayan bir ka­
yaya çarparlar. Kalktığı döşek, hasta sadece dikişlenm eyip taze­
lenmiş olduğunda kem ale erm iş olacaktır ancak.

llaç ve planlam a

Bedeni yeniden inşa etm ekten daha az b ir iş değildir bu. Yaşa­


mın, şimdiye dek akm adığı veya o kadar rahat akm adığı m ecra­
lara yönlendirilm esi anlam ına gelir. Baştan yeni olup, bedene
so nradan katılanlar, ağrı dindirici maddelerdir. Ö teden beri ara­
nırdı bunlar; ilâveten, hastanın, bedenine m üdahale edilm esi sı­
rasında orada bulunm am a düşü vardır. Beden de acısını geçici
olarak bayıltabilir, kaza sonrası şokta olduğu gibi. Lâkin hiçbir
hekim şok esnasında am eliyat yapm ayacaktır, ölüm cül sonuçla­
nan vakaların sayısı çok fazladır. D ışardan m üdahaleyle işlenen
bir hayır olan, gayntabii narkotik bayıltm a ise başka. Haçların
çoğu da dışardan gelir; bitkisel ilaçlar, m etalik ilaçlar, bu arada
birçok adresi değiştirilm iş zehir. Misal, y ü k sükotunu hayvan ısı­
rıklarınd an koru y an , zehridir; ilaca k o n d u ğ u n d a hasta kalbe

549
faydalı olur. Nasıl bir dolam baç, nasıl uzaklardan getirilm iş bir
yardım! Hele yaşama atılan kesik, hasta dokuların bertaraf edil­
mesi, açılan bedenin gerçekleştirilen değişiklikten sonra dikilip
kapatılması, antiseptik m uam ele, basillerle m ücadele. Tüm b u n ­
lar yapaydır ve zaten m evcut b u lu n a n ö z-k o ru n m a h a ttın ın ,
kendiliğinden m üm kün olan öz-onarım ın dışındadır. Şeyleri ol­
duğu gibi kabul etm ekten çoktan kopm uş, cesur bir planlam a
gerekliydi b u n u n için. Hastalığa karşı arzu imgeleri, açlığa karşı
olanlarla birlikte en eski arzu im geleri o lm alıdır ve sağaltım ,
baştan itibaren, bir muharebeyi kazanm ak olarak görülürdü. Di­
ğ er yandan, takatten düşm üş b ed en de d ah a iyi b ir yaşama dair
en güzel düşlerin peşine düşer; nitekim , yoksa hiçbir yokluğa,
zorluğa yer verm eyen devlet m asalları da, hastalığı ve hekim i
hesaba katm adan yapamazlar. H atta Platon'un Politeia'sı (3. ki­
tap), ideal hekim den, “b ü tü n hastalıkları kendi bedeninde tat­
mış olmasını ve sapasağlam bir bünyeye sahip bulunm am asını”
bekler. Ç ünkü, ancak böylelikle hastalıkları kendinden çıkarak,
kendi deneyim inden hareketle değerlendirecektir, tabii ru h u da
lekelenm em iş olm alıdır; “b u bak ım d an da k ö tü olm am alıdır,
yoksa iyi bir sağalm ayı tem in etm esi im kânsızdır." H ekim in iyi­
leştireceği hastalıkları, hatta tüm hastalıkları kendi bedeninde
tanım ış olması talebi çok abartılı olm akla beraber, Platon fazla­
sıyla sağlıklı hek im in fazlasıyla yansız biçim de yaptığı m uam ele­
yi de dahil eder hastalığa. Ve b u m uam ele sahid en de hastalığın
kendisinden sadece daha acı verici değil, daha tehlikeli de olabi­
lir ve etkisi daha uzun sürebilir. D aha yeni zam anların devlet
masalları, M ore’u n Ütopya'sı, hatta Bacon'un N ova Atlantis'i, şifâ
öğretisini daha kolaylaştırır, acısızlaştırır, kısaltır; yeni inşa edi­
len yaşam a veya b u n u n m uhafazası r.ıüm kün değilse zahm etsiz
ölüm e dair b ir sanata dönüştürürler. More, m utlu b ir adada, or­
taçağın karanlık revirleri yerine herkese açık, sevimli, ferah has­
taneler gösterir. Bacon, bedene hiçbir ağırlık verm eyen yiyecek-
içecekler, sonra yapay olarak üretilm iş şifâlı dağ havası, serum
ve m uğlak tasvir edilm iş ama herkesi H erkül'e d ö n ü ştüren ban­
yolar ilâve eder buna. Tam da sözkonusu ütopyalardaki haliha­
zır beden, b u n u n dışındaki, pürüzsüzce düşleniverm iş varolu­
şun düzeyinde olm adığı için, zo ru n lu d u r bu. B undan ö tü rü bu­

550
rada, tam burada, daha az hassas bir beden oluşturm a arzusu
vardır arka planda. Son olarak epeyce geç bir toplum sal ütopya­
da, Swesen'in 1903 tarihli Lim anora, The Island o f Progress’in d e 8
açık seçik ortaya çıktığı gibi. Bu adadaki zevat, tıbbın sadece te-
rapötik olduğu fikrini gülünç bulur. Bundan çok ileri geçmişler­
dir, “O ver the crude stage o f mere cure o f disease” ,9 bedenin laissez
fa ire, la issez aller'sine 10 tem kinle, teşvik ederek, güdüleyerek,
düzenleyerek ve d üzenini değiştirerek m üdahale ederler. Bu ö r­
neklerde hekim , iyi kötü eski hali yeniden tesis eden ayakkabı
tamircisi olarak düşünülm ez. Yenileyici olması, teni sadece son­
radan edindiği zayıflıklardan değil, d o ğ u ştan gelenlerden de
kurtarm ası arzu edilir.
Zira sağlıklı bedenin de yardım edilecek çok şeyi vardır daha.
M ünferit sağaltımla değil de türsel arazları bertaraf etme çaba­
sıyla meşgul olan b ü tü n planlar, b u n u n la ilgilidir. Bunlar: cinsi­
yete m üdahale, yapay ürem e, yaşlanm anın bertaraf edilmesidir.
Bu planların, ne denli ü to p ik olsalar da, tabii kısm en gerici bir
gölgeleri vardır. “Beden terbiyesi” sözünün, Ü st-lnsan'dan ziya­
de top m erm ileri için yem olacak bedenleri çağrıştıran bir tad
bırakm ası, boşuna değildir. En büyük sessizlik, cinsiyete m üda­
hale planının etrafındadır, en gürültülüsü oydu uzun süre bo­
yunca. Bu düş çokluk küçük burjuva darkafalılığıyla m alûldür,
Müller ve Schulze'ye" erkek naipler arar, asalet arm ası ve kılıca
varis ararcasına. Dahası, anlam sızdır: çü n k ü ebeveynlerin arzu­
suna uygun olarak kızdan çok oğlan doğurulacak olsa bile, o za­
m an da kızlar revaç bulacak, özellikle kıym et kazanacak, böyle­
ce zam an içinde aşk m eyvelerinin cinsiyet uzuvlarının değiştiri­
lip durm asının sonu gelmeyecektir. İkincisi, N azilerden de önce
bir rasyonel ürem e planı m evcuttu, zirâî te tk ik m üesseselerini
hatırlatan bir plandı. Zaten gıda ve süs bitkilerim izin hiçbiri ar­
tık yaradılıştan geldigi gibi değil ki, hepsi yapay ürem eye konu
oldu ve değiştirildi. Keza, evcil hayvanların çoğu, aşılandı ve
çiftleştirildi, tâ ki en tom bul d o m u z, en hızlı koşu atı veya en sa­

8 Terakki Adası.
9 Marazın sadece tedavi eden basit düzeyin ötesinde.
10 Bırakınız yapsınlar, bırakınız gitsinler.
11 Smith'le Jones, Ahmet'le Mehmet. .. gibi.
551
bırlı eşek elde edilene dek. Şimdi b u n u n , M endel'in kalıtım ya­
saları uyarınca, insana uygulanm ası gerektiği söyleniyor; p lan ­
lanm ış, bilinçli çiftleştirmeyle, kalıtım varlığının daha iyi tasnif
edilm iş bir karışım ına ulaşm ak söz konusu. Ne var ki bu tasnif;
insanlar arasındaki aşka m üdahaleler yoluyla yapılıyor ve insan­
ların aşkı, karşılıklı ürem e hücrelerinin [sporlar] özel bir seçki­
sinden m üteşekkil değildir. O halde en tutarlısı, aşkı ortadan
kaldırarak, soylu at yetiştiriciliğindeki gibi, - ır k ı o k adar iyi o l­
m ayan erkeklerden sarfınazar etm ek suretiyle-, en iyi dam ızlık
aygırların sperm leriyle d oldurulm uş şırıngalar k u llanm ak o lu r­
du. Cam panella'nın 1623'te o toriter devlet rom anı12 Civitas so-
lis'te, sevişm e zam anı m üneccim lerce saptanıyordu; b u g ü n ü n
m üneccim leri, yetiştiriciler ve koruculardır. B unlar çiftleşm enin
saatini belirlem ekle kalmıyor, kalıtım varlığına ilişkin ölçütleri
gözeterek çiftleri de seçiyorlar. Küçük insanın seri üretim i ça­
ğında, her şeyden önce, egem en sınıfa hizm et edecek bir ü rü n
çıkm asına dikkat ederek. Bu ürem e seçkisinin doğum dan önce
yapılm ası gerekir, doğum dan sonra ise a rtık zaten fazla karm a­
şık olan M endel yasaları değil, basitçe katlin yasaları geçerlidir.
N orm d ışın d a d u ra n h erk ese u y g u la n ır b u ve N azilerde tek
n o rm şuydu: ahm aklar aşağıda, vahşi hayvanlar tepede. Henüz
ketlenm iş olan burjuvazi için ölçü, darkafalı küçük burjuvadır;
b u n d an başka her şeyin, aynı tip tarafından değerlendirilerek,
hiç ketlenm eden k ö k ü n ü n k u rutulm ası gerekir. Sözde Ö jenik'in
düştüğü nokta budur: iflah olm az bir ayyaşın oğlu o lan Beetho­
ven hiç dogurulm ayacaktı bu Ö jenik'e kalsa; yine de doğm uş ol­
saydı, “b ir y etiştirici olarak savaş” tarafından tem izlenecekti.
Ö jenik’in so ru n alanında ancak artık kapitalist olm ayan bir top­
lum, farklı seçilim araçlan ve ölçüleriyle, doğruya yönelebilir. Ki'
Ö jenik'in hası da m uhtem elen iyi gıda, iyi barınm a ve bulandı­
rılm am ış b ir çocukluktur. Bu, iyi yolda o lan ı teşvik eder; saf kan
d enen ve m uhtem elen iç evlenm eyle yürüyen bir soya dayanan

12 Devlet romanı (Staatsroman) Aydınlanma sürecine dahil bir edebi türdür. Ör­
neğin Jonathan Swift'in Guliver'in Seyahatleri de bu tür içinde sayılır. Kozmo­
polit bir beşeri ortak yaşam idealini arayan metinlerdir. Eğitim ve terbiye verici
bir üslûpta yazılmışlardır. Genellikle devrimci bir yönelimleri yoktur, ancak
hükümdara sadakat kaygısı gütmeyen satirik ve ütopik örnekleri de az değildir.
552
acayip tentürlerle, ü stü n lü k leri ender, tehlikeleri ise çok fazla
olan b ir seçkiye girişmeyi gereksiz kılar. Soylular çok uzu n süre
boyunca bu anlam da öjenik b ir biçim de ürediler. Ve salt fizyolo­
jik açıdan -d e y im yerindeyse-, bireysel kaynaşm aların uzu n d i­
zisi boyunca değerini k o ru m ak veya hele saflaşarak yükseltm ek
bakım ından p e k parlak bir sonuç çıkm ış değildir. Soyluları bi­
reysel olarak değil de cins olarak tem ayüz ettiren ve öne çıkar­
tan, veraset değil, ona bir y ü k ü m lü lü k ve bir duruş kazandıran
züm revi davranış kurallarıydı ve öncelikle de çocuk yetiştirm e
usulüydü. Kral L ear’in çehresinde ona ‘E fendi’ dem eyi celbeden
şey, soyağacından geliyor değildir; o soyağacından, iki kızının
şahsında, kâfi derecede pespayelik çıkm ıştı daha ziyade. Demek,
soylu olma şansı bile tenâsüle bağlı değildir; sosyal hijyen, dik
d u ru şu n baskılanm adığı, adiliğin ra n t sağlam adığı b ir toplum ,
soyluluğu açığa çıkarır - evet, sadece o açığa çıkarabilir soylulu­
ğu. D ehânın, bu sahici ve ancak arzu edilebilecek olan “azınlık
kanlar”, ancak b u rad a başarıyla “yetiştirilebilir”. En azından, ya­
ratıcı yeteneği oluştu ran “h o rm o n ”u n ya da adına her ne dene­
cekse o n u n tü rü ve m eydana gelişinin koşulları fizyolojik açı­
dan bilinm ediği m üddetçe. Şüphesiz: babadan endâm ını, anne­
den neşeli tabiatını alm ıştır çocuk; veya, birçok başka vakada,
annecik histerikleşm iştir ve şim d i b u san k i doğuştan parlaklığın
önk o şu lu gibi görünüyordur. Yine am a: nice titiz baba, gülüp
söyleyen anne, kim senin dikkatini çekm eyecek m ahlûklar mey­
dana getirm em iş midir, hatta zavallı, zayıf çocuklar? Büyük ye­
tenekleri ortaya çıkartan kan k arışım ın ın m âhiyeti, belirli bir
öngörüyle fizyolojik olarak yönlendirilem eyecek ve teşvik edile­
m eyecek kadar karanlıktadır. Buna k arşılık tarih, parlak bir d o ­
ğum un v u k u bulm asının ardından, b ü y ü k yeteneğin kendini ge­
liştirm ekten önce ilkin kendisinin farkına varm asına engel olan
elverişsiz çevre koşullarıyla doludur. H er vakit, kırm ızı balıkla­
rın b ü yü k kısm ı altta yüzm üş, binlerce Solon sığırtm açlık, New-
tonlar gündelikçilik yapmış, kimse de isim lerini bilm emişti. Bü­
yük ölçüde şeffaflıktan uzak b ir saha olan denetim li döllemeye
girebilm esinden önce, rasyonel bir ‘yetiştiricilik’ için burada öte­
den beri geniş bir to plum sal alan olabilirdi. Bireysel-biyolojik
Habitus'a hâkim olm ak ve onu b ir “kader” olm aktan çıkarm ak

553
kuşkusuz b ir hedeftir ama bu planlam a önce baraka mahallele­
rin kendisini yerle b ir edecektir, zayıf bedenlerin cisimleştirdiği
barakalara yaklaşm adan önce. H er şey, organik yetiştiricilik yo­
lunda da saldırganlık d ü rtü lerin i geriletip sosyal dürtüleri güç-
lendirm ekten yanadır; tıpkı tahılın b esin değerinin, kirazların
tatlılığının artınldığı gibi. Ancak yetiştiricilik yapacak toplum un
kendisinin yetiştirilm esi gerekir önce - ki yeni insanî besin d e­
ğeri insan yiyenlerin taleplerince tayin edilm esin.
Ü çüncü plan daha saf görünüyor, yani insan yiyenler yok:
Yaşlanm ayla mücadele. E n cü retk an galiba odur, kadında işe er­
kenden başlar. Bedenin kendi kendine açtığı yarayı gözetimsiz
b ırakm ak istemez. K aybedilen veya hasar gören organların yeni­
lenm esi bakım ından, insan doğası en kırılganıdır. Yalnızca beyni
en gelişkin canlıdır insan, diğer organik yetenekleri yönünden
değil. Değil m i ki zaten topyekûn organik gelişm edeki ilerlem e­
ler tek yanlı oluşum lan sabitlem esiyle belirli bir gerilemeye de
yol .açar. O rganların k en d i işlerinde a ş ın uzm anlaşm asına yol
verince, b u sabitlenenden başka b ir yönde olabilecek gelişmeler
durur, hatta daha alt basam akta edinilm iş yetenekler bile kaybo­
lur. Özellikle de rejenerasyon yeteneği, organik gelişm enin üşt
basam aklarına çıktıkça geriler: solucanın birkaç halkası bedenin
geri kalanını yeniden m eydana getirm eye yeter, sem enderlerde
k o llar ve gözler y en id en çıkabilir, k erten k elelerd ey se kopan
kuyruk. M em eli hayvanlarda, insanlarda ise an n e doğası asla
böyle cöm ert değildir. İn sanlar organlarını kaybettiklerinde p ro ­
teze m uh taçtırlar ve en kuvvetli yıpranm a olan Yaşlanma birçok
hayvanda hayli geç başlarken insanlar b u konuda çok hassastır.
Ebedî gençlik çeşmesi hakkındaki arzu d ü şü buradan doğm uş­
tu r ve şarlatanca veya değil, sürekli ekip biçilm iştir b u düşe uza­
nan menzilde. Kont St. G erm ain'in “uzun yaşam çayına” değin­
m iştik, keza Dr. G raham 'ın Celestial Bed’ine de. O kadar aydın­
lanm ış olan 18. yüzyıldadır bunlar. İran'dan nefes alma tekniği­
ne, Tibet'ten nefesini tutm aya dair tavsiyeler gelm iştir, ü fü rü k ­
çü lerd en de p ek yakında tensel ö lü m sü zlü ğ e ulaşm a inancı.
Böylesi karşısında H ufeland'ın l 796'daki M akrobiotik'inin tavsi­
yesi m ütevazı b ir isabet taşır: “Uyku ve u m u t en iyi iksirlerdir.”
L lk in daha m addî iksirler arasında da daha rasyonel bir arzu yo­

554
lu eksik değildi: Ç inliler geyiklerinin ve m aym unların, H intliler
k ap lanların y u m u rtalık ların ı alırlardı; ve sahiden de 1879'da
B row n-S equard y u m u rta lık ta m eş'u m g ençleşm e m ad desini,
H o rm o n 'u k eşfetti. H er o rg a n ın k e n d i h a sta lığ ın ı iyileştiren
m addeleri (dişin “D entin”i, beynin “C erebrin’’i) ü rettiği varsayı­
m ı, hem en çöktü b u n u n üzerine; h er ne kadar Bier tarafından
[bindokuz yüz] yirm ili yıllarda d ahi savunulsa bile. Fakat yu­
m urtalığın katm erlendirdiği um utlar, bizzat salgı bezlerinden çı­
karılan m addelerde b ü sb ü tü n aldatıcı olm adı; en azından bu sal­
gı bezlerinin alt işlevleriyle ilgili hastalıkların tedavisinde başa­
rıyla kullanılıyordu. O noktadan beri tüm üyle yeni b ir tıbbî cen­
nete girildi: 1922'de pankreastan şekere karşı ' bir h orm on elde
edildi; l 929'da gebe kısrakların idrarından, doğal olanından altı
kat güçlü bir yum urtalık horm o n u yapıldı. E ndokrin [içsalgısal]
salgı bezlerinin alt işlevlerine dayanan b ü tü n hastalıklar (hipo-
fiz, yan trioid bezeleri, trioid bezi, böbrek ü stü salgı bezi, y u ­
m urtalıklar vd.), gerçekten bu bezlerden alın an m üstahzarlarla
[preparatlar] tedavi edilebilir. Ancak işte o en yaygın ilgiye maz-
har olan düşe erişm ede, yaşlanm aya k arşı etki m addesini b u l­
m ada, dört koldan uğraşılm asına rağmen, beklentileri karşılaya­
cak bir haşan yoktur ortada. Steinach m eni dam arını bağladı,
böylece ergenlik salgılarının çoğalm asını sağladı, aşın m iktarda
üretilen horm onlar kana karıştılar, Voronoff erkeklere m aym un­
lardan alınan y u m urtalıkları im plante etti. İkisi de boşunaydı.
Gerçi gençleşm e v u k u buldu, fakat öylesine geçici bir gençleş­
m eydi ki bu, san k i yaşlanm anın sebebi hiç de yum urtalıklarla il­
gili değildi ve bizzat yum urtalık ların aşınm ası bilinm eyen se­
beplerin etkisiyleydi. Kalıyor, tim us bezine dair düşler. Ergenli­
ğe dek devam eden büyüm e salgıları onaltı yaşında tüketilm iş
olurlar, artık sadece gebelikte b irtakım -y e te rin c e açıklık kazan-
d ırılam am ış- işlevler görürler. Şimdi, yum urtalıklarda değil de
buralarda bekliyor olm alıdır gençleşme; ve bu organı ileri yaşla­
ra kadar işlev görür halde tutm anın yollan aranır; öyle ki ileri
yaşlarda insan tohum verm eye m uktedir olmasa bile dik, canlı,
zihni açık olabilsin. H er şeye rağm en, gençleşm enin ü topik [kı­
zıl] elması hâlâ hayli uzaklardadır ve yaşlılık da -k a lp ve böbrek
tetkikleri b a k ım ın d a n - aşağı yukarı yine dedelerim izin zam a­

555
nındaki gibi olacaktır. Değişen, yaşlılığı karşılam a tarzıdır; yani
artık o kadar hastalık hastası olm adan, o kadar abartm adan yaş-
lanılacaktır. Fakat bu psişik bir m üdahaledir, altyapısal değildir,
yaşamsallığın m uhtem el gıdaları olan salgı bezlerine ve iç ifra­
zatlara dayanm az. Sovyetler Birliği’nde en bilinçli ve en m esut
biçim de yaşlılığın insanın değerini d ü şü ren etkileriyle m ücadele
edilm ektedir; kapitalist toplum un asla razı gelemeyeceği sebep­
lerle yapılm aktadır bu. K apitalizm in rekabetçi toplum unda yaşlı
insanlar, sırf ‘genç kuvvet’ denenlerin gelmesi için bile, yer aç­
malı, çekilm elidirler. Oysa yaşlıların sağlıklı, kuvvetli kalm ası
için verilen m ücadele, b ü y ü k in şan ın her alanında değerli kad­
roların m uhafazası için verilen m ücadele kadar sosyalistçedir.
“Yaşlılık,” dem işti Meçnikov,13 “şim diye kadar b ü tü n toplum sal
koşullarda cem aate fuzulî bir yük teşkil ediyordu, şim diyse ça­
lışm anın bilhassa faydalı bir evresine dönüşüyor. Yeri doldurul­
maz tecrüpelerini toplum sal yaşam ın en ağır ödevlerine hasre­
debilir.” Böylelikle, patolojik yaşlanm anın yerini anlamlı bir yaş­
lanm anın alacağı, hatta fizyolojik gerilem enin bile geri d ö n d ü ­
rülm ez sayılm ayacağı bir gelecek tan ım lanm aktadır. Ö lüm ün
v uk u bulm asından hem en so n ra yeniden canlandırm aya yönelik
Sovyet deneylerinin başarısı, insan yaşam ındaki en kesinlikli va-
kıâya bile m üdahale etm ekte ve onun vaktinden önce vuku bul­
duğu n u gö s te rebilm ektedir. Yaşamı, yeteneklerim iz, halledilm e­
miş işlerimiz, dizi dizi am açlarım ız için fazlasıyla dar olan şim ­
diye kadarki sını rlarının ötesine taşırmaktır, sağaltmaya yönelen
ve belli ki o n u n ötesine geçen arzu.

Sahici bedensel yen id en inşâdaki tereddüt ve h e d e f

H astanın kendi arzuları fazla ötelere uzanm az. O n u n derdi ez â-


sının bertaraf edilm esidir, b u ona yeter. Eski haline getirilm ek
istiyordur, uğradığı hasardan ku rtu ld u ğ u n d a, yeniden eski ha­
liyle ayağa kalkabildiğinde m em nun olur, daha fazla bir şey iste­
mez. H astanın yatağı b aşındaki hekim in planları da, yukarda

13 Bakterilere karşı bağışıklık mekanizmalannı bulan Rus zoolog ve bakteriyo­


log. 1908’de Nobel tıp ve fizyoloji ödülünü almıştır.
556
andığım ız kapsam lı, yeniden-inşâcı planlara göre epeyce kısıtlı­
dır. Her özel vakada, h er sahici hastalıkta (yaşlanm ak böyle de­
gildir), eski sağlığına geri döndürm eyi yeterli görür. C errah ken­
di işini hiç de daha iyisini inşâ etm ek olarak degil de b ir âcil
yardım olarak görür. Yapay m ide asla doğuştan olana ü stün de­
gildir; bir insan bu ve benzeri protezlerle birkaç yıl şikâyetsiz
idare ederse yetirince talihlidir. Faal hekim de yeterince talihli­
dir, eğer b ir hasta cerrahi im kânların ilginç bow ling’in in 14 ardın­
dan yine k oltuk değneklerine dönüyorsa. Belki Götz von Berlic-
h in g en 15 bile, d em ir eliyle m asa kenarlarını budam akla ve bir
ö ğ ü tü c ü 16 su retin d e dolanm akla beraber, kendini bu protezle
güçlenm iş hissetm iyordu sadece. Dem ek b u rad a bedenin ütopik
yeniden-inşâsına, türsel zaaflara ilişkin cüretkârlıkların fazla ile­
ri gitm esine (yapay döllem e, yaşlanm ayla m ücadele) m ukabil
bir karşı hareket vardır. Pratisyen hekim esasen hastalığın sonu­
cuna, yani ölüm e varm asını engellem ekle yetinir; etin sonradan
içine düştüğü zayıflıkla m ücadele eder, doğuştan taşıdığıyla de­
ğil. O nun tıbbı, tıpkı to p lu m u n daha iyi b ir toplum yaratm ak
üzere yeniden inşâsındaki giui veya anorganik tekniğin devâsâ
değişimlere yol açan cüretindeki gibi bedeni iyileştirmeye soyu­
nacak kadar yüksek bir m akam değildir. Tıbbi arzularla, -m ü n -
ferit-pratik oldukları m ü d d etçe-, dünyayı değiştirm eye dönük
kapsam lı arzular arasında b ü y ü k b ir farktır bu. M üdahaleler ve
gerçekleştirilen değişiklikler gayet cüretkâr olabilir, fakat hede­
fin kend isi h ekim lerin ço ğ u n u n b ilin cin d e d urağandır; status
quo an te 'n in i7 y en id en te sisin d e n ibarettir. B undandır, faşist
Kan-ve-Toprak çağrısına hekim lerin daha az restore edici mes-
lektekilere kıyasla kolay kapılması. H ekim e toplumsal ütopyala­
rın çoğunda önem li ve pekâlâ m üdahaleci b ir rol verilm esine
karşılık salt tıbbî nitelikli ütopyaların pek az görülm esi ya da hiç
görülm em esi de b u ndandır; m eğer ki, H ufeland'ın veya Feuch-
tersleben'in sakin m etinlerini bunlardan saymıyorsanız. Bunlar­
da da infilâk ettirici düşler bulunam ayacaktır, gerek H ufeland'ın

14 Kuka devirme oyunu.


15 Goethe'nin bir oyun kahramanı.
16 Demir filizi öğütme makinesi.
17 Mevcut durumdan bir önceki statüko.
557
M ahrobiotih’in d e gerek se F e u c h te rs le b e n ’in D id te tik d er Se-
ele’sinde,18 akıllı b ir adam ın, darkafalı küçük burjuvanın kaplıca
mevsimi esnasında zaten kullanacağı arzu ve im gelerin ilerisine
geçen pek az şey vardır. Bu ütopik tereddüdün bir sebebi, tıbbî
tem kin ve soru m lu lu k olabilir. Başka b ir sebep, kim i durum da,
tem kine yakın akraba olan ve kanatlanan tin in topuklarına k u r­
şun döken am pirik duyu olabilir. Lakin tüm o “yaratıcı” tıbbın
yanında şaşırtıcı ama çok zam an b izzat sağaltıcı olan ü to p ik
tem kinin nihâî sebebi, bilinçli veya değil, felsefi olm alıdır: Avru­
pa şifâ öğretisinin Stoa’daki kökenidir bu. Bu o k u l şeylerin d o ­
ğal akışına itim at ediyor, bu a k ışı asla bozm am ak, h e r yerde
onunla uyum lu olm ak istiyordu. Eski tıp öğretm eni H ipokrat el­
bette Stoa’d an önce faaldi, am a o n u da nakleden, Stoa şifâ o k u ­
lu n u n başı Galen oldu. Bu okula göre sağlık, bedenin dört ana
su y u n u n doğru karışım ı d em ek tir (kan, sarı safra, siyah safra ve
süm ük), hastalık ise bu dengenin bozulm ası. Burada, sadece b o ­
zulabilir ama ötesine geçilemez bir d u ru m olarak dengeye olan
im an z u h u r etm iştir bile. Ama Galen doğaya duyulan tüm o gü­
veni, onunla uyum çabasını da k atm ıştı buna, en ufak bir sapm a
veya aşma düşünm eden. “Dünya, kendi içinde, ihtiyaç duyduğu
her şeye sahiptir" der gayet Stoik bir biçimde Plütark ve bizim
küçük dünyam ız olan beden de aynen öyle kendine yeterlidir.
Gerçi bu kanaat, devletle ilgili olarak Stoa’yı çok daha iyisini dü­
şünm ekten alıkoym uyordu; bir tü r genel kardeşlik birliği olm a­
lıydı b u devlet, fakat o n u n bünyesindeki bedenler, ancak “m a­
kûl" yani dogaya u y g u n yaşamaları, oldukları gibi olm aları ha­
linde ‘doğru’ sayılırlardı. H astalıklar bile Stoik hekim için sadece
zaafiyet değil bizzat b ir parça tedaviydiler: bedene yayılan d ü ­
zensizliğin tedavisi. Galenciler u zu n süre kim yasal k ürleri bile
yapay olduğu için reddettiler. Ü topik cüretkârlığa ve haddinden
fazla ütopik cüretkârlığa m ukabil iki karşı araç, yine Stoa’dan
beri süregelm iştir: bon sens [sağduyu] ve doğal şifa güçlerine gü­
ven. İyi bir h ekim doğayı izler, onu destekler, asla ona karşı çık­
maz. Stoik m iras bu d u r. “Peu de m idecin, peu de m edetin e”:'9 ni­

18 Ruhun Diyetetiği.
19 Ne kadar az hekim, o kadar az tıp/sağlık.
558
hayet, l a l a n ı n parlama çağı olan 18. yüzyılın b u cüm lesiyledir
ki hekim ayağa kalktı - sadece kendini beğenm iş ütopist hekim
değil am pirik yönden cesur hekim de. Doğal şifa öğretisi denen
şey de, havaya, ışığa, suya olan içgüdüsel talebin hakkını vere­
cek kadar bon sens'e, beyaz peynirle tedaviye varacak kadar ace­
m i deliliğine sahipti artık. Burada yine ü to p ik bir h at gösterir
kendini; elbette en k ö tü ü to p ik lik tir bu, çok geçm eden batıl
inançlı um utlara sardıran bilgisiz w ishful thinking20 ütopikliği.
H er şeye rağm en hekim liğin yaradılıştan ütopyası olan, bedenin
en nihayetinde olabildiğince farklı, tam tersi biçim de yeniden in­
şâsı tasarım ı da buna benzer. Fakat onu v uran darbe, gerek pra-
tik-am pirik kaynaklı olan gerekse h er şeyden önce Stoik m irasın
anlaşılır kıldığı doğa sofuluğundan gelir. Bu vicdanî kanaatin iyi
yanı, kuşkusuz, soyut iyileştiriciliği hekim lik açısından neredey­
se hep engellem iş olmasıdır. Saf tıbbî ütopya azsa, soyut ütopya
da olmayacaktır, devlet m asalları da. N itekim pratik m üdahale­
de bulun an hekim in ü topik d u y u su n u n daha d ü şü k olması, kıs­
m en bizzat sağaltıcıdır; ç ü n k ü b ed en in alışılm ış yaşam ından,
fazla uzaklaşarak ve fazla yapay biçim de ayrılan h er şey, kan ak ı­
şı kesilen bir eklem gibi kangren olur. S orum luluk ve Stoik m i­
ras, nesnel açıdan m ü m k ü n olana bağlı kaldılar; çok defa Öje-
nik'ten ve yaşlanmayla m ücadeleden farklı olarak. Ancak bu vic­
dani kanaat, başka bir esaslı temeli olan ve o olm adan şifa sana­
tında büy ü k bir gelişm enin m ü m k ü n olamayacağı ü topik ccsa-
reti kesintiye uğratm am alıdır. Cesaret, tam da gayrı-ütopik bir
biçim de, bedensel zaafiyetlerin sebebinin o rtadan kaldırılm asıyla
ilgilidir. N ihaî sebep basillerde veya m ünferit hücrelerin veya
hücre gruplarının -k a n se rd e k i g ib i- tu h af “em peryalist” büyü­
m esinde yatm adığına, etin kendisinin yoldan çıkarılabilir arazlı-
lığına ve kırılganlığına bağlı olduğuna göre, onun yeniden inşa­
sına ilişkin arzu d ü şü kaçınılm azdır ve -gözler oradan kaçırıldı­
ğında b ile - arka planda kalmaya devam eder. Evet, sadece status
quo ante'yi hedefleyen h ek im lik tem kininin de tek in olm adığına
dair bir şüphe oluşur. N ihayetinde şu cüm leye cüret edebiliriz:
Hekim, m ünferit hasta yatağının başındayken bile, tam da nere­

20 H u sn u k u ru n tu .

559
deyse delice bir gizli plana sahip olduğu içindir ki, görünüşte ka­
çınır ondan. Bu nihâî plan, b u son tıbbi arzu düşü, ölümün orta­
dan kaldırılm asından aşağı değildir.
İyileşmiş hasta, kendini yeni doğm uş gibi hissetm ek ister. Bu,
eski haline gelm ekten daha fazla bir şeydir, h er ne kadar hasta
bundan m em nun olsa bile. M em nun-m esut, işlerine dönebile­
cektir yine. E ski haline yeniden dönm üştür, evet, am a yaşamı­
nın akışı içinde hangi Yeniden? Yalnızca yeniden tesis edilecek
bir ‘eski sağlık' var mıdır? M uhkem bir kaya m ıd ır bu, b ü tü n za­
m anlarda sabit, O lm uş Bitmiş sağlamlığında? Öyle değildir; sağ­
lık sallantılı bir kavram dır - doğrudan doğruya tıbbî açıdan de­
ğilse bile toplum sal açıdan. Sağlık asla sadece tıbbî değil, ağırlık­
lı olarak toplum sal bir kavramdır. Sağlığını eski haline getirm ek
dem ek, hastayı, söz konusu toplum da ‘sağlıklı' kabul edilen hat­
ta o toplum tarafından imal edilen türden bir sağlığa kavuştur­
m ak dem ektir hakikatte. D em ek salt eski haline döndürm e ni­
yeti bakım ından bile Yeniden'in hedefleri değişkendir. Dahası,
bu hedeflerin kendisi söz k o n u su to p lu m tarafından “norm "
olarak konuyordur. Sağlık, kapitalist toplum da istihdam a elve­
rişliliktir, [Eski] Yunanlılar'da haz ehliyeti idi, Ortaçağ'da im an
ehliyeti. H astalık o zam anlar günah sayılırdı (delilere zincirleye­
rek ve zindanlara atarak yapılan kork u n ç m uam elenin nedeni
buydu), o halde günahsız insan sağlığı en iyi olandı. B undan
ötürü, burjuva aydınlanm asından geçmiş h er hekim için histeri­
ğin biri o lan Sienalı K atherina,21 fazlasıyla norm al sayılıyordu.
Onun gibi birini iyileştirm e isteğine hiçbir ortaçağ hekim i kapıl­
mazdı, ‘başlangıçtaki durum ' den en bir d u ru m u n yeniden tesisi
de söz ko n u su olm azdı; ancak, o zam anlar henüz m evcut olm a­
yan, çok sonralan ortaya çıkacak b ir m odem -norm al hale dö­
nüştürm ek düşünülebilirdi. Dua okuyarak şifâ verm ek de, her
ne kadar burada İsa bir dok to r ve O n u n kilisesi b ir eczane olsa
bile, sağlıkla kastettiği itibanyla, sofuluk çağlarının asla anlam a­
yacağı bir şeydi. Zira O rtaçağın duaları arasında belki ter attıran,
m üshil etk isi yaratan, acılan dindirenler vardı am a b ir işadam ını
tekrar verimli hale getirmeyi hedefleyenler yoktu. O zam anların

21 14. yüzyılda, kendini hasla ve sakatlann bakımına adamış bir Kilise mistiği.
560
‘Tabiî' denileni bile, b ugünden bakıldığında, asla sağlığın “kök-
imgesi" değildi; zira çocuk haçlı seferinin,22 kendi kendine ezi­
yet yoluyla ibadet eden tarikatların ve daha nice şeyin kaynağıy­
dı bu. Böylesi, orm an tazeliğine aykırıdır aslında, am a yine de
zam anında hakiki Hıristiyan evladına, orm an kardeşine23 uygun
sayılmıştı. Peki ya İlkel denilenlerin kendileri? Bedenlerini sihir­
le öyle bir değiştirirler ki tanım ak neredeyse im kânsızdır; Avru­
palılar hak k ın d a söyledikleri gibi “köpeğe ben zem em ek” için
ağızlarına yüzlerine birşeyler hakkeder, boyarlar; bir sporcudan-
sa uyurgezerinkine benzeyen türden bir sağlığa h ü rm et eder ve
b u n u gaye edinirler. Böyle verili, sabit kalan b ir sağlık hiçbir
yerde m evcut değildir; genel-m ateryalist ve yalnızca bu bağlam
içinde ebediyet taşıyan gençlik form ülünü bir kenara bırakırsak:
neşeli kafa dolu k an n d a bulunur. M amâfih m ens sana in corpore
sano'dan24 ileri giden h er m etin bir deneyim değil bir idealdir;
söz konu su toplum a göre değişen bir ideal. D em ek h er özgül
toplum un hekim i, kadim başlangıçtaki bir genel sağlık d u ru m u ­
n u y enid en tesis etm ek yerine, hastaya y eni b ir sağlık katar.
Toplumsal olarak revaç b u lan o N orm al'i yeniden tesis eder; in­
sa n ın b e d e n i işlevsel o larak değişm eye, icab ın d a iyileşm eye
m uktedir olduğu içindir ki, bu yeniden inşa m üm kündür. Be­
den şim diye k ad ar y alnızca sağlığın aynı zam anda şü p h eli de
olan sınırlı türlerine odaklandı ve to p lu m da hayvanlar dünyası­
n ın pek az bildiği veya hiç tanım adığı bir sü rü hastalığı m üm ­
k ü n kıldı (frengi, tüberküloz, nevroz). Buna m uk ab il organik
arzu düşü, en azından, acı değil de sadece h a z servis eden ve yaş­
lılıkta d üşkünlüğün kader olm adığı b ir bedene niyet ediyordu.
H er şeye ragm en tıb b ı ve toplum sal ü to p y alan birleştiren, işte
kadere karşı bu mücadeledir. Kaybolan p arçalan ikam e etm e ka­
biliyeti insan bedeninde aşağı hayvanlara kıyasla d üşüktür, buna
karşılık d ah a evvel hiç sa h ip olunm am ış olana yönelen üto p ik
kabiliyet ancak insanda etkindir. İnsanın esaslı bir kuvveti olan,

22 1212'de binleree fakir çocukla başlatılan ve çocukların yarısının yolda öldüğü,


geri kalanının kaybolduğu haçlı seferi. Papa'nın bu sefere onay verip vermedi­
ği, literatürde tartışmalıdır.
23 Kırsal bölgelerde, gezgin irşatçı.
24 Sağlıklı bir zihin sağlıklı bir bedende bulunur.
561
bu sın ın aşm a ve yeniyi inşa etme g ü cü n ü n bedende atıl kalm a­
sı, ihtim al dışıdır. Bedenin kendisinde varolan potansiyeli bil­
m eksizin de bu eğilim in araştınlm ası m üm kün değildir; başka
türlüsü delilik olurdu. Tüm çokhücrelilerin bedeni ölüme ayarlı
olduğuna göre, tıbbın en gizli planı olan ölüm ün ortadan kaldı­
rılm ası da, havada kalır; başı döner. Tam da bundan ötürü böyle
bir plan delice görü n ü r ve en azından yaşlanm aya karşı m ücade­
leyi tahayyül etse bile, hiçbir zam an ciddi olarak ikrar edilmez.
Bu da anlaŞılır bir şeydir, hatta ante rem25 bile; çünkü etteki de­
vam lılık da, arzu düşü o larak bile karm aşık duygulara yol açar
hatta dehşet yaratır; Ebedî Yahudi'yle26 ve U çan H ollandalı’yla2?
ilgili efsaneler b u n u gösterir. D urm aksızın kendi istiap haddini
zorlayan bir yerkürenin toplum sal Yok-Anlam'ını ise ayrıca dü­
şünm ek bile gerekmez; gidişi olmayan b ir çıkış olmaz, geniş bir
m ezarlık olm ak sızın b ir to p lu m m ü m k ü n değildir. N eticede,
G rotesk'in dışında da, organik olarak daha iyi olmaya d ö nük her
türlü arzu, toplum sal olanı tanım adığınızda ve dikkate alm adı­
ğınızda, havada kalır. Sağlık toplum sal bir kavram dır, tıpkı top­
lam da insanın insan olarak organik varoluşu gibi. O halde sağlı­
ğın anlam lı biçimde iyileştirilm esi, ancak içinde bulunduğu ya­
şam ın kendisi korkuyla, sefaletle ve ölümle dolup taşm adığında
m üm kün olacaktır.

M althus, doğum rah am lan , gıda

Sadece bedenin kendisi, kendi dertlerinin herhangi birini bertaraf


etmeyi beceremez. Bundan ötü rü , duru m u m u zu salt sağlık yö­
n ü n d en düzeltm eye iyileştirmeye kalkışanların hepsi k üçük b u r­
juvaca ve gariptir; şu çiğ yiyiciler, bitkiyle beslenm e tutkunları
veya nefes alma teknikleriyle uğraşanlar. Tüm bunlar, bedenin
zayıflığından değil açlığın kuvvetinden, yanlış nefes alm aktan d e­

25 Maddiyata nüfuz etmeden önce.


26 Ortaçağ Hıristiyan mitolojisinde, İsa'nın öldürülmesine yol açan kışkınmada
rol oynadığı için, sonsuza dek, öl(e)meden acı çekmesi için lanetlenen Yahudi
Ahasver.
27 Doğanın güçlerine ve Tann'ya meydan okuduğu için hayalet gemisiyle sonsu­
za dek dünya denizlerinde gezmeye mahkûm edilen kaptana dair efsane.
562
ğil tozdan, dum andan, kurşundan kaynaklanan hastalıklarla, katı
sefaletle alay etm ek demektir. Elbette ki doğru nefes alan, iyi ha­
valandırılan ciğerlerle ve ileri yaşlara kadar hareketli olan dim dik
taşınan bir göğüs kafesiyle hoş bir özgüveni birleştiren insanlar
da vardır. Ama b u n u n önkoşulu, o insanların parası olmasıdır;
insanın kam burunun çıkmasına karşı daha sağlam şifâdır bu. İh­
tişam lı Franziska Reventlow, esastan bertaraf edilm esini kim senin
hekim inden isteyemeyeceği para kom pleksiyle ilgili bir kitap yaz­
mıştı; doym ak bilm ezin en hakikisi, yüzde 90 kanser riski, bu
kom plekstir işte. Sosyal düğüm ü salt tıpla kesmeye d ö nük kapi­
talist arzu ise o oranda yoğunlaşıyordu, hâlâ da yoğundur. Üre­
me, ürem eden ziyade ona dayanarak girişilenler, b u arzunun şim­
dilik en ürkütücü örneğidir - am a yegâne değil. Lakin emperya­
list k ^ m ı n büyükannesi olan M althusçu nüfus teorisi de daha az
ürkütücü değildir. Salt tıbbı b ir ütopyanın herhangi b ir uygula­
m ası m ev cu t değil ik en , b u ra d a tıbbı zem in d e b ir to plum sal
ütopya ortaya çıkmıştı; b u n u yapan da, a rtık ekonom ist olmayan
bir ekonomist, kapitalist iktisadın ilk kavgacılarından olan biriy­
di. M althus l7 9 8 ’de “N üfus K anunu Ü zerine D enem e”de, sefale­
tin nedeninin, insanların sınırsız ürem e çabasıyla gıda m addeleri­
nin sınırlı artışı arasındaki “doğal” çelişki olduğunu belirlemişti.
M althus şu n u vaad eder: Bir halk basiretli b ir şekilde b u bağıntıyı
id rak ederek kendi çoğalmasını e ^ n e k som unlarının mevcut öl­
çüsüne tekabül eden bir ölçüyle kısıtladığında, kitlesel sefalet so­
na erecektir. Demek, serm aye değil de proleter şehvetidir toplum ­
sal sefaletin kaynağı; toprağın verim inin azalacağına dair sözü­
m ona k a n u n da, proleter g ü n ah keçisi için nihai h ü k m ü veriyor-
dur. Kriz de bir fazla sorunu olarak değil, üretici güçlerin çok ya­
vaş gelişmesini veri sayarak, bir kıtlık krizi olarak görünüyordur.
Buna rağm en b u öğreti defalarca uyarlanm ıştır. Hatta [18]90'lı
yıllarda bir kürsü sosyalisti, Adolf Wagner, M althus’ü n esas itiba­
rıyla haklı olduğunu ilan etmişti. Ne var ki ondaki bu esas, ancak
kapitalizm çağının sonu geldiğinde ve kapitalizm in sündürülm esi
ancak yalan ve cinayetlere dayanan b ir alçaklıkla sağlanabilir ol­
duğunda geçerlilik kazanm ıştır. M althus’ü n teorisi zaten kayna­
ğında insan düşm anı ve dar kafalıydı, Marx o n u n tem el bir belir­
tisinin “d ü şü n c e seviyesinin derin b ir d ü ş ü k lü ğ ü ” o ld u ğ u n u

563
vaz’etm işti her iki anlam da, hem ahlâkî hem bilim sel yönden.
Neticesinde, em peryalist evresinde kapitalizm in tüm gaddarlığı
boşanıverdi; üstelik yalnızca A m erikalı katillerce bunu k u tla n ­
m akla kalmıyor, E duard H eim ann gibi sağ sosyalistlerce m azur
görülüyor, E dgar Salin gibi bilhassa kirli faşistlerce ise [Stefan]
Georg tarzında Soylulaştınlıyor. Yenilenmiş M althusçuluk, savaşı,
işsizlerin “fazlasının ” hurdaya atılmasını, topyekûn halkların fa­
şistçe kö künün kurutulm asını haklılaş tırıyor; aynı zamanda, kar
çıkarının numerus clausus’u28 icabınca varlığına taham m ül edilen
o proleterin dikkatini de kapitalist sefaletin gerçek sebeplerinden
başka yerlere çekmesi bekleniyor. Tüm bunlar M althus’u kapita­
lizmin son düzlükteki koşusu için tavsiyeye şâyan kılıyor; kendi
alçaklığına dair ve onu n adına bile bizzat özgün fikirler çıkara­
mayacak halde olduğuna göre. Arzu, artık ilerici bir arzu olm adı­
ğında, b ir fikrin bile babası olam az, ancak darbe vurm aya, en
azından üzerini örtmeye babalık edebilir. Toplumsal olandan yalı­
tılmış eksik sebeplerin saptırılm ış teşhisi olarak M althusçuluk,
bu nedenle sadece nüfus fazlasına ilişkin ve onunla sınırlı bir öğ­
reti değildir. Zira bu [kapitalist] kavgacılığa d air bir şey bilmeyen
veya bilm ek istemeyen çevrelerde de, salt tıbbî olana el atış, sefa­
letin toplum sal sebeplerini ikam e eder veya onu bastırır. İyileştir­
m enin kaldıracı iyicene derinlerde, gerçek insanların ve onların
m uhitinin çok aşağılarında bir yere oturtulur. Kitabî olarak Mal-
th u s’a dayanm asa bile, laboratuara yollanan bir dam la kanla insa­
nın tüm hastalığını anlayacağına inanan alâkalı, en azından [sis­
tem in yapısından/m antığından] habersiz dar bakışın sebebi de
budur. Eza çeken canlı insanın b ü tü n lü ğ ü , özellikle de içinde b u ­
lunduğu koşullar, görm ezden geliniyordur. Salgının yegâne sebe­
bi sayılan basillerin abartılması, bundandır; m ikrop, hastalığın di­
ğer görünüm lerinin, m uhitin kötülüğünün vb. ü stü n ü n örtülm e­
sini sağlamış, orada yatan sebepleri de araştırm a yüküm lülüğün­
den kurtarm ıştır. Mesela verem öncelikle yoksulları kasıp kavu­
rur, fakat bun u hesaba katacak olursak, en ıslak leke olarak yok­
sullukla m ücadele etm ek gerekecektir; oysa burjuva sağaltm a öğ­
retisi pek meyletmez buna. Bu örnekteki gibi, dertleri salt tıbbi

28 Kontenjan sınırlaması.
564
yoldan bertaraf etmeye çalışmak, bilinçli veya bilinçsiz, gerçek
dertleri ortadan kaldırm am ak için seçilen b ir yoldur (ut aliquid fi­
eri videatur,29 sahte reçetelerde dendiği gibi). N itekim tüm M alt­
husçuluk, adam ın kendisinden ve öğretisinden bağımsız olarak
da, tümüyle b ir bastırm anın alanıdır. Toplumsal m uhite ve onu
değiştirmeye d ö n ü k b ir plana öncelik verm eden, Pavlov olm adan
ve beyinsel-toplum sal olarak yönlendirilen b ir varlık olarak insa­
nın b ü tü n lü ğ ü n ü tanım adan salt m ekanik b ir k u tu flaster; he­
kimle kızıl bayrağın işbirliğini ve ikincisinin öne çıkmasını önler
bu. Yoksulların cinsel nefislerine hâkim olm asının, toplum sal so­
runun çözülm esine yapabileceği k atk ı pek azdır; üretim e -başka
bir üretim e- başka türlü m üdahalede bulunm ak gerekir. Darwin
de bir parça etkilendi M althus’tan, nüfus fazlası fikrini hayvanlar
dünyasına yansıtarak. Sovyet Darwinistleri Darwinizmi bu Malt-
husçü hatadan kurtarm ıştır. Geriye kalan, birçoklan için sağlıklı
ve o anlamda ilerici olan bir doğum kontrolü planlamasıdır. Ka­
pitalist toplum mevcut olduğu ve böylesi bir kısıtlamayı veya ço­
cuk düşürm eyi gerekli kılacak biçim de yaşamı m üşkülleştirdiği
müddetçe... Toplum bugünkü durum unda kaldığı, yani kölelerini
artık besleyemediği müddetçe. Dünya herkese yeter - veya yete­
bilir, şayet iktidarın ihtiyaçlarını karşılama yerine ihtiyaçları kar­
şılam anın iktidarıyla idare edilseydi.

Hekimin ih tim a m ı

Ancak o zam an, hekim in çalışması temiz b ir başlangıca kavuşa­


caktır. Hekim işe koyulm adan önce ellerini yıkar, bütün âletleri
pırıl p ın ld ır ama kendi başına b u n u n bir yararı olmaz. Toplu­
m un kendisi pis ve hastadır, ilk sırada onun klinik ihtim am a ve
planlam aya ihtiyacı vardır. Buradan bakıldığında kabahat hasta­
lığın k en d isin d ed ir sahiden, fakat tek k işin in hastalığı değil,
grubun hastalığı. Yoksul m ahallelerine girdiğinde, hekim için de
‘elde b ir' olm alıdır bu. Tedavi esnasında da h er şey o n u n tıbbî
vicdanıyla alay eder: böbreği hasta gariban, işini kaybetm em ek
için, dişleri acıdan sıkılmış, sarsılıp d u ra n kam yonu kullanm aya

29 Birşeyler oluyor görünsün diye.


565
devam ediyordur, zengin adam nakışlı yorganının altında dinle­
nirken. Tedavinin ard ın d an da: N edir ki, hekim tekrar “iş görür”
hale getirdiklerinin çoğunun yaşamı? Yalnızca yeniden incitil­
mek, tüketilm ek, topa tutulm ak üzere tım ar edilen bir sağlık ne­
dir? Bir Alman çocuk hekim i daha 1931’de, burjuvo: olm ayan çı­
karsam alara vardırm ası gereken bir com m on sense [sağduyu] ile,
şu n ları yazıyordu: “Tedavi, curare, başkasına ihtim am göster­
m ek dem ek, in san ın sağlığının hiç bozulm am asını sağlam ak de­
m ektir. Buna rağm en bozulduysa, hekim in cura’s ı [bakım ], has­
talananı m üm kün olan en uygun koşullara kavuşturm ak olm a­
lı." Güzel bir hedef, insan-ekonom isine uygun, ne var ki ancak
sosyalist bir toplum da erişilebilir. Şim diki d urum , açıkça görü­
nüyor (Amerika ru h hastası sayısında önde gidiyor): Kapitalizm
sağlıksızdır - kapitalistler için bile. O rganik m üdahale ve yeni­
den inşa d ü şleri de ancak k ar iktisadiyatından başka bir ekono­
m ide zeh rin d en anndınlacaktır. Beşikten m ezara kadar, evet, be­
şik ten itibaren. Hepsi, Zoon politikon'a yardım için, ama hak ola­
nına. Tarihe pasif biçim de m aruz kalm ayıp bilinçli biçim de tarih
yapm ak, M arksistçedir. İnsanların içinden geldiği ve bedensel
olarak içinde yaşadığı önkoşullara, tarihsel olarak z u h u ru n u n
öncesinde bilinçli biçim de m üdahale etm ek de M arksistçedir.
Bu, onun anne karnındaki varlığıdır, sonra oradan getirdiği be­
densel durum dur. O lm uş olan hali neyse razı olm am ak, hiçbir
kadere boy u n eğm eyen insana yakındır. Bedenin istidatlarına
daha doğum dan önce istikam et verm e cüreti, tıp k ı bir saati k u ­
rarken zam anı d üzenler gibi, y ak ın d ır Ona. Bedeni d o ğ u m u n ­
dan sonra bilinçle, icabında değiştirerek, vital [canlı] biçim de
yeniden biçim lendirm eye devam e:tmek; hakim olu n an iç salgı­
lardan veya henüz bilinm eyen o luşturucu kuvvetlerden hareket­
le. B ütün bunlar, in san ları b irbiriyle aynı yapm ak için değil,
-b u n a ne im kan vardır ne de lüzum -, lâkin organik başlangıçla­
rı toplum sal başlangıçlarından daha fazla engellenm iş olm asın
diye. Toplum da köle olm aktan çıktıktan sonra, kendi bedenleri­
nin kölesi olarak kalm am aları için. İnsanların hepsi, toplum sal
olarak önlerinde d u ran ve onlara vasıl olan özgürlüğün ölçüsü
içinde, iyi halde olsun isterler. Lakin her şeye rağm en hepsinin
en göze görü n ü r um udu, sağlıklı hale gelmiş b ir toplum da, ya­

566
şam ın, doğm uş ve büyüm üş olm anın kendisine bağlı hastalıkla­
ra yönlendirici bir m erkezî etkide bulunabilm esi, öncelikle b u n ­
ları önleyebilm esidir - ve b u n u yaşam boyu yapması. Oraya gi­
den yol çok u zundur; bedenin m üşkülpesentliği d ü şü nüldüğün­
de, daha u zu n bir m üddet, katederken pek de tatm in bulunam a­
yacak b ir yol. Bu yol kapitalist işletm en in verim lilik istidadı
içind e katedilem eyecektir kuşkusuz, zira sağlık, tüketilm esi de­
gil de tadına varılması gereken bir şeydir. Acısız, uzu n, en ileri
yaşlara, hayata doyarak ölüm e uzanan b ir yaşama ulaşılm ış de­
ğildir, hep planlanm ıştı. Yeni doğm uş gibi: daha iyi bir dünyanın,
ana h a tlanyla, kastettiği budur, bedene ilişkin olarak. Ama insan­
lar dik yürüyem eyecektir, toplum sal yaşam ın kendisi kaykılırsa.

36
Ö ZG Ü R LÜ K VE D Ü Z E N ,
SO S Y A L Ü T O P Y A L A R D A N B ÎR K E S İT

Dünya kimseye ait değildir, meyveleri herkese aittir.


- jo h n Ball

İnsanlığın şimdiki vaziyetini, öylece devam edecek bir


vaziyet olarak düşünemem, basitçe, onun tüm ve ni­
hâî belirlenimi olarak düşünemem. Zira yoksa her şey
düş ve yanılsama olmuş olurdu; yaşamış olmanın ve
hep geri dönen zahmetine, hiçbir yere varmayan, hiç­
bir anlam ifade etmeyen bu oyuna katılmış olmanın
zahmetine değmezdi o zaman. Ancak onu daha iyi bir
durum a erişmenin bir aracı, daha yüksek ve mükem­
mel bir duruma geçiş noktası olarak mütalaa edebildi­
ğim orandadır ki, bu durum benim nazarımda bir de­
ğer kazanabilir; kendi uğruna değil de, Daha tyi’yi ha­
zırlaması uğruna katlanabilirim ona ancak.
- Fichte, Die Bestimung des Menschen30

30 insanın Belirlenimi.
567
Sınıfları ve sım f çelişkileriyle eski burjuva toplumunun
yerini, her bir kişinin özgür gelişiminin, herkesin öz­
gür gelişimi için koşul oluşturduğu yeni bir birlik alır.
- Komünist Manifesto

1. G İRİŞ

B asit bir y e m e k

Ç im yiyebilsek, b irç o k şey d ah a kolay olurdu. Davar yerine k o ­


nan yoksulun d u ru m u , bu bakım dan, d ah a bile kötüdür. Sadece
hava karşılıksız olarak vardır, ekinin ise işlenm esi gerekir - hep
yeni baştan. Üstelik, iki büklüm , zor zahm et... seçkin bitkilerin
duvara sarm aşık sarm ası gibi değil. Böğürtlen, yem iş toplam a,
serbest avlanm a çoktan geride kaldı, az sayıda zengin çok sayıda
yoksulun sırtından yaşıyor. Daimî açlık yaşamı ■katediyor, angar­
yaya m ecbur eden asıl odur, kam çının zorlam asından da önce.
G ünlük lokm a hava kadar em in olsaydı, sefalet olm azdı. Ama
şim di, ancak düşlerdedir, ağaçta yaprak bittiği gibi ekm ek olm a­
sı. Böyle bir şey yok tu r ve yaşam serttir; buna rağm en bir çıkış
yolunun m evcut ve ona ulaşm anın m ü m k ü n olduğu duygusu
hep varolm uştur. Bu yol onca zam an bulunam ayınca, düşçü ce­
saret dö rt bir yana attı kendini.

K ız a n n ış güvercinler

Doym uş b ir bedenin şikâyet edeceği h içb ir şey olm azdı. Giysisi


ve barınağı da eksik değilse, yani neredeyse h er şeyi tamamsa.
A rkadaştan yana da eksiği yoksa ve yaşam hafif ve barışçı akı­
yorsa, birçoğunun kapıldığı fırtınanın aksine. Ne var ki ancak,
hep öğretici olan m asallar ve devlet m asalları bilirler, ‘arm u t piş
ağzım a düş’ü, b olluk ve aylaklık ü lk elerini anlatm ayı. Gençlik
pın arın ın tıb b i arzu im gelerine girm esi gibi, b o llu k ülkesi de
sosyal olana nüfuz eder, toplum sal im gelerin neşeli bir prelüdü­
dür. Bütün insanlar eşittir orada, böyle rahat ederler, ne bir çaba
gerekiyordur ne çalışma. Kızarm ış güvercinler in sanın ağzına
düşer, dam daki h er güvercin eldeki b ir k uş dem ektir, her bir şey

5 68
ve her düş kullanılacak eşya olarak em re amadedir. Böylece ay­
laklar rahat yaşarlar, zenginlerin artık onlara servetlerinin pek
kıskanılacak bir şey olm adığını belletm eleri gerekmez. U zun uy­
ku nasıl da sağlıksız, aylaklık nasıl da ölüm cül, sefalet nasıl da
kaçınılmazdır, yaşam ın durakalm ayacaksa. H alk en gıdalı m asa­
lını, en açık seçik ü topik m odelini neşeyle resm etm iş hatta kari-
k atü rleştirm iştir: ü zü m asm aları sosislerle bağlanm ış, dağlar
peynire dönü şm ü ş, derelerden en iyisinden m isket şarabı akı-
yordur. ‘A rm ut piş ağzıma d üş’, H ind’in sihirli halıları kam u te­
sisidir burada, handiyse saadet hali.

K a ç ık lık v e bayağı edebiyat, burada da

İnkar edilmez, a:eş saçan baykuş bu imgelere de uçar gelir. Tıb­


bî düşlerde olduğundan daha uzun uçar buralarda - ve Sefalete
Son, dendiğinde, delice gelmez insana. Mamafih dünyayı iyileş­
tirm e iddiasındakilerin birçoğu paranoyaktı veya paranoyak ol­
ma tehlikesine m aruzdu, anlaşılm ası p ek de zor olm ayan bir bi­
çimde. Bilinçdışmın baskın verm esi için bir gevşeme olarak, Bi-
linçdışının çarpm ası olarak kaçıklık, H enüz-Bilincinde-O lunm a-
yanda da çıkar. Paranoyak, sıklıkla bir projecidir ve bazen bu
ikisi arasında m ütekabiliyet de bulunur. Ü topyacı bir kabiliyetin
paranoyaklığa kaym ası, hatta neredeyse gönüllü olarak cinnete
teslim olm ası gibi (karş. 14. Bölüm, “G ündüz d ü şü n ü n d ö rd ü n ­
cü karakteri” a ltın d a ). E n b ü yük ütopistlerden biri ö rnektir b u ­
na, Fourier; gidişatın keskin b ir analizi yanında, geleceğe dair
en tuhaf im geler uç verir O nda. Topluma ilişkin değilse de, do­
ğaya ilişkin olarak; doğa, bizim ahenkli-kibar düzenim ize dahil
olduğu ve o n u n şarkısına katıldığı oranda. Fourier, toplum sal
k u rtuluşu n pey akçesi olarak, kuzey k utbunda, Kuzey’e E ndü­
lüs sıcaklığı sağlayacak bir ikinci güneş planlar. Bu tabya koku
verir, ısıtır, aydınlatır, deniz su y u n u tuzdan arındıran hatta li­
m onataya çeviren b ir sıvı yayar. D ünyanın yanlış çatılm ış ekse­
ninin düzeltilm esi sayesinde ringa, m orina ve istiridye sınırsızca
çoğalacak, deniz canavarları ise yok olacaktır. C anavarların yeri­
ne, “gemileri fırtınalardan sakinlere çeken” dost cennet m ahlûk­
ları olan b ir anti-köpekbalığı, b ir anti-balina peyda olacaktır.

569
Karada ise Fourier, "sabah Calais'den yola çıkan bir binicinin
kahvaltısını Paris'te yiyip öğlen Lyon'da, akşam Marsilya'da ol­
m asını sağlayacak b ir elastik taşıyıcıya, b ir anti-aslan"a kehanet
eder. Gerçi, b ü y ü k ütopyacılarda, deliliğin de bir yöntem i oldu­
ğunu görürüz; sadece deliliğin yöntem i değil, gelecek zam anın
tekniğine dair b ir yöntem : anti-balina b u h a rlı gem idir, anti-as­
lan hızlı tren veya otom obil. Fourier’nin insanda yeni bir organ
çıkacağına dair - h e r ne kadar k u ^ u k ucunda olsa b ile - öğretisi
de, kaçıkça olduğu kadar öngörü cü d ü r (D aum ier b u fanteziye
dair bir çizim su n m u ştu r). Bu organ vasıtasıyla insanlar “semavî
sıvıyı” alacak, gezegenler birleşirken başka yıldızların sakinle­
riyle tem asa geçebileceklerdir. "Semavî akışkanlar" b u arada
radyo tarafından alım lanm ıştır; her ne kadar yıldızlarla ilgili ra­
porlar henüz kesat olsa bile - hele [bu tahayyülün] teknik göv­
desi ve gezegenlerin birleşmesi. G örünüşe bakılırsa b u masallar,
Jules V erne'inkilerden, en azın d an L aS w itz'in3' h atta Scheer-
bart'ın32 yıldızlara d air ü topik bayağı edebiyatından çok da fark­
lı değildir. A ncak F ourier'de oyunbazlığın izi yoktur; b u ciddili­
ği renklendiren boya k ü p ü n ü , paranoya sağlar. Sadece bayağı
edebiyat için de değil - h er ne kadar bayağı edebiyatta da para­
noyayla bir kat daha boya çekilse bile. 18. yüzyılın liberal-ütop-
yacı m asonlarına, şu gönyeli-piram itli vatandaşlara bile küçük
bir parça delilik bulaştığını sezinlem ez misiniz? G enç duvarcıla­
rın "Astraea'nın33 im paratorluğuna" sunm ak d u ru m u n d a olduk­
ları hazırlıkların, sembollerin, tüm o serem oninin üzerinde bir
soytarı kukuletası d urm uyor m udur? Büyük ütopyacı Saint-Si­
mon bile, son yazılarında, Sanayi Papası'yla ilgili olarak, dünya­
yı iyileştirm e peşindekileri ara ara tehdit eden o cinnete yaklaş­
m ıştı; öğ ren cisi A ugust C om te ise, son evresin d e, tam am en
o n u n içine batm ıştır. Com te, Saint-Sim on'un A kıl Kilisesi'ni, sa­
dece İnsanlığa değil uzam a ve yerküreye de tapınm ayı zorunlu
kılacak ölçüye vardırdı. “Büyük Varlık” olarak İnsanlık, “Büyük
Aracı” olarak uzam , "Büyük Fetiş" olarak yerküre; C om te'un öl­

31 19. yüzyılın sonlannda eser veren, bilim kurgunun öncülerinden sayılan Al­
man bilim insanı ve yazar.
32 19. yüzyıl sonlarında fantastik edebiyat eserleri veren Alman yazar ve çizer.
33 Yuna^n/Roma mitolojisinde adalet Tanrıçası.
570
m üş sevgilisi C lotilde de yeni M eryem o luyordu. E n enerjik
gökyüzü saraylarının bazılarının süslediği acayipliklerdir bunlar.
Mamâfih, daha önce belirttiğim iz gibi, bayağı edebiyata da ta­
m am en yabancı değildirler - devlet rom anına değen ve kısm en
de verim li biçim de o nu kapsayan tü rd en bayağı edebiyata. Daha
eski ütopyaların hem en hepsi uzay m akineleri kullanırdı, yeni­
lerin ise neredeyse hepsi, bir sosyal düş ülkesine doğru açıldık­
larında, egzotik bir fanteziden çıkan zam an makineleri. Birçoğu,
en azından başlığında, m u tlu lu k adasına bayağı edebiyatın cır­
lak parıltısını vermeye çalıştı. işte, bir “K ingdom o f M acaria”34
vardır, bir zam anlar çok m eşhur olan “Felsenburg35 Adası” var­
dır, bir “C rystal Age”36 vardır: uzak kıyılardan denizkızlarının
teşhir edildiği panayır sergilerinde rastlanan tü rd e n isimler; gö­
ze görünm ez bir locanın çok uzaklardan gelen bir sadası da ek­
sik değildir. M ucize ü lkelerden, m ucize çağlardan ve m ucize
uzam lardan masallar, parıltıyı sağlarlar; İskender'den b eri en gü­
zel ütopyalar Güney Denizi’n d ek i adalarda konum landırılm ıştır,
altın çağın Seylan’ında, mucize ülke H indistan’da. T hom as Mo-
re’u n k i gibi önem li sosyal ü to p y alar bile, kıyafetlerini gem ici
m asallarından ö d ü n ç alırlar; bu çerçeve, açılması için şartların
olgunlaşm asından çok önce, bahtın görünm esini sağlamıştır; iki
bin yıldan fazla zam andan beri, insanın insan tarafından söm ü­
rülm esi kaldırılm ıştır ütopyalarda. Sosyal ütopyalar ışığın d ü n ­
yasını gecenin dünyasıyla zıtlaştırm ış, ışık ü lk elerini geniş geniş
resm etm işlerdir; ezilenin ayağa kalktığı, m ah ru m bırakılm ışların
kendini m em nun h i^ e ttiğ i, adalet getiren o parıltıyla. Bu fantas­
tik biçim de resm edilm iş d u rum un, m aceranın ve anlaşılabilir-iyi
zaferin bakiye kalan son form u olarak sıklıkla ancak bayağı ede­
b iy a tta te m s il e d ile b ilm e s i, ş a ş ırtıc ı d e ğ ild ir. B u g ü n h alâ
Brecht’in Üç K uruşluk Opera'sındaki askerin en nihayet vâsıl ol­
m uş olarak düşlediği gibi bir d u ru m d u r bu: “Fenalık yüksek
şö hretini kaybetti, yararlı olan ünlendi, aptallık im tiyazlarını yi­
tirdi, kim se kabalıkla iş yapm az oldu artık.” K açıklıkla, gemici
m asallarıyla veya en yeni sosyal ütopy alard ak i, Bellamy veya

34 Macaria (Herakles’in kızı; kendini feda ederek Atina'yı kurtarmıştır) krallığı.


35 Kayalıklardaki şato.
36 Kristal Çag.
571
W ells’teki gibi sadece m anyetizm ayla [hipnozla] dalınan uyku
yoluyla ulaşıldı m ıydı güneş adalarına; şatafatlı doğalarını bir
yana bırakırsak, oralar öyle fazla yücelerde değildir artık, her
şey daha norm aldir. N orm ali budur, diye d ü şü n ü r insan; yoksa
m ilyonlarca insanın binyıllar boyunca kendilerine b ir avuçluk
yüksek tabakanın hakim olm asına, o n lan söm ürm esine, m iras­
tan yoksun bırakm asına rıza gösterm esi m i norm al olacaktır?
N orm al olan, m uazzam bir çoğunlugun, bu dün y an ın lânetlileri
olmayı artık kabullenm em esidir. Oysa tersine, tarihte tüm üyle
alışılagelm edik ve ender olan, çoğunluğun uyanışıdır. Bin savaşa
bir devrim gelmez; bunca zordur d ik yürüm ek. Devrimler başa­
rıldığında bile, genellikle ezenlerin bertaraf edilm ekten ziyade
değiştirildiği görülm üştür. Sefaletin sonu: olağandışı u zu n bir
zam an boyunca norm al sayılm azdı da sadece bir m asaldı bu; an ­
cak gündüz d ü şü olarak çıkardı g ün yüzüne.

U fu kta N e w M oral W orlds37

Buradan uzaklarda, her şey daha iyi görünür, m eseleler ortaktır.


T hom as M ore’da vatandaşlar böyle yaşarlar: altı saati aşm ayan
ılımlı bir çalışmanın hasılâtı eşit dağıtılır. A rtık cinayet de yok­
tur, zorlam a da, yaşam b ir bahçedir, keyifli ve soylu m utluluk
dört bir yanda asılıdır. M ore'un ütopyasının b ü yük karşıtı olan,
Cam panella’nın G üneş D evletinde ise işler sıkıdır. Burada m ut­
luluk, özgürlükle değil, en ince ayrıntısına kadar öngörülm üş
bir düzen içinde hissesine düşer insanın. Çalışm a süresinin Mo-
re'dakinden daha kısa (sadece d ö rt saat) olm asına ve hasılâtın
da yine k om ünistçe dağıtılm asına rağm en, k u ralın hayırsever
yükü her saatin ve her hazzın üzerine yıkılır. K ural bilginlerce,
özellikle de astrolog bilginlerce araştırılıp idam e ettirilir; G üneş
D evleti uzayda hassas biçim de k o n u şlan d ırılm ıştır. B uradan,
1789 üzerinden, ■takiben en agır sefalete varan biçim sel özgür­
lü k ve eşitlik ü z e rin d e n u zu n bir yol u zan ır; sanayi çağının
ütopyacılarrna, O w en’a, F o u rie r’ye, Saint-S im on’a u z a n a n bir
yol. Bu yol üzerinde dogal h u k u k yer alır; herkesin de ju re [hu­

37 Yeni ahlAkt dünyalar.


572
kuken), yani ü to p ik olarak in fa c to [fiilen), kadim hakkı olan te­
mel ihtiyaç m addelerine ve m allarına sahip olduğu, Fichte'nin
kapalı ticaret devleti d ü şü de yer alır. Ne var ki b u arada nakit
ödem e top lu m u n yegâne bağlayıcı halkası haline gelm işti ve
bağlantıyı sağlayacak başka b ir eklem aranıyordu, yitirilen kar­
deşlik gibi. O w en ilkin doğrudan doğruya işçilere yöneldi ve on­
lar arasında sürdürdü etkinliğini - fabrikatör olarak degil. Özel
m ülkiyet, kilise ve evliliğin m evcut biçim i insan m u tluluğunu
bozar; N ew H annony3* bunları tanım ıyordu. Dağıtım ve imalat
kapitalistleri, tüccar ve fabrikatör, vazgeçilebilir g ö rünüşler sa­
yıldı; onların yerine, işçinin çalıştığı süreye tekabül eden ölçü
karşılığında, başka işçilerin ü rettiğ i ve k en d i ihtiyaç duyduğu
m allan degiş to k u ş edeceği pazarlar oluşacaktı. D aha katı olan
diger ütopyacı, analizinin keskinliği b ak ım ın d an ön-M arksist
olan Fourier, N ouveau M onde industriel et socittaire' i39 insan sev­
gisinden ziyade eleştiri üzerine bina etti. Z uhur eden en son d ü ­
zen olarak burjuva uygarlığının eleştirisi üzerine bina etti; Fo-
u rier'n in k arşısına ılım lılığın, kaybolm uş yaşam k o rk u su n u n
düşsel im gesini çıkardığı lânet, oydu. Fourier, şim diye kadarki
toplum da yoksulluğun bizzat bolluktan kaynaklandığını ilk gö­
ren kişiydi. Çare ise çekip kom ünizm adalarına gitmekti; Fouri-
er'nin Falanjlar dedigi bu adalar sosyal adalardı ve gerek kendi
aralarında gerekse dünya yönetim i altında uyum içindeydiler.
P ü rü zsü zce tasarlan m ış ik tisad iy atı, tu tk u la ra ilişk in bir tür
uyum öğretisi tam am lıyordu; yeni dünya arp gibi billur âhen-
ginde bir ses verm eliydi. O w en da Fourier de devletlerini (sa­
adet devletinden ziyade saadet grubu) federalist biçim de tasarla­
dılar: Saint-Sim on’u n tasarım ı ise, yine d ü zen d en çok bireysel
özgürlüğe yakın durarak, merkezileştirilmiştir. Çalışm adan gelir
elde etmeye, sefalete, sefaletin önkoşulu oldugu feodal ve b u rju ­
va -G oya ve D aum ier'nin resmettiği tü rd e n - rantiyelere yönelik
nefret, neredeyse O w en ve F ourier'dekinden bile daha yakıcıdır.
Tüm sevgi emeğe hasredilm iştir ve Saint-Sim on'un sihirli sözü
l’industrie'dir [sanayi]. Tabii onda fabrikatörler, tüccarlar, ban­

38 Yeni Uyum.
39 Sınaî ve toplumsal yeni dünya.
573
kerler de işçidir; böylelikle “S ysttm e industriel”, b u tiplere ih ti­
yaç duym adan y ü rü y en O w en’in gerisine düşer. L âkin Saint-Si-
m o n 'u n sanayicisi özel kon u m d a kalm az, b ir kam u m em uru
olur ve toplum un tam am ı da Akıl Kilisesi’ne dönüşür. Söm ürü­
n ü n kök ü k u ru tu lu r, çünkü bireysel ik tisad ın k ö k ü k u ru tu l­
m uştur, o n u n yerinde planlam anın, m ukaddes ih san olarak sa­
nayinin şafağı sök er - tepesinde b ir yüksek sosyal rahiple.
Bunların hepsi eski toprağı terk eder, az veya çok barışçı bi­
çim de, az veya çok çabuk. E n çabuk m em nuniyet, yeni icatların
da yardım ı halinde gerçekleşecek gibi görünür. En yeni devlet
masalları böyle icatlarla doludur, M ore alçak çatılar ve büyük
ışıklı vitrinler resm eder düş ülkesinde, Campanella ise basbaya­
ğı otomobiller. Pek öyle sosyal düşler değil de daha ziyade tek­
n ik düşler resm eden devlet m asalları da vardır. Bacon’ın N ova
A tla n ti s’i böyledir; H erk ü l’ü n sü tu n la rın ın b erisin d e, bilin en
d ünyanın berisinde b ir ülke. Orada m esu t b ir h a lk yaşar. Deniz­
den sahile vuran m allar m isali, doğanın ü rettiğ i atıklarla yetin­
m ediği için m esuttur her şeyden önce. Atlantisliler, aygıtsal ola­
rak en üst düzeyde keskinleştirilm iş duyularla bizzat doğal kuv­
vetlerin içine nüfuz etm ekte ve derin bir bakışla orada gördükle­
rini kendileri için yararlanılabilir kılm aktadırlar. İnsanlar yeni
bitkiler ve faydalı hayvanlarla çevrilidir, yaşam kimyasal yollarla
uzatılm ıştır, havalanabilen arabalar sayesinde eski ‘kuş olm a’ d ü ­
şü bile gerçekleşmiştir. Yarına açılan çok kapısı olan bu rom anın
sosyal yanı tam am lanm am ıştır; dev boyutlara u laşan ‘arm ut piş
ağzım a düş’ün, hangi yolla, hasm ane arzular için zehir değil de
sadece iyilik hasıl edeceği bilinm ez. Salt tekniğe dayanan ilerle­
me im geleri h er zam an ilerlem eyi fazla ucuz, fazla düzçizgisel
gösterm işlerdir; tıpkı bugü n ü n , toplum sal değişimi, yanılsam a­
ları veya aldatm a yöntem lerini bir kenara bırakan yalıtılmış su­
num ları gibi. D ürüst ama soyut ütopyalarda, teknikle tem ellen­
dirilen ilerlem e inancı, hiçbir rahatsızlığa uğram adan başarılaca-
ğı ve yol alınacağına dair hayali sıklıkla kolaylaştırm ıştır. Bütün
ütopyacılar arasında sadece biri, Fourier, âla b ir gelecekte de her
evrenin hem yükselişi hem de am a düşüşe geçme tehlikesini ba­
rındırdığını ileri sürm üştür. Soyut ütopya, geleceğin -a n c a k ço­
cukların çocuklarının göreceği- sosyalist devletine d air olanlar

574
da dahil, ender olarak gerçek tehlikeyi tanır; o zaman da, sadece
gidiş yolu değil zaferi de diyalektikten y o k su n olur. tik ve en se­
rin olm asına k arşın en ü n lü ütopyanın, Platon'un ütopyasının
kuşkusuz itim at dolu olm aktan çok meyus b ir ru h hali taşım ası­
na rağm en. Elbette burada m evcut devletin abusluğu ideal dev­
lete taşın m ak tad ır: yük sek tab ak an ın k itle d e n hoşlanm ayışı.
A m ele sın ıfın ın kafasını kaldıram am asına d air arzu im gesi...
D üşlenen b ir askerî devlettir; tepesinde dünyevî. Brahm anlarla,
içe d ö n ü k olarak da b ir askerî devlet. idealleştirilm iş D or devle­
tidir bu; Isparta, felsefeyle taçlandırılm asına rağm en, b u n d a n
uzaktı. Platon'da eksik olm ayan hatta o n u n en güzide üto p ik
parolası olan o tehlikeli “Her şey ortak olsun" şiarı da yukarıda­
ki iki züm reyle sınırlanm ıştı; dem okratik b ir talep değil, bir ra­
hip imtiyazıydı. Bu ütopyada tem kin vardır, en gerici ütopya ol­
m asının bedelidir bu, asla m asalsı değildir, altın çağ anlam ında
değildir. Ve A ntik Çağın ikinci ü n lü ütopyasında, A ugustin'in
Tanrı Devleti'nde de kaçınm a vardır. Gerçi o n u n selam eti henüz
Adem ve Havva için öngörü lm ü ştü ama onların d üşüşüyle aka­
m ete uğradı, o zam andan beri Tanrı Devleti dünya haccındadır.
Dünyevî devlet olarak zuhur edem ez, çünkü yalnızca seçilmişle­
ri kapsar, bir tü r N uh'un gemisidir. O n u n barışı tehdit altında ve
yalnız başınadır, dünyayı teşekkül ettiren kasavet ve adaletsizlik
denizine batmış. Ama ne P laton'un m utlaka pahalıya m al olan,
gericilikle tem ellendirilm iş tem kini, ne A u g u stin 'in karam sar
tem kini, sosyal ütopyanın m u tlu lu k im gesinin hafifliğini fazla
etkilem iştir. Devlet rom anları, çok zam an, kendi reçeteleriyle
tüm çelişkilerin çözüleceğini düşündüler, sağlık[ları] bu varsa­
yım içinde donakaldı. Taze bir soru, yeni bir ülke görünm ez ar­
tık kıyıda; ada, bizzat geleceği temsil etmekle beraber, geleceğe
geniş ölçüde kapalıdır. Birçok yönden, tek n ik iyim serlikle bağ­
lantılıdır bu daha önce değinildiği gibi, am a son kertede esasen,
ü to p ik olanın b u en açık seçik ifadesiyle maruz kaldığı daral­
mayla bağlantılıdır: Ü topya en iyi halle sınırlanm ış, varoluşun
som ut bütü n lü ğ ü içinde görülm ek ve işlenm ek yerine d u rum un
b ir soyutlam asına indirgenm iştir. Böylece Ü topik O lan, devlet
rom anından beri, ferah gönüllülük ve heveskar soyutlam anın
y anı sıra, tü m alem lere nüfuz eden ana m addesiyle tü m d en

575
uyum suz olan b ir Kısım O lm a [kısmilik] vasfı kazanmıştır. Oysa
üto p ik varlık, yani ihtiyaçların karşılanm asında m ükem m ele yö­
neliş, unutulm am ası gereken yavan arzular ile, henüz arzulana­
cak olan ve tatm inleriyle sonsuz insani doyum artışının körlen­
m ez b a h tın ı açan d e rin a rz u la rı b eraberce, sosyal ü to p y aları
kendine bağım lı kılacak bir Totum olarak kavranmalıdır. Ve so ­
n u çta kendi kısım ları dahilinde taşmayı arzuladıkları ve taşm a­
ları gereken de bu b ü tündür, m utlaka sosyal-radikal, iyi koşulla­
rı gözeterek. Bu Totum, eski devlet m asallarının hâlâ yeni kalm a­
larını ve çok şey söylem elerini sağlar, onların yanılgısını bile öğ­
retici ve talebini yüküm lendirici kılar. Y ükselttikleri talep, O scar
W ilde’ın cüm lesindekidir: Ütopya ülkesinin olm adığı hiçbir dün­
y a haritası bakm aya değm ez. Eski sosyal d ü şle r soyutla[n]m a ve
aşkın adacığını resm ediyorlardı; her ikisinin vasıflarından ö tü rü
de hiçbir zorluk olm am alıydı bunda.

Ü to p ya la n n kendi seyir p la n la n vardır

D aha iyi beraber yaşama düşleri, u z u n süre sadece için için düşü­
nüldüler. Yine de lalettayin değildirler, m üelliflerinin kendilerine
görünm ü ş olabileceği kadar serbestçe salınm azlar. Sanki tuhaf
hadiseler gibi salt am pirik olarak kaydedilebilecek şekilde birbir­
leriyle bağıntısız da değildirler. Dahası: görünüşteki resimli kitap
ya da revü karakteri içinde, oldukça kesin biçim de sosyal olarak
koşullanm ış ve bağlantılandırılmıştırlar. Bastırılmış ya da henüz
yolunu açm akta olan m üstakbel toplum sal aşamaya olan eğilime,
b ir sosyal göreve riayet ederler. Özel-kişisel b ir kanaatle, sonra en
iyi hale dair düşlerle karışm ış olarak da olsa, b u eğilime ifade ka­
zandırırlar. Sosyal ütopyalar halihazırda mevcuj. b u lu n an eğilimi
gerçi asla, vaktinden önce tasavvurun diğer form una, burjuva do­
ğal h u k u k u n a özgü olduğu gibi gayretkeş hatta keskin biçimde
yansıtmazlar. Lakin bir sonraki basam ağa doğru tazyikten kesin­
likle bağım sız değildirler, h er tü rlü uçuşçuluklarına, m utlak bir
sosyal talihin rom anını yazm alarına rağmen. E nder olarak som ut
b ir dolayım la olsa bile, vadesi gelen m ü stak b eld en heyecanla
bahseder, m ü stakbeldeki k o m ü n ist n ih âi saadeti eşikteki yeni
eğilim in biçim lerine giydirirler. A ugustin'de böyledir, Thom as

576
More ve Campanella'da, Saint-Simon’da belirgin biçim de böyle­
dir. Augustin'de başlam akta olan feodal iktisadın etkisi olm uştur,
More'da serbest ticaret sermayesinin, Campanella'da mutlakiyetçi
m anifaktür evresinin, Saint-Simon'da yeni sanayinin. H er seferin­
de şeffaf, gökyüzünü yeryüzüne indirerek olsa ve aklında daha
aşağısı olmasa bile. Ütopyaların da kendi seyir planlan vardır, en
cüretkarlan bile dolaysız öngörülerinde ona bağlıdırlar. Mekansal
konum ların değişikliğini de eklem ek gerekir, bulund ukları yer
İngiliz M ore'u, İtalyan Cam panella'yı gayet açıkça etkiler. Mo-
re'un özgürlük ütopyası, kom ünist-olm ayan bölüm leriyle İngiliz
iç politikasının alacağı parlam enter biçim e tekabül eder, Campa-
nella'nın düzen ütopyası da kıtadaki m utlakiyetçi biçime. Keza
şu da görünür: ortaya çıkışı ne denli özel-kişisel olursa olsun,
düş, kendi çağının ve b ir sonraki çağın eğilimini resm eder - ger­
çi, burada da, neredeyse “ezelî ve ebedî d u ru m ”a sirayet eden taş­
kın imgelerle. Sosyal ütopyalar dizisindeki sosyal görev ve bağla­
ma dair, şim d ilik bu kadar; ü to p y aların b u yanı, h e r zam an,
ütopyacıların bireysel hususiyetlerinden daha güçlüdür. Ütopya­
ların, tarihten bağımsız olarak apriori [önseli im kanların çekme­
cesinden çekip çıkarılması da, saf özel-kişisel gönlün derinlikle­
rinden çıkarılm asından bile az varittir. Tüm im kanlar ancak tari­
hin içinde m üm kün hale gelirler; Yeni olan da tarihseldir. Özel
m ülkiyetin o rtadan kaldırılm asının teşkil ettiği N ovum bile, (sos­
yal ütopyaların çoğu tarafından vaktinden önce tasa^vvur edilen,
ütopyanın son aşamaya doğru aşkınlaşan, artık güncel olmayan
kısm ında yer alan) bu N o vu m bile apriori sabit değildir. Az liberal
Platon'da, Thomas More’da olduğundan çok başka görünür, Ro­
bert Owen'da yine çok başka. Söz konusu som ut durum daki bo­
yutuyla Yeni'nin kendisi bile, üstyapıya ait b u lu n an Ü topik Olan
bile, değişmez değildir. Yakub'un ölüm döşeğinde oğullarına işa­
ret ettiği “gelecek zam anlar”, sadece içerikleri bakım ından olma­
dığı gibi gelecek kavram ı bakım ından da aynı değildir; İsa'nın
dünyaya dönüşüyle kurulacak bin yıllık krallığı bekleyen Calab-
rialı Joachim 'in 13. yüzyılda d ü şündüğünün, hele Saint-Simon'un
kastettiğinin aksine. Değişmez olan sadece ütopik olana yönelim ­
dir, çünkü tarihin akışı boyunca tesbit edilebilir; ancak bu değiş­
mezlik bile, ilk sözünden bir adım ileri geçtiği, tarihsel olarak de-

577
gişen içeriklere dair konuştuğu anda, derhal değişken hale gelir.
Bu içerikler, öngörücü tasa^vvurda bulunanın kâh birine, kâh öte­
k ine el atacağı Leibnizci possibilites etem elles40 m isali beklem ez­
ler, sadece, onları üreten tarihin içinde devinirler. T üm ütopik
içerikler için geçerlidir bu, yalnızca tüm toplum ların en iyilerinin
sosyal ütopyaları için degil. Sosyal gündüz düşleri ise, kuşkusuz,
geliştirilenler içinde en önemliler veya en derin anlamlı olanlar
değildir, buna m ukabil onların içinde ü topik olanın toplum sal te­
meli oluşur. O nlar en büyük kapsam a işaret etm ekle kalmazlar,
aynı zam anda, teknik ütopyalarla birlikte, insani arzu coğrafyası­
n ın en p ra tik g ö rü nüşleridirler. Aynı zam anda g u ru rlu d u rlar;
çü n k ü sosyal ütopyalar, el yordamıyla ilerledikleri ilk başlangıç­
larında dahi, alçağa ‘hayır’ diyebiliyorlardı, alçaklık m uktedir ol­
sa, hatta alışılagelen olsa bile. Alışılagelen, öznel yönden çok za­
m an m uktedirden daha sekte vurucudur, çünkü kendini daha
m ütem adi [kesintisiz], bu nedenle de daha az hüzünlü bir tarzda
sunar; çelişkinin bilincini karartır, cesaretin saiklerini zayıflatır.
Fakat sosyal ütopya neredeyse tam da bu bilinç kararm asından,
bu baygınlıktan kendini ayırarak; alçaklığın -h a tta hiç iler tutar
yanı olmayan alçaklıkların- hükm ü altında manevi fantezi yok­
sunluğunun y an sı ve politik aptallığın tamam ı dem ek olan tür­
den alışkanlıkla arasındaki farktan ortaya çıkmıştır. Sosyal ütop­
ya, kendi kendine hayrete düşm e ve verili olanı, ancak değişme­
sini m akul bulacak kadar az ‘doğal' sayma kuvvetinin bir parçası
olarak işlemiştir. Marx’ın dediği gibi, politik kam u n u n [devletin)
yalıtılm asına son verm ekle kalm ayan, insanların yalıtılm asına da
son veren bir toplum haline doğru değişimdir, [ütopya nazarın­
da) m akul bulunacak olan. Sosyal düşlerin gelişmesinde bir dolu
fantastiğin katkısı vardır, ama aynı zam anda, Engels'in ilâve ettiği
gibi, bir dolu “fantastik kabuğu çatlatan dâhiyâne düşünce tohu­
m u ve düşüncenin” de. Marx, gelecek tasarım larının som ut d ü ­
zeltisini yapana ve vâdesi gelen bir eğilimin sahicilikle kavranan
seyir planına oturtana, böylece b u tasarım [bir noktada] sona er-
meyip tersine kuvvetli bir biçim de yeni başlayana kadar. Şimdi
hatırlatacağımız öngörücü tasavvurların, soyut planların ve prog-

40 Sonsuz olanaklar.
578
ram lann gelişen bereketi olmasaydı, nihâî sosyal düşe de erişile-
mezdi. O d üş şim di bilinç düzeyine çıkm ıştır ve böylelikle, tam
bir planlama ile, sosyal uyanışa dönüşecektir.

II. G E Ç M İŞ İN SOSYAL ARZU İM G E L E R İ

S olon ve m ü tev a zı orta

Çocukken, öyle çok fazla şeye taham m ül etm ez insan. Baskıya


alışmış olan bir yoksulun tu tu m u ise farklıdır. İn san lan n nasıl
yapıp etm elerinin nasıl da kötü olduğu duygusu ve nasıl da baş­
ka türlü olabileceğine d ö n ü k b ir bakış, ancak çok so n ralan gelir.
İlkin kaçınan, sakıngan bir bakıştır bu, kişi m ü m k ü n olduğunca
çabuk kendi içine çekilir, kanaatkarca. Bias, nesi varsa yanında
taşıdığını söylüyordu; fazla şeye ihtiyacı yoktu, başkalarından
da fazla şey talep etm iyordu. Eşyasız yaşam hem iktisaden hem
toplum sal olarak en iyisi gibi görünüyordu; hiçbir zam an tam
unutulm am ıştır bu bakış. Sürtüşm eler azalır, kıskançlık da istis­
m ar da sona erer, aylağın her ikisine de sebebi yoktur. Yedi Bil­
geler çağının vecizeleri bu bakım dan hep aynı şeyi söyler, hepsi­
nin anlam ı, naklettiğinizde, in san ın m ütevazı olm asıdır. Azla
m u tlu olabilir ve ancak azla m u tlu olabilir. Fazla b ü y ü k m ülki­
yetin bölünm esi gerekir, der Solon. Servet değil erdem lâzımdır
bize, o rtak yaşam ı kolaylaştıracak olan sadece odur. H içbir kim ­
se ölüm ünden önce mesut bilinem ez; bu cümle aynı zam anda
servete güvenilem eyeceği ve o n u n ne kişi için ne de birçokları­
nın paylaşacağı bir d u ru m olarak tavsiyeye şayan olm adığı anla­
m ına gelir. B ütün b u n lar çok genel ve yukarıdan aşağı vaz'edilse
de, sakin bir ortayı arar. H erkese eşit olanı bağışlayan ve b u n u n ­
la varolar m utluluk, ‘orta'da yansımalıdır.

D iyojen ve n u m u n elik dilenciler

A şın yağlı hayat, zayıflatıldıgında, nerede durmalı? O ana dek in­


sanın alışkın olduğu hiçbir yerde - m ünis tevazu dahil. Diyojen,
herkes adına, köpeğe in m e arzu su n u yaşadı; çünkü insan -v e
onun oluşturduğu grup-, yapaylaşmış, dolambaçlara sapan, yanlış

579
hayvandır. Kiniklerin beyni olan Anisthenes, başlangıçta dogru
cemaatin, dilenm eyi bilen ve utanıp sıkılmayan köpekler arasın­
daki gibi olduğunu öğretiyordu; kendini kolay tatm in eden, özgür
bir sürü. Tüm insanlar bu gevşek sürü halinde yaşamalı, hiçbir
halk diğerlerinden sınırlarla ayrılmamalıdır. Altın kaldırılmıştır,
evlilik ve hane feshedilmiştir, azami kanaatkarlık (ki köpeklere ta­
bii ki uymaz) insanları birbirlerinden ve çevrelerinden özgürleşti­
rir. Köpek olarak düşlenen insan, aşın tadlara bulaşmadığına gö­
re, geri kalan bulaşıklıkları da sona erer. Yaşamı çevreleyen koşul­
lardan bağımsızlaşır, o ve benzerleri her durum da kendilerini ev­
lerinde hissedeceklerdir, yeter ki rahatsız edilmesinler, m üm kün
olduğunca az devletli olsun. Dem ek burada özgürlük hiç de cesa­
ret ve şehvetle değil de kaçınmayla ve rezaletle başlıyordur. Nite­
kim fıçısındaki Diyojen başka işlerin yanı sıra um um a karşı kendi
kendini tatm in etmiş, bunu yaparken sadece açlığım da aynen bu
kolaylıkla def edem ediğine hayıflanmıştır. Krates ile zengin bir
evden gelen ve kiniklerin dilenci yaşam ına katılan bir kız olan
Hipparchia, cinsel birleşmelerini sü tu n lu bir avluda kam u ö n ü n ­
de gerçekleştirmişlerdir. Köpeklere yakın olmak, babaların modeli
olarak, yaşam korkusu taşımaksızın hoşnut olm anın basit töresi
gibi göründü. Kara ekm ek, süt ve pancarlı Eski Çağ, sağlıklı ve
doğaya uygun olan yegâne dönem di; bunu ikrar eden insanlar da,
bir tatm in olm uşlar grubu kadar rahatça geçinirler birbirleriyle.
K anaatkarlar arasında hem en hiçbir işe de gerek kalmaz, çıplak
yüzücüyü suyun üzerinde tutm ak için suya bir iki kulaç atm ak
yeter. Ö zgürlüğün içinde ikam et ettiği fıçılardan m üteşekkil bir
şehrin, kıskançlıktan uzak bir şekilde bekasını sağlaması da fazla
zahmetli olmaz. Her şeyden önce, kanaatkâr kişi geceleyin korku­
suz uyür, gündüzleri dik gezer; çünkü üzerinde iktidarının olm a­
dığı koşulların yakınlarına yerleşmiyordur.

Aristipp ve n u m u n elik a sa la kla r

Ama b u n la rın yam başında yaşam hiçbir şeyi eksilm eden şen şa­
tır sürüyor ve iğva ediyordu. O zam an kadim altın çağ kanaat-
kârca-eşit değil de bereketli-eşit olarak d ü şü n ü ld ü . Kaba varolu­
şun yerine, haz alan, icabında asalaklık da yapan Bohem, doğru

580
varoluş biçimi olur b u düşüncede. Bu öğretide haz, insanın his­
sesidir; ihtiyacı karşılam ak tan bağım sız olarak, b izzat zevkin
kendisi u ğ ru n a zevk duym ak, insanı hayvandan ayırandır. Tadı­
na varm a yetisinin, insanı köpeğin, havyanın, m ahrum iyeti hoş­
nutlukla yaşayanın üzerine çıkardığı tem in edilir (Marx da asla
karşı çıkm azdı). İnsani arzular, hayvani olanlardan farklı olarak
en nihayetinde orjiye varırlar, böyle olmakla da pekâlâ doğaya
uygundurlar. N itekim H edonistlerin beyni A ristipp, kanaatkâr­
lık değil de tersine sınırsız ve akıllı haz kabiliyetinin doğal insa­
ni d urum olduğunu öğretiyordu; kültive edilmesi gereken, buy­
du. H edonist ırk, kinik ırktan farklı olarak böylece ayağa dikilir
ve onların devleti, karşılıklı m ukabelede bulu n an , birbirini kol­
layan bencillerin devleti olarak düşlenm iştir. Cemaatler arasında
en iyisi, yurttaşlarının hazdan yana olan kazancının olabildiğin­
ce artm asına en az m ani olandır. H edonist g rup bireysel k u rb an ­
lar istemez, ne aile ne vatan tanır. En az tanıdığı ise, b ir bireyin
m utluluk arzusunu frenleyen ya da önceden belirleyen yasaklar­
dır. Kiniklerle H edonistler burada, kanaatkârlık ile hazzın hür
fikirliliğinde birleşirler; h er ikisi de anarşiktir. Kendi yaşamları,
devlet nizam ının ta kendisi olm alı, toplum sal yaşam da da bir pi­
yasa gezintisindeki kadar rahat bırakılm alıdır insan. Aristippos,
dilenci giysisiyle ihtişam lı b ir elbiseyi aynı vakarla taşım asına
izin veren toplum sal bağlanm am ışlığından m em nundu. Kseno-
fon'un haber verdiği gibi, gezgin yaşam ının herhangi b ir devlete
bağlanm am ışlığından m em n u n d u ; ubi bene, ibi p afria'sından41
m em n u n d u ve ö rn ek gösteriy o rd u b u n u . Bağlanm a, en fazla
dostlukta geçerliydi. H atta daha sonraları, A nnikeris adında bir
hedonist, b ir dostluk şehri kurulm ası gerektiğini salık verm işti;
faydasından ötürü değil de, sağlayacağı hayırhâhlıktan ve eğlen­
ceden ötürü. K endi başına aristo k ratik olan b u zevk im gesinin
dem okratikleştirilm esinin teveccühü, yoksul yurttaşın da köle
em eğinden fayda sağlam ası idi; b u tem elde b ir zevk k o m ü n ü
um um i olarak tasavvur edilebilirdi. H er şeyden önce, hedonist
imge, Altın Çağa ilişkin canlılığını koruyan tasavvurlarla, kinik
imgeye nazaran çok daha iyi örtüşüyordu. H ak im gesinin halka

41 Kendimi iyi hissettiğim yerdir vatanım.


yakınlığının aldığı boyutu ve bun u n kudretini, A ristophanes kö­
tücül komedisi Kuşiar'da gösterir. Burada haz imgesi, hiçbir yer­
de bannam ad ık ça, her yerde taciz edildikçe isyankâr olur. Ko­
m edinin d ü n y ev i saadet ad aların d an p ek m em nun kalm ayan
kahram anlan, Euelpides (u m u tlu ) ve Peisthetairos (sadık dost)
bulutlarda kuşlarla kalmaya ve onlara gökyüzünde yeni bir dev­
let kurm ayı teklif etmeye karar vermişlerdir. Ne var ki kom edi­
de başka tü rlü tınlayan, kesinlikle daha dünyevi b ir anlama ge­
len ve sahiden m evcut ütopyanın zikredildiği de görülür. Aris­
tophanes, m izahını asıl buna karşı sarf eder:

Yokluktan hiçbir insan zail olmayacak artık,


Çünkü herkesindir, tüm mülkiyet,
Ekmek, çörek, kıyafetler, tuzlanmış et,
Şarap, bezelye, mercimek ve yeşillik.

Bu m ısra - k i anlam ca benzeri, alaya alınan arzu imgeleri vesi­


lesiyle karşım ıza çıkm ıştı (s. 525 v d .)- hiçbir kuşkuya yer bırak­
m ayacak biçim de, o zam anlar tehlikeli ve ciddi hale gelmeye
başlayan altın çağın hatıralarıyla ilgilidir. Mısra, yeşillik’le pleb-
yen “doğa devleti"ni alaya aldığı gibi, geri kalan m allardaki b e­
reketle de hedonist ideali, daha doğrusu bu idealin dem okrasi
tarafından haraç m ezat satılışını m akaraya sarar. Böylesi travesti
durum lara m usallat olan şiddetli geğirm e, halktaki E pikür’d ü r
bir bakım a; özgürlük, açgözlülük olarak görünm elidir. H edo­
nistlerin kendisinde, köle değil de in san olduğu m üddetçe h er­
kese şarap, su retin d e görünm üştü. Haz özgürlüğü, bencilliğin
kısıt tanım am asına rağm en, dem okratikti; ç ü n k ü m u tlu lu k da
cöm ertlik olarak düşünü lü y o rd u o zam an - yaşam ak ve yaşat­
m ak olarak, kibar-iyi hal ve davranışlarla.

P laton'un D or D evletine d a ir düşü

Böylesi arzu lan alaya alm ak, o n la n zararsız kılm aktan başka bir
şeydir. Platon, ütopyacı güdüyü devraldığı gibi onu özgürlükçü
istikam ete çevirmesiyle, bu İkincisini yapm aya girişiyordu. Pla­
ton en iyi devletin nasıl olacağı üzerine ilk tafsilatlı m etin olan

582
Politeia'yı yazdı; ince d ü şünülm üş olduğu kadar da gericidir bu
m etin. Burada yapılan artık m üphem ce düşlem ek ve M üphem 'in
düşü n ü neticesine vardırm ak değildir am a altın kadim çağı özle­
m ek ve göklere çıkarm ak da değildir. Yitirilmiş özgürlüğün (rus-
tik ya da dolgun tü rd en ) yerine erişilm em iş düzen z u h u r eder:
d ü şç ü lü k içeriğiyle b erab er sab itlen ir ve em redici hale gelir.
H atta am p irik b ir m od eld en de m ah ru m değildir, - b u b ü y ü k
idealistte insanı şaşırtan b ir gerçeklik duygusuyla-, üstelik epey­
ce yakınlardadır bu model: Sparta'da. Sparta'ya ve onun aristok­
ratlarına duyulan sevgi, Pelopones savaşından sonra Atina yük­
sek tabakasının ilgilerine denk düşm eye, onların dem okrasiyi
tasfiye etm ekteki çıkarına uym aya başladı. Egem en sınıf zaten
dem okrasinin tasfiyesine meyyaldir, koşullar Platon’u n tarif etti­
ği gibi geliştiği m üddetçe: “Şim diki devlet iki devlete ayrılıyor;
yoksulların devleti ile zenginlerin devleti, birbirlerini iflah ol­
m az b ir nefretle izliyorlar.” Böyle zam anlarda m utlak devlet oto­
ritesine, polis ve düzen devletine b ir eğilim olur. Böylece Pla­
ton’u n ütopyası (egem en sın ıf ü to p y asın ın p arad o k su olarak)
Sparta'nın idealleştirilm esine vardı; b ü y ü y en sın ıfsal gerilim ,
Sparta’nın en sıkı Yunan devleti olarak, otoriteyle kavuşulacak
selam et olarak tavsiye edilm esine yol açtı. Platoncu ideal devle­
tin üç kastı olan amele züm resi, güvenlik züm resi, öğretim züm ­
resinin örnekleri, Pelopones'te m evcuttur: Helotlar, Spartiatlar
ve Yaşlılar K onseyi (G erusia). Platon h a lk ın geleneksel devlet
düşlerini devralıp tersine çevirir; m uazzam b ir sosyal ütopya ge­
m isi inşa edıp ters rüzgârı verir; böylece belirlediği ülkeyi gem i­
ye yükler ve altın çagın yerine kara çorbayı42 koyar. Altın çagı,
bir bollu k çağı olarak, ancak geçerken h atırlatır Platon. Şunu
ekler: h ü k ü m e t ve yasalar, ancak “d ünyanın fenalaşm ası” ile zo­
ru n lu olm uştur. Doğa devletinin dom uzların devleti olduğunu
söyleyen ü n lü h ü k ü m de o n u n m üstehcen haliyle degil kanaat-
kâr karakteriyle ilgilidir. Sokrates, P oliteia'nın ikinci kitabında
kanaatkârları ve onların sağlıklı devletinin nasıl tasvir edilebile­
ceğini haber verir: “Bezelye ve fasulyeleri koyarız önlerine, m er­
sinleri ve palam utları ateşle közlem eleri gerekir, üstü n e de ölçü­

42 Spartalılann tuz ve sirkeyle kanda pişirilen domuz eti suyundan çorbası.


583
lü b ir yudum içerler.” G laukon da b u n u n üzerine “bir dom uzlar
devleti” d er buna, “çünkü b u n ların da önlerine tıkınm aları için
başka b ir şey atılacak değildir”; böylece k in ik devlet, yalnızca
terbiyesizliği ve bohem liği nedeniyle değil kanaatkârlığı yön ü n ­
d en de reddedilir. L lk in hem en ard ın d an Sokrates, P oliteia'nın
aynı kitabında, sefaperest h edonist devlete de h ücum eder. Er-
k e k -o lm ay an b ir m u tlu lu k o la ra k iro n i yapar, o n u n la ilgili:
“Ressamlığı b in bir gayretle b ir yerlerden getirm em iz gerekir, al­
tını, fildişini ve benzer h er şeyi de... T üm av kahram anları, tak­
litçi sanatçılar, şairler ve hizm etkârları, gezici destancılar, oyun­
cular, dansçılar, tiyatro girişimcileri, b ü tü n dallardan sanatçılar
-ö n celik le kadın ziynetiyle ilgili o la n la r- da dahil." Altın Çağa
da, o zam anki insanların, kendi durum ların ın ü stü n lü klerini da­
ha yüksek b ir bilginin elde edilm esinde ' değerlendirm eleri ölçü­
sünde dah a y ü k sek b ir m u tlu lu k atfeder ancak. D em ek, Pla-
ton’u n tapınak devletinde Satürn şenliklerine, doğa karnavalına,
san atın ve aşırı güzelliğin kutlanm asına yer yoktur: adım adım
nüfuz edilen b ir d ü n y a çıkar buradan, daim î b ir krallığın aklının
inşası çıkar. İnsanları D or sertliğine sahiptir, düzeni Sparta aris­
tokrasisinin düzenidir. Kadın cemaati ve (en yüksek züm relerin
oluşturduğu) diğer cemaat bile, Platon’u n ideal devletiyle kinik
ve hedon ik anarşi arasındaki b u tehlikeli görünen benzerlik bile
Sparta karargâhı kaynaklıdır. Sparta'da yıllanm ış b ir adam karı­
sını başkasına sunabilir, evlenmem iş birisi arkadaşından k a rs ın ı
ödünç alabilirdi; Sparta’da da savaşçılar kastının altın ve güm üşe
sahip olm ası yasaktı, başkasına ait erzak ve teçhizat beraber k u l­
lanılabilirdi. Mamâfih Lykurg'un43 Yaşlılar Konseyi Gerusia, Pla­
ton'un devletine, kendi yüksek sınıfı için sadece felsefî bir çerçe­
ve çizmişti; çünkü en yaşlı G eront'lar44 bile Platoncu akadem is­
yenler değildi - hatta tersine. Demek, Platon hükü m darlar filo­
zof veya filozoflar h ü k ü m d ar olana kadar devletin iyileşmeyece­
ğini öğretirken egem enlerin bilgelerini teşvik ettiğinde, tin düş­
m anı Sparta m odeli bu tek noktada, G eront'ların çerçevesiyle il­
gili o larak , b ir k en ara bırakılm ış olm aktadır. F akat filozoflar

43 Spam'nın efsanevi yasa koyucu kralı.


44 Yaşlılar Konseyi üyeleri.
584
kastının Platon’u n ütopyasında da tutunam am ası dikkate değer­
dir; yaşlılık dönem inin derin hayal kınklığıyla dolu eseri N om oi,
meselelerini eğitim aristokrasisine hiç hacet duym adan halleder.
Bu m etinde, o n u n yerine ideal toplum topyekûn polis devleti
olarak ko n u r - bu kez özel m ülkiyeti ve evliliği koruyarak. No -
m oi, tem k in li, d eyim y erin d ey se ta ru m a r ed ilm iş b ir sosyal
ütopya olarak öğreticidir; ikinci hatta ü çü n cü derece iyi b ir dev­
let tasarımıyla yetinir. Bu tenzil edilm iş idealin içinde, tam da
tenzil edilmiş ideal olarak, gericilik bilhassa kuvvetli yükselir,
politik ve bilhassa kültürel yenileyicilere karşı bir ceza kanunu
halini alırsa; öyle b ir görüntü çıkar kı, neredeyse -k aram sarlık­
tan en gerici hale g elm iş- P laton bile. bu düzen idealini 1de-
al’den daha fazla bir şey olarak görm üyordur. Oysa gerek Polite-
i a ’da gerek asıl Nomoi’de, devleti b u lm ak ve d evlet eleştirisi
m ünhasıran basam aklı bir m im arîye, basam aklı b ir beşerî m im a­
riye dönm ü ştü r yüzünü.
Ve bu inşa, insanın donanım ında, kesin biçim de önceden be­
lirlenm iş olmalıdır. İnsanın buna göre üç kuvveti veya ru h u n u n
üç kısm ı vardır; arzu, cesaret, akıl. Bu üç etkinlik biçimi, değer
ölçüsü itibarıyla aşağıdan yukarıya sıralanm ışlardır; yani burada
bile kadem eler vardır. Arzu, cesaret, akıl; karın, göğüs, kafa ara­
sında bölünürler. A rtık hangisi ağır basıyorsa, G üneylilerin ateş­
li karakterini, Kuzeylilerin gözüpek, Yunanlıların itidalli oluşu­
nu belirler. Bu kuvvetler, Yunanlılar arasında, onların itidalleri­
nin üç tü rü n ü veya yönünü biçim lendirir: arzu n u n itidali itaat,
cesaretinki yiğitlik, aklınki bilgeliktir. Yunan erdemliliği, itidal­
den gelir: devamla, itaat erdem i amele züm resini, cesaret erdem i
asker züm resini, bilgelik erdem i filozof yasa koyucular züm resi­
ni biçim lendirir. Böylece, neredeyse doğanın isteğine uygun bir
devlet oluşacaktır; yasasıyla doğa arasındaki çelişkinin asgariye
indiği, doğanın toplum sal tabakadaki tam am lanışı ve taçlanışı
olan bir devlet. Kinikler ve hedonistlerden çok farklı olarak Pla­
ton, doğadan libertinist45 bir doğal h u k u k türetm ez, tersine doğ­
rudan doğruya hiyerarşik bir h u k u k üretir: Suum cuique46 ilkesi

45 Sefih yaşama yatkın.


46 Herkese, kendininki.
585
Physis'in [doğa] kendisinde m evcuttur. H atta Politeia'nın ü ç ü n ­
cü k itabı, k im y an ın harfiyen sosyolojik b ir kullanım ıyla, h ü ­
küm darlığa u y g u n olanların ruh ların a altın karışm ış olduğunu
söyler; savaşçılannkine güm üş, zanaatla uğraşanlannkineyse ba­
kır ve dem ir. Böyle olunca tabii Suum cuique kolay görünür; ku­
ral olarak ço cu k ların ebeveynlerine b e n z e r olacağı da eklenir
buna; n itek im aşağı züm relerden b ir çocuğun daha y ü ksek bir
züm reye m ünasip olması, hele b ir ask er çocuğunun zanaatkârlı­
ğa müsaitliği, “doğası itibarıyla”, p ek enderdir, denir. Tüm üyle
devlet sanatı, karakterolojik-toplum sal tem el koşulların, âhenkli
b ir b ü tü n oluşturm ak, “adaletin” âhengini k u rm ak üzere birleş­
tirilmesidir. Platonik ideal devletin yapısıyla daha sonra da sık
karşılaşacağız; zira özlenen “devlet töresine" ait b ir yapıdır bu.
İd eal devlette (kölelerin y an ı s ıra ) köylülerle zanaatkârlardan
oluşan geniş b ir söm ürülenler kitlesinin varlığı, içe işleyen bir
biçim de törelliğe uygunsuz olan b u d urum , basam aklı bir adalet
ideolojisiyle perdelenir; burada söm ürü, görülebileceği gibi, do­
ğuştan uşak ruhluluğa (soylu olm adan m etalden) d a ir öğretiyle
ideolojikleştirilm iştir. Y üksek züm reler ekonom ik açıdan tam a­
m en üçü n cü züm renin em eğine üzerinde yatarlar ve onların ko­
m ünizm i b ir em ek k o m ü n izm i değil, polisin ve tahsilli Geru-
sia’n ın çalışm am a [em ek-olm ayan] ko m ü n izm id ir. P laton'un,
yüksek züm relerin ordugâh ve m anastır k om ünizm ini alt züm ­
relerden “beklem em esi” değildi mesele - sanki onlara göre fazla
sertm iş gibi. Aksine, ona göre b u düzen fazla soyludur, m üpte-
zeller ona lâyık değildir, hâlâ birtakım dertleri taşımaları gereki-
yordur, oysa aristokratik k o m ü n ü n artık b ir derdi yoktur ve sa­
dece devletinin derdini taşıyordur. P lato n 'u n üst sınıflara verdi­
ği, “yoksulluğun ve zenginliğin farkında olunm adan devlete sız­
masına" karşı uyan ık olma görevi, b u parasal riyazet tavrı da,
üçüncü züm reye uygulandığında, zengin yani tehlikeli pleblerin
çıkm asına m ahal verm em ekten başka b ir anlam ifade etmez. Hiç
de devrim ci olm ayan b u içeriğine rağ m en P laton'un Politeia'sı,
so nralan da, sosyalist hatta k om ünist bir m etin etkisi uyandır­
m aktan geri kalm amıştır. Bilhassa Rönesans’ta, b ü y ü k filozofun
m uazzam otoritesine dayanarak, b ir nevi sosyalizm talim atna­
m esi say ılıy o rd u . A lm an köylü d e v rim in in teo lo g u T hom as

586
M ünzer de P laton’u n ütopyasını zikreder; Suum cuique anlam ın­
da değil de O m nia sint communia47 anlam ında. Ü retken bir yan­
lış anlam adır bu: Platon'un Spartacı b ir yöne dön d ü rdüğü altın
çağ im gesinin şim di yine kadim -kom ünist kökeni hatırlanıyor­
du. Ö yle ki, sanki Platon, k o m ü n ü kendi soylu züm releri için
en iyisi olarak taltif etm ekle, sanki herkes için de en iyisinin bu
o lduğu fikrinin önderiym işçesine. Böylece b ü yük idealistin şah­
sında sanki sınıfların ve züm relerin olm adığı bir sosyal ütopya
“ide”si [fikri] yeniden oluşuyordu. K endi yerinde yurdunda ise
Platon'un ‘en iyi devlet'i tabii farklı görünüyordu; Sparta çerçe­
vesinde, daha ziyade orta çağa uygun b ir ask eri-kleiikal kilise
im paratorluğunun arzu d ü şü n ü görüyordu o, sosyalist oluşum
olarak. Ve ö zgürlüğün kendi devlet rom anına kavuşm asından
çok önce, P laton'un Politeia'sı d ü zen i ütopyalaştırm ıştı. Kaide,
duvar, pencere su retin d ek i in san ların sadece u zu v lar toplam ı
içinde taşıyıcı, koruyucu, aydınlatıcı olm ak üzere özgür bırakıl­
dığı, m ükem m elleştirilm iş bir Sparta düzeni.

H elenistik devlet m a sa lla n , Jam bulos’n u n güneş adası

Daha canlı ve halka daha yakın arzular, sanki hiçbir şey olma­
m ışçasına süregittiler. Evde barınam adıklarında ıraklarda kendi­
lerinin olanı aradılar - yalnızca b ir vakitlerin ve yarının altın ça­
ğında da değil. Bu zam ansal uzaklık uzam sal olanın kılığına gir­
di, sapalardaki bir m ucizeler ülkesinin uzaklığı oldu. Coğrafi uf­
k u n İsken d er'in seferleriyle genişlem esi, belirleyiciydi bu b a­
kım dan. İsk en d er'in am irali N earh o s'u n A rabistan ve H indis­
tan 'a dair m em lek ete g ö n d e rd iğ i rap o rlar, a ltın çağa ilişk in
um utlara deyim yerindeyse toprak kazandırm ıştır. H indistan'ın
keşfiyle buna b en zer biçim de kuvvetlenen H elenistik ütopya,
tıp k ı A m erika'nın keşfinin güçlendirdiği yeni çağ ütopyası gibi,
devlet uzam ının geom etrik b ir yere kavuşm asını sergiler. Yalnız­
ca tek bir ü topik raporda, T heopom pos'un masalsı M eropis hak-
kındaki haberinde, m u tlu lu k ü lkesinden Eski Ç ağdaki bir yer
gibi bahsedilir (P laton'un K ritias'ında A tlantis'in anıldığı gibi).

47 Herkes müşterek.
587
Fakat E uem eros'un sadece fragm anları intikal eden tuhaf rom a­
nı “K utsal Kitabe”de (yaklaşık M.Ö. 300), ilk defa olarak, bugü­
ne ilişkin b ir ütopya hayaline sahiptir. Denizci m asallarıyla bağ-
lantılandırıldığında, neredeyse paradoksal bir kazanç sağlar bu:
ütopyanın vuzuha kavuşm ası. E uem eros'un yolu, A rabistan’dan,
o zam ana dek saklı olan bir ülkeye, Panchaea adasına gider; ora­
da m üşterek üretim yapılm akta, hasılât eşit paylaşılm akta, top­
rak ekip biçm eye hâcet olm aksızın ü rü n verm ektedir (bu da ilk
kez beliren b ir m otiftir). M utluluğu ve lütfu, Zeus'un hâlâ d ü n ­
yada olduğu o çağla olan bağlarından gelen bir halk yaşar bura­
da. Burada krallık ve h üküm et, rahiplerin yum uşak yönetim i dı­
şında, bilinm ez ve gereksizdir; zira Zeus bahtiyarlığın yasalarını
öyle m ükem m elen öğretm iştir ki, yukarıdan b ir m üdahaleye ar­
tık gerek yoktur. Fakat Euem eros sadece çok uzaklardaki bir ül­
keden sosyal ütopya haberleri verm iyordu, bu ütopyanın kendi­
si yine Zeus ve Tanrılara dair aydınlatıcı b ir m asalın ' kıyafetiydi.
Ü topyasına adını veren şu “K utsal K itabe”yi de b ir tapınakta
bu ld u ğ u n u söyler Euem eros: geriye yalnızca Panchaeas'ın d ü n ­
yaya kapalı m utlu lu ğ u n u n kalm ış olduğu, kadim çağların Tanrı­
lar tarihi. U ranüs, Kronos, Zeus, Rhea prensler ve prenseslerdi-
ler, ancak daha sonra Tanrılığa terfi ettirildiler - tıpkı Euem e­
ros'un zam anında İsk en d er ve diyadoklar48 gibi. A paçık ateizm ­
d ir bu, T anrılar hayırsever m ahallî ileri gelenlere d önüşürler,
dünyayı idare etm ekle, semayla ve b enzer şeylerle hiçbir ortak
noktaları yoktur, tevatür ürünleridir. ' Bu noktada Euem eros he­
donist okula yakındı, özellikle de E pik ü r'ü n selefi ve ilk Yunanlı
ateist olan Theodoros'a. M utluluk ülkesi Panchaeas, b u anlam ı­
na uygun olarak, Lükres’in b ü y ü k E pikürcü öğreti-şiirinde de
an ılır (De nat. R arum , 2, 417); b u dünyada, takdis tütsüsünün
b uharı altında b ir ülke. M utluluk ütopyası ve dinsel aydınlanm a
birleşir b u ülkede: dünyevî tiranlar ve Tanrılar, özellikle de ‘ha­
valanmış', katı olanlar, tek bir ham lede devrilirler. Tam da Panc-
haeas’taki Zeus tapınağında d u rm u y o r m uydu, Zeus'a tüm Tan­
rılar gibi eskiden insan olan birisi ■sıfatıyla, -n ered ey se analık
h u k u k u n u n geçerli olduğu daha y u m u şak b ir çağın, Z eus'un zi­

48 tskender'in halefi olan generaller.


588
raat işlerini idare ettigi çağın bir insanı olarak -, h ü rm e t gösteren
kitabe. E uem eros esas itibarıyla yalnızca T anrıların iyi krallar­
dan türetilm esi [geleneğinin] p eşin d en gitm iştir, k en d i d e v le t
d ü şü n ü n degil; m am âfih Helenizm , sadece haz ve b olluğun ol­
duğu başka bir devlet düşü daha çıkarttı ortaya. K utsal kitabe­
lerden yana b ir m ü şk ü lat çekm eksizin, ama giderek artan biçim ­
de iy i doğayla, Euem eros’u n da güven bagladıgı, in sanın d ışın ­
daki iyi doğayla donanm ış olarak. Jam bulos'un “güneş adası”dır
bu, kom ü n ist ve kolektif b ir şölen; bun d an ötürü halka yakın
am a poli tik şölen karakteri bakım ından yine de yeni.
H alka yakın olm aktan ileri giden, isyancı arzular da etkide
b u lu n m u ş o la b ilir b u ra d a . Ja m b u lo s o y u n b a z lık g ö sterm ez,
m etninin elde kalan parçası hem kuvvetli, hem ş enlikli hem n e­
şelidir. Efendiler gibi köleleri de süpürüverir, m üşterek çalışma
ve m üşterek sevinci koyar, ikisinde de kararlıdır. Bu nedenle b u
d ev let ro m an ı yüzyıllar b o y u n ca h a tırla n m ış, n ered ey se Pla-
■ton’u n kin in y anına konulm uştur. Fragm anları R önesans’ta gayet
iyi bilin iy o rd u , İ talyanca ve Fransızca çevirileri de yayılm ıştı.
T hom as M ore'un Ü topya'sm a etki etm iş olm aları m uhtem eldir;
C am panella’n ın C ivitas solis'i49 Jam bulos’la sadece başlığıyla de­
gil kolektif anlayışıyla da kesişir. Jam bulos’taki kol ektivizm Eu-
em eros’a göre daha ayrıntılı ve ekonom ik yön d en daha ince d ü ­
şünülm üştür. N e var ki m asalsı doğa m itosu, bire b in veren ve­
rim lilik, b u rad a da eksik değildir. Bu rom ansı tro p ik lik “güneş
adası”nın k o n u m u n d an kaynaklanır, m addi y ö n d en ise h en ü z
gelişmemiş b u lu n an üretici güçlerin açığını kapatm a işlevi gö­
rür. Tabii D iyonizos ve Helios k ü ltü de, b ab alık h u k u k u veya
efendiler çağının kültlerinden farklı olarak, H elenistik ütopyaya
tesir etm iş olabilirler. Böylesi kültler, diyonizyak-özgürleştirici,
sarhoşluk ve şölen içinde b ü tü n züm re farklarını ilga edici k ü lt­
ler olarak A kdeniz'in d o ğ u su n d a hâlâ yaşı y o rla rd ı. Ja m b u lo s
devlet rom anını yedi E kvador adasına kaydırır; oradaki herkesin
m utlu lu ğ u n u n tem eli, tam m ülkiyetsizliktir. işlerin düzenli bir
sırayla değiştirilm esiyle, işb ö lü m ü n ü n kaldırılm asıyla, ü zerine
d ü şü n ü lm ü ş b ir anlayış ve birlik-beraberlik eğitim iyle. Kölelik

49 G üneş şehri.
de, her nevi kast ve P latoncu kast ütopyası da ilga edilm iştir;
herkes için eşit çalışma yüküm lülüğü geçerlidir; A ntik çağda ve
onu izleyen feodal toplum da hiç işitilm em iş, hem geriye hem
ileriye d ö n ü k olarak öksüz b ir taleptir bu. H ane, çiftlik, aile için
bile m üstakil iktisadı biçim ler ayrılm am ası, A n tikite'nin en son
ve en radikal ü topyası olan bu ütopyanın kolektiflik im gesini ta­
mamlar. Şölenin birleştiriciliğine çalışm a y ü k ü m lü lü ğü ruh ve
neşe vermeliydi; tropik doğa da yardım a geliyor, çalışma döngü­
süne bolluk ve zahm etsizlik katıyordu. Yedi Ekvador adasının
da bu bakım dan katkısı vardır, en kısa gölgenin d ü ştü ğü to p rak ­
larda, diyonizyak b ir eritici güneşin ışıldadığı, Senin-Benim'in
olm adığı şarap diyarındaym ış gibi. H elios'ın ışığı burada adilin
de adaletsizin de üzerinde yanar, Suum cuique'nin adaletsizliğini
bertaraf eder, sanki altın çağdan b ir hayırseverm iş, hatta hayrın
ta kendisiym iş gibi.

S to a ve uluslararası d ü n ya devleti

Şimdiye d ek gördüğüm üz düşler b ir noktada m ütevazıydılar, bir


ölçüde. Bir adaya veya bir şehre yerleşiyor, ötesine geçm iyorlar­
dı. Ada tim sal niteliğindeydi gerçi, b ir topluluğun nasıl olması
gerektiğini, hatta nasıl olabileceğini cezbedici bir şekilde göste­
riyordu. Ancak bu timsal k ü çü k ölçekte kalıyor, kendi içerisin­
deki Yunan şehir devletini kaybetm iyordu. Bu d u ru m , Stoacı
devlet tasarılarıyla değişti; onların d ah a b ü y ü k u zan ılan vardı,
hatta en sonunda Roma'yı da içeren. Ne var ki, kesinlikle radi­
kal m âhiyetteki içeriğin uygulanm ası pahasına ve bir okulun de­
ğil de bir kişinin neşrettiği ateşle. Stoa u z u n ve çok katm anlı bir
edebiyattır, gerçi Platon ile A ristoteles'in to plam ından daha etki­
lidir am a onların okullarından farklı olarak m erkezinde birinci
sınıf bir yıldızdan y o k su n d u r (P lo tin 'd ek i ço k k atm an lı Yeni
Platonculuk gibi). B una o k u lu n birbiriyle bağlantılı olm akla be­
raber üç defada tezah ü r etm esini de eklemeliyiz: Z enon ve Kri-
sippos'la Yunan o k u lu , Panaitios ve Poseidonios'la H elenistik
okul, E piktetos ve Seneca'yla Roma okulu. Bu çok katm anlılığı-
na rağm en tarihsel bir g örünüm olarak Stoa, öğretisinde bilgele­
re atfettiği yoğunlaşm ışlık ve sarsılm azlıktan örnekler arz eder.

590
Böylece [pedantik] Iskenderciliği, Y unanistan'ın b u tu h a f kış
bahçesini hayatta kalarak atlatabilm iş, b u antikacı serada hiçbir
şekilde bük ü lm em iş ve yum uşam am ıştır. İskenderiye'yle rekabet
halinde, bazen de onunla birleşerek, işlemeye çalıştığı m uazzam
bilgi m alzemesi içinde hiçbir şekilde bizzat cansız, m alûm atfu­
ruş, tarafsız b ir hale düşm em iştir. E rkekliğini ve b ü tü n soyutlu­
ğuna rağm en praxis'le bağını k o ru m u ş, zam anına ve geleceğe
yakın olm ayı başarm ış, Roma'ya hatta H ıristiyanlığın Roma'yla
köprüleri atm asına ayak u y d u racak olgunluğa erişm iştir. Stoa
özellikle sosyal düşlerinde tarihsel d ö nüşüm lerden so nuç çıkar­
tır, aynı zam anda bunların eğilimini ideolojileştirir ve ütopyalaş-
tırır. Z enon'un M.Ö. 300 dolaylarında tasarladığı imgede, ideal
d ü n ya d evleti im gesinde, İn sa n lık d ev letin d e o ld u ğ u gibi (bu
kavram ilkin Panaitios tarafından genç Scipio'yla beraberken ge­
liştirilm iştir). İdeal devlet büyük olduğu kadar öyle iyi olm alıydı
ki, onun yanında artık kendini gösterecek hiçbir şey olmayacak­
tı; b u n u yapan ilk ütopya olarak, sonra evrensel m onarşiye dö­
nüşecek olan evrensel cu m h u riy etin bayrağını açtı. P laton'un
ü to p ik Polis'i, tıpkı İyi fikri gibi, zam andan bağım sız o larak oluş
h a lin d e olm ayı istiy o rd u ; İsk e n d e r'in im p a ra to rlu ğ u ve Ro-
m a’n ın d ü n y a im paratorluğu b una ü topik genişlik kattılar. K ü­
çük ölçekten çıkış, daha Z enon’u n sosyal ütopyasıyla başladı;
Yunan Polis’in in , ü to p y a la ştırıla n haliyle b e ra b e r ç ö k ü şü ve
u lus-üstü İskender İm paratorluğu'na geçiş. P lütark'ın de fo rtu n a
A lexandri50 konuşm ası, gecikm iş b ir geriye bakışla, gerçeklikle
refleksin [üzerine d ü şü n m en in ] n edenselliğini alışılagelen bi­
çim de tersine çevirerek, İskender tarihini Z enon'un Politeia'sın-
d an hatırlam alarla biraraya getirir. İskender burada Stoacı ideal
devletin icracısı olarak görünür; yaşamı, zihniyeti ve hissiyatı,
evliliği, halkların yaşam tarzlarını “b ir şölen kâsesinde”51 birara­
ya getiren birisi gibi temsil edilir. O nlara, iyileri nerede olurlarsa
olsunlar akraba, kötüleri nerede olurlarsa olsunlar yabancı say­
mayı, Eküm enleri anavatana ait saymayı öğreten b iri gibi. İsken­
der İm paratorluğu hızla tekrar tekil devletlere b ö lü ndü, lâkin

50 lskender'in kaderi üzerine.


51 Eski Yunan'da, şarap ve suyun karıştırıldığı büyük .
Pön savaşlarının ardından Roma yükselişe geçti ve onun em per­
yalizm inin testisinde daha da şedit b ir karışım vardı. Roma'da
da; nasıl Yunan m illeti İsk en d er İm paratorluğu'nda çöküntüye
ugradıysa, Latin m illeti Sezar’ın O rta Akdeniz m onarşisinde eri­
di. Stoa'da onca m ühim olan ve nizam olarak görünen Tyche52
olarak kad erin kendisi, Rom a'nın b üyüm esini ihtiva ediyor gö­
rünüyord u . Stoa’ya u zak olm ayan tarihçi Polybios, ikinci Pön
savaşını, b ü tünüyle başka b ir dünya h a li olarak kaydeder: o za­
m ana kadar dağınık gelişen hadiseler, şim di b ü y ü k ve başarılı
b ir ham leyle neredeyse bedensel b ir b ü tü n lü k arzediyorlardır.
Polybios'ta Tyche d ünyanın akışlarını bitiştirir, herkes için ortak
b ir uzam sal-zam ansal toplam kader oluşturur: Roma. Pax rom a­
n a 53 ve Stoik evrensel devlet so n u n d a öylesine tam am larlar ki
birbirlerini; kozm opolit ütopyaları neticede Roma İm paratorlu-
ğu’n u n ta kendisi suretinde g ö ründüğünde ( “insanı zaafları göz
ardı edecek olursak”, Cicero’n u n dediği gibi), Stoacı bilginlerin
itaatkâr veya yurtseverce uzlaşısının nerede başladığını ayırt et­
m ek hiç kolay değildir. K uşkusuz ezici askerî güç değil, Evren­
sel olan, E küm enik olandı, Roma'da Stoa'yı ayartan. G erçi katı
am a ince bulu şlu ve asla isyankâr olm ayan b ir okul, kendisine
yararlı olm ası halinde, -S to a c ı b iraderlerin ütop y ası sonraları
b irço k retorik takdim de Roma İm p aratörluğu'nun övgü n u tu k ­
larına dönüşü n ce-, pekâlâ razı gelirdi bu ayartmaya. Zenon za­
ten dünya devletini kehanet etm işti; P latoncu Polis'in darlığına
ve onun kastçı darlığına olan karşıtlığını vurgulayarak yapm ıştı
bunu. Ve Zenon, halkları atlayarak bireyleri evrene bağladı ise
şayet, sınırları haydi haydi atlardı.
Tekil, sam im i, töresel olarak se rb e sti k azan m ış in sanlardan
hareket ediyordu o. O nlara b ir bağ gelm eliydi, dev b ir birlik,
onun içinde az sayıdaki bilge em saller aracılığıyla yetiştirilecek­
ti. Z enon Politeia'sında para istem ez, insanlar ü zerinde ik tidar
k u ru lm a sın a , m a h k e m e le re, h a tta güreş o k u lla rın a bile göz
yum m az. K risippos varolan b ü tü n yasaları ve anayasaları yanlış
b u lu y o rd u ; h er şeyden ö n ce, k e n d ile ri ay ak ta k alm ak ü zere

52 Yunan mitolojisinde kader Tanrıçası.


53 Roma barışı.
592
ayakta tu ttu k ları iktidardan ötü rü . Vaz'edilmiş yasalar olm adan,
savaşsız bir varoluşla yine b ir altın çağ düşlenir. K üçük m u h it­
lerdeki gibi b ir dostluğun b ü y ü k ölçekte bağlayıcılık kazanm ası,
arızasız b ir birlikteliği tem in at altın a alacaktır. B u güne kalan
fragmanlar, bu ü topyanın h u susiyetlerine ve fantastik kısım ları­
na dair ancak soluk b ir resim verir. Ancak b ir sam im iyetten h a­
reket etm esinden ve S toa'nın dış koşullara ilişkin k â h poz ola­
rak tak ın d ığ ı k âh sahici k ay ıtsızlığı ve h o rg ö rü sü n d en ö tü rü
m uhtem eld ir ki, ütopya en azından ekonom ik açıdan uygulan­
m adan kalm ıştır. Politik olanla, “en iyi anayasa” ile ilgili olarak
ise Stoa, K risippos’a rağm en, çok geçm eden eklektikleşti. Aris­
toteles gibi b ir gayrı-ütopyacıyı izleyerek, D em okrasiyle aristok­
rasin in karışım larını takdis etti. H atta m onarklarla bile anlaştı,
en so n u n d a ideal tek-devlet’in tek-başını göklere çıkarttı. Öyle
ki, Stoa’ya bağlı b ir diyadok-kral, A ntigonos G onatas, ilk kez
krallığı (halka) “şanlı uşaklık hizm eti” olarak tanım ladı; M arcus
A urelius ise egem enin ahlâkını tam tam ına Stoacı devlet idealin­
d en türetti. Buraya kadar zu h u r eden, halihazır d u ru m u n sosyal
ütopyasıdır; töreli olarak tak d im edilen E küm en, Sezar’la köp­
rü leri atm az -d a h a sonra, A ugustin'in h ü k m ü altında, dinî kö p ­
rü yıkılacaktır. M am âfih Stoacı ütopyanın anlam ı o n u n tertiba­
tında da değildir, gösterişini yaptığı katı kom ünizm de de. O nun
anlam ı, dünya burjuvazisi program ındadır, yani burada: insan
tü rü n ü n birliğinde. Aşağıda birey d ir b u n u n taşıyıcısı; “yüksek
devlet”, bireylerin töre eğitim i ve şid d etten arınm ış birliktelik
için seçilm esiyle başlar. Ama b u n u n la bitm ez kesinlikle; Wila-
m ow itz’in bir zam anlar söylediği gibi Platon’u n ideal teşekkülü­
n ü n cem aat, Z en o n 'u n k in in ise birey o ld u ğ u n u kabul etm ek,
tek yanlı ve abartılıdır. Bilgelere d a ir ideal im gede bile, genel b ir
m akul yaşam kuralının kişisel-olm ayan tipik hatları ağır basar.
Stoacı devlette de m üşterekliğin Pathos'u baskındır; ona nüfuz
etm esi gereken genel akıl yasasına u y g u n olarak, Stoa'nın hare­
ket no k tasın ı o lu ştu ra n sam im iyeti esirgeyip k ollam ak üzere.
M üştereklik insanî olanla kısıtlanm az bile; daha ziyade, insanî
olan, bir parçasını o lu ştu rd u ğ u kozm ik olanla tem ellendirilir.
En önem li parçadır insanî olan; çü n k ü yeryüzü, Stoacı Kleant-
hes’e bakılırsa “düny an ın m üşterek ocağıdır” ve b u ocakta, in-

593
san la n ve T annlan birleştirerek, planlı akıl h ü k ü m sürer. B ütün
insanlara yaşam ın o rta k ve tek yasasını verir, ak ıl sahibi tü m
varlıkların enternasyonalini teşvik eder, “en yüksek ortak var­
lık” olarak, tek tek d ev letlerin tek tek evlerini teşkil edeceği
“Z e u s'u n ş e h ri” o la ra k ev ren d e [K ozm os] b ir yere o tu rtu r.
“D ünyanın m üşterek ocağındaki” kozm ik akıl Stoa'da hatta ana­
lık h u k u k u n a yakın hatlara sahiptir; b u hatlar E uem eros'un zi­
raatçı Z eus'unda da görülebiliyordu, Stoacı ütopya onları güç­
lendirm iştir. Bona Dea54 ve Zeus, Zeus’u n şeh ri ve ana evi olarak
Evren, D ünya Aklı ve her şeyi uzlaştıran, en güven verici Doğa
Ana çehreleri sık sık birbirlerine karışır. Böylelikle A ltın Çağın
evrendeki, sen k retik b ir biçim de kavranan -v e sem avî bir ve­
rim lilik Tanrıçası k ad ar lü tu fk â r- Zeus’tak i dayanağı güçlendi­
rilm iş olur. Z enon’u n düşlediği parasız, m ahkem esiz, savaşsız,
iktidarsız varoluş, kozm ik biçim de inanılan ve ekonom ik-poli-
tik olarak kendisine verilm eyen dayanağa kavuşur b u “dünyevî
m etropolis"te. D evletteki Evren tüm rütbe cinsiyet ve farklarını
düzler; erkek ve kadın, Yunanlı ve Barbar, H ü r Kişi ve Köle, k ı­
sıtlanm adan gelen tüm farklılıklar, m anevî ve nicel kısıtsızlığın
içinde yiter gider. Tarım ve Polis çağının b ağlan olan kan ve aile
de değildir insanları b ir arada tutan; Megapolis'te bağlılıkları be­
lirleyen, daha ziyade töresel eğilim lerin eşitliğidir. Zorluklar,
‘büy ü k sayı' yasasıyla ç ö z ü lü p - daha çok, k o z m o m o r f kılan
genişlem eyle, dünya âhengiyle. Poseidonios'un deyişiyle “Tanrı­
ları ve insandaki Tanrısalı birleştiren b ü y ü k sistem ”d ir bu; yür-
y ü z ü n d e , d ü n y a n ın m ü ş te r e k o c a ğ ın d a b ir P a n te o n . B u,
P hy sis’in hü k m e (Thesis) karşı d urduğu ama doğru yasayla (No-
mos) örtüştüğü yeni Doğa Devletidir. U zun erim li b ir denklem ;
sonraki sosyal ütopyalara p ek değil, fakat doğal h u k u ka belirle­
yici etkide b ulunm uştur. Ne var k i tek tek Stoacılar pratik ola­
ra k b u m aso n ik dev lete, b içim sel sam im iy eti ve devasâ Ev-
re n ’inin yol açtığı beklentiye uygun bir d estek verm em işlerdir.
Böylece kardeşlik duygusu ekon o m ik bir icraata kavuşm am ış;
dış koşulların üzerine çıkm ak üzere vaaz edilen yüceliş [ulvi­

54 Roma dininde verimlilik Tanrıçası.


55 Bkz. 20. Bölüm, dipnot 270, s. 380.
56 Evren-biçimli.
594
lik], bu koşulların hiç doku n u lm ad an ütopyanın yanısıra var­
lıklarını sürdürm elerini sağlamıştır. Yüksek tabakanın dışındaki
Stoacılar da, örneğin köle Epiktet, samim iyetleri hatta dünya id­
rakleri y e ^ to ü n ü n çilesinden uzak olduğu kadar, sosyal dev­
rim ci faaliyetlerden de uzaktılar. Demek Roma'yla bir uzlaşma
onların da kolayına geliyordu; . kehanetleri (burada: dünya dev­
leti) iyi k ö tü gerçekleşiyor görünen p eygam berleri etkileyen
şükran hissini bir k en ara bırakırsak. Buna, altın çağa ve arzula­
nan devletin onunla eşitlenm esine giderek hâkim olan, A ntik
niteliği belirgin anlayışı eklemeliyiz. Ç ü n k ü Stoa’nın nazarında
altın çağ geri döndürülm ez biçim de yitip gitm işti, ancak dünya­
nın yeni b ir başlangıcı yeniden harekete getirebilirdi onu. Bu­
n u n da koşulu, d ü n y an ın yanm asından Zeus’u n tüm dünyayı
yine kendi içine alm asından aşağı değildi. Bu biraz fazlaca şedit
ve insanlardan da bağım sız olup biten altüst oluştan sonra bile,
-y e n i dünyada tekrar tesis edilen- altın çağ dayanıklı olam aya­
caktır - her ne kadar, Stoa'nın temsil ettiği evrensel iyim serlik
öğretisinin buna nasıl elverdiği bilinem ese de. D ünyanın statik
biçimde teşci ettiği m ükem m elliğine vurgulu bir uyum la, onay­
ladığı kaderin içinde panteist yuvasını kuran bu öğretiye aslında
ters gelir Değiştirmek; ola ki yum uşatıcı veya reformcu bir de­
ğiştirm e olsun (köle iktisadiyatına, evlilik yaşam ına hatta devlet
idaresine d ö n ü k etkiler görülebilir burad a). N asıl Stoacı tıpta
hastalıklar, akıllı doğanın kendi kendini sağaltm asını sağlayacak
bir tü r m üshil ilacına bakarsa, yasa ve h u k u k gerçi böyle bir
ö zü r bulm azlar am a başka ütopyalardakine yaklaşan b ir şiddette
bile savaşılm az bunlarla. B ütün'ü uzatırlar o n ların önüne, tek
tek parçaların hizalanacağı ve onlara hiza verecek hâkim kalıp
olarak. Stoa'nın ütopyası da infilâk ettirene değil, halihazır Tan-
rı-Doğa olarak dünyayla hep daha iyi uyum sağlayan m ükem ­
m ele/tam am lanm ış olana d ö nüktür. D ünyanın talep edilen ta-
m am lanm ışlığı/m ükem m elliği, o n u yönlendirm ek istediği oran­
da, dünyayı değiştirm e niyetine engel olur; bu d u ru m Stoa'yı
ütopya olarak da tu h af biçim de hem reform ist hem konform ist
kılar. Bazı istisnalar vardır: Z enon’u n b ir öğrencisi ve Sparta
kralı Kleom enes'in öğretm eni olan Stoacı Sphairos, bir çeşit sos­
yalist iktisadı em retm işti; Z enon'un Poiiteia'sıyla krala tesir etti­

595
ği söylenir. Tribün57 T iberius G ra c c h u s'ü n ö ğ re tm e n i Stoacı
Blossius'tu ve b u n u n sonucunda: toprak dağıtım ının teşvik edil­
m esi ve patrisyen ü st sınıfla m ücadele, bilindiği gibi Roma İm-
paratorluğu’n u n d u ru m u n u sarsm am ış olan M arcus A urelius’un
d ö n em in d e o ld u ğ u n d an farklı cereyan etti. H er şeyden önce
Stoacı ütopya kavram ı ‘E küm en', büyüleyici b ir etki yarattı; Ro­
ma lm parato rlu ğ u 'n u n sonraki Stoacılarca üstlenilen yalın ide-
olojileştirilm esini gölgede bırakan b ir ışık yaydı, etkisi Stoa’n ın
dışına da yayıldı. Ö rneğin Yahudilikte, millî-Yahudi kilise devle­
tinin Babil d ö n ü şü n d e silkelediği eski peygam berce evrenselci-
liklere yeniden do k u n arak . P etru s'u n karşıtı olarak P aulus'un
tem sil ettiği dü n y a burjuvazisinin Stoacı etkilerle m eydana geti­
rilm iş, en azından güçlendirilm iş olm ası, kuvvetle m uhtem eldir.
A tinalılar'a söylevinde K leanthes veya Aratus'tan yaptı ğı alıntı
(Resullerin İşleri, 17, 28), Paulus’u n Stoacı m etin leri o k u d u ğ u ­
n u kanıtlar; ve b uradaki alıntı, Zeus’u n dünya idraki içinde in­
sa n cin sin in birliğiyle ilgilidir. Lâkin kadim H ıristiyanlıktaki
hatta kısm en Paulus'taki infilâk ettiricilik, H ıristiyanlaştırdığın-
da bile Stoa’ya ait olan Reformasyon'la tam am a erende olduğun­
dan çok daha belirgindi. A ntik m asonlar olarak Stoacılann, Pa­
u lu s'u n oynadığı erken H ıristiyanlık'la benzerliği burada sona
erer; Stoacı ütopya doğaya uy u m yoluyla nurlanm ayı kasteder,
H ıristiyan ütopyası ise doğanın eleştirisi ve krizi yoluyla.

Incil ve kom şu su n u sevenler ü lkesi

N e anlatır ki m etin , tarihsel hale geldiği and an itibaren? Köle­


leştirilm iş b ir h alk ın acılarından bahseder; sırtın d a tuğla taşım a­
ya, tarlada angaryaya m ecbur edilm işlerdir, “yaşam onlara dert
o lm u ştu r”. M usa sahneye çıkar, b ir nöbetçiyi vurur, sonranın ih­
tilâlcisinin ilk eylem idir bu, ülkeyi terk etm ek zorunda kalır. Ya­
b ancı diyarda tahayyül ettiğ i Tanrı, a rtık dogm a b ü y ü m e bir
E fendi-T anrı değil, Sina bölgesinde M u sa'n ın evlenerek içine
girdiği K enanlı göçebe kabilesinden özg ü r b ir bedevidir. Yahve
Firavun’a tehditle başlar, Sina’nın volkan Tanrısı M usa’da k u rtu ­

57 Roma’da Cumhuriyet döneminde halk temsilcisi.


. 596
luş ve kölelikten çıkışın Tannsi'na dönüşür. Bu biçim deki Çıkış,
Incil’e bu n oktadan itibaren, b ir daha hiç kaybetm eyeceği bir te­
m el tını verir. Göçebe yani y an yanya kadim k om ünist tertibatı
Incil'den daha güçlü m uhafaza eden b ir kitap yoktur. Kenan'da
özel m ülkiyet ortaya çıktığında ve peygam berler m ütevazı ölçü­
lerde olm ak kaydıyla b u n u kabul ettiklerinde bile, işbölüm ünün
ve özel m ülkiyetin olm adığı b ir cem aat T a n n rızasına u y gun sa­
yılırlar. Yeremya çöl dönem ini İsrail’in nişan dönem i olarak ad­
landırm ıştı (yaşlı H oşea'nın v akasından sonra); yalnızca Yah-
ve'ye çok yakın olm alarından değil, ekonom ik m asum iyetlerin­
d en ötürü de. Vaad edilm iş topraklarda ise, buraya yerleştikten
sonra, m üşterek yaşam hızla son bulur. Tabi kılınan Kenanlılar-
dan, - k i onlar çoktan ta n m ve şehirleşm e aşam asındadırlar-, zi­
raat ve bağcılık devralınır, ticaret ve zanaat gelişir, keskin bir sı­
nıf çatışması içinde zenginler ve yoksullar ortaya çıkar, borçlu­
lar alacaklılar tarafından köle olarak dış ülkelere satılır. H er iki
kitap, hem açlıkla hem de ürettiği servetin pırıltısıyla doludur.
Bir yanda: “Ve Samiriye'de kıtlık şiddetli id i” (I. K rallar 18, 2),
diğer yanda: “Ve kral güm üşü Yeruşalim’de [Kudüs] taş m erte­
besine indirdi” (I. Krallar, 10, 27). P eygam berler b u söm ü rü n ü n
ortasında ve ona karşı şim şekler çaktırarak çıktılar, M ahkem e
kurdular, b u n u n la beraber sosyal ütopyanın en eski esa sla n m or­
taya koydular. Ve b u n u , bedevilere hâlâ yakın d u ran y a n göçebe
m uhalifleriyle, itaatsiz ve yalıtılm ış eşhasla, N asıriyeli denenler­
le irtibatlı olarak yaptılar - y an-kom ünist bedevilik çağıyla olan
sürekliliğin b ir kanıtıdır b u da. Güney'de K enan'ın bolluğuna ve
para iktisadına u z a k kalm ış, eski çöl T annsı’na sadık b ir kabile
olan Rekabiler'le de irtibatları vardı. N asıriyeliler'in dış görünü­
şü de çöl davranışına u y g undu, sıkı p alto lar giyiyor, saçlarını
kesmiyor, şarap içm iyorlardı; onların Yahve’si, -ö z e l m ülkiyete
henüz yabancı-, onlar için yoksulların Tanrısı oldu. Simon, Sa­
m uel, llyas Nasıriyeli idiler (I. Sam uel I, II; 2. K rallar I, 8) ama
Vaftizci Yahya da öyledir (Luka’ya Göre I, 15); keza Altın Buza-
ğı’nın tüm düşm anları, K enanlı Baal'denS8 kaynaklanan Efendi
Kilisesi dahil. N asıriye'nin hafızasındaki kadim yarı kom ünizm ­

58 Eski Sami ırklann Tannlanndan biri.


597
den zenginlik ve Uranlığa karşı peygamber vaazlarına, ilk H ıris­
tiyanlığın sevgi kom ünizm ine kadar uzanan, p ek çok sapaklar
yapan fakat yine de belirgin b ir dosdoğru çizgi vardır. D erindeki
tem elleri neredeyse deliksiz bir b ü tü n lü k o lu ştu ru r ve peygam ­
berlerin gelecekteki sosyal barış ülkesine dair m eşhur tasvirleri,
renklerini sadece efsaneden ibaret olm ayan bir altın çağdan alır­
lar. Yahve’nin “Ç öküş”ü hak k ın d ak i eleştirileri de Nasıriyeliliğe
odaklanır: çün k ü bu çöküş, kapitalizm -öncesi Yahve’den Baal'e
dönüştür, Baal’i kendisi lük slerin Tanrısı olm a pahasına yenm iş
olan Efendi-Yahve’ye dönüştür. M antığa uygun olarak, Peygam­
berlik büyük iç ve dış gerilim lerin olduğu b ir zam anda, bu gi­
dişten dö n m e ih tarı olarak çıkm ıştır. K endisini dut toplayan
yoksul bir inek çobanı olarak tanım layan Amos, peygam berler
arasında en eskisi (M.Ö. 750 dolayları), belki de en büyüğüdür:
ve o n u n Yahve’si tu tu ştu ru v e rir dam ı. “Ben de Yahuda’ya ateş
göndereceğim ve Y eruşalim 'in saraylarını yiyip bitirecek. ( ...)
çünkü salihi paraya ve yoksulu bir çift çarığa sattılar. O nlar ki,
yoksulların başı üzerindeki toprağa can atarlar ve hakirlerin yo­
lunu saptırırlar” (Amos 2, 5-7). Devamlı, Efendi Kilisesi'ni aşa­
ğılayarak: “Bayram larınızdan nefret ediyorum , onları hor görü­
yorum ve bayram to p la n tıla rın ız d a n hoşlanm am . ( ...) A ncak
hak su la r gibi ve adalet kuvvetli ırm ak gibi aksın” (A m os 5, 2 ve
25). Y üksek O rta Çağın b ü y ü k C hiliast’^ 9 F ioreli Jo achim 'in
söyleyecekleriyle aynı ru h tan d ır bu: “Sunaklar süslenirken, yok­
sul açlıktan kıvranıyor”. Bu Tanrı'nın, m ülksüzleştiricilerle dinî
so h b e tle r yapm aya hiç keyfi yo k tu r, ne Baal ne M e rk ü r'd ü r
onun m eslektaşları. “Ve adalet bekledi,” diye seslenir İşaya, “ve
işte, zorbalık; ve doğruluk bekledi; ve işte, feryat. Yer kalm ayın-
caya kadar evi eve katan ların ve tarlayı tarlaya birleştirenlerin
vay başına!” (İşaya 5,7). Böylece Yahve, köylülerin toprağına el
koyanların ve serm aye birikim inin düşm anı, intikam cı ve halkın
sesi olarak çağrılır: “Ve onların kötülüğünden ö tü rü dünyayı ve
fesatlarından ö tü rü k ö tü leri cezalandıracağım ; ve kibirlerinin
kü stahlığ ın ı sona erdireceğim ve k o rk u n ç olanların g u ru ru n u
alçaltacağım. Tek b ir insanı has altından, ve b ir adam ı O rfir'in

59 Bin yılında tsa'nın dönüşüyle göksel imparatorluğun kuruluşunu bekleyen


öğreti.
598
saf altınından daha nadir kılacağım ” (İşaya 13,11 vd.). Deutero-
İşaya,60 b ü yük m eçhul şahıs, ilâve eder: “Fakat b u kavm soyul­
m uş ve çapul edilm iş b ir kavm dır; hepsi deliklerde tutulm uşlar
ve hapishanelerde kapanm ışlardır; onlar çapul edilm ek içindir­
ler ve k u rta ra n yok; yağma edilm ek içindirler ve: Geri ver, diyen
yok” (İşaya 42, 44). H erkesin m utlu-zengin olacağı b ir çağ, sos­
yalist bir servet olarak vasıflandırılır: “Ey sizler, h er susayan ve
parası olmayan; gelin satın alın ve yiyin; gelin de, parasız ve be­
delsiz şarap ve süt alın" (İşaya 55, 1). K urtuluş ru h u n u n , göç
Tanrısı olarak Yahve’nin tekrar canlandığı yerde, sabaha erm ek
kesindir. İşaya'da ve daha az genç olan M ika'da aşağı yukarı aynı
biçim de dile getirilen, belki de daha eski b ir peygam berden alın­
m ış ü n lü ü to p y a , ona [Yahve'ye] day an ır: “Ç ü n k ü şeriat Si-
yon'dan ve Rabbin sö zü Yeruşalim'den çıkacak. Ve m illetler ara­
sında hükm edecek ve çok kavm lar hakkında karar verecek; ve
kılıçlarını saban dem irleri ve m ızrakları bağcı bıçakları yapacak­
lar; millet m illete karşı kılıç kaldırm ayacak ve artık cengi öğren­
meyecekler. H erkes kendi asm ası altında ve kendi incir ağacı al­
tında oturacak ve onları k o rk u tan olm ayacak" (İşaya 2, 4; Mika
4, 3 vd.). Barışçı b ir E ntem asyonal'in kadim m odeli vardır, Stoa
ütopyasının çekirdeğini o lu ştu ran b u noktada: b u İşaya m etni­
n in reel etkisi, tüm H ıristiyan ütopyalarına kaynaklık etmiştir.
Gerçi eski İsrail peygam berinin (ve devam eden bağlam içinde
eski Şark'ın) gelecek ve dolayısıyla zam an kavram ının, Augus-
tin'den beri geliştirilenle ö rtüşüp örtüşm ediği, sorulm alıdır. Za­
m an idraki kuşk u su z birçok d ö n ü şü m geçirm iştir, her şeyden
önce F u tu n ım [gelecek) ancak yeni zam anlarda Novum'la [yeni)
çoğalmış ve onunla yüklenm iştir. A ncak Incil'de yönelinen/ni-
yetlenilen geleceğin içeriği, tüm sosyal ütopyalarda anlaşılır ola­
rak kalm ıştır: İsrail yoksulluk, Siyon ütopyadır. Yokluk, M ehdi-
ciliğe iter: “Ey sen, kasırgaya tu tulm uş ve teselli bulam am ış düş­
kün; işte, güzel renkli harçlarla taşlarını yerine koyacağım ve
gök yakutlarla tem ellerini atacağım. ( ...) Salâh ile pekişeceksin,
sıkıntıdan uzak olacaksın, çü n k ü korkm ayacaksın; ve yılgınlık­
tan uzak olacaksın, çü n k ü sana yaklaşm ayacak" (İşaya 54, 11 ve

60 Deulero: Kilise tarafından ikinci dereceden sayılan.


599
14). Gecenin ortasındaki b u ışığın halesi, W eitling'e dek, daim a
sosyal ütopyaların ü zerinde kalmıştır.
Romalı, giderek daha az vaad edilesi olan Vaad Edilmiş Ülke­
ye geldi. Zenginler, yabancı işgaliyle k ö tü geçinm ediler; çünkü
onları çaresiz köylülerden ve yurtsever savaşçılardan koruyordu.
Rahatlıkla ‘isyana teşvik edenler' olarak tanım lanabilecek pey­
gam berden de koruyordu. N asıriyeli Vaftizci Yahya o sıralarda
en aşağı h alk arasında vaaz veriyor ve onların sefaletinin son b u ­
lacağını vaad ediyordu. “Z aten balta da ağaçların k ö k ü dibinde
yatıyor; im di, iyi m eyve verm eyen h er ağaç kesilir ve ağaca atı­
lır” (Matta'ya Göre 3,10). O zam anlar sosyal devrim ci ve millî
devrim ci M üjde için yeterinden fazla alan vardı, dönüm noktası­
na yaklaşılmış gibi görünüyordu. “Benden sonra gelen [benden
daha k u d re tlid ir],” diyordu Yahya: “O n u n yabası elindedir ve
harm an yerini b ü tü n b ü tü n temizleyecektir; buğdayım am barı­
na toplayacak, fakat sam anı sönm ez ateşle yakacaktır” (Matta'ya
Göre 3, 12). İsa'nın kendisinin gelişi de hiç de öyle, Paulus'tan
beri daim a egemen sınıfın işine gelen tefsirde algılandığı gibi,
içe d ö n ü k ve ö te dünya kaynaklı değildir. M eşakkat çekenlere,
sırtın d a yük taşıyanlara m esajı çarm ıh değildi, çarm ıhı zaten
vardı onların; ve İsa, çarm ıhta şu k o rk u n ç çığlıkla öldü: “Tan-
nın, neden terk ettin beni?” Paulusçu olm ayan b ir felâketti bu.
M atta'ya G öre II, 25-30'daki b ü y ü k L o g i o n b u dünyadır, öte
dünya değil; M esih Kral'ın, her suretteki acıya son veren ve her
şeyin dönü şü m e tabi olduğu b ir d ü n y a olan bu dünyada son ve­
ren h ü k ü m e t tam im idir: “B oyunduruğum kolay taşınır ve yü­
küm hafiftir”. İsa hiçbir zaman “T ann'nın ülkesi senin içinde­
d ir” dem emişti; zengin sonuçları olan o cümle, kelim esi kelim e­
sine şöyledir (Luka'ya Göre 17, 21): “T ann'nın ülkesi [melekû-
tu] sizler arasındadır" - ve Ferisiler'e söylem işti b u n u , m üridle-
re değil. Bu dem ektir ki: O ülke [krallık] zaten siz Ferisiler ara­
sında yaşıyor; seçilmiş cem aat olarak, m üritler arasında; dem ek
toplum sal b ir anlam ı vardır, içe d ö n ü k görülm ez b ir anlam de­
ğil. İsa asla “Benim ülkem [krallığım] b u dünyadan değildir” de­
m em iştir; b u bölüm , Roma m ahkem eleri önünde H ıristiyanlar’a

61 İsa'nın hadisleri.

60
yardımı olm ası için Yuhanna tarafından eklenm iştir (Yuhanna’ya
Göre 18, 36). İsa’n ın kendisi, Pilatus karşısında k orkak b ir öte
dünya Pathos'uyla kendisine b ir alibi62 bulm aya kalkışm am ıştır.
H ıristiyanlığın k u ru cu su n u n kanıtlanm ış cesaretine ve o n u ru n a
ters düşerdi bu; h e r şeyden önce, “b u dünya”, “öte d ü nya” keli­
m elerinin İsa’nın zam anında sahip olduğu anlam a terstir. Bu an ­
lam kendi zam anına bağlıdır ve eski Şark'ın göksel-dinsel spe­
külasyonlarına, d ü n y an ın döngüleriyle ilgili öğretiye dayanır.
“Bu dünya”, halihazırdaki, “m evcut dev ir [yüzyıllar] ”le, “o d ü n ­
ya” ise “gelecek d ev irler [yüzyıllar]”la eşanlam lıdır (M atta’ya
göre 12, 23; 24, 3). Bu kavram lardaki karşıtlıkla kastedilen, Bu
D ünya ile Ö te D ünya'nın coğrafî olarak ayrılm ası değil, burada
b u lu n a n a yn ı sahne ü ze rin d e za m a n sa l o la ra k b irbirin i izley en
dünyalardır. “O dünya”, üzerinde ü to p ik sem a ile, ü to p ik yeryü­
züdür; İşaya 65, 17’ye uygun olarak: “Ç ünkü, işte, ben yeni gök­
ler ile yeni yer yaratm aktayım ; ve önceki şeyler anılm ayacak ve
fikre gelm eyecek.” Ö zlenen, ölüm den sonra gidilecek, m elekle­
rin şarkı söylediği b ir öte taraf değil; ilk cem aatin b ir adacığını
oluşturduğu, hem dünyevî hem de d ünyevî-üstü b ir sevgi ülke­
sidir. O dünyadaki ülke, ancak çarm ıh felâketinden sonra öte ta­
rafa ait olarak yorum landı. Özellikle de Pilatus'un, hele bizzat
N eron'un H ıristiyan olm asından sonra. Ç ünkü egem en sınıfın
b ü tü n meselesi, sevgi k om ünizm ini olabildiği kadar ruhanîleşti-
rerek gevşetm ekti. Bu d ü n y ad ak i krallık İsa'ya göre şeytanın
krallığıydı (Yuhanna'ya Göre 8, 44); tam da b u n d an ö tü rü , asla
onu olduğu gibi bırakacağını bildirm edi, o nunla [birbirine] ka­
rışmazlık antlaşm ası yapm adı. Silah reddedilir, lâkin her zam an
da değil: “Ben selâm et değil fakat kılıç getirm eye geldim ” (Mat-
ta'ya Göre 1.0, 34). A ncak dağ vaazında silah reddedilirken, her
kutsayıcı sözle (M atta'ya G öre 5, 3-10) göksel krallığa ânında
nihayet verilm esi de anlam lıdır. D em ek silah ın reddedilm esi,
Apokaliptik.63 İsa için onun gereksiz, çü n k ü artık eskimiş olm a­
sındandır. Taş ü stü n d e taş koym ayan b ir altüst oluş bekler O; ve
hem en b ir sonraki anda, kozm ik b ir felâketin üstün silahı olan

62 tspat-ı gaybubet; cürüm/vaka sırasında başka bir yerde olduğunu kanıtlama.


63 Kıyamete dair, mecazî dilli.
601
doğadan gelm esini bekler b u n u n . İsa’da eskatolojik vaazın ahlâ­
kî vaaza önceliği vard ır ve b u İkincisini belirler. Yalnızca İsa’nın
yaptığı gibi tefeciler kam çıyla tapınaktan dışarı kovulmayacak,
tüm tapınak ve şehir tez zam anda b ir felâketle baştan aşağı yıkı­
lacaktır. Eskatolojik söylem in b ü y ü k Bap'ı (M arkos’a Göre, 13),
Yeni A hit’in e n açıklayıcı bölüm lerinden biridir; b u ütopya ol­
m adan dağ vaazı anlaşılam az. Eski istikhâm böyle çabucak ve
kesinkes yıkılıp atıldığında, “halihazır devirleri” zaten sona er­
m iş sayan ve hem en yakındaki kozm ik felâkete inanan İsa’ya,
ekonom ik sorular da anlamsız gelir. Bu nedenle, tarladaki zam ­
bakla ilgili cüm le p ek o k ad ar naif değildir; en azın d an başka bir
düzlem de, g ö rü ndüğünden daha yabancılanası ve insicamsızdır.
“Sezar’ın olanı krala, Tanrı’nın olanı Tanrı’ya verin” em rini İsa
devleti küçü m sed iğ i ve çok yank ıd a çökeceğini gördüğü için
verm işti, yoksa Paulus'taki gibi uzlaşm ak için değil. Doğal felâ­
ket gerçi b ir devrim ikam esidir am a fazlasıyla kapsam lı bir ika­
me; gerçi m ahşer g ü n ü n e rücu eden Hile ve Aşk’taki64 yaşlı hiz­
m etçinin haber verdiği gibi (2. perde, 2. sahne) h er gerçek isya­
n ı gevşetir am a asla “gelecek devirleri” u n u tu p da halihazır d ü n ­
yayla iç barış yapmaz. Ü stelik b u dün y ad ak i krallığın uğradığı
felâket İsa'da gaddarca vuku bulur, kıyam et m ahkem esinde dü ş­
m anını sevm ek artık pek söz k o n u su değildir. Yeni [m isyonu ta­
şıyan] takım yalnızca İsa’ya yem in etm işti; o âna kadarki devir­
lerden kopan yeni top lu m sal cem aat, o n u n vasıtasıyla, o n u n
şahsında, ona yönelerek oluşm uştu. “Ben asm ayım , siz çubuk­
larsınız” (Yuhanna’ya Göre 15, 5), b u y u rm u ştu K urucu; böylece
İsa, o n u kavradığı oranda eridi cem aatin içinde. “M adem ki kar­
deşlerim den, şu en küçüklerim den birine yaptınız, bana yapmış
o ld u n u z” (Matta'ya Göre 25, 40): ilk H ıristiyanlığın kastettiği,
sevgi kom ünizm i ve insan -d a h a s ı y o k s u l- yüzlü E nternasyo­
n aliy le sosyal ütopyayı tem ellendirir b u cümle. Bu cüm le, zen­
gin sonuçlar doğuracak biçim de, Stoa’da tam am en eksik kalan
b ir şeyi de ilâve eder: Aşağıdan yukarıya [buyrulan] sosyal görev
ve onu kollayan m itsel-kudretli şahsiyet. A ugustin’de olduğu gi­
bi sosyal görev neredeyse kaybolduğunda bile, halihazır dünya­

64 Schiller'in eserine dayanan oyun. İlk kez halktan insanları konu alan opera.
602
nın iktidarıyla ve o n u n insana düşm an m uhtevasıyla olan çelişki
baskın olarak kalm ıştır; b ü tü n o kilise inşaları ve b ü tü n uzlaş­
m alar boyunca. Hk H ıristiyan devrim lerindeki gibi, M ısırlı n ö ­
b etçin in vurulm asını, Çıkış'ı, peygam berin çaktırdığı şim şeği,
tefecilerin kovulm asını, m eşakkat çekenlere ve sırtında y ü k taşı­
y an lara verilen m esajı akılda tu ta ra k . İn cil o rtay a bir sosyal
ü to p y a k o y m u ş değildir, böyle b ir ü to p y ay la tü k etilem ez ve
kendi asli değeri bu ütopyada değildir; b u n a inanm ak, sığlık ve
Incil’i yanlış değerlendirm ek olurdu. H ıristiyanlık sadece yoklu­
ğa karşı b ir çığlık değil, ölüm e ve boşluğa karşı b ir çığlıktır ve
her ikisinde de insan o ğ lu n u sokar devreye. Lakin h er .ne kadar
İncil tam am lanm ış b ir sosyal ütopya içerm ese de, en yoğun bi­
çimde, hem evetleriyle hem hayırlarıyla, b u Çıkış'a ve bu ülkeye
işaret eder. Ve casuslar bal ve sütün aktığı ülkeden haber verdik­
lerinde ne orayı fethetm ek ■isteyen savaşçılar eksikti; ne de son­
raları - b u ülke Kenan o lm ad ığ ın d a- onu aramaya hep devam
eden, hep daha cezbedici ü stü n lü k sıfatları vaz’eden ve onu gi­
derek insanlara yaklaştırmaya çalışan, yanıp yakılan sıkı düşçü-
ler. Büyük Babil'e am an verilm em işti: “Yıkıldı, b ü y ü k Babil yı­
kıldı. (. ..) Ve dünyanın kralları (. ..) o n u n hakkında ağlayacaklar
ve dövünecekler. (. ..) Ve dünyanın tüccarı o n u n hakkında ağlar­
lar ve m atem ederler, çü n k ü onların m allarını (. ..) artık kim se
alm ıyor” (Yuhanna'nın Vahyi 18, 2 vd.). K rallık dem ek Incil'de
asla kutsanm ış b ir Babil dem ek değildir - (sonraları A ugustin'in
b in yıllık krallığında olacağı gibi) Kilise d em ek bile değildir.

A ugustin’in D iriliş’ten olm a T ann D evleti

Yunan'm ileriye d ö n ü k düşleri neredeyse tam am en b u dünyaya


aitti. Yabancı bir ilâve olm aksızın, yaşam ın kendisi iyileştirilme-
liydi bu düşlerde; çok renkli de olsa, m akul bir biçimde. Pagan
arzu im gesinin uzak adalan da hâlâ b ütünsel b ir d ünyanın parça­
sıydı, içerdiği talihle beraber. O talih, tertibatıyla beraber, verili
yaşam a içkinleştirilerek, ona em sal olarak k o nuyordu. A ncak
tuzla b u z olan Roma'nın karşısına, içkin türden b ir em sal çıkartı­
lam azdı artık. Tamamıyla başka, tam amıyla yeni olan bir şeydi
özlenen. Neticede, kurtulu şların rekabetinde, b u politik-Yeni'yi

603
kullanarak, Paul'cu H ıristiyanlık galip geldi. İsa, gerçi bir sıçrayışı
talep etm işti; ancak, -gösterm iş olduğum uz gibi-, asla b u dünya­
dan içsellige ve öte dünyaya degil, yeni bir yeryüzüne, taze bir
sıçrayışı. İsa'nın çekirdeği etrafında H ıristiyan-ütopyacı cem aat
arzusu oluştu; ne var ki, gitgide öte dünyaya ve içsel olarak aş-
kınlaşm ış kendine dönüşe, ayrıca teselliye yanaşarak. Radikal b i­
çim de yenilenm esi gereken b u d ü n y an ın yerine b ir öte dünya
m üessesesi belirdi: Kilise - ve kilise H ıristiyan sosyal ütopyasını
k en d isin e bağladı. Daha K risip p o s'u n ö ğ retm iş o ld uğu “yüce
devlet” suretinde, Stoacı ütopyayla bağlantılar da katıldı buna;
çerçeveyi çizen, -R o m a İm p arato rlu ğ u h a riç -, o n u n [K risip­
pos'un] Eküm eniydi. M amâfih Stoacı ütopyada Yeni'ye sıçrayış
eksikti: u m um iyetle dünya kendi içinde kapanm ış, bitm iş bir
dünya olarak görünüyordu. Tüm A ntik istidâdı içinde istem eden
de olsa kendi içinden yeni istidatlar, ödevler, hatta koppşlar oluş­
turm aya yeteneksizdi. B unun için, paganlık zem ininde bulunm a­
yan bir Çıkış itkisi gerekliydi. A ncak İsa'nın itkisi Tam amlanmış’ı
kaldırıp yerine İnfilâk E ttireni koydu: D ünyadaki akıl devleti,
Zeus'uyla, dünyaya karşı T ann devleti oldu, İsa'sıyla. Augustin'in
(425 civarında yazdığı) ütopyası De civitate D a ,65 yeni yeryüzüne
b u dünyadaki b ir öte d ünya olarak en kuvvetli ütopyacı ifadeyi
kazandırdı - tabii-aynı zam anda Kilise'yi k uran bir ifade.
D ünyevî arzular, b u ütopyada ancak ‘bir k enardan’ m ütalaa
edilebilir, asla yerine getirilemez. O nlar kötülerdir, şim diye dek
azıp durm uş, doğru yaşam dan uzaklaştırm ışlardır. Dünyevi dev­
letin yerleri ve b u n u m eydana çıkan irade, kötüdür. O halde iyi­
leştirilem ez, yolundan dönd ü rü lm esi gerekir; hem şim diye ka-
d arki iradenin hem şim diye kadarki devletin. Bu d ö n ü şün hede­
fi, İsa'dır. A ugustin burada, başta İyi'yi Kötü’yle beraber yaşam a­
ya m ecbur bırakan zarureti teslim eder. İkisinin devletleri henüz
iç içedir ve arzulanan-kutsal olanın, başlangıçta kutsal-olm aya-
n ın [dünyevî olanın] yol açtığı kötülükleri kabullenm esi gerekir.
Kilise Babası (Augustin buralarda hep Paul'cü toplumsal uzlaş­
m aların talebesidir) öyle ileri gider ki b u noktada, hem en b ü tü n
S toacılan n lânetlediği köleliğe de rıza gösterir. K anaat etm ek

65 Tann Devleti.
604
em rolunm u ştu r Ona bakılırsa, yabancı b ir efendiye hizm et et­
m ek kendi zevklerine hizmet etm ekten yeğdir. Devamında Au­
gustin, iyi aile babası olarak -n e d e n böyle sayıldığı b ilin m ez-
halihazır hük ü m etin cezalandırm a hakkını tanır; hatta selâm et
tarihi denen şeyle bağlantılı olarak tan ır bu n u . Zira dünyevî dev­
let k ö tü d ü r am a en beteri değildir; civitas terrena'nın66 altında,
tümüyle şeytanî olan anarşi d urum u yer alır. Buna uygun olarak,
halihazır dünya devletlerinin de selâm et tarihleri değilse de şifâ
tarihleri vardır;67 ilk sığınak ev ve ailedir; ikincisi gens [kabile]
ve şehir devletidir (urbs olarak), ü çü ncüsü ise uluslararası halk­
lar devleti (orbis olarak civitas). Bu h alk lar devletinin, Augus-
tin'in civitas Dei ütopyasında aşağılayarak baktığı Roma İmpara-
torlugu’n u tarif ettiği, kolayca teşhis edilebilir. A ugustin, diğer
Kilise Babalanndan, bilhassa Tertullian'dan farklı olarak, başlan­
gıçtaki b ir altın çağa özlem duym az; zira her nevi civitas'tan ön­
ce olanlar, asla şeytanî hayvanlar krallığından başka b ir şey ola­
maz. Yine de fiilî Kilise Prensi, -ü z e rin e daha konuşacağım ız, ci­
vitas terrena ile civitas D ei'yi b irb irin in karşıtı saym asına rağ­
m en -, Roma İm paratorluğu'nu kilise Eküm eni'nin zem ini olarak
kabul ediyordu. N eredeyse tıpkı geç d ö n em S toa'nın Rom a'yı
k en d i “yüce devlet”iyle irtibatlandırm ası gibi. Şu farkla ki, Ro­
m a'da “yüce devlet” p o litik açıdan iktidarsızdı. B unun karşıs-ın-
da Augustin im paratorluğa kiliseyi âm ir kılıyordu ve zaten, şüp­
heli şifâ müessesesine güyâ İsa tarafından vaz'edilen selâm et m ü-
essesesini âm ir kılm akla yapabiliyordu bunu. A ugustin'de dünye­
vî devletin göreli tanınışı burada son bulur; koşullar daha ileri
b ir denkleşm eye m üsait değildi. Devletle Kilise arasındaki ko­
şullar henüz istikrara kavuşm aktan o kadar uzaktı ki, H ıristiyan
ü topyasın ın icracısı olarak A ugustin, fiilî K ilise Prensi olarak
A ugustin'in tam karşısına dikilir. Tiksinm eyle dolu olsa bile akıl­
lıca Roma hayranlığı, civitas D efnin ilerleyen bölüm lerinde, Au-
gustin’in m anikeist gençlik dönem ine dayanarak, tüm üyle ikici

66 Dünya devleti.
67 Bloch, tarihin, Tanrı'nın dünyayı selamete ulaştırmasının tarihi olarak okun­
masını ifade eden selâmet tarihi kavramının (Heilsgeschichte) yanı sıra; bu
kelimeyle oynayarak, tarihin kendi kendini iyileştirmesi, kendi kendine şifa
vermesi anlamında bir kavram üretiyor: Heilungsgeschichte.
605
[düalist] nefrete, gece ile gündüz, Ahura Mazda ile Ehriman ara­
sındaki gerilim e b ırak ır yerini. D ön ü şü n h ed ef n o k tası İsa ve
yalnızca İsa ise, yalnızca bir selâm et tarihi olur, bir şifâ tarihi ol­
maz: o zam an tarihî devletler, Roma dahil, m ünh asıran İsa'nın
düşm anı olurlar; yalnızca anarşi değil bizzat o anarşinin içinden
çıkan bu devletler de şeytanın krallığıdırlar. A ugustin’in eserin­
de, ortaya koyduğu uzlaşm anın ötesindeki belirleyici düşünce
budur. Süreçsel olarak tasvir edilir b u düşünce: Devlet ütopyası
ilkin tarih olarak görünür, hatta yaratır tarihi; tarih krallığa doğ­
ru bir selâm et tarihi olarak m eydana çıkar; zem bereği Adem ile
Havva arasında kurulm uş, kesintisiz-bütünsel b ir edim olarak,
insan tü rü n ü n Stoacı birliği ve O na nasip olacak olan Hıristiyan
selâm etinin zem ininde. Demek iki devlet, civitas terrena ve civi-
tas D ei, Tanrı d üşm anı g ünahkârların cem aatiyle seçilm işlerin
(T ann’n ın inayetiyle seçilm işlerin) cemaati, insanlığın başlangı­
cından beri am ansız b ir m ücadele içindedirler. A ugustin’in tarih
felsefesi b u m ücadelenin arşivini sunar: d ünyevi devletlerin kendi
kendilerini dağıtışlanna, İsa’nın krallığının filizle n en za ferin e , kes­
k in örneklerle, antitezler üzerinden açıklık ^ızandınlır. D e civi-
tate Dei m etn in in 1-10. kitaplardaki ilk bölüm ü (A ugustin b u n u
b ir “m a gnum opus et strenuum ”6s diye adlandırır), ço k tan n cı pa-
ganlığın k e n d i içinde b ir eleştirisini içerir; pagan Tanrıları kötü
ruhlardır ve b u halleriyle y e ^ ^ z ü n d e lânetlenm işlerin cem aati­
ne hâkim dirler. 11-19. kitaplardaki ikinci bölüm ise, antitezlere
dayanarak tarihin selâmet sürecini geliştirir; gerek aldığı kesitler
gerekse tarihsel içeriklere bakışının ufku ağırlıkla Eski A hit'e da­
yanan dönem lem eler içinde yapar bunu. İnsanlık, ilk günahtan
kıyam ete dek, tek b ir yoğunlaştırılm ış kişilik o larak görünür.
Böylece tarihsel dönem lem e bir insan öm rü n e analojiyle yapılır;
Incil'in m ü m in tarih felsefesi budur. Buna göre çocukluk basa­
mağı A dem 'den N uh'a, yeniyetm elik çağı N uh'tan İbrahim 'e, de­
likanlılık çağı İbrahim 'den Davut'a, erkeklik çağı D avut’tan Babil
e saretin e k a d a r sü re r; s o n iki d ö n e m , İsa’n ın d o ğ u m u n a ve
İsa’d a n k ıyam ete dek uzanır. B un u n , T an rı'n ın k rallığıyla ve
o n u n sö k ü n etm esinin tarihiyle ilgili olarak anlam ı şudur: civitas

68 Büyük ve etkili eser.


606
terrena (günah devleti) sel altında kalm ış, civitas D ei N uh ve
oğullarının şahsında m uhafaza edilm iş, lâkin daha onların ço­
cuklarında yanlış devletin lâneti yeniden z u h u r etm iştir. İbrani-
Yahudiler yine semavî çatının altında toplanırken, - ”b ir rahipler
milleti, kutsal b ir millet olm alısınız bana”- ; tü m diğer halklar,
en acı biçim de de A suriler K ötü'nün, şeytana ait olan m uktedir
devletin yönetim i altında düşm üşlerdir. Yani tüm civitas D e ’nin
tarih felsefesinin m uhasebesi, şiddetin eleştirisi, politik devletin
bir cinayet devleti olarak eleştirisidir. Peygam ber öfkesi yine Ba-
bil ve Asuriye, Mısır, Atina ve (Hıristiyanlığın “resm i devlet di­
n i” olduğu) Roma üzerinde şim şek ler çaktırır: “İlk şehir, ilk
devlet b ir kardeş k atilin ce k u ru lm u ştu r; b ir kardeş katli Ro-
m a'nın d a başlangıcını kirletm iştir. Ö yle k irletm iştir ki, şu n u
söylem ek m üm kündür: bir devletin yükseleceği yerde, öncesin­
de kan akıtılm ış olması, k a n u n d u r” (De civitate Dei XV). Bunca
az gerçekçi ütopyayla yapılan gerçekçi devlet eleştirisinin b ir ö r­
neği olan şu ü n lü cüm le de aynısını söyler: “N edir ki dünyevî
devletler, adalet onlardan tam am en uzaklaştığına göre, dev hay­
dut m ağaraları olm aktan gayrı? Rem ota igitur ju stitia quid sunt
regna nisi m agna latrocinia?" (D e civitate D ei IV). Tabii burada
adaletin Paul'cü anlam da anlaşılm ası gerekir; Tanrısal selâm etin
iradesine teslim iyetin ve onunla u y u m u n sağlayacağı haklılıktır
bu; ju stitia [adalet], justificatio'dur [haklılaştırm a]. Oysa politik
devlette dünyevî m allarla ilgili kavgadan, iç ve dış politik didiş­
m eden, Tanrı'ya uzak bir iktidar savaşından başka b ir şey yok­
tur; k ib rin ve ilk günahın özüyle d o lu d u r o. Selâmete talip d ü şü ­
n ü r olarak A ugustin ( “D eum et anim am scire cupio; nihil ne plus?
N ih il om nino", “Tanrı’yı ve ru h u bilm ek isterim ; daha ne? Başka
hiçbir şey”), böylesine az yatkındır halihazır devlete. Işık Tanrısı
ile gece Tanrısı, A hura Mazda ile Ehrim an arasında, gençliğinde­
ki m anikeist kanaatlerinden beri süregelen gerilim , p o litik bir
gerilim olarak, öylesine yoğundur onda. Tanrı devleti N u h ’un
gemisidir, çoğu zam an da sadece hep saklı kalan bir yeraltı sığı­
nağıdır; ancak şim diye kadarki tarihin bitişiyle ifşâ olacaktır. ' Bu
nedenle, Kilise bile civitas Dei ile tam örtüşm ez; en azından, Ki­
lise günahları affetme yetkisini ölüm cül günaha ve im andan çı­
kanlara kadar genişlettiğinden b eri ([Rom a İm paratoru] Deci-

607
u s'u n H ıristiyanlan takibinden beri), böylelikle epeyce karışık
b ir toplum u kapsadığından itibaren. Kilise ancak seçilm işlerin
sayısınca, corpus venım 6s olarak tüm üyle Tanrı devletidir; oysa
halihazır kilise, seçilmiş ve günahkârlardan oluşan corpus per-.
m ixtu m 70 olarak Tanrı Devletiyle örtüşm ez, yalnızca ona hazırlar,
böylelikle Tanrı D evletine yanaşıktır. H alihazır kilise A ugus-
tin'de elbette ilk Uyanış olarak, n ih â î ikincisinden önceki ilk Di­
riliş olarak, Binyılhk Krallık'la ö rtü şü r (Yuhanna’n ın Vahyi 30, 5
vd.); bu ilk Uyanış K ilisenin lü tu f araçlarıyla y ü rütülüp m uhafa­
za edilir. Böylece Binyılcıhğın [Chiliasizm ] gerilim i d üşürülür,
ancak civitas Dei halihazır kiliseye teslim edilmez; civitas Dei da­
ha ziyade, H abil'den beri, fragm anlar halinde, gökyüzü için inşa
eder kendini ve ancak im paratorluğun zuhuruyla ifşâ olur. C ivi­
tas Dei Platon’u n ideal Polis'i gibi b ir inşadır, ancak tam am lan­
m ış/m ükem m el düzenliliğiyle, ondan daha kesinlikli bir biçim ­
de, insanlar tarafından değil de b ir düzen-T annsı’nca kurulm uş
gibi düşünülür. Her saf dü zen ütopyası, kendi d ü zen in in karşıtı­
na, yani tesadüf veya kader, Tyche ve M oira7' tarafından tanzim
edilm ek yerine salt tayin ve tam im edilmiş olan d u ru m u n a düş­
m em ek için, düzeni kuran ve bizzat bu düzenle k u ru lan bir selâ­
m et ekonom isini varsayar. D üzenin, -tesadüf-M oira’s ı hiçbir şe­
kilde işin içine karışm adan-, aşkın olarak bildirilm esi veya tel­
kin edilmesi esası, P laton'un da Stoa’n ın da Polis ve Polis-Tanrısı
fikrinde mevcut değildi; ilk olarak H ıristiyan Tanrı kavram ında
g ö rü lü r bu. C ivitas D ei, en yüksek su rettek i zam an-ötesi/akıp
gitm iş Polis olarak, halihazır d ünyanın içinden veya arkasından
değil, o n u n akabinde tamamıyla zu h u r eder. Bu, toplum un aslî
üto p ik hedefi olarak kalır ve kilisenin buna m ukabil getirebile­
ceği şey: İnsanın, T ann’nın timsali [m akam ını] kazanm a sıd ır (De
civitate Dei XXII). Ötekiler, yani günahkâr sistem ler karşısındaki
yegâne iyi devletin radikal biçim de zam anlar-üstü tanzim ve dü­
zen ilkesi, bu d u r. C ivitas Dei, harfiyen y ery ü zü n d e bir parça
gökyüzü olarak düşünülm üştü; gerek saadet gerek saflık yönün-

69 Hakiki gövde.
70 Kanşık gövde.
71 Yunan mitolojisinde kader Tannçaları.
608
den, insanları gerçi melek haline getirm eyecek fakat aziz kıla­
cak, yani Katolik öğretisi, bakım ından daha yüksek bir m ertebe­
ye çıkartacaktı. A ugustin’in dünyevî devlet yaşam ına bakışında­
ki karanlık karam sarlığının karşısında; Civitas Dei’nin, azizlerin
varlığına ve kilise içinde onların büyüm esine dayanan, papaz
coşkunluğuyla vaaz edilen ama yine de alan açan, keza sonraki
zam anda bereketli bir şekilde sekülerleştirilebilir iyim serliği yer
alır. Yaşlı Adem ’in eserlerinin bir kenara bırakılıp İsa’n ın cezbe­
sinin yani giderek artan sayıda insanın m anevî yeniden doğum u­
na bağlanan u m u d u n öne çıkarılması, böylece A ugustin’in Tanrı
devletinde ütopik bir politik hadiseye dönüşm üştür.
Ama yine de tuhaftır, bu düşler doğrudan doğruya m üstakbel
olanı hedeflem ezler. Yalnızca herhangi bir yer arar gibi önden
koşarlar; lâkin Gelecek, görünüşe göre, halihazır olanın kılığına
girer. Şu soru m ü m k ü n hale gelir böylece: C ivitas Dei tam anla­
mıyla bir ütopya m ıdır? Yoksa zaten m evcut b u lu n an veya bu
dünyada dolanan bir aşkınlığın g örünüşü m üdür? Burada top­
lum sal olarak H enüz-O lm am ış’ın arzu düşü m ü geliştirıliyordur
sahiden, yoksa o lm uş bitm iş b ir a şk ın lık m ı ( “ecclesia peren -
n is”) 72 dünyaya indiriliyordur? Gerçi Tanrı devleti A ugustin’in
hikâyesinde çok yerde filizlenm ekte olan b ir güç etkisine sahip­
tir, dem ek ü to p ik ve geleceğe dairdir. Ama çok yerde de haliha­
zır büyük güç, anti-büyük güç olarak, öteki dram atis persona73
olan şeytanın devletine b enzer biçim de varoluşa erişir. A ugus-
tin’de Civitas Dei, Yahudi Levili devleti ve İsa Kilisesi suretinde
neredeyse halihazırda m evcut olarak kutlanır. Binyıllık K rallık
kadar m uazzam b ir gelecek düşü, orada zaten gerçekleşmiş sayı­
larak kiliseye feda edilir. Ve b ir ana nokta: Civitas D efnin hali­
hazır mevcudiyeti, nihayetinde, kaderleri alınlarına yazılı seçil­
mişleri kapsayan sabit bir inayet k u ru m u olarak sunar kendini.
Bu to p lu lu ğ a m en su b iy eti arzu lay ıp arzu lam ad ık ların a, T an­
rın ın krallığına erişm eye azm edip etm ediklerine, b u n u düşleyip
düşlem ediklerine, b u n u n için çalışıp çalışm adıklarına hiç bak ­
madan. Tanrı’nın krallığı, tıpkı herhangi bir İyilik gibi, çalışarak

72 Ezell-ebedî kilise.
73 Eylem kişisi.
609
kazanılam az A ugustin'in teolojisinde; o inayetle gelir ve inayet
sayesinde vardır, em ek karşılığı olarak degil. Tanrısal kaza ve
k ad er icabı, tarihsel ayrım ın (civitas terrena ve civitas Dei arasın­
da) varacağı sonuç da önceden bellidir; tıpkı inayet gibi, onda
m ündem iç b ulunan ışığın ve gökyüzünün zaferi kaçınılmazdır.
Tüm bunlar A ugustin'in ideal devletini fiilen ütopyacı irade ve
p lan d ü şü n c e sin in a slın d an u zaklaştırır: buna rağm en, civitas
Dei, ütopyadır. Gerçi değiştirm ek isteyen b ir ütopya degildir;
A ugustin’e göre, A dem 'in düşü şü n d en beri ahlâkî o larak isteye-
bilme özgürlüğü yoktur (non possum us non peccare)7* tek özgür­
lü k psişik olarak istemeyi istemektir. Lâkin [Tanrı'nın] İnayeti­
nin insanı sadece İyi'ye değil İyi’ye am âde olmaya da sevketme-
siyle, Tanrı devleti de insanın ö n ü n d en gider ve insanın içinde
ü topik bir hayatiyete sahiptir; seçilm işler nezdinde önceden ta­
yin edilmiş bir beklenti olarak. O nun aslî içeriği: y e ^ ü z ü n d e k i
m ükem m eller ve azizler cem aati, hatırlanacağı üzere, ancak o
âna kadarki tarihin so n u n d a zu h u r eder. C ivitas Dei ancak, d ü n ­
yevî devlet zaten ait olduğu şeytana havale olduğunda hâsıl olur.
Civitas Dei salt kararlı b ir dram atis persona olarak dolanmaz ta­
rihte, ‘T a n rı'n ın tim sali [m akam ının] kazanılması" olarak tarih
tarafından imal edilir, daha dikkatli bir ifadeyle: tebarüz ettirilir.
Topyekün tarih sürecinin üzerinde süzülür; “hiç kim senin doğ­
madığı, çü n k ü hiç kim senin ölmediği, hakiki ve kavi m utlulu­
ğun h ü k ü m sürdüğü, güneşin İyi ile Kötü üzerine doğmadığı,
adaletin güneşinin yalnızca İyileri ışıttığı ebedî birlik/cem aat"tir
(D e civitate Dei V). Bu aşkınlıktır kuşkusuz, lâkin sabit m evcu­
diyetiyle ütopyaya aykırı bir aşkınlık değil. Socialis vita sancto­
rum ,75 tarihsel-ütopik aşkınlıktır, çünkü Paulus'tan farklı olarak
yine yeryüzündedir. Paulus da Tanrı devleti ifadesini kullanır
ama, -İsa 'd a n Paulus'a uzanan yolun karakteristik özelliği ola­
r a k -, saf b ir aşk ın lık la “gökyüzündeki d evlet” anlam ında, öte
tarafta yalıtarak; A ugustin ise yine bir tü r yeni yeryüzü vaz'eder.
Tam da b u sayede, onun aşkınlığı ütopyacı olabilir; çü nkü beşeri
tarihin üretken um uduyla iç içe geçer, o tarihin içinde dolaşır,

74 Günah işlememe yeteneğimiz yoktur.


75 Azizlerin toplumsal yaşamı.
610
tehlikeler ve zaferler yaşar, saf aşkınlık gibi zaten kararlaştırılıp
bitm iş, yani F ixum [Sabite] değildir. Bunabağlı olarak Augus-
tin’de civitas Dei sadece sürçm e taşı, tökez kayası [bkz. İşaya 8,
14) ve yüksek teh d it altındaki ö n -g ö rü n ü ş olarak m evcuttu r ;
ancak şim diye kadarki tarihin so n u n d a ütopya olur. H atta Au­
gustin m ükem m el Tanrı devletine bile yeni b ir hedef koyar; bu
hedef açısından o devlet bile ilk basam aktır yalnızca. Ç ünkü ci­
vitas Dei, “Babamız” duasında niyaz edilen krallık değildir; Au-
gustin’de bu krallığın adı regnum Christi'dir.76 Gerçi civitas Dei
de alışkanlıkla, onu savunarak süslem e saikiyle böyle tanım lanır
ancak A ugustin’de regnum'a hiçbir zam an civitas denm ez; çünkü
zam anın içinde d eğildir o. A ugustin için nasıl dünyevî Şabat
göksel olana d ö n ü k ütopyacı b ir b ek len ti şenliğiyse, yalnızca
görünüşte halihazır-bitm iş olan civitas Dei de daha ütopya ba­
rındırır içinde: nihâî, göksel Şabat olarak regnum Christi'dir bu.
Yaradılışın yedinci g ü n ü h en ü z b oştur, A ugustin bu günle ilgili
en m erkezî ütopyacı sözü söylemiştir: “Yedinci gün biz kendi­
miz olacağız, D ies se p tim u s nos ipsi e rim u s” (De civita te Dei
XXII). Bu, insanın içinden k o pup geldiği zam an, aynı zamanda
A ugustin’in inkârının aksine, b u kopuşu/çıkışı bizzat gerçekleş­
tirm iş olm a isteğini tahrik eden türden bir aşkınlıktır. Sözümo­
na “günah işlem em e yeteneğim iz y o k tu r” (non possum us non
peccare) şiârı b u n u p ek az engelleyebilm iştir - hele ki iradenin
radikal ahlâkî özgürlüksüzlüğü kilisede bile kendini dayatama-
yınca. Binyıllık Krallık’la Kilise arasındaki gerginliğin azalması
da bunda pek az şey değiştirm iştir - hele ki öylesine yüksek bir
d üş imgesi olarak civitas Dei, yozlaşan kiliseyi Binyıllık Krallığın
kendisi olma yalanından ö tü rü hep cezalandırdıkça. Binyılcılık
b ü tü n h u zu rsu zlu k zam anlarında yine sö k ü n etm iş, Tanrı’nın
y e ^ ^ z ü n d e k i krallığı [şiârı] Ortaçağ ve ilk Yeniçağ boyunca, tâ
İngiliz devrim indeki d indar radikalizm e d ek devrim ciliğin sihir
sözü olm uştur. A ugustin’de civitas Dei’n in m u k ted ir devletleri
tanımlayışı, kiliseyi savunusundan daha kalıcı, kardeşlik ütop­
yası Baba’m n teolojisinden daha kalıcıdır. A n ık bir Baba’ya ina­
nılm ayan yerlerde bile, insanların yine kardeş olduğunun ütop­

76 İsa’nın krallığı.
611
yası ku ru lm u ştu r bun d an böyle - civitas Dei, Tanrı olm adan da,
b ir politik arzu imgesi olarak kalmıştır.

Fioreli Joachim , Ü çüncü İncil ve onun krallığı

Her şey, Beklenen'le ilgili niyetin ciddi olup olm adığına bağlıydı.
Devrimci hareketler ciddi olacak d urum daydılar ve krallığın ye­
ni bir imgesini yarattılar. İmgeyi canlandıran ve ete kemiğe bü-
ründürm eyi vaad eden başka tü rd e n bir tarih öğrettiler aynı za­
m anda. Ortaçağın, doğurduğu sonuçlar bakım ından en önem li
sosyal ütopyası, Kalabrialı m an astır başrahibi F io relijoachim ta­
rafından ortaya k o n m u ştu (1200 civarları). O n u n derdi, kiliseyi
hele devleti fenalıklarından arındırm ak değildi; b u n un yerine,
bertaraf ediyordu onları. Sönm üş İncil'i, d ah a ziyade o n u n için­
deki lu x nova’y ı ” Joachim ciler tarafından Ü çüncü K rallık deni-
leni, tekrar tutuşturuyordu. T arihin üç basam ağı vardır, diye öğ-
retirJoach im , h er biri de o Krallığa Çıkış’a bir adım daha yakın­
dır. Birinci basam ak Baba'nın, Eski Ahit’in, k o rk u n u n ve bilinen
yasanındır. İkinci adım O ğul'un ve Yeni Ahit'in, sevginin ve ru h ­
banla diğerleri arasında bölü n m ü ş kilisenindir. D aha çıkılacak
olan üçüncü basam ak, Kutsal R uh'un veya h erk esin m istik de­
m okrasi içinde, efendi ve kilise olm aksızın aydınlanm asınındır.
Birinci A hit çimi verm iştir, ikincisi başağı, ü çüncüsü ise buğdayı
sağlayacaktır. Joachim bu sıralam ayı çok defalar açım lam ıştır:
çoğunlukla, son çağ old u ğ u n a inandığı k en d i zam anına dolay­
sızca atıfta b u lunarak ve efendilerle papazların a n ık böyle yaşa­
maya devam edemeyeceğine, “cahillerin” de o âna kadar olduğu
gibi yaşam aya devam etm ek istem ediğine dair politik teşhiste
bulunarak. jo ach im ’in vaazı, ön-b u rju v a ve reform ist bir ruhla,
yozlaşmış feodalite ve kilise krallığının lâneti ve radikal b ir şe­
kilde bitişin d en söz ediyor; b u n u da Vaftizci Yahya'dan beri işi­
tilm em iş bir u m u d u n öfkesiyle, bir Satis est'le [yeter!] yapıyor­
du. O nun üç kategorisindeki çözüm şiârının kuvveti de buradan
gelir: H âkim iyet ve k o rk u çağı = Eski Ahit, İnayet çağı = Yeni
Ahit, m anevî kemal ve sevgi çağı = yükselip gelen nihâî krallık

77 Yeni ışık.
612
( “Tres denique mundi status: prim u m in q u o fu im u s sub lege, secun­
dum in quo sumus sub gratia, tertium quod e vicino expectam us sub
am pliori gratia... Prim us ergo status in scientia fu it, secundus in
proprietate sapientatiae, tertius in p lenitudine intellectus"). Tes-
lis’in [Üçleme] iki k işisi zaten gösterm iştir kendini, üçüncüsü
olan Kutsal Ruh’u n da m utlak bir paskalya bayram ında gelmesi
beklenebilir. Jo ach im ’in “De concordia utriu sq u e te sta m en ti”78
başlıklı m etninde b u şekilde serim ledigi Ü çüncü Ahit fikrinin
temelleri, -so sy al ütopyacı kudreti itibarıyla degil-, üçüncü yüz­
yıla, kilisesi tarafından hiçbir şekilde kanonlaştırılm am ış olan
kilise babası O rigenes’e kadar uzanır. O da H ıristiyanlık beratı­
nın üç kadem eli olarak d ü şünülebilecek b ir kavranışını öğret­
memiş miydi?: bir bedensel, bir ruhsal, b ir tinsel. Bedensel olan
harfiyen olan d ır, ru h sa l o lan ah lâk î-aleg o rik , tin sel olan ise
(pneum ato intus doçente)79 m etinde kastedilen “ebedî Incil'i” ifşâ
eder. Gerçi Origenes'te bu ebedî İncil, en yükseği olm akla bera­
ber, bir kavrayış form u o lm aktan ibaretti, kendini zam an/çag
içinde geliştirm esi zaten söz k o n u su değildi. Keza Ö rigines’te,
tü m z a m a n la rın so n u n a k a d a r b itm iş ve v erili sa y ıla n Yeni
Ahit'in içinden b ir Üçüncü İncil çıkmaz. Joachim 'in büyüklüğü,
salt hareket noktaları nakledilm iş olan Teslis’i bizza t tarihin için­
de üç basam aklı b ir gelişime d ö n ü ştü rm ü ş olmasıdır. Buna bağlı
olarak ışık krallığının ö te D ünyadan ve ö te D ünyayla avutm adan
tam am en tarihe kaydırılm ası, -ta rih in bir nihâî hali de olsa-, d a­
ha da zengin sonuçlara yol açm ıştır. İdeal cemaat Jam bulos’ta
(keza sonraları M ore’da, Cam panella’da ve birçok yerde) uzak
bir adada, A ugustin’de Aşkınlıkta idi; Joachim ’de ise ütopya, tıp­
kı peygam berlerde olduğu gibi, ‘tarihsel gelecek’ tarzında ve sta­
tüsünde görünür. Joachim ’in seçilm işleri yoksullardır ve onlar
canlı bedenleriyle cennete gitm elidirler, salt ru h olarak degil.
Ü çüncü Ahit’in toplum unda züm reler yaşamaz artık; bir “keşiş­
ler çagı” olacaktır, genelleştirilm iş m anastır ve tüketim kom ü­
nizm idir bu, b ir “tinin özgürleşm esi çağı”dır, ruhsal aydınlan­
m adır, ayrıcalık, g ü n ah ve onun d ünyası olm adan. Beden de

78 İki Ahit'in birliği.


79 Kutsal Ruh içerden, iç deneyle öğrenilir - Augustin'in Tann Dev!eti'nden.
613
böylece suçsuz bir m em nuniyet yaşar, tıpkı cennetsel ilk andaki
gibi; ve donm uş toprak tinsel bir Mayıs'ın zuhuruyla dolar. Joac-
him ci Telesphorus’u n (o n dördüncü yüzyıl sonlarında), “O vita
vitalis, dulcis et am abilis, sem per m em orabilisl Ah, canlı hayat,
tatlı ve sevgili, daim a yâdedilecek yaşam" diye başlayan bir İlâ­
hîsi vardır; “libertas a m ic o m m ”80 püritence değildir. O nun izleği,
korku ve kölelikten veya yasa ve devletten çıkış, ruhbanın idare­
sinden ve ruhbandan gayrısının reşit olmama halinden veya sev­
ginin inayeti ve o n u n kilisesinden çıkıştır; dem ek Joachim 'in
öğretisi, kardeşlik birliğiyle, dünyadan gökyüzüne ve öte dünya­
ya kaçış değildir. Aksine: Joachim 'de İsa’n ın krallığı, ilk H ıristi­
yanlık'tan beri hiç olm adığı kadar, kararlı b ir biçim de bu dünya­
ya aittir. İsa yine yeni b ir yeryüzünün M esih’idir ve H ıristiyanlık
yine gerçeklikte cereyan eder, sadece k ü lt ve avutm ada değil;
efendiler ve m ülkiyet olm aksızın, mistik dem okrasiyle. Ü çüncü
İncil ve o n u n krallığı b u n a yönelir, bizzat İsa bile baş olmayı bı­
rakıp "societas am icorum ”81 içinde erir.
Bu fazlasıyla tarihsel gönderm eli düşün tuttuğu b ü tü n yolları
belirlem ek pek m üm kün değildir. Uzun zam an lard an ve çok
uzak ülkelerden geçti, Joachim 'in hakiki ve tahrif edilmiş m etin­
leri yüzyıllar boyunca yayıldı. Bohemya’ya ve Almanya’ya ulaştı­
lar, Rusya'ya da eriştiler, oradaki ilk H ıristiyanlığa yatkın tarikat­
larda Kalabrialı’nın vaazının belirgin etkileri görülür. Bohem ­
ya’da Tanrı’nın krallığı, -y ü z yıl sonra da Almanya’da yeniden
vaftizciler hareketininki-, Joachim 'in civitas Christi'si idi. A rdın­
da nicedir h ü k ü m süren sefalet vardı bu n u n , içindeyse gelmekte
olan Binyıllık Krallık vardı; böylece, onu karşılam ak üzere atağa
geçildi. Özellikle kararlı bir şekilde, Yoksul'un ve Zengin'in b er­
taraf edilm esine dik k at edildi; hayalperest g ö rünenlerin vaazı,
kardeşlik hissiyatını kelim esi kelim esine alıyor ve kesesinden
kavrıyordu. A ugustin şöyle yazmıştı: “T anrı devleti y e ^ ^ z ü n d e -
ki seyahati esnasında yurttaşları k en d in e çeker ve m aişete ve
dünyevî barışın korunm asına hizm et eden tü m m illetlerden h a ­
cıları, töre, yasa ve k u ru m farklarına bakm adan, etrafına toplar”

80 Dostluğun özgürlüğü.
81 Dostlar toplumu.
614
(De civitate Dei XIX). Joachim cilerin Tanrı devleti ise m aişete ve
söm ürüye hizm et eden kurum lara gayet keskin bir bakış fırlatır­
ken , bir kiliseler en tern asy onaline m ecburen yabancı olan bir
uygulamayla, Yahudilere ve paganlara hoşgörü göstermiştir. G e­
lecek olan Tanrı devletinin yurttaşlığı vaftizle değil kardeşlik ru ­
h u n u n iç sözünü işitm eye bağlıydı. T hom as M ünzer'in b ü y ü k
H ıristiyanlık-üstü belirlem esiyle, geleceğin krallığı “h er türden
inancın b ü tü n hiziplerinin veya cinslerinin arasından seçilmiş­
lerden” m eydana gelir. Joachim ’in Ü çüncü K rallığının belirgin
artçı etkisi vardır burada: “N âzm edilm iş im an hakkında" başlık­
lı m etninde Münzer, hakiki H ıristiyan’ın prens uşaklarına ve ka­
lem efendisi papazlara karşı şahâdetini m etheder: “Bilmelisiniz
ki, onlar bu öğretiyi m anastır başrahibi Joachim ’e atfeder ve b ü ­
yük bir alayla ‘ebedî İncil’ derler ona.” Alman köylü savaşı bu
alayları epeyce k ursakta bıraktı; İngiliz devrim inin radikalleri,
zirâî kom ü n ist D igger’ler, Binyılcılar ve Beşinci Monarşistler®2
hâlâ Jo ach im ’in ve Vaftizciler’in m irasını taşırlar. A ncak Joac-
him ci-Taborit83 ru h M enno Sim ons tarafından Vaftizcilik’ten dış­
landıktan sonra, sadece M ennonitler84 değil Batılı m ezhepler sa­
kin, -fazlasıyla s a k in - evanjelik cem aatlere dönüştüler. F akat
Vaftizcilik’ten kopan, Yeni Çağın a rtık irrasyonel olm ayan, ras­
yonelliğe yönelen öteki In e d e n ta 's^ 5 da Binyıllık Krallığı terk et­
ti; Platon ve Stoa, Fioreli Joachim ’e hatta A ugustin’e galip geldi­
ler. Böylelikle ütopyalardaki tek tek kurum sal hatlar daha b ü ­
yük bir kesinlik kazandı, zaten sosyalist eğilim ler doğrultusun­
da ütopyaların türetildiği burjuva özgürleşm esine bağlanıldı; ne
var ki Joachim 'in ütopyasındaki nihâî amaç ve nihâî hedef u n ­
su rları zayıflatıldı. Bunlar, T hom as M ore ve C am panella gibi
rasyonel ütopyacılarda sosyal uyum a dönüştüler; böylece Binyıl­
lık K rallığın m irası liberal veya otoriteli bir istikbal devletine
geçti. O rtaçağ H ıristiyan ütopyalarındaki m itolojikleştirici Hıris­

82 Cromwell zamanında, İsa’nın dirilişiyle ‘Beşinci Krallık’m kurulmasını bekle­


yen hareket.
83 Güney Bohemya’daki bir radikal sosyal hareket.
84 Menno Simons’u izleyen Protestan kilisesi.
85 Kelime anlamıyla kurtulmamış, selâmeti bulamamış. Modem çağda, anavata­
nının dışında kalmış toplulukları belirten bir terime dönüşmüştür.
615
tiyan düşünce tarzı kuşkusuz nihâî amaç u n su ru n a kesinlik ka-
zandırm am ıştı ama gözden kaybolm asına da hiçbir zam an m a­
hal verm em işti. Joachim ci, Vaftizci ütopyanın kıyısına kadar ge­
len ve onun göğünü baştan başa Doğu'ya çeviren, düşle yüklü
hârelenen sabah kızıllığı halindeydi. Bu d ü şü n ce tarzı, Platon
veya Stoa’ya, hele Yeniçağın rasyonel kurgularına kıyasla daha
az sosyal ütopya geliştirmişti, buna karşılık k e n d i ütopyasında
bunlardan daha fazla ütopyacı vicdanı barındırıyordu. V icdan ve
nihâî N için sorusu, böylece C hiliastik ütopyaya m ah sus olarak
kaldı; içeriğinin tutarsız m itolojik tanım lam alarından tam am en
bağım sız olarak. Jo ach im , zo ru n lu o larak H ıristiyan -d evrim ci
sosyal ütopyanın ruhuydu: böyle öğretmiş, etkisi böyle olm uştu.
Tanrı’nın -k o m ü n istç e o la n - krallığı için bir tarih koyuyor ve
ona uyulm asını istiyordu. Baba'nın teolojisini tah tın d an indirdi,
k o rk u n u n ve köleliğin çağına geri gönderdi, İsa'nın ise bir ko­
m ünde erim esini sağladı. İsa’nm yeni çağ için koyduğu ve Kilise
tarafından sah tek ârlık ve lâf-ı güzâfa d ö n ü ştü rü le n toplum sal
beklenti, h içb ir zam an b u rad a o ld u ğ u k ad ar ciddiyet kazanm a­
mıştı. Marx’ın, H ıristiyanlığın Kilise altındaki yüzyıllarıyla ilgili
çok haklı olarak söylediği gibi (N achlafl [Miras] İl, s. 433 vd.):
“H ıristiyanlığın sosyal ilkelerinin gelişmesi için bin sekiz yüz yıl
vakit vardı... Hıristiyanlığın sosyal ilkeleri an tik köleciliği haklı-
laştırdılar, O rtaçağ k u llu k düzenini yücelttiler; zaruret halinde
proletaryanın ezilmesini de, belki biraz m erham etli bir çehre ta­
kınarak, savunm ayı da bilirler. H ıristiyanlığın sosyal ilkeleri bir
egemen ve bir ezilen sınıfın varlığının zo ru n lu olduğunu vaaz
eder ve ikinciler adına m üm ince arzusu, birincilerin hayırsever
olm asını dilem ekten ibarettir. H ıristiyanlığın sosyal ilkeleri tüm
alçaklıkların Papalık Meclisi nezd in d ek i bedelini gökyüzüne h a­
vale eder, böylece yeryüzünde b u alçaklıkların h ü k m ü n ü s ü r­
dürm esini meşrulaştırır. H ıristiyanlığın sosyal ilkeleri ezenlerin
tüm rezilliklerini ya ilk g ünahın ve diğer günahların m üstahak
kıldığı cezalar ya da Efendim iz’in selâm eti bulm uşları bilgece ta­
bi tuttuğ u sınavlar sayar. H ıristiyanlığın sosyal ilkelerinin vaaz
ettiği korkaklık, kendine saygıdan yoksunluk, aşağılanma, kul­
luk, itaat, kısacası rezilliğin tü m özellikleridir. Kendisine rezil
m uam elesi yapılm asını istem eyen proletaryanın ise cesaretine,

616
benlik duygusuna, guru ru n a ve bağım sızlık hissine ekm eğinden
çok daha fazla ihtiyacı vardır. H ıristiyanlığın sosyal ilkeleri m ü-
râidir, proletarya ise devrim ci. H ıristiyanlığın sosyal ilkeleri hak­
kında söyleyeceğim iz b u d u r.” Bu sö ylenenler kiliseye dairdir,
veya bin sekiz yüz yıldan beri e x cathedra86 veya encyiica87 Hı­
ristiyanlık denen şey hakkında. F io relijo ach im -g e ri d önseydi-,
Albigensliler,88 H ussitler,89 m ilitan Vaftizciler ise M arx’ın H ıristi­
yanlık eleştirisipi gayet iyi anlarlardı. H er ne kadar b u eleştiri
onlar tarafından kiliseli yüz yıllara uygulansa ve her şeyden ön­
ce eleştiri, kiliseli yüz yıllan bizzat jo ach im , Albigensliler, H us­
sitler, Vaftizcilerce kesintiye uğratan b ir H ıristiyanlıktan türetilse
de. H er türlü joachim cilik, P aulus'tan beri bin bir uzlaşm ayla sı­
nıflı toplum a bağlanm ış olan b ir H ıristiyanlığın sosyal ilkeleriyle
etkin biçim de m ücadele etmiştir. Bu H ıristiyanlığın dünyevi se­
lâm et pratiğinin ta kendisi başlıbaşına bir günah sicili oluşturur;
b aşından aşağıya ve tepe noktasına, Vatikan'ın faşizme gösterdi­
ği anlayışa kadar. İkinci krallığın veya Joachim ’in dediği gibi pa­
pazlar krallığının, Sovyetler Birliği'nde teşekkül etm eye başlayan
ve karanlık tarafından kavranam ayan veya gayet iyi kavranıp ka­
ra çalınan ü ç ü n c ü k rallığ ın can d ü şm a n ı kesilm esine kadar.
M ülkiyetin sözüm ona doğal h u k u k u , hele özel m ülkiyetin “k u t­
sallığı”, toplum sal düzlem de b u H ıristiyanlığın çekirdek ilkesi­
dir. Bu H ıristiyanlığın rahiplerinin m eşakkat çekenlere, sırtında
yük taşıyanlara gösterdikleri kutsal em anetler m ahfazası, yeni
çağa şalıâdet etm ez; eski çağın altına boyanm asıdır. Eski çağ
k u rb a n la rın d a n k o rk a k lık ve k u llu k talep eder am a K ıyam et
G ünü ve Babil üzerinde kazanılacak zafer yoktur, yeni b ir gök­
yüzü ve yeni bir yeryüzü hedefi yoktur. K endini korkuya, k u llu­
ğa ve öte dünyayla avutulm aya vermek, M arx'ın hakir gördüğü
ve Joachim 'in yeraltı T an nlanna fırlattığı b ir H ıristiyanlığın sos­
yal ilkeleridir; lâk in çoktan terk edilmiş kadim H ıristiyanlığın ve
toplum sal devrim ci b ir sap k ın lık tarihinin ilkeleri değildir b u n ­
lar. Fioreli jo ach im Krallığa dair beklentisiyle, İsa’n ın eskatolo-

86 Öğreti makamınca.
87 Papalık sözünce.
88 Orıaçağ'da Güney Fransa'da heterodoks bir grup.
89 Bohemya'da radikal bir sosyal hareket.
617
jik vaazının yüzyıllar boyunca yarattığı etkiyi, O nun m üstakbel
bir “hakikat ru hu"ndan bahsedişini (Yuhanna'ya Göre 16, 13),
k ü ç ü k paskalyada [pentikost] “R u h ü lk u d ü sü n 90 hepsini" ilk
“dolduruşu"yla h e n ü z tam am lanm am ış görüneni ifade ediyor­
d u r yalnızca. Batı Kilisesi bunların tam am lanm ış olduğunu ilan
etti, tam am lanm ayan bir şey varsa, sınıflı toplum la yapılan uz­
laşmaydı; Doğu Kilisesi her şeye rağm en bu ruhsal d o lu m u n de­
vam edebileceğine açık kapı bıraktı. Batı Kilisesi 1215'teki Late-
ran Konsili’n den beri b ü tü n m anastırları ait oldukları piskopos­
lu k d airesin in m anevî ik tid arın a tabi kıldı; Doğu K ilisesi ise
G arp m u k ad d esat nizam ını d ev rald ık tan so n ra bile keşişliğe,
hatta m ezheplere karizm atik, çok zam an da sapkın b ir özerklik
alam bırakm ak zorunda kaldı. Batı Kilisesi, A dventizm in91 elin­
den her tü rlü yaptırım ı alm ak için coşkuculuğu havariler ve es­
ki şehitlerle sınırlam ıştır; örgütlenm esi çok daha az örgünleşm iş
olan Doğu Kilisesi ise rahiplerin kiliselerinin dışında, hem ke­
şişler hem cahiller arasında da ru h u n hâlâ tesirini sü rdürdüğü­
nü öğretir. H am ursuz ekm eğin idaresi tekelleşm em iştir orada,
ruhlara selâm et verm ek için h u k u k en sabitlenm iş veya m enge­
neye sokulm uş bir işletm e yoktur. Hele Çarlık dönem indeki Rus
O rtodok sisi b u nun için fazlasıyla bilgisizdi, b ir S kolastik'ten,
Skolastiğin h u k u k î keskinliğinden, d ogm atik form ülasyonun-
dan yoksundu. Rus H ıristiyanlığında b u n u n yerine, K utsal Si-
nod tarafından engellenm eksizin, tam da Fioreli Joachim ’in cev­
herinin yazılı olm ayan daim î m evcudiyeti söz konusuydu. Ko­
layca tutuşturulabilen kardeşlik duygusunda, m ezheplerin Ad-
ventizm 'inde (Chlyst m ezhebi,92 yedisini andığı Rus Isalan’ndan
bahseder), en önem li temel saik olarak da Vahyi n ucunun açık
olm asında yaşıyordu. Bundan ö tü rü d ü r ki Bolşevik toprağından
H ıristiyan rom antizm ince bazı tuhaflıklar çıkabildi; Bolşevikliği
tartışılm az olduğu kadar Chiliasthğı da tartışılmaz olan Alexan­
d e r Block, tam am en Joachim ci b ir ruhla, b u n u n b ir örneğini
vermiştir. Block’u n o n ik i Kızılordu m ensubuna d air “O nikilerin

90 Kutsal ruhun.
91 İsa'nın yakın zamanda geri döneceği inancı.
92 Kendilerini iğdiş ederek ‘İsa olmaya’ yönelen, beri yandan günahın özünü aş­
mak üzere en büyük günahlara hazır olan bir Rus mezhebi.
618
Y ürüyüşü” m arşında, solu k yüzlü bir İsa devrim e ö ncü lü k ve
ö n d e rlik eder. R u h u n m ev cu d iy etin in b u b içim i Batılı kilise
tröstlerine ne k ad ar uzaksa, Doğu Kilisesi’nde de o k ad ar teolo­
jik açıklıklar bulabilir. Ancak J oachim 'in de aralarında olduğu
sapkın m ezhepler Batı'da da Vahyin yeni b aştan k aynağından
çıkm asını sağladılar, kutsal ru h da onlara şaşırtıcı paskalya .şen­
likleri telk in etti. Thom as M ünzer örneğinin gösterdiği gibi, Hı­
ristiyanlığın, m ü râî olm ayan ve proletaryaya aşağılık m uam elesi
yapm ayan sosyal ilkelerini telkin etti. Sapkınların Hıristiyanlığı
ve nihayet devrim ci-adventist ütopyaydı bu; Baal’in sosyal ilke­
leriyle oluşm ası m ü m k ü n olm azdı. Joachim 'in vaazında tom ur­
cuklandılar, öyle ki, o n u n tek bir antitezi Efendilerin Kilisesi’ni
açığa düşürüyordu: “Sunaklar süslenirken, yoksul açlıktan kıv­
ranıyor". Tam da bu antitez, gördüğüm üz gibi, sanki İncil’den-
m iş, san k i M ü n zer'in atıfta b u lu n d u ğ u A m os’tan , İşaya'dan,
lsa'danm ış gibi bir etkide b u lundu. Hatta 16. yüzyılın sosyaliz­
me hazırlık teşkil eden, saf akla dayanan devlet tasarım ları bile,
tüm Ratio'larına [Akıl] rağmen ü çüncü çağda k u ruludurlar. O
uzam ı artık işgal etmezler, ama erekselliğine dair s u sk u n kal­
m akla beraber, temel olarak tutarlar: böylesi ütopyalar, m utlak­
lık olm adan olmaz. M utluluk isteği kendi kendini an latır zaten;
m am âfih bir N e w M oral W orld’ü n 93 planlarının hele im gelerinin
anlatım ı farklıdır, C hiliastik bir anlatım dır bu. Ne denli seküler-
le ştirilm iş ve so n u n d a , n ih a y e t ay ak ları ü z e rin e o tu rtu lm u ş
olursa olsun, Joachim 'den b e ri societas a m ico n ım vardır sosyal
ütopyanın içinde, bu toplum haline gelm iş îsa-biçim lilik vardır.
M utluluk, özgürlük, düzen, tüm regnum hom inis ,94 ü topik kulla­
nımda, b u n u n yankısını verir. Genç Engels'in 1842 yılındaki bir
değinisi (Toplu Eserler I 2, s. 225 vd.), K om ünist M anifesto'dan
iki yıl önce bile, Joachim ’den bir tını taşır: “İnsanlığın özgüveni,
tahtı etrafında halkların sevinç çığlıklarıyla toplaştığı yeni kutsal
kadeh... Bizim görevimiz, bu kutsal kadehin tapınak şövalyeleri
olm ak, o n u n uğruna kılıcı belim ize kuşanıp, binyıllık özgürlük
krallığının kurulacağı son kutsal savaş u ğruna hayatım ızı neşey­

93 Yeni ahlâk dünyası.


94 İnsan egemenliği.
619
le ortaya koym aktır.” Ü topik M utlak’m kaynağı İncil ve bu Kral­
lık fikridir; bu İkincisi h er N ew M oral Wor!d'ün mihrabıdır.

T hom as M ore ve ya sosyal ö zg ü rlü k ütopyası

Yurttaş kıpırdanıyor, kendisine ait olanı, içinde yeşereceği şeyi


arıy o rd u . E m e k te n , çalışk an k işin in ö n ü n ü n a ç ılm asın d an ,
züm re ayrım larının sona erm esinden yanaydı. 1516'da İngiliz
vaiz Thom as More’u n yazısı yayımlandı: De optim o rei publicae
statu sive de nova insula Utopia (D evletin en iyi d u ru m una veya
yeni Ütopya adasına dair). Uzun zam andan beri ilk kez, en iyi
devletin nasıl olacağı düşü, yine bir tür denizci masalı olarak su­
n u luyord u . M ore'un adasının adı, ince, hafif m elankolik am a
çarpıcı başlığıyla, U -topia idi, Hiçbir-Yer. Hiçbiryer, insanların
gerçekten b u lu n d u k ları N eresi'yle ilgili koyutlam a [postüla] ola­
rak düşünülm üştür. Burada dünyayı gezen b ir seyyah, h e r tü rlü
rahatsızlık verici u n su r uzaklaştırıldıktan sonra, arkadaşlarına
uzaktaki m u tlu adayı anlatır. M ore'un Euem eros ve Jam bulos’un
ütopik fabllarınabaılanarak yeniden kullandığı denizci m asalla­
rı, ayrıntılı b ir rapora dayanır; More, kanıtlandığı üzere, kitabın­
da Amerigo V espucci'nin ikinci Amerika gezisi üzerine raporu­
nu kullanm ıştır. Vespucci Yeni D ünya'nın sakinlerinden bahse­
d e rk e n , b ir tek orada in sa n la rın “doğaya uygun y aşadığını” ,
“S toacı'd an ziyade E p ik ü rc ü o la ra k ta n ım la n a b ile c ek lerin i",
kendilerin e ait m ü lk ler olm adan yaşam larını sü rd ü rd ü k lerin i
sö y lem işti. O z a m a n la rın k eşifler ta rih ç isi h ü m a n ist P e tru s
Martyr, Am erikalı adalıların d u ru m u n u “paranın lânetinden, ya­
salardan ve adaletsiz yargıçlardan u z a k ” diye m edhetm işti. Saray
adam ı ve sem a d a n (“Reformcu" VIII. H enry'e karşı) Kilisenin
şehidi olacak olan T hom as M ore'un bu rapordaki ilkel kom ü­
nizm e böylesine yatkınlık gösterm esi ve “Yeni Ada Ütopya"yı
b u n u n la donatm ası, şaşırtıcı bulunabilir. Başlangıç evresindeki
burjuvazinin züm re im tiyazlarına karşı eşitlik yanlısı eğilim leri­
ni hesaba katm ak gerekir burada; eşitlik, Therm idor'a95 kadar,

95 Fransız Devrimi'nde Robespierrein iktidardan indirildiği, radikal-demokratik


düzenlemelerin son erdirildiği, mülk sahibi/egemen sınıfların hükümranlığı­
nın yeniden tesis edildiği revizyon evresi.
620
kapitalist k u rtu lu şu n pek öyle resm iyet kazanm asa da ciddi kas­
tedilen bir parolasıydı. Bizzat Ü topya'nın yüzyılında, 1550 civa­
rında, M ontaigne'in bir dostu dem o k ratik bir m etin kalem al­
mıştı: Etienne la Boetie'nin Le C ontr'un ou de la servitude volon-
taire;96 M ore'u yaşatan da aynı içerikti. Bu belâgatli am a ilginç
m etinden b ir cüm le, tahsillilerin Rönesansı'ın aristokratikliğe ne
denli az m ecbur edildiğini gösterm eye yeterlidir: “Doğa hepim i­
zi aynı tahtadan yonttu; herk es başkasında kendi suretini, daha
iyi ifadeyle: kardeşini tanıyabilsin diye." Keza Platon'un H üm a­
nistlerce büyük h ü rm e t gösterilen Politeia'sında yüksek züm re­
lerin m ülkiyetsiz oluşuna atıfta bulunulabilir; aslında Platon'un
ideal devletini takip etm eyen More, ondan bu nezih kom ünizm i
alır, lâkin azınlığın im tiyazını herkes için b ir talebe dönüştürür.
H ıristiyan More’un ilk cemaate olan aşkı da en son akla gelecek
şey değildir; bir zenginin göksel krallığa erişmesi, devenin iğne
deliğinden geçm esinden zordur - hiçbir papa, Kilisenin en kıy­
m etli evladını bile istisna edem ez bu cüm leden. M am âfih bu
dünyanın neşesine varan E pikürcülüğün de k om ünist adayı şen-
lendirenler arasında bulunm ası, tam am ıyla kilise-dışı bir sema
olarak ütopyanın üzerinde yer alması, dikkate değerdir. D aha da
dikkate değer olan, im an tartışm asının ilgasıdır: l 935’ten beri
K atolik Kilisesi'nin b ir azizi olan Thom as More, hoşgörüsüyle,
neredeyse erken bir Roger Williams etkisi uyandırır - şayet Vol­
taire dem eyeceksek. Bu noktada kesinlikle, m ezhepsiz bir devle­
tin ideologu olan (başka sebeplerle de olsa) Jean Bodin'in çok
yakın bir öncülüdür. Bu şaşırtıcı çelişki, daha sonraların artık
ütopik ilgileri kalm am ış burjuvazisine, M ore'u kilise adam ı ya­
parak üzerindeki devrim ci kokudan arındıracak biçim de dezen­
fekte etm e im kânını verdi. Diğerlerinin yanı sıra özellikle kapi­
talist çıkarları olan bir filolog, H einrich Brockhaus, tam da Ütop­
y ad a k i kom ünist-E pikürcü-hoşgörülü “yabancı m addeleri" tet­
kik ederek özenle bunların kökünü k u ru tan bir hipotez sundu.
Zira Brockhaus'a bakılırsa (Thom as M ore'un Ü topya m etni [üze­
rine], 1929) M ore'un eseri, önüm üzde b u lu n a n ve yüzyıllar bo-
yünca insanları etkilem iş biçim iyle, bir d em o k ratik -kom ünist

96 Tirana karşı veya gönüllü kulluk üzerine.


621
belge olarak, tahrif edilm iştir. Buna göre M ore eserin m üellifi
değil yalnızca resm en yayıncısıydı. Dahası, M ore'un kendisi de
bir Ütopya yazmıştı ama sonra “Ü topya” olarak dolaşım a giren
kitap artık orijinal değil, Hk-Ütopya’n ın yabancı b ir el tarafından
tahrif edilm iş biçimiydi. Yabancı el, Rotterdamlı Erasm us’un eli­
dir; m etindeki Epikürcülük, keza kom ünizm , altı saatlik iş gü­
nü, dinsel hoşgörü, M ore'a değil hep ona dayanıyordur. Buna
karşılık Erasm us “katı Reform cu ana içeriği”, yani M ore'u Hk-
Ütopya’yı kalem e alm ası için giiyâ harekete geçirdiği söylenen
ve asla politik olm ayıp m ü n h asıran dinsel olan ilgiyi ayıklamış-
tır. Brockhaus’u n tefsirine bakılırsa bu ilgi, M ore'un kiliseye as-
ketik [münzevi] vicdanı son anda tekrar kazandırm a isteğinde
yatıyordu ve bu asil şifa, 1517'deki şiddet yüklü, bölücü Refor-
m asyon felâketinden bir yıl önce gerçekleşecekti. Buna göre, bu
İlk- Ütopya'da eleştirilen İngiltere değil, kilise devletidir. H er şey­
den önem lisi, eserdeki ideal tasarım ın m odeli asla A m erikan
adalılarının ilkel kom ünü değil, Athos dağındaki m anastır olm a­
lıdır. İngiltere ve ilkel kom ün yerine More yalnızca H ıristiyanlı­
ğın iki o d ak n o k tasın ı, Roma ve A thos’u b elirtm iş olm alıdır;
ütopya, “ilâvelerle geliştirilm iş A thos ülkesi"nden başka bir şey
değildir. Buna göre More gerek tekil olarak gerekse genelde en
iyi devleti tasarlam aya değil, kiliseyi reform dan geçirmeye niyet
ediyordu; ne var ki E rasm us, V atikan’daki belirleyici K onsil’e
yollanm ak üzere hazır bekleyen llk-ü to p y a tasarım ını m ahvet­
m ekle, b u tasarım ı m ahvetm iştir. Velhâsıl Brockhaus’un teorisi
More’u kom ünizm in berbat k okusundan, onunla beraber yaşam
sevincinden, onunla beraber dinsel hoşgörüden arındırm ak is­
ter; Ütopya'nın (tarihsel olarak etkide bulunm uş) b ü tün bu ana
fikirleri E rasm u s’u n “ta h rifa tla rıd ır” . S an k i aynı eserle ilgili
(Shakespeare-Bacon vakasındaki97 gibi) isim değişikliğinin m e­
sele edilm esi gibi de değildir iş, tersine: eserlerin kendisi, b ir öz­
gür düşünceliyle bir melek kadar farklıdır birbirinden. More ta­
rafından m ükem m elen yazılmış b ir llk-Ütopya pekâlâ m evcuttur
ve bu, E rasm us'un politik m etninden farklı olarak dinsel bir bel­
gedir - Ütopya'daki ülke de b u düny ay a ait değildir. Bu kadar

97 Shakespeare'in dramlarının aslında Bacon tarafından yazılmış olduğu iddiası.


622
Brockhaus yeter. Bu tarz filolojinin toplum sal görevi gayet açık­
tır: kom ünizm in en soylu öncüllerinden birinin sözünün kesil­
m esidir istenen. Lakin bu şüpheli hipotezin, E rasm us'un katkı­
sına o zam ana k adarkinden d ah a enerjik biçim de d ikkat çek­
m ek ve inkâr edilmez zorlukları böylece bertaraf etm ek gibi bir
yararı olm uştur. Erasm us’un Ü topya 'yı basım ından önce gözden
geçirdiği biliniyordu; akıcılık, ironik oyunbazlık gibi (Thom as
M ore'a uym ayan) kim i unsu rlar bu büyük edebiyatçı tarafından
m etne işlenm iş olm alıydı. E rasm us h o şg ö rü lü olabilirdi, zira
Kutsal R uh'un Yeni Ahit'te çok k ö tü b ir Yunancayla yazdığım
söylemişti. Erasm us E pikürcü olabilirdi, zira önyargılardan en
uzak pedagojik Colloquia’m n [kolokyum ] müellifi idi (gençlerin
kerhanedeki davranış biçim leriyle ilgili eğitici b ir konuşm a yer
alır orada). Ütopya'nın ik i b ö lü m ü arasındaki hava da garip bi­
çimde değişiktir: ilk bölüm İngiltere'nin (kilise devletinin değil)
toplumsal koşullarına yönelik keskin suçlam alar içerir, oysa ide­
al tasarım ı sunm ası gereken ikinci bölüm oyun ile gerçek ara­
sında dostâne-nezih bir karışım la lâfı dolandım , u m u dun bekle­
nen o rg u n u çalm aktan kaçınır. Ancak, b ir davaya inanm aktan
ne anlaşılacağını şehit oluşuyla kanıtlayan Thom as More, en iyi
devleti belirtildiği gibi geç-Antik form larla uyum lu bir masala
d ö nüştürm ez sadece; bu u y u m u n ötesinde, b ir saray fabl'ının
un su rların ı katar işin içine. Ama her şeyden önce, Ütopya'da bir
sosyal devrim in sonuçlarına talip olan T hom as More; b u n d an
birkaç yıl sonra, bu devrim A lm anya’da k o p tu ğ u n d a m evcut
devleti, krallığı, ruhbanı. Kısacası Ütopya’d a hiç b u lunm ayan
m ülkiyet kalesini savunandan başka birisidir. Sonuçta şehidin
uğrunda öldüğü m uhteva da, sosyal hele dinsel hoşgörü değildi;
Papalık kilisesinin sadık bir taraftan o larak öldü o, K atoliklikte­
ki hatırası da ancak bu surette baki kaldı. M etnin kendi içindeki
tutarsızlıklar da eklenm elidir buna. Ö zellikle ikinci bölüm de,
yalnızca saraylı fabl havasıyla k o m ü n izm arasında değil, insani­
yetle lâkaytlık arasında, sosyal cennetle eski sınıf dünyası ara­
sında da u y um suzluklar vardır. tik b ö lü m suçu ek o nom ik se­
beplerle açıklıyor, b u n d an ö tü rü m ahpuslara in san o n u ru n a ya­
raşır m uam ele istiyordu; ikinci bölüm de ise Ütopy a’n ın orta ye­
rinde, zincirlenm iş vaziyette ağır işleri görm esi gereken m ah­

623
pus-köleler vardır. Savaş ve Ü topyalılann işgal hevesi de b u n u n ­
la akraba bir tu tarlılık arzeder: “Şayet bir halk,” der More, “k en ­
di kullanm adığı, tersine harap ettiği ve verim siz bir halde bırak­
tığı topraktan doğanın nizam ına uygun olarak kendi geçim ini
sağlayacak olan bir başka halkı b u n d an m en edecek olursa, b u ­
nu tam am en haklı bir savaş n e d e n i sayarlar." H erm ann Oncken,
Ü topya 'nın kendi yayına hazırladığı basım ında haklı olarak, bu
savaşçıl ibarenin, Ü topyalılar'ın yalıtılm ış ve örnek derecede ba­
rışçıl varoluşuyla hiçbir ortak nokta taşım adığını, b una karşılık
daha sonraların İngiltere'siyle ortak noktası olduğunu vurgular:
“Zaten köle m eselesinde sın ıf devleti olduğu açığa çıkan k o m ü ­
n ist ve ilkel-tarım sal ideal devlet, şim di artık güç politikası gü­
d en egemen devlet olarak tem sil edilir ve neredeyse m o d em ka­
pitalist em peryalizmi hatırlatan belirtiler taşır.” Velhâsıl Ütopya,
hiç de tek b ir kalıptan dökülm üş, hiç de tek bir kişinin elinden
ve o n u n sosyal İsa sevgisinden çıkm ış gibi görünm ez. Lakin bu
tutarsızlıkların pek çoğundaki m an id ar İngilizlik hali, Erasm ut'a
değil de, M ore'un da kopm a noktalarının idrakinde olduğuna,
dahası: m ülkiyetin ilgasının (b ü tü n sonuçlarıyla b eraber), b u r­
ju v a öngörücü tasavvurları içinde en soylu İsa inancının bile
yok edem ediği bir anom ali niteliği taşıdığına işaret eder. Erken
dönem burjuvazirlin, burjuvanın kendisinin de bir züm re olarak
kaybolduğu düşleri, ironiden ve uyum suzluklardan azâde ola­
maz. Böylece, Brockhaus hipotezinin toplum sal görevinin şüp-
heliliğinin ötesindeki açıklayıcı değeri de hayli d ü şm üş olur: bir
dizi zorlu ğ u n , E rasm us'u n red ak siy o n u n d an önce d e m evcut
b ulu n d u ğ u , kesindir. H içbir ideoloji, Ütopya'nın öğrettiği tü r­
den, ahlâken haklılaştırılm ış söm ürge savaşına ilişk in olandan
daha ‘Ingiliz' değildir; hiçbir ideoloji Athos dağındaki m anastır
cum huriyetine daha uzak olamaz. Ü topya, kuvvetle m uhtem el
ki, iki yazarlı bir karışımdır. A ncak İngiltere, Erasm us'tan önce
M ore'un kendisi tarafından eleştirilm iştir ve en iyi devlet de, Ro­
ma değil, m ü n h asıran burası olacaktır. Ütopya, tüm cürufuyla,
dem okratik-kom ünist arzu düşlerinin ilk yeni tablosudur ve öy­
le de kalacaktır. H enüz başlangıç aşam asındaki kapitalist güçle­
rin kucağında, m üstakbel ve m üstakbelden öte bir d ü n y an ın ön­
görücü tasavvuru oluşm uştur: gerek kapitalizm i açığa çıkartan

624
biçimsel dem okrasinin, gerekse onu aşan m addî-insanî dem ok­
rasinin. tik kez burada, insanî anlam ıyla, kam usal O ^firlü k ve
hoşgörü anlam ıyla dem okrasi, (kendi haliyle bürokrasinin hatta
ruhbanın tehdidi altında b u lu n an ) iktisadi kollektivizm le bağ-
^ıştın lm ıştır. E n iyi devlete ilişkin o zam ana dek d ü şlenen kol-
lektivizm lerden farklı olarak T hom as More'da özgürlük Kolek- -
tif'e işlenm iştir, sahici, m addî-insanî dem okrasi onun içeriğine
dönüşür. Bu içerik Ütopya'yı, aslî bölüm leri itibarıyla, sosyaliz­
m in ve kom ünizm in b ir tü r liberal düşü n m e ve sorgulam a kitabı
haline getirir.
İnsanları kötü yapan, y o k lu k -y o k su llu k tu r, “cezalar niye o
kadar sert o lsu n ”? Bu soruyla başlar M ore ve behem ahal bire­
yin m u h itin i soru m lu kılar. “H ırsız için darağacı dikilir, oysa
ondan önce b ir gelire sah ip olm alarını sağlam ak gerekirdi ki,
birisi önce çalm ak, so n ra da ölm ek gibi h a şin b ir zarurete d ü ş­
m esin.” M ore, hem en b u n u n yanındaki, yoksulları suçlu hale
getiren, kendisi de yargıcı oynayan dünyayı işaret eder: “Ne ka­
dar çoktur, kendileri aylakken başka insanların em eğiyle yaşa­
yan, onları derisine kadar yüzen soyluların sayısı; ü stü n e üst­
lük serseri ve rediflerden bir sürü toplarlar etraflarına.” Ütop-
ya'n ın ilk b ö lü m ü n ü n so n u c u n d a da açıkça şöyle der: “Hâlâ
özel m ülkiyetin olduğu, insanların tü m değerleri parayla ölçtü­
ğ ü y erd e, â d il ve m u tlu b ir p o litik a g ü tm e k h iç b ir za m a n
m üm kün olm ayacaktır... Özel m ülkiyet kaldırılm adan, varlık­
lar hiçbir şekilde hakkaniyetli veya âdil biçim de bölüştürüle-
m ez, ölüm lülere m u tlu lu k getirilem ez. M ülkiyet baki kaldıkça,
yoksulluk, eziyet ve dert, kaçınılm az olarak insanlığın büyük
ve kesinlikle daha iyi olan b ö lü m ü n ü n sırtında yük olacaktır.
Bu y ü k b ir m ik tar h afifletileb ilir am a tam am en k a l d ı r ı l a s ı
(m ülkiyeti ortadan kaldırm adan) m ü m k ü n değildir.” B ütün bu
sözleri, Ötopya’dan h aberler getiren ve oradaki en iyi devletle
kıyasladığ ı İngiliz d ev leti k a rşısın d a d e h şe te k a p ıla n d ü n y a
seyyahına ettirtir More. İhtiyatlı vaiz ad am a Raphael H ythloda-
eu s adını v e rir ( “k ö p ü k -h a tip ” d e m e k tir b u ) am a şü p h esiz
Raphael, M ore'un en radikal görüşlerinin savunucusudur. H a­
bercinin ikinci bölüm de anlattığı Ütopya adasının insan o n u ru ­
na yaraşır b ir y er olm asının öncelikli sebebi, sakinlerinin an-

625
garyadan k u rtu lm u ş olm asıdır. Altı saatlik ölçülü b ir zahm et,
tü m zo ru n lu ihtiyaçları karşılam aya ve hoşlu k lar için yeterli te-
dariği sağlam aya yeter. Sonra, çalışm a n ın ö te sin d e k i yaşam
başlar; güzel tan zim edilm iş evlerde, çok sayıda aileyi ve m isa­
firlerini bir araya getiren m utlu, liberal aile birliğinin yaşam ıdır
bu. Özel m ülkiyetin g ö rü n tü sü n ü bile uyandırm am ak için, ev­
ler h er o n yılda b ir kurayla el değiştirir. Şehrin forum ’un d a ü c ­
retsiz aşevleri, öğretim k u ru m la rı ve tap ın ak yer alır. “Ü top­
y a ' n ın ik tisa t d ü z e n in in b irin c i hedefi, b ü tü n y u rtta şla rın ın
olabildiğince fazla zam anını tinsel ihtiyaçlarıyla m eşgul olm a­
ları için serbest b ırakm aktır.” Tinsel ihtiyaçlarla ilgili m eşguli­
yetin önem li bir parçası yem e içm e sanatı, keza bedeni güzel­
leştirm eye ve g ü çlen d irm ey e de k ıy m et verilir. M ünzevîliğe
açıkça sırt çevrilir: “H içbir in san a yararı olm aksızın, salt erde­
m in nafile b ir gölgesi u ğ ru n a k en d i k en d in i hırpalam ak, Ütop-
yalılara gayet anlam sız görünür: kendi kişiliğine karşı gaddar­
lık ve doğaya karşı h ad safh ad a n a n k ö rlü k sa y a rla r b u n u .”
Ü topya, kadınların ortaklığını tanım az elbette, tersine: zina ya­
p anlar en ağır k ö lelikle, tek rarı halinde ölüm le cezalandırılır.
Ancak evlilik sona erdirilebilir ve evlenm ek için de gelinle da­
madın birbirlerini çıplak görm esi yeterlidir; “ç ü n k ü Ütopyalı-
lar, bizzat doğanın eğlenm eyi eylem lerim izin hedefi olarak ta­
yin ettiğini söyler ve bu nizam a uym ayı erdem olarak tanım lar­
lar." G erçi m etnin başka yerlerinde yine keşişçe feragatler, acılı
hatta iğrenç ve yaradılışa aykırı çalışm adan haz alm ak m edhe-
dilir; fakat bu tutarsızlıklara rağm en egem en olan, E pikürcü­
lüktür. “Ü topyalılar'ın erdem ve eğlenm e üzerine görüşleri b u ­
dur. G ö k y ü zü n d en yollanan b ir din insana d ah a sofu fikirler
üflem ediği m üddetçe de, insan aklına göre hakikate daha yakın
bir görüş bulunam ayacağı kanısındalar." H ıristiyanlık da “daha
sofu fikirler” içeriyor gibi görünm ez Ü topyalılar'a; H ıristiyan
dinini sadece, “İsa'nın, m ü ritlerin in kom ünistçe yaşam tarzım
tasvip ettiğini” işittik leri için benim sem işlerdir. Yoksa tüm d in ­
lerin m uhteşem biçim de birleştirici olana hoşgörü içinde yeri
vardır, güneşe, aya, gezegenlere tapanların da. Ütopyahlar, her
g ru b u n k e n d i anlayışına ve özel k ü lt form larına göre tam am la­
yacağı m üşterek b ir k ü lt’te anlaşm ışlardır; Ü topya, inanç özgür­

626
lü ğ ü n ü n Eldorado’su d u r98 - şayet tüm iyi Tanrıların P anteon’u
dem eyeceksek. “Ç ü n k ü Ü topyalılar'ın en eski temel k uralların­
dan biri, hiçbir dine zarar verilem eyeceğidir... Ütopya’n ın k u ­
rucusu, yalnızca barışı gözettiğinden değil, aynı zam anda böyle
bir belirlem enin d in in de çıkarına o ld u ğ u n u d ü şü n d ü ğ ü için
koym uştu r bu kuralı. D in hakkında herhangi b ir n ih âî h ü k ü m
verecek k a d a r id d ialı değ ild i o; zira belki bizzat T anrı’nın da
kendisine b irçok biçim de saygı gösterilm esini arzu etmiş, dola­
yısıyla birilerine b ir türlü, ötekilere başka tü rlü telkinde b u lu n ­
m uş olabileceğini düşü n ü y o rd u ." S onradan Papalık Kilisesinin
şehidi olacak b irisin in ağzından duyulm ası en şaşkınlık verici
olan sözler b u n la rd ır kuşkusuz; bizzat H ıristiyanlığın m utlaklı­
ğını sorgulayan sözlerdir. Yalnızca A ydınlanm anın ilk nefesini
üflem ekle kalm az, tam rayihâsını da verirler onu n ; h ü k ü m d a r­
lık devletinin en k atı n o ktasına vurur, inanç ve vicdan üzerin­
deki cebrini hedef alır. M ore’da bu özgürlüğü sağlayan kuvvet
hep m ülkiyetin ilgasından doğar; üstelik genel ilgadır bu, m a­
nastır k o m ü n izm i değil. E fendi ile köleyi y aratan , efendiler
arasındaki ihtilâflara, iktidar ve h ü k ü m ete o lan ihtiyaca, ik ti­
d ar ve hü k ü m et u ğruna verilen savaşlara, inanç savaşlarına ve
gerek devletin gerek k ilisen in g ayrı-H ıristiyanca ceb rin e yol
açan, sadece m ülkiyettir. N itekim artı-değere d air b ir seziş de
b elirir Ü topya'nın son u n d a: “Z enginlerin, yoksulların gü n lü k
yevm iyesinden de gün be gün birşeyler kesip biçm elerine, ü s­
telik b u n u özel hilekârlıklarıyla değil yasalara dayanarak yap­
m alarına ne dem eli?" Sınıf devletinin M arksizm -öncesi b ir kav­
ramı da (hem geriye hem ileriye d ö n ü k olarak yalıtılm ış biçim ­
de) ışır arada: “Bugün herhangi b ir yerde serpilen b ü tün dev­
letlerim ize baktığım da, devletin h u k u k î tem elini kendi çıkarla­
rı için istism ar eden zenginlerin fesadından başka b ir şeye rast­
lam ıy o ru m . Ö n celik le en rezil y ö n te m le rle çalıp ç ırp tık la rı
k e n d i m ü lk lerin i b u n la rı kaybetm e tehlikesi olm aksızın elde
tu tm ak, s o n ra y o k su lla rın z a h m e t ve em eğ in i o lab ild iğ in ce
u cu za alıp sö m ü rm ek için, olabilecek h er u s u lü ve hileyi ayar­
larlar... Lâkin b u aşağılık insanlar, y aşam ın h erk ese yetecek

98 Hayal ülkesi.

627
olan kıy m etlerini k en d i araların d a paylaştıklarında dahi, hâlâ
n e kadar u zak tırlar ü to p ik devletin m u tlu lu ğ u n d an !" Selâmetli
ve şenlikli k itap b ir kasideyle kapanır: “N asıl b ir n ahoş yükü
atm ıştır b u d e v le t sırtın d a n ; nasıl m uazzam b ir cü rü m to h u ­
m u n u n kökü k u ru tu lm u ştu r, p aranın kullanım ıyla b eraber pa­
ra hırsı da bertaraf edileli b e ri. Zaten görm eyen v ar m ı ki, gün
be g ü n cezalandırm akla b astırılm aktan çok sadece öcü alınan
sahtekârlık, hırsızlık, so y g u n , kavga, isyan, hırgür, cinayet, iha­
net ve zehirlem e, p aran ın b ertaraf edilm esiyle b erab er topye-
k û n so n a erecek, p aran ın yok oluşu y la aynı an d a k o rk u , gam ,
tasa, dert ve kâbu slar da b itecek tir!” T hom as More, Raphael’in
rap o ru n a h ü rm e t ederken, Ü topyahlar’rn d ü zen in d e b izim dev­
le tle rim iz d e u y g u la n m a s ın ı iste y e c e ğ i çok şey b u lu r; ta b ii
u m u ttan ziyade arzu o ld u ğ u n u da ekler b u n u n . Bir arzu inşâ
halindedir; artık bir C hiliastik u m u t kesinliği barın dırm ayan
rasyonel b ir in şâ d ır b u , b u n a m ukabil k e n d i güçleriyle k u ru la ­
bilir, aşkın b ir desteğe veya m üdahaleye ihtiyaç duym ayan bir
yapı olarak koyutlanır. Ütopya, geniş ölçüde dünyevî [H enüz­
] O lm am ış'ın, insanı özgürlük eğilim inin içinden tasarlanm ıştır
- em ek ve devletin asgarîsi, sevincin azamîsi.

M o rd u n zıddı:
C am panella'nın G üneş D evleti ve ya so sy a l d ü ze n ütopyası

Yurttaş sonraları, tam da yeni dayatılan cebri kabullenerek ser­


pildi. Kral tarafından k ü çü k feodal beye ve onun darm adağınık
iktisadiyatına k arşı uygulanan cebri. 17. yüzyılda zanaat üretim i
büyük atölyelere, m anifaktüre taşındığında, olan buydu. B unun
so n u cu olarak, ilerlem iş ülkelerde, m erkezî idare edilen b ü yük
bir iktisadi gövdeye m eylettiğinde. Barok, m erkezileşm iş krallık
iktidarın ın çağıdır, o zam anlar ilericiydi. B urjuvazinin çıkarının
m onarşiyle uyuşm asına tekabül eden, tüm ü y le iktidarcı, aynı
zam anda büro k ratik ütopya: C am panella’n ın 1623'te çıkan C ivi­
tas solis’idir. M ore'daki özgürlü k yerine şim di düz enin şarkısı
çalınır, efendisi ve gözetim i ile. Sade Fransisken k ap utu, başın­
da başaklardan yapılmış tacı ile Ü topyalı reisinin yerine bir ege­
m en, b ir dünya Papası z u h u r eder. M ore gibi A m erika'nın iğva-

628
la n n ı, adalıların cen n etsi m asum iyetini değil, bir zam anların
yü ksek İn k a im p a ra to rlu ğ u n u sev iy o rd u C am panella. Lewis
M um ford , 192 2 'd e T he S to ry o f U topia'da99 C a m p a n e lla 'n ın
ütopyasın ı dosdoğru “P lato n ’u n Politeia'sı ile M o n tezum a’nın
sarayı arasında bir evlilik” o larak adlandırır. Yukarda belirtildiği
gibi, Platon’u n Politeia'sı, ö zgürlüğün devlet rom anının ortaya
çıkm asından ço k önce, ilk ütopyalaştırıcı düzen değil m iydi za­
ten? C am panella'nın G üneş Devleti, başlığının yanısıra coğrafî
konum uyla da Jam bulos'unkine tem as eder; ancak Cam panel-
la’da devlet güneşi zahm etsiz b ir H elenistik-O ryantal m üsriflik­
le değil de m erkeziyetçi b ir katılıkla parıldar - tıpkı Paraguay'ın
yapay CCizvitler devletinin epeyce Cam panellavari b ir biçim de
tatbik ettiği gibi. Genel olarak C am panella’n ın d ü şleri o zam a­
n ın iktidar birim leriyle bağlantılıydı; o, üto p y a perdesine y a n ­
sıtm ıştı bunları. İdeolojikleştirm ek için yapm ıyordu b u n u , d ü ­
şü n d ek i krallığın geleceğine in an ıy o r ve halihazır b ü y ü k güçleri
bu vuslatın hızlandırılm asına ayarlıyordu. Yirmi yedi yılını ona
güvenm eyen İspanyol G ericiliğinin zindanlarında geçirm esine
rağm en, b ir vakitler T ürkler'le ilişki k u rm u ş olduğu söylenen
Cam panella, İspanyol dünya egem enliğini hararetle alkışlıyor­
du. Sonra da Fransa’nınkini alkışladı; her iki durum da da m ün­
hasıran M esihçi G üneş Devleti’n in hazırlandığı yerler olarak gö­
rü yordu bu devletleri. 1637'de yayım lanan m etni “De sensu re­
rum et m agia”nın'00 Richelieu'ya ithafını saraylı bir yaltaklanm a
yerine M esihçi bir taleple bitirm esi, anlam lıdır: “Benim tarafım ­
dan tasarlanm ış olan, sen in tarafından k u ru lacak olan G üneş
D evleti”. Cam panella, sonradan kendisine G üneş Kral denecek
olan XIV. Louis’nin doğum unu da b u azam etli u m u tla selâmla-
mıştı. Daha yakından bakıldığında, Güneş Devleti metni, dünya­
yı gezmiş b ir Cenovalı'nın, m isafir ettiği arkadaşına verdiği ay­
rıntılı bir rapordur. Cenovalı kaptan, bir seferinde dünya deniz­
lerinde yelken açarken T aprobane adasına (Seylan) çıktığını,
burada karşılaştığı bir öbek silahlı adam ın onu G üneş Şehrine
götürüp b u rad ak i düzeni izah ettiklerini anlatır. T üm cüretkâr­

99 Ütopyanın Öyküsü.
100 Varolanlann Anlamı ile Büyü Üzerine.
629
lığına ve alışılmış rom ansı kılığına rağm en m ühendisçe, teknik
bir şey vardır raporda: civitas, aynı d ö n em d e V auban'ın kale
tah k im at p lan ın a b e n z e r b içim d e inşâ ed ilm iştir. T oplam da
C am panella'nın ütopyası, m üellifinin dünya sistem iyle uyum lu
anlaşılm alıdır; Campanella, Bacon ve Geschlossenes H andelssta-
a t'ın 101 Fichte'si dışında yeni ütopyacılar arasındaki tek filozof­
tur. ' C ivitas solis'in, bir Philosophia realis'em ek olarak yayım lan­
mış olması sebepsiz değildir; P aralipom enonm olarak, aynı za­
m an d a b ir doğa ve ah lâ k felsefesi örneğinin denem esi olarak.
Tıpkı insan gibi, onun genişleyen uzantısı olan devlet de Tan-
rı'nın suretindedir; böylelikle b u sosyal ütopya en yüksek var­
lıktan devlet k atına iner ve m ük em m elen tasarlanm ış olarak,
Tanrısal b ir güneş sistem inin ışım alarıyla özdeş olduğunu gös­
term ek ister. Böyle bir egem enlik ütopyasının kom ünistçe hat­
lar taşım ası şaşırtıcı gelebilir, lâkin burad a işlem ekte olan öz­
g ü rlü k ütopyası değil, dünya devleti suretinde d ü şü n ülen kişi­
siz düzen ütopyasıdır. Bu d erinlem esine idarî örgütlenm işlik,
bir ada m odeline y ansıtılm ıştır; evrensel k rallık ile ada şehri
arasındaki çelişki ise bastırılm ıştır. Yaşam askerî m onarşiye göre
ayarlanm ıştır, en katı dakikliğin ve önceden düzenlenm işliğin,
gerek zam an gerek idare gerek iktisat tekniği bakım ından yarar­
lı etkileri görülür. İşçileri ve tek n ik ü retim araçlarını b ü y ü k
atölyelerde b ir araya getiren, başlangıç aşam asındaki m anifaktür
sistem i, bir d evlet sosyalizm i ü to p y asın a aktarılm ıştır. D iğer
yandan C am panella k ıta n ın Ispanyollaştırılm asını ve hoşgörü­
süzlüğü k u tsa r (Engizisyon’a değil de k en d in e ait içeriklerle ol­
sa bile). Bir devlet sosyalizm i g ö rü n tü sü vardır, daha doğrusu:
tem elinde bol Bizans ve astroloji Pathos’uyla, bir Papa sosyaliz­
mi. Bütün in sa n la n n ve şeylerin doğru zam an, doğru yer, doğru
düzende olm ası Pathos'uyla, b ü tü n em irleri veren bir m erkez, sı­
nıfsız am a aşın hiyerarşik bir düzen kurar.
Böyle idare edildiğinde ne zengin ne yoksul olur, m ülkiyet
kaldırılm ıştır. B ütün yurttaşlar çalışmaya m ecburdur, d ö rt saat­

101 Kapalı Ticaret Devleti.


102 Gerçek Felsefe.
103 Bir metne yapılan ekler, yorumlar, katkılar.
630
lik iş günü yeterlidir, ne sö m ü rü b ilin ir ne kâr. İşler m üşterek
olarak, gözetim altında ve kim senin ayrı kazancı olm adan yü­
rütülür, en yüksek ödev ortak iyidir. H alihazır devletler bencil­
likten diş gıcırdatıyordur: “Ama artık m ülkiyet kalm azsa, ben­
cilliğin am acı da kalm az ve kaybolur.” Y oksulluğun fenalıkları
ve zenginliğin daha da ağır olan fenalıkları kaybolm uştur, şe­
refle ilgili olanlardan gayrı ihtilâf kalmaz: “G üneşliler, yoksul­
luğun insanları aşağılık, sinsi, haydut, vatansız, yalancı yaptığı­
nı iddia ederler. Ama zenginlik de utanm az, kibirli, bilisiz, ha­
in, farfaracı ve kalpsiz yapar. H akiki b ir toplum sal birlikte ise
herkes aynı anda zengin ve yoksuldur; m üştereken sahip olm a­
d ıkları hiçbir şeyi arzulam adıkları için zengin, hiç kim se b ir şe­
ye sahip olm adığı için yoksuldurlar. Dolayısıyla G üneşliler şey­
lerin kölesi olm am ışlardır, şeyler o n ların hizm etindedir." Lâkin
m ülkiyetin b u biçim de k ö k ü n ü n ku ru tu lm ası, M ore'daki gibi
devletin küçülm esini getirm ez beraberinde. Tersine, devlet top­
lu m u n en yüksek amacı olur; provincia’d an [eyalet] regnum'a
[k rallık ], im p eriu m 'a [im p a ra to rlu k ], m onarchia universa lis'e
[evrensel m onarşi], nihayet P apa im p arato rlu ğ u n a yükseltilir.
Devlet tam da d ü zen in hoş yanını, m alların b ö lü şü m ü n ü g ü ­
vence altına alır: “G üneşliler ihtiyaç duyduğu her şeyi toplum ­
sal b irlik ten alırlar ve h ü k ü m et, hiç kim senin h a k ettiğinden
fazlasını alm am asını, herkesin zo ru n lu ihtiyacının karşılanm a­
sını katı b ir biçim de gözetir.” C am panella'nın devleti iktidarını
her şeyden önce kendi tem sil ettiği, Campanella felsefesine gö­
re T anrı’nın sureti olan m evcut m etafizikte arar. H üküm et koz­
m ik düzenin ana güçlerini, varlığın insanî deneyim lere ve etki
çem berlerine hâkim olan “ilkselliklerini” yansıtır. B unlar Sapi-
entia [bilgelik), Potentia [güç, k u d ret], A m or'dur [aşk], Tanrı
bunların birliğidir; bunlar Tanrı’dan neşet ederek, giderek daha
bedensel hale gelen dört d ünyanın içinden, tarihsel varoluşa,
“m undus situalis"e104 m üdahale eder, o n u ışıtırlar. “İlksellikle-
rin ”, düzeni sağlayabilm ek için bu dünyada b ir bedene ihtiyaç­
ları vardır. Bu düzen de ancak doğru tasnife dayanan bir düzen
olabilir: Tanrı, Papalığın d ü n y a egem enliği olacaktır, Campa-

104 Dolaysız durumu/koşullan içinde dünya.


631
nella’n ın ütopyasında Sol [güneş] veya Metaphysicus da d en ir
buna. O nun altında, etki alan lan Sapientia, Potentia, A m o r b ö l­
gelerine bire b ir tekabül eden ü ç prens y e r a lır - tıpkı Kabalacı
b ir uzam daki gibi. Tarih, dikeyligiyle tek doğruyu tem sil eden
b u devlet u zam ının m eydana getirilm esi dem ek olur. Cam pa-
nella’da uzam hep, bizzat k en d i tah ak k u k u n u arayan ve horror
vacui’yi, yani hiçlik ve kaos karşısında duyulan d eh şetin boşlu­
ğ unu dold u ran , “şeylerin ebedi ve neredeyse Tanrısal, her şeye
nüfuz eden kabı/m uhafazası” o larak yüceltilir. Tanrısal Poten-
tia'n ın ifadesi olarak zo ru n lu lu k , tesadüfü (contingentia) yener,
T an rısal S ap ien tia’n ın ifa d e si o la ra k b e lirle n m iş lik ( fa tu m )
m ünferit vakayı (casus) yener, am a asıl Tanrısal Am or'un ifadesi
olarak dü zen (harm onia), bahtı, değişen talihi (fortuna) yener.
C am panella’da y ü kselen b u rju v azi (daha önce C usanus'ta da
o lduğu gibi) Hiçlikle m ücadele halindedir; gerilem ekte olanın,
d iz ü stü Hiçliğe çökenin, p a n -k ao tik ’°5 o la n ın aksine. C am pa-
nella’n ın üç “ilkselliği” b ir . araya g etiren B ilgelik-İktidar-A şk
düzeni, kao tik olana, yani tesadüfün, m ünferit vakanın, değiş­
kenliğin zıddındadır. C ontingentia, casus, fo rtu n a salt “a nihilo
contracta", 1M y an i ölü hiçliğin kalıntıları (De m onarchia, Bölüm
1) iken, - k i Tanrı dünyayı oradan varoluşa çağırm ıştır-, düzen
a k tif olm ası itibarıyla b u n a karşıttır. C am panella gayet türüm -
cü ’°7 bir biçim de, dün y ad ak i Hiçliği veya N on-E ns’i [Ol-mayan]
nihayetinde Ens’in [Olan, Varlık], Sol'un y a n i güneşsel varlığın
ışınlanm asıyla yenm ek istiyordu. Bu nedenle, egem enliğin böy-
lesine derinlem esine nüfuz ettiği b ir d ü n y a n ın sonrasında a st­
roloji m ito su n u em redebilm esi, şaşırtıcı değildir; çünkü yukarı­
ya bağım lılığın öncelikli güvencesi odur. A stroloji b u düzenin
fanatizm ine tekabül eder, insanları, b ü tü n şeylerle b eraber ge­
zegenlere ve b u rçlar kuşağının h ü k m ü n e tabi kılar. G üneşlile­
rin hem hane hem kam u yaşamı, gerek trafik gerek şehir tesisa­
tı, hatta banyo, yem ek ve d o ğ ru cinsel birleşm e bile yıldız saat­
lerine göre düzenlenir: “E rkekler ve k ad ın lar iki ay n bölm ede

105 Kaosları birleştirenin.


106 Hiçbir şeyle bağıntısı olmayan.
107 Emanatist; tüm varlığın aşkın gerçeklikten türediği, çokluğun Birlikten doğ­
duğu fikri.
632
uyur, birleşm enin verim li olabilec eği ânı b ek lerler;■tayin edilen
zam anda b ir k o cak arı iki kapıyı d ışard an açar. Bu v a k ti, Ve­
n üs'le M erkür’ü n güneşin doğusunda uygun b ir evde, Jü p i ter'in
saadet vaad eden nazarı altında b u lu n d u ğ u ânı d e n k getirm eye
çalışan hekim ve astrolog tayin ederler.” Böylece seçm e özgür­
lüğü ve tü m ü y le ö zg ü rlü k , g erçi m e k a n ik b ir b içim de değil
am a yu karıd an aşağıya, yıldızların d ik tatö rlüğüyle, in san d an
alınm ıştır. A stroloji b u g ü n artık sadece bâtıl inançlı bir m im ari­
nin bir enkazından ibarettir, ama o zam anlar hâlâ canlı ve say­
gındı , patriyarkalizm leri tü m dünyayı kaplayan bir tü r züm re­
ler meclisiydi. Bu m utlak hiyerarşi içinde kim i serbestîler - ö z ­
gürlükler d e ğ il- b ir kenarda d ururlar, eksik yasaklardan ibaret­
tir aslında bunlar. Böyle yasak eksikleri çok vardır: “G üneşliler
boş zam anlarını h oş derslerle, gezintiyle, ru h sal ve bedensel id­
m anlarla ve eğlenceyle geçirebilirler.” V enüs D ağı'08 da başka
alanlardaki ped an tizm in 109 irtifasına ulaşm az, cinsel ilişkiyle il­
gili astrolojik yasalar sadece m üstakbel ebeveyni bağlar: “Diğer­
leri, eğlence için ya da hekim talim atıyla ya da tah rik olm ak
m aksadıyla doğurgan olm ayanlarla veya fahişelerle d ü şü p kal­
kanlar bu örfü dikkate almazlar." H atta devletin en ciddi çehre­
siyle öne çıktığı yerde, b ir ölüm cezası vesilesiyle, liberalist bir
görünüş bil e belirir: “Bu vakada suçlu b u lu n an kişi, şikâyetçi
ve tanıkla, bir bakım a hastalığını iyi eden hekim lerm işçesine,
öpüşüp kucaklaşarak barışm alıdır. Aynca G üneş Ü lkesinde hiç­
bir ölüm m ah k û m u n u n cezası, kendisi üzerine d ü şü n d ü ğ ü se­
beplerle ölm esinin gerekli olduğu kan aatin e varm adığı m ü d ­
detçe, ölü m cezasının infazını bizzat arzu eder h ale gelm esi
sağ lan m ad ık ça, infaz e d ilm e z .” G erçi R o u sse a u 'n u n Toplum
S özleşm esi de benzer b ir talepte bulunur, lâkin o n u n zihniyetiy­
le C am p an ella'n ın k i arasın d ak i fark m uazzam dır. R ousseau,
kendi kaderine hâkim iyeti, b u n u sonlandıran edim de bile ko­
rum ayı isterken; Cam panella b u ra d a k i liberalliği, en kuvvetli
otoriterliğin zaferine yardım eden bir araç olarak kullanır. Ç ün­
kü hukuken m ahkûm edilm iş birey burada bizzat k en d in i bir

108 Ortıçağ efsanesine göre bu dağda yaşayan Venüs, güzelliğiyle insanları baş­
tan çıkarıp sefih bir hayata çekerek lanetlenmelerine yol açıyordu.
109 Bilgiçlik taslamak, ukalâca öğreticilik.
sapm a sayarak yok edilm iş görm ek istiyordur - veya Kilise di­
liyle söylersek: laudabiliter se su b je d t.m Ö znellik, sadece kendi
yo k edilişine onay verdiği ölçüde m evcuttur. Son sığınağı ola­
rak bir âsi veya ayak direyen b ir sa p k ın ololabilm e im kânı bile
alın m ıştır ondan. Böylece m u tlak konform izm , tam da bir istis­
naya mahal vererek kayba uğru y o r g ö ründüğü noktada zafere
ulaşır; C am panella’n ın Güneş D evleti, insaniyetiyle de özgürlük
ü topyasının karşı kutb u d u r. D üzen, erdem in kendisi ve onun
birleşim idir: “G üneşliler'de, bizde erdem in kaç adı varsa o ka­
d ar otorite m akam ı vardır: âlicenaplık, cesaret, edep, cöm ertlik,
neşe, itidal ve saire. Onlar, daha çocukken okulda en fazla şu
veya bu erdem e yatkın olduklarına dair verdiklerine ipuçlarına
göre, ilgili m akam lara seçilirler.” M utluluk, bu sert ütopyada da
Summum bonum’d u r,’’’ lâk in - ru h a n t ve dünyevî gücün tam a­
m en bir olduğu k o şu llard a- devlet hizm etiyle aynı şey olan bir
Tanrı hizm etine k oşulm uş b ir hizm etin m u tlu lu ğ u d u r bu da.
C am panella'daki G eleceğin Devleti b udur; benzersiz bir z o ru n ­
luluk sarhoşluğu içerir, Platon'dan b e ri Bizans ve K atolik hiye­
ra rşisin i k u lla n a ra k o n u n S parta id e a lin in de ö tesin e geçer.
M ülkiyet ilişkileri d ışın d a yaşam ın böylesine k ö tü olm asının
nedeni, insanların kendi yerlerinde olm am asıdır, m undus situ-
alis’in, yaşam ın salt d urum sal halin in , yarı-hiçliğin durum sal
tesadüfleri arasında sendelem esidir. H ü k m ü n ü yürü ten göksel
güçlerle b ir birlik ve b ir m utabakat, onlarla bir uyum olmadığı
için; devlet terazide olm adığı için. K iniklerden T hom as More'a,
n ih ay et an arşistlere k ad ar çok değişik su re tle rd e k i özg ü rlü k
ütopyalarıyla tem el çelişki buradadır; C am panella'da bu çeliş­
k in in sö k ü n edişi bilinçlidir. Ö zel m ülkiyetin ilgası bu çelişkiyi
ortadan kaldırm az: zira bu ilga M ore’da astlık -ü stlü k düzenini
tam am ıyla yok edip tam eşitliği getirirken, bu eşitlik C am pa­
nella'da üzerine yeteneklerin, erdem lerin ve “ilkselliklerin" ye­
ni hiyerarşisinin inşa edileceği zem ini oluşturur. M ore-Cam pa-
nella karşıtlığını, kendi zam anlarının birbiriyle bağıntılı olm ak­
tan ziyade rekabet halindeki doğa m itlerine bakarak belirgin­

110 Kendini takdire lâyık olana tabi kılmak.


111 En yüksek iyi.
634
leştirirsek , şu n u söyleyebiliriz: M ore veya ö zg ü rlü k ütopyası
aşağı yukarı sim yaya tekabül ederken, C am panella veya düzen
ütopyası astrolojiye tekabül eder. M ore sim yayı hiçbir yerde an­
maz; en azından, onun adasında altına h o r bakıldığı ve sem bo­
lik anlam da m etalleri soylulaştırm a işi, y a n i dünyayı soylulaş-
tırm ak, o rad a artık gereksiz g ö rü n d ü ğ ü için, anm az sim yayı.
A ncak More daha m etninin başında, ad asın ın k u ru c u su n u n il­
k in adanın anakaradan kopm asını sağladığını anlattırdığında,
M ore'un k en d isi ad a n ın “k u rşu n sik k e le rin ” veya k u rşu n u n
d ü n y asın d an ayrıldığını söylediğinde, çok g eçm eden b u ralar
sim yacı bakışıyla yorum lanm ıştı ve sonraların “G üllü H a ç lıla ­
rın ın 112 veya vaftiz edilm iş “genel refo rm atörlerinin” (Andrea,
C om enius) yaklaşım ı anlam ında böyle yorum lanabilirdi. Ü top­
ya , tıpkı altının k u rşu n d an çıkarılm ası gibi, im bikten çekilirce-
sine kötü d ü n y ad an çıkartılıyordur - simya, bu k u rtu lu şu n m i­
tolojisi sayılır. Oysa C am panella h er ne kadar simyayı açık se­
çik zikretse, Sol ve Civitas'taki altın p arıltısı da bu çağrışım a ya­
k ın olsa bile, o n u sa ra n astroloji Pathos'u, altına bağım lılığın­
dan sosyal k u rtu lu şu n , baştan d ü zenlenm iş uzam ı infilâk etti­
rip o rad an çık m asın ı engellem iştir. Aşağı d ü n y a n ın u y u m u
Cam panella'da da h e n ü z kurulacak b ir uyum du, ancak C ivitas
solis sıkı sıkıya yıldızların h ü k ü m d arlığ ın a bağım lı kalır. Ü top­
yanın bir süreç içinden çıkarılm ası gerekm ez burada; o, koz­
m ik uyum dadır ve şim diye kadarki to p lu m d a gereğinden fazla
değil de gereğinden az h ü k ü m et, bu da dem ektir ki gereğinden
az astroloji vardır. Velhâsıl M ore’u n ve C am panella’nın m odel­
leri arasındaki çelişki aynı zam anda m itolojik b ir çelişkidir ve
bu çelişki -m ito lo jik kabuğu o lm ak sızın - tüm takip eden ütop­
yalara uzanır. Liberal-federatif sosyalizm in (R obert O w en’den
itib a re n ) atası M o re'd u r, m e rk e z iy e tç i so sy alizm (S aint-S i-
m o n 'd a n itib a re n ), yay g ın ve y ü k se k k u m a n d a sıy la , sosyal
ütopyayı in tizam ve tertiplenm iş m u tlu lu k olarak kurm asıyla,
Cam panella'ya tem as eder.

112 16. yüzyılda kurulan Batın! Hıristiyan tarikatı. Eski Yunan, Mısır ve İbrani
Batıniliklerini/ezoterizmlerini referans alıyorlardı. Kilise tarafından sapkın
ilan edildiler.
635
ö z g ü r lü k ve d ü ze n e dair S o k r a tik soru,
Ü topya ve Civitas solis’i g ö z önüne a la ra k

Edilen lâf ne k a d a r iri olursa, yabancı u n su rların o n u n içinde


saklanm ası da o kadar kolay olur. Özellikle özgürlükle, düzenle
ilgili olarak böyledir - tabii sıklıkla herkes ken d in e ait yanını d ü ­
şünür. Birinin veya ötekinin yerleştiği ada, küçüklüğüne ragmen,
bu temel ilkelerinyayılm ış çokanlam lılıgını azaltmaz. Bir Sokra-
tes, herkesin anladığına inandığı kavram lar hakkında bilgisizmiş
gibi davranm ış ve sözüm ona uzm anlara akıl danışm ak istemişti.
Ama çok geçm eden bunlar çelişkilere düştüler, kafaları karıştı ve
tefekkür akm aya başladı. Ö zgürlüğün, sonra zo ru n lu lu ğ u n ve
düzenin de, şayet boş ve çok zam an da kandırılm ış kanaatlerin
sloganları olm ayacaklarsa, böyle sorgulanm ası gerekir. Thom as
More dem okratik özgürlüğü, Campanella otoriter düzeni sosyal
m u tluğun eşanlamlısı olarak vaz’ettiğinde, gerek onlardan önce
de onlardan sonra, b u politikalar çok başka şeyleri yaşam ış ve
anlam landırm ıştır. Ö zgürlüğün so ru n u , çokanlam lılığı ve tarih
içinde uğradığı özellikle büyük işlevsel değişim dir. Yalnızca psi­
kolojik özgürlükle seçme özgürlüğü, politik özgürlük veya kendi
kaderini belirleme özgürlüğü değildir, birbirinden ayrılamayacak
olan. Kendi kaderini belirleme özgürlüğü içerisinde de, o n u h e­
defleyen gruba, Liberte [özgürlük] çağrısının henüz bakire oldu­
ğu toplum un o sıradaki d urum una bakar her şey. Serbest reka­
b etten , M anchester iktisadiyatından tam da b u liberal beylere
karşı m ücadeleye kadar uzanır. Züm revi kısıtlara ve feodal vesa­
yete karşı serbest rekabeti dayatan burjuva-devrim ci edim den,
proletaryanın tam da özgürleşm iş burjuvaziyi özgürleştiren dev­
rim ci eylemine kadar uzanır. Ö zgürlük çağrısı, Viyana'daki Kay-
zer karşısında konum larını güçlendiren Alman bölgesel prensle­
rinin “hürriyet"inden, tersine, prenslerin ortadan kaldırılmasına,
tüm üyle h âk im sın ıf devletinin ilgasına k a d a r erişir. Özgürlük:
sanayi prenslerinin ve tekellerin yeni-feodal hürriyeti adına da
talep edilir, buna tam am en zıt bir program ın da içini doldurur:
m ü lk sü zleştiren lerin m ü lk süzleştirilm esi. Frig beresi, 1,3 m illî

113 Fransız Devrimi'nde Jakobenlerin taktığı başlık.


636
k u rtu lu ş savaşının başını ö rttü ğ ü gibi m illetin k en d i içindeki
Ges.slerm tabakalarına karşı de^vrimci iç sav aşın da başlığıdır. Bü­
tü n bunlar, özgürlüğün, içerikleri değişebilen ilişkisel bir kavram
olduğunu gösterir. Bu ilişkinin form el boy u tu bile değişir; bir
şeyden özgürleşm enin mi bir şey için özgürleşm enin m i söz ko-"
n u su o ld u ğ u n a göre. Ü retim a ra ç la rın d a k i m ü lk iy et, eo ipso
[kendiliğinden], tek sermayeleri em ek güçleri olanların ezilmesi­
ni varsayar. Bir L ib ertt çağrısı, kastı ne denli esaslı olursa olsun,
m ülkiyet to p lu m u n u n içinde y er alıyorsa, yalnızca galip gelen
özgürlük sınıfı içindeki iktisaden zayıf sınıfların bağımlılığını de­
ğiştirir veya yeni köleler y aratır - sanayi proletaryasının d u ru ­
m unda olduğu gibi. Çalışm anın özgürlüğü, çalışm aktan özgür­
leşmeyi sağlamamasıyla birlikte, kesin olarak tiranlıkla son b u l­
m uştur. Ü stelik bilhassa baskıcı bir tiranlıktır bu, kapitalist de­
m okrasi plü tokrasidir. Demek Sokrates, türlü çeşitli ekonom ik-
politik özgürlük içinde uygun ' ve sahiden özgürleştirici olan pek
az şey bulabilirdi; m ülkiyetin efendisinden, yani her türlü politik
özgürlüksüzlügün kaynağından özgürleşilen d urum lar hariç. Bu­
nu n dışında her yerde yalnızca, özel b ir çıkarın özgürlüğü m ahi­
yetindeki bir özgürlüğe dönük bir özel ilgi vardır. Buna karşılık,
m ülkiyetin kaldırıldığı yerde, özgürlüğün p olitik-sosyal kullanı­
mı, Sokrates’in sorularıyla yöneldiği m üşterek -o lan ı ya da en
azından onun özüne ait birşeyler sunar. M ore’u n h er şeye rağ­
men özgürlük ütopyalarının bir num unesi olmasını sağlayan ve
efendi-köle ilişkisine saldıran şeydir bu. Özü itibarıyla özgürlü­
ğün içinde, onay beklem eksizin tayiIL edilm iş olana karşı, tabi
durum dakileri ele geçiren, onlara nakledilen toplum sal kadere
karşı bir m uhalefet yaşar. Özü itibarıyla özgürlüğün içinde, in­
sanların iradesizce, iradelerine karşı ve her halükârda bunu kav-
ramaksızın bağlandıkları o zorunluluğa karşı bir öznel etkenin
yaptığı ham lenin etkisi hissedilir. Öznel etkenin bir bireye bağlı
olm ası gerekm ez; in -corpore115 baskılanm ış olan ve in corpore,
kendisiyle beraber bireylerini de k u rtu lu şa eriştirerek baskıya
karşı ayağa kalkan topluluk içinde daha güvendedir öznel etken.

114 Gemler: 15. yüzyıl öncesinde İsviçre’de Habsburglar’a hizmet eden işbirlikçi­
lerin önde gelenlerinden ..
115 Bu beden içinde.
637
Ö te yandan zorunluluğun da, ancak tiranlık tarafından yapay bi­
çim de ayakta tutulabildiği eski çağlarındaki gibi yalnızca düş­
m anca olm ası gerekmez. Gerek toplum da gerek toplum da, kav-
ranamadığı m üddetçe kör olan bir körlük olarak da tecelli edebi­
lir. Sosyal-politik özgürlük bu zorunluluğa karşı ham le eder ve
ancak zorunluluğun kuvvetleriyle som ut b ir dolayım kurm akla,
tam veya özsel anlam ıyla özgürlük olabilir. Engels A n ti-D ü h -
ring’de in concreto116 toplum sal özgürlüğü böyle tanımlar: “Şim ­
diye kadar tarihe hâkim o la n nesnel yabancı güçler, insanların
denetim ine geçer. Ancak o andan itibaren insanlar kenqi tarihle­
rini tam bilinçli olarak kendileri yapacaklardır, ancak o andan iti­
baren kendi harekete geçirdiği toplum sal nedenler ağırlıkla ve gi­
derek artan ölçüde onların istediği etkilere sahip olacaktır. İnsan­
lığın zorunluluk ü lkesinden özgürlük ülkesine sıçrayışıdır b u .”
Bu özgürlükte d e daha bin türlü so ru n vardır, Niçin'iyle, içeriğiy­
le, kendi kaderini tayinle belirlenen Kendi'yle ilgili sorunlar; ama
artık çokanlam hlık yoktur. Bunun ön koşulu, M ore'da ve çoğu
ütopyada, özel m ülkiyetin ve onun m eydana getirdiği sınıfların
ilgasıdır. Ö n koşul, kişiler üzerindeki egem enlik olarak, imtiyaz
sahiplerinin elindeki bir baskı aygıtı olarak devletin inkârına iliş­
kin kararlı iradedir. Engels'te devlet öncelikli olarak inkâr edil­
mezse de şeylerin idaresine ve üretim süreçlerinin yönetim ine in­
dirgenir; bunlarla ilgili bir Pathos’u da yoktur, devlet hissedilmez
hale gelir, baskısı sönüm lenir.
Zorunluluk/zorlam a kelimesi, çokanlam h olm aktan ziyade ge­
rici bir etki uyandırır, korkutur. M amâfih, her şey özgürlük değil
de vida gibi görünse de, burada bile çok şey sallantıdadır. Zira
zorlamayı kim in uyguladığına, böylelikle düzenin ayakta kalm a­
sını kim in tem in ettiğine ve b u n u n ne amaçla yapıldığına dikkat
etm ek gerekir. D ikkat edilirse, düzen in de birden fazla çehresi­
nin olduğu ve düzenin k u rd u ğ u devletin aynı devlet olmayacağı
görülür. Bir saf zorlam a vardır, kötü cemaat kendi içindeki bazı
kurtlara, özellikle de kendi kurbanlarına dediğini yaptırır; bir de,
cem aatin kendisinden, o n u n d u ruşundan ve yapısından kaynak­
lanan zorlam a vardır. Birinci vahada sahici bir düzen olmaz, sa­

116 Som ut olarak.

638
dece düzenlenm iş veya şiddetle ayakta tu tu lan düzensizlik olur.
Kapitalist cem aat de ancak, bireysel özgürlük, - k i m al sahipleri­
nin özgürlüğüdür b u -, sözüm ona h u k u k devleti tarafından diğer
yurttaşların hiçbirinin bireysel özgürlüğüne halel gelmeyecek öl­
çüde kısıtlandığı zam an m üm kün olur. Bu kısıtlam a, liberal do­
ğal h u k u k tarafından öyle olduğu tem in edilm ekle beraber, o öz­
gürlükten çıkıyor değildir, onun üzerinde salınır, olağanüstü hal
olarak dayatılm ıştır ona. O lağanüstü hal, b u rju v a düz eni dem ek­
tir: iktisaden zaten b askı altında bulunanların ve onların isyanı­
- nın karşısına b ir zorlam a olarak d ik ilir; b ir k u rn azlık olarak,
kuvvetli olanla ve onların rekabetiyle m üttefiktir. İkinci vahadaki
düzen, sosyalist ik tisat ve toplum da, çok başka görünür. Saf zor­
lama veya zor yoluyla sağlanm ış olağanüstü hal olarak, birlikte
yaşam anın hatta cem aatin kendisinin koşulu olarak görünm ez.
O zam an cemaat zaten birincildir; insan, M arx'ın Yahudi Sorunu
Ü zerine m akalesinde söylediği gibi, forces propres’i n i " 7 toplum sal
kuvvet olarak id rak ederek örgütlemiştir. B undan ö tü rü toplum ­
sal gücü, politik güç olarak, soyut politik düzen devleti suretin­
de kendinden ayırmaz; onun bencil bir iktisadiyat güden unsur­
larıyla uyuşm az. O zam an düzen, bireyin kısıtlanm asına d ö n ü k
b ir zorlam a olm aktan çıkar; ç ü n k ü hom o hom ini lupusUB d u ru m u
sona ermiştir, istihdam edilen yurttaşın soyut b ir yurttaş tarafın­
dan kısıtlanm ası artık gerekli değildir. H erkesin insan olma fırsa­
tı vardır ç ü n k ü hiç k im senin bir canavar olm a fırsatı y o k tu r;
böylelikle toplum sal d ü zen in zorlayıcı karakteri de soyut idealli-
gi de ortadan kalkar. Toplumsal birey soyut yurttaşı bünyesin e
geri almış ve o n u n içinde kabul b u lm u ştu r; böylelikle cem aat
doğal, d ü zen som ut olur. Sınırlardaki kapitalist tehdidin sona er­
m esinden itibaren, ezilen b ir sınıfa karşı silahlı vaziyette dikil­
mesi gerekmez; baskının sebebini kaybetmesiyle, herkesçe onay­
lanan b ir örgütlenm e ve kapsam a kavuşur. Böyle som ut b ir d ü ­
zen, sınıfsız toplum gibidir, bizzat b u antagonist-olm ayan cema­
atin yapısını oluşturur. Somut düzen, özsel [esasa dair) olm ak­
tan çıkm ış haliyle üretim süreçlerinin idaresi olarak görünür; öz-

117 Öz güçlerini.
118 İnsan insanın kurdudur.
639
sel olarak kalan haliyle, insan türünün giderek daha m erkezile­
şen hedef birliğinin veya özgürlüğün krattığının inşasıdır. G örü­
lebileceği üzere, saf zorlam a veya kısıtlam adan başka b ir düzen
kavram ı vardır burada; düzen, bizzat toplum un içinde, onun iç­
kin dayanağı olarak etkindir. Böyle olm akla d ü z e n b ir oyuna dö­
nüşm ez, ancak örgütlenme ve kralık karakterini korur. Tam da ö r­
g ü tle n m e y an ıy la, C a m p a n e lla ’n ın d ü z e n ü to p y a sın d a k i en
önem li motife: hakim olunam ayan tesadüfü, m ünferit vakayı, ta­
lihi (contingentia, casus, fo rtu n a ) bertaraf etme, şeyleri bir m er­
kezden dengeye k avuşturm a ille de ters düşm üyordur. M ark-
sizmde, kendini ö:zgürlüğün krallığında ifade eden hoşgörülülü­
ğün dışında, kendini özgürlüğün krallığında, bir krallık olarak
özgürlükte ifade eden, katedral119 diyebileceğimiz bir karakterin
de bulunm ası, sebepsiz değildir. Buraya giden yollar liberal de­
ğildir; devletteki iktidarın fethedilmesidir, disiplindir, otoritedir,
merkezî planlamadır, genel çizgidir, O rtodoksluktur. Bütün m üs­
takbel özgürlüklerin dayanağını sağlayan hedef de, çözülm eci li­
beralizm le asla akraba değildir; tersine: tam da m utlak özgürlük,
zıplayan rastgelelikler yığını ve b u n u n varacağı özsüz çaresizlik
içinde kendini kaybetmez, O rtodoksluğa yönelen bir iradeyle za­
fere ulaşır. D em ek, düzen asla basit b ir kavram değildir; ondaki
özü görü n ü r kılm ak için So krates'e de epeyce ebelik becerisi ge­
rekirdi. Ö zgürlükten daha belirgin biçim de, ancak m ülkiyetsiz,
sınıfsız toplum da açığa çıkabilecek b ir özdür o. Ö zgürlüğün özü,
kabuğunu kırıp çıkm ak ve kendini kısıtsızca gerçekleştirm ek is­
teyen iradeyi, duygusal yogunlugu arkasına alm ıştır; düzenin
özü ise m ükem m el m antıksallığa, İyi O lm uş veya Başarılmış O la­
nın K avrayıcılığına sahiptir. Temizlik ve dakiklikten erkekçe ve
ustaca olanın hülasasına, serem oniden m im arı üslûba, sayı dizi­
sinden felsefî sistem atiğe kadar m ü m k ü n olan her sahada ve kü­
rede düzen [kurm a] denem esine can veren de budur. Bu nizam ­
ların bazısında d ü zen sadece dışsal ve dayatmadır, baskıcı ve sı­
nıflı toplum ların devlet kanunlarında olduğu gibi. Başta sanatsal
intizam ve o n u n rütbeli felsefî sistem leri ölmak üzere başka ni­
zam larda ise düzen kısm en m alzem enin ken d isin d en kaynakla-

119 Hiyerarşi içinde, m erkezî.

640
mr. Bir eğilim olarak kaydedilm iştir onlarda, öyle ki, aslında ka­
os olmayan veya kaos olarak kalmayan kaos, yıldızı ve yıldız fi­
g ü rü n ü içinde gizler. Ö zg ü rlü ğ ü n b ü tü n ifşalannda m üşterek
nokta, iradeye yabancı veya yabancılaştırılm ış olan tarafından
belirlenm em e isteğidir. D üzenin m üştereği ise inşa edilm iş olana
verilen değerdir, olup bitm işin artık hiçbir duyguya m uhtaç ol­
mayışıdır. Azâde kılınm ış, yerine ulaşm ış olandır o; politik olan­
dan daha az vahim d u ru m d ak i başka dünyalarda sü k û n u n en
iyisini belirgin kılan ve En İyi olarak belirgin kılan o şahâneliktir
[krallığa has]; G iotto'da, Bach'ta olduğu gibi. D üzenin özü, -k i
her öz g ö rü n ü şte n b a şk a d ır-, tesadü/siizlüğün, durum suzluğun
[bunlara bağlı olm aktan azadeliğin] ütopyasıdır. Sınıflı toplum un
soyut ve zora dayalı düzenlerinde bile, bu krallık ruhu, erdem in
yozlaşm asının b ir kefaretidir. Cam panella’nın katılık Pathos'un-
daki, sosyal inşâ Pathos'undaki, contingentia, casus , fortuna'ya
karşı m undus situalis'ten yükselen ve d u ru m su zlu ğ u n varlığını
vaz'eden âhenkteki iğvanın veya yarım hakikatin kaynağı odur.
Bu bakım dan düzen özgürlüğe, yani ham allığı ve m aişet talihini
amaç edinen bir dizi kapitalist m ünferit vakasıyla burjuva-anta-
gonistik anlam ındaki özgürlüğe karşıttır. Burjuva d üzeni bile
kısm en, b u tarz özgürlüğe m ecburen karşıttı; oysa som ut düzen
som ut ö^zgürlüğe karşıt değildir. Ç ünkü nasıl som ut düzen cema­
atin başarılm ış biçim lenm esi ise, som ut özgürlük de cemaat için
aşikâr hale gelmiş ve sosyal olarak başarılm ış iradedir; h er ikisi
de inşâcıdır artık - özgürlük de. Som ut özgürlük, so m u t düzen
bu koyutlam ada, hem özgürlük hem düzen koyutunu yöneten
du ru m su z varlık ütopyası içinde bağım sızlıkla bağıntılıdır. Bu
bağıntı sessiz sakin b ir özdeşlik değildir (ö zgürlüğünün töre ya­
sasıyla özdeşliğini va:csayan Kantçı Etik’te olduğu gibi). Ama bu
bağıntı pekâlâ diyalektiktir: Ö zgürlük ve düzen, durum suzluğu
m eydana getirm ek üzere h abire birbirlerine ulanırlar. İradenin
zam anı içinde sonsuzca dolanacağı yerde özgürlüğü inşâ edilmiş
[yapılı ] b ir uzam a veya krallığa konduran düzen, onu bitirir. Ke­
za düzenin sonu da özgürlüktür; zira o da yegâne içeriğine veya
düzende/düzenli olm anın karşıladığı tek ihtiyaç olan insani ira­
deye , özsel Kendiliğe ve bu iradenin Ne’liğine özgürlükte kavu­
şur. Bu da düzeni neticede düzenin yegâne tözselliğini oluşturan

641
özgürlüğe gönderir; ister ezilen sınıfı özgürlüğü olsun, ister so­
n u n d a sınıfsızlaşmış bireylerin k en d i içlerinden çıkan kolektifte­
ki özgürlüğü. Sadece özgürlük iradesinin b ir içeriği vardır, d ü ­
zen Logos'unun kendine m ahsus bir içeriği yoktur. Başka deyişle:
özgürlüğün krallığın içinde b ir başka krallık yoktur, o n u n içinde
özgürlük vardır veya örgütlenm e ve düzenin yegâne hedefi ola­
rak K endi-İçin-O lm ak vardır. Marx, More ve izleyicilerindeki öz-
gür-konferderatiflik ile Cam panella ve izleyicilerindeki düzenli-
merkeziyetçiliği birbirine bağlayıp ikisini de aşmıştı. B urada N o ­
vum , düzendir: dem okratik m erkeziyetçilik, ü retim işlem lerinin
m ü şterek örgütlenm esi, in san ı bilgilenm e ve k ü ltü rle n m e n in
m üşterek-birleşik planlanm asıdır. Aşılan politik devletin sönüm ­
lenm esi gibi, kültü r de yalıtılarak şeyleştirilm ekten ve soyut salı-
nım ından uzaklaşır; som ut bir çerçeveye oturur, onu som ut ola­
ra k bütünleştiren bir rölyefe kazınır. Rastgelelik ve hedefsizlik-
ten uzaklaşır kültür, ‘Ne tçin?' sorusuyla keskin bir yönlendirm e
sunan bir arka plana kavuşur; insanın m addesiyle ilgilenen yeni
bir selâm et düzeni belirir. Ö zgürlük ancak bu düzenledir ki, be­
lirlenm iş, en azından giderek daha ayrıntılı ifade edilen bir içeri­
ğe kavuşur. Fakat düzen biçim i içinde m uhtem elen öne çıkan,
belirlenm iş özgürlükten başka b ir şey değildir ve olamaz; düzen
ise b u n u n karşısında u zam dan ibarettir - ne var ki özgürlüğün
belirlenm iş içeriği için vazgeçilm ezdir b u uzam . Bir “M ore” de­
m okrasisine (özgürlük Pathos'u) giden tek yol “C am panella”dan
geçer (düzen Pathos'u). Böyle b ir dem okraside, liberalist bir ju ste
milieu120 hiçbir su re tte m ü m k ü n değildir; ancak haydutça-tekil
özgürlükten de gevşek d üzensizlikten de çıkm ış, federasyonla
m erkeziyetçiliğin en iyi m irasını, birlikteki bereketi kullanm ayı
bilen bireylerin krallığı yürütebilir bu n u . Bireysel ile toplum sal
güçlerin hareketli u y u m u olarak dayanışm a ile aynı şeydir bu.
Ö zgürlük ve düzen, soyut ütopyalardaki katı çelişkiler böylece
m ateryalist diyalektik içinde geçişir, birbirlerine destek olurlar.
Somut özgür-oluş, düzendir, kendi sahasıdır orası; so m ut düzen-
li-oluş özgürlüktür, kendi yegâne içeriğidir o.

120 D üzgün m uhit.

642
Devam: Sosyal ü topyalar ve kla sik doğal h u k u k

Her zam an uzak düş görm ek gerekm emiştir, ışığı görm ek için.
Bilhassa, onun salt ön resm ini yapmaktan öte Daha lyi’ye yönelik
bir talep konduysa. O zam an Daha Yakın, görünüşte Hatırlanan,
kesin Zâhir O lan belirm iştir; bizle b eraber doğan, H ak denen
şeydir bu. Değiştirilemez olan veya olm ası gereken ve doğal hu­
ku k olarak tüm keyfî kanunlara ü stü n olan. Yazılı h u kuktan daha
y üksek bir konum daki doğal hukuk, kanuna karşı direnişi haklı-
laştırır hatta kim i d urum da teşvik eder. M anidar biçim de analık
hukukunca belirlenm iş bu kadim Antigone motifi, Stoacı doğal
hu k ukun dolayım ından geçerek, 16. yüzyılda yeni bir parlaklık
kazandı. Analık h u k u k u n a dayalı çizgileri, Stoa’da gayet belirgin
fark edilebilir olmasına rağmen, elbet epeyce silinmiştir. Epeyce
ama tam am en değil; çünkü Rousseau’da, iyicil olduğu kadar eşit-
leyici de olan doğanın kıym etinde hala gayet belirgin bir etkiye
sahiptirler. Mamâfih güçlenen burjuvazi nezdinde devrimci, tiran
düşm anı bir çehreye b ü rü n en doğal h u k u k u n çıkışı sert olm uş­
tu r aynı zam anda. Arzuladığı hedef akraba olm akla beraber sos­
yal ütopyalardan farklı b ir k u m aştan d ır ve geçici olarak ikam e
eder o ütopyaları. H ugenotlar121 (B artholom eus G ecesinden122
sonra) ve Cizvitler (sapkın devletlerle m ücadele içinde) gibi bir­
birine çok yabancı kardeşler, tiranı öldürm enin huku k en m eşru-
laştırılması üzerinden burjuva devrim inin teorisini hazırladılar;
yazılı kanunlara karşı doğal h u kuk, buradan itibaren gerek poli­
tik gerek yöntem sel açıdan belirgin b ir çehreye kavuştu. Althus
(Politica, 1610), adaletsiz efendilere karşı direnişin isyan değil
çiğnenm iş haklarının korunm ası olacağını öğretti. Bunun için,
insanların bir devletin kuru lu şu n a gönüllü katıldıklarını söyleyen
Epikürcü sözleşme öğretisini kullanıyordu. E pikür’de bu sözleş­
m enin feshinden bahis yoktu am a A lthus feshi direnişle tem el­
lendirdi. Sözleşme h ü k ü m e t tarafından bozulur, yönetim artık
halkın iradesini ve esenliğini gözetmez hale gelirse, o zam an öte­
ki taraf da sözleşmeyle bağlı olm aktan çıkar. H alk o zam an ada­

121 17. ^zyılda Almanya’ya sığınan Fransız Protestaniar


122 Protestan katliamı.
643
letsiz hale gelmiş hüküm ete haklı olarak direnir, vekâletini on­
dan geri alır. Grotius’ta (D ejure belli et pacis, Proleg,U3 1625) H ak
olanın akılcılaştırılm ış d ü şü n d e direniş öğretisi tenzil edilm iş,
buna karşılık pozitif yasayla yazılı olmayan yasa ayrımı güçlendi­
rilm iş görünür; bir sistem olarak yeni doğa h u k u k u n u n başlangı­
cıdır bu. Şu dem ektir: Bir toplum sözleşm esinin bağıtlanm asını
sağlayan itki ve o n u n m aksadı, aynı zam anda, doğal h u k u k u n
önerm elerinin a priori türetileceği “ilke” olarak tezahür ederler.
Devletin bu şekilde tem ellendirilen kökeni appetitus socialis’tir, 124
düzenli ve barışçıl cemaate ulaşma itkisidir; dolayısıyla, bu ce­
m aat haline zarar veren veya onu im kânsızlaştıran her şey (sö­
zünde durm am ak, başkasının m alına el koym ak gibi) adaletsiz­
liktir, başlangıçta konan ilkeyi işletecek h er şey ise Haktır, ebedi­
yen Hak olarak talep edilm esi gerekir. Bu ideal h u k u k açık ki
burjuva-dem okratiktir; sadece özel m ülkiyeti korum ası bakım ın­
dan değil, öncelikle um um ilik talebini yükseltmesiyle, hukuksal
önerm elerin herkes için genel geçerliliğini talep etmesiyle. Bu
n o ktada G ro tiu s’u n teorisi o n u n hâlâ önem li ölçüde züm revî
olan ve H ollanda cum huriyetçi aristokrasisinin özel çıkarlarını
savunan politik kanaatinden daha gelişkindir. Ancak teorik yön­
den G rotius pekâlâ em ir ve yasaklarla ilgili genel-doğru aklı, Ci-
cero’dan naklettiği gibi recta ratio'yuu s arar. Kendi doğal h u k u ­
k u n u n tü m insanlar için eşit geçerliliği olan “E küm en”ini açıkça
Stoa’ya dayanarak oluşturm uştur. Stoa da başlangıçta doğal h u ­
k u k u tüm zam anlarda tü m halklar için aynı, insanı keyfiliğin
ötesinde, (pozitif h u k u k u oluşturan) değişken kanaatlerin ve çı­
karların ötesinde tasvir etmişti. Grotius, Stoa’nın consensus genti-
u m }26 öğretisini doğal hukukun ampirik kanıtı, bilimsel bilince
taşınm ası gereken com m unes notiones}27 öğretisini ise apriori [ön­
sel] kanıtı olarak alır. H ak olanın kesinliğindeki m utabakat, aklın
doğasında, doğanın aklında causa universalis}2S olarak temellen-

123 Savaş ve barış hukuku.


124 Toplumsallık itkisi.
125 Dosdoğru bir felsefi akıl.
126 Genel onay.
127 Umumi-kamusal fikirler.
128 Evrensel neden.
6 4
miştir (1, Proleg 40). Daima tikel çıkarlarca engellenm ekle bera­
ber bu genel niteliğiyle mevcut olan akıl yasasının muafiyeti yok­
tur; iki kere ikinin d ört etmesi gibidir, Tanrı tarafından bile d e­
ğiştirilem ez, hatta Tanrı m evcut olm asaydı bile fex divin a ’yı 129
teşkil ederdi (1, Proleg, 71). Tuhaf olan, bu apriori inşânın, “ilke­
sinin” içeriği değiştirildiğinde, tam zıddıyla neticelenmemesidir.
Örneğin, İngiltere'deki kralcı partinin ilk avukatı, m utlak m erke­
zî iktidarın en keskin savunucusu ve buna rağm en bir dem okrat
olan Hobbes'da (De cive,130 1642; Leviathan, 1651). D oğadan ge­
len temel itki ve maksat artık dostâne-iyim ser appetitus socialis
değil, kısıtlanm am ış bencilliktir, b u ndan ötürü homo hom ini lu-
pus’tur, bundan ötürü bellum omnia contra omnes’tir131 doğa d u ­
rum u. Aynı bencillik, devlet sözleşm esinin de b ir m utabakat değil
bir tabi kılm a sözleşmesi olmasına yol açar, kurt tabiatının bastı­
rılması istenir. Bu tabiat, o nu muhafaza ederek artık ancak de ju ­
re kullanan; bütün özneleri bastırm aya, barışı ve güvenliği temin
etmeye, “ilkesi" gereği bekayı sağlamaya çalışan tek birisine dev­
redilir. Devletin dışında bir h u k u k yoktur ve devlette, egemenin
em rettiği h er şey haktır - her ne kadar barış ve herkesin güvenli­
ği “ilkesine" uygun olması gerekse de: “auctoritas, non veritas fa -
cit legem ’"32 (Leviathan, 26). Elbette, nihayetinde buradan da de­
m okrasi çıktı, üstelik aristokratik-züm revî politikacı G rotius'un-
kinden daha az kısıtlanm ış bir dem okrasi. Tabii çarpık bir de­
m okrasiydi bu; yine de, II. Charles'a Leviathan üstüne hep şunu
dedirten bir demokrasi: “I never read a book which contained so
much sedition, treason and im piety". 133 İnsanlar bir devlet kurm a
maksadıyla bir araya gelirlerse, b u temel edim başlı başına de­
m ok ratik b ir edim dir: “ik tid arın kend isin e devredildiği birisi,
yalnızca çoğunluğun teveccühüne m azhardır” (De cive, 5, 7). Da­
hası, m utlak devlet erki karşısında herkesin sıfırlanması, zümre-
vi-feodal farklılıkları ortadan kaldım : b ü tü n insanlar eşittir, çün­
kü b ü tü n insanlar egem enin karşısında hiçtir; yasanın genelliği

129 Kutsal yasa.


130 Yuntaş hakkında.
131 Herkesin herkese karşı savaşı.
132 Adaleti otorite sağlar, hakikat değil.
133 Bu kadar çok fitne, hıyanet ve dinsizlik ihtiva eden bir kitap okumadım.
645
paradoksal bir biçimde boşlukları kapatır. H er şeyden önce H ob­
bes, m utlak krallığı değil de sadece devlet erk in in m utlak h ü ­
küm ranlığını ve birliğini em sal göstermişti. C um huriyetçi form ­
da da uygulanabilirdi bu; daha D e cive m etninde Hobbes dem ok­
ratik devleti aristokratik devletin karşısında esas itibarıyla o n u n ­
la eşit haklı bir form olarak çıkarmıştı; keza m onarşinin baki ka­
lan kurt tabiatıyla tanım lanan niteliğinin de, T ann'm n inayetinin
m ukaddes onuruyla telif edilmesi zordu. Burjuvazi, tüm üyle si­
nik bir egem enlik altında, kendi yolunu tuhaf bir biçim de b u ra­
dan giderek açtı; ve Leviathan, devlet, b ir canavar oluverdi. Soy­
lu luk ve kilisenin Hobbes’a olan düşm anlığı, b ü tü n m üstakbel
doğal h u k u k u n lâfzı itibarıyla anti-H obbes olarak zu h u r etm esini
engellem edi. Henüz Locke'ta apaçık görü lü r bu (C ivil g overn­
m e n t,'39 1689); G rotius'a geri dönm üştür: Toplum un kökeni, ya­
ni o n u n d o ğ ruluğunun ölçüsü, karşılıklı hayırhahlık o lm u ştu r
yine, karşılıklı korku değil. Burada, Rousseau'da değil de Loc-
ke'da, insanın doğal iyiliği m uazzam abartılır; bu durum da nasıl
olup da olağanüstü hale ve zora dayalı bir devletin kurulabildiği­
ni bilemez insan. Hobbes kendi doğa d u ru m u n d a, onun zam a­
nında asla varolmayan bir kurtlar kapitalizm ini resmettiyse, Loc­
ke da M ore'unkini hatırlatan bir ütopya resmi çizer: doğa du ru ­
m u “barıştır, iyi niyettir, karşılıklı destektir, korunm adır". Bu iyi­
lik hali, oluşan hukuksal ilişkilerde ve onların üzerinde de n o r­
m atif etkisini sürdürür: “D oğanın herkesi yüküm lendiren bir ka­
nunu vardır ve bu yasayı olu ştu ran Akıl (reason which is that law
- burada da yine Stoa'nın Logos-doğası ile sözel bir uyum vardır),
ona başvuran her insana herkesin eşit ve bağım sız olduğunu,
kim senin bir b aşkasının yaşam ına, sağlığına, ö zg ü rlü ğ ü n e ve
m ülküne zarar veremeyeceğini öğretir." G örüldüğü gibi burada
doğa gerçi hep yönlendirici fikirdir am a henüz burjuva toplum u-
na karşıt fikir değildir. Ayrıca aklî h u k u k idealinin taşıyıcısı h e­
nüz asla -d ey im yerindeyse yum uşatılm am ış haliyle- halkın b ü ­
tünü değil, cn u n züm relerdeki veya züm revî olarak yapılanmış
parlam entodaki temsilî kısmıdır.
Ancak klasik doğal huk u k u n en son, en ateşli sim âsında, Ro-

134 Sivii hüküm et.

646
usse au ’da (C ontrat social,™5 1762) h alk tüm ik tid arıyla girer
devreye, züm resel olarak bölünm em iş, vekâletsiz. Yurttaş H ak
olanı kendisi görm ek istiyordur, onu ikam e ve tem sil eden birini
istem iyordur artık. Yüksek züm reler o n u n iradesini d ikkate al­
madıysa, kendisini kandıracak b ir başka şüpheli avukata daha
vekâlet verm ek istem iyordur. B undandır Rousseau’n un, kam u­
sal iradenin kendini dolaysızca ortaya koyabileceği ve m üdaha­
lede bulunabileceği küçü k devletlere, k ü çü k şehirlere olan, İs­
viçrelilere m ahsus m eftunluğu. B unun için, İngiliz parlam ento­
sunu ve yüksek tabakanın orada sahnelediği d em o k ratik farsı
alaya alır. C enevrelinin bu noktadaki idraki şaşırtıcıdır: İngiliz
halkı, diye dalga geçer Rousseau, özgür olduğuna inanır ama sa­
dece seçim anında öyledir, seçim geçtiği anda “köledir, hiçtir”.
Rousseau’n u n doğal h u k u k u n d a tümüyle yeni olan şey, özgürlü­
ğün devredilmezliği öğretisidir; hakiki devletin anlamı ve ölçü­
sü, b u n u n ve yalnızca b u n u n korunm asıdır. Bireyin özgürlüğü
gibi, halkın da hüküm ranlığı devredilem ez, bölünem ez, vekâleti
verilemez, kısıtlanam az. Bir insan nasıl sözleşmeyle kendini kö­
le olarak veremezse, b ir halk da kendini bir prense teslim ede­
mez. Böylelikle egem enlik sözleşmesine yapılan her ek contrat
social'de düşer, G rotius’takinden de öte bir m utabakat sözleşm e­
sine dönüşür. Rousseau’n u n büyük sorusu şudur: “Hiç kim senin
özgürlükten m ahrum olmadığı, cemaat içindeki bireyin kadim
hakkını oluşturan özgürlüğünden en ufak bir fedakârlıkta b u ­
lunm adığ ı b ir devlet nasıl y aratılab ilir?” ( “Trouver une fo r m e
d ’association qui defende et pro tege de toute la force commune la
personne et les biens [!] de chaque associe et par laquelle chacun
s'unissant d tous, n'obeit pourtant qu'a lui m im e et reste aussi libre
qu'auparavant? Tel est le probleme fondam ental dont le contrat so­
cial donne la solution” (Contrat social I, 6). Bu m uazzam soru­
n u n cevabı, anlaşılabilir biçim de, burjuva sınıf içeriğine uygun
olarak daha az tüketicidir. Şudur, cevap: [Ö zgürlük] herkese,
tüm cem aate devredilirse, k işi de zaten b u tü m lü ğ ü n eşit bir
parçasıdır ve o tüm lüğün bakiyesiz devraldığı özgürlük hazine-
sinden oraya verdiği kadarını alır. Bu m ütekabiliyet [karşılıklı­

135 Toplum Sözleşmesi.

647
lık] özgürlüğü feda etm em elidir, hatta devlet sözleşm esiyle dev­
ralınan zor, genel iradenin üyesini özgür olm aya zo rlam asından
başka bir şey olm am alıdır (on le forcera d'etre libre). Bu, formel-
aritm etik olduğu k adar da sivri akıllı b ir çıkış yoludur: som ut
olarak, k işin in serbest girişim inin, serbest girişim cilerin daya­
nışm acı b ir çık ar örgütünce güvence altın a alın m asın dan ancak
biraz daha fazlasını ifade eder. G enel irade, volonte general, an ­
cak böylelikle töresel doğal h u k u k a d ö n ü şü r - salt töresel-yan-
sız doğa d u ru m u n u n eksiği de b u d u r zaten. Zira in sanın dolayı­
sıyla halkın her koşulda iyi olduğu, ■sadece E m ileden ve Rousse-
au 'n u n başka bazı yazılarından çıkartılabilir, am a C ontrat soci-
al'den asla çıkartılam az. Contrat social’e göre insan doğa d u ru ­
m u n d a “ni bon ni m echant"tır; 136 o n u n k ö tü olm asına yol açan
da, sosyal olarak bencilliği uyandırm asıyla, m ü lk eşitsizliğiyle,
züm relerin imtiyazlarıyla, to p lu m u n kötülüğüdür. İnsan C ontrat
so cia l’e bakılırsa k en d i başına iyi veya k ö tü olm adığına göre,
o n u n volonte general’e eklem len m esi ve o rad a ö rg ü tlen m esi,
m uhakkak iyi dem ektir. Volonte general yanılam az (Il, 3 ), sahici
h u k u k u n sesidir (II, 6), A klın ta kendisidir, n asıl doğa yasası fi­
zikî dünyanın zorunluluklarıyla belirleniyorsa o da A kıl tarafın­
d an aynı biçim de b e lirle n ir (II, 4). Bu arada, genellikle özel
m ülkiyette olabildiğince eşitliğe yönelen genel irade, d u ru m a
göre sosyalizme de u y u m sağlayabilir, en azından Emile'e bakı­
lırsa. B unun dışında özel m ülkiyetin ideologu olan R ousseau bu
noktada neredeyse, çoğu ü to p y an ın tem el k o m ü n ist m otifiyle
tem as eder: “Egem enin (volonte general) b ir veya çok sayıda bi­
reyin m ülkiyetine d o k u n m a h ak k ı yoktur. Ama h e rk e sin m ü lk i­
yetine el koym ak için (eşzam anlı genel b ir m ülksüzleştirm e edi­
m iyle) h e r tü rlü hak k a sah ip tir” (Em ile V). Tabii burası, doğal
h u k u k sistem lerinin m ülksüzleşm eyi içerdiği te k yer değilse de
en d er yerlerden biridir. Rousseau b u fikre, iktisatta tam egalite'yi
savunan, ü to p ik sosyalizm in en önem li ö ncülerinden M alby'nin
yanı sıra M orelly'nin 1755'te çıkan Code de la N ature'u 137 vasıta­
sıyla yaklaşmıştı. Fakat klasik doğu h u k u k u n u n gücü ekonom ik

136 Ne iyi ne kötü.


137 Doğa Yasası.
648
değil politik olarak isyan etm esindeydi; h ü k ü m e te d u yu lan say­
gıyı sarsıyordu. Fransız Milli M eclisi'nin D roits d e l’hom m e’u n -
da’38 yasalaşan, bireyin tem el h ak lan den en h ak lar arasın a , öz­
nel kam usal h a k la n yerleştiriyordu. Sözkonusu D roits de l’hom-
m e (Liberte [özgürlük], propriety [m ülkiyet], sûrete [güvenlik],
resistance â l’opression [baskıya karşı diren iş]), vakti gelen b u r­
ju v azin in , lonca kısıtların a, zü m re to p lu m u n a , k ap a lı pazara
karşı kendini .kabul ettiren bireysel-kapitalist ik tisat tarzm rn bir
koyutu, aynı zam anda kısm en hukukî üstyapısıdır. Ne var ki bu
ideolojide, coşku yaratan bir ‘fazla’ vardı; salt seyahat serbestîsi
veya serbest rekabetle karşılanam adığı veya telâfi edilem ediği
oranda, özgürlük ideali idi bu. Devrimci doğal h u k u k ta bireye
(ve bireyler toplam ı olarak halka) bağlanıyordu, sırf Kişi Pat-
hos'nun kullanılm ası bile çok daha eskiydi, kökü Hıristiyanlığa,
onun tekil ruhlara atfettiği m etafizik değere dayanıyordu. Aynı
şekilde D roits de l’hom m e’u n k en d isi de, gerek tarih sel gerek
ed eb î olarak, R ousseau'nun doğal h u k u k u k ad ar genç A m erikan
d ev le tle rin in ve o n la rın A n ay asası'n ın dinsel id e a lizm in d en
esinlenm iştir. T üm b u n lar h ü k ü m e tin [uhdesindeki] Tanrısal
İnayetin kendi sahasında havaya uçm asına yol açtı; am a keza ,
devletin sui ju ris yani kendi hukukuyla, öznenin ise salt alterius
ju ris yani türetilm iş [başkasından aktarılm ış] bir h u k u kla varol-
dugu, polis devletine dayalı h u k u k düzenini de infilâk ettirdi.
Doğal h u k u k u n tüm arıtıcı gücü, ancak aynı dönem in a rka pla­
n ın d ak i keyfî d e sp o tlu k la ra b a k a ra k açıklığa kavu ş u r; Beau­
m archais ve genç Schiller'de, Rousseau'ya manevî bağ b elirgin ­
dir. Doğal h u kuk, prenslerin Tanrılaştırılm asının o zam anlar sa­
dece polis devletine dayanm ayan ru h u n a karşı ayağa ka lk tr Ver-
sailles’ın [saray] taban tabana zıddıydı. Devlet sözleşm esi-d o ğal
insan h a k la n ikilisinin ateşi altında, kralların ve efendilerin bil­
hassa kıym etli m addiyatı korunm asız kaldı. Adaletsizliğin eski
iskelesi çöktü; Akıl ve Doğa, insan o n u ru n a yaraşır bir dün ya­
nın işaretleri oldular. Bu onur o zam anlar salt bireyci bir tarzda
kavranıyordu, hâlâ bağıntılı olduğu, zuhur eden özel iktisat tar­
zına tekabül ettiğinden, başka türlü de olamazdı. Ama tam da

138 in san H ak lan .

649
bun d an ötü rü , bireysel özgürlüğün o n u ru olduğundan, feodal
baskıyı ve aydınlanm ış despotizm in patriyarkal sistem ini hedef
almıştır. Bu tarz devlet düşm anlığı o zam anlar Prusya'da bile, sa­
dece edebî düzeyde de o Isa, W V H um boldt'un “Devletin etkin­
liğinin sınırlarını belirlem e denem esine dair fikirler”inde (1792)
kendini gösterm işti. Bu m etnin 15. bölüm ü şunu öğretir (elbette
ne b u aristokratik kitapta ne de Prusya’n ın gerçekliğinde her­
hangi bir sonuç doğu rarak ): “Devletin anayasal düzeni, ister zor
gücüyle ister alışkanlık veya yasa yoluyla, yurttaşlara belirli bir
ilişki tarzını tamim etse de, bunun dışında, yurttaşların gönüllü
olarak seçtikleri, sonsuz çeşitlilikte ve sıklıkla değişen başka
ilişkiler de vardır. Bu İkincisidir, m illetin kendi arasındaki özgür
etkinliğidir aslında, insanların onların özlemiyle bir toplum ol­
maya yöneldiği tüm malları koruyan. Esas devlet düzeni onların
b u ereğine tabidir ve ancak zorunlu b ir araç olarak, özgürlüğün
kısıtlanm asıyla b ağ lan tılı olm ası itibarıyla da zo ru n lu bir şer
olarak seçilir.” H enüz bürokrasinin ilerici eğilim lerine açık olan
Ju nkerlik ile k u ru lu ş halindeki askeri devlete karşı çıkan ve onu
ifşa eden R ousseau'nun um u d u , b u özgürlük kitabında şaşırtıcı
biçim de birleşm işlerdir. Ama aynı anda, o nur düşünün k en d i­
sinde m evcut b u lu n an bir akıbet de ifşa eder k en d in i: D em okra­
si olarak doğal h u kuk, tüm insanlara arm ağan edilmiş bir aris­
tokrasi anlam ına gelir. M illetin kendi arasındaki özgür etkinliği
burada ticaret değildir, piyasa olarak değil Yunanî-kentsel, üto-
pik-kentsel anlam da agora olarak d ü şü n ü lm ü ştü r: herkesin başı
dik olabilm esi için. H erkesin başının dik olabilm esi gerçi tam da
doğal h u k u k u n serpildiği sınıflı toplum da bir illüzyondur ama
yozlaşm a ve b askının olm adığı, insan onuru n a yaraşır bir d ü n ­
yaya dair heroizm i yansıtır. Doğal h u k u k b u dünyayı, toplum sal
güvenceye sahip (yalnızca izin verilm enin ötesinde) burjuva-in-
sanî bir Arzulayabilme [yetisi, istidadı] olarak inşa etmiştir.

Sosyal ü topyaların ye rin e aydın la n m ış doğal hukuk

B uradan hareketle, klasik doğal h u k u k u n zaten ak raba olarak


seçtiği sosyal ütopyayla nasıl b ir ilişkiye girdiğini gözlem ek, çok
öğreticidir. Ü topyalar gibi sadece arzulanan olarak sunm az ken­

650
dini, düşü dolgun değildir. H ak olan, o n u rlu bir nekeslikle sıy­
rılmıştır uğruna m ücadele edenlerin arasından; resm edilm em iş,
inceden inceye düşünülmüştür. D üşünerek türetilm iş olan bağla­
yıcıdır, teklifsizce geçerlidir; aklın Hiçbiryerde'liği yerine türeti­
lebilir Heryerde'liği görünür. Bu nedenle doğal h u k u k , güncel
ilişkilere devlet rom anlarına kıyasla çok daha yakından ve kıs­
m en de daha fazla tasdik görerek m üdahale etmiştir. D evlet ro ­
m anları gerçi görm üş olduğum uz gibi keza k en d i zam anlarını
b ünyelerinde taşırlar, gelm ekte olan zam an da üzerlerindedir,
ancak her iki zam anın da üzerinden aşarlar. Oysa doğal huk u k
bakışını keskinleştirm iş, nişan almış, talebini olay yerinde orta­
ya koym uş, burjuva anayasalarına el atm ış, yenilerini yazmıştır.
G rotius uluslararası h u k u k u doğal h u k u k u n çizgileri içinde ta­
sarlamış, F ransız D evrim i en önem li itkisini ve bilhassa tem el il­
kelerinin çerçevesini R ousseau'dan almıştır. D eclaration des dro­
its de l'homme’uni39 6. M addesi kelim esi kelim esine Rousseau'ya
dayanır: “L a loi est l'expression de la volonte generale" .’40 H içbir
zam an bir devrim i başaram ayan A lm anya'da bile doğal h u k u k
Stein-H ardenberg'inkiler gibi reform ist yasam a girişim lerine ve
Anselm F euerbach vasıtasıyla 1813'te Bavyera’n ın liberal ceza
yasasına ilh am verm iştir. H atta 1 794 Prusya U m um i K anunna­
mesi en azından iç bölüm lenm esinin form unu doğal hu k u k tan
almıştır; polis devletinin hayırhâh vesayetinin, biçimsel yönden
kendisinden kaçınılam ayan Akla ödediği tazm inattır bu. Bu il­
ham ın bedeli, doğal h u k u k u n , m üstakbel hele m üstakbel-radi-
kal eğilimlere kıyasla yan yarıya gerçekleşm iş eğilimlere kulak
vermesi oranında, sosyal ütopya niteliğinin azalmasıdır. Sosyal
ütopyalar ise tersine, ütopyaların hareket planına uygun olarak
hem en so n ra gelen basam aktaki eğilimi içerm ekle ve ütopyanın
arzu düşü artığını bu göreceli [tezahüründe] ifade etm ekle bera­
ber, hem en b ü tü n sosyal ü to p y a la rın k o m ü n istçe bir u n su ru
olan bu arzu d ü şü artığını pek unutm am aları nedeniyle; böyle­
likle sosyal ütopyalar M utlak O lana doğru aşkınlaştıkları için ve
halihazırda v u k u b u lana b u do laysızlığı içinde baktıkları veya

139 İnsan Hakları Bildirgesi.


140 Yasa genel iradenin ifadesidir.
651
ona talî veya M utlak O lanın bir kisvesi m uam elesini yaptıklan
için; zo ru n lu olarak, burjuva üretici güçlerinin serbest kalm a­
sındaki etkileri, çok daha fazla yerelleşm iş olan doğal h u k u k u n
yanına bile yaklaşam azdı - nitekim Fransız Devrimi esnasında
ad lan bile geçmemiştir. Toplamda h u k u k , ütopyaya kıyasla sı­
nıflı toplum a çok daha yakın bir m alzem edir ve h u k u k ta Hıristi-
yanca hele C hiliastça b ir şey olm adığı kesindir. İsa yargılam a
m evkiinde olmayı açıkça reddeder (Luka’ya Göre 12, 14); eski
“h u k ukçu lar kötü H ıristiyanlardır” sözü de halk dilinde hâlâ ya­
şamaktadır. Sadece m ezheplerin, yargısal uygulam ası olm ayan,
cennetsel başlangıç d u ru m u n u ölçü alan, eşya hukukuyla, borç­
lar huku k u y la, suçla, cezayla ve benzeri şeylerle k arışm aktan
uzak d u ra n doğal h u k u k u ayakta kalm ıştır. U ygulanan klasik
doğal hukuk, girişimci çıkarının to hum larını b arın d ırır bünye­
sinde; özel olanı daim a korum ası bundandır, liberal yum urta ka­
b u k la r^ nın kırılganlığı] bundandır. Lâkin belirttiğim iz gibi, öz­
gürlük idealindeki o artık/fazlalık da katılır buna; serbest reka­
bet ve bireysel iktisadiyat ideolojisiyle tam örtüşm eyen, kral taç­
larının karşısına dikilen o erk ek lik gururu. Doğal h u k u k u n am ­
pirik koşullara etkisi ü zerin d en subjektif kam u h u k u k u n d a kök
salm asını sağlayan b ü y ü k burjuva-devrim ci genişlem e de netice­
de b u artıktan kaynaklanır. Sosyal ütopyaların b u n u n la aşık ata­
cak birşeyleri yoktur, çünkü devrim in kendisiyle pek meşgul ol­
m az, d ev rim in d ü şle n e n s o n u c u n u g erçekleşm iş varsayarlar.
Sosyal ütopyalar geleceği çok daha fazla içerirler am a bu gelecek
m ücadelesi verilen bir talepten ziyade m utlu bir insan florasının
geleceğidir. Dogal huku k ça geliştirilen vurgulu h u k u k kavram ı
ise b aşın d a n itib aren k o y u tlam an ın [p o stü le etm enin] teşvik
edici çift anlam lılığını taşır. Bireysel seldhiyet olarak h u k u k ve
genel çıkarın tem sili olduğu söylenen, yukarıdan aşağı vaz’edi-
len o b je ktif kanun hükm ü olarak hukuk: bu iki uğrak, h u k u k u n
tuhaf çift anlam lılığının ifadesidir. Subjektif h u k u k sırf alacaklı­
ların borçlulardan talebini ve sırf başka özel kişileri b ir işe zorla­
m a selâhiyetini tem sil etm ekte iken böyle bir şey yoktu. Bu gay-
rı-politik evrede selâhiyet ve kanun hü k m ü , fa c u lta s agendi ve
norm a agendi, h enüz m adalyonun iki yüzüydüler. Jü stin y en ’in
kanun kitabı özel h u k u k la kam u h u k u k u n u (devletin hukuku)

652
aynı arazideki iki k o n u m olarak görüyordu (Institutiones [Ku­
rum lar] V 1,4): “Publicum j u s est, quod ad statum rei Romanae,
privatum , quod ad singolarum utilitatem p ertinet” (Kamusal h u ­
k u k Roma devletiyle, özel h u k u k ise tek tek kişilerin faydasıyla
ilgili olandır). A ncak ekonom ik yönden ilerici b ir sınıfla ekono­
m ik yönden aşılmış b ir sınıfın temsilcisi olarak devlet arasında
b ir gerilim ortaya çıkarsa, selâhiyet olarak h u k u k ile nesnel ka­
n u n düzeni olarak h u k u k artık aynı m adalyanın iki yüzü olarak
görülem ezler. A rtık b u ikisi içeriksel olarak çift anlam lı değildir­
ler, iki h u k u k dalı ay n ay n görülür: d allan n birinde h alk oturu-
yordur, diğerinde hük ü m et. işte b u nok tad a doğal h u k u k , sosyal
ütopyalann resm ettikleri m u tlu lu k hedefine salt davet veya cez-
b etm ekle m u k te d ir o lam ad ık tan b ir koyutlayıcı-devrim ci güç
geliştirebilir. Klasik doğal h u k u k , su b jek tif h u k u k u özg ü rlü k
idealinin tüm artığıyla donatm ıştır: H ukuk, esas itibarıyla bir şe­
y in hakkına dönüşür ve eskiden egem enlik altında bulunanın hak­
kıd ır bu. Subjektif h u k u k , salt izin verilen b ir istisna olm aktan,
tabi bulu n u lan egem enlik alanının bir istisnası olm aktan çıkar.
Doğal h u k u k b u istisnayı kurala ve esas olana çevirmiştir: fa cu l-
tas agendi, o zam ana kadar iktid ar adına h ü k ü m sü ren norm a
agendi’yi altederek k en d i h u k u k n o rm la n n ı koyar. F ransız Dev-
rim i'nin teorisi neticede b u rad an hareketle gelişm iştir: Bu dev­
rim burjuvazinin k u rtuluşudur, ama aynı zam anda, K ant'ın Ay­
dınlanm a hakkında söylediği gibi, insanların kendi suçlan olan
reşit olm am a halinden çıkışıdır. Burada, sosyal ü to p yaların 18.
yüzyılda n ed en doğal h u k u k u n çaktığı kıvılcım ı çakam adığını
gösteren b ir başka vardır: doğal h ukuk, vadesi gelen direniş ha­
reketi çerçevesinde, daha k uvvetli b ir töresel Pathos sergilemiş­
tir. Ü topyaların koşullarla ve koşullar içinde vadesi gelen eği­
limle m utab ak atlan daha sınırlıdır; D iyojen’den son M arksizm-
öncesi devlet tasarım lanna kadar görülebileceği üzere, daha zi­
yade m üstakbel-radikal eğilimlere k u lak verirler; am a aynı za­
m anda çelik gibi olm ak ve karak terd en ziyade in san florasına
güvenirler. En iyi anayasanın b ir yanda sosyal ütopya, diğer yan­
da doğal h u k u k bakış açısından ifade edilişindeki vurgular fark­
lıdır. Sosyal ütopya ağırlıkla insan m utluluğuna yönelir ve az ve­
ya çok romansı biçim de b u n u n iktisadi-toplum sal form unu d ü ­

653
şünür. Doğal h u k u k (sadece ve kısm en Hobbes istisna olm ak
üzere) ağırlıkla insan onuruna yönelir, olabildiğince üzerine dü­
şünülm üş bir tüm dengelim le , a priori özgür bir sözleşme öznesi
kavram ından, o n u ru n sosyal olarak güvence ve m uhafaza altına
alınacağı hukuksal k o şu lla n türetir. Yalnızca T hom asius (Funda-
m en tu m ju ris naturae et g en tiu m , 1 7 0 5 ) , m u tlu lu ğ u n , doğal
h u k u k u n b ir zorunluluğu olduğunu öğretir am a b urada da m u t­
luluk kesinlikle om urgasız değildir. İçinde doğal h u k u k u n kol
gezdiği, Stoacı tarzda bir sosyal ütopyanın, ferah m üesseseler-
den veya tu tu la n m evkilerden çok daha fazla erkeklik gu ru ru
Pathos'u arzetm esi, bundandır. Bu cum huriyetçi k arakter özelli­
ği nedeniyle (burjuva-devrim ci dram ında Alfieri’nin kahram an­
larıyla, Lessing'in Emilia G alotti’sindeki O doa rdo ’yla, Schiller’in
Fiesco’sundaki Verinn a’yla, keza Tell’le karşılaştırın), kez a bu çe­
lik gibi sert yanı nedeniyle doğal hu k u k , yüksek züm relere karşı
verilen iç savaş sırasında sosyal ütopyaları büyük ölçüde ikam e
etmiştir. Fazlasıyla bireysel ve kom ünist-olm ayan içeriği bu ika­
meye lü tu f getirm iş, karakter Pa t hos' u n u ideolojik olarak tavsi­
yeye şâyan kılm ıştır. Gerçi 18. 'yüzyılda 17. yüzyıldakinin nere­
deyse üç misli ütopya yayım lanm ış olduğu doğrudur; fakat tam
da ütopyaları, sayarak değil tartarak değerlendirm elidir. F£ne-
lo n ’u n Aventures de T elem a q u e'ıU2 bile (1 6 9 8 ), iki b ö lü m lü k
m u tlu lu k ülkesi anlatısıyla, Thom as M ore’u n klasik b ir orantıy­
la tadil edilm esinden ibarettir. Vayrasse’ın ilginçliği şüphe götür­
mez diktatö rlü k ütopyası UHistoire des S evtram bes143 da (1672),
M ore’la Cam panella’nın bir bireşimidir. B unun dışında yayımla­
nanlar, esas itibarıyla satir ve b ir yığın uydurm adır. Yalnızca bir
tek sosyal ütopya, tertibatıyla, 17. yüzyıldan, aslında saf doğal
h u k u k u n h ü k m ü n d ek i 18. yüzyıla uzanm ıştır: H arrin g to n ’u n
T h e C o m m o n w ea lth o f O c ean a ’s ı144 (1 6 5 6 ), dahası, A m erikan
Anayasası’n ın vaftiz babası olan b ir devlet rom anıdır. Ama tam
da bu etkisi, yalnızca en dışsal kisvesiyle bir devlet rom anı oldu­
ğunu gösterir: O ceana, halk meclisi, senatosu, kısa süreliğine se­

141 Doğal ve uluslararası hukukun temelleri.


142 Td£maque’m maceraları.
143 Severambes adlı hayali ülkenin tarihi.
144 Okyanus Uluslar Topluluğu.
654
çilen başkanıyla hakikatte b ir anayasa projesinden ibarettir ve
ancak böylesi b ir tasan (“society o f law s")’45 olm ası hasebiyle ki­
tap burjuva-devrim ci b ir ilham kaynağı olm uştur. H arrington'un
Oceana’sı, dolgun sosyal ütopyaya kesinlikli doğal h u k u k tara­
fından ken d i toprağında el konm asını tem sil eder. Burada özel­
likle şu n u görürüz: neredeyse daim a kom ünistçe b ir fazla veren
ütopya değil, yalnızca burjuvaca sınırlanm ış doğal h u k u k kapi­
talist dem okrasinin ana hatlarını çizebilirdi. Zaten doğal hukuk
olm asaydı b u ana hatlar hiç ortaya çıkam azdı. Burjuva ekono­
m isinin k lasik k itab ı olan A dam Sm ith'in Inquiry into the Nature
and C auses o f the W ealth o f N ations’46 bile, z a m an ın ın üretici
güçlerinin zin cirlerin d en -b ire y s e l- boşanışını "doğal sistem "
olarak sunm a kozu n u oynarken, doğal huk u k olm aksızın o ile­
ric i b ü y ü k lü ğ ü n e e rişem ezd i. B u n u n iç in tü m o ta le p Pat-
hos’una, kesinlik Pathos'una, yani L a w o f N ature'aU7 ihtiyaç var­
dı; burjuva devriem inin keskin-güncel form ülleri ve u m u tla n
ancak böyle gelişebilirdi. O ysa sosyal ütopya, girişim cilerin ol­
madığı, ihtiyaçları karşılam aya d ö n ü k b ir iktisadiyatı, yani ko­
m ü nizm m u tlu lu ğ u n u d ü şlü y o rd u . A m p irik im k â n ın d a n çok
ö nce düşlüyordu bunu, dolayısıyla 18. yüzyılda vereceği p e k bir
m alûm at olamazdı. Ancak 19. yüzyıl başlarında, O w en’le, Fouri-
e r’le, Saint-Sim on'la resim tekrar değişti, M ore ve Cam panella
k en d ilerin e d enk takipçilere kavuştular. Ç ü n k ü k apitalizm in
“doğal sistem i” gayet şaşırtıcı dertlerden m uz darip ti, Ricardo ve
Sism ondi b u sistem le ilgili ilk bunalım teorilerini geliştirm işler­
di. Velhâsıl tam da çağın ekonom ik eğilim leri, yavaş yavaş, b u ­
lutlardaki eski k om ünist kuş yuvasının’48 o kadar da sapa veya
sadece rom an olm adığını d ü şü n d ü rü r oldular. C am panella ile
O w en arasına, özgün sosyal ütopyaların hem en hiç olm adığı bir
b oşluk girm esi de, b u rju v a özgürleşm esinin taleplerine tekabül
eden karakteristik b ir d u ru m d u r. Burjuva özgürleşm esine, gö­
rülm üş olduğu gibi, doğal h u k u k çok daha yakındı; kesinlikle

145 Yasalar toplumu.


146 Milletlerln zenginliğinin doğası ve nedenleri üzerine araştırma.
147 Doğal hukuk.
148 Aristophanes'in Kuşlar oyununda kuşların gökyüzünde kurduğu şehir.
655
örtüşm ese de ideolojinin daha fazla içindeydi. Doğal h u ku ku n
m irası olan, üzerine düşünülm üş facultas agendi, sosyal ütopya ta­
rafından biriktirilm em iş, artık kapitalistçe olm ayan b ir şiar için,
basam ak yapılm ıştı yalnızca.
Toplamda, belirtildiği üzere, H ak-H ukuk arayan d ü ş hiç de
dolgun değildi. Kavramsaldı, çalışkanlıktan ve soğuk teorik zah­
m etten geri durm adı. Bir devlet rom anı belki kadim toplum sal
sözleşm e öğretisini geliştirebilirdi ama doğal h u k u k u n özü itiba­
rıyla bağlı olduğu kesinlikli çıkarsam alan yapam azdı. Zaten do­
ğal h u k u k açısından k ad im sözleşm e esasa dair değildir; zaten
bu n a ilkin, doğal huk u k a hiç ihtiyaç duym ayan E pikür’de rast­
lanır, buna karşılık Stoa'nın da b ir contrat social'den haberi yok­
tur. Zaten sözleşm e teorisi doğal h u k u k u n m an tık en en zayıf
noktasıdır: ç ü n k ü üst düzeyde gelişmiş b ir h u k u k aracı olarak
sözleşme, contrat social tarafından daha o lu ştu ru lu p m eşrulaştı-
rılm ası gereken b ü tü n b ir h u k u k alanını verili sayar. Dolayısıyla
doğal h u k u k açısından kadim sözleşm e esasa dair değildir ve
esasa dair olm am aya devam eder. Tarih-öncesi b ir devlet rom a­
nından çıkm ış gibi d u ran b u dem irbaşı değil, en iyi anayasanın
rasyonel k u rg u su n u esas alır o; devlet rom anının güneş adala­
rındaki gibi tropik verim lilik ü rü n ü n u rlu ilkeleri değil de bir
doğa aksiyom unu [m üteârife, ilksav], tüm dengelim e ehil bir il-
kesellik-doğasını esas alır. Doğal h u k u k u n rasyonel kapalılığı,
tüm çıkarsam aların olabildiğince tek b ir ilkeden geliştirilm esini
talep ediyordu (fayda arzusu veya cemaat iradesi veya güvence
arzusu); çelişm em e ve nedenin yeterliliği önerm esine uygun, en
katı tüm dengelim ci tarzda yapılm alıydı b u da. Klasik doğal h u ­
k u k u n m odeli m atem atikti ve doğal h ukuk, zam anının geom etri
m uam elesi gören b ü tü n bilim leri arasında b u örneğe en yakın
düşendi. Elbette, sosyal ütopyalar da inşâcı idiler ama gevşekti­
ler; sadece saf aklın fantezisiyle inşâcı idiler, -b ö y le denebilir­
se -, m antıklarıyla degil. Buna karşılık klasik doğal h u k u k en
azından Pufendorf'tan beri uygulam alı m antığın en bilinçli de­
neylerini temsil eder, b u bakım dan sosyal ütopyalarla nisbeti, sı­
kı b ir kan o n u n b ir şarkıya veya Racine'in b ir d ram ının b ir vod­
vile nisbeti gibidir. Zam anın h u k u k çu su n a şu tem inatı veren de
m atem atikçi Leibniz idi: “H er tanım dan, tartışılm az m antık k u ­

656
rallarını kullanarak, kesin sonuçlar çıkartılabilir. O lgulara değil
salt akla bağlı olan, sağlam k anıtlar getiren zo ru n lu bilim lerin
inşâsında yapılan, tam da b u d u r - m antık, m etafizik, aritm etik,
geom etri, hareket bilim i ve huk u k bilim i için olduğu gibi. Ç ün­
kü tüm b u n ların tem eli deneyim ve olgularda değildir, b u n la r
olgulara d a ir h esap verm eye ve onları önceden düzenlem eye ya­
rarlar. Ve h u k u k için bu, dünyada h içbir yasa olm asa bile geçerli
o lurdu” (Leibniz, H auptschriften,149 M einer, II, s. 510 vd.). De­
m ek yükselen burjuvazinin yaptığı hesaplar sadece m al dolaşı­
m ının m atem atik o larak b elirlen m esin e değil, aynı zam anda,
-dışsal yönden daha az formel biçim d e-, burjuvazinin yükselişi­
n i gemleyen olgulara antitez oluşturm aya yarar. Burada, doğal
hu k u k ta saf akıl devrim cidir; olgular karşısında eğilm ek yerine
doğada bir sığınak sağlar. D oğanın son derece çok yanlı b ir bile­
şimidir bu: rasyonel yasallıklar bağlam ında, sonra tabii Rousse-
au’da her türlü yapaylığa karşıtlık anlam ında, aslilik, kâm illik,
bozulm am ışlık olarak doğada. R ousseau'nun doğa kavram ı ras­
yonel yasallık k arak terin i neredeyse yitirm iştir, b u n a m ukabil
zam anının aslîliğe/ilkselliğe ve dem okratik genelliğe olan tüm
tutkunluklarıyla, doğal dille, doğal şiirle, doğal dinle, doğal eği­
tim le yakından ilişkilidir - tüm b u idealler doğa aksiyom unun
kutsal kâseleriydi. Dogal h u k u k b u rad an da, sosyal ütopyaların
C hiliastik y önlerinin zayıflam asından son ra u z u n süre yanına
bile yaklaşam adıkları bir pırıltı kazandı. Ne var k i doğal h u k u ­
k u n k en d i çağındaki devrim ci etkisi tarihsel o larak sınırlı kaldı
ve geleceğe sosyal ütopyalardan daha az uzanabildi. Doğal hu­
k u k u n , o zam anın toplum undaki doğrudan akım larla olan, üs­
telik pekâlâ bireyselci bağına dikkat edilsin; sosyal devrim b u n ­
d an neyi devralabilirdi? D u ru m kuşkusuz karm aşıktır; M arx’ın
dogal h u k u k a çok defa, kapanm ış bir dosyaym ış, -v e burjuvazi­
nin evrakı arasındaym ış-, gibi davranır. Diğer yandan burjuva
gericiliği tüm bir 19. yüzyıl boy u n ca doğal h u k u k ta n sadece
aşağılama ve nefretle bahseder. Bu nefret dogal hukuk için bir
onur değil midir, onun dikkate deger b ir özün, b ir im kânın vari­
si o ld u ğ u n u g ö ste rm e z m i? H u g o 'd a n (L eh rb u ch des N a tu r-

149 A na Yazılar.

657
rechts,,so 1799) Bergbohm ’a dek (Jurisprudent und Rechtsphilo-
sophie, iS1 1892) eski k arşıd an doğal h u k u k u nasıl “tarihsel ola­
rak olm uş b u lu n an h u k u k "tan hareketle m ahkûm ettilerse, Pa-
retto hatta G entile gibi m odem “sosyologlar" da aynı şeyi vita-
lizm lerinden veya faşist elit teorisinden hareketle yaptılar. Doğal
h u kukun çok lehine olan o ‘bir şey’ vardır burada; onun rasyo­
nalizmi ananevi kamçı için hâlâ tehlikelidir, endüstri feodalizmi
için de tuhaf biçim de canlı bir düşm an. Öyleyse doğal h u k u k
hiç de kendi çağının neredeyse k en d in i k ab u l ettirm iş ya da bir
ayağını içeri atm ış eğilimleriyle sınırlanm ış gibi görünm ez. Bur­
juva altyapısına rağm en, soyut id eallerinin statik kapalılığına
rağ m en , b ü tü n d e v rim le ri b irb irin e ak rab a g ö steren o Faz-
la'ya/Artığa sahiptir. N itekim bütün olarak öznel kam usal hakla-
n n doğal h u k u k tarafından beyanı, bazen, ekonom ik bireyselci­
liği altyapı olm aktan ziyade b ir yardım cı işlem olarak gösterir.
Ö znel kam usal haklar, sadece hüküm ete değil girişim cilere karşı
haklar olarak da başvurulabilecek bir kadroyla duyurulm uştu.
Grev hakkı, örgütlenm e hakkı, tüm insanların ve m illetlerin hak
eşitliği ilkesi, kısacası eski burjuva insan h ak lan külliyatı böy-
leydi. Stalin bu külliyatın durum u hakkında şunları söylemişti:
“Burjuva-dem okratik özgürlükler bayrağı güverteden atılmıştır.
Sizlerin, kom ünist ve dem okratik partilerin tem silcilerinin, şa­
yet halkın çoğunluğunu etrafınıza toplam ak istiyorsanız bu bay­
rağı kaldırıp ileri taşım ak zo runda olduğunuzu düşünüyorum .
Yoksa o n u düştüğü yerden kaldıracak kim se yoktur.” Doğal h u ­
k u k bu h a k la rın d u y u ru lm asıy d ı ve o n ların ifade edilm esini •
m üm kün kıldı - o n u n mirası b u d u r ve bu miras kalıcıdır. O n u n
özgür insan Pathos'u da, kolektifliğin herhangi b ir biçim de sürü
ile veya sürü karakteriyle k an ştın lm asın a veya katıştınlm asına
k arşı bir ihtar gibidir. Tam da som ut düzenin som ut ö zgürlükte­
ki irad î içerikle rabıtası, her tü rlü yalıtılarak kavranm ış salt so­
yut kolektife karşı, sınıfsız bireylerin içinden doğacağına birey­
lerin karşısına çıkartılan bir kolektife karşı doğal h u k u k u n mi­
rasım korur. K om ünistçe tanım lanm ış “H erkesten yeteneğine

150 Doğal Hukuk Ders Kitabı.


151 Hukuk Bilimi ve Hukuk Felsefesi.
658
göre, herkese ihtiyacı kadar" hedefinin kendisinin de olgunlaş­
m asını tam am lam ış b ir doğal h u k u k içeriği taşıdığı görülür -
her ne kadar doğaya geri dönm ese ve belki bir h u k u k u n zo run­
lu lu ğ u artık kalm am ış olsa da. Dernek doğal h u k u k , gerek za­
m ansal gerek m addî yönden (tabii kapitalist sözüm ona h u k u k
devletinin “ebedî h u k u k u n u ” değil bir zam anlar devrim ci m âhi­
yette olan m addesi yönünden) sosyal ütopyalar kadar Marksiz-
me selef olm am asına rağm en, bir kenara konacak bir mesele de­
ğildir. H ukuksal olarak bertaraf edilem eyen sorular h er çıktığın­
da, ânında yeniden belirm iştir sosyal ütopyalar. İnsan o n u ru n u n
korunm ası dü şü , u zun vâdede, şayet daha m erkezî değilse daha
âcil olan insan m utluluğu d ü şü n ü n y erini tutam amıştır.

Fichte’nin kapalı ticaret devleti veya


aklî h u k u k ta n sonra ü retim ve m übadele

O nursuzca eğilip b ü külm enin nedeni çoğunlukla yokluk değil


midir? Yoksul, kafasını g u ru ru n talep ettiği kadar dik taşıyacak
halde değildir. Ne olurdu, h u k u k u n önceliği, her insanın olabil­
diğince iyi yaşam ası olsaydı? Salih h u k u k m utluluğa ve onun
açlık çeken karşıtına da uygulansaydı, Bizzat onur, yokluğu ve
sefaleti, kendisine en az uyan hatta kendisiyle telif edilemeyecek
. bir d urum olarak görseydi. Kadim h u k u k sal olandan iktisadi de­
ğerlendirm eye taşıması gereken sorulardır bunlar. Adil bedelin
türüyle ve benzeri şeylerle ilgili daha eski dertlerin ve daha ılım ­
lı vicdan yaralarının ve saygıdeğerliklerin çok ötesinde_. Böylece,
salt politik değil iktisadi hak talebi, doğal h u k u k tem elinde bir
piyasa eleştirisi çıkm ıştır yenilik olarak. O nu takiben, tuhaf bir
karışım olarak h u k u k î sosyal ütopya oluşm uştur, Fichte geliştir­
m iştir bunu. 1800 tarihli D er geschlossene H andelsstaat'52 m etni,
A n h a n g z u r RechstlehreK3 olarak yayım lanm ıştı; am a gayet belir­
gin bir ü to p ik tavırla, “gelecekte izlenecek bir politikanın dene­
m esi olarak”. Doğal h u k u k ile sosyal ütopya arasındaki yöntem
ve temsil farkları Fichte’n in karışım ında kaldırılm am ış am a ha-

152 Kapalı Ticaret Devleti.


153 Hukuk Öğretisine Ek.
659
fifletilm iştir. D aha iyi bir an ay asan ın b u ra d a k esk in biçim de
ü zerin e düşü n ü ld ü ğ ü g ib i açık seçik b ir resm i de çizilmiştir, ge­
n elde ve h e r yerde geçerli olacak biçim de tasvir edildiği gibi bir
adaya, yani kapalı bir devlete de nakledilm iştir. A priori hak ta­
lebi, onura degil m utluluğa dönüktür. Evet, doğal h u k u k ta baş­
k a şeylerin yanı sıra serbest girişim ciliğin de kisvesi olan erkek­
lik gu ru ru varyetesine girm eden, sosyalistçe m utluluk. B urada
doğal h u k u k u n bireyci değil de sosyal bir g örünüm kazanm ası­
n ın kuralı: “Yaşamak ve yaşatm ak”tır. Sosyal ütopyalardaki gibi,
öncelikle ödem onist (saadet ahlâkınca) b ir çizgidedir: “H erkes
m ü m k ü n olabildiğince iyi yaşam ak ister. H erkes insan olarak
b u n u istediği ve herkes ötekinden daha az veya daha çok insan
olm adığı için, herkes bu talebinde herkes eşit olarak haklıdır"
(Werke [Eserler], M einer, III, s. 432). D evlet de eşitsiz dağılm ış
halde bulduğu ve olduğu gibi bıraktığı m ülkiyetin koruyucusu
o larak tasarlanm az, tersine: D evletin h ü k m ü , “ö n ce h erkese
k en d in e ait olanı verm ek, önce onu m ü lk ü n e o tu rtm ak , sonra
onu bu d u ru m d a korum aya alm aktır” (1, s. 429). Böylece b u ra­
da saf h u k u k ilkelerinden yapılan tüm dengelim ile sosyal ütop­
ya, ikisini birleştirm eye d ö n ü k erken b ir niyetle, iç içe geçmiştir.
F ich te dah a l 793'te K ant'a, “P lato n cu cu m h u riy et so ru n u n u ,
akıl devleti so ru n u n u ele alm ak” gibi b ü y ü k b ir düşünceyle ya­
n ıp tu tuştu ğ u n u yazmıştı. B unun meyvesi ise tüm üyle paradok­
sal oldu: T üm dengelim le o ld u ğ u kadar ren g âren k boyayarak
tasvir edilm iş, R ousseau ru h u y la devlet sosyalizm i. F ichte’n in
aslında p ek az am pirik veya verili olana p ek az dost olan u su lü ­
nü, gerek o zam ana kadarki ütopya k u rm a tarzın ın gerekse o za­
m ana kad ark i doğal h u k u k u n ü zerin e çık aran ü çü n c ü b ir şey
daha katılm ıştı b u n a tabii. M evcut koşullara bakış katılm ıştı; o
koşullara ait olm aksızın p ratik olarak içinde devinm e ve o n lan
ideal devlete yaklaştırm a m aksadıyla. S pekülatif politikacılar,
d e r F ich te, h ayalî b ir k o n u m d a kalm ışlard ır ve “d ü şü n c ele ri
m u h ak k ak düzen, kararlılık ve k esin lik olm akla beraber, verdik­
leri talimatlar, tanzim edilm iş b ir biçim de, şeylerin yalnızca ken­
d ileri tarafından varsayım olarak k o n m u ş ve tahayyül edilm iş
d u ru m u n a uyar; genel kuralın, hesap san atın ın b ir çözüm kanı­
tındaki gibi tem sili olur bu. Uygulamacı politikacı b u varsayılan

660
durum u bulm az karşısında, bam başka bir d u ru m bulur. Tanzim
edilm iş haliyle onu hesaba katm am ış olan b ir talim atın bu d u ru ­
ma uym am ası, m ucize değildir" (1, s. 420). G erçi F ichte’n in saf
düşünce dünyasının yerine koydugu, -ek o n o m ik -p o litik olarak
o denli azgelişmiş bulu n an A lm anya’da doğal o larak -, yine ge-
nel-soyut belirlenim iyle d ü şü n ced ir am a “verili bir sahici du­
rum la ilgili yeniden belirlenm eye devam edecek" b ir düşünce.
idealizm böylelikle Praxis’e dönüşm ese bile, F ichte’n in öfkeli er­
dem liliğinde, eleştiri olarak gelişir. Fichte, ü to p ik m u tlu lu k ül­
kesi im gesinin yerli koşullara içselleştirilerek tasvirindeki dolay­
lı eleştiriyi geliştirir. Ve doğal h u k u k u n aklının, halihazır devlet
düzeninin gayrı akliliği üzerinde belirginleştirdiği eleştiriyi ge­
liştirir. Bunu yaparken Fichte’nin eleştirisi, doğal h u k u k u b ü tü ­
nüyle ak lî h u k u k a d ö n ü ştü rd ü k ç e , yani kad im /ilk sel d u ru m a
[doğa durum una] ve tarih-öncesine d air hayallerden kopardıka,
keskinleşir. Doğadan nefret eden bu büy ü k adam da doğadan ve
doğa aracılığıyla erişilecek b ir ö zgürlük yoktur; hayvanlar veya
ilk insanlar topluluğu içindeki varoluş arkad ik [cennetsi] değil
baskıcı ve despotiktir; ■ancak toplum sal yaşam , özgürlüğü d ü ­
şünm eyi m üm k ü n kılar. M utlak m u tlu lu k hedefi baki kalır, ama
em ek harcam adan verili olacak veya b ir yerlerde m evcut değil­
dir, Fichte’nin radikal-idealist “eylem ” felsefesiyle bağlantılı ola­
rak, üretilen b ir şeydir. inşâcı/yapıcı anlam da, aynı zam anda kıs­
m en çalışm a tekniği anlam ında: “Eğer kendi doğam ızın kuvvet­
leri m uazzam bir boyutta çoğalmazsa veya eğer doğa bizim dışı­
m ızda ve bizim bir katkım ız olm adan ani bir m ucizeyle d ö nüşü­
me uğrar da şimdiye kadar bilinen yasalarını yerle bir etmezse, o
refahı ' doğadan degil yalnızca kendim izden beklem em iz gerekir;
emekle elde etmeliyiz onu" (I, s. 453). Bir nevi, em ek-değer te­
orisinin ütopyaya sokulm asıdır bu; ütopya da artık ham m adde­
ler veya Manna'54 ile yaşam ıyordur. Ama yine de eylem li akıl
Pathos'u F ichte'de öyle idealistçedir ki, sosyal ütopyasını ekono­
m ik tem elde değil, tasım yoluyla [m antıksal kıyasla], çıkarsam a
form uyla geliştirir. Bunda da doğal h u k u k tem rini, işin ■gidişine
dayanan genetik gelişmeye ağır basar. Bundan ö tü rü , Fichte’nin

154 Kutsal kitaplara göre, lsrailogullan’na çölden geçerken gökten ‘inen’ yiye­
cekler.
661
m etninin ilk ana kısm ının üst başlığı şöyledir: “Ticaret akışı ba­
kım ından akıl devletinde neyin hak olduğuna dair". Bunu, eleş­
tirel nitelikli ikinci ana kısım da özel b ir alt cüm le izler: “Ticaret
akışının halihazırda m evcut devletlerdeki d urum u hakkında".
A rdından, idealist tarzda sonuç çıkarılan ana bölüm de, çıkarsa­
m ayı yapan ü çü n c ü cümle gelir: “M evcut b ir devletin ' ticaret
akışının, ak lın icaplarına uyan d ü zen e nasıl sokulacağına dair” .
B ütün m esele ö zg ü rlü k tü r, fakat an cak ik tisad i bağlanm ayla
kendine y er açan b ir özgürlük. E tik bireyci Fichte'nin, iktisadi
bireyciliğin o n u n etik bireyciliğini te h d it ettiğ in i d ü şü n d ü ğ ü
için ik tisa d i sosyaliste m i d ö n ü ştü ğ ü n ü b ir kenara bırakalım .
Am a tam da Fichte örneğinde açığa çık ar ki: A h lâ k adı altında
onca za m a n nafile aranan şey, sosyalizm dir.
T üm bunların tem eline konan hâlâ tekil insandır, her şey o n ­
dan çıkar. H ukuk adına yürütülm esi gerekeni geliştiren, d ü şü ­
nen b ir varlık olarak o d u r sadece. Kadim /ilksel haklar, akıl sahi­
bi bireyin haklarıdır ve haklara sadece sahip olm ayıp onları ge­
liştiren, o n u n “d ü şünüyorum ”udur. Fichte üç kadim /ilksel hak
sayar: Bireyin bedeni üzerindeki tasarrufu, m ülkiyeti üzerindeki
t a s a ^ f u , kişilik alanındaki tasarrufu. Bunlar sonsuz özgürlük­
ler olm alıdırlar ve ancak b ü tü n diğer bireylerin özgürlükleriyl e,
yani kadim /ilksel haklara yabancı olm ayan b ir şeyle kısıtlanırlar.
lnsanlan n b ir arada yaşayabilmeleri için, bireysel özgürlüklerin
bir sonu olm alıdır ama birincisi, yalnızca özgürlükler tarafından
ve İkincisi, yalnızca özgürlükler u ğruna kısıtlam a yapılmalıdır.
Burada, m ülkiyete ilişkin kadim /ilksel hakla ilgili, hiçbir biçim ­
de özel-kapitalistçe olm ayan dikkate değer so n u çlar çıkartılır.
Fichte'de şeylerle ilgili bir m ülkiyet hakkı yoktur, yalnızca ey­
lem lerle ilgili vardır; belirli b ir toprak parçasını ekm eye başka
kim senin selâhiyetinin olm am ası veya sadece belirli bir grubun
ayakkabı im al etm e iznine sahip olm ası biçim inde. Eski lonca
h ak lan böylece, bireyin “m ü n h asıran b ir b ü y ü k sanatı icra et­
me" kudretinin güvenceye bağlanm asıyla, işlevsel olarak yeni­
lenm iş olur. Toprak ve arazide m ülkiye t yoktur, b u n lar kimseye
ait değildir, ziraatçıya de orayı ekip biçiyorsa (yani avâre b ir fe­
odal bey değilse) aittir. Fichte böylece m ülkiyeti ve sahipliği eş­
ya h u k u k u n d an bir tü r üretim h u k u k u n a taşıdıktan sonra, sos­

662
yalist neticeye doğru ilerler. Tam da m ülkiyete ilişkin kadim /ilk­
sel haktan ötürü, devlet herkese verm elidir: “Şayet birisi yaşaya­
bileceği k a d a rın a sa h ip değilse, sah ip olm ayı hak ettiğ in d en
m alınım kalm ış dem ektir; ona ait olan bir şeyden m ahrum dur.
A kıl devletinde b u n u elde eder; aklın uyanışından ve egem enli­
ğinden önce, tesadüfle veya şiddetle yapılan paylaşım da belli ki
bazıları paylarına düşenden d ah a fazlasına el attıkları için herkes
kendi hakkını alam am ıştır" (I, s. 433). Devlet sosyalizm i m et­
ninde, şöyle devam eder: “D evletin görevi şim diye kadar, yurtta­
şın halihazır b ulunan m ülkiyet d u ru m u n u yasayla korum a biçi­
m inde, tek taraflı ve yarım anlaşılmıştır. Devletin daha derine gi­
den sorum luluğu olan, herkesin h a k ettiği m ülkiyeti tem in etme
görevi, göz ardı edilm iştir. Bu ise ancak ticaretin anarşisinin de
politik anarşiyle birlikte tedricen o rtadan kaldırılm asıyla ve dev­
letin nasıl yasama ve yargı m akam ları dışa kapalıysa ticaret dev­
leti olarak da kapanm asıyla m ü m k ü n olabilir” (l, s. 483). Fichte
böylece, koyutladığı ideal devlette, züm re ve im tiyaz haklarını
kaldıran yasanın genelliğini, iş/istihdam sağlama genelliğine ya­
yar. B unun araçları olarak, serbest girişim in terk edilm esi ve ser­
best rekabetin durdurulm ası da vardır. Açık pazarın o rtadan kal­
dırılm ası, kısacası ideal devletin y ö n len d irilen b ir iktisadiyat
olarak belirlenm esi de vardır. Pek b ir serbest girişim cinin b u lu n ­
m adığı, b u nedenle ilerlem iş Batı dev letlerin e kıyasla, (F ich ­
te’n in em ek loncalarında görü n ü r hale gelen) b ir tü r kapitalizm -
öncesi anti-kapitalizm için daha kolayca d avetkâr olan bir Al­
m anya'da öneriliyordur bu. M uhtem elen, kısa sü re önce Nova-
lis'in takdim ettiği (D ie C hristenheit oder E uropa,'ss 1799), O rta­
çağ to p lu m u n u n rom antik hâlelerinin de tesirleri vardı burada.
Novalis, bu geniş m anevî ülkenin en sapa taşralannı bile birbiri­
ne bağlayan tek bir cemaat birliğinin olduğunu söylüyordu. Bu­
n u n dışında aslında pek az rom antik olan Fichte; Saint-Simon'da
da büsbütün eksik olmayan, Ruskin veya W illiam M orris’te ise
bir tür gotik sosyalizm olarak beliren b u geriye d ö n ü k anti-kapi-
talist ütopyaya ilk temas edenlerden biridir. M ehring'in dediği
gibi, kapalı ticaret devletini salt “Friedrich devleti"nin idealleşti­

155 Ya Hıristiyanlık Ya A^^pa.


rilm esi olarak d ü şünm ek yanlıştır; Almanya'da bile gecikm iş bir
tasan olurdu bu. H er şeyden önce Fichte'nin, m anifaktür evresi­
nin asla dert edilmeyen “herkese hak ettiği m ülkiyeti önce bir
tem in etm e ” niyeti, b u n u n la çelişkilidir. F ich te’n in bu sosyal
kaygısı, o n u ilerlem iş k ap italist ü lk e le rin M anchesterciliğine
karşı özellikle biler. k o p y a s ın ın ikinci ve ü çüncü bölüm lerinde,
serbest rekabetin fenalıklarına dair (sürüm daralm aları, işsizlik),
kısmen F ourier'nin eleştirisine haleflik eden b ir eleştiri yer alır.
Büyük ekonom ist Adam Sm ith'in varsaydığı “çıkarların uyum u",
tüm aldatıcılığıyla p ratik olarak g ö rü n ü r hale gelm eden evvel
Fichte tarafından teşhis edilm işti. Ekonom iden anlam ayan ama
spekülatif b ir politikacı, spekülatörlere ve onların ‘döndürdüğü'
oyuna karşı çıkar: “Bu yola m eyledenlere kalırsa, hiçbir şeye bir
kurala göre erişm eyi istem ezler, her şeyi hile ve bahtla, entrikay­
la, tanınan imtiyazlarla, tesadüfle elde edeceklerdir. D urm aksı­
zın özgürlük diye bağıranlar, ticaret ve kazancın özgür olmasını,
h er türlü düzen ve töreden özgür olmayı isteyenler, b u insanlar­
dır. Bunlar, kam usal alış verişin, dolandırıcı spekülasyona, tesa­
düfi kazanca, ani zenginleşm eye m ahal verm eyecek şekilde d ü ­
zenlenm esi fikri karşısında, tiksintiden başka bir şey hissetm ez­
ler” (I, s. 541). H enüz hayli uzak olan K uruluş D önem i'ne156
karşı antipatisine uygun olarak Fichte, (Adam Smith gibi) arz-
talep çarkı yerine, serbest çıkar m ücadelesi yerine, göreli bir d ü ­
zen ütopyası vaaz eder - Cam panella'dan beri ilk kez. H er biri
hüküm etin gözetim i altında, üç emekçi ana züm re olacaktır (sa­
hiden çalışan züm re, proletarya, henüz fark edilm ez). Çalışma
ilişkilerinin örgütlenm esi, zanaat ve ticaret ilişkilerinin örgütlen­
m esi olarak görünür; ordu ve feodal soyluluk ilga edilecektir.
Z üm relerden b irin in işi ham m addelerin elde edilm esidir, bir d i­
ğeri b u n la rın işlenm esinden, b ir ü çü n cü sü ise m evcut ürünlerin
sabit taban fiyatla paylaştırılm asından sorum ludur. Fakat özel ti­
cari m übadele ve dağıtım sadece devletin içinde yürütülecek, ül­
ke sınırlarının dışına çıkmayacaktır. Dış ülkelerden ham m adde
ve fabrika ürünü alımı (iyice kısıtlanarak), sadece, dış ticaret te­
keline sahip b u lu n an h ü k ü m et tarafından sağlanacaktır. Bu n o k ­

156 Alman devletinin kurulması arefesinde, aynı zamanda çok hızlı İktisadî ge­
lişmeye sahne olan 1871-73 dönemi.
664
tada F ichte'nin ütopyasında neden h ü k ü m etin iç ticareti de ü st­
lenmediği, böylece tacirler züm resini gerekli olm aktan çıkarm a­
dığı sorulabilirdi. Fakat Fichte zaten ticarethaneleri iyice önem-
sizleştirir, kapalı, düzenlenm iş, d ü şü k kârlı piyasanın vasıtala­
rından ibaret kılar. Spekülasyon değil salt sevkıyat firm alarıdır
deyim yerindeyse; “izin verilen ü retim ve fabrikasyon devletin
tem el esaslan çerçevesinde hesaplandığından" (I, s. 443), m ü n ­
hasıran ihtiyaçların karşılanm asına hitap eden b ir iktisadiyatın
içindeki aracılardır. D em ek F ichte’nin devleti içerdeki m übadele
akışını üstlenm e gereği duym az, kayda geçen sözleşm elerin uy­
gulanm asının sosyal gözetim iyle yetinir. B unla yetinm esi için
başlı başına önem li bir neden, bu ütopyadaki en yüksek züm re­
nin veya devlet züm resinin, P laton'da olduğu gibi, öğretm enler
ve âlim lerden oluşm asıdır; bunların da zihninde Fichte’n in bi­
lim öğretisi vardır, m uhasebat, kam biyo, krediler değil. Devletin
dış ticaret tekeli de sırf savunm a saikiyle, üretim bütçesinin “ya­
bancıların nizam verilem eyecek etkilerine” karşı korunm ası için
düşünülm üştür. Tam da bu h er şeye hâkim olm a iradesi, planın,
en fazla yine m esut adayı hatırlatan en radikal neticesine varm a­
sına yol açar: O tarşi. A ltın ve güm üş dünya parası ilga edilir, o n ­
ların yerini değersiz m addeden yapılm a, biriktirilem eyecek ve
yabancı ü rü n leri sa tın alm akta işe yaram ayacak b ir ülke parası
alır. Belki o zaman, d er Fichte, ü to p ik Almanya'da artık kürkler
ve ipekli kıyafetler olm ayacak, Çin çayı kesinlikle bulunm aya­
cak, buna m ukabil iktisadi ve fetihçi savaşlar da olmayacaktır.
Yabancı alacaklar hüküm ete teslim edilecektir (döviz yasalarının
şaşırtıcı bir ön habercisi), h atta Fichte pam uklu ve başka ithal
ürünleri ikam e edecek yerli üretim den söz eder (sentetik kimya­
nın şaşırtıcı b ir ön habercisi). Yurtsever Çin Seddi, ütopya olur
böylece: D evleti tüm üyle dışarıya kapatm adan önce h ü küm etin
erişmeyi önüne koyması gereken belirli b ir hedef vardır: dışa ka­
panm a ânında herhangi bir yerde üretilm ekte olan her şey, bu
iklim de m ü m k ü n olduğu oranda, artık ülke içinde üretilebilir
olm alıdır” (I, s. 532).. Bilindiği gibi b u otarşi düşüncesi, W eimar
C um huriyeti'nin yan-faşist B rüning d ö n em in d e gerici bir kıvıl­
cım çakmıştır. Altın karşılığı olm aksızın, uluslararası takas be­
deli ödem eksizin ekonom iyi yürütm eye, savaş iktisadiyatını ha­

665
zırlamaya uygundu bu. Fichte'ye ise, başka devletlerde aynı şe­
kilde tatbikata sokulm adıkça her türlü örgütlenm iş emek siste­
m inin ihtiyaç duyduğu dışa kapalılık bakım ından ve yurtsever­
lik bakım ından uygun düşüyordu. Fichte, Napolyon savaşları­
nın etkisi altında, başlangıçtaki tem el ilkesinden: ubi lux, ibi pat-
ria'dan [iyi olduğum yer, ynrdum dur] giderek vazgeçmişti. Ma­
m afih F ich te'n in ü topyasındaki, dünya b u rju v azisin den ulus-
devlete geçiş abartılm am alıdır; b u rad a A lm anlık da yalnızca en
genel düzeyde insanî veya en kuvvetli H um anum olm akla tescil-
lenir ve temellenir. Fichte’nin A lm anlığı Dış-Ü lkelilikten ayırt
etme nedeni, A lm an M illetine Seslenişlerde bile, “insanda köken-
sel/aslî olan b ir şeye, özgürlüğe, sonsuz ölçüde iyileştirilebilirli-
ge ve cinsim izin ebedî ilerlemesine inanabilir miyiz, yoksa bü­
tün bunlara inanam az m ıyız?” so ru su n d a tem ellenir. Y üzünü
doğduğu devlet dışına, o zam anın ışık veren devletine çevirme
hakkının önündeki yegane kısıt da, Alm anya'nın ışıktan en bü­
yük nasibi aldığı um ududur. Doğadan nefreti kalıcı olan Fich­
te'nin u m u d u toprakta değil, m anevî ışık kaynağındadır: “Tüm
halklar arasında sizsiniz, insanî kem ale erm en in en güçlü to h u ­
m unu taşıyan.” Yalnızca bu um u ttan hareketledir ki Fichte, bi­
rey ile insanlığın arasına Milleti, özellikle Alman m illetini koy­
m uştur; A lmanya yalıtılm am ak, insan cinsinin arasında en insa­
ninin tim sali olarak bulunm alıydı. Millî öğreti, millî karakter -
b u gibi içine kapalılıkların hepsi Fichte'de sadece insaniyet fikri­
nin dam gasını vurduğu bir değer taşırlar; bilim ise zaten ulusla-
rarasıdır: “Bu bağlantıyı hiçbir dışa kapalı devlet kaldırm ayacak,
daha ziyade teşvik edecektir, çünkü insan tü rü n ü n birleşik kuv-
veriyle b ilim in z e n g in le şm e si o d e v le tin y a lıtılm ış d ü n y e v î
am açlarının bile yararınadır” ‘l, s. 542). Fichte'nin ütopyası, top­
rak yurtseverliğini istem ediği gibi, devlet sosyalizm inin devleti
m utlaklaştırm asını da istemez. Bu, kadim /ilksel özgürlük hak­
kıyla ve yukarda değinildiği gibi bu h ak k ın ancak insanî ortak
yaşam içindeki özgürlük uğruna kısıtlanabileceğini söyleyen il­
keyle çelişkiye düşm ek olurdu. Kapalı ticaret devleti de ebedî
değildir, onun ütopyasının berisinde başka bir ütopyanın etkisi
vardır. Z orunluluk veya yokluk devletinden akıl devletine geçiş­
te, özgürlük ve ahlâkın gelişmesiyle zorun artık gereksizleşeceği

666
bir ara aşamadır o sadece. Lenin bir seferinde, her aşçı kadının
devleti yönetebileceği bir d u ru m a gelm ek gerektiğini söylemişti.
Böylesi b ir u m u d u beslem ek için hiçbir ekonom ik önkoşula ve
bilgiye sahip bulunm ayan Fichte, yine de, gerçek olm uş politik
bilgeliğin b ir alâm eti sayarak onay v erirdi o aşçı kadına. Şu ke­
hanette b u lu n m u ştu r: “Devlet idaresinin ve her tü rlü uğraşın
basitliği, düzenli biçim de, b ü tü n ü görerek ve sağlam bir planla
işe koyulm aya bağlıdır" (1, s. 537). Akıl devleti olarak bu şekilde
oluşan şey, (otoritenin içeriğini üreten) akıl yoluyla, bizzat dev­
let olarak kendisini gereksiz hale getirir. "Akıl sanatı" çıkar orta­
ya, veya eğitimli, ahlâken reşit bireylerin uyum uyla, güzel ru h lar
ülkesi. H atta Fichte’n in d ah a geç d ö n em in d e neredeyse Joac-
him ci b ir m üzik d o ld u ru r b u soylu uzam ı, akıl sanatının top­
lum sal alanlarını. 1813 tarihli D evlet öğretisi, geleceğin sosyal
y ö n le n d iric ile rin i, e b e d iy e te k ö p rü k u r a n la r a d ö n ü ş tü rü r:
“Alimler cem aatinin ortaklığı H ıristiyanlığın öğretm en heyetidir,
T ann'nın krallığıdır; kesintisiz devamıyla, tasvir edilen o krallık­
taki hüküm dar ve yaratıcıları çıkartacak olan top lu m un başlan­
gıcıdır" (W erke, IV, s. 615). Ne var ki bir kapalı ticaret devletinin
salt o başlangıcının nasıl ve ne yolla sağlanabileceğine, hele öyle
heyecan verici b ir akıl san atın a nasıl erişilebileceğine, b u n u n
pratiğine d air Fichte pek b ir şey söylemez veya pek az şey söy­
ler. O zam anın Alm anyası'nda henüz bir proletarya çıkm am ıştı
sahneye; Fichte'nin “m ülk sahiplerinin bağıtlı grubu n un, tek tek
zayıf d u ru m d a olanları, hak taleplerini yüksek sesle dillendir­
m ekten ancak şiddetle alıkoyabildiğim ” teslim ve m ahkûm et­
mesi bile az şey değildi (1, s. 475). Sosyal devrim in, hak talebi­
nin ifadesine dayanan bu m ahdut imâsı bile o zam anlar soyut
kalıyordu, en azından Fichte'nin tasarım ının tüm ü kadar spekü­
latifti. Zaten kendisi de b ü tü n bunların “sahici dünyada başarılı
olam ayacak bir o k u l ödevinden ibaret” o lduğunu söyleyerek te­
vazu gösteriyordu. M evcut koşullardan hayrete d ü şm ü ş ve bu
hayrette, ancak çok so n ralan p ratik çehreye bürü n ecek olan o
felsefî dikeni bulm uştu. Her ne kadar Fichte yaptığı sosyalistçe
çıkarsam ayı, her doğru indirgem e gibi kavram sal açıdan zorunlu
saysa da, devlet sosyalizmi bu dünyada sadece “yasa tarafından
talep edilebilir", sadece so y u t olarak m ü m k ü n addediliyordu.

667
Teklif ve talepten başka bir şey, Fichte'nin sonraki öğrencileri ta­
rafından, örneğin K ürsü Sosyalistlerinin ulu ecdadı R odbertus
tarafından da ortaya konm uş değildir. Fichte'den birçok yönden
etkilenen Lasalle da, proletaryayla tem asına rağm en, ajitatif-re-
formist olanın ötesine geçemedi. H atta la sa lle m evcut devlete
Fichte'den fazla bağlandı, tercihen de o toriter Prusya devletine.
D evlet kredisine dayanan işçi ü retim k ooperatifleri geleceğin
sosyalist toplum una geçişi sağlayacaklardı ona göre; Fichte'nin
ütopyası da bu devrim ikam esi için istism ara m üsaitti. Ancak
1800 öncesi Almanya'da bir sosyalizm , asla istism ar edilemeye­
cek bir tarihsel tazeliğe ve onu ra sahipti. Tam da 1860'larda La-
salle’da eksik olan, sonraların reform izm inde ise bahane olarak
bile görülm eyen dâhice naiflik, duy arlı gençlik vardı onda. Ka­
palı ticaret devleti, kadim /ilksel haklardan tüm dengelim le çıkar-
sanan ve ü to p ik olarak resm edilen ilk örgütlü em ek sistemidir.
Dahası: Fichte’nin m etni, yeterince büyük ve kendi kendine ye­
terli olan bir tek ülkede sosyalizmi m üm kün görür.

19. yüzyılda fed eratif ütopyalar: O wen, Fourier

Bu arada sefalet d u ru p kalmadı, şaşırtacak biçimde büyüdü. Ö n­


ceden köylülerse taşıyıcısı, şim di b una işçi katıldı. Bir ülke ikti-
saden ne kadar gelişkinse, yoksullarının d urum u o kadar dehşet
vericiydi. Feodal beyin malı olan k ö y lü n ü n d u ru m u yeterince
ağırdı, çile h ad d in i d o ld u rm u ş görünüyordu. Fakat ilk fabrika
işçilerinin sefaleti, orta çağ köylü yoksulluğunun en feci dönem ­
lerini bile aşar. İlk fabrikaların işçileri k ü re k m ahkûm ları gibiy­
di; aç, uykusuz, ümitsiz bir proletarya m akinelere zincirlenm iş-
ti. G irişim cinin karı ne acım a biliyordu ne m ola, emsalsiz bir
pislik içindeki g ü n lü k çalışm a on sekiz saat veya daha fazla sü ­
rüyordu. İnsanların bu k a d a r bü yük bir kısm ı, hiçbir zam an, 18.
yüzyıl dönüm ü civarında İngiltere’de olduğu kadar m utsuz ol­
m am ıştı. Bu d u ru m a tepki gösteren ilk kişi, ü lkesinin iliğinin
ç ü rü d ü ğ ü n ü gören Hall ad ın d a bir hekim di. 1805’te yayımladığı
The effects o f civilizationn7 adlı m etninde hekim ce ve ahlakî deh­

157 Medeniyetin Etkileri,


668
şetin yanı sıra d u ru m u iyileştirm eye d ö n ü k b irço k ü to p ik öneri
yer alır. Yoksullar, d er Hall, zahm etlerinin b ed elin in sekizde bi­
rini bile alam ıyorlar; zam anın gidişi, zen g in lerin giderek daha
zengin, yoksulların giderek daha yoksul olm alarıdır. Tek k u n u -
luş yolu, endüstriyel gelişmeyi geri g ö tü rm ek tir ona göre - eski
güzel zam anlar denen koşulları geri getirm ek üzere degil tabii.
Hall, fabrikalar o n a d a n kalkıp da toprak beyleri kaldığı takdirde
her şeyin halledilm em iş olacağını görm üştü. Toprak kırdaki b ü ­
tü n aileler arasında eşit paylarla dağıtılacaktı; böylece m akine
kırıcılığını, tüm üyle özgür köylülerin istikbali izleyecekti. Fabri­
ka sefaletine karşı b u çağrı, salt b ir insanseverden gelen haliyle
nasıl az yankı uyandırdıysa, bizzat b ir fabrika sahibinin yaptığı
çağrı da o k ad ar çok yankı yarattı - öncelikle de, gayet faydalı
b ir örnekle irtibatlandırıldığı için. Ö rnek; iyi beslenen ve gayn-
m em nun olm ayan b ir işçinin, m akinelere zincirlenm iş köleyle
y an sürede aynı m iktarda üretim i ve daha iyisini yaptığı idi. Ro­
bert Owen’in keşfi, b u n d an ibaret de değildi. Bir anim a candidis-
sima, 158 Engels’in deyişiyle “ulvilik d erecesin d e çocukça basit
karakterli ve aynı zam anda doğuştan İnsanları yönetm e m ahare­
tine sahip b ir adam ” olan O w en, 19. yüzyılın federatif-sosyalist
hedefli ütopyacılarının ilklerinden biri oldu aynı zam anda. Bir­
çok yazısı arasında 1820 tarihli T he Social S y s t e m s ve 1836 ta­
rihli The Book o f The N ew Moral W orld}60 ö n e çıkar. İlkinde pat-
riyarkal refah düzenlem elerinden sırt çevirip y ü zü n ü kom üniz­
me döner, ikincisindeyse onu m eslekdaşlarina tavsiye etm eye
çalışır, iyilik olsun diye. Ne var ki b ir kapitalist olarak üzerinde
o tu rd u ğ u dalı ü to p y a c ı y an ıy la k e se rk e n , y a n u ğ ra şla rı bile
ütopyacılık olm ayan kapitalistlerden a y n ı şeyi talep etm esi, fan­
tastik bir işti. O w en toplum sal selâm ete reform lar yoluyla erişi­
lebileceğini düşünüyordu; grevi, hatta politik özgürlükler uğ ru ­
n a m ücadeleyi kınıyor, uzlaşm a arıyor, k o n tla rın , bakanların,
fabrikatörlerin salt idrakleri ve insan sevgileri sayesinde kapita­
lizm e s ın çevirm elerini bekliyordu. Sanayici Owen, tuhaf b ir bi­
çimde, sanayiye gelecekte fazla büy ü k b ir rol biçm iyordu; gerçi

158 En içten/dürüst ruh.


159 Sosyal Sistem.
160 Yeni Ahlakı Dünya Kitabı.
669
b u h a r gücü ve m akineleşm enin hane ekonom ilerine s o k u l m a ­
nı istiyordu, asla m akine kırıcılığa m eyletm iyordu ama büyük
sanayi, N ew L anarklı fabrika sahibinin gelecek düşlerinde baş­
rolde değildi. Owen, b u zaaflarına rağm en, filantrop [insan-se-
ver] kom ünizm ini geliştirdi; geliştirirken de, İngiliz devrim inin
ziraî kom ünisti W instanley'in yazılarına erişm esini sağlayan Qu-
aker'lerle tem as ku rd u . En önem lisi Owen, R icardo'nun o yakın­
larda yayım lanan em ek-değer teorisini benim sedi - tüm sonuç­
larıyla, “iktisadi liderler”le ilgili b ir şerh düşm eden. Ricardo, b ir
ü rü n ü n yegâne değer ö lçü sü n ü n o n u n içerdiği em ek m iktarı ol­
duğunu keşfetmişti. O w en b u teo rin in üzerine, herkesin kendi
ürettiği değer m iktarının h akkını alacağı, karşılığı ödenm em iş
emeğe day anan kapitalist k â rın o rtad an kalkacağı b ir m üstakbel
cem aatin planını inşa etti. Bu cem aate giden yol ise tamamıyla
reform isttir: Büyük b ir mağaza açılarak, h er ü re tic in in k en d i
ürettiği tüketim m allarını o rad a depolam ası sağlanacaktı. Ü cret
olarak, üzerinde tedarik ettiği ü rü n ü n cisim leştirdiği em ek de­
ğerinin yazılı olduğu ve ona aynı bedeldeki ü rünlerden edinm e
h a k k ı v e re n b ir e m e k b o n o s u a la c a k tı. S a h id e n de O w en
1832'de Londra'da böyle b ir m übadele -pazarı kurd u ; üreticile­
rin, kapitalist aracılığı olm aksızın b ir araya gelerek k â n oluştu­
ran fazladan kurtulm aya çalıştığı b ir em ek borsasıydı bu. İktisa­
diyatı üretim yerine dağıtım dan k alk arak düzenlem ek isteyen,
h âlâ kapitalizm -öncesi nitelikli -b ir ütopyaya dayanan b u n aif ör­
gütlenm enin birkaç yıl içinde çökm üş olm ası şaşırtıcı değildir.
O w en'in “m evcut ihtiyaçları gözetm ek” üzere k u rd u ğ u “bölge
konseylerine” rağm en, kapitalist ü retim fazlası anarşisi bu m ü ­
badele pazarında da devam etti. A slında b u tasarım da geleceğin
cemaati, tüketim kooperatifinden daha radikal b ir çerçevede d ü ­
şünülm üştü. Engels’in alayla olduğu kadar hürm etle de söyledi­
ği gibi, “geleceğin kom ünist cem aati binası, planı, iç kesiti ve
k u ş b ak ışı g ö rü n ü şü y le , tam te şe k k ü llü ta sa rla n m ıştı” . Ö zel
m ülkiyetin tam am en ilgasıyla, kooperatif yerleşim lerinde, elbet­
te büyük üretim e izin verm eden, ziraat ve zanaata dayanan yeni
bir ü retim sistem i kurulacaktı. Ailesiz olacaktı bu; Owen, başka
hiçbir ütopyacıda olm adığı kadar keskin biçim de halihazır evli­
lik biçim ine karşı çıkıyordu. O na göre b u öm ür boyu cinsel kö-

670
lelik ve ilişki köleliği dem ekti, istisnâî b ir uç d u ru m olan sürekli
aşkı norm atifleştirerek b u n u n gelenek olduğu yanılsam asını ya­
ratan bir yalandı. Owen m ülkiyet, evlilik ve pozitif dini “K ötü­
lü k Teslisi” o larak adlandırıyordu; ü çü de b irer id o ld ü ve insan­
lara yalnızca m u tsu zlu k getiriyorlardı. N itekim zirâı-zanaatsal
örgütlenm e, eski köy yapısına u y g u n b ir p lanlam a yapılm ış ol­
m akla beraber, eski toplum sal biçim leri yeniden üretm eyecekti.
Üç yüz, en fazla dört yüz kişilik federal gruplar, kendi içlerinde
ve birbirleriyle kolektif yardım laşm a içinde, toprağı kaplayacak­
lardı. N e var ki toprağı b u şekilde kaplayan tek yerleşim olan,
A m erikan ö n cü yerleşim ciler d ö n em in in “k o m şu lu k etiği”yle
bağlantılı o larak îndiana'da k u ru lm u ş N e w H a rm o n y'6' Londra
m übadele pazarından daha da çabuk çöktü; m ezhep kolonileri­
nin çağı geçm işti zira. K apitalizm in olgunlaştığı çağda böylesi •
k ü ç ü k yapılar k ap italist çev relerinin ü s tü n e çıkam azlardı, en
azından üretim tekniği bakım ından, onların çok gerisinde kalı­
yorlardı. Ama Owen’ın öncelikli hedefi, daha iyi b ir insanı du ru ­
ma erişm ek için üretim i iyileştirm ek değildi ki. O en baştan, en
soylu ü retim aracı olan insanı iyileştirm ek ve o n u fabrika pisli­
ğinin için d en çekip çıkarm ak istiyordu. İnsanın hâkim olabile­
ceği k ü çü k yaşam çevreleriyle k e n d in i k ısıtlam ası b u n d a n d ı;
O w en'ın b ü y ü k çap lı pedagojik dü şü , y eni b ir in san lık ku rm a
d ü şü de b undandı. O w en’ın öğretisine göre in san lar gerçi ana
hatlarıyla yaradılışlarından gelen b ir karaktere sah ip tirler am a
b u çerçevenin kesin belirlenim i, bireyin için e girdiği koşullara
bağlıdır. Koşullar yoluna girerse insan da yoluna girer, neşeli ve
iyi olur. O nun böylece şifâ bulm asının en iyi sağlanacağı yer, iş­
bölüm ün ü n , şehir ve k ır iktisadiyatı arasında ayrımın, büro k ra­
sinin olmadığı k üçük federal cem aatlerdir. Tam da yanı insanı
tem asa ihtiyaç duyduğu anlaşılan pedagojik-insanı hedefinden
ötürü, O w en’ın arzu d ü şünde birbirleriyle bağlantılı b ü y ü k işlet­
m eler yer almaz, Enternasyonal federal adalara bölünür.
Tüm b u iyilikler b ir ham lede gelmeli, inşâ edilm elidir. O za­
m ana kadarki yaşam kım ıltısız b ir geceydi O w en'ın nazarında,
yeni yaşam ise doğrudan doğruya ayrılıyordu bundan. O w en ne-

161 Yeni Uyum.

671
redeyse tüm üyle tarih dışı düşü n ü r; onunla diğer büyük federal
ütopyacı, Charles Fourier arasındaki fark da budur. F ourier'nin
1808 tarihli daha ilk yazısında, Theorie des quatre m ouvem ents , 162
bugünü tarihsel temelde eleştirir. Fourier sonradan bu yazısını
reddetm iştir, yine de bu onun esas m etinlerinin tem eli olarak
kalır. Gerek 1822 tarihli T raitt de l'association dom estique agrico-
le'63 gerekse 1829’da yazılan La Nouveau Monde Industriel’de,'64
tıpkı ilk yazısında olduğu gibi, çağın eleştirisi, tarih ve geleceğin
sesleri hep biraradadır. Daha yakından bakıldığında, Fourier'ye
göre, her bir öncekinin onu izleyene erişm eye çalıştığı ve so nra­
ki aşam anın artık geriye döndürülem eyeceği dört evre vardır. İlk
evre, ilkel kom ü n ist m utlu güdüler çağıdır, ikincisi korsanlık ve
dolaysız m übadele iktisadı çağı, ü çü n cü sü patriyarka [ataerkil­
lik] ve ticaretin gelişm e çağı, d ö rd ü n cü sü b arb arlık ve ekonom ik
im tiyazlar çağı. Sonuncusu, beşinci evreye d o ğ ru devam eder:
(dördüncüyle b ü y ü k ölçüde ö rtüşen) bug ü n k ü kapitalist uygar­
lık çağı. Bu bugünü önceki b ü tü n ütopyacılar gibi ■ideal devlet
bakış açısından değil de o an ve o yerdeki bir yozlaşm anın ü rü ­
nü olarak, barbarlığın katlanılm az uç noktası olarak eleştirmesi,
Fourier'nin tarihsel gücünü gösterir. Fourier, “uygarlaşm ış düze­
nin, barbarlığın basit bir tarzda icra ettiği h er eziyeti, bileşik, çift
anlamlı, iki yüzlü, riyakâr bir varoluş tarzı düzeyine çıkardığını"
gösterir; tarihsel tem ellendirm eye dayanan b u tarzıyla, sadece
satirci degil aynı zam anda diyalektikçidir. Her ne k ad ar Owen gi­
b i Fourier de sınıf m ücadelesi anlam ında proletaryanın sınıf çı­
k arlarını tem sil etmese de, o burju v a to p lu m u n u n b u haliyle ve­
ya kendiliğinden iyileştirilebileceğine inanm az. Hegel'i bilm eksi­
zin, Marx’ın bir k u şak öncesinde Fourier, şu olağanüstü cümleyi
keşfetmiş, “uygarlıkta yoksulluğun bizzat bolluktan kaynaklan­
dığını" söylem iştir. Sefalet, (burjuva ek o nom istlerinin b u n d an
sonra daha on yıllarca ve A m erika'da bugün hâlâ söyledikleri gi­
bi) büyüyen zenginliğin bereket boynuzu sayesinde kendiliğin­
den ortadan kalkacak geçici bir d u ru m olarak değerlendirilm ez

162 Dört Hareket Teorisi.


163 Küçük Çiftçi Birliği Üzerine Çalışma.
164 Yeni Sanayi Dünyası.
672
anık. Tersine: Sefalet, kapitalist panltm ın diyalektik olarak zo­
runlu arka yüzüdür, o n u n tarafından yaratılm ıştır, o n d an kopa-
nlamaz, onunla birlikte büyür; bundan ö tü rü kapitalist uygarlık
yoksulluğu asla tasfiye edemez ve etmeyecektir. Fourier, haliha­
zır “incoherence industrielle” ile [endüstriyel tutarsızlık) olgunla­
şarak değişim i zorlayan eğilim lere da aynı d iyalektik dehâyla
kulak vermiştir. Kapitalizmin yakın geleceği ile ilgili, F ourier da­
ha 1808’de, serbest rekabetin en nihayet sona ereceğini, tekelle­
rin oluşacağını öngörm üştü. Züm re duvarlarının henüz yıkıldığı .
ve serbest rekabetin yeni başladığı bir zam anda, işitilmemiş bir
nüfuzkârlık la ek o n o m ik liberalizm in iflâsını k e h an et etm işti.
Gerçi Fourier b u arada, tekellerin oluşum undan evvel bir to p ­
lum sal alt ü st o lu şu n “ticaret anarşisini” bertaraf edeceğini ve
kapitalizm in ardından insanlığa güvenceli bir varoluş sağlayaca­
ğını um uyordu. Bu güvence de kapitalist uygarlığın bünyesinde­
ki eğilimler içinde saklıydı, F ourier'in tanım lam asına göre: “Uy­
garlığın kendi içinde, doğanın iradesine uygun olarak, güvence-
ciliğe doğru bir güdülenm e vardır.” Mamâfih, görülebileceği gibi
burada bir peygam berlik de vardır ve eleştirinin sonunda, Fouri-
er'nin tarihsel-diyalektik dolayım ını sekteye uğratır: salt öznel
nitelikli arzu fantezisi, im gelerini geleceğe tam im eder. Hedef,
mal im alatı ve mal dağıtım ının kooperatiflere^ örgütlenm esiydi.
F o u rier b u n u n ilk adım larını tu h a f biçim de halihazır tasarruf
sandıklarında, kooperatif sigorta şirketlerin d e ve sosyalist gü-
venceciligin b u n a b enzer burju v a k arik atü rlerin d e görüyordu.
Oysa üretim in daha sonraki basam aklarını da öngörm üştü Fo­
urier: endüstriyel tekel oluşum larını öngörm üş ama Saint-Simon
hele M arx gibi b u n u daha olgun bir evre olarak selâm layıp ü to p ­
yasına katm ak yerine sadece k orku duym uştu. Fourier’nin bakı­
şı ve değerlendirm esi k ü çü k burjuvalığa saplanıp kalmıştır, bu­
n u n ö tesin d e fed eralist g ü v en ceciliğ in d e anarşist sem p a tiler
kendini gösterir. T ıpkı O w en gibi, Phalansteres [Falansterler!
denen kü çü k kom ünler tasarlar, üstelik, -ü to p y alar arasında bir
anom ali-, özel m ülkiyet de tam amen kaldırılmayacaktır. Gelece­
ğin insanlarının da k ü çü k b ir servet edinerek bağım sızlıklarını
^ızanabilm elerine izin verilecektir; tabii başkalarının sö m ü rü sü ­
ne değil (üretim araçlarında özel m ülkiyet yoktur), bireyin ko-

673
lektif içinde sıfırlanm asını önlem e am acına hizm et edecektir bu.
Falansterler de bin beş yüz veya biraz daha fazla kişilik bireysel-
özerk kam ular, b ü tü n ü n e hâkim olunabilir, herkesin her işe aşi­
na oldugu kom ünlerdir; her Falanks kendi içinde bireyle kolek­
tif arasında özenli b ir dengeyi korur. Falansterler arasında da,
bir dünya idaresinin fantastik bezem esi altında olm akla beraber,
b ir bağlaşma vardır; kişisel-federatif olanından gayn bir sosya­
lizm geçerli olmaz burada. Büyük sanayinin olmadığı Falanster-
ler’de ziraat ve zanaat işletmesi, sosyalist ön cephenin arkasında,
cem aatin pastoral bir zevki tatm asını sağlayacaktır. Çalışm anın
bir zevk olarak kalabilm esi için, iki saatlik mesai yeterlidir; keza
meşguliyetlerde de, hem insanların “tutkularının kelebek öm ür-
lülüğüne”165 hem de Fourier'e göre herkesin en az otuz mesleğe
yatkın olmasına uygun olarak, zengin bir değişim öngörülm üş­
tür. Bu nokada ütopyacı neredeyse A m erikanlaşır; öncü yerle­
şim cinin intibak kabiliyeti ve çok yönlülüğü, çayırlarda değil de
bu defa m üstakbel Falanster'lerin güvenli bahçeli şehirlerinde is­
tihdam edilecektir. Yine O w en’dekine benzer biçim de, tüm bu
işbölüm üne yer verm eyen özgür to p lu lu k ve bu açık seçik fe d e ­
r a tif ütopya, b ereketli bir ü retim den çok “tem el tu tk um uzun"
zaferine hizm et eder; Fourier'e göre, -a n id e n beliren şaşırtıcı bir
iyim serlikle-, Hıristiyanca insan sevgisidir bu. Kapitalist uygar­
lık, korkulan ve daha tohum halindeyken sosyalistçe ezilmeleri
gereken tekellere rağm en, yeni toplum d u ru m u n a doğru bir eği­
limi kendi içinde b a n n d ın r (her çağın o n u izleyen evreyi içinde
barındırdığı gibi) gerçi; fakat Fourier'de geleceğin devleti, tarih­
sel olm aktan öte “geom etrik bir zorunlulukla”, “H ıristiyanlığın
en yüksek ilkesinden” akıp gelir. Fourier kendi kom ü nünü, Hı­
ristiyan âhenkli bir m üzik gibi tasavvur eder; daha yüksek bir fe­
derasyona çağrıda bulunan bu sesler de, sadece tek tek insanla­
rın değil, aynı anda insanların tek tek güdülerinin sesleridir. Ni­
tekim Fourier, on iki tu tk u ve en az bin sekiz yüz karakter içe­
ren bir çeşit antropolojik k ontrpuan da tasarlamıştır; eğer top­
lum da a n b ir uyum sağlanır ve âhengi bozan suistim al bertaraf
edilirse, bunların hepsi birden, genel insan sevgisine yaşam vere-

165 Maymun iştthlılıklanna.


674
çeklerdir. Tınıların zenginliği insanın hem kendi için hem d ü n ­
yayla ilişkisindeki belirlenim idir. “İnsanın endüstriyel belirleni­
mi m addî dünyayı âhenge kavuşturm ak; toplum sal belirlenim i
duyusal-ahlâkî dünyayı ahenge kavuşturm ak; entelektüel belir­
lenim i evrensel d ü zen in yasalarını ve ahengini keşfetm ektir.”
Buna uyg u n o larak F o u rie r'n in ü to p y ası, z o ru n lu o larak ses
u y u m u n u n h ü k ü m sürdüğü b ir d izi bağlantı kurgular; ütopya
sağaltır ve anlaşm a sağlam ayı öğretir. Y oksulluk yok, in san ın
kendisini dilim lere ayıran m eslekî işbölüm ü yok; işte federatif
kom ün, sanki W alt W hitm an A m erikası'nın erken zam anların­
daki gibi b ir m utlu lu k inşâsı, bir tek kapitalizm hariç.

19. y ü z y ıld a m erk eziye tçi ütopyalar: Cabet, Sain t-S im o n

M utluluk yerine sefalet getirenin, her zam an dostâne olmaya da


ihtiyacı yoktur. Hayatı haşin olm aktan çıkartm a planı da her za­
m an yum uşak olmaz. O w en ve Fourier'de ‘daha iyiy aşam ’ birey­
sel ve federatif bir g ö rü n ü m d ed ir, gevşek çerçevelidir. Şim di
sahneye çıkan, endüstriye daha yakın duran m erkeziyetçiler ise,
özgürlüğü örgütlü hale getirir, dayanışm ayı m u k ted ir kılarlar.
Yerleşimler yerine büyük iktisadi kom pleksler bağlam ında dü­
şünülür, Owen'ın “bölge konseyleri” yerine sıkı idare sistem leri
ortaya çıkar. Şöyle de diyebilirdik: Tekrar özgürlük içinde sıkı
d ü z en belirir, ö z g ü rlü k artık ekonom ik -b irey sel değil sadece
sosyal, yani m ü şte re k hedeflere yönelen bir ö zg ü rlü k olarak
onaylanır. B unun için, m erkeziyetçi ütopyacıların düşlerini artık
tarla, ev ve atölyeyle, çiftçi ve zanaatkâr birlikleriyle süslem iyor
olmaları, tem sili olm anın ötesinde tayin edicidir. O nlar b u n u n
yerine endüstrinin kolektif üretim araçlarını tasvip eder, sadece
bu n ların kullanım ve idaresindeki “öznelciliğe” k a rşı çıkarlar.
C abet, bu şekilde y ü zü n ü işçilere ilk d ö n en lerd en ve onların
kuvvet dolu geleceklerinin ilk sözcüsü olarak algılananlardan
biriydi. Tabii o da, hâlâ, yoksulla zengin arasındaki gerilim in, sı­
nıf m ücadelesi olm aksızın aşılabilecek bir tü r yanlış anlam aya
dayandığına inanıyordu. G erçi insanî b ir Suada'nın166 m eltem ine

166 Latince, gevezelik.


675
artık itimadı kalm am ıştı fakat yine de, buhranların, kapitalistin
vicdanına değilse de aklına hitap edebileceğini um uyordu. Bunu
b ir tarafa bırakırsak, Cabet’nin ütopyası kesinlikle sıkı, duygusal
olm ayan, örgütleyici cephededir. O n u n 1839'da yayım lanan Vo­
ya g e en Icarie’s i,167 sadece görünüşte bir ada ve yeni yerleşim d ü ­
şüdür; onun İkarya'sı aslında m o d em ve karm aşıktı. Bu anlam da
Cabet, 1840 program ında ilk olarak com m uniste [kom ünist) ke­
lim esini kullandı; Heine de bu yeni com m uniste, com m unism e
kelim elerini Almancaya aktardı. C om m unitts partielles 168 değildi
dünyayı kaplayacak olanlar; İkarya, kudretli bir işçi u lusuna d a­
yanan bütü n cü l, yüksek en d ü stri temelli b ir oluşum du. Cabet
endüstriyi ve o n u n devrim ci gücünü yüceltir: “A ristokrasi yalın
ateş ve sade suyla havaya uçurulacak ve yere yıkılacaktır. Dört
kadim unsur [element] var, am a beşinci unsur olarak bu h ar da
onlardan önem siz değildir, çü n k ü geleceğin dünyasını yaratacak
ve bugün ü m ü zü geçm işten koparacak o." Ö rgütlü endüstriden
dogm ası beklenen geleceğin devletin, ondalık sistem in tüm za­
rafet ve dakikliğiyle tasarlanm ıştı. Bir d ik tatö r politik ilk-m etre-
yi yaratacaktır, ondalık sistem ise düzenin en açık seçik m antığı­
nı ifade eder. Proje-ülke, yaklaşık aynı yüzölçüm ü ve nüfusa sa­
hip yüz eyalete bölünm üştür; bu eyaletlerin h er biri yine on ko­
m ü n e ay rılır; e y a le tle r ve k o m ü n le rin h â k im i, ş e h irle rin in
em ek-beynidir; en yüksek beyin ise Icara'dır, m erkez, tüm üyle
rasyonelleştirilm iş kristal. G ünün h er dakikası nizam a bağlan­
mıştır; yedi saatlik b ir erken kalkanlar günü, baştan aşağı iş ü n i­
forması ve kom itelerle kaplı bir Cam panella G ünü. Yalnızca res­
m î gazeteler vardır, örgütlü eleştirinin yardım alabileceği başka­
ca da bir araç yoktur; m ühendisler ve m em urlar bir uzm anlık
dünyasını yönetirler - F ourier'nin F alanster'lerine daha zıt bir
şey olamazdı. H izm etin ebediyete ayarlanm ış saati başka hiçbir
ütopyada b u kadar az bıkk ın lık duygusuyla m u tlak laştınlm a-
mış, bu kadar d ak ik lik ve titizlikle putlaştınlm am ıştır. Ama ge­
nel olarak, -p u tlaştırm an ın yanında reel b ir şey -, sosyalist planlı
iktisadiyat h ü k ü m sürer: bir endüstri kom itesi, her yıl üretim esi

167 lkarya'ya Seyahat.


168 Tek tek ce^matler.
676
gereken m alların m iktar ve tü rü n ü baştan tesbit eder. Böylece
üretim , refahı heder e d en ve k e n d i sistem lerini bizzat kapitalist­
ler için cehennem e çeviren b u h ran lar olm adan yürür. Kapitalist­
ler, hastalıklarından b u şekilde, yaşanılan pahasına kurtarılm aya
meyilli değildirler: gönüllü İkarya olmaz. Böylece Cabet kendi
öğretisine aykırı bir kötü sonla, tıpkı O w en gibi, en asgarîsinden
yerleşim planlarıyla deneylere girişmiştir. İkarya, ortasında Met-
ropolis'le parıltılı b ir işçi devleti olarak tasarlanm ıştı; gerçekleş­
mesi, kom ünist öncülerce M issouri’ye salınan zahm etkeş bir ko­
loni oldu. B uhar gücüne, ileri düzeyde m akineleşm eye, örnek
b ir işletm e yönetim inin denenm esine rağm en, bataklık ve çayır­
lar tarafından yutularak batm aktan kurtulam adı. Yine de Küçük
İkarya bir ikam e olarak d ü şü n ü lm ü ştü ; sahici İkarya Sen neh-
rindedir, ondalık sistem in ve ortaçağ hercüm erc ve kargaşasın­
dan sonra özel mülkiyetin tesadüfîliklerinin de bertaraf edildiği
vilayetlerin kem ale erm iş Fransası olarak d ü şü n ü lm ü ştü r
O zam anlar buhar, düşlendiğinden daha tez ve esaslı alt üst
ediyordu h er şeyi. İşçiler açısından henüz daha iyiye doğru git­
m iyordu, şim dilik ancak b ir u m u ttu bu. Özellikle Saint-Sim on
b u n u n m ücadelesini veriyordu; o, Cabet'den de fazla, endüstri­
yel yaşam ın övgüsüyle ışıldar. Buna karşılık Saint-Simon bu ya­
şamı, eylemli yanıyla, fazla geniş, fazla ayrımsız kavradı; işçiyle
beraber girişimciyi de ütopyalaştırdı. F ourier'nin çağdaşı olarak,
O nun kesk in diyalektik b ak ışın d an yoksundu; sefaleti doğura­
nın zenginlik olduğunu, proletarya ile burjuvazi arasındaki çe­
lişkiyi gözden kaçırdı. “H alkın çalışan uzuvları” olarak genel bir
“em ekçi sınıfa" bağladı u m u d u n u ; bunlara, kârlarıyla ilgili çı­
k arları aylaklığa elverm iyor g ö rü n d ü ğ ü o randa, kapitalistler,
çiftçiler, işçiler, tüccarlar, girişimciler, m ühendisler, sanatkârlar,
bilim ciler dahildi. Saint-Sim on’da feodal im tiyazların varisi ol­
m ayan b ü tü n bu tipler insanlığın ü re te n kesim inin, dolayısıyla
insanlığın geleceğinin bir parçasıdır. Saint-Sim on burjuvaziyi
m üstakil b ir sın ıf olarak görm üyordu, dolayısıyla, yaşamı b o ­
y unca “en kalabalık ve en yoksul olanların" yanında durm ayı
arzulam asına rağm en, serm aye ile em ek arasında barışçıl bir uz­
laşma ona m ü m k ü n göründü. Bugün dem agoji veya en arka m a­
salardaki kah /eh an e sohbetinin uyum cu aptallığı olan şey, o za­

677
m anlar henüz taze endüstriyel U p to date'in [asriliğin], bu h ar
gücüyle, endüstri ve ilerlemeyle m eşgul olan herkesin kapıldığı
m odernliğin yol açtığı bir körlüktü. İşçiler ve girişim ciler bera­
berce gelişm enin zirvesindeydiler; ikisi de aynı biçim de ç ü rü ­
m üş feodaliteden kopuyorlardı. Veraset hakkına dayanm ayan,
çalışarak kazanılm ış m ülkiyet, çağı geçmiş soylu toprak sahiple-
rin in k in d e n , yirm i atalı asalak ların m ü lk iy e tin d e n farklıydı;
kendi emeğine dayanan servetin iktidarı, feodal geleneğe daya­
n an ik tid arın serv etin d en d ah a ilericiydi. Proletarya ise o za­
m anki zayıflığı ve ham lığı ile, 1814'te Reorganisation de la so c ittt
europtenne'i™9 yazan Saint-Sim on’a tüm üyle pasif ve reşit olm ak­
tan uzak görünüyordu. “Endüstriyel devrim i sürdürerek" prole­
taryayı sö m ü rü n ü n nesnesi olm aktan aynı şekilde pasif bir bah­
tiyarlığa taşıyacak olan “en d ü stri kahram anlarına" sesleniliyor­
du. Saint-Simon ve öğrencileri, bugün (yine yarı yarıya kaybe­
dilm iş olan) bazı teknokratların g ü ttü ğ ü veya um ut bağladığı
b ir inanca temas ediyorlardı. Süveyş ve Panam a kanalıyla ilgili
ilk planları tasarlayanlar Saint-Simon’u n öğrencileridir ve d ü n ­
yayı sosyal olarak iyileştirm e [arayışı] çerçevesinde yapm ışlardır
bunu. Saint-Sim on'un kendisi, yükselen burjuva sınıfının aktif
tem silcilerinin “capacitt adm inistrative"ini170 övüyordu; özellikle
m odern ik tisat yaşam ının m erkezi k u ru m ların tem silcileri olan
bankacıları, yardım larını halka sunarak, endüstriyel halk cema­
atinin kam u görevlileri olacak bir züm re olarak gözüne kestir­
m işti. Saint-Sim on O k u lu n u n teorisyeni Bazard, bankacıların
kralların ve feodal asalakların p aralarını alabileceğini izah edi­
yordu; zaten banka kurum ları geleceğin sosyal sistem inin “ger-
mes organiques"iydiler. 171 Ü stelik bunları söyleyen Bazard, usta­
sının birleşik “endüstriyalizm e" olan inancını terk edip endüstri
toplum u içindeki sınıf m ücadelesini tasvir eden ilk Saint-Simon-
cu idi. Keza Saint-Sim on O k u lu n u n geç dönem ve vehimli pra-
tikçisi Louis Blanc, bankalar dahil b ü tü n özel k u ru m ların yerine
devleti geçirm ekle kapitalist işleyişi sosyalist işleyişe d ö nüştüre­

169 Avrupa Toplumunun Yeniden Örgütlenmesi.


170 Yönetim yeteneği.
171 Organik tohumlan.
678
bileceğine inanıyordu. Devlet kendi rekabet gücüyle özel reka­
beti kaldıracak, mal üretecek “ulusal atölyeler" devlet kredisiyle
açılabilecek, üretim in en üstteki düzenleyicisi h ü k ü m et olacak­
tı. Böylelikle ortaya çıkan şey, Lorenz von Stein'ın anlayışlı ifa­
desiyle, “h ü k ü m et sosyalizmi” olm uştur. Buna giden yol ise, Lo­
uis Blanc’ın kalbinde de, bir devrim den ziyade bir h ü k ü m et dar­
besidir. Saint-Sim on’u n bankacıların “capacite adm inistrative "ine
olan hayranlığı, Louis Blanc'ta, daha d a k ö tü sü n e vararak, artık
devlet sosyalizmi bile degil de, sosyalistçe işlem ek gibi paradok­
sal b ir işle görevlendirilm iş devlet kapitalizm ine yönelm iş görü­
nür. Sosyalizmle devlet kapitalizm i arasında, kapitalist sö m ü rü ­
yü resm i m akam larca y ü rü tm ek üzere k u ru lacak h er bağa, dev­
le t k a p ita liz m in in so sy a liz m ile h e r m a s k e le n iş in e , L ouis
Blanc’ın pusulası y ö n gösterir. Elbette, burada d a "üretim araçla­
rını toplum devralır” am a arkasında b ir sosyal devrim olm ayan,
daha da belirgin biçim de eski toplum olm aya devam eden, sos­
yalist formlarla siyasi polisin çiftleştirilm esi sayesinde kâr siste­
m ini çelişkisiz, grevsiz, şahâne b ir hale getirm ek isteyen bir top­
lu m d u r bu. Saint-Sim on'un, b ü y ü k serm aye işletm esinin bizzat
sosyalistçe u n su rlar içerdiğine dair, sahiden b ir öncü fikir olan
b üyük idraki, böyle vehim lerle m ahvoldu, böyle acayipliklerin
arkasında kayboldu. Saint-Simon, çağdaşı olan F ourier'nin top­
lum eleştirisinin çok gerisindedir am a sosyalizmi yaklaştıracak
olanın toplum sal ortaklaşm a değil örgütlenm e olduğunu sezişiy­
le, bu federatif sosyalistin çok ilerisine gider.
Bu arada k o n tu n eski efendilerden nefreti de, b u efendilerin
dikbaşlıhğı oranında, sahici olduğu k a d a r lekelidir de. Saint-Si­
m on'un kendisini iki sıfatla takdim etm esi sebepsiz değildi; hem
“W ashington’u n askeri” idi o, hem “Büyük Şarlm an'ın [Charle­
magne] ahvadı”. Lordlara karşı mücadele veren birisi olarak, en­
düstriyel işletm enin inkâr edem ediği olum suz yanının, eski kö­
leliğin m uhafaza edilm iş veya yenilenm iş form ları olduğunu or­
taya koyan ilk kişi oldu. Bundan ö tü rü Saint-Sim on her söm ü­
rücü girişim ciyi b ir yeni-feodal sayıyordu; dem ek, sö m ü rü ve
baskının birincil kaynağı endüstri değil, sadece en d ü strideki fe­
odal habitus idi. H atta ekonom ik liberalizm , yani eskinin lonca
ve züm reler dünyasının en uç k arşıtı olarak ele alm aya alıştığı­

679
m ız tutum bile, Saint-Sim on'a b u habitus’u n incelikle d ö nüştü­
rülüp devralınm ası olarak görünür. Liberalizm başlangıç aşama­
sında o habitus'un karşıtı olm uştur gerçekten de, feodalizmi çö­
kertm iştir, am a çok defa, salt aynı acım asız baskı y öntem leri
kendi yanına çekm e m aksadıyla yapm ıştır b u n u . “Bu partinin
önderlerinin hakiki sloganı şudur: ö te -to i de la que je m ’y m et­
te”m - b u cüm leyle Saint-Sim on yeni haydut-şövalyeliği, 19.
hatta 20. yüzyıl kapitalizm inin yeni-feodal egem enlik ideolojile­
rini ve lüks form larım fevkalâde biçim de önceden tanımlamıştır.
Yalnız Saint-Sim on, zayıfın tefecilik yoluyla istism arının “e n ­
düstriyel sistem "in esası olm adığına inanır; şayet veraset hakkı
ve efen d ilerin başka em eksiz gelir form ları b e rta ra f edilecek
olursa, endüstriyalizm in hayırları h em en n âzil olacaktır. Feoda­
lite karşısındaki yalın nefret b u ray a kadardır; m am âfih bu nefre­
tin ikinci çehresi katılır buna, yani nefret edilen feodaliteye d uyu­
lan a ş k ; ve liberalizm in lânetlenm esinden buraya kurulan şaşır­
tıcı b ir köprü vardır. Büyük Şarlm an’ın ahvadı o lduğunu söyle­
yen K ant Saint-Simon, R estorasyon dönem inde yaşıyordu, salt
“capacite adm inistrative"yle ilgili am a özellikle m erkeziyetçilikle
ilgili sebeplerden ö tü rü , oto riter fikirlere kapalı değildi. N itekim
bir yandan da, kapitalizm -öncesi sistem de (ve o n u n la bağlantılı
katolisizm de), sadece halk düşm anlığı ve baskı değil, çok daha
savunulabilir u n su rla rın da b u lu n d u ğ u n u keşfettiğine inanıyor­
du. E ndüstrinin Peygamberi feodalizm e hiçbir özür borcu hisset­
mez, m erkezileştirilm iş kolektifin peygam beri ise orta çağın [sos­
yal] bağlarında daha iyi b ir Avrupa görür. Bu bakım dan Saint-Si-
m o n 'u n , zam anının R estorasyon d ü şü n ü rleriy le, D evrim d ü ş­
m anlarıyla, Bonald ve de M aistre gibi “G elenekçilerle", gerici
anti-kapitalist ve vaizlerle b irçok irtib at noktası vardır. De Ma-
istre'in “Tout annonce que nous m archons vers une grande unite”'73
um u d u y la veya Etude sur la Souverainete'sindeki^4 tam Kutsal
İttifak ru h u n a uygun şu sözleriyle karşılaştırabilirsiniz: “Le go-
u vem em en t est une vraie religion, il a ses dogmes, ses mysteres, ses

172 Kalkın oradan da ben oturayım.


173 Yürüyüşümüzün tüm çagnsı, büyük birliğe doğrudur.
174 Egemenlik Üstüne İnceleme.
680
p ritres” ' 75 M istikleştirilm iş düzen Pathos’u d u r bu, tam C am pa­
nella üslûbunda; Saint-Sim on da, örgütlenm esi gereken en d ü st­
riden buraya doğru b ir yay çizer. Zira liberalizm feodali yıkar­
ken, onun m evzilerine yerleşm ediği yerde de işini yanın bırak­
mıştır, burada yaptığı salt olum suzdur, olm uş olanın tahribin­
den ibarettir. Ekonom ik ve sair “öznelcilik” (M anchesterci ilke­
de, laissezfaire, laissez aller'de m ündem içtir) toplum u çözülm e­
ye uğratm ış ve atom laştırm ıştır; en d ü strin in bağlarından boşan­
m ış gelişm esinde kaos ve anarşi h ü k ü m sürer. Saint-Sim on’un
m aksadı, bu anarşiyi b ertaraf edip b ağından boşanm ış üretici
güçlere o “capacite adm inistrative”yi âm ir k ılm aktı, tabii jakobe-
nizm lerle hiçbir m üştereği yoktu bunun. Bir m erkezî k u ru m u n
zirvelerinden b ü tü n e hâkim olmayı sağlayarak, düzen kurarak,
evet, yeni bir hiyerarşi yaratarak. Gericilikle sosyalizm in birey­
sel iktisadi özgürlükten duyulan nefrette birleşen ve önem li so­
nuçlar doğuran fazlasıyla p aradoks b u lu şm asıd ır bu, Saint-Si-
m onculuktaki. Yalnızca K om ünist M anifesto'nun F ransız ve İngi­
liz “m eşruiyetçilerinde" alaya aldığı “feodal sosyalizm ” karikatü­
rü değildir bu buluşm aya gelen; o p aradoksun kötücül karanlık
yüzü, etkisini Lasalle’ın Bismarck’la cilveleşmesine kadar, “Prus-
yalılık ve sosyalizm i", devlet serm ayesi ile sosyalizm in envâi çe­
şit bireşim ine kad ar sürdürm üştür. Fakat m erkeziyetçi Saint-Si­
m on, gayrı-liberal Rom antizm e, onu n gerici kullanım larına yan
gözle bile bakm adan ve tabii gerici b ir görev yüklem eden el at­
mıştır. Gayrı-liberalizm i, onun içinden [sosyal] bağıtlılığın ışığına
ve insani değerine erişm ek üzere, dönüşüm e uğratm ak istiyordu.
Fourier gibi Saint-Simon da hiçbir eski çağın bizatihi tekrar ih­
das edilem eyeceğinden em indi; yine tıpkı o n u n gibi, tarihteki
bir evreler sistem ine dayandırıyordu bu kesin kanaatini. Böylece
W ashington’un askeri, Büyük Şarlm an’ın torun-vârisine her şeye
rağm en sonunda üstün gelir; ve tarihsel bilinç, ilerlem e anlam ına
gelir, kesinlikle restorasyon değil: “G eçm işin suları şövalyelerin
ateşini sö ndürm üş ve başlangıcında b ir enkaz olan N ötre Dame,
hakikat olm uştur.” Zira tarih burada üç evreyi kat eder: dünyayı
Tanrıların yarattığına inanılan b ir teolojik evre, dünyayı soyut

175 Hükümet hakiki bir dindir, kendi dogmması, kendi gizemi, kendi papazları
vardır.
681
doğa güçleri veya fikirlerden türeten b ir m etafizik evre, dünyayı
olguların ve içkin sebeplerin bileşenlerine ayrıştırılm asıyla kav­
rayan b ir pozitif evre. M odem en d ü stri toplum u pozitif evredir,
dolayısıyla ilk iki evrenin dinsel ve yan-dinsel m itolojilerinin ta­
mamen dışına çıkm ıştır, dolayısıyla aslında feodalizm in dinsel-
m etafizik yaşam fikrine geri dönem ez. B una karşılık bilgisi te­
m elinde, eskiden inanç tem elinde m evcut b u lu n an m anevi bağ­
lanm ayı (tözü) pekâlâ geri kazanabilir. Feodalite ve kilisenin ye­
rin e endüstri ve bilim geçmiştir, dinsel metafiziğin yerine m ad­
diyat; fakat m addiyatın kendisi, “capaciU adm inistrative" aracılı­
ğıyla bir tü r akli kutsallığı tevzi etm esini sağlayacak b ir m erkezi
yapıya gerek duyar - işte zehrinden arındırıldığına inanılan, se-
külerleştirilm iş o rta çağ çıkm ıştır yine ortaya. Saint-Sim on'un
1821 tarihli S y s ttm e industriel'i,176 özellikle de 1825'teki son ese­
ri N ouveau C hristianism e,'77 endüstriyel işlevlerin katı hiyerarşik
b ir tanzim ini ve acemi/heveskârca düzeni bozm a özgürlüğüne,
anarşi olarak görülen özgürlüğe, m erkezileştirerek son vermeyi
hedefler. O rtaçağda ru hb an ın sahip olduğu entelektüel otorite,
araştırm acılara ve tah sillilere geçer; ö rg ü tlü e n d ü stri devleti
“Aklın Kilisesi" h alin e gelir - ü ste lik ölüm süzce, ebediyen. Ba­
şında b ir yüksek sosyal rahip, b ir tü r endüstri Papası duracak,
gençleştirilm iş b ir H ıristiyanlık ru h u h ü k ü m sürecektir. Bir in­
san öm rü k ad ar zam an geçtikten sonra A uguste C om te'un felse­
fesinin son evresinde tekrarlanacak fikirlerdir b u n ların hepsi;
hep, kutsal b ir sosyalizmle dünyevi b ir Vatikan arasındaki fan­
tastik bir balayına dair düşleri d o ld u ru p dururlar. Protestancılık
[Protestanizm ] gevşek-bireysel b ir yarım lık sayılır burada, De-
izm gevşek-agnostik b ir g e n e llik hiyerarşisiz d in olm az, o halde
yeni Entelijans'ın [Aklın] da d in i hiyerarşisiz olmaz. İngiliz do­
ğa araştırm acısı Huxley, keza K atolisizm eksi H ıristiyanlıktan
bahsetm işti, C om te'un O k u lu n d an da onaylayıcı b ir düzeltm e
çıkm ıştır: G eleceğin pozitif din i, katolisizm artı m ü sb et bilim
olacaktır. Com te için geçerli olan, Saint-Sim on için değildir;
o n u n sosyal Papacılığı asla H ıristiyanlığı içerm iyordu. Sadece

176 Endüstri Sistemi.


177 Yeni Hıristiyancılık.
682
hiyerarşik inşâ sanatına değil, sıkılaştınlm ış, derinlem esine ör­
gütlenm iş H ıristiyan insaniyetine dayanıyordu. Bütün bu gele­
cek veya akıl kiliselerinin selefi, -C o m te 'u n anti-deist tavrına
rağm en-, elbette b ir deist idi; doğa d in i denen inanış anlam ında
b ir deist: John Toland. O daha l 7 2 l'd e yazdığı P antheistikon'da
sadece b ü tü n deistler gibi, öte dünyadan kaynaklanan bir vahyi
tüm üyle bertaraf ederek “bilim sel akılla u y u m sağlayacak” bir
d in talep etm ekle kalm am ıştı. Toland, k en d i doğa-Tanrısı (“her
şeyin ondan doğduğu ve ona geri dönd ü ğ ü evrene”) için bir kült
de kurdu: “doğru lu ğ u n, özgürlüğün ve sağlığın, bilgelerin en
yüksek serv etin in ” k ü ltü . H er şeyden önce, tıpkı C om te gibi,
“tüm zam anların yüce ru hları ve en m ükem m el yazarları” olan
yeni azizler ve kilise babaları ihdas etti. “Akıl Kilisesi” b u rada
zaten m evcuttu, Saint-Sim on fabrkalar ve ro m an tizm çağında
b u n a E ndüstri Papasını ve daha önce olm ayan, [sosyal) bagıtlılı-
gın etkisini devam ettirm ekte olan kim i irtibatlarım : sosyalizmle
kilise örgütlenm esinin irtibatını ilâve etti. Bunları b ir kenara bı­
rakırsak, bunların hepsinde toplum sal örgütlenm enin, - k i on­
larda bu hâlâ b ir sosyal devlet en d ü strisid ir-, P athos'u, parlak
bir g a y rı-lib e ra llik le k a v ra n m ıştır. S a in t-S im o n ’u n ü to p y a sı
Cam panella'ya M ore'dan çok d ah a y ak ın d ır ve m erkezleştirici
ö rgütlenm ed e d em o k ratik -fed eratif u n su rla rla d o n atılm am ış,
h atta bizzat örgütlenm enin sıkılığını onlarla dayanışm a içinde
inşâ etm eyen b ir Kolektif fik rin in b ü tü n üstünlükleriyle birlikte
b ü tü n tehlikelerini de içinde taşır.

Bireysel ü topyacılar ve A narşi: S tim er, Proudhon, B a ku n in

En iyi e tk i uyandıran yaşam, şiddetsiz geçen değil m idir? Kendi


k en d in in efendisi olarak, bağım sız, bağlantısız, ehlileştirilm e­
den, en azından kendi ölçülerine göre büyüyen. Saint-Sim on bi­
le ölüm döşeğinde dem işti ki: “T üm çabam bir tek fikirde özet­
lenebilir: b ü tü n insanlara kendi istidatlarını en özgürce geliştire­
bilme güvencesini sağlam ak.” O vasinin, sosyal vesayet dahil, en
iyisi, b ir darbeyle a rtık m evcudiyetini kaybedeni gibi görünür.
Tabii bu darbeyi ü to p ik olarak v uran anarşistler, daim a küçük
burjuva b ir tavır gösterirler. K ökenlerinin ağırlıkla böyle olm a­

683
sından değil, dolaysız hedeflerinden ötürü; zira bu h edefler çok
zam an rantiyevâri “bağım sız" b ir özel yaşam dünyasından doğu­
yor etkisi uyandırır. Bir aslandan çok vahşi b ir başöğretm eni a n ­
dıran Stirner, kendinde-Ben'e, k en d i ken d in in sahibi olmaya dö­
n ü k çağrısıyla başlam ıştır. Bu sahip, M arx’ın K utsal Aile’deki
kahram anlarından biridir; 1844’te yazdığı “Tek-kişi [Birey) ve
o n u n m ülkü" başlıklı tuhaf m etin, başka kimseyi değil tek-kişi-
yi, öte dünyada bakiye kalm ış son “acayipliklerden" veya “haya­
letlerden" kurtarm ak istiyordur. Bu bakiye, m utlak özel kişinin
bakış açısından, toplum sal ve töresel acayipliklerdir. Tek-kişi,
hâlâ öyle en yakınındaki için, halk için, insanlık için ideal hiz­
metlere sevk edilmeyi hakir görür. Tek-kişi zaten insandır, insan
olm ak için sözüm ona genel, hayalî y üküm lülükleri yerine getir­
m esine hâcet yoktur. H er üst-ben ve ondan gelecek h er talep ip­
tal olur: “Çiçeğin büyüm esi ve kokm ası ne kadar b ir görev uğ-
rünaysa, ben de o kadar bir görev u ğ ru n a yaşarım." Ben, kendi
kendisinin üst-beni ve kendi kendisinin ü to p ik devletidir, kendi
gibi olan başkalarıyla en fazla b ir “alış verişe veya cemiyete” gi­
rer, o da ona haz verdiği sürece. Cemiyet katılaştığı anda, top­
lum hatta devlet olm a tehdidini içerdiğinde, tek-kişi o n u n işine
son vermelidir. Kısacası, contrat social’i salt kendisi için bağıtla­
yan tek-kişi, sadece halihazır toplum un değil d üşünülebilir her
to p lu m u n m ünzevisidir. Tabii, m ü n zev ilik le to p lu m u n nasıl
karşılıklı ilişkiyle birbirine bağlı oldukları da görülür: Tek-kişi-
n in kendisi ancak toplum sal b ir görünüş olarak vardır. Stim er'in
bireyi ve o n u n cem iyetinin kinizm le kan aatk ârlık dışında da ba­
zı m üşterekleri vardır; K inik'in tam am en Sinik'e dönüşm esi söz
konusudur. N atüralist sahnede böylesi tek-kişiler m em nuniyetle
tem sil edilmişti; yalnızca, kendi kendilerinin ‘geleceğin devleti'
haline gelm iyordu bunlar. Sadece dalgacı-m utsuz bohem ler veya
acıklı m üflisler veya işte yaşam yalanının sinikleriydiler (H aupt-
m an n ’ın E insam e M rnschen'indeki’78 B raun, Ibsen'in R osm ers-
h o lm 'ü n d e ki U lrik Brendel, Yaban ördegi’ndeki Relling). Ve tek-
kişinin m ütekabili, aynı çem ber içinde, F ilister'dir;^9 o n u n m ut­

178 Yalnız İnsanlar.


179 Dar kafalı, vasat küçük burjuva.
684
lak özgürlüğü, özel alanın ö zgürlüğünden öteye uzanm ıyorsa,
ay n ı orada m utlak kısıtlam a anlam ına gelir. Serbest kalm ış birey,
sosyal dü ş olarak bile, onu salıvermiş olan özel girişimciler hele
k ü çü k rantiyeler toplum undan öteye gidemez. Tek-kişi ve onun
m ülkü/kendiliği [Eigentum] - b u başlık yalnızca Libertinage'ın
[çapkınlık] flam asını değil Filistenligin kapısının tabelasını da
süsler; anarşist Proudhon, tam da b u ikinci vakadır. tik başında,
deyim yerindeyse daha beşiğindeyken, P ro u d h o n 'u n şarkısı he­
n ü z h u şu n e tliy d i, çok geçm eden k ü ç ü k b u rju v alaşan m etni,
olanca kuvvetiyle, şim d iy e d e k hiç böylesiyle karşılaşm am ış
olan m ülkiyete saldırıyordu. P ro u d h o n 'u n ilk yazısı daha başlı­
ğında tem el soruyu soruyor: Q u’est-ce que la propritte?180 ve ü n ­
lenen cüm lesiyle cevaplıyordu: M ülkiyet hırsızlıktır. Esasen ne
k ad ar genel anlam da kalsa da, b u slogan şaşalatm akla kalm adı,
b u rju v a k u tsa llığ ın ın ve b iz z a t b u rju v a b irey liğ in ö n k o şu lu
[o la n b ir d e ğ e rin ] k a ra la n m a s ı o la ra k a lg ıla n d ı. S o n ra la rı
M arx'ın Felsefenin Sefaleti'nin nesnesi olan P roudhon, daha ikin­
ci yazısında prapritte’ye daha sem patik b ir köken buldu; dedi ki:
“M ülkiyetin kökleri insanın doğasında ve m addi zorunluluklar­
dadır.” Böylece burjuva bireyliğin tem eli k o ru n m u ş oluyor ama
ü to p ik b ir genişlik kazanıyordu: b ü tü n insanlar m ütevazı m ülk
sahipleri m ertebesine çıkarılıyordu, yalnızca m ülkiyet o kadar
k ü çü k tutulm alıydı ki başkalarının b o y u n d u ru k altına alınm ası­
na vasıta olm asın. F o u rier de, Saint-Sim on da özel m ülkiyeti
b ü sb ü tü n kaldırm am ışlardır, fakat b u anom ali ken d i öğretilerine
içseldir, k e n d i öğretileriyle çelişiktir, gayet en passant [gelgeç,
v u r kaç] d u ru r orada. P ro u d h o n 'd a ise m ü lk iy etin m uhafaza
/edilm esi b ir kuraldan, anarşizm için karakteristik nitelikteki bir
ilkesellikten a priori çıkar. 18. yüzyılın anarşizm e çok yakın du­
ran soyut liberalizm inden çıkar ve tuhaf biçim de doğal h u k u ­
k u n eskim iş tüm dengelim lerini, b u n la rın ütopyaya aktarılm ası­
nı hatırlatır. Dem ek P roudhon’u n ütopyası b ir dizi “aksiyom" ve
“ilke” üzerine kurulu d u r; burjuva-devrim ci aksiyomlar, am a ay­
nı zam anda statik-ideal aksiyom lar. B irinci aksiyom kişilerin
hüküm ranlığını vaz'eder, toplum sal koşulların belirlediği hiçbir

180 M ülkiyet nedir?

685
eşitsizlik b ununla telif edilemez. İkinci aksiyom , adalet fikrini,
kişide m ündem iç bu lu n an , b ü tü n öteki kişilerin insanî onurunu
sayma ve geliştirm e kuvveti olarak koyar. Bu aksiyom lara, özel­
likle tarihsel kullanım için, yani tarihin itici güçlerinin bilgisini
sağlam ak üzere, ilkeler eklenir. Hatta Proudhon, ona bir çağın
ilkesi veya ekon o m ik ana kategorisi olarak g ö rü n en A b stra k -
tum'u, '8' o çağın itici gücüyle özdeşleştirir; bilgi tem elini, hatta
kısa özetin sloganını reel temelle karıştım . G erçi diyalektik de
bu ilkeler krallığında zu h u r eder am a yanlış anlaşılm ış b ir diya­
lektiktir bu: Proudhon ekonom ik çelişkileri değişim in m ayalan
olarak değil, basitçe statik b ir karşıtlık içinde, salt ikilik olarak
görür; her ekonom ik kategorinin ışıklı ve gölgeli taraflarından
başka bir şeyi tanım lam az diyalektik. Bu dem ektir ki: M ülkiyet,
değer, işbölüm ü, kredi, tekel ve sairenin her b irinin pozitif ve
negatif yanları vardır; negatif yan o iki aksiyom tarafından yargı­
lanıp elenir. 1849 tarihli Systeme des Contradictions tconom iques
ou P hilosophie de la M isire’de™2 am a öncelikle başyapıtı D e la
Justice dans la R tvolution et dans l’ E g lis e 'd e ^ P roudhon “gelece­
ğin bu çelişkisiz u yum unu" geliştirir. O rtasını, orta sınıfını, b u l­
m uş ve b ir m erkezî nokta etrafında d ö n ü p d u ran b ir tekerlek
kadar sü k û n et içinde yürüyen bir toplum sal varoluş getirir; sür-
tüşm esiz, dolayısıyla şiddetsiz, dolayısıyla devletsiz b ir toplum .
T üm bunlar iki “aksiyom" üzerine kurulm uştur: k ü çü k çiftçi ve
k üçük burjuva olarak tasarlanan üreticilerin bireysel özerkliği;
kişilerin karşılıklı b irb irin i saym ası ve b u n d an doğan m utualite
[karşılıklılık] veya yardım laşm a. K işinin h üküm ranlığı aksiyo­
m undan türetildiği gibi o n u n bireysel özgürlüğünü de güvence
altına alan özel m ülkiyetin de tabii arındırılm ası gerekir. Birinci­
si tağşişli para nedeniyle kirlenm iştir, ikincisi tefeci serm ayenin
faizi nedeniyle. Özel m ülkiyetin kutsallığını bozan iki d urum da
kapsam lı sosyal kredilerle, işte o karşılıklı yardım ru h u içinde
b ertaraf edilm elidir. Daha kesin anlatım la: para yerine teslim
edilen m alların bedeline göre tedavül bonoları veren bir m üba-

181 Soyut fikir.


182 Ekonomik Çelişkiler Sistemi ve Sefeletin Felsefesi.
183 Devrimle ve Kiliseyle Adalet.
686
dele bankası tarafından sağlanacaktır bu. P ro u d h o n ’u n ütopyası
böylece kapitalizm le proletaryayı aynı anda tasfiye etm eyi ister,
yani önce kapitalizm i (proletaryanın eylemiyle) sonra proletar­
yayı (sınıfsız toplum dan önceki bu son sınıfın kend ini aşarak
ortadan kaldırm asıyla) değil. B unun yerine, O rta’nın düzleyicili-
ği ve uyum u olacaktır: Burjuvazi de proletarya da petit proprieta-
ire rural ou industriel'de184 eriyeceklerdir. Marx bir keresinde k ü ­
çük burjuvazinin, aynı anda iki sınıfın çelişkilerini yum uşatan
tabaka o ld u ğ u n u söylem işti: tam da b u d u ru m , P ro u d h o n ’un
proleterlikten ve kapitalistlikten an n d ın lm ış O rta idealinde ebe-
d îleştirilm iştir. Veya M arx’ın özel o larak P ro u d h o n ve o n u n
“m ülkiyet eşitliği” ilanı hakkında söylediği gibi: ulusal ekono­
m ik yabancılaşmayı, ulusal ekonom ik yabancılaşm a içinde m u­
hafaza edip aşıyordur. Bu arada anarşi tüm çelişkileri de ortadan
kaldıracak değildir; başta, burjuvazinin hem üzerine binip hem
kestiği d a lın çelişkisini. A narşistler gerçi burjuva h u k u k u n u n
dışsal belirtilerini, devlet zo ru n u ve yasaları reddederler am a iç­
sel özünü: bağım sız veya bağım sızm ış gibi gösterilen üreticiler
arasında sözleşm e serbestisini olduğu gibi bırakırlar. “Tek-kişi
ve onun birliği”n in teorisyeni olan P roudhon’da bu iyice bariz­
dir; B akunin veya K rapotkin’de ise böyle şeyler b ü y ük ateş ve
aşk âlemi içinde silinm iştir. P roudhon, Idee generale de la revolu-
tion’u n d a 185 b ir yerde şu n u açıklar: “Sözleşme istiyorum , yasalar
değil. Ö zgür olabilm em için, tüm to p lu m sal yapıyı sözleşm e
esasına göre yeniden inşâ etm eliyim ” (s. 138). N e v ar ki daha
sonra, sözleşm enin uygulanm ası gibi, baştan esasa dair olan bir
şey de söz konusu olduğunda, anarşist, aynı kitabında şu n u ek­
lem ek zo ru n d a kalır: “Sözleşm enin uygulam asına tem el olan
norm , sadece adalete (ikinci aksiyom a) değil bir arada yaşayan
insanların iradesine de dayanacaktır. Bu irade, sözleşm enin uy­
gulanm asını zaruri hallerde şiddet yoluyla da tem in edecektir”
(s. 293). A ksiyom ların hiçb irin d e şiddetin bah si geçm iyordu,
hatta ortak iradenin bile. Mamâfih hiçbir sosyal ütopya, şiddet
to p lum u n u n sonuçlarının tek rar m eydana çıkm asını göze alm a­
dan, bu rju v a m edeni h u k u k u n u n m erkezi olan sözleşmeye da­
184 Kırsal veya endüstriyel küçük mülkiyet.
185 Genel devrim fikri.
687
yanamaz. Anarşizm, b u çelişkide kendi kendisini [ayarak] orta­
dan kaldırır; sözleşm e serbestisinin bireyi, ideal k ü çü k burjuva
da olsa, zor olm adan yapamaz. Mülkiyet to p lu m u n u n temel h u ­
kuki aracından kaynaklanan bir şey, şiddetsiz toplum sal birlikte
yer bulam az. P roudhon'un Amerikalı bir öğrencisi olan anarşist
jo sia W arren gerçi şu tüm üyle Stim erci kanaati dile getirmişti:
“Every man should be his own government, his ow n law, his own
church, a system w ithin h im s e lf!'" ^ Fakat radikal özgürlük sözle­
ri, neticede ailenin inziva idealinde ve o n u n uyum sağladığı kü­
çük burju v a dar kafalılığının kasaba bö nlüğü içinde eriyip gi­
derler. Proudhoncu ütopyanın sonu, taşranın m utlak egemenliği
olurdu; yani, çoğunluk olarak orta sınıf ebedîleştirildiğine göre,
vasatlıgın diktatörlüğü. Bir dem okrasinin geniş orta tabakalara
dayandığı ve m ecburen onların hınç ve k ü ltü rsü zlü ğün bileşi­
m inden oluşan ‘iyi hallilik’ enfeksiyonunu kaptığı h er yerde, va-
satlığın diktatörlüğü tehdidi belirir. O zam an, P roudhon’u n söz­
leriyle değilse de o n u n ruhuyla, k ü çü k burjuvaca tah rif edimli,
küçük burjuva kılığa sokulm uş b ir kom ünizm çıkar ortaya. Pro-
u h o n ’u n anarşisi, filisten içeriği ve bu içeriğe tekabül eden sağ­
duyunun ucuzluğuyla, bir B abbit'87 bohem liği sistem ini ve bir
devrim hitsch'ini barındınr bünyesinde.
Anarşi, b u n u n la bitm em esini, geçici olarak burjuvazinin b ü ­
yük korkusu olarak görünm esini, en şedit tem silcisine borçlu­
dur: M ichael Bahunin. O O rta'ya değil, h içbir bağ vurulam ayan-
lara, tam da güvencesiz bir yaşam sürm eyi isteyen ve b u n u bece­
renlere hitap etti. Kıvılcımını işçi derneklerine, birliklerine d ü ­
şürdü, tehlikeli biçim de içi boş b ir heyecan ö ğretti. Yer yer vahşi
orm an, h ü r stepler ve G üney Rus h a y d u t hayatı da ilâve edildi
buna, çoğunlukla sırf şarkısı söylenerek. T ahrip hazzının yaratı­
cı bir haz oldu ğuna dair soyut cüm le B akunin’in d ir ve bu “diya­
lektiği" Alm anya'daki gericiliğe uygulamıştır. Tek-kişilerin tek-
kişileri tem izlem e yoluyla devleti y ok etm eyi hedeflediği, şidde­
te dayalı eylem li propaganda, buradan çıktı. Şu ü rk ü tü cü açıkla­

186 Her innsan kendi kendisinin hükümeti, kendi kendisinin hukuku, kendi ken­
disinin kilisesi, kendi içinde bir sistem olabilir.
187 Sinclair Lewis’in, l 922'de yayımlanan, Amerikan küçük şehir hayatındaki
konformizmi ve ikiyüzlülüğü hicveden romanı.
6 8
m a da B akunin’d en d ir (1868’de, B akuninci F ratem itt intem ati-
onaI'in1M b ir üyesi olan C hassin’e m e k tu b u n d an ): “H epim izin
büy ü k öğretm eni P ro u d h o n , başım ıza gelebilecek en talihsiz bi­
reşim in, sosyalizmle m utlakiyetçiliğin birleşm esi o ld u ğ u n u söy­
lemişti: H alkın ek o n o m ik özgürlük ve m addi refaha d ö n ü k ça­
balarının, diktatörlükle ve tüm politik ve sosyal erklerin devlette
yoğunlaşm asıyla [birleşm esi]. İstikbal bizi d espotizm in tevec­
cüh bulm asından korusun; am a doktriner veya devletçi sosyaliz­
m in hayırsız sonuçlarından ve aptallaştırıcı etkisinden de k o ru ­
sun... Ö zgürlüğün dışında canlı ve insani h iç b ir şey serpilem ez;
özgürlüğü m erkezinden uzaklaştıran veya o nu yegâne yaratıcı
ilke olarak tem el alm ayan bir sosyalizm, bizi dosdoğru köleliğe
ve vahşiliğe götürecektir.” Bu cüm lelerde b ir otorite nefreti m o-
nom anisi saklıdır, aynı zam an d a a n a rşist ü to p y a n ın gösterişli
m üphem liğini ve üzerine düşünülm em iş, dolayım sızlığı içinde
k en d i k e n d in i tü k eten özgürlük d u ygusunu içerirler. Buna göre
en büy ü k şer serm aye değil devlettir; B akunin’in nefreti birincil
olarak bu n a saplanm ıştır, başka her şey ikinci derece, hatta b u n ­
dan türetilm iş b ir şer sayılır. Devlet ortadan kaldırılırsa serm aye
de çökecektir, çü n k ü ancak zindanlar, askerler ve yasalardan
oluşan bir b ireşim in him m etiyle yaşam aktadır, hatta ona bakılır­
sa, en eski baskıcı olan devletten türem iştir serm aye. A narşist
teoriye göre devlet işgalciler tarafından k u ru lu p tabi olanlara da­
yatılmış, onlar da ancak b u da dayatm a altında angaryaya ve He-
lotluğa’8®m ecbur edilmişlerdir. Politik baskıcı olarak devlet, b u ­
na göre hem zam an hem sebep bağı b ak ım ın d an söm ürüye ön­
cel ve ona âmirdir. K endi içinde tu tarlı o larak Bakunin, M arx'da
salt ekonom ik b ir işlev olan devlete, tüm söm ürü ilişkisinin oca­
ğı ve kaynağı teşhisini koyar ve M arksistlerden farklı olarak bu
işlevin tasfiyesini m erkeze alır. M arksistler devlete bizatihi tasfi­
ye edilm e o n u ru n u bile b ahşetm ezler; daha ziyade, Engels’in
ünlü cümlesiyle, sınıfların yitişiyle birlikte kendiliğinden ölüp
gidecektir devlet. Bu kavrayış ekonom ik-gerçekçidir; anarşistler­
d e ise k â n , borsayı, birikim i harekete geçiren devlettir - hatta

188 Enternasyonal Kardeşlik.


189 Sparıa'da devlet köleliği.
689
bir bakım a, öte dünyadan doğru yapar bunu. Çünkü devlet ay­
gıtı da giderek daha fazla fetişleştiriliyordur: Bakunin'in 1871 ta­
rihli D ieu est l’ttat'sı'™ söm ü rü n ü n başlangıcını T ann'ya kadar
geri götürür; Tanrı inancı (yani yanlış bilinç) tüm otoritenin,
tüm m iras h ak k ın ın , dolayısıyla tüm serm ayenin efendisidir.
Devlet ve kilisenin yerine anarşist gelecek im gesinde işçilerin
özgür, Tanrısız E nternasyonali geçer ve hem en de alıverir bu ye­
ri; devlet erkini ele geçirerek değil, o n u tah rip ederek - ekono­
m ik özgürlük b u n u dolaysızca izleyecektir. Soyut ik tidar nefre­
tiyle Bakunin, eylem e dayalı propagandasına rağm en, devrimci
hale geldiğinde, m uzaffer proletaryanın elindeki hük ü m et gücü­
ne dönüştüğünde ■de reddeder iktidarı. Yeni cem aatte ilk günden
itibaren, salt o toritenin bertaraf edilmesiyle, “tgalisation des clas­
ses'"9' başlar: vahşi evlilik, vahşi kardeşlik. Evet, yeter ki bir bat­
sın devlet gemisi, onunla birlikte, heteronom i okyanusu da, k ö ­
pekbalıkları ve gecesiyle hiç m isafirperver olm ayan tü m o okya­
nus da batar ve kaybolur sanki; özerklik [otonom i] güneşi altın ­
da gönüllü dayanışm anın çiçeği açar. A şikâr o ld u ğ u üzere, yal­
nızca köle-efendi diyalektiğiyle m ahvolan insan doğasının baş­
langıçta iyi olduğuna kani olan anarşizm in inancı, budur. Bütün
olarak anarşist özgürlük imgesi, kısm en 18. yüzyılın devri geç­
miş bireyci ideolojisi, kısm en de, halihazırda hiçbir önkoşulu
b ulunm ayan b ir geleceğin içindeki b ir parça gelecekten ibaret
kalır. Darbe, çarçabuk kahram anlık eylemleri ve ne epikten ne
de tarih in diyalektiğinden anlayan politik lirizm deki tezahürleri
hariç. Böylece anarşi, m addesiz ve ekonom ik m adde hakkında
dedektif bilgisinden m ahrum haliyle, vitalist-idealist sapaklarda
yersiz yurtsuz olur. O ekonom ik m addenin alt üst oluşu bir ba-
şarılsa, kim isi M arksist nitelik taşıyan bazı anarşik etmenler, ye­
rini bulacaktır. Evet, M arksizm in içinde de m e v c u ttu r bu et­
m enler, am a anlam lı b ir biçim de bug ü n e dair koyutlar olarak
değil de kehanetler ve varılan sonuçlar olarak. Engels’in daha
önce değindiğim iz öngörüsü, devletin bir g ün ölüp gideceğine,
in sa n la rın id a re sin d e n şey lerin id aresin e d ö n ü şe c e ğ in e dair

190 Tann Devlettir.


191 Sınıfların eşitlenmesi.
690
um udu b ununla ilgilidir. Lenin'in D evlet ve D evıim 'de kom ünist
bir hedef olarak andığı form ül, tam b u n u n la ilgilidir^ “Herkes
yeteneklerine göre üretip, ihtiyaçlarına göre tüketerek..." Tabii
böylesine anarşik tınlayan -zo ru n lu lu k lard an k u rtu lm anın züb-
desi o la n - bu form ülün kaynağı hiç de bir anarşist değil, tuhaf
biçim de b ir Saint-Sim oncudur: u m um iyetle gayet vahim olan
Ulusal A tölyelerin m ucidi Louis Blanc. Toplamda şu söylenebi­
lir: Egem enlikten arınm ış toplum düşü, taktik olarak d ü şü n ü l­
d ü ğ ü takdirde, o n u g erçekleştirm em enin en sağlam yoludur;
devletin ek o n o m ik tem ellerinin aşılm asının v u k u u n d an sonra
ise, kendiliğinden anlaşılacak bir esasa dönüşecektir.

M art A refesinden proleter düş sarayı: W eitling

Bir in san uyanm adan hem en önce, en renkli düşlerini görür. Saf
ü topyacı kafalardan biri olan W eitling, yeni b ir çağın belki en
zengin değil ama en tutkulu, en sıcak im gesini sunm uştu. Prole­
ter olarak doğm uştu; b u başlıbaşına, o nu burada ele aldığımız,
dünyayı iyileştirmeye kalkan diğerlerinden ayırt eder. Gerçi Pro­
udh o n da pleb kökenliydi ama çok geçm eden k ü çü k burjuva sı­
nıfına sıçradı ve onun içinden konuştu. M atbaa sahibi P ro u d ­
h o n kendi k red i d ertlerin d en bahsediyordu, za n a a tk a r kalfası
Weitling ise p roleter sefaletinden ve o n u n şafağı söken sınıf b i­
lincinden. Buna bağlı olarak, d ah a m u ten a çevrelerden çıkan
ütopyacılann en yoksullara karşı sıklıkla dışa vurdukları acıma
ifadesine de onda rastlanm az; W eitling'de hid d et ve u m u t kendi
acısından kaynaklanır. W eitling, Franz M ehring'in söylediği gi­
bi, “Batı’nın ütopyacılarını işçi sınıfından ayıran engeli yıkm ış­
tır"; onun tarihsel hizm eti budur. W eitling gerçi Alman işçi sını­
fının yöneticisi ve önderi olmadı; b u sınıf M art A refesinin Al-
m anyası'nda daha yeni yeni oluşm aktaydı. Ama burada, m iras­
tan dışlanm ışlar sınıfından bir adam ın kendi d u ru m u n u o za­
m anlar olduğu kadarıyla açık seçik görmesi, dahası b u tem elde
b ir kim liği söz k o n u su y d u pekâlâ. Buna u y gun olarak W eit­
ling'de insana nüfuz eden hem b ir sahicilik hem de geri kalm ış­
lık görülür; P athos'u, bir başka erken -p ro leter sözcüye, Babe-
uf'inkine akrabadır. W eitling A lm anya'nın en erken proleter se­

691
sidir, Babeuf ise F ransa’nın. Babeuf, Fransız Devrimi’nin ilk bo-
ğazlanışının ardından, Bourgeois'nın [burjuva] C itoyen’i [vatan­
daş] aldattığı reel eşitlik taleplerini güvenilir b ir tem silcisi ol­
m uştur. Egalitaires'in [Eşitler] başı ile W eitling arasında, tem iz­
lik ve sıflık gibi b a ğ la n tıla r m ev cu ttu r. E galitaires'in 1 795’te
açıkladıkları erken-proleter m anifestonun neredeyse u n u tu lm a­
sı, haksızlıktır. W eitling de (m uğlak uzak görüşü ve radikalliğiy­
le, denebilir) onların duygu d ünyasında durür. Babeuf Manifes-
to su ’n u n b irkaç cü m lesin e k u lak verelim : “F ransız D evrim i,
devrim lerin so n u n c u su olacak o la n çok daha ciddi, çok daha
b ü y ü k bir devrim in ö n cü sü d ü r yalnızca. Toprakta bireysel m ül­
kiyete h ayır, to p ra k hiç kim seye ait değildir. D ünyanın m eyvele­
rini tadına m üştereken varm ayı talep ediyor, istiyoruz. Meyv eler
herkesindir. Zengin ile yoksul, egem en ile teba arasındaki isyan
ettirici ayrımlar, yok olun. Bir eşitler cum huriyetini, kapısı her­
kese açık olan b ü y ü k m isafirperver evi (hospice) k urm anın vakti
gelm iştir.” Tabii bu “E şitler C u m h u riy eti”, ü retici güçlerin o
g ü nkü d u ru m u n d a ancak, tıpkı küçük burjuvaların 19. yüzyıl
boyunca "geleceğin devleti"ni tasarladıkları gibi tasvir edilebilir­
di; bölüştürücü, paylaştırıcı, eşleyici olarak. Marx bun dan ötürü
Babeuf’ün “kaba, asetik eşitleyiciliğini" alaya alır; aynı tem izlik
ve aynı saflıktaki W eitling’e konduram adığı b ir alaydır bu. Marx
h a tta b a ş la n g ıç ta W e itlin g ’i a b a rtm a e ğ ilim in d e y d i, o n u n
1842’deki U yum ve Ö zgürlüğün Güvenceleri m etni üzerine şunla­
rı yazmıştı:, “A lm an edebiyatının tem kinli, sessiz sedasız vasatlı­
ğını Alman işçisinin bu büyük ve parlak siftahıyla karşılaştıra­
cak olursak, proletary an ın bu devâsâ p atik lerin i b u rjuvazinin
eskimiş politik ayakkabılarının cüceliğiyle kıyaslayacak olursak,
Alm an külkedisinin bir atlet suretinde olacağını k ehanet etm ek
gerekecektir." M amâfih sonraları Marx onu küçüm sem eye mey­
letti: “W eitling’in ütopyacı kibri artık tedavi edilebilecek gibi de­
ğildi ve geriye proletaryanın ayağına bag olan bu engeli kaldır­
m aktan başka bir şey kalm ıyordu.” G erçekten de, W eitling tan­
tanalı ve m uglak “Adiller Birligi"ne üye olm uştu, Proudhon et­
kileri eksik değildi, parolaları “B ütün insanlar kardeştir” idi. Bu
parolayla Marx’ın vurguladığı “B ütün ülkelerin proleterleri, b ir­
leşin” arasındaki fark, m ilitan sosyalizmle hâlâ lirik kalan sosya­

692
lizm arasındaki farktır. W eitling so n u n d a sosyal deney [hevesle­
rine] de kapıldı, C olum bia’da b ir endüstriyel m übadele bankası
k u rd u , ü stelik burjuvazi ile proletarya arasında u y u m lu o rtak
çalışm ayı am açlayan bir girişim di bu. Belirtilen b u amaç, şayet
dem agojik değilse, taktik nitelikliydi belki de; W eitling A m erika
B irleşik D evletleri'ndeki Alman işçi h areketini b aşlatanlardan bi­
ri de o lm u ştu r (1871’de öldü). W eitling, Proud h o n 'd an etkilen­
m esine rağm en anarşist de değildir aynca; Saint-Sim on'un etkisi
d a h a fazlay d ı ve to p lu m s a l ö z g ü rlü ğ e d ü z e n g e tird i. D aha
1838’de yazdığı ilk yazısı, “İnsanlık nasıldır ve nasıl olm alıdır?”,
“İnsanlığın büyük aile birliğinin k u ru lu şu n u ”resm eder; burada
çalışm a süreleri kesinkes belirlenm iş, üretim tastam am tüketim e
uydurulm u ştu r. D üzenlem e de u y um landırm a da zanaat tem e­
linde gerçekleşir ve “insan yaşam ının iki asli koşulu: çalışm a ve
haz”, genel, eşit b ir düzen içinde ele alınır. “Birincisi aile düzeni
veya haz düzenidir, diğeri iş d ü zen i”; birincisi en yaşlıların gö­
zetim i altındaki ailelerden, ikincisi çiftçi, em ekçi ve öğretm en
züm releriyle endüstri o rdusundan oluşur. “Geleceğin mal ortak­
lığı, to plu m u n kaygısızca sü rek li refah için d e yaşayabilm esinin
m ü şterek hakkıdır; ve çoğunluk asla b u hakka tecavüz girişi­
m inde bulunm ayacaktır, çü n k ü b u o n u n k en d i hakkı, çoğunlu­
ğun hakkıdır.” Kadim ilksel durum la ve Hıristiyan düşüyle do­
lu, naif ve rikkatli halk dilidir bu; ancak b u ilksel d u ru m u n tesi­
si söz konusu olduğunda, proleter W eitling burjuva ütopyacıla-
n n ın çoğundan d ah a az naif konuşur. Sınanm ış adam ın, dahası
kapitalizm in kurb an ı olan birisinin gerçeklik d u y gusuna sahip­
tir; egem en sınıfların “yardım ıyla” sosyalist önlem ler alınabile­
ceğine inanm az artık. Proleter W eitling bu bakım dan o zam ana
kadarki illüzyonistlerin çok ü stü n d ed ir, sinsilikleri fark eder,
h er nevi sosyalizm in acem i m ü m in in i y u k arıd an eleştirir. Şu
cüm le, b u n u n kanıtıdır: “Kapitalistlerce hesaplanan reform lara
ve para adam larına itim adım ız yoktur, ikisinden de işi tam am ı­
na erdirm elerin i beklem eyiz ama pekâlâ tu zak lar k urm alarını
b ekleriz - iy iler ne k ad ar d ik k at etseler azdır b u tu zak lara.”
M u tlulu k ülkesine y ü rü rk en sah te peygam berlerden beterinin
olm ayacağına, yanlış arkadaşlarca o sarp yoldan alıkonm am ak
gerektiğine dair b ir uyarı vardır burada. Bu uyarıya, o kadar ger­

693
çekçi olmayan tavsiyeler eklenir; am a hep başı dik ve uzun za­
m andır işitilm em iş bir Hıristiyanlığın önerileridir bunlar. Ö rne­
ğin Yoksul G ü n a h kâ n n ilm ih a lin d e , özellikle de 1842’de yayım­
lanan, çok yönden Alman köylü savaşının um utlarını hatırlatan
bir düş bağıntısı sunan U yum ve Ö zgürlüğün G üvenceleri. Top­
lum sal devrim in eylem i ve içeriği iki cüm lede kısaca ifade edilir:
“K orku yüreksizliğin k ök ü d ü r ve işçi kurutm alıdır bu kökü, bu
zararlı otu, o n u n yerine cesaretin ve en yakınındakine olan sev­
ginin kök salm asını sağlamalıdır. İsa’nın ilk em ridir: ‘K om şunu
sev’, İyi olan h er şeyin arzusu, iradesi, dolayısıyla da mutluluğU.
ve refahı o em irde m ündem içtir.” 1848’deki H a lkla n n Ilkbaha-
n ’n ın kısa sü re öncesinde, adventist u m u t da ses verir: “Yeni bir
M esih gelecek, ilkinin ö ğ retisini g erçek leştirm ek üzere. Eski
toplum sal düzenin çü rü k yapısını yerli bir edip, gözyaşı pınarla­
rını u n u tu lm u şlu ğ u n denizine akıtacak ve dünyayı cennete çevi­
recek.” W eitling b ü yük b ir m im ar değildi am a onun gökyüzü
[düş] sarayının bilhassa insanı ölçüleri vardı. K adının iyi elin­
den bir parça bir şey vardır onda; savaştan ve kabalıktan, söm ü­
rü d en ve tiranlıktan yüreğin tem elinden tiksinen, b ir m ik tar k a - .
dınsı-anaç ütopya. Asıl m arangoz çocuğu olm asından gelen bir
katkı vardır W eitling’in binasında; ilk H ıristiyanlara özgü aşktan .
bir cüz vardır. Saint-Sim on da İsa ile halk hatibi arasındaki b a ğ ı,
yeniden tesis etmeye çalışmış am a b u n d an çıkan, yeni bir Hıris.;
tiyanlıktan ziyade, yeni b ir kilise olm uştu. W eitling’in daha m ü-
lâyim d ü şü asla efendiliğe itibar etm ez - Saint-Sim on’un sosya­
list efendiliği dahil. Can kardeşidir o, dostluğu tabiatı icabıdır;
u zu n zam andır ilk kez ve u zu n süreliğine son kez, Incil’i oku­
mayı, Vaftizci’n in okuduğu gibi okum ayı biliyordur. Gerçi, pro­
letaryanın azgelişm işlik koşullarında oluşan resim sınıfsız top­
lum dan ziyade bir k ü çü k adam lar to plum udur; aslında küçük
adam lar toplum u bile gerçekleştirilem ezdi bu şekilde. Ama yine.
de, “kooperatif iş d ü zen i”n in m üm kün kılacağı “insanlığın b ü - .
yük aile birliği", b ir k ü çü k burjuva darkafalılığı ütopyasından .
daha fazla bir şeydir. O ü slûbun letâfet ve saflığını da taşır ama '.'
bir kaba cüsse, esaslı bir çaba eksik değildir ve b u çaba içindç '
de, radikal hareketlerin bir yüzyıldır sarfınazar ettiği bir şeyi, .
önüne koyduğu bir so ru n u vardır. M arangozun o ğlunun soru­

694
n u , sosyalizm dir veya İsa'nın yuvasına, m eşakkat çekenlerin,
sırtında y ük taşıyanların yanına geri dönüşüdür. W eitling prole­
ter İsa’nın kızıl sendikasını arıyordu, kastettiği, insanı vecde ge­
tirm ekten de sakınm ayan bir sosyalizmdi. W eitling'in düşü, çok
dokunaklı ve çok temizce, b ir Vaad Edilm iş Ülkeye bakıyordu;
tam o esnada Marx ve Engels, oraya sahiden varacak geçişleri
keşfetm eye ve açmaya koyulm uşlardı.

B ir bilanço: Rasyonel ü to p y a la n n za a fla rı ve m ev kii

Büyük nefretin yine de güvenini koruyabilm esi, h e p şaşırtır in­


sanı. Şimdiye dek gördüğüm üz d ü ş d ü şü n ü rlerin in çogu bu ko­
num dayd ı, netice itibarıyla uzlaştırıcıydılar. S ö m ü rü n ü n can
düşm anları, az evvel b u n d an duydukları am ansız dehşet tasvir
etm işken, yüzlerini söm ürücülere d ö n er ve kendilerine bir son
verm eyi teklif ederler. Ü topyacılar haksızlığı y ü rek ten lanetle­
miş, hak olanı arzulam ış, kafalarında -so y u t ütopyacılar o larak -
daha iyi bir dünyayı kurgulam aya çalışm ış ve yine y ürekten,
böyle bir dünyaya yönelm e isteğini, iradesini tutuşturm ayı u m ­
muşlardır. Kimisi de snob olan bazı dostâne istisnalar, "ticaretin
itliğinden” kaçan bazı sapkınlar kural gibi kabul edilmiş; böyle-
leri üzerinden adalet ve akla çağrı çıkarılm ıştır. Ancak 1848 do­
laylarında, H erw egh'in “yalnız üzerlerine d ü şen şim şek aydınla­
tabilir efendilerimizi" sözleriyle ifade ettiği idrak, yaygınlaşmaya
başladı. Ama, tıpkı girişim cilerin kendi karşıtlarına ikna edilm e­
si gerektiği gibi, geri kalan tüm gerçeklik de, top lu m un tam am ı
da kendi karşıtına dönüştürülm eliydi; dolaysızca, tıpkı bir esa­
rete birden son verilm esi gibi. Her ne kadar Fourier ve Saint-Si­
m on gibi bazı ütopyacılar tarihsel dolayım ları, m evcut eğilimle­
re dair sezgileri araştırsalar bile, yine de burada tarihten ve bu­
günden (“halin cü ru fu n d an ”) bağımsız fantezi devletinin büyük
ölçüde özel ve soyut bir tem ellendirm esi galebe çalar. Reel eği­
limlere en fazla eğilenleri, b u sıraya sokulabilecek tek diyalek-
tikçi olan F ourier olm uştur; ama onda da idrakten çok tam im ,
som uttan çok soyut ütopya vardır. Soyut ütopyacılarda düş fe­
neri boş bir alanı aydınla tır, verili olandan fikre uym ası beklenir.
İnşâcı arzu imgeleri, b u tarih dışı ve gayrı-diyalektik, soyut ve

695
statik biçimleriyle, onlar hakkında pek bir şey ya da hiçbir şey
bilm eyen b ir gerçekliğe yanaştırılır. Elbette bu zaaf sadece ender
durum larda ütopyacılann kişisel zaafıdır; düşüncenin gerçekliğe
erem em esinin nedeni, o zam anki gerçekliğin düşünceye ereme-
m esidir daha ziyade. E ndüstri azgelişmişti, proletarya olgunlaş­
m am ıştı, esk isin in içindeki yeni to p lu m pek g örülem iyordu.
Marx, bununla ilgili Felsefenin Sefaleti’n d e şu n u söyler (gerçi sırf
P roudhon ’a hitaben am a tüm daha eski ütopyacılan da katarak):
“Proletarya henüz kendini bir sınıf olarak kuracak kadar geliş­
m ediği, dolayısıyla proletaryanın m ücadelesi henüz politik bir
karakter taşımadığı; üretici güçlerin burjuvazinin bağrındaki ge­
lişmesi, proletaryanın k urtuluşu ve yeni bir toplum un oluşum u
için zorunlu m addî koşu llan görünür kılacak noktaya varmadığı
m üddetçe, bu teorisyenler, ezilen sınıfların ihtiyaçlarına yardım ­
cı olan, sistem ler tasarlayan ve canlandırıcı bir iktisadiyatı ara­
yan ütopyacılar olarak kalırlar. Ama tarih ilerlediği ve bu n u n la
beraber proletaryanın m ücadelesi daha belirgin hatlar kazandığı
ölçüde, bilim i kafalarının içinde aram alarına hacet yoktur artık;
gözlerinin önü n d e olup bitm ekte olanla hesaplaşm alı ve bu olup
bitenin bir organı haline gelm elidirler sadece. Bilimi aradıkları
ve sadece sistemler tasarladıkları m üddetçe, sefalette sadece se­
faleti görürler; onun içindeki, eski toplum u savurup atacak olan
devrim ci yanı görmezler. Bu andan itibaren b ilim tarihsel hare­
ketin bilinçli ü rü n ü olacaktır ve artık doktriner olm aktan çık­
mış, devrim ci olm uştur.” Eski ütopyalar doktrinerdiler, çünkü
genel olarak öylesine fantezi dolu, dahası fantastik özleri, b u rju ­
vazinin rasyonalist düşünm e tarzıyla bağlantılıydı. 18. yüzyılın
sonuna dek burjuvazinin tem el bilim i m atem atikti, tarih değil.
Bu m atem atiğin yöntem i de formeldi, nesnenin saf düşünceyle
“imali" idi. Ü topyaların yakın kuzeni olan doğal h u k u k türevle­
rinin yöntem sel kalıbını oluşturuyordu aynı zam anda. Ütopyacı
kurgulam ayla kesinlikli m atem atiğin hatta doğal h u k u k u n k u r­
gusu arasında pek az ortak nokta olm asına, ütopyacılık bir bilim
teşkil etmeye çok uzak olm asına rağm en, zaman zaman sanki o
da forinel bir bilim m işçesine, mantıksal kurgular içinde devinir
(Proudhon'da hatta “aksiyom ları” temel alarak). lnşâcı öz o ka­
dar etkiliy d i ki, hem m evcut devlet hem de asıl ü to p ik “akıl

696
devleti" bir m ekanizm a olarak görünebiliyorlardı, en yeni ü to p ­
yacı, (saf akılla) sosyal m ühendisti. A rtık K ud ü s'ü n inayetle aşa­
ğıya inmesini beklemiyor, kötü işleyen sosyal m akinesini en ge­
lişkiniyle değiştiriyordu. Ü topyacıların hiçbiri de, neden “d ü n ­
y a c ı n o n u n planlarıyla ilgilenm ediğini ve ned en b u k ad a r az
yeni inşaat taah h ü d ü aldığını tam anlayamamıştır.
Yine de bu d ü şçü lerin , k im sen in o n lard an alam ayacağı bir
mevkileri vardır. D egiştirm ?'.e olan istek ve iradeleri kuşku gö­
türm ez b ir kere, soyut çehrelerine rağm en asla salt gözlemleyici
değildirler. Bu, ütopyacılan kendi zam anlarının politik ekono­
m icilerinden, onların en eleştirel olanından bile, ayırt eder (bilgi
ve araştırm a y ö n ü n d e n çok g e risin d e d irle r o n ların ). F o u rier
h aklı olarak, p o litik ek o n o m icilerin (örn eğ in çağdaşları olan
Sismondi, Ricardo) kaosa sadece ışık tu ttuklarım , kendisinin ise
kaostan çıkarmayı istediğini söyler. Pratiğe olan bu istek gerçi
hem en hiç huruç edememiştir; proletaryayla bağlarının zayıf ol­
m ası nedeniyle, m evcut toplum daki nesnel eğilim leri yeterince
tahlil edem em eleri nedeniyle. Tabii şu da var: bu eğilim lerin da­
ha fazla dikkate alınması, m ekanik bir biçim de çoğaltıldığında,
ekonom izm e vardığında, pratiğe olan isteği iyice zayıflatabilir.
Soyut ütopyadan daha da esaslı biçimde zayıflatabilir bu isteği,
sosyalistin (daha doğrusu: sosyal dem okratın, diyelim ) tüm üyle
ütopyasız, nesnel eğilimlere köle bir tip olm asına yol açabilir. O
zaman, nesnel olarak m ü m k ü n olana d ö n ü k nesnelci p u ta ta-
parlık, ekonom ik koşulların sosyalizm için sözüm ona tastam am
olgunlaşana kadar .bekleyecektir göz kırpa kırpa. Ne var ki bu
koşullar hiçbir zam an, eylem iradesine ve b u irad en in öznel et­
keni olarak öngörücü tasavvurun düşlerine ihtiyaç duym ayacak
kadar olgun ve o kadar m ükem m el olmayacaktır. Lenin, bilindi­
ği gibi, Rusya'da koşulların tüm üyle sosyalizm e m üsaade edece­
ği, torunlarının göreceği uzak ve ferah b ir zam anın gelm esini
beklem edi; Lenin koşullan solladı, dahası: olgunluğun bir p a r­
çası olan som ut-öngörücü tasavvura uygun, ön alıcı hedefler ko­
yarak koşulların olgunlaşm asına yardım etti. Kapitalizm in tekel­
lerin egem enliği ile, çürüm eye ve ölmeye başladığı son evresine
eriştiği bilgisi, zincirin en zayıf halkasından koparılm ası gerekti­
ğinin idraki, devrim ci zaferin nesnel koşullarından em in olmayı

697
sağlasa bile, Büyük Ekim fırsatı nasıl kullanılabilir, nasıl iktidar
olunabilirdi, şayet sosyalizm in koşulları sollayan hedef imgesi
olmasa, p artin in ü st düzeyde örgütlü, disiplinli, bilinçli form u­
n u n teşkil ettiği öznel etken olmasaydı? M arksizm eylem kıla­
vuzudur; ama öznesiz kalır ve hedefe yabancılaşırsa, kaderci bir
anti-M arksizm halini alır, süreç zaten kendi yolunda gidiyor di­
ye eyleme geçm em enin m eşrulaştırılm asına dönüşerek yozlaşır.
Böyle b ir otom atizm , kaçırılm ış fırsatların tariflerinden oluşan
bir derlemedir, ıskalanm ış şansların, terk edilm iş m evzilerin yo­
rum lanm asıd ır artık. M arksizm , ancak ham lesi aynı zam anda
bir ön alıcı ham le olduğu zam an bir eylem kılavuzu olur: so-
m ut-öngörücü tasavvurun koyduğu hedef, tu tu lan som ut yola
hükm eder. Değişim isteğinden daha belirleyici olan, esas hedefin
Pathos’udur. Eski ütopyacıların çoğunda onların m evkiini ve ha­
lâ taşıdıkları önem ini kavram ak için öğretici olan bu Pathos, o n ­
ları, B em stein'dan beri hareketi h er şey hedefi ise hiçbir şey sa­
yan so sy al d e m o k ra tizm e k arşı [sosyalizm e] m ü tte fik kılar.
Ü topyacılardaki hedef P ath o s'u n u n , fazlasıyla dolayım sız olu­
şuyla, başka bir yönden kuşku g ö tü rü r olm asına m ani' değildir
bu ittifak; çünkü bu da gidilecek yolu ikam e etm eye kalkıyor,
soyut kestirm elere.dalıyordu. H er şeyden önce, statik bir Pathos
etkisine sahipti, mevcut katedralleri açıyordu sadece; iyi düzeni
zaten m evcut sayıyordu, bitm iş haliyle halihazırın karşısına ko­
nacaktı. Bu bakım dan hedef ütopyacılarda çok defa tarihsel ola­
rak yeni, sahici b ir gelecek değil, yeni-olm ayan, y an lış b ir gele­
cektir. Hatta P roudhon gibi k ö tü ütopyacılar nurlandırılm ış bir
küçük burjuvayı Idee generale de la revoluticm'a sokan hayaller
kurdular. Büyük ütopyacılar da inşâ ettikleri yapıyı yanlış bir
idealle dekore ettiler, d ahası tıklım tıklım doldurdular: yani, içe­
riği (özü) kesinkes bilinen ve tam am lanm ış, yalnızca henüz ger­
çekleştirilm em iş b ir ideal. Oysa M arx’ın (hepsi de statik bir ‘iki
dünya' teorisinden kaynaklanan) böylesi idealler yerine bir son­
raki adım için çalışmayı öğretip “özgürlüğün krallığı” hakkında
fazla ön belirlem ede bulunm adığında, bilindiği gibi, bu hedefle­
rin m uhtevasının onda eksik olduğu anlam ına gelmez bu. Tersi­
ne, bu içerikler, diyalektik eğilim in b ü tü n ü n d e ona ru hunu ve­
ren m aksat olarak devinir, tü m devrimci çalışm anın anlam ını te­

698
m ellendirirler. M arx'ın da eleştirisinin ölçüsü ve pusulası olan
idealleri vardır, ancak aşk ın ve sabit değildir bunlar, tarih in için­
dedirler ve tam am lanm am ışlardır, yani som ut ö ngörücü tasav­
vurun idealleridir. Bu yukarda (s. 262 vd.), M arksizm in sıcak
ak ın tıları olarak, “b ir Eve-V arış'ın veya uygunsuz/esassız bir
nesnelleştirm eden çıkışın teori-pratiği” olarak açık seçik ortaya
konm uştu. M arksizm , tarihsel olarak sezilen ve önceki tahayyü­
lün m irasını da d evralan ö n görüsüyle, d iy alek tik -m ateryalist
hüm anizm inden yoksun olsaydı: o zam an asla kapitalist “yaban­
cılaşm adan”, “gayrıinsanîlikten” söz edilem ezdi. Marx’ın hatta
“insanın yeniden oluşturulm asına” dair öğrettikleri vardır. Yal­
nız, bu İnsanî O lan veya bir özgürlük ülkesinin yayılımları, tü ­
m üyle donm uş Genera [türler] değil, toplum sal koşulların birle­
şim leridir; h er şeyden önce, değişm ez b ir öz olarak tarihin ar­
dında durm azlar, tasvir ve resm edildikten sonra halihazır Kolc-
his’ten 192 çekilip çıkartılıverecek altın post m isali b ir m evcudi­
yetleri yoktur. Soyut ütopyaların tasarısı buydu - ama bundan
ibaret değildi tasarıları: Daha iyi ■b ir dünyaya olan yönelim in/ni­
yetin kesinlikle hesabı kesilmiş değildir, tarihteki temel sabit de­
ğer odur - yalnızca o. Zaten böylesi öngörücü tasa^vvur olm aksı­
zın, hayal kırıklığına ugratılam azlık olmaz, hedefe inanç olmaz,
paylaştırılabilir inanç fazlası olmaz. “M arx da yeni yaşamın be­
lirleyici itkisini haklı olarak homo econom icus'ta görm üş, ekono­
m ik çıkarın d ü ğ ü m noktalarına hâkim olmayı vurgulam ıştı; ras­
yonel ve özünde chiliastik olan sosyalizm in h addinden fazla ar-
kadik [idilvâri] oldugu tahm in edilen ard-dünyasal cennet düze­
ni, dünyaya karşı d ü n y an ın aklına sahip katı b ir m ücadeleyle
fethedilebilsin diye. Salt iyi düzenlenm iş bir üretim bütçesi uğ­
runa ölünm ez; nitekim M arksizm in Bolşevik icrasında da radi­
kal Vaftizciligin Tanrı adına savaşan eski Taborit-Joachimci tip,
aşikâr biçim de yeniden z u h u r eder. M aksada dair m itosu hâlâ
örtülü, gizlidir; ancak C hiliastizm sürekli o n u n ön oyunu ve d ü ­
zeltisi olarak g ö rü n ü r” (Em st Bloch, Thom as M ünzer als Theolo-
ge der R ev o lu tio n 193 1921, s. 128). Eski büyük ütopya kita p la n n ın
zaafı so yutluk, vazgeçilm ez ve m utla k/ko şu lsu z olan ya n ı ise şid­
192 Efsaneye göre Argonotlar’ın hedefindeki ülke, Medea’nın yurdu.
193 Devrimin Teologu Olarak Thomas Münzer.
699
detleridir. Bu koşulsuzluğun koşulu olarak da hem en her sefe­
rin d e aynı şeyi söylü y o rlard ı: O m n ia sint com m unia, her şey
m üşterektir. M arksizm -öncesi politik yazarlık, ideolojik dirayeti
içinde, bu m ünferit ve isyankâr heyecanlan, hayâlâtı da barın­
dırm a o n u ru n a sahiptir. Buna hiç im kân bulam ayacaklar gibi
görünse ve hem çıplak hem de asıl ideolojik olarak giydirilmiş
görünüş düşlerine ters düşse bile. Değil m i ki, bu düşlere yansı­
tılan toplum başkasının sırtın d an güdülen m enfaatperestliğe yer
verm eden işini görebiliyordu ve burjuva işletm esinin dikenleri
olm adan yoluna devam edebilecekti. Sosyal ütopyaların özellik­
le bu u m u d u binlerce yıl boyunca bilhassa ‘dünyaya yabancı' sa­
yıldı ve çok alaya alındı. Tâ ki böyle b ir şey, düşsel bir adada de­
ğil de dev bir ülkede uygulanm aya başlayana kadar - o zam an
kahkahalar sönüverdi. D em ek h er şeye rağm en dirayet vardı o
heyecanların, hayâlâtın içinde ve epeyce b ir gerçeklik vardı: ön­
ce, daha iyi b ir dünyayı m üellifinin kafasının içindeki soyut res­
m edilm iş, dolaysızca tasa^vvura dayalı b ir sistem le sınırlayan, ol­
gunlaşm am ış bir gerçeklik, sonrasında ise şiddet yoluyla engel­
lenen am a so n u n d a zor b ir d oğum la da olsa k o p u p gelen bir
gerçek. M arx'tan b e ri ü to p y a la rın so y u t k arak teri aşılm ıştır:
d ü n y ay ı iyileştirm ek, n esn el d ü n y a n ın d iy a le k tik yasallıklar
bağlam ı içinde ve o n u n aracılığıyla y ü rü tü len , kavranarak, bi­
linçle olu ştu ru lan tarihin m addî diyalektiğine dayanan bir iştir.
M arx'tan b eri salt-ütopyacılık, bazı özgürleşm e çabalarındaki
hâlâ canlılığını koruyan yan ın ı bir kenara bırakırsak, gerici veya
lüzum suz b ir biçim alm ıştır Bunlar da iğvadan eksik kalmazlar,
en azından şaşırtm ak için kullanılabilirler, am a tam da b u n e ­
denle, eleştirel-ütopik m aske altında salt m evcudun ideolojileri­
ne dönüşm üşlerdir. Sahici sosyal düşçülerin işi başkaydı, onlar
d ü rüst ve büyüktüler; soyutluklarının tüm zaaflarına ve fazlasıy­
la atik iyim serliklerine rağm en am a aynı zam anda yılm aksızın
barış, özgürlük, ekm ek için bastırm alarıyla, böyle anlaşılm alı ve
sahiplenilm elidirler. Ve ütopyaların tarihi gösterir ki: Sosyalizm
Garp âlem i kadar, hatta hep o n u n yanında sü rüklenen Altın Çağ
arketipi kadar eskidir - yani daha da eski.

700
I II . P R O JE L E R VE B İL İM E D O Ğ R U İL E R L E M E

Güncel bakiye: burjuva grup üto p y alan

Şimdiye kadarki dost meclisi düşleri, tek tek kişiler olarak çağır­
m ıyorlardı insanları. K endilerini belirli, hele k ü çü k bir grupla
sunm uyorlardı. Tüm toplum u, h erkesin yaşam ını sağaltm ak is­
tiyorlardı; bu, küçük bir m em nuniyetsiz tabakayı endişelendire­
cek olsa bile. Şimdiyse g ruplar kendi başlarına çıkıyor, gûyâ ve­
ya sahiden kendilerine özgü b ir tarzla, kendi özgül en iyilerini
aram ak ve ö n ced en resm etm ek ü zere b ü tü n d e n sıyrılıyorlar.
Güyâ b ü tü n sınıflan kesecek bir uzunlam asına kesit içinde ken­
dilerini yalıtıyorlar; organik ve m illî özellikler belirleyici. Tabii
baskı gören veya takibat altında tutulan özellikler bunlar, genç­
lik, kadın cinsiyeti, Yahudilik gibi. İyice geç sosyal ütopyalar,
M arx'ın yanı sıra, böyle grupsal bir özgürleşm e d o ğrultusunda
ortaya çıktı. G ençlik hareketi olarak, kadın hareketi olarak, S iyo ­
n iz m olarak faaldirler; araların d a u ç u ru m la r v ar am a m evcut
toplum d a k en d in i b ir özelliğinden ö tü rü baskı altında hisset­
m ek bir m üşterek de var. Devrim değil a y n lm a var b u grupların
program ında; çok katm anlı gettodan huruç. Gerçi, toplum a bir
etkide bu lunm anın, gençlikten, kadınlıktan ve m illî Yahudilik­
ten yeni b ir erdem in toplum a akm asının da çabası ve düşü var­
dır. Bu şekilde küften, baskıdan k u rtu lm ak , h antal k u şk u n u n
puslu çem berinden çıkm ak isterler veya istemişlerdir. Ne var ki
büyük sosyal ütopyalarda alıştığım ız, tü m toplum un yeniden inşa­
sı isteği, iradesi eksiktir. Buna rağm en, gruplarla sınırlı prog­
ram ların belirli b ir uzm anlık derecesine sahip olm ası dikkate
değerdir: kendi g ruplarını iyi tanır ve oradan ütopyanın başakla­
rın ı to p larlar. H atta b u u z m a n la şm ış ü to p y a la rd a n b a zıları
M arksizm e d a h il o lm u ştu r - M arx'tan so n ra h iç b ir b ü tü n se l
burjuva ütopyası itin söz k onusu olm am ış b ir şeydir bu. O nların
özgürleşm e planlarında, gerçi salt-reform culuğa özgü olan m i­
yopluk eksik değildir am a sahtekârlık da yoktur - veya yoktu.
B undan ö tü rü , b u g ü n ü n burjuva b ü tü n sel ütopyalarından, bir
elbisedeki yam aların, kolalanm ış paçavralardan yapılm ış bir tö­
ren kıyafetinden farklı olm ası k ad ar farklıdırlar. K apitalist de­

701
m okrasinin, peşinden faşizmin önüm üze koyduğu ütopya baki­
yeleri, baştan aşağı sahtekârlıktı; ya kişisel yanılsam alı nesnel
sah te k ârlık ya da ince ince d ü şü n ü lm ü ş bilinçli sahtekârlık.
Anılan grup ütopyalarındaki uzm anlaşm ış-m iyop olanı burjuva
bütünsel ütopyalarından hâlâ sızan m utlak-sahte olanla kıyasla­
m ak yeter. M oeller van .den Bruck’in D ritte Reich'ında,194 Rosen-
berg'in M ythos des zw anzigsten ] a hrhunderts'indei95 resm ettikleri
gelecek,196 kapitalizm artı cinayettir. E m st Jünger'in işçilikle as­
kerliğin birliği olarak tasarladığı şey, Rosenberg'in kan ve parla­
yan ateşle197 takdim ettiği dem agojinin aynısının em ir tonunda
tekrarıdır. Spengler’in daha 1920'de P rusyalılık ve Sosyalizm de­
diği şey, G arb'ın çö k ü şü n ü -an laşılab ilir b iç im d e - izleyen bir
gelecek düşüdür. D aha da önce b ir başka ütopyacı gerici, Kjel-
len, “l9 1 4 ’ü n fikirlerinin", [yani] B randenburg’daki “Ü çüncü
Rom a” olarak Prusya'nın selâm etinin, l 789’unkilerden ü stü n ol­
d uğunu ilan etmişti; bütü n sel ütopyanın faşistçesi böyleydi. G e­
riye kalıyor, ilk şam piyonu H. G. Wells olan burjuva-dem okra-
tik istikbal. Tabii ki faşizm inki gibi savaşçı bir ölüm maskesi ta­
şımaz o. Buna m ukabil ahlâk makyajı yapar, insan haklarından
dem vurm ası riyakârcadır, sanki kapitalizm in orospusu yeniden
bakire olabilirm iş gibi; W ilson'un kaderi gösterm iştir, buradan
ne çıkacağını.1M K orkunun sebebini bizzat tem sil eden ve üre­
tenler, ko rkudan özgürleşm eyi sağlayamazlar; Batı kapitalizm in­
de bir ütopya olarak özgürlük, kloroform dur. D aha k ü çük ü to p ­
yalar veya grup ü topyalan dürüstçe b u n a mesafe almışlardır, o n ­
lar sahiden ışığa çıkm ak istiyorlardı. Öurada yine daha iyi yaşa­
ma dair bir d ü ş yükseliyordu, uygunsuz araçlarla, tam am en uy­
gunsuz hale gelmiş bir zem inde de olsa. Ne olursa olsun, bu d ü ­

194 Üçüncü İmparatorluk.


195 20. yüzyılın Mitosu.
196 Moeller van den Bruck, Nazi-öncesi “devrimci-muhafazakar" fikriyatın ön­
cülerinden; Alfred Rosenberg, belli başlı Nazi ideologlarından.
197 Nordik efsanelerde, Tann Odin'in yaktığı, kalenin çevresindeki dış dünya­
dan koruyucu ateş.
198 ABD Başkanı T. Woodrow Wilson, Birinci Dünya Savaşı sonrası Milletler Ce-
miyeti'nin (Cemiyet'i Akvam) kuruluşuna fikri öncülük etmiş ancak kuru­
lan Cemiyet ABD'yi üyeliğe kabul etmediğı gibi yeni bir dünya savaşının
önünde engel de oluşturamamıştı.
702
şü n bir sebebi ve bir özgürlük hedefi vardı; arkasında da, Marx’a
göre burju v a b ütünsel ütopyalarının hepsinde eksik olan sahici
b ir hareket vardır veya vardı. Bu hareketlerin hepsi, reşit olm a­
ma halinden, bebek evinden, ’99 parya h alk olm ak tan çıkm ayı
özlüyordu; program larının özel ütopyası oraya uzanır. Hatta ka­
d ın hareketinin kendine m ahsus bir ütopyacı sorusu vardır: cin­
siyetin sınırını sorgular, böyle b ir sınırın olup olm adığı kuşku­
sunu güder. Bir parça Thomas More, liberalizm in b ir ikinci ba­
harı, son defa olarak kol gezer bu hareketlerde. Bir Ibsen'in canlı
bir saflıkla burjuva hanesi ve topluluk yaşam ına sokm ak istediği
o “cereyan", ara ara üfürür. Ama b u hareket, ö n ü n e çekilm iş
olan ve sadece yozlaşma ve soyutluğa taham m ül eden burjuva
engellere takılıp kalır. Soylu insanlarla, güzel pazar havasıyla
dolm alıdır yaşam, ama burjuva yaşam ının niye öyle olmadığıyla
b u n u n bağlantısı görülem ez. Liberal soyutluğun sona erm esinin
bilgisi, bu toplum sal düşlerde de, artık yalnız sosyalizm dedir.
İkisi de ondadır: hem bu hareketlerin, hem de hareketleri başla­
tan yoksunluğun son bulm ası. B ugünün kısm î ütopyalarında,
18. yüzyılın düşlerinin taklidi veya dalından k o p arıldıktan son­
ra olgunlaşm ası niteliğinde, birkaç kat özgürleşm e düşü varciır;
S tu n n und D rang'ın program ının bazı m addelerini bir yana bıra­
kırsak, 19. yüzyılda asla b u kadar ileri giden bir özgürleşm e
düşlenm em iş olm asına rağm en ve düşlenm ediği için.

G ençlik hareketinin başlangıcı, program ı

Ç ocuk ancak kendisine bir şey so rulduğunda konuşm alıdır. Bü­


yüm ekteyken de ebeveyne aittir; her zam an, lütûfkârlıkla köle-
leştirilm işti az veya çok. Fakat 1900 civarında gençler arasında,
kendisinden başka kimseye ait olm am a isteği, iradesi hayli ya­
yıldı. G ençlik kendisini Başlangıç olarak hissediyordu, kendi kı­
lığını giyiyor, yolculuğu, açık hava m utfağını seviyordu, bilinçli
olarak yeşildi. K endine ait, yeni bir yaşam istiyordu; erişkinle-
rin kinden değişik ve h er bakım dan daha iyi, zira dayatmasız ve
dü rü st. Bu esnada aile baskısı, azaldığı oranda hissedilir hale

199 Henrik Ibsen'in, 19. yüzyılda kadınların önce babalarına sonra kocalarına
bağımlılık halini işleyen romanı: Nora veya Bebek Evi.
703
geliyordu. Artık kendilerinden de emin olmayan ebeveynleri,
kendisi de artık sağlam olmayan aileleri olan çocuklar, onlarla
bağlarını feshettiler ve kendileri gibi olanlarla beraber yeni bir
başlangıca bağlandılar. Eskinin burjuva hanesi ve ona tekabül
eden okul, yalnızca dayatma veya boş alışkanlık anlamına gel­
meyen bir tutamak sağlamıştı. Babalar hâlâ bir timsal sunuyor­
du; öğretmenler kendilerine ve konularının bilgisine olan tut­
kuları sayesinde gençlerin onlara ve önderliklerine güvenebile­
ceği gibiydiler. Ancak yaşlılar artık yönlendirmeyi bilmeyip sa­
dece baskı yapmaya ve yalan söylemeye başladıklarında, saygıyı
bir kenara bırakıp kendi hedeflerini koymak mümkün oldu.
Özellikle de, güvensiz yaşlıların baş edemediği yeni yollar açılı­
yor göründüğünde. Açık bir saha orada uzanıyordu ve yalnızca
gençlik oraya adımını atabilir, hatta yalnızca gençlik onu görü­
lebilir gibiydi. Önce oğlanlar, sonra kızlar birleştiler ve oraya
doğru yürüyüşe çıktılar.
Taze başlangıç için onaylanmış renk, yeşildi. Taze kalmak ve
odunlaşmamak için - sonra adam olduğunda da. Herkes izciydi,
önderler onların çevresinden çıkıyordu. Gençlik hareketi, yaşlı­
lara karşı bu karşıtlığıyla, tarihsel bir yeniliktir. Ancak Mart Are-
fesi'ndeki Delikanlılar Birliği200 benzetilebilir buna ama o da po­
litik olarak daha köşeliydi, yani kendinden yaşlı özgürlükçüler­
den, sakallı bıyıklı adamlardan kopmuş değildi. Birlik [demek]
formu da eskidir, o kadar eskidir ki, kadim cemaatin, törelerl'e
dolup taşan, an'anelerin sürükleyip getirdiği ve bir arada tuttu­
ğu şu organik denen topluluğun yanına koyarlar onu. Fakat da­
ha önceki birlikler, gençliği içerdiklerinde de, erişkinlik yaşamı­
na hazırlayan ara biçimlerdi. Bütünleşmiş toplumda bile doğal
sayılırdı bu - hele ki sürüde, ilkel kabilede. İlk erkek birlikleri
kendilerini yaşlılardan ne kadar titizlikle ayırsalar, evlenmemiş
erkekler kendi aralarında kalsalar da, eskilerin âdetlerinden öte­
ye bir yol yoktu, kimse de böyle bir yol aramazdı. Erkekler birli­
ğindeki bekârların hepsi de genç değildi zaten; ilkel adam ancak
kırk yaşında evlenirdi, demek o zamanların genç ahalisi durmuş
oturmuş tiplerle doluydu. Modem gençlik birliklerinin ve onla-
200 Burschmscha/tm. Almanya'da Napolyon ordularının işgaline tepki dalgası
içinde kurulan milliyetçi öğrenci bilikleri.
704
n n ütopik hedeflerinin, eski dünyayla arasında hissettiği gergin­
lik çok farklıdır. A m aç-rasyonel toplum a karşı m ücadelenin he­
yecanlan, aşkın ve nefretin “y ü rek ten ” veya “ru h ta n ” çağlayan,
çok zam an sarhoş edici akıntıları, bu gerginlikten doğdu. M a­
m âfih, p ro testo ed ilen to p lu m u b irço k b ak ım d an ta k lit eden
hatta ona yardım da b ulunan form larda o ld u bu. Toplum kendisi
de artık sağlam olm adığından, genç m akyajı yapm ak o n u ru n u
okşuyordu; asi gerçlik bile, m uğlak-isyankârlığıyla, yavaş yavaş
gayet iyi kullanılabilir görü n d ü gözüne. Gençliğin önceden b ir­
liklerde, gerçek rakibini görem eden içinde debelendiği duygusal
sis, faşizmin sarhoş edici sisiyle birleşti. SA'ya201 uzun süre ta­
ham m ül ettiler ve orm ana saldılar, tekrar bir araya toplayıp k u l­
lanm adan önce, doğa y ü rü y ü şü n e gönderilm ek yerine uygun
adım marşa geçirilm<>du. önce. İzci H areketi yalnızca Almanlı-
ğın değil, küçü k burjuvazinin b ir g ö rü n ü şü d ü r; bundandır, k u r­
duğu düşün hem sınıfsal hem içeriksel olarak rüzgâra kapılıp
gitmesi. Bu tarz belirsizlik, gençliğin B ilm em kinasıl’ından farklı­
dır, açık olma gayretiyle, delikanlılıkla, gündelik hayattan nef­
retle, bozulm am ış doğal yaşama özlemle bağıntısı da yarım ya-
malaktır. O n u n özel bir dayanağı, h er şeyden önce, gençliğin sa­
dece bir d u ru m değil, yanlış biçim de, ayrı bir sınıf gibi hissedil-
mesiydi. Veya şu da: tüm sınıfları kesen, uzunlam asına bir orga­
nik kesit alınıyor, böylece gençlik tarafına düşenin yalnızca ken­
dine özgü bir sürati değil kendine özgü içerikleri de varm ış gibi
görünüyordu. O zam anki ö nderlerinden biri, Schulte-H encke,
“partilerin gençlik tarafından aşılm asından” söz ediyordu. Kü­
çük burjuva birlik-beraberlik duyarlılığı, küçük burjuva körleş­
me, böylece kendini Genç Alman, H ür Alm an,202 “ö n cü ”, "Qu-
ickbom ”2°3 ve daha neler neler olarak sunuyordu. Bu nedenle
gençlik hareketinin kuşatılm ası kolaydı, m ezhepsel birlikler var­
dı, bunlar aileyle uyum luydu, bilhassa anne de saçına istiridye
kabuğu takıyor, baba da lavta tıngırdatıyorsa. Büyükler arasında

201 Sturınabteilung. Hücum Kıtalan. Nazilerin militan sokak örgütlenmesi.


202 Freitdeutsch: 1913’te izci hareketi içinden çıkan, Birinci Dünya Savaşı süre­
cinde ırkçı-milliyetçi kampa yanaşan gençlik hareketi.
203 20. yüzyıl başında Almanya’da doğan, yalın ve ‘hakiki’ bir yaşam kurmayı
hedef alan bir reformist Hıristiyan hareketi.
705
m evcut olm ayan tü rd en bir cem aate olan özlem , nihayetinde
H itler’e k u lak verdi; ç ü n k ü yaşlılara karşı yeni içerikler çıkanla-
mıyorsa, bari o zam an yeni ateşleyen-kalk borusu üfleyen-üfü-
ren sözler vardı - ve henüz kana susam ışlıkla kızışm am ış yaşlı­
lara karşı, iktidar. Baba-oğul gerginliğinin ve oğlanın baskıcı ba­
baya isyan etm esinin yerini, ebeveynin H itler-G encinden204 k o r­
kusu aldı. O nunla beraber, g ö rü n ü şte kendini değiştiren toplum
eve girer; burjuva güvensizliğiyle nicedir sallantıda olan koşul­
lar artık tam am en ve gayet tehditkar biçim de tersine çevrilmişti.
G ençlik d ü şü n ü n kapıştığı Baba-Ben’in yerini ondan çok daha
katı olan ölüm devletinin almış olduğu, bilince çıkm ıyordu. Bel­
li ki yalnızca kendi gençliği ve yeşil ışığıyla b ü tü n sınıfları kat
edecek olan yaşam reform u, genç küçük burjuvanın onu çıkışa
götürecek olan yola koyulm asını sağlayam ıyordu. O rm andaki ve
ardında uzanan açık havadaki kaynaşm a, balçık, çam ur, küf ve
işletmeye pek dokunm uyordu; d ü ş kâsesi daha fazla çam urla ve
nihayetinde kendi kanıyla doluyordu. O ysa açık havaya başlan­
gıçta m uhak k ak liberal b ir anlam atfedilm işti; liderleri gündelik
olm ayan insanlar olacak ve içinde gündelik yaşam olmayacaktı.
İzci, keza sınıfları yatay keserek, liberal ailelerin k ızlan ve oğul­
la n için kuru lan yeni okullarda b ir yuva b u lm u ştu kendine. O r­
m an okulları vardı, W yneken’in özgür okul cem aati vardı, ka­
rarlı eğitim refo rm cu ların ın D anziger ve Kawerau tarafından
tem sil edilen birliği de b u n a katılabilir. G ençlik o k u lu olduğu
vurgulanan b u okullarda eğitsel olan artık yukarıdan aşağıya iş­
lemiyor, bireysel yaşam ın ve cem aat ru h u n u n geliştirilm esine
ilişkin denem eler yapılıyordu. Pikniği ve akşam lam ba etrafında
toplananları genel soylu hedefler ve yoldaşlık sarıp sarmalıyor,
cesaret de geliştiriliyordu. Keza m ısra sevgisi de - sadece m ısra­
ları izleyecek olan yaşamdı, kafiyesiz bırakılan. Yaşam, onu ya­
ratan gençlikten daha u zun b ir öm ür sürm eyecek olan bir parıl­
tının ardındaydı.
O gençliğin kendini çok asi hissetm esini engellem iyordu bu.
Özellikle, kam p ateşinden bakıldığında şehir iyice berbat ve çar­
pık bir etki uyandırdığından. Burjuva kelimesi gençlik hareke­

204 Hitler-Jugend: Hitler Gençliği. Nazilerin ergenlik ve ilk gençlik çağındakileri


toparlayan örgütü.
706
tinde kendine m ahsus b ir tını kazandı; Blüher burjuva tipinin
rezilliklerinden söz ediyordu. Birincil olarak ihtiyarlam ış ve mo-
ruklam ış o lan d ı o; b urjuvanın tasarrufçuluğu, iktisadıliği, hesa-
bıliği ve hantallığı, keza b u rju v a toplum unun darkafalılık ocağı
oluşu da salt o n u n b u hususiyetinden türetiliyordu. Söm ürüden
çok daha az söz ediliyor, hatta burjuvazinin Som bart tarafından
da onca şefkatle öne çıkarılan öteki yüzü: girişimciliği, risk alı­
cılığı, fâtihliği anlayışla karşılanıyordu. D em ek burjuvaya olan
düşm anlık asla proleterce veya proletaryaya yakınlaşan bir düş­
m anlık değildi; burjuva d ah a ziyade şövalyelerden m üteşekkil
kendi bohem inin rak ib i sayılıyordu. Bu tarz b ir gençliğin düşle­
diği toplum aynı an d a hem şefkatli h em sıkı, h em anarşistçe
hem züm revt olacaktı. Buna rağm en p ro leter b ir gençlik hareke­
ti de vardı, hâlâ da vardır, fakat k e n d i ço cu k -ü lk esin e sahip
m üstakil b ir hareket değildir bu. K adın işçi nasıl salt e rk ek ola­
rak erkekler tarafından ayrımcılığa uğratıldığı hissinde değilse,
genç işçi de salt yetişkin olarak yetişkinlerce ayrım cılığa uğratıl­
dığı hissinde değildir. İkisinin de d ü şm an ı işverendir, onların
b u rju v ay a d air tasavvuru b irin c il olarak kapitaliste ilişkindir,
k ö tü niyetli darkafalıya değil. İşçi ailesinde baba ile oğul arasın­
da gerilim de y o k tu r veya son derece m ahduttur, çü n k ü burjuva
o ğ lu n u n şa h sın d a salt varisini g ö rü rk en , sın ıf b ilin cine sahip
p roleter o ğ lu n u yoldaşı olarak yetiştirir. Burjuva gençliği, [top­
lum u] yaşa göre dilim lem ekle, pem be yanak olarak k endini eriş­
kinliğin soluk benizliliğinden ayırm akla gaynburjuva olduğunu
zannediyordu; taze b ir ten ve M art havasından öte fazla m üşte­
rek nokta da çıkm ıyordu bundan. Oysa proleter gençlik kendi
sınıfıyla arasına hayali b ir karşıtlık koym az, o n u n la özdeşleşir.
Kendi sınıfını kendisi kadar genç ve gelecekle dolu, tıpkı kendi­
si gibi yaşam ın sabahıyla, yarının yaşamıyla m eşgul görür. Sını­
fına su nd u ğ u katkı, kendi a y n hedefi degil, m üşterek proleter
hedefe d ö n ü k yılm az itm e gücüdür. H üzün, erginlik, âlicenap­
lık, -h e p s i naif ve şişirilm iş-, kendi b aşlarına bir gelecek k u r­
mazlar. İnsanın kendi gençliğinin dolandırılm am ası gibi bir iyi­
lik, artık hiçbir yerde dolandırıcılık ve haksızlık yapılamadıgm-
da m üm kün olacaktır ancak.

707
Yeni kadın için mücadele, kadm hareketinin programı

Kadın aşağıdadır, çok u zu n zam andır aşağıda olması için terbiye


ediliyor. Her zam an el uzatılabilir, her zaman kullanım a hazır­
dır, zayıf olandır ve eve bağlanm ıştır. Hizmet etm ek ve zorbalı­
ğın h o şn u tlu ğ u n u kazanm ak, birbirine akrabadır kadının yaşa­
mında, çünkü hoşlanılm ak da hizm ete am ade kılar. Kız geçim i­
ni evlilik yoluyla sağlamalıydı, b u n u n için yün eğirip koca bek­
lemeliydi. Veya hileyle yahut kendini yem olarak kullanıp e r­
kekleri yakalam alıydı - o zam an da yine reşit olmaz, avlanm a
ruhsatı verilm ezdi kendisine. Av başarısız olur veya bakire fazla
seçici davrandıysa, o kaba şakanın ziyanına ugrar, kız k u ru su
derec esin e düşerdi. Cinsel yaşam, şayet m evcutsa, -çoğU zam an
m ev cu ttu r-, gösterilem ezdi. M eslek sahibi olm ak, k ü çü k b u rju ­
vazinin alt tabakalarına varıncaya dek, itici sayılırdı. L lkin yiğit
kızlar ve kadınlar başka bir karara vardılar ve yeni kad ına dair
d ü şle r başladı. 1900 yılı dolaylarında, az öncesi ve az sonrasın­
da, cazibesini koruyan bir ışık alazlandı buradan. Ö zgür kız söz
aldı - ama onunla beraber eril olan da. Her ikisi de baskı ya uğ­
ramaya ve anlaşılmamaya yatkın değildiler artık. Burjuva hane­
sinin başlam akta olan çöküşü, m em urlara olan ihtiyacın anışı,
özgürlüğe giden bu yolu kolaylaştırdılar veya tem ellendirdiler.
Yeni aşk, yeni yaşam talep ediliyordu. Aşk, insanın kendi seçtiği
bir aşk olacaktı - ve dam galanm am ış. Ama daha önem li ve öne­
mi daha anlaşılm ış görünen, kam usal yaşam a ve m esleğe giriş
idi. Kendi hayatını yaşam aktı an ık özlem lerin hedefi, m utlu ta-
v u k lu k değil. Bu da d a h a ziyade a ile n in s ın ırla rın ın d ışın d a
m ü m k ü n d ü - o zam ana dek k adını o n u n alanını d aralta rak b e-
lirlem iş olan b ü tü n sınırların dışında. G eçim ini kazanm ası he­
n ü z gerekm eyen b u rju v a kızı bu bakım dan daha yoksul ve daha
cesur kadınlardan değişikti. Bu ikinciler aileyle baglannı çoğun­
lukla ya tüm üyle kopartm ışlardı ve b u n u n sonuçlarına katlanı­
yorlardı; tam am en erkeklerin çizgisine girmiş, m eslek insanı ol­
m u şla rd ı. A rtık öyle o lm ak istem ey en y ü k sek k o n u m la rd a k i
kızlar sadece kendilerini abartıyorlardı ama eril olan başka türlü
davrandı: o zam anlar önderliği üstlenen, ilk oy hakkı m ücadele­
cisi. Bu protestocu kadın m aksadı itibarıyla bilinçsiz ve çok za-

708
m an da bilinçliydi: kendi cinsindeküerden farklı o lm a k eril ü S­
tünlüğe erişmek. Tuhaf bir biçim de, ezilm işin nefreti ile istem e­
ye istemeye takd ir duygularının m eydana g etird iğ i in k âr edil­
mez bir erkek nefreti oluşuyordu burada: b u n da n d ı kıskançlık
özenti hatta o grotesk ü stü n gelm e isteği. K endi cin siy etiyle ilgi­
li sıkıntı bu zaafa kapılm asına yol açıyordu, b e ri y an d an yine
kendi cinsiyeti zafere ulaştırılacaktı - kendi k en d isi hilâfm a Bu
k m k arzu, o zam anın protestocu kadınının, yeni k ad ına d ö n ü k
çağrıya cesaret kazandırm asını ve b u n d an cesaret bulm asını e n ­
gellemedi. Artık özgür kız da eskiden sadece delikan lıların kay­
nadığı gibi yanıp tu tu şu y o rd u ve yeni kalıbıyla [dişil] erillik
başka tarz bir kadın olma d ü şünü k esk in leştiriy o rd u
Ama görüldü ki, isyankâr yaşam tazeliğini fazla k o ru y am ad ı
Emek gücüne duyulan ihtiyaç arttığı o ran d a, sö zü m o n a özgür
kızın bulabildiği yer daraldı, protestocu kadının p ro testo vesilesi
azaldı. Burjuva bakire, istihdam edilen birisi olarak k endi ayak­
ları üzerine dikiWi ama b ununla kazandığı d o k u n u lm azlık sade­
ce görünüşteydi. Aşkına k en d i karar verm ek ve özg ü r yaşam ye­
rine b ü ro n u n çoraklığına erişm işti, üstelik Çoğunlukla ast k0-
num larda. Oy hakkına hen ü z kavuşm uşlardı ki a n ık parlam en­
to n u n edebileceği laf azaldı, kadınlar konferans salonla rina he­
nüz girm işlerdi ki burjuva bilim inin bunalım ı başladı. Ayuı za­
m anda serm aye, kadm lara “m eslekleri açarken", özgürlük neşe­
sin e açılan, hele esaslı özgürleşm eye, sosyalizm e k oınşu olan
h er şeyi bertaraf etm eye dik k at ediyordu. Daha uysal ö n d erler
ayağa k alk ıy o rd u şim di: H elene L ange, M arie S tritt, n ih ay e t
G ertrud Baumer, hepsi de “çıkıntılık” yapm ayan bir hareketten
yanaydı, 1900 yılı civarlarında çıkıntılar, ju ste mi!ieu’den 205 n ef­
ret edenler, ayrılıkçılardı. O zam anlar yeni kadının nilüferli ve
ay çiçekli ütopyası genç üslûplu erkekle m üşterekti; bohemvâri-
edebî ama b u n d an ö tü rü asla uysal olm ayan b ir ütopyaydı Ka-
d m geleceğine dair düşlerin arka planı şenlikli-dionizik devrim
imgeleriyle doluydu. Bir nesil sonra bunlardan geriye, k 0rseden
kurtuluş, sigara içme, oy verme ve öğrenim hakkından öte p ek
bir şey kalm am ıştı. Bebel 1899'da Kadın ve Sosyalizme yazdıgm-
da, kadının ilk ezilen o lduğunu fark etti; kadının ezilmesi erkek
kölenin köle olm asından önceye dayanıyordu ve Bebel’in bunu
yazdığı dönem de kad ın sorunu hâlâ isyan ettirici ve şaşkınlık
yaratıcıydı. A ncak çok geçm eden, kaşıklar ele geçirildildiğinde,
tabakta aş kalm am ıştı; burjuva kadın hareketi de şimdi sosya­
lizm den arınm a hakkını tem sil ediyordu. Helene Lange, .b i r yük­
sek kız m ektebinin .idaresinin bir kadına devredilm esi h edefi uğ­
runa m ücadele ediyordu. Marie Stritt “kadın eğitimi - kadınla­
rın yüksek öğrenim görm esi”n d en yeterince m em nundu, G ert­
rud Baumer W eim ar C u m h u riy e tin in va ta ndaşlı k sta tü sü n d e
yeni kadının gerçekleşm es ini g örüyo rdu. T üm b u n la r bu h are­
ketin kulağına b eşikte fısıldanm ış değildi, ne Süfrajetler ne de
ikinci cinsin ilk şam piyonları tarafından. Zaten kadının organik
ve p o l i tik sın ır la rın ı ü to pyasıyla genişletm ek isteyen hareket,
özgürlük m ücadelesinin kendisi kadar eskidir. G e nçlik üslüpçu-
luguyl a sınırlı olmak bir yana, A ristofanes’in alaya aldığı Atinalı
Eklesiazusler’den,206 O ttonik dö n em e,207 Rönesansa ve on u n vi-
rago’su n a ,208 S turm und D rang’ın program larına, M art Arefesi'nin
G enç A lm anyası’na d ek uzanır. T utkulu Mary W ollstonecraft
l 792’de, .zam anın kadın haklarını radikal biçim de kadına uygu­
layan tem el b ir kadın hakları kitabı yayımlamıştı. George Sand
1830 Temmuz D evrim i’ni kadınlarla bağlantılandırm ıştı. Le me-
unier d'Angibau^o9 rom anında bir cüm le, “Am erikan D evrim i’-
n in K ızları”n d a n farklı o larak (b u n la r Am erik a’nı n en gerici
gruplarındandır ve Am erika’yla da sınırlı değildirler), kadın ha­
reketine de bir d ev rim ufku çizer: “Tüm bencil çıkarların m uaz­
zam, kork u n ç sarsılışından, gen el b ir değişim zorunluluğu doğ-
m alıdır.” Gayet şaşırtıcı bir biçim de, ■ Alman M art Arefesi’nin ön­
cülerinden bir kadın, Luise O tto, bir kızıl dem okrattır. 1848’de,
devrim m ücadeleleri başladığında “k a d ın yurttaşları özgürlük
ülkesine çağırıyorum ” şiârıyla ilk Alm an kadın dergisini çıkar­

206 Kadınlar meclisi. Aristofanes bu oyunda, erkeklerin hırs ve savaş politikala-


nndan kadınların isyanını ve eşitlikçi bir toplum kurmalarını anlatır.
207 Almanya'da 9)10. yüzyıl dönümünde, Karolenj hanedanı ile Roma egemen­
liği arasındaki ara dönem.
208 Erkeksi bakire; kadın kahraman.
209 Angibault Değirmencisi.
710
tan o olm uştu. tik sayıda b u yurttaşlara şu n u açıklar: “Şiddetle
sesini yükseltiyorsa çag, kadınlar da m u tlak a b u sesi işitm eli ve
ona kulak verm elidirler.” 1865'te Luise O tto Leipzig'de ilk kadın
konferansını topladı, G enel A lm an K adın D erneği’n i k u rd u ve
kadın işçilerin ve haklarının tem silinin de bir program m addesi
olarak benim senm esini sağladı. Fakat 1 8 7 l’d en önce o kadar
ateşli olan burjuva serbesticiliği, Kayzer im paratorluğu k u ru lu n ­
ca çok geçm eden devleti m uhafazaya yöneldi; neyin m ünasip
kaçacağını bilen kadınların dernekleri, k endilerini iyice ufalttı­
lar. P olitik bir h ed ef olarak ö zg ü rlü k ülkesi, k a d ın yurttaşlar
arasında fazla y u rttaş bulam adı; özgürlük, cinsiyet degil sınıf
duvarına çarparak ufalandı. Sınıf engeli 1896’da, yeni kad ın ın ve
o n u n özgürlük m ücadelesinin ilk ışıklarında, Berlinli konfeksi­
yon işçisi kad ın ların grevinde gayet belirgin biçim de gösterdi
kendini. K adının politik örgütlere katılım ı kan u n en yasaklan­
mıştı; radikal b u rju v a kadınların birinci derecede ele aldıkları
b ir hak gaspıydı bu. Ne var ki aynı burjuva kadınlar b u kanunu,
grevci kadın işçileri y an yolda bırakm ak için bir araç olarak kul­
landılar; belli ki sınıf engeli yuregin taleplerini veya görünüşte
genel kadın dayanışm asını yatay kesiyordu. Demek kadın soru­
nu toplum sal so ru n u n b ir işleviydi, tâ George S and'ın kafasında
oldugu gibi. H em en b ü tü n eski ütopyacılardaki gibi: Thom as
More tam eşitlik talep etm iş, Fourier kadın özgürleşm esinin de­
recesinin bir toplum daki genel özgürleşm enin ölçüsünü verdiği­
ni öğretm işti. Aşağıdakilere Papua'sı210 gibi m uam ele eden bir
devlette, k ad ın lar da reşit-olm am a halinden istisna edilem eye­
cektir - egemen tabakanın altın yaldızlı k a d ın la n bile.
Kadın isyanında harekete geçen şeyin ne o ld u ğ u n u sorm ak
kalıyor. C insiyettir orada harekete geçen; fakat toplum sal bir
kim lik olarak ortaya çıkan ve toplum sal belirlenim ini isteyen bir
cinsiyet. B unun yalnızca yaşlı bakirenin veya kadındaki erilliğin
isyanı olduğunu söylem ek tabii ki yanlıştır. [Bin sekiz yüz] dok­
sanlı yıllarda bu tuhaf harekete kapılanlar, ağırlıkla genç kadın­
lardı. Yaşlı bakireler ve erkek-kızlar h er zam an o lm u ştu r ama
cem aatteki kadın, yüzyıllar boyunca susm uştu. K adın isyanı, bu

210 Sömürgeleştirilmiş yerliler.


711
yüzyıllar b o y u n ca arada b ir h ep k e n d in i g österse de, ön cek i
[ 19.] yüzyılın sonlarına dek yaygınlıktan uzaktı. A ncak kapita­
lizm in üretici güçlere olan ihtiyacı geçiş iznini verdiğinde, ancak
serbest dolaşım köleliğin bu tarzını da zincirlerinden kopardı­
ğında, bir tutam aga ve sosyal ütopyaya kavuştu. Kadın isyanının
harekete geçirdiklerine, cinsiyetin ve üzeri örtülm üş veya ilerde-
m ü m kü n olan içeriklerine dair ise pek az soru soru ldu; zaten
serm aye genelde m em urlarının değerlendirilebilir olm ayan nite­
liklerinden sual etmez. Ö lçülen, verim lilikti; kadının hesaba ka­
tılan yegane özelliği, sözüm ona özgürleşm eden önce de erkek
h u k u k u içinde varolan ve değer verilen yum uşak başlılığı idi.
Düşük ücretli işlere, gönüllü kulluğa uygundu. Kadın hareketi
bundan ö tü rü de yere serildi, yavanlaştı. Evet, kapitalizm in şey-
leştiriciliği, Meryem k ü ltü n ü n b ü tü n azametiyle kaale alm ak is­
tem ediği ve ü to p ik olarak ö n -b elirlen m iş de olm ayan, in k ar
edilmez bir k ad ın m utedilliğine prim verdi. Politik açıdan da ka­
dınların oy hakkına sah ip olm ası, m evcut b ü tü n partilerin oyla­
rının ikiye katlanm asından başka pek bir şeyi değiştirm edi. H at­
ta gerici cephe iki katından biraz fazlasını aldı; politik kadının
infilak ettirici veya salt insani etkileri, yurttaş yaşam ında hisse­
dilm edi. [Erkek] aşığın farklılığıyla nazm edilen ilk özgürleşen
k a d ın im gelerinde, Ib sen 'in N ora'sında, H a u p tm a n n 'ın A nna
M ahr'ında (Einsam e M enschen ) . 2U W edekind'in Franziska’sında
gördüğü şey, m üdire hanım tarafından m ağlup edilmişti böylece.
D em ek burju v a k a d ın h arek etin d e cin siy etin içerikleri beyan
edilm iyordu; am a yine de başından itibaren kastedilen, daha ö n ­
ce hiç olm adığı kadar, bunlardı. Ama özgürleşm enin karşıtları
bunları reddettiler; sanki helak oldugu bürolarda geçen zam anı
bu h arek eti hiç ilg ilen d irm iy o rm u şçasın a, sanki sadece, kah
Carm en'in kah A n tig o n e 'u n hir hatırasıym ışçasına, evet, sanki
ütopik bir şekilde kah H etaira devrinin2'2 kah anaerkilliğin [mat-
riyarka] ru h u çagrılıyorm uşçasına. H er şeyden önce, sanki ka­
dın hareketi özgül bir insani b ü tü n lü k ve dolgunluğun hareke­
tiymişçesine; oysa tam da bu nedenle, bu hareketin ilerde-m üm -

211 Yalnız İnsanlar.


212 Antik Yunan'da önemli adamların arkadaşı/sevgilisi olan iyi eğitimli, politik
nüfuzu sahibi kadınlar; kibar fahişe anlamında da kullanılır.
712
k ü n içerikleri, sanatın ve kadının can d üşm anı olan ru h su z ka­
pitalist işletmeyle bağdaşm az. Kadın hareketi karşısındaki bur-
juva-erkek nefreti h ü tü n bu saikleri hep e contrario [tersinden],
değersizleştirerek .:>unar; burada hem en ucuz hem en iki yanlı,
m uğlak etkiyi yaratan da kadının hetaira'ya indirgenerek, orada
sabitlenerek değersizleştirilm esi o lm u ş tu r W eininger (Ges ch-
lecht u n d C harakter,213 1903) bu istikam ette delirm işçesine koş­
m uştu: K yani Kadınsı Olan, bensiz, hafızasız, sadakatsiz şehvet­
tir ona göre, insandaki İsa’nın veya temizliğin tam karşı ırkıdır.
Böyle bakınca Carm en, kültürde hiç sesi çıkm am ış ve varılan tö­
rede yeri olm ayan sahici kadın-m ahlûk olarak görünür: “Kadı­
nın en âcil ihtiyacı, bizzat düzülm ektir. Fakat bu, o n u n en derin
ve yegâne hayati ilgisi bakım ından özel bir vakadır sadece. Bu il­
gi, genel ve m u tlak anlam da çiftleşm eyedir: kim kim i nerede
düzerse düzsün, m ü m k ü n olduğunca çok çiftleşilsin arzusu...
Kadının bu özelliği, yani çiftleşme fikrinin ulağı, tem silcisi ol­
ması, her yaş dönem inde m evcut olan ve aybaşından kesildikten
sonra da varlığını koruyan tek özelliktir: yaşlı k a n m uhabbet
tellâllığına devam eder, artık k en d in i değil de başkalarını düz-
dürecektir” (I, s. 351 v d ) . Daha da vahşisi: “K adının eğitim i ka­
dınlardan, tüm insanlığın eğitimi annelerden alınm alıdır" (I, s.
471); çünkü kadının tek hakikati kibar fahişeliktir, M eryem su­
retindeki kadın erkeğin yaratım ıdır, Ona tekabül eden bir ger­
çeklik yoktur. Tarihin bildiği en vahim kadın nefreti hakkında
bu kadarı yeter; hem ayrılık devrinin, hem [kadın hareketinin]
gri [m uhafazakâr] reform hem şirelerine indirgenerek zararsız-
laştınlm asının başlangıcında, kadına dair eşsiz bir anti-ütopya.
Ama tam da bu inkârın uçurum unda, kadın hareketinin hareke­
te geçirdiği Bilinm ezin, Şeyleştirilm em işin ne olduğu da aydın­
lanır. İnsanlığın kadından, yani o zamana dek sesi çıkan kadın­
dan özgürleşm esi olarak düşünülm em iş m iydi o [anti-ütopya]?
Kadın hareketinin tem el sorusu da cinsiyetin sınırlarıyla veya
böylesi sınırlar olup olmadığıyla ilgiliydi; kadın, cinsiyet engeli­
ni, şayet üzerinden atlayamıyorsa, insanlığın saklı-ayak basılm a­
mış içeriklerine ulaştıracak bir basamağa dönüştürebilir miydi?

213 Cinsiyet ve Karakter.


713
Dünyanın yarısının uyanmasına göz dikmiş mübalağalı düşlerdi
bunlar kuşkusuz, fakat derin bir tarihsel-toplumsal tasarıma da­
yanıyorlardı; Weininger’in hetaira'ya olan nefretiyle arzusu hilâ­
fına kokusunu aldığı bir tasanın. Esas olarak, temellendirilebilir
ütopyası ile kadın hareketi, Cannen’i yani hafızadaki H etaireia
[Hetaira’lı1'1 tavında tutuyordu; ama onun yanında A n tig o n e
özünü de, yani erkekler çağından önceki ikinci ilkel dönemi,
hafızadaki A naerkilliği. Her iki yaşam tarzı da ataerkillikten ön­
ceydi: avcılık toplayıcılık aşamasına tekabül eden, cinsiyetlerin
kuralsız karışımı ve tanm aşamasına tekabül eden, kadının ve
toprağın hükümranlığına dayanan analık hukuku. Her ikisinin
hatırası da, kâh açık kâh zımni olarak kadın hareketinde canla­
narak arkaik-ütopik fantezinin boşluklarını doldurdular. H etaira
çağı Bachofen tarafından mitik-tezyinî bataklık sembolleriyle
(kamış sapı, cangıl) yorumlandı, anaerkil çağ ise gece ve toprak
sembolleriyle (ay, mağara, başak). H etaira, kadın ve erkeklerin
cemaat içinde değiştirilebilirliğiyle, evlilik-öncesi çağdı; anaerkil
çağ ailenin, evet tüm cemaatin anneye tabiliğiyle evliliği oturttu.
Bachofen bu ilişkileri keşfetmekle ve tarihsel olarak tanıtlanabi­
lir olanın ötesinde onları kuşkusuz yüceltmekle, sonrasında ge­
lişen kadın hareketinin arkaik ütopya olarak içene doğanı ile ge­
tiriyordu: şurada dionizik yaşam, beride D em eter gecesinin214
geri kazanımı. Her iki yaşam formu da bir “kucak diline" tabi­
dir; gerçi daha sonra babalık hukukunun dünyası içinde artık
sessizleşmiştir bu dil - Menadvârı2'5 patlamaları veya efendinin
ilk gece hakkının kefaretinin daha yaşlı ve daha yumuşak Bona
Dea’nın216 hakkına ödenmesini bir kenara bırakırsak. Nitekim
â şık kadın mitosu Bachofen’de şöyle tınlar: “Onca zenginlikle
donatılmasının nedeni, ona münhasıran sahip olması için yal­
nızca birine verilen tazeliğinin solması olmayan Helena’dır, her
ölümlü karının ve her dionizik kadının büyük timsali.” H âkim e
olarak kadın mitosu, daha doğrusu arkaik ütopyası da şöyle çı­

214 Eski Yunan'da ziraat, verimlilik ve yaşam Tanrıçası. Efsaneye göre, Hades'in
kaçırdığı kızını yeraltında ararken işlerini ihmal etmiştir; geri dönüşü, yeral-
tının karanlığına atıfla geceleyin düzenlenen törenlerle kutlanır.
215 Menad: şarap Tanrısı Dionisos'un refakatçisi, delişmen kadın.
216 Eski Roma'da doğurganlık, bakirelik ve kadınlık Tanrıçası.
714
kar Bachofen'de: “İnsanlığı ilk olarak terbiye olgunluğuna erişti­
ği, b ü tün erdem lerin, varoluşun b ü tü n soylu yanlarının gelişimi
için hareket noktasını oluşturan ilişki, şiddetle dolu yaşam ın or­
tasında aşkın, birleşm enin, barışın Tanrısal ilkesi olarak tesir
eden anneliğin sihridir" (A nnelik H ukuku ü z e r in e On K onuşm a).
Demek, tam am ına ermem iş, kapitalist-olm ayan bir tem elde ha­
tırlanm ak ve sosyal ütopyayla geleceği belirlenm ek istenen bir
cinsiyet pekâlâ kadın hareketi içinde hareket halindeydi, hiç de
eski bakireler erkek-kızlarla sınırlı değildi. Kesinlikle şeyleştiril-
memiş, o zam ana k adarki şeyleşm eler içinde artık ve henüz sesi­
ni çıkartm am ış bir beklenti içindeydi. Kadın, onca zam an reşit-
likten uzak olduktan sonra, büy ü k annenin geçm işte kalm ış ve
hiç olm am ış adasını ataerkilliğe yerleştirm e talebinin zarif iddi-
alılığıyla çıkıyordu.
Bu hareket aynı anda eskimiş, yeri tu tulm uş ve ertelenm iştir -
hepsinin de sebebi var. E skim iştir, çünkü arkasında hiçbir şey
olm ayan kapılan tekm eleyip açmıştır, burjuvaca. Peşinde koşu­
lan hedef cinsiyetsiz çalışkan arı değildi ve b u rju v a zem inde
b u ndan ötesi de yoktur. Her ikisi de a n la n asla değerlendirm e­
yip yalnızca suyunu çıkartan b ir işletm en in m em urlanysalar,
kadının erkekle eşdeğer olup olm adığının ehem m iyeti yoktur.
Bu hareketin ye ri tutulm uştur, çünkü sınıf engeline karşı m üca­
dele olm adığında, cinsiyet engeline k arşı b ir m ücadele zavallı
d u ru m a düşer. K adın işçi k en d in i vardiyasındaki erkekler tara­
fından ayrımcılığa uğratılm ış hissetm ez, tıpkı genç erkek işçinin
salt bu vasıflarıyla yetişkinler tarafından ayrım cılığa uğratıldığı­
nı hissetm ediği gibi; proleter kadın hareketinde, proleter gençlik
hareketindeki önem li bir uğrağın tekrarını görürüz. İşçi erkeğin
d u ru m u n d a olduğu gibi, -d a h a beter vaziyette değilseler-, biz­
zat esir gibi çalıştırılan ameleler, kadının genel yan-söm ürge ko­
num u için aynca gözyaşı dökem ez. Kadın işçi, yoksul erkek iş­
çilerle beraber k en d in i zengin kadınlar ve erkeklerle kıyaslar.
Eski sosyal dem ok rasin in bile program ına “Kadın so ru n u işçi
sorunuyla örtüşür" m addesini koym uştu. Sovyetler Birliği, işçi
so ru n u n u çözdüğü için kadın sorunu diye bir şey de bilmiyor;
efendilik-kölelik bittiğinde, kadın da alt tabaka olm aktan çıkar.
Ü çüncüsü, kadını erkekten daha geniş kapsam lı ama aynı za­

715
m anda daha kesinlikten uzak belirleyen cinsiyet, elbette başlı
başm a içerik sorunu olarak devam e d e r (G ottfried K eller “kadı­
nın tem ellendirilem ez yarım lığından” söz etm işti). Bu da, kadın
hareketinin, proleter hareket tarafından ikam e edildiğinde dahi,
yalnızca ertelendiği anlam ına gelir. Şöyle ki: K adının şim diyle
kadarki erkek toplum larında o k ad ar az izaha kavuşan, salt aile­
nin ötesinde çok az bir belirlenim i olan cinsel özü, ekonom ik-
toplum sal özgürleşm eden sonra da b ir so ru n olarak belirir. Tam
da kadının ezilm esinin bitişi, per se ipsum [bizzat], kadınlığın
içeriğinin nihayete erm esini getirmez. Aşık, anne hatta şeyleşti-
rilm iş işçi-m ahlûk henüz hiçbir yerde ne b u içeriği son biçim ine
k a v u ştu rm u ş ve de onun ü to p ik im k â n la rın ı tü k etm işlerdir.
Aşık-kadın ve anne, en şâirâne biçim de yoğunlaştırılm ış katego­
rilerde bile nihâi biçim ine ulaşm ış değildir; nerede kaldı ki yeni,
henüz bilinm eyen ve hâlâ m ü m k ü n olan kategoriler. Sovyetler
Birliği'nde ilk âcil-genel inşâ sürecinde kendini gösteren, cinsi­
yet farklarının düzlenm esi deneyim i, fazla derinlere uzanm adı.
Tam da daha az talim atla düzenlenm iş girişim ler söz konusu ol­
duğunda, özgül kadın tutum ları ve enerjileri açığa çıktl - hâlâ
da kendilerini kanıtlıyorlar. Anne, G orki’nin gerçekçi rom anın­
da tem sil ettiği gibi, devrim ci çalışm ayı erkek yoldaşlarından
başka tü rlü anladı; o n u n iyilik, onun nefret ve onun id ra k tarzı
bir erkek tarafından ikam e edilemez. Toplamda cinsiyetler ara­
sındaki fark, sınıflı toplum un ürettiği yapay farklılıklardan baş­
ka bir sahadadır, o halde sınıflı toplum la beraber kaybolm az.
K adına ö zgü o la n ın a n c a k so sy alizm d e a şik âr h ale geleceği
oranda, cinsiyet ayrım ı da kaybolm ayacaktır. O n u içerıksel ola­
rak işlemeye yetecek kadar, form unu arayan Havva k adar kadın­
lık her zam an bakiye kalacaktır. Şimdiye kadar toplum un b ir ge­
leceğe tevdi ettiği, çokanlam hhk, yarı yarıya belirlenm iş, yanlış
belirlenm iştik ve belirlenm em işliğin m ayalanan karmaşası ve iç
içeliği bakiye olarak kalacaktır. N arin ve vahşidir, tah ripkâr ve
m erham etlidir, çiçektir, cadıdır, azam etli b ro n z lu k tu r ve acar
tü ccar ru h u d u r. M enad'dır, h ü k ü m ra n D em eter'dir, olgun J u ­
no,217 serin A rtem is’tir, m esen Minerva’d ır ve daha neler neler.

217 Eski Roma'da, doğum ve evliliğe hükmeden en yüksek Tanrıça.


716
M üzikal Capriccioso’duı-218 (S trauss’un Heldenleben’inde219 viyo­
lonsel) ve Lento’n u n , s ü k u n e tin kök-im gesi. N ihayet, hiçbir er­
keğin billemeyeceği b ir yay çizerek, Venüs-M eryem gerilimidir.
Tüm b u n lar b ir araya g etirilem ez niteliktedir, fakat bu durum
kadınlığın içeriğine d a ir so ru n u n üzerine b ir çizgi çekerek d ü ­
zeltilemez, ortadan kaldırılam az. Üstelik, kadında şim diye kadar
y üksek sesle ifade b u lm a m ış olan o üto p ik -b elirlen m em işlik,
kadının şim diye kad ark i b elirlenim lerindeki büyük değişiklikle­
ri ne kadar az etkilem iştir. Sanki esas m eselenin asla bilinm ediği
ve ortaya çıkarılam adığı d eneyler ve isim koym a denem elerin­
den ibarettir bunlar. K adınla ilgili ortaya çıkarılanlar, erkek ve
onun sıfatlarına kıyasla çok daha azdır; üstelik erk ek de savaşçı,
keşiş, C itoyen [vatandaş] ve sair tarihsel ö rn ek tiplerle, hayli
farklılaştırıcı, nihâî belirlenm işlikten hayli uzak bir geçmişe sa­
hiptir. Yani k adın harek eti yine de hâlâ kısm i bir ütopya oluştur­
maya kifayet eder - tıp k ı şim diye kadar bütünsel ütopyalar için­
de oluşturm uş olduğu gibi. Bu özgül beyan ve um u t, tarihten ve
tarih öncesinden gelen bir so ru n u n m irası olarak, sınıfsız top­
lum da da düşünecek ve eyleyecek çok iş çıkaracaktır. Gerek ki­
nik, gerekse yer yer libertinist-anarşist ütopyadaki hetairik h a t­
lara dikkat edin; h allo lm u ş şeyler değildir bunlar. Stoacı sosyal
ütopyadaki ve o n u n dogal h u k u k tan Rousseau’nın iyicil doğası­
na kadar u zan an te sirle rin d e k i an aerk il h atlara d ik k a t edin;
bunlarına nihayetine erdirilm iş değildir. K adınlığın kısmî ü to p ­
yasından unsurlar, şim diye kadar zaten b ütünsel ütopyalara pe­
kala katkıda b u lu n m u ş tu r : b ir h u zu rsu zlu ğun ve aynı zam anda
to p arla[n ]m am n k atkısı, u zaklara doğru giden idealin katkısı
(G oethe’ye göre, ken d i sözleriyle, “daim a kadınca bir form da ta­
sarlanan”). Bu cinsin kokusu, bereketi, m elodisi de, m utatis m u ­
tandis, ilerlem esi bilim e varm ış ütopyada etkisini sürdürür, öz­
gürlüğün krallığına giden yolda, kadınca ütopyanın içeriğinin
kendine m ahsus b ir artığı/fazlası vardır.
K endini darlıktan kurtarm a arzusunun, burjuva zem inde so­
nu gelmiştir, ötesine ancak sınıfsız toplum da geçilebilir. Bir ka­
dın hareketi için de artık ancak orada yeni bir akıntı, açık bir
218 Serbest, neşeli.
219 Kahraman Yaşamı.
717
yol, doğru bir em ir bulunabilir. B unun hangi ütopyacı güçleri ve
değerleri harekete geçireceğine dair, tıpkı toplam da sınıfsız in­
sanla ilgili olduğu gibi, henüz tüketilm em iş içerikten değil an­
cak istikam etten söz edilebilir. Şimdiye kadarki ağız kokusun­
dan, kadın tiplerinin telif edilemez karm aşasından çıkış yolunu
gösteren b ir istikam ettir bu. Kadınlık sıfatlanndaki ve tiplerin­
deki yanlış zenginliği m üm kün kılm ış olan tem ellendirilem ez
yanm lığın, nişansız deneycilik san atın ın kaybolacağı bir varolu­
şa eriştirir. Yanlışlığı ve belirsizliği bir tipten ve o tipe özgü tu ­
tum dan onu n la bağdaştınlam az olan bir başkasına süratli geçiş­
lerde de görülen b ir zenginlikti bu. H alihazır kadında çiçek-gibi
olanın “cadıyı yakın!”a dönüşebilm esi, acar tüccar ru h u n u n ne­
redeyse zahm etsizce Menad'a, hatta V enüs'ün bile M eryem'e dö­
nüşebilm esi, b u tekil belirlenim lerin öylesine geçici b ir suretini
su n ar ki, sanki b u n lar kadın varoluşunun düzenlenm em iş de­
neyleri bile olm ayıp m askelerden ibarettir. “iffetli L una220 uçu k
hayallerin neşesine kapılm ış” - M efisto'nun fısıldadığı bu cüm ­
le, histerik zenginliğin, yanlış bol çeşitliliğin ne anlam a geldiğini
gösterir. Kadın özgürleşm esinin som ut tarzı, b u n u n yerine, üto-
pik-özsel m isal oluşturan hakiki deneylere nişan alır; tipolojile-
rin karm aşası arasından, insan doğası içindeki kadın doğasının
sahici zengin liğ in i çıkartır. Ö n cesin d e kapitalizm de, şim diye
dek beliren kadın tiplerinin m odellenm esine iştirak eden envâî
çeşit yabancılaştırıcı mal kategorisinin, tahakküm kategorisinin
sınıfsızlaşan b ir toplum da ortadan kalkm ası, b u n u kolaylaştırır.
O zam an, kadınlığın o vakte kadar birçok yönden tahrifata uğ­
rayan, saptırılan sıfatlarının reel bir mirası, bir açılım bulabilir.
K adındaki reel-M üm kün, erkektekinden daha az şekillenm iştir
ama aynı zam anda kadim den beri, kadınlığın nihayetine erm esi­
ne dair tüm düş im gelerinde daha vaadkâr b ir yönelim e sahiptir;
tem ellendirilm iş fantezinin d ah a derinlerine uzanır. Tıpkı m üzi­
kal olanın, dakik ifadenin zaten kalıpladığı şiirsel olandan daha
vaadkar olması gibi. Ve tıpkı m üzikal olanın, biçim lendirildiğin-
de, en şiirsel sözlerden daha derine inebileceği gibi; kadındaki
ü to p ik olan, değerli ön görünüşünü sunduğunda, aslî insanî de­

220 Eski Roma’da ay Tanrısı.


718
rinliğin ve tesellinin bir çehresini taşır. Yum uşaklık ve m erha­
met, insanın dişi nüshasın d a daha yoğun b ir tesire sahiptir; Ar-
temis'e bağlı olarak bir kez d ü şü n ü lm ü ş olanın a n serinliğinin,
delikanlı suretleri arasında b ir emsali yoktur; Azize, H ıristiyanlı­
ğın en yüksek kıratıdır. Burjuva kadın hareketi, b ir burjuva h a­
reket olarak, böylesi im k ân lan n veya yeni im geler altında bunla­
ra tekabül edebilecek olanların idrak edilm esini pek az sağlaya­
bildi ya da hiç sağlamadı; serbest aşk veya Süfrajet gibi ehemmi-
yetsizliklerin ötesine geçemedi. Sınıfsız toplum la beraber insan­
lık ilkbaharına ererse şayet, b ir m utlaklık ifade etm eyen cinsiyet
engelinin üzerinden atlanm ası, d o n d u ru lm u ş belirsizliğin [saklı
kalarak] aşılm asının yolu açılacak dem ektir. Yaşamın gölgeli yü­
zü n ü terk etm iş b ir toplum kuşkusuz önce kadınlığa özgürlüğü­
nü verir ve ehliyetini teslim eder. Yoldaş olarak kadın, to plu­
m un, onu her bakım dan öznellikle yük lü ve şeyleşm em iş olarak
tutan yanı olacaktır.

E skiyen i ü lk e , S iy o n izm in program ı

Y ahudilerinkiyle kıyaslanabilecek bir acı yoktur. Başka k ü çü k


halklar da dağıtılm ış, to praklarından uzaklaştırılm ışlardır am a
peşinden kısa zam anda yok o lm u ştu r bunlar. N il kıyısında zorla
çalıştırılm aya sü rü k len en ö tek i kabilelerin a d la n bile kalm adı
bugüne. Yahudiler, daim a ev sahibi halkların dişleri arasında ol­
m alarına rağm en kendilerini yedirm ediler bilindiği gibi. K endi­
lerini ticarete ve yazıya vakfederek, korkuyla dolu, varlıklarını
sayısız ö ld ü rü cü darbeden sıyırıp kurtardılar - tâ k i yüzyıllar
sonra gettolar dışında hava birazcık daha tehlikesiz görünene
kadar. Yahudi yakılm ıyordu da daha çok dövülüyor, aşağılanı­
yordu artık. Burjuvazinin kurtuluşuyla beraber âlicenaplık geliş­
ti, kaftandaki sa n leke silindi, sonra kaftan da atıldı, 1800'ler ci­
varında Batı'da Yahudi yurttaş ortaya çıktı. Yeni m evkiine gü­
venle kuruldu; dışarıdaki hayatta da iş güç hâkim olduğundan
ve şövalyece veya devletli m eslekler onlara kapalı kalm aya de­
vam ettiğinden, çoğu işe ticaretle başladı. İspanyol terakki dev­
rindeki gibi feodaller ve kilise tahsillileri toplum una değil, hali­
hazır kapitalist toplum a dahil olundu. Fark yaratan bu durum

719
sadece genel iş yaşam ına öyle kurnazca atlayıveren Yahudilerin
sorum luluğunda değildir, uzun azap yolunun nihayet sona erdi­
ği istasyonun ne olduğu da önemlidir. Bu istasyonun geçici ola­
rak k u rta n c ı işlev görm esinin sebebi de, yine kapitalistliğinde-
dir: serbest rekabet, iştirakçilerinin h u k u k î eşitliğini talep eder.
Bu iştirakçiler arasında göze çarpan h er zam an Yahudiliğin en
iyisi değildi, tıpkı A lm anlığın veya Fransızlığın en iyi yanı olm a­
dığı gibi. Borsa h er taraftan güzel görünm ez, çağın ateşini yüzle­
re en sıcak çarpanlar da, liberal basının sü tu n la n idi. Yahudi ru ­
hu, her şeyi zevzekliğe boğan, sadece piyasa için üreten bir _ru ­
hun içine girdi ve orada ilerledi. Ne var ki başlangıçta, k u rtuluş
gerçekleştiğinde, böyle bir şey henüz görünm üyordu. Onca zul­
m ü ve tabii aynı zam anda onca ciddiyet ve k atı sofuluğu çevre­
leyen duvarların yıkılışı, bizzat lncilvârî bir etki yarattı. tik şa­
fak, u y u m u n şafağıydı; o n u n a rd ın d a n bir d o lu d e m o k ra tik
m utluluğun, yıllann felç halinden so n ra yeni yaşamın sökün et­
mesi bekleniyordu. Ama yalnızca Yahudiler değil, bilindiği gibi
Yahudi olm ayanlar da, kurtuluştan um ulanın içini tam d o ldura­
madılar. Yahudilerin diğerleriyle eşitliği, m evcut olduğu oranda,
geçici bir istisnaydı, kural olm adı. Sonunda yine, daha güçlü bir
şekilde, avara kasnak dönen b ir ilerlem e karşısında ancak ah­
m akların ‘akla gelm ez’ saydığı şey gerçekleşti: lm ha. Liberal
yurttaş, şayet kendisi vurm uyorsa Yahudilere, kenarda du rd u ,
tüfeğini çatmış. Ö lüm cül tehlike dem ek olan yurttaşlanndan n i­
hâi olarak k en d in i ayırm asından başka yapacak bir şey kalm a­
mış gibi görünüyordu ve görünüyor; aile yurdu ışıldıyor.
Aile y u rd u n u n parlam ası, ço k tan özlendiydi - uyum çiçek
açarken bile. B irçoklan gerçi Yahudi olmayı seçm ezdi am a şim ­
di, değiştirecek b ir şey olm adığına göre, b u n d an guru r duyuyor
tav n takındılar. Sahici bir g u ru r değildi bu, Vaad Edilen Ülke sa­
dece dudaklardaydı. Tıpkı, yaşam lannı katlanılabilir b u ld u k lan
ülkeden başka yere göç etm eyi asla d ü şü n m ey en onca Yahu­
d i'n in şimdi basbayağı Siyonist olm ası gibi. K ısm en sürülm üş
soydaşlarına olan m erh am etlerin d en Siyonisttirler, kısm en de
aslında in san ı b ir kaza sigortasına girmeye sevk edecek bir ih ti­
rastan ötürü. O rtodoks olm ayan Yahudiler iki bin yıldan beri ay­
nı arzu duasını ederler: Gelecek seneye Kudüs'te [Yeruşalim) -

720
tam da özellikle bu çevrelerde, sahiden geri dönm e fikri kuvvetli
tepkiyle karşılanm asına rağm en. D avut Krallığının yeniden k u ­
rulm ası düşü yine de politik olarak hiçbir zam an tam sönm e­
m iştir: Silâh alışkanlığını u zu n süredir. kaybetm iş halkı Türklere
karşı bir nevi Yahudi haçlı seferine çağıran David Reübeni (1530
dolayları) gibi askerî m aceracılar çıkm ıştı. İsrail'in k u rtu lu şu
yolunda önce insanları K udüs'e y u rd u n a çağırm ak isteyen sahte
M esih Sabetay Sevi (1640 dolayları) vardı. Bir halkın kendisini
hâlâ bir h alk olarak görm esi ve bağlılığını korum ası ön koşuluy­
la, köklerinin b u lu n d u ğ u ve b ü y ü k ölçüde yanılsam ayla orada
m utlu olduğunu hatırladığı toprağa dair h a tıra la n n ı ondan al­
m ak zor görünüyordu. Kovulan İspanyol Yahudileri bile, Filis­
tin'e değilse de Ispanya'ya olan hasretleriyle yiyip bitirdiler ken­
d ilerin i; ç o k ta n y o k o lm u ş s o k a k la rın , iç le rin d e ec d â d ın ın
Senores [senyörler] olarak o turduğu çoktan yıkılm ış evlerin ad­
larını çoğunlukla bugüne kadar korudular. D em ek b u rjuva se­
m asının henüz dostça pınldadığı sıralarda yurttaşlığın gerçekten
kazanılm ası da, h erkesin geri d ö n ü ş arzularını engellem edi - bu
defa dudakta kalm adan, can-ı g önülden bir sahicilikle. Şaşırtıcı
biçim de, uluslararası işçi hareketiyle kuru lan çok yanlı, yol gös­
terici, öğretici bağlantı da engellem edi bu n u . Tersine: Marx ile
Engels'in arkadaşı ve öncülü, so n ra la n Lasalle'ın arkadaşı olan
M oses Hess, tabii hep idealist bir diyalektikçi olarak, 1862'de,
en d o k u n a k lı Siyonist d ü ş kitabı olan R om und J e r u s a le m ^ 21
yazdı. Soyun ihyâ ediliciliğine inanan, aynı anda hem sıcak hem
puslu tarzının da yardım ı oldu buna. Hess so n âna kadar d ü rü st
b ir devrim ciydi, yine de sol Hegel o k u lu n u n “beyin dokum acılı­
ğına" bağlıydı. Ekonom i bilmezliği, spekülatif örüm cek ağı, pra­
tik naifliği ile K om ünist M a n ife sto yu öyle keskin keskin eleştire­
cek olan “hak ik i sosyalizm "e m ensuptu. Hess, Hegel'in aklın öz-
hareketini “kuvvetin ve iradenin” hareketi vasıtasıyla gerçekleş­
tirm ek istem esine rağm en, daha d o ğ ru su tam da b u nedenle,
idealist diyalektiğin içinde kaldı. Bu “eylem felsefesi" ile, tarihin
ekonom ik-m addî etkenlerini kavram aya doğru ilerlem ekten zi­
yade Fichte'nin eylem ine geri gitti. M arx'ın ekonom ik-m aterya-

221 Roma ve Kudüs.


721
list tarih kavrayışını kabul ederken, aynı anda Marx ve Engels'i
“Alm an felsefesinin sisler içindeki k o n u m u n u İngiliz ekonom i­
sinin dar ve kısıtlı konum uyla değiştirm ekle" itham etti. Yani
H eg'in kendisi ekonom iyi Marx'ın b ü tü n cü l anlam ında değil d ar
b ir anlam da tanım lıyordu; burjuvazinin tipik sınıf bilim i sayı­
yo rd u onu. Dolayısıyla H eg'in d iyalektik eylem inin m o torları
o lan “kuvvet ve irade" de birincil olarak ekonom ik alt üst edici­
likleriyle değil, F ichte'nin eylem kavram ına yanaşarak, etik a n ­
lamda ve nihayetinde ırk teorisi bağlam ında kavranıyordu. D ö­
n ü ştürücü Praxis'in reel öznesi olarak yüceltilm eye devam e d en
proletaryanın yanında, H eg'e göre tarih yapan kuvvet olarak ırk
yer alıyordu. Elbette, Marx ve Engels de bir tür iç doğa olarak
ırk ta n b a h se tm işle rd i, b u n u h a tırla ta n la r o la c a k tır. E n g e ls
1894'teki b ir m ek tu b u n d a “b ir ek o n o m ik etken" o larak ırk ın
önem ini teslim etm işti, M arx ek onom ik gelişm eyi “k o şu lların
him m etine, ırksal karaktere" de bağlı olarak açıklamıştı. “Mizacı
ve istidadı k ap italist üretim e" daha az veya daha çok y a tk ın
h alk lar vardı b u n a göre; M arx kapitalizm e yatkınlığı daha az
olanlar arasında T ürkler'i sayar. Fakat Marx ile Engels ırkı ne
özsel belirleyiciliği o la n b ir etken yapm ış ne de ona tarih içinde
sabitlik atfetm işlerdir; ırk ı fetişleştiren tasavvuru tü m üyle tuz
buz ederler onlar. M arx'ta ırk ın istidadı, insanın em ek etkinliği
aracılığıyla tarihsel olarak sürekli d ö nüşüm geçirir: “Bu [em ek)
hareketiyle kendi dışındaki doğaya etki etmesi ve onu değiştir­
m esi ile, aynı zam anda kendi doğasını da değiştirir." İşte HeS b u
noktada farklıdır, çü n k ü ırk onda ekonom ik bir etken o lm anın
ötesinde, aynı ekonom ik altyapı koştıllannda bile kendi başına
ideoloji o luşturan bir etken olarak da görünür - tinsel açıdan en
güçlü ırk da Yahudiliktir onda. Tarihte epeyce benzer zirai ik ti­
sat ve politik nizam a sah ip çok sayıda k ü ç ü k Ö n Asya halkı ol­
m u ştu r, lâkin M oses H ess'e göre “yalnızca Y ahudiler, b u g ü n
halkların peşinden gittiği sancağı taşımıştır". Törenin, peygam ­
berin sancağıdır bu ve yalnızca o n u n aşkına, üzerindeki Siyon
serlevhasının aşkına, Yahudiler tekrar eski topraklarına ekilm e­
lidirler. Siyonizm in, Yahudilerin iki bin yıl önce Filistin'de sahip
oldukları tesadüfi b ir ikam etten değil de Siyon'dan beri devam
ettiriyor olm ayı istediği şey işte budur: “Yükselt sancağını, ey

722
h alk ım ,” der H eg, Roma ve Kudüs'te: “M ısır m u m y ala rın d a k i
ek in to h u m lan gibi binlerce yıl uyuklasa da dölleyici kuvvetini
yitirm eyen canlı tohum , senin içinde saklıdır. .. A ncak m illî ye­
n iden uy an ışlad ır ki, Y ahudilerin dinsel dehâsı, to p rak anaya
d ok u n an dev gibi, k en d in e yeni kuvvetler çekecek ve peygam ­
berin kutsal ruhuyla tekrar canlanacaktır.” Bu patetik beyan ve
çağrıların, b u epeyce ileri giden vecd halinin içeriği ise, yine yal­
nızca sosyalizm dir H eg'te. Yahudiliği, peygam berden o k u d u ğ u
gibi, devrim ci p roletaryanın davasının yanına ilk çek en lerd en
biri o lm u ştu r o. H eg’e göre sosyalizm “P eygam ber ru h u y la Ya­
h u d ilik m isy o n u n u n zaferi” olacaktır; enternasyonal sosyalist,
“Filistin'de Yahudi ırkının yeniden dirileceği b ir eylem m erkezi"
kurm ayı yalnızca b u neticeye varm ak üzere planlıyordu: M amâ-
fih, Fransa'nın, h e n ü z em peryalist Fransa değil de H eS’in k en d i
şa h sın d a te s irin i s ü rd ü rd ü ğ ü n ü d ü ş ü n d ü ğ ü B ü y ü k D evrim
F ransası'nın yardım ıyla olm asını tasarlıyordu b u n u n . “Bir kez
yine kendi toprağına konduğunda, b ir kez yine dünya tarihinin
raylarına o tu rd u ğ u n d a,” Yahudi halkı R othschild m alikânesini
şaşkınlıklara gark edecekti: “İnsanların karşılıklı sö m ü rü sü sa­
yesinde yaşayan sosyal h ay v an lar âle m in in so n u g elecek tir.”
Moses Hess'in, peygam berden doğru, ab ovo [doğuştan] sosya­
list olarak düşlenen ve tasarlanan Siyonist ütopyası h a k k ın d a bu
kadarı yeter.
Ancak Batılı Yahudilerin çogu burjuvaydı, aralarında fazla işçi
b u lunm u y o rd u . Bundan ö tü rü , Siyonist düşler, o rta zü m releri
ancak artık sosyalist tınılı d egil de- ilım lı-serbestîci düşlere dö­
n ü ştü k le rin d e etkilediler. H eg 'ten u z u n sü re sonra, o n u n bir
öm ür ardından, yegâne etk ili olm uş Siyonist program ın m üellifi
olan Theodor H erzl çıktı; belki Yeremya vardı ama İşaya yoktu
b u program da. H er ikisi de, sosyalizmi iyice b ırak arak Siyonizmi
üstlenen Yahudi burjuvazisinin k o n u m u n a tekabül eden birisi
politik, birisi ideolojik ik i nedenden ö tü rü böyleydi bu. Politik
açıdan, orta züm relerin bunalım larına bağlı olarak, çevredeki za­
ten narin olan liberal Yahudi sevgisi çok geçmeden delik deşik
olm uştu. İdeolojik açıdan, liberal Yahudiliğin kendisi, peygam ­
b erlerin in vaaz ettiği ve salt hayırseverliğin icap ettirdiğinden
daha fazla paraya m al olacak olan tarafgir, devrim ci b ir sevgiden

723
söz edildiğini işitmek istem iyordu. Politik açıdan, Antisem it Bir­
lik denen b ir şeyin oluşm uş olması Herzl'ın başarısına katkıda
bulundu. Ritüelleşmiş cinayetler, Rusya ve Rom anya'dan, Maca­
ristan ve Almanya'ya yaklaşıyordu. Dreyfus Davasında Herzl, in­
san haklarını klasik burjuva ü lkesinin bile artık eskisi gibi olm a­
dığını gördü ama bundan, bağlılığını koruduğu burjuvalarla ilgi­
li değil de Y ahudi-olm ayanlarla ilgili sonuçlar çıkardı. H erzl'ın
Yahudi burjuvazisi üzerindeki nüfuzunda ideolojik açıdan, geri­
lim den uzaklaşm aya d ö nük burjuva yönelim ve Siyon düşüne
katılan liberal aydınlanm a düzeyi belirleyiciydi. Herzl h e r şey­
den önce peygam berin sosyal radikalizmiyle, Moses Hess'in sos­
yalist m isyonuyla ve ‘gerçeklikten uzak' denen fikirleriyle olan
her tü rlü bağlantıyı sildi; böylece Siyonizm liberal Yahudi b u rju ­
vaziye açıldı. H erzl, m ü stak il Y ahudi dev letin in m o d elin i de
Avusturya-M acaristan m onarşisinin temsil ettiği türlü çeşitli Irre-
denta'da222 buldu; tıpkı Çekler, Polonyalılar, Rutenyalılar, Ro-
menler, Sırplar, ltalyanlar gibi Yahudiler de kendi m illi devletle­
rinin kucağına dönmeliydiler. K udüs'ün kadim altın parıltısı bile
yoktu başlangıçta; H erzl'ın ütopyası, geleceğin ülkesini ararken
başta A rjantin'le Filistin arasında salınıyordu. Kenan diyarına
uzanan yollar, bazı b ü y ü k güçlerin h alihazır dalaverelerini ve
emperyalist çıkarlarını akıllıca hesaba katarak, reel politik-diplo-
m atik olarak tasarlanm ış yollardı: “Yahudi Sorunu bir m illi m e­
seledir; çözüm için o n u öncelikle k ültürlü halkların m eclisinde
çözülecek b ir dünya meselesi haline getirm eliyiz.” M oses Hess
de, gördüğüm üz üzere, dünya politikasının, Fransa'dan gelecek
yardım ını um m uştu; ne var ki H eg'te 1789'a uzanan bir naiflik
veya bir tarz rom antiklik olan şey, Herzl'da kapitalizm e uyum a
dönüşm üştü. Yahudiliğin önü n d e karışık evlilikler yoluyla soyu
tükenm ek veya m illî uyanıştan başka seçenek yok gibi görü n ü ­
yordu: Herzl ikincisini vaaz ediyor lâkin b u n u İngiltere veya bel­
ki de A lm anya'nın him m etine m uhtaç, S ultan'ın hüküm ranlığı
altında b ir cüce kapitalist-dem okratik devlet suretinde yapıyor­
du. 1896'da hayli ayrıntılı bir şema çizen Judenstaa(223 yayım lan­

222 Oradan kopmuş sayılan toprakları anavatana yeniden bağlama ülküsü.


223 Yahudi Devleti.
724
dı; kooperatif temelli özel serm ayelere dayalı b ir kapitalizm ola­
cak, toprak reform u yapılacak, toprak kam u m ülkiyetinde kala­
cak, elli yıllığına kiraya verilecekti. Yüzyıl d ö n ü m ü n ü n uygarlığı
to p y ek û n tran sfer edilm işti: “Bir daha M ısır'd an göç edecek
olursak, içinde et kaynayan tencereleri [bolluğu] almayı u n u t­
mayacağız.” Bu şekilde, Yahudiler isterse, “masal gerçek olacak­
tı"; 1900'de yazılan A ltneuland?1* adlı ü to p ik rom an, b u rjuva
ilerleme ülkesinin daha ayrıntılı tasvirini yaptı; kendi çadınnda,
kendi asm ası altında oturulan, deyim yerindeyse yurdundayken,
Avrupa’dayken olduğu gibi, am a şim di hep kendi arasında. Ya­
hudiliğin m odel ü lkesindeki ek o n o m ik değişim in kısıtlılığına
bağlı olarak, b u ütopya çok uzak geleceğe atılmaz; 1920 yılından
bir rapor olarak sunar kendini. Achad Haam gibi eleştiriciler, Ya­
hudi Devleti’nde bile Yahudiliğe özgü çok az şey bulm uşlardı; iş­
letm enin kendi toprağında, kendi büyük şehirlerinde sürdürül­
mesini sağlayan, elbette değer biçilmez önem deki güvenlikten
öte, Batılı uygarlık işletm esinden ayırt eden hem en hiçbir şey
yoktu. Yeni Ibraniceyleydi h er şey ve tabii ziraat, m andıra ' ko­
operatifi ve toprağa d ö n ü şü n h er banka m ü d ü rü n ü n ciddiye ala­
cağı _başka biçim lerinin, “karm aşıklığı azaltacağı" um uluyordu.
H erzl’ın Siyon’u , kapitalist-dem okratik b ir arka planla, doğrudan
doğruya erişilebilir o lanın ütopyasıydı; henüz elde edem ediği
tek şey olan, sıkıca kök saldığı toprakla ilgili de hayaletlerin pe­
şinde koşm uyordu. Böylece Yahudi işadam ının, keza avukatının
özgül idealizm ine m ünasip düşerken, M illilikle ilgili olarak, asi­
m ilasyona çok sert, Moses H e ^ 'in k in d e n de sert bir darbe indiri­
yordu; Herzl’a göre Yahudi m illi bilincinin cevheri, o n u n m isyo­
n u n d a değil g u ru ru n d ay d ı. D iasporadaki bin b ir çarp ık lık ve
parya form ları o rtad an kaldırılm alı, ama o n u n yanında Moses
Mendelssohn225 veya asim ilasyonun diasporayı aydınlatm ayan
tersine m evcut haliyle onaylayan yanlış şafak kızılı da sö ndürül-
meliydi. B unun yerine, Siyonizm veya anti-M endelssohn’la bera­
ber, ikinci ve sahici şafak kızılı sökün ediyor görünüyordu: “Ya­
hudi halkının Filistin’de kam usal-hukuksal [anayasal] güvence­

224 Eskiyeni ülke.


225 18. yüzyılda Yahudi Aydınla^^ı’nın öncülerinden olan Yahudi-Al^n filozof.
725
ye bağlanmış yurduna kavuşm ası". En azından yatırım heveslisi
göçm enlerin ve m uhakkak ki M ısır’da tencerelerinde et kayna­
tanların daha sıkı b ir asimilasyonu varsaydığını ve kullandığını
dikkate almadan. H asidim 226 Tel Aviv'i kurm ayacak, Talm ud ted­
risatı yapanlar Einstein'ın herhangi b ir el yazmasını K udüs Üni-
versitesi'ne getirmeyecek, orada Kabala profesörleri değil de Ka­
balacılar olacaktı o zam an. D evralınan h alihazır kapitalist-de-
m okratik devletin b ir neticesi olarak Yahudi faşizmi bile, bu de­
vir olmasa, hiç bilinm eyecekti. H erzl'ın ütopyası in n u c e 227 ro­
m antik Siyonist Moses H ess'in g ö rü n ü rd e çok asim ile görünen
ütopyasından daha fazla asim ilasyon ifade eder. HeB eski Mesih-
çiliğe çok daha y akından bağlıydı, ölüm üne d ek işçi hareketi
içinde m ücadele eden ve tam da uluslararası işçi hareketiyle olan
bağlantısıyla peygam berin ru h u n u yeniden etkin kıldığına ina­
nan bir sosyal Siyon m üm iniydi o. HeB'in H erzl'dan farklı olarak
gösterm eye çalıştığı gibi, yeniden dirilişin aile m ezarlığından da­
ha önem li olduğu bir Siyonizmin varlığı aşikârdır. Burjuvazinin
Yahudi m illî bilincinin dirilişi değilse de, çok eski, defalarca gö­
m ülm üş bir inancın dirilişi. Bu im an da, yine bir ütopya olması
bakım ından,"Filistin'de bir eylem merkezi" arıyorduysa da, bu
merkez belli ki bir ışın kaynağı, dünyaya yönelik bir çağrı olarak
düşünülm üştü, bir cüce devlet olarak değil. Sosyal mesaj ve pey­
gam ber mirası olarak Yahudilikte etkisini sü rd ü ren ve Yahudiliği
önemli kılan tek etken olan şeyi, M oses Hess Filistin'den çok
uzakta ilan etmiş, Marx ise ona Filistin’e b ü sb ü tü n yabancılaş­
m ış olarak m evcudiyet kazandırm ıştı. O nların nazarında Siyon,
“sosyal hayvanlar âlem i"nin yıkıldığı ve diasporanın, söm ürü­
lenler diasporasının sona erdiği her yerdeydi.
Düş, Herzl tarafından burjuv alaştın r burjuvalaştırm az, hem en,
işlemeye başladı. K uşkusuz ustaca geliştirildi; 1897'den itibaren
Basel'de düzenli Siyonist kongreleri toplandı. Hareket büyüdü.
Azınlıklarda o zamana kadar görülm edik bir gönüllü nakil hare­
ketiydi bu. Başarıya da yaklaşılıp duruyordu; Yahudi olm ayan­
larda da karşılık bulan, duygusallıktan tüm üyle uzak bir akım dı

226 Sofu Yahudiler.


227 Esas itibarıyla.
726
b u n u n nedeni. Yahudi olm ayanlar arasında, Siyonizm e d ö n ü k
basbayağı d u y g u sal a k ışla r da olm u ştu : İngiliz d ev rim indeki
M illenium cularda ve son ra habire, başka A dventist m ezhepler­
de. Fakat b u n lar güçsüz, geçici ve m itiktiler; egem en sınıf tlyas'ı
beklem ez. Buna karşılık İngiliz tarafı çoktandır H indistan'a ge­
çiş y o lun u n güvenceye alınmasıyla ilgiliydi ve F ilistin de tam
d o ğ ru yerd e d u ru y o rd u . Bir p o litik a y azarı, H o llin g w o rth ,
HeS'ten hatta H erzl'dan da ö n ce burada bir Yahudi devleti ku­
rulm asını teklif etmişti (Jews in P a le s tin e ^ 8 1852). Palm erston,
Beaconsfield (bu tabii pek şanlandırılan Israili kabile duygusuy­
la cilveleşiyordu), Salisbury gibi lordlar, Bâbıâli'yle imtiyaz pa­
zarlığına oturm uşlardı bile. Ingiltere'nin yalnızca kara geçişiyle
ilgilenmediği doğrudur, 1903'te Herzl'a söm ürge yerleşimcisi ek­
siği çektikleri ve bir zam anlar Avustralya'da yaptıkları gibi hü­
küm lülerle dold u rm ak istem edikleri D oğu Afrika'da da toprak
teklif etm işlerdi. Dahası, Filistin'de çık an olan sadece İngiltere
değildi, Kayzer 11. W ilhelm ve Alm an em peryalizm i de Siyonist
hisler taşıyorlardı; Kayzer 1898'de H erzl'le Alman korum ası ve
T ürk hük ü m ran lığ ı altında, Yahudi b ir Filistin üzerine m üzake­
re ediyordu. B unun vesilesi, D eutsche B ank'ın^9 Bağdat dem ir-
yolundaki artık neredeyse bizzat bir deyim haline gelmiş çıkar­
larıydı ve genel olarak A lm anya'nın hasta adam T ürkiye'nin m i­
rasına sinsice sızma çabalan da bununla bağlantılıydı. Böylelikle
Siyonizm, birçok farklı tarafta olm akla beraber H erzl'ın dediği
gibi “k ü ltü rlü halkların m eclisine" em anet edilm iş oluyordu,
em peryalist politikanın dama tahtasında b ir taş olarak. Fakat al­
m an emperyalizm i oyunu kaybedip. de Türkiye “Islâm ın k o ru ­
yucu su n u n ” şem siyesinden m ahrum kalınca, Foreign O ffice'in230
evraklarında çoktandır g ü n ü n ü bekleyen şey 1917'de ilan edildi:
Balfour Deklarasyonu. Filistin'in, Britanya m andası altında, Ya­
h u d i h a lk ın ın k a m u s a l-h u k u k s a l y u rd u olacağı d u y u ru ld u .
H erzl'ın program ının bazı kısım ları, her zam anki âlicenaplığıyla
em peryalist İngiltere'nin işine geliyordu. Şayet b u deyim i kulla­
nabileceksek Siyonist düş de, faşizmin m üstakbel kurbanlarına

228 Filistin'de Yahudiler.


229 Alman Merkez Bankası.
230 lngiliz Dışişleri.
727
bir sığınma sağlayabilm ek bakım ından tam zam anında gerçek­
leşti. Daha doğrusu: Bu y u rd u açan İngiltere, tam da en acil ihti­
yaç duyulan anda kapatm ış olmasaydı, tam zam anında yetişm iş
olacaktı. Ne var ki 1939'da, tam doğru yılda, izleyen beş yıl bo­
yunca buraya azam i 75, 000 Y ahudi'nin yerleşm esine izin verile­
ceğine, o n d an sonra ise yeni yerleşim cilerin A rapların onayına
tabi olacağına yani fiilen buna izin verilm eyeceğine dair b ir
WhWhite Paper23' neşredildi. Arap M ısır'ın ve M üslüm an H indista-
nı'nın ticaret yaşam ında sükûnetin bozulm am ası, İngiliz insan-
severlerinin gönlünü, Avrupalı Yahudiler'in yaşam ının kurtarıl­
m asından daha çok titretiyordu; “and,", diyordu Churchill, “the
logic in doing so is sim ple”.232 Birkaç m ilyon Yahudi'yi onları kı­
yım dan geçirm eleri için N aziler'e b ırak m ış o ld u la r yalnızca,
evet, F ilistin 'e çık m aların ı engellem ekle, N aziler'in kollarına
sürdüler onları; İngiltere, h er zam anki' ahlakîliğiyle öyle sıcacık
kınadığı cinayete yardım etmiş oldu. Balfour D eklarasyonu’ndan
kalan yurtluk, doğrudan “Arap devleti” olarak yorum landı, bu­
rad ak i Y ahudi nüfus A rapların ü çte b irin d e n fazla olam azdı.
H erzl’ın Yahudi devleti böylece, Yahudilerin ikam et hakkı bakı­
m ından, Yahudi devletinden önce Çar Rusyası dışında hiçbir ül­
kede bilinm eyen bir nuı.mıerus c la u s u s 'l^ 3 karşı karşıya kalmıştı.
H erzl'ın b u -devleti gerçekleştirm ek için kullandığı araçların ver­
diği sonuç, o araçlara tekabül eden b ir gerçeklikti: Yahudi ülke­
si, p o litik yönden rahatsızlık v eren Yahudilerin can sıkıcı yaban­
cılar o la ra k teh cir edilebileceği b ir ü lk e o lm u ştu . K uşkusuz,
araçlar h e r za^man am acı ^ h v e tm e z le r , sebep-sonuç ilişkisi, ca­
usal aequat effectum 234 söz k o n u su değildir burada, başka türden
araçlar da d u ru m a g-Ore iyi bir am aca ulaşm ayı sağlayabilirler;
a ^ o zam an a^macrn kendisi başkasına avuç açm ayan, kudretli
bir am aç K^udretli değilse, o aracı kullanm az da araç
o n u kullanır. Ve e^mperyalizmini araç olarak kullandığı İngiltere
gibi bir ^ ^ ^ i s t - d e ^ k r a t i k yapıya sahipse, o zam an daha güç­
lü serm ayenin çı^kan ^daha zayıf o lan ın program larına galip gele­

231 Dış politikaya ilişkin resmi beyanname.


232 Ve böyle yapmamızın mantığı basittir.
233 Sayısal kısıtlama.
234 Sebep sonuça tekabül eder.
728
cektir. Nitekim Siyon İngiliz im p aratorluğunda mal verilecek bir
dizi dük k ân d an birisi h alin e geldi, dahası, Y ahudilerin ayrılığı,
b ir işgal biçim inde gerçekleştiği için, kendisi de yine Britanya
em peryalizm inin o y u n u n d a b ir k art olarak kullanılan Arap m illi
devrim ci hareketinin b ir nefret nesnesine d ö n ü ştü . Faşizm den
veya sadece toplum sal b ask ıd an k açabilm iş olan Y ahudilerin
şim di A raplar’la y en i b ir çatışm aları o ld u ve planlanan Yahudi
devleti onlar açısından, Hitler'e dek asim ilasyonun teşkil ettiğin­
den bile daha zor b ir d u ru m oluşturuyor. B uradaki zorluklar hiç
de geçici gibi görünm üyor; ola ki coğrafi Siyonizm yine salt H it­
ler faşizm inin sona erm esinden sonra k apitalist ülk elerdeki bir
avuç Y ahudi'nin Filistin’e gitm e izni istediği b ir program dan iba­
ret haline gelsin. Veya daha esaslısı: genel b ir toplum sal alt üst
oluşun, b u üzerinden kan dam layan cüce devlet sorunlarım çöz­
mesiyle zorlu k lar da hafiflesin. Böyle b ir alt ü st oluş ise N eue
Freie Presse'den.235 Yahudi Herzl'ın değil, b ir Siyonist olm am akla
kalm ayıp n e olduysa Siyonist olm am ası sayesinde olan, ne yap­
tıysa Siyonist olmaması sayesinde yapan Yahudi Marx’ın hesabı­
na yazılacaktır. Tam da Siyonist coşk u n u n başlangıcındaki yan­
lış da olsa köken itibarıyla daha iyi, öznel yönden saf istek: Fi­
listin'de o zam ana k ad ark in d en tam am en başka bir nervus re-
ru m 'la236 g e rç e k te n b ir y en i b a şla n g ıç y a p m a iste ğ i, h iç de
H erzl'ın ihsanı değildir. Yahudi gençliği esk i toprağın işlenm esi­
ne m uazzam b ir heyecan akıttı, niyet bakım ından O w en'in veay
C abet'nin Kuzey Am erika’daki girişim lerine akraba hatta yer yer
kolhoz denem eleri niteliğinde olan ta n m k o m ü n leri k u ruldu;
her halükarda, burjuvazi ve spekülesyonun çağdaş reel ifadesi
olan T el Aviv'in uzağındaydı b unlar. Fakat b ü tü n b u n lar yalnız­
ca, n ü fu su n u faşizm den kaçanların o luşturduğu İsrail devletinin
bizzat faşist b ir devlet olm asına yol açtı. Beşiğinde salladığı siyo-
nizm in kulağına Herzl’ın da fısıldam adığı b u acı son, İsrail'in,
A m erikan em peryalizm inin Ö n Asya'daki —ü stelik doğru d ü rü st
hâkim de olunam ayan— b ek çi k ö peğine d ö n ü şm esi n o ktasına
vardı. H er ik i arketip, M usa a rk e tip i ve ötekisi: M ısır-Çöl-Ke-

235 1864-1938 arasında Viyana’da çıkan liberal gazete. Herzl'ın yazdığı bu gaze­
teye Marx da Londra'dan muhabirlik yapmışür.
236 Her şeyin siniri. Para için söylenir (Pccunia n e ^ s rerum).
729
nan, devrim süreçlerinde başka b ir güç ve u m u d u n serpilm esini
sağlamışlardı. Fakat Yahudi devletine bakınca, kendi arketipleri
bile Yahudiliğe yabancılaşm ış gibi görünüyor; tabii, Marx örne­
ğinin gösterdiği gibi, h e r zam an doğru değildir ' bu. Buradan çı­
kan sonuç da aynıdır: H erhangi bir azınlık veya m illiyet so ru n u ­
nu n yalıtılm ış b ir çözüm ü olamaz. Bu d em ek tir ki: Yahudi so ru ­
nu den en m eselenin, böyle b ir şey varolduğu ölçüde, toplam
ekonom ik-toplum sal so ru n u n çözüm ü d ışın d a b ir çözüm ü yok­
tur. Filistin’de Siyonizm bile böyle b ir arınm a olm adan m üm ­
kü n değildir; artık pax B rittanica yoktur, nerede kaldı ki pax
A m ericana. İnatçı ve acayip bir fenom en olan antisem itizm in de,
varsın birçok psikolojik, antropolojik veya hatta m itolojik yan
sebepleri olsun, tem eli basitçe iktisattır. L enin’in zam anında bir
Rus Siyonisti, Bolşevizmin, eski peygam berlerin vaaz ettiklerini
gerçekleştirm eye başladığını söylem e gereği duym am ış mıydı?
Sovyetler’in hedefi İncil'inkiydi ona göre, bilerek veya bilm eye­
rek. Böyleyse, M oses H ess’in anladığı anlam da Siyonizm saklı
kalm ış ve kendi cüce devletine sahip olm adan da yapacağı yeni
b ir şey var dem ektir. Aynı anda hem n u rlu geçm iş hem geleceğe
dair u m u t olm ak, Siyonist ütopyaya özgü değildi; başka m illi ve
azınlık ü to p y aları da aynı hedefi güderler. P rusya’daki Sorb-
lar,237.1918 öncesinde Çekler, Polonyalılar, hepsinin b ir gelenek-
sel-ütopik uyanış d üşü vardı. A lm anlarda da vardı bu, Kayzer’in
1806-1871 arası düşlerin d e, b u rad ak i envai çeşit yurtseverlik
fantezisinde. Yani salt Irredenta da Siyonist grup ütopyasını di­
ğerlerinden ayırt etmez veya o nu tem ayüz ettirm ez; her ne ka­
dar, üç ay n krallığa bölünm üş olan Polonyalıların yine de kendi
yurtlarında oldukları yerde Yahudilere Ahasver238 olarak bakılı­
yor olsa da. Buna karşılık Yahudi ü topyasının m üstesna yanı, ilk
kez M oses Hess tarafından vurgulanm ış olm ayan, peygam berin
niyeti/yönelim i d oğrultusunda eylem de b ulunm a y ü küm lülüğü­
nü koym uş olm asıdır; b u yüküm lülük, Avrupa'da M oses Hess'in
zam anından bu yana olgunlaşm ış b ulunan devrim ci durum da,

237 Batı Slavlar.


238 Ebedî Yahudi. Hıristiyan efsanelerine göre, evinin eşiğinde bir an soluklan­
mak isteyen çarmıha gerilmiş İsa’yı geri çevirdiği için lanetlenmiş ve lsa
dünyaya dönene kadar yaşama mahkûm edilmiştir.
730
tabii ki “Filistin'de b ir eylem m erkezini" gerektirm ez. Coğrafi
b ir Siyonizm i gerektirm ez; kapsam lı bir ö zgürlük hareketinde
Yahudilerin son gettoyu da gereksiz kılm ak için h er zam an yeri
vardır. Yahudiliğin sahici yurdu: ait o lunan h er ülkede, gün ışı­
ğında, hareketin içinde olm ak gibi görünüyor. Şayet Yahudilik
sadece daha yüksek veya alçak olm ayan b ir antropolojik hususi­
yet teşkil etm ekten öte, sahici Kenan'a d ö n ü k, artık m illi kısıtlara
tabi olm ayan belirli b ir Mesihçi duyuyu tem sil ediyorsa; "Gide-
on'nun kılıcıyla’^ 9 Thom as M ünzer'de bulunur da o, Rotschild m a ­
likânesinde bulunm az.
Nefreti baştan iktisadi tem elde açıklam ak, çoğu kez isabetli­
dir. Ancak el atılabilir durum da, sıklıkla yabancı, en iyisi zayıf
durum da olandır, kapıp götürm eye elveren. Eskiden beri en ra­
hatı, nefreti ve öfkeyi Yahudilere boşaltm aktı, daha da iyisi ve
kolayı zenginlerindense yoksullarına; belâyı onların sırtına yık­
m ak her zaman en kolayı olm uştur. Ç ingeneler hele zenciler gi­
bi dikkat çekici değildir onlar, fakat tam da aşina yabancılıkları
nedeniyle daha sevilen gün ah keçileridirler. Naziler gelene ka­
dar, onların sırtına bir zam anlar cadılara yüklendiği kadar m u­
azzam yük bindirilm em işti, buna m ukabil ‘zararlı’ olarak tak­
dim leri aydınlanm ış g üruh nazarında daha inandırıcıdır. Arzula­
nanın dışlaştırıldığı arzular, isteksizlikler ve imgeler, keza arzu­
lanm ayanın dışlaştırıldığı imgeler vardır; Yahudiler de, bir kere­
sinde M usil'in isabetle kaydettiği gibi, daha eskilerde büyücü­
n ü n hastanın boğazından çekip çıkardığı fetişin tem sil ettiği, ar­
zu edilm eyenin im gesini sunm uşlardır. İktisadi sıkıntıya kuşku­
suz insanın şam ar oğlanından aldığı zevk de ekleniyordu, çok
eski ve inatçı b ir zevktir bu. T üm b u n la r d oğrudur ama yine de,
açlık olm asaydı, kibar b eyler ve saptıran lar olm asaydı, günah
keçisinin asılacağı o direk de. dikilm ezdi. Yahudi nefretinin m o­
tivasyonu zam anın akışı içinde üç kez değişti, şiddeti de hep de­
ğişikti, temel saik ise her zam an açık seçiktir. A ntik çağda, Ya­
hudilerin kendilerini paganlardan ayırt etm elerindeki, ayrı bes­
lenm e kurallarının, ay n bayram günlerinin olm asındaki ve buna
benzer şeylerdeki gûya kibir, tah rik edici b u lu n u y o rdu. Hatta

239 Gideon: Tevrat’a göre, ölüm kalım savaşında çok küçük bir kuvvetle Midya-
nîleri yenip İsrailoğullan’nı kurtaran kahraman.
731
Yahudi Philo, P lato n ’u n [fikirlerinin] en önem li kısm ını M u­
sa’ya borçlu olduğunu iddia etm işti; kuşkusuz biraz ileri giden
bir iddiaydı bu - hele, henüz pek az O ryantalleşm iş olan bir Ro-
m a’da. O naçag’da Yahudi nefretinin m otifi Yudas’tı - b ü tü n d i­
ğer m ü ritlerin yanı sıra bizzat İsa’nın da Yahudi olduğuna aldır­
m adan. Faşizm d evrinde ise antisem itizm bakım ından ırk teorisi
ve ‘Siyon Bilgeleri’ iş yaptılar; çün k ü Yahudi İsa’nın çarm ıha ge­
rilmesi faşistlerin içini kıymaz hiç, tersine sem patik bile gö rü ­
nü r onlara: onun kanıyla beraber tüm Yahudiliğin kanı akıp tü-
kenm elidir k i, Ariler kurtulsun. Bunların birbiriyle bağdaştırıla-
m ayacak m otifler oldugu açıktır am a antisem itlerin söylediği gi­
bi, Yahudiye karşı içgüdülerinde birleşirler. Sanki Yahudi, pog-
rom ların iktisadı seb ep lerin in yanlış bilin cin e ve ideolojisine
hep aynı m üstesna vesileyi su n arm ış gibi. Sanki bu insan grubu­
nu n kendisinde sahiden, iki bin yıldır her zor d urum da ona suç
kaynağı olarak m uam ele edilm esine yol açan birşeyler varm ış
gibi. Yahudilerin umacı olarak kullanılabilirliğindeki bu geniş­
lik, Incil’in tüm beyaz ırkı vecd dolu inşâ amacı için geniş geniş
kullanılabilir görm esinin neredeyse suretini oluşturur. Aynı In ­
cil’in yazarlığını Y ahudilere teslim e d erk en b u n u n şerefine el
koym ak da em sali g örülm edik bir iştir. Beer-Hofm ann’ın Jaafeobs
Traum’da240 yaptığı gibi, şiirsel biçim de de ifade edebiliriz bunu.
O rada şeytan şu kehanette bulunur: “Senin sözüne tabii m eyle­
derler / Ama kan çanağına çevirirler / H erkesin ganim etini ala­
cağı halk olacaksın /sözlerini sarfeden o ağzı.” Yahudiliğe bu iki­
li bakış, Yahudiliğin algılanışındaki bu emsalsiz bilinç yarılm ası
k u şk u su z neredeyse özerk hale gelmiş, tekinsiz bir nesne nefre­
tini işaret eder; ikt^isadî saptırm a m anevraları ancak bu nefretin
varlığında m ü m k ü n olabilm iştir. B unların hepsi de doğrudur,
tıpkı şam ar oğlanından alm an zevk kadar doğrudur; fakat Yahu-
di-nesnenin temsil ettiği söylenen iticiliğinden fırlayan o az bi­
raz rasyonel taş da, kara dayalı iktisadiyat olm asaydı değm ezdi
hiçbir yere. Değişen b ir şey yok: Ekonom ik-sosyal devrim , Ya­
hudi so ru n u n u ânında ortadan kaldırır. A ntisem itizm Siyonist-
lerin inandırm aya çalıştığı gibi ebedî bir yapı değildir, öyle ol-

240 Yakup’un Düşü.


732
saydı bile, bir Arap ülkesinin işgaliyle ve b u n u n getireceği yeni
sürtüşm elerle, yeni bir Yahudi himayeciliğiyle değil ancak Yahu­
dilerin k en d i kendilerini kapısız penceresiz çorak bir adaya sür­
gü n etm eleriyle yum uşatılabilirdi. Bu da ne T heo d o r H erzl'ın
anladığı anlam da k a p italist-d em o k ratik o lu rd u , ne de M oses
Hess’in anladığı anlam da sosyalistçe. Moses Hess, Sovyetler Bir-
liği'nin ve Sovyet birliklerine gidilen çağda artık K udüs'te ko-
num landırm azdı, kastettiği K udüs'ü. T ü n elin ucu görünm üştür,
lâkin kesinlikle Filistin'den değil M oskova'dan görülen bir ışık­
tır bu; ubi Lenin ib iJern sela m ™ Yahudilerin hâlâ bir m illet olup
olm adığı gibi b ir sorunum uz yoktur; bir m illet teşkil etm ekten
çıkm ış olsaydılar, - k i Batı Avrupa'da aynen b öyledir-, yeniden
ayıklama yoluyla yitirilm iş olanı geri getirm ek m ü m kün olabi­
lirdi; Filistin'de doğan İbranice konuşan kuşak örneğinde buna
benzer bir şey pekâlâ başarılm ış görünüyor. Bu millî-Yahudi ba­
kış açısından sevindirici hatta zo ru n lu g örünebilir ama insanı
başka k ü çü k halkların bekasından daha fazla m üteessir edecek
bir mesele de değildir. Yahudilik kendi İncil'inde kendi varolu­
şu n u n daha belirli bir Pathos'unu da ileri sürer; o Pathos olm adan
varoluşu da ehem m iyetini kaybedecektir buna göre. Dem ek kar­
şım ızdaki tek soru budur: Yahudiler, bir millet olsunlar olm asın­
lar, H uruç/G öç T anrısı’n ın kölesi İsrail'e söylediği “R uhum u
o n u n üzerine koydum , m illetler için hakkı m eydana çıkaracak­
tır" (İşaya 42, 1) sözünün bir vaad değil de bir görev olduğuna
dair bir bilinci hâlâ taşıyorlar mı? Bizzat sefalete düşm esi keha­
net edilen ve sefaleti herhangi bir h alk tan daha fazla yaşamış
olan bir halka, böylelikle üstlendiği şeyi bildirir bu söz: “... kör
gözlerin. açasın, m ahpusları zindan d an ve karanlıkta o tu ran lan
hapishaneden çıkarasın" (İşaya 42, 7). Yahudiler de bu doğrul­
tuda bir m isyon gütm üşlerdir, H ıristiyanların ve M üslüm anların
yanına yaklaşam ayacak ölçüde de olsa. N ubya kabileleri yasa-
yı242 kabul ettiler, İsa'dan sonra ikinci yüzyılda Yahudi dini Çin'e
nüfuz etti, sekizinci yüzyılda b aşk en ti A strahan olan H azar İm ­
paratorluğu Yahudiliği k ab u l etti. Mamâfih b unlar geç bir tarih-

241 Lenin neredeyse Kudüs orasıdır.


242 Yahudi Yasası, Töra.
733
te vuku buldu ve m uhtem elen esaslı bir [dini) ajitasyona dayan­
m ıyordu; diaspora da giderek davetkarlığını yitiriyordu. Yazılı
m etinlerin de hem en tam am ı, m isyona ancak Yahudiler vasıta­
sıyla açık tu tu lm ası gereken o M esihçi eğilim ve o n u n yayılması­
n ın geleceği anlam ında değinirler: “B ütün m ukaddes dağım da
zarar verm eyecekler ve helâk etmeyecekler; çünkü sular denizi
nasıl kaplıyorsa, dünya da Rab bilgisi ile dolu olacak" (Işaya 11,
9). Böylesi eğilimleri hatırası, en ufak bir Siyonist milli bilinci
olm ayan Yahudilerde, Joachim di Fiore’deki k ad ar ateşli olabilir.
Tersine, h ad safhada tırm andırılan milliyetçiliğin devranını ken­
dilerine uyarlayan ve her m üstakbel E ntem asyonal'i tacirlerin
kozm opolitanizm iyle karıştıran Yahudilerde de tam am en eksik
olabilir. E n tern asy o n alin b ü tü n milli bayrakların birbirine teğel-
lenm esinden öte bir şey olmayacağı kanaatinde olanlarda da ek­
siktir bu; onların da derdi, Siyonizm in mavi-beyaz bayrağının
bu konserde eksik kalm am asıdır. Oysa Yahudilik bir peygam ber
hareketiyse şayet, üç b in yıldır Siyon adı altında düşünülenlere
dair bir hareket ise, o zam an halklara aittir, A kdeniz’in doğu kö­
şesinde b ir Ingiliz protektorasına değil. Gerçi tilkiler ve kurtlar
birbirlerine iyi geceler dilem iyordur orada am a Süveyş Kanalı ile
M usul petrolü, A rap gerginliği ile Britanya etki alanı, çöken im 7
p aratorlu k ile A m erikan canavarı merhabalaşıyorlardır. Böyle bir
şey, Moses Hess’in fikri karşısında hafif kalır - veya çok ağır. H â­
lâ bir Yahudi m illeti m evcutsa, o n u n k u rtu lu şu sosyal kurtuluşla
ö rtü şe c e k tir; veya Y ahudi d e v le ti , B ritan y alı m ü b a y a a c ın ın
1917’de im paratorluğun ödem e gücüne sahip olduğu zam anla­
rındaki kadar kadar ilgi gösterm ediği ve şim di A m erika’yı n ü k ­
leer savaşa sü rükleyen bir icattır. A rtık bir Yahudi m illeti m ev­
cut değilse, o zam an da en iyi Yahudilerin, tecrübelere bakılırsa,
büy ü k Babil’in ve N ew World’un243 çökü şü n ü n ifade ettikleriyle
eski bir akrabalıkları vardır. Bu düşün eylem m erkezi, içine d o ­
ğulan ve yetişilen anavatanının olduğu, dilinin, tarihinin, k ü ltü ­
rü n ü n inşasına katılınan, yeni b ir dünya için m ücadeleye yurt­
severce ve vukufla dahil olunan yerdir. Hic Rhodus hic salta,244
peygam berin niyetine/yönelim ine göre her yer Siyon’d u r ve Fi-.
243 Yeni Dünya, Amerika . .
244 Halep oradaysa arşın burada, anlamında.
734
listin’deki yerel dağ çoktan bir sem boldür artık. Nazi Almanyası
en şiddetli karşı darbeydi, Sovyetler Birliği b u darbeyi Yahudiler
dahil d ü n y an ın b ü tü n ezilenleri adına karşıladı, peygam berin
evrenselci um uduyla uy u m içinde. Sonuçta, b u kısm î hareket
sona erebilir, Yahudilik bileşeninin kendisi ise gerek halk olarak
gerekse -h a k ik i anlam ıyla- M esihçi telakkinin tanığı ve timsali
olarak sona erm eyecektir; Siyonizm ya sosyalizme varacaktır ya
hiçbir yere.

M a rx’tan sonra G elecek ro m a n la n ve b ü tüncül ütopyalar:


Bellam y, W illia m M orris, C arlyle, H enry George

Birkaç hafta sonra, Kasım ortasıydı. Mr. Briting kalın


hırkasına ve kalın pijamasına sarınmış yazı masasında
oturmuş, makalesi üzerinde çalışmaya devam ediyor­
du. Gülünç bir hırsı ele veren bir makaleydi bu. Çünkü
şöyle bir başlığı vardı: “Dünya için iyi bir hükümet."
- H. G. Wells, Britling’in Bilgi Yolu2*5

Burjuva yaşam da h er şey kötüye gittiğinden, düşü n de sonu gel­


mez. Ama d ü şü n biraz olsun tazeliği, so nrasında bir grup içinde
ve bir grup için kendini duyurabilm esine bağlıdır. Buna karşılık
sabahı tüm üyle resm etm ek, geç-burjuva evrede çoğunlukla sah­
tekarlık olur - en iyi ihtim alle de bir oyun veya rom antizm . Bu
iki tü r üzerine daha konuşm ak gerekir, b u n lar en azından ü to p ­
yacı eğilim i tavında tu tm u şlard ır. K ehanetçi eğlence rom anı,
proleter olm ayan tabakalarda, m eraklı k ü çü k burjuvazi arasında
aynı etkiyi yaratm ıştır. H ertzka'nın 1889 tarihli E ine Reise nach
F rdland'ı246 böyledir, hürülkeli bir kız vardır, m utedil bir toprak
reform culuğu. K apitalist b ir devlet m asalı bile, eski zam anlarda
enderken, bugün pervasız diyebileceğimiz b ir cesaretle öne çı­
kar: T hirio n 'u n yeni b ir Jiro n d 'a adanm ış Neustria'sı. Tarde'ın
1905’te yazdığı Underground Man'de247 kapitalist gelecek daha iyi

245 Almancası: Mr. Britlings Weg zur Erkentnis,


İngilizce orijinali: Mr. Britling Sees It Through.
24f Hürülkeye (aynı zamanda: açık havaya) Bir Seyahat.
247 Yeraltı Adamı.
735
görünm üştür: geçm işte yeniden inşa deneyinin im geleri yükse­
lir, gelecekte ise yalnızca y eraltın d ak i kaçışın. E benezer H o-
w ard'in Tomorrow'unda [Yarın] (1898) hava, ışık ve güneş hasarı
tam ir edeceklerdir - keza Garden Cities o f Tomorrow'da248 d a öy­
le, 1902. iık bahçe şehri, b ir dizi “social functions"a2*9 göre bö­
lüm lenm iş olarak resm edilm iştir orada; ocakların n asıl tü ttü ­
ğü,2® pek anlaşılm az. Zayıf b ir anlayış, zengin ilh am la böyle bir
birlik tesis edilm eli ve başarılı olmalıdır.
Alışılageldiği üzere,_yaşamın hangi araçlarla k endini daha iyi
olmaya doğru dönüştüreceği asla anlaşılm az. B unların en sem ­
patiği, z a m a n ın d a çok ü n lü o lm u ş L o o kin g B a ck w a rd ’ıyla25}
A m erikalı Bellamy’dir; A lmancaya D i e t tarafından Ein Rückb-
lick aus dem Jahr 2000252 adıyla çevrilm iştir. Tescilli bayağı ed e­
biyat kisvesindedir: Zengin b ir Bostonlu olan Mr. ju liu s W est,
n ik ah ın d an kısa b ir s ü re önce, m anyetik b ir uykuya dalar ve
gömülür, 2000 yılında çıkartılır, m anyetik uyku bedenini kon-
servelem iştir, Mr. W est bu arad a o rtaya çıkm ış b u lu n an A m eri­
kan ideal devletinin y u rttaşı olur. O kur, b u m üstakbel teşekkü­
lü bir opera d ü rb ü n ü n d en bakarcasına gözleyebilir: D üşlenen,
herhangi bir ü topyadakinden da fazla, fantastik b ir Şimdi ola­
rak g ö rü n ü r. Böylelikle Bellamy, M arksistlerin reddettiği, gele­
ceğin toplum unun b ir resm ini çizme talebini tatm in eder: o n u n
sansasyon rom anı, b ü tü n sığlığına ve m edeniyet kavrayışındaki
yüzeyselliğine rağm en, cevval b ir sosyalist fanteziden büsb ü tü n
yoksun değildir. M arx’a dair k ulaktan dolm a o lm aktan ileri git­
m eyen bilgisiyle, gecekonduların, bankaların, borsaların, m ah­
kem elerin olm adığı, eşitlikçi b ir ik tisad ı yaşam ö rg ütlenm esi­
nin halü sin asy o n u n u kurar; A m erika (!) “genel alt ü st oluşun
ö n c ü sü ”d ü r burada. A rtık p a ra olm ayacak, yalnızca sarfedilen
em ek karşılığı mal ve kredi senetleri verilecektir. G enel em ek
o rdusunu daha yüksek ü cret değil, m illet hizm eti ve taltif dere­
celeri için toplum sal yarışm a gayreti güdüleyecektir. E m ek sü ­

248 Yannın Bahçe Şehirleri.


249 Sosyal işlev.
250 “Ocağın tütmesi" deyimi Almanca'da, beden-ruh bütünlüğünü ifade eder.
251 Geriye Bakmak.
252 2000 Yılından Bir Geriye Bakış.
736
resi gibi m em ur k ıtalan da şaşırtıcı derecede azalm ıştır, her yer­
de basitleştirilm iş, h erk esin vakıf olabildiği, cö m ert bir idare
hü k ü m sürm ektedir, m al dağıtım ına ilişkin bir tü r kartotek ha­
zırlan m ış, b ir ih tiy açlar ista tistiğ i tu tu lm a k ta d ır. H en ü z 20.
yüzyılın başında, serm ayenin o ana dek yoğunlaştığı az sayıda
kişinin elin d en devlete geçtiğin an latır Bellamy, ü stelik “her­
hangi bir şid d et eylem i o lm ad an ” . Bu o ld u k ta n so n ra devlet
sosyalizm i ortaya çıkm ıştır, yani devlet, k arın ı ve tasarrufunu
tüm yurttaşlara eşit dağıtan b ir b ü y ü k ticari işletm eye d ö n ü ş­
m üştür. Bellamy böylece, b ü y ü k ölçüde Babbit253 arzularıyla sı­
nırlı kalsa da, bir tü r m erkeziyetçi sosyalizm propagandası ya­
par. Bellam y'nin ütopyası hiçbir yere sıçram adan b u g ü n k ü d ü n ­
yanın u zatm asın d a k o n u m lan ır, au fo n d k ap italist uygarlığın
habitus’un d an hoşnuttur. Özel m ülkiyetin toplum sallaştırılm ası
b u günkü d u ru m d an sadece toplum sal zararları ve ketlenm eleri
eksiltir ama genel kalıbı değiştirm ez. D ünya devasa bir Boston
veya daha ziyade Chicago olacaktır, ötede beride biraz ziraat
ilâvesiyle - b u İkincisine eskilerde ‘doğa’ denirdi. B irçok "iyi
Avrupalı” zaten Am erika'yı böyle -a m a k ö tü an lam d a- teknik­
leştirerek görüyordu; üstelik halihazır A m erika’yı böyle görü­
yorlardı. N itekim Bellam y'nin ütopyası, A m erikah’nın ticari iş­
letme sosyalizm ine karşı eski Avrupa’yı sözüm ona ayağa kaldı­
ran rom antik bir k arşı ham leyle, başka, karşıt ütopyaların yağ­
m u r gibi yağm asına yol açtı.
O halde sadece borsa değil, o n u n işlem yaptığı dem ir ve çelik
de yok olmalıydı. B ellam y'nin b u h a rlı toplum sal birliğine karşı
yazılan en önem li m etin, 1891 tarihli N ew s fro m N ow here254 idi
ve İngiliz zanaatkarlığının b ü y ü k ihyacısı, R uskin’in arkadaşı
ve ro m an tik a n ti-k ap italist W illiam M orris tarafından kalem e
alınm ıştı. Mimar, çizer, cam cı-seram ikçi, m obilya, kum aş, halı,
döşem e imalatçısı o lan M orris R uskin’le aynı fikirdeydi: iyilik
yalnız el işindedir, m akineyse cehennem dir. D em ek buradaki
güdü yoksullara m erham et, zenginlere gazap değildir, o zam ana
kad ar bilinm eyen bir sosyal ütopyacı ses işitilir: M orris el sa-

253 Bkz. 26. Bölüm, “Korku yolu" başlığı altındaki kısım.


254 Hiçbiryer'den Haberler.
737
natlanna dayalı, ev dokuması bir sosyalizme inanır. Yani Hiç­
biryer'den Haberler yalnızca Bellamy'le tezatlık içinde oluşturul­
muş bir ütopya değildir, topyekûn varoluşun mekanikleşmesi­
ne karşı bir harekattır. Kar dünyası yalnızca ahlaki yönden de­
ğil estetik yönden de büyük eksiklik yaratır, burada sermayeye
karşı isyan ettiren de bu olmuştur. Veya mimar van der Vel-
de’nin Ruskin'le ilgili denemesinde ifade ittiği gibi: “Geçen
[19.] yüzyılın sonlanna doğru, şeylerin çirkinliğinin yükü al­
tında ezileceğiz gibi görünüyordu. Hiçbir vakit, dünya tarihinin
hiçbir anında, zevksizlik, ilham kıtlığı, emeğe ve maddeye karşı
kayıtsızlık bu kadar düşük bir seviyeye düşmemişti.” Demek
Morris kapitalizmle gayrıinsanîliğinden ötürü değil de daha
çok çirkinliğinden ötürü mücadeleye tutuşur, bu çirkinlik de
eski zanaata kıyasladır. Böylece, Hiçbiryer'den Haberler'de gerçi
kar güdüsü yoktur, onursuz ve ruhsuz çalışma yoktur, evet, pa­
ra ve ücret de yoktur; ama burada her dam altında bir işlemeli
tuğla pervazın bulunması zorunluluğu da önemlidir. Morris,
“gayrıtabiî” endüstriyalizmin meyvesi ve kendi kendini tahribi
olacak bir devrimi kehanet eder ve bu devrimi onaylar; tabii
salt bir yıkım edimi olarak onaylar. Zira devrim ortalığın altını
üstüne getirdiğinde, yalnızca kapitalistler değil fabrikalar da
tahrip edilmiş olacak, dahası Yeniçağın tüm uygarlık vebası or­
tadan kalkmış olacaktır. Demek devrim bu makine kırıcılara
salt tarihin geri döndürülmesi veya düzlenmesi olarak görünür.
Devrim işini hallettiğinde zanaatlar dünyası geri gelecek, insan­
lar -Yeni Çağın yitip gitmesinin ardından- İngiliz Rönesansının
yalnızca kılığını değiştirdiği yerli Gotik'lerinin renkli zeminine
döneceklerdir. Yani ahşap duvar gözleri taşla örülü, cephesi
tahta oymalarla süslü evlerin, _eski pazar yerlerinin ve hanların,
görkemli şömineler ve bacaların, kır şatolarının ve Oxford ko­
lejlerinin sosyalistçe göründüğü bir manzara. Morris’in ütopya­
sı, 21. yüzyılda buna akraba bir zeminde gerçekleştirilecek bir
yeni inşanın düşünü görür, ortaçağın eğilimleri doğrultusunda
ama feodaliteden ve kiliseden arındırılmış bir inşa olacaktır bu.
Şehirler belirgin bir yeniden ziraîleşmeyle beraber yayılıp dağı­
lacak, doğanın göbeğinde sürdürülecek kırsal yaşamda insanın
mutluluğunu boğan ve güzelliği öldüren, gürültücü, gayrıtabii,

738
iblisçe m akinelerden im tina edilecektir. Yeni Çağ düzenlem e­
lerle küçültülm üş, kiralık kışlalarda karınca to p a k la n gibi k u ­
tulanm ış insanın çağıydı; 21. yüzyılda bu böcek çağı sa n k i hiç
varolm am ışçasına geçip gitm iş olacaktır. Dünya fabrika ve ca­
navarlaşm ış şehirlerden k u rtu lm u ş, kapitalizm ve endüstriya-
lizm o rta d a n k ald ırılm ış, m akine d e h şe tin in y erin e y eniden
tam -insanlar, eski zanaatlar serpilm iştir. Bu geriye d ö n ü k ü to p ­
ya R estorasyon d önem indeki özlem leri, O rtaçağ'a d u y u lan ro ­
m an tik aşkı ve b ü tü n b u n ların gelecekten bug ü n e d o ğru tekrar
yaklaşm akta olduğunu görme arzusunu hatırlatır. Ama rom an­
tiklerin yüz yılı aşk ın zam an önce taşıdıkları m uhafazakar poli­
tik m isyon eksiktir; R uskin'in, M orris'in geriye d ö n ü k ütopya­
larının politik açıdan gerici b ir kastı yoktu. Terk edilm iş bir ko­
num dan h areketle ilerlem eyi, alt üst edici b ir yeni başlangıç
adına ziraî-zanaatsal geriye d ö n ü şü istiyordu. E ski ro m antizm ­
de de ziraî-zanaatsal özlem eksikti; iyi k o ru n m u ş k ırsal şeh ir­
lerle, sakin yaşam ın güzelliğiyle dopdolu k o şu llard a bu n a se­
bep de yoktu. Bir ü to p ik ev dokum acılığı şeh rin in göze W illiam
M orris'teki kadar zevkli görünm esi enderdir, fakat aynı zam an­
da Yeni G otik ile D evrim in naif ve duygusal entelektüel karışı­
m ının yüzünü bu kadar k ü çü k b ir çevreye dönm esi de ender­
dir. G erçi Yeni G otiğin silinm esinden sonra ve m akine yaşam ı­
nın telaş, sin ir ve yapaylığının d o ğ u rd u ğ u usan cın b ü yüm esine
koşut olarak çevre genişlem iştir. Hele, daha sü k û n etli eski za­
m anların yitirilm iş varlıklarının, her renge boyalı gericilik tara­
fından, alt edilen, devrilen b ir kapitalizm de değil de yeniden
terbiye edilm iş bir kapitalizm de aran m asın d an itibaren. B urju­
va ütopyalar b u rad a biter. M orris, Yeni G otik A rkadia'ları255 ile
o n u n nesnesiz de olsa son özgün m otifini sunm uştu.
Ola ki, Carlyle'a ve o n u n kapıldığı k ahram an hum m asına da
b ir bakabiliriz. Bu da endüstriyel dünyaya karşıdır am a sadece
görünüşte öyledir ç ü n k ü çağırıcısı gri sefalete geriden olm ak­
tan çok y u k a rıd a n aşağıya bakıy o rd u r. C arly le'ın çalışm a ve
üm itsizliğe k apılm am a vaazı, asla fab rik aları değil ama sınıf
m ücadelesini su k u ta uğratm ak istey en em peryalist vaazla tam

255 Sütunlar üzerine dayalı kemerler.


739
tam ına birleşiyordu. Bu plan da vardır işin içinde; Cariyle, Ni-
eUsche'yle bağlantılı olarak, tam da M arx'tan so n ra, ü topik, ar­
d ın d an d eh şet verici bir F ührer [önder] k ü ltü n e çok katkıda
bu lu n m u ştu r. Elbette, Carlyle hen ü z tem izdir, h er ne dem ekse
çok ahlaklı b ir kişidir, b ir bireyci ve so n ralan basbayağı bir ata-
erkilci [p atriyarkalist]. “Yaşamın ta m am ına akan m utluluğu"
bireyde arıyordu - fakat işbirliğine giren bireyde. O da Ruskin
gibi yeni fabrika uygarlığından acı duyuyordu, m odern toplum ­
daki insanları birbirine bağlayan tek şeyin peşin ödem e olduğu
biçim indeki k uşkusuz anti-kapitalist sözün m üellifidir. M anc­
hester liberalizm inden n efret ediyordu, sadece fabrika binaları­
nın çirkinliğini değil Ingiliz işçilerinin sefaletini tasvir etti, “a r­
tık gen el so ğ u k L aissez /a ir e ’in ” 6 k u şa tm a d ığ ı" b ir dünyayı
ü t o p yal aş tırd ı. F ran sız D ev rim i'n i e n d ü s tri çağ ın ın ve o n u n
an arşisin in zaferi olarak anladı a m a R uskin'den farklı olarak
o n u sad ece olum suz değil olum lu da değerlendirdi, geride k a ­
lan O rtaçağ'ı özlem eden: “Fransız Devrim i açık, şiddetli isyan­
dır, yozlaşm ış, ö m rü n ü tam am lam ış feodal dü nyaya karşı a n a r­
şinin zaferidir." H er şeyden önce, endüs trinin iktidarı artık hiç­
b ir şey tarafından b ertaraf e d ilem ez; C arlyle, püriten çalışma
Ethos'uyla, “h a y a le t-a risto k ra sin in O rtaçağ 'ın so n u n d an beri-
tem belliğini" aşağılam akta hiç tasarruflu davranm az. Yine de,
en d ü stri k u rb an ların ın dostu, h e m liberalizm hem feodalizm in
düşm anı olarak, ateşli bilgisizliğiyle en gerici geç dönem ü to p ­
yalarından b irisin i m eydana g etirm iştir; şay et böylesine hâlâ
ütopya, hele Eutopia, m u tlu lu k ülkesi d enebilirse. Carlyle, Ö n-
der-takipçileri ilişkisini yani endüstriyel yeni feodalizmi ortaya
koyan ilk kişidir; daha faşizm den önce k urnazca h ü k ü m sü r­
m üş ve sistem atik ve şiddetli b ir tarzda faşizme intikal etm iştir
bu. Carlyle Captain of Industry’i257 k oyan ilk kişidir; proletarya­
yı küçüm seyen ve b ü y ü k işverenlerin halka önderlik etm esin­
den yana olan Saint-Sim on’da dahi y oktu bu. A ncak Saint-Si-
m on'un zam anında işçi sınıfının zayıflığına in anılabilirdi, oysa
Cariyle toplum sal m ücadeleler çağının ve proleter sınıf bilinci­

256 Bırakınız yapsınlar.


257 Endüstri Reisi.
740
nin keskinleşm esinin ortasın d a yaşıyordu. Aynca Saint-Sim on
işverenin sö m ü rü sü n ü , feodal b a sk ı dö n em in d ek i asıl ve tek sö­
m ü rü d en ard a k alan b ir bakiye sayar, en d ü strid en politik k u r­
tu lu şu n ilerlem esiyle b erab er b u n u n kaybolacağını d ü ş ü n ü r­
ken; Cariyle tüm fenalıkların k ö k ü olarak liberalizm i teşhis et­
tiğine inanıyor ve b u nedenle feodalizm i ona uyarlıyordu. F a­
şist e litle r teo risi (i yi k azan an y a n -T a n rı) böyle h azırlan d ı:
Cariyle Ö nderliğini de proleter vassallığını da bireysel düzlem ­
de kavrar; böylece ortaya bireysel yeni feodalizm gibi bir para­
doks çıkm ıştır. Ö zellikle geç d ö n em m etin leri (Past and Pre-
sent,258 1843; The H istory o f Friedrich II o f Prussia,259 1858), ay­
dınlanm ış en d ü stri despotizm ine ü to p ik alan açarlar. Past and
Pres e n t'te so y lu işv e re n k o c a m a n re sm e d ilir, “e şe k k u la k h
M am m onizm den260 uzaklaşıp, peygam berlerin, şairlerin, devlet
adam larının tu tu ştu rd u ğ u gibi b ir tim sal teşkil etm eye ve k a h ­
ram an lık ru h u n a çağrılır”. Refah m üesseseleri, işveren-patriyar-
kın işçi çocuklarıyla m üşterek eğlenceli akşam lar geçirmesi ke-
hane t ed ilm iştir; so n u c u b iliy o ru z . C arlyle’ın k e n d isin in de
böylesine etikleştirilm iş çalışm a ilişkileriyle ilgili fazla büy ü k
bir beklentisi yoktu. French Revolution'unda26’ şöyle yazar: "Her
türlü çirkinlikten arınm ış sefahatle, saadetle, hayırhahlıkla do­
lu b ir aylaklık cennetine Tanrı aşkına inanm ayın, dostları m” -
sadece püriten kim ligiyle de yazm ıyordur b u n u . Böylece kış ge­
lip çatar burjuva ütopyasında, böyle bir üto p y a varolduğundan
beri ilk defa - ve gerçekten de b ir aylaklık cenneti getirm em iş­
tir beraberinde. Tüm Marx öncesi dünyayı iyileştirm e planları­
nın m üşterek noktası: sö m ü rü cü lerin insanseverliğine ç ıkarılan
çağrı, dünyayı iyileştirm e tasarım larını da m ahvetm iştir; aylak­
lık cenneti d ü şü gerçekleşm ediği gibi, ortaya çıkan şey cehen­
nem olm uştur. R uskin'in Yeni G otik 'in in ve M orris'in eski-yeni
y ap ıla rın ın b ir yan ü to p y ası olan Carlyle'ı b u ra d a b itirelim .
M o rris'ten so n ra b ü tü n ark a d a n gelenler, b ilin e n çiğ n en m iş
ütopya güzergâhlarını izlem işlerdir, -lib eralizm içinde kaldıkla­

258 Geçmiş ve Bugün.


259 Prusya Kralı İl. Friedrich'in Tarihi.
260 Dünyevi zenginliklere bağlı, servet hırsı içinde olmak.
261 Fransız Devrimi.
741
rı m ü ddetçe-, T hom as M ore'un seyreltilerek m odernleştirilm e-
sinden ibarettirler. D aha iyi geleceğin seyrine bakılan büyüteçli
resim k u tu su n d ak i im gelerin fabrikasyonunda, 20. y ü z y ılın z ir­
vesinde H.G. W ells vardır. Bir d üzine d üş treni, zam an m akine­
si, tan yeri ağırana dek yazan Mr. Britling, W ells tarafından ge­
leceğe g ö n d erilm iş ve y ap tıkları k ay ıtları geri getirm işlerdir.
K arakteristik olan, b u kayıtlardan hem en hiçbirisinin tanış coğ­
rafyaları gösterm em esidir, sadece liberal Eflatun vardır; teknik-
ü to p ik yönden ilginç olan Tim e E ngine'de,262 b u n d a bile sarkas-
tik bir gedik açılm ıştır. Başka eserleri yanında W ells l9 23'te Yu-
nani süslerle dolu gelecek idili M en like Gods'u263 yazdı; A rka -
dia’daki çıp lak piy an o öğretm enlerininki tü rü n d en yaşam lar ve
yapıp etmeler. Burjuva ütopyalar böylece A llotria’ya264 varıp tü ­
kenirler, fantezi de kaybolm uştur; gerek m uğlaklıkları gerekse
asıl burjuva sosyalizm -ikam eleri olm aları nedeniyle M arksiz­
m in ö n ü n d e n kaçılan sözüm ona soylu istikballer tuhaflaşır ve­
ya taklitlere dönüşürler. G eriye kalan acem ilik ve sü p rü n tü d ü r;
M arksizm le beraber, to h u m ların ı kaybetm iştir sosyal ütopyalar.
Sosyalizm bile, Engels'in alay ettiği gibi, “m evcut toplum düze­
ninin ku su rların d an arındırılm ış h ali"nden başka b ir şey olm az
o zaman; tabii burjuva-liberal ütopyacılıkta hala taklitleri çok
çıkar b u n u n .
Başka türlü, iktisadı bilhassa böyle laçkalıkla ele alm ak, yani
yam alarla iyileştirm eye kalkm ak, düşünülem ezdi bile. Bu arada
böylesi tasarılar hep, bilhassa Îngiliz-A m erikan naifliğine dü ş­
seler de, en d ü şü n d ü rü c ü ü to p y acılard an b irin e, P ro u d h o n 'a
bağlanırlar. Bu şekilde, sosyalizm i sa lt ödem e aracına indirge­
yen, serbest para veya azalan para ütopyası gibi cüce, kom ik ta­
sarım lar çıkm ıştır ortaya. Silvio G esell'in bedava altın düşünde
serm aye b ir tü r yasal enflasyon aracılığıyla “b e rta ra f edilir";
böylece serm aye faizle yavrulay am ay acak tır. Toprak ra n tın a
karşı da ay n ı yol izlenir, eski toprak reform u ütopyalarına iliş­
k in “serb est para - boş a ra z i/h ü rü lk e ” tasvirleri ortaya atılır.
B unların çığ ırtk an ı H enry George idi, 1879'da çıkan ve çok etki

262 Zaman Makinesi.


263 Tann Gibi Adamlar.
264 Yunanca'dan, aptalca eğlence.
742
yaratan Progress and P overty265 kitabında, gerek kitlesel yoksul­
luğun gerekse en d ü striy el k rizlerin b irin c il o larak to p ra k ve
arazideki özel m ülkiyetten kaynaklandığını öğretti. Toprak ran ­
tı, arazi sahiplerine yaşamı dayanılm az ölçülerde pahalılaştırm a
g ü c ü n ü v eriy o rd u . G eorge, y o k s u lla rın c e n n e tin i y a ratm ak
için, bu ran tın m üsadere edilm esini, evet toprağın “m illîleştiril-
m esini” talep eder, sanayi ve ticaret serm ayesinin kazançlarına
ise dokunm az. Ü retken serm ayeye değil de sadece toprak ser­
m ayesine savaş açılm ası, özellikle İngiltere'de fabrikatörlerin iş­
çi sınıfıyla H enry G eorge'un koyduğu tem elde birleşebilm esini
sağlamıştır. Ç oğunluğu itibarıyla zaten sınıf bilinci ve M arksist
eğitim i d ü şü k olan İngiliz proletaryasının dikkati böylece doğ­
ru d a n söm ürü cü lerin d en başka yere çekilm iştir. 1887’de İngiliz
İşçi D ernekleri K ongresi, to p rağ ın m illîleştirilm esinden yana
o lduğunu açıklayan bir kararı kabul etti; to p rak ran tının daha
y ü ksek v erg ilen d irilm esin d en öte b ir so n u c u olm adı b u n u n .
G e o rg e ’u n k ita b ın ın b i r b ö lü m ü n ü n b a ş ın d a , J o h n S tu a rt
M ill'in şu öğretici cüm lesi y e r a lır (böylece aslında George k e n ­
di kendisin i alaya alıyor ama b u n u bilm iyordur): “Bir halkın
d u ru m u n u sürekli iyileştirm ekse mesele, küçük sebeplerle uğ­
raşm ak yalnızca k ü çü k etkiler yaratm akla kalm az, hiçbir etkisi
y o ktur b u n u n .” T üm reform izm in ve o n u n ü to p y asın ın k arşı­
sındaki şiar, b u d u r sahiden de. B ütün olarak A nglosakson sos­
yalizm i ise, gelişmesi o kadar ilerlem iş b u lu n an İngiliz, hele
A m erikan ekonom isinde, M arx'ın bu ekonom iden çıkardığı so­
n u ç la n sadece anlam ayı bile ancak kısm en başarabildi - nerede
k ald ı ki b u sonuçlardan bir p ra tik çıkarsın. İngiliz iş yaşam ın­
daki ve politikasındaki delay, com prom ise, appeasem ent266 anla­
yışı, egem en sınıfın h er tü rlü devrim ci irad en in -b ö y le bir şey
m evcut olduğu o ra n d a - ö n ü n ü alarak o n u yum uşatm asını sağ­
layan işbilir evrim cilik, o tem kinlilik ve o Fabiancılık, yam sıra
şim diye k ad ark i çizgisiyle L abour P arty,267 ama hep sinden önce
kolonyal söm ürüye dayanan b ir işçi aristo k rasisin in yanıltıcı
varlığı: tüm bunlar, kapitalizm ile M arksizm -öncesi b ir ütopya-

265 İlerleme ve Yoksulluk.


266 Erteleme, uzlaşma, yatıştırma.
267 İşçi Partisi.
743
cılığın, sanki bilim sel sosyalizm hiç m evcut değilm işçesine, ay­
nı anda m uhafazasını sağladı. Sosyal ü topyanın M arx'ın gerisin­
de kalm asının sonuçları bunlardır, zira o zam an O w en'ın hatta
Thom as M ore'un bile gerisine düşer, tüm üyle, soyundan geldiği
sosyalist silsilenin dışına düşer. Hele ki, hali vakti yerinde m üs­
takil kişiler sıfatıyla ebedî m ü tered d itler veya dönek kim likle­
riyle yapay d ü n cü ler, “h em faşizme hem bolşevizm e karşı",
“sağdan da soldan da gelse her türlü diktatörlüğe karşı" sözü­
m ona “third /orce”un268 talihsiz veya zar zo r tah am m ül edilen
aşıkları, kendilerini b u lu ştu ru lu p getirtilm iş bir L incoln ütop­
yasıyla kand ırd ık lan n d a veya acınası u zu n lu k ta b ir sü re b o y u n ­
ca bu A tlantik kandırm acasına izni verdiklerinde; böylece, k en ­
di vicdanlarını u y u ştu ru p b ir “k alb î sosyalizm e" (Bellamy bile
küçüm seyerek alay etm işti b ununla) adanm ak üzere, caniyane
Sovyet nefretini b ir de “ö z g ü rlü k ”le kızıştırdıklarında... Hery
G eorge’u n k i tip in d ek i reform izm , b ü tü n b u n larla k ıyaslandı­
ğında tü m ü y le m a su m d u r; şayet, b u k ü ç ü k b u rju v a yam alı
bohçada, yalnızca anti-Sovyet Filisterleri veya snob dönekleri
imal etm ekle kalm ayıp sosyalizm adı altında resm edilip tatbika­
ta konan SA Faşizm ine, özgürlük adı altında resm edilip tatbi­
kata kon an ABD Faşizm ine kadar götüren aldatıcı u n su rların
m evcut b u lu n d u ğ u n u hesaba katm azsak. Ancak d ar anlam da
reform izm neticede, serm ayeyle em ek arasındaki, ihracat zorla­
ması ile barış arasın d aki çelişkileri algılam ak istem em e sanatı­
dır ve onun ayartacaklarını bulduğu yer, Marx’tan sonra da hala
iki sınıfın da çelişki ve çıkarlarının yum uşadığı orta tabakadır.
K üçük adam çağı ile büy ü k karlar arasındaki, aşırı üretim ile is­
tihdam güvencesi arasındaki, n ükleer bom ba ile birleşm iş bir
dünya arasındaki ü to p ik “sen tez” böyle yükselir. K orku ve yok­
luğun, tiran lık ve sığınak yaşantısının hak ik ate çıkarılacağı Ar-
şim et noktası çoktan keşfedilm iştir bu arada, zirzopluklara ha­
cet yoktur. Ancak nasıl M arx’tan sonraki oyunbaz ütopyacılar
sanki on u görm üyorm uşçasına bu n o k tan ın etrafın d an d o b n d ı-
larsa, ikam eci ütopyacılar da onu pekala gördükleri için etrafın­
dan dolanıyorlar. Burada şim diden varit olan tehlike, daha iyi

268 Ü çüncü güç.

744
olacağı düşüncesiyle m ukim u m u t b inasının tüm üyle çökm esi­
dir. Geriye kalan, yolunu şaşıranların ve aldatılanların kurtuluş
[arayışını) da sö m ü rsü n diye, n ih ilizm olur. O yunbazlığa ve
te rs yollara sapm ayan sosyal ütopya artık ancak bilim e doğru
ilerleyen so m u t b ir ütopya olarak iş görebilir, arkasında dev­
rim ci p ro le ta ry a n ın ald atılm az m isyonuyla. M arx'tan önceki
ütopyaların tarihinden, hele onların çöküş ve nihayetinde afyo­
na dönüşm e tarih in d en çıkacak sonuç budur. Yoksulluğa karşı
bir İlerlem e, ancak reform cu ilerlem enin yoksulluğu üretm esi
yerine, etk in yoksulluk ilerlem eyi ü rettiğinde m ü m kündür.

M arksizm ve som ut öngörücü tasavvur

Hak olanı d üşünm e iradesi, her zam ankinden daha fazla k o ru n ­


malıdır. Sahiden yeni serpilm ekte olan eski düşler, ileriye atılan
b ir canlılık taşıdıklarından, önem le hatırlanm ayı h ak ederler.
Dostça hatırlanm alıdırlar, sosyalizm in ütopyadan bilime ilerleyi­
şi çoktan belirlenm iş olduğundan. Dünyayı iyileştirm enin duy­
gusal ve soyut biçim inin işi bitm iştir, o n u n yerini gerçek eğilim­
lere dayanan eğitimli çalışma almıştır. H alihazır sefalete ağlanıp
kalınm az, sefaletin ve sebeplerinin bilincine varıldığında, o ken­
disinin esastan aşılm asını sağlayacak bir devrim ci bir güç olarak
görünür. Keza Marx, kendi öznel infialine asla b ir öznel etken
o larak görünm e ve böylece sahiden m evcut b ulunan devrim ci
etkenleri yanıltm a iznini verm em iştir. H içbir zaman, O w en ve
P roudhon'un, R odbertus veya hele Lasalle’ın yaptığı gibi, ‘İşçiler
kapitalist toplum da adaletsiz b ir ücret alıyorlar, b u n u n için üc­
retlerin adaletli olduğu yeni bir toplum yaratılm alıdır' diye öğ-
retm em iştir. M arx'ın keşfettiği zorunluluk, ona yaklaştırılan a h ­
lâkî talepten bütünüyle farklıdır. O z o ru n lu lu k bizzat kapitalist
toplum un ekonom iye içkin görünüşlerinde saklıdır ve bu toplu­
mu ı ancak kendi içkin diyalektiğiyle çökeceği anlam ına gelir.
Ç öküşün öznel etkeni, kapitalist toplum un kendi çelişkisi ola­
rak ürettiği ve b ir çelışki olarak kendisinin bilincine varan pro­
letaryada saklıdır. Ç ö k ü şü n nesnel etkeni, serm ayenin birikim
ve yoğunlaşm asında, tekelleşm ede, kolektif üretim tarzında eri­
şilm işken özel tem ellük b içim inin muhafaza ediliyor olm asın­

745
dan kaynaklanan aşın üretim krizinde saklıdır. İçkin iktisat eleş­
tirisinin su n d u ğ u bu yeni esaslar, eski ütopyalarda neredeyse hiç
y o k tu r ve M arx'a m ahsustur. M arx'ın eleştirisinde, H eg elin di­
yebileceği gibi, kalbin kıvrım ları yoktur; o oranda keskin bir şe­
kilde, nesnel •o larak m evcut ekonom inin k ıvnm lannı, yırtıkları­
nı, sekm elerini, • ihtilaflarını gösterir. Tam da b u ndan ötürü, ge­
leceğin devleti denen şeyle ilgili olarak, eski ütopyalardaki gibi
soyut bir öngörücü tasavvurla, ante rem dışardan dayatılan özel
bir ayrıntılandırm aya rastlanm az onda. Soyut ütopyalar uzam la-
n n ın onda dok u zu n u geleceğin devletinin tablosuna hasretm iş­
lerdi; yalnızca onda birini, Şim di'nin eleştirel ve çoğunlukla da
olum suz değerlendirm esine. Bu sayede gerçi hedef renkli ve
canlı tutuluyor am a ona doğru giden yol, verili koşullar içinde
bulunabileceği oranda, gizli kalıyordu. Marx m etinlerinin onda
dokuzdan fazlasını Şim di'nin eleştirel tahliline hasrederken, ge­
leceğin tasvirlerine n isb eten kısıtlı b ir yer ayırdı. Bu nedenle
Marx, h ak lı olarak belirtilm iş o ld u ğ u üzere, eserini D as Kapital
olarak adlandırm ıştır, “Sosyalizme Çağrı” olarak değil. Bu eser,
Q uesnay'ın Tableau iconom ique'inden269 beri ilk defa ekonom ik
yaşamın bütü n sel bir görüşünü içerir - Q uesnay'dan kaç kade­
m e ü stü n d e bir görüş. D ünya ü zerinde bir cennet resm i çizmez,
k aralığ ın ve neredeyse ondan daha karm aşık olan kâr dağılımı­
nın sırrım faş eder. Marx R icardo'nun değer yasasını bir meta
olarak em ek gücüne uygular, m etanın değişim değerindeki ve
ona giden yoldaki diyalektiğini keşfeder, karın sökü lüp alınan
artı değer olduğunu ve tuhaf ortalam a kar oranlarının kapitalist­
lerin sınıf dayanışm asının tem elini o luşturduğunu keşfeder. Ta­
rihin gerilim lere, ütopyalara, devrim lere götüren diyalektiğini,
öncelikle m addi nitelikli bu temele oturtur. Ü topyanın öngörü­
cü tasavvurlarını ekonom iyle, üretim ve m übadele tarzının içkin
alt üst oluşlarıyla tem ellendirir ve tashih eder; Olan'la Olması
G ereken, A m piri ile Ü topya arasındaki şeyleştirilm iş ikiciliği
aşar. Yapışıp kalan am pirisizm le o ldugu k ad ar u çup giden ütop-
yacılıkla da m ücadele eder. B unun yerine, toplum un devrim ci
yeniden inşasına yönelen tarihselliğe içkin sürece etkin-bilinçli

269 E konom ik Tablo.

746
katılım dır geçerli olan. Gelecekle yüklü bir gerçekçilikle, sahici
devrim i am açlayan, o n u n hem kurm aylığını yapan hem cepha­
neliğini oluşturan derinlem esine b ir araştırm a, sürükleyici bir
keskinlik ve genişlik vardır tüm bunlarda. Erişilen bu gerçekçi­
lik artık eski ütopyaların hedefe ilişkin rom ansı im gelerine hak
tanım adıysa, sosyalist inşayı daha o zam andan som ut-süreçsel
o larak a y rın tılan d ırm an m da vesilesi b u lu n m u y o rd u . Ü retim
araçlarının to plum sallaştırılm asının ardındaki beşeri ilişkilere
dair, araştırm a tarzının olanca bütüncü llü ğ ü n e rağm en, bir im a­
da bile bulunulm az. Engels genel olarak özgürlüğün krallığın­
dan söz eder, Marx da Şimdiye K adar O landan m uazzam bir şe­
kilde aynşm akla beraber tu tu m lu bir kavram olan ‘sınıfsız top-
lum 'dan öteye pek az şey söyler. Geleceğin esaslı tasvirleri, be­
lirttiğim iz gibi, düşünülm üş bir tercihle eksik bırakılm ıştır. Dü­
şü n ü lerek eksik bırakılm alarının n edeni, tam da M arx'ın tüm
eserinin geleceğe hizm et etmesi, dahası ancak geleceğin ufkun­
da kavranabilir ve eylenebilir olm asıdır - mamafih ütopik-soyut
olarak tam am lanm ış bir resim değildir o gelecek. Bu, geçmişin
ve b u gün ü n içinde ve içinden, yani etki etm ekte, etkisini sür­
dürm ekte olan eğilim lerden hareketle, tarihsel-m ateryalit olarak
aydınlatılabilecek bir gelecektir; ancak öylelikle, bilerek biçim -
lendirilebilir hale gelir. H içbir şey, sonuna dek d ü şü n ü lm ü ş Fa-
lansterler veya N ew H annonie'lerle olan farkın altını çizm ek k a­
dar zorun lu değildi: sözüm ona geleceğin devletinin fantastikli­
ğini reddetm ek için, buna tekabül eden üslûbun saklılığıyla be­
raber geleceğin alanının israf edilm em esi için zo ru n luydu bu.
Fakat: sadece, nihayet harita ve pusulayla gidilebilecek, kavran­
m ış bir gelecek uğruna bir tasarruftu bu; kesinlikle, asla bir yere
gitm ek istem edikleri için som u tlu ğ u am pirizm le karıştıran re-
vizyonizm uğruna bir tasarruf değildi. O nlar tabii hedef tasvirle­
rinin Piano'sunu270 bizzat hedefin kendisine ait sayıyordu ve ar­
zulanan tasarrufçuluk, - k i Marx'ta esasen ucunu açı k b ırakm ak
anlam ındadır-, hiç de d ü ş tehdidi altında bulunm ayıp kendini
düzayak bir am pirizm e teslim eden bir zam anda, eleştirel değe­
rini de kaybetti. Yine değindiğim iz gibi, reform istler için hareket

270 Hafif, yumuşak.


747
h er şey, hedef hiçbir şey haline geldi; gidilen yolun da sonuna
gelindi böylece. Evet, uçla temas, g örünüşte radikal hizipçiliğin
de am pirizm e düşm esini, yani M arksizm in tam da - k e n d i anla­
m adığı- derinliğin servetinden ve yaşam sallığından m ahrum bı­
rakılm asını beraberinde getirdi. Oysa Marx diyalektiği ayaklan
üzerine o tu rtu r ve k en d i zam anının sem âsındaki hâlâ tepeden
tırnağa idealist b u lu t oluşum lanyla m ücadele ederken, kesinlik­
le am pirizm i ve onun benzeri olan m ekanizm i (yanya bö lünm üş
dünya) ilan ediyor değildi. Böylece, b ir dönem , devrim ci fantezi
beslenm e yetersizliği çekti ve bütü n cü llü ğ ü lakaytça, çü n k ü şe-
m atik-pratikçi bir tenzilata u ğradı - Lenin'in, b u bütüncüllüğü
hem öznel hem nesnel etkende hazır b u lu n d u rm ak gerektiğine
dair çağnsına rağmen. Böylece b ir ara, sosyalizm ütopyadan bili­
me doğru haddinden fazla ilerlem e kaydetm iş göründü; öyle ki
bulutuyla beraber ateş sü tu n u da, o kudretli öncülüğü de tasfiye
edilebildi ütopyanın. Oysa, tekrarlanm alıdır ki: M arksizm , öngö­
rücü tasavvurdan (ütopik işlev) kop u k olm ayıp, süreçsel-som ut bir
öngörücü tasavvurun N ovum 'udur. Tam da b u n d an dolayı, coş­
kuyla soğukkanlılığın, hedef bilinciyle verili olanın tahlilinin el
ele gitm esi vardır M arksizm de. G enç Marx en n ih ay et “hayal kı-
n k lığına uğrayıp aklını başına alm ış b ir insan" gibi düşünm eye,
eylemeye çağırdığında, hedefin co şkusunu bastırm ak için degil
tersine keskinleştirm ek için yapıyordu bu n u . M arx'ın “kategorik
em p e ra tif’271 olarak konum lan d ırd ığ ı şey, ancak tü m b u nlarla
beraber uygulanabilir olur ve olm uştur: “insanın içinde aşağı­
lanm ış, köleleştirilm iş, terk edilm iş, horlanm ış b ir varlık olduğu
tüm ilişkileri altüst etm ek.” Ü topyanın iyisi toprağa, ele ayağa
kavuşuyordur. M arx'tan itibaren, vuku bulm akta olan dünyaya
en cesur atılım ın, um ut ile sürecin idrakinin birliğinin eklem len­
m esi, kısacası g e rç e k ç ilik böyle açıklanır. ileriye yönelik düşte
ateşlenen h er şeyle beraber, soğukkanlılığın b ü tü n ru tu b et leke­
leri de ayıklanm ıştır böylece. Som ut düş, başka b ir şeyle kanştı-
nlm aksızm , m isliyle sağlam ve geçerli kılar ken d in i, eylenm iş
içeriği m isliyle vurucu bir güçle gerçekliğe nüfuz eder, eylenm e­
m iş içeriği m isliyle çalışır gerçekliğin içinde.

271 E m ir kipi.

748
Hak olanı d üşünm e iradesi, her zam ankinden daha etkili ol­
malıdır. Sağlam d ü ş, tarihen vâdesi gelm iş ve az veya çok aksa­
yarak harekete geçmiş olana eylem iyle bağlanır. Som ut ütopya
için mesele, tarihsel hareketin kendisinde saklı b u lu n an davanın
dü şü n ü iyi anlam aktır. Süreçle dolayım lanm ış b ir ütopya olarak,
halihazır top lu m u n bağrında zaten oluşm uş b u lu n an biçim ve
içerikleri bağlarından k u rtarm ak tır o n u n meselesi. Artık soyut­
lu ktan çıkm ış b u anlam ıyla ütopya, lyi’nin gerçekçi öngörücü
tasavvuruyla aynı şeydir; b u n u açıklığa kavuşturm uş olmalıyız.
Süreçsel-som ut ütopya, gerçekliğin M arksist idrakinin iki tem el
unsurund ad ır. vadesi gelmiş o lan ın engellenişindeki gerilim ola­
rak Eğilim’de ve dünyadaki hen ü z gerçekleşm em iş nesnel-reel
im kânların m uadili olarak Gizillih’te. D olayım lanm ış maviliğe272
bunca yatırım yapıl an h er yerde, önkoşul ü topik zem indir; o ol­
masa, hiçb ir değer yaratılamazdı. D aha iyi, daha yüksek, daha
dolu yaşam a dair her düş, insanın bulm acam sı bir şekilde yal-
nızlaştığı, kendi d ar iç adacığına kısılırdı. Ama H enüz Gelm em iş
Olana dair b ir büy ü k kanaat ve yönelim tüm dünyada kol gez­
m ektedir: som ut ütopya b u eğilim in en önem li teori-pratiğidir.
M antıken, ütopik yönelim ne salt iç d ü ş adacığıyla sınırlıdır, ne
de iyi toplum tasarım ının sorunlarıyla. O n u n alanı toplum sallı­
ğın genişliğine sahiptir, insan em eğinin tü m nesne dünyalarını
kapsar, teknoloji ve mimariye, resm e, şiire ve müziğe, ahlâka ve
dine yayılır - hatırlanacağı ve ilerde gösterileceği üzere. Sosyal
arzu im geleri olduğu gibi teknik arzu imgeleri de vardır, cüret­
karlıkta sosyal olanlardan geri kalm azlar; doğa engelinin geri it­
meleriyle , dahası bizim için bir dünya inşasına yönelmeleriyle,
daim a iç içedirler sosyal arzu imgeleriyle. H er sanat eserinin,
h e r m erkezî felsefenin, ancak oradan bakınca gözler ö n ü n e seri­
len b ir coğrafyaya açılan bir ü to p ik penceresi vardır. D oğanın
suretleri bile, olm uş hallerinin dışında, ancak gizil-suret olarak
m evcut b u lu n an bir H enüz-O lm am ış'ın, nesnel-ütopik bir şeyi
d everan ettiren b ir şifreyi tem sil ederler; doğal güzelliğin yam sı­
ra doğal m itolojileri de bir çıkış sunarlar bu reel-ütopik şifrelere.
lnsan ruhunda, o zam ana dek hiç bilincinde olunm ayan H enüz-

272 Ufuktan ve denizden/akarsudan yansıyan mavi. Renk psikolojisinde: uzakla­


ra duyulan özlemi simgeleyen “serin”, “taze” mavi.
749
Bilincine-Varılmamış’ın şafağının sökm esi gibi, dünyada da He-
nüz-O lm am ış'ın şafağı söker: bu cephe ve henüz pek az anlaşı­
lan m uazzam N ovum kategorisi, dünya sürecinin ve dünya-bü-
tü n lü ğ ü n ü n ucunda yer alır. Novum’u n içeriği sadece görülm e­
m işlerden değil belirlenm em işlerden de oluşur; salt reel im ka­
n ın alacakaranlığm dadır bunlar, m u h tem el u ğ u rsu zlu k tehlike­
sini içlerinde taşırlar - ama m ü m k ü n olanın, henüz boşa çıkarıl­
mamış, insanlar tarafından belirlenebilir talihin u m u d u n u da.
Bunca uzaklara erişir ütopya, b u cevher b ü tü n insanî faaliyetlere
bu kadar kuvvetle yayılır, b u k adar özseldir h er insan ve dünya
bilgisinin onu içerm e zorunluluğu: H içbir gerçekçilik y o k tu r ki;
tam am lanm am ış bir gerçek olan gerçekliğin bu en ku vvetli unsu­
rundan soyutlandığında gerçekçi olm ayı sürdürebilsin. Tabii bu ra­
da ilkin, toplum sal olarak başarılan ütopya, teknik olarak başa­
rılanla kol kola, sanattaki hele dindeki hiç de illüzyon hele batıl
inanç olm ayan ön-görünüşü vuzuha kavuşturuyordun Ama sö­
m ü rü ve bağım lılığın b irer ned en olarak tasfiye edildikleri bir
durum a, dolayısıyla b ir o luşun başlam asına ve ütopyaya açılan
ilk kapı, M arksizmdir. Doğa engelinin som ût bastırılışıyla bera­
ber, kör kaderden, nüfuz edilem eyen zo ru n lu lu k tan kurtu lu şu
vaz’eder. İnsanların ilk defa bilinçli olarak tarih yapm alarıyla, sı­
nıflı toplum da insanlar tarafından bizzat üretilerek bilm eksizin
fetiştirilen o kaderin görünüşü de kaybolur. Kader nüfuz edile­
meyen, hakim olunam ayan zorunluluk; özgürlük ise hakim olu­
nabilen zorunlu lu k tu r; yabancılaşm a kayboluyor ve gerçek d ü ­
zen, yani işte özgürlüğün krallığı gelişiyordur. Som ut hale gel­
miş ütopya, b ü tü n m ü m k ü n to plum ların en iyi yabancılaşm a­
mış düzeninin anahtarını verir. Hom o hom ini homo;2?3 toplum a
ilişkin , budur daha iy i bir dünyanın ana hatlan. Ve ancak insanlar
arası ilişkiler, yani yaşayan en m uazzam varlık olan insanla ilişki
layığınca bir düzene koyulduğundadır ki, yaşam ayan varlıkların
en muazzam ıyla: anorganik doğanın güçleriyle sahiden som ut
bir dolayım m ü m k ü n olacaktır.

273 İnsan insanın insanıdır.

750
37
İR A D E V E D O Ğ A , T E K N İK Ü T O P Y A L A R

Hayırlıdır, ateşin gücü,


İnsanı ehlileştirdiğinde onu, kolladığında.
- Schiller

Daha iyisi, şöyle:

Yüce ruh, sen verdin, her şeyi verdin bana,


Dilediğim. Boşuna değildi
Ateşteki çehreni dönmen bana.
Krallığa açılan o şahâne doğayı,
Onu hissetme, tadına varma gücünü verdin.
Soğuk bir şaşkınlıkla bir ziyaret izni değil yalnızca,
O nun derin göğsüne
Dostun memelerine bakar gibi bakmayı nasip ettin bana.
- Goethe

Eski destanların dilinde insanların doğadaki ödevi, dün­


yası üzerinde bir cennetin sürdürülüp yayılmasından
aşağı bir iş değildir. Başka deyişle, dünyada göksel bir
yıldız olarak insanın görevi, bu dünyanın göksel meyve­
ler ve suretler vermesine yardım etmek; böylece ona, dış
yıldızın yani güneşin sunduğuna benzeyen ama ondan
daha yüce anlamlı bir hizmet sunmakur. Aynı zamanda
kitlenmiş dünyevi güçleri bağlarından çözüp kurtar­
makla kalmaz, -Upkı masallardaki bağlanmış kayıp ruh­
lar gibi-, onların büyümek, serpilmek ve meyve vermek
için ihtiyaç duydukları kemâli sağlar. Nasıl dışarda gü­
neşin imgesinin yükselişiyle tüm dış organizmalar serpi-
liyorsa, insanın içinde Tanrı imgesinin yükselişiyle de
bu dış doğa daha yüksek bir iç organizmanın gelişmesi­
ne ve tamamlanması için güç ve yetenek sağlamalıdır.
- Franz von Baader, Über die Begründung der Ethik
durch die Physik27*

274 Fiziğin Etikle Temellendirilmesi üzerine.


751
İnsanlarla evren arasındaki uyumu tasavvur edeme­
mesi, çürüyen bir sınıfın ideolojisinin karakteristik
özelliğidir. Sistemin çelişkileri, doğanın güçlerine bi­
linçle hakim olunmasına karşı koyarlar. Dünya, iç dü­
zensizliğiyle felç olmuş bir topluma, düşmanca hisler­
le doluymuş gibi görünür.
- Roger Garaudy

Doğanın insanî özü ancak toplumsal insan için mev­


cuttur; çünkü ancak o durumda insanlarla arasındaki
bir bağı, onun başkaları için başkalarının da onun için
varoluşunu ifade eder; ancak o durumda insanî bir va­
roluşun temeli olarak mevcuttur. Ancak o durumda,
doğal varoluşu, insanî varoluşu ve doğa onun için in­
sanlaşır. Demek toplum, insanın doğayla özsel birliğe
ulaşmasının kemale ermesidir, doğanın hakiki ölüm
sonrası dirilişidir, insanın natüralizminin tatbikatı ve
doğanın hümanizminin tatbikatıdır.
-M arx , Ehonomik-Felse/î El Yazmalan

I. BÜYÜSEL G EÇ M İŞ

Sefalete düşmüş

Çıplak deri, basbayağı icada zorlar bizi. İ nsan kendi içinde aca­
yip çaresizdir, havaya karşı bile. Ancak bir ölçüde sıcak m u h it­
lerde yaşam ını sürdürebilir, b ir kışı bile çıkaramayabilir. Güney
gerçi çıplak gezmesine im kân verir - am a silâhsız degil. May­
m un çenesi daha ilk insanda ufalm ıştır, en erkek y u m ru k bile
tek bir k u rt karşısında işe yaramaz. K orunm ak ve saldırm ak için
büyütm elidir birşeyleri, onda kendiliğinden çıkm ayan bir şeyi
sopaya, taştan yapılm a bıçağa dönü ştü rm elid ir. Şaşırtıcı olan,
b unlar henüz icat edilm em işken bazı insanların hayatta kalabil­
miş olmasıdır. O zam andan beri ise ancak bir şeyi işleyerek, da­
ha iyisini planlayarak hayatta kalabildikleri kesin.

752
A teş ve yeni donanım

Ç ıplaklık örtülm üştür, kendinden doğru değil de dışardan. Ya­


bancı kürke sanlınm ış, önce içindeki ayının ve aslanın kovalan­
m ası gereken m ağaranın yerini ev almıştır, kereste veya taştan.
Kuşlar da yuva yaparlar ama yalnızca kuluçkanın m uhafazasına
yarar, insanın araçları ve evi gibi bedenin genişleyen tahkim atı­
na değil. Karınca, an, porsuk, hele kunduz, bunların hepsi de
inşaat yaparlar ve kısm en sahiden bedenlerinin uzantısı gibidir
m eydana getirdikleri yapılar, tıpkı hisar işlevi gören yapay bir
kabuk gibi, fakat teknik icadı ayırt eden her şey eksiktir onlar­
da: aletler ve bilinçli alet kullanım ı. A ncak alet yapan hayvan
olarak insan, tırnağını egeye, y u m ruğunu çekice, dişlerini bıça­
ğa yükseltm iştir. Ancak selfm adem an,2™ K endini yaratan insan],
lokm asını pişiren, m adeni eriten ve h er yırtıcı hayvanı ü rküten
ateşi iş görür h ale getirmiştir. O nlardan hiç m evcut olm am ış bir
şeyi yapma sanatı da, ganim et alınan ham m addelerin sayısından
çabuk gelişti. O zam andan beri icat: bedenin dışındaki organik
veya ölü varlıkları işleyerek ilave güç veya kolaylık elde etm ek
demektir. Şu da var ki, tüketim m allan ordusu ortaya çıkalı beri,
icadın esası, b u m alların arasına şimdiye kadar olm ayan bir şey,
katm ayı da içerir hale gelmiştir. 1880 yılının Alman Patent Bül­
teni bu anlam da b ir tanım yapar: “k a t, yeni b ir tü rü n im al edil­
mesi veya kullanım nesnelerinin imal edilm esinin yeni bir tü rü ­
dür." İlki ferm uar olabilir sözgelimi, ikincisi ise ayakkabının to­
puğuna pençe yapm anın şim diye kadarkilerden farklı b ir yönte­
mi. Tüm yaşam bu şekilde daha önce hiç varolm am ış yapay
m ahsuller kuşağıyla çevrilidir. İnsanın evi onlarla m uazzam ge­
nişliyor, gittikçe daha rahat ve daha m aceralı hale geliyordur.

D elilik ve A laaddin'in m asalları

Bu alanda, şimdiye dek m evcut olm uş hem en h er şey düşlen-


mişti. Dahası bile düşlenm işti; hiç yoksa, cinnetin ateşli bayku­
şu bilhassa icatçı oldugu için. D elilerden birinin kulağına, aynı

275 Kendini yaratan insan.


753
zam anda bir m utfak ve yüzecek bir deniz de olan bir yatak icat
etm esini fısıldadı. Şizofren b ir terzi b ir yüksüğün içinde “içine
çocukluk karışm ış su" saklıyordu, şipşak tabak yıkayan, elbise­
leri temizleyen b ir suydu bu. Tem izlem ekten öte pam uğu ipeğe
dönüştüren leke suyu çok sevilir. Paranoyadan m uzdarip bir av­
cı, tavuk yum urtalarından kartal çıkartan b ir lam ba icat etmişti.
Ama b ü tü n bu deli saçm aları, tıbba ve devlete ilişkin arzu düşle­
rinde görm üş olduğum uz gibi, m asallar tarafından çoktan işgal
edilmiş, bilhassa tek n ik konularla ilgili alabildiğine kaplanm ış
bir alanın güdüm ündedir. Zaten masal icadı, kendi kendine di­
ken iğne dem ektir, kendiliğinden yemeği ocağa koyup pişiren
tencere dem ektir. D arının k endisinden olan, döğen ve öğüten
değirm endir; yeter ki b ir parça k a b u k kalsın, hep yenisi çıkan ve
b ü tü n d iğ er gıdaları ikam e ed en meyveli ekm ektir. B undan ö tü ­
rü G rim m b o llu k diyarının toplum sallığını tek n ik yönden de
açıklar: “İnsanın tasavvur gücü, tü m engelleri parçalayan dev bı­
çağı tam özgürlükle kullanm a arzu su n u tatm in eder burada."
Başına geçirince istediğini olduğun şapkacık, görünm ezlik pele­
rin i ve cadılık hazinesinden çıkm a onca şey, arm ut piş ağzım a
düş örtüsü, h er adım da yedi mil gittiğin çizme, kendiliğinden
dayak atan sopa veya altın k u su p sıçan sim ya eşeği Bricklebrit
hep o bolluk bıçağının ailesinden gelirler. H auff'un276 masalla­
rındaki Said perinin kendisine hediye ettiği güm üş düdüğü üfler
ve dalgalar yatışıverir; gem i kazazedesinin tu tu n d u ğ u tahtalar,
onu kıyıya taşıyan yunusa dönüşür. ‘A rm ut piş ağzıma düş' de
çıkar burada yine; b u kez dalgalardan gelir am a sanki sekiz gün
güneş altında d u rm u şçasın a k u ru d u r ve en leziz yiyeceklerle
kaplı. Said'in d ü d ü ğ ü n ü n nezih akrabaları vardır, hepsi m üzikal
yeteneklerinden gayrı büyüsel-teknik yeteneklere de sahiptirler:
Ronceval Vadisindeki Roland'ın borusu yarı yarıya böyledir, ama
öncelikle sihirli flüt ve O beron'un277 borazanı. Teknik arzu im ­
gelerinin tam parıltısı, lüks ihtiyacına uygun olarak, O ryantal
m asallarda baş gösterir. O rada büyü nesneleri h a tta nisbeten ras­
yonelleştirilm iş ve b ir teknolojik hazine odasında toplanm ışlar­

276 19. yüzyılın geç-Romantik yazarlarından, Oryantalist fantezilere dayalı ma­


salları da vardır.
277 Shakespeare'in Bir Yaz Gecesi Rüyası'nda bir karakter, Elf Kralı.
754
dır. Prens A hm et’le Peri B anu'nun m asalında, insan ne istiyorsa
onun görü n ü r hale gelm esini sağlayan bir fildişi boru vardır -
isterse bu arzulanan yüzlerce mil uzakta olsun. Masalda, arzusu­
nu salt düşüncesinde bile ifade etse, anında sahibini fildişi boru­
n u n gözler ö n ü n e serdiği hedefe taşıyan b ir u çan halı vardır.
Masalda, sadece ölçülm ez uzaklıklara şim şek gibi eriştiriveren
kanatlı devler değil; hiçbir arzu n u n yeraltından yukarı çıkarm a­
ya, A laaddin ve sihirli lam basındaki gibi yoktan peydahlam aya
cesaret edem eyeceği zenginlikte hazineler de vardır. İm kansız
görünen, hatta m ahsus im kansız olarak k u ru lan böylece oynaya
oynaya yaratılır - her şeyden önce, düşlenen araçların da katkı­
sıyla. M üşküller hiçbir yerde tutunam az, hiçbir şey fantastik gel­
mez kulağa bu masallarda, her şey inanılırdır. D oğanın hayalet
olarak resm edilen devasa güçleri, -b a k ın ız A laaddin-, yüzüğün
veya lam banın efendisinin anında ve kayıtsız şartsız hizm etinde­
dir. Ya- da büyülü sopanın efendisi Basralı Hasan, o sopayla yere
v u rur ve “y e ^ ü z ü ikiye yarılır, buradan, bacakları yeryüzünün
bağırsaklarına g ö m ü lü y k en kafaları b u lu tların üzerine uzanan
on ifrit çıkar" (Binbir Gece, X, s. 65). A banoz at m asalı, teknik
arzu im gelerinin neredeyse ayık denebilecek, ayrıntılı bir halüsi-
nasyonunu kurar: sihirli atın yukarı ve aşağı m andalı vardır, ka­
fasına verilen istikam ete göre yönlendirilebilir, her kullanım a
hazırdır, binicisi kralın k ızın ı girilmez saraydan kaçırabildiği gi­
bi düşm anlarının safları arasından havalanıp sıvışabilir. “Yaprak­
tan elbise” adlı bir Çin masalı, neredeyse yukarda anılan delinin
tam teşekküllü yatağı kadar sınırsız kullanım a uygun, nâm üte-
nah i d ö n ü ştü rü lm ü ş b ir ham m addenin büyüsüyle gönül çeler.
Burada peri insan sevgilisine muz yapraklarından yeşil ipek bir
elbise diker; aynı yapraklarla kurabiye yapılır, aynca bir tavuk,
b ir balık çıkar ve pişirilir yapraklardan, nihayet bir de eşek çı­
kartılır, sevgili b u arada zu h u r eden çocuklarıyla beraber üzeri­
ne binip yurduna gitsin diye. Lagerlöf'ü^™ bir m asalında yarat­
ma yeteneği veren, yine peridir (insanüstü kuvvetlere, henüz in­
sanüstü olan kuvvetlere duyulan arzudur, peri). Bir demirci, Ku­

278 Selma Lagerlöf: İsveçli yazar, lirik-izlenimci üslûbuyla halk anlatılarına ve


masal formuna yaslanan metinleriyle 1909'da Nobel Edebiyat ödülüne layık
görüldü.
755
zey kışının ortasında bir başka güneş imal etm eye kalkışır ve ba­
şarır; göksel güneş gibi, insanları yarım yıl boyunca terk etm e­
yecek bir güneştir bu. ‘A rm ut piş ağzım a düş', A laaddin’in lam ­
bası, m aden ve su yatağı bulm aya yarayan değnekler, ayrıca des­
tanlardaki M edea279 kazanları, kader-kısm et şapkaları, O beron
borazanları ve daha niceleri; arzu n u n büyüsüyle engelleri tenzil
ederler işlerin akışından. Sürüklenen zam an sollanır, ağır kum aş
tüm a rzu la n sarm alıdır, hafif ve şeffaf. B unun en p opüler ve ay­
nı zam anda artık akla yakın olm aktan uzak-m asalsı olm aktan
çıkan ifadesi, ju les Vem e’in rom anlarındaydı, kısm en de K urt
LafSwitz’inkilerde.280 Seksen G ünde D evriâlem çoktan aşılmıştır,
dünyanın içlerine ve aya seyahat bekleniyor. Ama b ü tü n bu n a
benzer ş eyleri okum ak, - is te r çı lg ın ilk a h la r o lsu n lar isterse
böylelikle ulaşılan d aha da çılgın başarılar; barok m anşetlerde
söylendiği ü zere-, yalnızca hoş değil, yararlıdır d a . İnsanî yapa­
bilirliğin, sanki şim diym işçesine takdim ve tem sil edilen gelece­
ğidir bunlar.

"Profesör M ystos " ve icat

Bir de, başkalarını da insanın kendisini de ayartan, kafanın için­


de uçuşan fikirler ilâve olur buna. Ç oğun aldatıcı, kim i zam an
m eczup ve sonra, bu uçuşm aların şüpheli iştigalini tam anlam a
yeteneğinden yoksun. D olandırıcılar ve hayal c il er o lu r araların­
da, toplamda palavracılar, elleri kollan m eşgulken b ir de folluğa
konm am ış yum urta servis edenler. Eskiden en başında sim yacı­
lar olurdu bunların, esas itibarıyla b u g ü n ü n şarlatan larından da­
ha iyi insanlar. Zira etraflarında, tahsilli adam lar da hayaletlere,
yukarılarda uçuşan, aşağılarda kazıp d u ran ve çağrılınca ge leb i­
lecek Bir Şeyin ve h er şeyden önce bilge lik taşının varlığına ina­
nırlardı. Bu sırada tam am en tesadüfen porselen ve kırm ızı cam
icat edildiğinde, bilgelik taşının peşindeki icatçılar, saray sim ya­
cıları Böttger ve K unckel, samimi olarak hayal kırıklığına uğra­

279 Kendi çocuklarını öldürerek, zina eden kocasından intikam alan büyücü
kadın.
280 19. yüzyılın ikinci yarısında yazdıklarıyla, Almanca edebiyatta bilimkurgu­
nun öncüsü kabul edilen yazar.
756
mışlardı. Simyacı Brand 1674'te insan idrarından bilgelik taşı ye­
rine önce fosforu çıkarttı; fakat B rand'a, bulacağına inandığı
krallık yerine b ir dişi eşekle karşılaşm ış gibi gelm işti bu. Sahte­
kar Cagliostro bile, asla bilim sel olm ayan bilincinde, sim yaya ve
cinlerle temasa dair rivayetlerin bazılarına inanm ıştı. Haris, yoz­
laşm ış ve can sıkıntısı içindeki bir soylu sınıf, m em nuniyetle
devraldı o n d a n bu imam. O n u n çağdaşı, biraz liberal gizem ciler
olan masonlar, tabutlar, ışıklar, herm etik sanatlarla o kadar fazla
garip işler çevirdiler ki, gûya onların “Büyük Kophta'sı’^ 1 olan
Cagliostro, dekoratörden başka bir şey olm ayanlar arasında cid­
di bir vaka gibi görünebiliyordu. O zam anların çok yanlı icatçı
büyücülüğü içinde iki hatta üç çizginin yan yana yürüyebilm esi,
bazen de iç içe geçebilmesi gariptir: Bir kere teknik üretici güç­
leri teşvik eden yükselen burjuva eğilim vardır; sonra işte Cagli-
ostro’n u n (Ç ar'ın sarayındaki Rasputin'i hatırlatan) çıkışım sağ­
layan, çökm ekte olan feodal sınıfın obskürantist [gizemci] m u­
cize hum m ası vardır. Bunlara bir de ü çüncü bileşen olarak, Rö­
nesans'ın, cadı kazanlarının ve k ö tü cinleri bağlam a büyülerinin
ardından hala etkisini sü rd ü ren Kabalacılık katılır. Cadı yakm a­
lar kısa zam an önce azalmakla beraber, hizm etinden faydalanıla­
bilir cinlere olan inanç ortadan kalkm am ıştı; Balthasar Bekker'in
şeytanla işbirliğini reddeden anti-C in kitabı Verzauberte Welt,282
daha 1690’larda ve sonrasında, en yüksek tahsilliler dünyası dı­
şında cüretkar hatta neredeyse paradoks sayılıyordu. Büyülü Rö­
nesans ve teosofik 17. yüzyıl, uzun m üddet yaşamaya devam et­
tiler; m asonlukla G üllü H açlılar^3 arasındaki sınır çizgileri çoğu
yerde silikti. Aydınlanma çağının derinliklerinde yazan Sweden­
borg,21* Ratio’da hala ne kadar acayip, m ucizelere açtk bir tem e­
lin baki kaldığını en iyi biçim de gösterir. Evet, o zam anlar m eka ­
niğin kendisinde bile kendine m ahsus bir sihir vardı, çok da öte­
lerden taşınm ayan b ir sihir. Saat etrafındaki eski sihre bağlanı­
yordu; öncelikle saat kulesi ve onun m ünzevi k aranlık uğraşı et­

281 Kophta Eski Mısır'da esrarengiz büyücü.


282 Sihirli Dünya.
283 17. yüzyılda çıkmış, Hıristiyan etiğinin, barok ve simya semboUzmin^i.R-mis-
tik bir derinleşmesine yönelen gizli Hıristiyan tarikatı.
284 18. yüzyılda yazan, İsveçli bilim adamı, mistik ve teolog.
757
rafındaki garip, yaşamın kendisi olduğu zannı uyandıran oluşa.
Yukarıdaki saat dolabındaki çarkların tıkırtısı ve ilerlemesi, tüm
o mekanik ölü-yaşam ve onun halesi. Bu zamanın dişlileri, zin­
cirleri, ahşap makaraları gözlerini bize dikmişlerdir, hepsi doğal,
hepsi çan kulesinden çıkmış gibi, hiçbiri tekin değil. La Mett-
rie’nin l 750'lerde esaslı bir sihirden arındırma çizgisi izliyor gö­
rünen materyalist parolası tH om m e machine285 bile, burjuva ay­
dınlanması esnasında da baki kalan, çok yönden eşzamansız tu­
haflıklara uygun, üstelik o zamana kadar bilinmeyen yeni bir
ürpertiyi olgunlaştırıyordu. Bir parça Golem286 destanı da karış­
mıştır buna; Barok, saatlerin ahengi287 ile dopdoludur - özellikle
de dramlar: Hallmann'ın Marianne’si bedenden “kullanışlı saat
mekanizması" olarak söz eder; Lohenstein, devrilmiş A gripin-
na'sının, “zihninde, beyninin saatinde/ Yıldızların çevresinde
kudretle dönmek” olan tiran kadının dağılmış dişlilerini toplar.
Ama asıl Yeni, tam da yine mekanikte, çıplaklığın ürpertisiyle
zuhur etmiştir: •canlı insanın, üzerini kendisi giyinen bir saat
makinesi olduğu fikri. tlk çıkan otomatlarda da buna benzer bir
şey görünür hale geliyor gibidir: şarkı söyleyen bülbül, mekanik
kemancı, hesap artisti, hepsi de balmumundandır, içlerinde saat
mekanizması, ama bir yandan da sanki canlı gibi. Karakteristik
olan, saat makinesinin üzerinin örtülmemiş olmasıydı, Rokoko
kılıkları veya zengin Türk kıyafetleriyle sarmalanmıştı sadece,
böylece iki kat görünür hale geliyordu. Bütün figürlerde çark
mekanizması neredeyse cilveli bir şekilde öne çıkıyor, çarkların
çekiştirdiği etek veya perde, mekaniği yeni büyüsel uçurum gibi
gösteriyordu. H offm ann’m Hihâyeleri'nde288 seyyar mezatçıda
bunun baki kalmış bir sadası vardır: barometresi, higrometresi
[nemölçer), her ölmüşü canlı gösteren gözlükleriyle. Hele, oto­
matlar tasarlayan fizikçi Doktor Spallanzani'de.289 Modern kim­

285 Makine insan.'


286 Yahudi efsanelerinde, olağanüstü güce sahip yapay insan.
287 Bedenle ruhun birbirinden ayrı ama Tanrısal öngörü ve iradeyle senkronize
edilmiş iki varoluş formu oluşturduğu fikri.
288 Jacques Offenbach'ın fantastik operası.
289 18. yüzyılda, fizyolöji alanında, -özellikle nefes alma ve hazım işleminin
mekanizmasıyla ilgili-, buluşlar yapan İtalyan rahip ve bilim adamı.
758
ya laboratuarlarının reklam lardaki tem sillerinde de baki kalan
bir sadası vardır bunun: işte o ışıldayan cam, o parlak m ekanik
ışık, tuhaf biçim de çoğaltılm ış eski fanteziye uzanır. Her halü­
karda, m ekanik de gizli bir şeyi, sınırların ötesindeki, ayıklığın
ortasındaki b ir m acera ve azam et ülkesini gösteriyor gibidir. Yal­
nızca Kabalacı Rabbi Löb’ü n çam u r topağı ve b ü y ü lü kağıtla
halketm ek istediği m ekanik-öncesi m uhitte değil, orada da Go­
lem vardır. Dem ek Aydınlanma bile tü rlü çeşitli C agliostro'lann
ortaya çıkm asını b ü sb ü tü n im kansızlaştırm am ıştı, hele büyü di­
linin yanında m ekanik-teknik dili de kullanabiliyorlarsa.
Bugün de hala, bir yalancının bir şeyi “icat ettiğinden” söz edi­
lir. Bu kelim enin iyiyi de kötüyü de içeren tuhaf çift anlamlılığı,
o zamanlar, m üflis ve canı sıkılan prenslerinin h ü k m ü altında
bilhassa çok talim gördü. Kazanç getirici icatlarla yakından ilgile­
nen yükselen burjuvazinin de zamanıydı. Fakat icat yapm ak hala
acayiplik sayılıyordu, dolayısıyla bilinçlerde M ünchhausenvarı290
yanı ile teknik yanı, kısm en eleştirellikten uzak olarak, iç içe ge­
çiyordu. B una u y g u n olarak, m aceracılar da Barok dönem de
“proje kuruculuk" denen bu tarzdan, tekniğe geçtiler; kafi arzu,
hilebazlık ve ürperti temeli vardı orada. Bu projeciler veya “don-
neurs d'avis" [görüşverenler], o zam anlar herhangi bir “icat" te­
m in edem edikleri devlet maliyesi alanından kolayca teknik alanı­
na geçtiler - yine, tuzakçılıkla kendinden em in b ir coşkuculuğun
çok zam an m üşkül bir karışım ıyla. E konom ik patent çözüm leri­
ni kuluçkaya yatırıp çok defa (kendisine) büyük kazanç getire­
cek şekilde satan tipin aynısı, teknik sırlar da arz ediyordu. Bu
projecilerden, kendisini daha sonraları herhalde O rfeu s^1 ile Ze-
fir'i292 çaprazlayarak Orfir (veya Dr. Orfir) olarak adlandıracak
olan BeBler adlı birisi, önce tornacı, saatçi, bileyci olarak ilerledi,
oradan sahte hekimliğe, m üneccim liğe, simyacılığa geçti, sonra
bu çok yönlülügünü m ühendis-şarlatanlık ticaretinde bir araya
getirdi. Bu kimliğiyle, “Orfyrei Perpetuum m obi le293 denen acayip

290 Palavralı, abartılı hikayeler anlatan.


29 l Eski Yunan mitolojisinde, sesiyle bütün canlıları etkisi altına alan şair.
292 Eski Yunan mitolojisinde, Kuzey rüzgârının cisimleştirdiği, dişi varlıkları
hamile bırakan Tanrısal güç.
293 Orfir’in devridaim makinesi.
759
ve selim koşucu inciyi" yarattı. 1720’de bu m evzuda, panayırlara
layık bir başlık altında, bir teknolojik bayağılık eseri yazdı: “D o­
ğa binasının sekiz saklı odası". Bu bina, içinde m üstesna kıym et­
ler saklı bir odasına girm enin yasak olduğu o masal sarayların­
dan birisi gibi tasvir ediliyordu. Dr. O rfir'in doğa binasınde bu
odalardan sekiz adet m evcuttu, içlerinde acayip şeyler ve ütopik
tertibatlar vardı, odalardan birinde d ört köşeli çember, bir diğe­
rinde hiperbolik ayna bulunuyordu, üçüncüsünde ise bir gölcük­
ten boru kullanm adan nasıl fıskiye çıkartılır sorusunun cevabı.
D ördüncüsünde sönm ez ateş vardı, böylece, bahis konusu Perpe-
tuum mobile'nin m odelinin d u rd u ğ u son odaya kadar gidiliyordu.
Orfir doğa binasından tam da b u n u araklamış olmalıdır; “esaslı
bir denem enin ardından" onu ilk kez Gera'da, peşinden Hessen-
Kassel'deki bir kontun safa köşkünde takdim etti. Anlatılanlara
bakılırsa m akine orada uzunca süre “m ükem m el yürüm üş” hatta
“işini görmüş" olm alıdır. Bilinmeyen bir num ara illüzyona katkı­
da bulunm uş ve o illüzyon topluluğun gözlerini kapamıştı. Belki
de bu im kânsız nesnenin içinde, dertop edilmeye bilhassa m üsait
kam bur bir cüce duruyordu, tıpkı o sıralarda ünlü olan ünlü bir
yenilmez satranççı otom atında olduğu gibi. Mamâfih her Perpe-
tuum m obile ilginç olm uştur, çünkü başlayan kapitalizm in verdiği
ödevin en radikal karşılığı idi: ü retim in ucuzlam ası. Profesör
Mystos da denen aynı Orfir, y ü k sek kulelere yel değirm eni ka­
natlı O rkestrionlar294 yerleştirmeyi planlam ıştı, böylece fırtınada
şehrin üzerinde fo rtissim o 295 bir org konserinin u ğultusu geze­
cekti. Ateşli baykuşun, yel değirm eni kanatlarım takındığında,
neredeyse Am erikanvâri bir azametle görüneceğini gösteren bir
plan. Bir adım da yedi m il gitm eyi sağlayan çizm eler bir teknik
başarı vaadiyle sergilenecek olduğunda, daima Orfir üslübu var­
d ır işin içinde - doktor unvanı olsun olmasın. Hep başka türlü
isim lendirilseler de habire yeniden icat edilen “kozm ik evrensel
güçler", bilhassa ölüm süzdür. D oğabilim sel dil ve 19. yüzyılın
elektrik bilgisi de işin içine katılınca, ihtiyar M esm er'in296 Flu-

294 Org, piyano, keman sesi çıkanan dev mekanik müzik aygıtı.
295 Hızlı tempolu.
296 18. yüzyılda yaşayan Franz Mesmer, biyo-enerjiye ve hayvant-insant manye-
tizme ilişkin verimli tezler onaya attL
760
idum ’u 297 yeniden canlandırıldı. B ugünün asıl çok canlı “ışınlam a
m anyetizm ine” geçişi ise, kaçıklığı da acarca olan acar bir doga
araştırmacısı sağladı: Parafin ve K reosot'un m ucidi olan kim yacı
Reichenbach. Yine o n u n tarafından “D ünya Od"unun298 “ica-
dı”yla sağlanm ıştı bu geçiş. Aranan ve çok geçm eden ruhçular
için de d e ğ e rle n d irileb ilir hale gelen tem el ışın sal g ü çtü bu
(“M anyetizm in, elektriğin, ışığın vs. yaşam gücüyle ilişkileri için­
deki dinam idleri [kuvvetleri] üzerine fiziksel-fizyolojik incele­
m eler", 1845); p rotoplazm adan ve G olem vari b ir ru h taşıyan,
uyurgezervârî işleyen m akinelerin yakıtından, kutsal halenin “se­
bebine" k ad ar uzanıyordu. F ludium 'un son bom balan arasında,
W Reich denen birinin, üstelik psikoanalitik sapalardan dolana­
rak yine kendi Perpetuum mobile'sini yapan, “Orgon"u vardır. Var­
lığın zifaf gecesinden sulu bir “Dünya O d "u d u r bu, veya par ex­
cellence biyolojik-kozm ik k udret ve orgazm kuvvetidir. Üstelik
görülebilir bu orgazm kuvveti, “kurbağaların cinsel birleşm e es­
nasında mavileşmelerinde" gayet iyi görülebildiği gibi, gemi di­
reklerindeki St. Elms ateşinde299 de, yıldızların yine m avim si göz
kırpışında da görülebilir. “Orgon" ve böyle daha bir dizi şeyi (ta­
m am ına erm eyen bir tü r u m u t için bir yığın kozm ik üst-vitam in)
Amerika, cinsel, ruhsal, toplum sal, kozm ik her nevi güç kaybını
durduran, kıym et biçilmez ama yine de satılabilir m addeyi hava­
dan çeken “aküm ülatörlerde” de toplamıştır. Mavi dünya sisinin
taklit ışığına çıkarılmış Cagliostro ve Dr. Orfir ü slûbudur bunlar
hep. Buna rağmen, Cagliostro tarzı, bugünkü küçük burjuva saç­
ma suretinde bile tek n ik düşler m uhitine aittir; grotesk, çağı geç­
m iş unsu rlarıy la b erab er eski b ü y ü sü n ü n bakiyesini de taşır.
A m a nasıl gotik b ü y ü k eserlerde çoğun, ik i yana açılm ış bacakla­
rın arasından kafayı uzatm ış bakan veya başka suratlar takınan
k üçük grotesk figürler olursa, hep yeniden dönüp gelen Profesör
M ystos'ların da tekn ik -ü to p ik yapıda böyle ananevî bir yerleri
vardır. Bu tarz m ucitlerin değindiğim iz “dünya-fludium”u dışında
bir kalıcı alameti de, kelim enin en basit anlamıyla eski simyacı­

297 Mesmer'in terminolojisinde, insan sağlığı için asli önemdeki akışkan güç.
298 İnsan bedeninin salgıladığı, yaşamı yöneten duygu/güç.
299 Fırtınalı havalarda, yüksek yerlerdeki sivri nesnelerde görünen elektrik akımı
boşalması.
761
lıktır. M odernleştirilm iş ıvır zıvır d ü k k ân ın d a sacayaklanyla300
yorulm am ak için, kadim sim yanın sadece b ir m otifini tanıtalım
burada. Ucuz cadı kazanının cazibesinin sürm esinin tipik örneği,
bu iptilâya son kapılanlardan sim yacı F ranz Tausend’in faaliyeti­
dir. “En yüksek m uhitlere" kadar, bu işe sermaye yatıran ve bir
sonuca varmasa da baŞlatılmasını sağlayan Alm an G enelkurm a­
yına kadar, sayısız insan takılm ıştı peşine. T ausend eski sihre hu-
susen akustik bir cazibe katarak m üzikal bir reform yaptı. Simya­
cılık, ananevi fırınlarından diyapozona nakledildi hatta salt ses
m akam larının değişimiyle y ü rü tü lü r oldu. Zira Tausend’e göre
h e r elem entin o lu şu m u k en d in e m ahsus b ir titreşim sayısına
bağlıdır; dolayısıyla kim yasal-m üzikal bir düzenlem eyle, kendi
kökenindekinden başka bir m akam a dönüştürülebilir. Corriger la
fortune:301 sahtekâr kum arbazı eski debdebeli saray simyacısıyla
ve onun kitsch-Pisagorik ahvadıyla birleştiren, budur. Düzeltm ek
fena olm azdı aslında, kendiliğinden m ü m k ü n olm ayan şeylerin
icadına yarayan iyi araçlar olsaydı.

A ndreâ'nın “C hristiani G üllü H aç sim y a düğünü,


anno [y ı l ] 1459”

En davetkârı daima, parayı etraftaki tezekten pişirm ektir. H er­


kes kendi talihinin dem irini dövecekse, en iyi kısm et, m etal fili­
ziyken işlenenden çıkar. Binlerce ve binlerce insan sihinm iştir
ocağın başında, herkesçe anlaşılır bir am aç uğruna en anlaşıl­
maz araçlarla. Devamla, daha nadir, daha ilginç, b u g ün çoğun­
lukla görm ezden gelinen bir şey: ilk büyücülerin çoğu sadece al­
tın istiyorduysa bile, birçok başkaları b u ndan daha fazla bir şey
istiyordu: D ünyayı değiştirm ek. 1616’da yayım lanan C hym ische
H ochzeit C hristiani R osenkreutz anno 1459,302 k ö tü m etalin altına
d ö n ü ştü rü lm esin d en daha geniş çaplı b ir “an tm a"y ı hedefler.
İmzasız yayım lanan m etn in y azan hem en hem en kesin olarak
Jo h an n Valentin Andrea'dır, Süebyah şair, kilise adamı, teosof,
ütopyacı. M etin keskin bir dille kötü altın arayıcılara karşı çıkar,

300 Deney yapılan kaplar veya kehanet kürsüsü.


301 Kaderi düzeltmek.
302 Christiani Güllü Haç simya düğünü, yıl 1459.
762
hatta yer yer tüm herm etik zanaatın alaya alınm ası olarak değer­
lendirilebilir. M evcudiyeti inkar edilem eyecek satirik yanından
daha esaslı olan ise, S im y a D ü ğ in ü 'n ü n altına giden yola ve o
yolda yürüyen alegorik şövalyeye atfettiği törensel öne:mdir. And­
rea zaten daha ö n cek i iki yazısında, F a m a F ra te rn ita tis303 ve
Confessio F ratem itatis'te3^ tarikat k u ru cu su b ir G üllü Haç keşfe­
derek gündem e sokm uştu. 1388'de doğan b u zat, çırak olarak
Şark’a gider ve orada gizli ilimlere vakıf kılınıp, m etallerin dö­
nüştürülm esin in sadece ilk adım ını teşkil ettiği bir “Reformas-
yon”a alınır. S im ya D üğünü, aynı G üllü Haç'ı, paskalya arefesin-
de, bir düğ ü n töreninin yapılacağı kral şatosuna doğru yola çık­
maya hazırlanan yaşlı adam olarak gösterir. Esrarlı şatodan içeri
alınır, su ve ateşle bir tü r im tihandan geçer, sonra, altın deriyle
tezyin edilm iş olarak yedi gün sürecek d ü ğ ü n törenine katılan
baş k o nu k olur, ölüm ü ve ardından kraliyet çiftinin dirilişini gö­
rür. K onuklara altın taşın şövalyeliği tevcih edilirken, girdiği bir
odada Venüs'ü u yur halde bulan C hristian G üllü Haç, düğün tö­
reninin en hızlı anında, kapı bekçisi veya P etm s olarak sarayda
kalm aya tayin edilir. A lc h y m ia [Simya] d ü ğ ü n d e sağdıç veya
“yedi g ü n lü k Ergon’u n 3°5 Parergon’u d u r". 3o6 T oplam da A nd-
rea'nın alegorisinin simyasal anlam ı açıktır, fakat kendini m eta­
lürjide tüketen bir anlam değildir bu. O nunla kısıtlanacak olur­
sa, S im ya D üğünü doğrudan sim yacılıkla hiç alakalı değildir ve­
ya çok az alâkalıdır. Oysa Simya dünyayı dönüştürm eye dönük
bir girişim in veya “genel reform asyonun" sağdıcı olarak kavran­
dığında, o zam an m üm in çağdaşlarının b u rom anda, -an lam lı
bir biçim de salt bir fragm andan ibaret olsa d a -, “m ükem m elleş­
tirm e işinin" ,3o7 felsefî altını elde etm enin en heybetli alegorisini
görm üş olm alarını anlayabiliriz. Brotoffer adlı bir G üllü Haçlı
1917’de bir tefsir çıkarttı: “Elucidarius major3°8 Veya içinde pra-

303 Kardeşlik Yemini.


304 Kardeşlik ilmihâli.
305 Esas iş.
306 Yan iş, ilave, katkı.
307 Veya, kemale erdirme. Hıristiyan imanında ruhsal durumun mükemmelleş­
tirilmesi, ancak ölümden sonra gerçekleşebilir.
308 Büyük izahat.
763
eparatio lapidis aurri'n in 3M gayet cins biçim de tasvir edildiği, F
R. C 'n in Simya D ü ğ ü n ü ”. Bu tefsir, yedi günlük d ü ğ ü nü açıkça
sim ya zan aatın ın yedi aşam asının tinsel te z a h ü rü o la ra k izah
ediyordu: destillato [im biklem e], solutio [eriyik], purefactio [a n ı­
m a], nigredo [karartm a], albedo [beyazlanm a], ferm en ta tio [ma­
yalanma] ve projectio m edicanae [zehrin atılması] (eter eriyiği al­
tın yaldız su y u ). Simya Düğünü’n ü n kapsam lı-nihâı anlam ıyla
sadece alegorik değil aynı zam anda sem bolik yönelim li olduğu
da doğrudur; yani en nihayetindeki Unitas'la,3'0 m ayalanm akta­
ki altın planla imgesel rabıtası vardır. Dem ek bu tarz simyasalda-
ki yukarda bahsedilen törensel önem, bu olmalıdır: buz ve çem ­
bere karşı, fanteziyle zu h u r ettirilecek b ir paskalya günü.311 “H ı­
ristiyan insanın”312 erişilem eyen “özgürlügü"ne yönelen burj uva
itki, Alman B arok'unun herm etik denen cem iyetlerinde ve onla­
rın sem boliği denen şeyde de böyle garip yollara ve doğal süslü
kılıklara girdi. Topyekûn toprak tabakada yankılanacak bir uya­
nış çağrısıydı kastedilen, k u rşu n u , yaratılanı, toplum u ve kalan
A lteritas'ı [ötekiliği] katedecek b ir “Uyan, donup kalm ış H ıristi­
yan" . O andan itibaren G üllü H açlıhkta altın tedariki ile insanlı­
ğın teşviki iç içe geçerek, o n u n karm aşık fantezisinin kendine
m ahsus yanını o lu ştu ru r. 1622'de L ahey'de o zam andan beri
m eşhur olan G üllü Haçlı Cemiyeti k urulm uş tu , tarikatın adı ise
A ndrea'nın o n u aktardığı Fam a ve Confessio’d an daha eskiydi.
Paracelsus 1530'da Basel'de b u lu n an bir G üllü Haçlı locasından
bahseder, şü p h ed en ârî o lm ayan bazı elyazm aları A lm anya’da
12. yüzyıl başı nda bu adı taşıyan localardan haber verirler. Bun­
dan ho şn u t o lm ayan G ü llü Haçlılar, A ndrea'dan ve ta sihirli flüt
çağından beri o “veram sapientiam "ı3'3 bin yıllardır m uhafaza et­
tiklerini iddia ederler, “quae olim ab A egyptiis et Persiis magia,
hodaie vero a venerabili fra tern ita te Rosae Crucis Pansophia recte

309 Altın taşının hazırlanması.


31O Birlik, vahdet.
311 Goethe'nin “Paskalya Gezintisi” şiirine atıf: Lütulkârlığıyla “nehirleri derele­
ri buzdan anndıran” baharın ve paskalyanın canlılığı, hayatın birçok darlı­
ğıyla beraber, zanaatkârlann içine kısıldığı loncacı çemberi de kırar.
312 Luther'in eserine atıf.
313 Hakiki bilgelik.
764
vocatur”.3™ G üllü Haç adı ne denli eskiye giderse gitsin ve b u
alâm et ne denli ü topya k u ran ya da ütopikleştirilen mitlere u z a­
nırsa uzansın; ona “yüksek sim ya"nın yükselen veya insaniyet
iddialı anlam ını ilk veren, S im ya D üğünü'yle A ndrea olm uştur.
H atta daha ileriye, Andrea’nın eklem uzvu olan “genel reform as-
yon” tarafından k u ru lan tu h af bağlantıya gitmeliyiz: simya gibi
bâtıl inançlı b ir şeyle, A ydınlanm a gibi güneşsi, güneş k a d a r
parlak bir şey arasında, batıl inanca karşı ışığın m ücadelesi ara­
sındadır b u bağlantı. Zira ışık Pathos’u n u n kendisi, “d o ğ u m ”
olarak, ışığın (altının) ilerleyen “süreci" olarak, sim yadan gelir:
“A ydınlanm a”nın kendisi kökeni itibarıyla bir sim ya kavram ıdır,
tıpkı “süreç" ve onun “so n u cu ” [Resultat] gibi. Tabii tersi istika­
m ette de burası m asonlukla, evet aydınlanm ayla okültizm ara­
sında acayip b ir bağlantıya da zem in olu ştu ru r. D aha A ndrea,
kardeşlik m erasim leriyle büyü ritü ellerin d en bir karışım yap­
mıştı. Bir Societas hum ana'ya3' 5 dair altın düşü böylece A lm an­
ya’da ama o n u n yanında tuhaf biçim de teosofik olan İngiltere’de
de tüm 17. ve 18. yüzyıllar boyunca sim yasal-filontrofik [insan-
sever] kilise dışı dinsel cem aatlerini buldu. Bir gizli A ntilia3}6 ce­
miyeti vardı, “herm etik tıp ve felsefeyi yeniden kuracak göksel
çem berin kardeşliğini” o luşturan bir başkasının adı M akaria317
idi. K urucusu, A ndrea’nın m ü rid i C om enius’tan başkası olm a­
yan Collegium lucis’in (bilim lerin birliği), karışık sosyal-kozm o-
lojik d ü şleri vardı. T üm bu şu b e le r G üllü Haç veya “y ü k sek
sim ya”yı T üm ü de toplum un olduğu gibi doğanın da akışını, top­
lumsal eşitlik ile bozulm am ış altın-doğanın Birlik içinde oldugu
cennetsel ilksel/kadim d urum a d ö n d ü rm ek istiyorlardı. Bu tari­
kat simyası, h er yerde, cennetsi kadim d u ru m u n yeniden tesisi­
ni, öncelikle de bozulan d ü n y an ın y ö n ü n ü n İsa’ya çevrilm esi
a n lam ın d a genel reform asyonu d ü şl em eyi sü rd ü rd ü ; b u n d a n
ö tü rü G üllü H açlılar o zam anki düşm anlarınca hep Yeniden Vaf-
tizcilerle karşılaştırıldılar. Sim yacılık chiliastizm le veya o za­

314 Eski zamanlarda Mısırlılar ve Perslerin dogru biçimde ‘büyü’ dediği şeye,
bugün Güllü Haçlılığın hak ve kutsal kardeşliğince ‘pansophia’ denmektedir.
315 İnsani cemiyet.
316 Yedi şehir adası; Atlantik’te mitsel bir ada.
317 Herakles’in kızı.
765
m anlar aleyhlerinde yayım lanan bir yazıdaki şu sözlerle itham
edildi: “G ündüzsüz G ecenin318 önündeki tüm d ü nyanın yüzü­
n ü n dünyevî bir cennete döndürülm esi, tıpkı düşüşünden önce
A dem ’in ona m alik olduğu gibi; b ü tü n sanatların ve bilgeliğin
iadesi, tıpkı düşüşten sonra Adem ’in, İdris’in, Süleym an’ın başı­
na geldiği gibi.” Böylece sim ya ve C hiliastizm beraberce herm etik
tarikatlara nüfuz etm iştir; m etallerin dönüştürülm esi de “haki­
ki" Homunculus’u n veya yeni insanın doğu m u n u n u v ertü rü d ü r
burada: Bunun so n rad an yapılan b ir tasviri, kim yasal k rallık
düşleriyle ilgili, G oethe’nin Die G eheim nisse [Sırlar] fragm anın­
da bulunur. “Yüce b ir saikle k o y u ld u ğ u / G ün boyu süren u zu n
seyahatten yorgun düşm üş" gezgin, m anastırın kapısında esra­
rengiz bir resim görür, haçın güllerle sarm alanm asını görür; “ve
hafif, güm üşsü bulutların salınm asını/ Haçla ve güllerle gökyü­
züne yükselm eyi’’. M anastırın salonunda on ■üç iskem le d u ru -
yordur, iskem lelerin başında, üzerlerinde başka b ir şeyle karıştı­
rılması im kânsız simya alegorileriyle on üç levha asılıdır: “Şura­
da ateş renkli bir ejderha g ö r d ü / S usuzluğunu vahşi alevlerle
yatıştıran./ Şurada ayının ağzına uzanm ış bir k o l / kay nar seller­
le kanıyor." L evhalardaki resim ler bu sıralam a için de altın ın
o lu şunun on üç aşam asını tem sil ederler; m anastırın ihtiyarının
gezgine anlattığı ecdâd salonu da b u n u n ifadesidir. Ancak bu tu­
haf G oethe şiirinde, ardında onca ecdâdın olduğu bu bilgenin
adı Humanus’tur; A ndrea’n ın G üllü H açlılığında da, m etallerin
ve dünyanın dönü şü m lerin d en neş’et edecek son isim ve m uhte­
vanın bu olacağı iddia edilmiştir. İlki acının ve çözülm enin işa­
reti, ikincisi aşkın ve yaşamın işareti olan Haç ve Gül, “m ükem ­
m elleştirm e işi"nde böylesine alegorik biçim de iç içe geçm işler­
dir. “Ve b ir Fransız filozof," diye anlatır G ottfried A m o ld ’un
174 l ’de yayınlanan Sapkınlıklar Tarihi, G üllü H açlılarla ilgili
bölüm de, “altın y ap m an ın s ırrın ı bizzat b u isim de aram ış ve
G ül’ü n [Rose] ros veya çiyden g eldiğini, crux’a [haç] da lux
[ışık] dediklerini ileri sü rm ü ştü r - sim yacıların en çok başvur­
dukları şeylerdir bunlar." Gül H açlılık böylece d ö nüp dolaşıp
sim yanın ikinci katı diyebileceğim iz b ir yere tırm andı; Simya

318 İsa’nın döneceği gün, kıyamet günü.


766
D üğünü'ndeki bilgelik taşı aynı zam anda Isa'nın [temsil ettiği]
köşe taşıydı. Kurşun için olduğu gibi insan için ve tüm dünya
için: “V ita Christi, m ors adami, M ors Christi, vita A dam i"3'9 yazı­
yordu, Jakob B öhm e'nin dostu Güllü Haçlı A braham von Franc-
kenberg’u n mezar taşında. Veya aynı Franckenberg'in S im ya Dü-
ğünü'ne atıfla öğrettiği gibi, simya “göksel ışıkların, zam anların,
insanlann, hayvanların, ağaçların, otların, m etallerin ve dünya­
nın b ü tü n şeylerinin yenilenm esi” dem ekti. B unun ötesinde, ha­
lih a zır göksel ışıklardan gelen h er türlü zorlam a ve engele, dola­
yısıyla bazı şerhlerle de olsa zam anının k ader m itolojisine: ast­
rolojiye karşı çıkıyordu. Bazı şerhler d ü şü lm ü ştü , ' zira b ü tü n
m etaller gezegen alam etleri taşırlardı ve tersine, altın ‘pişirirken'
gezegenlerin d urum u daim a dikkate alınırdı. Yine de sim yanın
batıl inancı daim a astrolojiden ayrık hatta ona ters bir yanını
k orum uştur; m üdahaleyle, karışmayla, değiştirici süreçle ilgili­
dir bu yanın ve tüm üyle “d o n u p kalmış semaya" yönelm esi ge-
rekiyordur. Siftahın yıldız haritasına karşıdır, m ezar yazıtını da
baştan takdim eden, değiştirilem ez, kaçınılm az olarak sunulana
karşı. Tam da gezegenlerin alam etleri, m etallerde olsun sem ada
olsun, güneşe veya altına giden yolda, “kim yasal olarak aşılmalı­
d ırla r”. N itek im F ran c k e n b u rg ’in 1643 tarih li O culu s sid eri-
us'u32o da buraya varır: “D onup kalm ış sem anın etrafı çevrilm iş
kafesine veya ü zeri sıvalı hayal k u b b esin e kafi derece u z u n
m üddet tıkılıp, h er nevi hayali d ü ş ve yıldız imgesiyle herkes
birbirine m aym unluk yaptıkta, artık bir lahza d u ru p yedi uyur­
lar uyku su n u gözlerden ovalam ak lazım gelir.” Daha Thom as
M ore’da ve onun liberal ütopyası çerçevesinde, onda sim yanın
“k u rtu lu ş m itolojisi” (karş. yukarda, “M ore'un zıddı. ..” başlıklı
b ö lü m ü n sonlarına doğru) istikam etindeki gizli etkisine atıfta
bulunulm uştu. C am panella'nın o toriter ütopyasındaki karakte­
ristik yönlendirici etken olan astrolojiyle aradaki farkı koyuyor­
du bu; astroloji, sim yadaki gibi aşağıdan yukarıya daha iyiye
doğru değil, salt yukarıdan aşağı büyüdür. Altın-olm a, Andreii
ve takipçileri için hep dünyayı değiştirm ek anlam ına geldi, me­

319 İsa'nın yaşamı Adem'in ölümü, İsa'nın ölümü Adem'in yaşamı.


320 Yıldız gözü.
767
talürji de bu “teknige” vekalet eden bir denem eden ibaretti. N i­
hayetinde dünya, varlıgı sah id en sezilen Pan’la, “Ponsofi” ve in­
saniyet tarafından tek rar inşa edilmeliydi.
B uraya giden yollar aşikar biçim de kanşık tı, daha b ilin en m u ­
hitlerde de dikkat çekici biçim de kısa kalıyordu. 1619’da, ano­
nim Sim ya Düğünü'nden üç yıl sonra, A ndrea b ir de sosyal ü to p ­
ya yayımlamıştır: Rei publicae Christianopolis descriptio.32} Az ev­
vel gördüğüm üz ark a planı dışın d a özel bir önem taşımaz ve her
halükarda m üstakil b ir varlığı yoktur; b u n d an ötürü, ancak G ül­
lü Haçlılarla bağlantılı olarak dillendirilebilir olgunluğa ermiştir.
Burada altın tarik atı b ir tür H ıristiyanlaştırılm ış zan aatk ar ve
okul şehri olm uştur, ortasında çem ber-tapınak, bunun etrafında
bir Pazar, jim nastik ve eğlence bölgesi, çeperlerinde tarlalar ve
atölyelerle b ir ada-şehir. Sim yadan gerçi ü topik okulun m üfre­
datında bile bahis yoktur, şehrin şüphe götürm ez esnem esi bile
neredeyse C am panella’nm biraz daha sonraki C ivitas solis'i tü ­
ründen bir çeşit gezegenvari çem ber form uyla çevrilidir. Yine de
bu sosyal ütopyada, tıp k ı M ore’unk in d e de old u ğ u gibi, astrolo­
jik bilince karşıt, sim yacı bir bilinç işlem ektedir; H ıristiyanopo-
lis, u r g u l u b ir anti-tez karakteriyle, sanki istidlal edilircesine,
“tem elden m ahvedilm iş, tersine dünyanın cü ru fu n d an” çıkarak
yükselir. Üç kademeye aynlm ış bilgelerinin bilimi de Cam panel-
la’daki. gibi statik ve tam am lanm ış değildir, tersine, üst sınıfın
. son öğretisi, “n ih ai m ercin in k e h a n e ti”, “peygam ber teoloji­
s id ir . Buradan y in e “genel reform asyona", tuhaf biçim de batıl
inancı ışıkla, “panso fi"y i K ıyam et G ü n ü y le b a ğ la n tılan d ıran
G üllü Haçlılığa b ir yay çizilir. S o nunda A ndrea’n ın en önem li
m üridi, C om enius, m editasyon dersinin am a aynı zam anda b ir
Ecclesia philadelphica’n ın 322 k u ru cu su , G üllü Haçlı sim yasının
girişimini telif etmiştir. Tıpkı Andrea gibi C om enius da sadece
hayranlıkla değil aynı zam anda ironiyle bahseder onlardan, ama
bu ironi bile alaya aldığı batıl inanç-inancını paylaşır. 1631 ta­
rihli “D ünyanın labirenti ve kalbin cenneti”nde, “boru sesleri al­
tın d a ”, G üllü H açlılardan bahsedilir: “Altın yapım ı, başarabil­
dikleri yüzlerce şeyden birisiym iş sadece; zira tüm doğa gözleri­
321 Hıristiyanopol cumhuriyetinin tasviri.
322 Kardeşçe sevgi kilisesi.
768
nin önün d e yattığından, her b ir şeye gönüllerine göre bir form
verm eye, birbirleriyle b in m il m esafeden bile konuşabildikleri
için de hem eski dün y an ın hem yeni dünyanın çapı içinde vuku
bulan h er şeyi bilm eye m uktedirm işler. Ayrıca bilgelik taşına
m aliktirler, o n u n sayesinde b ü tü n hastalıkları tedavi edebilir ve
u zun öm ür b ah şed eb ilirler... O nca yüzyıl b o y u n c a sak lan ıp
m utlak sessizlik içinde felsefenin kem ale erdirilm esine çalıştık­
tan sonra şimdi, hele h er şey düzene girdiğine ve kanaatlerine
göre dün y a büy ü k b ir alt üst oluşun eşiğinde durd u ğ una göre,
artık saklı kalm ayıp açıkça ortaya çıkmaya istekli ve ona lâyık
olan her kişiye en kıym etli sırlarını açm aya hazırdırlar" (D as
L a b y rin th der W elt und das P aradies des H erzen s, A lm ancası
1908, s. 115). “Kıymetli sırlar", içindeki a ltın ın dökülm esi için
tersine dünyayı doğrultm anın gizli yollarından başka bir şey de­
ğildir. O altın ki, altın o lm aktan öte, zam an ın çok sem bolist
ekonom ik-teknolojik m eczuplarının gözünde, serpileni, toparla­
nanı, ışıksı olanı simgeleyen güneş alâm etiydi aynı zam anda.

Tekrar sim ya: m u ta tio specierum


(anorganik türlerin dönüşüm ü) ve onun ku lu çka m akin esi

İlkin öğrencinin kendi kendisini arıtm ası gerekm iştir, dışarıda


bu işe koyulm adan önce. Altın yapm a itkisi onca ayık ve ticarîy­
ken bile, itinayla işlenm esi gerekiyordu altın ekininin. Yoksa,
deniyordu (kafası o kadar karışık olan b ü tü n yazarlar bu nokta­
da m utabıktır), çömez alınm am alı, hele sanatın b ir parçasından
bile asla “sır verilm em eli” idi. Çok defa oruç, cinsel perhiz talep
ediliyordu ve başka törensel talim atlar vardı, böylece öğrenci en
azından gündelik-olm ayan b ir durum a, m üm ince bir sabra giri­
yordu. Zaten b ir sona ulaşam ayacak olan bir işte, başarısızlığı
kendi annm am ışlıgına, iç hazırlığının yetersizliğine bağlam a im ­
kânı her zam an m evcuttu. M um ışığının ve ocak ateşinin üç
a d ım ötesinde şeytanlarla m ukim nüfuz edilmez gecenin başla­
dığı, h er karanlık köşede cehennem î b ir Bir Şey’in ciyakladığı,
inlediği, ü rk ü ttü ğ ü , havada salm dığı veya değerek yokladığı bir
zam anda, kötü ruhlardan duyulan k o rk u da buna katkıda b u lu ­
nuyordu. Öyle olunca, yeni başlayan çöm ezin tem iz olması, sal-

769
dında bulunulam ayacak bir m asum iyet taşıması tavsiyeye şayan
görünüyo rd u ; sofu b ir kalp, m uska sayılıyordu. Ama h er şey
böyle batıl inanca dayalı olsa bile, b u içsel tavsiyelerin bazıları,
tuhaf biçim de doğaya yakın, neredeyse doğanın yeraltı kuvvetle­
rine yakın etki bırakırlar. Simyacı, öğrencisinin bilinç durum u­
nu, o n u n m addelerle bilinç-dışı bir bağlantı kurm asını da gerek­
tirecek biçim de değiştiriyordu. Yani yeni başlayan çömez sadece
adil olm ak ve ih tiraslard an arınm akla kalm ayıp, m addeye de
hakkını vermeli, sanki “esasta" ken d in d en bir parçaymışlarcası-
na. ateşle, kurşunla, rastık taşıyla, esneklikle, parıltıyla rabıtası
olmalıydı. Sonra altının “tahayyül edilmesi" önkoşulu vardı; fi­
ilen herhalde çoğunlukla değişim değeriyle bağlantılı basit ve
tek b ir anlam a gelen, ancak talim atın ideali uyarınca altın, b u ­
h u r kokusu ve sarı sakızla, velhasıl neredeyse Isa'nın doğum uy­
la rabıtası b u lu n an b ir taha^yyü Böylesi, alışılagelen altın ve pa­
ra yapıcılığının tınısına kıyasla m ukaddesatı daha az tah k ir eder
ve daha az ideolojiktir; zira bu zanaatın im anına göre bizzat tek­
nik sürecin bir parçasıdır. G üllü Haçlılarda görü n ü r hale gelen
daha d erin imaları ve niyetleri şim dilik bir k en ara bırakalım . Al­
tın, bizzat kendi teşkil ettiği istek ve irad en in imgesiyle tahrik
edilerek, “büy ü k m etal sada”n ın verilebilm esinden evvel bir iç
bilgelik taşı hazırlanarak çağrılacaktı. Bu “tahayyüle" ilişkin bazı
talim atlar öyle etki uyandırır ki insanda, sanki tu tk u dolu istek
ve irade öznesi tüm varlığıyla, kendine m ahsus bir iç'le veya
membayla, bir yeraltı geçişiyle “sem patetik" olarak bağlı b u lu n ­
d u ğ u doğaya d u h u l etm elidir. Sim yada psişik, dinsel ve doğal
kategoriler, sıklıkla, aynı d ö n em d e Paracelsus ve B öhm e'nin
kozm olojilerinde olduğu kadar iç içe geçmiştir. Yaşayarak tecrü­
be eden ve kavrayan özneden bağım sızlığın bilginin ölçütü sa­
yıldığı bu durum , doğa bilim sel açıdan, sonrasında [bugünden
bakıldığında] artık pek idrak edilemez. Simyacıların yaşamları­
na dair elde kalan resim ler gerçi m etin ve hedefe tu tk u n bir va­
roluşu naklederler am a onları az evvel akşam yem eğini yemiş
veya yeryüzünün tinsel m ağarasından yeni dönm üş gibi göste­
renler, enderdir. Tabii R aim undus Lullus gibi adamlar, keza son­
raki G üllü Haçlıların birçoğu, belirgin istisnalardır - geçerli olan
da bu istisna. M utfağının karm aşasının, kıyısız bucaksız reçete­

770
lerin ve sapılan sayısız yanlış yolun orta yerinde, “H enosis” talep
edilir yeni başlayan çöm ezden, Yeni P lato n cu ifadeyle; kendi
kendisini sadeleştirm ek, amel kuvvetine ve tohum larına yoğun­
laşm ak dem ektir bu.
D ikkate değer biçim de, öğrencilerin bilm esi gereken tem el
şeyler bile fazla karm aşık değildi. B irçok sahtekarın, neleri bil­
m ediğini söylem ek zorunda kalm am ak için bu işi bilinçli olarak
karanhklaştırm asına rağmen. Üstelik, öznel-dürüst kitaplarda da
reçetelerin ve im gelerin çoğu kez birbiriyle telif edilem eyecek
biçim de, bir de iyice yabancı hale gelm iş bir dille, arka arkaya
dizilm esine rağmen. Yine de bu ö rtünün kıvrım larında belirli or­
tak ve neredeyse biçim lenm esi kemale erm iş temel kavram lar
devinir; sayılan pek fazla değildir bunların. Tamamı sâfi aram ak­
tır, denem ektir bu işin, başkalarının deneylerinin hiç ne olacağı­
nı bilm eden sınanm ası da d ah ild ir buna, o n ve daha fazla yüzyıl
boyunca, m uazzam bir gayretkeşlikle. Simyacılığın düşü belki
de altın parıltılı bir metal karışım ının kotarıldığı bronz çağına
kadar geri gider ve M.S. 700 civarlarında b ü tü n kültürlere yayıl­
m ış olduğu kesindir. Yalnızca Arap ve Avrupa sim yası yoktur,
Hind, Çin, Siyam sim yalan da vardır; tem el esasları da pek farklı
değildir. Şeylerdeki bir O lm uş’u tekrar sökm ekle, şeylerin için­
deki k arışım ın b ileşim in i d eğ iştirm ek le m eşg u ld ü r bu sanat.
Orada, öncelikle de “elem enter” birim lerine ayrışm ış olan şey­
lerde, ilk olarak, tüm üyle vasıfsız bir ‘kendinde'-m addeyi arıyor­
lardı, bakir başlangıcı. M evcut h er şey b u n a göre deneyden geçi­
rildi, ne kadar soluk veya ne kadar yıpranmış, pörsüm üş görü­
nüyorsa o k ad ar iyiydi; yağm ur suyu, idrar, bok pek vaadkardı-
lar, “m ateria prim a”yı,323 içlerindeki “m aya”yı bulm ak bakım ın­
dan. M etallerin karışım ında, b u pasif kök-m ad d en in yanında,
değişen nispetlerde üç temel bileşen olmalıydı: M erkür (cıva),
Sülfür, Sal (tuz). Bu üçü halihazır civayla, sülfürle, tuzla örtüş-
mezler, onlarla ilişkileri aşağı y u k an k arb o n u n köm üre nispeti
gibidir - veya daha iyisi: büyüselleştirilm iş bir skolastik anlam
içinde, onların “cevheri”dirler. En aslî m etal varlığı olarak kabul
edilen, M erkür’dü, cıva cevheri; su ve topraktan oluşur, esnekli-

323 İlksel madde.


771
gi ve eritilebilirliği m ü m k ü n kılar. Bu pasif vasıflan nedeniyle
M erkür dişil erk sayılır, “m ateria p rim a ”ya en yakın olandır. Sül­
für veya sülfür cevheri hava ve ateşten oluşur, eril-aktif bir var­
lıktır, metallere rengini ve her şeyden önce yanabilm e ve değişe-
bilm e özelliğini verir. Tuz nihayet, tuz cevheri, m etallerin yakılıp
k ü lleştirileb ilm esin i, keza k a tılık ve se rtlik le rin i saglar; Yeni
A hit'te de geçerken d o k u n u la n çok esk i büyüsel yüceltm eler
(“toprağın tuzu”), “Sal philosophicum ’’u 32A zam an zam an bilgelik
taşının yakınlarına kadar taşım ıştır (karş. G oethe’nin D ichtung
und W ahrheit [Şiir ve H akikat], sekizinci kitabındaki, “belirgin
alkali tadlı” şifalı toz). Ama b ütün b u nlardan d ah a belirleyici
olan, m etallerin “m ateria prim a" ve diger üç tem el bileşenle tü ­
ketilm iş olm adığı, k en d i v arlık ların ın n ih ay etin e erm edikleri
inancıydı. Bizzat kimya, 18. yüzyılın sonlarına dek, m addelerin
anılan üç tem el bileşen lerin e in an m ıştır (ancak L avoisier'nin
bertaraf ettiği “Phlogiston”325 ve “ısınm a m addesi”nin bile atala­
rından b iri sülfürdür); yalnız bunlara altının şimşeği veya aldatı­
cı ziyası düşm üyordu. Böylece sim ya üç temel bileşene en yü k ­
sek “cevheri” ilâve etti, veya alelade m etallerin hepsinde tazyik
eden ve büyüm esi engellenen altın tohu m u n u , henüz güncelleş­
m em iş b ir “E ntelechie”yi. Vasıfsız “m ateria prim a" gibi “altının
Enteîechiesi” fikri de Aristoteles'e dayanıyordu; tabii b ü tü n diğer
dogal tü r ve cins Enteîechie'lerini ezip geçerek. A ristoteles yal­
nızca hareketi “tam am lanm am ış Entelechie” olarak tanım lam ıştı,
fakat ona göre tam da madde, kendisine en yakın b ir yüksek b i­
çime sıçram a im kanını taşıyordu; şim diyse “h er m addede in po-
tentia326 altın vardı, tıp k ı yum urtanın kuluçkadan çıkmamış bir
kuş olması gibi". Bu altın Enteîeehie’s i, hepsi de bilgelik taşı anla­
mına gelen “kızıl aslan [sülfür]”, “kızıl boya'', “b ü yük hülasa”,
“M agisterium m agnum ”327 tarafından teşvik edilmeli ve kurtarıl­
m aydı. W elling’in l 735'te çık an Opus m a g o -c a b a listicu m ’u32B

324 Filozof tuzu. Paracelsus'un izleyicilerinden Valentinus, kükürt trioksit için


bu tanımı kullanmıştır.
325 Yanma maddesi.
326 Kuwe/potansiyel olarak.
327 Büyük sır.
328 Büyüsel Kabala’ya dair eser.
772
(genç G oethe'nin bayan von Klettenberg'le, “güzel ruh"la bera­
ber okuduğuyla aynı şey) b ununla ilgili şunları söylüyordu: “Bil­
gelik taşı, yüksek seviyede arındırılarak canlandırılm ış M ercuno
[cıva] ve o n u n canlı altın ın ın sanatla b ir araya getirilip u z u n
m üddet y an an bir ateşle birbirine bağlanm asından m üteşekkil
bir gövdedir ki, artık bu bileşenler bir daha asla ayrılamaz ve bu
biçimi ile geri kalan m etalleri ânında olgunlaştırabilir, arındıra-
bilir, renklendirebilir, böylece b unlar da en saf altının doğasına
yükseltilir." Bu m asalsı taşın en azından tasvirleri m evcuttur -
üstelik çok ü n lü adamlarca yapılmış tasvirler. Sonradan yapıla­
nın kendinden öncekinin om uzlarında yükseliyor gibi göründü­
ğü bu tasvirler, birbirleriyle kısm en örtüşür. R aim undus Lullus
taşı bir kızıl yakutla karşılaştırır; Paracelsus, Signatura rerum na-
tu r a liu m 'd a 329 taşın ağır, k ü tle sin in y ak u t gibi canlı kırm ızı,
kristal gibi şeffaf am a aynı zam anda reçine gibi bükülgen ama
cam kadar da kırılgan olduğunu belirtir. Kimyacı ve Paracelsus-
çu33o H elm ont, eline almış olduğu taşın, tam u n ufak edilm em iş
cam gibi parıldayan safran renkli ağır bir toz olduğunu anlatır
(karş. Kopp, D ie A lcyhm ie [Simya], 1, s. 82). G erek güm üş ve cı­
va gerekse kurşun, kalay, bakır, dem ir gibi “olgun olmayan" ve
antim on [rastık taşı], vism ut, çinko vesaire gibi aynı zam anda
narin olan metaller, ten tü rü n ve taşın nüfuzuyla altına dönüşe­
ceklerdir. Bu soylulaştıniıa, “aksettirm e” [projeksiyon) yoluyla
yani sıvının içindeki m etale te n tü r çalınm asıyla sağlanacaktır;
öyle ki, tentür, a n lık düzeyine göre, soylu olm ayan m etali kendi
ağırlığının otuz bin katına kadar çıkarabilecektir (karş. Schmi-
eder, Geschichte der A lchym ie [Simya Tarihi], 1832, s. 2). Simya­
cılar bu üto p ik , h a d d in d en fazla ü to p ik m ücev h er hak k ın d a,
böyle kazançlı me tal m ucizelerinin ço k ötesine geçen ve başka
bir [İsa'yı temsil eden) köşe taşı ve kurtarıcı m üjdesinin im âları­
nı da ihm al etmeyen bir h ü r e t l e konuşm uşlardır. “M ateria pri-
m a” ve d ah a yakından M ercunus nasıl Bakire M eryem ’le karşılaş­
tırırıy s a , taş da Oğul’a benzetilm iştir. “M ukaddes taşın karşılan­
ması" vardır, Robert Fludd “güneşin işinin tam am lanm asını sağ­

329 Doğal şeylerin işaretleri.


330 Kimyayı yeni bir insan ve doğa felsefesenin anahtarı sayan öğreti.
773
layacak, iç tapınağın tem el taşı" der o n u n için. Jakob Böhm e
onu “hiçbir elem entin insanoğlunun ü stü n d e olm adığı bir kral­
lığın kökü" olarak takdis eder. Zaten Böhme teosofi ve teogoni-
sinin tem el çizgilerini sim ya işlem leriyle u yum içinde geliştir­
miştir; sanki insanın simya sürecinde yaptıkları, Tanrı'nın canlı­
ların yaşam ı veya an goranik doğa üzerinde yaptıklarına benzer
veya onunla aynıym ış gibi (karş. H arleg, Jakob Böhme und die
A lchym isten Uakob Böhme ve Simyacılar], 1870, s. 46 vd.). An-
gelius Silesius'un bereketli alegorilerinde en az horladığı şey,
M esihçi sim yacılıktır: “Ben kendim m adenim , ru h ise ateş ve
o c a k / M esih tentürdür, bedeni ve ru h u yücelten" (C henıbinisc-
her Wandersmann33: I, 103. K oşutluk). Taş'ın tüm b u Tanrılaştı-
rılm asının ve b u n u n beraberinde getirdiklerinin sonsözünü ise
Rönesans'ın Yeni Platoncusu M arsilio Ficino söylemiştir; sonrala­
rın b ü tü n o kinayeleri ve şeffaflaştırmaları ilkin onda bulunur.
Yarı gnostik Theologia Platonica'da henüz tem kinli, örtülü söyle­
diğini, De arte chimica332 çalışm asında açıkça ifade eder: “Bakire
Mercurius’tur, O gul bize ondan doğm uştur; O da Taş'tır, onun
kam , değdiği aşağı gövdeleri altın semâya sağ salim geri ulaştı­
rır." Bu m etin aynı zam anda, lâfzen veya barok süslem elerle sa­
yısız G üllü Haçlı sim ya m etn in d e d ö nüp d ö n ü p karşım ıza çıktı­
ğı gibi, Taş'ı, felsefî altını, altın semâyı Bir saymaktadır. A ndrea
“Kırmızı tentür zu h u r eden kralın erguvanî pelerinidir" dediğin­
de, kralla hem Taş hem de o n u n dünyadan dışarı taşıdığı göksel-
dünyevt altın ın kendisi k astediliyordu. Kimyasal C hiliastizm
gerçekten ayrıştırm a sanatının [kim ya], kırm ızı ten tü rün, altının
ve cennetin, günlerin sonunda örtüşüyor göründüğü bir m âhi­
yet kazanm ıştır, transm utasyon [elem entlerin dönüştürülm esi]
işi, tüm Hybris'iyle [kibir], “laboratorium Dei"333 sayılıyordur. O
andan itibaren bütün öteki m itlerin, bir m etam orfoz ihtiva ediyor­
larsa, simyayla açıklanabilir görünm eleri şaşırtıcı değildir. Sir-
se334 olsun A rgonotların seferi olsun, Kızıldeniz'in yarılıp geçil­
m esi olsun H erk ü l'ü n yapıp ettikleri olsun, Kral M idas olsun

331 Kerubiyun (Incil'de cenneti bekleyen melek) Gezgin.


332 Kimya sanatı.
333 Tann'nın tetkiki/işi.
334 Yunan mitolojisinde misafirlerini hayvana dönüştüren kadın büyücü
774
H esperidler’in bahçeleri335 olsun, M usa'nm tuzlu suyu tatlı suya
d önüştüren asâsı olsun, Kana düğünü olsun; bunların hepsi ve
daha birçokları, Taş'a tapm aya m ükem m el h izm et edebilirdi.
Mitsel dö nüşüm arketiplerinin en iyi m uhafaza edildikleri yer,
sim yanın dolgun alegorisidir. O lim pik Tanrılar ancak 18. yüzyıl­
da m etal işaretleri ve m etal-ruhlar suretindeki yaşam larının son
nefesini gerçekten verdiklerinde, Fars-Yahudi M esih inancı tu­
haf bir m etalürji içinde, sekülerleştirilm em iş haliyle de sü rd ü rü ­
yordu varlığını. Yine sadece alegorik değil, sem bolik yönden de;
çünkü d ö n ü şü m ü n /d ö n ü ştü rm e n in eksikliğini çektiği cevher,
bir Aiterıtas'tan diğerine havale eden çokanlam lılıktır, hedefi iti­
barıyla kesinlik ve m utlak olanın inkâr edilmez fanatizm i uyar
ona. A ltın, m utluluk, ebedî ya şa m kurşun kafestedir; m ahpus tu tu ­
lan İsa'nın, tüm şeylerin ve v a rlık la n n Entelechie’s inin, sim yanın
bir sureti olduğu genel re fo m a syo n tarafından, m akam -m evki z in ­
danından çıkartılm ası gerekir. Tarihi iyileştirm e ve dünyayı yü­
celtm e arayışları böylece içlerine organik-inorganik bir kurtarıcı­
lık motifi almakla, birbirlerine kavuştular. A ndrea'nın, Simyanın
Rönesans’taki hayalcilerinden, Yeni Platoncu Ficino'ya da m uh­
tem elen çok şey öğretm iş olan bir özlü sözü benim sem esi sebep­
siz değildi; Mesihçi “Oden Salom onis”i n ,33® Filon'dan veya onun
o k u lu n d a n gelen eski bir özlü sözüydü bu. Şöyledir: “A ncak
kendi dönüşüyle d ö n ü ştü rü lm ü ş olan Saflık/Arılık, tıpkı k u rşu ­
nu n kaosa batm ış m addeleri çözeltmesi, yenilemesi, uyandırm a­
sı gibi, ölüleri uyandıran kuvvete sahiptir. Kutsal su, Logos sper-
m a tik o s337 vasıtasıyla, Varoluş'a yaşam kuvvetini geri verir ve
o n u arıtarak yükseldir, tâ ki aşağı olan h er şey yükseğe d ö n ü ştü ­
rülene dek.” Bu cüm le simya ütopyasını,-teknikte m üm kün ola­
bilecek en cesur ve en m itolojik ütopyayı-, gerçekten in toto ta­
nımlar; “ham m etallerin Isası’n ın ” da ötesine geçerek. Oden Salo-
m onis 'lerde geçen, O rtaçağın A rap ve H ıristiyan sim yasında ise
eksik olan Saflık/Anlık veya Katharer'in, tıpkı cevherin içindeki
“krallık u n su ru ” gibi Reformasyon dönem inde tekrar ortaya çık-

335 Hesperidler Yunan mitolojisinde geceyle gündüzün sınırında oturan periler­


dir, altın elmaların yetiştiği bahçeye bekçilik ederler.
336 Süleyman'ın şarkıları.
337 Gebe bırakan söz.
775
m ası da dikkate değerdir. Saf/An olan, Paracelsus’ta bir kimyasal
Hyas'a, “Etias A rtista’’ya338 dönüşür, toplam da sim yanın işi “Bü­
yük M ayıs"ın veya “krallığın" işi halini alır. Paracelsus'un (Pa-
ragranum kitabı, Bölüm 3) doğadan öyle M esihçi ve kimyasal-
Chiliastik tarzda bahsetm esi b undandır: “K endi yuvasında ta­
m am lanm ış h içb ir şeyi gün y ü z ü n e çıkartm az, insan onu ta­
mamlamalıdır, bu tam am lam anın adı sim yadır"; bu, septim us ve­
ya pazandır dünyanın, insan tarafından yaratılmış. Fioreli Joac­
h im 'in ve o n u n “ü çüncü krallığının" etkisinin, Reformasyon ve
Barok esnasındaki h er taş m istiğinde görü n ü r olması da önemsiz
değildir; çok söm ürülm üş simyasal G üllü Haçlılığın esası, o n u n ­
la Ficino'nun beraberliğindedir.
Alışılagelen altın hırsın ın gerek sisi gerek genişlem eleri, daha
renkli ve daha çarpık olam azdı. Fakat vardığı b u son noktada
da sim yasal arzu d ü ş ü n ü n son k erted e karışık olm ayan, son
kertede kesinlikli o la n yanının öne çıkabilm esi için, Barok d ö ­
n em in d e n ik i açık Jo ach im ci m u tasy o n [d ö n ü şü m ] k itab ın a
d ik k a t çekeceğiz: Sperber’in 1660'ta çıkan Traktat von den drei
seculis339 ve N olius'un 1617 tarihli m etni, Theoric; philosophiae
herm eticae.3*0 En sahici C hiliast'lardan biri olan Sperber, yalnız­
ca üçüncü ve n ihâî bir altın çağın arkada beklem ekte olduğunu
ve onun vaziyetini” vaz'etm eyi istem ekle kalm az, “Ü çüncü In­
cil’in ve sim ya san atın ın beraberce z u h u r edeceğini" vaad eder. ■
Paracelsus'un ve takibat altın d ak i G üllü H açlıların sistem atik
bir m ü rid i olan Nollius, “M ükem m elleştirm e İşine", G enel Re-
form asyonla bağıntılı b ir irtifa kazandırm ıştır; Bilgelik Taşının
kendisi basam aklı hale gelir onda, tıpkı im al edilişi gibi, doğa­
n ın göğe uzanan m erdiveni olur. N ihâî krallığın kim yasal d o ru ­
ğu şudur: “Verus H erm es, Portae herm eticae sapiantiae, Silentium
herm eticum , A xiom ata hermetica, De generatione verum naturali-
u m ’’3*1 ve so n olarak: “D e renova tio n e".3*2 A ltın h ırsı, tek n ik

338 Geri dötıen llyas-peygamber.


339 Üç devir hakkında tetkik.
340 Felsefi hermetik teorisi.
341 Doğru/hak Hermes, ' hennetik bilgeliğin kapılan, hermetik sükûn, hermetik
aksiyomlar, doğru/hak doğal şeylerin gelişimi üzerine.
342 Yenileme üstüne.
776
yönden içine göm üldüğü m etalürji dışında, her yerde aynı za­
m anda bir tü r k u rtu lu ş m itolojisi idi gerçekten. H içbir zam an,
en iyi ihtim alle bir m itolojiden öteye geçm edi ama hem en hiç"
bir zam an da bir k u rtu lu ş m itolojisi olm ak tan aşağı kalm adı.
N esnelerin K atharsis'i gibi bir şey, ru h la rın k u rtu lu şu n a dair
K atharsis'le b irlik te, sim yasal aslî a n la m ın ı geç O rtaçağ 'd an
Klasizm in h a tta R om antizm in m ecazlarına varana d ek kaybet­
medi. G oethe de, renk öğretisi tarihindeki sim yacılar vesilesiy­
le, bu bağlantılara işaret eder, hatta bir tü r K antçılıkla yorum lar
onları: “Birbirleriyle en içten ilişkili üç yüce fikri, Tanrı, Erdem
ve Ö lüm süzlüğü aklın en yüksek talepleri olarak tanım ladıy-
sak, aşikâr ki daha yüksek bir duyusallığın onlara tekabül eden
üç talebi vardır: Altın, sağlık ve u zu n yaşam'." Simya kesinlikle
altın bulm adı, fantastik işlem vasıtalarıyla b u hedefe ulaşam az­
dı zaten. Buna rağm en, yalnızca m odern kim yanın öncülü ola­
rak m azur görülm ekle kalm am alıdır; yakın vâdeli planı, yani
m e talle rin (e le m e n tle rin ) d ö n ü ş tü rü lm e s i p la n ın ın k en disi,
ato m u n parçalandığı, elem en tlerin elek tro n ların ın aktarıldığı
b ir çağda a rtık asla grotesk gelm ez kulağa. Asıl grotesk olan,
önceki yüzyılda, D arw in yüzyılında “tü rlerin d ö n ü şü m ü n ü n ”,
anorganik elem entlerin kendisinin yerinden oynatılam az/tertibi
bozulam az sayılması ve tam am en b u n u n la [bu dönüşüm le] ay­
nı anlama gelen “m utatio specierum ” ifadesinin (ilk kez sim yada
geçer) asla anlaşılam am asıydı. Ama h er şeyden önem lisi, görül­
düğü gibi, sim yanın tasarım ının, kısm î dönüşü m lerle asla tüke­
tilm em iş o ld u ğ u d u r - en azından A ydınlanm a’n ın hem en arefe-
sindeki yüzyılda. Bu kötü ü n yapm ış tek n ik arzu d ü şü n ü n ka­
pısında yazan şiâr gayet b ü tüncüldü: ]ehi Ohr, Işık O lsun; fan­
tastik m utasyonların ufku n d a bu vardı yani. A ltın arayıcılarının
büyük kısm ı k uşkusuz hiç boşalm ayacak b ir keseden ötesini
aram ıyor, b u n u n la ilgili ne k en d i k en d in i ne başkalarını daha
yüksek b ir iddiayla kandırıyordu. L lk in bu m u h itin aynı oca­
ğın ö n ü n d e o tu rm u ş heveskârları, gözlerini keza n am ü ten âh i
d u k a altınına dikm işken, ayrıca m etam orfozun ereği olarak do­
ğanın tebdil-i su retin i de [İsa'nın tecellisini de çağrıştıran a n ­
lam da, dönüşüm ] tutuyorlardı akıllarında.

777
B arok dönem de k u r a lsız ica tla r ve “o ra n tıla r"

G ö k y ü z ü n ü n m aviliğine d alarak, h e r zam an rastgele, gevşek


plan yapılabilir. Ama sağlam teknik düşler ve aletlerin geliştiril­
m esine d ö n ü k olanlar, 1500'ten önce pek nadirdir. Roma su ka­
nalları, Çin kâğıt ve b arutu (sadece havâî fişek yapım ında kulla­
nılm ıştı), Mısır vinçleri ne denli kayda değer olsalar da, daha
büyük tasarım lar ancak kapitalizm in siparişleriyle devreye gire­
bildi. G erçi 550 yılı dolaylarında Bizans'ta öküzler tarafından
bucurgatla çekilecek yandan çarklı bir gem inin planlarına rast­
lanır am a plan aşam asında kalmıştır. Ortaçağda İskender efsane­
sine d a ir m in y a tü rle rd e , İsk e n d e r'in d e rin le re d alıp oradaki
m ahlûkâtı seyrettiği bir tü r denizaltı görülür; am a o çağı ilgilen­
diren, denizin derinlikleri idi, cam dan denizaltı değil. Tek başı­
na kalm ış b ir istisna, 13. yüzyılda, am pirik doğa bilimci Fransis-
ken Roger Baco'dur. E pistola de secretis operibus a rtis’inde,3*3
hayvanlar yardım ıyla “inanılm az bir hızla” hareket ettirilecek
arabaları, aynca “içinde bir adam rahatça o tu ru p her şey h a k ­
k ın d a dü şü n ü rk en havada kuşlar gibi k anat çırpan” uçm a m aki­
nelerini kehanet etmiştir. Ne var ki Roger Baco'nun b u icat düş­
leri, züm revî-statik olduğu gibi doğaya da tam bir kuşkuyla ba­
kan bir toplum da hiç ilgi görm edi. Ancak Rönesans’ta, o zam an­
lar başlam akta olan kapitaliz'Tlin ticarî çıkar ve kazanç itkisiyle
teknik fantezi kam usal olarak tanındı ve teşvik edildi. Rönesans
ve Barok hem yukarda karşılaştığım ız Dr. Orfir tarzı teknolojik
rüzgârcıların, hem de öncelikle pratik -çalışk an tasarım cıların
çağıdır. Çok yönlü im alat-tam irat işlerine heves eden, birçok
k o nuda deneyler yapıp d uran, m ekanik bilgileri yetersiz fakat
buluş olarak tescillenmeye lâyık fikirleri gani, acemi heveskârlar
vardı. Bunların başında Joachim Becher (1635-1682) geliyordu,
Sombart’ın yeniden tanıttığı parlak b ir sim â (karş. “Die Technik
im Zeitalter des F rühkapitalism us” [Erken kapitalizm çağında
teknik], Archiv f ü r Sozialw issenschaft, Cilt 34, s. 721 vd.), m u-
citliğin talihli çocuğu. Becher düzinelerce tasan getirdi dünyaya:
yeni dokum a tezgâhlan, su çarkları, saat m ekanizm aları, bir ter-

343 Sanatların gizli işleyişi üzerine bir nâme.


778
m oskop, taşköm üründen katran elde etmeye d ö n ü k bir yöntem ,
ve saire. 1686’da çıkan kitabı Niirrische W eisheit und weise N arr-
heit oder ein H undert so Politische als physikalischelm echanische
und m erkantilische Concepta und Proportiones*44 m atem atik-m e-
k an ik uzm anlık bilgisinin m ü şkülâtını taşım ayan, neredeyse sı­
nırsız im kânların ülkesinde fink atar. Acemi heveskârlıkla tek­
nik arasındaki bu garip ilişki, Rönesans’tan 18. yüzyılın ortaları­
na kadar süregitm iştir. O zam anlar b ir hekim , bir ilahiyat öğren­
cisi, bir Egiptolog,345 b ir işçi çocuğu asfaltı, yün örm e m akinesi­
ni, Laterna magica'yı,346 buharlı m akinenin tertibatını bulm uş­
lardı. Bu esnada Kepler, N ew ton h atta Galilei gibi büyük doğa
araştırıcıları da teknikle ancak yan uğraş olarak ilgileniyorlardı.
Sadece iki araştırm acı, hava p o m p asın ın m u cid i G uericke ile
rak k aslı sa a tin m u c id i H uygens, fizik ve te k n iğ in ta rih in d e
önem li yer tutarlar. K apitalist yönlendirm e/siparişin de teknik
ve bilimle ilişkisi aynıydı, am a u zu n zam an boyunca teknik za­
naata bağlı kaldı, neredeyse yalnızca Agricola’da (De re m etalli-
ca,347 1530), p ratik uğraşla teorik uğraş aynı m ertebede görülü­
yordu. O zam anın m ucitlerinin çoğunu m atem atik-m ekanik bil­
gilerden uzak tutan b ir etken daha vardı. Doğaya ilişkin büyüsel
arka plan, onların gözünde asla çökm üş değildi, Paracelsus’un
dünyası tam da teknolojik kitaplarında sağlam b ir yer tu tm u ş ve
uzun süre baki kalmıştı. Özellikle m adencilikle ilgili kitaplarda,
yer cinleri348 veya toprağın derinlerindeki hayaletlerin yaşam ı o
zam anlar teknologları, tıpkı çok daha sonra Rom antik dönem de
şairleri ve doğa felsefecilerini duygusal olarak kavrayacağı gibi,
n aif bir biçim de çok etkilem işti. Hava hareketleri m adencinin
canına kasteden şeytanlardı, yüksel en dip suları içlerinde canlı
pınar cinleri barındırıyordu, beri yandan aşağı doğru akan sular,
‘kaldırılm ası’ gereken ölü su sayılıyordu; velhâsıl bu yönde de
yalnızca sim ya değil, teknoloji, nicel-m ekanik değil nitel-büyü-

344 Delice bilgelik ve bilgece delilik veya yüz tane böyle politik ve fiziksel/meka­
nik ve ticart tasanın ve orantı.
345 Mısır âlimi.
346 Büyülü fener/basit projeksiyon cihazı.
347 Metallerin doğası üzerine.
348 Yerde ve dağlarda, tılsımı koruyan periler; gnomlar.
779
sel b ir dünyada yaşıyordu. Neredeyse yalnızca o zam anların ka­
pitalist açıdan en ilerlem iş ülkesi olan İtalya'da, icat, önceden
hesap yapmayla ilintiliydi. 1470 yılı dolaylarında m ühendis Val-
turio “fırtına arabası” bir otom obil tasarım ı çizdi; arabanın yan
taraflarında yel değirm eni k an atlan vardı, tekerleklerin hareketi
dişli çarklarla sağlanıyordu, üzerinde m atem atiksel olarak çalı­
şılm ış bir eskizdi. Brunelleschi Floransa k atedralinin kubbesinin
inşaatı için kendi m akine tertibatını k u rarken, kaldıraç ve eğik
düzlem leri m atem atiksel bir kurguyla b ir araya getirmişti. Hele
cesur teknikçi Leonardo da Vinci, zaten nedenselliği (“zo runlu­
luğu") temel alan, yalın içkin anlam ıyla ilk m ucit ve araştırm a­
cıdır. Çok yanlı planlarının eşliğinde keskin gözlem, titiz hesap­
lam a vardı; yer yer öncü olm aktan gelen hatalarla, ama asla ace­
mice değil. tik paraşütü, ilk türbini ( “su kanalında pervaneli te­
kerlek", eskiz olarak bugüne kalm ıştır), ilk üst geçit tertibatını
tasarladı (bu da eskiz olarak m evcuttur: “Birbirlerinin üzerinden
aşan yollara d air ta sla k ”). Teknik arzu im g elerin in en eskisi
olan, insan ın uçm a d ü şü n ü gerçekleştirm ek m aksadıyla kuşla­
rın uçuşunu inceledi: “Büyük yapay kuşa ilk uçuşu yaptırmayı
amaçlıyorum ; evreni şaşkınlıkla, b ü tü n yazıları şânıyla doldur-
malı; dünyaya geldiği yuva ebedî şöhrete kavuşm alı". Kuş Flo­
ransa’dan kalkacaktı ama plan aşam asında kaldı, Ikarus düşm e
fırsatı bile bulam ayacak kadar az havalanabildi yerden. Leonar-
d o 'n u n icatlarını tem ellendirm ek istediği m atem atiksel m eka­
nik, ancak onun ö lüm ünden sonra geliştirilecekti. Dahası, Le-
o n ardo'n u n kendisi de onu karakteristik olarak ayırt eden mate-
m atiksel-inşâcı/kurgucu anlayışına rağm en, R önesans’ın organik
doğa im gesinin tam dışına çıkamam ıştı. Tersine: “Kalbi çevrele­
yen kan denizi okyanussal denizdir, nefes ve kanın nabızla çoğa­
lıp azalm asının düny ad ak i karşılığı denizin m edd-ü ceziridir,
dünyanın tin in in sıcaklığı y e ^ ü z ü n ü n bağrındaki ateştir ve ve-
jetatil149 ru h u n konaklan, d ünyanın d ört bir yan ın d a kaplıcalara
üfleyen ateşlerdir” (Richter, Litetary Works of Lionardo da Vinci
[Lionardo da Vinci’nin E debi Eserleri], 1883, s. 1000). Leonar­
do bile doğayla nicel olm aktan ziyade “sem patili" bir ilişki k u r­

349 Büyüm eyi ve yaşamayı sağlayan.

780
m uştu - onu sayılara d ö k ü ld ü ğ ü n e inanm asına ragm en, daha
dogrusu b una inandığı için. Genel olarak R önesans ve Barok'ta
m ucit iradesi esas itibarıyla Impromptu'dur,350 icat yapm anın tıp­
kı vasıl oldugu doğa gibi esrarlı bir edim olduğu inancına daya­
nır. K endi zam anında en b ü y ü k m u cit d eh a sayılan Joachim
Becher, gayet m ütehassis, edinilm esi m ü m k ü n olm ayan, kendi­
sin e n a s ip o lm u ş b ir T a n rı v e rg is in d e n , “ D o n u m in v e n ti-
onis”ten351 bahseder. Becher'e göre profesyonel bilgiye bakmaz
bu: “Bu şahsiyetin ne m esleğin itibarı geçer burada: krallara da
köylülere de, alimlere de cahillere de, paganlara da H ıristiyanla-
ra da, zahidlere de k ö tü lere de nasip o lm u ştu r b u arm ağan.”
İcatçılık daha u zu n bir zam an bilinm eyene yatırım yaptı ve şöh­
retini de ilk in böyle kazandı, hiç m evcut ollm am ış ‘fazladan’ bir
çalışma kuvveti getiren m akineyi imal etti; lâkin çok defa, bah­
tın ve tesadüfün getireceği -ih sa n ın bahtına d ö n ü ş e n - o ihsan
sayesinde M evcut Bulunana daha sıkı bağlanm aktan daha fazla­
sını istem eyerek yaptı bunu.

Bacon’un Ars inveniendiSi:352


L u llik sa natın ya şa m ın ı sürdürüşü

Bilinçli icat da ilkin yalnız d ü ş ve plan olarak çıktı. Keza Francis


Bacon'da, o n u n 1620'deki N ovum organum scientarum 'unda353 ve
oradaki hayli genelleyici tüm evarım cı m alûm atta da öyledir. Ta­
lep ettiği, deneyler, doga yasalarına dair işlemsel bilgi, mitosları
bırakm ak, teleolojik açıklam alara karşı dikkatli olmaktır. Salt el
ustalığı ve tesadüfi reçetelere dayanan zanaat hileleri ve zanaat
sırları, hele büyüsel-teosofik arka plan, devre dışıdır. Bacon ger­
çi ithaf m etni “Sylva sylvarum or a N atural rfistory"de354 simya­
dan husum etle bahsetm ez, “hafif m etallerin” olgunlaştırılm ası
anlam ında altın yapm ayı m üm kün sayar, lakin kullanılan yön­
tem leri, bilhassa bilgelik taşıyla, “birkaç dam la tentü rle” yapıl­

350 Doğaçlama.
351 icat ihsanı.
352 icat sanatı.
353 Bilimlerin yeni organı.
354 Ormanlar Ormanı veya bir doğa tarihi.
781
m ası tasarlanan “projeksiyonu" alaya alır. Apansız ve mucizevi
olan her şey gibi alaya alır b u n u da; bu nedenle, Bacon'un G üllü
H açlılarla ilişkisine dair çok defa ileri süru len iddialar da şüphe­
lidir. Bir tek Bacon'un b ir “regnum hom inis’V 55 hedefliyor olm a­
sıyla “yüksek sim ya" arasında b ir tem as bulunabilir, fakat bu
regnum doğaya hâkim olm ak anlam ında düşünülüyordu, doğa­
nın tebdil-i sureti hele Joachim 'in “Ü çüncü Krallığı" anlam ında
değil. Hele N ovum Organon scientarum ’d a k i “ars inveniendi", te­
orik bulu şu da p ratik icadı da tüm üyle bilgiye (derin anlam , es­
rar yerine) ve kurallı tüm evarım a dayandırm ak ister (söze im an
eden tüm dengelim ler yerine). Ancak gözlem ve ayrıştırm a yo­
luyla b ü tü n şeylerin “kalıcı n itelik leri”, “ilkel fo rm ları” idrak
edilebilir, O na göre, bilm enin ereğine ancak böyle ulaşılır: “ya­
pılar/kurgular oluşturarak". Daha eski icat düşlerini bilm ek de
yarar sağlayabilir, fakat d ah a ziyade, insanlara n elerin o kadar
cü retkâr veya im kânsız görünm üş o ld u ğ u n u ve buna rağm en
tekniğe dair düşlerini doldurduğunu vurgulam ak üzere. G erçek­
leşmiş, bilhassa gerçekleşm em iş planların d ö küm ü, şim diye dek
“H e rk ü l'ü n sü tu n la rın ın ötesinde" d uran icat fikirleri için de
faydalı ipuçları verecektir; ama ancak sahici deney sanatının ge­
m isi erişebilecektir H esperidler'in altın bahçelerine. A ncak bu
tarzda, eski m asallar hakikat olabilir Bacon'a göre, yoksa eski
yerlerinde sayarak gitgide daha taklitçi b ir gevezelikle anlatılıp
durm akla gerçekleştirilem ezler. Tıpkı kuralsız öngörucü tasav­
v ur gibi, hırgürcü lâf ve tüm dengelim m avalları da verimsizdir:
“Şimdiye kadarki bilim lerin, çehresi itibarıyla bakire olan ama
bedeni havlayan canavarlara inkılâp eden m asalsı Scy lla’yla ger­
çekten çok şey söyleyen b ir benzerlikleri vardı. Yukarıya, çehre­
lerine, yani kendi genel cüm leleriyle bakarsak pekâlâ güzel ve
ayartıcı b ir g ö rü n ü şü vardır, am a b ir b ak ım a bilim in ten asü l
uzuvlarını teşkil eden özel cüm lelerine inecek olursak, bunların
en nihayetinde boş lâf m ünakaşaları olduğunu fark ederiz, tıpkı
Scylla'm n havlayan köpeklerden m üteşekkil b ed en i gibi” (N o ­
vu m O rganum, Ö n sö z). Bilgi iktidardır; eski m ucit düşlerini hat­
ta b ü y ü n ü n düşlerini gerçekleştirm enin, belki cüretkârlıkta on-

355 insanın egemenliği.


782
lan aşm anın da iktidarı: “Büyü bilim le birleşecek olursa, bu do­
ğal büyünün meydana getireceği işlerin eskinin bâtıl inançlı de­
n eylerine nisbeti, Sezar’ın gerçek eylem lerinin Yuvarlak Masa
Şövalyeleri ile A rth u r’u n m uhayyel eylem lerine nisbeti gibi ola­
caktır; kısacası, eylemlerin, üstelik onların tatbik ettiğinden de
azını düşleyebilen m asallardan farkı gibi.'’ Magia n a tu r a lis ^ ifa­
desi Rönesans dönem inden bir Yeni Aristotelesci olan della Por-
ta'ya dayanır; o bu ifadeyi zam anının Kabalistlerine ve büyüye
inananlarına k arşı kullanm ıştı. Tekil konularda Bacon tabii o za­
m ana kadarki bilginin açıklarını kapatm aktan ziyade eksilerini
gösterir, “doğal büyüyü” inşa etm ekten ziyade eksikliği hissedi­
len şeyleri zikreder. O n u n “ilkel form ların” b u lu p çıkarılm asına
yönelik tüm evarım yöntem i de doğabilim sel olm aktan çok sko­
lastikti. Keza, çağdaşlarına bu N ovum O rganum’d a , bu Nova ins-
tauratio scientarum'da357 neredeyse geri kalm ış görünen bir yan
olarak, m atem atiği salt fiziğin ek lentisi o larak ele almış, asla
o n u n yöntem sel tem ellerine inm em işti. Elbette bu n u , “m atem a­
tikçilerin fiziği m ahvettikleri", ç ü n k ü “nitel olanla uğraştıkları"
(örneğin “ısının form u"yla) gibi gayet organik-doğabilirnsel bir
gerekçeyle yapm ıştı. M amâfih Bacon m uazzam b ir öngörüyle,
m o d e m doğa bilim inin saf nedensel-m ekanik tekniğiyle geliş­
mesini sağlayacak olan, o zam ana dek ayak basılm am ış kadrola­
rı ve uzam ları göstermiştir.
K uralıyla icat etm en in ön k o ş u lu , d em ek , tek ild en genele
ilerlem ektir. Fakat çıkartılan b u türrıevanm cı sonuç ne kadar
sağlam olursa olsun, az veya çok yüksek bir olasılık derecesinin
ötesine geçmeye niyete edem ez, geçemez. Dar anlam ıyla yalnız­
ca gözlem lenm iş tekil vakaların yekûnu için geçerlidir, böyle­
likle elde edilm iş genel yasanın teşm il edildiği, gözlem lenm e­
m iş b ü tü n diğe r vakalar için ise geçerli değildir. Buna karşılık
tam da Bacon tarafından reddedilen tüm dengelim , en azından
biçim sel m antık bakım ından, zo ru n lu lu ğ u içerir: b ü yük öner­
meye göre tüm insanlar ölüm lüyse, o halde b ir insan olarak Ca-
jus da, m uhtem elen değil m utlaka, ölecektir. Bilim in çoğaltıl­

356 Doğal büyü.


357 Bilimin yeniden kuruluşu.
783
m asının b u tarzıyla ilgili, bizzat Bacon’u n hatırlattığı üzere, d a ­
ha O rtaçag'da yani A rth u r'u n Yuvarlak M asasına hayli yakın za­
m anlarda, hatta m ak in e olarak bile z u h u r eden b ir Ars invenirn-
di m evcut olm uştu. L ullik Sanat denen şeydi bu, veya tüm den-
gelim ci kavrayışın, sillogizm in, teknik aracılığıyla im al edilm iş,
tek adım da yedi mil kat eden çizmesiydi. Böylesi aletlere, tek­
nik yönden o kadar cansız olan O rtaçağ da ilgi duyuyordu; de­
ğişim in aletleri olarak değil de bilginin aletleri olarak. Tuhaf bir
rasyonelliği olan skolastikçi R aim undus Lullus 1300 yılı dolay­
larında, her tü rlü tüm dengelim ci çıkarım ın keşfedilip sınanm a­
sına yarayacak bir aygıt imal etm işti. Aygıt ( “Instrum en tu m ad
om nis scibilis dem onstrationem "*58), her birine raflara yerleştirir
gibi bir kavram öbeğinin konduğu, m erkezleri ortak bir daire­
ler sistem inden o lu şu y o rd u . Dai releri kaydırm ak suretiyle, öz­
ne ile yüklem arasında m ü m k ü n olan b ü tü n bireşim ler m eyda­
na g e tirile b iliy o rd u ; m ü m k ü n ö z n e le rin de m ü m k ü n tem el
yüklem lerin de (sa f aklın, nesne kategorilerinden türetilebile-
ceği kavram lar), dolayısıyla d airelerin kesişm esiyle oluşacak d i­
lim lerin s ayısı da belliydi. Burada tüm ilahiyatı “içeren" b ir Fi-
g u ra D ei ,359 tüm psikolojiyi “içeren" bir Figura anim ae,360 dö­
nüşüm lü mavi ve kırm ızı hücrelerde yedi erdem le yedi günahın
yer aldığı b ir Figura virtutum *61 b u lu n u y o rd u (ayrıntılar için: J.
E. Erdm an, G rundrifl der G eschichte der Philosophie I [Felsefe
tarihi], Kısım 206, 4-12; Tafel bei Stöckl, G eschichte der Philo-
sop hie des M ittelalters II [O rtaçağ felsefe tarihi], 1865, s. 936).
Lullik sanat böylece h er nesnede kategorik olarak belirlenebilir,
bilim sel olarak ayırt edilebilir, ilintilendirilebilir, kanıtlanabilir
olanın bulunm ası için b ir yönerge verm ek istiy o rd u . Lullus’un
um udu: Bilgi bireşim m akinesinin, id rak in h er tü rlü anlam lı ve
m ü m k ü n d eğ işim in i k u şa tm a sı ve tü k e tm e si idi. K elim enin
tam anlam ıyla ad oculos*62 teşhirde bulunur, öyle ki, bilgiye aç
kişi, tekil belirlenim lerin fikirlerden kadim rasyonel yolla türe-

358 Bilinebilir her tanıtlama için araç.


359 Tannsal suret.
360 Yaşamsal suret.
361 Erdemin sureti.
362 Gözler önüne sererek.
784
tim ini sadece idrak etm eyecek, gözleriyle görecektir. A ristotehk
Topik363 tem elinde en kısaltılm ış tüm dengelim le yapılm aktadır
b ü tü n bunlar, tab ii d ü n y an ın fikirlerden O lu ş'u n a dair Plotinik
hatta Kabalistik öğretilerle de bağlantısız değildir. H er halükâr­
da in fa c to [fiilen] en şaşırtıcı m akine, aynı anda hem A rs inve-
niendi hem A rs dem onstrandi’y i içeren bir “A rs m agna"36* ola­
rak, işaretler, daireler, tabelalar suretinde, b ir tü r m antıksal lo­
garitm a saatinin ircalanyla [indirgem e] m eydana getirilm iştir.
G iordano Bruno, L ullik sanatı daireleri azaltarak iyileştirm eyi
denedi, Pico della M irandola ilk olarak o n u Pisagor'un sayılar
öğretisiyle bağ lan tılan d ırd ı. Verili o la n her şeyin az sayıdaki
m antıksal u n su r veya ilk ed en (“ilk hakikatler") hareketle m ate­
m atiksel b ir evrensellikle türetilm esine d uyulan burjuva hesap
ihtiyacı b ak ım ın d an , L ullik sanat asla u n u tu lm a y a c ak tı - en
azından niyeti itibarıyla. Leibniz kariyerine 1666'daki “D e arte
combinatoria"365 m akalesi ile başlam ıştı, b u rad a Lullus ve Bru-
no'ya atıfla kavram ların b ağlantılandınlm a biçim lerini hesapla­
nabilir olarak değerlendiriyordu; böylelikle b ir d ü şü n m e hatası,
tıpkı bir hesap hatasındaki açıklık ve kesinlikle ortaya konabi­
lirdi. Leibniz yaşamı boyunca, yeni h akikatlerin neredeyse m e­
kan ik biçim de b u lu n m a sın ı sağlayacak b ir “d ü şü n ce alfabe­
s i n i n geçerli bireşim ini araştırdı. Bu A rs com binatoria, gayet
yalın asli biçim iyle, türlü çeşitli hesap m akinelerinde hâla yaşa­
m aya devam eder; a n ık yeni h akikatler bulm aya değil de, ■M a­
niac (M echanical and N u m erica l In teg ra to r and C a lc u la to r ^ )
d en en cihazın başardığı gibi, iki on h aneli rak am ı saniyenin
b in d e b iri sü red e çarp m ay a d ö nük. Pascal ekseni çevresinde
d ö n en kadranlarıyla ilk m ekanik hesaplayıcıyı yapm ıştı, şim ­
diyse L ullus'un dü şü , cadılığı s ü ra t olan tastam am b ir düşünce
en d ü strisin e d ö n ü şm ü ştü r. N o rb ert W ien er'in Sibernefik'inde
şim dilik en y ü k sek düzeyine ulaşan en yeni A m erikan m akine
m ühendisliğinin refakatinde de, hâla L ullus’u n m ekanik ilha­
m ından bir parça vardır. Gerçi onun planı asla böylesi otom a­

363 Argümanıasyonda kullanılabilecek cümle ve çıkanmlara ilişkin öğreti.


364 Büyük zanaat.
365. Bireşim sanatı.
366 Mekanik ve sayısal bütünleyici ve hesaplayıcı.
tizm lere varm ıyordu, m atem atiksel bir “d ü şü n ce alfabesi” bile,
ortayla çıkışının tarihsel anı itibarıyla, Lullik sanatın u fk unun
ardında kalıyordu. L ullus’u n m akinesini yapark en b ir tü r m is­
yonerce m aksadı vardı aslına bakılırsa: bu buluş, b ir tü r tüm -
dengelim ci im an havarisi olarak tasarlanm ıştı. Lullus bu şekil­
de, m akinesinin h er türlü d ü şü n m e hatasın d an ari, çürütüle-
mez ifşaatı sayesinde, b ü tü n im ansızları H ıristiyan dinin haki­
k a tin e ikna etm eyi am açlam ıştı. Tabii b u amaç F ran c is Ba-
con’d an da o n u n “doğal b ü y ü ”sü n d e n de çok uzaktı - Leib-
niz’den bile d aha uzak. N itek im Bacon L u llu s’tan neredeyse
aşağılayarak söz eder; sadece skolastik m itolojisinden ö türü de­
ğil, onu n çark tertibatında devinen m aceracı tüm dengelim den ve
ka psayıcılıktan/tasnifçilikten [Subsum tion] ö tü rü . Buna rağm en
Lullus’un b u lu şu teknikliğinden ö tü rü Bacon’u n A rs invenien-
di’sinde, hele ü to p ik aygıtlar g alerisinde (T h e a tru m m echani-
cu m ) gayet m akbul b ir yer tutabilirdi. T üm evarım tu tk u su n a
ödenecek bedel bile d u rm az b u n u n önünde; zira Bacon’u n tü ­
m evarım ı da “şeylerin tem el fo rm u n u ” araştırm ak istiyordur ve
sonunda, tüm dengelim kelim esinden özel b ir d ikkatle k a ç ın ­
m akla beraber, “ü stten in d irm e”ye, yani form lar yasasından, bu
form ların bizzat tatbikinin tezahürü olan deneyler için çıkarım ­
da bulun m ay a cevaz verir. Bacon’a göre saf am pirik süreçten
farklı olan kurallı icat san atı ancak bu şekilde tam am lanabilir:
“Bizim yöntem im iz, deneylerden nedenleri ve yasaları (causa et
axiom ata), nedenlerden ve yasalardan da yeni deneyleri çıkart­
m ak değildir. Bu yöntem sellik b ir düzlem de yer alm az (neque in
plano via sita est), çıkış ve iniştedir; yasalara doğru çıkışta, so n ­
ra da deneylere d o ğ ru in işte” (N o vu m Organum I, 103). Böylece
“descendendo ad opera ” 367 Bacon’a göre A rs inveniendi aynı za­
m anda b ir parça da Lullik A rs m agna dem ekti; yalnızca batıl
inançlıların değil, m alû m atfu ru şların da [benim sediği] dene-
m e-yanılm a-tekrar denem e (trying and error m ethod) yöntem i­
ne karşı. Ama İngiliz projeci için bilm enin ereği kendi uğ ru n a
bilgi değil, -ta m a m e n M arlow e’u n F a u st'u 368 ta rz ın d a -, bilgi

367 İşine dönerken.


368 İngiliz yazar Christopher Marlowe’un 1589’da tasvir ettiği, güç tutkunu Dr.
Faust imgesi; Goethe’nin Faust’una kaynaklık eden metinlerden biri.
786
aracılığıyla iktidardı; her şeyin in san a h izm et ettiği, en iyiye
hizm et ettiği b ir yeni Atlantis.

N o v a A tla n tis, ü to p ik laboratuar

Ve belki de yüz yıl sonra,


Bir zeplin, Yunan şarabıyla uçmuş
Kopmuş geliyor sabah kızıllığında -
Kim istemez orada dümenci olmayı?
- Gottfried .Keller

Ama üzerine yeni faydalı şeylerin konacağı ocak, daha uzaktadır


hâlâ. Bacon’u n uzak d ü şü n d e gem i kazazedeleri G üney Deni-
zi'nde bir adaya ulaşır ve orada, olması gerektiği gibi icat yap­
mayı öğrenirler. Başka yerlerde m ütereddit ve kuralsız başlan­
mış olan, "akıllı ada"da sonuçlandırılır; m üstakil b ir doğa araş­
tırm acıları zü m resi o rad a işitilm e d ik işler başarır. B acon'un
1623'te, Cam panella'nın Civitas solis'iyle eşzam anlı çıkan N ova
A tla n tis’i,369 m üellifinin planına göre iki soruyu cevaplayacaktı:
en iyi araştırm a m üessesesi nasıl olur, en iyi devlet nasıl olur?
Tam am lanm am ış m etin yalnızca ilk soruyu cevaplar, geniş, ay­
dınlık ve ferah bir "Süleym an'ın Evi" tasviri yapar. D estana göre
bilge kralın büyüyle bilip yapabildiği, insanın kabiliyet ve fayda­
sına uygun olduğu oranda burada sahiden tatbik edilir. Kuşların
sesi anlaşılm ıyor, hayaletlere atıfta bulunulm uyordur, buna kar­
şılık duvarın üzerinde yetişen çördük otu gayet iyi biliniyordur.
A tlantislilerin, Platon'un Kritias. diyaloglarında anlattığı, kanal
açma ve bronz işleme sanatlarıyla ilgili efsanevî bilgileri de ha­
tırlanıyordun Fakat Bacon gaip değil ü to p ik ihtişam la, M iken
öncesiyle değil G otik sonrasıyla alâkadardır. Yeni A tlantis'inde
Bacon bazıları hen ü z gerçekleşm em iş k a tla n başarılm ış kılar,
şaşırtıcı bir öngörücü tasavvurla işaret eder onlara. Bir N ovum
O rganum yazarının yöneleceği gibi onlara giden yolu açıklam a­
dan, salt neticelerini ortaya koyarak yapsa bile bunu. M atem ati­
ği küçüm sem esi, Bacon'un üretm eye/doğurm aya ilişkin görüşü­

369 Yeni Atlantis.

787
nü engelledi, m eyveleri görüşü ise o oranda zengindir. Bacon’un
tekniğe ilişkin peygam berliği em salsizdir; o n u n “Eksikliği çeki­
len şeyler kitabı”, arzu taslağı tem elinde m odem tekniği epeyce
içerir hatta ötesine d e geçer. "Yapay yağm ur ve yapay dağ havası
imal etm ek için araçlarım ız v ar” diye izah eder Süleym an'ın
Evi'nin reisi: “Seralarda yeni sebze ve meyve türleri yetiştiriyor,
olgunlaşm a sürecini kısaltıyor, hayvan tü rlerin i ihtiyacım ıza gö­
re karıştırıyor, kaplıcalarım ızın m ineral bileşim ini ayarlıyor, ya­
pay m ineraller ve inşaat m alzem eleri üretiyoruz.” Canlı hayvan­
ların teşrihi de eksik değildir: “B ütün zehir ve ilaçlan önce hay­
vanlarda deneriz, hem eczacılık hem cerrahî y ö n ü n d en .” Atlan-
tisliler telefonu hatta - v a r m ı ö te si!- denizaltını bilirler: “Sesi
borular ve düdüklerle uzak mesafelere ve dolaşık (sevkedilebi-
lir?) istikam etlere nakledecek araçlarım ız var (ad m angam dis-
tantiam et in lineis tortuosis). Suyun altın a dalabilen, böylece en
zo rlu denizlere bile d ay an ab ilen gem ilerim iz ve teknelerim iz
var." M ikrofon da eksik değildir: “Hafif sesleri yüksek seslere,
keza y ü k sek olanları d ü şü k ve ince seslere çeviririz". Incredible
dictu,3?0 en m odem çeyrek ses tekniğini bile biliyordur Atlantis:
"Çeyrek seslerden (quadrantes sonorum ) ve daha ara tonlardan,
ahenkli m elodiler çıkardık.” D ürb ü n ve m ikroskop vardır: “K ü­
ç ü k ve m innacık bedenleri m ükem m el ve açık seçik görm eyi
sağlayan mercek ve aletlerim iz var, böylece k ü çü k sineklerin ve
solucanların, taneciklerin ve değerli taşlardaki çentiklerin biçim
ve renklerini görebiliyoruz; idrar ve kanda, başka türlü m üm ­
k ü n olm ayan incelem eleri de bu sayede yapabiliyoruz.” Süley­
m an’ın Evi aynca uçakları, buharlı m akineleri, su türbinlerini ve
birçok “M agnalia naturai"yi, “b ü yük doğa eserini” ve daha ötesi­
n i barındırır. Velhasıl N ova A tlantis teknik olarak d ü şünülm üş
ilk ütopya değildir yalnızca, d'A lem bert “un catalogue im m ense
de ce qui reste d d tcouvrir’’37' diye tanım lam ıştır (m asalların arzu
m odellerini bile aşan) bu m e tn i. Bacon’u n m elni, klasikler dizisi
içinde de, daha iyi b ir yaşamı sağlayacak teknik üretici güçleri
belirleyici bir mevkiye oturtan tek ütopyadır. Zira gerçek yaşam-

370 Dillendirilmeyecek kadar inanılmaz.


371 Geriye kalan her şeyi de görünür kılan sınırsız bir katalog.
788
dakinden farklı olarak ütopyalarda m akine dünyası ile ekono-
mik-sosyal dünya h er zam an bağlantılandm lm azdı. Bu bakım ­
dan Bacon'un N ova A tlantis'i, teknik gelişmeye ve ona içkin olan
im kânlara cidden tekabül eden b ir takibi h a k ederdi doğrusu.
Teknik bileşenin hiçbir devlet rom anında süs eşyasından öte bir
y e r tu tm a m a s ın ı b ir k e n a ra b ır a k ır s a k , so sy a l ü to p y a la r,
O w en’de aşikar olduğu üzere, çok defa kendi çağlarının teknik
düzeyinin bile gerisindeydiler. Bacon’u n yanısıra en fazla, -h e r
ne kadar Bacon’u n k u d retli m izahından y o k su n olsa d a -, henüz
doğm am ış tekniğin hatta henüz doğm am ış m im arînin d ü şü n ü
kurduğu ölçüde, Cam panella bir istisnadır. Civitas solis'te nere­
deyse Bacon’unkine yakın bir m ucitlik neşesiyle,” m atbaanın ve
m anyetizm in gelişm esinin, gelen yüzyılları, dünyanın dört bin
yıldır ö n g ö rd ü ğ ü n d en daha fazla tarihle d o ld u racağ ın ı” vaad
eder. F akat Cam panella'nın üto p y ası halihazır doğadaki alt üst
oluşlar olm aksızın da ayakta kalabilirdi, hatta bu ütopyanın ast-
rolojik-statik veçhesiyle çelişir bunlar. Oysa N ova A tla n tis her
bakım dan H erkül'ün sü tu n ların ın berisine konm ak, yani verili
doğaya bağlı k alm ak tan çık m ak istiyordur. B acon'un taslağı,
teknik iyimserliğiyle artık felaketleri bile kabul etmez, artık fırtı­
nalı hava da olm ayacaktır üzerinde hakim iyet kurulacak dünya­
da. Doğayı değil de henüz hakim olunam ayan insanlık tarihini
d o ld u ra n fırtın alard an , m u h te lif Truva y an g ın ların d an bahis
y o ktur tabii. K ader salt teknik yardım ıyla öylesine bastırılm ış
gö rünür ki, Süleym an'ın devletinin o lu şu m u n d an bile önce, Sü­
leyman'ın Evi başa çıkıyor gibidir onunla. D evrik şansölye Ba­
co n 'u n da keşfederken pekala kim i felaketlere uğradığı sosyal
doğada insanların know ledge [bilgi] ve power'leriyle [iktidar) ne
yapacaklarını, filozof Bacon b u taslağında henüz koym az onaya;
N ova A tla n tis, en iyi devletin nasıl olacağı so ru su n d an hem en
önce sona erer. Fakat yazılm am ış devam ın ana hatları, Süley­
m an'ın ülkesiyle ilgili olarak, filozofun başka yazılarından hare­
ketle pekâlâ çıkartılabilir. M utlaklaştırılm ış teknisizm den farklı
bir çıkarsam a olacaktır bu; zira Bacon, yaygın görüşün aksine,
ne saf b ir faydacı ne saf bir am piristtir. Faal m ucit yaşamını ne
denli övse de, düşünceyi öne çıkartır: “Işık getiren meyve geti­
renden önde gider, daha değerlidir o n d a n .” N ova A tlantis düşçü-

789
süne doğru ve sağaltıcı görünen tek şey, tefekkürlü bir yaşamla
eylemli bir yaşam ın dengesidir: “En iyisi, en yüksek iki gezege­
nin kavuşm asına benzeyen bir rabıtadır; Satürn sük û netle seyre
dalm anın prensi, Jü p iter eylemli yaşamın prensi". Süleym an'ın
Evi ise nihayetinde sü k û n et bulacak bir ülkededir: D oğaya h â ki­
m iyet (yokluk ve felâketlerin sona erm esini sağlayacaktır) Ba-
con'da bir “regnum hom inis"in tesisine h izm et eder. Bu ülke ve bil­
gi ereği, üretici güçlerin zincirlerinden k urtarılm ası sayesinde
erken kapitalizm in henüz insanlık adına güdebildiği um utlarla
doludur Bacon’da: “Bu nedenle bilim in amacı m erakın tatm ini
veya altın ve ekm ek tedarik etm e kolaylığı değildir. Bilim m erak
içinde kıvranan ru h u n istirahat yatağı veya zevk için yapılacak
bir gezinti veya aşağılara küçüm seyerek bakılan yüksek bir kule
veya kavga dövüşe yarar b ir kale ve m ızrak veya kâr hırsı ve
m uhtekir için b ir atölye değil, zengin b ir ambar, b ü tü n şeylerin
ustasının o n u ru n a yaraşır ve insanlığın selâm etine faydalı bir
hazine odası olmalıdır" (N ovum Organon I, 81). Salgınlarla, kıt­
lık buhranlarıyla, üretim yetersizliğiyle dolu bir dünyadan, Ba­
con’u n hayranlık duyduğu M ontaigne'in G râce â Vhomme311 diye
seslendiği bir dünyadan, daha eski ütopyalarda ancak "cennetsi
bir doğaya" nakille erişilebilir görünen bolluğa çıkılacaktır - ye­
m eğin dansa takaddüm ettiği gibi regnum hom inis'e takaddüm
eden bolluğa. “Süleym an'ın Evi"nin planı b u arada teknik yük­
sek okullar ve laboratuarlarca Bacon'un düşlerinin de ötesinde
gerçekleştirilm iştir; regnum hom inis'in daha gidecek yolu vardr.
Baconcu anlamda “kurgusal yaplann meydana getirilm esi”, sa­
dece Prom eteci değil aynı zam anda yapay üretim , teknikteki fe­
lâketlerin ortadan kalkm asını getirm em iştir beraberinde. Gelip
çatan burju v a ekonom isi ve to p lu m u n d a gerçi doğayla tem as
baki kalm ıştır ama soyut ve yeterince dolayım sız bir temastır.
Bacon'un b ü y ü k tem el ilkesi: “N atura parendo vincitu r”, “doğa
ona itaatle yenilir", canlı kalm ış fakat önü, doğayı “söm ürm eye"
dönük, yani artık Bacon'un tanıdığı ve “causa causarum ’^™ ola­
rak tem ayüz ettirdiği natura naturans'la374 hiç alâkası kalmamış,

372 insana şükür.


373 Bütün nedenlerin nedeni.
374 Yaratıcı, aktif doğa
790
-n ere d e kaldı ki onunla m üttefik o lsu n -, bir çıkarla kesilmiştir.
Böylelikle burju v a tekniği, tüm k u tsam alar yanında, k endine
m ahsus b ir yapay-soyut m ahiyet kazandı; kim i k u rn az buluşla­
rıyla ona yalnızca gayrıinsanî b ir yönetim atfedilm eyip pekâlâ
“gayntab iî’’ bir etki de uyandırabiliyor. “Süleym an'ın Evi”, öyle
görünüyor ki Süleymansız olm uyor, yani doğal bilgelik şarttır.
H er bilgelik gibi, kendi karşıtıyla, yani doğayla teması olm alıdır
bu bilgeliğin; sadece o n u n üzerinden değil, onun içinden erişi­
len regnum hom ini s’in işi de daha kolay olacaktır o zam an.

i l. ÖKLİDÇ1 OLMAYAN BUGÜN VE G E L E C E K ,


TEK N İK RABITA SO R U N U

P la n la n n da güdülenm esi gerekir

Bir şeyi icat etm ek için içe d ö n ü k bir itki yoktur. D aim a bir gö­
rev lendirm e gereklidir, p la n la n a n çarklara su y u n d ö k ü lm esi
için. H er âlet kesin b ir ihtiyaç tanım ını varsayar ve kesin amacı
onu tatm in etmektir; yoksa varolm azdı. Açlık başlatm ıştır her
şeyi, ilk âletler av ve balıkçılık âletleriydi, birinciler silâh işlevi
de görüyordu. Saban, iplikçilik ve dokum anın icadı, çöm lekçi­
lik, kısm en süslem eli olsa da asla birincil olarak tezyinata dö­
nü k değildi veya im an edilen büyüsel alâmet olarak, faydalı bir
amaca hizm et ediyordu. M ucit, bugüne kadar, düşçü olarak da,
pratik bir adamdır. Aynı zam anda, k en d i kendine d önen bir te­
ker olm adığının, bütü n diğer zihinsel üreticilerden daha fazla
bilincindedir. Şayet İngiliz madenleri sular altında kalm a tehli­
kesine m aruz kalm asaydı, W att'ın -b aşlıb aşın a destansı o lan -,
tıslayan sem averi gözlemesi, daha önce nicelerinin yaptığı gibi,
beyhüde bir iş olurdu. Toplumsal bir görev olmasa, bir iğ iplik
eğirme m ak in esin in veya sözgelim i akarsuda zincirle çekilen
tekne im gesinin hiçbir m ucidin zih n in d e sözgelimi takdiri ilâ­
hiyle parlayıverm esi söz konusu olmazdı. B ugünün yapay ham ­
m addelerinin, hele atom bom basının icadı da, bir görevlendir­
m e/sipariş olm aksızın belirem ezdi zihinlerde. B u n d an ö tü rü ,
fark edilm em iş mucitler, bilhassa açık bir biçim de, zam anından
erken gelm iş veya b u g ü n ü n tıkanan Batı iş dünyasında olduğu

791
gibi gecikm iş icatçılardır. Burada yalnızca iki ilham türü vardır;
satın alınabilir olanlar ve satın alınm ayacak olanlar. Bir mucit ne
fuzulî iş yapabilir, ne de böyle b ir şeyi planlam ayı ak lından ge­
çirmiştir.

Geç burjuva dönem de tekniğin gem lenm esi,


a sk eriy e hariç

Burjuvazinin verdiği icat görevi, nicedir belirgin biçim de tavsı­


yor. Son krizden önce, serm ayenin üstesinden gelebileceğinden
daha fazla üretiliyordu. Eski zam anlardaki gibi bereketsiz m ah­
sulden ö tü rü değil de am barların fazla dolu olm asından ö tü rü
açlık baş gösterdi. Açıkça göründüğü ve bilindiği üzere, bir za­
m anlar onu bağlarından kurtaran kapitalist iktisat, şimdi üreti­
m in ayak bağı haline gelmiştir. Ancak yeni ölüm araçları ilgiye
değer bulunuyor, savaş arefesinden beri ve savaş içinde silah
teknolojisi serpildi, sivil teknik o n u n paçasına tutundu. Bu gem ­
lenm enin ikinci bir saiki daha var, tam am en zıt yönden, sosya­
list m uhitten kaynaklanıyor. Bugün sosyalizm için, geri kalmış
to plum un değiştirilm esi, zaten ilerlem iş ve devralınabilir olan
teknikten daha âcil bir meseledir. Teknik zaten kolektif hale gel­
miştir; ustanın birkaç kalfasıyla birlikte çalıştığı bireysel atölye­
nin yerini çoktandır yüzlerce, binlerce k işin in çalıştığı fabrika
almıştır. Lakin fabrikanın özel m ülkiyetinin üretim e katılm ayan
sahibi hâlâ bireyseldir - tek n ik değil toplum sal n ed en lerd en
ö tü rü böyledir bu. Ü retim in olgunluğu ve çoktan kolektif hale
gelm iş biçim i ile o n u n tem ellü k ü n ü n çağı geçm iş kapitalist biçi­
mi arasındaki çelişkidir zaten, kapitalist iktisadiyatın saçmalığı­
nı iyice aşikâr kılan. Teknik, ölüm araçlarının değil de ihtiyaç
m addelerinin tekniği olduğu m üddetçe, cum grano salis 375 sos­
yalist hale gelm iştir; bununla ilgili gelecek planlarına duyulan
ihtiyaç, toplum a dair planlar k ad ar fazla değildir. T üm bunlar,

375 Bir tutam tuz ilâvesiyle. Latince bir deyim. Yılan zehrine karşı bir panzehir
bulan General Pompei, bu ilacı alırken bir tutam da tuz ilave edilmesini
önerir. Tuzun gerçekten panzehiri etkin hale mi getirdiği, yoksa bu ilacın et­
kisinden pek de emin olunmadığını belirten bir ironiyi mi ifade ettiği, tartış­
malıdır. Her halükarda bu deyim, çok da emin olunmayan bir durumu, 'ek­
sik' bir hakikati belirtmek üzere kullanılır.
792
teknik ütopyaların Ju les V erne'in zam an ın d ak i k ad ar heyecan
verici olm am asına yol açıyor. Sadece gökyüzü seksen g ü n d en
çok daha kısa sürede devrialem e im kan veren yapay kuşlarla
kaynadığından değil, öncelikle, ü topik yönden geçici bir teknik
m o ra to ^ u m u ilan edilm iş olduğundan. İkinci Dünya Savaşı ön­
cesindeki u zu n bunalım dönem inde çıkan tek n ik m oratoryum
terim i, peşinden gelen İkinci D ünya Savaşı’nın tetiklediği sözü­
m ona iktisadi m ucizenin gelgeç ü re tim coşkusundan çok daha
nesneldir. Tekelci kapitalizm in d öngüsel k aderi olm aktan ötesi­
ni ifade eden üretim fazlası krizi, serm ayenin ilerici dönem inde
teknik cürete verdiği görevin yeşil ışığı habire kırm ızıya çevirir.
1750-1914 arasındaki icatların hızı, bugünle m ukayese kabul et­
meyecek kadar çarpıcıdır; b u g ü n h iç b ir yatırım ın yarattığı heye­
can, o dönem in ‘elektriğinin’ yanına yaklaşamaz. Aceleci görü­
n ü şü n ve propagandanın hilafına, tekniğin sürati, sivil ya şa m d a ­
ki değişiklikler bakım ından, sanayi devrim i ve 19. yüzyılla kar­
şılaştırıldığında ancak posta arabası hızıyla ilerlem ektedir. Ser­
maye buhara iş gördürm eye giriştiğinde Papin tenceresinden376
n e le r çık m ıştı! Bir m a d e n in s u y u n u zar z o r b o şa lta n N ew -
com b'un b u h ar m akinesinden W att’ın sürgülü valfli, eksantri­
ğiyle, volanıyla bu h arlı m akinesine ve b u n u n endüstriyel sonuç­
larına giden yol ne k ad ar kısaydı. Bir zam anların ovalanan k e h ­
ribarından neler çıkm ıştı; sonra, elektrikleştirilm iş em ek g ü cü n ­
den beklenen çıkar buharlıd an beklenenin yanına katıldığında,
m ıknatıstan. Nasıl da k u d retli bir gövdeye d ö n ü şü r m ıknatıs, d i­
namo m akinesinin içinde; nasıl sarsıcı değişim lere yol açm ıştır
bu endüksiyon elektriği, henüz üretici güçleri bağlarından k u r­
tarm ak isteyen bir dünyada. ilk demiryolu hattının açılm asının
üzerinden otuz yıl geçtiğinde, Avrupa baştan aşağı dem iryolla-
rıyla örülm üştü; endüksiyon elektriğine dayalı ilk cihazların ica­
dının üzerinden o kadar zam an bile geçm em işti ki, telefonsuz
köy ve elektriksiz şehir kalm am ıştı neredeyse. O ysa zam anım ı­
zın en yeni dev icadı: nükleer enerji, kuşkusuz buhar gücüyle
elektriğin toplam ından daha alt üst edici olm akla beraber, atom
bom bası h aricinde, A m erikan teknoloji dergilerince “th e next

376 Düdüklü tencerenin mucidi Denis Papin.


793
century’s power"377 olarak tanımlandı. Bu kehanet yapıldığında
bu [20.] yüzyılın henüz yansı bile geçmemiş olduğundan, yeni
üretici gücün yol açacağı devrim çocuklara bile değil, torunların
torunlarına erteleniyordu; buna karşılık Sovyetler Birliği ilk
nükleer santrali kurmuştur. Amerika'nın tereddüdünde kesin­
likle maddî zorlukların payı yoktur, çünkü atom bombasını, em­
peryalist görev/sipariş doğrultusunda herkesten evvel imal et­
mişlerdi. Bunda esas pay, 19. yüzyılda kullanılan tabirle tekniğin
altın sayfalarını artık o kadar kolay taşıyamayan bir toplumsal
durumdur. Teknik ilerlemenin, daha doğrusu teknik ilerlemenin
göklere çıkartılışının sağladığı ideolojik saptırmaya rağmen. Pet­
rol ve kömür sermayesinin de olabildiği kadar, iyi kötü kapita­
list doğrultuda yönlendirilebilsin diye nükleer enerjiye razı gel­
mesinin sunduğu imkana rağmen. Yeni aşın üretim [buhranla­
rından] duyulan korku, çoktan başlatılmış icatların bile gelişti­
rilmesini, şayet engellenemiyorsa, şaşırtıcı biçimde yavaşlatıyor.
Gerçi kimya, 19. yüzyılda yapay çivitle başlayan ikameci icatla­
rını sürdürüyor. Kauçuk, petrol ve tekstilleri sentetik olarak üre­
tiyor, çelik ve çimentoya nüfuz etti; yeni icat ‘plastik' maddesin­
den muhtemelen otomobiller preslenebilecek, vinçler, demiryol­
ları, apartman- blokları, gökdelenler pişirilebilecek. Uçağın ar­
dında, “taşıyıcı roketler", “çok kademeli roketler”, “uzay istas-
yonlan”yla (yapay ay), maceracı roket güdümcülügünün tehdidi-
veya büyüleyiciliği var; emperyalist savaş çıkarlarına ilişkin da-
vetkârhğı oranında, durdurulamaz bir hızla gelişiyor. Ama yine
de önceki yüzyılın kurucu ve endüstrileştirici sürati yoktur;
posta yaylısından demiryoluna sıçrayış, demiryolundan uçağa
sıçrayışla kıyas edilmeyecek kadar büyüktü. Birçoklarının uçak­
la karşılaşmasına vesile olan ve birçoklarını da öte dünyaya nak­
leden bombardıman yağmurundan söz açmaya bile gerek yok.
Sermayenin bu geç dönemindeki bu gizli makine kırıcılığı, her
yerde, Edisonvârî olanın ilerlemesine karşı koyar - bir kez hare­
kete geçirildiğinde kolay durdurulamaz olmasına rağmen. So­
nuçta: kadın sahici ütopyayı yeniden bedeninde hissetmesi, an­
cak kâr iktisadiyatının yerine ihtiyaç iktisadiyatının geçmesiyle

377 Gelecek yüzyılın gücü.


794
m üm k ü n olacaktır. Ancak, en nihayet sosyalizm in yasası: yani
en ileri teknoloji düzeyinde ihtiyaçların azam î karşılanm ası, ka­
pitalizm in yasası olan azam î kârın yerini aldığında. Ancak tü k e­
tim tüm üretim i m assedecek d u ru m d a olduğunda ve teknik, ris­
ki ve özel kâr saiklerini hesaba katm adan, em peryalizm in güdü-
lediği şeytanlıklar olm adan, tek rar cüretlendirildiğinde.

M akinenin organik olm aktan çıkan lm ası,


nükleer enerji, ö k lid çi-o lm a ya n teknik

B ütün bunlar, şim diki kabuğun altında b aşk a birşeylerin hareket


halinde olduğunu daha da fazla d ü şü n d ü rü r. O nların alanında,
yani artık doğal olmayanın, yapay veya fazla yapay olanın alanın­
da olsa bile, ikam e m addelerin çok Ötesinde. Doğada kendiliğin­
den yetişm eyenin başlangıcı, insanların kendi bedenlerinde bu­
lunm ayan tekerleği icat etm esine kadar uzanır. O ndan önce âlet­
ler ve makineler, bilindiği gibi, bedenin uzuvlarının taklit edil­
mesiyle ortaya çıkm ıştı, çekiç y u m ru k tu , keski tırnak, testere
dişler vesaire. Büyük ilerlem e, b u b ir yana bırakılıp, m akine
ödevini k en d i araçlarıyla çözmeye başladığında gerçekleşti. Di­
kiş m akinesi elle yapılan dikiş gibi, dizgi m akinesi elle dizer gibi
çalışmaz; uçak k u şu n taklidi değildir, tersine taşıma yüzeyi h a­
reketsizdir ve pervanesi kanada benzem ez. Yalnızca b u harlı m a­
kine ve lokom otifte, eski organik diziyi an d ıran bir g ö rünüş var­
dır. Yanlarında kollara benzer hareket nakil çubuklarıyla, soluk
soluğa, tıslar, kaynatır; nitek im oyun çocukları hep lokom otifle­
ri taklide yeltenirler. Josep h Conrad’ın Tay/un’da geminin maki­
ne dairesine ihsan ettiği tasvir kadar organik b ir aşinâlık olabilir
mi: parlak cilâlı m etal üzerinde uzayarak oynaşan solgun alev­
ler, döşem eden b ir yukarı uzanıp b ir aşağı sarkan azam etli m a­
nivelalar, iskeletin uzuvlarını andıran kuvvetli mafsallarıyla o n ­
ları bir d ü şü rü p b ir k ald ıran m anivela kolları. “D aha aşağıda,
yarı karanlıkta başka çubuklar düşünceli düşünceli bir oraya bir
buraya kayıyor, p isto n lar kafa sallıyor, m etal diskler kaygan yü­
zeyleri yavaş yavaş, yum uşak yum uşak ovuşturuyor, nefis bir
ışık ve gölge karm aşasında." Buna benzer şeyler, güçlü ifadeli ve
yanılm az hareketleriyle, yapay bir organizm a veya doğada yetiş­

7 95
m iş bir m ekanizm a gibi görünürler. Ama yüzyılım ızda gelişen
tekniğin insani u zuvlar ve ölçülerle benzerliği giderek azalır, b u ­
har m akinesininki de bir son selâm dan ibarettir - eski organik
diziye çakılan bir selamın sadece g ö rü n tü sü d ü r onun da verdiği.
Boynuzlu imbik, içinde verili m addelerin bunlardan pek az fark­
lılaşan halitalar oluşturm ak üzere bileştirildiği veya d ö n üştürül­
düğü bir kanşım kabı veya h am ur teknesi değildir artık; büyük
makine, organlara olan son benzerliği de ortadan kaldırır. Ç u­
buk, silindir, şaft yatağı, bilyeli yatak, çark, dişli çark, iletim k a­
yışı ve m akinenin b ü tü n diğer unsurları o rg an ik olm aktan çı­
karm anın ilk adım lan idiyse, b u n la n n bireşim i olan, em ek d ö ­
n ü ştürücü sü m akine, iyice öyledir. Yalnızca organik hareket esası
k ınlm akla kalm amıştır, bizzat f iz ik i hareket esasında bir kırılm a
veya zorlam a meydana gelm iştir. Toplamda m akine, “direnç ye­
teneği olan gövdelerin, m ekanik kuvvetleri vasıtasıyla belirli ko-
, şullarda etkide bulunacak şekilde düzenlendiği bir birleşim dir",
diye tanım lıyordu Reuleaux. Bu tanım, 19. yüzyılın düşünce tar­
zına uygun biçim de, her türlü insanî nihailik tanım ını, yani m e­
kanik kuvvetleri etkide bulunm aya icbar eden, doğaya ait olm a­
yan amacı dışlasa bile, şurası aydınlanır: Bizzat m akineler, doğa­
y a ait olmayan bir hadise, bir tü r g ayn tabii fizik tir. M akinecilik
içinde, doğal olandan kopuş hep daha ileri gider; organın yansı­
tılması büy ü k ölçüde terk edilir veya aşılır. E lektrikli lokom otif
yurdu bu dünya olm ayan b ir dev, stratosfere fırlatılan roketin
kuşa nisbeti ise pervanenin taşım a yüzeyine değil m eteora olan
nisbetine benzer. Hele ki, şim diye dek en erişilm ez g ö rü n en güç
güdüm leyicilerinin, atom altı itkilerin ve b u n la n n yönlendirildi­
ği d ö n ü ştü rü c ü le rin [transform atör] m ü m k ü n kıldığı teknik.
Bunlarla birlikte yalnızca o rganlann yansıtılm ası değil, kısmen,
lokom otif, dizel m otoru, roketin de hala d ah il bulu n d uğu üç bo­
yu tlu mekanik dünyanın d iy an da te rk edilm iş olm aktadır. Gözle
görünür, klasik m ekanik terk edilm ektedir böylece; elektronda
‘göze görünen bir şey yok tu r’, elektronlar ve protonlar eski fizik
dünyasının elem entleri değildir artık. Asla idealist yorum cuları­
nın söylediği gibi “m atem atiksel-m antıklı y ap ılar” olm asalar da,
gaza ilişkin tasav v u rlara u z u n sü re refak at eden eski Sema,
elek tro m an y etik yapısal alan ın , n [so n lu ]-b o y u tlu b ir alan ın

796
eşanlam lısına dönüşm üştür. Kapitalizm in içinde veya şim diden
barışçıl am açlarla görüldüğü gibi Sovyetler Birliği’n de gerçek bir
ışınlam a endüstrisi oluşacak olursa, organların yansıtılm asının
terk edilm esine ilâveten, klasik m ekanikten ve o n u n yansıtılm a­
sından da büyük ölçüde vedalaşılacaktır. Klasik m ekanik, insa-
nî-olm ayan “d ö rt boyutlu dünyasal devam lılık” ile insanî-olm a-
yan biçim de gerçekleştirilen “atom u zam ının” u çu ru m u arasın­
daki m ezokozm ik378 görüş uzam ım ızın m ekaniğiydi ve hâlâ öy­
ledir. A ncak geleceğin tekniği esasen atom al tı itkilerden, dolayı­
sıyla bu grotesk boyutlu atom -içinden beslenebileceğinden, şim ­
diye kadarki tekniklere olan nisbeti, başka bir dünyayı kullanan,
başka bir dünyaya nakledilm iş, itilm iş bir şeye olan nisbeti gibi
olacaktır. Beklenebilir olan tekniğin farkı, yalnızca telsiz telgra­
fın akustik yem ek çanına olan nisbeti gibi değildir, ışınlam a yo­
luyla dünyevi m addenin istenen h er parçası sabit yıldızların d u ­
rum una sokulabilir; fabrikaların do ğrudan doğruya güneşin ve­
ya S irius'u n 379 enerji orjileri üzerin e kurulm ası gibidir sanki.
Yeryüzünün hâsıl etmediği, daha u cu z ve yer y er d ah a iyi ham ­
m addeler imal eden sentetik kimya, asla bu yeryüzüne, â şin â m ız
olan dünyaya ait olm ayan n ü k leer fizikle b erab er bir tür analitik
enerji kazanım ıyla kol kola girer. Tabii ön koşul, üretici güçlerin
bu alt üst oluşunu kaldırabilecek olan bir toplum ve doğanın ze­
m ininde eski toplum u yetiştirm iş o lan tü rden b ir doğadır.
H enüz tekin olm ayan bu yola, m addelerin ışınla parçalanm a­
sıyla çıkıldı. Bir m addenin gaz halinin onun nihâî biçimi olm a­
dığı, çoktandır tahm in ediliyordu. Faraday, sezinlediği ama de­
neysel olarak kanıtlanam adığı bu hale “ışıyan m adde” adını ver­
di. Katod ışınlarından X ışınlarına, Bekerel ışınlarına giden, ora­
dan da çok ağır bir elem ent olan U ran'ın parçalanm asıyla neşre­
dilen radyoaktif ışınlara varan yoldaki ş aşırtı cı icatlar dizisi m a­
lûm dur. 1919’da Rutherford ilk olarak a to m çekirdeğini d ö nüş­
türm eyi başardı, böylece parçalam a enerjisinin önü, ihmal edile­
bilir derecede düşük m iktardı da olsa, yapay yoldan açıldı. Rut­
herford henüz atom un parçalanm asından pratik b ir enerji kay­

378 Evrenlerin ona kesitindeki.


379 Akyıldız, gökyüzünün en parlak yıldızı.
797
nağı elde edilebileceğine inanm ıyordu ama elde edilebilir enerji
teorik olarak biliniyordu artık: b ir gram radyum yayılımı [ ema-
nasyon) 160 m ilyon beygir gücünde em ek kapasitesine sahiptir,
b in ton yük taşıyan bir gemiyi al tı yüz deniz mili boyunca yüz­
dürmeye yetecek bir kuvvettir bu. Görecelik teorisine göre, kit­
lesi m gram olan sabit bir cism in enerjisi E = m x c2’dir; b u rada
c, kilom etre/saat ölçüsüyle ışık hızını ifade eder. D em ek c2 m u­
azzam b ü y ü k b ir sayıdır ve o n u n en k ü çü k gram kitlesiyle çar­
p ım ı bile h er b ir tarla taşında bağlı b u lu n a n kozm ik ölçekte
enerji m iktarını açığa çıkarır. Atom bom basının, atom altı ü reti­
ci güçlerin b u utanç verici sapkın ö n cü sü n ü n başarılı pratiği de,
evreni inşa eden, yaşatan ve tahrip edebilecek olan aynı temel
enerjiyi gözler ö n ü n e serm iştir. İnfilak eden U ran bom basının
nötronlarının hızı saniyede 6, 210 İngiliz miliydi; dünyanın te­
m elini sarsan tüm üyle gayııdünyevî bir kasırgaydı b u - ve in­
sa n la r tarafın d an b aşlatılm ış bir kasırga. G eçici o larak atom
bom basının fabrikasyonunda kullanılan 95 ve 96 num aralı ele­
m entler için “P a n d em o n y u m ”380 ve “D elirium "381 ad ları teklif
edilmişti, bunların yerin e “A m ericium ” ve “C urium ” a d lan kon­
du; zincirlem e reaksiyondaki D elirium sahiden de em peryalist-
çedir. G üneşteki zincirlem e reaksiyonlar nasıl bize ısı, ışık ve
yaşam veriyorsa, n ükleer enerji de, barışın mavi atm osferinde
b o m b an ın k in d e n farklı bir m akine tertibatıyla, çölden çayır,
b uzdan bahar yaratır. Birkaç yüz kilo U ranyum ve Toryum, Sah-
ra’nın ve Gobi çö lünün yok olm asını sağlamaya, Sibirya ve Ku­
zey Kanada’yı, G rönland ve A ntarktis’i Riviera’ya dönüştürm eye
yetecektir. İnsanlığın ö bür tü rlü m ilyonlarca em ek süresinde el­
de etm ek zorunda kalacağı enerjiyi, yüksek düzeyde yoğunlaştı­
rılm ış biçim de ince k u tu la rd a k u llan ım a su n m ay a yetecektir.
B ütün b u n larla b irlik te aynı zam anda, a rtık Ö klidçi olm ayan
tekniğin o rg an ik lik ten çıkarılm ası, en ü cra köşelere dek m ü ­
kem m elen ulaşacak; m ezokozm ik dünyam ızdan, ölçülem ez bir
başka dünyaya, yalnızca atom altı değil aynı zam anda m akro-
kozm ik bir dünyaya d o ğ ru uzanacaktır. K uvanta teorisinin, gö­

380 Tüm şeytanlıkları bir araya getiren.


381 Hezeyan.
798
recelik teorisinin savunulabilir yanının ve en iyi biçim de -P rax is
y o lu y la- yeni gravitasyon teorisinin de gösterdiği gibi, ışın en­
düstrisinde adım ları atılan ö k lid ç i olm ayan bir tekniğin im kânla­
rı, yakın bir gelecekte hayalciliğin alanından çıkıp neredeyse el­
le tutulur, neredeyse resm edilebilir bir g ö rü n ü m kazanacaktır.
Hele bir de E in stein 'ın d ü n y asın d ak i u zam -zam an ilişkilerini
kendi dünyam ıza aktarm ak m ü m k ü n olsa, yalnızca h er tü rlü
teknolojik rom anın değil eski b ü y ü n ü n temel kitaplarının da uf­
kunun ötesihe geçen paradokslar gün yüzüne çıkacaktır. Bizim
üç boyutlu dünyam ızın dışında, daha genel olarak: boyutu çift
sayıyla ifade edilen b ü tü n uzam larda, ışık kaynağı kaybolsa bile
uzam aydınlık kalacaktır; n-boyutlu uzam a aktarıldığında ışık
dalgalarının eşitlenm esinden de çıkartılabilir b u (karş. H erm .
Weyl, Philosophie der M athem atik und N aturwissenschaft [Mate­
m atiğin ve Doğa Biliminin Felsefesi], 1927, s. 99). M atematik-fi-
zik yasalarının boyut sayısı karşısındaki kayıtsızlığı, derin bir ta­
bakada sona erer; üç boyutlu klasik m ekanikte im kânsız olan
bir şey böylece geçerli hale gelebilir, te k n ik açıdan m ü m k ü n ola­
bilir. Bu sonuncusu, en azından, m utlak olarak ihtim al dışı de­
ğildir; Öklidçi olm ayan bir tekniğin yeni ütopyası şim diden sı­
nırlarını olağanüstü genişletmiştir. Buna karşılık, giderek artan
yapaylığın teşkil ettiği söylenen, m atem atikleştirilm iş bir meç-
hü l ülkeye sarkm a tehlikesi de büyüm ektedir. Bu ya p a ylık , göze
görünür-fiziksel temel çizgiden kopuşun sonuçta giderek daha be­
lirgin hale gelen olum suzluğudur. Vardığı bu sonuç itib a n yla aynı
zamanda teknik uzamın kendi içinde son derece önem li, son de­
rece ilerici genişlem esine d ö n ü k bir m üstakbel değişim i işaret
eden bir olum suzluk. Yalnız bu değişim artık burjuva insan ve
doğa ilişkileri zem ininde, yani doğayla ilişkinin burjuva ideolo­
jisine ait olan, böylelikle m addeyle ilişkinin geri kalan burjuva so­
yutluğunu (yabancılığım ) da paylaşan bileşeni içinde gerçekleşe­
meyecektir. A rtık em peryalist olm ayan bir toplum ise, nükleer
e n erjin in insanî b ir yönetim iyle, -y in e Ö klidçi o lm a y a n - bu
m addenin son kertede yabancılaşm ayan bir dolayım ını sağlaya­
caktır. G örü n ü r olm ayışın, şim diye d ek tüm Ö klidçi-olm ayan fi­
ziğin içini d o ld u rd u ğ u kendine m ahsus Pathos'u, işte bu soyut­
lukla bağlantılıdır. Burada kastedilen, üç boyutlu görüş uzam ı­

799
nın dışındaki b ü tü n hadiselere özgü, doğal, d ü z anlam da göze
g ö rü n ü r olm am ak değil. Bağımsız n esn en in d ü şü n en özneyle,
düşü n en öznenin bağımsız nesneyle dolayım lanm am ışlığıyla ay­
nı şey dem ek olan göze g ö rü n ü r olm am a halini kastediyoruz.
Ö klidçi-olm ayan b ir fizik, sürekli gözlem e rücu etm ekle beraber
dünyasını salt m atem atik sem bollerin şeyleştirilm esi olarak inşa
ettiği m üddetçe, soyutluk öyle b ü y ü m ü ştü r ki, özne ile nesne
artık b irb irin e k avuşam am akta hatta Ö klid çi-o lm ay an nesne
tam da reel hareketli m ad d e olarak tam am en devre d ışı kalm ak­
tadır. Böylelikle, içerikle m utlak bir dolayım sızlık zuhur eder;
geç kapitalist to p lu m u n tüm üyle yabancılaşm ış, sahiciliği yitir­
miş işlevsel işleyişiyle ideolojik benzerlik içinde - onun doğaya
yansıtılışı. Y öntem li bir idealizm b u n u çoğaltır, böylelikle işte
Öklidçi-olm ayan bir tek n ik d e tuhaf bir biçim de dolayım lanm a-
m ış olana, som ut dolayım a uygun olm ayana d o ğ ru uzanır. İde­
olojik bileşen, gayninsanîleştirilm iş fiziğin bileşenlerinden sade­
ce b iridir kesinlikle, ideoloji analiziyle çürütü lem ey ecek olan
ötekisi ise, gözlem lenen doğanın, teorik olarak o n u n hakkını
verm ek üzere d ik te ettiğidir. L akin ne bu iki bileşen kesin ola­
rak birbirinden ayrılabilir hale gelmiştir, ne de tüm bu altı çizili
soyutlukta reel tehdit olu ştu ran bir dolayım sızlığı göz ardı et­
m ek m üm kündür. Tam da ışınla parçalam a tekniğinin temsil et­
tiği öklidçi-olm ayan pratiğin zaferi, aygıtsallaştın lm aktan çıkan
bir toplum imgesinin, sağaltıcı öngörücü tasavvurlan gündem e ge­
tirm esini sağlar. Teknikte böylesi som u t-ü to p ik çizgilerin kayna­
ğı, özellikle belirgin biçimde, somut özne-nesne ilişkisi yü k ü m ü ­
dür. Ö znenin doğal nesneyle, doğal nesnenin özneyle dolayım-
lanm ası ve artık ikisinin birbirine bir yabancıdan farklı davran­
mam ası suretiyle olur bu. O rganik olanı ve neticede m ezokoz-
m ik olanı tüm üyle terk eden, org an ik olm aktan çıkarm a süreci,
özellikle teknikte, Engels'in güzel sözüyle kendinde-şeyleri bi­
zim için şeylere dönüştü rm ek isteyen insanî özneyle bağıntısını
yitirm em elidir. Organik olm aktan çıkarm a süreci, aynı nedenle,
nesneyle, o n u n doğayla tarihi aynı bağlam a o tu rta n reel diyalek­
tik yasallığıyla tasviri temasını tanıtlam alıdır; aynı zam anda, as­
lında doğamsı olan ve bir zam anlar yarı-m itsel bir biçimde “na­
tura naturans" veya hipotetik biçim de “doğanın öznesi” olarak

800
tanım lanm ış b ulunan ve bu kuşkuya değer (am a aynı zam anda
değerli kuşkular ortaya koyan) tanım ların elbette henüz tüket­
mediği nesne bağlantısındaki o içkin çekirdek ve fa il de [doğayla
tarihi biraraya getiren] aynı bağlamda yer alır - buna birazdan
geleceğiz. En azından, b ü tü n ilericiliğine rağm en, organik ol­
m aktan çıkarm a sürecinin hâlâ ne kadar fazla soyutluk içerdiği
ve hâkim o lunam ayan u y u m su zlu k lar u ç u ru m u n u n ne kadar
derin olduğu, ortaya çıkmıştır. Organik olm aktan çıkarm a süre­
ci, ancak toplum sal d ü zen i [değiştirm enin] dışında Bacon'un
ifadesiyle “doğal büyünün" son öngörücü tasavvurunu da ü st­
lendiğinde, bir nim ete dönüşecektir: Doğanın insan iradesiyle do­
layımı - doğayla ve doğanın içinden [kurulan] regnum hominis.

ö z n e , ham m addeler, y a sa la r ve
organik o lm a kta n çıka rm a sürecine bağlanış'

Genel olarak burjuva düşüncesi, ticaretini yaptığı m addelerden


uzaklaşmıştır. Brecht'in dediği gibi asla bakliyatla değil sadece fi­
yatla ilgilenen382 bir iktisadiyata dayanır o. K ullanım dan m üba­
dele geçiş eskidir, fakat b ü tü n ihtiyaç m addelerinin soyut mala,
malın da sermayeye dönüşm esi, ilkin kapitalizm le gerçekleşti.
Buna, sadece insanlara değil şeylere de yabancılaşmış, içerikleri­
ne kayıtsızlaşm ış bir hesabilik tekabül eder. Böylece organik-ol-
mayan, niteliksizleştirici bir anlayış, kapitalizm in ilk birikim inin
sonuçlanm asından itibaren, yani yoğunlaşm ış mal üretim inden
ve ona tekabül eden meta düşüncesinden beri yayılmaktadır. Gi­
ordano B runo'nun hatta y er yer Bacon'un başvurduğu nitel doğa
kavram ları, 17. yüzyıldan itibaren kaybolurlar. Galilei, Descar­
tes, Kant şu düşüncede birleşm işlerdir: Ancak m atem atiksel ola­
rak hâsıl edilen id rak edilebilir, ancak m ekanik olarak kavranan
bilimsel olarak anlaşılmış demektir. Ne var ki soyut mal olarak
şeker bir şey olarak şekerden ' başkadır ve m ekanik doğal bilim ­
lerinin soyut yasaları da bu yasaların hiçbir bağ tesis etmediği
içeriksel özden başka b ir şeydir. Teori için geçerli olan, teknik
pratik için haydi haydi geçerlidir; salt tesadüfe dayalı yasalarla

382 Brecht, Reis-Preis kafiyesini kullanır: pirinç-fiyat.


801
yetinir bu pratik. M addî yasalara değil de artık sadece uylaşımla­
ra inanan Poincare, bir insanın o nu ehlileştirip kendi iradesine
tabi kılabilm ek için doğa hakkında bilm esi gerekenin ne kadar
az şey olduğunu görm enin sürprizinden kaçınılam ayacagını be­
lirtm işti b ir seferinde. Buhar, elektrik, yalnızca em ek gücünün
fiziksel-teknik ölçü birim lerine ve im alat m aliyetlerine göre be­
lirlenen nicelikleri o larak görünürler. Burjuva tekniği, dışsal bir
m üdahalede b ulunduğu doğa güçleriyle, baştan itibaren yaban­
cılaşmış, saf bir m al ilişkisi içindedir. Tekniğin, organik beygirin
p atlam alı m otora koşulm asın ın ötesine geçm esi veya nü k leer
enerjinin ultraviyole volkanına ayak basm ası oranında, içeriksel
ilişki de azalacaktır. Zaten şim di de burjuva to p lu m u n u n , d ü ­
şüncesine ve eylem ine dair şeylerin özüyle olan ilişkisi, soyut­
tur. Demek, doganın eyleyen özü, yani şim diye d ek ona etki gü­
cü veya tohum denm iş olan yanı da, ilişki dışı kalır. Oysa som ut
hale gelen h er teknik için en âcil olanı, b u ilişki sorunudur; çü n ­
kü bizzat teknikteki u m u d u n so ru n u d u r bu. Burada çok öğretici
olm aya devam eden ve giderek daha öğretici olacak olan, en so­
yut teknik imalat tarzının bile, saplandığı bataklıktan kendi ken­
disini ensesinden tu tu p çıkartan M ünchhausen'in tam bağıntı-
sızlığına erişem eyeceği veya erişm eyi istem eyeceğidir. En m ü­
kem m el yapaylık bile, h er nevi teknik nihilizm e rağm en pekâlâ
doğayı kullanm aya devam eder, b u dışsal dayanak olm adan ya­
pamaz. Birincisi, ham m addeleri alırsak, en büy ü k ikam e hilesi b i­
le hava boşluğu olan b ir uzam da başarılı olamaz. Sentetik kimya
b aşk a h am m ad d eler veya m ev cu t h am m ad d eleri başka tü rlü
üretirken, gerçi bunları doğal m evcudiyetlerinden veya büyüm e­
lerinden bağım sızlaştırır am a b ü sb ü tü n bağıntılı o ldukları ele­
m e n tle rd e n dogal değil. K atran d an ren k , k ö m ü rd e n ben zin ,
T hom as u n u n d a n 383 gübre m addesi, tahıl, patates veya başka
k arb o n h id ratça zengin tem el m ad d elerd en k au ç u k elde eder;
sü tten tekstiller üretir, neden havadaki . oksijenden tereyağı üre-
tem esin? Fakat tem el veya ilksel m addeler yalnızca değiştirilm iş
oluyordur böylece, yalnızca işlem, yavaş yavaş olu ştu ran doğa-
nınkinden farklı bir işlemdir. Yalnızca işlem in başlangıç noktası

383 Fosfatlı curuf.


802
geri itilmiştir, ham m adde olarak doğanın “nihâî ürünlerine" gi­
derek daha az başvurulm aktadır. Ama en cüretkâr yeni yapım da
bile en azından su, hava ve topraktan im tina edilemez. Kimya ne
denli sentetikleşse de elinin ayasında buğday yetiştiremez; yani:
d aha önce tanzim edilm iş olanla ilişki sona eremez, daha iyi bir
tanzim , a n c a k b u b ağ lan tı iç in d e m ü m k ü n olabilir. S e n tetik
kim yadan çok daha m ü şk ü l ileri noktalara dayanan, m üm kün
hale gelm iş ışın teknolojisinin girişeceği denem e için daha da
fazla geçerlidir bu; klasik m ekaniğin teknik olarak da nasıl terk
edileceği, m akinelerin Ö klidçi-olm ayan b ir sınırda nasıl konum -
landırılacağı so ru n u söz k o nusudur. O zam an bile kullanılan
kuvvetler, gerçi bilhassa tekinsiz b ir fondan alınm akla beraber
doğadan türetilm iş olm a niteliğini korur. Şimdiye dek sezilm e­
yen fayda etkileri ve mucize işleriyle yeni em ek dönüştürücüle­
rinin [transform atör) yapım ını sağlayan yöntem de Öklidçi-ol-
m ayan doğa kesitindeki güdüleyici m addeye asla uygunsuz ola­
maz. Dahası, ikincisi: ham m addelerden soyut bir tutum la im tina
etmekten daha da yanlışı, önceden tanzim edilmiş olandan imti­
na etm ektir - yani doğanın ya salanndan. Yasaları salt “düşünce-
şeyleri" olarak, hele algılamaların bir sırasının veya eşanlılığının
“düşünce ekonomisiyle" istendiği gibi düzenlenebileceği hayalî
“m odeller" olarak görm ek, saf öznelci b ir tu tu m olacaktır. Bu
Fideizm 384 tabii sonra, değişik biçim leriyle, idealistçe berhava
edilm iş nesne uzam ı içinde bilhassa palavracı ve g örünüşte bir
özgürlük alanı açar. Simmel tarzı, “Tinin kıyısını ve dalga ritm i­
ni kendi tayin ettiği", tarihe karşı b ir ö zg ü rlü k olacaktır bu.
Am a aynı zam anda, doğa ve o n u n “hadiselerden yani algılama­
lardan oluşan saf m antıksal yapılar" dediği yasaları karşısında,
Bertrand Russel tarzı bir özgürlük olacaktır; b una göre, yöntem li
bilinçten bağımsız olarak varolan hiçbir reel şeyi yansıtıyor de­
ğildir söz konusu yasalar. Teknik açısından b u n u n yol açacağı
sonuç, zaten şim di de tehlikeli ve tasvir edilemez bir biçim de te­
pem izde salınan, organik olm aktan çıkartm a sürecinin, tüm üyle
m eçhüle kaym ası olurdu. Oysa işin h akikisi şudur: Kavranan
tüm yasalar süreçler arasında nesnel-reel ilişki bağlam larını yan­

384 Katoliklikte, vahyi sadece imanın değil .bilginin de yegane kaynağı olarak
gören katı gelenekçilik.
803
sıtırlar ve insanlar, bilinçlerinden ve isteklerinden-iradelerinden
bağımsız ama bilinçleri ve istekleri-iradeleriyle dolayım lanabilir
olan bu toprağa göm ülüdürler. B ütün teorisyenler yasaların bu
hem örtbas edilemez hem de istifadeli nesnel karakterine atıfta
b u lu n m u şla rd ır; so m u t in şan ın ek o n o m ik yasalarına da, ona
hizm et ed en tekniğin doğal yasalarına da. İnsanlann bu yasala-
n n köleleri olm alan ve o n la n fetişleştirrneleri için değil, Mark-
sizme de uygun biçim de, hatta tam da M arksistçe, bu zorunlu-
lu k la n n hafife alınm asına, d ışsallaştırılm asına yer verm em ek
için. Bundan ötü rü , belki de fazla tek yanlı biçim de h er şeyi nes­
nel yana yıkarak söylenenler haksız değildir bu noktada: “M ark­
sizm bilim in yasalarını, -iste r doğa bilim inin yasaları ister poli­
tik ekonom ininkiler olsun, hiç fark etm ez-, insanın iradesinden
bağımsız olarak yürüyen nesnel süreçler olarak kavrar. İnsanlar
bu yasalan keşfedebilirler, idrak edebilirler, araştırabilirler, ey­
lem lerinde göz ö n ü n d e b u lu n d u rab ilirler, to p lu m u n çıkarları
doğrultusunda k u llan ab ilirler.., bazı yasalann tahripkar etkileri­
ne başka bir yön verebilirler, etki alanlarını sınırlayabilirler, bas­
tıran başka yasaların ö nü n ü açabilirler ama b u y asalan ilga ede­
m ezler” (Stalin, ökon om isch e Probleme des S ozialism us in der
UdSSR [SSCB'de Sosyalizm in E konom ik Sorunları], Dietz, 1952,
s. 4 vd.). Yoksa, öznel etkenin, koşulların değiştirilm esini yasal
çerçevenin atlanmasıyla k an ştırarak abartan darbecilik veya m a­
ceracılık çıkar ortaya; oysa bu değişim lerin som ut, selam etli bi­
çim de som ut-reel hale gelebilm esinin tek im kanı o çerçevedir.
Z o ru n lu lu g u n sadece dışsal, öznel etk en le dolay ım lanm am ış
h atta ona karşıt bir etk en o larak kavranm ası, h er şeyden önce,
zorunluluğa karşı, yani tüm üyle nesnel-reel seyrüsefer planına
karşı bir düşmanlık yaratır. Böyle olunca bilinç, -burjuva-soyut
bilincinden ne denli uzaklaşılm ış olursa o lsu n -, bu zorunluluğu
özsel olarak kavranıp hakim olunacak b ir zo runluluk olarak de­
ğil de -yabancılığından ö tü rü - sadece infilak ettirilecek bir zo ­
ru n lu lu k olarak görür. Engels'in şu em rine ragmen: “Ö zgürlük,
doğa yasalarından bağım sızlaşm a d ü şü n d e değil bu yasaların
kavranm asında ve bu sayede onları planlı biçim de belirlenm iş
am açlar d o ğ ru ltu su n d a etki eder hale g etirm e im k anındadır"
(Anti-Dühring, Dietz, 1948, s. 138). Hegels’in m uhakem esi de

804
bu yönü göstermişti, tabii, onun inkâr edilmez doğa düşmanlığı,
yani doğanın hareketlerindeki içsel zorunlulukları da kapsayan
göreli reddiyesi, doğa yasalarına hâkim olm ayı da keza somut
olarak malzemeye nüfuzdan ziyade bir hile mantığı içinde anlı­
yordu. Hegel erken döneminde teknik zorunluluğa dair sarf etti­
ği bir cümleyle gerçi bunun karşısındadır ama sadece lâfzen kar-
şısındadır, zira oradaki içsel özle bir bağlantı aramaz. Bu Hegel
alıntısı, doğayı işbirliğine çağıran Doğru ile, tekniğin doğayla
ancak yabancı olanın soyutlanması yoluyla, deyim yerindeyse
kolonyal hile ile iş görebileceğini varsayan Yanlışı bir araya geti­
rir; şöyle birleştirir bunları: “(İnsanların doğayı kendi kendine
işlemeye bırakan) pasifliği,... doğanın kendi etkinliğinin, saat
zembereğinin esnekliğinin, suyun, rüzgârın kendi duyusal oluş­
larından, yapmayı istediklerinden bambaşka bir şey yapmak
üzere kullanılmasıyla, kör eyleyişlerinin amaçlı bir eyleme, yani
kendi karşıtına çevrilmesiyle faaliyete dönüşür... Doğanın kendi­
sine bir şey olmaz, doğal varlığın tekil amaçları bir genel amaç
haline geliT. Güdü burada işin tamamen dışına çıkar, bırakır do­
ğa kendi kendini aşındırsın, sakince seyreder ve çok az zahmetle
tüm bunları idare eder: hileyle. Şiddetin geniş kenarına, hilenin
sivri ucuyla saldırılır. Kör kuvveti, onu kendi kendisine karşı çe­
virecek bir yanından yakalamak, ona saldırmak, onu bir belir-
lenmişlik olarak kavramak, bu belirlenmişlik karşısında eylemli
olmak veya onun hareketinin kendi içine dönmesini sağlamak,
kendini muhafaza ederek aşmak, güç karşısındaki onurudur hi­
lenin” (Hegel, Jenenser Realphilosophie Uena Çalışmaları: Reel
Felsefe], Meiner, II, s. 198 vd ). Aynısı, bu sefer doğaya karşı ka­
zılmış av çukuru, kıstırılanın kapatılacağı bir kafes üslûbunda:
“Hile, nesnelerin kendi doğalarına uygun biçimde birbirine etki
etmelerini ve birbirlerini aşındırmalarını sağlamak suretiyle, sü­
rece doğrudan doğruya dahil olmamakla beraber sadece kendi
amacını gerçekleştiren dolayımlayıcı etkinliktir” (Hegel, Werke
VI, s. 382). Demek hilenin sivri ucu, burada insan etkinliğinin te­
meli çılan doğayla teknik ilişkinin, keskin zekâlı olduğu kadar
da soyut-tamamlanmamış terimidir. Hegel'in burasında hilenin
doğaya nisbeti, Schiller'in insanının ateşe nisbeti gibidir: “Hayır
işleyicidir ateşin kudreti, insan onu ehlileştirip g öz kulak olduğun­

805
da." F aust’u n ateşe nisbeti gibi ise değildir, H egel’inki: “Yüce
ruh, senden istediğim h er şeyi verdin bana. Boşuna dönmedin ba­
na ateşteki çehreni." G oethe'nin ifade tarzı doğaya duyulm aya
başlayan güveni yansıtır, so nunda b ir dostla kucaklaşm ayı bek­
leyerek. Schiller'in ifade tarzı, tıpkı ehlileştirilm iş, göz kulak
olunan bir söm ürge gibi, ancak egem enlik altında tutulm ası ko­
şuluyla doğadan hayır hâsıl edebilen o şiddete yatkınlık tu tu m ­
dan büsb ü tü n uzak değildir. Toplamda kapitalizm in teknik kav­
ram ında (Schiller ve Hegel b u noktada, Rönesans çizgisindeki
Faust’uyla eskide kalan G oethe'den daha kapitalistçe tepki verir­
ler), arkadaş olm aktan ziyade hükm etm enin, bir dostun bağrın­
dan ziyade köle m uhafızının, D oğu H indistan K um panyası'nın
çehresi vardır. Üçüncüsü ve nihayetinde, dem ek ancak süreçlerin
özsel zorunluluğuna tam b ir nüfuz, organik olm aktan çıkarm a
sürecini, doğa-ajanının “ateş"iyle bağlantı-sız kalm aktan koru­
yabilecektir. Gitgide, salt dışsal zo runluluk hatta agnostik m ode­
lin extra rem'i3ss yerine, doğadaki üreticinin, doğadaki yapanın da
sezinlenm esindeki, izinin sürülm esindeki, kavranm asındaki an­
lamla bağlantı [k urulacaktır]. Leonardo salt resmiyle aktarm adı­
ğı R önesans boyutuyla [bağlantı): “D oğanın yasaları ressam ı,
kendisini doğanın ruhuna dönüştürm eye ve doğa ile sanat ara­
sında aracı kılm aya zorlarlar.” Tam da M arx'ın Kutsal A ile’de,
bizzat tekrar tekrar hatırlatılm ak üzere hatırlattığı Rönesans bo­
yutuyla: “M addenin yaradılıştan özellikleri arasında hareket bi­
rincisi ve en m ükem m elidir, sadece m ekanik ve m atem atik hare­
ket değil, dahası itki, yaşam ru h u , gerilm e/esnem e kabiliyeti,
-Jakob B öhm e'nin ifadesini kullanacaksak- acı olarak hareket".
Bu arada ‘taşkın öz' kavram ındaki sayısız mitsel kalıntıya, hatta
hayaleti bir natura naturans kavram ında dahi zu h u r edebilecek
panteist bir savaş ve güneş Tanrısı'na k arşı azam î d ikkatli olm a­
lıdır. Bu kavramın kötü tem izlenm iş girişlerinde ve ön avluların­
da olsun, M arx’ın 'tla anılan yerde h atta Bacon'u hedef alarak
bahsettiği “teolojik kararsızlıklar" tem elinde olsun. Yine de bur-
juva-tekn ik doğaya yabancılık hatta dünyasızlık ile doğayı akra­
ba ve m esken edinm e arasındaki fark güneş kadar açıktır: N atu­

385 Konu dışı.


806
ra naturans ayaklan üzerine oturtulabilir, fiziksel nihilizm asla
oturtulam az. Böylece, doğayla m erkezî bir bağlantı en acil sorun
haline gelir; salt sö m ürücünün, hilecinin, salt fırsatları algılaya­
nın günleri, teknik açısından da sayılıdır. Burjuva tekniği top­
lam da hilekar tipindeydi ve doğa güçlerinin sözüm ona söm ürü­
sü, tıpkı insanların söm ürüsü gibi birincil olarak söm ürülenin
som ut m addesiyle ilişkili değildi ve o n u n bünyesine yerleşm ekle
de ilgilenm iyordu. Ama tam da olm uş olanın ötesine geçen bir
aktiflik, tekniğin içindeki b u m ucizevî güçlü itki, nesnel-som ut
kuvvetlere ve eğilimlere bağlanm ayı gerektirir; doğada meskûn
olunmasını talep eden, b izz a t doğanın, tekniğin yönlendirm esiyle
“aşırı-doğallaştırılm asıdır". P rom etheus insanlarına hayat ver­
m ek üzere ateşi g ö k ten aldığ ın d a, -P la to n 'u n Protago ras’taki
tem kinli ifadesine göre-, yalnızca ateşi değil ateşle beraber in ­
sanlara hediye etm ek üzere “H ephestos386 ve A thene’n in sanatlı
bilgeliğini” de çalmıştı. Ve teknik eski yerliliğinin, ‘toprağa bağ­
lılığının' son kalıntılarını da yitirdikçe ve dört bir yanda, istediği
her yerde, sentetik ham m adde üretim inde, ışın endüstrisinde ve
debdebeli Hybris'inin [kibir] [yöneldiği] her yerde yeni yerlerin
yerlisi hale geldikçe; doğal varlıklarla dolayım ının o oranda hem
daha m ahrem hem daha m erkezî hale gelmesi gerekir.
Ancak o n d an son rad ır ki, şeylerin sadece dışardan ittirilm esi
y e rin e ta d e rin d e n , n e d e n le rin d e n d o ğ ru d e ğ iştirile b ilm e si
m ü m k ü n h ale gelir. H er teknik m üdahale değiştirm e iradesini
taşır; sadece hile d ü şü n e n in , d eğiştirilecek olanın X'ini hatta
onun varlığını bilm esi gerekm ez b u n u n için. G örünüşlerin bir
ajanı [olduğu] elbet kabullenilir fakat o n u n da bizle akrabalığı
olm ayan, yabancılaşm ış, öznesiz b ir ajan o ld u ğ u d ü şü n ü lü r.
Ç ocuklar ve İlkeller, k en d i Ben'lerine tekabül eden bir özneyi
pekala k atarlar fiziksel hadiselere. Daha geç d ö n em lerin ani-
m ist-olm ayan doğa tasavvurlarında da, -s a lt nicel tasavvurlar
o lm adıkları m ü d d etçe-, daha az naif, kendi Ben'iyle benzeşliği
daha dolaylı b ir özne bulunur. M ıknatısa bir ru h atfeden Tha-
les'te, b ü tü n panvitaP 87 doğa im gelerinin büyük ü slûbunda, Le-

386 Demirci ve bakır Tannsı.


387 Panvitalizm: evrende varolan her şeyi ve bizzat dünyayı canlı sayan, insana
özel bir konum tanımayan öğreti.
807
onardo'da, Bruno'da, Schelling’in erken dönem inde. Lâkin esas
olarak, nicel dünya im gesinde, - k i h er tü rlü anim izm e göre ö n ­
ce büy ü k b ir ilerlem edir b u - , dolayısıyla klasik m ekanikte de,
am pirik-organik anlam da özne eksiktir. Nicel d ü şü n cen in tü­
müyle ilişkiselliği teorileştiren, işlevsel-teorik olana geçiş halin­
de olduğ u h er yerde eksiktir bu: Ö klidçi-olm ayan m ekanikte
doğa, (görelileştirilm iş) yasaların serbestçe salındığı bir bağla­
ma dönüşür. K ant fizik yasalar bağlam ının tem eline gerçi bir
"aşkın” özne yerleştirm işti, h er bağlantılandırm ada yaptığı gibi
( ‘“D üşün ü y o ru m 'u n b ü tü n tasarım larım a refakat edebilmesi ge­
rekir”); böylelikle gerçi doğanın m ekaniğine b ir özne sokulm uş
olm uyor am a doğanın m ek an ik kavram larına üm itsiz bir özne
d ah il ediliyordu. Sözüm ona a şk ın olan bu son özne am pirik-or-
ganik nitelikten çok uzaktı; burada doğa, am pirik-organik bir
öznenin ona ilâveten düşünülebileceği b ir şeydir daha ziyade, fa­
kat ancak ona ilâve olarak düşünülebilecek bir şey. Bu dem ektir
ki, N ew toncu doğa bilim inin vardığı en uç _“nesnellik", Kant'ta
[da], daha az yabancılaşm ış tem el kavram ların doğa im gesinde
yer bulam ayacağı şekilde tüketm ez doğayı - ola ki, bilim sel-in-
şâcı değil de sırf düzenleyici, d ü şü n ü leb ilir b ir yer olsun. Bu te­
mel kavram lar her şeyden önce “nihâî olarak b ir rasyonel var­
lıklar ülkesini am açlayan, içsel b ir doğa am acının” kavram ları­
dırlar; bu da, kuşk u su z bulanık b ir teleolojiyle, akit bir doğa
öznesini devreye sokar. N edensel açıklam a böylece, doğaya iç­
kin bir kabiliyete: k en d i nedenlerine am açlı n ed en ler olarak sa­
hip çıkabilm e kabiliyetine ilişkin, sadece d üzenleyici de olsa
kaçınılm az b elirlenim le tam am lanacaktır. ln sa n t irade tarzıyla
kurulacak analoji, “bizim doğayı kendi kabiliyetinden ötürü tek­
nik olarak d ü şündüğüm üz; oysa biz ona böyle b ir etki tarzı is-
n ad etm esek, onun nedenselliğinin kör bir m ekanizm a olarak
tasavvur edilm esinin gerekeceği” so n u c u n u verecektir (K ritik
der U rteilskraft [Yargı G ü cü n ü n Eleştirisi], H artenstein, s. 372).
K ant'ın tekniğe ilişkin henüz hiçbir bakış açısı yoktu veya çok
kısıtlıydı, bu nedenle O n u n ‘sanki/eğer' belirlem eleri anorganik
doğadan çok organik doğa içinde m assediliyordu. Ama insanî
tekniğin yüksek am açsallıklarının fizikî hadiselerin üretim iyle
bir rab ıtasın ın olup olam ayacağı so ru n u ortaya çıktığı anda, bi­

808
zim le dolayım lanabilir bir doğa öznesi so ru n u , salt m ekaniğe
düzenleyici bir eklenti yapm akla ilgili olm aktan çıkar. [Tanım­
sal] b elirlen im gerçi o zam an da m ek an ik kadar katı olm az,
ama o n d a n daha ciddidir: çü n k ü so m u t b ir tekniğin so ru n u ,
organik olm aktan çıkarm a sürecinin ve o n u n sonuçlarının bir
Hiçliğe atfedilm esine m ahal verm em ektir. D oğanın bir öznesi­
n in halih azırd a zaten g erçekleşm iş o la ra k m ı b u lu n d u ğ u ne
denli şü p h eli de olsa, b u n u n , pekala o n u n b ü tü n gerçekleşm e
biçim lerine nüfu z eden b ir güdüleyici istid a t o la ra k açık tu tu l­
m ası gerektiği de kesindir. Ama bu noktada da, -te o lo jik "dü­
şünce ilavesVkatkısı” olm adığında da herhangi bir Kantçı dü-
zenleyicilik o lm ak sızın -, Leibnizci enerji so ru n u z u h u r eder;
o n u n “inquietude poussante"388 dediği mesele. Leibniz b u n u b ü ­
tü n m onadların çekirdeksel yoğunluğu ve aynı zam anda bu çe­
kirdeğin k en d in i açıklam a eğilim i olarak koyar. Bu, enerji ile
m onadların o "içedönüklüğü” arasındaki, dinam ik doğal b elir­
lenim olarak nesnel anlam da öznelik anlam ına gelen Leibnizci
d en k lem in keskinliğiyle bağdaşır. D oğada özne so ru n u Leib-
niz’da gerçi sayısız bireysel m onadla çoğullaştırılm ıştır ama bu
sayısızlık içinde b ü tü n b unların kök en in d ek i kadim form olan
natura naturans da gayet belirgindir. A nim izm de, “Psişik" olan
da, Leibniz'in özne so ru n u n d ak i bu bireysel k o n um larından ta­
m am en uzak duruyordur. Fakat enerji ile psişik olan arasındaki
tam am en yanlış bağıntı kop tu ğ u n d a da Leibnizci enerji-öznelik
eşitliğinin göreli anlam ını k o ru d u ğ u n u , L enin o lağanüstü de­
rinlikli bir tesbitiyle gösterir: “Enerji kavram ında gerçekten, ö r­
neğin h arek et kavram ında m evcut olm ayan b ir öznelik etm eni
[m om ent] sak lıd ır” (Aus dem philosophischen NachlajS [Felsefe
D efterleri], Dietz, 1949, s. 308). insan lık tarihinin o kadar kuş­
ku götürm ez olan öznesi bile halihazırda gerçekleşm iş olarak
varolmaz; h er ne kadar çalışan insan suretinde am pirik-organik
olarak, her şeyden önce am pirik-sosyal olarak kendini gösterse
bile. Dem ek, h ip o tetik olarak D o g a -ö zn e diye tasvir edilen, da­
ha nice istidat ve gizillik barındırıyor olm alıdır; zira doğadaki
dinam ik özneye ilişkin b ir kavram , son kertede, Reel'deki he­

388 Bastıran/sıkıştıran huzursuzluk.


nüz tezahür etm em iş Eger-itkisinin (ki en içkin m addî ajandır)
eşanlam lısıdır (karş. s. 358).
O halde, doğanın öznesi olarak tanım lananın hakikati, maddi
açıdan, varolanlann en içkini olan bu tabakadadır. Tıpkı, her şey­
den önce doğanın bir özneligini ifade etmiş olan eski natura na-
turans kavram ının, -belirttiğ im iz ü z e re - h enüz y an-m itsel ol­
makla beraber, hiçbir noktada (idealist bir şekilde) fiziksel bir
şeyi natura naturata'ya?89 bir Prius [öncelik] olarak koym adığı
gibi. Tersine, natura naturans kavram ı başından itibaren, müelli­
fi, “doğalcı" İbn Rüşd tarafından, yaratıcı m addeyle ilişkilendiril-
mişti. H er ne kadar m itolojinin, panteist savaş ve güneş Tanrısı
olarak rücu edebilen ve doğadaki öznelik sorununu en azından
sekülerleştirilm iş İsis’e d ek refakat etm iş bulunan söz konusu
kalıntıları da eksik olm asa bile. Mamafih yalnızca refakat etm iş­
lerdir, tüketm iş ve belirlem iş değillerdir onu; buna karşılık d o ­
ğanın ne ö zn en in ne n esn en in paydaş olduğu salt K endinde h a­
lin in varacağı yer, M arksizm den ziyade Sartre'dır, yani: insanları
çevreleyen uygunsuz bir taş d uvar olarak dünya. Salt hileci veya
sömürücü olarak teknikçinin yerine, toplumsal olarak kendi kendi­
ni dolayım layan somut özne geçer ve giderek doğa-özne sorunuyla
kendi arasın da b ir dola yım kurar. M arksizm çalışan in sa n d a
[emekçide] tarihin reel olarak kendini üreten öznesini keşfetmiş
olduğu gibi, sosyalizm b u n u n tam anlamıyla keşfini ve kendini
gerçekleştirm esini sağlayacağı gibi; teknikte de M arksizm in, do­
ğa olaylarının kendi içinde bile görünür hale gelmem iş, bilinm e­
yen öznesine nüfuz etm esi m uhtem eldir: insanları onunla, onu
insanlarla, kendisini kendisiyle dolayım layarak [yapacaktır b u ­
nu]. B ütün teknik-fizik yapılarda m eskûn b u lu n an ve onları in ­
şa eden istek-irade, aynı anda hem ardında salt soyut-dışsal ola­
nın ötesine uzanan inşacı bir m üdahaleye d ö n ü k toplum sal ola­
rak kavranm ış b ir özneyi, hem de ö n ünde söz k o n u su m üdaha­
leye yapıcı b ir iltisakla katılm ak için b u n u n la dolayım lanm ış bir
özneyi barındırıyor olmalıdır. En nihayet: ilk özne, in sanın k u d ­
reti, üzerine asla kafi nüfuzla düşünülem ez; ikinci özne, natura
naturans kökü, evet hatta supernaturans390 üzerine de yeterince

389 Yaratılmış doğa, Tann.


290 Üst-doğa.
810
derin ve dolayım lı düşünülem ez. İrade tekniği ve doğal görü­
nüşler ve o n lan n yasalannın ocağıyla som ut ittifak; insanî özne­
n in elek tro n u ve m ü m k ü n b ir d o ğ a -ö z n e n in d o lay ım lan m ış
üretkenliğinin katkısı: ikisi birlikte, burjuva şeyleştirm e [dina­
miğinin] organik olm aktan çıkarm a sürecinde de devam ettiril­
m esini önlerler. İkisi birlikte, tekniğin, toplum un som ut ütopya­
sına bağlanan ve onunla m üttefik olan som ut ütopyasını yakın-
laştınrlar.

in sa n i öznenin elektronu, irade tekniği

Şimdiye dek hiç saf olarak devreye girm em iş bir iç güç vardır.
İnsanın kuvveti denen şeyi oluşturur, onun bilinen isteği-irade-
siyle tam örtüşm ez. Gövdeyi y o rgunluğunun ötesine taşıran, bir
âlet olarak keskinleştiren ve şaşırtıcı kabiliyetler veren kudrettir.
Kişiliğin nüfuzu veya ağırlığıyla, -veya bu kendine m ahsus katı­
lıktaki öz başka nasıl tanım landıysa-, dışa d ö n ü k bir kudrettir
aynı zam anda. O n u n en alışıldık terbiyesi, askerî ve Spartan39'
olanıdır; güdülerden had safhada erkekçe bir gönüllü feragatle,
itaat içinde em retm eye başlangıç idm anı. H er savaşçı halk, Spar­
tan k arak ter h atların ı taşır, her g ö rü n d ü k leri yerde, başka bir
şeyle karıştırılam ayacak kadar aşikârdır bunlar: zorlu kuvvet,
em ir erkinin dam gasını taşırlar. Fakat enerji servetinin böylece
b ir m ızrak tutm a işine akıtılm ası ve k en d i ken d isin in m ızrak
ucu olarak sivriltilmesi, özne kuvvetinin k en d in e ■yakıştırdıkla­
rının henüz başlangıcıdır. Spartan-askeri tutum da irade yalnızca
soyut bir bileyiden geçm iş olur, gerçi burad a da inan d ığı imgeler
ve tasa^vvurlarla m üttefiktir ama çoğunlukla dışsal, en azından
zo ru n lulu k su z b ir bağlantıyla. B undan ö tü rü , soyut-Spartan ya­
pıdaki irade için çok defa ne için savaştığı veya neyin icrasını
yaptığı fark etm ez: Barok dönem de subaylar, -m e m u rla r d a -,
yabancı hizm et altında görev yaptılar; b ir dost-düşm an ilişkisi
vardı gerçi am a içerikleri değiştirilm eye açıktı. Şövalyenin sen-
yörüne sadakati bile form eldi, birbirinden ayrı kalm aya devam
eden irade istikam etlerini (m a coeur â ' dame, au D ieu m on âme,

391 Eski Yunan sitelerinden Spana'ya atıHa; merkeziyetçi, askeri, sıkı disipline
dayalı, zahidane yaşam.
811
ma vie au roi, l'honneur pour moi392) henüz karşı konulm az bir
birlik içinde kenetlendirm iyordu. Buna, yani içeriksel, nesnelli­
ğe bağlı, hatta nesnel tem elde teşvik eden bir am acın asken ola­
rak keskinleştirilm iş iradeye d u h u lü n ü ilkin im an savaşı sağladı.
İm an edilen tasavvurları içeren iradenin, yabancı yani içeriğine
kayıtsız kalınacak bir hizm ete aktarılm ası artık m üm kün değil­
di. Sıkı sıkıya sabitlenm işti, bu da fanatikleşm esi anlam ına geli­
yordu. Devreye girdiği noktada insanda en m uazzam kuvvet a r­
tışını veya kuvvetin katlanm asını sağlayan da işte bu fanatizm ­
dir. Yalın emir kuvvetine şimdi bir idte-Jorce'un393 belirli bir ta-
sa^vvur do ğrultusunda sabitleyici kuvveti katılır; daha evvel üze­
rine çıkılamaz olanı aşan, odur. Idte-force'un en etkileyici tanı­
mını, üstelik etkisini sü rd ü ren askeri terbiyeyle de bağlantılan-
dırarak, Loyola yapmıştı. Bu fanatik vecd ehli tarikat kurucusu
eski subayın Exercitia spiritualia'sında394 irade tekniği, Avrupa’da
şim diye d ek erişilen en yük sek düzeyi sunar: D akiklik, itaat,
em ir erki, im anın gaddar şiddeti burada birleşirler. İsa’nın hiz­
m etinde olm ayla, cehennem ve cennet im gesiyle kızıştırılm ış,
ânında çalıştırılıp ânında durduf4 labilecek şekilde em ir-kum an-
daya tabi b ir hayal g ücü katılır buna. Sapkın tarikatların sefer­
ber ettiği cesaret ve cezbe kuvveti, şim di d ev ralın arak bizzat
sapkınlara çevrilm iştir. E n önem lisi, İspanyol to prağında M u-
ham m edî etkiler de eksik değildi: b ir zam anlar katiller ve halü-
sinasyon m ezhebi H aşhaşinler'i yaratm ış olan fanatizm , başka
türden im ansızlara, Protestan gâvurlarına k a rşı kullanılıyordu.
İnsanların kendi iradeleri olm ayan fakat b ir görevin ve im an
edilm iş am acın enerjisiyle yüklü irade m akineleri olarak z u h u r
etm elerini sağlayan, neredeyse m ekanik olarak rasyonelleştiril­
m iş bir eğitim in sonucuydu bu. D ost-düşm an ilişkisi, bu tarafta
İsa'nın, karşı taraftaysa şeytanın krallığı olmak üzere topyekûn
içerik kazanıyor ve bu ilişkinin h e r iki yakasının fanatikleştirdi-
ği bir netice çıkıyordu. Ama b unların hepsi tabii yine de Avru­
pa'dır, yani, Asya'nın çok daha eski, çok daha radikal irade tekni­
ğiyle kıyaslandığında neredeyse hâlâ acem ilik. En azından, o ra­

392 Kalbim kadının, ruh Tann'mn, yaşamım kralın, ama şerefim benim.
393 Fikir kuvveti.
394 Ruhsal temrinler.
812
daki öğretm enlerin talim ettirdiği iç kuvvet Avrupa'daki iradeyle
kıyaslandığında böyledir bu; her şey bir yana, enerjik olm aktan
o kadar uzak H indistan'da iç kuvveti idraki zor derecede yüksel­
ten deneyim lere dair öteden beri dolaşan rivayetlerin yalnızca
iki kelimesi bile doğru olsa, böyledir. H indistan'da da yalnızca
eski Yogileri göz ö n ü n e alıyoruz, g ü n ü m ü zü n kısm en kaba tak­
litçiler kısm en yabancılara hitap eden bir endüstri olan hokka­
baz ve fakirlerini değil; elbette eskilerin etkilerini sınam a imkânı
yoktur. Yoginin saf ideolojik rolü açıktır: birinci y ü k ü m lü lü k
olarak, kendi yaşamıyla sü k û n etin tim salini oluşturm ası gereki­
yordu; “daha yüksek idrakleri”, yükseklikleri ölçüsünde kontrol
edilemez bir [mertebe olarak] güzideleştirm esi gerekiyordu. Bu­
nu yana bırakırsak, C izvitlerin talim lerine rağm en A vrupalılar
için henüz erişilmez olan, en ü st düzeyde eğitim e dayalı, öznel­
liği b ak ım ın d an sahici b ir cezbe ö rn e ğ id ir bu (karş. R uhen,
Geschichte de indischen Philosophie [Hind Felsefesi Tarihi], 1954,
s. 210). E rken dönem Yogilerin y ö n elim lerin in ve yöntem sel
ciddiyetlerinin güvenilir bir hakikiliği vardır, her ne kadar b u n ­
ların bugüne intikal eden tüyler ü rpertici etkileri aydınlanm ış
A vrupalı’ya sınanam az, tartışılam az görü n se de. Yoga tekniği,
yalnızca dağ gibi zorlukları değil sahici dağları yerinde oynatm a
irade-im anını biçim lendirdiği gibi, eskilerden beri ü topik idee-
fo rce'u n m erkezini teşkil ediyordu. Buradaki niyet/yönelim tü ­
m üyle m onom andır,395 en aşırı irade ütopyasının cezbesine ka­
pılmıştır: salt niyet ve azimle m addî olana m üdahale ütopyası.
Bu tem rinlerin ana yolu, nefese hakim iyetti; zira insanda da do­
ğada da prana, nefes, h er şeyi h arek et eden am il veya Tanrısal
yaşam rüzgarı sayılır. Bedende nefese hakim olm ak, dışsal za­
m an ritm ini, yıldızların hareketine olan bağımlılığı kaldıracak;
Yogi, bedeninin k ü çü k alem inde bizzat d ü n y an ın nefesine d ö ­
n ü ştüğün ü hissedecektir. Kasları gerip gevşetm e tem rinleri, be­
d en in du ru şu n a verilen “kalıpların” veya figürlerin sayısı ondur.
H atha Yoga'nın Işığı, [deneyimi] geliştirerek yaşlanm anın ve ölü­
m ün alt edebileceğini öğretir; iki anlamda: hem m ükem m el sağ­
lık bahşedebilir, hem her şeyden önce çöm ezleri zaten içlerinde

395 Sabit fikirlilik hastalığı.


813
saklı bu lu n an “ölüm süzün maliki" m evkiine geçirir (aynca karş.
Zimmer, Indische Sphiiren [Hind Küreleri], s. l l l ) . Burada hay­
ret m evzuu olmayı daim a sürdüren şey, dışsal teknik; yani özde­
netim in nasıl olup da, böylesine yoğunlaşm ış b ir iradenin kendi
iddiası itibarıyla, şeylerin denetim ine dönüşebildiğidir. Fiziksel
olarak konm uş ve düzenlenm iş h er engel, hatta her doğa kudre­
ti, acze düşen, m üstakil bir varlığı olm ayan, yitip gitm ekte olan
bir şeye indirgenm iş g ö rü n ü r bu iradeye. Şu da var ki, insanüstü
artırım a uğrayan iradeye ilaveten m itsel b ir büyüyle kurulan it­
tifak sayesinde gerçekleşir bu. Yogi’n in erdiği ölçüsüz kudret,
K rişna'nın Bhagavad-G ita'da kendine atfettiği türdendir: Vibruti
veya Tanrı olm anın sıfatım taşır. Gizli dünya güçlerinin çömezi,
-H indlileştirici teosofinin Avrupa beğenisine uygun şekilde imal
ettiği klişeleri d o ğ ru ltu su n d a-, “ru h lar âlem iyle" alış verişe ara­
cılık eden "ruhsal duyu organları" veya “lotus çiçekleriyle", yal­
nızca seyreden k o n u m u n d a değildir. Sözüm ona gaipten haber
verm enin ötesinde, asıl, d ü n y a n ın kuvvetlerine h ü k m eden ve
onların d ü zen in i kavrayıp böylece ona nüfuz eden yoğunlaşm a
becerisiyle eski büyü tekniğinin hayatiyetinin korunm ası gereki­
yordu. Yogi artık o düzenin tebası değildir; denetim altına aldığı
nefesini yoğunlaştırarak d ü n y an ın nefesinin m erkezini tu ttu ­
ğunda, dünyayı yönetm enin, yani o n u n yönetim ine katılm anın
ve yö n ü n ü değiştirm enin m üm kün olacağı noktayı işaretleye-
cektir. B rahm a'daki H ind tekniği budur; A na n ke veya doğa yasa­
ları, her tü rlü belirlenm işliğe ve yasa k avram ına yabancı olan
H ind bilincine zaten kusursuz b ir şey gibi görünm üyordu - ne­
rede kaldı ki onunla içe içe olan iradeye ü stü n olsun. Yogilerin
erişebildiği kudretin etkilerine d air birçok tüyler ürpertici olay
anlatılır: uzağı görmeye, uzakta olanlara etki etmeye hatta levi-
tasyona396 dair. Bedenin bir anda nam ütenâhî uzakta, zam an öl­
ç ü sü n ü n dışında b ir yere nakline dair; karlarla kaplı bir bölge­
n in ortasında yaşayan Himalaya yogilerini çevreleyen bahar ha­
vasına dair; lânet ve duan ın etkisini sonradan gösterm esine dair.
Burada ne kadarının egzotik peri masalı olup, ne kadarının ise,
Avrupa m editasyonunun asla erişem ediği veya erişmeyi istem e­

396 Bedenin havalanması.


814
diği, hileyle geliştirilen kuvvete dayandığını belirlem eye ne Av­
rupa deneyim inin b u n u n dışında k en d in i gayet iyi kanıtlam ış
bu lu n an m ercileri yeterlidir (hele b ir de k en d ilerin i olum suz
dogm atizm e kaptırdıklarında), ne de halihazır donanım . Talimli
irade kuvvetinin gerçek tesirlerine ilişkin m alûm atım ız da yeter­
sizdir; m uhtem elen henüz, topyekûn elektriğe dair sadece keh­
ribarı ovalam ayı bilen ve dinam o m akinesini bilm eyen Yunanlı­
ların elek tro -tek n ik d ü zey in d en ileri değildir. Evet, elektron,
kehribar, elektriğin ö n tarihinde neyi ifade ediyorlarsa, -ü to p ik
bir uzatm a hattı çekersek-, Hindlilerce b u lu n m u ş b ir iradî ö z­
nellik elektronu da, önümüzde uzanan irade tekniği için bu n a ben­
zer b ir şeyi ifade ediyor olabilir. Gerçi H ind ru h u n u n hiçbir
kudretinin şim diye dek bir tek Ingiliz piyade tüfeğine bile gale­
be çalamadığı doğrudur; Hind büyüsü sadece özel yaşama iliş­
kin veya barışçıl bir nesnedir. Yine de, belki de onun özüne uy­
gun olan tam budur, hem zaten her büyü, o n u n içinde ve onun
için geliştirilm iş olduğu, kuvvetini icra edebildiği eski çevresini
öngerektirir. Hind m irasının zihnim izde uyandırdığı beklentiler
ne denli yüksek olsa bile; ve salt hayalatçılık, çoğu H ind felsefe­
sinin am pirik hatta m ekanikçe verili olanı buharlaştırdığı Ma­
ya397 veya illüzyon alem ine o kadar fazla başvursa bile. Fakat
bu, salt psişik enerjiye alan açabilmeye yardım cı olacak, bir uza­
m ı etkisi altına alm anın cesaretini kazandıracak bir k urgu oldu­
ğu etkisi uyandırabilir; Yoga öğretisinin uygulam ası, özellikle
Patanjali'ninki, bizzat m addeyi k ü çü m sü y o r olm aktan, paradok­
sal biçim de, m addi b ir kuvvet devşirm e isteğindedir. Buna karşı­
lık bu kuvvetin izafe edildiği aynı öznel varlık, m ekanik-m ater-
yalist Avrupa'da salt ru h an i b ir kuvvet sayılır ve teknikleştiril-
mez. Kısacası, “U yanış Tapınağı”ndaki hedef, hedeflerin en m a­
ceracısı olabilir fakat te k n ik b ir k u d retin m aceracılığıdır bu,
m addi-etkin A vrupa'daki gibi ru h an iliğ in k e n d i kendine itina
edişinin m acerası değil. Eğitim li irad en in uzaklara hükm etm esi
sayesinde ve h er istediğinde M aya'nın peçesini rüzgarıyla uçura-
bileceğine veya kaydırabileceğine inanan tahayyül kuvvetiyle,
her arzulanan-tasavvur edilen hadisenin gerçekleştirilebileceği

397 Hind mitolojisinde evrenin yaratıcısı olan Tanrıça, aynı zamanda Hinduizme
göre bu dünyayı temsil eden hayalin Tanrıçası.
815
doğrultusundaki o fantastik anlam da, her şeye kâdir olma hede­
fidir bu. Kalbinde “lotus çiçeğinin açm asının” çok başka bir bi­
çimi yatan Buda bile, b ü y ü se la rz u d a n m üsaadeli b ir arzu olarak
söz eder ve b u n u n gerçekleşm esinin tekniğine değinir: “Ey ke­
şişler, bir keşiş dilerse ki: ‘Bir başarabilseydim , çeşitli yollardan
kudretim i artırabilmeyi; örneğin sadece bir iken çok olabilmeyi
ve çok olm uşken tekrar b ir olabilm eyi veya g ö rü n ü r ve görün­
mez olabilmeyi; havadan geçer gibi duvarlar, setler, kayalar için­
den süzülebilm eyi; veya toprakta, sanki suya dalarcasına batıp
çıkabilmeyi; suyun üzerinde de topraktaki gibi batm adan yürü­
yebilmeyi; havada da k uşun kanatlarıyla uçm ası gibi oturur va­
ziyette gidebilmeyi; şu kudretli, şu m uazzam aya ve güneşe eliy­
le dokunabilm eyi ve yoklayabilmeyi, B rahm a'nın d ü n y aların a^8
erinceye dek bedenim i hâkim iyetim altına almayı'; biri bunu is­
teyecek olursa, ey keşişler, o zam an yalnızca m ükem m el erdem i
talim etmeli, ruhun iç sükû n etin i kazanm ası için m ücadele et­
m eli, tefekküre/tem âşaya karşı koym am alı, boş inzivalara dost
olm alıdır” (N eum ann, Die Reden G otam o Buddhos [G otam o Bu-
da'nın Konuşm aları] 1, s. 71 vd.). Demek, grotesk-büyüsel arzu
ve irade tekniği, sadece Buda tarafından tanım lanan haliyle bile,
yegâne arzusu tü m arzu lan u n u tm ak olan b ir öğretiye dek uza­
nabilir. Ö z-hipnotik,399 büyüselliğin öznel o ld u g u Batı bölgele­
rinde ise böylesi bir irade inancına ender rastlanır; bu vakalar da
m ünferittir, Tyanalı Apollonios gibi m ucize adam lar tarzındadır,
asla dinsel sisteme dönüşmezler. Yahudilik, Hıristiyanlık, İslam,
en azından ortodoksileri itibarıyla büyüye düşm andırlar, şam an-
lara hatta yogilere bile taham m ülleri yoktur; büyüsel irade tek­
niği veya özne tekniğinin de ö nü kesilmiştir. Tefekkürün/tem â-
şanın yönelim i yalnızca semâyı zorlam akta, m addeyi değil. Keza
Avrupa öznelliği, Yogi için norm al olan bilinç d urum una yalnız­
ca ender ve b ü tü n lü ğ ü n ü yitirdiği hallerde geçebiliyordu. Öyle
olunca, Batı bölgelerinde m ertebe olarak H ind'le karşılaştırılabi­
lir yegâne öznellik tekniği, kısa vecd anlarının tesisinden ibaret­
ti. Vecd an ların d a da d ü n y ay ı aşmaya yönelm iyor, d ü n y a n ın

398 En yüksek, Tannsal algı/idrak düzeyleri.


399 Kendi kendini hipnoz eden.
816
üzerinden uçmaya niyet ediyordu. Burada, kendi kendini hipnoti­
ze etmenin, büyü karşıtı ortodoksluğu kale alm ayarak biri Yahu­
diler, biri H ıristiyanlarca geliştirilm iş iki tuh af eğitim inden söz
etm ek gerekir. M ilattan Sonra 1. y ü zy ılın K u d ü s'ü n d e n , bir
“cennete gitm e” sanatından söz edilir. Ü nlü Hezekiel'in G ördük-
leri'nd eki (Hezekiel 1, 15-21) “Maase M arkaba”ya atıfla, “teker­
leklerin işi" denm iştir buna. Bu, Tanrı'nın evine ve eğitilmiş bi­
linç d ö n ü şü m ü sayesinde ona giden yolları bulm aya hatta bu
yolları açmaya dair gizli öğretiydi. Ferisilerin reisi Yohanaan ben
Sakkai kendini böyle bir “araba zanaatına” verm iş olm alıdır; 2.
yüzyılda ise b u sanat öylesine tehlikeli sayılıyordu ki, ancak gö­
nülsüzce anılıyordu, so n ralan iyice itibarsızlaştı. H ıristiyanlıkta
buna tekabül eden bir inanışa 14. yüzyıl Bizans m istiğinde rastla­
nır: H esychastlar'ın40 Athos dağındaki bilinçli aydınlanm a tek­
niğinde. O nların aradığı, bir tü r dinsel aşk büyüsü, insanın ya­
pay olarak vecde girm esini ve ışıklar içinde Isa'yı görm esini sağ­
layan bir “Phi!tron”du. Tabor dağında m üritlere göründüğü gibi,
ışıklı çevrili, nurlar içinde. H escyhast tekniği, kendini temaşa
etm e yöntem i aracılığıyla, yani tüm üyle kendine yoğunlaşm a
yoluyla Yoga tekniğiyle rabıta kuruyordu, fakat böylelikle coştu­
rulan kuvvet, herhangi bir biçimde dünyayı değiştirm eye değil,
m ünhasıran semayı zorlam aya yoğunlaşm ış b ir kuvvetti. Hescy-
hastlar, b ü tü n tu h a f azizlerin en tuhaflarıydılar, zira sen tetik
olarak kendi kendilerini kutsallaştırm ışlardı; Bizanslı m istik Ka-
basilas, P rom etheus'u hatırlam ışçasın a, Philtron'a k ap ılan ları
“semavi krallığın haydutları” diye adlandırıyordu. Zoe ve Phos,
yaşam ve ışık, İsa'nın temel vasıflarıdır; her ikisinin tezahürü ol­
m aksızın insanda göksel bir yaşam olamayacağı, oysa her Hıris-
tiyanın bu yaşamı paylaşması gerektiği için, özlem enerjilerinin
öğretilebilir biçimde keskinleştirilm esi, bunların yapay yoldan
tahayyülünü sağlamıştır. Dem ek burad a öznellik tekniği im an
edilen üst-dünyaya cebren girm iş, b ir bakım a, icbar edilem ez
olanı, k u tsal inayeti icbar etmişti; ama aynı zam anda tuhaf şekil­
de teknikleştirilm iş bir biçim de insanın içinde de fazlasıyla mit-
leştirilm iş b ir kapak açmıştı. A ktarılan vakaların kim ilerinde, bu

^40 Eski Yunanca hesychast: yalnızlık, inziva ve sükûnetle kayıtsızlık.


817
kapağın ardında gizli psişik enerji yığılıydı. Oradan içeri dalın­
dığında bilincinde olunan bilinç d u ru m u n u ve onun üzerine in­
şâ olunm uş bulunan, o âna kadarki bilinç d ünyasını değiştirir -
Yoga pratiğinin niyet ettiği gibi, bizzat dış dünyayı kısmen de­
ğiştirm eyi istem ediği durum larda. Bir ham lesiyle b ü tü n diğerle­
rin d en farklılaşan, yani ne nitel olarak ölçülebilir ne diğerlerine
dönüştürülebilir olan, buna karşılık uzaktan etkilem eyi bile bil­
m enin fantezisini kuran bir enerji türü sayesinde.
İddia olunan bu kuvvette b ir şey vardır ki, aynı anda hem su­
k u t etm iş hem de daim a yenidir, böylece asla yerleşikleşemez.
Sonsuz bir bulanık gevezelik vardır etrafında, beri yandan bura­
da m ayalanan b ir şey çağını d o ld u rm u ş tu r sanki. Hem bâtıl
inanç hem ü topya açısından tu h a f olan bu sahada hak olanı, me­
selenin çarpıtılm ış ciddi yanını araştırm anın vakti gelmiş de ge-
çiyordur. En azından yüz yıldır, büyük psikodinam ik keşiflerin
eşiğinde durulduğu beklentisi hüküm sürüyor. Bunlara bakılır­
sa, çok k ü çü k bir gayretle, artık Avrupa'da da had safhada yü k ­
lenm iş bulunan ve gündelik dilde özellikle bu kanaatteki kişileri
ateşlem ek üzere ‘elektriklendirici' diye adlandırılan iradeye erişi­
lebilecektir. Amerika'da öncü yerleşim cilerin zam anından beri,
böyle bir arzu ve işte iradenin, bin türlü teşci veya acemice tel­
kin tezah ü rü n ü n k o n u su olm ası gibi. A m erika'da öncü yerle-
şim cilik deneyim i böyle bir şeye uygundu; sonra, eskiden ser­
best olan yol çalışkanlara tahsis edildi, ü stelik tarihsel kısıt ve
bağların olm adığı bir rotayla. Başan da başarısızlık da böylece
- ‘sağlıklı' b ir hurafeyle- k en d i k en d in i ikna etmeye, dolayısıyla,
edinilebilir bir yeti olarak başkalarını hatta dünyanın akışını ik­
na etm e kuvvetine bırakılm ış görünüyordu - “there are no lim i­
tations in what you can do; think you can".*0' Aynadaki arzu im ­
gelerinde değinm iş olduğum uz A m erikan başarı kitapları (karş.
26. Bölümde, “Başarı kitapları” alt başlıklı kısım ) tüm bunlarla
doludur: cesaretsizlik ve şüpheye karşı ■ucuz Yogacılıktır bu, ama
eninde sonunda, ancak şim di açığa çıktığı üzere, hiçbir zam an
iyi form üle edilmem iş çok eski bir u m u d u n reh in e bırakılm ası­
dır. "Once you learn a Jew sim ple secrets, you w ill be am azed to

401 Yapabileceklerinin sınırı yok; yapabileceğini düşün.


818
fin d how ideas begin fa irly pouring into yo u r brain"ı*02 tüm Ame­
rika psişik bir m ıknatısa ve o n u yüklem e sanatına inanır veya
inanm ıştı. Şöyle cümleler, bu inanca d airdir (“hidden storehouse
o f energy"i403 çeviride de kaybetm ez bunlar): “D üşünülen ve ifa­
de olunan bir arzu, arzulananı yaklaştırır; arzunun kuvvetine ve
arzulayanların sayısına da orantılı olarak.” Veya: “H er tahayyül
görünm ez bir gerçekliktir ve ona ne kadar u zun süre ve ne ka­
d ar yogun sannılırsa, o kadar fazla, dış duyularla algılanabilecek
bir forma bürünür. G ündüz düşlerim izin m ahiyetine göre kade­
rim ize altın veya patlayıcı m adde yığınağı yaparız.” Yahut: “Tüm
sinirlerim izle m utlu lu k ve sağlık düşüncesine bağlanmalı; hafta
be hafta, ay be ay, yıl be yıl kendi imgem izin tüm kötülüklerden
arınm ış d ü şü n ü kurm alı, ta ki b u d üş sabit fikre dönüşene, ikin­
ci doğamız hale gelene ve kaderim ize el atana kadar” - bu d ü n ­
yadaki konaklar gökyüzü saraylarından çıkacaktır. [Içe, kendi­
ne] Yoğunlaşm acı K alifom iyalı gazeteci Prentice M ulford, bu
cüm leleri A m erikanizm in deyim yerindeyse m üktesep hakları,
dahası fıtrî fikirleri olarak yazmıştı. A lıntının yapıldığı, 1887 ta­
rihli “Your forces and how to use th em " ^ başlıklı yazısı, şeylere
gerçek b ir irade y atınm ı, iradeye de şeylerin yatırım ını yapar.
İrade gücü için bir teknik yüksek okul kurulm asını talep eder,
burada şöyle bölüm leri olan bir teolojik laboratuvar da olacak­
tır: “The slavery offear; The Religion of dress; Positive and negative
thought; Im m ortality in the flesh; The doctor within; The church of
silent dem and”.*°5 Tam b ir k apitalist D ua'dır bu, m ühendisçe-
panteist bir ilavesi de vardır: M akinesi yavaşlayan insan, duasın­
daki isteğini bir aktarım kayışı gibi kadim dinam o Tann'ya bağ­
layacaktır. Veya, sadece A m erikan Yunancasıyla ifade edilebile­
ceği üzere: “The man feels synchronized w ith the rhytm o f Life”.*16
Bu şekilde Amerika'da, günlük deneyim lenen bir kuvvet etkeni-

402 Bir zamanlar öğrendiğin birkaç basit sırdır; fikirlerin nasıl tam anlamıyla
beynine aktığını fark edince şaşıracaksın.
403 Enerjinin gizli amban.
404 Kuvvetlerin nedir ve onları nasıl kullanırsın?
405 Korku köleliği; terbiye dini; tendeki ölümsüzlük; içimizdeki hekim; sessiz
talep kilisesi.
406 Yaşamın ritmiyle senkronize olduğunu hisseden insan.
819
ni pratik olarak güvenceleme umudunu sürekli tazeleyen bi r
psikodinamik ütopyası belirir. Nihayetinde, tümüyle hüdâyina-
bit bir tür irade büyücülüğü, tabii teknik ve sistemden yoksun
olarak, yeni zamanların Batı’sında da eksik değildi. Her ne kadar
daha az ticart anlayışta olsa ve deyim yerindeyse rehinden kur-
tu lmuş bir ruha daha fazla ilgi gösterse bile, Amerika’da olduğu
gibi Avrupa'da da eksik değildi, eninde sonunda akraba bir yö­
nelimdi. Burada, natüralizmin, çok geçmeden tüketilen veya is­
tismar edilen lâkin henüz irrasyonel-gerici bir biçimde ruha rü-
cu etmeyen sona erişiyle temasları vardır. Yeni Romantik Ma­
eterlinck, yüzyıl dönümünde, mekanizm etkisini yitirirken, “bi­
lincimizin zirvelerinde bir yerdeki muazzam kuvvet deposun- ■
dan”, “maddenin en yüksek aşamasındaki beklenmedik merkezî
vasfı olarak psişik enerjiden" bir bahsediyordu. Ve Şâir, “Zeytin
dalı” gibi manidar bir başlık taşıyan denemesinde bu kuvveti
“dünyanın mutluluk devinimlerine dönüşü” olarak tanımladı­
ğında; Şâir irade kuvvetinin kuşatılmasına dair bu ayrılıkçı iyim­
serliğiyle o zamanlar, aynı anda hem James hem Bergson gibi
çok değişik ama yine de kendiliğindenliği daha fazla olumlayan
eğilimleri içeren geniş bir felsefî cemaatin mensubuydu. James,
ilkel halklardaki yoga pratiğinden hareketle, yoğunlaşmış haliyle
iradenin sınırı olmayacağı iddiasına varmıştı. Bergson , psişik
enerjinin mekanik düşüş ve uykuya karşı harekete geçirilecek
mukabil kuvvet olduğunu ilan ediyordu; bu enerji, insanî zirve­
sine ulaştığında, yaşamın sürekli irtifa kaybetmesi tehdidini ifa­
de eden öldürücü Alışkanlık'a karşı mücadeleye güvence kazan­
dıracak, bu arada beyni ve tüm fizikî determinizmleri kullanışı,
bir virtüözün âletine hâkimiyetin den daha aşağı olmayacaktı.
Nihayet, kişinin bir hammaddeye benzeyen, her yerde hissedi­
len ve hiç araştırılmamış bulunan “yaşam dü rtüsü”ne dair, biz­
zat bu fenomenle ilgili yapılmış az sayıdaki kayıtlardan birine
dikkat çekilmiştir. Bu hatırlatma, gerçi “yaşamın bereketi”nin
formel düzeyde kaldığı fakat bahsedilen alandan aldığı izlenim­
leri kaydederek yüzünü onlara dönmüş bir felsefe izlenimcisi
[empresyonis t) olan Simmel'e aittir. Yaşam dürtüsünün öznellik
enerjisi teşkil etmesine ilişkin, Simmel'in izlenimci envanter
kaydı şöyledir “İnsan bireyinin, bakış ve dokunuşu muzun gös-
820
terdigi sınırlarda sona ermediğine ■eminim - tabii bunun için ka­
nıt gösterm e imkânından mahrumum. O sınırların ötesinde,
kapsamı hiçbir hipoteze uymayan ve tıpkı bedenin görünebilir
ve dokunulabilir kısımları gibi kişiliğin bir parçası olan bir küre
var, özsel bir. şey olarak veya bir tür ışıma gibi düşünebilirsiniz
bunu. Bu kürenin görünebilir ve dokunulabilir bedenle ilişkisi,
görmediğimiz ama bundan ötürü etkilerini tartışma konusu ya­
pamayacağımız kızılötesi ve ultraviyole ışınlarının renkler yelpa­
zesiyle ilişkisi gibidir... Bireysel varoluşun bu bileşeni bana tüm
reel cemaat yaşamı için olağanüstü ö nemli görünüyor: Bilme-
cemsi saygınlık fenomeni, insanlar arasında asla rasyonelleştiri­
lemeyen sempati ve antipatiler; sık sık yaşanan, bir insanın salt
varlığına tutulmuş olma duygusu; ve tarihselleşmiş hadiselerde
belirleyici olmuş birçok başka şey de buna dayandırılabilir. Buna
karşılık, aşikar ki bu unsur aktarıma ve yeniden kurgulamaya,
bir kişinin beş duyu tarafından nüfuz edilebilir, dolayısıyla bir
dilsel kavrama sahip vasıflarından çok daha fazla kapalıdır. Yine
de muhtemelen, beraberce insanın bütünlüğünü oluşturduğu bu
anılan vasıflarla, henüz hiçbir faraziyeye elvermeyen herhangi
bir tarzda bağlantılıdır. Öyle ki bazen bir insandan, onun konuş­
masından, eylemlerinden, dünyadaki görünüşünün tasvirinden
geriye kalan ve yaşamayı sürdüren şey, bu genişletilmiş varoluş
sahasının bir parıltısına temas eder" (Fragm ente und A u fsâtze
[Fragmanlar ve Makaleler], 1923, s. 174 vd.). Simmel bu atmos­
ferin görünür kişilik ile bağlantısını her şeyden önce önemli
portrelerde görür; James ve Bergson’un kendiliğindenlik-tekni-
ğiyle tanımladığı bir kuvvet alanına dönük, üzerine daha az te­
fekkür edilmiş bir atıf da eksik değildir. Nihayet, Sorel gibi bir
anarko-sendikalist, tümüyle soyut, vahşi biçimde gayrı-determi-
nist, özne Pathos'u içinde nesnesizleşmiş bir tarzda Bergson'u ta­
kip ederek iradeyi iyice abartmiştır. İrade, dev bir kas biçiminde­
ki şiddet olarak görünür: "force individualiste dans les masses so-
ulevtes" ,*o7 kendi halinde hep baş aşağı giden tarihsel akışı tersi­
ne çevirir; “accumulation d'exploits herolques”408 belirlenmiş olanı

407 Ayaklanan kitlelerin bireysel kuvveti.


408 Kahramanca zaferlerin birikimi.
821
her zaman yıkıp geçer; genel grev bu kendiliğindenliğin elektro-
m ekaniğidir - iradeye sınır yoktur. Bu tutum , soyut saf abartısı
içinde, darbecidir, evet, sahiden tarihin akışm a ayak diremesiyle
faşist de olabilir. Mamâfih, elbette ancak nesnel eğilimle bağlantı
içinde, kadere karşı ham le yapma ve m ütereddit iyi M üm kün’ü
hızlandırm a kuvvetine sahip olabilen özne etkeni suretinde, Sa­
hicilik u n su ru da m evcuttur orada. K uşkusuz bizim Batılı d ü n ­
yamızda da bir parça Yoga isteği y an ar için için; A m erika’da eski
öncü yerleşim cilerin iradesinin maceracı uzantılarında gösterir
kendini, Avrupâî biçim iyle de az çok m üphem irade işaretlerin­
de, çok geçm eden faşistçe vahşileşen “k ararcıh k ”larda409 gö rü ­
nür. Yoga’yla kıyaslanabilir b ir teknik, Loyola’nın Exercitia spiri-
tualia'sına rağm en hiçbir yerde geliştirilm iş değildir ve bu belirt­
tiğimiz eğilimler de kendi etkilerinin kaynağına dikkat verm ez­
ler. Avrupa'nın üzerine yarım yam alak d ü şü n ü lm ü ş kendiliğin-
d en lik tarzlarının Hind yöntem leriyle bir benzerlikleri, en d ü ­
şü ndürücü noktadadır: bunların hepsi de nesnelliğin belirleni­
m inden uzak bir sahada devinir veya orada devinebildiklerine
inanırlar. O nların sözüm ona gayrı-determ inizm i, en azından öz-
süz ve M aya’n ın peçesi gibi d ü şü rü le b ilir o lan dış d ü n y an ın
enerjik bir tahayyülle aşılabileceğine d air bâtıl inanç bakım ın­
dan, Hind akozm osizm ine4,o akrabadır. Şimdiye dek “hidden sto­
rehouse oJ energy”e her yanaşma denem esinde ödenm esi gereken
bedel buydu; şim diye kadar b u n u n yalnızca tek bir istisnası ol­
m uştur. A nlam lı bir biçim de, cüretkâr olduğu k ad ar doğayı araş­
tırıcı olan Rönesans’ın ilk b ah arıd ır yeri, adı da Paracelsus’tur.
A nılan m odern irade ü to pyalarının hepsi, bir m ikrokozm os ola­
ra k insana yoğunlaşmanın stratejisti olan Paracelsus’u n hep u n u ­
tulm uş yönelim lerinin zayıflamış etkileri gibi görünürler. Ve bir
tek onda, ö n k o şu l olarak k o n m u ş bir doğa-özneyle bağlantı, az­
gelişm iş değildir; Yoga pratiğinde son derece m itolojik bir tarz­
da, K rişna-O luş'un aşkınlığında, Tanrısal V ibhuti’ye erm e sure­
tinde zu h u r eden b ir bağlantıdır bu, dünyevî bir doğa-özneyle
bağlantı ise eksiktir. Paracelsus’ta da elbette öncelikle b izza t in­

409 Desizyonizm: Normatif ölçüleri degil kararları ve karar alıcıları odak alan
politik ve hukuk! çözümleme yaklaşımı.
410 Evren-dışılık.
822
sandaki zayıf arzu ve buradan doğan tahayyülün Pathos'u önem ­
lidir. Paramirum, Paragranum kitaplarında, sihrin ruhlarım şöyle
çağırır: “Bilmelisiniz ki, tıpta iradenin etkisi çok önemlidir. Bu­
radan şu çıkar: bir resim bir başkasını büyüler; k arakterlerin
kuvvetinden, aslanpençesi o tu n d an veya başka b ir şeyden ötürü
değildir bu. Tahayyülün, o n u n (resm in) kendi k u rg usunu aşa­
rak kendi semâsını yani insanının iradesini tam am ına erdirm e­
nin aracına dönüşm esindendir. Nasıl b ir heykeltıraş bir o d u n
parçasını alıp da yontarak düşüncesindeki şekli çıkartıyorsa, ta­
hayyül de göksel maddeyle aynısını yapar. B unun için, insanın
tüm tah a ^ m lü kalbinden gelir: kalp m ikrokozm osun güneşidir.
Ve m ikrokozm osun küçük g üneşinden doğan ta h a ^ m l büyük
dünyanın güneşine, m akrokozm osun kalbine ağar; böylece ima-
ginato microcosmi, m addileşen b ir to h u m olur. Biz in sanlar kal­
bim izi hakkıyla idrak edecek olsak, bizim için dünyada im kân­
sız bir şey kalmazdı. Seremoniler, çem ber çizmeler, tütsücülük,
m ühürlem eler ve saire b u n u n karşısında m aym unluktan ve sap­
tırm adan başka b ir şey değildir. Imaginato, sahiden vuku bulaca­
ğı inancıyla teyid edilip tam am lanır, çü n k ü h er kuşku işi bozar;
im an tahayyülü onaylam alıdır çü n k ü iradeyi im an h ükm e bağ­
lar” (Werke [Eserler], Huser I, s. 334, 375, II s. 307, 513). Böyle­
si bir iman, yalıtılm ış irade teknikleri ve onların salt kendi ken­
disiyle silahlanm ış iradesi kadar özneyle bağlantısız değildir. İra­
denin yer aldığı Iç'te bağlantı kurulacak tem elin Paracelsus'taki
adı “Archeus”tur; yani insandaki doğanın öznelliği. Archeus, o r­
ganik m addenin döllem e esnasında kenetlenm esinin imgesidir,
tohum un içindedir, bedene nüfuz eder, canlandırır ve sonra da
ayakta tutar onu; her irade ve her tahayyül Archeus'tadır, ancak
onunla uyum içinde ve dahası ancak Paracelsus’u n “V ulcanus”
dediği genel kozm ik doğa kuvvetiyle u yu m içinde m u ktedir olabi­
lir. Tahayyül bu ikili bağlantıyla sınırlandırıp tem ellendirm e ni­
yetindeki Paracelsus, böylece o n u n sonradan kazanacağı soyut
A m ok deliliğinden, keza yapayalnız Don K işotluktan alıkoyar.
M amâfih Paracelsus herhangi bir teknik işi, ister tıbbi olsun is­
ter kim yasal, “Archeus-Vulcanus k aldıracı”n ın katkısı olm adan
halletm eye kalkmaz - “doğal b ü y ü n ü n ” öznesinin keskinleştiri­
lip elde tu tulm asını sağlayan güç açısından belirleyicidir bu. Yu-

823
kanda, Yoga enerjisinin Avrupaca reddinin, yöntemsel açıdan,
Yunanlıların kehribarın elektriksel özelliklerine dair bilgilerin­
den hareketle bir dinamo makinesinin mümkünlügünü reddet­
meleriyle aynı şey olduğuna işaret edilmişti. Bu denklemin, Pa-
racelsus'ta açıkladığımız üzere, bir başka anlamı daha vardır, bir
düz anlam: Sahiden de geliştirilm em iş öznellik enerjisi ile sonra­
dan geliştirilip dinamoyu oluşturan basit Yunan elektronu arasında
bir analoji mevcuttur. Yoga tekniği, tamamen benzetme olarak,
bu tabakanın Leyden şişesi4” veya elektrostatik jeneratörü diye­
bileceğimiz unsurlarını zaten tanıyor görünmektedir (henüz in-
düktör ve katodlan bulunmasa da); Avrupa ise gözünü münha­
sıran doğanın dışsal etkenlerine dikerek, Paracelsusçu eğilimle­
rin/niyetlerin sağlam ve sebatkar bir takibinden kendi kendini
men etmiştir. Yaşam dürtüsüyle, irade enerjisiyle tanımlananlar,
tabii ancak maddenin organik-fiziksel durumuna bağlı olarak ge-
lişmiştır, dolayısıyla tali analoji gevezelikleri haricinde mekanik
enerjiler düzleminde ölçülemez ve değerlendirilemez; irade gü­
cünün eşdeğeri olacak bir ısı ölçüsü yoktur. Psişik enerji de dağ­
lan yerinden en fazla imgesel olarak oynatabilir - o da mecazı
alabildiğine zorlayarak. Bir manyetik akım ışığın polarizasyon
[kutuplanma] düzlemini tersine çevirebilir, ama en yoğunlaşmış
irade bile bir kurşun kalemi yerden kaldıramaz. Tam da görünür
uzaktan etki fiziği, endüksiyon elektriği, mucidi Faraday'ın ağ­
zından şu vecizeyi dile getirmişti: “Bir ara maddenin aracılığı ol­
maksızın kuvvetin uzağa etki etmesi mümkün değildir” ve daha
da doğrudan: “irade kuvvetiyle bir saman çöpünü bile kıpırdat­
mak mümkün olsaydı, evrene dair tasavvurumuzu değiştirme­
miz gerekirdi.” Yoga pratiğinin tatbik etme iddiasında bulundu­
ğu veya Paracelsus'un niyet ettiği gibi, iradenin dışsal makine­
lerden yardım almaksızın dünyaya müdahalesi ise bir ara madde
koşulu koymaz, zaten böyle bir şey mekanizmin dünyasıyla ve­
ya salt mekanik olarak kavranan bir dünyayla telif edilemez. Yi­
ne de burada, teknik-ütopik sorunu koymanın, artık mekanik
olarak kırkılmayan bir madde içinde irade ve tahayyülü sui gene­
ris doğal etkenler ilan etmekten sakınmayan meşru bir tarzı söz

411 Kondansatörün ilk biçimi.


824
konusudur. Bu, dünyayı teknik olarak dayanak noktasından oy­
natacak o lan kaldıracın in san ın içinde o ld u ğ u u m u d u n u hep
canlandırm ıştır. İnsanın m addesi içinde k e n d i kuvvetlerini bil­
m eyen, uyuyan bir potansiyel o lduğuna dair, gerçi binlerce d ü ­
zensiz deneyim de rastlan an fakat tek bir m ü n asip teoride geç­
meyen u m u d u beslem iştir. Gelecek burada saklıdır, burada gele­
ceğe dair m eşru bir so ru n vardır, sahiden de bilincim izin zirve­
sinde m uazzam bir kuvvet deposu bulunm aktadır; insanlar b u ­
radan, olm uş olandan ayn, kendi hesaplarına yol alm aktadırlar.
Gerçekçi büyücü ama eninde so nunda bir gerçekçi olarak Para-
celsus’un abartılara karşı salık verdiği nesnel duygusuyla: Kendi-
liğindenlik, tam da kuvvetlerinin kökeninde yatan ve [oluşum] sü­
reciyle karşılıklı ilişki içinde yöneldiği gerçekliğin ona izin verdiği
yere kadar uzanır. Bu Gerçekliğin varlığı da, o n u n sadece insan­
lardan uzaklaşm ış, dahası b u dışsallığıyla çok defa yapay biçim ­
de yalıtılm ış ve şeyleşmiş kısm ım temsil eden m ekanikten daha
geniştir. İnsanın doğadaki m ü m k ü n eylem sahası kesin olarak
daha geniş kapsam lıdır ve tam am ına erm em iştir; -a n a izleğimi-
ze de geri d ö n e re k - doğanın m üm kün öznesi olm a tem elinde,
salt öznel değil nesnel olarak da kendi k en d in i doğurm ası ve
ü to p ik o larak dinam ikleştirm esiyledir ki, böyledir.

M üm kün b ir doğa-öznenin üretkenliğe katılım ı


v e y a som u t ittifakın tekniği

Dışsal kuvvetler de her zam an öyle göründüğü gibi şüphe götür.,


m ez bir m evcudiyete sahip değildirler. Çok defa, sadece açıkla-
nam ayanın adıydılar; bilgisizliği örten geniş b ir ad. Mesela afyon
uyuşturur, çünkü içinde b ir “vis dormitiva"/,u vardır; işte yaşam
kuvveti de bu dizidendir. Açıklanacak olan, açıklam anın kendisi
o lu r böylece, çabucak b u lu n u p “servete" d ö n ü ştü rü len bir safi
söz, analitik çalışmayı durdurur. B unun ardında, konuşm a for­
m unda m evcut bir başka şey daha vardır: ruhlara inanç. Bir kuv­
vet ne kadar ‘özel’ görünürse (afyonun “u y u ştu ran kuvveti” ve­
ya M örike'nin kızıl sıtmasıyla ilgili bir nüktesine göre, kötücül

412 U yku kuvveti/etkisi.

825
“Briscarlatina perisi" gibi), anim ist tasavvurlara o kadar yakın­
dır. Bu nedenle fizik giderek daha fazla, tek tek tanım lanan kuv­
vetleri genel m ekanik çerçevesinde baskı ve itm e çizgisinde düz­
lemeye çalıştı. Kimyasal akrabalık atom ların m olekülde bir ara­
da durm asını sağlayan gerçek kuvve ttir, tu tu n u m (kohezyon]
m olekülleri bir arada tutan kuvvet, onların tersi ise gazlardaki
yayılm a kuvveti. A ncak daha yüz yıl önce Davy ve Berzelius
kimyasal akrabalığı elektriksel çekm e ve itm e kuvvetiyle açıkla­
mayı denem işlerdi. Yalnı.Zca, aynı cinsten atom lar olan karbon
atom larının (zincirler ve halkalar halinde) kim yasal bağlanm ası
n edeniyle çök en bir açıklam aydı bu. K uantum teo risini esas
alan elektron araştırm aları, kimyasal akrabalığın hâsıl ettiği kuv­
vet denen şeyin, atom altı oluşum lardaki kaynağına inerek ek­
siksiz açıklam ak üzeredir. G enel görecelik teorisi, yer çekim i
kuvveti denen şeyi kendine m ah su s bir enerji form u hatta bizzat
enerji olarak [m uhafaza ederek] aşm aya çalışıyor, o n u d ö rt bo­
yutlu bir sürekli dizinin m atem atiksel yapısıyla açıklıyor. Bir ci­
sim çekiliyorsa, bu m ünhasıran, o n u n kavisli uzam da en kısa
yolu, jeodesik [yerölçümsel] bir h attı izlediği anlam ına geliyor.
Uzam, büyük kütlelerin yakım da özellikle kavislidir, dolayısıyla
bu uzam daki bir cisim yanıltıcı parabol veya elips g örüntüleri
sunabilir. Fakat bunlar sadece ■Ö klidci görüş açısından böyle gö­
rünürler, sadece düz uzam da b ir yer çekim i kuvvetinin varsayıl-
m asını zorunlu kılarlar. Fiziğin eğilimi, tü m kuvvet görünüşleri­
ni, Ö klidçi-olm ayan m etrik bir eğim li dizideki yerel düzensiz­
likler olarak tanım lam a yönündedir. Böylece en azından kuvvet­
lerin özgül çokluğunun ortadan kalktığı aşikârdır, tıpkı araların­
daki ast üst ilişkisinin çoktan beri ortadan kalktığı gibi. New-
to n ’un Optik'inde kehanet ettiği şey gerçekleşiyordur: “Şeylerin
h e r tü rü n ü n , onun etkide b u lu n m asın ı ve g örülebilir tesirler
m eydana getirm esini sağlayan özgül bir saklı özelliğin m elekesi­
ni taşıdığını söylediğinizde, aslında h içbir şey söylem iş o lm u­
yorsunuz. Oysa görünüşlerden hareketin iki veya üç genel ilke­
sini türetebilir ve b u açık seçik ilkelerden nasıl b ü tü n cisimsel
şeylerin özellik ve etkilerinin çıkarsanabileceğini söylerseniz, bu
doğa araştırm acılığında b ü y ü k bir ilerlem e olacaktır, bu ilkele­
rin sebepleri hen ü z keşfedilm em iş olsa b ile .” Yine de: özgül

826
kuvvetler, belirli bir görünüşler [fenom enler] g ru b u n u n başka­
larıyla karıştırılam az n itelik tek i etki fo rm u n a özgü o ldukları
m üddetçe, bu genelleştirici nicelleştirm eyle tüketilm iş sayılm az­
lar; afyonun meş’um “vis donnitiva"sı bile bu şekilde tüketilm iş
olmaz. Ç ünkü nicelleştirm e b ü tü n kedileri tekir yapar, doğanın
genel kuvvetinin tezahür ve etkisinin farklı k iplerini kale almaz.
M ekanik b ir yeknesaklığın, gelişm enin daim a niteliksel o lan ba­
sam aklarına, enerjinin (yalnızca sakınım ına değil) özdeşliğine
d a ir b ir teo rem in o n u n hala m ayalanm akta o lan çekirdeğine
(Leibniz’de, inquietude poussante) ve giderek daha ü st düzey n i­
telik kazanan nesnelleşm elerine (Aristoteles’te, Entelechie) gale­
be çalm asını sağlar. Tam da değişik baskın kuvvetlerin doğanın
tek bir tem el kuvvetine indirgenm esi, yalnızca h er şeyi m ekanik
bir analizle yerle bir eden bir indirgem e olamaz. E lektrom anye­
tik ışık teorisi bakım ından da böyle olamaz, tüm görünüşlerin
basit bir evrensel [elektrom anyetik] alan [teorisi] yasasına da­
yandırılm ası anlam ında bir indirgem e olam az. Zira “yüklem e”
[şarj), “enerji d ü ğ ü m ü ”, “alan", h a tta kendine m ahsus bir kav­
ram olan “enerji basam akları” (atom un yapısında, tam kuantum
sayılarıyla ifade edilirler); etki kuvveti ve tohum a ilişkin bu yeni
terim lerin hepsi y a n yarıya soyut kavram lardır, dolayım lar de­
ğil. Salt nicel olm ayıp yüksek m atem atik soyutlam alarıyla bir
natura naturata'nın nicelleşmeleri olarak yalıtılm alarına rağmen,
bir n atura naturans'ın üretici niteliğine duhul olarak, en azından
b u n u n ajanı/aracı olarak kavranm azlar. Fizik, diyalektik niteli­
ğiyle, natura naturans gibi bir kuvvet çekirdeğiyle, hem kendi
içinde hem ü rü n leriy le niteliksel olan [bir kaynakla] ilişkisini
kesmez. A tom un içinde olup bitenlerin, h er yalıtılm ış ' başlangıç
gibi karanlık bu tu h af kökenin bile som ut olarak düşünülebil-
mesi, burada faal olan doğa kuvvetinin nitel hatlarına bakm a ça­
bası olm adan, m üm kün değildir. Hele fırtına, kasırga ve saire gi­
bi nesnel bir nitellik, ultraviyole ışınlar veya havanın yüksek ta­
bakalarının iyonlaşm ası ile tüketilem eyen ve kavranam ayan bir
veridir O nu kavranan bütünsel görünüşü içinde anlam a çabası,
eğilim /niyet itibarıyla, h er ne kadar m itselliğin dışına fazla çıka-
masa bile, Paracelsusçu çerçevede gösterilm işti: “Archeus”un öz­
gülleştirilm iş “enerji d üğ ü m ü n d e” in san i k uvvetin özü, “Vulca-

827
nus"un genel enerji düğ ü m ü n d e ise kozm ik kuvvetin özü aranı­
yordu. Archeus bireyselleştirilm iş doğa kuvveti ise, Vulcanus da
evrende dönenen, yanan, yağan, çakan “elem entlerin virfus”u '" 3
v e b ü tü n ü n b ir aradalığının tem eli olan m ilyon başlı doğanın
özüdür. Elbette b u n lar da boş sözler ve adlardır, ü stelik m itolo­
jiktirler, fakat b ir bilgisizliği örtm ez, tah a^m ld ek i öznel enerji
etkeniyle rabıta kurm anın veya o n u n evrensel kavram ını bu lm a­
n ın nesnel im kânının etrafında dönerler. A rcheus ve Vulcanus ve­
ya o zam andan beri dinam ik-nitel b ir doğa felsefesi için de doğa­
nın “üretk en liğ in e” verilen başka b ir ad: Isis veya Pan'ın hâlâ
m itsel nitelikli türevleri olan b u n la n n hepsi, m itsel-değil olarak
tanım ladıklarıyla, doğa deneyim inin som utluğuna ve onun üre­
tici etkenine aidiyete/tâbiyete, m ekanizm in soyut veya kısm ı ha­
kikatlerin d en daha yakındırlar. P aracelsusçu [bakış], doğanın
bu öteki yanına d a ir b ir işarettir yalnızca, fakat uyarıcı ve m eka­
n ik bakışla b ertaraf edilem eyecek b ir işaret. Schelling'in din a­
m ik-nitel doğa felsefesi, keza Hegel’inki, fiziksel üretkenliği te­
mel alan bir felsefe olarak pekâlâ Paracelsusçudur ve kendisi de
sadece bir işarettir, ama m ekanik sek tö rü n dışında, dolayım lan-
m ış bir doğanın işareti. Böylesi dolayım olm adan, Fiziksel O lan
fiilen yalnızca soyut aklın cesedidir; ancak o dolayım ladır ki, sa­
hici bir gerçekçilikle, diyalektik gerilim burada da açığa çıkar;
m ekanizm in inkâr ettiği ren k li yüzeyin altındaki grilik olm adan,
varlığın daha ilk tem elini kaplayan caput m ortuum 4'4 olm adan.
Doğana üretim in b ir ocağı v ar ise, b u kökenin yapısı atom altı
m o d ellerle veya ev ren sel b ir alan yasasıyla d a , tü k etilem ez.
Özellikle de, başlangıçlarla kısıtlanm ak yerine sürekli dünya sü­
recine yeniden m üdahale eden ve dünyasal bağlam içinde ora­
d an oraya d ev in en , k e n d in i ifşâ eğ ilim in d ek i bir k ö k en in k i.
T üm bunlar m ekanizm e kapalıdır; doğal görünüşlerin hem de-
verânını hem diyalektik sıçram asını sağlayan aracı/ajanla ilgili
esas sorun, nicel bir m evcudiyeti de olan fak at nicel olarak izi
sürülem eyecek bir im â içerir. K endini yalıtık d u ran başlangıç­
larla sınırlam ak, m ekanizm in b ir hususiyetidir; ü rü n ve bağıntı-

413 Erdem, güç, etki.


414 Kurukafa; simyacı sembolizminde: uçucu maddelerin imbiklenmesinden ar­
da kalan.
828
ların takılıp ü retm en in köken in d ek i bağıntıyı un u tm ası, iyice
ona h a s b ir hususiyettir. Oysa dünyanın teknikle değiştirilm esi­
ne nesnel olarak tekabül eden u n su ru n , som ut teknik açısından
d ünyadaki nesnel bir üretim eğilim ine dayanm ası gerekir, tıpkı,
m utatis m utandis, so m ut devrim insani tarihteki nesnel üretim
eğilimine dayaridıgı gibi. Ö nkoşul doganın üretim e katılm asıdır;
Paracelsus’un, dogası ona dost veya ü to p ik olarak d o st edinile­
bilir bir doğa olarak g örü n d ü ğ ü n d e d ü şü n d ü ğ ü gibi,"içine d ö ­
n üldüğünde şifâ araçlarıyla, reçetelerle dolu, başlıbaşına b ir ec­
zane", içinde insanın kendini açtığı b ir evren - aynen m ikrokoz-
m os olarak insanın dünyayı b u y u r ettiği gibi.
Şeylerin kökü, onu n la etkileşim içinde kullanılabilm esi saye­
sinde, elle tu tu lu r hale geldi. Deney, insanla insan-olm ayan ara­
sında aracıdır ve insani-olm ayanın içindeki akıntıyı bizzat tecrü­
be edecek kadar derine inm ek ister. Evet, dışsal şeylerin pişiril­
diği ve doğa-özneyle, doğanın eğilimiyle ittifak halinde pişiril­
meye devam edileceği ocağa erişm ek ister. “H er tohum un," de­
mişti Ü stad Eckart (Vaaz 29), “her to h u m u n kastı buğday, her
m adenin k astı altın, h e r d o ğ u m u n k astı in san d ır"; A risto te­
les’ten Hegel'e kadar gelişme tarihi, statik m ekanikten farklı ola­
rak, bu kastın nesnelliğini taşır. Bu kastın ocak başındaki etkin­
liği, dogal biçim lendirm e ve geliştirm e faaliyetinin üzerine d ü ­
şünm eye, tam Fichte’nin yaratm a/hâsıl etm eyle ilgili yöntem sel
kavram ının evrensel b ir “eylem" kavram ına (Yapma'nın Olma'ya
önceliğinin olduğu), hatta Schelling tarafından -k e n d isi de he­
nüz şekilsiz- “kadim /kökensel ü retkenlik" kavram ına (n a tu ra
naturans'ın rönesansıyla) d ö n ü ştü rü ld ü ğ ü anda eğilinm esi, se­
bepsiz değildi. Ancak sürece kendisini katm ayan k ısm î bir bakış
doğayı ü rü n olarak alır, spekülatif fizik ise o n u ü reten ve egilim ­
sel bir şey sayardı, b u n a göre. Schelling buna, -m e k an ik bakı­
m ından, dahası tefekkür edici bilim bakım ından da tüm üyle an­
laşılmaz o lan -, şu katkıyı y a p a r:“Doğayı yalnızca eylemli haliy­
le tanırız, çünkü eylem e sevk edilem eyen hiçbir nesne üzerine
felsefe yapılamaz. Doğa üzerine felsefe yapm ak dem ek, onu içi­
ne hapsedilm iş göründüğü ölü m ekanizm den çıkarm ak, özgür­
lü k le canlandırm ak ve serbe stçe öz gelişim ini sürdürm eye bı­
rakm ak dem ektir; başka deyişle, dogada yalnızca olanı gören,

829
-eylem i en fazla bir vakıa olarak gören ama eylem in kendisinde­
ki eylemselligi görm eyen-, um um i bakış açısından kurtulm ak
dem ektir” ( Werke 1, s. 13). Yani alışılagelmiş bakış açısının, ü rü ­
ne bakıp da doğanın b u n u n kökenindeki üretkenliğini gözden
kaybetm esine karşılık, felsefî-som ut bakışta ü retk en lik ü rü n ü
unutturm alıdır. Tabii gerek Schelling gerek Hegel, doğanın teza­
hürlerinin tarihini halihazır insanda, tarihsel başlangıcın sürüm
noktasında konum landırırlar; H egel, yine de “nesnelerin çok çe­
şitli ve karm aşık m onogram larında” şifresi çözülm em iş, insan
tin in d e h e n ü z tam a y d ın la n m a m ış b ir a n la m g ö re n Schel-
ling’den daha fazla yapar bun u . Hegel'de, “k en d i kendini dizgin­
leyen ve kurgulayan esrik bir T anrı” olan doğa, zaten halihazır
tarihin içinde dizginlenm ekte, düzenlenm ekte ve aşılm aktadır,
öyle ki, hiçbir özsel bakiyesi kalmaz. D oğanın ü retkenliğinin ve
onun ürünlerine ilişkin bu tüm üyle antikacı geçmiş ve olm uş-
bitm işlik açıklaması, Schelling ve Hegel'de b u n u n dışında pekâ­
lâ varolan, doğal kökene yaklaşm a yönelim inden, - k i çiçek aç­
ma mevsimi geçtiyse, oraya yaklaşm anın bizatihi üretken bir an­
lam ı y o k tu r-, aşikâr biçim de farklıdır. G erçekte ise ne çiçek aç­
m a mevsimi geçmiş, ne de insani tarih, bedenselliği, çevresi ve
her şeyden önce tekniğiyle, doğaya salt geçmiş [bir olgu) olarak
bağlanm ıştır. Tersine: Nihiiî olarak ifşâ edilen doğa, aynen nihâî
olarak ifşâ edilen tarih gibi, geleceğin ufkunda y e r alır; som ut tek­
niğin gelecekte pekâlâ beklenebilecek dolayım kategorileri de
yalnızca bu ufka koşarlar. Dışsal tekniğin yerine, doğanın üret­
kenliğe katılım ıyla bir ittifak tekniği m ü m k ü n hale geldiği oran­
da, d o nm u ş b ir doğanın oluştu ru cu kuvvetleri de yeniden ser­
best kalacaktır. Doğa geçip gitm iş bir şey değil, daha boşaltılm a­
mış inşaat sahasıdır, insanın henüz hiç ona ya ra şır bir şekilde ku­
rulmamış evinin henüz buna ya ra şır şekilde m evcut bulunmayan
inşaat m alzem esidir. S orunsal doğa-ö zn en in b u evin inşaatına
katılma yeteneği, som ut bir fantezi olan insani-ütopik fantezinin
n esn el-ü to p ik m uadil kavram ıdır. B unun için, insanın evinin
yalnız tarih te ve insan eylemi tem eli üzerine kurulm adığı kesin­
dir, her şeyden önce dolayım lanm ış bir doğa-özne temeli üzerinde
ve doğanın inşaat alanında yükselm ektedir. Bu ikinci tem elin sı­
n ır kavram ı, insanlık tarihinin başlangıcı değildir; o başlangıçta,

830
(tarih boyunca hep m evcut olan ve onu çevreleyen) doğa, -a m a
h a k ik i- regnum hom inis k o n u m u n a sıçram ış ve dolayım lanm ış
bir fayda olarak, yabancılaşm aksızın yükselmiştir.

T ecavüzsüz teknik: E ko n o m ik k riz ve te k n ik k a z a

Özel mülkiyet yalnızca insanın değil şeylerin


de bireyselliğini yabancılaştırır.
- Marx, Kutsal Aile

Ateşin kuvvetine m ukayyet olm anın gerekm em esi, h enüz hi çbir


yerde m ü m k ü n değildir. Buhar, yanan gaz, elektrik akım ı, kan­
dırılm ış, bağlanm ış, em niyete alınm ış h ald e çalışırlar, b ü y ü k
kurnazlık vardır b u işin yapısında. Etkiyen kuvvetlerin çekirde­
ğiyle bağlantı k u rm ak , P aracelsus’u n d enediği gibi, b u g ü n kü
teknisyenin gözüne fazlasıyla abartılı görünür. L âkin aynı za­
m anda b u g ü n k ü tekniğin k o n u m u n d a n bakıldığında da, daha
az yapay olm ası için kendi eksiğinin tam da b u abartı olduğu
kolayca görülebilir. İnsanın ev den en yuva inşaatından veya te­
kerleklerin yardım ıyla hareket etm ekten de -b u n a başka hiçbir
canlı varlıkta rastlanm asa b ile - fazla ve o ndan farklı bir şeydir
bu yapaylık. Buna benzer her şeyin hâlâ b ir tutam ağı vardır, el­
ler yiyecek toplam ak veya düşm anlarını boğm ak yerine piyano
çaldıklarında b ir tutam aklarının olm ası gibi. O rganik olm aktan
çıkarılm ış teknik varoluşun bile yapay olm ası gerekmez; şayet
her şeyd en önem lisi, toplum sal olarak d olayım lanan, gayrıinsa-
n i olm ayan bir toplum da vuku b u lu y o r ve b u dolayıma katılı­
yorsa, yapay değildir. B urada kastedilen Yapaylık daha ziyade
burjuva, öncelikle de geç-burjuva varo luşun baskın soyutluğuna
dayanır; bağlarından k u rtu lm asın ı sağladığı üre tici güçlerin o
ilerici yanında hile tekniğini de içeren b ir so y u tlu k tu r (insanlar­
la ve doğayla dolayım sızlık) bu. Böylece burjuva tekniğinin, bü­
tü n zaferlerine rağm en, k ö tü yöne tilen ve k ö tü ilişkilenen bir
görünüşü vardır; “endüstriyel devrim ” ve insanı n e doğal m ad­
deyle som u t bağıntı kurm uştur. İnsanların üzerine getirdiği sefa­
let, tâ başında ve hep yeniden, onundur. Gailesiz zanaat ekm eği­
ni kaybetm işti, İngiliz fabrikalarında yaşam cehennem iydi; seri

831
üretim de çalışma daha temiz hale gelmiştir, ama daha neşeli de­
ğil. B undandır, soy u t k âr g ü d ü sü n d e n d ir, m ak in e ve m akine
em eğinin d ünyanın üzerine getirdiği çirkinleşm e. K apitalizm artı
m akine m allan, eski şehirlerin, ‘serpilm iş' güzel evlerin ve mo­
bilyalarının, organik olarak inşâ edilm iş h er şeyin fantezi dolu
siluetinin tahribine yol açtı. O n u n yerini, geçen [19.] yüzyılın
ortalarında, emekçi sınıfın d u ru m u n a olduğu kadar, m uzaffer
m akinenin ilk zuhur ettiği yer ve bizatihi onun ilk zuhuru mâ­
hiyetinde olan çalışma m ekânına da tekabül eden b ir cehennem i
ileri m im arî aldı. Dickens A ntikacı Dühkdnı’nda b u ilk endüstri
coğrafyasının öyle u n u tu lm az b ir tasvirini yapm ıştır ki, b u g ü ­
n ü n en temiz elek trik üretim tesisi bile o n u n “d ö rt bir yanda
çölleşmiş, çorak to p ra k ın ın , “ağır kâbusların dehşeti olan sıkıcı
çirkin form ların so n u gelmez tek ran "n ın , “ışığı k arartan ve b u ­
lanık havayı zifire boğan zehirli du m an ve ciyak ciyak bağıran
m akineler”inin posasıyla baş edemez. Böyle şeyler o zam andan
beri elbette daha tem iz ve intizam lı hale geldi, estetik m akine
kırıcılığı, ahlâki m akine kırıcılığından da fazla, çağa uygun ol­
m ak tan uzaklaştı, D ickens'in m akine coğrafyasına a rtık sadece
19. yüzyılın terk edilm iş çö k ü n tü bölgelerinde rastlanabiliyor;
hatta bu, dem onik-grotesk çirkinliğiyle bizzat yeni, sürrealist bir
estetik nesneye dönüşüyor. Ne var ki sürrealizm nesnesini hak-
lılaştırm ıyor da sorguluyor onu; ve b u g ü n ü n en tertem iz işlevsel
form u veya sözüm ona m ü h en d islik sanatı bile o n u n altındaki
çoraklığı, yabancılaşm ışlığı örtem ez. Değil m i ki, m akinelerin
rafineleşm esi ve organik olm aktan çıkarılm ası o ranında yabancı­
laşma da ilerliyor? G iderek daha öne sürü len am a giderek yal­
nızlaşan ileri karakol m evkiinde tekniğin eksiği, kapitalizm in
kendini kopardığı eski doğal dünyayla bağ ve doğadaki, soyut
kapitalizm in asla b ir g iriş im k ân ı bulam ayacağı, bizzat teknik
açısından m ünasip olan b ir şeyle bağdır. B urjuva m akine d ü n y a­
sı, kaybolm uş olanla henüz kazanılm am ış olanın ortasında d u ­
ruyor. G erçi üretici güçlerin şim diye kadar görülm edik derecede
b ağlarından kurtulm asını sağlam ası ve ilerici k arak teri itibarıy­
la, artık kapitalist olm ayan b ir toplum da da daha u zu n süre iş
başında bulunacaktır, fakat yine de tüm kapitalist dünyayı saran
kendine m ahsus b ir solgunluk ve kabızlıkla m alûl olacaktır. Bu

832
cesetsi hal şimdiye kadarki m akine m am ûllerine de geçmiştir,
eski zanaat ürünlerin d en farklıdırlar; fabrika tesislerinden ü rü n ­
lere uzanan m üh en d islik sanatı, tüm bu işlevsel form lar ve b u n ­
lardan guru r duyan fantezi y oksunluğu da örtem ez bunu. Kant
sanatsal dehâyı, doğa gibi yaratabilm e kud reti olarak tanım la­
mıştı. Üstelik yalnızca kendi yaratılarını gayniradî ve bir zorun­
lulukla m eydana getirm esi anlam ında değil, ürü n lerin in, doğayı
aşar veya aşmaya azm ederken, “doğal bir etki uyandırm aları ve
doğa olarak görülebilm eleri’’ anlam ında. Teknik akıl gerçi sanat­
sal değildir, ilave güzelliği değil ilâve kuvveti amaçlar, lâkin o da
hasıl etmeye dönük b ir akıldır, m addeden daha fazla kuvvet çı­
k a rm a veya y e n id e n o lu ş tu rm a y a d ö n ü k b ir ak ıl. D em ek,
Kant’ın estetik ölçütü, m üstakbel-som ut b ir dehâ olarak salt hile
tekniğinin ilerisine geçmeye çabaladığı oranda, m utatis mutan­
dis, teknik deha için de iyi kötü geçerlidir. K ant'ın doğada bir
özneyi (natura naturans) doğaya salt düşünm ekle ilave edilebile­
cek b ir şey olarak görmesi, -a y n e n , K ant'ın “doğanın içkin tek­
niği” dediği şey g ib i-, buna ters değildir. Yalın N ew toncu doğa
m ekanizm asının K ant'taki olağanüstü ağırlığı bile, yargı gücü­
n ü n eleştirisinde, b ir n atura naturans’a hatta natura supernatu-
rans’a atıfta b u lu n an - is te r özdüşünüm sel ister h ip o te tik - bir
kavrayış tarzına m ani olamaz. Şüphesiz, bir doğa öznesi (yalnız­
ca sekülerleştirilm ekle kalm ayan eski Isis), doğanın en genç oğ­
lu olan insan tarafından som ut olarak dolayım lanm ası bu şekil­
de başarılam adığı m üddetçe, so ru n lu kalacaktır. F akat b u n u n
im kânı halâ açıktır ve yolu da nesnesinde çizilm iştir; yalnızca
bizim onunla ilgili idrakim izde değil, doğa-m addesinin nüfuzu
olm aksızın sorunlaşm ası bile m ü m k ü n olm ayacak bir idrak edi­
lebilirlik halinde [m ev cu ttu r]. Her türlü spekülasyonu bir kena­
ra bırakarak toparlarsak: Doğanın öznesi olmanın donanımı, bir
reel imkânı mevcuttur; on u zaptederek, F aust'un ateşle kurduğu
ilişkiyi kurabilir, yalnızca ondaki gizil En lyi'yi bizim En lyi’mi-
zin dolayımı kılm ak üzere aşabilirsiniz doğayı.
Ateş yalnız ehlileştirilir, yalnız başında durulursa, yabancı ka­
lır. O nun üzerinden açılan yol izi o zam an basbayağı tehlikeli
olur, ilâve kuvveti toplum sal yönden şim dikinden daha iyi idare
edilecek olsa bile. Halihazırda h ü k ü m süren toplum da, o ateşteki

833
çehresini bize dönen akraba ru h ta n eser olmadığı kesindir. M ü­
hendise özgü b ir korku vardır; fazla emniyetsizce, fazla ilerilere
uzanm ış olm aktan ko rkar, hangi kuvvetlerle uğraşacağım bil emi -
yordur. Böylesi dolayıyırnsızlık, içeriğin bir kenara bırakılm asının
en aşikar sonucu olan teknik hazanın hiç de önem siz bir kaynağı
değildir. H er şeyden önce bu, yani kaza, doğa kuvvetlerinin bi­
zim tarafım ızdan h e n ü z çok az dolayım lanan içeriğinin, büyük
zararlan göze alm adan silinip atılamayacağını gö sterir. Bunun ya­
nı sıra insanların başına gelen b ü tü n kazalar arasında olduğu gib i
kazaların doğayla ilişkisinde de, çok öğretici bir tuhaf ortak no k ­
ta vardır: Teknik kazayla İktisadî k riz, İktisadî krizle teknik haza
arasında bir akrabalık bulunur. K uşkusuz, ikisi arasındaki farklı­
lıklar akrabalıktan daha göze görünür, kısm en de daha büyüktür,
zaten m ukayese b u bakım dan paradoks görünür. Teknik kaza,
[belirli bir] yasa llığa uygun hareketlerin tesadüfi bir çaprazlan­
ması, onların öngörülm em iş bir dışsal kesişimi olarak görünür;
ekonom ik ^kriz ise tüm üyle tesadüften uzak biçim de, onun gitgi­
de sertleşen çelişkilerinden b irisi o larak kapitalist iktisadın ü r e­
tim ve m übadele tarzı içinde gelişir. Ama yine de iki felaket de­
rinlerde birbirlerine tekabül ederler, çünkü her ikisi de neticede
insanın, kendi eyleminin m addî cevheriyle kötü dolayımlanmış, so­
yu t bir ilişkisinden doğarlar. Teknik kazaya karşı bazı güvenceler
vardır, bunlar burjuvazinin iktisadı krizler karşısındaki çaresizli­
ğine kıyasla daha fazla üzerinde d ü şünülm üş ve biraz daha geniş
malûmatlıdırlar. Zaten teknik güvenceler malzeme d enetim inin,
yer-konum tayininin, m eteorolojinin gelişmesiyle artar. Ne var ki
doğa da böylece dayakçı terbiyecisinin dos tu oluvermez; riskin
azaltılm ası bu rj uva-teknik doğa ilişkisini soyutluğundan çıkar­
maz. Savaş tekniği bile, düşm anın aleyhine ziyadesiyle bilinçli
bir felaket tekniği olarak kazayı (ötekinin başına gelen kaza) n e­
redeyse rasyonelleştirm esine rağmen, soyut, sadece yönlendirici­
dir. Atom bom bası gerçi A m erikan Hıristiyanlığının ölüm süz za­
feridir, bom banın patlam a ânındaki parıltısı G rünew ald’m İsa’sı­
nın Isenheim sunağındaki ışığına benzetilm iştir;4^ fakat politik
korkular b ir yana, m ühendisin o korkusu n u n tam yeridir burası.

415 16. yüzyıl ressamı Matthias Grünewald, bu ünlü eserinde çarmıhtaki İsa’yı
korkunç acılar içinde ve başının üzerinde hâle olmadan resmetmiştir.
834
Sentetik olarak im al edilen felâket de, yıldızsı yük sek fınnlanyla,
azam i hileyle tak lit ettigi doğayla yakınlaşm ış olm az. Burjuva
tekniğinin ufkunda h ep tesadüf oluşturm ak vardır; dışsal olarak
kalan iki zorunluluğun kör, hak im olunam ayan, dolayım lanm a-
yan karşılaşm asından, tesadüf im al eder. Ve bu tesadüf dışsal zo­
runluluğun arka yüzü değildir sadece, b u arka yüz niteliğiyle ay­
nı zam anda, insanın yalnızca doğa kuvvetleriyle m erkezi dolayı-
m ının çok az olm akla kalm ayıp, doğanın teşkil ettigi sebebin
k en d i içinde de hen ü z dolayım lanm am ış o ld u ğ u n u gösterir. Bu
nedenle teknik felaket h e r zam an, belirtik dolayım lanm am ışhk
olarak Hiç’in tehdidini içerir; b u kaos içinde h er çöküş, [bu teh­
didin] yeni b ir deneyidir. Yukardaki “tem ellendirm ede” (bkz. s.
381) b u n u zaten aydınlatm ıştık: “Hiç’in diyalektik kullanılabilir­
liği, adeta tahribat olarak, tarihte hep yeniden açılan b ir cani k u ­
yusu olarak Hiç'e sah ip olan, tüm üyle anti-tarihsel ön-görünü-
şü n de üstü n ü örtm ez.” A u fo n d m evcut b u lu n an teknik dolayım-
sızlık, dışsal bir örtüşm e durum unda, - b u du ru m ne derli şaşırtıcı
da olsa-, da azalmış olmaz. M atematik-fiziksel b ir tem elde onca
kudretli b ir gelişme kaydetm iş olan burjuva-soyut hesapçılığına
bizzat doğada tekabül eden b ir hat vardır - m ekanik hat. Yeni en­
düstrinin teori-pratiğinin kanıtladığı üzere, fiziksel doğada da bir
parça som ut soyutluk vardır; b u da, hesaplayıcı düşüncenin, ar­
dındaki burjuva temelin çökm esinden sonra da uzun süre tekno­
lojik geçerliliğini koruyacak olm asının sebeplerinden biridir. Fa­
kat saf m ekanik olanın yasası bir d izi tesadüfilikten ibarettir, ta­
rihsizdir, basm akalıptır; şeyleşmesi veya kabuklaşm ası m ekanik
tarafından gayet açık tanım lanan kaosun kendisi gibi içeriksizdir.
Demek, salıverilmemiş b ir doğayla, Hiç’e karşı hamlesi olmayan
bir doğayla b u k ısm i örtüşm e de, soyut tekniğin soyutluğundan
çıkm asına yardım cı o lam az. K endi m addesiyle d o lay ım sızh k ,
b u rjuva ekonom isiyle burjuva tekniğinin b ü y ü k ö lçüde o rta k
paydası olmaya devam eder; burjuva-sonrası dönem de bu anlam ­
daki teknikte değişiklikler görülecektir. B urjuva tekniği doğal
m ekanizm lerle ihtiyari akrabalığı sayesinde elbette kapitalist-so-
yut iktisattan çok daha sağlamdır, Öklidçi-olm ayan cüretkârlık­
lardan da m ahrum değildir, daha önce gördüğüm üz gibi, bunla­
rın belirgin b ir dam gası vardır. M amâfih kriz de kaza da her iki

835
soyu tluk için aşılmaz engeller çıkarırlar; çünkü her ikisi de te-
fekkürcüdür, h er ikisi de idealisttir, her ikisinde de biçimin içeri­
ğe karşı sahiden idealistçe b ir kayıtsızlığı söz konusudur. işte,
yalnızca krizler değil teknik felâket de, b ü tü n bunlar, burjuva ho­
mo faber'in kendi eserinin maddesiyle, hele m esnetsiz üretkenli­
ğiyle, doğa-m addenin kendisindeki eğilim ve gizillikle olan dola-
yım sızlığının bedelidir. Ancak tarihin öznesi olan çalışan insan
kendini tarih in yapıcısı olarak kavradığında, böylelikle tarihteki
kaderi ortadan kaldırdığında, doğal dünyanın üretim ocağına d a da­
ha fa zla yaklaşabilecektir. M arş tarihin m addesini insanın insan­
larla ve doğayla ilişkisi olarak belirlemişti; b u ilişki, burjuva top-
lu m undak i gibi genel ve per definitionem calculi4'6 so y u t oldu­
ğu nda, b u ilişkiyle etkileşim de b u lu n an doğa-m adde de h enüz
som ut bir selâm et getiremez. Tekniğin M arksizmi, üzerine düşü­
nülecek olduğunda, istismara uğram ış m adenler adına bir hayır­
severlik değildir ama pekâlâ söm ürücü ve hayvan ehlileştirici ba­
k ış açısının n aif b ir biçim de doğaya taşınm asının sona erm esi de­
mektir. İnsanın insanlara davranışı ile doğaya davranışı arasında,
b ü tün farklılıklarına rağm en açığa çıkarılan bağıntı, tekniğin do­
ğaya yabancılaşm asını ortadan kaldırm az am a vicdan rahatlığını
kaldırır. Saf kapitalizm den doğmuş olan ve ondan başka da bir
şey bilm eyen Kuzey A m erika'nın doğayla, -e ste tik olarak dola­
yım lanan da dahil—, hiçbir ilişkisinin olm am ası, sebepsiz değil­
dir. Doğanın akışının dost olması, tekniğin ise doğanın kucağın­
da uyuklam akta olan yaratım ların serbest bırakılm ası ve dola-
yım lanm ası anlam ına gelmesi, so m u t ütopyanın en som ut [tasa­
rımları] arasındadır. Ancak b u som utlanm anın salt başlangıcı b i­
le insanlar arası ilişkinin som utlanm asını, yani toplum sal devri­
m i varsayar; o olm adan, doğayla m ü m k ü n ittifaka giden bir m er­
diven bile y o k tu r - nerede kaldı k i oraya açılan b ir kapı olsun.

Bağlanm ış dev, peçeli Sfenks, teknik özgürlük

Kendi başına b ir icattan kesin iyilik beklem ek, anlam sızdır bu


nedenle. k a t, ic a d ı yapan ve kullanan toplum dan h er zam an da-

316 Hesaplamalardan çıkan tanım gereği.


836
ha iyi değildir, toplum a kıyasla devralınabilir daha çok şey içer­
se de. M ucizenin hangi sınıfa nasip oldugu ve o sınıfın durum u
hesaba katılm azsa, b ü y ü k teknik ilerlem elere yapılan tezahürat
beyhudedir. En so n uncusu, devasâ savaş tekniği, tam da kapita­
listçe kazasız işlediğinde, m uazzam bir kazadan ibaretti. Tek bir
Truva yangını yerine binlercesi vardı: Serm ayenin toplum sal kri­
zi kendiliğinden b ü tü n k azalann en korku n cu n a, savaşın teşkil
ettiği sosyal kazaya d ö n ü ştü . D em ek, “doğaya hâkim iyetteki"
ilerlemelere to p lu m d a çok büy ü k gerilem eler tek ab ü l edebilir, o
zam an “doğa üzerinde kurulan hâkim iyet” de o gerilem eye ben­
zer. Zaten bu haliyle şiddet to p lu m u n u n b ir görün ü şüdür; etten
kölenin d em irden köle tu ttu ğ u n u n resm idir. Doğayla k u ru lan
teknik ilişki, burjuva-toplum sallığının k e n d i işletm esindeki a n ­
laşılmayan eğilim ve içeriklerle ilişkisinin başka b ir tarzda tekra-
ndır: orada da burada da faaliyet, fırsatlann değerlendirilm esin­
den öteye geçmez; orada da burada da olup bitenin m addesiyle
iletişim yoktur. Burada tarih ve toplu m hâlâ insan tarafından ya­
pılan tem sil ederken, doğa ise insan tarafından yapılm am ış ola­
nı, in sa n ın m etab o lizm a fa a liy e tin d e n e tk ile n m e y e n i tem sil
eder. Yırtık o oranda büyük, sa lt soyut b ir ilişkinin b u n u teyelle­
m esi o oranda zordur. Bu nedenle tecavüz ve dolayım lanm am ış-
lık burju v a to plum unda teknolojik sıh rt h ısım lar olarak kalırlar,
her icat bun u n belirlenim ve kısıtlam asını taşır. Hep yeniden ay­
dınlanan, şudur: Şimdiye kadarki tekniğimiz doğada düşm an ül­
kesindeki bir işgal ordusu gibi duruyordur, ülke içlerini hiç bil­
m em ektedir, m eselenin m addesi ona aşkındır. B ununla ilgili isa­
betli bir ikili çehre, Heidelberg'te kimyacı B unsen’in esasen sa­
m im i bir heykelinde vardır: solunda bağlanm ış bir dev, doğanın
alt edilmiş kuvveti; sağında peçeli b ir kadın, doğa sfenksi. A m a
doğa peçeli olmasa, dev de bağlanm ış olm azdı; burada bağ ve peçe
aynı m addi içeriğin alegorileridir, genel so y u tlu k toplum unda-
kinden daha açık b ir karşılıklı ilişki içinde o ld u k lan yer de yok­
tur. Bu soyutluk, doğanın özüyle ilgili olarak, bilindiği gibi Bun­
sen, H elm holte, Einstein, H eisenberg'den b eri kıyaslanam az de­
recede artm ıştır, b u n u n dışında onca serpilen ve onca cesur olan
yeni ffiziğin arka yüzü d ü r bu. Toplum sal bağlantılann ve şim di­
ye kadarki işletm esel hesap m antığının görelileştirilmesi, doğay­

837
la bütün ve her türlü somut ilişkinin çökmesi biçiminde yansır.
Böylece, bir taraftan, öznel idealizm bastırır, yani fiziğin Berke-
ley’leri; öncelikle neslinin hiçbir zaman tükenmediği lngilte-
re'de. Diğer taraftan, doğa tarafında, söylenene bakılırsa yalnızca
göze görünür olan değil kavranabilir olan gerçeklik de sönümle­
nir; natura naturans ile dolayımlanmamışlık kendini yöntemsel
bir şeref meselesine dönüştürür, her halükarda mutlaklaşır. Bun­
lar çözülmekte olan bir toplumun, onun krizlerinin ve kendine
özgü kaosunun refleksleridir; bunların fiziklerini ikiye bölen
tarz, gözler önüne serer bu refleksi. Her türlü mikrokozmos-
makrokozmos ilişkisinden iyi ce yalıtılmış, hele doğal diyalektik­
ten, fiziksel özne-nesne ilişkisinden iyice uzaklaşmıştır. Ancak
yeni-Berkeley, doğa felsefesine dair hiçbir beyan içermeyip yal­
nızca sosyolojik bir beyan içeren yorumlarıyla, etki kuvvetine ve
tohuma en uzak yere düşmüştür; [oysa] agnostisizm de, Jean ve
Eddington’un, Mach ve Russel’ın kaos dünyası da geç-kapitalist
ideolojiye aittir, doğal felsefesine değil. Doğal içerikten mutlak
yabancılaşma, tekniği iki kere el çabukluğuna dönüştürür, ebe-
cj.iyen peçelenmiş doğa, ebediyen bağlanmış dev arasındaki iliş­
kiyi iki kere vurgular. Tekniği insandan giderek daha uzaklaşan
doğa bölgelerine taşıyan, organik olmaktan çıkarma süreci, üste­
lik tekniğin soyutluğunu da artırmıştır. Soyutlukla beraber, gi­
derek müşkülleşen bir tarzda, yurtsuzluğunu da artırmıştır; ışın­
lama makineleri, toplumsal temelin yanısıra şimdi fiziksel yön­
den aşinli oldukları temelden de yoksundurlar. Yani arzulanan
ilâve kuvvetleri somut olarak dünyadan söküp çıkaracak olan
tam da organik olmaktan çıkanna süreciyse, o zaman bu çıkma­
nın ya ln ızca gözle görünür olana değil D ışsal-O lm ayana uzanm a­
sı, dolayısıyla daima, artık m itsel olmaktan çıkan bir natura natu-
ran s’la dolayım lan m ası gerekir. Toplumsal sebepleri avucuna
alan - toplumsal-politik özgürlük böylece doğa politikasında da
sürdürülmüş olur. Zaten bu dolayım, Engels’in insanla insan
arasındaki ilişkide zorunluluğun ülkesinden özgürlüğün ülkesi­
ne sıçramak dediği şeyin teknik-doğa felsefesi alanındaki karşılı­
ğıdır. Engels salt dışsal toplumsal ve fiziksel zorunluluklar ara­
sındaki paralelliği vurgular: "Toplumsal açıdan etkili kuvvetler
aynen doğa kuvvetleri gibi etkide bulunurlar: körlemesine, şid­

838
dete dayalı, tahripkâr - biz onları idrak etm ediğim iz ve onları
hesaba katmadığımız sürece böyledir bu. Ama bir kez onları id­
rak ettiğim izde, faaliyetini, istikam etlerini, etkilerini kavradığı­
m ızda, onları giderek daha fazla iradem ize tabi kılm ak ve onla­
rın dolayımıyla am açlarım ıza erişm ek artık yalnızca bize bağlı­
d ır” (Anti-Dühring, Dietz, s. 346). Keza gerek toplum sal gerek
fiziksel alandaki kör, felâketli zorunluluk, üretici güçlerin dola­
yımıyla h er iki alanda da kırılacaktır. Bir yanda, insanın kendi
toplum sallaşm asının efendisi olm ası, yani tarihi yaratan özne
olarak kendi kendisini dolayımlamasıyla; beri yanda, doğa yasa­
larının şim diye dek karanlıkta kalan oluşum ve koşullanm a te­
mellerinin artan dolayımıyla. Engels, altını çizerek, her iki alanın
da, yani dolayım ın onlar aracılığıyla ve onların içinde vuku b u ­
lan her iki edim inin de, en fazla tasavvurda birbirinden ayrılabi­
leceğini fakat gerçekte ayrılam ayacağını vurgular: Toplumsal öz­
g ü rlü k içinde varolm akla idrak edilen doğa yasaları ile uyum
içinde varolm ak, birbirine bağlıdır. D arbecilikle, yani soyut bir
tarzda h er ikisinin de etrafından dolanm ak m ü m k ü n değildir;
en kesk in k a rşı h am lede, o lm uş olanı aşm a ham lesinde bile,
dünyayı değiştirm enin nesnel eğilimi soluk almaya devam eder.
Onca sentetik nitelikli kimya ve onca cüretkârca genişleyen ışın­
lama tekniği bile, somut olarak dünyadaki bir a posteriori sente-
tik-genişletici unsurla m üttefiktir, öyle olm ak zo rundadır ve öyle
olacaktır. A P osteriori sentetik-genişletici unsu r, doğanın Ol-
m uşluğu n u n ötesinde, bizzat doğanın diyalektik yasallığında
m ündem içtir. Burjuva doga bilim inin ve o n u n tekniğinin geliş­
tirdiği salt dışsal-yasal kavrayışla, doğal zo ru n lu lu k elbette ki
henüz m erkezî biçim de idrak edilm iş ve dolayım lanm ış olmaya­
caktır; kanıtlam ış olduğum uz gibi. Kendisi dışsal olan bu zorun­
luluk, hâlâ k ö r bir z o ru n lu lu k tu r ve böylelikle hâlâ daha çok İl­
kelliğin ve M itos'un k a d e r k av ram ın a tabidir; yani, hakikaten
idrak edilerek özgürlüğe kavuşturulan, -s o m u t tekniğin kendi
kavram ını ve doğada sürdürdüğü yaratıcılığını dayandırabilece-
ğ i-, zorunluluk olarak, Kader Tanrıçası Moira'ya. Ancak Tyche
ve M oira, tesadüf ve kader, yalnızca salt dışsal b ir doğal zorun­
luluğun aşılm am ış uğraklarını teşkil etm ekten çıktığında, ancak
doğa kuvvetinin içindeki bu kesinlikli m evcudiyetiyledir ki, tek­

839
n ik hem felâketli yüzünü hem soyutluğunu aşacaktır. B ununla
niyet e d ile n /y ö n e lin e n , em salsiz b ir k e n e tle n m e d ir, in sa n ın
(kendi kendisini toplum sal olarak dolayım lam ası koşuluyla) sa­
hiden doğaya yerleştirilm esidir (tekniğin doğayla dolayım lan-
m ası koşuluyla). N atura dominate ı4’7 yerine, natura naturans ve
supem aturans: Som ut teknikle ilgili, daha iy i bir dünyanın tasla­
ğındaki kasıt budur. D ünyanın kalbi altından olsaydı, b u kalp as­
la altın haliyle bulu n m azd ı ve kerem ini de ancak tekniğin işleyi­
şiyle beraber atan b ir kalp olarak gösterebilirdi.

417 Hakim olunan doğa.


840

You might also like