Professional Documents
Culture Documents
Baslangiccizgisi PDF
Baslangiccizgisi PDF
TALİBİN
Bu kitapçıkça; Rabbimizin bize
ikram olarak buyurduğu “İyyâKE na’budu ve
iyyâKE nesta’iyn” sığınışıyla, Hakk’a hicret
için Hakk Yol’a çıkışın Başlangıç Çizgisi olarak,
BAŞLANGIÇ
Kur’ân’ın öğrettiği “Âmenû Billahi ve
Amilus Salihâti” prensibi çerçevesinde,
“Müstakilen VAR ve Muhtar olmaksızın
hürüm” idrakıyla bir hayat tarzı ele alınmıştır.
ÇİZGİSİ
[İyyâKE na’budu VE iyyâKE nesta’iyn]
Fâtiha-5
Yılmaz DÜNDAR
Yılmaz DÜNDAR
ISBN: 978-605-5142-16-2
YILMAZ DÜNDAR
1
2
YILMAZ DÜNDAR
TÂLİBİN
BAŞLANGIÇ ÇİZGİSİ
[İyyâKE na’budu VE iyyâKE nesta’iyn]
Fâtiha-5
Yılmaz DÜNDAR
Ekim 2015
Ankara
3
Tâlibin
Başlangıç Çizgisi
Yılmaz Dündar
ISBN: 978-605-5142-16-2
Ekim 2015
Baskı
Anıt Matbaa / Ankara
4
YILMAZ DÜNDAR
İÇİNDEKİLER
Sunuş....................................................................................... 7
1. Kur’ân’da “Biz” Tabiri ve İnsanın
“Biz” Diyerek Seslenişi............................................. 9
2. Kur’ân’ın “Allah’a Kulluk Edin” Önerisi........29
3. Allah’a Kul Olmak? ve
Allah’a Kulluk Yapmak?........................................55
4. Dünya Hayatında İki Ayrı Şehadet
ve Âhirette İki Ayrı Karşılık................................69
5. Cennet İçin “İyi Bir İnsan” mı?
“İyi Bir Kul” mu? ...................................................101
6. İşittik ve İtaat Ettik..............................................157
7. Fısk Hâli ve Fâsık...................................................167
8. Kendi Adına “Ben” Diyenler
ve Tanrılar Şirketi Ortakları.............................173
9. Kul “İhtiyacı Olan ve İsteyen”dir...................197
10. “Sözde Mütekebbir” Olan Söylemez,
Söylese de Kabul Görmez................................275
11. “Mânâ Ayrıştırmak” ve
“Mânâ Çakıştırmak” Usûlleri..........................307
12. Îman Bölümü: Yöneliş ve
“Rabbimiz Allah’dır” Sözleşmesi...................333
13. Haniyf, Vech, Diyn, Muhsin, Vechullah....361
14. “Âmentü Billâhi”
Yönelişinden Sapmalar......................................387
5
15. Müşriklerin Hücûm İçeren
Câhil Davranışları.................................................423
16. Kul Zat ve Onun
“Muhtariyeti Tercih Gücü” Yetkisi..............427
17. Sâlih Amel Bölümü: İlişkiler............................505
18. İnsanın “Fitne” ile İmtihanı
ve İbtilâ Edilişi.........................................................509
19. Beyan-Kazanılmış Beyan-Değişim...............525
20. “Muhtariyeti Tercih Gücü”
Yetkisiyle “Hakk” veya “Bâtıl”ı Tercih.........529
21. Allah İnsanı Yapacağı
Tercihte Zorlamaz................................................549
22. Ara Uyarı!!! Tercih Hürriyetin
Seni Yöneliş Prensipleri
Dairesinden Çıkarmasın...................................553
23. Hadîd-7’ye Dikkat! Emanet,
Sorumluluk ve İnfak...........................................569
24. İnsan Kendi İmtihanı ile
Kendi Hâline Şâhit Olur....................................591
25. “Yakîn” Gelene Kadar
Rabbine Kulluk Et................................................609
26. İhlas Hayat Döngüsü..........................................613
6
YILMAZ DÜNDAR
SUNUŞ
Yılmaz DÜNDAR
8
1.
KUR’ÂN’DA “BİZ” TABİRİ VE
İNSANIN “BİZ” DİYEREK SESLENİŞİ
9
Algımızı Billâhi anlamda tutabilmek için ba-
zen yan yana gelip üç dört saat birlikte ders yapı-
yoruz. Ama dışarı çıkıp hayata döndüğümüzde
ders devam ediyor. Hangi ders? “Silin” dediğimiz
algıyı kuvvetlendirecek ders devam ediyor. Gü-
nün tümünü ele aldığımızda, birlikte tefekkür
yaptığımız üç dört saat dışında kalan saatlerde
dışarıdaki konuların dersini yapıyoruz. İşimiz bu
kadar zor. İnşâAllah Rabbim kolaylaştırır, zafer
ve başarı nasib eder. Hayat burada yaptığımız
dersten daha baskın, daha cazip, maalesef. Dışa-
rıdaki dersin cazibesine kapılmamak lazım, esas
mesele o. Öyle olunca, sürekli “Lâ ilahe İllallah”
algısında bulunmak, bunun gayretinde olmak
bizim için çok önemli bir zikrullahtır.
Lâ ilâhe İllallah Kelime-i Tevhidi birinci dere-
cede önemli zikrullahtır, fakat tefekkür ederek
söylenirse. Sadece söylemenin de sevabı var ama
şöyle: Çok önemli, çok değerli bir mücevheri
taşıyan birisini düşünün, ne taşıdığından habe-
ri yok, kuryelik yapıyor, bir yerden alıp bir yere
götürüyor. Taşıdığı önemli olduğu için elbette
taşıyan da önemlidir, önemli bir şeyin kuryeliği-
ni yapıyor. Ama kurye! Ne taşıdığından habersiz!
Eğer Kelime-i Tevhid’in ne demek istediğini kav-
rayamaz ve onu hayatımızda fiillere çevirmezsek
kurye gibi oluruz. Elbette kuryeye de bir ücret
verilir, çünkü taşıdığı değerli. Ama bizim tâlibi
olduğumuz şey bu değil. Biz Kelime-i Tevhid’in
hayatını yaşamaya tâlibiz, kuryeliğine değil. Öyle
olunca mânâsını bilmek, onun sahibi olmak,
hatta o olmak önemli oluyor.
10
YILMAZ DÜNDAR
22
YILMAZ DÜNDAR
23
olursanız olun. O algıyla namaz kılıyorsunuz nar
sayacınız o anda belki durur ama salât bitince
tekrar çalışır. DûniHİ algıyla nur üretilemez. O
algıyla sevap sayacı çalışmaz, nar sayacı çalışır.
Bu yüzden dûniHİ algıyı çok önemseyin. “Aşağı-
ların Aşağısı” kitapçığımız sırf bu algıyı âyetlerle
öğretmek üzere paylaşılmıştır.
“BİZ” kelimesine zâhiren baktığımız zaman,
hadisten öğreniyoruz ki salât Fâtiha’dır. Cema-
at bu Fâtiha’yı okur, böylece en azından zâhiri
mânâda “BİZ” der; “Sadece sana kulluk ediyo-
ruz, sadece senden yardım istiyoruz.”
“BİZ” kelimesinde bir adım daha ilerleyelim:
Ferdî teslimiyetlerin dayandığı yer aslında “Alla-
hım sana teslimim” cümlesidir. Bunun ilhamını
İnsan-29’dan alırız. Birçok âyet var ama temsilen
İnsan-29 diyoruz. İnsan-29; “Dileyen Rabbine
erdiren bir yol tutar” der. Demek ki insan dile-
yebilir. Âyet diyor ki, “Size Kur’ân’da anlatıldı,
işte anlatılıyor, artık dileyen Rabbine erdiren
bir yol tutar.” Bunu duyan kul ne diyor? “Rab-
bim, ben sana erdiren yolu tutmaya talibim,
sana teslim oldum.” Dikkat edin “BEN” diyor.
“BEN” demenin sakıncalı ve tehlikeli olmadığını,
hatta Allah’ın lûtfettiği bir şeref olduğunu ar-
tık biliyoruz. Bunu uzakdoğu felsefeleri bilmez,
çünkü onlar başka işlerle meşgûldür. Onların
uğraşları İslâm’a karıştığı için kimi müslümanlar
“BEN” demeyi yanlış ve tehlikeli zannediyor ve
o zann üzerine bir çok anlatım bina ediyorlar.
“BEN” demek Allah’ındır. Allah bize o şereften
vermiştir, bir yetki ve izinle insan da “BEN” der.
24
YILMAZ DÜNDAR
25
dedin. Bu “BEN” deyişinle “Müstakilen VAR ve
Muhtar” bir varlık iddiasında bulunma diye he-
men İnsan-30 seni uyarıyor: “Dileyen Allah’tır.
Senin dilemen ‘Dile’ emrimledir. Sana dileme
emri ve yetkisi verdim. Benim dilememle dili-
yorsun.” Bu başlangıç meâlidir. Bu meâli kabul
eden kişi ileri bir nefs mertebesinde olmaz. Ama
buradan başlayanın ileride bulacağı cümleler
farklı olur. Mânâları değil, yazılışları/söylenişleri
farklı olur. Başlangıç çizgisinde kişi “BEN” derken
Allah’ın verdiği yetki ve izinle Allah adına “BEN”
der, Allah’ın “BEN” demesiyle “BEN” der. Dolayı-
sıyla İnsan-30 onu uyarır; dileyen ancak Allah’tır.
Kolay anlaşılması için âyet dışından söyleyelim:
Başka dileyen ve başka dilemek yoktur. “Başka”
kelimesi algımızı yanlış yönlendirebildiği için
kullanırken korkuyoruz. Onu ancak dûniHİ al-
gıyı çok iyi anladığımız zaman rahat kullanabi-
liriz. İdrak dûniHİ algıdan kurtulmamışsa “baş-
ka” kelimesi o idrakı dûniHİ koltuğuna oturtur,
“Başka dileyen yok” dediğinizde, sanki var ama
onların dilemeleri kabul edilmiyor gibi anlaşılır.
Oysa Allah’ın dilemesi dışında bir dileme olayı
yok. Kişinin İnsan-29 gereği dilemesi, Allah’ın di-
leme örtüsü içerisindedir. Allah’ın dileme örtüsü
dışında bir şey yok. Dışı yok.
İnsan-30’daki uyarıyı görüp “Teslimiz” derken
kullandığımız “BİZ” Kur’ân diliyle “BİZ”dir. “BEN”
derken de Kur’ân diliyle “BEN” diyoruz. Yani bi-
zim “BEN” dememizle, Allah’ın “Sizi BEN yarat-
tım” veya Hz. Mûsa aleyhisselam’a “BEN Benim”
derken kullandığı “BEN” aynı “BEN”dir; Allah’ın
26
YILMAZ DÜNDAR
27
hediyeten oturdu. İşte biz de öyleyiz. Allah’ın
Kur’ân’da “BİZ” demesinden hediye olarak “BİZ”
deriz. Normal hayattaki “Biz”, çocuğun araba-
sıyla “ğınn ğınn” yapması gibi oyuncak “Biz”dir.
Bakarız çeşitli çokluklar var, onları yan yana geti-
rip “Biz” deriz. Veya tek durur “Ben” deriz. Onlar
dünya evindeki oyuncaklarımız. O “BİZ” deyişin
aslı bize hediye ve o çoğul değil. Allah’a yönelir-
ken “BEN” dememiz de Allah’ın lûtfu ve emriyle-
dir, izin verdiği içindir. Allah’a karşı “BEN” demek
ne haddine! Ama sana izin verdi. O “BEN” deyiş,
bizim birbirimize “BEN” dememiz gibi değildir.
“BİZ” de öyle. Kur’ân’daki “BİZ” tevhid dilinin
kesret âlemindeki “BEN” demesidir. Allah’ın tev-
hid dilinde “BEN” demesiyle, kesret dilinde “BİZ”
demesi aynıdır, ikincisi çokluk değildir. Normal
hayatta “Biz” derken çokluk düşündüğümüz için
âyetlere mânâ verirken de onu çokluk sanıyoruz.
Bu yüzden, tefsirlerde, yorumlarda “BİZ”i çokluk
olarak anlatabilmek için bir sürü müstakil varlık
uyduruluyor, “Allah işlerini yaparken bir çok şey
kullanır gibi” çokluklar anlatıyor. Bu dûniHİ al-
gıdan sıyrılamamış idrakın anlatımıdır. Oysa biz,
Allah’ın kullandığı “BİZ” tâbirini lûtfu ve izniyle,
bize yani Halifetullah dediğine verdiği hediye
olarak kullanırız. Ki o tevhid dilindeki “BEN”in
kesret âlemindeki karşılığıdır, aynı mânâdır.
28
2.
KUR’ÂN’IN
“ALLAH’A KULLUK EDİN” ÖNERİSİ
29
Yalnızca Allah’a kulluk edilir! Ama “Bana kulluk
edin” ifadesinde en az iki seçenek var, en az iki
kulluk tanımı var. Hadisleri ve âyetleri anlaya-
bilmek için şu iki dili fark etmek lazım; kesret
dili, tevhid dili. Bunu yeri geldikçe hep tekrar
edeceğiz. Bir amel çıkarabilmemiz için, bize ne
denildiğini kavramamız için, bize olan öğüdü
anlayabilmemiz için Kur’ân’da ve hadislerde kes-
ret dili kullanılır. Bu, tevhid dilinin kesret diline
dönüştüğü bir anlatımdır. Bu iki dil, bu iki anla-
tım karıştırılırsa “Öyle mi yoksa böyle mi?” gibi
bir karmaşa yaşanır ve kişi yanlışlara dalar. O iki
dili fark edip “Burada şu dille anlatım var” diye-
ceksiniz.
“Bana kulluk edin” deyince anlıyoruz ki ger-
çekten alternatif var. Âyet zaten alternatif oldu-
ğu için uyarıyor; “Farklı kulluklar var dikkat edin”
diyor. Kulluk etmek yaşanan hayat tarzının ismi-
dir. Diyor ki; dünyada yaşarken karşınıza birçok
hayat tarzı çıkacak, bana kulluk edin, önerdiğim
şekilde yaşayın, kendinize göre hayat tarzları
uydurmayın. Bir felsefenin uydurduğu, geliştir-
diği hayat tarzına tâbi olmayın. Bana tâbi olun.
Nasıl tâbi olunur? Kulluk ederek. Hayat tarzınız
benim önerdiğim şekilde olursa bana kulluk et-
miş, bana tâbi olmuş olursunuz. Âyetten öğreni-
yoruz ki bu sırât-ı müstakıym’dir, doğru yoldur.
Fâtiha okurken “Allahım bizi sırât-ı müstakıymi-
ne ulaştır” diyoruz değil mi? Diyor ki; söylediğim
gibi yaşarsan sırât-ı müstakıyme girmiş olursun.
Öyleyse soruyorum; Fâtiha’yı okuyan gerçek-
ten ona tâlip mi? Gerçekten sırât-ı müstakıyme
30
YILMAZ DÜNDAR
31
dışında bir hayat tarzı yaşayan da Allah’ın em-
rini yerine getirir. Bunu ileride âyetlerle görece-
ğiz. Her türlü hayat tarzı, tevhid dili içerisinde,
Allah’ın emridir. Ama siz kesret âlemine geldi-
ğinizde, kendinize bir davranış biçimi seçeceği-
nizde, kesrete ait dili değil de yine tevhid dilini
kullanırsanız bir amel çıkaramazsınız, saparsınız.
“Kim nasıl yaşıyorsa Allah’ın emridir. Ben böyle
yaşıyorum. O dilemeseydi böyle yaşamazdım”
sonucuna varırsınız, bu sonuçla da cehenneme
gidersiniz. Böyle diyenler var, göreceğiz. Âyetler
onlara; “Saçmalamayın, sizin bu konuyla ilgili hiç
bir ilminiz yok” diyor. Eğer bir kişi hayatı, hele de
tasavvufu bu yanlış bakış açısı üzerine bina edi-
yorsa, öyle anlıyor ve anlatıyorsa âyet ona “Saç-
malama” diyor: “Bu konu hakkında hiç bir ilmin
yok, saçmalıyorsun. Saçmalıyorsunuz!” Âyetler
çok açık.
Bir davranış, bir amel çıkarmak için hadis ve
âyetlerdeki kesret dilinden yararlanırız. Allah’a
yönelişimizde ise tevhid dilinden yararlanırız.
Tevhid dili yönelmek içindir, oradan amel çıkar-
maya çalışırsanız sapan fırkalara düşersiniz.
“Hâyır (dûniHİ düşünme)! Sadece Allah’a
kulluk et ve şükredenlerden ol.” (Zümer-66)
“Hâyır” uyarısı Kur’ân’da sık gördüğümüz bir
mânâdır. Meâller “Hâyır”ı yazar geçer, genellik-
le bir parantez açmaz. Açmışsa da “Öyle değil”
yazıp geçer. Doğrudur, yani öyle değildir. Ama
okuyan birisi biraz tefekkür etmek istese sora-
bilir: “Öyle değil” ne demek, yani nasıl değil?
32
YILMAZ DÜNDAR
33
ol” dedi, ne yaparsınız? Otobüse biner, otobüse
binenlerden olursunuz. Elinizde bilet “Otobüse
bineceğim” diye dolaşmazsınız.”Şükredenlerden
ol” demek de “Şükür otobüsüne bin” demektir.
Otobüse bin, bir koltuğa otur. Ama sen koltukta
değilsin, elinde bilet, “Şükür, şükür” diye termi-
nalde dolanıyorsun. Bir yere gittiğin yok. Âyetin
“Şükredenlerden ol” deyişini iyi anlamak lazım.
“Allahım sana şükrediyorum” demek elbette
çok önemli ama otobüse binerseniz. Annenize
gitmek için yoldaysınız, ona mânen, kalben “An-
neciğim geliyorum” diye seslenebilirsiniz. Zaten
otobüse binmişsin, gidiyorsun, “Anneciğim, ge-
liyorum” dersin, otobüsün hızıyla bu cümleyi
ne kadar candan söylersin. Ama “Anneciğim
sana geliyorum” deyip terminalde dolanıyorsun.
Hâyır, yolda değilsin, dışarıda dolaşıp duruyor-
sun. Bir bu, bir de otobüse binip şükredenin hali
var, iki farklı şükür. Şükredenlerden olmak nedir,
âyet açıklıyor: DûniHİ algı ve zann’larından sıy-
rılır Billâhi algıda sabitlenirsen şükredenler sını-
fına girmiş olursun. O zaman şükrettiğini söyle.
Çünkü zaten gidiyorsun. O sevinçle gördüklerini
söyle, ne kadar güzel olur.
“Şükredenlerden ol” un bir başka mânâsı
“araştır” demektir; bu imkânları araştır, tefekkür
et, dûniHİ algıdan sıyrılmanı kolaylaştır. Araştır-
mak seni Allah’a ulaştırır. Böylece verenin kim
olduğunu öğrenirsin, “Veren, yaratan Allah’tır”
dersin, şükretmiş olursun. Kur’ân’dan öğreniyo-
ruz ki, sen şükredince Allah sana fazla fazla ve-
recek. Dünya hayatında bu fırsatı kaçırmamak
lazım.
34
YILMAZ DÜNDAR
35
temiyorsunuz. O zaman aranızda anlaşıp ona
sinemayı hatırlatacak kelimeleri kullanmıyorsu-
nuz. Normal hayatta bunu yaparız, Allah’ın işi-
ne gelince aynı özeni göstermeyiz. İnsan zaten
dûniHİ algıda, sürekli Allah’a küfür içerisinde,
onun dûniHİ halini sabitleyecek kelimeler kulla-
namazsın. Değilse o algıdan çıkamaz! Eğer âyet
ve hadislere öyle meâl verirsen kişi yaşadığı yan-
lış hayatı doğru zanneder, “Bakış açım ve yaşan-
tım doğruymuş” der. Senin yüzünden!
Kur’ân’ın anlattığı hayat tarzının dünyadaki
bir şeye benzemesi, hele de aynı olması müm-
kün değil. Ahiretin hiç bir şeyi bu dünyaya ben-
zemez, sakın yanılmayın. Bu dünyaya benzeyen
bir şey yapıp da “Ahirete hazırlanıyorum” di-
yorsanız büyük ihtimalle yanılgı içerisindesi-
niz. Benzemez, hele çok kolaysa hiç benzemez.
Dünyanın işi kolaydır. Ahiretin işini kolay yapa-
mazsınız, dünya sistemi bırakmaz. Dikkat edin,
salât ikame edeceksiniz, on dakika seccâdede
duramıyorsunuz. Yeri süpürüyorsun, halıyı kal-
dırıyorsun, camı siliyorsun, markete gidip geli-
yorsun hiç üşenmiyorsun, yorulmuyorsun. Ama
seccâdede on dakika duramıyorsun. Düşünebi-
liyor musun zorluğu? Âhiretin işi dünya işi gibi
akmaz. O yüzden “Rabbi yessir ve lâ tuassir, Rab-
bi temmim Bil hayr duâsı var: Rabbim işimizi ko-
laylaştır, zorlaştırma, sonunu da hayrlı eyle. Alla-
hım iflas edenlerden olmayalım, sonunu hayrlı
eyle, razı oluver.”
Kelimelerin nasıl önemli olduğunu birlikte
görelim. Hûd Sûresi 2. âyete eğer; “(De ki; bu
36
YILMAZ DÜNDAR
37
hayat tarzı oluşturasınız diye bu kitap geldi. İşte
ben de Allah tarafından size gönderildim, bu ko-
nuda sizi uyarıyorum. Eğer, bu uyarıya uyarsanız
sizi müjdeliyorum.
“De ki: Bana, diyni Allah’a halis kılarak O’na
kulluk etmem emrolundu.” (Zümer-11)
Efendimiz (SAV)’e hitaben buyruluyor: Onla-
ra de ki; bana, dîni Allah’a halis kılarak O’na kul-
luk etmem emrolundu. Dîni Allah’a halis kılmak
nedir, buna normal hayatta bir mânâ vereme-
yiz. İnsanlar bu mânâda konuşmuyor ki. Bunu
normal hayattaki bir mânâ ile meâl yaparsanız
olmaz. Peki, âyeti nasıl anlayacağız? Anlayacağı-
mız dille bir cümle kuralım, doğru olmak üzere
benzer cümleler kurulabilir. Dîni, yani sistemi
Allah’a halis kılmayı nasıl anlamalıyız? Göklerin
ve yerin yaratılışını, dünya hayatını, hayat tarzı-
nı, ne olursa olsun tüm hayat tarzlarını, kısacası
evreni, yani ef’al âlemini Allah’ın dışı var sanıp
oraya konuşlandırmayacaksınız. Bir yere konuş-
lanmak oraya yerleşmektir. Göklerin ve yerin ya-
ratılışını, yaşadığımız dünya hayatını ve tüm ha-
yat tarzlarını Allah’ın dışı var sanıp onları oraya
yerleştirirseniz, dîni Allah’a halis kılmış olmazsı-
nız. Bu tarif göremediklerimizi de kapsasın der-
sek, bütün evreni, ef’al âleminin tümünü buna
dâhil etmeliyiz. Aslında mânâ âlemi de buna
dâhildir. Bize somut olanı konuştuğumuz için
ef’al âlemi diyoruz. Dîn, sistem adı altındakileri,
Allah’ın dışı var sanıp oraya konuşlandırırsanız
dîni Allah’a halis kılmış olmazsınız.
38
YILMAZ DÜNDAR
39
“Ya Nâs (Ey, insanlar)! Sizi ve sizden öncekileri
halk etmiş olan Rabbinize kulluk edin ki, belki
takvâ sahibi olur, korunursunuz.” (Bakara-21)
Allah’a kulluk etmekle şükredenlerden olu-
yorduk. Şimdi başka bir tanımla bize bir müjde
var: Rabbinize kulluk edin, belki takvâ sahibi
olur, korunursunuz. Âyetteki takvâyı biraz an-
lamaya, yani hayatımızda bir amele çevirmeye
çalışalım. Takvâ başlı başına uzun bir konu, bir
kaç cümleyle onun bir yanını görelim.
“Ey, Âdemoğulları! Size ayıp yerlerinizi ör-
tecek giysi, süslenecek elbise yarattık. Takvâ
elbisesi, işte o daha hayrlıdır. Bunlar Allah’ın
âyetlerindendir. Belki düşünüp öğüt alırlar.”
(A’râf-26)
Rabbimiz normal hayatta örtünmek için kul-
landığımız şeyleri “Onları da ben verdim, ben
yarattım” diye örnek vererek tefekkür etmemiz,
şükretmemiz için bizi uyarıyor. Ancak önemli bir
uyarı daha var: Takvâ Elbisesi! Yeni bir elbise çık-
tı karşımıza. Rabbimiz diyor ki: Size örtünmeniz,
süslenmeniz için bir elbise verdim,. Bir de Takvâ
Elbisesi var, işte o daha hayrlıdır. Diğerini giy-
meyin mânâsına değil. “Takvâ elbisesi sizin için
daha hayrlıdır” âyetini okuyunca takvâ elbisesini
diğerinin alternatifi gibi anlamayın. Bu âyet “O
elbiseye sahip olun” önerisidir. O elbiseye nasıl
sahip oluruz? Bakara-21 uyardı: Ey insanlar, sizi
ve sizden öncekileri halk etmiş olan Rabbinize
kulluk edin, belki takvâ sahibi olur, korunursu-
nuz. Yani, Rabbinize kulluk ederseniz takvâ elbi-
40
YILMAZ DÜNDAR
41
yoktu. Neyi önemsemiş? Elbisenin dışında başka
bir şeyi. Elbiseyi çok önemseyenler için Nasred-
din Hoca’nın bir de fıkrası var. Bir davete gidiyor
ama hocaya iltifat emiyorlar, karnı da aç, ziyafet-
te yer bulamıyor, bir yere oturamıyor. Ama he-
men işi fark ediyor, koşuyor eve. Kürkünü giyip
geliyor. Kürkü giymiş görünce kapıdakiler, “Bu-
yur hoca efendi, buyur hoca efendi” deyip onu
önemli bir yere oturtuyorlar. Halbuki biraz önce
de geldi ama üstünde kürk yoktu. Önüne güzel-
ce yemeğini koyuyorlar. Anlaşılıyor ki bu yemek
kendine değil, kürke. O zaman diyor ki; ye kür-
küm ye. İşte elbise böyle bir şey.
Hayatımızda takvâ elbisesinin yeri ne? İşte
ona hiç bakmayız. “Takvâ elbisesi sizin için daha
hayrlıdır” âyetine rağmen onu hiç önemseme-
yiz, onu hiç araştırmayız. Ama Allah’ın en önem-
li hediyesine de tâlibiz. İnşâAllah Rabbim bağış-
lar. Takvâ elbisesi giyilen bir şey değil, bir çaput
değil. Ama bir elbise. Örneğin birisi modaya uy-
gun bir kreasyona sahip olsa, baktığınız zaman
“Şu moda” dersiniz. O öyle bir moda giymediği
halde siz onu şu modayı takip ediyor diye ta-
nımlarsınız. Öyle bir şey yapacaksın ki, takvâyı
takip ediyor denecek, takvâ elbisesi öyle bir şey.
Öyle bir halin olacak ki, “Bu kişi takvâyı takip
ediyor” denecek. Normal hayatta söylüyoruz;
“Şu modayı takip ediyor. Onu şu kişi giydiriyor.
Bu dikiş, bu tasarım şunun” diyoruz. Onun gibi,
diyecek ki şu hâl takvâyı takip hali, takvâ hali.
Peki, o renginden anlaşılır mı? Anlaşılır. Takvâ el-
bisesini birisi tanırsa onun rengini görür. Onun
42
YILMAZ DÜNDAR
43
“Bilâkis o (Kur’ân), kendilerine ilim veril-
miş olanların sadırlarında apaçık âyetlerdir.
Âyetlerimizi ancak zâlimler bile bile inkâr eder.”
(Ankebut-49)
Kendilerine ilim verilenleri öğrenirsek âyeti
anlamak daha kolaylaşacaktır. Kendilerine ilim
verilmiş olan tanımı için başlangıç çizgisi budur:
Kendisine ilim verilen kişi “Allah’tan başka müs-
takilen VAR ve muhtar varlık yoktur” diyen ve
buna şâhit olan kişidir, ilim verilmişlik sınırı bu-
radan başlar: Allah’tan başka müstakilen VAR ve
muhtar bir varlık yoktur, ancak Allah müstakilen
VAR ve muhtardır. Allah’ın dışı kavramı yoktur.
Dışı olmadığı için, müstakilen VAR ve muhtar
varlıklar yoktur. Böyle inandığı ve buna şehâdeti
ilerlediği zaman o kişi Allah’ın ilim verdiği kişidir.
Allah’ın ilim vermesinin özelliği budur.
Dünyanın önemli kabul ettiği bilim adamla-
rı var. Örneğin Stephen Hawking günümüzde
önemli bir bilim adamı. Açıkladığı astronomik
gök hareketleri ve astronomik cisimler var, onla-
rı, özelliklerini sayıyor. O açıkladığı şeylerin hepsi
yok olmayacak mı? Kıyâmetle birlikte hepsi alt
üst olacak. Yok olacak bir şeyi ezberle dur, ne
olur ki? İncelemeyelim demiyorum, en önemli
bilim adamı dediğinizin yaptığı yatırımı söylü-
yorum, yok olacak bir şeye yatırım yapıyor. Siz
onu dünyanın en önemli adamı ilan edin, so-
nuçta dünya yok olacak, o da yok olacak yerde
birisi. Bedenimiz yok olacak, bunu görüyoruz.
Gözle gördüğümüz en önemli gerçek ölenlerin
bedenlerinin çürümesidir, buna rağmen en faz-
44
YILMAZ DÜNDAR
45
özelliği anlayabilmek için şu hadisleri okuyalım
inşâAllah.
İbni Ömer radıyallahu anhum anlatıyor.
Rasûlullah (SAV) Efendimiz buyurdular ki; “Kim
elbisesini kibir ve gururla yerde sürürse, Kıyâmet
Günü Allah ona rahmet nazarıyla bakmaz.” (Ha-
dis)
Elbisesini kibir ve gururla yerde sürüyene Al-
lah kıyâmet günü merhamet gözüyle bakmaz,
yani merhametle bakmaz, Allah muhafaza etsin.
Orada iki bakış var; merhametli bakış, gazaplı
bakış. Merhametle bakmazsa gazabı kalır, Allah
muhafaza etsin. Bunu duyunca Hz. Ebubekir ra-
dıyallahu anh efendimiz diyor ki, “Ya, Rasûlallah!
Îzârım/elbisem salık olduğu zaman eğer dikkat
etmezsem yerde sürünüyor.” Demek ki, biraz
uzunmuş. Normal îzâr dize kadar olur ama o
biraz uzun ki yere sürünüyor. Efendimiz (SAV)
buyuruyor ki, “Sen bunu kibirle yapanlardan de-
ğilsin.” (Hadis)
Hadiste müthiş bir ders var. Bu hadis yarım
yamalak okunursa ve işin esası fark edilmezse,
elbisenin yerde sürünmesi yasaktır sonucu çıka-
rılabilir. Yasaklanmış Giysiler başlığı altında göre-
bilirsiniz, elbisenin yerde sürünmesini Efendimiz
(SAV) yasaklamıştır deyip bu hadisleri koyarlar.
Hz. Ebubekir radıyallahu anh diyor ki; dikkat
etmezsem elbisem yerde sürünüyor. Efendimiz
(SAV) ona; “Senin bu yaptığın kibirle yapanla-
rınki gibi değil, sen bunu kibirden yapmıyor-
sun” diyor. Konuyu izah edeceğiz ama hadisi
46
YILMAZ DÜNDAR
47
menkıbelerdir. Örnek almamız gereken hayatlar
olduğu için bunların çoğalmasını arzu ederim.
O anlatımların bir kısmı menkıbe, bir kısmı da
ilmihaldir, yani muamelata ait hukuki konu-
lardır. Neredeyse tamamı bunlardan oluşuyor.
Efendimiz (SAV) in ilk yıllarını, özellikle ilk beş
yılını düşündüğümüzde daha bir hukuk oluş-
mamış, yeni başlıyorlar. Henüz sahabelerin ve
bugün hayatları anlatılan önemli zatların hayat-
ları yaşanmış değil. Peki, Efendimiz onlara ne an-
lattı? Lütfen soruya dikkat edin ve günümüzde
anlatılana bir de böyle bakın. Eğer İslâm yalnızca
günümüzde anlatılanlarsa, Efendimiz (SAV) in
ilk beş yılında bu konular yoktu. O dönemde
henüz menkıbe ve hukuk oluşmadığına, ilmihal
tamamlanmadığına göre konuşulan şey neydi?
Efendimiz (SAV) İslâm adına onlara ne anlattı?
Efendimiz onlara Billâhi îmanı ve dûniHİ algıyı
anlattı. Yani Lâ ilâhe İllallah Kelime-i Tevhidi’ni
anlattı. Öyleyse, Efendimiz (SAV) in işe başlar-
ken anlattıkları bugün neredeyse hiç anlatılmı-
yor. Hep sonraki şeyler konuşuluyor. Fark ettiniz
mi? İşte bu yüzden işin esası fark edilemiyor. Bi-
zim bu payaştıklarımız, işte o zamanlara düşen
şeyler, elhamdülillah.
Efendimiz (SAV) Hz. Ebubekir radıyallahu
anh’e “Senin elbisenin yere sürünüyor olma-
sı kibirden değil, sen elbiseni böyle bir şey için
araç yapmıyorsun” diyor. Çünkü onu tanıyor.
O dönemde demek ki bir başkası, “Müstakilen
varım ve muhtarım” ın rozeti ve göstergesi ola-
rak, rütbesinin, parasının pulunun işareti olarak
48
YILMAZ DÜNDAR
49
mek kendi müstakilliğini kutsamaktır. Yaşarken
bunu yapıyor olabilir miyiz acaba? Dikkat edin,
Allah muhafaza etsin. İbadet yalnızca namaz,
oruç isimleriyle olmaz. Yirmi dört saatimizin
her anı paylaştıklarımıza uygun olmalıdır. Takvâ
elbisesi biraz anlaşılıyor mu?
Bakara Suresi 21. âyet bize; Rabbinize kulluk
ederseniz belki takvâ sahibi olur ve korunursu-
nuz diyordu. Dünyada yaşarken korunmanın ve
“korunursunuz” un çok farkında değiliz. Çünkü
korunacağımız şeyin farkında değiliz, Allah bizi
neden koruyor? Korunduğumuz şeyin korkunç-
luğunu bir kavrayabilsek ah, neden korundu-
ğumuzu o zaman anlarız. Korunan ne demek,
Allah’ın koruması ne demek, onun kıymeti ne
demek o zaman fark ederiz. Ama yaşadığımız
dünya hayatının gereği bu kolay görebileceğimiz
bir şey değil. Bu âyette Allah’ın koruması anla-
tılıyor, bir de müttaki vardır, kendini dünyada
yanlışlardan koruyan vardır. İşte o kendini koru-
yanlara bu âyette Allah diyor ki; Ben sizi koru-
rum, sizin anlamadığınız, bilmediğiniz yerler var,
orada ben sizi korurum, korunursunuz.
“Allah takvâ sahiplerini kendi başarılarından
ötürü kurtarır, onlara kötülük dokunmaz, onlar
mahzun da olmazlar.” (Zümer-61)
Takvâ elbisesiyle gelen ikram açıklanıyor:
Eğer kişi kulluk ederse, Rabbine kulluk etmeyi
seçerse takvâ sahibi olur ve korunur. Bu âyet on-
lara sesleniyor: Allah takvâ elbisesi giyenleri bu
başarılarından dolayı korur, bu elbiseyi giydikleri
50
YILMAZ DÜNDAR
51
vurgulandıktan sonra “İşte böyle kulluk eden-
lere korku ve mahzunluk yoktur” denir. “Korku
ve mahzunluk yoktur” hâli Veli’ye has sanılma-
malıdır. Aslında Veli derken kastedileni de ta-
nımlamak lazım. Çünkü Allah’ın velisinin tarifi
yoktur. Biz tarif ediyoruz, Nefs-i Mutmaine diye
bir sınır koyuyoruz, oradan itibaren Veliyullah
diyoruz ama yalnızca o kişi için korku ve mah-
zunluk yoktur gibi bir anlayış çok doğru olmaz.
“Korku ve mahzunluk yoktur” hali yalnızca on-
lara değildir. Bir de bu tarifi şöyle yanlış anlayan-
lar vardır; tasavvufla uğraşırken general tanrı
noktasına gelmiş olanlar kendilerinden korku-
nun silindiğini söylerler, Allah korkusunu bile
silinmesi gereken bir korku zannederler, böyle
açıklamalar yaparlar. Birisini Allah’tan korku-
yor görse “Sen henüz olmamışsın, sende korku
ve mahzunluk var” diye uyarırlar. Dikkat edin,
korku ve mahzunluğun kalkması Allah’a karşı
değildir, Allah’tan korkmayacaksınız demek de-
ğildir. Efendimiz (SAV) buyuruyor ki, “Allah’tan
içinizde en fazla ben korkarım. Çünkü O’nu en
fazla tanıyan benim. Allah’ı ne kadar tanırsanız
o kadar korkarsınız.” Diğer türlü düşünenlere
göre Efendimiz hiç olmamış demektir. Olur mu
hiç! Korku ve mahzunluğun kalkması, sistemin
oluşturduğu manzaranın verdiği korkuların
kalkmasıdır. Âyetlerden öğreniyoruz, korku ve
mahzunluk bir mü’minden öyle kalkar ki, diri-
lişte/ba’s oluşta yüzü pırıl pırıl ve gülerek gider.
Mü’min öyle iken, yalanlayanlar dehşet içerisin-
de, kafalarından yürür vaziyette, yerde sürünür
52
YILMAZ DÜNDAR
53
zunluğun kalkışı asıl ahirette çok net fark edilir.
Çünkü orada geçerli tek şey Kur’ân ve Îman’dır.
Bunlarla korunduğunu o gün insan çok açık gö-
rür, o gün çok net görürsünüz. Çünkü korunma-
yanları gördünüz. Korunmayanlardan olmadığı-
nızı görünce nasıl korunduğunuzu bilfiil anlar-
sınız.
Korku ve mahzunluğun olmayışı hâli yalnızca
velilere ait olmayıp bütün mü’minleri kapsar. O
hal “Âmenû Billâhi ve amilus sâlihâti” kapsamın-
da olanlar içindir, doğru îman eden ve o îmanına
uygun amel yapanlar içindir.
Bunun esas fark edilişi hesap günüdür.
54
3.
ALLAH’A KUL OLMAK? ve
ALLAH’A KULLUK YAPMAK?
55
dir. Kişinin bu çerçevede Allah’ın kulu olduğu-
nu bilmesi çok önemlidir: Yaratanı Allah bilmek
ama bu yaratmayı Âmentü Billâhi kapsamında
bilmek, DûniHİ düşünmemek, yani Allah’ın dışı
var da yarattıklarını dışına yerleştiriyor zannet-
memek gerekir. Allah’ın yarattıklarını Allah’ın
dışına yerleştirmezseniz, “Dışı var” zannından
sıyrılırsanız, o zaman Âmentü Billâhi kapsamın-
da düşünmüş olursunuz. Kişinin Âmentü Billâhi
kapsamında Allah’ı yaratan bilmesi ve bu çer-
çevede Allah’ın kulu olduğuna îman etmesi, o
îmana uygun davranması nefs açısından neden
çok önemli bir mertebedir? Çünkü ancak bu
durumda nefsine zulmetmiyor olur. Bu inanış
dışında kişi nefsine zulmedenler sınıfına düşer.
Anladık ki Allah’ın yarattığı her şey Allah’ın ku-
ludur, kul olmak budur. Ama bir de kulluk yap-
mak var, kulluk yapmak nedir. Bunu iyi tanım-
lamak lazım, çünkü Allah “Ancak bana kulluk
yapın” diyor. Kulluk yapmayı açık, net ortaya
koymalıyız ki, kişi Allah’a nasıl kulluk yapacağı
hususunda tereddütte olmasın, yanlış bir şey
yapıyorsa temizleyebilsin, onları silebilsin.
Allah’a kulluk yapmayı önce tevhid diliyle
söyleyelim: Her kul ancak kulluk yapar. Bunun
başka bir tarifi yoktur, esası budur, kaçınılmaz
olan budur. Her kul, yani Allah’ın her yarattığı
ancak Allah’a kulluk yapar. İnsanlar açısından;
hayat tarzı, inanışı, bu işe bakışı nasıl olursa ol-
sun, kişinin hali Allah’a kulluktan başka bir şey
değildir, bilincinde olsun olmasın böyledir. Öy-
leyse âyetlerde bizi kulluğa davet niye? İşte o
56
YILMAZ DÜNDAR
57
meye çalışan anne baba bazen yavrusuna hafif
dokunuyor olabilir ama bundan razı değildir,
hiç bir anne baba haz alarak bunu yapmaz. Ama
yapan anne babadır, kararı veren onlardır. Çocu-
ğuma şöyle bir yasak veya şöyle bir ceza uygula-
malıyım ki daha iyi düşünsün diye kararlar ala-
bilirler. Ama bundan hoşnut değildirler. Zevkle,
hazla yaparlarsa zaten şüphelenirsiniz, olmaz.
Buradan çıkardığımız mânâ ile bakacak olursak,
her kulun yaptığı kulluk neyse onun hükmü-
nü veren Allah’tır. Ancak onlar içerisinden razı
olduğu haller vardır. Allah’ın razı olduğu hayat
tarzını yaşamaya “Allah’a kulluk yapmak” de-
nir. Aksi halde herkes zaten kaçınılmaz olarak
Allah’a kulluk yapıyor, çünkü hepsi Allah’ın kulu.
Ama Allah razı olduğu kulluk karşılığında cen-
neti vaad etmiştir.
Meryem Sûresi 93. âyetteki “Semâvatta
ve arzda kim varsa, Rahmân’a ancak kul ola-
rak gelir” ifadesini bir yanıyla anlamaya çalışa-
lım. Mânâları basamak basamaktır, biz şimdi
lâzım olan mânâlarla bir kompozisyon yap-
maya çalışalım. Kulların yaratılması Allah’ın
Rahmâniyetiyledir, merhametiyledir. Ve son-
ra kullar için verilen mühlet bitince Rableri-
ne kavuşurken onları karşılayan yine Allah’ın
Rahmâniyetidir. İnsanlar için müthiş bir hediye,
müthiş bir lütuf. Bunu anlayabilmek için yine bir
örnek verelim ama hep söylediğim gibi mânâyı
anladıktan sonra örneği silelim, aksi halde şirk
oluşturabilir. Elinden hiç silâhını bırakmayan bir
komutanın var ve o bir gün seni evine davet etti.
58
YILMAZ DÜNDAR
59
bacakların titrer, gözün yaşarır, ne yapacağını
şaşırırsın, çünkü vücudun o cümleye dayana-
maz. Bunu sonsuzla çarpın, Allah’ın sevgisini
hissetmenin, bilmenin, anlamanın bize nasıl
tesir edeceğini biraz anlamış olursunuz. Sevgisi-
ni fark etmeyişimizi oluşturması bile bize olan
büyük merhametinden. Ehlullah’ın bir tanımın-
dan da örnek vereyim. Allah bir emir buyurdu-
ğu zaman onu normal bir kulun dinleyebilmesi
mümkün değil imiş, dayanamaz imiş. Onu an-
cak Rasûlullah (SAV) Efendimiz dinleyebilir imiş,
maneviyatta. Düşünün, onu yaşayabilmemiz için
merhametiyle çeşitli basamaklardan geçiriyor. O
basamaklardan sonra anlayabileceğimiz ve vü-
cudumuzun kaldırabileceği bir enerji seviyesine
gelince onu biliyoruz. Rasûlullah’a vahyin geldiği
zamanları okumuşsunuzdur. Efendimiz (SAV) in
söylediklerini yazarken Vahiy Kâtiplerinin kolla-
rının çok ağrıdığını, eğer vahiy Efendimiz (SAV)
devedeyken gelirse devenin dayanamayıp çök-
tüğünü, Efendimiz’e vahiy gelmeden önce vücu-
dundan onu anladıklarını, gören sahabeler anla-
tır. Şu an da Efendimiz (SAV) bir emri ilettiğinde
normal maneviyattaki zatların dinleyemediği,
ancak onu Gavs-ı Âzam’ın dinleyebileceği söy-
lenir, Ehlullah öyle anlatır.
Konumuza dönelim. “Semâvatta ve arzda
her ne varsa Rahmân’a kul olarak gelir.” Rahmân
ismi bizim için Tâ-Hâ 5. âyetin de hatırlatıcısı-
dır; “Rahmân arşa istiva etti.” Bu âyet üstünde
durulması gereken çok ayrı bir mecradır. “Arşa
istiva etmesi” tanımından çıkaracağımız an-
60
YILMAZ DÜNDAR
61
Bir insana döndüğünüz zaman, insanlarla ilişki-
leriniz kulluk görevi içine girer. Allah’a yöneldi-
ğinde kulsun, Allah’ın kulusun ve “Allahım beni
yaratan sensin, Rabbim sensin” diye Âmentü
Billâhi îmanı kapsamında yöneliyorsun. Bu
imanla yönelmek şarttır. Bu durumda Âmentü
Billâhi kapsamında îman nedir? Allah’ın dışı var
sanmamaktır, dışı var zannıyla, dûniHİ algıyla
müstakilen var ve muhtar şeyler üretmemektir,
Allah’ın dışı var ve sen oradasın sanmamaktır.
Allah’a böyle yönelmek kul olma bilincidir ki
yönelişin temelini oluşturur. Çünkü yönelişinde,
dûniHİ olmaksızın, Âmentü Billâhi kapsamında
“Allahım beni sen yarattın” diyorsun. Kul ol-
mak yani kulluk bilinci yöneliştir. Allah’a kulluk
yapmak ise salih amel olup ilişkilerin temelini
oluşturur. Allah’a kul olmak mecburiyettir ama
Allah’a kulluk yapmak tercihle ilgilidir. Aslında
Allah’a kul olmak ve Allah’a kulluk yapmak ayrı
şeyler olmayıp tek bir şeydir, dünyada cümlesini
kuramayacağınız tek bir mânâdır. O tek cümle
ancak cennet dilinde kurulabilir. Bu mânâ dün-
yadaki hiçbir dilde tekbir cümleyle ifade edi-
lemez, kesret diliyle tek cümlede söylenemez.
Onu tek mânâ yapabiliriz ama tek cümleye çe-
viremeyiz. Çünkü burası cennet değil, burada
Allah’a küfür söz konusu, o dil burada olmaz, o
mânâyı kesret diliyle tarif edemeyiz. Ama zihni-
mizde mânâ yapabiliriz, çünkü zihnimizin hâli
ayrıdır. Zihnimizde Kendinde Kendine Göre
Var olan bu dünyadan değildir. Ama Birbirimize
Göre Var olan bu dünyadandır.
62
YILMAZ DÜNDAR
63
“ilişkiler” mânâ ayrıştırılarak oluşturulur. Yani
Allah’a kul olmak dediğimiz yöneliştir, Allah’a
kulluk yapmak dediğimiz sâlih ameldir. Bunla-
rı anlatırken mânâ ayrıştırmak zorundayız. Her
ikisini tek cümlede ifade edebilecek bir tarz
dünyada yoktur. Ancak onu Kendinde Kendine
Göre Var olan halimizde tek mânâ yapabiliriz,
onun o yeteneği vardır. Onu tek mânâ yaparız
ama o mânâyı dünya cümlesine çeviremeyiz.
Dünya cümlesine çevirmek gerektiğinde Mânâ
Ayrıştırma Tekniği’ni kullanarak anlatmak zo-
rundayız. Bu yüzden îman etmek ve sâlih amel
yapmak diye sanki iki ayrı şey varmış gibi söy-
lenir. Bunu fark edemeyen bazıları yalnız îman
yeter zannederler, iman ve sâlih amel ayrı birer
basamakmış gibi. Hâyır, îman ve sâlih amel tek
şeydir, biri olmazsa diğeri olamaz, biri diğerinin
mütemmim cüzüdür, ayrılamaz. Kesret dilin-
de amel çıkarabilmek için, anlatma sadedinde
îman ve sâlih amel diye ayırırız ama uygularken,
yaşarken îman ayrı salih amel ayrı olmaz. Dolayı-
sıyla, Allah’a kul olmak ve Allah’a kulluk yapmak
da tek mânâdır.
Sâlih uygun demektir, sâlih amel uygun dav-
ranıştır. Bir çocuk annesine yanlış davransa, o
hali hoşumuza gitmese, “O senin annen, hiç
annene uygun davranmıyorsun, annene uygun
davran” deriz. Veya öğrenciyse “Öğretmeninle
öyle konuşulmaz” deriz. Onun annesinin anne
olmasına, babasının baba olmasına, öğretme-
ninin öğretmenliğine uygun davranması sâlih
ameldir. Uygun derken ölçü aldığımız somut
64
YILMAZ DÜNDAR
65
farkında değiller. Billâhi algıya girdiği zaman an-
nesinin kucağına düşmüş gibi emniyette olur in-
san, öyle bir huzuru yaşar. Âyet diyor ki, kalbler
ancak Allah zikrullahıyla mutmain olur, tatmin
olur. Bu âyetteki Âmentü Billâhi idrakıdır, sade-
ce Allah demek değil. Kişi dûniHİ idrakla Allah
diyor, hiç bir mutluluk hissetmiyor ve soruyor;
Allah diyorum ama hiç söylenenler olmuyor?
Annenin kucağında değilsin ki, dışarıda bağırıp
duruyorsun. Olmaz. Mutmain olmak için kuca-
ğa gelmen lâzım. “Billâhi Anlam” böyle bir şeydir,
kişi onu oraya düştüğü zaman fark eder. O anla-
ma uygun davranmaktır sâlih amel. Dolayısıyla,
Âmentü Billâhi demek yetmez, önce onu doğru
tarif edeceksin. O îmandan sonra kişi ona uygun
amel yapsın. İşte ona sâlih amel denir. Âmentü
Billâhi ve Sâlih Amel’in ayrı şey olmadığını öğ-
rendik, ikisi bir olunca işe yarıyor. Âyetler onla-
rı bizim anlayabilmemiz için “âmenû ve amilus
sâlihâti” diye ayırmıştır. Kur’ân-ı Kerim’i ders
yaptığımız zaman görürüz ki, Allah, Âmentü
Billâhi îmanını ve ona uygun davranmayı bir ya-
panlara, böyle yaşayanlara vaatte bulunmuştur:
“Allah, îman edip sâlih amel işleyenlere (şöy-
le) va’detmiştir: Onlar için mağfiret ve ecr-i
azıym vardır.” (Mâide-9)
Elhamdülillah. Ana kucağını düşünün. Onlar
için büyük bir sıcaklık, büyük bir merhamet, bü-
yük bir güven vardır, büyük bir ikramiye vardır.
66
YILMAZ DÜNDAR
67
rahmetike min gadabike ve eûzü bike minke,
la uhsiy senâen aleyke ente kemâ esneyte alâ
nefsike. Allahım, hoşnutsuzluğundan rızâna, ce-
zalandırmandan affına, gazabından rahmetine
sığınırız. Allahım senden sana sığınırız. Biz hiç
bir zaman anlayamayız yâ Rabbi, senin kendine
olan senân gibi sana senâ edemeyiz, bunu da iti-
raf ederiz Allahım.
“Ne yazık şu kullara” denilen kulların özelliği
nedir? Öğrenmemiz lazım ki yapmayalım. Cen-
netlik kulların özelliklerini öğrenmemiz lazım ki
onları hırsla, şevkle, bu konuda birbirimizle ya-
rışarak yapalım. Cehennemlik kulların özellikle-
rini öğrenelim ki kaçalım, korkalım, Allah’a sığı-
nalım. İkisini de bize Kur’ân öğretiyor. Kur’ân’la
öğreten kim? Rabbimiz. Rab öğretmendir, öğre-
tendir. Bizim öğretmenimiz Rabbimiz. “Rabbim”
dediğimiz zaman bir bakıma “Öğretmenim” di-
yoruz; bana öğretenim, Rabbim... Allâhümme
ente rabbiy: Allahım, sensin Rabbim.
“Allâhümme ente rabbiy” seslenişi müthiş bir
şey... Elhamdülillahi rabbil âlemiyn.
68
4.
DÜNYA HAYATINDA İKİ AYRI
ŞEHADET ve ÂHİRETTE İKİ AYRI KARŞILIK
69
ateş varmış hiç korkmuyor. Okuyamadığı için,
görmediği için! Enbiyâ-29 uyarıyor: “Onlardan
kim ‘Muhakkak ki, ben dûniHi bir ilâhım’ derse,
biz onu cehennem ile cezalandırırız. Zâlimleri
böyle cezalandırırız.”
Bir kaç adım ilerleyerek mânâyı kendimiz için
anlaşılabilir hale getirelim. “Muhakkak ki” diye
başlıyor, demek ki tereddütsüz! Yani “Şâhidim
ki, hiç tereddüdüm yok ki ben dûniHİ bir ilâhım”
diyor. Cehenneme gitme sebebi bu! Rabbimizin
“Yazık oldu şu kullara” dediği kişinin cümle-
si bu. Bunu dedi diye, bunu yaptı diye o hitap!
Ne dedi? “Muhakkak ki, ben dûniHİ bir ilâhım”
dedi. Yani hiç tereddüdü yok! “DûniHİ” kelime-
si için “Allah’ın dışında, Allah’tan gayrı” yazıldı-
ğını görürsünüz. Bu mânâ yüzünden kişi esfele
sâfiliyn idraktan kurtulamaz, “Ben öyle demiyo-
rum. Benim öyle bir putum, öyle bir iddiam yok”
der, âyeti öteler. Zaten mesele ötelemektir. İnsan
birçok âyeti öteliyor. “Geçmişi anlatıyor” deyip
bir gerekçe bulup öteler. Kendisine yalnızca ce-
nazelerde Fâtiha okumak kalır. O da pide yiyin-
ceye kadar. Pide yiyip ayranı içti mi dünya işleri
başlıyor. Rahmetli unutuldu gitti. Allah muhafa-
za etsin, Kur’ân’ı ötelersen seni de ötelerler.
Enbiyâ-29. âyet bize demek istiyor ki, “DûniHİ
bir ilâhım” diyende bir yanılgı var; Allah’ın dışı
var yanılgısı! Eğer siz dûniHİ’ye “Allah’tan gayrı,
Allah’tan başka” anlamı verirseniz, okuyan kişi
“Benim öyle bir iddiam yok” der, kendini kurta-
rır. Mânâ öyle değil. “DûniHİ” kelimesi bir idrakı
anlatıyor. Diyor ki; yanılgı içinde olan bir idrak
70
YILMAZ DÜNDAR
71
Âyetin “Onlardan kim” dediklerinden günü-
müzde çok var. Bu söylediklerimi çıkıp dışarıda
söylesem bana deli derler, kimse dinlemez. Bu
yüzden, bu ilmi dinlemenizin, okumanızın, gere-
ğini yaşamak için bir gayrette olmanızın Allah’ın
izniyle değeri çok yüksek. Biraz sonra değeri çok
yüksek bir başka şeyi yapacağız inşâAllah.
Bir yerde Enbiyâ Sûresi 29. âyeti bu mânâsı ile
paylaştığınızda size verilecek cevaplar vardır, o
kapsamda bir iki cümleyi paylaşalım. Geçmişte
firavunlar vardı, günümüzde firavun perdeleri
var. Tarihte kendileri vardı, günümüzde perdele-
ri var. “Ben ilâhım” ilanının geçtiği âyetleri şöyle
karşılayanları hepimiz duymuşuzdur: “Geçmişte
firavunlar bunları söylemiş, günümüzde biri-
si ‘Ben sizin tanrınızım’ dese onu kim dinler?”
Doğru, kimse dinlemez. Çeşitli menfaatleri se-
bebiyle dinleyen iki üç sapkın mürit bulabilir
ama “Ben sizin tanrınızım” diyeni kimse dinle-
mez. Geçmişte firavunlar bunu yaptılar, koca
ülkeleri nesiller boyu böyle yönettiler. Ama “Bu
olay geçmişte kaldı, bu tarihî bir bilgi” der de
âyeti tarihe mal edersek, Allah muhafaza etsin,
işte bu firavun perdesidir. Öteleyerek âyeti tari-
he gömdü, göremedi, perdelendi. İlki budur, işi
tarihe mahkûm etmek. İkinci hususu izah etme-
yi başarabilmem için yoğun dikkatiniz gerekiyor.
O gün firavunun dediğiyle, bugün söyleneni
kıyaslayacağız, aynı mı değil mi? O âyeti ötele-
yen “Bunu geçmişte firavunlar söyledi, onlar da
geçti gitti, günümüz için komik olan bu iddia-
da bulunanı kim dinler?” dedi ve bu bakışıyla
72
YILMAZ DÜNDAR
73
çözemez. Birincil şirki çözersen diğer ona bağlı
şirkler kendiliğinden düşer. Birincil şirk durur-
ken diğerlerinden kurtulman bir şeye yaramaz.
Birincil şirk sizin “Müstakilen varım ve muhta-
rım” demenizdir, dûniHİ idrakla düşünmenizdir.
Asıl şirk budur. Firavun insanların ilâhı oluşunu
bu iddiasına dayanarak üretiyor. Mekke müşrik-
leri böyle düşündükleri için putları buradan üre-
tiyorlar. Günümüzde güneşe tapanlar dûniHİ
düşünüp kendilerini de güneşi de muhtar ilan
ettikleri için o durumdalar, kendilerine tanrı
üretmişler. Âyetler onlar için “Kendilerine rab
uyduruyorlar” diyor. DûniHİ idrak birincil şirktir,
ikinciler buradan türer. Firavunu dikkate alacak
olursanız, onun “Ben sizin ilahınızım” diyerek
işlediği şirk ikincil şirktir. O şirkin sebebi ise bi-
rincil şirktir. Onun için bütün mesele birincil
şirkten kurtulmaktır. Ondan kurtulanın bir sürü
şeyle uğraşması gerekmez, tamamını silmiş olur.
“Aşağıların Aşağısı” kitapçığında bunu daha ge-
niş görebilirsiniz.
Enbiyâ Sûresi 29. âyetten öğrendiğimizi bir
iki cümleyle özetleyelim: “Yazık oldu şu kullara”
denen kişi müstakilen var ve muhtar olduğunu
ilan etti. Âyet onu bu özelliği ile cehennemlik kul
olarak tarif etti, Yazık oldu şu kullara uyarısı ce-
hennemlik idrakı tarif eder. Bu durumda biz ne
yapacağız? Fırsat varken, tarif edilen o idraktan
korunmaya, kurtulmaya çalışacağız. Aksi hal-
de o fırsatı kaçıranlara yazık oldu deniyor. “Ya-
zık oldu size” denmesin, elimizde fırsat varken
değerlendirelim inşâAllah. Enbiyâ-29’daki, “Hiç
74
YILMAZ DÜNDAR
75
“Müstakilen VARIM ve Muhtarım” iddiasının
şahitliğinin cehennem sebebi olduğunu, bu şe-
hadetin cehennem için delil olduğunu gördük.
Peki, biz nasıl şehâdette bulunacağız? Hangi ger-
çeğe şahitlik edeceğimizi Kur’an öğretiyor:
“Fa’lem ennehu la ilâhe illallahu: Bil ki, o
gerçek kesinlikle La ilâhe illallah’tır.” (Muham-
med-19)
Biz de buna şahitlik yapacağız. O şahitliği na-
sıl yapacağız? Kelime-i Şehâdetle. İşte şahitlik!
76
YILMAZ DÜNDAR
77
İslâm içerisinde kullanabileceğimiz bir tabir de-
ğildir. Kur’ân-ı Kerim meâllerinde tanrı kelime-
sinin geçmesi çok sakıncalıdır. Kur’ân ilâh diyor,
Türkçeleştiremeyiz. Anladığımız bir şey zaten,
ne diye iyice kendimizi Kur’ân’dan koparıyoruz?
Tanrı uydurulmuş bir kelimedir, dolayısıyla onu
uydurulmuş rabler için kullanırız, kişiler rab uy-
duruyorsa onlara tanrı deriz. Allah için Kur’ân
ilâh diyorsa biz de ilâh deriz: Lâ ilahe illallah; ilah
ancak Allah’tır, başka ilâh yoktur. “Başka” dediği-
nizde onu izah etmezseniz idrak oradaki mânâyı
yakalamaz. Üstünde çok durduk ama bu bir algı
işi olduğu için yine tekrar ediyoruz. İlâhı bir iki
cümleyle tekrarlayalım, biz neye ilâh diyoruz?
İlâhın bir özelliği var; ilâh müstakilen var ve
muhtardır, bir kere bunu tam bilelim. Müstaki-
len var ve muhtar olan ilâhtır. Müstakilen var!
Biz uzun süre sadece “var” kelimesini kullandık.
“Sen Tanrı mısın?” ve “İnşirah” kitapçıklarında
“müstakilen” kelimesi neredeyse hiç geçmez,
Fâtiha’da kısmen geçti. Çünkü “var”ı anlatırken
zorlandık, sadece “var” ile algılara hitap edeme-
dik, izah edebilmemiz için başına “Müstakilen”
kelimesinin gelmesi gerekti. Çünkü müstakillik
önemli. Allah müstakildir, kullar değildir. An-
cak Allah müstakildir, çünkü Allah ilâhtır. Birisi
“Ben müstakilen varım ve muhtarım” dediğinde
Allah’ın vasıflarını örtmüş, bu yüzden ilâhlığını
ilan etmiş olur. Öyle demese bile müstakilen var
ve muhtar gibi davranıyorsa Allah’ın vasıflarını
suiistimal etmiş olur. Ona asi derler. İsyan etti,
haddi aştı, ilâhlığını ilan etti. Anlaşıldı ki müsta-
78
YILMAZ DÜNDAR
79
yaşarken kullandığımız var ile aynı mânâda de-
ğildir. Normal hayatta kullandığımız kelimeler
ve mânâlarla Allah’ı anlamaya çalışırsak başara-
mayız. İslâm’ı onun için anlayamıyorlar. Bu yüz-
den Esmâ’ül Hüsnâ önemlidir. Esmalar dünya
işlerini düzene koymak için yapılacak tesbihat
değildir, Allah’ı anlayabilmek içindir. Biz “VAR”
kelimesini hem yaşarkenki olaylar hem de Allah
için kullanıyoruz, ancak bu iki “VAR” aynı de-
ğildir. Normal hayatta kullandığımız var için bir
örnek verelim. Elimde su şişesi var, şişeyi masaya
koydum. Masada şişe var mı? Var. Kaldırdım, şişe
var mı? Yok. Bakın, hem “var” hem de “yok” keli-
mesini kullandık. Ama dikkat edin, su şişesi için
kullandığım “var”la, su şişesi için kullandığım
“yok” birbirinin zıddıdır. Bu bir. İki: Ben onun
olmayışına “yok” dedim. Peki, “yok” dediğimin
masada bir yeri var mı? “Yok” dediğim bir yer
var. Yeri varsa o vardır. Yani “yok” dediğim şey de
burada bir varlıktır; “yok”un varlığıdır. Masanın
üzerinde şimdi şişenin yokluğu var. Fark ettiniz
mi? Normal hayatta kullandığınız “var ve yok”
böyle. Şişeyi koydum var, aldım yok. Ama şişe-
nin yeri var. Bizim kullandığımız “var ve yok”un
bir özelliği budur, birbirinin zıddıdır, bu bir. Bir
de, yok dediğimiz şey de vardır, bu da iki. Biz kı-
yas yapar yok deriz, aradığımız şey yoktur. Ama
orada bir varlık var; şişenin yokluğu varlığı, bura-
da onun alanı var. Bakıyorsunuz orası boş, “Şişe
yok” diyorsunuz. Orada şişe yok varlığı var, o
da bir varlık ama biz ona yok diyoruz. Kur’ân’ın
YOK dediği böyle bir şey değil. Kur’ân bir şeye
80
YILMAZ DÜNDAR
81
Zihninizin çok hızlı ilerlemesini istiyorsanız
Allah’ın Evvel ismi çok önemlidir. Oysa Âhir
ismini kolay kavrarız. “Sonsuz” deyince kavra-
makta zorlanmıyoruz, ileri bakıyoruz, sonsuz...
Evvel’in başlangıcı yok! Başlangıcı olmayan bir
şey, Allah, Allah... Kavrayamazsınız. Çünkü bizim
zihnimiz başlangıcı olan şeyi anlar. Başlangıcı
olan bir şeye “Sonsuz” diyebiliyor, başladı sonsu-
za gidiyor. Ama “Başlangıcı yok”u kavrayamıyor.
Bu yüzden, Allah’ın Evvel ismini tefekkür etmek,
tomurcuk patlatır gibi beyin hücrelerindeki fi-
kirleri patlatır. Evvel ismiyle açılır, Allah’la ilgili
sayfalar açılır. Çünkü beyin hiç öyle bir şey dü-
şünmemiş. Evvel’i hiç düşünmemişiz. Bakmışız
ve dış kavramına göre düşünmüşüz.
Dünyada yaşarken neye var diyorsak onun
dışı vardır. Bu dışı var olan şeyle Allah’a da var di-
yemezsiniz, o zaman Allah’ın da dışı var olur. İşte
o yüzden kişi “Allah’ın dışı var” sanıyor. Dünyada
kullandığı var kelimesiyle Allah’a var dediği için,
öyle baktığı için, zihni kendiliğinden Allah’ın dışı
var sanıyor, kendi isteyerek planlamıyor, öyle
oluyor. Çünkü o kelimeyi hayatında o mânâda
kullanıyor. Ama Allah’a “VAR” dediğimiz zaman
müstakilen VAR olanın dışı yoktur. Çünkü O
Ehad’dır, O Samed’dir. Bir özelliği budur. Bir de
zıddı yoktur. Dünyada konuştuğumuz “var”ın
zıddı vardır; yok! Çünkü yaratılmış. Yaratılanlar
zıtlarıyla yaratılmış, Allah yarattıklarını zıtlarıyla
yarattı. Bu yüzden, var ve yok birbirinin zıddıdır.
Ama Allah’a “VAR” derken kullandığımız “Müs-
takilen VAR” bir yok’un zıddı değildir, o VAR’ın
82
YILMAZ DÜNDAR
83
Ehad, dışı olmayan, müstakilen VAR ve tek-
tir. Zâtında, Zâtını, ancak Zâtının bildiği bir tek.
Ehad öyle bir tek ki kimse bilemez, hiç bir ya-
ratılmış anlayamaz, kavrayamaz, Ehad vasfıyla
ahlâklanamaz. Allah’ın nasıl Ehad olduğunu an-
layabilmen için O’nun dışının olması lazım, dışı-
na çıkıp O’na bakman lazım. Muhal! Öyle bir şey
olmaz. O zaman senin, Allah’ın nasıl “Müstaki-
len VAR” olduğunu kavrayabilmen mümkün
değildir. Örneğin, zihnimizde hayal ettiğimiz bir
kişinin bizi anlayabilmesi mümkün mü? O bizde
olduğu için bizi anlayamaz, kavrayamaz. Allah
Ehad’dır; zatında zatını zatıyla ancak kendisi-
nin bildiği tektir. Böyle bir tek! Müstakilen VAR.
Samed, çünkü dışı yok, ihtiyacı yok. Allah için
VAR’ı biraz anlayabildik mi? Samed’le ilgili söy-
lediklerimizden sonra Mâide-75’i hatırlayalım.
“Meryemoğlu Mesih ancak bir Rasûl’dür.
O’ndan önce de rasûller gelip geçti. O’nun ana-
sı Sıddıyka’dır. İkisi de yemek yerlerdi. Âyetleri
onlara nasıl açıkladığımıza bir bak! Sonra bak
nasıl çevriliyorlar (Hakk’tan yüz çeviriyorlar).”
(Mâide-75)
Yanlış bir düşünceye girip Hz. İsa aleyhisse-
lam efendimize “Allah’ın oğlu, ilâh” dedikleri için
âyet uyarıyor. Bu uyarıya dikkat edin ve anlattık-
larımızın nasıl o çerçevede olduğunu fark edin.
Dikkat edin, âyetler nasıl da konuştuklarımız
çerçevesinde demiyorum, hâşâ! Konuştukları-
mız nasıl da âyetlere uygun. Âyet nasıl da söy-
lediklerimize uyuyor, olmaz, Allah muhafaza et-
sin. Hâşâ! Konuştuklarımız nasıl da âyete uygun,
84
YILMAZ DÜNDAR
85
dediği şey, yeri var ama kendi yok bir şey değil-
dir. Eğer yalnız putlara yok denmiş olsaydı, müş-
rikler putları kaldırsa yok olurdu. Onları kaldırıp
atsalar yeri var. Anlatılan o değil. Olmayan şey
puta verilen kimliktir, puta verdiğin kimlik yok!
Uzun elbise yapıp kibirle verdiğin kimlik yok.
Yoksa uzun elbise yap, yerde sürünsün, kaç met-
re olursa olsun. Ona bir kimlik verirsen, o yok.
Sen ona “Müstakilen VAR ve Muhtar” bir kim-
lik veriyorsun. Kimlik ancak Allah’a aittir, O’nun
kimlik ismi ALLAH’tır. Orası kimlik noktasıdır,
Uluhiyet noktasıdır, Hüviyet noktasıdır. O’nun
insanların anlayabileceği kimliği Allah ismidir,
HU ismidir. HU Allah’ın hüviyetidir, kimliğidir.
Özelliği nedir? “Müstakilen VAR ve Muhtar!” Bu
vasıf ancak O’na aittir. Demek ki Allah’ın YOK
dediği normal hayatta kullanılan yok değil. “Lâ
ilâhe” dediğimizdeki “Lâ” Arapların normal ha-
yatta kullandıkları “Lâ” değil. Allah’ın YOK dedi-
ği DûniHİ’dir, “Lâ” odur, onun yeri de YOKTUR.
Şehâdetimize devam edelim. Yine kesinlikle
şehâdet ederim ki; Hz. Muhammed (SAV) Efen-
dimiz, SENin Kulun ve Rasûlündür. Bundan bir
önceki cümleyi hatırlayalım. Başka “Müstaki-
len VAR ve Muhtar” iddiaları yalandır, iftiradır,
bâtıldır ve “YOK” hükmündedir. Bu yüzden biz,
“Başka Müstakilen VAR ve Muhtar YOKTUR”
dedik; Lâ! Ama bu iddiada bulunanlar var? Kişi
“Ben Müstakilen VAR ve Muhtarım” diyor.
Bize göre o bir iddiadır. “Müstakilen VARIM ve
Muhtarım diyenler var” diyemeyiz. Var demek-
le onları kabul etmiş oluruz. O iddia onların
86
YILMAZ DÜNDAR
87
(SAV) -o belki yalnızca Muhammed diyor, Allah
muhafaza etsin- gereksiz yere yüceltiyorsunuz,
O’nu gereksiz yere çok önemsiyorsunuz. İşte,
ben bir beşerim diyor, âyet de söylüyor, hadis de.
Onun “Ben de misliniz bir beşerim” demesi
böyle zannetmemiz için değil. Böyle bir düşün-
ceye ve tartışmaya girmek, bırakın Rasûlullah’ın
özelliklerini anlamış olmayı, Rasûlullah’ın ne
demek olduğunu kavrayamamaktır. Şunu söy-
leyeyim, ben Efendimiz (SAV) in imzasını idrak
edemiyorum, kendisini hiç düşünemem bile,
ben O’nun imzasını idrak edemiyorum. Düşü-
nün, Birisi var ki, “Rasûlullah” diye imza atıyor...
Bilim adamlarının açıkladığı evreni, tüm galak-
sileri, kara delikleri, kara deliklerden sonra açı-
lan evrenleriyle bütün onları düşünün. Yalnızca
ef’al âlemini bile, yok olacak bir şeyi bile aklımız
almıyor. İşte onu Yaratanın Rasûlü. Efendimizin
imzası bu! Akıl alır mı? Rasûlullah imzasını ak-
lımız almıyor, kişiliğiyle ilgili nasıl konuşabiliriz?
İmzasını bile kavrayamazken “O da sizin gibi bir
beşer” deyip geçiyorlar. Çok yanlış, Allah muha-
faza etsin. Anlayamamaktan, kavrayamamaktan
kaynaklanıyor. Hâlbuki, buradaki uyarı bizim
şehâdetimizle ilgili. Bizim için cennete bir delil
oluştursun diye. Çünkü hemen arkamızda hristi-
yanlık var. Onlar Hz. İsa aleyhisselam’ı beşerden
çıkardı, ilâh ilan etti. O bakışı, o inanışı, o yanlışı
reddetmemiz için. Bir de o hataya düşmememiz
için uyarılıyoruz. Çünkü bin dört yüz otuz küsur
yıl geçti, birisi çıkıp o hataya düşebilir. “Sizin mis-
liniz beşerim” onların hepsini bağlıyor. O, Efen-
88
YILMAZ DÜNDAR
89
“Bi külli şey’in aliyma” Türkçeye tam çev-
rilemeyeceği için öyle yazdık, parantez içe-
risinde açılıp anlatılabilir. Ama ne kadar
mânâlandırırsanız dûniHİ olur. Bu iki âyetten
öğreniyoruz ki, Efendimiz (SAV) Rasûlullah’tır,
peygamber değil. Çok dikkat edin, Efendimiz
(SAV) e peygamber diyenler Efendimiz (SAV) i
kavrayamazlar, o yüzden çeşitli yanlışlar üretir-
ler. Kur’ân onun için Rasûlullah diyor. Bitti! O
Rasûlullah’tır, Nebîullah’tır. Rasûlullah kelimesi
her iki mânâyı da kapsar. Hz. Muhammed (SAV)
Rasûlullah’tır. Buna şehâdet ediyoruz. Peygam-
ber derseniz ne olur? Normal hayattan örnek ve-
reyim, yine mânâyı alıp örneği atalım, şirk olma-
sın. Bir konuda şahitlik yapıyorsunuz. Diyelim ki,
şişeye baktınız ve “Şişede su var” dediniz. Ama
etrafta dolaşırken “Susuz şişe, susuz şişe” diye
dolaşıyorsunuz. Şehâdetinize uyar mı? Onu ka-
meraya alsak, sonra da hâkim önüne getirsek, siz
tam “Susuz şişe” derken, sizin “Şişede su var” gö-
rüntünüzü göstersek, izletsek hâkim size ne der?
Demek istiyorum ki, Kelime-i Şehâdet’te “Eşhe-
dü enne Muhammeden AbduHû ve RasûluHû;
Kulu ve Rasûlü olduğuna şehâdet ederim” deyip
sonra da O’na peygamber derseniz, yalancı şahit
olursunuz. Şehâdette “Rasûlü” diyorsun, dışarı
çıkınca peygamber, olmaz. Görüntülerin gelin-
ce melekler “Şehâdette böyle dedi ama etrafta
peygamber diyordu” derler. Fark ettiniz mi teh-
likeyi? Kur’ân tanrı demiyor, Kur’ân peygamber
demiyor. Ama sen tanrı diyorsun, peygamber di-
yorsun. Kur’ân’ın diliyle şehâdet ediyorsun, öyle
90
YILMAZ DÜNDAR
91
maz mı?” diyorsunuz. De! Dosyana girer. Mah-
kemede açarlar dosyanı, “İnatla böyle diyordu”
derler. Niye Kur’ân’ı tercih etmiyorsun? “Diğeri
doğru olsa bile ben Kur’ân’ı tercih ediyorum”
deyip Rasûlullah demek neden zor geliyor? Efen-
dimiz (SAV) e Rasûlullah demeliyiz. Rasûlullah
ne kadar güzel elhamdülillah. Allah böyle demiş,
imzası da böyle. “Hz. Peygamber (SAV)” desek
olmaz mı diyenler oluyor, peygamber kelimesi-
nin yanına ne dua getirirsen getir olmaz, yanlış
olur. O Rasûlullah. Niye anlamıyorsunuz, bunu
Kur’ân söylüyor. “Şu zat peygamber diyor” diye
insanları önemsiyorsunuz. Bunu da Kur’ân söy-
lüyor. Siz Rasûlullah deyin ve onlara da duacı
olun, kızmayın. “Allahım, ben Rasûlullah diyo-
rum. Benim dediğim doğruysa, bütün yanlış ses-
lenenleri bağışla ve benim dediğim gibi sayıver”
diye dua edin, Rabbin onları da böyle saysın. Bir
kişi bile olsa, bir kişi doğru yapsın da onlar da
kurtulsun. Onların doğru yaptıklarıyla da biz
kurtulalım, kardeşlik budur. Yanlışı savunmak
olmaz, Rasûlullah daha doğru bir sesleniştir,
Rasûlullah’a alışmak lazım. Şehâdetteki sesle-
nişimiz bu; Muhammeden Rasûlullah, Kelime-i
Şehâdet’te bu şekilde hitap ediyoruz.
Günümüzde meâl yapma adına bu gibi uy-
durmalar devam ediyor. Meâl yazacağım de-
yip farklı bir şey yazmak için var olan cümleleri
değiştirip “Bu da benim meâlim” demek doğru
olmaz, Veya sadeleştiriyorum diye cümleleri de-
ğiştirmek olmaz. Sadeleştirirken var olan meâli
daha konuştuğumuz dile çevirdin, daha insan
92
YILMAZ DÜNDAR
93
sizde sabitleniyor, sabitleniyor, sonra öyle bir
idrak açılıyor ki; Allah Ehad’dır, Allah Samed’dir
diyorsun, şahitliğin başlıyor. Artık onu sana bi-
rinin anlatması gerekmiyor, sen tespit ediyor-
sun. Ama bu yola çıkarken başlama noktan bu:
“Kul Huvallahu Ehad, Allahus Samed.” Duyarak
başlıyorsun. Sonra öğrenme başlıyor, o zaman
çizgin; “Lem yelid ve lem yûled”dir. Sonra da bir
tespitte bulunuyorsun; “Ve lem yekün lehû kü-
füven Ehad.” “Huvallahu Ehad, Allahus Samed”i
duydun, “Lem yelid ve lem yûled”le işe başladın.
Büyük, çok büyük bir avantajla başladın. Bu na-
sıl bir avantaj biliyor musunuz? İki kardeş koşu
yarışı yapacaklar ama birisi çok küçük. Büyük
küçüğe diyor ki, sana avantaj verdim, sen elli
metre ilerden başla. “Lem yelid ve lem yuled”
demekle işe avantajlı başlıyorsun, fersah fersah
ileriden başlıyorsun haberin yok, çocuk olduğun
için. O da elli metre ilerden başlıyor, çocuk diye
onu oraya koyuyorlar. Sen de “Lem yelid ve lem
yûled” demekle öyle bir yere düşüyorsun. “Hu-
vallahu Ehad, Allahus Samed”i duydun. “Lem
yelid ve lem yûled”le işe başladın. “Ve lem yekün
lehû küfüven Ehad”ı tespit ettin: Allah Ehad’mış,
başka bir anlam zaten yokmuş. Bunu tespit et-
tin, bu işe şahit oldun. Şimdi şehâdetin bu: “Eş-
hedü en lâ ilâhe illallâhul Ehadüs Samedülleziy
lem yelid ve lem yuled ve lem yekün lehu küfü-
ven ehad.” Hepsini kapsayan bir şehâdet.
Bu noktada oluşan mânâlarla, şehâdetimizi
bir kere daha en inanan, en kabul eden halimizle
tekrarlayalım lütfen. Sanki biraz sonra öleceksi-
94
YILMAZ DÜNDAR
95
yapmakta fayda var, inşâAllah. Bu beyanın bilin-
cine varmak bir süreç istiyor. Fiillerin bu beyana
uygun hale gelmesi, o da bir süreç. Geri dönüş-
süz bir şekilde kişiyi mutlu eden hayat tarzı, kul-
luğun böyle olması o da bir süreç. Bu süreçlere
verilen genel isim seyr-i sülûk’tur, nefs seyridir.
Bu anlattıklarımız ilk istasyon. Tren buradan
kalkar. Bu süreçte önemli bir şey var; sığınış ve
tövbe. Bu süreçleri sağlıklı götürebilmek, bütün
bunlarla birlikte, tövbeyi ve sığınışı gerektirir.
Efendimiz (SAV) bize bir duâ öğretiyor:
Allâhümme inniy eûzü bike en üşrike bike şey’en
ve ene a’lem ve estağfiruke limâ lâ a’lem. İnne-
ke entel allâmul ğuyûb. Allahım, bir şeyi bilerek
sana ortak koşmaktan sana sığınırım, bilmeye-
rek yaptıklarım için de istiğfar ederim. Şüphesiz
ki gaybı bilen sensin.” (Hadis)
“Ben ortak koşmuyorum” diyen bu duayı
yapmaz. Diyelim ki zordasın, bir senedin var, Al-
lah muhafaza etsin, yüksek meblağda ödemen
var ama elinde avucunda yok. O çok ihtiyacı var
halinde nasıl yürekten duâ edersin, “Ya Rabbi,
şunu bana bir yerden veriver” diye. İnşâAllah
Rabbim kabul eder, verir, ödersin. Ama nasıl bir
duâ edersin? Çünkü ihtiyacın gözünün önün-
de. Kişi bu dua ile ilgili bir ihtiyaç belirtmiyorsa,
“Benim öyle bir şirkim yok” diyorsa en azından
duâdaki yanıklık düşer, fark etmediği için bu
duâdan yararlanamaz. Hâlbuki, bilerek veya bil-
meyerek kendini ortak koşmaktasın. Efendimiz
(SAV) onu öğretiyor. Anlattıklarımız hadise uyu-
yor değil mi? Elhamdülillâhi Rabbil âlemiyn.
96
YILMAZ DÜNDAR
97
zanı talep ederim. Senden geleceklerden korka-
rım ve SENDEN SANA sığınırım. DûniHİ sığınak
ve himaye edici iddialarını reddederim. İnzal et-
tiğin Kitab’a ve gönderdiğin Rasûl’e îman ettim.”
Şu çok önemli bir husustur. Duâlarda, hadis
ve âyet meâllerinde mutlaka burnumuza bu-
ram buram “Lâ ilâhe illallah kokusu” gelmelidir.
Ancak o zaman o duâ Muhammedî olur. Aksi
halde yanlış inananlar da onu kendilerine hitap
ediyor zanneder. Muhammedî olan kişi, duâdan
Lâ ilâhe illallah kokusu geliyorsa kabul eder, de-
ğilse reddeder. Bunu herkes fark edemez, kabul
de edemez, Muhammedî olan kabul eder. Kim
kabul ederse o da Muhammedî’dir. Ama Lâ ilâhe
illallah kokusu gelmiyorsa, oradan o mânâ çık-
mıyorsa o Muhammedî bir duâ olmaz.
Bu süreçteki önemli bir sığınış da Seyyidül
İstiğfar’dır. Öyle kıymetli bir tövbe ki, tövbe-
lerin efendisi, üstünü, beyefendisi, üstte du-
ranı: “Allâhümme ente Rabbî, lâ ilâhe illa ente
halaktenî ve ene abdüke ve ene alâ ahdike ve
va’dike mesteta’tü, eûzü bike min şerri mâ sana’tü
ebûü leke bi nı’metike aleyye ve ebûü bi zenbî,
fağfirlî zünûbî feinnehû la yağfiruz zünûbe illa
ente, birahmetike yâ Erhamer râhımîn.” (Hadis)
“Allâhümme ente Rabbî” çok güzeldir, canı-
nız sıkıldıkça bunu ilân edin: Allâhümme ente
Rabbî; Allahım Rabbim sensin, Allâhümme ente
Rabbî; Allahım Rabbim sensin. Allâhümme ente
Rabbî, lâ ilâhe illa ente halaktenî ve ene abdü-
ke: Müstakilen VAR ve Muhtar olan, bizleri de
98
YILMAZ DÜNDAR
99
Onu anlayabilelim diye Rabbimiz bize Oruç’la
bir antrenman yaptırır. Bunu Üç Aylar’la ilgili ya-
rarlanabilelim diye de paylaşıyorum. Rabbimiz
bir kudsi hadiste; “Kullarıma olan merhameti-
min işareti şudur ki onlara İhlâs Sûresi’ni ve Ra-
mazan ayını verdim” buyuruyor. Onlara o kadar
merhametliyim ki İhlâs Sûre’sini verdim, fersah
fersah ileriden başlasınlar. Çünkü halleri, güçleri,
ömürleri, hayatları, uygun değil. Onları ileriden
başlatıyorum. Kurtulsunlar diye, dünyadayken
temizlensinler diye de Ramazan Ayı’nı verdim.
Oruca bir de söz verme, sözünü tutma olarak
bakalım. Biz oruç tutarken sahurda söz veririz;
Allahım, akşam ezanına kadar yemeyeceğim,
içmeyeceğim, şunları yapmayacağım. Akşama
kadar sözümüzü tutarız. Allah’a söz verme ve
sözünü tutma antrenmanını gördünüz mü?
“Allah’ın sizin aç kalmanıza ihtiyacı yoktur”
hadisi gereği, oruçluyken bir yandan Allah’a ver-
diğimiz ahde/söze uygun yaşamaya çalışırken,
“Oruçlu olacağım” diye verdiğimiz sözü tutma
antrenmanı da yaparız. Böylece, “Allahım ben
verdiği sözü tutanlardanım. Bunu yaparken ha-
talarımız olursa bağışla. Sana verdiğim sözü hiç
değilse sabahtan akşama kadar tutuyorum, ka-
bul buyur” diyoruz.
Rabbimiz bize müthiş bir antrenman yaptı-
rıyor, verdiğimiz sözü tutmayı öğrenelim diye.
Allah’a verilen sözün önemini anlayalım diye.
Orucun bir de bu yanı var.
100
5.
CENNET İÇİN “İYİ BİR İNSAN” MI?
“İYİ BİR KUL” MU?
101
o felsefeyi, o inanışı seçeyim. Çeşitli Hristiyanlık
faaliyetlerindeki iş budur. Müslümanken Hris-
tiyanlığı seçenlere, gençlere neden Hristiyanlığı
seçtikleri sorulduğunda, hatta neden misyo-
nerlik yapıyorsun denildiğinde, anlattıkları bu:
Burada daha iyi insan olabiliriz. İslâmiyet “iyi
insan” fikri üzerine oturtularak anlatıldığı için,
öyle öğütlendirildiği için kişiler de onun yarışına
giriyor, kendilerine göre bir iyi insan tanımı ve
ameli çıkarıyorlar. Oysa hiç bir Kur’ân âyetinde
ve hadiste “iyi insan” diye bir tarif yok, daima
“iyi kul” vardır. Ancak, kişilere İslâmiyet böyle
anlatıldığı için, iyi birisine bakarak “Bu cennet-
lik” bile diyebiliyor. Veya bir başkası, “Yalnızca
namazım eksik, ben senden daha iyi insanım”
diyebiliyor. Değil. Cennetin Sahibi diyor ki: Cen-
nete girmenin kuralı, Kur’ân’ın tarif ettiği iyi kul
olmaktır, iyi insan olmak değil. İyi insan olmak
yanlış mı? Hâyır. Bir kişi Kur’ân’ın anlattığı iyi kul
olduğunda neler oluyorsa, onlardan birisi de za-
ten kendiliğinden iyi insan olmaktır. Ancak iyi
kul ile iyi insan farklıdır. İyi insan olmaya çalışan,
“ben iyi insan olacağım” diye kendisi karar verir.
İyi bir kul olmaya çalışan bunu iyi insan olmak
için yapmaz, onun gayreti iyi kul olmak içindir.
Ama onu izleyenler, ona “Ne iyi insan” derler. İyi
insanın takdirini insanlar verir, iyi insan olmaya
çalışan insanlardan takdir bekler. İyi kul olmaya
çalışan Allah’tan cennet ister. İkisi farklıdır. İn-
sanlardan takdir bekleyerek cennet olmaz. İyi
bir kul olmak insanın Allah ile olan ilişkilerinin
sonucudur. İyi bir insan olmak ise insanın özel-
102
YILMAZ DÜNDAR
103
nında çok az bir şeydir. Dolayısıyla, “Kur’ân her
şeyi kapsar, O’nda her şey var” iddiası doğru ol-
maz. O’nda bize lazım olan var, bütün insanlar
için bile değil. Kur’ân’da yalnızca muhatabına
lazım olan bilgi var. Allah’ın ilmini, Kur’ân’la sı-
nırlamak yanlış olur.
“İyyâKE na’budu VE iyyâKE nesta’iyn; yalnız-
ca sana kulluk eder, yalnızca senden yardım di-
leriz.” Bu söylemdeki çoğulu anlamaya çalıştık,
“BİZ” ne maksatla kullanılmış, neler anlamalı-
yız? “Yalnızca sana kulluk ederiz ya Rabbi” de-
diğimiz için, bizi Allah’a kulluk etmeye çağıran,
bunu öğütleyen âyetleri gördük. Allah’a kul ol-
mak ve Allah’a kulluk yapmak ne demektir, farkı
nedir anlamaya çalıştık. Sonra iki şehâdet ve iki
tane karşılık gördük. Hayat tarzının aslında bir
şehâdet olduğunu, yaşadığımız hayatın bir şahit
olduğunu paylaştık. Hayatımız bir şâhit, bizim
için özellikle ahirette şâhitlik ediyor. Aslında o
şehâdet dünyada da çeşitli şekillerde kendini
gösterir, ancak ahirette özellikle o şehâdete göre
bir hüküm oluşacaktır. İki ana şehâdet var. Birisi
Allah’a kulluk etmeyi tercih etmeyenlerin hayat
tarzlarının şehâdeti. Bir diğeri, Allah’a kulluk
yapmayı tercih edenlerin hayat tarzlarının Allah
için oluşturduğu şehâdet. O şehâdeti söyledik,
çünkü önce onu beyan etmek lazım. Sonra o
beyana uygun yaşamak lazım. Esas önemli olan
o beyana uygun yaşamaktır. Fakat bu, beyanın
önemli olmadığı anlamına gelmez. Beyan daha
önemlidir ama değerlendirme hayat tarzına gö-
redir. Unutulmaması gerekir ki hayat tarzından
104
YILMAZ DÜNDAR
105
mı? Acaba ikisi aynı şey midir? Çünkü aynı şey
zannedilmesi çeşitli sonuçlara sebep oluyor. Me-
sela, iyi bir insan cennete gider sanılıyor. Önce
bu ikisini basitçe tarif edelim: İyi bir kul ve iyi bir
insan ne demektir? Kulun iyisi kötüsü olur mu?
İnsan tüm duygu, düşünce, arzu, istek ve
davranışlarında Allah merkezli düşündüğü için,
onun Allah ile olan ilişkilerinin bir sonucu ola-
rak ona biz ya “iyi kul” veya “iyi olmayan kul” de-
riz, Allah’a kulluk görevini iyi yapan veya başara-
mayan diye ikiye ayırabiliriz. Ancak kişinin iyi bir
kul olup olmadığı değerlendirmesini insan yap-
maz, Allah yapar. Kul iyi midir değil midir, bunu
Allah değerlendirir. Çünkü hoşnut olacak yer
de, değerlendirecek makam da orasıdır. Bu yüz-
den, kulla ilgili değerlendirmenin makamı Allah
İndi’dir; İndallah’tır. İyi insan bu çerçevede nasıl
tanımlanır? İyi insan tarifi insanlar arası ilişkile-
re dayanır. İyi bir insan olmak, insanın öncelikle
yaşadığı insanlar arasındaki, sonra onu ilgilen-
diren insanlarla olan ilişkilerinin bir sonucudur.
Burada değerlendirmeyi insanlar yapar. İyi insan,
insanların değerlendirmesi sonucu ortaya çıkan
bir tanımdır. İyi bir kul ise insanın Allah ile olan
ilişkilerinin bir sonucudur. İyi kul Allah’ın razı
olmasına bağlıdır. Dolayısıyla bu tanımlara göre
iyi insan ve iyi kul, hiç birbiriyle ilgili değildir. Ta-
nımları farklı, amaçları farklı, değerlendirenleri
farklıdır. Kul noktasında değerlendirmeyi Allah
yaptığı için, kulunun hangi davranışlarından
razı olacağının kurallarını Allah koyar. İyi insanla
ilgili kuralları insanlar oluşturur, insanın davra-
106
YILMAZ DÜNDAR
107
Çünkü insanlar aferin kelimesini daha çok se-
viyor. Gözüyle gördüğü için, takdiri çabuk ola-
cağı için! Diğerinin karşılığı ahirette, çok uzakta.
Zaten ahiret var mı yok mu o da ayrı mesele.
Burada birisi ona aferin diyecek, teşekkür ede-
cek, takdir edecek. İnsan bunu seviyor, sevdiği
için de iyi insan anlatımını seviyor. O anlatımın
sevilmesinin bir diğer sebebi de, dikkat edin,
kendinin değil de çevresindekilerin iyi insan ol-
masını istemesidir. Neden? Rahat yaşamak için.
Bu yüzden, iyi insan değil diye hep başkalarını
kınar, “İyi insan değilim” cümlesini az söyler. Hep
birileri iyi insan değildir. İster ki onlar iyi insan ol-
sun, kendisi dilediği gibi olsun. İyi insan kuralla-
rını rahat etmek, rahat davranmak için ister, ona
kimse karışmasın diye sever. Kişinin cümlelerin-
den, yaptığı yorumlardan bunu anlarsınız. İyi
insan anlatanların çok azı “Öyle olmam lazım”
der. Büyük çoğunluğu “Şöyle olmanız lazım”
diye başkalarına yol gösterir, kendine değil. Ken-
dince iyi insan olmayan amcasının, dayısının,
kardeşinin bu kurallara uymadığını düşünür,
hep başkasının iyi insan olmasını ister. Ama iyi
kul olmak, böyle değildir. Kulluk doğrudan sizi
hedef alır. Bu kadar farklıdır. O yüzden hiç bir
âyette, hiç bir hadiste iyi insan olmak öğütlen-
mez, İslam’da böyle bir öğüt yoktur. Hep iyi kul
olmak, Allah’ın razı olduğu kul olmak öğütlenir.
“İyyâKE na’budu” bu yüzden çok önemlidir.
“(De ki; bu kitab), Allah’tan başkası (müs-
takilen var sanıp ona) kulluk etmeyesiniz diye
indirildi. Şüphesiz ki ben, O’nun tarafından size
108
YILMAZ DÜNDAR
109
da “Allah’tan başka bir şey varmış gibi” cümle
kurulmaz. Bu yüzden âyete şöyle meâl verdik:
Allah’tan başkası müstakilen var sanıp ona kul-
luk etmeyesiniz diye bu kitap indirildi.
Kulluk dediğimiz zaman akla hemen hayat
tarzı gelmelidir. Kulluk bir hayat tarzıdır. Siz baş-
ka kulluk seçerseniz, başka hayat tarzı seçerse-
niz, hayat tarzınızı seçerken Allah’tan başka bir
merci var sanarsanız yanılırsınız. Başka merci
YOK, dönüşünüz Allah’adır. Hud-2’den dersimizi
aldık: Siz başka merci olmadığını öğrenip Allah’a
kulluk edesiniz diye bu kitap indirildi. Demek ki
iyi insan olalım diye değil. Allah’a kulluk edelim,
Allah’ın rızasını kazanmaya yönelik davranarak
iyi kul pozisyonunda olalım diye Kur’ân indi-
rildi. Âyet bizi bunun için uyarıyor. Peki, bunu
nasıl yakalayacağız? Kur’ân’ı ders yaparak. Eğer
Kur’ân’ı ders yaparsak bunun böyle olduğunu
görürüz. Kur’ân’ı ders yapmak çok önemlidir.
Kur’ân’ı öncelikle bir hikaye, bir rahatlama ara-
cı gibi düşünüp, öyle yaparak Kur’ân’la ilişkimizi
yerine getirdik zannedersek onu ders yapama-
yız, ondan sonuç çıkaramayız. Kur’ân’dan bu
sonuçları çıkarmak için farklı tahsiller gerekmi-
yor. Başlarken yaptığımız şehâdeti samimiyet-
le yapan herkes, Kur’ân’ı okuyunca adım adım
anlamaya başlar. Şaşarsınız. Siz bu şehâdeti yap-
tıktan sonra sade bir ev hanımı olarak âyetleri
okur, anlarsınız. Ama bu şehâdeti yapmayan bir
ilahiyat profesörünü dinleseniz, “Hiç anlama-
mış” dersiniz. Önemli olan bu şehâdeti yapmak-
110
YILMAZ DÜNDAR
111
“Onu da yapıyorum, bunu da” diyerek iki hayat
tarzını dengelemeye çalışıyor. Kesinlikle olmaz!
Dengeleyenler bilsinler ki, bütün yaptıkları esfe-
le sâfiliyn defterine yazılır. Rabbimiz buyuruyor:
“Bana verdiğiniz de oraya gider, oradan bana bir
şey gelmez, oradan almam, oraya yaptıklarınız-
dan almam.” Kural budur; Allah rızası saftır, bö-
lüşülmez, paylaşılmaz, paylaştıramazsınız. Hayat
tarzı da öyledir. Bu yüzden, çok titizlenmek, çok
korkmak lazım. “Hem öyle yaparım, hem böyle”
derseniz bütün yaptıklarınız yanlış yere yazılır.
Zümer Sûresi 35. âyette meâlen diyor ki;
“Ben, o zor günde, dosyanız delillerle bana gel-
diğinde hüküm vereceğim zaman sizin kötülük-
lerinizi sileceğim. Dosyanıza bakıp, en güzel ne
yapmışsanız size onunla muamele edeceğim,
bir de fazlasını vereceğim.” Bu müjde yalnız-
ca Âmentü Billâhi ve Rasûlihi diyenler içindir.
Biz bu konuda da yanılıyoruz, âyet ve hadisleri
herkese uyguluyoruz. Olmaz. Kur’ân ve Sünnet
yalnızca Âmentü Billâhi ve Rasûlihi diyenleri
muhatap alır, onlarla konuşur, onlara öğüt ve-
rir, onları müjdeler. Özellikle Âmentü Billâhi ve
Rasûlihi, anlattığımız şekilde tam olmak kay-
dıyla bu muamele çalışır. Dedik ki: Kulluk yap-
mak hayat tarzıdır ve Kur’ân insanları hayat
tarzıyla ilgili iki ana gruba ayırmıştır; Âmentü
Billâhi ve Rasûlihi diyerek hayat tarzı oluşturan-
lar ve diğerleri. Âmentü Billâhi ve Rasûlihi de-
mek, “Âmentü Billâhi îmanına göre” demektir.
Âmentü Billâhi’yi bize öğreten Efendimiz (SAV)
dir, O’ndan ayrı Âmentü Billâhi olmaz, Muham-
112
YILMAZ DÜNDAR
113
cümlelermiş gibi zannedilebilir. Hiç öyle değiller,
tamamen aynı şeyi anlatan, aynı mânâda cüm-
lelerdir. Öyleyse geldiğimiz noktada diyoruz ki,
Kur’ân’ın en önemli iniş sebeplerinden birisi, di-
leyene Allah’a nasıl kulluk yapacağını öğretmek-
tir.
Kur’ân’ın iniş sebeplerinden birisi budur, sı-
ralarsak belki de baştaki budur; Allah’ın razı
olduğu hayat tarzını öğretmek. Ama dileye-
ne, dileyen insana. “Dileyen” kesret dilinde çok
önemlidir. Onun tarifine bir iki cümle ile açıklık
getirelim. Âyetlerdeki “Dileyen” kelimesini anla-
yan dünya ve âhirette kurtulur. “İyyâKE na’budu
VE iyyâKE nesta’iyn” kapsamındaki bu paylaşım-
ları “dileyen”i anlayabilmemize yardımcı olacak
konularla tamamlayacağız. İster kaderi anlama-
yarak, ister tasavvuf adı altında, ister başka bir
felsefe adı altında, “dileyen” kelimesini göreme-
yen sapar, “dileyen”i anlayan kurtulur. Onu gö-
remeyen sapar, o kelimenin cazibesine kapılan
da sapar.
Yaptığımız şehâdetle birlikte Kur’ân’ı ders
yaparsak bu sonuçları çıkarabiliriz. Kur’ân’ı ders
yapmak, Allah’a kulluk yapmanın önemli bir ba-
samağıdır. Allah’a kulluk yapanın işlerinden birisi
odur, aslında işi odur. Zaten, daha önce İslam’la
ilgili eline kağıt kalem almamış kişi İslâm’ı biraz
anlamaya, tanımaya başlayınca eline kağıt alır,
kalem alır, defter alır, kitap alır, bu kendiliğin-
den olur, kendisini bunların içinde bulur. Ama
şeytan boş durmaz, “Sen misin kendini bunların
içinde bulan” der ve uğraşmaya başlar. Ona pa-
114
YILMAZ DÜNDAR
115
deniyle incitilmiyorsun. Anla, fark et. Hassaten
Muhammedî olanların büyük bir özelliği vardır;
Âmentü Billâhi demeleri. Bu özelliklerimizi Mi-
rac Gecesi bize hediye edilen “Âmener Rasûlü”
âyetlerinden öğreniyoruz.
Muhammedî olarak bir özelliğimiz de Allah’ın
Rasûl ve Nebîlerini ayırmayan bir bakışımızın
olmasıdır: Âyet, “Onlar Allah’ın Rasûllerini ayır-
mazlar” diyor. “Ayırmazlar” ifadesinin yanlış an-
laşılmaması lazım. Ayırmamak bütün Rasûl ve
Nebîleri aynı seviyede tutmak değildir. Ayırma-
mak onların tebliğlerini, yani önerilen îmanı ka-
bul ve tasdik etmektir. Onlar hepsinin Allah’tan
geldiğini, Allah’ın Rasûlü ve Nebîsi olduğunu ka-
bul ederler, hürmetlerini ona göre yaparlar. Ayır-
mamak seviye bakımından değildir. Âyetlerden
öğreniyoruz ki, Rasûller çeşitli özelliklerle farklı
kılınmıştır. Özellikle Efendimiz (SAV) in merte-
besi, seviyesi farklıdır. Âmener Rasûlü âyetinin
“Ayırmazlar” demesi, hepsinin “Allah’ın Rasûlü”
oluşunu ayırt etmeksizin kabul ederler demek-
tir. Neden? Çünkü hemen peşimizde olan hris-
tiyan âlemi yalnızca kendilerine gelen rasûlü
kabul etmişler. Oysa Kur’ân’dan öğreniyoruz ki,
o rasûl; “Ben, benden öncekini tasdik etmek,
benden sonrakini müjdelemek için geliyorum”
dediği halde ayırmışlar, kabul etmemişler. Ya-
hudi âlemi de bu hatayı yapmış. Hristiyan âlemi
yalnız bu hatayla kalmamış, onu müstakilen var
ve muhtar da ilan etmiş, ona ilahlık da vermiş-
tir. Müslümanlar işte bu yanlışları yapmazlar.
Bu yanlışı yapmıyorsak onlara yapılan uyarılar,
116
YILMAZ DÜNDAR
117
dura okuyasın diye (âyet, âyet; sure, sure) ayırdık
ve onu peyderpey indirdik.” (İsrâ-106)
Kur’ân’ın kısım kısım inme sebeplerinden
birisi budur; acele etmeden öğrensinler diye.
Âyetteki bu “acele” kelimesinin özelliğini detaylı
göreceğiz. Acele etmeden öğrenmek, sindirerek
bilgileri hazmederek öğrenmektir. Sindirmek,
hazmetmek nedir? O bilgiyle hallenmektir, o bil-
giyle hayat dengesini bozmamaktır. Hayat den-
genizin bozulmamasını sağlayan en önemli şey
başlangıçta İnşirah Sûresi’dir. “Elem neşrah leke
sadrak” âyetleriyle Rabbim bu konuda bize ge-
nişlik verir, sindirim kolaylaşır.
İsrâ-106’dan öğreniyoruz ki amaç anlamaktır.
Anlamamız için, Rabbimiz bize O’nu kısım kısım
gönderdi. Anlamamız için, O’nun hayat bulması
için. O dönemde hayat içerisinde çeşitli sebepler
oluştu ve peşine âyetler geldi, daha kolay anla-
şılsın ve uygulansın diye. Böylece onlar yaşarken
ders yaptılar. Kur’ân’ın dersini bir oyun gibi dü-
şünürsek, onlar o dersi hayatlarıyla oynadılar,
yaşarken ders yaptılar. Bir sahabe bir rol oynadı,
onun üzerine bir âyet geldi. Hz. Ömer radıyalla-
hu anh bir cümle söyledi, onun üzerine bir âyet
geldi. Hz. Ebubekir efendimiz radıyallahu anh
sıddık bir davranışta bulundu, bir âyet geldi. Ve
onlar hayatlarıyla Kur’ân dersini oynadılar.
“(Rasûlüm), Onu (vahyi) acele (çarçabuk) al-
mak için dilini kımıldatma.” (Kıyâmet-16)
Bu âyet konumuz için de Kur’ân dersi için
de önemli, o nedenle biraz inceleyeceğiz. Bir de
118
YILMAZ DÜNDAR
119
edilirken maalesef yanlışlar yapılmıştır. O uyarı
Efendimiz (SAV) in beşeri bir davranışına bağ-
lanmıştır, güya Efendimiz (SAV) o beşeri davra-
nışı nedeniyle uyarılmıştır. Rabbim “Öyle değil”
diyor ve aslını bildiriyor. Ama ondan önce gün-
lük hayatta kullandığımız “acele”yi fark edelim,
o nedir? Âyetteki acele, gün içinde kullandığımız
acele mânâsında değildir. Onu şuradan anlama-
ya çalışalım. Biz acelenin bir türemişi olan “âcil”i
kullanırız, hastanelerin acili vardır. Âcil’e acele
demeyiz. Orada doktor acele etse faydalı olmaz,
çabuk olursa faydalı olur, gevşek davranmaz
da çabuk olursa işe yarar. Ama günlük hayatta
“acele” ve “çabuk” kelimelerini birbirinin yerine
kullanırız. Şimdi farkını anlamaya çalışıyoruz.
Doğru mânâyı anlayalım, sonra onları birbirinin
yerine kullansak da olur, fark etmez. Ama önce
doğrusunu bir anlayalım.
“Hâyır, bilakis siz aceleyi seversiniz.”
(Kıyâmet-20)
Bu âyet kesret diliyle insana sesleniyor; bi-
lakis siz aceleyi seversiniz. Buradaki acele “he-
men” mânâsınadır, siz bir şeyi hemen yapmayı
seversiniz, sabırsızsınız. Aceleyi seversiniz, öy-
leyse işlerinizi acele yapın denmilmiyor, bize
acele önerilmiyor. Siz aceleyi sevdiğiniz için he-
men olmasını istemeniz nedeniyle gerekli ge-
reksiz, bilinçli bilinçsiz davranır acele edersiniz.
Siz peşin şeyi yani dünyayı seversiniz. Acelenin
bir mânâsı dünyadır. Âhiretle kıyaslandığında,
dünya âhirete göre peşindir, aceledir. Aceleyi
sevmekle ilgili paylaştığımız diğer mânâlar da
120
YILMAZ DÜNDAR
121
Kesret ve tevhid dilleri için ne kadar güzel ör-
nek, elhamdülillah. Dedik ki, “dileyen”i anlayan
kazanır. Onu görmeyen kaybeder, cazibesine
kapılan da kaybeder. “İnsan aceleci yaratılmış-
tır” âyetinden bir amel çıkar mı? Ancak şöyle bir
söz çıkar: “Aceleci yaratılmışız, ben ne yapayım?”
dersin. Şunun gibi: Çocuğunuza yüz lira verdiniz,
bir şeyler alsın gelsin istediniz. Getirdiği size az
göründü, “Niye fazla almadın yavrum?” dediniz.
O da “Yüz liraya bu kadar alınıyor” dedi. Onun
gibi olur. Bu yüzden normal hayattaki yaşantı
ve konuşmalarla Allah değerlendirilmez, onlarla
Allah’a yönelinmez.
Enbiya-37 tevhid dilidir. Kıyâmet-20 ve 21
ise kesret diliyledir; Hâyır, bilakis siz aceleyi se-
ver, ahireti bırakırsınız.” Bu âyetten amel çıkıyor.
Diyorsunuz ki, dünyaya yanlış bağlanmamamız,
ahireti unutmadan dünyayı değerlendirmemiz
gerekiyor. Esas hayat ahirettedir dersini çıkarı-
yorsunuz. Ama Enbiya-37; “İnsan aceleci yaratıl-
mıştır” dediğinde bir amel çıkmıyor. İşte tevhid
dili. Kur’ân’da bu dillerin ikisi de var, bazen yan
yanalar, İnsan-29, 30 veya Nisa-78, 79 gibi. Me-
sele ikisini tek mânâ yapmaktır. “Dileyen”i anla-
yan kazanır derken de en önemli kural budur:
Hem sen tercih sahibisin, hem senin her şeyinin
hükmünü Allah vermiştir, ikisini beraber anlaya-
caksın, ikisini beraber uygulayacaksın. İkisini tek
cümle yapacaksın, ayrı ayrı cümleler değil. Tek
cümle yaparsanız tezat olmaz. Kur’ân’da bizim
anlayabilmemiz için kesret ve tevhid cümlesi
ayrı ayrı var. Bu nüansı anlayamayanlar orala-
122
YILMAZ DÜNDAR
123
demişti. Âyeti yorumlayanlar, Efendimiz (SAV)’i
anlatıldığı gibi davrandığı için uyarıldı sanıyor-
lar. Değil, haşa, hiç değil. Biz Efendimiz (SAV)’i
örnek alırız, değil mi? Kur’ân bize “Sizin hayat
tarzınız için modeliniz Rasûlullah’tır, en güzel
örnek (üsve-i hasene) O’dur” buyuruyor. Kur’ân
bize böyle söylüyor, biz O’nu örnek alırız. Do-
layısıyla, O’nun her davranışı, her sözü, her du-
yup da tasdik ettiği, her duyup da reddettiği, ne
varsa hepsi O’nun Sünneti kapsamına girmiştir.
Eğer Efendimiz (SAV) in bu çabuk yapmasını biz
Kıyâmet-20, 21 ve Enbiyâ-37’de belirtilenler çer-
çevesindeki yapımızla görüp “Demek böyle ya-
pılıyor” dersek, acele etmek yapımıza çok uygun
olduğu için Kur’ân’da acele ederiz. Sünnet diye!
Efendimiz (SAV) işin aslını bilen olduğu için,
doğruyu çabuk/hızlı yapan olduğu için, orada
bütün öncelik de vahiyle ilgili olduğu için doğ-
ruyu yapıyor. Fakat biz öyle değiliz, bu yüzden
uyarılıyoruz: “Îmanlılar senin bu hâlini görünce
seni anlayamazlar, senin şu an ne yaptığını an-
layamazlar. Çabuk yapma ki aceleyi almasınlar.
Onların yapıları aceleye uygun, aceleyi severler,
senin diğer davranışlarından önce, yapılarına
uygun olan bu aceleyi alırlar, “Acele sünnettir”
derler.” Fark ettiniz mi? Efendimiz bir hata yapı-
yor da uyarılıyor değil, biz O’nu izlerken hataya
düşeriz diye, biz onu sünnet zannederiz ve sün-
net diye olmadık yerlerde “acele” uygularız diye,
böylece dünyayı daha çok severiz diye uyarılıyo-
ruz. Bu hataya yahudiler düşmüştür, onlar kadar
dünyayı seven olmaz. Bu sebepten.
124
YILMAZ DÜNDAR
125
muydu? Kaplıyor ama sen bozuyorsun. İkrâmın
üstünü örttün, sofrada çok şey var ama üstünü
örttün. Gecenin son üçte birinde o örtü kalkar,
sen rahat edersin, Allah’a karşı zihin bulanıklığın
kalkar. Dünyaya karşı değil, Allah’a karşı zihin
bulanıklığı kalkar. Bu yüzden dünyacı o vakti
sevmez. Onlar o saatte uyur, müslüman o saatte
kalkar. Çevrenize bakın. Eğer imkanı iyi yerlerde
oturuyorsanız, o saatte kalkın dışarı bakın, bir
çok taksinin evlere birilerini taşıdığını görürsü-
nüz, uyumaya gidiyorlar, iyice uyuştular. Siz ise
kalktınız. Ters, onların her şeyi ters. Müzzemmil
Sûresi 2, 3 ve 4. âyetler, gecenin son üçte biri-
ni bize bir ip ucu olarak verir, ders yapan için.
Fırsatın oldukça oradan yararlan. Bazen çoğalt,
bazen azalt. “Gücün yettiği kadar” diyor. Sen de
gücün yettiği kadar ama yararlan. Hiç değilse
haftanın bir gününü, önemli bir gününü yakala
veya önemli gecelerde orayı değerlendir. Orada
oku, orada düşün, orada tefekkür et, orada sec-
dede tövbe et, ağla. Şehâdetini orada yap, daha
saf ve temiz yaparsın. Bu âyetler bize, “Orayı bir
şekilde değerlendir, atlama” demektedir.
“Andolsun, biz Kur’ân’ı zikir için kolaylaştır-
dık, öğüt alıp idrak eden yok mu?” (Kamer-22)
Kamer Sûresi 22, 32 ve 40. âyetler aynıdır.
Rabbimiz oralarda “Biz Kur’ân’ı zikir için kolay-
laştırdık, öğüt alıp idrak eden yok mu?” diye ses-
leniyor. “Bunu size kolaylaştırdık. Yok mu bun-
dan öğüt alan? İdrak eden, buna göre hayat tarzı
oluşturan yok mu, kolaylaştırdık.” Şöyle yaparsa-
nız kolay olur demiyor. Siz anlamazsınız diyerek
126
YILMAZ DÜNDAR
127
rullah Allah’ı hatırlamaktır. Ve resimsiz, hayalsiz
hatırlama olmaz. İsteyin istemeyin önce resim
oluşur, sonra cümle kurarsınız. Zihninizde cüm-
leniz ses hızıyladır, resminiz ışık hızıyladır. Bu-
radan ‘Allah’ın resmi’ anlaşılmasın, haşa! Öyle
demek istemiyorum. Söylemek istediğimiz şey
bir hayal, bir algı; Billâhi algı, Billâhi’nin hayali.
Zihnimizde zaten küfrün hayali var, dûnillah’ın
hayali var zaten. Biz zihnimizdeki küfrün haya-
liyle Allah’ı düşündüğümüz için başaramıyoruz.
Uymaz! Zihnimizde Billâhi hayal kurmayı, Billâhi
resim oluşturmayı öğrenmeliyiz. Aslında bâtınî
olarak zihinde dûniHİ resim yasaktır. Resimle il-
gili esas bâtınî yasak budur. Zâhirî olanı demiyo-
rum, dikkat edin, ‘”Zâhirîler sakıncalı değilmiş”
gibi bir yanlışa gitmeyin. Bâtınî olanı söylüyo-
rum; zihinde dûniHİ resim/hayal yasaktır. Resim
hayal demektir, zihinde Billâhi hayal olmalıdır.
İslam’da dûniHİ hayal, dûniHİ hayalin resmi
yasaktır. Buradan yola çıkarak bâtınî olandan
zâhirîye kadar gelebilirsiniz. Genellikle zâhirîden
bâtınîye gidilir ama şimdi siz bâtınîden zâhiriye
gelin. Zihninizdeki dûniHİ resmi kuvvetlendiren
dışarıdaki/zâhirî her resim yasaktır. Çünkü size
Allah’ı unutturur. Bu ister bir tablo ister bir in-
san olsun, fark etmez, dûniHİ algının sembolü
olan herşey aynıdır. Örneğin, kişi esas manzara-
ya bakıp bir hayranlık göstermez ama bir man-
zara resmine bakıp ressamı över de över, över de
över. Sonra da bunu sanatla ilişkilendirir. İslâm
için öyle değil! İslâm sanat düşmanı değildir. Esas
sanatkar Allah’tır. Sanatla meşgul olanlar sünne-
128
YILMAZ DÜNDAR
129
nı Efendimize soruyorlar. Ve vahiy İhlâs Sûresi
olarak geldiğinde Efendimiz (SAV), yüzü pem-
beleşmiş, sesi sertleşmiş, bir tebliğ verir gibi;
“HuvAllâhu Ehad, Allâhus Samed” demiştir, on-
ların yanlışlarına karşı irkilmiştir.
“Andolsun ki; (biz) sizin benzerlerinizi hep
helak ettik. (Öğüt alıp) idrak eden yok mu?”
(Kamer-51)
“Zikredesiniz diye kolaylaştırdık.” Daima
Allah’ı düşünesiniz, daima doğru davranası-
nız diye kolaylaştırdık. Bunu yapmayanları Ka-
mer-51 uyarıyor: Sizin benzerlerinizi hep helak
ettik, öğüt alıp idrak eden yok mu? Kur’ân’ı ders
yapma hususunda Hz. Mûsa aleyhisselâm’ın
kavminin uyarıldığını gördük. Hristiyanlar aynı
şekilde uyarılıyor:
“Bir beşer için olacak şey değildir (yakışmaz).
Allah kendisine kitap, hüküm ve nübüvvet ver-
sin, sonra o kalkıp insanlara; ‘Allah’tan ayrıca
(Müstakilen var olan) bana da kullar olun’ (de-
sin). Fakat ‘okumakta ve ders yapmakta olduğu-
nuz kitap uyarınca Rab’be has kullar olun’ der.”
(Âl-u İmran; 79)
Ayette “Rab’be has kullar, Rabbânîler olun”
diye geçer, çok önemlidir. Lütfen meâllerden
bakın, orayı iyi ders yapmak lazım. Âyetteki
“Rabbânîler olun” ifadesi meâllerde biraz göz-
den kaçmıştır, şimdi bir iki cümleyle göreceğiz.
Hristiyanlar uyarılıyor: Okumakta ve ders yap-
makta olduğunuzu sandığınız kitaba göre, bi-
zim gönderdiğimiz rasûl ancak size “Rabbânîler
130
YILMAZ DÜNDAR
131
Kur’ân’ı ders yapmayanların da bir hayat
tarzı var. Ama Kur’ân’ın istediği gibi değil, yani
Allah’ın razı olduğu şekilde değil. “Bu soruları
Rabbimiz bize de sorabilir, hazırlanalım” demiş-
tik. Kalem Sûresi, Kur’ân’ı ders yapmamış olan-
lara, o farklı hayat tarzı oluşturmuşlara soruyor:
“Yoksa size ait bir kitap var da ondan mı ders
ediniyorsunuz?” (Kalem-37)
Allah’a kul olmayı tercih etmemiş de başka
hayat tarzında olana söylüyor, size ait bir kitap
var da ondan mı ders ediniyorsunuz? Hayat
tarzı, onu anlatan kitap ve ders yapmak yine
önemle karşımıza çıktı. Allah’a kul olabilmek
için Kur’ân’ı ders yapmak, ders yapmak için
Rab’bini/öğretmenini ve kitabını sevmek çok
önemli. Ve mü’minler için şöyle bir hitaba ula-
şıyoruz:
“Kitab, sadece bizden önceki iki taifeye (ya-
hudiler ve hristiyanlar üzerine) inzal edildi. Biz
ise onların okuyup ders yapmasından elbette
gafiller idik” demeyesiniz (diye bu kitabı inzal
ettik).” (En’âm-156)
Efendimiz (SAV) in zamanındaki inanan-
lara sesleniyor, şöyle bir bahane uydurmayın:
“Bizim dilimiz Arapça, biz diğer dilleri bilmiyo-
ruz. Yahudilerin de hristiyanların da kitapları
var, biz onları nasıl ders yapalım?” demeyesiniz
diye sizin dilinizde de size kitap indirdik, En’âm-
156’nın inzal olmasının bir sebebi de budur.
Ancak öğrendik ki, hiç bir sebeple âyetler öte-
lenmeyecek. “Onların dili Arapçaydı, diğer dille-
132
YILMAZ DÜNDAR
133
Bu da çok lazım ama bu kadarla sınırlı değil. Asıl
iş Kur’ân’daki mesajı öğrenmek ve öğretmek-
tir. Kur’ân’daki mesaj “Lâ ilâhe illallah” Kelime-i
Tevhidi’dir, onu öğrenmek ve öğretmek kişiyi
hayrlı mü’min yapar. En’âm-156 bize bunu öğ-
retiyor; Kur’ân’ı ders yapmak, ondan “Lâ ilahe
illallah” mesajını öğrenmektir, onu öğretmektir.
Hal böyleyken, şimdi müslümanlar için şu nazik
önerilere bakalım.
“Kur’ân’ı tedebbür etmiyorlar mı?” (Nisâ-82)
“Tedebbür etmiyorlar mı?” seslenişi bizim
için! Tedebbür etmek derinliğine düşünmektir,
ne demek istiyor diye gayret sarf etmektir. Te-
debbür etmekte bir gayret vardır, düşünme gay-
reti vardır, beyni zorlama gayreti vardır. Tedeb-
bür ferdîdir, beyni zorlama gayretidir. “Kur’ân’ı
tedebbür edin, Rab’bimiz bize ne demek istiyor
diye beyninizi zorlayın” buyuruyor.
“Kur’ân’ı tedebbür etmiyorlar mı? Yoksa
kalbleri üzerinde kilit mi var?” (Muhammed-24)
Muhafaza buyur Ya Rabbi. Eğer kişi beyni-
ni zorlamıyorsa, beynini zorlamak için bir arzu
duymuyorsa, ona o arzuyu duyurtmayan bir ki-
lit mi var kalbinde? Niçin zıddı şeylere arzu du-
yuyor da buna gayretsiz? Allah muhafaza etsin,
kişinin öyle bir rahatsızlığı vardır ki dünyanın
hiçbir şeyi için gayret sarf edemiyordur, o zaten
sorumlu olmaz. Ama dûniHİ herşey için beynini
sonuna kadar zorluyor da Kur’ân’a gelince te-
debbür etmiyorsa? Demek ki kalbinin üzerinde
Allah’a karşı bir kilit var! Allah muhafaza etsin.
134
YILMAZ DÜNDAR
135
hibi olsunlar, sonra bir araya gelip beyin fırtınası
yapsınlar, beyinlerinin güçlerini cem etsinler. En
önemli cemaat o beyin cemaatidir. Beden cema-
ati değil, beyin cemaati. Beyin cemaati kalbleri
birleştirir, orada kalbler cem olur. Ve ortaya çok
önemli, çok kuvvetli bir düşünce ve fikir potan-
siyeli çıkar. Âyet “Onun için oraya boş gelmeyin”
diyor. “Önce tedebbür edin, beyninizi zorlayın
bir fikir sahibi olun, sonra fikir sahibi olanlar
yan yana gelin tezekkür edin, Kur’ân’ı müzakere
edin” buyuruluyor.
“İyyâKE na’budu”yü hakkıyla yapabilmek
için, demek ki, Kur’ân’ı ders etmek gerekiyor. Bu
yüzden Kur’ân’ın ders yapılması ile ilgili öğüt-
leri ve uyarıları paylaşmaya gayret ettik. “İyi bir
insan mı, iyi bir kul mu?” diyerek başlamıştık.
Kur’ân’ı ders yapınca kişi bu kapsamda fark eder
ki insani ilişkiler dünya hayatı tecrübesiyle öğre-
nilir. Yani bir kişiyle olan ilişkilerinizi siz yaşaya-
rak tecrübe edersiniz. Birbirinize nasıl davrana-
cağınızın kuralları böylece oluşur. Toplumlar da
öyledir, toplumlar da birbirlerine davranışlarıyla
bir ilişki tecrübesine ulaşırlar. Bunu tarihe yay-
dığınız zaman çeşitli yönetim biçimleri ortaya
çıkar. Bu günümüzde öyle ki demokrasi bile tar-
tışılır hale geldi. Tüm dünyada daha ileri bir yö-
netişim, daha ileri bir demokrasi arayışı var. Eğer
“Kur’ân bütün bu ilişkileri düzenliyor” derseniz
hepsini orada bulamazsınız. Kur’ân, dünya haya-
tında bu tecrübeler nasıl yaşanacak, bu tecrübe-
lerden nasıl ders çıkarılacak, bunun ana kolonla-
rını belirtir. Bir de, ne yaparsan haddi aşanlardan
136
YILMAZ DÜNDAR
137
mezsiniz. Olmaz, Kur’ân’a göre olmaz. Bu îman
işi. Hatta, kişinin Allah’la olan ilişkisini dünya
hayatında tecrübe ederek belirleme şansı da
yoktur, tecrübe de edemez, çünkü bir kere ge-
lir. Kur’ân’dan anlıyoruz ki tecrübe ettiğini zan-
neden bunu öldüğü zaman ve hesap gününde
anlar ve bu yüzden yeni bir şans ister; “Ya Rabbi,
tecrübe ettim, öğrendim. Bir şans daha ver de
orada bıraktıklarımla yapayım” der “ der ama
bu iş dünyada olur. Orada bıraktığı neydi? Ter-
cih yetkisi! “Bir şans ver de orada bıraktığımla
seni tercih edeyim” der. Kur’ân, “Asla mümkün
değil, sen dünyada bunu tecrübe edemezsin”
der. Anlıyoruz ki insanın dünya ve ahiret hayatı
için önemli olan tek konusu Allah’a nasıl inana-
cağı ve nasıl yaşayacağıdır. Ve bunu ona Allah
öğretir. Başka öğretecek biri mi var? Öğretmese,
O’na “Neden öğretmedin?” diyecek bir merci
de YOK. Var mı? YOK. Ama Allah diyor ki; Ben
Rahmânur Rahıym’im. Rahmânur Rahıym ol-
duğu için kendisine nasıl yöneleceğimizi, nasıl
îman edip yaşayacağımızı bize öğretiyor. De-
ğilse onu tecrübeyle öğrenemeyiz. “Rahmânur
Rahıym”le ilgili geniş bilgiyi Fâtiha’da “Bismil-
lahir Rahmânir Rahıym, Elhamdülillahi Rabbil
âlemiyn, ErRahmân’ur Rahıym” bölümlerinde
açıkladık, bakabilirsiniz.
Müslümanın hayat tarzının bir ana başlığı
var; iyi kul olmak. Müslümanın ana başlığı bu; iyi
kul olmak. Onu kıyasladığımız diğer hayat tar-
zının ana başlığı ise iyi insan olmak. Burada kişi
yapacaklarını “iyi insan” başlığı altında oluştu-
138
YILMAZ DÜNDAR
140
YILMAZ DÜNDAR
141
Allah’tır” mânâsında olmalıdır. Eğer dûniHİ idra-
kı sildiysek “En doğru bilen Allah’tır” cümlesini
Billâhi anlamda, aynı mânâda şimdi tevhid diliy-
le nasıl söyleriz? “Bilen ancak Allah’tır.” Bu tevhid
dilidir. Hiç kimse yok, kesret yok; bilen ancak Al-
lah. Aslında kesret diliyle öyle söylerken de el an
zaten öyledir. İnsanın anlayabilmesi için kesret
diline ihtiyaç vardır.
“Sübhansın. Bizim için, senin bildirdiğinden
başka ilim ne mümkün. Muhakkak ki; sensin
Aliym ve Hakiym” dediler.” (Bakara-32)
Billâhi anlamda “en doğru bilen Allah’tır”
demiştik, meleklerin cümlesi de bu; Sübhansın,
yani dûniHİ mânâlardan ve iddialardan münez-
zehsin. Sübhânallah’ın bu mânâsı insana yönelik-
tir, çünkü dûniHİ algı insan içindir, melekler için
değil. Biz Sübhânallah dediğimizde ilk mânâsı
önce budur: DûniHİ tüm mânâ ve iddialardan,
dûniHİ algı ve zann’ların hepsinden münezzeh-
sin. Billâhi algıya gelmiş, yerleşmiş kişi söylüyor-
sa, Sübhânallah şöyledir: Ne biliyorsam, ne sa-
nıyorsam hepsinden berisin. Ama bu ilk mânâ
dûniHİ algı silinmeden olmaz. Önce dûniHİ
algıyı, Allah’ın dışı varmış sanma algısını, orada
oluşturulan bilgileri sileceksin. O algıya karşı,
“Sübhansın Yâ Rabbi, uyduruyorlar, yalan söy-
lüyorlar, iftira ediyorlar, sen Sübhansın” diyecek-
sin. Billâhi algıda uydurma yoktur, oradakilerin
hepsi ilmullahtadır. Bu algıda Sübhânallah yalan
ve uydurmalara karşı değildir: “Ne biliyorsam o
değilsin, ne sanıyorsam öyle değilsin, hepsinden
münezzeh ve berisin” diyen Billâhi bir sesleniştir.
142
YILMAZ DÜNDAR
143
deniyordu ki; anne karnındaki yavru dişi mi
erkek mi, onu ancak Allah bilir. Evet, o zaman
bu bir gaybtı ve onu ancak Allah bilirdi. Ama
şimdi onu doktorlar biliyor. Ne oldu? Bu cüm-
le düştü. Dikkatli birisi bunu okuduğu zaman,
bunları böyle hikayelerle avutuyorlar der geçer.
Oysa bu yaklaşımdaki yanılma insana ait! “Gaybı
Allah bilir” şu mânâdadır: Geçmişte insanların
bazı bildikleri vardı, bilmedikleri de vardı. Ney-
le öğreneceklerdi? Teknolojiyle, sosyal yaşantı
tecrübeleriyle. Buna hayat tecrübesi demiştik.
Bu yanılmalar aslında “Her şey Kur’ân’da var”
zannettikleri içindir de. Kur’ân’daki bilgi Allah’ın
ilmi yanında çok az bir şeydir. “Herşey onda var”
iddiasıyla yola çıkan zorda kalır. İşte o dönem-
de insanların bildikleri var, bir de bilmedikle-
ri. Teknoloji günümüzdeki gibi olmadığı için o
gün bilemediklerine “gayb” dediler. Doğrudur,
ne bilinmiyorsa gayb odur. O günkü gayb oydu.
“Gaybı Allah bilir” demenin esas mânâsı şudur:
Yaşadığımız dönemde Allah bize de bir şeyleri
öğretti, biliyoruz, herkesin dönemine göre bir
bilgisi var. Farklı, özel insanlar elbette ayrıdır, bu
söylediklerimiz genel için. Allah’ın ilminin sonu
yok, size de o sonsuz ilimden bir şeyler öğretti.
Ama şu an sizin bilmedikleriniz yok mu? Var. İşte
size göre gayb olanı Allah bilir. Her şeyi bu bil-
diğiniz kadarmış zannetmeyin. Bilmedikleriniz,
bilmeyecekleriniz, hiç bilemeyecekleriniz var,
gayb olarak onları Allah bilir. Çünkü ilmin sahibi
O. Bugün size bu kadar bildirdi, bilmediklerinizi
O bilir. Bize bildirdikleri değişince biz gaybı öğ-
144
YILMAZ DÜNDAR
145
olabilir. İyi bir Muhammedî zaten iyi insandır, iyi
insan değilse zaten başaramıyor demektir.
Tam bu geldiğimiz noktada işin zihnimize
oturması için bir mukayese yapalım: İyi insan
ne yapar, iyi kul ne yapar? İyi bir insan insanlara
yalan söylemez iyi bir kul Allah’a karşı yalancı ol-
maz. Nedeni hepsi için geçerlidir, bu yüzden bir
kere açıklayalım her birinde tekrar söylemeye-
lim. Neden yalan üzerinde çok duruyoruz? Çün-
kü İslam anlatımlarında “Allah yalanı, yalancıları
sevmez” geçtiğinde o insanlarla ilişkiler içerisine
yerleştirilip insanlara yalan söylememe sonu-
cuna ulaşılıyor, âyetten bu çıkarılıyor. Kur’ân’da
insan ilişkileri değil Allah’la olan ilişkin anlatılır.
Allah’ın “Yalancıyı sevmem” demesi; “Bana yalan
söyleme” demektir. “Bana yalan söyleme” dedi-
ği zaman o nereden başlar? “Sen Rabbimizsin”
dediğimiz noktadan başlar. Yaşantımızı Billâhi
anlamda düşündüğünüzde insanlar Allah’ın
dışında var ve muhtar olmadıklarına göre, in-
sanlara önemli noktada bir yalan söylemek de
bu kapsama kendiliğinden girer. Ama Kur’ân’ın
söylediği bu değildir. İyi bir kul Allah’a yalancı
davranmaz, iyi insan insanlara yalan söylemez.
Bu kadar önemli bir fark var.
İyi bir insan iftira etmez, iyi bir kul Allah’a
iftira sayılacak iddialarda bulunmaz. Örneğin
“Müstakilen varım ve muhtarım” derse, Kur’ân
ona “İftira ediyosun, yalan söylüyorsun. Müsta-
kilen VAR ve Muhtar Allah’tır, başka YOK” der.
Ama kişi “Ben de müstakilen varım ve muhta-
rım” diyerek yalan söylüyor, iftira ediyor. İyi bir
146
YILMAZ DÜNDAR
147
Mûsa aleyhisselâmın vurulduğu Rabbinin sö-
züdür. Mütekebbir olan Allah “BEN” der ama
Halifetullah olan bizlere de kendi “BEN” deme-
sinden yetki vermiştir, “Benim adıma ‘BEN’ diye-
bilirsiniz” demiştir. “BEN” demek bu yüzden çok
şerefli bir şeydir, Allah’ın bize verdiği bir şereftir.
Çünkü “BEN” Allah’ın sözüdür, onu ancak Allah
söyleyebilir, ancak! Ancak Allah söyleyeceği söz-
den bize diyor ki, “Sen de benim adıma onu kul-
lanabilirsin, sana yetki verdim.” Peki, dûniHİ algı-
daki kişi ne yapıyor? Allah adına değil de kendi
adına, kendi namına “BEN” diyor. Suç budur.
DûniHİ olan, Allah’ın verdiği yetkiyle Allah’a kar-
şı “Müstakilen VAR ve Muhtar” ilan ettiği haline
“BEN” diyor. Bu yeni bir ilah demektir. Çünkü
ancak ilah “BEN” der. Kim kendi namına “BEN”
diyorsa o ilah olmuştur, Allah’a ortak olmuştur.
İyi bir kul Allah’a karşı kendi namına “BEN” de-
mez. Allah adına, ona verilen yetkiler içerisinde,
edebiyle nasıl deniyorsa öyle “BEN” der.
İyi bir insan insanların emanetlerine hıya-
net etmez, iyi bir kul Allah’tan olan emanet-
lere hıyanet etmez. “Emanete hıyanet yasak-
tır” hükmünün başladığı yer budur. İnsanların
emanetlerine saygı göstermekle olmaz. Çünkü
Muhammedî olmayan birisi de insanların ema-
netlerine saygılı olabilir. Muhammedî olmayan
birinin yaptığı bir şeye siz nasıl Kur’ân’ın önerdi-
ği amel dersiniz? Biz Kur’ân okuduğumuz halde
öğrenip yapamıyoruz, Kur’ân okumamış birisi
onu yapıyor olabilir mi? Öyle birine siz nasıl “İyi
adam” dersiniz? Olmaz. Muhammedî olmayan
148
YILMAZ DÜNDAR
149
emniyettesin, yırtıcı hayvanların olmadığı kapa-
lı, emniyetli bir yerdesin. Dışarıda birileri nöbet
tutuyor, sen rahat yatıyorsun, evim ve yatağım
diyorsun. Sahibini unutmak yok! İnsanlara dav-
ranırken sahibi unutmuyoruz. Bir özel konak
düşünün, çok büyük, güzel, çok lüks. Sizi orada
misafir etmişler. Konak sahibini unutur musu-
nuz? Bir oda verdiler ki, bize ne güzel bir oda
vermişler diyorsun. Yatağa baktın, nasıl da güzel
bir yatak hazırlamışlar diyorsun. Bu yüzden, evin
hanımını beyini hiç unutmuyorsun. Kahvaltı-
ya iniyorsun, nasıl da bir kahvaltı hazırlamışlar
diyorsun. Çıkıncaya kadar dilinde hep bunlar;
bize şöyle ikram ettiler, şunu koydular. Dünya
Allah’ın size ikram ettiği bir yer, herşey O’nun,
hep ikram ediyor, hep ikram ediyor... “Beni anar-
sanız, ikram ettiğimi bilirseniz çoğaltırım” diyor.
İyi bir kul bunu yapar. Ama konaktaki iyi bir in-
sandır, insanları hiç unutmaz. İyi bir kul Allah’a
karşı işte böyle nankör olmaz.
İyi bir insan canlıların ihtiyaçlarına yönelik
fedakarlıklar yapar. İyi bir kulda “cansız” kavra-
mı yoktur. Biraz önce yoldaki taş işini konuştuk,
hatırlayın. İyi insan canlılara yönelik çeşitli feda-
karlıklar yaptığı için onu iyi insan diye anlatırlar.
Sırf bunu yaptı diye, İngiltere Prenses Diana’yı
ne yapacağını şaşırdı. Saraydayken yapamıyor-
du, çıktı, dışarıda canlıların ihtiyaçlarına yönelik
konuşma, gezme, defile, birşeyler yaptı diye İn-
giltere ona nasıl davranacağını şaşırıyor. İşte iyi
insan böyledir, onun karşılığını insanlar verir, ku-
ralını da onlar koyar. Peki, iyi bir kul? Zekat, sada-
150
YILMAZ DÜNDAR
151
kesret cümlesidir. “O senden razı, sen de ondan
razı” tevhid cümlesidir. Sen yokken O senden
razı olarak seni yaratmışsa sen bu işleri yaparsın.
Âyet bu kula “Gir cennetime” diyor. Kur’ân bu
seviyeye gelelim ister.
İnsandaki Kendinde Kendine Göre Var olan
hali, yani Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu,
bütün bunlarla beraber tanım olarak Nefs’i as-
lında Ahseni Takviym suretinde olduğu için
bizim şimdi yapmaya çalıştığımız dil onun ana
dilidir. Uğraşmakla yeni bir şey öğrenmeyece-
ğiz, onu açacağız, o açılmış olacak, yani itirazsız
ikilemsiz kendiliğinden çalışır olacak. Biz tev-
hid dilini Efendimiz (SAV) le birlikte öğrendik,
Kur’ân’la antrenman ettik. Ama kesret dilini za-
ten biliyorduk. Onları cem etmek ve tek mânâ
yapmak gerekiyor. Aslında tek mânâ yapmayı
kesret âleminde anlatmak zor. Sanki iki ayrı şey
var da onları tek mânâ yapıyoruz zannettiği-
miz için zorlanıyoruz. Onu biz ayırdık, o zaten
tek mânâydı, Ahseni Takviym’in haliydi. Ahseni
Takviym’e güzel denmesi onun şeklen fizyono-
mik olarak güzel olması, teknik olarak bir nok-
taya ulaşmış olması değildir, Allah’ı biliyor ve
bu dili konuşuyor olmasıdır. “Aşağıların Aşağısı”
kitapçığında bunları paylaştık. O Esfele Sâfiliyn
yapıya gelince kesret dilini dûniHİ algıyla öğren-
di. DûniHİ algıyla öğrendiği için aslında tek olan
mânâyı anlayabilmek üzere ayırıyoruz. Aslında
tek bir şeyden türediler, o mânâları asıllarına
döndürmek gerekiyor. Mânâlar çakışarak asıl-
larına döndüğünde o kendiliğinden var olan bir
152
YILMAZ DÜNDAR
153
ikilemsiz, rotası belli, kendiliğinden. Oraya kadar
iyi bir antrenman gerekir, sonrası kendi çalışan
bir makinadır. O dil de öyledir, önemseyip çok
antrenmanla açılmasını sağlamak lazım. Açıldığı
zaman sen hiç farkına varmadan çalışır. Çalışın-
ca sen kesret dilini okuduğunda zihnin onu eşi
olan uluhiyet diline çevirir, böylece kesret diliyle
perdelenmezsin. Veya uluhiyet dilini okuduğun-
da cazibesine kapılıp amelsizleşmezsin, hemen
onun kesret dilini/amelini sana yaptırır. Kendin-
de Kendine Göre Var olanın başka dili yok. Onu
biz Birbirine Göre Var’a, tekasüre, Esfele Sâfiliyn
görüntüye bağladığımız için Esfele Sâfiliyne ait
dili öğrendi. Onun ana dili Ahseni Takviym yapı-
nın dili. O dili hatırlata hatırlata, o dil onda açılır.
Geldiğimiz noktayı özetleyen bir cümleyle
devam edelim. İslâm iyi insan olmak ana baş-
lığı ve mesajı ile anlatılır ise doğru olmaz, bu
İslami bir yöntem değildir. Böyle olursa, kişi iyi
insan olursa Kur’ân’ın öğütlerini yerine getir-
diğini zannedecektir. Oysa bu kişinin iyi insan
olmak için yaptıklarını Muhammedî olma-
yan biri de yapabilir. Bu bizim için çok önemli
bir çizgidir, çok önemli bir testtir. Oysa doğru
düzgün Muhammedî olan birisinin yaptığı bir
şeyi Muhammedî olmayan kesinlikle yapamaz,
mümkün değil. Bu yüzden, başkalarının hoşunu-
za giden özelliklerine bakıp onlara Muhammedî
etiketi yapıştırmayın, Muhammedî Anlayış o
işten davacı olur. Bu konuda sürekli kendimi-
zi test etmeliyiz. Örneğin, salât ikamesi, namaz
kılmak. Kendimiz nasıl salât ikame ediyorsak
154
YILMAZ DÜNDAR
155
olunur?” onu konuşuyoruz. Artık bunu başka-
larına anlatabilecek halde olmalısınız inşâAllah.
İslâm iyi insan olmak diye anlatılırsa, mü’min
de buna inanırsa “Ayıp olur” dikkati ve korkusu
“günah olur” titizliğini örter ve geçer. İyi insan ol-
maya çalıştığı için ölçüsü bu: Ayıp olur! Bir yere
gidilecektir, gitmesek ayıp olur, gidilmeyecektir
gitsek ayıp olur. Konu neyse hep mesele budur;
ayıp olur! “Ayıp olur” yaklaşımı İslamî değildir,
ona çok dikkat edelim. O insanî bir davranış
değerlendirmedir. Hiç değilse şimdilik “Günah
olur” kelimesini kullanmak lazım. Doğrusu, şöy-
le olursa Allah razı olur inşâAllah düşüncesiyle
yaşamaktır. Her şeyi Allah’a bağlayan hâl önem-
lidir. İşi Allah’a bağlayan duâ gibi cümlelerle ha-
reket etmeliyiz. Bu iyi kulla ilgilidir. Allah’a iyi kul
olmaya çalışanın düşüncesi, korkusu günahla
ilgilidir. İyi insan günahla değil ayıpla meşgul-
dür, “Ayıp olur” diye yaşar. “Ayıp olur”la yaşayan
müslüman Allah’tan ittika etmez. Onda insan-
lardan çekinme ve sakınma ön plana geçer. Oysa
biz ittikayı öğrenmeli ve yaşamalıyız. Hep onu
anlatıyoruz. “Sonra bana ne derler” düşüncesiy-
le yaşamak neticede o kişinin duygu, düşünce,
arzu, istek ve fiillerinde “Allah ne der?” telaşının
kaybolmasına yol açar, “İnsanlar ne der?” özeni-
ne girer. Efendimiz (SAV) zamanında müşrikler
“İnsanlar ne der”i umursadıkları için gelip tabi
olmadılar. “Geleneklerimiz şöyle, adetimiz böy-
le, aşiretimiz böyle” ile bu iş olmaz.
İslam terk ettirendir.
156
6.
İŞİTTİK VE İTAAT ETTİK
157
“Aralarında hükmetmesi için Allah’a ve O’nun
Rasûlü’ne davet edildiklerinde mü’minlerin sözü
ancak ‹İşittik ve itaat ettik’ demeleridir. İşte on-
lar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.” (Nûr-51)
Bu âyeti de iki türlü görmek; âyetin inzal ol-
duğu zamanki hali ve âyetin bana söylediği. Öte-
lememeyi öğrendik, “O zaman öyleymiş” deyip
âyeti bir kenara koymayalım. “Âyet bana ne di-
yor, âyeti nasıl ötelemem?” diye mutlaka telaş-
lanmalıyız.
“Aralarında hükmetmesi için Allah’a ve
Rasûlü’ne davet edildiklerinde” kısmı, Efendimiz
(SAV) zamanında sahabenin bir konusu oldu-
ğunda seçtikleri yolu anlatıyor. Hatta Hz. Ömer
radıyallahu anh’ın bir kıssasından öğreniyoruz,
yalnızca müslümanların değil yahudilerin de
seçtikleri bir yol. “Ne yapalım?” diye onlar da
Rasûlullah Efendimize (SAV) gelip danışıyorlar.
Aralarında hükmetmesi için Allah’a ve O’nun
Rasûlü’ne davet edildiklerinde, mü’minlerin
sözü ancak ‘İşittik ve itaat ettik’ demeleridir.
Eğer böyle yaparsanız, konunuz neyse Allah’a
ve Rasûlü’ne danışırsanız yapacağınız tek şey, o
konu hakkında karar verildikten sonra “İşittik
ve itaat ettik” demektir, sakın dışına çıkmayın,
yorum yapmayın. Çünkü bilemezsiniz. Bu kişiye
yapılan bir baskı değil, öyle olmadığını çok geniş
gördük. Bu bir uyarıdır: Bilemezsiniz ve kesinlik-
le yanlış yaparsınız. Çünkü o dünya tecrübesiyle
bileceğiniz bir şey değil. Öyleyse “İşittik ve itaat
ettik” deyin ve hükme uyun. Bunu kendimize,
günümüze getirelim. Günümüzde biz hükme-
158
YILMAZ DÜNDAR
159
zaten dûniHİ algı ve zannları üzerine oluşmuş
bir hayat tarzıdır. Ondan dünya tecrübesiyle
kurtulamayacağınız için, bunu Bilen’i işitin, din-
leyin, anlayın, O’na itaat edin, Semi’na ve Eta’na
deyin ve kendiniz için bir hayr infak edin.
“Hayr” ve “hâyır” kelimelerini hiç değilse
yazıda karıştırmamak gerekir. “Evet-hâyır”daki
“hâyır” kelimesinden ayırmak için “ı” harfini
kullanmadan “hayr” şeklinde yazmak iyi olur.
“Kendiniz için bir hayr infak edin. Kim nefsinin
cimriliğinden/ihtirasından korunursa işte onlar
korunanların ta kendileridir.” İşittik ve itaat et-
tik deyin ama kendiniz için bir hayr infak edin.
Yani her şeyin sahibi olanın Allah olduğunu bi-
lin, O’nun olanı yine O’nun için O’nun adına ve-
rin. Her şeyin sahibinin O olduğunu bil. Kendini
sahibi zannedip saklama! Burada anlamamız
gereken çok önemli şey şu: Kim nefsinin cim-
riliğinden/ihtirasından korunursa! Az önce an-
lattıklarımızın peşine bu geliyor. Önce Âmentü
Billâhi ve Rasûlihi dedin. Hemen sonra Semi’na
ve Eta’na; işittik ve itaat ettik dedin. Öyleyse bu
cimrilikten korun!
Kur’ân’daki cimriliği normal hayattaki cimri-
lik gibi anlarsak bu işi hiç başaramayız. Cimrilik
nefsinin cimriliğidir. Kim nefsinin cimriliğinden
ve ihtirasından korunursa ayet diyor ki, “Onlar
kurtuluşa erenlerin ta kendisidir.” Onları tarif
ediyor. “Nefsinin cimriliğinden ve ihtirasından”
dediğine göre nefsi bir şeyi vermek istemiyor, bir
konuda cimri davranıyor. Onu vermezse bütün
malını verse bir değeri yok, Kur’ân onu vermeye-
160
YILMAZ DÜNDAR
161
dan vazgeç” deriz, bir türlü kabul etmez, gece
gündüz mal dağıtır ama onu vermez. Önce onu
verecek! Onu verdiği zaman her şeyi çok rahat
verir. Ve sevap o zaman çalışır.
Nefsinin cimriliği tanımını şöyle örneklen-
dirirsek anlamak kolaylaşacaktır. Halifetullah
olan insan Allah adına “BEN” der. Allah’a karşı
ortaklık ilan etmiş olan ise kendi adına “BEN”
der. Biz Allah’ın kendi “BEN” demesinden verdiği
yetkiyle Allah adına “BEN” deriz. Ama Âmentü
Billâhi ve Rasûlihi dememiş birisi kendi adına,
kendi zatı namına “BEN” der ve bu “BEN” deme-
yi vermez, cimrilik budur. Kendi adına söylediği
“BEN”e namaz kıldırır, oruç tutturur, onu hacca
umreye götürür, ona hayr yaptırır. Hâlbuki ki-
şinin kendi adına “BEN” demesi şirktir, kendini
Allah’a ortak koşmaktır, nefsin cimriliği, ihtirası
budur, kişinin vermediği budur. Önce bunu ver!
O dönemdeki müslümanların önce “Âmentü
Billâhi ve Rasûlihi” demeleri, sonra “Semi’nâ ve
eta’nâ; işittik ve itaat ettik Allahım, işittik ve itaat
ettik Ya Rasûlallah” demeleri, peşine “Ğufrâneke
Rabbenâ, ğufrâneke Rabbenâ” diye yalvararak
af dilemeleri Rabbimiz indinde makbul olmuş-
tur. Müslümanların o hallerinden memnuniye-
tini Efendimiz (SAV) le Mirac Gecesi “Âmener
Rasûlü” âyetiyle bize hediye olarak bildirmiştir.
Öncelikle Bakara-285 ve ona ek olarak Baka-
ra-286 bir Mirac hediyesidir. “Âmentü Billâhi ve
Rasûlihi” dedikleri için, Rasûlleri ayırmadıkla-
rı için, “Semi’na ve eta’na, ğufraneke Rabbena”
162
YILMAZ DÜNDAR
163
ve Eta’na dediler ve davrandılar” diye müslü-
manlar övülürken, Hz. Mûsa aleyhisselam kav-
mi bu konudaki yanlışları nedeniyle kınanmış
ve uyarılmıştır: “Size verdiğimizi kuvvetle tutun
ve işitin dinleyin” demiştik. Onlar ise; ‘semi’na
ve asayna’ (işittik ve isyan) ettik dediler.” (Baka-
ra-93)
Yine Kur’ân nezaketi, yine Kur’ân’ın bize Ra-
hiym ismiyle görünüşü. Başka bir yerden dersle
uyarıyor, mü’min hiç incitilmiyor. Onlara “İşitin
ve itaat edin demiştik” ama onlar “Semi’na ve
asayna; işittik ve isyan ettik” dediler. O hale düş-
meyelim inşâAllah. Bu tanımları ve halleri niye
çok tekrarlıyoruz? Bu tedebbür ve tezekkürler
bizde bir hal oluştursun diye. “Öyle miyiz değil
miyiz, yapıyor muyuz yapmıyor muyuz?” dü-
şüncesi, rahatsızlığı ve korkusu başlasın diye.
Ancak o korku başlarsa biz “Semi’na ve Eta’na”
diyebilme gayretine gireriz. Hayatımıza bakalım,
belki de yaşantımızın büyük çoğunluğu “İşittik
ve isyan ettik” formunda geçiyor. Mutlaka dil-
le söylemek şart değil, davranışlarımız, düşün-
celerimiz, konuşmalarımız, hepsi önemli. Biz
ona hayat tarzı dedik. Hayat tarzımız, “Allahım,
evet işittik, sen öyle dedin ama biz isyan ettik”
diye geçiyor olabilir. Allah muhafaza etsin. Eğer
hedefimiz Allah’a kulluk yapmaksa, Âmentü
Billâhi’den sonra “Semi’nâ ve Eta’nâ” şarttır.
Okuyacağımız âyet, “İşittik ve isyan ettik”
durumuna düşmemek için bir uyarıdır. Ayrıca
Elest Bezmi denilen mukaddes meclisteki “Evet,
Rabbimiz SENsin” (A’raf-172, 173), sözümüzü
164
YILMAZ DÜNDAR
165
kalb değil. Zihinden geçeni bildim diye sakındın
ve kendine “Sakın öyle şeyler düşünme, biliyor”
diyorsun. Yani benden ittika ettiniz. Allahuek-
ber! Allah “İçinizden geçenleri biliyorum” dediği
halde hiç ittika etmiyoruz. Fark ettiniz mi, bir in-
sandan çekindiğimiz kadar bile Allah’tan çekin-
miyoruz! Bunu bir itiraf edelim. Bir insan “bildi”
diye düşüncelerimize dikkat ediyoruz. Allah,
“İçinizden geçenleri geçecekleri, sadrınızdakini,
kalbinizdekini, beyninizdekini hepsini bilenim.
Bu benim ilmim. Hiç yaratan yarattığını bilmez
mi” demesine rağmen bu bizi hiç korkutmuyor!
Ama insan bizi korkuttu! Allah bize “Korkun,
söz verdiniz korkun” diyor. Bir kişiye bir konuda
söz verip de yapamadıysanız onunla karşılaş-
mak, yüz yüze gelmek istemiyorsunuz. Çünkü
söz verdiğiniz şeyi yapamadınız, vakti geçiyor
diye ondan ittika ediyorsunuz. Rabbimiz diyor
ki, “Benden ittika edin, söz verdiniz. Bir insan-
dan çekinip karşısına çıkmamaya çalışıyorsunuz,
bana söz verdiniz, benden ittika edin.”
“Ne yana dönsek Vechullah’tır” diyorsunuz,
öyleyse Allah’tan ittika edin.
166
7.
FISK HÂLİ VE FÂSIK
167
uğraşma, boşa kürek çekme, enerjini inanana
harca, kanatlarını inanana aç. Çünkü hırs göster-
sen de insanların ekseriyeti mü’min olmaz.
Efendimiz (SAV) e tebliği geldiği zaman isti-
yor ki herkes koşsun, inansın, kabul etsin, Rab-
binin yoluna hırs gösteriyor. Yusuf-103’de Rabbi
diyor ki, “Hırs göstersen de çoğu mü’min olmaz.”
Hatta “Sen sevdiklerine hidayet edemezsin”
buyruluyor. Ra’d-1 ve Yûsuf-103. âyetler; “İnsan-
ların ekseriyatı îman etmezler, Âmentü Billâhi
ve Rasûlihi demezler” deyince “Bu âyetler inan-
mayanlar için, biz inanıyoruz” deyip çok önem-
semeyebiliyoruz. Ama şu âyete bakın. Bu âyete
çok özen göstermemiz, zihnimizde bu âyetle il-
gili hızlı, acil ders yapmamız lazım ki o ders bizde
korku oluştursun, bizi araştırmaya sevk etsin.
“Onların ekseriyeti ancak müşrikler olarak
Allah’a îman ederler.” (Yûsuf-106)
Anlattıklarımıza karşı “Acaba?” diyene bu âyet
yeter. Yûsuf-106 doğrudan inananlar için, inanı-
yorum diyenler için: Onların ekseriyatı Allah’a
îman ediyorlar ama onlar müşrik! Muhafaza bu-
yur ya Rabbi. Tehlikeyi fark ediyor muyuz? İşte
bu tehlikeyi anlatmaya çalışıyoruz. İnanıyorum
demek iyi insan olma çalışmaları değildir. Bu iş
büyük, korkunç ve tehlikeli. Efendimiz (SAV);
“Sizi büyük bir tehlike için uyarmaya geldim”
diyor. Fark edenleri de müjdelemeye geldi. On-
ların ekseriyatı, yani inanıyorum diyenlerin çoğu
ancak müşrikler olarak îman ederlerse elde ne
kalır ki? Tüm insanları düşündük, ‘Onların çoğu
168
YILMAZ DÜNDAR
169
Müstakilen VARIM ve Muhtarım” iddiasında
bulunması ve buna göre hayat tarzı oluşturma-
sıdır. Bu kesinlikle esas şirktir, şirkin kaynağıdır,
o nedenle birincil şirktir. Diğer şirk dediklerimiz
ikincil şirktir. Örneğin bir kişinin paraya çok ta-
mah etmesi ikincil şirktir. Bilimle bir şeyler ya-
pan birisine “Sen bilime tapıyorsun” diyebilirler.
Bu liste uzar gider. Hepsi ikincil şirktir. İkincil
şirkler kalkınca şirk kalkar zannediliyor. Bu yanıl-
gı yüzünden müslümanlar “Biz şirk ehli değiliz”
diyorlar. Tehlike ve yanılgı budur. “Allah’a ortak
koşmayın” denildiğinde ortağın ikincil şirkler
zannedilmesi yüzünden müslüman “Ben hiçbir
şeyi Allah’a ortak koşmuyorum, bir putum yok”
diyor. Kendisini ortak koştuğundan haberi yok,
tehlikeden habersiz! Ortak sensin! Diğerleri bu
ortağın oyuncakları.
Yûsuf-106; “Onların ekseriyeti müşrikler ola-
rak Allah’a îman ederler” dediğinde, âyetin nâzil
olduğu o dönemde Mekke’de yaşayan müşrikler
zaten birincil şirkin içindeler. Ama görünen ve
kendisiyle savaşılan bir de ikincil şirk var. Mekke
müşrikleri Allah’a inanıyor ama müşrik olarak,
çünkü bir de putu var. O günkü tablo böyle. Bu
yüzden, Efendimiz (SAV) onlara tebliğini yapar-
ken onları Allah’a inanmaya çağırmadı. Buraya
lütfen dikkat edin, onlar zaten Allah’a inanıyor-
du. Onlara “Gelin Allah’a inanın” deseydi teb-
liğin bir cazibesi olur muydu? Günümüzde bir
kişi, “Efendimiz (SAV) onları Allah’a inanmaya
çağırmıştı, ben o çağrıya uydum, Allah’a inanı-
yorum” derse idraken çok geriye gider, Hz. Mûsa
170
YILMAZ DÜNDAR
171
kafasından uydurduğu bir Rabba inanıyor olma-
sı ikincil şirktir. Asıl önemli olan onun bunu yap-
ma sebebidir ve o birincil şirktir. Birincil şirkin
kaynağı “Müstakilen varım ve muhtarım” iddi-
asıdır. Eğer inananlar da “Müstakilen varım ve
muhtarım” zannıyla, yani dûniHİ algı ve zannla-
rıyla Allah’a yöneliyorlarsa o tablo bu âyetin söy-
lediğidir: Onların çoğu dûniHİ algı ve zannlarıyla
-Allah’a müşrik olarak- inanıyor. Allah’ın dışı var,
kendisi de dışında müstakil bir varlık, tercihini
Allah’a kullandığını zannediyor.
“Allah’a kulluk yapmak” yerine sağlam otur-
sun diye konuyu tekrarlarla ve tanımlarla ba-
samak basamak ilerletmeye çalışıyoruz. Buna
İdrak Seyahati diyoruz. İslâm’ı anlatırken kişinin
idrakını alıp doğru istikamette istasyon istasyon
ilerleteceksin. Treni doğru yöne sürmek gerekir.
“Ekseriyeti müşrik olarak Allah’a îman eder”
âyetinin kapsamında olmaktan korktuysak, bu
kapsamda olmadığımızı beyan edelim: Eşhedü
en lâ ilahe illallah ve eşhedü enne Muhamme-
den Abduhu ve Rasûlühu. Allahım kesinlikle
şehâdet ederim ki; Müstakilen VAR ve Muhtar
olan ancak SENsin. Başka Müstakilen VAR ve
Muhtar olan YOKTUR. Başka Müstakilen VAR
ve Muhtar iddiaları yalandır, iftiradır, bâtıldır,
YOK hükmündedir. Yine kesinlikle şehâdet ede-
rim ki, Hz. Muhammed Mustafa (SAV) Kulun
ve Rasûlündür. Allahım, şehâdetimizi kabul bu-
yuruver, bu şehâdete uygun bir hayat tarzı lüt-
fediver, canımızı bu şehâdet üzerine alıver, bu
şehâdet üzerine bizi yeniden diriltiver. Âmîn.
172
8.
KENDİ ADINA “BEN” DİYENLER
VE TANRILAR ŞİRKETİ ORTAKLARI
173
diğimizde, bize; “Hâyır, ben de müstakilen varım
ve muhtarım” diyor. Böyle demese de bu kafir
iddiaya göre yaşıyor. Oysa kişi yaptığı bu inkârla
(burayı lütfen dikkatle fark edin) Kayıtlı Kendini
Hissetme Duygusu’nun esası olan Allah’ın Ken-
dini Hissetmesi’nin hakkını vermemektedir. Bu-
rayı anlayalım. Bir inkârda bulundu ve dedi ki;
“Ben de müstakilen varım ve muhtarım. Allah’ın
müstakilen var ve muhtar olduğunu kabul ettim
ama ben de müstakilen var ve muhtarım.” Bu
yaklaşım Allah’ın vasıflarını inkâr etmektir. Bu
kişi bizim Lâ ilahe illallah Kelime-i Tevhid’i ile ik-
rar ettiğimiz mânâyı inkâr etti. İnkar etmekle bir
şeyin hakkını vermemiş oluyor. O nedir? Onun
“Müstakilen VAR ve Muhtarım” dediği halin özü
ondaki Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu’dur.
Bu nedir sorusunun detayına girersek konu
uzar. “Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu’nun
esası nedir?” diye inşâAllah kitapçıklarımızı açıp
bakın. O Allah’ın Kendini Hissetmesi’dir. Çün-
kü ayrıca müstakil bir hissetme yoktur, bütün
hissetmeler Allah’ındır. Allah, insana ve bütün
hissedenlere kendi hissetmesinden verir, bütün
hissedenlerin hissi Allah’ın Hissetmesi’dir. Aksi
halde müstakil bir hisseden olur. Başka müstakil
bir hisseden olursa tüm hissedişinize zulmedi-
yor olursunuz. İleri derslerimizde Ana His’si ele
alacağız. Çünkü “his” dediğim zaman kastımı
anlatamadığımı biliyorum. Bizim şu anki bazı
hislerimiz ikincil hislerdir, onlara sebep olan bir
Ana His var. Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu
ana histir. Bu ana hissin aslında cinsiyeti yoktur.
174
YILMAZ DÜNDAR
175
sedişimiz Allah’tandır. Kendimizi hissettiğimiz
zamanki ana his, o hissedişimiz Allah’tan olma-
sına rağmen o kişi, “Benim kendimi hissedişim,
kendimi hissetme sebebim müstakilen var ve
muhtar olmamdandır, onun için hissediyorum”
diyor. Tam bir ilah tarifi! Oysa senin hissedişin
Allah’ındır, Allah’tandır, dönüşün de O’nadır.
Hissedişiniz Allah’adır, yerinedir. Ama o kabul
etmiyor, böylece nankör oldu, nankörlük yap-
mış oldu. Dikkat edin, önce Allah’tan olan Ka-
yıtlı Kendini Hissetme Duygusu’yla müstakillik
ilan ederek Allah’ın Kendini Hissetmesi’ne karşı
O’nun hakkını yedi, hakkını vermedi. Yani doğ-
ruyu teslim etmedi, doğruya teslim olmadı. Son-
ra bir şey söyledi, “Benim kendimi hissedişim
zaten müstakilen var ve muhtar olmam yüzün-
dendir” dedi. Bunu anlamak üzere bir benzetme
yapalım ama -bu konuda örnek olmaz- mânâyı
alıp örneği atalım. Bir baba oğluna bir şeyler bı-
raktı. Sonra oğul “Bunların hepsini ben kazan-
dım” dedi. Baba bunu duyduğunda “Ne nankör
evlatmış” diyebilir. Bu vereni inkâr etmektir, kişi
bu iddiasıyla nankörlük yaptı. Kur’ân’ın söyle-
diği nankör budur. Kur’ân nankör derken, sos-
yal yaşantıdaki ilişkileri söylemiyor, nankörlüğü
bizim günlük yaşantıda anladığımız mânâda
kullanmıyor. Onu “Birilerine nankörlük yapma-
yacaksın” diye anlarsak Muhammedî olmayan
birisi de onu yerine getirebilir. Hatta mafya üye-
leri hiç nankör değildir, birbirlerine çok sadık
olurlar. Onlar böyle davranmakla Muhammedî
mi oluyorlar, birbirlerine sadık olmakla Kur’ân’ın
176
YILMAZ DÜNDAR
177
gözetilmez. Îman Rahiym ismiyle ilgilidir, hak
konusu Rahmân ismiyle ilgilidir. Buna dikkat et-
meyende Rahmân ismi açılmaz, Rahiym hiç açıl-
maz. Hak gözetmek, hak yememek bu yüzden
çok önemlidir. Hak yiyene, hak vermeyene zalim
denir, yaptığı işin ismi de zulümdür. Dolayısıyla,
bu işin esasını, bu anlattıklarımızı, hak yemenin
ve nankör olmanın zulüm olduğunu ve böyle
olunmaması gerektiğini bilen ilk gelen Kayıtlı
Kendini Hissetme Duygusu’dur. O kişinin statü-
sü Kul Zat’tır, toplam olarak Nefs dediğimizdir
ki işin esasını bilir. Biz Kendinde Kendine Göre
Var olandan sıyrılıp, unutup Birbirlerine Göre
Var olanın tuzağına düşünce Kendinde Kendine
Göre Var olan eliyle nefse zulmetmiş oluyoruz.
Niye? Hakikatini bildiği halde nefsin bildiği doğ-
ruya, onun bildiği hakikate göre davranmadık,
böylece hakkını vermedik. O müstakil olmadı-
ğını biliyor ama biz onun müstakilliğini ilan et-
tik. Böylece onun bildiği hakikate göre davran-
mayarak nankörlük de yaptık. Bize o ilk gelen
müstakil olmadığını, kendisinin ne olduğunu
biliyor, ama biz ona müstakillik ilan ediyoruz,
ona zulmediyoruz. Bu hakkının yenmesi onun
ağırına gidiyor. Efendimiz (SAV) in bir sözünden
alıntıyla söyleyelim, böylece kişi ne yapmış olur
biliyor musunuz? Nefsini kudret elinde tutan
Allah’a asi olmuş olur. Efendimiz (SAV) bazı ha-
dislerinde “Nefsimi kudret elinde tutan Allah’a
yemin ederim ki” diyor. O yemine dikkat edin,
“Nefsimi” diyor. Yani bendeki Kayıtlı Kendini
Hissetme Duygusu’nu, “BEN” diyerek oluştur-
178
YILMAZ DÜNDAR
179
işleri tercih etmesinden beni koru, o senin yolu-
nu tercih etsin” duasıdır bu.
BEN ile ilgili paylaştıklarımızı şimdi nefsin
şerrine monte edelim. Nefsin Şerri Allah adına
“BEN” demez, kendi adına “BEN” der. O kendi
adına “BEN” demeyi seçti. Halbuki o nefs o kula
gelirken Allah adına “BEN” diyerek geldi. O Ah-
seni Takviym iken ilk “BEN”i Allah adınadır. İşte
o, Allah adına “BEN” derken Allah’a şahid oldu
ve “Evet, Rabbimiz sensin. İşittik ve şahit olduk”
dedi. O BEN’di o. Biliyordu çünkü. Ve bu bilgi, bu
şahitlik ona işlendi. Dolayısıyla buraya o bilgiyle
geldi. Fakat sonra onu unuttu, onu dikkate al-
madı ve tercihini Allah’a karşı kullandı, böylece
ŞER oldu. Yani Allah’a, hayra karşı şerri tercih etti.
Böylece “Ben müstakilen BEN derim, ben ken-
di adıma BEN derim, birisi adına BEN demem”
dedi. Oysa biz Allah adına “BEN” deriz, çünkü
BEN O’nundur, O’ndandır. O’nadır. “Hâyır, ben
kendi adıma BEN derim” diyen nefsin şerridir.
Adım adım ilerliyoruz. Böylece ne oldu? Böy-
lece kendisine verilen yetkilerin gücüyle hadi
aşan Kul Zat, bu vasfıyla bir hayat tarzı oluştur-
du. Statüsü Kul Zat’tı ama kendisine verilen yet-
kilerle haddi aştı, müstakillik ilan etti, o etiketi
yapıştırdı; “Müstakil BEN” dedi. Dikkat edin, o
kul bu hayat tarzıyla tanrılar şirketinin ortağı
oldu. Niye? Bunu diyen kişi ilahlığını ilan etti de-
ğil mi? Ve âyetlerden öğrendik, insanların çoğu
böyle değil mi? İlah, ilah, ilah, ilah... Bu ilahlar
ne halde? Şirk’te. Şirk ortak demektir. Şirkin or-
takları -o tanrı, bu tanrı, şu tanrı- hepsi birden
180
YILMAZ DÜNDAR
181
rılık yüzündendir, tanrıya aittir. O nedenle tan-
rılar şirketinin en önemli ve en prestijli faaliyeti
birbirlerini didiklemektir.
Yaptığımız şehâdete rağmen eğer hayatımız-
da bunlar varsa ve olursa biz de o şirketin gizli
ortakları oluruz: Sahte ve gizli ortak! Çok kötü!
Hep diyoruz ki, bu bir hayat tarzıdır, yirmi dört
saat korkacağız. Allah’ı düşünmek böyle olur,
korkacağız. Bu yüzden, dedikodu, gıybet vb. ta-
mamen şirkle, doğrudan esas şirkle ilişkilendiril-
miştir. Ve Kur’ân’da “Bir ölü kardeşinizin etini yer
misiniz? Tiksindiniz değil mi?’’ diye bize önemli
bir benzetme yapılmıştır. Benzetme böyle: Bir-
birini yemek! Tanrılar birbirlerini yerler, yerler.
Öyleyse didiklemekten korkun. “Hiç mi bir şeyi
eleştirmeyeceğiz?’’ demeyi bırakın da önce bir
korkun. Önce kork! Sonra? Sonra yine kork!
Bu yolda şu çok önemlidir. Âyet ve hadisler
bize “Öfkelenmeyin” deyince kişi soruyor, hiç mi
bir şeye kızıp öfkelenmeyeceğiz? Şöyle: Eleştire-
ceksin de, kızacaksın da. Ama nasıl? Bir çizgi var,
onu geçince! DûniHİ algı ve Billâhi algı arasın-
da bir çizgi var. Sen dûniHİ algıdan Billâhi algı-
ya geri dönüşsüz geçinceye kadar, önce dûniHİ
yaptıklarını terk edeceksin. Eleştirmekmiş, kız-
makmış, öfkelenmekmiş ne varsa onları bir terk
et ve Billâhi algıya geç. Bu tarafa geçtiğin zaman
Billâhi algıda öfkelenmek ayrı bir şeydir, kızmak
ayrı bir şeydir, eleştiri de öyle. Bunların yerleri
ve tarifleri vardır, hatta sevaptır, ibadettir. Bizim
şimdi eleştiri, öfke, kavga dediğimiz şeyler küfür
alanına ait. Önce orayı tümden silmek gerekiyor.
182
YILMAZ DÜNDAR
183
Tanrının o en prestijli işine dönelim. Didikle-
mede ne var, didikleme ne getirir? Didiklemede
lezzet var, karşılıklı lezzet alış var. Adına sohbet
derler, birlikte saatlerce bu işi yaparlar. Bunu iyi
yapanlara “sosyal adam” derler. Dikkat edin bu
işin içinde bir sürü dûniHİ tuzak vardır. Bir kişiyi,
bir şeyi didikliyor oluş sonuçta bir dili oluşturur,
şikâyeti oluşturur, her şeyden şikâyet eder. Ufak
tefek, büyük küçük ama sürekli şikâyet. Ve bu
işi şirket ortaklarının hepsi yaptığı için şikâyet
artık göze batmaz, onlara göre şikâyet normal
bir şeydir. Hatta birisi şikâyet etmiyorsa onla-
ra göre o bir şey anlamayan bir salaktır, “Zaten
vurdumduymaz, bir şey anlamıyor, niye şikâyet
etsin?” diye düşünürler. Oysa şikâyet Şakî’nin
dilinin ismidir. Böylece Kur’ân’ın “Şakî” dediğini
de öğrendik. Tanrılar şirketinin ortaklarının dili
şikâyettir, onu yapana da Kur’ân ŞAKÎ der. Çün-
kü, eğer şikâyet, îman ve sâlih amel ilişkisine ba-
kacak olursanız, şikâyet aslında Âmentü Billâhi
ve Rasûlihi îmanına uymaz. Sâlih amel açıkladı-
ğımız bu îmana uygun davranışların adıdır. Böy-
le bir îman açıkladıktan sonra birilerinin üzerin-
den Allah’ı şikâyet etmek olmaz. İyi baktığınız-
da görürsünüz ki her şikâyetin hedefi Allah’tır.
Bunu yalnızca inananlar fark etmez. Îmanlarıyla
perdelendikleri için. İnanmayan Allah’a nefreti
yüzünden bunu açıkça söyler; “Allah’ı eleştiri-
yoruz, nefretimiz Allah’a” der. Aynı didikleme-
yi, aynı şikâyeti mü’min de yapmasına rağmen
farkında değildir. Bir şakînin yaptığını mü’min
olarak sen de yapıyorsan olmaz. Anlaşmıştık,
184
YILMAZ DÜNDAR
185
Allah’a kulluğu tercih etmezse onu Kur’ân şöyle
tanımlıyor: “Mü’min olan, fâsık olan gibi midir?
Eşit olmazlar.” (Secde-18)
Kur’ân diyor ki; size fâsığı anlattık, kâfiri,
zâlimi anlattık. Kâfir, zâlim ve fâsık olma sebep-
lerini söyledik. Sakının, Allah’tan ittika edin.
Çünkü Âmentü Billâhi ve Rasûlihi diyen ve buna
göre bir hayat tarzı oluşturanla bunu reddeden
fâsık bir olmaz, eşit olmazlar. Nasıl eşit olmadık-
larını bir başka âyetten görelim:
“Yoksa, seyyie ile meşgul olanlar, kendilerini
îman edip sâlih amel işleyenler gibi kılacağımızı
mı, (yani) hayatlarında ve ölümlerinde bir tuta-
cağımızı mı sandılar? Ne kötü hüküm veriyorlar.”
(Câsiye-21)
İşte böyle eşit olmazlar. Âyetin meâlinde “sey-
yie ile meşgul olanlar” tabirini kullandık. “Seyyie”
Kur’ân’a ait bir tanımdır, meâllendirirken “kötü
işlerle meşgul olanlar” denirse Muhammedî
bir tarif olmaz. Okuyan kişi kendine göre bir
kötü tanımı yapar ve der ki; ben kötülük yap-
mıyorum, demek ki bu âyetin dışındayım. Hâyır!
Âyette anlatılan “seyyie” ile meşgul olanlar,
dûniHİ algı ve zannlarıyla meşgul olanlardır.
HASENE Billâhi anlamda meşgul olmaktır, SEY-
YİE dûniHİ algı ve zannlarıyla meşgul olmaktır.
Bu bakışla âyet diyor ki, “Müstakilen varım ve
muhtarım” iddiasında bulunup buna uygun
hayat tarzı oluşturan kişi ile Âmentü Billâhi ve
Rasûlihi diyen ve buna göre yaşayan farklıdır.
Bu iki grubu biz hayatlarında ve ölümlerinde bir
186
YILMAZ DÜNDAR
187
olduğu halde köpeğin o özelliğine uygun yaşa-
mak kınanmaktadır. O yaşantı hali köpeğin so-
luyuşuna benzetiliyor. Köpeğin kendine has bir
soluyuş biçimi vardır, diğer hayvanlarda görül-
mez. Âyette bu örnek verilmiş. Köpek yorulsa
dilini sarkıtır solur. Kendi haline kalsa, dinlense
yine dilini sarkıtıp solur. Bunu örnek veriyor;
yorsan da dilini sarkıtıp solur, kendi haline bı-
raksan da. Köpek neden böyle yapıyor diye in-
celendiği zaman bulunan önemli bulgular var.
Bunlardan birisi devamlı bir tedirginlik ve hu-
zursuzluk. Eğer kişi her halinde huzursuzsa, hep
Allah’a karşı isyan ve şikâyetteyse, hep hayattan
ve Allah’tan acı çeker halde ise hali buna ben-
zetilmiştir. Bunlar kulluk yapmayanlardır. Allah’a
kulluk yapanların kalbleri tatmin olur, onlar şük-
rü ve hamdı öğrenir, sabrı öğrenir, güzel nedir
öğrenir. Onların arzu ve istekleri değişmiştir.
“Andolsun, biz cinler ve insanların birçoğunu
cehennem için yaratmışızdır. Onların kalbleri
vardır, onlarla kavramazlar; gözleri vardır, onlar-
la görmezler; kulakları vardır, onlarla işitmezler.
Onlar hayvanlar gibidir, hatta daha aşağıdırlar.
İşte asıl gafiller onlardır.” (A’râf-179)
“Muhakkak ki; Allah indinde canlıların en şer-
lisi akletmeyen sağırlar ve dilsizlerdir.” (Enfâl-22)
Ayette anlatılan fiziksel sağırlık ve dilsiz ol-
mak değil. Bir önceki âyet açıklamıştı; “Onla-
rın kulakları var ama işitmiyor, gözleri var ama
Hakk’ı görmüyor, dilleri var ama doğruyu söyle-
miyor.” Allah onları böyle tanımlıyor: Muhakkak
188
YILMAZ DÜNDAR
189
“Gerçek şu ki kâfir olanları uyarsan da uyar-
masan da birdir, (onlar) îman etmezler.” (Baka-
ra-6)
Bu âyetler hep kesret dilindedir. Biraz sonra
onlarla ilgili tevhid dilini de âyetlerden payla-
şacağız. Eğer kişi kesret dilini anlamazsa hayatı
futbol maçı gibi düşünür. Zanneder ki iki takım
var, Allah bir takımın kaptanı, karşında da bir
düşman takım. Dikkat edin, her iki takımın da
sahibi Allah’tır. Kesret dilinin bir amacı bizim
amel çıkarmamızdır, diğer amacı olayı anlayabil-
memizdir. O öyle bir dildir. Sapmamamız için ise
uluhiyet dili kullanmıştır. Bu iki dil beraberdir, ya
o ya bu değildir, beraber ve tektir. Kur’ân’da an-
latılanlar dünyaya inmeden önce tek mânâ idi,
aslı tek dil idi. O mânâ dünyaya inince kesret dili
ve tevhid dili vardır.
Ayetlerden öğreniyoruz ki uyarsan da uyar-
masan da fark etmez, inanmayanlar îman et-
mezler. Böyle olduğu halde Kur’ân, “İnkarcılar
şöyle der” diyerek onların sorularına cevap
verir, inkârcılar üzerinden misaller verir. Oysa
inkârcılar bu âyetleri okuyup ders alacak değil-
ler. Zaten onların kendileri değil soruları muha-
tap alınır, sorularına cevap verilir. Tesir eder mi?
Eden olabilir. Ama âyet diyor ki, çoğuna tesir
etmez. İnkarcıların sorularına gelince, onların
soruları meseleyi öğrenmek ve anlamak için de-
ğildir, hücum ve düşmanlık amaçlıdır. Onlar an-
lamak için soru sormazlar. Rasûl ve Nebîlerden
öğrendikleri bilgilerle hücum ederler, soruları
hücum amaçlıdır. Buna rağmen inkârcılara ne-
190
YILMAZ DÜNDAR
191
mamaya zorlayalım, “Bu Allah’ın sözü, dikkat et,
kaçırma” deyip kendimizi uyaralım.
“Oysa ki onlar Haniyfler olarak, Diyn’i O’na
halis kılarak Allah’a kulluk yapmalarından, salâtı
ikame etmelerinden ve zekâtı vermelerinden
başka bir şeyle emr olunmadılar. İşte budur diyn-i
kayyim. Muhakkak ki, Ehl-i Kitab’tan ve müşrik-
lerden kâfir olanlar, içinde ebedi kalıcılar olarak
nâr-ı cehennemdedirler. İşte onlar şerrul beriyyeh
(yaratılanların en şerlisi)dir. Îman edip sâlih amel
işleyenlere gelince, onlar hayrul beriyyeh (yaratı-
lanların en hayrlısı)dır.” (Beyyine; 5, 6, 7)
Öğreniyoruz ki; Allah’a kulluk yapmayı ter-
cih edenler Allah katında Allah’ın yarattıkları-
nın hayrlılarıdır. Allah’a kulluk yapmayı tercih
etmeyenler ise yarattıklarının şerlileridir. Âyet
böyle ayırmış; hayrul beriyyeh, şerrul beriyyeh.
Sûrenin bu âyetlerinde “kulluk yapmak” geçtiği
için paylaştık. Bu âyetleri ileride detaylı görece-
ğiz. Şimdilik oradaki mesajı Allahuekber’i düşü-
nerek, yani Allah’ın hükmünün ve gücünün ne
olduğunu düşünerek, Kün fe yekün’ü düşüne-
rek anlamaya çalışalım. Rabbimiz diyor ki; bu
gücüme rağmen, Allah olmama rağmen sizden
ne istedim? Sadece doğru inanın, salâtınızı ika-
me edin, fazlasını da verin. Neyin? Muhtariye-
ti Tercih Gücü’nün. Önce ondaki fazlayı verin.
Sonra da sizi müstakil yaparak oraya bağlayacak
malın fazlası neyse onu verin. Verin de sizi müs-
takil yapmasın. Onlar yüzünden kendini bir şey
sanma, ver. Başka ne istedik ki? İşte Dîn’in esası
da budur. Bu güce rağmen ne istedik? Meâlen
192
YILMAZ DÜNDAR
193
sini istiyorsa ona çok elîm bir azab hazırladık.
Meâl yapılırken “dûnillah” kelimesinin mânâsı
fark edilmediği zaman anlam yeterince oluşmaz.
Oysa şimdi siz fark edeceksiniz. “İş körlüğü” diye
bir şey vardır, işin ehli olduğunu söyleyenler bu
körlük yüzünden fark edemezler, fark edemiyor-
lar. İnşâAllah fark ederler.
Ayette “dûnillah” ifadesi olmasına rağmen
bunu fark edemedikleri için meâllerde âyeti
şöyle bitiriyorlar; kendileri için Allah’tan başka
yardımcı olmadığını görürler. Bunu okuyan bu-
radan ne anlam çıkarır? Bir: Sanki Allah’tan baş-
kası var da yardım etmedi. Böyle anlarlar, çünkü
meâl çok insanca. “Bana komşularımdan bir tek
sen yardım ettin” der gibi. Buradan dağ başında
komuşusu olmayan tek başına bir insan anlaşıl-
maz. Bir sürü komşusu arasından sadece birisi
yardım etti de anlaşılmaz. Âyetlerdeki “dûnillah”
bu değildir. Dikkat edin, dûnillah anlaşılmazsa
Kur’ân anlaşılmaz, Kelime-i Tevhid anlaşılmaz ve
insan ârif olamaz. İki: Meâllerde “Allah’tan başka
yardımcı bulamadılar” yazıldığı için oluşan yan-
lış mânâlardan birisi de, sanki başka yardımcılar
var algısıdır. YOK! Allah’tan başka Müstakilen
VAR ve Muhtar bir güç YOK. Ona ne diyoruz:
Lâ havle ve lâ kuvvete illâ Billah. Dolayısıyla çı-
kan bu sonuç da yanlıştır. Çünkü, “Allah’tan baş-
ka yardımcılar bulamadılar” demek, bir bakıma
“Onlara Allah yardım etti” demektir. Esas tehlike
burada. Ayette önce “Onlara elîm azab hazır-
ladık” derken, sonra “Allah’tan başka yardımcı
bulamadılar” deniyor. Bu cümleden “başkaları
194
YILMAZ DÜNDAR
195
kiyor. “İyyâKE na’budu” derken “Allahım, ben
senin adına BEN derim” çizgisinde olmalıyız.
Allah’a kulluk yapmanın en önemli ve birinci
şartı budur. Kendi adına “BEN” diyerek Allah’a
kulluk yapamazsın. “Biz yalnız sana kulluk ya-
parız” diyorsun ama kendi adına BEN diyorsun.
Olmaz, ikisi uymaz. “İyyâKE na’budu” derken
“Allahım, yalnızca senin adına, senin verdi-
ğin yetkiyle, senin için BEN diyenleriz” mânâsı
önemlidir. Bunu böyle demeyen Kur’ân’a göre
mütekebbirdir, Allah’ın Mütekebbir vasfını çalıp
onunla hareket etmektedir ki o kişi Allah’a kul-
luk etmeyendir. Kesret diliyle böyle! Şimdi gel-
diğimiz önemli kelime budur. “İyyâKE na’budu
VE iyyaKE nestaıyn”de de bir kelimeye gelece-
ğiz ama işi şimdi bu noktada tutalım. Böylece
iki sonuca ulaştık. Bunlardan ilki tevhid diliyle-
dir. İçinde dolaylı olarak kesret dili de var ama
âyette esas göreceğimiz tevhid dilidir. Yûnus-33:
“İşte böylece, Rabbinin fâsık olanlar hakkında,
“Onlar îman etmezler” kelimesi gerçekleşmiştir.”
Bu hüküm noktasıdır. Bu noktaya gelene kadar
fâsığı, kâfiri, zâlimi kesret diliyle anlattık. Şimdi o
anlattıklarımıza bakıp tevhid diliyle diyoruz ki;
fâsık olanlar hakkında hüküm verilmiştir, onlar
îman etmezler. İşte o kelime gerçekleşti, o yaşan-
dı. Allah’ın hükmü yaşanıyor. Ulaştığımız ikinci
sonuç ise şudur: Hakkıyla “İyyâKE na’budu” de-
meyenler mütekebbirlerdir. “İyyâKE na’budu”
anlatımında bu noktaya geldik.
Artık “İyyâKE nesta’iyn” başlıyor.
196
9.
KUL “İHTİYACI OLAN VE İSTEYEN”DİR
197
na’budu” demelidir? Çünkü Ehad değildir. Kul
“İyyaKE nesta’ıyn” demelidir, çünkü Samed de-
ğildir. Kul ihtiyacı olan ve isteyendir, onun bir
özelliği de budur. Kur’ân’dan ders yaparak “ihti-
yacı olan ve isteyen” özelliğini anlamaya gayret
edeceğiz. Bu amaçla Yûsuf Sûresi 42. âyete bir-
likte bakalım. Sonra fırsatınız olunca üstündeki
bir kaç âyete, altındaki bir kaç âyete bakarsanız,
konu anlaşılma sadedinde daha pekişmiş olur.
Ve şimdi söyleyeceğim meâlle baktığınız yerde-
ki meâlleri kıyaslamak değil de birleştirirseniz,
hepsini birden değerlendirirseniz, okuyacağınız
meâllere şimdi yapacağımız meâli de katarsanız
konu sizin için daha anlamlı olur.
“Onlardan kurtulacağını bildiği kimseye dedi
ki; Rabbinin katında beni an. Şeytan ona Rab-
binin zikrini unutturdu da nice yıllar zindanda
kaldı.” (Yûsuf-42)
Zindanda iki mahkum rüyasını Hz. Yûsuf
aleyhisselâm’a söyler, yorum isterler. Onlar yo-
rum zannederler, oysa Hz. Yûsuf aleyhisselam’ın
yaptığı rüya yorumu değildir. Rüya yorumunu
normal insanlar yapar. Hz. Yûsuf aleyhisselam’a
rüya bilgisi verildiği için söylediği yorum değil-
dir, olayın ta kendisidir, rüyanın karşılığı olan
cevabın ta kendisidir, ne demek istediğidir. Yani,
lügatte siz bir kelimenin karşılığına, manasına
baktığınız zaman o bir yorum mudur? Kelime-
nin manasıdır, yorum değildir. İşte lügatteki ke-
limenin manası gibi, eğer rüyalar için bir lügat
düşünürsek, o rüyanın o kişi için manası, karşılı-
ğı tam neyse Hz. Yûsuf aleyhisselam onu söyler.
198
YILMAZ DÜNDAR
199
efendisidir ama âyetin orijinalinde “rab” yazı-
yor. Belki de rablar karışmasın diye, okuyanlar
“rab” kelimesini karıştırmasın diye “efendi” ola-
rak çeviriyorlar. Ama böyle yazınca da okuyan
kişi esastan perdelenir, olaydan ders çıkaramaz,
Kur’ân’ı ders edemez. Orijinal ifade “Rabbinin”
diyor, neden? Kur’ân’daki başka âyetlerde de çe-
şitli yöneticilerden bahsedilir ama Kur’ân onlara
“Rab” demez. Yalnızca burada yöneticiye “Rab”
dedi. Çünkü o dönemde yöneticiler “Rabbınız
benim” diyen yarı tanrılardı, halkın inandığı esas
tanrıyla ilişki kuran yarı tanrılardı. Yûsuf aleyhis-
selam zaten onların bu inanışı nedeniyle “Rabbi-
nin katında beni an” diyor. Böyle demekle onun
yanlış inanışını, aslında inanmadığı halde, tasdik
etmiş gibi oldu. Rasûl Allah’tan ister, biz de öyle
isteriz. “Git ona söyle, beni çıkarsın” demesi de
bize bir uyarıdır. Âyetin bundan sonrası da te-
reddütlü meâllendiriliyor, “O kişiye şeytan onu
efendisinin yanında anmayı unutturdu” yazıyor-
lar. Meâlde “efendinin yanı” olarak yazılanın ori-
jinali “Rabbin indi”dir, yani İND’dir. “Kurtulacağı-
nı bildiği kimseye dedi ki; Rabbinin katında beni
an. Şeytan ona o an Rabbini unutturdu, böylece
nice yıllar zindanda kaldı.” Bu zâhiri mânâdır. Bu
zâhiri olanın bir gerisi var ki, batini olarak Hz.
Yûsuf aleyhisselam’ın nefs ilerlemesindeki kade-
melerle ilgilidir. Ama bu olay Rasûl nefsinin iler-
lemesidir, Risaletle meşgul birisiyle ilgilidir, bizim
nefs ilerlememiz değil.
Meâl yapanın şuna dikkat etmesi lazım: Ori-
jinali onarıyormuş gibi bir hale girmek çok teh-
200
YILMAZ DÜNDAR
201
sinin yanında Yûsuf aleyhisselam’ı anmayı ona
şeytan unutturdu” diye meâllendiriyorlar. Bu
yorum da bir yere girebilir ama anahtar kelime-
miz ile baktığınızda öyle değil! Âyet “Rabbinin
zikrini unutturdu, Rabbini unutturdu” diyor.
“Rabbine söylemeyi değil.
Hz. Yûsuf aleyhisselam’ın yanlış bir imanı,
yanlış bir düşüncesi, yanlış bir fiili olmamasına
rağmen, bize bir Rasûl üzerinden verilen dersi
anlamak için bir âyeti inceliyoruz. Rasûllerde ve
Nebîlerde bunlar olmamasına rağmen “Rabbi-
nin katında beni an” dedi, bunu o kişinin bakış
açısından söyledi, o anlasın diye öyle söyledi. O
mahkumun idrakına ve yaşantısına göre söyledi.
Bu söylemeyi bile âyet Hz. Yûsuf aleyhisselam
için “O an Rabbini unuttu, bu yüzden nice yıl-
lar zindanda kaldı” olarak tanımlıyor. Fark etti-
niz mi? Demek ki, Allah’tan istenmezse durum
böyle. Allah’tan değil de kişinin efendisinden is-
tediğinizde, oradan umduğunuzda durum kötü.
Allah’tan istemenin önemi anlaşıldı mı, o konu
bizi korkuttu mu? Yûsuf aleyhisselam bir Rasûl
olarak îmanı, düşüncesi, yaşantısı doğru olma-
sına rağmen talebini o kişin yanlış bakışına göre
iletti, “Rabbinin katında beni unutma” dedi ve
böylece uzun süre daha zindanda kaldı.
Bir hadisinde Efendimiz (SAV) buyuruyor
ki: “Allah, kardeşim Yûsuf’a rahmet etsin. Eğer
“Rabbinin indinde beni an” demeseydi, zindan-
da bir kaç yıl daha kalmayacaktı.” Buradan der-
simizi “İyyaKE nesta’iyn” çerçevesinde çıkarma-
ya çalışalım. Âyetler öyledir ki konunuz neyse,
202
YILMAZ DÜNDAR
203
Yeterli değil! Öyle yaşaman, onun mânâsı ile ya-
şaman gerekiyor. Mânâsını bilirsen düşünürken,
yazarken, çizerken, yaşarken hep o senin için
şablondur. O yüzden, paylaştığımız konuların
değerini inşâAllah fark edin.
Rasûllerin önemli görevlerinden birisi de
dünya tiyatrosunda sıkıntıyı yüklenen olmaktır.
Yanlışı değil sıkıntıyı, zorluğu. İnanana öğretmek
için zorluğu, sıkıntıyı yüklenen. Tüm Nebî ve
Rasûller içerisinde o zorluğu ve sıkıntıyı en fazla
yüklenen Efendimiz (SAV) olmuştur, en fazla O
(SAV) yüklenmiştir. “İnsanlar içerisinde en faz-
la sıkıntıyı Rasûl ve Nebîler çekmiştir, onların
içerisinde de en fazla ben yüklendim” hadisini
anlamak istiyorsak böyle bakmak lazım. Aksi
halde yanlış bir kafa söyle bakabilir: “En fazla sı-
kıntıyı çektim” diyor. Ama suyu ve ekmeği vardı.
Dünyada suyu ve ekmeği olmayanlar vardı. Hür-
dü, rahattı, evi vardı, oysa evi barkı olmayanlar
vardı, orada köleler vardı.” Sıkıntı bu değil. İşin
aslını fark eden için dünyadaki sıkıntılar bunlar
değil zaten. “Rasûl ve Nebîler sıkıntı çekmiştir”
derken söylenen sıkıntı bu tür şeyler değil, bun-
lar belki başka sıralarda. Örneğin Hz. Süleyman
aleyhisselam aynı zamanda hazinesiyle ünlü bir
kral. Eğer sıkıntıya dünyalık şeyler için bakar-
sanız yanılırsınız. Bakın bu cümlesi Hz. Yûsuf
aleyhisselam için bir sıkıntı, biz öğrenelim diye
yükleniyor. Belki bir kişi çıkar da öğrenir diye
yedi yıl daha fazla zindanda yatıyor. Hz Yûsuf
aleyhisselam Rabbini tanımıyor, bilmiyor mu
sanıyorsunuz. O bir Rasûl! Rasûl dediğinizde
204
YILMAZ DÜNDAR
205
mutlaka alır, bu böyledir. Efendimiz (SAV), bazı
olaylar yüzünden mahzun olup, boynunu bü-
küp, Kabe’nin kenarına yaslanmış durduğu za-
man Mirac yaşamıştır. Efendimiz (SAV) in bize
İsra Sûresi ile bildirilen Mirac’ını yaşamadan
önceki halinde de bir mahzunluk vardır. Dikkat
edin, Efendimiz (SAV) için Mirac’ı bir kere dü-
şünmeyin, kıssasını bildiğimiz Mirac Efendimiz
(SAV) ın tek Mirac’ı değildir, öyle düşünmeyin.
Hz. Yûsuf aleyhisselam zahiren böyle bir hali
dünya tiyatrosunda yüklenmiş, karşılığında risa-
letindeki nefs ilerlemesiyle ilgili ikramlar yaşa-
mıştır, sonraki yedi yıllık zindan hayatı onun için
Rasûle ait farklı bir seyr-i sülûk olmuştur, çok
ayrı bir şey yaşamıştır. Onu normal insan seyr-i
sulükû gibi düşünmemek lazım. İnanan kişiler
bu yüzden zindanı seyr-i sülûk için bir mektep
görmüşler, ona Mekteb-i Yûsufiye demişler, ora-
yı bir zindan görmemişler.
Bizim buradan dersimiz ne? Onu anlamak
için bu söylediklerimiz çerçevesinde, onları ak-
lımızda tutarak zahiri cümlelerle bakalım. Anlı-
yoruz ki, Rasûl bir beklentisi için kula müracaat
etmiştir. Âyette anlatılan sıkıntılı rolü tarif edi-
yoruz, anlattığımız şey “Hz. Yûsuf aleyhisselam
şöyle yaptı” değil, bir rolü tarifdir. Rasûl bir bek-
lentisi için kula müracaat etmiştir, “Rabbinin
katında beni an” demiştir, Rasûl olduğu halde
Allah’tan istememiştir. Görüntüde! “Rabbinin
katında beni an” demiş, yani kurtulmak için
bir kula müracaat etmiştir. Bu âyet “Efendisinin
katında anılmak istedi” diye meâllendirilse de,
206
YILMAZ DÜNDAR
207
Yaşayanın sözü tesirlidir. İslâm’ı yaşayanın sözü-
nün enerjisi farklıdır, onun nuru çok farklıdır.
Yûsuf Sûresi 42. âyette esas vurgulananı ya-
kalamaya çalışıyoruz. Buraya kadar anlattıkla-
rımızdan âyetin meâlinde “rabbi” de deseniz
“efendisi” de deseniz bu mana çıkar. İşin aslı
görülemiyorsa, yani kişi yeterince hanîf değilse
âyetteki şimdi söyleyeceğimi fark edemez, âyetin
vermek istediği dersi yakalayamaz. Bu âyetin
bize öğrettiği esas mesele ne? Bu paylaşacağım
yeni değil, daha önce bir kaç defa paylaştık,
onu şimdi bir ayet örneğinde işliyoruz. Özellikle
“Aşağıların Aşağısı” kitapçığının “Kurtuluş Yolu”
bölümünde önerilen maddelerden birisi budur.
Bir kişi Kelime-i Tevhid’in doğru manasını anla-
dı ve dedi ki; “Müstakilen VAR ve Muhtar” olan
ancak Allah’tır. Başka Müstakilen VAR ve Muh-
tar YOKTUR, La ilahe! Ancak Allah Müstakilen
VAR ve Muhtardır.” Bunu anladı ve uygulamaya
çalışıyor. Lütfen dikkat buyurun, şu çok önemli,
tahmin edemeyeceğiniz kadar önemli, önemini
anlatabileceğimi, başarabileceğimi de sanmıyo-
rum. Siz inandınız ve dediniz ki, Müstakilen VAR
ve Muhtar ancak Allah’tır. Kendiniz için de dedi-
niz ki, benim Müstakilen VAR ve Muhtar iddiam
YOK Ya Rabbi! Arzu ve isteklerinizi buna göre
ayarlıyorsunuz, fiillerinizi buna göre ayarlama-
ya çalışıyorsunuz, buna göre düşünüyorsunuz,
buna göre korkuyor, buna göre ibadetlerinizi
yapıyorsunuz. Ama en az bunlar kadar önemli
olan, eğer olmazsa yaptıklarınızı da bozan bir
şey var. O nedir? Bir başkasının Müstakilen VAR
208
YILMAZ DÜNDAR
209
katında beni an” dediği an oraya yazdığı için,
sürekli Rabbiyle olan bir Rasûl için bile “Rabbini
unuttu” deniyor. Dersimizi alalım. Bize Rasûlü
üzerinden öğretiyor, Rasûl bu sıkıntıyı dünya ti-
yatrosunda yaşayarak bize gösteriyor.
Tekrar edeyim: “Müstakilen VAR ve Muhtar
iddiasında değilim” deyip buna göre hayatı-
nı düzenleyen kişi, eğer başkasının Müstakilen
VAR ve Muhtar iddiasını tasdiklerse küfre gir-
miş olur. Rasûl bu işi görevi gereği yaptığı için,
bunu öğretme sadedinde sahnede yaptığı için
küfre girmez. O bize hayatıyla anlatıyor, Rasûlün
hayatı bir derstir. Ama insan onu yaparsa küfre
girer. Hayattan bir örnek vereyim, siz onu haya-
tınıza yayın. Arkadaşınız dedi ki, şurada bir sa-
nat galerisi açılmış, gel bir bakalım. Kıramadınız
girdiniz. Tablolar, resimler... Birisinin başında
da ressamı duruyor. O ressam o resmi “Müsta-
kilen varım ve muhtarım” iddiasıyla yapmıştır.
Bir eser çıkarıyor ama bu iddia ile. Siz tam ora-
ya geldiniz, resim şahane, çok beğendiniz. “Ne
kadar güzel yapmışsınız” dediniz, onu övdünüz,
takdir ve tebrik ettiniz, bütün beğenilerinizi o
kişiye yaptınız. Dikkat edin, resmi beğenebilir-
siniz. Mesele bir insanın yaptığı şeyi beğenmek
beğenmemek değil, “Bakmayacağım, beğenme-
yeceğim” tavrı değil. Siz eğer her şeyin sahibinin
Allah olduğunu iyi bilirseniz, o resim kimindir,
kim yapmıştır, ona bu idrakla bakarsınız. Ama
siz her şeyi götürüp o kişiye bağladınız. Kişi ora-
ya o iddiayla geldi, o iddia ile duruyor ve siz de
onu tasdik ediyorsunuz. Bu “Rabbinin katında
210
YILMAZ DÜNDAR
211
sunuz, “Mutlaka küfrün karşılığında azab gele-
cektir” diyorsunuz, her gece bunu söylüyorsu-
nuz. Böyle!
Âyetteki esas meseleyi inşâAllah yakaladıy-
sak, şöyle bir soru soralım: Kişi bu anlatılanlar-
dan çekindi, korktu, “Ya Rabbi İyyâKE na’budu
VE iyyaKE nesta’iyn” dedi. Dışarı çıktığında, ya-
şantısında bir kuldan bir şey istemeyecek mi, is-
temeyecek miyiz? Bir veliyullah tanıyorsam ona
bir derdimi söyleyip bir şey istemeyecek miyim?
Şurada bir mübarek kişinin yattığını biliyorum,
gidip orada bir dua etmeyecek miyim? Bir iki ör-
nekle bu manayı çözelim, bu çok önemli. Bunu
çözelim ki uygularken doğru uygulayalım ve
örnek olmaya çalışalım. Kime? Dileyene. Kur’ân
“Dileyene” diyor, birine zorla örnek olamayız,
boşa olur. Dileyene, tâlibe, tâlib olana.
Şimdi size iki hâl tarif edeceğim, birbirlerine
destek olsunlar diye. Fakat bana hayal gücünüz
yardımcı olabilir. Hep mesele algı. Öyle olduğu
için ben anlatırken siz onu zihninizde resme,
algıya çevirirseniz inşâAllah başarılı olabiliriz.
Lütfen zihninizi, hayalinizi zorlayın. Bir sinema
salonu düşünün, henüz film başlamamış, salon
tıka basa dolu. Film henüz başlamadığı için, sa-
londakilerden kaynaklanan bir ses, bir gürültü,
bir uğultu var, herkes birileriyle kısık sesle de
olsa konuşuyor, herkes birbiriyle meşgul. Çünkü
daha film başlamadı. O güne kadar görmediği
bir arkadaşıyla karşılaştıysa ortak tanıdıklarını
soruyor, uzaktan birisini gördüyse yanındakine
“Şu benim hocam, şu çok ünlü birisi” diyor, bir
212
YILMAZ DÜNDAR
213
ama örneği genişleteceğiz, evde de böyle. Anla-
mak için önce orayı örnek verdik, çünkü müslü-
man için câmi önemli bir alan. Kendinizi sık sık
yoklayın, doğruyu yakalayacaksınız inşâAllah.
Eğer siz câmide sinemadaki film öncesi hal gibi
duruyorsanız, orada bir film görmüyorsanız, gi-
dip saatlerce oturup film seyretmeden çıkmış
gibi olursunuz. Bilet için kuyrukta da bekledi-
niz, para da ödediniz ama neye yaradı? Sinema-
da ters oturdunuz. Salât ikame ederken o filmi
görüyorsanız başkadır, film başlamamış salonda
duruyor gibiyseniz başkadır. Dua ederken de. Bu
daha başlangıç, sonra orada rol alan olmanız la-
zım, yalnız seyreden değil. Bütün bunlar için al-
gımızı onarmak gerekiyor. Ki orada huzurda ol-
duğumuzu görebilelim, sonra oradaki olayda rol
alabilelim. Bir düşün, sen zaten bir roldesin, far-
kında olmadığın için rolün yok sanıyorsun. Onu
fark edebilmek algıyla ilişkilidir. Aynı testi yaşan-
tımız için de yapmak gerekir. Yaşarken Allah’ın
filminde misiniz, yoksa salonda film başlamamış
haldeki gibi misiniz? Gürültücü, birbiriyle meş-
gul halde mi, yoksa filmle misiniz? Hangi hayal-
desiniz? Bunu câmide, mescidde yapsanız da
olur, çünkü yeryüzü size mescid kılınmış. Bütün
yeryüzü câmi, ne fark eder. Alışmak için bir yer-
de antrenman yapmak lazım, bu önemi yüzün-
den câmideki halimizi test ettik, o örneği verdik.
Hayat da böyle. Bu noktayı önemserseniz, yani
sizin için hayat 7/24 böyle olursa, o zaman neyi
anlatıyor oluruz biliyor musunuz? Nefs-i Mut-
maine! Bilmeden Nefs-i Mutmaine’nin halini
214
YILMAZ DÜNDAR
215
sende gibi herkesin yapısına hangi mal uygun
geliyorsa insanlara malları emanet etmiş. Bu in-
sanların görevi kimin bir mala ihtiyacı varsa ona
onu veriyor. Görevi bu, bu kadar. Birisinde şeker
var, kişi şekerin emanetçisi. Kendisinde bir başka
mal olan birisine şeker lazım olduğunda gidiyor,
şekeri o emanetçiden alıyor. Dikkat edin, bun-
ların hiç biri muhtar değil, yalnızca emanetçi.
Ve öyle bir irtibat var ki, birisi emanetçiye şeker
almaya gittiğinde o kişiye ne kadar şeker verile-
ceğini malın sahibi söylüyor. Emanetçi kendisi
karar vermiyor, şekeri kişiye mal sahibinin ta-
limatı doğrultusunda veriyor. Hatta kendisine
bile şeker lazım olunca, emanetçi olduğu halde,
isteyen pozisyonuna girdiği için, şeker alacak mı,
ne kadar şeker alacak, onun talimatını da mal
sahibi veriyor. Muhtar olan mal sahibi! Emanetçi
ihtiyacı olana malı kendisine gelen bilgi kapsa-
mında veriyor, hüküm vermiyor, yalnızca görev
yapıyor. Bu tabloyu zihnimizde oluşturduysak
kendimize bir kaç soru soralım. Siz o köydesiniz
ve şeker almaya gideceksiniz. Mutlaka şeker al-
manız gerekiyor, onun için bir müracaatta, bir
talepte, bir gayrette bulunacaksınız, siz “Bana
şeker lazım, şeker ver” diye emanetçiye mi gider-
siniz, mal sahibine mi? Hatta ulaşamıyorsanız
aracı bulursunuz, “Şeker almaya gideceğim, söy-
lesin de alayım” dersiniz değil mi? Birincisi bu.
Sormaya devam ediyoruz, sonra soruları birleş-
tireceğiz. Köydeki herkesin bu kadar malı oldu-
ğu halde hiç birisi çıkıp “Benim şunum var” der
mi, diyebilir mi? Komik olur değil mi? Herkesin
216
YILMAZ DÜNDAR
217
olan birisine gidip şeker istediğinizde kimden
istemiş oluyorsunuz? Elinde şeker olandan mı,
mal sahibinden mi? Siz bunu tüm yaşantınız-
da böyle uygularsanız değil, onun zaten böyle
olduğunu görürseniz, kuldan bir şey istemek
diye bir şey olamaz. Yok ki öyle bir şey! Köyde
herkes emanetçi, kimse hüküm sahibi değil. Siz
emanetçi birinden bir şey istemezsiniz, hep mal
sahibinden istersiniz. Dolayısıyla, bir şeyi mal sa-
hibinden istiyorsunuz ama emanetçiden alıyor-
sunuz, işte dünyadaki de böyledir. Bir doktorun
şifa yetenekleri ve bilgisi Allah’ın emanetidir. Siz
doktora gidip tedavi istediğiniz zaman sınavda-
sınız. Eğer siz mal sahibini unutmadan doktora
giderseniz, -köyde nasıl şeker verene giderken
önce mal sahibini arıyordunuz; “Şekerciye gi-
deceğim, söyleyin de bana şeker versin, temiz
yerinden versin, dikkatli versin, beni bekletme-
sin” diyordunuz- siz sağlık işinin emanetçisi o
doktora giderken de sahibine; “Ya Rabbi, bu işi
emanet ettiğin bir kuluna gidiyorum, emir bu-
yur da benimle ilgilensin, şifan için bana yardım-
cı olsun, hayrlısıysa şöyle olsun” derseniz kuldan
değil, daima Allah’tan istemiş olursunuz. Ama
onun emanetçisi kuldan bir bilgi, bir şifa, bir mal
alırsınız veya bir işinizle ilgili destek alırsınız. Bu
emanet veliyullahta bulunabilir, ondan alacağı-
nız farklıdır, bir doktordur, bir öğretmendir, bir
avukattır veya bir başka malın sahibidir veya bir
iş yaptırma gücü olan birisidir. Sebeplere müra-
caat etmeniz, köyde mal almak için emanetçi
kişiye müracaat etmeniz, ağanın onurudur. Siz
218
YILMAZ DÜNDAR
219
Boş işlerle meşgul. Boş iş ileride sana yaramaz
demektir. Tekâsür Sûresi “İleride sana yaramaya-
cak işlerle meşgulsün” diyor. Değilse edebiyle bir
kuldan yararlanmak, yararlanmayı düşünmek
bile sevap olur, doğru olmak kaydıyla. Emanetçi
olduğunu o kendisi bilmeyebilir. “Öyle davrana-
cağım ama kişi emanetçi olduğunu bilmiyor”
diyemezsiniz, bilip bilmemesi fark etmez. Köye
dönersek, köydeki emanetçilerin bazıları mal sa-
hibine küsmüş, bu yüzünden o işlerini sanki mal
sahibi yokmuş gibi yapıyorlar. Ama gizlice emri
almaya devam ediyorlar. Yine gelene emaneti
veriyor ama o küslük nedeniyle sanki mal sahibi
yokmuş gibi kendince tavır koyuyor. Dünyada-
ki inkârcılar öyledir, onların halini sanki küsmüş
muamelesi gibi düşünün. Ama sistem aynı sis-
tem. Ondaki de emanettir, kime nasıl vereceği-
nin emrini yine Allah verir. Fakat o küstüğü için
işin aslını görmemeye çalışır. Onun küsmesi sizin
doğru yapmanızı engellememelidir. Bir de onun
tavrını tasdik etmemelisiniz.
Hz. Mûsa aleyhisselam’ın çok şiddetli dişi ağ-
rır, Rabbiyle dost olduğu için “Ya Rabbi, ağrıya
dayanamıyorum” der. Rabbi ona bir ot tarif eder.
Gider onu alır, dişine koyar ve ağrısı geçer. Bunu
anlamak günümüzde biraz zor olabilir. Ağrı ke-
siciler, antibiyotikler ve benzerleri nedeniyle
hemen hallederiz sınıfında bir iş. Ama o zaman
öyle değil. Bu bir kıssa tabi. Sonra ilerleyen za-
manlarda tekrar dişi ağrır. Öğrendiği için, Hz.
Mûsa aleyhisselam gider o otu alır, dişine koyar
ama geçmez. “Ya Rabbi, böyle yapmıştım geç-
220
YILMAZ DÜNDAR
221
size gelince verin’ dedim. Bu yüzden, sen o ilacı
kullanırsan iyi gelir. Benden istersen başka, ama
istemesen de tesir eder” der. İkisi farklı şeyler, bu
sizi yanıltmasın. Çünkü sonuç önemlidir. Mesele,
istediğiniz zaman bir şeyi elde etmek, ona sahip
olmak değildir. Onunla varacağınız yer önemli.
Yani o işle, o olayla elde ettiğiniz şey neyin bile-
ti? Cehennemin mi, cennetin mi? “Şöyle yaptım,
şöyle kazandım” diyenin kazandığı ne, nerenin
bileti? Aynı olay için; “Rabbim lütfetti, şöyle bir
iş imkanı nasib etti, şöyle bir kazanç verdi” de-
mek başka bir şeydir, diğeri başka bir şeydir. Do-
layısıyla, Allah’tan istemek ne demektir, bunu iyi
anlamak ve ondan uzak kalmamak lazım, buna
gayret etmek lazım, sürekli Allah’tan isteme kul-
varında durmak lazım. Kendimize bir çember
çizip o çemberi elektrikli telle çevirmemiz, ona
yaklaştığımız zaman bizi uyaracak kendimize
ait bir şeyler bulmamız lazım ki o çemberden
çıkmayalım. Bunu iyi fark etmiş olan sahabe
Vera Sistemi’ni geliştirmiştir. Helallerle çember
çizmiş, o çemberden çıkmamak için kendisine
bir uyarı sistemi olarak Vera’yı oluşturmuştur.
O elektrikli tel sistemine “Vera” demiştir. Vera
ayrı ve uzun bir konu, meraklanın da gidince
araştırın diye bu kadarla geçiyorum. Vera sahip-
leri Allah tarafından övülmüştür. Yani, kendine
çember çizip elektrikli telle çevirenler Allah ta-
rafından övülmüştür.
İki şeyi de karıştırmamak lazım ki günümüz-
de müslümanlar karıştırmaya başladı. Çünkü
iletişimin kuvvetli olması fayda sağladığı gibi sa-
222
YILMAZ DÜNDAR
223
başlangıcıdır, başlangıç çizgisidir. Seyr-i sülûkta,
insanın özelliklerini fark etikçe, hakikatini ya-
şadıkça görürsünüz ki insan ne isterse olur. Ne
isterse olur, çünkü oradaki “insan” kelimesini
biz koyuyoruz. “İstersem olur”u fark eden in-
san, onu kuvvetlendirici yöntemler geliştiriyor
ve kimisi bunu dua zannediyor, kimisi duadan
perdeleniyor. Sonuçta ikisi de duadan uzaklaşır.
İstemenin bir mekanizması vardır. O sistemi ça-
lıştırmak için size bunun derslerini verebilirler.
Onun bir konsantrasyonu, bir yöntemi, bir sürü
bir şeyi vardır. Hatta bunu anlatan birisi kendisi-
ne inandırmak için şöyle örnek vermişti: Dene-
yin, yatmadan önce “Ben saat dörtte kalkmak
istiyorum” deyin ki. Böyle deyin, buna inanın,
saat dörtte uyanırsınız, saatinizi kurun o çalma-
dan uyanırsınız. Doğru! Kişi istemeyi önemser-
se kendisiyle ilgili bu sistem çalışır. Ama bu sis-
tem onu fark etmeden mütekebbirliğe götürür.
Gittikçe istemesi kuvvetlenebilir, yanına başka
şeyler de eklenebilir. “Bırakın istemeyi hisset-
sem oluyor” demeye başlar. “Hissediyorum beni
telefonla arıyor, hissediyorum geliyor, hissedi-
yorum gidiyor”lar başlar. Oysa duanın bir me-
kanizması, bir tahsili, bir kursu yoktur. Dua doğ-
rudan Allah’tan istemektir. Allah’tan istemenin
ismi duadır, istemenin ismi değil! Siz herhangi
bir yöntemle kendinizden bir şey isteyebilirsiniz;
beyninizi zorlayabilirsiniz, konsantre olabilirsi-
niz, gözlerinizi bir yere dikip isteyebilirsiniz, on-
lar dua olmaz. İsteme sonuç veriyor diye, isteme
sonucu işler meydana geliyor diye başardığınızı
224
YILMAZ DÜNDAR
225
değildir, alternatifi olan bir kelime de değildir.
O artık muhabbet duyduğunuz bir ifadedir,
Allah’a seslenmeniz içindir, “SEN” demeniz için-
dir; SENden isterim Ya Rabbi. Anlattıklarımızın
hepsi üst üste gelince inşâAllah size başka bir
ifade oluşturur.
Geldiğimiz idraka ek yapmak için tekrar-
lıyoruz, değilse bildiğiniz bir şey: Kul yaratı-
landır, Allah yaratandır. Paylaştığımız konular
içerisindeki anahtar kelimelerden birisi buydu.
Kur’ân’da böyle anahtar kelimeler vardır. Maa-
lesef bu anahtar kelimeler anlaşılamamış, bun-
ların açacağı yerler de açılmamıştır. Anahtarı
taşımak ayrı bir iştir, bir yüktür, açmak ayrı bir
şeydir. Bunlardan birisi de dûniHİ-dûnillah idi,
onu “Aşağıların Aşağısı” kitapçığında paylaştık.
DûniHİ-dûnillah anahtarıyla Kur’ân mesajını aç-
tığımızda Yaratan ve Yaratılan için şöyle bir vasıf
öğreniyoruz: Kul yaratılandır. Yaratılanın ‘dışı’
kavramı vardır, orada başka kullar vardır. Dik-
kat edin, “dışı var” ayrı şeydir, “dışı var kavramı”
ayrı şeydir. İyi bakıldığı zaman kulun dışı yoktur,
‘kulun dışı kavramı’ vardır. Ama kullar Birbirle-
rine Göre Var özellikleri içerisinde konuşurken
“Kulun dışı var” diyebilirler, kul kula bunu söy-
leyebilir ki başka bir kul oluşsun. Ama hakikatte
bir adım ileri giderseniz ‘kulun dışı var’ kavramı
çok doğru olmaz. Var olan bir “kavram”dır, ku-
lun dışı kavramıdır. Kulun ‘dışı’ kavramı vardır.
Allah’ın ‘dışı’ diye bir kavram yoktur. Allah’ın dışı
yoktur, yani dışı kavramı yoktur. Bu yaratıyor ol-
manın özelliğidir, yaratanın dışı kavramı olmaz,
226
YILMAZ DÜNDAR
227
dır, Yaratan’a teslim olmak zorundadır. İyyâKE
na’budu; bu bilgileri tasdik ediyorum. Ve İyyaKE
nesta’iyn; yalnızca senden isterim. Bu bilgileri,
isteme bilgilerini ve sistemini tasdik ediyorum.
Burada bir tasdik zorunluluğu vardır. Bu yüzden,
bir kulun “İyyâKE na’budu VE iyyâKE nesta’iyn”
demesi zorunludur, hem de o kulun -lütfen ina-
nın- kurtuluş cümlesidir. Sırası gelince fark edi-
lir o. Bir ilaç almış eve koymuşsunuzdur, miâdı
içerisinde ilaç unutulmuştur. Sonra gecenin zor
bir anında o ilaca -bu bir alerji hapı olsun- ihti-
yaç olmuştur. Bir anda aklınıza gelir, “O ilacı şu-
raya koymuştum” der, alır yavrunuza verirsiniz,
yarım saat sonra alerji geçer, çok rahatlarsınız.
O ilaç orada iki yıl durdu. Ama onun ne oldu-
ğunu o an anladınız. “İyyâKE na’budu VE iyyâKE
nesta’iyn” diyenler, onu hakkıyla söyleyenler, he-
sap günü “İyyâKE na’budu VE iyyâKE nesta’iyn
diyenler ayrılsınlar” manasına gelen “Suçlular
ayrılsın” denildiği zaman o gruba girmezler.
Suçlular “İyyâKE na’budu VE iyyâKE nesta’iyn”
dememiş olanlardır. Takliden bile söylense bu
kadar önemli bir kurtuluş cümlesidir o. Öyle bir
merhamet sahibi ki Rabbimiz, “Merhameti ken-
dime farz kıldım” diyor. Kendisine farz oluşturu-
yor; kullarına merhamet. Anlayalım diye öylesi-
ne söylüyorum, bir kul hesap gününde görevli
olsa ve “Ya Rabbi, suçlular ayrıldılar. Ama şunlar
‘İyyâKE na’budu VE iyyâKE nesta’iyn’i takliden
söylüyorlardı” dese, nefsine merhameti farz
kılmış olan Rabbimiz, “Merhametim azabımı
aştı, taştı” diyen Rabbimiz; “Olsun. Söyledi ya,
228
YILMAZ DÜNDAR
229
sünnetullahı içerisinde bazı özel olaylar vardır.
Hz. Âdem aleyhisselâm için annesiz babasız der-
sek, yaşayan sünnetullaha uymayan bir hal. Ve
Hz. Îsâ aleyhisselâm efendimiz de babasız. İna-
nan için bu, “Allah’ı Sünnetullah’la sınırlamayın”
dersidir. Mutlaka böyle olacak değil. Allah diledi
mi öyle olur, diledi mi böyle olur. Böyle olaylar,
tabiata tapanlar için ise “Sünnetullah’tan perde-
lenmeyin” dersini içerir.
Âyet bize yine bir Rasûl üzerinden ders veri-
yor. O Rasûlle ilgili farklı özellikler var; babasız
dünyaya gelmiş, annesi Allah’a karşı sıddıkıye-
tinde mertebe kat etmiş. Annesi günümüz için
baktığımızda Kur’ân’da ismi geçen tek kadın,
Kur’ân’da kadınlara “örnek alacaksanız” diye
örnek gösterilen kadın. Hz. Îsâ aleyhisselâm
döneminde dînî tebliğler normal dünya haya-
tının gösterdiklerinin ötesinde cümlelerdir. Hz.
Mûsa aleyhisselâm kavminin dinle ilgili bilgileri
dünya hayatı kuralları çerçevesinde iken, Hz. İsa
aleyhisselâmın din öğretileri dünya hayatı kural-
larının ötesindedir. Mecaz demek istemiyorum,
bu mânâyı mecaz da karşılamıyor. Çünkü me-
cazda esas cümlenin önemi yoktur. Eğer Kur’ân
âyetlerine mecaz derseniz, insanlar öyle mecaz-
lar çıkarırlar ki mecaz kelimesi aslı örter, âyetteki
esas cümleleri önemsemezsiniz ve zâhirî’den
perdelenirisiniz. Kur’ân’daki zâhirî cümlelerin
belgesi Efendimiz (SAV) dir. “Âyetler mecaz-
dır” diyenlerin hem kendileri bir beşerdir hem
söylediklerinin belgesi yoktur. Ama insanlar
belgesi olmayanı daha çok önemser, bu da ayrı
230
YILMAZ DÜNDAR
231
tiyor: Dünya böyle dese bile, milyarlar ona böyle
inansa bile onlar yemek yerlerdi!
Dikkat edin, oruç ibadetinin en önemli yanı
yemek yememektir. Oruç ibadetiyle insan Sa-
med olmaz. Hiç bir kul Allah’ın bu vasıflarıyla
vasıflanamaz, Ehad ve Samed’le ahlaklanamaz.
Bir kulun ahlaklanabileceği en önemli ve ona
faydalı vasıf Rahmân ve Rahıym’dir, o yüzden
Besmele’de bunlar geçer. Fâtiha kitapçığının
başlangıcında paylaştık, “Ehad ve Samed olan
Allah’ın adıyla” deseydi, öyle öğretseydi öyle
diyecektik ama yararlanamazdık. “Rahman ve
Rahıym olan Allah adıyla.” Besmele’de başlangıç
mânâ böyle. İleri götürürsünüz “Adına” doğru-
ya gidersiniz. Çünkü kul Allah’ın izni ve lutfuyla
Rahman ve Rahıym isimleriyle ahlaklanabilir. O
zaman Besmele onun hayat tarzı olur, yaşanabi-
lir bir şey haline gelir. Eğer Ehad ve Samed olan
Allah adına denilseydi bu bilgiden kul yararla-
namazdı. Çünkü kul -Hz. İsa’yı bile düşünseniz-
yemek yer. Rabbimiz öğretiyor: Onlar yemek
yerlerdi.
Oruçta yemek yemeyi bırakmak bir temsil-
dir. Fakat bu temsil bu derece önemlidir. Çün-
kü o çok önemli bir bilginin temsilidir. Yemek
işini bir süre bırakmanın bizim için bir yararı ve
önemi de, bizim için Samed olmanın ne oldu-
ğunu anlayabilme çalışması olmasıdır. Allah’ın
Ehad ve Samed oluşu acaba ne demektir, bunu
biraz kavrayabilme çalışmasının adı Oruç’tur, o
çalışmayı biz yemek yememekle yaparız. Samed
oluşunu biraz kavrayabilme çalışması olan ye-
232
YILMAZ DÜNDAR
233
unutmuş olduğumu da bağışlayıver, o sözün ge-
reğini bende aç yâ Rabbi.” Oruç bu manayı da
taşıdığı için, lütfen acele etmeden niyetinizi ya-
pın, inşâAllah meyvelerini de iftarda yiyin.
Kişi oruca “İyyâKE na’budu VE iyyâKE
nesta’iyn” diyerek başlar, iftarda “Eşhedü en lâ
ilâhe illallahul Ehadus Samedülleziy lem yelid ve
lem yûled ve lem yekün lehû küfüven ehad” şa-
hidliğiyle bitirir. Ehad ve Samed’i, Allah’ın o va-
sıflarını tefekkür fırsatı bulur, Rabbimin lûtfettiği
ölçüdeki şehâdetiyle de bitirir. Oruç böyle bir
süreçtir.
“Ey insanlar! Siz Allah’a fakirlersiniz. Allah ise
Ğaniyyül Hamiyd’dir.” (Fâtır-15)
“Sizin indinizdekiler tükenir, Allah’ın indinde-
ki ise bâkîdir.” (Nahl-96)
“İyyâKE na’budu VE iyyâKE nesta’iyn” idra-
kımızın kuvvetlenmesine destek verecek bu iki
ayeti birlikte ders yapalım.
Fâtır Suresi, “Ey insanlar, siz Allah’a fakirlersi-
niz” derken yalnız inananların değil, tüm insan-
ların bir özelliğini söylüyor. Tüm insanlara; ey
insanlar, siz Allah’a fakirlersiniz, Allah Ğaniyyül
Hamiyd’dir diyor. “İnsanlar fakirdir”i anlamak
üzere kullandığımız “fakir” kelimesine bakıp
oradan bir mânâ çıkaralım, alt sınırı o oluştur-
sun. İnsanın ihtiyaçları vardır. Bu ihtiyaçları te-
min imkanı olması gerekenden kısıtlıysa veya
yoksa dünya diliyle biz o kişiye fakir deriz. Böyle
olduğu için bize bir görev doğar, onun ihtiyacı-
234
YILMAZ DÜNDAR
235
lah bana onlara verdiğinden fazla emanet verdi,
bu yüzden ben onlara vermekle görevliyim” der.
“Allah’a fakirlersiniz” de böyledir: Siz Allah’a göre
noksansınız ama Allah sizin vereninizdir, Allah
size verecektir, çünkü siz Allah’ın fakirlerisiniz.
Ancak, burayı doğru anlayabilmek için diğer
ayetlerden öğrendiğimiz bir özelliği getirip bu-
raya koymamız lazım: Allah’ın fakirleri, ihtiyacını
Allah’ın karşılayacağı kısıtlı kullar Allah’ın dışın-
da olarak ihtiyaç sahibi değillerdir. Kesinlikle dış
kavramı düşünmeyin.
Buradan ayrıca öğreniyoruz ki insana verilen-
ler dünyalıktır. Âyet devamında bir kıyasa götü-
rüyor. “Siz Allah’a fakirlersiniz, Allah ise Ğaniyyül
Hamiyd’dir” diyerek insana bir kıyas yapıyor ve
diyor ki; sana verilenler dünyalık çerçevededir,
ölünce yanında götüremezsin. Geçmişte ken-
dini rab ilan etmiş olanlar götüreceklerini zan-
netmişler ama götüremiyorlar. Piramitlerde,
mezarlarda çıkan şeyleri görüyoruz. Hep zann,
hep sanma! Ne diyoruz? Götüreceğini sandı.
Hep sanış. “Götüreceğini sandı” deyip siz bugü-
nün idrakıyla ona gülüyorsunuz. Gelecektekiler
de sana gülmesin? Öyleyse yanlış sanmalardan
kurtulmak lazım. Hayatta sanma/sanış hep var,
hayat hep o. Nahl-96 bu mânâyı biraz daha de-
rinleştirerek öğretiyor: Sizin indinizdeki tükenir,
Allah’ın indindeki ise bâkîdir. Yani Kul Zat’a ve-
rilenler tükenmeye mahkumdur. Neden? Çünkü
kul Ehad ve Samed değildir, Ehad ve Samed ola-
maz da. Çünkü dışı vardır. Dışı olan, dışı kavramı
olan tükenir, tükenmeye mahkumdur. Dışı kav-
236
YILMAZ DÜNDAR
237
önemini ve kulların buna ne kadar ihtiyacı ol-
duğunu da öğretir, anlatır. Dolayısıyla, Allah’tan
merhamet istemek -merhamet duası- Allah in-
dinde çok makbul bir dua olur. Merhamet öyle
kapsamlı bir kelimedir ki: Siz Allah’tan bir şey
isterken duanızda tatmin olmak için tarif yapar-
sınız. Fakat ‘O tarifin bir yeri acaba noksan mı
oldu, yanlış mı istedim?’ gibi de tereddütleriniz
olur. Çünkü, kul olarak bu işin ilerisini gerisini
bilmiyoruz ama bir konuda da şöyle olsun diye
dua ediyoruz, tarif yapıyoruz. Bu yüzden kişi ne
yapacağını şaşırabilir. İşte merhamet kelime-
si, merhamet duası sizin bilip bilmediğiniz her
türlü ihtiyacınızı içerir. Siz Allah’ın fakirlerisiniz
ve Allah merhameti kulları için kendine farz kıl-
dı, ihtiyacınızı bilmeniz gerekmez! Bilmemeniz
noksanlığınızdan zaten, çünkü insanın indinde-
ki tükenir. Dolayısıyla, siz merhamet duası yaptı-
ğınızda, yani isteğiniz ancak merhamet olunca,
dünya ve ahirette size lazım olan en hayrlı şeyler
sizin için nelerse onların hepsini içerir. Bu yüz-
den, “Bi Rahmetike ya Erhamer râhımiyn” zikri
ve duâsı müslüman için önemlidir.
Bu paylaştığımız konulardan mahrum in-
sanlar vardır. Sayıları inananlardan, doğru ina-
nanlardan çok çok fazladır. Ankebût Sûresi 23.
âyet bu konudadır: “Allah’ın âyetlerini ve O’na
kavuşmayı inkâr edenler (var ya); işte onlar rah-
metimden ümidi kesmişlerdir. Ve işte onlar için
eliym bir azab vardır.” (Ankebût-23)
Kur’ân âyetleri, Âmentü Billâhi demiş ve sâlih
amelle meşgul olana o kadar hassas davranır,
238
YILMAZ DÜNDAR
239
Ankebût-23 nasıl yapılırsa eliym azab vardırı
öğretiyor ama yanlış yoldakiler üzerinden, “Kim,
Allah’ın ayetlerini ve O’na kavuşmayı inkâr eder-
se” diyerek. Onlar niye böyle yapıyorlar? Çünkü
benim rahmetimden ümitlerini kesmişler, işte
bu yüzden “Onlara eliym azab vardır” deniyor.
Niye? Allah buyuruyor ki; Ben merhameti ken-
dime farz kıldım ama bir kendini bilmez, had-
dini aşmış asi rahmetimden ümidi kesiyor. İşe
bakın! Bu kadar tehlikeli, bu kadar edeb dışı bir
şey. Allah’ın ayetlerini inkâr eden, ne yapıyor?
Sistemi, İslâm’ı ve Allah’ın varlığını anlamamı-
zı sağlayan ayetleri, delilleri, söylenenleri inkâr
ediyor. Ama konumuz kapsamında özellikle
Allah’ın varlığını ve merhametini yalanlıyor, yok
sayıyor, ona savaş ilan ediyor, onunla mücadele
ediyor. Veya Allah’ı öyle zannedenlere, O’na öyle
inananlara, o yolda olanlara savaş ilan ediyor.
Ve O’na kavuşmayı da reddediyor, yani hesabı
da umursamıyor. Neticede, Allah’ın huzuruna
geleceğini sanmayan, düşünmeyen, ölümle her
şeyin bitip yok olacağını zannedenler var ya, ses-
leniş işte onlaradır.
Kişi Allah’ı tanımadı, rahmetini de bilemedi,
reddetti diye onun ihtiyaç sahibi olması, isteyen
olması kalkmaz. Âyetin öğrettiğinden, amelden
idrak noktasına geliyoruz. Allah’ı tanımadı diye,
rahmetini reddetti diye, bilmedi diye, umursa-
madı diye o insanın bu vasfı kalkmaz: O yine
ihtiyacı olan ve isteyendir. Peki, nasıl olacak?
Vereni reddetti, O’nun merhametini de kabul
etmedi ama ihtiyaç duruyor, bu mutlaka ihtiyaç
240
YILMAZ DÜNDAR
241
“Şüphesiz ki; îman edenler, hicret edenler ve
Allah yolunda mücâdele edenlere gelince; işte
onlar Allah rahmetini umarlar. Allah Ğafurun
Rahıym’dir.” (Bakara-218)
Bu âyette, inanan ve sâlih amel işleyen kul
bir övgüyle konu edildi. Ankebût-23’te “eliym
azab” söz konusu olduğu için orada konu ina-
nan üzerinden öğretilmedi, inkârcılar üzerinden
anlatıldı. Bu bilgileri inkârcılar okumaz, duysa-
lar bile kabul etmezler. Peki, niye onlara hitap
ediyormuş gibi bir anlatım var? Nezaketi fark
edelim, onların üzerinden öğreniyoruz. Mü’min
kul ancak mükafat olunca, övülerek, okşanarak
konu ediliyor. Bakara-218 de böyledir: Şüphesiz
ki; îman edenler, hicret edenler ve Allah yolun-
da mücâdele edenlere gelince; işte onlar Allah’ın
rahmetini umarlar. Allah Ğafurun Rahıym’dir.
“Ğafurun Rahıym” geçtiği için söyleyelim,
esmalara henüz girmedik. Genellikle ayetlerin
sonunda iki esma peş peşe bulunur, onlar çok
ayrı birer derya, oraları şimdilik geçiyoruz. Na-
sib olursa, Rabbim lutfederse ele alma fırsatımız
olur inşâAllah.
Bu ayette övülen grubun içerisine girebil-
mek için o tanımları hemen üstünden geçelim.
Âyetlerin dikkat edeceğimiz bir hususu onları
ötelememekti, aman ötelemeyelim. Ötelemek
edeb dışı büyük bir hal olduğu gibi, doğrudan
Hakk yoldan düşmemize sebep olabilecek dav-
ranışlardan birisidir. Bu ayete bakıp, o zamanki
savaşla ve Efendimiz (SAV) in hicretiyle ilgili ki-
242
YILMAZ DÜNDAR
243
gelir ki, Kur’ân’dan öğrendikleri cümlelerle ina-
nanlara hücum ederler. Onların ne kendilerini
ne de önerilerini dikkate almayın. “O da biliyor,
onun söylediği de ayet” deyip tuzağa düşmeye-
lim, Allah muhafaza etsin.
Îman edenler, Âmentü Billâhi ve Rasûlihi’yi
Kur’ân’ın söylediği, Efendimiz (SAV) in öğretti-
ği şekilde söyleyenlerdir. Hicret edenler? Dikkat
edin, Kur’ân’da îmandan sonra bu geliyor. Hic-
ret edenler, onlar dûniHİ algı ve zann’larından,
Billâhi anlamda hayata göç edenlerdir, dönen-
lerdir. Bu şart! DûniHİ algı ve zann’larından
Billâhi anlamdaki hayata dönenleri ileride gö-
receğiz, onların ismi Hanîf’tir. Dönen, bu tarafa
dönen manasına Hanîf. Mücâhede edenler ise
yakîn gelene kadar doğru îmanlarını muhafaza
edip buna uygun hayat tarzlarını geri dönüşsüz
yapmak için mücadele edenlerdir. Günümüzün
yumuşak kelimesiyle söylersek gayret edenler-
dir, gücü yettiğince gayret edenler. Kur’ân diliyle
dedik ki; yakîn gelene kadar buna devam eder-
ler. Yakîn’in bir kaç mânâsı var. Ama Kur’ân’daki
özellikle vurgulanan mânâsı “Ölüm”dür. Yakîn
gelene kadar, yani onlara ölüm gelinceye kadar.
Ölünceye kadar doğru îmanlarını muhafaza
için gayret edenler ve bu îmanları doğrultu-
sunda hayat tarzlarını geri dönülmez hale ge-
tirmek için güçleri yettiğince gayret edenler. Bu
tanım günümüzün cihadıdır! Bunu yapan kişi,
Kur’ân’da geçen cihad mükâfatlarına mazhardır.
Efendimiz (SAV) den öğreniyoruz ki bu Büyük
Cihad’dır.
244
YILMAZ DÜNDAR
245
olan ve isteyen özelliğiyle ilgilidir, “İyyaKE
nesta’iyn” ile ilgili bir haldir. Şöyle ki: İhtiyâcı
olan ve isteyen olması insan için bir sonuçtur.
Çok kısa bir idrak seyahati yapacağız, lütfen ba-
samak basamak birlikte gidelim. İnsanın ihtiyâcı
olan ve isteyen vasfı bir sonuçtur; insan, yani
kul “BEN” dedikten sonra isteyen olur. Önce,
Allah’ın “Kendini bil” manasında “KÜN” emriyle
fe yekûn/kendini bilir; Allah’ın “BEN” demesin-
den verdiği yetkiyle “BEN” der. Allah bu emriyle
ona, “Sen de adıma BEN de” diyerek yetki ver-
miştir. Halifetullah’ın en önemli özelliği budur.
Halifetullah tanımı için bir çok şey sıralanır,
onların hepsi zarfımızda, hepsini alıp koyduk
ama onu Halifetullah yapan esas özellik “Adıma
BEN de” yetkisidir. “Allah adına BEN kelimesini
kullanma” yetkisi demektir. İnkârcılar o yetkiyi
kendi adlarına, kendi zatları namına “BEN” diye-
rek kullanıyorlar. İnanan Allah adına “BEN” der.
“BEN” Allah’ın vasfıdır ama, kul için verilmiş çok
şerefli bir hediyedir. Biz Allah adına “BEN” deriz.
İnsan “BEN” dedikten sonra kendini bilir, dışını
fark eder ve isteyen olur. Dışı olduğunu anlayın-
ca isteyen olur. İstediği zaman da ihtiyaç sahibi
olduğunu anlar. Dolayısıyla, kulun ihtiyaç sahibi
ve isteyen olması onun sonuç olarak yaşadığı bir
vasfıdır. Önce Allah adına “BEN” der, sonra dışı
kavramının olduğunu yaşayınca ihtiyaçlarını an-
lar ve isteyen olur.
Kişi Esfele Sâfiliyn idrakta olduğu için, işte bu
ihtiyaçları için ne gerekiyorsa yapar, hatta o işin
yarışına girer. Baktı ki; “BEN” dedikten sonra ih-
246
YILMAZ DÜNDAR
247
da vermekten bıkmaz.” Salâtta fırsatımız olduğu
zaman, Tahıyyat’tan sonraki dua hâlini iyi değer-
lendirmemiz lazım. Arada bir de olsa kısa yaptı-
ğımız zaman sakın “Bu kadar yeter” duygusuna
girmeyelim. “Bu kadarını kabul etsin” demek,
bu kadarla yetinsin demektir. “Bu kadar yaptım,
Allah bu kadarını kabul etsin” demek, “Bu ka-
dar verdim, bu kadarla yetinsin” demektir. Allah
ihtiyâcı olan değildir, isteyen değildir, verendir.
Sen salâtta kendi küpünü dolduruyorsun, eğer
“Bu kadarla yetineyim” dersen, olur. Kendin bu
kadarla yetineyim diyorsun. Bu iş, bu ilişki bu ka-
dar hassastır. Allah’a “Bu kadar yetsin” diyemez-
sin. Bütün yaptıkların senin küpüne, “Bu kadar
yeter” diyorsan sen bilirsin.
Kendisine hüdâ/doğru bilgi geldiğinde,
hidâyet ulaştığında öğrendi ki Rabbi verendir,
kendisi isteyendir. Öyleyse şimdilik şöyle dü-
şünmeliyiz: Benim bir isteğim olacak, ne isteye-
yim? Dolayısıyla, kul Allah’tan isteme listesini şu
noktaya getirirse kendisi için kurtuluş kısa yol-
larından birisini Fâtiha Sûresi içerisinde yakala-
mış olur. Söyleyeceğim farklı bir şey değil, ama
burada böyle söyleyeceğiz: Kul öncelikle Esfele
Sâfiliyn’den kurtulabilmek için, sonra Ahsene
Takviym hâlinde ilerleyebilmek için, Rabbinin
ahlâkıyla ahlaklanmayı öğrenmek için talep-
te bulunmalıdır. “İyyâKE na’budu VE iyyâKE
nesta’iyn” ancak bunun için söyleniyor olmalı-
dır. Siz böyle isterseniz yaşantınızda bunlar için
neler gerekliyse Allah melekten bir servis yapı-
yor, onlar onu yazıyor, çiziyor, Rablerine sunu-
248
YILMAZ DÜNDAR
249
gele dağıtmak Kur’ân’da yasaklanmıştır. Aslında
“rastgele” herşey yasaktır da... Kulun veren ol-
mayı istemesi, onu isteyen vasfından çıkarmaz.
Çünkü o kuldur, Allah ahlakıyla ahlaklanmak
Allah olmak değildir. Allah Allah’tır, kul kuldur.
Kul Rabbinden Allah ahlakıyla ahlaklanmayı di-
lediğinde Rabbi ona veren olmasını ilham eder.
Ancak, veren olması onun isteyen olmasını kal-
dırmaz, bu çok önemlidir. Çünkü kişide bir “gizli
mütekebbir” duygu vardır, çok tehlikelidir, bunu
müslümanların çok önemsemesi lazım. Bu duy-
gu mütekebbir yaşayan için hiç önemli değildir,
çünkü gizli açık öyle yaşıyor zaten. Ama müte-
kebbirliği reddetmiş kişi için gizli mütekebbirlik
önemlidir. O “Ben kimseden istemem” duygusu-
dur, bu gizli mütekebbirliktir. Onu çok iyi fark
etmiş öyle evliyaullah vardır ki sırf onu kırmak
için istemeye çıkar, birilerinden bir şeyler ister.
Çünkü kulun veren olması isteyen vasfını kal-
dırmaz. Sen tutar onu kaldırırsan mütekebbir
olursun. İstemek vermek içindir. Siz “Veren ola-
yım Allahım” derken bile istiyorsunuz. Bu vasfı
kaldırırsanız olmaz. DûniHi algıyla kişi “Ben ve-
ren olacağım” diyor, yani kendi tespitini yapıyor.
Ve “Ben istemem” diyor, bu da kendi tespiti.
Allah’tan isteyip de elde ettiği bir hal değil. Oysa
sen, Allah’ın indinden gelen bir nurla “veren”
olmayı istiyorsun. O zaman “isteme” vasfı sen-
den kalkmaz. İsteme vasfı kalkarsa nasıl “İyyâKE
na’budu VE iyyâKE nesta’iyn” diyeceksin? Ol-
maz. Evet, sen kendini/isteğini “Allahım veren
olayım” noktasına getirdin ama neyi, nereye, na-
250
YILMAZ DÜNDAR
251
için de senden yardım ve destek istiyorum. Bunu
söylerken onun idrakı “DûniHi algı ve zannlarını
reddediyorum” demektedir. Bu haliyle bu istek
“Ve la havle ve la kuvvete İlla Billah” seslenişidir,
bu yakarışı da içermektedir. Son olarak, “İyyâKE
na’budu VE iyyâKE nesta’iyn” için geldiğimiz bir
sesleniş biçimi de şöyledir: Müstakilen VAR ve
Muhtar olan ancak Allah’tır ki bizler O’nun kul-
larıyız. Ve hayat tarzımız infak üzere olup bu ko-
nuda O’ndan rızasını ve yardımını isteriz.
İnfak üzere bir hayat tarzı müthiş bir şeydir.
Hayat tarzımızın infak üzere olması ne demektir,
hayat tarzı nasıl infak üzere olur, ne infak edilir,
göreceğiz inşâAllah. “İyyâKE na’budü ve İyyâKE
nestaiyn”i hakkıyla söylemek ve onu hayat tarzı
haline getirmek için anlamaya, o konudaki bilgi
ve idrakımızı yükseltmeye gayret ediyoruz. İs-
teme konusunda uyarıcı âyet ve hadisle devam
edelim.
“Allah’ın sizi, birbirinizden üstün kıldığı şeyle-
ri (başkasında olup da sizde olmayanları) hasret-
le arzu etmeyin. Erkeklerin de kazandıklarından
nasipleri var, kadınların da kazandıklarından na-
sipleri var. Allah’tan lütfûnu isteyin. Muhakkak
ki; Allah, Bi külli şey’in aliym’dir.” (Nisâ-32)
“Yardım ancak ve yalnız Aziyzil Hakiym olan
Allah indindedir.” (Âl-u İmran-126)
Efendimiz (SAV) buyuruyor: “Dünya ile ilgili
bir kıyas yaparsanız durumu sizden iyi olmayanı
ölçü alın. Âhiretle ilgili kıyas yapacaksanız siz-
den yukarıda olduğunu sandıklarınızı ölçü alın.
252
YILMAZ DÜNDAR
253
Ümmü Seleme validemiz radıyallahü anh’ın bir
sözü üzerine inmiş olduğu rivayetlerde vardır.
“Erkek olsaydık” gibi bir cümle, bir fikir ileri sür-
müş, “Onlar savaşa gidebiliyorlar, savaşıyor ve
şehit oluyorlar” diye özenmiş, “Diğer yanında
mirastan iki pay alıyorlar, biz kadın olarak bir
pay alıyoruz. Onlar bize göre avantajlı, biz de er-
kek olsaydık” gibi bir fikir ileri sürmüş ve böyle
bir âyetle cevaplanmış.
Aslında ne istiyorsanız onun size ait olan bir
sorumluluğu var. O ne zaman başlar? İstemeye
başladığınız an. Arzu olarak o size ait, istek ola-
rak ondan sorumlusunuz. Bir şey istediğin za-
man istediğin o şeyden Allah indinde sorumlu-
sun. Bir şey istedin ve o istediğin şeyle ilgili süreç
başladı. Ona sahip olduysan sahip olma süreci
var. Sonra da onun bir ahiret süreci var. Dolayı-
sıyla, bu işe bir bütün olarak baktığımızda, sü-
recinde ve sonunda Allah’ın razı olacağı hal ne
ise ona tâlip olmak, Allah’ın lütfundan istemek
gerekiyor. Bir şeyin süreci isterken başladığı için,
eğer kişi Allah’ın lütfuna tâlipse hemen sığınır;
Allahım senin razı olacağın arzu ve istekleri
bana lutfet, senin razı olmadığın arzu ve istek-
lerden, heva ve heveslerden sana sığınırım, beni
kurtar. Böyle diyerek sığınmak ve daha başından
süreci başlatmamak gerekir. Arzu ederken, ister-
ken, heveslenirken bile isteğinizle ilgili süreç ve
sonucu hakkında Allah’ın rızasına, hoşnutluğu-
na tâlip olmak gerekir. Bunları umursamadan
arzu etmek, olayların üstüne hasretle atlamak
ve elde etmek insan için hep sakıncalı olmuştur,
254
YILMAZ DÜNDAR
255
VAR ve Muhtar” bir güç gibi düşünmemeyi ha-
tırlatıyor. Ayet, bu konularda da dûniHİ algı ve
zannlarından kendimizi sıyıralım uyarısıdır.
Allah’ın insanlara verdikleri, özellikle Muh-
tariyeti Tercih Gücü’nün “Tercihle” ile ilgili sı-
navı kapsamında Lütuf ve Mekr diye kısımlanır.
“Lütfundan isteyin” uyarısı, süreçte ve sonuçta
Allah’ın razı olacağı hale tâlip olun demektir.
Onu umursamayan kişi “Nasıl olursa olsun ama
benim olsun” derse ve ona o mekr yollu gelirse,
bunu fark etmeyen bir göz onu mükafat, ikra-
miye, rahatlık zannedebilir. Bunu basit bir şeye
benzetelim, anlamak için. Bir otomobilde kişi ai-
lesiyle şarkılı türkülü çok memnun gidiyor. Yol-
da da devamlı “uçuruma 200 m, uçuruma 100
m, uçuruma 50 m” uyarıları var. Ama onun an-
ladığı dilde değil. Anlamadığı için rahat bir şekil-
de gidiyor. Ama yol bittiği zaman her şey biter!
Âyet, “İşte ona tâlip olmayın, o mekr’dir” diyor.
Mekr tuzak demektir. Tuzak içerisinde ikilem
içeren şey demektir. Tuzakta ikilem vardır, o sizi
Allah’a karşı ikileme düşürecek bir şeydir. “Buna
tâlip olmayın. Bu öyle bir tuzaktır ki sizi cennet-
ten, cennet amellerinden uzaklaştırır, size yanlışı
daha hoş gösterir” diyor. Yanlışı hoş gösteren ne
varsa hepsi inanan için tuzak şeylerdir, onlara
topluca “mekr yollu” denilmiştir.
Dua ederken ki halimiz önemlidir. Halimizi
onarabilmek için yine Kur’ân’dan ilgili âyetlerle
ders yapalım.
256
YILMAZ DÜNDAR
257
bırakmıştır, onlarla beraberlik olmaz. Allah, ken-
disinden istemiş olanlarla, “İyyâKE na’budu VE
iyyâKE nesta’iyn” diyenlerle, Allah’ın hükmünü
bekleyenlerle beraberdir. Sabreden, edebli bir
şekilde istikametini, îmanını ve amelini bozmak-
sızın Allah’ın merhametinden ve vereceğinden
umudunu kesmeksizin bekleyendir.
“…Korkarak ve umarak O’na duâ edin...”
(A’râf-56)
Ayetlerin gösterdiği tanımlarla bir hal çiz-
meye, kendimizi bir hâle sokmaya çalışıyoruz.
Buyruldu ki; korkarak ve umarak O’na duâ edin.
Korku ve umudu daha önce çok paylaştık, ilgili
yerlerden bakabilirsiniz. Ama korkarak ve uma-
rak O’na duâ edin.
“Rabbinize yalvara yakara ve gizlice duâ
edin...” (A’râf 55)
“Sabır ve salât ile yardım isteyin. Muhakkak
ki; bu, huşû’ edenlerden başkasına ağır gelir.”
(Bakara-45)
“Huşû edenlerden başkasına bu tarif ağır ge-
lir.” Ağır gelen şey nedir? Sabır ve salâtla yardım
istemek! Allah’a karşı huşû edenlerden değilse
bu ona ağır gelir.
“Gerçekten (şu) mü’minler kurtulmuştur:
Onlar ki, salâtlarında huşû’dadırlar.” (Mü’minûn;
1, 2)
Aslında, yukarıdan başlayarak okuduğumuz
duâları salât, salâtları da duâ olarak birleştirmek
lazım. Salât için ne tarif ediliyorsa duâ için o hal
258
YILMAZ DÜNDAR
259
Huşû bir şekildir, düşüncelerinizi bir yere atmak,
bir konuda samimi olmak gibi şeyler değildir.
Onlar da lazımdır ama huşû öyle tarif edilmez.
Onu önce normal hayatımıza göre tarif edelim,
anlamak daha kolaylaşacaktır. Huşû insanın
yaptığı işe bürünmesiyle oluşur. Yaptığı işe öyle
bürünür ki siz onu değil işi görürsünüz. Bir gös-
teri seyrediyorsunuz, “İşini ne kadar huşû için-
de yapıyor” diyorsunuz. Bir müzik enstrümanı
çalanı dinliyorsunuz diyelim, “Ne kadar huşûyla
çaldı, huşûyla dinledik” oluyorsun. Bu huşûda
şaşırmıyorsun ama namazda “Huşû nasıl olur?”
diyorsun. Dünya işlerini zaten hep huşûyla ya-
pıyorsunuz. İşte onu hicret ettireceksin; bunla-
rı dûniHİ’den Billâhi’ye göç ettireceksin. Onun
asıl yeri Allah’ın olduğu, Allah’ın anıldığı yerdir.
Allah’ın vasıflarını Allah’ın anılmadığı yerde bı-
rakamazsın, onları taşıyacaksın.
Huşû bir surettir ve öyle bir şeydir ki kişi
onu bir işle birlikte, o işi yaparken oluşturur,
işin ahengi bir şekil oluşturur. O işi yapan kişi-
yi görmezsiniz, yalnız o şekli görürsünüz. Çeşitli
gösterilerin jüri üyeleri, imtihan edenleri, not
verenleri varsa onlar o surete not verirler. Onu
başarırsa, “Bu sanatı, bu hareketi başardı” diye
iyi bir not verir. O jüri, kişiyi o işin içinde ne ka-
dar görürse “Yapamadın, kendini veremedin”
der. Bir işi ahenkle yapanın bilmeden yaptığı şey
o işin huşûsunu oluşturmaktır, yani işin sûretini
oluşturmaktır. Buradan anladığımız mânâyı ko-
numuza getirecek olursak, Billâhi anlamla öyle
meşgul olacaksın ki senin meşguliyetinden bir
260
YILMAZ DÜNDAR
261
ca domuzdan elde ediliyor. Bilimsel davranan
ülkelerin, doktorların o ilaçla ilgili uyarıları var-
dır, “Domuz etine alerjisi olanlar bu ilacı alma-
sın” diye uyarır. Aynı şeyi müslüman bir ülkede-
ki doktorlara soruyorsun. Diyor ki, bu sağlık işi,
ne fark eder. Alerji gibi bir şey bile düşünmüyor,
yeter ki işi Allah’a ters yap. Buna gayret ediyor,
Allah’la hep savaş halinde. “Kullansan ne olacak?
Ne kadar şöyle düşünüyorsun böyle düşünüyor-
sun” diye senin hassasiyetini, titizliliğini -anlamı-
yor demeyelim, öyle iyi anlıyor ki- bozmaya çalı-
şır. Aynı konu gündeme bir de şöyle gelir, benzer
ilaçlar vejetaryenler için yalnız bitkilerden elde
edilerek de üretilir, “Bunu vegan ve vejetaryen
olanlar kullanabilir” diye üstüne not düşerler.
Kapsülü dâhil herşeyi bitkiseldir, içinde hiç hay-
vanla ilgili bir şey yoktur. Bırakın domuzu, hay-
vanla ilgili bir şey yoktur. Aynı doktor, vejetar-
yen olan bir hastasına, hayvanla ilgili bir şeyler
yemiyor kullanmıyor diye saygı duyar, önemser,
onun o halini kutsar ve “Çok güzel, mâdem öyle
sen bunu kullan” der. Ama siz hassasiyetinizi
Allah’la ilişkilendirirseniz sizi kötü ilan eder. Fark
ettiniz mi? Allah’a karşı böyle bir hainlik, böyle
ihanet var, aynı prensibini o kulvarda kullanmı-
yor! İşte huşûda bu çok önemlidir. Bu yüzden,
ona Allah’la ilgili bir olayın sûreti ağır gelir, zül
gelir. Bırakın o sûreti yapmasını, teklifi bile zül
gelir. Bakara Sûresi 45. âyet diyor ki, sabır ve salât
ile yardım istemek, huşû edenlerden başkasına
ağır gelir, onlara zül gelir. Aslında âyet onlar üze-
262
YILMAZ DÜNDAR
263
güzel korkmuştum, huzurluydum, onu hissede-
miyorum” dersiniz. Bu kadar farklıdır. O yüzden,
huşûya dünya korkularının mânâsıyla bakmak
insanı ondan mahrum bırakır. Huşûnun içerisin-
de bir yan budur; Allah korkusu.
Bir diğeri, huşûda Allah’a saygı vardır. Eğer bir
kişi “Müstakilen VAR ve Muhtar ancak Allah’tır”
derse, “Başka Müstakilen VAR ve Muhtar YOK-
TUR” derse ve bunu yaşarsa, zaten duyduğu
her saygı O’nadır, yaratılan her şeye olan saygısı
Allah’a saygıdır. Ama onlara “Müstakilen VAR ve
Muhtar” etiketi yapıştırıp saygı duymak küfür-
dür. “Başka Müstakilen VAR ve Muhtar YOK-
TUR” dedikten sonra Allah’ın tüm yarattıklarına
saygı duymak -ancak bu- doğrudan Allah’a saygı
sınıfına girer. Ama insanlarda şu noksanlık var-
dır; Allah’ın yarattıklarına saygı duyarlar, Allah’a
saygı duymazlar. Kullarına saygı duymak da o
sınıfa girer ama onlar onunla yetinirler. Olmaz!
Önce Allah’a saygı, sonra yarattıklarına!
Huşunun bir önemli boyutu da muhabbettir.
Allah’a muhabbeti öğrenmemiz ve Allah’la mu-
habbet etmemiz lazım. Dünyadaki hiçbir şeye
muhabbetimiz O’na olandan fazla olmamalıdır.
Öyle bir muhabbet varsa, o düzeltmemiz gere-
ken bir şey olduğunu gösterir. Allah’a muhabbet
öyle olmalıdır. Ama bütün bunlar “Müstakilen
VAR ve Muhtar ancak Allah’tır” şemsiyesi altın-
da olursa doğru olur. Ve bunların hepsini etkile-
yen önemli bir şey huzurdur. Huşûdaki anahtar
kelime huzurdur. Eğer yaptığınızda huzur bul-
muyorsanız bu saydıklarımız huşûya katkı sağ-
264
YILMAZ DÜNDAR
265
kendinizi daha huzurlu buluyorsunuz. Normal-
dir. Bir hasta doktora diyor ki, bu hastalık yüzün-
den midem şöyle bulanıyor, başım şöyle dönü-
yor, dengem bozuk. Doktor ona der ki; normal,
çünkü hastasın, bu hastalık böyle yapar. Esfele
Sâfiliyn’in bir hastalık olduğunu anlayalım. O bir
hastalığın, kalp hastalığının ismidir. Bu hastalık-
ta salât konusundaki o hal normaldir. Nasıl başı-
nın tutması, midesinin bulanıyor olması o hasta
için normalse, senin “Ben şu şu işlerdeki huzuru
namazda bulamıyorum” demen de normaldir.
Çünkü hastasın! O zaman tedavisine bak, gayret
et, önemse. Hastalıktan kurtulmak istiyorsan bu
belirtiyi önemse. Bütün mesele önce onu kabul
etmektir. Kabul edersen mücadele edersin. Has-
talığı kabul etmezsen mücadele edemezsin.
Huşûda huzur çok önemlidir, huzuru nasıl
bulabileceğimiz çok önemlidir. İzahta çok zorla-
nıyorum, kişinin dünya ve ahiret hayatı için en
önemli noktalardan birisi bu huzurdur. Âyetler
bizi uyarıyor; insanların kalbleri ancak Allah
zikriyle mutmain olur, huzur bulur. Bir ipucu.
Ama bu “Allah, Allah, Allah” demekle olacak
değildir. Oradaki zikir, “Sen istediğin gibi yaşa,
sonra da bunları tesbihle çek, o zaman huzur
olur” demek değildir. Böyle anlamak büyük bir
aldanmadır, öyle huzur gelmez. Kişi onu kaç yıl
yaparsa yapsın varacağı sonuç şudur: “Şu kadar
yıl bu işleri yaptım, hiçbir şey elde edemedim.”
Elde edeceği sonuç budur. Ama onu bir kere
doğru söylerse olur. Çünkü Efendimiz sallallahu
aleyhi vesellem buyuruyor ki; onu bir kere doğru
266
YILMAZ DÜNDAR
267
ten sonra süresini uzatmaya, onu sürdürülebilir
yapmaya çalışmak önemlidir. Kafası çalışan bir
müslüman huzurun bu kadar önemli olduğunu
görünce, ona göre dost ve arkadaş edinir, ona
göre konular bulur, her işini ona göre ayarlar,
bunu kaybetmemek için ne gerekiyorsa yapar,
ne gerekiyorsa. Sizin huzur dediğiniz ama bir işi-
nize yaramayacak, sonu hüsrana dönecek olan
hallerinizi bozan birisi yanınıza gelince “Huzu-
rumu kaçırıyorsun” diyorsunuz. Kaçırsa ne olur,
kaçırmasa ne olur, senin o huzurun dünyaya
ait. Neticede o zaten sana ateş olarak dönecek!
Buna rağmen onu kaybetmemek için bile biri-
sinden uzak duruyorsun. Sen dünya ve ahiret
için sana lazım olan huzuru öğrenmeli ve sıkı da
takip etmelisin, yani o huzurla ilgili yaşamalısın,
her türlü işin onunla ilgili olmalı.
Şimdi onun sûret oluşuna, yani huşûya doğ-
ru gelelim. Diyelim ki kişi “Hayy” zikri yapıyor.
Eğer o kişi huşûyu öğrenir ve yaptığı zikrin en
azından sûretini kendinde oluşturabilir ise -ki
bu zikrullahın alt sınırıdır- o kişi Hayy zikrini bir
grupta, bir yerde yaparken, o zikirle yolda yü-
rürken artık huşû gereği, yani oluşturduğu sûret
gereği kendi değil de yaptığı iş gözüktüğü için,
birisi bir yerden “Ya Hayy” dese bilmeden oraya
döner, kendisini çağırıyor zanneder. Adı Ahmed
diyelim, “Ahmed” deseler döner gibi, hiç far-
kında olmadan “Ya Hayy” duydu mu kendisini
çağrılıyor zanneder, o böyle bir sûrettir. Sonra
Rabbim lutfeder, ona o esmânın fonksiyonunu
da yüklerse onu da yaşar ki o da başka bir şeydir.
268
YILMAZ DÜNDAR
269
yazdığımız harfleri algılarız. Fakat harf esasında
şekil demektir. Biz onu okuyabileceğimiz şekil-
lere çevirerek şekli kullandığımız için şekle harf
demişiz. Onlar harf mânâsından yararlanarak
oluşturduğumuz şekillerdir. Dolayısıyla, harf
yalnızca o değildir. Harf şekildir ve bu şekiller
Allah’ın kalemleriyle yazılır. O yüzden “İkra”nın
başka mânâsı vardır, “Oku” dendiği zaman oku-
nacak olan bu harflerdir, kitap harfleri değil.
“İkra” Allah’ın kitabını oku, Allah’ın yazdığını
oku demektir. Oradaki şekiller her biri bir harf-
tir. Şimdilik oraya şekil diye bakalım ve insan da
Allah’ın kalemlerinden birisidir. İşte o kalemle
çeşitli şekiller yapılır. İnsan kendisi için şekiller
yapar, sonra kullanacağı şekiller yapar. Yazmayı
okumayı yeni öğrenen bir yavrunun eline resim
dersinde araçları ve büyük de bir kâğıt verip
“Neler istiyorsan haydi çiz” dersiniz. O da “Araba
istiyorum, şunu istiyorum, bunu istiyorum” diye
isteklerini çizer. Aynısını insan için düşünün.
Hayat ekranında/defterinde kendisi bunu çizer,
sonra da onları alır. Yaşarken kendi hükmünü çi-
zer, şekillendirir. Bundan gâfil olan insan kendisi
için yalan yanlış şekiller çizer, haberi yok. Sonra
o şekillerin hepsini, “Sen bunları istedin” deyip
ona/arabasına yükleyecekler, “Evine götür bun-
ları” diyecekler. Bunlar ne işime yarar orada? Sen
çizdin! Ya Rabbi, beni oraya yeniden gönder de
burada işime yarayacak şeyler çizeyim. Olmaz.
Çizdin bitti, bir daha çizemezsin.
Kesret âleminde o kalemle şekil Allah indin-
den çizilirse, o kesret âleminde Allah’ın Kelimesi
270
YILMAZ DÜNDAR
271
odun gibiyse yanlış yazar, hep cehennemlik şey-
ler yazar. Odun gibi kalem oduna yönelik şeyler
yazar, Allah muhafaza etsin, sonra o kalem ce-
hennem odunu olur. Cehennemin odunu nedir?
İnsanlar ve taşlardır. Dünyada odun gibi duran o
kalem sonra cehennem odunu olur. İnsanı “Ce-
hennem odunu” diye tarif eden âyet var. İşte o
kalem orada ateş vesilesi olur. Dolayısıyla kalemi
önemsemek ve dikkat etmek lazım: Ne yazıyor?
Sahibinin istediği gibi mi yazıyor? Sahibinin razı
olduğu şekilde yazmasına “Allah’a kulluk görevi
yapmak” demiştik. “Allah’a kulluk yapma”ya çe-
şitli isimlerle bakmaya ve bu nasıl yapılır anla-
maya çalışıyoruz.
Salâtta bir yazı yazdığımızı bilmek ve onu
önemsemek lazım. Kişi salâtta ne yazdığını bil-
mese bile yazdığı harf okunur, o kelime okunur.
Okuma yazma öğrenmeye çalışan birisi bir keli-
meyi öğrense, ne yazdığını bilmeden onu şeklen
yazsa, okuyan birisi onu doğru okur, oysa onu
yazan okuyamıyordu. O okuma bilmiyor diye
yazdığı yazı okunmazlık yapılmaz, salât böy-
le bir şeydir. En alt seviyeden bile olsa bu şekli
oluşturuyorsanız, siz okuyamasanız da evrende
o okunur. Hatta o şekiller o kadar parlar ki, on-
ları semâ ehli fark eder, görür. Efendimiz (SAV)
buyuruyor ki: Siz gökyüzüne baktığınız zaman
yıldızları nasıl parlak görüyorsanız, o şekilleri de
sema ehli yerde öyle parlak görür.
İki şekil vardır; karanlık şekil, nurlu şekil. Ba-
kara Sûresi’nden öğreniyoruz; Allah, inananları
zulmetin karanlığından alır, nuruna dâhil eder.
272
YILMAZ DÜNDAR
273
“İyi bilin ki, Semâvat’ta ve Arz’da ne varsa Al-
lah’ındır. O halde dûnillahi (algı sonucu müsta-
kilen var ve muhtar güçler sandıkları) ortaklara
dua edenler (onlardan isteyenler) ancak zan-
na tabi oluyorlar ve sadece yalan söylüyorlar.”
(Yûnus-66)
“Muhakkak ki zann, Hakk olan bir şeyin yeri-
ni tutmaz.” (Necm-28)
“İşte böyle. Çünkü Allah, O Hakk’tır. DûniHİ
(algı sonucu müstakilen var ve muhtar zannet-
tikleri) seslendikleri ise bâtıldır. Muhakkak ki Al-
lah Aliyyül Kebiyr’dir.” (Hac-62)
“Hakk olan doğru sesleniş ancak O’nadır.
DûniHİ (algı sonucu müstakilen var ve muhtar
zannederek) seslendikleri ise onlara hiçbir şekil-
de icabet edemez. Onların durumu, ancak ağ-
zına ulaşsın diye suya doğru iki avucunu açanın
hali gibidir. Kaynak bulunmadığı için su ona ula-
şacak değildir. Kâfirin seslenişi ancak sapıklıktır
ve boştur.” (Ra’d-14)
“Rabbiniz dedi ki; ‘Bana duâ edin, size icabet
edeyim. Muhakkak ki, bana kulluk yapmaya ve
duâya müstekbir davrananlar boyun bükmüş
ve küçülmüş olarak cehenneme girecekler.”
(Mü’min-60)
274
10.
“SÖZDE MÜTEKEBBİR” OLAN SÖYLEMEZ,
SÖYLESE DE KABUL GÖRMEZ
275
lar da mütekebbir olanlardandır. Yani eğer kişi
mütekebbir olarak bunu söylüyorsa kabul edil-
meyecektir.
Bu geldiğimiz noktada hem tanıdık, hem an-
ladık hem de bir anahtar kelimeye ulaştık; mü-
tekebbir! Mütekebbir kelimesini daha anlamaya
gayret edeceğiz. Bir müslüman için Kur’ân’da
bulunan belki de birinci sırada önemli anahtar
kelime odur. Ama göreceğiz, hiç anlaşılamamış-
tır, hem de hiçbir dilde! Mütekebbir bu kadar
anahtar bir kelime. Paylaştıklarımızı lütfen “doğ-
ru mu değil mi?” diyerek okuyun ve öyle tasdik
edin ki bilgi sizin olsun. Yani doğru mânâda
eleştirerek okuyun inşâAllah. Mütekebbir keli-
mesi kibirli insan diye çevrilmiş ve kibir suç gibi
anlatılmıştır, kibir suç zannedilmiştir. Oysa Mü-
tekebbir Allah’tır. Eğer kibir suç olursa, kötü bir
şey olursa Allah’ın bir vasfı yüzünden O’na kötü
bir vasıf yüklemiş oluruz. Mütekebbir kelimesi,
kibir kelimesi kötü bir şey değildir, yüce bir şey-
dir, çok yücedir. Eğer siz onu kibirli insan diye
çevirir, anlar, sonra da “normal yaşantıda birbir-
lerine kibirli davrananlar” diye meâllendirirseniz
onu hiç anlayamazsınız. Âyetlerde öyle yerler
var ki orada mütekebbirlikle sizin Allah ile iliş-
kileriniz anlatılmıştır, o âyetleri göreceğiz. Bu
yüzden, mütekebbiri anlayabilmek için birincil
mütekebbir, ikincil mütekebbir diye ayıracağız.
Çünkü bazı âyetlerde mütekebbirlikle yaşadı-
ğınız ortam değil doğrudan Allah ilişkilendiril-
miştir, yani siz ve Allah! O âyetler meâllerde ve
tefsirlerde şöyle geçiyor: Mütekebbir Allah’a
276
YILMAZ DÜNDAR
277
Allah’a nasıl karşı çıkıyor? Benlikle iş nasıl yapıl-
maz? Efendimiz (SAV) hayatta hiç “Ben” demedi
mi, o kelimeyi hiç kullanmadı mı? Dört halife ve
eşleri, O’na bu kadar yakın olanlar “Ben” deme-
diler mi? Tam aksine “BEN” kelimesi bize veril-
miş o kadar şerefli bir hediyedir ki onu sevmek
lazım.
Tefsir veya meâl tasavvufî değil de normalse
mütekebbir olmayanlar “Allah’a karşı alçak gö-
nüllü olanlar” diye açıklanır. Allah’a karşı nasıl al-
çak gönüllü olursun? Senin ne haddine? Varlıklı
birisi yoksulların yanında onlara hoş davranırsa
“Ne kadar alçak gönüllü” denir. Allah’a karşı al-
çak gönüllü davranmanız için O’ndan yüksek ol-
manız lazım. Hiç olur mu? Böyle olmadığını sıkı
sıkı öğrenmek zorundayız. Bu âyetlerin orijinal-
lerine bakın ama doğrusunu mutlaka öğrenin.
Doğru mânâyı öğrenmek, bilmek, elimizdekileri
düzeltmek gibi bir gayrete girmek lazım.
Mütekebbir Allah’ın vasfıdır ve kendisine
“BEN” diyendir. Ama hakkı olarak! O “Müsta-
kilen VAR ve Muhtar” halinin ifadesi için hakkı
olarak “BEN” der. O “BEN” kelimesinden bilirsin
ki onun sahibi “Müstakilen VAR ve Muhtar”dır.
Dolayısıyla, Kur’ân’ın “Mütekebbir” diyerek
kınadıkları kendi adlarına “BEN” diyenlerdir.
Kur’ân’da kınanan şey “BEN” kelimesini kullan-
mak değildir, bunun iyi anlaşılması lazım. Yanlış
tasavvufî öğretilere bakarak insanlar bu yüzden
“BEN” demiyorlar. Ne fark eder ki, gizli özne var!
“Ben geldim” deme de “geldim” de, ne fark eder?
“Geldi” dersen olmaz, “Kim geldi?” diye sorarlar.
278
YILMAZ DÜNDAR
279
hastalığını tedavi edemez. Öyleyse mütekebbir
olan kişi kendi adına “BEN” diyendir. “Ben müte-
kebbir değilim, o Allah’ın vasfıdır” diyen kişi ise
Allah adına “BEN” diyendir. Anladık ki iş “BEN”
kelimesiyle ilgili değil ve kibir kötü bir şey değil.
Bu ön bilgiden sonra konuyu farklı bir tekrarla
devam ettireceğiz. İş algı işi olduğu için ve dışarı
çıktığımız zamanki hayat tersine bir algıyla ça-
lışacağı için tekrarlarımız önemlidir, farklı farklı
cümlelerimiz önemlidir. İdrakımız dışarıda bo-
zulmasın diye çok tekrar gerekiyor.
“İyyâKE na’budu VE iyyâKE nesta’iyn: Sadece
SANA kulluk ederiz ve sadece SENden yardım
dileriz.” Mütekebbir davrananlar bunu söyleye-
mezler. Söylese bile eğer bunu söyleyen kişi mü-
tekebbir davranıyorsa bu onun ameli sayılmaz.
Allah Mütekebbirdir, yani sadece “Müstakilen
VAR ve Muhtar” olan Allah ZATI için “BEN” der.
Mü’min ise, Allah’ın kendi “BEN” demesinden
verdiği yetki ile Biiznillah kendi Kul Zat pozis-
yonuna Allah adına “BEN” der, bunu da hayat
tarzı ile gösterir. Bu çok önemlidir. Yalnızca söy-
lemek olmaz, söylediği gibi düşünmesi, öyle
de davranması ve fiiller ortaya koyması lazım.
Çünkü doğru söylemekle doğru caddeye, sırât-ı
müstakıyme yalnızca girilmiş olur. Sırat cadde,
geniş cadde, bulvar demektir, Sırât-ı Müstakıym
ise doğru caddedir. Elinizde bir bulvar ismi var,
soruyorsunuz, birisi size bulvarı tarif etti, o ta-
rif üzerine gittiniz, bulvara girdiniz ama adres
orası değil. Bulvara gelenin adrese ulaşması için
yürümesi lazım veya bir arabayla gitmesi lazım,
280
YILMAZ DÜNDAR
281
dan Allah yerine ve Allah’a karşı “BEN” demesi-
dir. Bu davranış niye çıkıyor, niye o kendi adına
“BEN” diyor? Birincil Mütekebbir Davranışın or-
taya çıkmasını sağlayan şey, kişinin kendini için-
de bulduğu dûniHİ algıdır. Kendi adına “BEN”
demesinin sebebi dûniHİ algı ve zann’larıdır. Bu
inkârcı kişi, kendi adına “BEN” demesinin doğ-
ruluğuna öyle inanır ki onun zannı bizim Allah’a
olan îmanımızdan kuvvetlidir, o kadar sağlam-
dır. Bu Mütekebbir kişi dûniHİ algı ve zann’larına
göre kendi namına “BEN” diyerek yaşayacaktır.
O yaşantının, o hayat tarzının temelini şu üç şey
oluşturur: “Ben de Hüküm sahibiyim, ben de
Mülk sahibiyim, ben de Güç sahibiyim”. Bunla-
rın hepsi ona göre müstakildir. Müstakilen var
ve muhtar olarak hüküm verebilir, mülkü var-
dır ve güç sahibidir. Oysa Kur’ân biz inananları
sıkı sıkı uyarıyor: Hüküm Allah’ındır, Mülk Al-
lah’ındır, Güç Allah’ındır. Mütekebbir davranışı
Kur’ân’dan ders ederek mütekebbir halle ilgili
idrakımızı yükseltmeye çalışalım:
“Elbetteki Allah, gizlediklerini de, açığa çıkar-
dıklarını da bilir. Muhakkak ki O, müstekbirûn’u
sevmez.” (Nahl-23)
Ders yapacağımız için âyette geçen anahtar
kelimeleri orijinal olarak kullandık. Oysa o da
meâllendirildiği zaman şöyle yazılıyor. Nahl-
23’ü, bir yanlışı fark edelim diye örnek vereyim:
“Allah, onların gizlediklerini de, açığa çıkardıkla-
rını da bilir. Muhakkak ki O, kibirlenenleri (bü-
yüklük taslayanları, benlikleriyle yaşayanları)
sevmez.” Buradan çıkacak amel şudur, bunu
282
YILMAZ DÜNDAR
283
Anahtar kelimeyi yine orijinal haliyle kullan-
dık ki anlayabilelim, inceleyebilelim. Meâlen;
“Onlara Lâ ilahe illallah dendiğinde onlar kibirli
davrandılar” derseniz âyetten çıkacak mânâ de-
ğişir. Bu âyet öncelikle Mekke müşriklerini içerir.
Mekke müşrikleri için âyet diyor ki, onlara bu
tebliğ yapıldığında, “Lâ ilahe illallah” denildi-
ğinde Kelime-i Tevhid’deki “Müstakilen VAR ve
Muhtar ancak Allah’tır” mânâsını anlıyorlar ve
itiraz ediyorlar. O mânâyı anlamasalar Efendimiz
(SAV) e itiraz etmezler. Onlar Allah’a inanıyorlar.
Ama yanı sıra başka güçlere de inanıyorlar. Onlar
için birden fazla “Müstakilen VAR ve Muhtar”
güç var, Allah da onların arasında en güçlüsü.
Ama Efendimiz (SAV) onların hepsini yok eden
bir sesle sesleniyor: Başka YOK; ve Lâ havle ve Lâ
kuvvete İllâ Billâh. Ancak Allah Müstakilen VAR
ve Muhtardır. Efendimiz “Lâ ilahe İllallah” tebli-
ğini yaptığında bu tebliği böyle anlayalım. Onla-
ra “Müstakilen VAR ve Muhtar ancak Allah’tır”
denildiğinde onlar müstekbirûn davrandılar.
“Biz de müstakilen var ve muhtarız. İnandığımız
putların da gücü var, onlar da Müstakilen VAR
ve Muhtarlar” dediler ve böyle davrandılar. Âyet
böyle diyor.
“İlâhınız İlâhun Vâhid’dir. Âhiret’e îman et-
meyenlere gelince, onların kalbleri inkâr edici ve
kendileri müstekbirûn’dur. (Nahl-22)
Müstekbirûnun mütekebbir davranışı bura-
da Allah ile ilişkilendirilmiştir, yani Birincil Mü-
tekebbir davranış vardır. Bir kere bizi uyarıyor;
ilahınız İlâhun Vâhid’dir. İlâhun Vâhid’i doğru
284
YILMAZ DÜNDAR
285
leri Müstekbirûn’dur. Mütekebbir olanlar için
bir özellik öğrendik: Kalbleri inkâr edici, ken-
dileri müstekbirûn. Bir de âyet “âhirete îman
etmeyenler” dedi, “iman etmeyenler” demedi.
Neden? Çünkü henüz tebliğ dönemi. “Lâ ilâhe
illallah” diyoruz, sizin ilahınız ilahûn Vâhid’dir
diyoruz. Lâ ilâhe illallah Kelime-i Tevhidi’ne bi-
risinin “evet” diyebilmesi için onda âhirete îman
potansiyelinin olması lazım. Kalbında, kalıbın-
da, fıtratında âhirete îman potansiyeli varsa ona
hiç bunlar bahsedilmemiş olsa bile, bahsedildi-
ği zaman âhirete îmana ret getirmiyorsa, “Evet,
bir sonraki hayat olabilir” diye yaklaşıyorsa o
kişi İslâm’ı dinleyecek demektir. Eğer o potansi-
yel yoksa, âhirete îman yoksa İslâm’ın tebliğini
hiç umursamaz. Kişinin umursayıp umursama-
yacağını biz beşer olarak oradan anlayabiliriz.
Ahirete îmanı var ama İslam dinini bilmiyor,
duymamış veya yanlış biliyor. Bu durumda ahi-
rete îmanı var demek o kişi İslam’la ilgilenebilir
demektir. Dolayısıyla; “O potansiyeli olmayan-
lar önlerine ne gelirse gelsin inanmayacağı için
onların kalbleri hep Allah’a karşıdır, örtücüdür,
inkâr edicidir. Onlar kendi adlarına “BEN” diyen-
lerdir. Onlar “Müstakilen VARIM ve Muhtarım”
iddiasında çok ileri gitmiş kişilerdir.” Âyet böyle
diyor.
“Allah Vâhidiyeti ile zikredildiğinde, âhirete
îman etmeyenlerin kalbleri tiksinir (hoşlanmaz-
lar). Dûnu (O’ndan başka Müstakilen VAR sanı-
lanlar) zikredildiğinde hemen sevinirler ve müj-
delenmiş gibi yüzleri güler.” (Zümer-45)
286
YILMAZ DÜNDAR
287
dünyada haksız yere büyüklük taslamak herkesin
yapabileceği bir şeydir, bu tanım Muhammedî
olmayanı ayıran bir suç değildir. Yanlış bir dav-
ranıştır ama bu tanım Muhammedî kapsamda
değildir. Böyle meâl yapıldığı zaman müstekbir
ile ilgili, bu önemli anahtar kelime ile ilgili herşey
yok edilmiş olur. Âyet; “Bigayril Hakk müstekbir
olmanız yüzünden cehenneme gidiyorsunuz”
diyor. Ona siz, “Haksız yere büyüklük taslama-
nız yüzünden” derseniz İslâm’ın kurallarıyla hiç
ilgilenmeyen birisi “Ben kimseye haksız yere bü-
yüklük taslamıyorum” diyerek kendini muaf tu-
tabilir. Bigayril Hakk Hakk dışı, Hakka uymayan
şekilde demektir. Hakk Allah’ın hakkıdır. Allah’ın
hakkı “Müstakilen VAR ve Muhtar” olmaktır, bu
ancak Allah’ın hakkıdır. Bigayril Hakk davran-
mak O’nun bu hakkını gasp etmektir. Sen onun
hakkını gasp edip -Bigayril Hakk olarak, yani bu
bilgiye uymayarak, karşı olarak- dedin ki; “Ben
de Müstakilen VAR ve Muhtarım ve buna göre
yaşarım.” Böyle demen ve bir de fâsıklık yapman
yüzünden, yani Allah’ı tercih etmemen yüzün-
den horlayıcı, alçaltıcı bir azapla karşı karşıyasın.
Çünkü:
“Onlardan kim, “Muhakkak ki ben, dûniHi
bir ilahım” derse biz onu cehennem ile ceza-
landırırız. İşte zalimleri böyle cezalandırırız.”
(Enbiyâ-29)
“O halde, içinde ebedî kalıcılar olmak üzere ce-
hennemin kapılarından girin. Mütekebbirûn’un
yeri ne kötüdür.” (Nahl-29)
288
YILMAZ DÜNDAR
289
delillerim geldi, doğruyu gösteren işaretler gel-
di” demektir. Allah’ın âyetleri içerisinde insana
gelen en büyük âyet budur: “Müstakilen VAR ve
Muhtar” olan ancak Allah’tır. Başka “Müstaki-
len VAR ve Muhtar” YOKTUR. Başka “Müstaki-
len VAR ve Muhtar” iddiaları yalandır, iftiradır,
bâtıldır, “YOK” hükmündedir. Sana uyarı ola-
rak bu bilgi geldiğinde müstekbir davrandın ve
kâfirlerden oldun. “Kibirli davrandın da” değil.
Âyetteki bu bilgi ile insanlar arasında kibirli ol-
manın ne ilişkisi var. Bu bilgiye karşı davranmak,
Allah’a karşı müstakilen varlığını ve muhtarlığını
ilan etmek, kendi adına “BEN” demek yüzünden
Mütekebbir oldun. Bu yaptığının Allah üzerine
bir yalan ve iftira olduğunu bil. Yalan insanlar
arasında bir yalan söyleme değildir, insanlar ara-
sı ilişkilerdeki yalancılık değil, Allah’a yalan söy-
lüyorsan âyetin “yalancı” dediği önce odur.
Peş peşe âyetler okununca beyin biraz yoru-
lur. Ama inanın, anlama, idrak etme konsantras-
yonu ancak kendinizi zorladığınız zaman yük-
selir. Siz o işi Kur’ân’ı anlamak için yaparsanız,
sizde îmanla, Kur’ân’la ilgili açılmamış dosyalar
açılır. Dışarıda o yok, örtücü dosyalar var. Onun
için lütfen konsantrasyonumuzu yükseltmeye,
anlamak için gayret etmeye kendimizi zorlaya-
lım. Dışarıdaki hangi iş sizi böyle zorluyor? Yok.
Dışarıda çok rahatız. Ancak âmir memur ilişkile-
rinde belki mecburen biraz otururuz. Ama âmir
de bu kadar oturamayacağı için hemen biter.
Konsantrasyonumuzu ve beynimizi güçlendir-
mek için bu paylaşımlar bir fırsattır.
290
YILMAZ DÜNDAR
291
sahibiyim” diyerek bu iddialara uygun hayat tar-
zını tercih edenlere sema kapıları açılmaz. Sema
kapılarının açılmaması ne demektir, mütekebbir
olan neden mahrum oluyor? Bunun bir mânâsı
şudur: Kendi adına “BEN” diyenlerin kalbleri ve
beyinleri Allah’ın vasıflarına karşı îman ve ikan
olarak kapalı kalır. Eğer kişi kendi adına “BEN”
diyorsa, yani Allah’a karşı “müstakilen varım ve
muhtarım” iddiasında ve bu hayat tarzında ıs-
rarlıysa onun kalbi, kalıbı ve kalıbından emir ala-
rak fiiller ortaya koyan beyni Allah’ın vasıflarına
karşı îman ve ikan olarak kapalı olur; ona sema
kapıları kapalı olur. Böylece o Allah’ı anlayacak,
yaşayacak hiç bir ipucuna ulaşamaz. Bir mânâsı
budur, onun bir mahrum olduğu budur. Bir de
arzdan yani moleküler yapıdan kurtulamaz,
moleküler yapıya mahkûm olur. Kendine ait bir
güç ilan ettiği için, kendine ait güç onu bu mo-
leküler yapıdan kurtaramaz. Sizi bu moleküler
yapıdan kurtaracak olan Allah’ın gücüdür. Onu
reddeden veya onun dışında bir güç ilan eden o
güçle baş başa kalır ve o güç onu buradan kurta-
ramaz, moleküler yapıya mahkûm kalırsın. Şunu
da kanaatim olarak söyleyeyim: Mütekebbir
yapıdan kurtulamayan “Müstakilen VARIM ve
Muhtarım” iddialı kişi eğer bir mezardaysa bü-
tün çürümelerinin acısını tadar, Allahu ‘alem. Ne
türlü muamele görüyorsa onun acısını tadar. Ba-
zılarını yakarlar, kişinin bedeni yanıyorsa onun
acısını tadar. Moleküler yapıdan kurtulamadığı
için onları hisseder, yaşar. Kurtulamadı! Çünkü
müstakilen varlığını ilan ettiği gücün, müsta-
292
YILMAZ DÜNDAR
293
olur. Ama siz mütekebbirliğin anlamı olarak
“Müstakilen VARIM ve Muhtar iddiası” derseniz
iş değişir. O zaman âyet doğrudan ateisti yaka-
lar veya Allah yerine kendi uydurduğu güçlere
yöneleni yakalar. Çünkü “Müstakilen VARIM ve
Muhtarım” demesi asıl şirktir, birincil şirktir. Baş-
ka “Müstakilen VAR ve Muhtar” güç ilan etmesi,
ona tapması ise ikincil şirktir. Mütekebbir budur.
Yapılan meâl bir ateisti Allah’a karşı tam müte-
kebbir olmasına rağmen bu âyet kapsamından
muaf tutarsa doğru olmaz. İzah edebildim mi?
Bu mânâları A’râf Sûresi 36. âyetten verdik.
A’râf-40 devamla diyor ki; “İşte onlara semâ
kapıları kapanır ve onlar deve iğne deliğinden
geçinceye kadar cennete dâhil olamaz.” Tefsir-
lerde “Deve” kelimesi yerine o kelimenin başka
anlamlarını kullananlar var. Âyette geçen “el
Cemel” kelimesinin lügatte deve, halat, urgan
mânâlarına geldiğini görüyoruz. Bu yüzden
âyetin “halat iğne deliğinden geçinceye kadar”
mânâsında olduğu da yazılmıştır.
“Deve iğne deliğinden geçinceye kadar cen-
nete dâhil olamazlar” ifadesinden anlıyoruz ki
umutları var. Ancak onların cennete dâhil olma
ihtimalleri var mânâsı çıkarılmamalıdır, yanlış
olur. Âyet, o ihtimal yerine gelmediği için cen-
nete dâhil olamıyorlar demiyor, şartları yerine
getirseler dâhil olacak değiller. Cehennem ehli-
nin acaba kurtulur muyuz gibi bir saçma umu-
du var. Âyet bu yüzden uyarıyor; cehennem öyle
bir yer ki hiç o umuda kapılma. Öyle bir umuda
kapılacaksın ama o kadar mümkün değil ki. Ha-
294
YILMAZ DÜNDAR
295
ğun sınırını şöyle belirler; Allah başka bir emir
vermezse! Öyle olunca, bir kişi için ebediyyen
cennette kalacak veya ebediyyen cehennemde
kalacak demek Allah’ın iradesine sınır koymak
olur. Allah’ın emrine sınır koyma edepsizliğine
düşmemek için “Allah’ın emir buyurduğu süre-
ye kadar” demek uygun olur. Çünkü Allah onun
emrini başka bir emirle değiştirdiğinde, o sınır
o yaşantının sonsuzluk sınırıdır, o alan için o
ebediyyen hayattır. O yüzden bazı bilgiler çok
ileri astronomik olayların anlatış tarzları gibi de
olabilir. Ancak öyle bir bilgi duyunca “Demek
ki öyle değilmiş” deyip saydıklarımız silinmez.
Kur’ân’da mânâ çakıştırma önemlidir, bütün
bu mânâların tümü âyette vardır, söyledikleri-
miz dâhil hepsi vardır, onları cem ederek tek bir
mânâda düşünmek tevhide uygun olur.
“Kâfir olanlara gelince (onlara): ‘Âyetlerim
size tilâvet olunmadı mı? (Ama siz) müstekbir
davranmayı seçtiniz ve mücrimler kavmi oldu-
nuz’ denilir.” (Câsiye-31)
Yine öğreniyoruz ki, cehenneme gidecek ki-
şilerin en önemli vasfı mütekebbir davranıştır
ve âyette suçlu ilan edilenler mütekebbir davra-
nanlardır. Onlara âyetler sunulduğunda herhan-
gi bir şekilde kendi “Müstakilen VAR ve Muhtar”
davranışlarını tercih etmiş olduklarını anlıyoruz.
Dikkat edin lütfen, kâfirlere “Siz dünyada iyi in-
san olamadınız” denilmiyor, “Mütekebbir dav-
randınız, müstekbir davrandınız” deniyor.
296
YILMAZ DÜNDAR
297
Âyete mânâ olarak insanların kendi aralarındaki
fesatlığı koyarsak çok yanlış olur.
“Bigayrı Hakk olarak Arz’da mütekebbir dav-
rananları âyetlerimden uzak tutacağım. Onlar
âyetlerin hepsini görseler de îman etmezler,
rüşd yolunu görseler onu yol edinmezler. Fakat
azgınlık yolunu görürlerse hemen ona saparlar.
Bu durum, onların âyetlerimizi yalanlamaların-
dan ve onlardan gâfil olmalarından ileri gelmek-
tedir.” (A’râf-146)
Önceki âyetlerde olduğu gibi, Bigayrı Hakk
davrananlar burada da mütekebbir ilan edildi-
ler ve Allah’a karşı yalan söylemekle suçlandılar.
Allah âyetlerini onlardan uzak tutacağını beyan
ediyor, onlara âyetler gösterilse bile îman et-
mezler diyor. Onların hayat çizgilerini emreden,
düzenleyen olarak onların îman etmeyeceğini
zaten bildiğini bize vurguluyor. Bu sebeple, siz
onlara doğru yolu gösterseniz gelmezler, ama
bir azgınlık yani Allah’a karşı bir amel görseler
hemen oraya akarlar. Mütekebbirleri bir başka
davranışla daha tanıdık. Dikkat edelim, bunların
azları bile bizde varsa mütekebbir sınıfına dü-
şebiliriz, Allah muhafaza etsin. Kendimizle ko-
nuşunca “Bunlardan birazcık bende de var, ben
de yapıyorum” diyorsak, düzeltmemiz gereken
yanlarımızı görüyoruz demektir.
“Siz onlara doğru yolu gösterseniz gelmezler
ama bir azgınlık, yani Allah’a karşı bir amel gör-
seler hemen ona saparlar” âyeti “Bunlar Allah’ın
yolunda huşû bulmayanlardır, huşûyu sapkın
298
YILMAZ DÜNDAR
299
“düştüler” olunca düşmeye bakmak gerekiyor.
Düşme kelimesinde bir kendinden geçme var,
normal dengesini kaybetme var, yapacak bir şeyi
bulamadı ancak bunu yapabilir var. Düşmek, in-
sana böyle bir sürü şeyi hatırlatır. “Secde ederek
düştüler”in bir manası da, onlar müstakilen var
ve muhtar iddialarından utanırlar demektir.
Daha önceki iddialarından artık utanıyorlar.
Allah muhafaza etsin, bir konu olur kişi utanır.
Sonra o utandığı şeyle ilgili birisiyle karşılaşır,
onu görünce “Yer yarılsaydı da içine girseydim”
der, işte oradaki duygu bunun gibi bir şeydir. Bu
ifade âyettekinden daha ağır. Âyet; “secdeye,
yere düştüler” diyor ama kişi “Yer yarılsaydı da
içine girseydim” diyor. Çünkü işin hakikatini an-
layan kul, “müstakilen varım ve muhtarım” id-
dialı önceki yaşantısından Allah’a karşı utanıyor.
Bu utanma ile secde ederek düştüler, yani bu
iddiadan sıyrılıp çıktılar.
Allah’a secde esas neyin sûretidir, bunu te-
fekkür etmek lazım. Özellikle salâtlarımızdaki
birinci secde neyin sûretidir? Birinci secde iç içe
ilerleyen bir kaç şeyin sûretidir ama önce şunun
sûretidir: “Allahım Müstakilen VAR ve Muhtar
olan ancak SENSİN. O iddiayı reddeddim” di-
yen kulun kendisindeki iddianın yokluğunun
sûretidir. O yüzden ona Yokluk Secdesi derler.
Bu anlaşılamadığı için “Secdede nasıl yok olaca-
ğız?” diye sorarlar? Sen yok olmayacaksın, iddian
yok olacak. Salâttaki ilk secde, bu iddiayı yok et-
menin sûretidir, işaretidir, harfidir, şeklidir.
300
YILMAZ DÜNDAR
301
tiyor. Oradan kaynaklanarak beynin önemi an-
laşılır. Ama oradaki beyin değildir. Oradaki his
Kalb’tir. Organ beyin olabilir ama orada “BEN”
diyen kalbtir, kalbındır, nefsindir. Nefsinin sem-
bolü, yeri, odak noktası orasıdır. Siz onu yere
koymakla ona bir nevi haddini bildirmiş olur-
sunuz, o hareket teslimiyet işaretidir. Bu normal
hayatta da karşılaşılan bir şeydir. Allah muha-
faza etsin, güç sahibi olanlar birilerine gücünü
göstermek için onları yere yatırırlar, onlara etek-
lerini öptürürler. Secde bir teslimiyet işaretidir.
Siz alnınızı yere koymakla sizin “Müstakilen VA-
RIM ve Muhtarım” iddianıza sebep olan alnınız-
daki gücü sahibine teslim edersiniz. Secde böyle
bir harftir, şekildir. “Allahım Müstakilen VAR ve
Muhtar ancak SENSİN, Lâ ilahe” demenin şekli-
dir, onun harfidir. Burnunu yere değdirmen ne-
dir? “Bu iddiayla kendini bir şey zanneden hali-
min burnunu yere sürttüm Ya Rabbi” demektir.
Secdeyle siz onun burnunu yere sürtüp “Beni
saptırtan o halin aklı başına gelsin” dersiniz.
Onlar, kendilerine hatırlatma yapılınca böyle
davranırlar, artık kendi adlarına “BEN demek söz
konusu olmaksızın secdeye kapanırlar. Çünkü
onlar artık Rablerini hamdı ile tesbih ederler. Bi-
zim için şu çok önemlidir, ben kendi adıma mı
“BEN” diyorum, yoksa Allah’ın adına mı? Bunun
artık gündemimizden çıkması lazım. Biz hâlâ
onun önemini konuşuyoruz. Bu şuna benziyor.
Bir îlan var, eğitimin önemi konuşulacak. Bizim
gençliğimizde sürekli öyle konferanslar olurdu:
Çevrenin önemi, eğitimin önemi, tarımın öne-
302
YILMAZ DÜNDAR
303
layarak çekilir; ‘Eyvahlar olsun, Âdemoğlu secde
ile emrolundu, secde etti ve cenneti kazandı.
Ben ise secde ile emredilince direndim ve so-
num ateş oldu’ der.” (Hadis)
İki yoldan birini seçeceğiz. Bu mu, yoksa Rab-
bimizin dediği mi? Lütfen çok akıllı davranıp
şeytanın deneyiminden yararlanalım. Şeytana
secde emredildi ama o; “Secde edenlerden ol-
madım, tereddüt ettim, ikileme düştüm, karşılı-
ğım ateş oldu, yani cehennemle cezalandırıldım”
dedi. Anlattığı bu tecrübeden yararlanalım.
“O melâikenin hepsi toptan secde ettiler. İblis
müstesna. O mütekebbir davrandı ve kâfirlerden
oldu.” (Sâd; 73-74)
Hadisten ve Secde-15’den öğrendik ki: “Mü-
tekebbir olmayanlar kendilerine hatırlatma ya-
pılınca, bu âyetler söylenince hemen secdeye
düştüler, yani dûniHİ algı ve zannlarını reddet-
tiler, “Müstakilen VARIM ve Muhtarım” iddiası-
nı hemen reddettiler, “Ancak Allah Müstakilen
VAR ve Muhtar” dediler ve bir kerede iddiadan
sıyrıldılar, bunu şeklen sûretlendirmek için de
secdeye kapandılar, alınlarını yere koydular, tes-
lim oldular, burunlarını sürtüp kendilerine doğ-
ru yolu gösterdiler.” Ama bu olayı görünce şey-
tan dedi ki: “Eyvah, Âdemoğlu müstakilen VAR
ve muhtar olmadığını öğrendi, bunu yapanlara
artık gücüm yetmez.” Bir başka âyette; “Bütün
kullarını saptıracağım. Ancak ‘Müstakilen VAR
ve Muhtar iddiasından vaz geçtim’ diyenler
hariç. Çünkü onlar secde ettiler, cenneti kazan-
304
YILMAZ DÜNDAR
305
tesbih ederler ve O’na secde ederler.” (A’râf-206,
secde âyetidir)
Bu âyetle birlikte anahtar kelimeyi bir kez
daha ele almış olduk: “Mütekebbir davranan
‘İyyâKE na’budu VE iyyâKE nesta’iyn’ demez,
derse de kabul olmaz.” O zaman bu anahtar ke-
limeyi iyi öğrenmek ve mütekebbir davranışlar-
dan kendimizi temizlemek gerekir. Ama önce id-
diasını reddetmek, iddiasına “Lâ” demek lazım.
“Rabbinin indinde öyleleri vardır ki böyle ya-
parlar.” Bu kapsam için bir alt sınır söyleyecek
olursak, kulların bu iddialarından vazgeçmeleri
ve ona uygun davranmalarıdır. Yani “Semi’na
ve eta’na; ya Rabbi, uyarını duyduk ve uyduk”
demeleridir. Âmener Rasûlü’den öğreniyoruz ki
bu davranış o kulu makbul yapar. Bunu diyen
ve gereğini yapan “Rabbinin indindeki” kişidir.
Sınır budur, buradan başlar. Uyarılara; “Semi’na
ve eta’na, ğufraneke Rabbena” diyen Rabbinin
indinde makbul kuldur, indindeki kul odur, o
“İndimizdekiler” sınıfına girer. Buradan itiba-
ren nefsinin idrakını ve ona uygun hayat tar-
zını yükselterek bu sınıfa girer ki bu doğrudan
kader kültürü ile ilgilidir. Kader kültürünü anla-
yıp ona uygun hayat tarzı oluşturabilirse Rab-
binin indinde farklı statüde bir kul olur. Ancak,
“İndindekiler”den yalnızca bu ileri statüdekiler
anlaşılırsa birçok müslümana haksızlık olur.
“Âmentü Billâhi ve Rasûlihi” ve “Semi’na ve
eta’na” demişten itibaren hepsi Rabbinin indin-
deki bu sınıfa girer inşâAllah.
306
11.
“MÂNÂ AYRIŞTIRMAK” ve
“MÂNÂ ÇAKIŞTIRMAK” USÛLLERİ
307
de okuyacağız. Kader konusu genellikle “bilgi”
zannedildiği için, onunla ilgilenenler o bilgiyi
alınca mesele hallolacak, bir şeye inanacaklar,
kabullenecekler sanılmaktadır. Hâlbuki kader
konusu bir kültürdür, bir bilgiyle elde edilecek
bir davranış biçimi değildir, o kader kültürüdür.
O kültür ne kadar olgunlaşırsa o kadar dışarı-
ya yansır. İşte biz kitapçıklarımızda o kültürün
oluşmasını sağlamaya çalışıyoruz. Ancak, kader
konusunu konuşmanın bir şartı vardır, o şart ye-
rine gelmemişse kişinin onu birisinden dinleme-
si, onun hakkında konuşması çok sakıncalıdır,
tehlikelidir. Yeri gelince bunu genişleteceğiz. Bü-
tün konuşmalarımız, paylaşımlarımız o kültürü
oluşturmak adına olduğu için, bu bölümü de o
çerçevede değerlendirelim. Süze süze o başlığa
geliyoruz, aniden “Kader” diye bir başlık koyma-
yacağız. Zaten o konuyu süzerek gidiyoruz.
“İyyâKE na’budü ve İyyâKE nesta’iyn’de ne-
redeyiz?” bunu bir hatırlayalım: Söyle onlara,
eğer onlar “İyyâKE na’budü ve İyyâKE nesta’iyn”
demeselerdi neye yararlardı? “İyyâKE na’budü
ve İyyâKE nesta’iyn” Allah’ın indinde kulu böy-
le makbul yapan bir söylemdir. İkinci olarak
da bir davranış biçimidir. Şunu tespit etmiştik,
mütekebbir olanlar “İyyâKE na’budü ve İyyâKE
nesta’iyn” demezler. Aslında bu zâhiren bir cüm-
ledir. Bunu incelersek öyle haller vardır ki orada
“Demezler” değil, “Diyemezler” deriz. “İyyâKE
na’budü ve İyyâKE nesta’iyn”i duymak ve söy-
lemek önemli bir nasiptir, önemli bir ikramdır,
bir hediyedir. Evet, mütekebbir olanlar “İyyâKE
308
YILMAZ DÜNDAR
309
retmiş olur. Bu yüzden, Mütekebbir’i “kibirli in-
san” diye kenara ayırırsanız manasını anlamak
hiç mümkün olmaz, hiç Muhammedî olmayan
bir amel çıkar. Biliyoruz ki Muhammedî olma-
yan da kendince kibirli insan olmamaya çalışır.
Ama kibirli insan olmamayı başardı diye cennet-
lik olmaz. “Kibirli insan” olma ve olmama tanımı
insanlarındır, “cennete veya cehenneme gidecek
insan”ın tanımı ise Allah’ındır, insanların tanı-
mına göre gidilmez. Mütekebbir’e de Allah’ın
tanımına göre bakmak gerekir demiştik ve ince-
lemiştik.
Peki, Mütekebbir’in zıddı nedir? Bir kişi mü-
tekebbir olmayacaksa veya mütekebbir insan
değilse nasıl olması lazım? Bunu genellikle al-
çak gönüllü insan diye tarif ediyorlar, “İnsan al-
çak gönüllü olmalı” diyorlar. Âyet ve hadislerde
“mütekebbir” kelimesi insanlar arasında ise “ki-
birli insan” diye, Allah’a karşı ise “Allah’a büyük-
lük taslayan” diye meâllendiriliyor. Hatırlayacak-
sınız, bu konuda şöyle bir soruyla kendimizi test
ettik: Bir kişi Allah’a karşı nasıl büyüklenir, olabi-
lecek bir şey midir? Bir insan bir insana kendince
büyüklenebilir ama Allah’a nasıl büyüklenebilir?
“Allah’a büyüklenmek nedir?” bunun tarif edil-
mesi lazım. Tanımları lütfen çok önemseyin. Size
özellikle dünya ve âhiretiniz için çok önemli bir
hayat tarzı olan İslam’la ilgili bir davranış biçimi,
bir kelime söylerlerse “Bunu bir tanımla” deyin.
Daha tanımlarken vazgeçecektir, çünkü tanım-
layamayacaktır. Eğer bir tanım yaparsa da onun
Kelime-i Tevhid’e uymadığını görecektir. Âyet
310
YILMAZ DÜNDAR
311
yapanların bütün karşılıkları da Kur’ân’a göre
yanlıştır. Hiç biri Allah’ın “Mütekebbir” dediği
değildir. Öyle olunca, biz açıkladığımız Müte-
kebbir manasına göre bir idrak ilerlemesi yapa-
cağız. Ama bilelim ki idrakımızı ilerletmek için o
tanımlar yeterli olmaz. Şimdi yaptığımız tanıma
göre devam edelim.
Mütekebbir’in özelliği şuydu: Mütekebbir
davranan kendi adı namına “BEN” der. Tekrar
ediyorum ki, “BEN” demek çok şerefli bir tak-
dim şeklidir, yalnızca Allah’a ait olan bir takdim
şeklidir. Ancak Allah kendisini bir kuluna tanı-
tacağı zaman “Ben benim” der. Halife kıldığı in-
sana da işte bu yetkisinden “BEN” deme yetkisi
vermiştir, “BEN” deme şerefi vermiştir. Bu yüz-
den “BEN” kelimesini çok sevmek lazım. “BEN”
kelimesi doğrudan “ALLAH” kelimesidir, bu ka-
dar şereflidir. “BEN” ve “Benlik” kelimelerinin
suçlandığı anlatımlar yanlıştır. Ne “Benlik” suç-
tur ne de “BEN” kelimesi. Mesele bu kelimelerin
kullanılış biçimidir, “kibir” kelimesinde olduğu
gibi, “Mütekebbir”de olduğu gibi. Mütekebbir
davranan insan kendi namına “BEN” der. İdrak
basamaklarını sorularla oluşturacağımız için
soruyoruz; niçin kendi adına “BEN” der? Çün-
kü dünya hayatında dûniHİ algı ve zann’larıyla
karşılaşmıştır, öyle de yaşamaktadır. Yani dûniHİ
algı ve zann’ları sonucunda kendisi için bir tes-
pitte, bir iddiada bulunmuştur; “Ben Müstakilen
VARIM ve Muhtarım” demiştir, kendisini “Müs-
takilen VAR ve Muhtar” sanmıştır. Bize göre bu
bir iddiadır ama ona göre bir iddia değildir, ga-
312
YILMAZ DÜNDAR
313
MTG yetkisini fark etti, onunla bu zanna girdi,
bir şeyi tercih etti; kendisinde bir şey gördü;
hüküm verebilme! Kendisinde hüküm verebil-
me gücünü gördü. Halifetullah’ı halife yapan en
önemli özellik budur; hüküm verebilme. O ken-
disinde hüküm verebilmeyi gördü, işte o zaman
hüküm verdi; Ben Müstakilen VARIM ve Muhta-
rım. Bu müstakilen VAR ve muhtarı size takdim
ederken “BEN” diyorum dedi ve kendi namına
“BEN” dedi. Ama bütün onlardan önce buna se-
bep olan, onun kendinde bulduğu şey Hüküm
Verme Yetkisi idi. Ona biz bir isim koyduk. Biz
onun size söyleyeceğimiz bir kelime olarak ismi
bulunmadığı için oraya Allah’ın lütfu ve izniyle,
Biiznillah isim koyduk; Muhtariyeti Tercih Gücü.
İşte kişi kendisindeki o MTG yetkisini “Müsta-
kilen VAR ve MUHTAR” bir güç olarak algıladı.
DûniHİ algıda olduğu için. Kendini Allah’ın dı-
şında müstakil varlık zannettiği için, kendisinde
bulunan bu gücü de müstakil ilan etti, MTG’yi
Müstakilen VAR ve MUHTAR” bir güç olarak
algıladı. Nasıl süzerek Mütekebbir kelimesine
gelip onu anlamaya çalıştıysak, şimdi de MTG’yi
anlamalıyız ki buradan İslâm’a uygun ve bizim
için çok kolaylaştırılmış amel çıkarabilelim.
Şimdi MTG yetkisinin anlaşılabilmesi için
yöntemlerden bahsedeceğiz. Buraya kadar
paylaştıklarımızda bu yöntemleri kullanmadık.
Ama öyle bir noktaya geldik ki MTG yetkisinin
anlaşılabilmesi için söyleyeceğim şu yöntemleri
kullanacağız. Bu yöntemler ayırt edilmediği için,
fark edilsinler diye Biiznillah isimler verdik, onlar
314
YILMAZ DÜNDAR
315
eğer ona tesir edecek güçte söyleyemezsek tesi-
rinden yararlanamayız.
O yöntemlerden birisi Mânâları Çakıştırma
Tekniği’dir. Dikkat edin, “Mânâları” diyoruz. De-
mek ki kesretten gelen bir şey, yani fazla mânâ
var ve onları çakıştırıp tek yapmaya çalışacağız.
tevhide hep tekleştirerek gidilir. Mânâları birleş-
tirmek, çakıştırmak, tevhide gitmenin yoludur.
Bunlarla ilgili özellikleri biraz sonra bir kaç cüm-
leyle göreceğiz, şimdilik yöntem isimleriyle yeti-
nelim, dalıp da konuları genişletmeyelim.
İkincisi Mânâ Ayrıştırma Tekniği’dir. Burada
“Mânâlar” demedik, çünkü tek bir mânâ var,
onu içindeki mânâlara ayrıştıracağız. Çok ben-
zemiyor ama dünyaya ait bir örnek vereyim.
Çünkü dünyadaki hiç bir şey İslam’la öğrendik-
lerimize benzemez. Örnekler anlamamız içindir,
onu tam benzetmek için değil. İki hidrojenle bir
oksijen su oluşturur. Hidrojenin tabiatı farklıdır,
oksijenin tabiatı farklıdır. İkisi birleştiği zaman
su diye çok farklı bir şey çıkar. Bu suyu tek mânâ
olarak düşünün. Hidrojen ve oksijen diye bilinen
kesretteki mânâlar birleşti, çakıştı, su meydana
geldi, yani başka bir mânâ meydana geldi. Kim-
yagerler suyu anlamaya çalışıyorsa ne yaparlar?
Suyun yapısını anlamak için analiz yaparlar, onu
ayrıştırırlar. Onu hidrojene ve oksijene ayrıştırır-
lar, onların miktarlarına, açılarına bakar, mole-
külleri incelerler. Niye? Suyu anlamak için. Suyu
anlarken bunları da anlarlar. Demek ki bu dün-
yada zaten yapılan bir yöntem. Ancak şimdi biz
bunu âhiretimiz için kullanacağız. Bir mânâ var,
316
YILMAZ DÜNDAR
317
tutacağız. Çünkü burada mânâ çakıştırılmıştır.
Bu mânâyı size söylerken iki tane tanım varmış
gibi söyledim, mecburen, anlayabilmemiz için.
Eğer dünyada cennet dilini konuşsak anlaşa-
mayız. Cennet dilini öğrenenler anlaşır ama biz
dûniHİ algıyla o dili anlamadığımız için anlaşa-
mayız. Mânâ çakıştırma bu yüzden önemlidir,
onu öğrenen kişi cennet dilini öğreniyor demek-
tir.
Âyetleri incelediğinizde görürsünüz ki cen-
net için, “Orada boş söz yoktur, orada yalan
yoktur” gibi tanımlar geçer. Eğer buna dünyada-
ki “Boş söz ve yalan” gibi bakarsak aldanırız. Bu,
“Cennette kimse bana yalan ve boş söz söyle-
meyecek, hep güzel sohbetler edeceğiz” demek
değildir. BOŞ SÖZ Allah’ı örten sözlerdir, Allah
yokmuş gibi kurulan cümlelerdir. YALAN Allah
üzerine uydurulandır, en önemli yalan Allah
üzerine uydurulan “Ben Müstakilen VARIM ve
Muhtarım” iddiasıdır. Bu bir iftiradır ve bâtıldır.
İşte cennette bunlar yok demektir. Lütfen düşü-
nün, bunlar olmazsa cennette ne olur? Dünyada
sırf bunları konuşuyoruz, bunlar olmazsa cen-
nette ne konuşacaksınız? Dünyada tüm konuş-
tuklarımız “Müstakilen VARIM ve Muhtarım”
iddiasına yönelik. Bu iddiaya yönelik savaşlar,
Allah’ı örten cümleler, Allah yokmuş gibi davra-
nışlar. Ayetler “Cennette bunlar yok” diyor. Bizim
dünya hayatında yaptığımız, konuştuğumuz hiç
bir şey orada yoksa, yani biz o dili bilmiyorsak
ne yapacağız? O dili bilmiyorsak bizi oraya alırlar
mı? Almazlar. İşte Kur’ân bize bu dili öğretiyor,
318
YILMAZ DÜNDAR
319
derin mânâdır, birisi belki ondan biraz önde bir
mânâdır, o ikisini çakıştırırız. Buna anne kelimesi-
ni örnek vermiştik. O bir mânâ çakıştırmadır. Bir
çocuğa “Annenle ilgili yaz bakalım” deseniz, zor-
lasanız ve iki sayfa yazdırsanız, iki sayfa annesini
anlatsa, o çocuk “Anne” derken o yazdıklarının
hepsini birden söylemiş olur, annesi de onların
hepsini kabul etmiş olur. “Yavrum, şu satırdaki
bir kelimeyi söylemedin” demez, mânâ çakışmış
bir şekilde onu kabul eder. Bir sürü mânâ o keli-
mede toplanmıştır. Ama dikkat edin hepsi aynı
yöndedir, annesiyle ilgili söylediklerinde zıt bir
cümle yoktur. Çok dikkat edin, şimdi çok önem-
li bir şeyi paylaşacağız, herhangi bir yerde bula-
mayacağınız çok basit ama çok önemli bir şeyi
paylaşacağız. Oysa tevhidi anlamak için dünya
diline göre zıtlar çakıştırılır, çakıştırılan mânâlar
aynı yönde değillerdir. Bu yüzden insan zorlanır,
bu yüzden insan İslâm’ı anlayamaz da “Ama şöy-
le ama böyle” der, bu yüzden kader anlaşılama-
mıştır, bu yüzden ayetler anlaşılamamıştır. Ve bu
yüzden birisi bir konuda yazarken çizerken dü-
şüncesiyle ilgili olarak âyetlerden destek alıyor-
sa düşüncesine uygun ayetleri bulur alır, ona zıt
gibi gelen âyetleri ise kenara çeker. Oysa ikisini
birden almazsan olmaz. Ama nasıl alsın? O zıt!
Onu zıt zannediyor. Bu da gösteriyor ki Kur’ân
bir beşer sözü değildir, hiç bir beşerin başarama-
yacağı -zıtların birleştirildiği- mânâları anlatır.
Paylaşacağımız önemli şey budur. Hiç bir beşer
düşünemez, bulamaz, mümkün değil. O Allah’a
aittir, O bilir. Siz bir makale yazıp taraftar topla-
320
YILMAZ DÜNDAR
321
Bunu beğenip dînini bunun üzerine bina ediyor.
Veya Allah’a yöneliyor. Fıtratına göre. Allah’a yö-
nelince bakıyor ki kendisi muhtar değil. Bu sefer
bu ona hoş geliyor, dînini bunun üzerine bina
ediyor. İkisi de yanlıştır, ikisi de sapmış fırkadır.
Efendimiz (SAV) in hadisinde ikisi de sapmış
fırkadır. Bu ikilemi çözmek için öğreneceksin ki
Allah’a yöneldiğinde muhtar değilsin, bir kula
yöneldiğinde muhtarsın. İkisini cem edeceksin
ama kaybetmeden. Kula yönelip davranırken
de Allah’a karşı muhtar olmadığını bileceksin.
İslam’daki mânâ çakıştırmanın böyle bir özelliği
vardır. Bu özellik yüzünden anlaşılması, uygulan-
ması insanlara zor gelir. Ama kesinlikle değildir.
Öğrenip de bu bilgiye teslim olan mü’min kişi
bunun normal dünya hayatından daha huzurlu,
daha kolay, daha mübarek olduğunu bizzat ya-
şayarak görür.
Mânânın “zıt” zannedilmesinin sebebi diğer
yöntemlerle ilgilidir, uluhiyet dilinin ve kesret
dilinin bilinmemesi yüzündendir. Eğer Kur’ân
okurken uluhiyet dili ve kesret dili fark edilirse
mânâların hepsini yerine koyarsınız ki çok kolay-
dır. Bu paylaştığımızla baktığınız zaman hemen
“Bu uluhiyet dili, bu kesret dili” dersiniz. İkisinin
aynı mânâ olduğunu anlarsınız, kesret dilinin
tevhid dilinin simültane tercümesi olduğunu
bilirsiniz. Kesret dili başka bir dil değildir, tevhid
dilinin simültane tercümesidir. Neden simülta-
ne diyoruz? Çünkü aynı anda. Sonra bir tercü-
me değil. Aynı anda onun tevhid dili olduğunu
bilirsiniz. Zaten ikisi ayrı diller değildir, anlamak
322
YILMAZ DÜNDAR
323
ğim bir hassasiyettir, onu bir İslami kural olarak
söylemiyorum, yalnızca hükümle, kader yaşan-
tısı ve kültürüyle ilgili bir hassasiyeti anlataca-
ğım. Dikkat buyurun lütfen, o hassasiyeti söy-
lüyorum. “Emir vermek için müstakilen VAR ve
muhtar bir güç olmak lazım. Ancak müstakilen
VAR ve muhtar bir güç emir verebilir. Bu yüz-
den ancak Allah emir verir” düşüncesindeki kişi
bu düşüncesini yaşantısında öyle ileri götürür
ki emir cümlelerini dilinden siler. Mesela “Yav-
rucuğum, şunu getir” demez, “Getirir misin?”
der, yani öneri sunar, ben kul olarak ancak öneri
sunabilirim diye düşünür. Bu bir hassasiyettir,
böyle yapın demiyorum, bir hassasiyeti söylü-
yorum. O kişi “Emir Allah’a aittir” der ve korkar,
emir kelimesi kullanmışsa tövbe eder. Mümkün
olduğunca öneri sunmaya çalışır; “Yapar mısın,
getirir misin, şöyle düşünür müsün?” gibi.
“Hüküm” anahtar kelimedir dedik. Şimdi
“îman ve amel”e bakıyoruz, bunları mânâ ayrış-
tırmaya tabi tutacağız. Îmanın temeli “muhtar
değilsin” halidir. Allah’a yönelip “Allahım” de-
diğinde onun temeli “muhtar değilsin”dir. Ama
amelin temeli “bir insana göre muhtarsın”dır.
Bunu açacağız. “Muhtarsın” kelimesini şimdi-
lik kaydıyla, konuyu anlamak için kullanıyoruz.
Muhtar kelimesini hatırlatayım; kendi adına hü-
küm verebilen demektir. Kendine göre davrana-
bilen, kendi adına hüküm verebilen muhtardır.
Ve beşer olarak yalnızca Efendimiz (SAV) in is-
midir Muhtar. Başka birisinin ismi, vasfı değildir,
yalnız Rasûlullah (SAV) in ismidir. O’na Muhtar
324
YILMAZ DÜNDAR
325
nelişle, Nisâ-79 sâlih amelle ilgilidir. Yani; Nisâ-78
sana muhtar olmadığını anlatır, Nisa-79 ilişkiler
içindir, onu okuduğunda bakarsın ki muhtarsın.
Bunlarla ilgili detaylı cümleleri konunun sonun-
da ayet ve hadislerle göreceğiz inşâAllah.
İnsan-29 ve İnsan-30 tek mânâ, tek davranış-
tır dedik, onu bir cümleyle tanımlayalım. Ama
bu cümle çok sırlı bir cümledir. Mânâsı bilinme-
diği için değil, tesiri açısından sırlı bir cümledir.
Bu cümleye dikkat edin, onu zihninize yerleş-
tirin, o sizde kader konusunda tomurcukları
patlatacaktır. Türkçe bir cümle ama beyne tesir
eden, tomurcukları açan bir cümle. “Kul amel-
lerde muhtardır” cümlesi yanlış anlaşılmasın
diye onu biraz açıyoruz. Tek manaya göre söy-
lersek; kul zâhiren muhtardır, bâtınen mecbur-
dur. İlişkilerde kul zâhiren muhtardır, perde ar-
kasında bâtınen mecburdur. Bunları anlamaya
ve tek yapmaya çalışacağız, hem muhtar hem
mecbur olan tek bir manaya ulaşacağız. Bu söy-
lediğimi bir şey bozar. “Zâhiren muhtar, bâtınen
mecbur” cümlesinin tek mânâ olmasını bir şey
bozar. “Ama nasıl olur?” Böyle dediniz mi bozu-
lur. İslâmiyet’te anlamak teslim olmakla ilgilidir,
Allah’ın söylediğine teslim olduğunuz zaman
anlaşılır. “Nasıl olur? Ama şöyle, ama böyle” de-
diniz mi fişiniz çekilir, bilgisayardan hiç bir şey
çıkmaz. Onu bozan bir şey daha var. Kendinize
göre onlardan birini ağırlıklı yapıyorsanız o yine
bozulur. “Zâhiren muhtarlık bana yakın geliyor,
bu daha ağır basıyor” dediniz mi o tek mânâ
bozuldu demektir. Veya; “Bâtınen mecbur oluş,
326
YILMAZ DÜNDAR
327
maz. Siz HÛ dediğinizde bütün esmâları -bildi-
ğiniz bilmediğiniz- hepsini bir seferde söylemiş
olursunuz. Tevhide doğru giden böyle bir mânâ
çakıştırmadır HÛ.
Konumuza dönelim. Âmenû Billâhi ve Ami-
lus Sâlihâti’de biz mana çakıştırdığımızda bu
tevhide yaklaşır. Çok önemli bir şeyin altını çi-
ziyoruz, lütfen dikkat buyurun: Onun tevhide
yaklaşması kesretin zâhiri mecburiyetlerini yok
yapmaz Bu cümle özellikle tasavvufla ilgilenen-
ler için önemlidir. Tasavvufu çok önemsemeden
İslam’la ilgilenenler bu hatayı yapmazlar. Tasav-
vufla ilgilendiğini zannedenler yapar bu hatayı.
Bu hatanın olmaması için altını çiziyoruz, di-
yoruz ki; mânâ çakıştırıldığı zaman yeni mânâ
tevhide yaklaşır. Mânânın tevhide yaklaşması
söylediğimiz cümlenin kesretteki uygulanışı-
nı, mecburiyetlerini kaldırmaz. Örneğin bir kul
tevhide mânâ olarak yaklaştığında onun zâhiri
mecburiyetlerinden olan salât ikamesini on-
dan kaldırmaz, “O avamın işi” diyemez. Bu çok
önemlidir ve bunlar birer tuzaktır, akıl oyunla-
rıdır. Eğer işe dünya aklıyla bakarsanız, “Semi’nâ
ve eta’nâ” demezseniz sizi akıl oyunları yönetir,
ortaya çıkan tevhid mânâsıyla perdelenip amel-
leri önemsemezsiniz. Mânânın tevhide yak-
laşması ameli kaldırmaz. Tam tersi, ulaştığınız
mânâ ancak kesret mecburiyetleriyle geçerlidir.
Evet, siz bir mânâya ulaştınız, yani elinize bir çek
geçti ve kendiniz ona çok yüksek bir değer biç-
tiniz ama götürdüğünüzde o geçmez. O ancak
Kesret Mecburiyetleri imzasını taşıyorsa geçer.
328
YILMAZ DÜNDAR
329
hep soluna bakarsan göremezsin. Otururken tek
yapacağın o tarafa dönüvermektir.
Sorumuza gelelim. Efendimiz (SAV) in tebli-
ğini yaptığı ilk beş yılı düşünün. O ilk beş yılda
anlatılan, konuşulan neydi, onu düşünün. Bir
de günümüzde İslamiyet ile ilgili anlatılanlara
bakın, ne anlatılıyor, bakın lütfen. Sahabelerin
ve önemli zatların hayatları ile ilmihal bilgileri
konuşuluyor. Elbette hepsi çok önemli. Konu-
şulan zatların hepsi başımızın üstündedir, lütfen
yanlış anlaşılmayayım, söylemek istediğim başka
bir şey. Ama anlatılan sırf bunlar. Hatta bunlar
anlatılırken maalesef “Ne insanlarmış” diye on-
ları müstakilen VAR ve muhtar gibi gösteren bir
yaklaşım görüyoruz ki, o ayrı bir yanlıştır. Konu
başlığı olarak söylüyorum; anlatılan konulardan
birisi mubarek zatların hayatları, biri de ilmihal.
“Şu işi nasıl yapacaksın, bu işi nasıl yapacaksın...”
Bazen, sordukça o işi yapamayacak hale geti-
ren bir üslüp bile görülebiliyor. Sormadan önce
o işi ne kadar güzel yapacaktın, sordukça nasıl
yapacağın bozuluyor, nasıl yapacağın ortadan
kalkıyor. Ama önemli olan şu ki, bu anlatılanla-
rın çoğu özellikle Efendimiz (SAV) den sonradır;
önemli zatlar, önemli kitaplar, önemli sözler, il-
mihal, hepsi Tebliğ’den daha ileri zamanlarda
oluşmuştur. Peki, Efendimiz (SAV) henüz bun-
lar oluşmamışken onlara ne anlattı? Bugün an-
latılanlar henüz yokken Efendimiz ne anlattı?
Sahabeler yok menkıbe anlatamaz, ilmihal de
oluşmamış. Ne anlattı? Bunu lütfen çok önem-
330
YILMAZ DÜNDAR
331
bütün suyu oksijen ve hidrojene ayrıştırırsanız
susuzluktan ölürüz. Hedef su içmek, mânâları
birleştirmek. Ayrıştırmak onu iyi anlayabilmek
içindir. Sâlih amel o zaman ortaya çıkar.
Âmenû Billâhi ve Amilus Sâlihâti’yi iki kısma
ayırırız. “Âmenû Billâhi” kısmını bu tek mânânın
içinden alıp kendi sınırına, tevhid sınırına doğ-
ru çekelim. “Amilus Sâlihâti”yi de kesret sınırı-
na itelim. Onları kendi yerlerine doğru itelim ki
ayrı ayrı görebilelim. Şimdi bunlara isim verelim.
“Âmenû Billâhi” dediğimiz kısma, tevhid pren-
siplerinin olduğu yere “Yöneliş” diyelim. Kesret
sınırlarına, kesret davranışlarına doğru ittiğimiz
kısmada “İlişkiler” diyelim. Çünkü o bizim dünya
hayatındaki tüm ilişkilerimizi içerir. Kesretle ilgili
kısmı “davranış” diye tanımladık. Diğeri davranış
değil esastır. “Amenu Billâhi” tevhid esaslarıdır.
İki tane başlığımız oldu; Yöneliş ve İlişkiler. Ne-
rede? Mânâ ayırmada. Şimdi iki mânâmız var,
bakın mânâlar oluştu: Yöneliş mânâsı, ilişkiler
mânâsı oluştu. Bu ikisini sırayla ele alacağız. Fay-
dalı olur umuduyla uzun bir giriş yaptık.
Şimdi, önce Yöneliş’i sonra İlişkiler’i ele ala-
cağız. Yöneliş’in sonuna doğru onun kaderle
ilişkisini ve Sapmalar’ı göreceğiz. İlişkiler’de ise
Muhtariyeti Tercih Gücü ne demektir, tamamen
onu anlamaya çalışacağız. Anladıktan sonra, bu
iki başlık altında anlamaya çalıştığımız mânâyı
tekrar tek mânâ yapacağız.
332
12.
ÎMAN BÖLÜMÜ: YÖNELİŞ ve
“RABBİMİZ ALLAH’DIR” SÖZLEŞMESİ
333
halde “Kendine dön” derler. Fakat korktuğumuz
zaman anladığımız bir şey var. Birisi haddimizi
bildirmek ister de bize “Kendine gel” derse onu
anlarız, kendimize geliriz, yani fabrika ayarlarına
döneriz. Demek ki Allah’a îmanla ilgili bilgiler
yabancımız değil. Bu bilgilerin temelini bir cüm-
le oluşturur; Allâhümme ENTE Rabbiy; Allahım
Rabbim SENSİN. “Allâhümme ENTE Rabbiy”
çok, çok değerli bir sesleniştir. Ne kadar değerli
olduğunu, bunların hesaplandığı gün göreceğiz
inşâAllah. Allâhümme ENTE Rabbiy... Cennet
ehlinin sıkıntısı, üzüntüsü diye bir şey varsa,
bu tarif edilecek olursa, işte bunların değerini
gördüğü zaman “Niye çok söylemedim?” üzün-
tüsüdür. Değerini fark etti. “Allâhümme ENTE
Rabbiy” yönelişin temelidir ve kişinin Allah’la
yaptığı sözleşmenin cümlesidir. Çünkü o sözleş-
mede “Allahım Rabbim SENSİN” dedi. “Rabbim
SENSİN” dediği için “Allâhümme ENTE Rabbiy”
ona yabancı olmayan bir sesleniştir. Bunu A’râf
Sûresi’nden öğreniyoruz.
“Rabbin Âdemoğullarından, onların belle-
rinden kendi zürriyetlerini alıp; onları kendi
nefslerine şahitlendirerek; “Elestü Bi Rabbiküm;
Rabbiniz Ben değil miyim?” (dedi). Onlar da
(Kâlû; “Belâ şehidnâ) Evet, bilfiil şahidiz” dediler.
Kıyâmet Günü “Biz bundan gafildik” demeyesi-
niz (diye). Ve bir de “Daha önce atalarımız yal-
nızca müşrik olarak yaşarlardı, biz onlardan son-
ra gelen bir zürriyetiz. Bâtıl işleyenler yüzünden
bizi helak mi edeceksin?” dememeniz (için).”
(A’râf; 172, 173)
334
YILMAZ DÜNDAR
335
hatırlatır. “Bilim ve Din çelişiyor” diye onlardan
duyar ve yanlışa düşer, Allah muhafaza etsin.
Hz. Âdem Halifetullah yetkili Kendinde Ken-
dine Göre Var olan ilk Halifetullah’tır. Önemli
olan da Kendinde Kendine Göre Var olandır.
Toprakta çürüyecek bir şeyin peşinden giderek
Hz. Âdem aranmaz. Çünkü Hz. Âdem çürümez.
Hz. Âdemoğulları da çürümez. Kendinde Kendi-
ne Göre Var olan Halifetullah vasıflı Hz. Âdem’in
bedenine ulaşıncaya kadar geçen on dört mil-
yar yıllık sürenin tamamı Hz. Âdem malzeme-
sidir. Hz. Âdem aleyhisselam’ın bedeni, yaratılışı
anlatılırken âyet ve hadislerde geçen cümleler
çakıştırılmış mânâdır. Onu ayrıştırdığınız zaman
karşınıza on dört buçuk milyar kozmik yıl çıkar.
Onun hepsi Hz. Âdem aleyhisselam’ın malze-
mesidir. Yanlış bir benzetme ama mânâsını ala-
lım. Bir kek veya pasta yapacaksınız. O malze-
meleri tezgahınıza koyuncaya kadar yaptığınız
her şey onun malzemesidir. Yalnız alış veriş değil,
o parayı kazanma halleriniz, onu yapacak kişinin
doğduğundan beri olan hayatı hep bu kapsam-
dadır. Eğer hedef yalnızca o pasta ise böyledir.
Yani amacımız yalnızca pastanın özelliğini söy-
lemekse, onu oluşturan, yapan malzeme sizin
doğumunuzdan başlar, onun o tezgaha gelişine
kadar ne varsa hepsi o pastanın malzemeleridir.
Hz. Âdem aleyhisselam’ın bedeninin malzemesi
de on dört buçuk milyar kozmik yıllık süreçte
geçenlerdir, o süreçteki herşey onun malze-
mesidir. Aslında onların hepsi tek bir malze-
me içindir; Ya, Siyn, Ey İnsan! Gök ehli için bir
336
YILMAZ DÜNDAR
337
ruhlar var, karşılarında da Allah, onlara sordu”
gibi anlamak yanlış olur. Detaylarına girmeden
bize şimdi lazım olanı almaya çalışıyorum, yan-
lışlardan sıyırmak için de işi biraz çoğaltıyorum.
Âyeti nasıl anlayacağımızı biraz sonra göreceğiz
ama önce öyle anlamayın.
“Rabbiniz ben değil miyim?” aslında şöyle-
dir de: Size kendinizi hissettiren, Kayıtlı Kendini
Hissetme Duygunuzu oluşturan, kendinizi his-
setmeyi öğreten, kendinizi nasıl hissedeceğiniz
hâl için lazım olan rızkları size veren BEN değil
miyim? Bu konumda olan BEN değil miyim?
Nefslerin; “Bil fiil şahidiz, Rabbimiz SENSİN” de-
meleri o kadar doğaldır ki. “Elestü Bi Rabbiküm”
sorusunda “B” var. Bu cümle meâllendirilirken
dûniHİ algıya göre cümlelendirildiği için, kişi
bunu “Kendisini orada bile Allah’ın dışında” sa-
narak algılıyor. Bu sözleşmeyi, bu âyeti tefekkür
ederken bile kendisini Allah’ın dışında zanne-
derek algılıyor. Dışından Allah onlara; “Rabbiniz
ben değil miyim?” dedi, nefsler de “Evet” dedi
gibi. Tamamen dûniHİ! DûniHİ algı küfürdür,
böyle bir mecliste o algı olabilir mi? Soru “Elestü
Bi Rabbiküm”dür, “B” vardır; “Sizleri ‘dışım’ kav-
ramı olmaksızın Kendi Hissetmemden Hissetme
vererek, Kendi “BEN” deyişimden “BEN” dedirte-
rek yaratan ben değil miyim?” dediği bu meclis-
te zaten “dış kavramı” yoktur.
“Bellerinden zürriyetlerini alıp” dediği için
tartışılan bir şey daha var. Bu tartışmaya geç-
meden bunun kesret diliyle bir cümle olduğunu
unutmayalım. O, insanların bellerinden genle-
338
YILMAZ DÜNDAR
339
ğildir. Allah beklemez. O öyle bir beklemeden
münezzehtir, berîdir. Siz konuya Allah için ba-
karsanız, rahimdeki ve ezeldeki olay mânâ çakış-
tırmayla Allah indinde aynı andır. Ancak insan
için ezelde bilgisi ve yaşarken de böyle bir süreci
vardır. İnsan için var olan bu süreç kesretin gere-
ğidir. Bu yüzden mânâyı çakıştırmak zorundası-
nız. “Allah için nasıl?” dediğinizde, eğer O’nu da
sıraya koyarsanız, O’nu da nefsler gibi bekliyor
yaparsanız yanlış olur. İhlas Sûresi’ne ve Kelime-i
Tevhid’e göre davranacaksınız. O zaman ikisini
tevhid prensiplerine göre çakıştırırsınız. Böylece
ezeldeki bilgi ile rahimdeki hüküm aynı ana gelir,
tartışılan iki görüş de doğru olur. Bu mânâlar ça-
kıştırılınca zaten o nefsin kaderi yaşanıyor olur.
Allah’ın verdiği hükmün, hükmü verirken ne
hükmü vereceğini bilmesinin ve o hükmün za-
mana yayılan sürecinin ismi Kader ve Kaza’dır ve
bu süreç insan için geçerlidir. Detaylı göreceğiz
inşâAllah, şimdi kulağımızda biraz yer etsin.
“Elestü Bi Rabbiküm; Rabbiniz ben değil mi-
yim?” seslenişi dünya hayatındaki algıya dayalı
dillere göre çevrildiği için, bunu okuyan kişi eğer
dûniHİ algı ve zann’larının farkında olmadan
yaşıyorsa, bunun mânâsını dûniHİ algıya uy-
gun anlayacaktır. İnandığı için de bunu kabul
edecektir ama o kabul İslâm’a uygun bir kabul
değildir. Çünkü bu soruya muhatap nefslerde
o anda dûniHİ algı söz konusu değildi. Dolayı-
sıyla, soru dûniHİ algı yokken olduğu için ce-
vapta da dûniHİ algı söz konusu değildir. Şimdi
bu sorunun mânâsını biraz anlamaya çalışalım.
340
YILMAZ DÜNDAR
341
ortaya çıkarabilecek özelliğe bürün. Bu emir,
Kendinde Kendine Göre Var olanadır, ona “Bu
hale bürün” demektedir. Nefsler de “Evet, bil fiil
şahidiz” demekle bu emre itaat ettiklerini be-
lirtmişlerdir. Bu beyan, “Evet, şu anda zaten bu
durumdayız, her halimizle o emiriz, o emir kesil-
dik” demektir. Müthiş bir şey. “Şu an zaten işte
bu emir üzereyiz, her halimizle o emiriz, o emir
kesildik.” İşte Ahseni Takviym budur. “Aşağıların
Aşağısı” kitapçığında Ahseni Takviym’in fiziksel
olarak mükemmel yaratılmış demek olmadığını
gördük. İnsanı mükemmel yapan bu bilgidir, Bir-
birlerine Göre Var olan şekil değil.
Emrin dünya hayatında insan için anlamına
bir örnek üzerinden de bakalım. İnsan beyni kı-
yasla öğrenmeye göre ayarlandığı için, beyin kı-
yasla öğrendiği için her şey zıddıyla yaratılmıştır.
Yoksa insan kıyas yapamazdı ve öğrenemezdi.
“Allâhümme ENTE Rabbiy” şahitliği Kendinde
Kendine Göre Var olanın kalbiyle/kalıbıyla ilgi-
lidir. Bunu “İnşirah” kitapçığında ayetler ışığında
gördük, fırsat bulursanız inşâAllah bakın. Bu şa-
hitlik kalıpla/kalble ilgili bir sözleşmedir. Benzeri
başka sözleşmeler de vardır, yani başka “Rabbi-
niz Ben değil miyim?” emirleri de vardır. Bedenle
ilgili bir örnek görelim. Beden de kendine göre
sözleşmeler yapmıştır. Beden yaptığı sözleşme-
lerden çıkamaz. Güneş yaptığı sözleşmeden
çıkamaz. Dünya “Ben yirmi dört saatte bir tur
yapmaktan sıkıldım” diyemez. Yerçekimi yap-
tığı sözleşmeden çıkamaz. Bütün bu sözleşme-
lere Sünnetullah diyoruz. Onların yaptıklarının
342
YILMAZ DÜNDAR
343
kısmında o işi yaparlar, hiç haberin olmaz. Bir
sözleşmedir o. Arı da öyle bir sözleşme almıştır.
Âyet var, “Ona vahyettik, nasıl ev yapacak, nasıl
bal yapacak” diye. Bu yüzden, değme mühendi-
sin zor yapacağı hesapları yapar. Kokuyla aldığı
bir polen için; ne kadar zamanda gidebilir, ne
kadar zamanda gelebilir, yuvasına yetişebilir mi,
güneş batabilir mi, hepsini hesaplar. Emir aldı.
Allah’tan emir almak o emrin gereğiyle yüklen-
mek demektir. Nasıl vücudumuz, beden, beyin,
kalp, karaciğer, böbrekler gibi yapılar aldıkları
emirle ilgili gerekenleri yapıyor, işte kalb de, yani
kalıp da bu emri onlar gibi almıştır. Ancak kalı-
bın bu tür organları yoktur. Kalıp bir duygudur,
bir histir, onun mayası idraktır. Dolayısıyla emir
idraka göredir. O emrin açılması, vücudumuz-
daki kan şekerinin ayarlanmasından bizim hiç
haberimizin olmaması gibi, kalbimizden açılır
ve ortaya çıkar. İşte bu “Allah Fıtratı”dır. Bütün
insanlarda bu vardır ama bu emir bütün insan-
larda açılacak demek değildir. Fakat bütün nefs-
lerin kalpları bu emre göre dizayn olmuştur.
Geldiğimiz yeri bir kaç cümleyle noktalaya-
lım. Kalbın kişilik kazanmış hali olan Nefs’e “Kul
Zat” dedik. Kul Zat tabirini de gerektiği için
kullandık, çünkü Kul Zat önemli bir bilgi içe-
ren tanımdır. İlerleyen bölümlerde onunla ilgili
geniş bir paylaşım bulacaksınız. İşte o Kul Zat,
“Rabbiniz ben değil miyim?” emrini bir düşün-
me, bir itiraz, bir ikilem olmaksızın behemehâl
aldı. Meleklere; “Âdem için secde edin” denildi-
ğinde nasıl behemehâl secde ettilerse, nefsler de
344
YILMAZ DÜNDAR
345
kisi olacak ve “İmtihan” denilen hayatın içerisin-
de bu tercih yetkisini kullanarak Rabbini doğru
bilmesi, O’na ulaşabilmesi böylece sağlanacak-
tır. Amaç âhiret hayatını oluşturmaktır. Kesret
diliyle dedik ki, dünya hayatındaki imtihanı için
nefslerdeki bu alt yapı, bu sözleşme gerekliydi.
Çünkü tercih yetkisini kullanarak Rabbini tercih
edebilecek. Bunu Rasûl ve Nebîlerden öğrendiği
şekilde kullanıp Rabbini tercih edebilecek, O’nu
tanıyabilecek, O’na ulaşmasını bu alt yapı sağla-
yabilecektir. Ancak bütün bunlar dünya hayatı
için değildir. Öyleyse dünya hayatının imtihan
olmasının bir açıklaması da şudur: Dünya hayatı
da bir prosedürdür, esas âhiret hayatıdır. Nefs-
lerin esas yaşayacağı yer, esas hayat âhirettedir.
İnsan, âhirette nasıl yaşanacağının pozisyonla-
rını oluşturmak üzere, âhiretteki yaşantıyı oluş-
turmak üzere dünyada yaşar. Bu yüzden, “Esas
olan dünya hayatı değildir” diye insan öyle çok
uyarılır ki. “Esas olan dünya hayatı değildir, bu
yaşantı fanidir, siz âhireti ihmal etmeyin, esas ha-
yat âhirettedir” diye Kur’ân uyarır. Çünkü dünya
hayatında bir prosedür var. Özellikle Birbirinize
Göre Var haliniz olan bedeninizin prosedürü on
dört buçuk milyon yıl sürdü. Böyle bir süreçle
bir bedene ulaşıldı. O süreç gibi idrakta da bir
yere ulaşılması gerekiyor. İdrakta bir yere ulaşıl-
ması için de çeşitli değişimleri sağlayacak Nebî
ve Rasûller gelmiştir. En son değişimi, değişimin
son noktasını koyacak olan, değişimin esasının
imzasını atacak olan Rasûlullah Efendimiz (SAV)
idrakla ilgili hamleleri tamamlamıştır. Diğer tüm
346
YILMAZ DÜNDAR
347
mız yoktu. Bu sebeple, neyin doğru olduğunu
nereden bilebilirdik?’ demeyesiniz diye size bun-
ları verdik” diyor. Bu alt yapıyı size orada böyle
demeyesiniz diye size verdik. Çünkü:
“(O) yaptıklarından sual edilmez, onlar (ya-
ratılanlar) sual edilirler.” (Enbiyâ-23)
Bu âyete rağmen bir mazeret olamaz. Kişi ne
kadar mazeret ileri sürerse sürsün Allah yaptık-
larından sual edilmez. Eğer dûniHİ bakarsanız
bu çok anlaşılmaz. Ama dûniHİ algı ile bakmaz-
sanız, Allah’ın dışı kavramı olmadığına göre, za-
ten kim sorabilir? Muhal! “Niye böyle yaptın?”
sorusu muhal! Ama kullar sual edilebilir. Bunu
âyet diyor. Sual edilemez olmasına rağmen Al-
lah kendi nefsine, kullarına karşı merhameti farz
kıldı. Bu merhametin gereği, Rahman vasfı ge-
reği, Rahmaniyeti gereği bu mazeret sürecinde
böyle bir şeyle çıkmasınlar diye bu alt yapıyı ona
vermiştir. Sebeplerden birisi budur. Bir diğeri de,
“Atalarımızın yanlışları bizde o yanlışlara uygun
algılar yerleştirdi, doğruyu göremedik, ne yapa-
bilirdik?” dememeleri için bu alt yapı insanlara
oluşturuldu. Bir de Kehf Sûresi 49’daki; “Rabbin
hiç kimseye zulmetmez” gereği Allah kullarına
zulmetmeyeceği için bu sözleşme, bu emir, bu
alt yapı nefslere oluşturulmuştur.
“Senin Rabbin hiç kimseye zulmetmez” âyeti
kesret diliyle bir anlatımdır, uluhiyet, yani tevhid
dili değildir. Çünkü “taraf” var; Rabbimiz Allah
ve kullar diye iki taraf. Allah’ın diğer tarafa zul-
metmeyeceği, adâletli davranacağı söyleniyor.
348
YILMAZ DÜNDAR
349
“Ben onları (iblis ve soyunu) Semâvat ve
Arz’ın yaratılmasına da kendi yaratılmalarına da
şâhit tutmadım. Ve hiçbir zaman mudıll olanları
yardımcı edinmiş değilim.” (Kehf-51)
A’râf 172 ve 173. âyetlerde gördüğümüz bu
sözleşmeye, Kehf Sûresi’nde şeytan için açıkla-
nan bilgiyle de bakarsak yaptığımız tespitleri
daha kuvvetli anlarız. Aslında Kehf-50’den cinle-
ri de anlıyoruz. Asıl konu İblis olduğu için Kehf-
51’de meâl “İblis ve soyunu” diye parantezlendi-
rilebilir. Çünkü âyet “Ben onları” derken cinleri
kapsayan bir tanımla gelir. Diyor ki; Ben iblis ve
soyunu Semâvat ve Arz’ın yaratılmasına da ken-
di yaratılmalarına da şâhit tutmadım. Ama Hali-
fetullah olan insan için böyle bir şâhitlik var.
Ve “hiçbir zaman mudıll olanları yardımcı
edinmiş değilim.” Mudıll Hakk Yol’dan sapmış
demektir. Hakk Yol’dan sapmak tarif edilen dün-
yevi amelleri yapmamak demek değildir. Hakk
Yol’dan sapmak tek bir şeydir, Allah’ın hakkını
vermemektir. Birisinin hakkını vermeyene zalim
derler. Allah’ın hakkını vermeyip Hakk Yol’dan
sapan Allah’ın verdikleriyle kendi adına “BEN”
diyendir, yani “Müstakilen VARIM ve Muhta-
rım” diyendir. Ve bu Mudill’lin bir özelliğidir ki
insanları da saptırmaya çalışır. Kendi sapmıştır
ama doğruluğuna çok inandığı için insanları da
saptırmaya çalışır. İşte ayet diyor ki; böyle olan-
ları ben hiç bir zaman kendime yardımcı edin-
miş değilim. “Yardımcı” ifadesi kesret dilidir.
Tevhid diliyle bakarsanız, Allah’a yardımcı olu-
nur mu? Buradaki yardımcı ne demektir, onu da
350
YILMAZ DÜNDAR
351
dirmem; yani onlar Hakk Yol’a çağırma konu-
sunda kulluk yapamazlar. Çünkü onlar kendi-
lerini “Müstakilen VAR ve Muhtar” sanıyorlar.
Buradan çıkardığımız bir ders de şudur ki; bir
insan kendisini “Müstakilen VAR ve Muhtar”
sanıyorsa, bunda da ısrarlı ve iddialı ise Hakk
Yol’a çağıramaz. “Onlara görev vermem” diyor.
Aslında burada bu şehâdetle ilgili konumuzu
ilgilendiren bir mânâya da ulaşabiliriz: Âmentü
Billâhi ve Rasûlihi diyen ve buna göre hayat tar-
zı oluşturan insanlar şâhit olmuş olanlardır, bu
bilgiye şehâdet edenlerdir. Şâhit kılmadıklarım
böyle bir hayat tarzı oluşturamazlar.
“İblis’in Mudıll davranışı Allah’a sürpriz ol-
muştur” gibi de düşünülmemelidir. Âyetlere ve
anlatımlara eğer insanca düşünerek yaklaşırsak
olmaz. Örneğin çok sâdık bildiğiniz ve görev
verdiğiniz birisi sizin isteğinizin dışında, sizin razı
olacağınız halin dışında bir şey yapmışsa ona
“Beni çok şaşırttın” diyebilirsiniz. Ama bu anla-
tım tarzına bakıp şeytanın Mudıll davranışının
öyle anlaşılması, Allah’ı şaşırttı, Allah’a sürpriz
oldu sanılması dûniHİ bir yaklaşım olur, Billâhi
anlamda olmaz. İblis görevini ancak sıkı bir Mu-
dıll olursa yapabilirdi. Sıkı bir Mudıll olabilmesi
için de âyette belirtilen şâhitliklerin olmaması
gerekir. İblis’te tercih yetkisi yoktur, bu neden-
le onun böyle bir sınavı, imtihanı da yoktur. O
böyle bir görev için sıkı bir Mudıll olmalıydı.
Bu ayetteki dersten şunu da öğreniyoruz:
“Rabbiniz BEN değil miyim?” sorusuna “Evet,
bilfiil şâhidiz” diyen nefsler kendi yaratılışlarına
352
YILMAZ DÜNDAR
353
başlangıç çizgisi çizmek. Bu bilgi başlangıç çiz-
gisine ait olmadığı için geçiyoruz. Biz genellikle
başlangıç çizgisine ait cümleleri detaylandırı-
yoruz. Bunu hızlı geçiyoruz ama anlamak eğer
dûniHİ düşünmezseniz zor değildir, tehlikeli de
değildir. İşe Billâhi anlamda baktığınızda “Yara-
tan” bir mânâdır, yaratmaktır. “Yaratılan” da bir
mânâdır. Ve Allah’ın dışı kavramı yok; olanlar
ilminde. Yaratan ve yaratılan aynı yerde birer
mânâdır. Kesret dilinde bu şekilde ifade ettiği-
miz bu mânâları şimdi tevhid dilinde tek yapa-
lım, çakıştıralım. Yaratan ve yaratılan mânâlarını
tek yaptığımızda yaratılanın yaratılacağını bil-
mesi, anlaması, şâhit olması çok mümkündür.
Geldiğimiz idrakı ileri götürmek ve pekiştir-
mek üzere bazı âyetler paylaşacağız. Konsant-
rasyonumuzu yükseltmek için beynimizi zor-
lamaya mecburuz. Dışarıda böyle bir zorlama
yok. Normal hayatta Allah’ı anlamak için beyni-
mizi hiç bu kadar zorlamıyoruz. Ama zorlanma-
dan beyin patlamaz, açılmaz. Bu yüzden, şimdi
âyetleri okurken onların kalbimize tesir etme-
sine çalışalım. “Okunsun bitsin de sonra açık-
larken, anlatılırken dinlerim” demeyin. Âyetleri
“Allah Kelâmı” titizliğiyle ve kendimizi, algımızı
zorlayarak, kalbimize tesir etmesini bekleyerek
dinleyelim. Açıkladığımız bu mânâlar çerçeve-
sinde kendimizi zorlayalım.
“İnşirah” kitapçığını incelemiş olanlar bile-
cekler, kalbte bir Fuâd Mekanizması vardır, ana-
liz yapar, sonuçlara ulaşır, sentez yapar. Onun
Hakk Yol’da analiz ve sentez yapması için kalbte
354
YILMAZ DÜNDAR
355
öğreniyoruz: Rasûl, verdiğiniz sözün gereği siz-
den açılsın diye sizi Rabbinize çağırıyor, îman
etmenizi istiyor: Söz de vermiştiniz, niye sözü-
nüzde durmuyorsunuz? Eğer sadık insanlarsa-
nız, eğer inanmak istiyorsanız...
Bu âyeti okuyan kişi; “Sözümde durdum, ben
Allah’a inandım” demekle âyet kapsamına gir-
miş olmaz. Ama genellikle böyle zannediliyor.
Biz öyle söz vermedik, sözümüzü hatırlayalım:
Biz “Müstakilen VAR ve Muhtar ancak Allah’tır”
dedik. “Başka Müstakilen VAR ve Muhtar YOK-
TUR” bile demedik. Çünkü bu sözü verirken
daha dûniHİ algı söz konusu değil, kafamızda
henüz “başka” tanımı yok. Biz Billâhi anlamda
“Müstakilen VAR ve Muhtar ancak Allah’tır”
dedik. “Yaratan O’dur, Mülk O’nundur, Güç
O’nundur, Hüküm O’nundur” dedik. Eğer bu
âyetin kapsamına girmek istiyorsanız; “Müstaki-
len VAR ve Muhtar ancak Allah’tır, başka Müs-
takilen VAR ve Muhtar YOKTUR. Kendimdeki
müstakilen VAR ve muhtar iddialarına ve dav-
ranışlarına ‘Lâ’ diyorum” Lâ ilâhe İllallah demek
zorundayız. O zaman sözümüze uymuş oluruz.
“Eğer mü’minlerseniz” demek, “tercih yetki-
nizi kullanın” demektir. Eğer sâdıksanız, inan-
mak istiyorsanız, size bu konuda yetk/güç ver-
dim, işin fücûrunu da takvâsını da ilham ettim,
haydi tercih yetkinizi kullanın, doğruyu yapın.
“Az bir pahaya Allah ahdini satmayın. Eğer bi-
lirseniz, Allah indindeki sizin için daha hayrlıdır.”
(Nahl-95)
356
YILMAZ DÜNDAR
357
“Muhakkak ki; ‘Rabbimiz, Allah’tır’ deyip,
sonra da bilfiil istikâmet edenlere (Allah’a kulluk
yapanlara) gelince, onlara korku yoktur ve onlar
mahzun da olmazlar.” (Ahkâf-13)
“Muhakkak ki; ‘Rabbimiz, Allah’tır’ deyip,
sonra da bilfiil istikâmet edenlerin (Allah’a kul-
luk yapanların) üzerine melâike tenezzül eder:
‘Korkmayın, mahzun olmayın, vâd olduğunuz
cennet ile sevinin’ der. ‘Dünya hayatında da,
âhirette de biz sizin dostlarınızız. Orada nefs-
lerinizin iştah ettiği (arzuladığı) şeyler vardır.
Ğafûrun Rahıym’den bir ikram olarak.’ Allah’a
çağıran, sâlih amel işleyen, ‘Ben Allah’a tam tes-
lim olmuşlardanım’ diyenlerden daha güzel söz-
lü kimdir?” (Fussılet; 30-33)
“Hâyır (gerçek, inkârcıların sandığı gibi değil)!
Kim ahdini tam yerine getirir ve bilfiil korunur-
sa, şüphe yok ki Allah muttakileri sever. Allah
ahdini ve yeminini az bir pahaya satanlara ge-
lince, onların âhirette hiçbir nasibi yoktur. Allah
kıyâmet günü onlarla konuşmaz, onlara bak-
maz, onları tezkiye etmez, onlar için eliym bir
azap vardır.” (Âl-û İmrân; 76, 77)
Ahdi tam yerine getirmek nedir, âyetten onu
da öğreniyoruz. Tam yerine getirmek önce be-
yanla ilgilidir. Tam demek “kesinlikle” demektir.
Kim “Tam, yani kesinlikle şahidim ki, müstakilen
VAR ve muhtar olan ancak Allah’tır” derse ve
bu konuda elinden geldiğince korunursa, onları,
o müttakileri Allah sever. Ama âhirette onlara
sunulacak bu hâli ve dünyadaki uygun yaşantıyı
358
YILMAZ DÜNDAR
359
Mânâ ayırırken Yöneliş’i İlişkiler’den ayırdık,
“Yöneliş’in temelini Rabbimize verdiğimiz söz
oluşturur” dedik ve bunun dünyada beyân edil-
mesi gerektiğini söyledik. Kur’ân’da onların hep-
sini özetleyen tâbirin “Âmentü Billâhi” dememiz
olduğunu gördük. Bu yüzden Îmanın Şartları
yazılırken onun birinci maddesine “Âmentü
Billâhi” yazılır. Ama ona “Allah’a îman etmek”
deyip geçerler. Hâyır! Âmentü Billâhi de “B” var.
Bu nedenle “Âmentü Billâhi”nin anlamı; “Müsta-
kilen VAR ve Muhtar olan ancak Allah’tır. Başka
müstakilen VAR ve muhtar YOKTUR. Bendeki
iddiaları da reddettim, hepsine ‘La’ dedim” de-
mektir. Onun ilk maddesi budur.
Bu şehâdetin mü’minde oluşturduğu idrakın
hayat tarzına dönüşmesini sağlayan bir geçiş
vardır. Şöyle ki: Söylediğimiz bu şehâdet bir yö-
neliştir. Bu yönelişin fiile dönüşmesini sağlayan
bir geçiş vardır ve bu geçiş bir sûrettir. Dikkat
edin, idrak fiile dönüşüyor. Yaratılan ilmi sûretler
de öyledir. Allah’ın dileği olan, sûretlenmesini
dilediği mânâlar ef’al âleminde sûret bulur.
Allah’ın düşüncesini sadece sûrete dönüşen
mânâlardan ibaret sanmayın, tüm mânâlar hep-
si Allah’ın düşüncesidir. Düşüncelerinin içerisin-
den sûret bulmasını diledikleri ef’al âlemi’nde
sûrete dönüşür. Bu yüzden, biz oraya Fiil Âlemi
veya Ef’al Âlemi deriz. Fiiller ortaya koyduğu
için.
360
13.
HANİYF, VECH, DİYN,
MUHSİN, VECHULLAH
361
anlaşılamadığı için ondan yararlanılamıyor. Ki-
taplarda bir iki cümleyle geçilen şeye Kıyâmet
Sûresi’nde yemin edilmiştir:
“Ve lâ uksimu Bi’n nefsi’l levvâmeh; Ve
(Billâhi îmanlı) nefs-i levvâmeye kasem ederim.”
(Kıyâmet-2)
Bu âyetin meâli “Nefs-i Levvâme’ye yemin
ederim” şeklinde yazılırsa noksan olur. Çünkü
âyette “Bi’n nefsi’l levvameh” olarak geçiyor,
Yemin Billâhi anlamda nefs-i levvâmeye. Bir
kişi “Müstakilen VAR ve Muhtar olan ancak
Allah’tır” derse, sonra kendisindeki “Müstaki-
len VAR ve Muhtar” yapıyı reddederse ve bu
îmanına göre davranmaya çalışırsa, “Müstakilen
VAR ve Muhtar” gibi olan davranışlarından ra-
hatsız olur da onları düzeltmeye çalışırsa, bu ra-
hatsızlıklarını tövbeye, duaya, sonra da düzgün
davranış ve yaşantıya çevirirse, işte bu Billâhi
Îmanlı Nefs-i Levvâme’dir. Âyetin bahsettiği
Nefs-i Levvâme’nin şartı budur; Billâhi îmanlı
Nefs-i Levvâme! “O kapsamda nefs-i levvâmeye
kasem/yemin ederim” diyor. Yani; “Müstakilen
VAR ve Muhtar olan ancak Allah’tır” deyip buna
uygun hayat tarzı oluşturma yolunda yanlışla-
rından bağışlanma isteyen, Allah’a karşı utana-
rak boyun bükmüş ve elinden geldiğince uygun
amel için gayret gösteren, bu sebeple “İyyâKE
na’budü ve İyyâKE nesta’iyn” diyerek Rabbine
sığınan nefsin ne demek olduğunu bilir misin?”
İşte Rabbimizin önemsediği, üstüne yemin
ettiği Billâhi anlamlı Nefs-i Levvâme’ye geçişi
362
YILMAZ DÜNDAR
363
aldım, böylece onlar YOK hükmünde oldular.
Allah üzerine uydurulan bu yalan ve iftiralara
karşı savaş ilan ettim.” Hanîf olmakla bunu söy-
lemiş olursunuz.
Takvâ Elbisesi demiştik, takvâ bir elbisedir
demiştik. Hanîflik o elbisenin rozetidir hem de
Takvâ Elbisesi’nin olduğu gardroplardaki bir el-
bisedir. Onun gün içerisindeki göstergeleri iki
şeydir; Vitr Salâtı’ndaki Kunut ânı ve Evvâbiyn
Salâtı. Beş vakit salâtın ne kadar önemli olduğu-
nu biliyorsunuz. Onu süzüp bu konuda yağını
çıkarsanız, o damlalardan bazıları Kunut Ânı’na
rastlar. Kunut sizin salâtı bölmenizin ismidir, o
an “Allahuekber” der, salâtı bölersiniz. Neden bi-
liyor musunuz? Hanîfliğiniz, teslimiyetiniz o an
o kadar ağır basar ki siz her şeyi unutursunuz,
salâtınızı dahi! O an her şeyi unutur, sırf teslimi-
yetinizi yaşamak için salâtı bile dünyaya verirsi-
niz; “Salât dünyanın işidir, şu an hepsinden sıyrıl-
dım, Allahuekber” dersiniz. Kunut kanıttır, yani
tam teslimiyettir, saf hâlis teslimiyeti en azından
sembolize etmektir. Oradaki dualarla beraber o
hâl en azından o teslimiyetin sembolüdür. Bir
diğeri de Akşam Salâtı’ndan sonraki Evvâbiyn
Salâtı’dır. Mânâsı için lügâtte “özüne dönen” de-
nilmektedir. Peki, kişi özüne nasıl döner? Dünya
işleriyle ilgili olarak “Özüne döndü” denince ırk
tarif ediliyor. Ama bu konuda kişi özüne nasıl
döner, onu iyi tarif etmek gerekir. Onun başlan-
gıcı, kişinin “Müstakilen VAR ve Muhtar olan
ancak Allah’tır” deyip bütün iddialara “Lâ” de-
mesidir. İşte Akşam Salâtı’ndan sonra ikame edi-
364
YILMAZ DÜNDAR
365
Hanîf’i tarif ettik, şimdi yanına bir tanım daha
eklendi; vechini hanîf olarak dîne tut. Şu iki ayeti
de okuyup devam edeceğiz.
“Vechini tek dîne hanîf olarak doğrult. O Al-
lah fıtratına ki insanı onun üzerine yaratmıştır.
Allah yaratışında değişiklik olmaz. İşte bu Dîn-i
Kayyım’dır. Fakat insanların ekseriyeti bilmez.”
(Rûm-30)
“Allah’a hanîfler olarak, O’na şirk koşmaksızın
(îman edin yönelin).” (Hac-31)
Bu âyetlerden yine ayetle tanımlamak üzere
kendimize bir kaç sonuç, bir kaç prensip çıkara-
cağız. O prensiplerimizi birleştirerek Yöneliş kıs-
mını tanımlayacağız. Bu âyetlerden ulaştığımız
birinci prensip, vechini o tek dîne hanîf olarak
doğrultmaktır. Hanîf’i paylaşmıştık. Bunun dı-
şında öğrenmemiz, anlamamız gereken kelime-
ler vech ve din. Bütün bu kelimelerle -hanîf vech
ile- yönelmemiz istenen şey o tek dindir. Din ke-
limesini tanımımızda yerine koyabilmemiz için
onu Kur’ân’dan üç ayette ders yapalım.
“Muhakkak ki; Allah indinde Dîn İSLÂM’dır.”
(Âl-û İmrân; 19)
“Size dîn olarak İslâm’ı uygun gördüm.”
(Mâide-3)
“Kim dîn olarak İslâm’dan başkasına yönelir-
se, bu ondan kabul edilmeyecektir.” (Âl-û İmrân;
85)
Dîn’in de ne olduğunu öğrendik, din bir sis-
tem demektir. Dünya hayatında insanlar için bir
366
YILMAZ DÜNDAR
367
“Kim muhsin olarak vechini Allah’a teslim
ederse, gerçekten en sağlam Kulb’a tutunmuş-
tur. İşlerin âkıbeti Allah’a (döner).” (Lukman-22)
“Rabbi O’na (İbrahim’e); ‘Eslim (teslim ol,
müslim ol)’ demişti, o da ‘Eslemtü li Rabbil
Âlemiyn (Âlemlerin Rabbine teslim oldum)’ de-
mişti.” (Bakara-131)
“Ey iman edenler, hepiniz toptan Silm’e (tes-
limiyetle gelen barışa) girin. Şeytanın adımlarına
tâbi olmayın. Muhakkak ki; o sizin için apaçık bir
düşmandır.” (Bakara-208)
“Rabbinize yönelin (O’na kulluk edin) ve size
azap gelmeden önce O’na teslim olun. Sonra
yardım olunmazsınız.” (Zümer-54)
“(Rasûlüm) seninle münâzaraya girerlerse,
de ki; ‘Eslemtü vechiye lillahi (vechimi Allah’a
teslim ettim) ve bana tâbi olanlar da.” (Âl-û
İmrân; 20)
Bir prensibe daha ulaştık, o bize Bakara-112.
âyetle özetleniyor. Ama önce amacımızı hatırla-
maya çalışalım.
Âl-û İmrân-20’de; “Rasûlüm seninle
münâzaraya girerlerse” deniyor. Münâzarayı ge-
niş mânâda düşünürsek birincisi, “Dîninle ilgili
sana karşı cevaplar verirlerse” demektir: “Sana
dîninle ilgili cevaplar verirlerse onların anlayaca-
ğı şekilde cevap vermen mümkün değil. Çünkü
bu iş, dünya prensipleri ve kurallarıyla oluşmuş
bir bilim tartışması değildir. Tamamen îmana
dayanan, kuralları da dünyadaki prensiplere
368
YILMAZ DÜNDAR
369
ğini öğrenmiştik, şimdi bu âyetlerden bir kelime
daha öğrendik; kim muhsin olarak vechini tes-
lim ederse! İş olgunlaşıyor, kelimeler çoğalıyor.
Önce hanîf olacaksın, bu hanîf halinle vechini
teslim edeceksin, yani İslâm’a hanîf halinle yö-
neleceksin, yani teslim olacaksın. Ama muhsin
olarak! Ulaştığımız üçüncü prensip bu:
“Hâyır, iş inkârcıların sandığı gibi değil! Kim
muhsin olarak vechini Allah’a teslim ederse, işte
onun ecri Rabbi indindedir. Onlara korku yok-
tur ve onlar mahzun da olmazlar.” (Bakara-112)
Muhsin olarak vechini Allah’a teslim etmen
böyle önemli. Ancak muhsin olarak vechini
Allah’a teslim etmen için hanîf davranışta bu-
lunman şart. Şimdi hepsini birleştirip yapabile-
ceğimiz bir amele çevirmeye çalışacağız.
Üç kural belirledik. Bu üç kuralda geçen ana
kelimeler; Vech, Hanîf, İslâm, Muhsin. Bunların
tanımlarına bu konularla ilgili lügâtları açtığınız
zaman kolayca ulaşırsınız. Ama o tanımlar size
İslâmî bir amel veriyor mu? Maalesef vermeye-
cektir. Örneğin, hanîf kelimesini tek tanrılı dîne
inanmakla, tanrıları birlemekle açıklarsa bu
tanım İslâmî olabilir mi? Bir putperest de tan-
rılarını birleyebilir. Hepsini kırar, birini bırakır,
tek tanrılı olur, “Bir tanrım var” der. Bunları bize
İslâmî bir amel verecek şekilde doğru tanımla-
malıyız.
Hanîf’i tanımladık. Şimdi vechin tanımlan-
ması lazım. Kur’ân-ı Kerim’de doğruyu bulma-
mıza anahtar olacak kelimelerden birisi vech-
370
YILMAZ DÜNDAR
371
Tercih Gücüyle, yani kendisinde fark ettiklerin-
den oluşan zann’la kendini takdim ederek “BEN”
demesi o kişinin yüzüdür, vechidir. Vech bildiği-
niz maddi yüz değildir, izah edebildim mi? Onu
biz de kullanırız. Birisiyle uzun süre arkadaşlık
yaparsınız, sonra öyle bir şey yapar ki “Gerçek
yüzünü gösterdi” dersiniz. Gidip yüz ameliyatı
mı yaptırdı? “Gerçek yüzünü gösterdi” derken
siz “Gerçek BEN’ini gösterdi” demek istersiniz. O
kendisinde neye “BEN” diyormuş onu gösterdi.
Bir örnek de bir iş yerinden verelim. Çalışanlar-
dan birisi kendisini çok dürüst olarak tanıtmış,
işveren de çok dürüst görünce onu muhasebeci
yapmış. Ama kişi o kadar dürüst değil, çalan biri-
si. Bu kişi içinde hangi kişiliğe “BEN” diyor? Çalan
kişiye “BEN” diyor. Ama işverene gösterdiği yüzü
o değil. Muhasebeci olup kağıt, kalem, para elin-
de olunca yanıltan bir hesap yapıp zimmetine
para geçiriyor. İşveren bunu fark ettiğinde; “Ger-
çek yüzünü gösterdi” der, yani kişi neye “BEN”
dediğini gösterdi. Çünkü o içinden hep “çalaca-
ğım” haline “BEN” diyordu Vechin “BEN” demek
olduğunu izah edebildim mi? Kişi neyle “BEN”
diyor? Muhtariyeti Tercih Gücü’yle. Bu yüzden
Muhtariyeti Tercih Gücü’yle siz neye “BEN” di-
yorsanız o sizin vechinizdir. Ama siz Muhtariyeti
Tercih Gücü’nüzü anlamak için önce “Kendini
bil” mânâsındaki “Kün” emriyle “feyekün” ken-
dinizi bilip “BEN” dediniz. Ama henüz neyiniz
var, size neler verilmiş bilmiyorsunuz. O hâlinize
emir üzere “BEN” dediniz. O “BEN” dediğiniz
halle yaşamaya başlayınca kendinizi tanımaya
372
YILMAZ DÜNDAR
373
Tercih Gücü ile. O güçle oluşturduğu zannlar
sonucu onu söylemiştir. Bunu şu örnekte de gö-
rebiliriz. Anestezi uygulanmış bir hasta aneste-
ziden çıktı, yanında da çok sevdiği bir dostu var.
Uyandı, yaşadığını anladı ve “BEN” dedi. Sonra
yanında sevdiği o kişiyi görüp gülümsedi, “BEN”
dedi. Bu iki “BEN” farklıdır. Birisi zannlarıyla söy-
lediği “BEN”dir, gülümseyen yüzlü “BEN” odur.
Veya yanında hiç sevmediği birisi olsun. Onu gö-
rünce birden yüzü değişti, şimdi de kavgacı bir
“BEN” oldu. İşte buradaki vech zannlarla oluşan
“BEN”dir, Muhtariyeti Tercih Gücü kullanıldık-
tan sonraki “BEN”dir. İlk “BEN” saf ve temizdir,
bu yüzden mesele “BEN” demek değildir. Mese-
le, senin onu dûniHİ algıya bulandıktan sonraki
“BEN”in! Böyle diyerek oraya yumuşak bir keli-
me kullanmış olduk. Vechi izah edebildim mi? O
zaman Kur’ân’da âyetlerde “vech” geçtiği zaman
aklımıza hemen gelmesi gereken söylediğimiz
“BEN”dir, “BEN” derken kastettiğimizdir; “BEN”
derken oluşturduğumuz tanım, kompozisyon
neyse hepsi. Onu davranış olarak tarif edince bi-
raz daha netleşecek inşâAllah.
Hanîf yaratılmışların “Müstakilen VAR ve
Muhtar” iddialarına ve bu iddialara uygun hayat
tarzlarına sırtını dönendir, dûniHİ idrak ve zann-
larını reddedendir. İslam teslim olmaktır, elbette
Rabbül Âlemiyn’e teslim olmaktır. Teslim olmak
nedir, kişi nasıl teslim olur? Bir kişi “Ben teslim
olacağım” dediğinde teslim olması nasıl gerçek-
leşiyor? Dikkat edin, normal hayatta bir kişi tes-
lim olursa ne yapar? Ellerini kaldırıp teslim olur.
374
YILMAZ DÜNDAR
375
“İslâm’a yüzünü hanîf olarak doğrult, hanîf ola-
rak bak” derken “İslâm’a, teslimiyete, teslim ol-
maya, teslim etmeye, ancak “dışı” kavramına sır-
tını dönersen ulaşabilirsin, ancak o zaman bunu
yapabilirsin” demek istiyor. Hanîf kişi bunu yap-
tı. Birinci basamak bu sûretti, onu oluşturdu,
şimdi vechini teslim edecek. Vechi tanımladık,
kişinin vechi onun Muhtariyeti Tercih Gücü’yle
söylediği “BEN”di. Bu “BEN” dûniHİ algıyla söy-
lendiğinde kişi kendi adına “BEN” diyor, “Müs-
takilen VAR ve Muhtar” olarak “BEN” diyor. İlk
teslim edilecek vech budur. Eğer hanîf olan kişi;
“Şehâdet ederim ki müstakilen VAR ve muh-
tar ancak Allah’tır. Müstakilen VAR ve muhtar
olarak kendi adlarına BEN diyenler Allah’a iftira
etmektedir. O iddia boştur, bâtıldır. Bu yüzden,
onun hanîf olarak Allah adına söylediği “BEN”
birinci teslimiyet olmuştur. Çünkü müstakil-
liği ve iddiayı attı, Allah’ın hakkını teslim etti.
“Müstakilen VAR ve Muhtar BEN” O’nun hakkı
olduğu için Allah’ın hakkını verdi, böylece hak-
kını teslim olmuş oldu. Allah’ın hakkı neydi?
“Müstakilen VAR ve Muhtar” olmak! O yalnızca
Allah’ın hakkıdır. “Müstakilen VAR ve Muhtar
bir güç olarak ancak Allah “BEN” der. Ben bu
“BEN” deyişten sıyrıldım, Allah’ın hakkını teslim
ettim” dedi ve birinci teslimiyeti yaptı. Böylece
vechini, yani Muhtariyeti Tercih Gücü’yle oluş-
turduğu “BEN” deyişini Allah’a çevirdi, yerine
bağladı.
Fakat âyette bir de “Muhsin olarak” ifadesi
var; “Kim muhsin olarak vechini Allah’a teslim
376
YILMAZ DÜNDAR
377
emri, yağmur Allah’ın emri, annem Allah’ın
emri, çocuk Allah’ın emri, babam Allah’ın emri.
Düştü Allah’ın emri, kalktı Allah’ın emri, doğdu
Allah’ın emri, öldü Allah’ın emri... Zaten öyle de-
miyor muyuz? “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn”
diyoruz. O da Allah’ın emri. İlk göreceğiniz şey
artık daima Allah’ın emridir. Ne zaman Allah’ın
emrini görmezseniz dışarı çıkar, dûniHİ olursu-
nuz.
Allah’ın emrini görmeye başladığınızda o hal
sizde yerleşik olunca emirler şekle dönüşür, o
emirlerin şekillerini görürsünüz. İşte ona Fiillerin
Tecellisi demişler. O fiillerin tecellisini gören Kul
Zat’tır. Fiiller kime ait? Zat’a! Dikkat edin, Kul
Zat’ı dûniHİ düşünmeyin, Zat bir tanedir; ancak
Zat Allah’tır, isim vermekle ayrı bir zat olmaz.
İsmini vermekle vasfını belirtiyoruz, ayrılığını
değil. Ayrı olursa dûniHİ olur. Kul Zat derken
o zatın yalnızca vasfını belirtiyoruz. Zat tektir;
Allah’ın zatı vardır, başka zat olmaz. Zat “Müs-
takilen VAR ve Muhtar” olandır ve bir tane zat
vardır; Allah’ın zatı! Allah’ın emirlerini gören kişi
Billâhi anlamda Kul Zat’tır. Niye? Zat’ın emirle-
rini gören yaratılmıştır, kuldur, bu yüzden o Kul
Zat’tır. Kul Zat’la ilgili olarak şöyle bir cümle de
söylenebilir: Kul Zat, Zat’ın aynasıdır. Konumuz
başlangıç çizgisi olduğu için bu tür cümleler bizi
başka alanlara çeker, şimdi onlar lazım değil.
Üçüncü basamak fiillerin tecellisiydi. Bu id-
rak devam ederse, artık çorap söküldüğü için
dördüncü basamak kendiliğinden gelir. Zor olan
başlangıç çizgisidir, onun için uğraşıyoruz. Son-
378
YILMAZ DÜNDAR
379
hep birer sonuçtur. Muhsin’i şöyle tanımlayarak
ilerletelim: “Müstakilen VAR ve Muhtar” bütün
iddialardan ve bu iddiaya ait davranışlardan sıy-
rılmış ihlaslı kişinin hâli İhsan’dır. Muhsinliğe gi-
rişin tarifi budur.
İhlaslı demek samimi demek değildir, İhlas
bu kadar basit bir mânâ değildir. Bu kadar basit
bir mânâ gelip o sûrenin ismi olmamıştır. Bütün
sûrelere bakın, hepsi içinde geçen bir kelime ile
isimlendirilmiştir. Yalnızca iki sûre vardır ki isim-
lerindeki kelimeler içinde geçmez; Fâtiha Sûresi,
İhlas Sûresi. Öyleyse İhlas Sûresi’ndeki mânâyı
insanların kendi aralarında rastgele kullandık-
ları “samimi” kelimesiyle geçemeyiz. İhlaslı kişi,
bütün “Müstakilen VAR ve Muhtar” iddialardan
ve davranışlardan geri dönüşsüz sıyrılmış kişidir,
İhlas o hâlin adıdır. Tabi, bu yolda olan da ihlaslı
kabul edildiği için elhamdülillah kazanırız. Biz
burada sonucu tarif ediyoruz. İhlaslı kişi çok cö-
mert bir bağışta bulunmuştur. Bağışladığı nedir?
DûniHİ algı ve zann’ları olarak, “Müstakilen VAR
ve Muhtar” olarak neler varsa hepsini Allah’a
teslim etmiştir, bağışlamıştır. Bu çok cömert bir
bağışlamadır. İşte bu kişi İhsan sahibidir. “Müs-
takilen VAR ve Muhtar” özelliği sahibine teslim
eden, bağışlayan ihsan sahibi bu kişi Muhsin’dir.
Muhsin’in özelliğini bir hadisten öğreniyoruz:
Rasûlullah Efendimiz (SAV) buyurmuşlardır ki:
“İhsan Allah’ı görür gibi kulluk etmendir. Bunu
yapamıyorsan da Allah’ın seni gördüğünü bil-
melisin.” Demek ki, Allah’ı görüyor olmasını
engelleyen ne varsa hepsini bağışlamış kurtul-
380
YILMAZ DÜNDAR
381
ayetti; size dîn olarak İslâm’ı uygun gördüm.
Üçüncü prensip Bakara-114’tü; hâyır, kim muh-
sin olarak vechini Allah’a teslim ederse işte onun
ecri Rabbi indindedir. Onlara korku yoktur, on-
lar mahzun da olmazlar. Bu üçünden anlamamız
gerekeni şöyle cümle yapalım: Muhtariyeti Ter-
cih Gücü yetkinle Rabbine erdiren yolu seçerek
dûniHİ algı ve zann’larından sıyrıl. “Müstakilen
VARIM ve Muhtarım” iddialarını ve bu iddialara
uygun hayat tarzını reddederek Allah’ın kendi
“BEN” deyişinden sana verdiği yetkiyle Kayıtlı
Kendini Hissetme Duygu’na Allah adına “BEN”
de. Ve Allah’ın sana uygun gördüğü hayat tarzı
olan Allah’a teslimiyete bu halinle yönel. Ancak
bu halinle “İkra’ Bismi Rabbikelleziy halak” ile ne
yana dönersen okursun ki illâ HÛ. Ve böylece ne
yana dönersen Vechullah’ı görürsün ki böylece
“Veccehtu vechiye” der, Allah adına söylediğin
“BEN”i sahibine, Rabbül Âlemiyne teslim eder-
sin. Bu üç prensipten çıkan mânâ böyledir: Bu
teslimiyeti yaparsan ancak o zaman Allah’ın ki-
tabını okumaya başlarsın, o zaman “İkra’ Bismi
Rabbikelleziy halak” gereği bakar ve okursun.
İşte o zaman okursun ki; Hû Hû Hû Hû Hû, hep
Hû, illa Hû. O yüzden “Ya Hû, Ya men Hû, Lâ ilâhe
illa Hû” Hazreti Ali radıyallahu anh efendimizin
bize öğrettiği önemli bir zikrullahtır. Yürüyor,
yürürken; Ya Hû, Ya men Hû, İlla Hû... Bakıyor,
“Ya Hû, Ya men Hû, illa Hû” diyor. Müşriklere ba-
kıyor; Lâ ilâhe, okuduğuna dönüyor; illa Hû. İşte
ancak o zaman okuyabilirsin. Böyle HÛ diyerek
okuyunca Vechullah’ı görüyorsun demektir.
382
YILMAZ DÜNDAR
383
“İnniy veccehtü vechiye lilleziy fatara’s
semâvâtı vel arda haniyfen ve mâ ene minel
müşrikin: Muhakkak ki vechimi hanîf olarak
Semâvat ve Arzın Fâtır’ına tevcih ettim, teslim
ettim, ben müşriklerden değilim.” (En’âm-79)
Bu konuştuğumuz mânâlar duymakla he-
men yerine oturmayabilir. Defalarca okumak,
dinlemek, anlamaya çalışmak, kendi cümleleri-
nizle geliştirmek gerekir. Bunları yaptığınızda o
mânâlarla birlikte “İnniy veccehtü vechiye...” zik-
ri çok güzel şeyleri açan, öğreten bir zikrullahtır.
Bu âyet tâlip için çok makbul bir zikrullahtır. Bu
âyet bizdeki üstü örtülmüşlerin örtüsünü açan
bir sığınıştır. Efendimiz (SAV) salât ikame ettir-
diğinde Fâtiha’ya geçmeden biraz bekler. Sorar-
lar; Ya Rasûlullah, ne okudun, neden bekledin?
Sübhaneke’den önce bu âyeti okuduğunu söy-
ler. Kütüb-i Sitte’de görebilirsiniz.
Bu âyet bulunduğu yerde çok fark edilmiyor.
Kelimeler düşündüğümüz gibi mânâlanmadığı
için araya sıkışmış gibi zannedilip, geçilip gidildi-
ği için. En’âm Sûresi 79. âyeti fırsatınız olur da 75,
76, 77, 78 ve 80. ayetlerle birlikte okursanız bu
söylediklerimiz yerine oturacaktır. Bu âyetlerde
Hz. İbrahim aleyhisselamın kendi kendine bir
tefekkürü anlatılır. Önce bir gezegeni, sonra ayı,
güneşi, onların doğup batışını izler. “Ben böyle
doğup batan, kaybolan ilah istemem” dediği
anlatılır. Sonra bu cümleyi söyler: “İnniy vec-
cehtü vechiye lilleziy fatara’s semâvâtı vel arda
hanîfen ve mâ ene minel müşrikîn.” Dikkatli ba-
kılmaz ve Hz. İbrahim aleyhisselâm için empati
384
YILMAZ DÜNDAR
385
şılmaz. Yani, Hz. İbrahim aleyhisselam gezegene
baktı, aya baktı, güneşe baktı, sonra Allah’ta ka-
rar kıldı şeklinde bir yaklaşım doğru bir tefekkür
değildir. İşin aslı İbrahim’de ikan oluşsun diyedir.
Îman değil ikan! İbrahim aleyhisselam gözüyle
görerek bilsin diye bu tefekkürden önce “Ona
Semâvat ve Arz’ın hakikatini gösterdik” der.
En’am-75 böyle der. 76 ve 77. ayetlerde o tefek-
kür anlatılır. Buradan anlıyoruz ki o üslûp Hz.
İbrahim’in kavmine anlatış tarzıdır, kavminin
yanlış inanışları içindir. Âyetlere baktığınız za-
man kavmine olan bu seslenişi küçücük de olsa
görürsünüz. Edindiği bilgiyle diyor ki; ey kavmim,
şu gezegene bakın, böyle tanrı olur mu? Aya ba-
kın, güneşe bakın, hiç böyle tanrı olur mu? Gelin
Allah’a yönelin. O böyle dediğinde “Senin bu-
nunla ilgili bir delilin var mı?” diye sordulae. On-
lara, “Sizin söylediklerinizin bir delili yok” dedi.
Çünkü kendisine gösterildi! İşte o zaman, “Ben
vechimi hanîf olarak Semâvat ve Arz’ın Fâtır’ına
çevirdim, O’na yönelttim, O’na teslim ettim. Siz
kabul etmiyorsunuz, bilin ki ben böyle yaptım”
diyor. Şunu fark ediniz, âyetteki bu bilgi dünya
prensipleriyle ulaşılabilecek bir bilgi değildir,
aya, güneşe, gezegene bakarak ulaşılabilecek bir
bilgi değildir. Onlara bakarak Allah’ın Semâvat
ve Arz’ı nasıl Fâtır olarak yarattığını öğrenemez-
siniz. Onlara bakarak hanîf de olamazsınız. Onu
ancak Allah bildirir. Hz. İbrahim aleyhisselam’a
bunu böyle öğrettiği için böyle teslim oluyor.
Kavmine yanlışı göstermesi için, bu bilgiye gü-
venmeleri için onlara da bir yol gösteriliyor.
386
14.
“ÂMENTÜ BİLLÂHİ”
YÖNELİŞİNDEN SAPMALAR
387
de biraz o gruptan biraz şu gruptan bir şeyler
varsa onları temizlemek çok önemlidir. Beş grup
altında göreceklerimiz aslında diğer fırkaların
da sebepleridir. Ama hepsinin tek bir sebebi
var. “Bu fırkalar neden var?” dediğimizde hepsi-
nin tek sebebi kaderi anlayamamaktır. Diyelim
ki anlayamadılar, Efendimiz (SAV) in açıkladığı
kadere teslim de olamamışlar. Sebep bu. Fırka-
lar buradan çıkıyor, başka bir sebep yok, hepsi
kadere getirilen yorumlarla ilgilidir. Bu iş kadar
önemlidir. Dikkat edin, bu beş grubtan sadece
birisi açıktan inkâr edenlerle ilgilidir, diğer dört
grup doğrudan “İnanıyorum, müslümanım” di-
yenleri ilgilendiriyor.
“İnanıyorum” diyenler Efendimiz (SAV) in
açıkladığı kaderi neden anlayamıyorlar? O açık-
lamalara neden teslim olamıyorlar? Bildiğiniz
şeyler de olsa tekrar sıralayalım. Efendimiz (SAV)
in açıkladığı kaderin anlaşılamamasında birincil
sebep dûniHİ algı ve zann’larıdır. Kişi Allah’ın dışı
var sanar, kendini de oraya korsa kaderi anlaya-
bilmesi mümkün değildir, hele teslim olabilmesi
hiç mümkün değildir. Esas sebep, birincil sebep
bu algı ve zann’larıdır. Düşünün, kişi eğer “Ne
yana dönerse Vechullah” yolundaysa, henüz o
noktada olmasa bile yolundaysa, yani Allah’ın
dışı kavramını zihninden silmişse, Billâhi anlam-
da îman ediyor ve düşünüyorsa, onun “Kader”
diye bir problemi, bir konusu olabilir mi? Kader
diye bir konusunun olabilmesi için alternatifinin
olması lazım. Billâhi anlamda düşündüğünüzde,
“İlla Allah” dediğinizde, “Mülk O’nun, Hüküm
388
YILMAZ DÜNDAR
389
kültürüne biraz girmeye çalışacağız, sapmalar
bize vesile olacak. Ama zaten hep Kader’i konu-
şuyoruz, hep o kültürü oluşturmaya çalışıyoruz.
İlk grupla başlayalım. Birinci grup doğru-
dan inkârcıları içeren, Allah’ı, O’nun Nebî ve
Rasûllerini ve Sistemini inkâr edenleri içine alan
gruptur. “Sapmalar” dediğimiz için onları da
bu başlık altına koyuyoruz, çünkü inkâr da bir
sapmadır. Birinci Grup dûniHİ algı ve zann’ları
sebebiyle Muhtariyeti Tercih Gücü yetkisini
vehmin zulmetini tercih yönünde kullanan Nef-
sin Şerri, “Müstakilen VARIM ve Muhtarım” id-
diasıyla kendi adına “BEN” diyerek mütekebbir
davranmış olur ve ilahlığını ilan eder. Bu iddia-
sına uygun olarak da Esfele Sâfiliyn hayat tar-
zını benimser. Bu haliyle o, Allah üzerine yalan
söylemiş, iftira etmiş, bâtılı tercih etmiş olur,
YOK hükmünde bir iddiaya sahip çıkmış olur.
Elhamdülillahi Rabbil âlemiyn biz öyle değiliz
inşâAllah. Bu tanım tamamen inkârcılardan olu-
şan sapma grubunu anlatıyor.
Elif, Laaam, Miiiym, Raa. Bunlar kitabın
âyetleridir. Ve (o kitab) Rabbin’den sana inzal
olunan Hakk’tır. Fakat insanların ekseriyeti îman
etmezler.” (Ra’d-1)
Âyetteki “İnsanların ekseriyeti iman etmez-
ler” ifadesinden insanların ekseriyetinin bu bi-
rinci grupta olduğunu anlıyoruz.
“Muhakkak ki, insanların çoğu gerçekten
fâsıktır.” (Mâide-49)
390
YILMAZ DÜNDAR
391
de müstakilen VARIM ve muhtarım” iddiasın-
da ısrarlıysa amellere sıkı sıkıya bağlı olsa bile
şirk kapsamındadır. Çünkü dûniHİ bir algıyla
Allah’ın dışı kavramını oluşturdu. Yani kendini
dışarı aldı, orada “Müstakilen VAR ve Muhtar”
bir yapı oluşturdu. Biz diyoruz ki yapı Allah...
Ama sen de müstakilen VAR ve muhtar” bir
yapı oluşturdun. İşte ortak oldun. Kendini ortak
ettin. Asıl şirk, birincil şirk budur. Artık bundan
sonrakiler sekonder şirk davranışlarıdır, onlar
ikincil şirklerdir. Bu kişi sonra güneşe, aya, pa-
raya neye isterse tapabilir, fark etmez. Hepsinin
esas sebebi bu birincil şirktir ve “şirk günahı”
dediğimiz de odur, çünkü “şirk” odur. Eğer şirki
böyle tarif etmezsek kişi şirk günahı içerisinde
mi değil mi bilemez. Tanım çok net; eğer Allah’a
karşı “Ben de Müstakilen VARIM ve Muhtarım”
beyanında bulunuyorsanız, bu beyanda ve iddi-
ada ısrarlıysanız şirk günahı işliyorsunuz demek-
tir. Çok önemli bir yeri konuşuyoruz, zihnimiz-
den geçen soruların cevabı biraz sonra gelecek.
Eğer inanan bir kişi böyle bir beyanda bulunmu-
yorsa, bu iddiayı duyduğu zaman reddediyorsa
ona “Sen şirktesin” diyemezsiniz. Ama “Müsta-
kilen VAR ve Muhtar” iddiasındaki kişi ilahiyat
profesörü de olsa, kitaplar da yazsa fark etmez,
şirktedir. Çünkü var olan bilgileri ezberlemekten
sorumlu değiliz, öyle bir imtihana da girmeye-
ceğiz. İmtihanda sorulacak sorular bellidir. Şirk
günahındaki kişi bilmelidir ki; Allah, şirk günahı-
nı bağışlamayacağını, amellerinin de boşa gide-
ceğini buyurmuştur. Birisi bu dediğimiz iddiada
392
YILMAZ DÜNDAR
393
salardı, elbette yaptıkları tüm amelleri hiç olur,
boşa giderdi.” (En’âm-88)
Bu âyetle de Efendimiz (SAV) den önceki
Nebî ve Resul’ler üzerinden öğreniyoruz. Âyet
onlar için, muhatap onlar: “Size gelen Allah’ın
hidayetidir. Eğer şirk koşan olursanız bütün
amelleriniz boşa gider.” Yine kesret dili. Bu iki
ayete bakıp “Demek ki Rasûl ve Nebîler de şirk
işlermiş, âyetlerde uyarıldılar” zanneden hataya
düşer. Sakın! Nebî ve Resulleri yanlış yapar/yapı-
yor/yapmış sanmayalım. Rasûl ve Nebîler için ne
tür yanlışlık yaparsanız onu doğrudan Allah için
söylemiş olursunuz! Bu anlatımlar kesret dilidir,
hep bunu vurguluyorum. Kesret dili başka bir
şeydir, oradan kendimize göre mânâ çıkarama-
yız. Eğer öyle bir mânâ çıkarırsak edep dışı olur.
Âyetlerden öğreniyoruz ki şirk gibi bir davranış
Rasûl ve Nebîler için aslında “ne mümkün!” dür.
Rabbi öyle buyurur; ne mümkün! Ama Rasûl ve
Nebîlere söylenerek yapılan böyle bir uyarı, böy-
le bir anlatım tarzı şunun için: Birincisi, şiddet-
le dikkat etmemiz gereken bir husus olduğunu
gösteriyor. İkincisi, âyet onlara “Siz şirk işlerseniz
böyle olur” uyarısı değildir. “Siz bile yapmış ol-
sanız bağışlamam” gibi bir uyarı şirkin şiddetini
anlatmak içindir. “Sizin de yapma ihtimaliniz var,
yaparsanız amelleriniz boşa gider” demek kesin-
likle değildir, öyle denmiyor. Bize işin şiddetini
göstermek için, ders etmemiz için Rasûlünü mu-
hatap alıp, “Siz ki benim özel kullarımsınız, heva
ve hevesinizden konuşmazsınız, siz hakkı tebliğ
edersiniz, siz bu halinizdeyken sizin şirk işleme
394
YILMAZ DÜNDAR
395
kişide bir” dense ne yaparız, nasıl korkarız. Öyle
değil de “Milyonda bir kişide” deniyorsa biraz
ferahlarız. Anlattığımız şirk tehlikesi için âyet
“Çoğunda” diyor. “İnsanların çoğu inanmaz. İna-
nan azınlığın da çoğu Allah’a şirk oluşturarak
inanır” diyor.
Tekrar edelim, şirk günahı kapsamına girme-
mek için önce beyan lazım. Bunu yapmakla o
kapsamdan çıktık. Ama yetinmemek lazım. Be-
yanımızı daha iyi idrak edebilmek için ayrıca bir
gayret gerekir. Çünkü beyan ne kadar fazla idrak
edilirse beyana uygun amel de o kadar kolaylaşır
ve yaygınlaşır. Beyan yeterince anlaşılırsa oluştu-
racağı algıyla amelleri de çok kolay olur, rutinle-
şir. Onları “Aşağıların Aşağısı” kitapçığının “Kur-
tuluş Bölümü”nde detaylıca maddelendirdik.
Hâl bu anlattığımız gibiyken, kişi bu beyanı yap-
tı, şirk günahı kapsamından çıktı. Yani Yöneliş’i,
beyanı doğru. Ama İlişkiler kısmında, yani bu
beyana uygun yaşarken, yani sâlih amel uygu-
lamasında henüz yanlışları var. Kişi bu beyanı
yaptı diye ertesi gün öyle davranamaz, elbette
bazı yanlışlar, bazı hatalar yapacak. Fakat bunlar
doğruyu yapma gayreti içerisindeykenki yanlış-
lardır, “Ben yanlış yapacağım” niyetiyle değildir.
Bu beyanı yapmış olmasına rağmen dûniHİ algı
ve zann’ları henüz o kişide hakimiyetini sürdür-
düğü için, ondan dûniHİ algı ve zann’larına uy-
gun fikir, düşünce, söz ve fiil çıkabilir ama onlar
şirk günhı kapsamında değildir. Çünkü o kişi be-
yanını yaptı ve sırtını döndü. Sırtını döndüğün
an şirk günahı kapsamından çıkarsın. Sırtını dö-
396
YILMAZ DÜNDAR
397
diyor. Bunlar çok açılması gereken şeyler. Bunları
“keyfîlik” diye anlamayalım, kesret diliyle böyle
söyleniyor. Bu, “Keyfime göre istediğimi affede-
rim, istediğimi affetmem” demek değildir. Sakın
böyle anlamayalım. “Allah dilediğini affeder”
demek, keyfine göre ister affeder, ister affetmez
demek değildir. Rahman ismi içerisinde adâlet
vardır, keyfîlik olmaz. Yalnızca Rahiym isminde
keyfî davranır. Lütfundan vereceği için, fazla-
dan vereceği için adâleti dışında verir de verir.
Allah Vahhâb’dır, hiçbir karşılığı olmadan bolca
verir. Allah Tevvâb‘dır; dilediği kadar bağışlar.
Âyetlerde “Allah dilediği günahı dilediği kişiye
bağışlar” denince “Acaba diler mi, Allah’ın böy-
le bir keyfi olur mu?” gibi bir mânâ çıkmaz. O
bir mekanizmanın ismidir ve şunu getirir: Sakın
Allah’ı sınırlamayın, dilerse bağışlar. Sınırı kendi-
ne Allah koydu. Dedi ki; şirk günahını bağışla-
mam. Bu, diğerlerinde O’nun dileğine sınır ko-
yamazsınız demektir.
“Muhakkak ki; Allah, şirk koşulmasını mağ-
firet etmez. Ondan başkasını dilediği kimseler
için mağfiret eder. Kim Allah’a ortak tutarsa,
gerçekten uzak bir sapıklığa düşmüştür.” (Nisâ-
116)
Nisâ-116’da da gördük ki, tanımladığımız şirk
günahı bağışlanmaz. Ama diğerlerini dilediği
kimseler için mağfiret eder. Eğer kişi beyanıy-
la şirk kapsamından çıkmışsa, beyanına uygun
davranışların gayreti içerisindeyse onun yanlış-
larını Allah şirk günahı saymıyor, “Onları bağış-
larım” diyor. Neden? Çünkü o bir şehâdette bu-
398
YILMAZ DÜNDAR
399
düşünmemiz lazım. Bir, konudan nasibin yok
demektir. Yani bir konu var ve sen o konuyu hiç
anlayamamışsın. Efendimiz buyuruyor; ümme-
tin iki grubu var onların İslam’dan nasibi yok,
yani o iki grup hiç benim söylediklerimi anla-
yamamıştır. İki, hal böyle olunca sonları hüsran
demektir, yani sevap nasipleri yok demektir.
Dikkatlice tanımaya anlamaya çalışalım, çünkü
çok gündem oluşturan üç grubu konuşacağız ve
belki o grupların daha iyi anlaşılmasını sağlaya-
cak bazı açıklamaları paylaşmış oluruz.
Üçüncü Grup’takiler tevhid dili ve kesret
dili farkını görememişlerdir. Yine tevhid dili ve
kesret dili çıktı ve bu gruptakiler o farkı göre-
memiştir. Ayrıca, mânâ ayrıştırma ve mânâları
çakıştırmayı da hiç yapamamışlardır. Fıtratları-
nın “soyut kavramlara yatkın” olması sebebiyle
Yöneliş ve İlişkiler ayrımında Yöneliş prensip-
leriyle perdelenmişlerdir. Efendimiz (SAV) den
nasıl yöneleceklerini öğrenmişler ama öğrendik-
leri bilgilerle perdelenmişlerdir. Yöneliş ve İlişki-
ler diye onun için ayırdık. Bu yüzden ikisini de
çok iyi anlamaya çalışacağız. Onlar ne yapıyor?
İlişkiler’i Yöneliş’te öğrendikleri prensiplerle ku-
ruyor, İlişkiler’inde yöneliş prensiplerini kullanı-
yor. Dikkat edin lütfen, eğer kişi Yöneliş prensip-
leriyle İlişkiler kurarsa bu ne demektir? Demek
istiyor ki; “Benim Muhtariyeti Tercih Gücü yet-
kim yoktur, Allah ne derse onu yaparım, dediği
an değini yaparım.” Kulu kaldırdı, yaptığı işte ku-
lun dahlini kaldırdı. O neredeydi? Yöneliş’teydi.
Yani sen Allah’a yöneldiğinde, kendini Allah’la
400
YILMAZ DÜNDAR
401
ğunu âyetlerle göreceğiz. Nerede? İlişkiler başlığı
altında. Şu soracağımız çok önemli bir sorudur:
Kur’ân’da var olmasına rağmen onlar bunu niye
reddediyorlar? Allah muhafaza etsin, bazıları var
ki Efendimiz (SAV) in hadislerini önemsemiyor
ama Kur’ân’ı kabul ediyor. Bunlar Kur’ân’ı ka-
bul etmişler, peki Kur’ân’da olduğu halde niye
reddediyorlar? Neden öyle olduğunu göreceğiz.
Ancak önce birkaç cümleyle cüzî iradeyi anla-
maya çalışalım, “cüzî irade” neye deniyor? Red
mi edeceksiniz kabul mü, ondan sonra kendiniz
karar verin.
Cüzî irade konusu araştırırsanız göreceksiniz
ki anlaşılamamış konulardandır. Varlığını red-
deden de, kabul eden de genellikle bilinçsizdir.
Neden? Hep tekrar ediyorum gibi olacak ama
başka bir şey yok. “Müstakilen VAR ve Muhtar”
olan ancak Allah’tır konusu anlaşılamadığı için,
Kelime-i Tevhid’i bu manada söylemediği için
cüzî iradeyi anlayamamaktadırlar. Onu redde-
denin de kabul edenin de çoğu dûniHİ idrakta-
dır. Onu reddeden her ne kadar İlişkiler’i Tevhid
kurallarıyla yürütüyor olsa da, her ne kadar
“Muhtariyeti Tercih Gücü yoktur” diyor olsa
da hiç farkında değil, kendisi tercihini yapmış,
davranışlarında tevhid kurallarını tercih etmiş.
Tercihini yapmış, “Ben ilişkileri tevhid kurallarıy-
la yaşayacağım” diyor. Rasûlullah “Öyle yapma-
yacaksın” diyor ama o kendisine göre bir tercih
yapıyor; “Ben okuduklarımdan böyle anladım,
ilişkilerimi tevhid kurallarıyla yapacağım” diyor.
Dikkat edin, tercih yaptı, reddettiği şeyi kullan-
402
YILMAZ DÜNDAR
403
“Adıma kullan” dediğidir. Bir de herkes onu ken-
dine göre farklı miktarlarda kullandığı için “cüz”
denir. Yani herkesin kullandığı yetkiler farklı ol-
duğu için, herkesteki o farklılığı belirtmek için
de cüz dersiniz. Her biri ayrı bir cüz, bir kısım
değil mi?
Fakat dûniHİ algı ve zann’larıyla perdele-
nen kişi “cüz” kelimesini duyduğu zaman onu
“küll”ün dışında bir parça zanneder. Mesela bu
masanın tamamını şu kağıt temsil etsin. Ondan
bir parça alıp masanın dışına çıkardım. Masanın
tamamını temsil eden kağıt küll ise, dışındaki
bundan gelen bir parça olarak bu cüzdür. Eğer
siz dûniHİ düşünürseniz işte buna “cüz” dersiniz.
Dünya dilinde “cüz” budur, bunun dışında bir
“cüz” yoktur. Bu bakışla cüz dediğiniz şeyin dış
kavramı vardır, dışı vardır, bir de onun büyüğü
vardır, o cüzün alındığı yer vardır. Deniz kenarın-
da olduğunuzu düşünün. Bir kovayla denizden
suyu alıp dışına getirin. Dünya diliyle dersiniz ki,
bu su denizden bir cüzdür. Bu bakış dûniHİ’dir
mübârekler, dûniHİ! Burada “dış” kavramı var.
Eğer siz İslâmiyetteki cüze de ‘dışı’ kavramıyla
bakarsanız o şöyle olur: Allah küll, O’nun bir dışı
var, kul da dışarıda O’ndan bir cüz. Yani kul da
O’nun benzeri, aynası. Ve birbirlerine bakıyor-
lar... Öyle bir şey yok! Allah diyor ki; “Bu yalandır,
iftiradır, bâtıldır ve öyle bir dış kavramı da yok-
tur.” Billâhi anlamda cüz dışarıda değildir. Cüz
dışarıda değilse nerededir? Küll’ün kendisinde-
dir! Cüz küll’den ayrı bir parça değildir. Cüzî ira-
de de öyledir. Allah’ın iradesi her yeri kaplamış-
404
YILMAZ DÜNDAR
405
savunmak zorunda olduğumuz için çok detay-
lı ve delillerle ortaya koymak gerekiyor. Billâhi
anlamda cüzî irade, kuldaki Muhtariyeti Tercih
Gücü yetkisidir.
Cebriye grubu küllî iradeyle o kadar perde-
lenmişler ki ilişkilerinde, amellerinde küllî irade-
yi sorumlu tutmuşlardır, kendilerini değil! Böy-
lece, dûniHİ algıda da olsalar, Billâhi anlamda da
olsalar -ki Billâhi anlamda düşünmeye çalışıyor
olmaları daha muhtemel- Muhtariyeti Tercih
Gücü’nü fark edememişler, böyle bir yetkiyi gö-
rememişler. Bu durumda sorumluluğu, kulluk
görevini, tercih yetkisini, özellikle de “Dünya ha-
yatı imtihandır” kuralını reddetmiş olurlar. Oysa
bütün bunlar ayettir, ayetleri reddetmiş olurlar.
Günümüzde cüzî iradeyle ilgili tanımlar yapılır-
ken, o iradenin vasfı konuşulmadan doğrudan
“cüzî irade” ele alındığı için konu anlaşılamaz
hale gelmektedir. DûniHİ algı ile zannedilen
vasfı reddedilirken kendisi de reddedilmektedir.
“O Müstakilen VAR ve Muhtar bir güç değildir”
denecekken, yani ona yakıştırılan müstakillik
vasfı, muhtariyet iddiası, cüzî irade üzerine ya-
pıştırılan bu etiket reddedilecekken kendisi
reddedilmektedir. Sırf bu yüzden tasavvuf anla-
tımlarında “Cüzî irade yoktur” yolu ortaya çık-
mıştır, yanlıştır. “Cüzî irade yoktur” yolu sapmış
bir fırkanın hayat tarzıdır. Şuna çok dikkat edin,
“Cüzî irade yoktur” diyenler cüzî iradeyi çok
fazla kullananlardır. Bu yüzden de hayatlarında
ikilem bitmez. Çünkü İslâm’ı anlayamayan kişi
İslâm’ı yaşamaya çalışırsa ikilemleri çok olur. İki-
406
YILMAZ DÜNDAR
407
Amr ibni Şuayb, an ebîhi, an ceddihî radyal-
lahu anhüm anlatıyor: “Bir gün Rasûlullah Efen-
dimiz (SAV) bir grup ashabının yanına aniden
çıkageldi, onlar kader üzerine tartışıyorlardı.
Münâkaşanın mâhiyetini öğrenince öyle öfke-
lendi ki sanki yüzünde bir nar tanesi patlamıştı,
kıpkırmızı oldu. Ve şöyle söyledi: “Kader üzeri-
ne bu çeşit münâkaşa yapmakla mı emrolun-
dunuz, bunun için mi yaratıldınız? Kur’ân’ın bir
kısım âyetlerini diğer bir kısım âyetleriyle karşı-
laştırıp duruyorsunuz. Sizden önceki ümmetler
de bu çeşit davranışları sebebiyle helak oldular.”
(Hadis)
Lütfen söylenene dikkat edin. Kur’ân’ın bir kı-
sım âyetlerini diğer bir kısım âyetleriyle karşılaş-
tırıp duruyorsunuz! Uyarı dikkatinizi çekti mi?
“Konuşmayın!” denilen şey budur. Böyle konu-
şan ne yapıyor? Kur’ân’da bir yanlışlık varmış gibi
“Ama şöyle, ama böyle” yapıyor. Hep diyoruz,
dünya hayatı prensipleriyle Kur’ân’ı çözemezsi-
niz, kaderi anlayamazsınız, O’na dünya yaşan-
tısının prensipleriyle bakarsanız size çelişki gibi
gelir. O çelişki zannının sebebi nedir? Uluhiyet
dili ve kesret dili. İkisi de aynı mânâda olmasına
rağmen dünya gözüyle bakana çelişki gibi gelir.
Neden? Çünkü siz dünya hayatında tevhid/ulu-
hiyet dilini hiç bilmiyorsunuz. Onu biz Allah’tan
öğreniyoruz. Bizim normal yaşantıda bildiğimiz
kesret dilidir. Öğrendiğimiz uluhiyet diliyle onun
aynı mânâda olduğunu bilemediğimiz için çeliş-
ki zannediyoruz. Tevhid bizim kullandığımız dil
değildi, onu sonra öğreniyoruz. Ama onunla bu-
408
YILMAZ DÜNDAR
409
ğil, o güç müstakilen VAR ve muhtar bir güç de-
ğil. İşte sende böyle bir yetki var.” Bunu duyunca
kişi; “Öyleyse ben neredeyim?” diyor. Kendini
hep dûniHİ algıda tuttuğu için, ona “Müstaki-
len VAR ve Muhtar değilsin” denilince kendisini
yok zannediyor, “Ben yokum. Yoksam ben neye
yararım?” diyor. Ona söylenen şey, onun ve özel-
liklerinin dûniHİ olmadığıdır. Ama sen kendini
öyle sanıyorsun. Oysa sen zaten Billâhi anlamda
bir kulsun. Adam sade vatandaş ama kendisini
Napolyon zannediyor. “Sen Napolyon değilsin”
deyince de, “Öyleyse ben neye yararım” diyor.
O senin zannın. Muhtariyeti Tercih Gücü’nü
“Müstakilen VAR ve Muhtar” zannettiği zaman
kişi dahlini anlıyor, müstakil ve muhtar olursam
dahlim olur sanıyor. Lütfen hayallerimizi, bey-
nimizin resim yapma gücünü Billahi anlamda
kuvvetlendirelim, çoğaltalım. Kişiye kendisini
dûniHİ tanımlarsak, yani “Allah’ın dışı kavramı
var, sen oradasın, sana orada Muhtariyeti Ter-
cih Gücü yetkisi verdi” dersek olaylara dahlini
hemen anlıyor. Kendisini Allah’ın dışında kabul
ettiği için, kendisini ilah kabul ettiği için olayla-
ra müdahalesini anlayabiliyor. Algıyı fark ettiniz
mi? Onu o algıdan çekip de Billâhi anlama sok-
tuğunuz zaman dahli kayboldu zannediyor. Sen
zaten Billâhi anlamdasın ve senin dahlin var. Sen
şu an da Billâhi anlamdasın ve dahlin var. Ama
sen kendini dûniHİ düşündüğün için “Müstaki-
len VAR ve muhtarken dahlim var” sanıyorsun.
Senin zaten olaylara dahlin var. Dilediğin gibi
yapıyorsun ve zaten Billâhi anlamdasın. DûniHİ
410
YILMAZ DÜNDAR
411
ameli fayda vermeyeceği gibi mü’mine de gü-
nahların bir zararı olmayacaktır. Uhrevi kurtuluş
için, âhiretteki sonuç için îman yeterlidir, amel
eksikliğinin bir zararı yoktur. Yani “Orada amel
sorun değil” diyorlar. Amelin önemini, âhirette
muamele ve hesabın âmele göre yapıldığını
“FATİHA ile fetih” kitapçığının giriş bölümünü
tamamen buna ayırarak anlattık. “FATİHA ile
Fetih” kitapçığının giriş bölümü ayetlerle bunu
anlatır, amel neden önemliyi anlatır. Kişi kafir
oldukça yani kişide küfür ve şirk oldukça taa-
tin ona faydası olmaz. Bu söyledikleri doğru. Bu
cümleyi biz de Nisâ-48 ve Nisâ-116’da okuduk;
eğer şirk işlerseniz amelleriniz boşa gider. Ama
onlar bu doğrudan hareketle kanaat oluşturu-
yorlar. İşte çok tehlikeli şeylerden birisi budur;
“Bana göre” demek, “Şu doğruysa bana göre bu
da şöyledir” diye hüküm çıkarmak yanlıştır. Hü-
küm çıkarıyorsun, hükmüne dayanak olarak bir
ayet, hadis alıyorsun; doğru bir şeyden hüküm
çıkarıp yanlış yapıyorsun. Kaynağını, dayandığın
yeri ayet zannedenler de senin hükmünü kabul
ediyorlar. Dikkat edin, insan hüküm koyamaz,
İslâm’da “Bana göre” yoktur. Buradakiler “Bana
göre” deyip, “Madem küfür ve şirk varken kişinin
hayrı işe yaramıyor, ibadetleri boşa gidiyor, îman
varken de günahlar boşa gider, îman günahla-
rı siler. Şirk taati, ibadeti nasıl siliyorsa îman da
günahları öyle siler, günahla ilgili hiç bir tasamı-
zın olmasına gerek yok” sonucunu çıkarmışlar.
Bunlara Mürcie denmesinin sebeplerinden birisi
de, sonucu âhirete tehir etmeleridir. Ancak şu
412
YILMAZ DÜNDAR
413
“La ilahe illallah Muhammeden Rasûlullah” de-
memiş olur. Mürcie böyle bir kul.
Son grubumuz günümüzdeki belki de en
önemli grup. Bu grubun yeterince incelenmedi-
ği ve anlaşılamadığı kanaatindeyiz. “Ne anlaşıl-
mış ki, hiç bir şey anlaşılamamış” demeyin. Hep-
si öyle değil. Biz anlaşılamayanları seçip konuşu-
yoruz ki onları doğru anlayabilelim. Bu grupta
olanların sayısı çok olmasına rağmen kimse ken-
disini bu grupta saymaz, kimse üstüne alınmaz,
bu bakımdan da önemlidir. Bunlara Kaderiyeci-
ler denir. Kaderiyeciler denmesi de meselenin
üstünü örtmüştür. Kaderiyeciler ismi duyulun-
ca, onların kadere sıkı sıkı bağlı oldukları zan-
nedilebiliyor, kaderle çok sıkı arkadaş oldukları
için bu ismi almışlar gibi düşünülebiliyor. Tam
tersine, -hadiste yasaklanan konuşmaları- kaderi
reddeder tarzda münakaşaları o kadar çok konu
yapmışlar ki, “Şu kaderiyecidir, durmadan kaderi
konuşur tartışır” manasına öyle denilmiştir.
Kaderiyeciler’in neyi savunduğunu kendile-
ri biliyor ama onları tanımlayanlar bilmiyor. Şu
cümleyi okuyunca hak vereceksiniz: Kaderiye-
ciler kulun tam irade sahibi olduğunu savunur-
lar. Tam irade ne demek, bunu anlarsak tamam.
Tanım ne kadar önemli bakın. Bir sapkın fırka
var, o tanımlanıyor ama hiçbir şey anlamıyoruz.
Marketten bir ürün alırken etiket yarım yama-
laksa, ürün yeterli tanımlanmıyorsa doğruca
müdüre koşuyorsunuz, bu ne demek, bundan
ne anlayacağım diye. Âhiretimizle ilgili bu kadar
önemli bir şey tanımlanıyor ama yapılan tanım
414
YILMAZ DÜNDAR
415
“Sizin iradeniz müstakilen VAR ve muhtardır.
Onu kendiniz kullanıyorsunuz, Allah’ın dahli
yok” deseydi kabul etmeye hazırlar, “Niye dahli
yok?” demeyecekler. Efendimiz onlara; “Bu yö-
netmeliğe göre yaparsanız cennete gidersiniz,
uymazsanız cehenneme gidersiniz” dese hiç
tartışma kalmaz. Bunda tartışılacak ne var? Peki,
neden böyle değil? Çünkü kendi sözü değil, dün-
ya prensipleri değil. Anlamamız gereken, fark et-
memiz gereken o. Bu Allah’ın sözü! Âyetler diyor
ki, “Anlayamıyor olsanız bile söyleneni yapın,
hedefi on ikiden vurursunuz, hiç yorulmadan
kazanırsınız.” Bakışı böyle olan, bu iddia ile yaşa-
yan birine biraz tevhid dilini, biraz diğer âyetleri
anlattığınızda “Beni kaderiyeci mi yapacaksın?”
diyor. Yahu sen kaderiyeciliğin göbeğindesin.
Korktuğun şeyi bir incele, o tam senin yaptığın.
Çok önemsediğimiz, fırsatı çıktıkça ele alıp
anlamaya çalıştığımız Nisâ 78 ve 79. âyetleri
Kaderiye grubu hiç anlayamamıştır. Bu yüzden
hangi meâli elime alırsam hemen Nisâ 78 ve 79’a
bakıyorum, maalesef hep yanlış, hep yetersiz.
Bu âyetleri “Aşağıların Aşağısı”nda ve “Sen Tanrı
mısın?” kitapçığında paylaştık, “FATİHA ile fe-
tih” kitapçığında çok geniş ele aldık. İlerleyen
bölümlerde Kul Zat’ı ele alırken yine paylaşaca-
ğız, çünkü çok önemli iki ayet. İşte onlar bu iki
ayetteki mânâyı da hiç anlayamamışlar.
Dünya ve âhiret için önemli olacak şu cüm-
leleri de paylaşalım, özellikle Kaderiyeciler şöyle
inanır: Kul “Müstakilen VAR ve Muhtar” irade-
siyle yaşantısına hüküm verir. Kendi iddialarıyla
416
YILMAZ DÜNDAR
417
Dünya hayatında bile bu mânâda kullanırken
iş Allah’a gelince hükmü ona veremiyoruz. Ne-
den? Çünkü insan cimri! Kur’ân’ın söylediği cim-
ri budur işte. “Benim” diyor. “Ben karar veririm
Allah da bilir. Ama kararı ben veririm” diyor. İh-
san sahibinin tanımı neydi? Bol ihsan eden. Bu
kişi cimri, veremiyor. Şu örnek günümüzde çok
daha iyi anlaşılır. Bir meteoroloji uzmanı üç gün-
lük hava tahmin raporunu verdi, bildi. O hava
raporunun kaderinin sahibi bu meteoroloji uz-
manı mı? Bildi işte. Yağacak dedi yağdı. Şimdi
bunlar kader sahibi mi? Kader bilmek değildir.
Ama siz Allah’a öyle yapıyorsunuz, “Allah bildi”
diyorsunuz. Bu da biliyor. Bildi diye kader sahibi
o mu? O iklimin hükmünü meteoroloji uzmanı
mı veriyor? Kader sahibi hüküm sahibidir. Hü-
küm! Kaderi tarif edecekseniz “hüküm” kelime-
siyle tarif edeceksiniz, “bilmek” kelimesiyle değil!
“Hüküm Allah’ındır” ne demek şimdi anlayın.
Hüküm Allah’ındır; kader Allah’ındır. Bilme işi
için Halley yıldızı örnek verilir. Belli zamanlarda
geçen Halley yıldızını insan hesaplayıp kaç yıl
sonra geçeceğini biliyor, işte Allah da kulunun
ne yapacağını böyle biliyor denir. Maalesef ka-
deri anlatan önemli kitaplarda bunu görebiliri-
siniz. Halley yıldızının bir de hükmü var! Onun
oradan o periyotta geçme hükmünü kim veri-
yor? Bilmek ayrı iştir, hüküm ayrı iştir. Hüküm
veren ne hüküm vereceğini de bilir elbette.
Öğrendik ki kader bilmek değil hüküm ver-
mektir. Öğrendik ki hüküm sahibi ne hükme-
deceğini elbette bilir. Kulun şimdiki anını ölçü
418
YILMAZ DÜNDAR
419
Kaza ve Kader denilen süreç insanın yaşadığı
bir süreçtir, Allah’ın yaşadığı bir süreç değildir.
Kul gözünden baktığınız zaman süreçte iki nok-
ta var: Kulun yaptığı an hükmünün verilmesi. O
hükmün ne olduğunun ezelden, önceden bilin-
mesi. Bu iki nokta kula göredir. Allah için öyle iki
nokta yoktur, olamaz. Dolayısıyla, Allah’ın bildi-
ği an hükmünü verdiği andır. Mânâ çakıştıracak-
sınız. Kişi mânâ çakıştıramadığı için perdelenir.
Mânâyı, yani bu iki noktayı çakıştıracaksın. Ça-
kıştırdığın zaman “Kaza ve kaderin Allah’tan ol-
duğuna iman ettim” dersin. Bu söylediğimizde-
ki birinci mânâ da ikinci mânâ da aslında Allah
için -Tevhid’de- tek manadır. Biz tevhid için bu
iki noktayı, bu iki mânâyı birleştirdik, “Kaza ve
kaderin Allah’tan olduğuna îman ettim” demek-
le basamaklar üst üste geldi, onları birleştirdik.
Bu belirlemeden sonra çok önemli bir şeyi de
inşâAllah paylaşalım. Kulun yaşadığı bu süreçte
Allah da kendisine rol vermiştir. İnsanın bir rolü
var, çünkü Allah’ın belirlemesi öyle. Ama Allah
kendine de rol vermiştir. Onların âyetleri farklı-
dır. Onlar hüküm anıyla, kaderin belirlenmesi ile
ilgili âyetler değildir. Allah’ın kendisine verdiği
o roller kader içerisindedir ama kader/hüküm
ânından sonraki rollerdir. Hidayet onlardan bi-
ridir. Hüküm ânıyla ilgili kader dediğimiz kısım
Nisâ-78. âyettir, rollerin dağılımı ise Nisâ-79dur.
İnsan ve Allah için rolleri anlatan Nisa-79’dur. O
rollere bakarak işi karıştırmamak lazım.
Şimdi farklı birşey yapalım ki öğrendiğimizi
mânâda bir ileri götürmüş olalım. Kaderi tanım-
420
YILMAZ DÜNDAR
421
davranacağı şöyle tarif edilmişti: “Muhtar değil-
sin. Ama muhtarmışsın gibi davran.” Konumuzu
paylaşırken çok fazla “Onu çakıştır, bunu çakış-
tır” dedik. “Bu söylenenleri hemen yapamam.
Ya buradan çıkar çıkmaz ölürsem? Ya yanlış ya-
parsam? Bana hemen ne yapabilirim onu söyle”
diyenin cümlesi budur: Muhtar değilsin ama
muhtarmışsın gibi davran. Ancak; muhtarmış
gibi davranmak, seni muhtar duruma düşürme-
sin. Böyle davranıyorum diye kendini müstaki-
len VAR ve muhtar zannetme. Çünkü; ayrıca,
muhtar olan ve muhtar olmayan YOK, İLLA
BİLLAH. Yapacağımız davranışı tarif ettik.
“Çünkü; ayrıca, muhtar olan ve muhtar olma-
yan YOK, İLLA BİLLAH” ifadesini biraz açalım:
Çünkü, yani bilmelisin ki; ayrıca, yani Allah’tan
başka müstakilen VAR ve muhtar olan YOK.
“YOK” ne demektir? Gerek bu iddiada buluna-
nın zannı, gerekse muhtarmış gibi davrananın
zannî gayreti YOK demektir. Yani işi fark etti-
ğin zaman göreceksin ki “Müstakilen VARIM ve
Muhtarım” diyenin iddiası da YOK, muhtarmış
gibi davrananın zannı da YOK. Onlar, sen davra-
nasın diye verilmiş zannî rollerdir. Rolünü oyna,
aslında o da YOK. Muhtar olmayan da YOK.
Birisi bütün bunları öğrendi ve Allah’a yöneldi,
diyor ki; Allahım muhtar değilim. İşte o “Muh-
tar değilim” demeye çalışan dahi YOK. İLLA BİL-
LAH. Fark ettiniz mi?
Bu hâli yaşayabilmek için başlangıç çizgisi bu
anlattıklarımdır.
422
15.
MÜŞRİKLERİN HÜCÛM İÇEREN
CÂHİL DAVRANIŞLARI
423
de haram kılmazdık.’ Kendilerinden öncekiler
de işte böyle yapmıştı. Rasûller üzerine apaçık
tebliğden başka ne düşer.” (Nahl-35)
“Şirk koşanlar; ‘Eğer Allah dileseydi biz de
babalarımız da şirk koşmazdık. Hiçbir şeyi de
haram kılmazdık’ diyecekler. Onlardan önceki-
ler de azâbımızı tadıncaya kadar işte böyle ya-
lanladılar. De ki: ‹İndinizde bize çıkaracağınız bir
ilim var mı? Siz ancak zanna tabi oluyorsunuz ve
ancak saçmalıyorsunuz.’ De ki: ‘Huccetül Bâliğa
(zıddı olmayan delil) Allah’ındır. Eğer dileseydi
elbette hepinizi hidâyete erdirirdi.” (En’âm; 148-
149)
Bu soruları sorarak hücum edenler şirk eh-
lidir, onların anlama gayretleri yoktur. Tebliği
zayıflatmak ve çürütmek amacıyla böyle söylü-
yorlar. “Böyle olmadığına göre sizin söyledikleri-
niz geçersizdir” mânâsına gelen cümleler kuru-
yorlar. Tebliğdeki cümleleri alıp onları hücûma
çeviriyorlar. Bunlar günümüzde de vardır. “Allah,
bütün kullar hidayet ehli olsun emri vermemiş-
tir. Eğer verseydi herkes hidayet üzere olurdu”
gibi Yöneliş cümlelerini alıp o cümlelerle İliş-
kiler konusunda tartışma yapıyorlar. Efendi-
miz (SAV) den öğrendikleri îman cümleleriyle
amel konusunda tartışma yapıyorlar. İkisi ayrı
şey. Îman cümleleriyle amel olmaz. Örneğin, siz
İlişkiler cümlesi kurduğunuzda bir konuda “Bir
daha yapmayacağım” diyebilirsiniz. Ama Allah’a
Yöneliş’te “Bir daha yapmayacağım” diyemezsi-
niz, o zaman “Allahım bana böyle yaptırmayı-
ver” dersiniz, cümlenizi duâya çevirirsiniz. İkisi
424
YILMAZ DÜNDAR
425
Yine müşrikler üzerinden öğreniyoruz. “Müş-
riklerin ortakları” ibaresindeki ortak, müşrikle-
rin kendilerinde “Müstakilen VAR ve Muhtar”
zannettikleri güçlerle verdikleri kararlardır.
“Onlara; ‘Allah’ın sizi rızklandırdığı şeyler-
den infak edin’ denildiğinde, kâfir olanlar îman
edenlere dedi ki: Allah dileseydi doyuracağı
kimseyi mi yedirip doyuralım? Siz apaçık bir da-
lalet içerisindesiniz.” (Yâ-Sîn; 47)
Anlamak istemeyen, hücum yapan cümleler.
İlişkiler’i tevhid dili ile tartışıyorlar, imtihan an-
laşılamamış. İnananları sapmış sanıyorlar. Kişiler
bu zann’larına âhirette de devam ederler. Aslın-
da bunlar Kur’ân’ın beşer cümlesi olmadığının
birer delilidir.
“Kişinin; ‘Allah’a karşı aşırı gitmem dolayısıyla
bana yazıklar olsun! Gerçekten ben alay eden-
lerdendim’ (diyeceği günden sakının). Veya ‘Al-
lah bana hidâyet verseydi, elbette sakınanlardan
olurdum’ diyeceği, yahut azabı gördüğünde;
‘Keşke benim için bir kez (dönmeye) imkân bu-
lunsa da iyilerden olsam’ diyeceği günden sakı-
nın.” (Zümer; 56-58)
İnşâAllah sakınanlardan oluruz.
426
16.
KUL ZAT VE ONUN
“MUHTARİYETİ TERCİH GÜCÜ” YETKİSİ
427
Bu iki yapı, bu iki hal nedir? Biz bu iki halin
ikisini de “BEN” diyerek takdim ederiz. “BEN”
diyerek kastettiğimiz iki “var” vardır, bizde iki
oluşum vardır. Bu ikisini de karşıya, dışarıya ve
kendimize “BEN” diyerek takdim ederiz. Birisi
yaratılmışların Birbirlerine Göre Var olan halleri.
Birbirlerine Göre Var olan hallerin özelliklerini
paylaşacağız. Çünkü o zaman biz onu kendimize
kendi cümlelerimizle tanımlayabiliriz. Yaratılmış
olanların Birbirlerine Göre Var oluşlarını göre-
bilmemiz çok kolaydır. Çünkü çokluk âlemine
baktığımızda gözümüzle gördüğümüz, “var”
dediğimiz, varlıklara “var” dememize sebep
olan var oluş halleri onların Birbirlerine Göre
Var oluş halleridir. Yaratılmış olanlar Birbirleri-
ne Göre varlardır. Bu “var” deme bu çerçevede
çok önemlidir, çünkü onlar Birbirlerine Göre
Var’lardır. Onlar Allah’a göre YOK hükmünde-
dirler. Allah’ın var olma şekliyle kulların var olma
şekilleri kıyaslanamaz ve birbirlerine ölçü olmaz.
Dolayısıyla, Allah’ın VAR olma biçimine baka-
rak kullara baktığımızda, O’nun yanında onlara
YOK denilebilir. Kesin “yok” denir demiyorum,
“yok” denilebilir. Bu yüzden, o detayı fark eden
tâlip zaten bir noktadan sonra Allah’a karşı “va-
rım” demez, “var gibi görünüyorum” der. Ama
bunlar sonra idrakla gelinebilecek detaylardır. O
detaylara gelinceye kadar onun “var” olduğunu
bilmek lazım. Demek ki iki “var”dan birisi yaratıl-
mışların Birbirlerine Göre Var olmalarıdır.
Diğer “var” oluş ise Kendinde Kendine Göre
Var oluştur. Kendinde Kendine Göre Var oluşu
428
YILMAZ DÜNDAR
429
Var olandır. Ama Kendinde Kendine Göre Var
olanı Birbirlerine Göre Var olanlar göremez, on-
ların öyle bir yeteneği yoktur, onlar gördüğünü
değerlendiremez. Birbirlerine Göre Var olanda
Birbirlerine Göre Var olanı gören, ondaki Ken-
dinde Kendine Göre Var olandır, o dünya gö-
züyle gören odur. Dünya gözü Birbirlerine Göre
Var olandan bir malzemedir, ama bu malzemeyi
Kendinde Kendine Göre Var olan kullanır, bunu
kullanarak gören odur. Vücut malzemelerini kul-
lanarak gören, duyan, konuşan kişideki Kendin-
de Kendine Göre Var olandır. Kesret âleminin,
ef’al âleminin yani fiil âleminin temelini Birbir-
lerine Göre Var olan oluşturur. Zaten Birbir-
lerine Göre Var olanlar yüzünden ona Çokluk
Âlemi denir. Yaratılanların, kulların Birbirlerine
Göre Var olması çokluk âlemini oluşturan esas
yapıdır. Dolayısıyla, bu çokluk âleminde dün-
ya gözüyle bakıp bir kula “var” dememiz ancak
Birbirlerine Göre Var olan yapı sayesinde olur.
Birbirlerine Göre Var olan kulların, Birbirlerine
Göre Var mış gibi görünmelerini sağlayan, kes-
ret nurunun görüntü oluşturma mekanizması-
dır. Şimdilik bunu detayına girmeden söylemeye
çalışacağız. Çünkü o ayrıca inceleyebileceğimiz
farklı bir konudur. Birbirlerine Göre Var olan
kesret âlemini oluşturan kesret nurunun görün-
tü oluşturma mekanizmasından kaynaklanır. Bu
görüntü oluşturma mekanizması nedeniyle ona
Varmış Gibi Görünen deriz. Kesret nuru görün-
tü oluşturduğu için gayet iyi bilir ki onlar Varmış
Gibi görünüyor. Yine kesret nûru gayet iyi bilir ki
430
YILMAZ DÜNDAR
431
kesret âlemi aslında bir hologram görüntü ha-
vuzudur, çokluk âlemi aslında holografik görün-
tülerden meydana gelen hologram tabanlı bir
havuzdur. Çok önemli birşeydir, altını çizerek
söylüyorum, lütfen çok önemseyin ve dışarıda-
ki bilgilere önemseyeceğiniz şu cümleyle bakın:
Hologram gerçeği bâtın bir bilgi değildir. Varmış
gibi görünen, birbirlerine bu sebepten “var” di-
yen, Birbirlerine Göre Var olan hâlin perde ar-
kasının hologram olduğunu görüp “Ben bu işin
bâtınını öğrendim” sanmak yanlıştır, kendini
orada perdelersin. Tasavvuf yolunda böyle son
duraklar vardır. “Budur” dediğiniz yer sizin son
durağınız ve geçemeyeceğiniz son duvarınızdır.
Çok iyi bilinmelidir ki hologram gerçeği Birbirle-
rine Göre Var oluşun bâtını değildir. Birbirlerine
Göre Var oluş da, onun perde arkasındaki ho-
logram gerçeği de zâhirdir, ikisi de zâhirdir. Yani
bilim adamları yaptıkları çalışmalarla, sünnetul-
lahın bu kısmını tespit etmekle bir bâtın bilgi tes-
pit etmiş değiller. Çalışarak zâhirin mekanizma-
sını ortaya koymuşlardır. Dolayısıyla hologram
zâhirdir. Bütün bunlar kesret âlemi kapsamın-
dadır ve biz hepsine birden Esma Âlemi deriz.
Kesret âleminin bir de bâtını vardır. Hologramla
açıklanmaya çalışılan bu kesret âleminin bir de
bâtını söz konusudur. Eğer birisi onun bâtınını
tarif ederse o farklıdır, oraya ayrıca bakmamız
lazım. Şu sonuca varıyoruz ki tevhid gerçeğini
kesret âleminin detayında aramak bizi doğru
yola çıkarmaz, tevhidi kesret âleminin detayın-
da arayan doğru yola çıkamaz. Belki dünyaya ait
432
YILMAZ DÜNDAR
433
duymuş olmalarıdır, yani bugünkü açıklamalarla
hologram prensiplerini fark etmeleri ve Birbir-
lerine Göre Var olan hâlin detayında bir holog-
ramın olduğunu, onların birer görüntü oyunu
olduğunu görüp “Öyleyse onlar yok” sonucu-
nu çıkarmalarıdır. Oysa buradan bu sonuç çık-
maz. Ancak felsefeciler ve felsefecilerin etkisin-
de kalmış tasavvufla meşguller -işlerine geldiği
için- bu sonuca varırlar. Bu çalışmalarla meşgul
bilim adamları bu sonuca varmazlar. Bizim şim-
di söyleyeceğimiz sonucun benzerini bulurlar,
onu söylemeye çalışırlar. Derler ki; “Siz Birbirle-
rine Göre Var olan hâli esas zannediyordunuz
ama biz onların aslında birer görüntü oyunu
olduğunu fark ettik.” Bilimsel dille hologram
görüntüler dedikleri, bizim dilimize göre kesret
nûrunun görüntü oluşturma mekanizmasıdır.
Buradan bizim için varılacak sonuç şudur: Bir-
birlerine Göre Var olan hâle verdiğiniz bir önem
var ya, işte o önem yok. O varlık yok değil, sizin
ona yüklediğiniz önem yok. Siz ona “Müstakilen
VAR ve Muhtar” diyordunuz. Onun bir görün-
tü oyunu olduğu anlaşıldığına göre, o zaman bu
bilimsel çalışmalardan “öyle Müstakilen VAR ve
Muhtar bir yapı yok” mânâsı çıkar. Yok olacak
şey sizin o görüntüye yüklediğiniz bu önem-
dir, o önem yok! Bir kişi kendisini size doktor
tanıttı, muayenehane de açtı. Siz de ona bazı
önemler verdiniz, ilgilendiniz. Muayenehaneye
giden gelenler var. Öğrendiniz ki belgesi sahtey-
miş. Belgesi sahte diye o insana yok diyemezsi-
niz. Bu durumda sizin ona verdiğiniz değer yok
434
YILMAZ DÜNDAR
435
Biiznillah O’na ait olduğunu, O’ndan olduğunu
ilan ediyoruz. Ama o güçlere müstakillik veril-
mişse, “Müstakilen VAR ve Muhtar” denmişse
işte ona “Lâ ilahe” deriz, “Lâ havle ve lâ kuvvete
illâ Billah” deriz. Dolayısıyla en önemli soru bu-
dur; kişi neye “Lâ ilahe” diyor? Veya siz neye “Lâ
ilahe” diyorsunuz? Başka tanrılara “Lâ ilahe” de-
mek çok eski anlayışların anlayış biçimidir. Eğer
bir kişi böyle “Lâ ilahe” diyorsa onu önce o bakış
açısından kurtarmak gerekir. Onun “Lâ ilahe”
için en alt basamağı odur, ona daha ileri konular
sonra anlatılır. Dünyada hâlâ öyle putu olanlar
var. Ama kişinin öyle bir putu yoksa ne yapa-
cak? Bir müslüman için öyle bir put yok, onun
başlayacağı en alt çizgi nedir? Onun “Lâ ilahe”
diyeceği başlangıç çizgisi kendisinde bulunan bu
iddiadır. O “Lâ ilahe” demekle “Ben Müstakilen
VAR ve Muhtar değilim” demiş olacaktır. Müs-
lüman kişi kendisindeki esfele sâfiliyn yapıya ait
iddiaya, dûniHİ algının zannları olan iddiaya “Lâ
ilahe İllallah” demelidir. Birbirlerine Göre Var
olan hâlin kesret nûrunun görüntü oluşturması
olduğunu fark edince kişinin varacağı sonuç bu-
dur. Buradan çıkaracağı sonuç kişinin kendisinin
yokluğu değildir. Öyle birşey yoktur, öyle bir id-
dianın altı boştur.
Kur’ân-ı Kerim Birbirlerine Göre Var hali çok
anlatır ve bütün bu anlattıklarımızı bir kelimede
özetler; Tekâsür. Tekâsür Sûresi tamamen bunu
anlatır. Tekâsür içinde bir çok mânâyı taşıyan
bir isimlendirmedir. Öncelikle Birbirlerine Göre
Var olan görüntülerin/varlıkların oluşturdu-
436
YILMAZ DÜNDAR
437
sındaki yarış yetmedi, mezarlarınızla, mezarda
yatanlarla övünmek için oralara gidip törenler
yaptınız. “Şu adamımız da var, o şöyle yapardı”
diye onu da yarışa kattınız. İş bu raddeye gelin-
ce, yani iyice haddi aştıklarında Tekâsür Sûresi
gelmiştir.
Bu sûreden kendimize çıkaracağımız dersler-
den birisi buraya kadar anlattıklarımızdır, yani
Birbirlerine Göre Var olan esas değildir. Esas de-
ğildir ama kişiyi en fazla o oyalar, o seni bir yarışa
sokar. Sahibi diyor ki, buna aldanma! Çıkaracağı-
mız sonucun birisi de budur. Bir diğeri de mezar
ziyaretlerimizdir, onu gözden geçirmek, dikkatle
ele almak gerekiyor. İnsan ziyaretleri de dâhil bu
kapsamda ne yapıyorsanız yeniden ele almanız
lazım. Gittiğimiz yerde, yaptığımız ziyarette ora-
dakinin de, oraya gidenin de “Müstakilen VAR
ve Muhtar” olmadığını bilerek dikkat etmek
lazım. Sizi Allah’la ilişkilendirmiyorsa, îmanınızı
artırmıyorsa, îmanınıza bir katkısı yoksa, salât
ikamenize yani namaz kılmanıza bir faydası
yoksa, Lâ ilahe İllallah Kelime-i Tevhidi’nize bir
katkıda bulunmuyorsa o ziyaret boştur, hesabını
mutlaka vereceksiniz. Hesabını vermeden önce
âhirette birçok kıvırmalar yapacaksınız; “Ben
gitmeyecektim, şu götürdü, şöyle yaptı” gibi bir
sürü mazeret üreteceksiniz. Çocuklar anne ba-
balarını; anne babalar başkalarını, eşler birbirini
suçlayacak. Orada şaşıracağınız şekilde dostluk
kalkmış suçlamalar başlamış bir manzara görür-
sünüz. Şimdiden dikkat edip tedbirimizi almak
gerekir. Fâtiha kitapçığının “Mâliki YevmidDiyn”
438
YILMAZ DÜNDAR
439
müjde olarak. Sûrenin dört ve beşinci âyetleri
“Her zorluktan sonra bir kolaylık vardır. Kesin-
likle her zorluktan sonra bir kolaylık vardır” der.
Bu iki kez tekrarlanış inananlar içindir. Tekâsür
Sûresi’ndeki ise yanlış yolda olanlar içindir: Ya-
kında bilecekler, yakında öğrenecekler. İki kez
söylenmiş olmasının çeşitli anlamları var, ama
aklımızda kalacak ilk mânâ şudur: Bir ölürken,
bir de hesap zamanı tekrar dirildikten sonra iki
kere bu gerçeği acı bir şekilde öğrenecekler, iki
kere görecekler. Onlara -Rabbim muhafaza bu-
yursun- iki zorluk gözükürken müslümanlara
müjde var; bir zorluğa iki kolaylık.
“Eğer (yukarıdaki uyarıyı) ilmel yakîn bil-
seydiniz (yaşarken) cehennemi görürdünüz.”
(Tekâsür; 5, 6)
Tekâsür Sûresi 5. ve 6. âyetler müslüman için
çok dikkat etmesi gereken bir uyarıdır. İnanma-
yanlar onları okumayacağına göre bu bize bir
uyarıdır: “Eğer ilmel yakîn inceleyecek olursa-
nız cehennemi görürsünüz.” Bu âyeti okuyunca
kendimize şu soruyu sormalıyız, sonra da ken-
dimizi kandırmadan dürüst bir şekilde cevap
vermeliyiz: Ben cehenneme yeterince inanıyor
muyum? Ona yeterince inanıyor muyuz? Ce-
henneme yeterince inanmıyoruz. Cehenneme
yeterince inanan insanın hali çok başka olur. Ce-
hennemden anlatılan korkunç hallerin küçücü-
ğünü dünyada görünce çıldırmış gibi kaçıyoruz
ama cehennemle ilgili bir kaçışımız, bir telaşı-
mız yok. Demek ki yeterince inanmıyoruz. Oysa
Kur’ân’da şöyle bir kural var; âhirete îman ileri-
440
YILMAZ DÜNDAR
441
hatırlatalım, “yakîn” ve “yakın” aynı şeyler de-
ğildir, bu ikisi karıştırılabiliyor. Yakın “Kariyb”in
karşılığıdır, başka bir mânâdır. Kariyb yakın ol-
mak anlamına gelen bir esmadır. Ama yakîn
ilimle ilgilidir, kesin bilmek demektir, bir konu-
da şeksiz şüphesiz bilgi ortaya koymak demek-
tir. Ona İlmel Yakîn denir. Biz ilmel yakîn, aynel
yakîn, hakkal yakîn tabirlerini tasavvufi açıkla-
malarda duyduğumuz için onları hep tasavvufla
ilişkilendiriyoruz. Oysa onlar normal hayatta da
kullanılan tabirlerdir, her konu için kullanılabilir.
Bir konu için “Onun ilmel yakîn hali şöyle, aynel
yakîn hali şöyle, hakkal yakîn hali şöyle” diye kul-
lanılabilir. Yakîn kelimesini biraz yakalayabilmek
ve başka yerlere de uygulayabilmek için klasik
kitaplarda çok geçen ölüm örneğini paylaşalım:
Bir insanın hiç şüphesiz öleceğini bilmesi, kesin
öleceğini bilmesi onun ölüm konusunda ilmel
yakînidir. Çünkü ölenleri görüyor, kendisinin de
o sona doğru gittiğini görüyor. Bu onun öleceği-
ni İlmel yakîn biliyor olması demektir. O an geldi
ve Azrail aleyhisselam’la karşılaştı ama henüz öl-
medi. İşte o an aynel yakîn halidir, ölümle karşı
karşıya geldi, görebileceği bir şeyiyle onu görü-
yor. Ha bu gözü, ha bu gözünün yerine geçen
gördüğü şey, neyse, ama görüyor. Onunla karşı
karşıya, yüz yüze! İşte aynel yakîn. Ve öldü. Bu da
ölüm için hakkal yakîndir, ölümün hakkal yakîni
ölmektir. Öldü, artık hakkal yakîn. Buradan ben-
zeterek ilmel yakîn, aynel yakîn, hakkal yakîn
tanımlarını Hakk yolla ilişkilendirirseniz onları
Hakk yolla ilgili tarif edersiniz. Bu mânâsıyla il-
442
YILMAZ DÜNDAR
443
A’râf Sûresi 116, 117 ve 118. âyetler kitap-
çıklarda genişçe gördüğümüz bir konudur. Hz.
Mûsa aleyhisselâm tebliğ yapma, firavuna gitme
ve Hakk’ı anlatma emrini Rabbinden aldığın-
da, firavun bu işi sihir zannettiği için Hz. Mûsa
aleyhisselâm efendimizle randevulaşır, ülkedeki
önemli sihirbazları da çağırır. Hepsi firavunun
huzuruna gelirler, Mûsa aleyhisselâm efendimiz
de gelir. Hz. Mûsa aleyhisselâm efendimiz “Önce
siz başlayın” der. Onlar başlarlar, ellerinde ne
varsa atarlar, sihir yaparlar.
Rasûlullah Efendimiz (SAV) den önceki dö-
nemlerde kâhinler ve sihirbazlar çok yetenekliy-
diler, çünkü onların bir şeyler yapabilmelerinin
önleri açıktı. Efendimiz (SAV) den sonra onların
bu sermayeleri kapatıldı, onlara bilgi akışının
yolları yasaklandı, o yollara girenler ateşle kova-
landı. Hâlâ öyle. Müslümanlar, îman nuru taşı-
yanlar, Muhammedî olanlar için kolaylık olsun
diye. O zaman bu işler kuvvetli olduğu için, çare
diye başvurulan yöntemler de oralara yönelik
oluyordu. Firavun sihirbazlarını getirdi. Onlar
büyük bir korku salarak küçük yaratıklar oluş-
turuyorlar. Hz. Mûsa aleyhisselâm efendimizin
sihir yapmak gibi bir düşüncesi yok. O, Rabbinin
ne diyeceğini bekliyor. Âyet “Âsânı at ya Mûsa
dedik” diyor. Hz. Mûsa aleyhisselâm efendimiz
âsâsını atınca Kur’ân’ın bildirdiğine göre âsâ ej-
derha haline geliyor, sihir ürünü küçük yaratık-
ların hepsini toplayıp yutuyor. Olayın peşine,
o sihirleri yapanlar hemen “Mûsa’nın Rab’bine
inandık” deyip teslim oluyorlar. Firavun “Ben-
444
YILMAZ DÜNDAR
445
Çünkü Lukman Sûresi 20. âyette diyor ki; onları
size boyun eğmiş yaptık, emrinizdeler. Dolayı-
sıyla, bu işleri ilmel yakîn incelememiz gerekir.
Veya ilmel yakîn inceleyenlerden yararlanma-
mız gerekir. Ancak Kur’ân’ın uyarısını unutma-
dan, yani el-Hüsnâ’yı tasdik ederek. Birisi birşeyi
el-Hüsnâ’yı tasdik etmeden bulmuş olabilir, sizin
onu almanız, el-Hüsna’yı tasdik ederek öğren-
meniz ve uygulamanız lazım. Nereden ne bilgi
alırsanız sizi mutlaka “Lâ ilahe illallah” Kelime-i
Tevhidi’ne götürmelidir, mutlaka. Ondan yan çi-
zenden siz yan çizmelisiniz, hemen.
Tekâsür Sûresi’nde bize dendi ki: Birbirlerine
Göre Var oluşlarla perdelenip oyalanacağınıza
konuyu ilmel yakîn derecesinde inceleyebilse-
niz, Birbirlerine Göre Var görünenlerin müsta-
kilen var ve muhtar olmadığını anlarsınız. Bunu
fark ettiğiniz zaman, bunu fark edemeyenlerin
azabını gözünüzle görür gibi görürsünüz. İşte o
zaman cehennemi ilmel yakîn görmüş olursu-
nuz.
Birbirlerine Göre Var olanların renkler ve
zamanla ilişkisine bir iki cümlede değinmiştik,
detayı konumuz için çok gerekli olmadığından
şimdi de bir iki cümleyle geçelim. Birbirlerine
Göre Var olan yapılar birbirlerinden renklerle
ayrılırlar, renkler yüzünden onları birbirlerinden
ayırabiliyoruz. Ve bir de onların hareketleri bize
zaman kavramını oluşturuyor. Hareketlerinde-
ki periyotlar, tekrarlar bize zamanı gösteriyor.
Oradan biz zaman kavramını alarak ölçüler ge-
446
YILMAZ DÜNDAR
447
Var olan hali örter, onu fark ettirmez ve unuttu-
rur. İşte unuttuk. Bu yüzden Rabbimiz bizi uya-
rıyor.
“Onlar âhiretten gafiller olarak, dünya haya-
tından zâhiri bilirler.” (Rûm-7)
“Enfüslerindeki hakkında hiç tefekkür etme-
diler mi? Ki...” (Rûm-8)
DûniHİ algı ve zannlarıyla hayat tarzı oluştu-
ranların zahirle perdelendiklerini, yani Birbirine
Göre Var halleriyle oyalandıklarını Rûm-7’den
ve Kendinde Kendine Göre Var olan hallerini te-
fekkür etmediklerini de Rûm-8’den öğreniyoruz.
Böylece; Tekâsür-1’deki uyarı dikkate almayanlar
için Kur’ân diyor ki:
“Bırak onları yesinler, faydalansınlar ve boş
ümitle oyalansınlar, yakında bilecekler.” (Hicr-3)
Madem öyle, bırak onları, bırak oyalansınlar.
Neden “Bırak” diyor, suçları ne? Oyalandılar ama
suçları ne, ne yapıyorlar?
“Onlar ki Allah ile beraber diğer bir ilah ya-
parlar. Yakında bilecekler.” (Hicr-96)
Suçları bu: Onlar Allah ile beraber diğer bir
ilah yaparlar. “İlah” kelimesini defalarca konuş-
tuk, paylaştık. Bu kelime Kur’ân’ın mesajını an-
layabilmemiz için çok önemli. İlah kelimesine
birkaç farklı şekilde baktık, “hayran olunan, göz
dikilen” anlamında bir mânâ diye de baktık.
Konu derinleştikçe ilahı ilerleterek tanımladık.
İlah müstakilen var olan demektir dedik. Müs-
takilen VAR ve Muhtar olan ilahtır, ilahlığın şartı
448
YILMAZ DÜNDAR
449
muamelesi yapıyor; Rasûl gönderiyor, kitap gön-
deriyor, melek gönderiyor, sen “yok” diyorsun,
olmaz. Allah “var” diyor, sen “yok” diyorsun. Bir
şeye “yok” diyeceksen, Allah’ın “yok” dediği bir
şey var, ona “yok” de. Allah buyuruyor: “Yaratıla-
nın müstakil bir gücü yoktur. Yaratılanın müsta-
kil bir varlığı yoktur. Müstakilen VAR ve Muhtar
ancak Ben’im.” Bu yüzden aslında ancak Allah
“Ben” der. Çünkü Allah Mütekebbir’dir.
Hicr Sûresi 3’de “Bırak onları” denilenlerin
suçlarının Allah’tan başka ilah edinmeleri oldu-
ğunu Hicr-96 açıklamıştı: Onlar Allah’tan başka
diğer bir ilah yaparlar. Kişi bu âyete bakıp; “Ben
başka bir ilah yapmıyorum, benim putum yok”
derse, kendisini kandırmış olur. Buradaki “ilah”
için âyette doğrudan diyor ki; onlar Allah ile be-
raber “müstakilen var ve muhtar diğer bir güç”
ilan ederler. Bu “müstakilen var ve muhtar güç”
kişinin ya kendisidir veya başkasıdır veya şudur,
budur. Kişi kendisinin müstakilen var ve muh-
tar olmadığını söyledi ve gayret ediyor diyelim.
Başarılı olması için bu yetmez. Eğer bir başkası-
nın “müstakilen var ve muhtar” iddiasını tasdik
ediyorsan, bu senin kendini müstakilen var ve
muhtar iddia etmenle aynıdır, daha da kötüdür.
Bir başkası “müstakilen var ve muhtar” iddiasıyla
bir hikayesini, bir başarısını, bir düşüncesini an-
latıyor ve sen ona hayran oluyorsun, onu örnek
veriyorsun, onu idol ediniyorsun. Olmaz. Allah’a
küfreden birisi örnek olur mu? Allah’a küfreden
birisi idol olur mu? Böyle bir şey olabilir mi? An-
nenize birisi yan baksın, evinizde yemek daveti
450
YILMAZ DÜNDAR
451
“Allah buyurdu: İki ilah edinmeyin. O ancak
ilâhun Vâhid’dir. O halde yalnız benden korkun.”
(Nahl-51)
“Ben iki ilah edinmiyorum” diyen bu âyeti
anlayamaz, kavrayamaz, Kur’ân size tarih kitabı
gibi gelir, “Onlar geçmişte vardı” der, gidersiniz.
İki ilah edinmeyin; yani, Allah Müstakilen VAR
ve Muhtar olarak var, ben de müstakilen var ve
muhtar olarak varım demeyin. Böyle düşündü-
nüz mü “iki ilah” edindiniz demektir. Buna ek-
lerseniz sayı artar, arkadaşım da öyle, üç; babam
da öyle, dört... Çoğaltabilirisiniz. Puta tapanların
bir putu, iki putu, üç putu var, sizin sülaleniz put
oldu. Kim sizin için müstakilen var ve muhtar-
sa hepsi birer ilah. Bu yüzden âyet uyarıyor; iki
ilah edinmeyin diye. Ancak Allah! Allah ilâhun
Vâhid’dir; O Müstakilen VAR ve Muhtar olan
tektir.
Bu âyetin meâllerinde şuna da rastlarsınız: İki
vücut edinmeyin, Allah’tan başka vücut oluş-
turmayın. Bunlar yeterli anlatımlar değildir, bu-
ralardan amel çıkaramazsınız. “Vücut oluştur-
mamak” ne demek? Vücut oluşturmayacağım,
tamam ama onu ne yapayım, nereye koyayım?
O cümlenin ameli yok. Ama “Müstakilen var ve
muhtar değilsin” cümlesinin ameli var, hem de
seni cennete götürecek bir ameli var.
Zâriyat-21’deki “Hâlâ görmüyor musunuz?”
sorusu önemli, niçin? Çünkü Birbirlerine Göre
Var olan Kendinde Kendine Göre Var hali ört-
müş ve unutturmuştur. Bu nedenle, biz önce
452
YILMAZ DÜNDAR
453
tutmuş olursunuz. Onu bir yerinden tutarsa-
nız bırakmayın, devam ettirin. Bu antrenmanı
diyelim ki evde yapıyorsunuz, onu bir yerinden
tutarsanız Birbirlerine Göre Var olan halinize
zihninizden hemen “Lâ ilahe” deyin, yakaladı-
ğınıza İllallah. Diğerine “Lâ ilahe” yakaladığınıza
“İllallah” diyerek tuttuğunuz yeri pekiştirin, size
ait hale getirin, onun içine girmeye çalışın, o ol-
maya çalışın. Çünkü zaten esas olan o. Onu fark
edip o olmaya gayret edin.
Dışınızdan size birisi seslendiği zaman sizin
Birbirlerine Göre Var hâlinize seslenir. O sizin
gözlerinizi kapatıp kendinizi aradığınızda sizin
“BEN” dediğinize seslenmez. Bilemez. Bu çok
doğal ve normaldir. Normal olmayan ne? Za-
manla siz de dışarıdan size seslenen gibi Birbir-
lerine Göre Var olan halinize “BEN” derseniz,
onu kastederek “Ben buyum” derseniz tehlike
başlar. Ne yaparsınız? Onun özgürlüğünü ilan
edersiniz, onu birilerine beğendirmeye çalışır-
sınız, şuramı görebilsinler buramı görebilsinler
diye çırpınırsınız, akla hayale gelmedik delilikler
yaparsınız. Âyetler diyor ki; “Oyalanma! Bunlar
geçici, yanlış şeylerle oyalanma. Kurtulmak isti-
yorsan nefsine bak, Kendinde Kendine Göre Var
olan haline bak.”
Hâl böyle olunca Yûnus Emre’nin iki sözünü
hatırlayalım, oradaki mânâ şimdi daha bir yerine
oturacaktır. “Bir ben vardır bende, benden içeri.”
Yani diyor ki; “Senin bana bakıp söylediğin bir
Yûnus Emre var, bir de benim gözlerimi kapatıp
içimden bulduğum Yûnus Emre var.” Anlattığı-
454
YILMAZ DÜNDAR
455
Dedik ki, gözünüzde gören, kulağınızda işiten
sizin aslında Kendinde Kendine Göre Var olan
halinizdir. Gözün görme mekanizması ile gören,
kulağın işitme mekanizması ile duyan veya gö-
zün görme mekanizmasıyla görmeye çalışan,
kulağın duyma mekanizmasıyla duymaya çalı-
şan; sizin Kendinizde Kendinize Göre Var olan
halinizdir, yani NEFSinizdir. Rabbim muhafaza
buyurur inşâAllah, göz veya kulak fonksiyonunu
yitirecek olsa kişi görmek ve duymak istemeye-
cek mi? Şu yanılgıya düşmemek lazım. Çünkü bi-
limsel açıklamalarda ona ve yanlış yorumlarına
rastlıyoruz. Gözün görme mekanizmasını anlatı-
yorlar ve sonuçta diyorlar ki, “Bu bir beyin oyu-
nudur. Aslında beynin gördüğü bir şey yoktur.”
Böyle deyip sonra da buradan Birbirlerine Göre
Var olanın “yok”luğuna ulaşıyorlar. Âyet bize di-
yor ki; “Gözün görme mekanizmasının ne oldu-
ğu önemli değil, onunla oyalanmayın. Tekâsür’le
oyalanmayın, gözde görene bakın. Fark etmeniz
gereken şey kulağın duyma mekanizması değil.
Kulakta duyana bakın.” Böyle uyarılıyoruz. On-
lar fonksiyonunu yitirirse siz görmek istemeye-
cek misiniz? Hâlâ görmek isteyen biri var, sende.
Görme işi bitmedi ki. “Görme işi” fonksiyonunu
yitirdi diye “görme” bitmedi ki. İçeride görmek
isteyen biri var, kulak duymayınca duymak iste-
yen biri var. Hatta iyi duyamadığınızda sinirleni-
yorsunuz, rahatsız oluyorsunuz. Bakın, duymak
için çırpınan biri var. İşte o Kendinizde Kendine
Göre Var olandır ve esas olan odur. Yani bir ara-
ba, bir de şoför var. Arabanın detayını bilmek
456
YILMAZ DÜNDAR
457
nın şartlarında görünebilmek için bu gerekli
olduğundan bu kılığa bürünür. Başka yerde gö-
rünmesi gerekse oranın kılığına bürünür. Melek-
lerin de Kendinde Kendine Göre Var halleri var.
Ama bir de bulundukları şartlara göre Birbir-
lerine Göre Var halleri var. O şartlar neyse ona
göre Birbirlerine Göre Var halleri var. Ehlullah’ın
anlattıklarından Divan Toplantıları’nı okumuş,
duymuş olanınız vardır. Divan Toplantısı’na katı-
lanların içinde bu dünyadan olanlar var, âhirete
intikal etmiş olanlar var. Onlar yan yana geliyor-
lar, birbirlerini görüyorlar, bir konuyu konuşu-
yorlar. Âhirete intikal etmiş olan birisi de oraya
elbisesiyle, bir şeyiyle geliyor. Onda da sendeki
gibi bir karaciğer, bir beyin var mı? Görünüyor
diye, buradaki beyin onda da mı var? O bura-
daydı bitti. Buradan gidenin buranın şartları ge-
reği arabası böyle, o mübarek ne haldeyse, onun
şartları da öyle. Görünüyor olmak, Kendinde
Kendine Göre Var olanın bulunduğu ortamın
şartına göre bir görüntü vermek demektir.
Kendinde Kendine Göre Var hal incelenir, ya-
kalanır ve ona göre de bir hayat tarzı oluşturu-
lursa kişiyi tevhide götürür. Kişiyi tevhide götü-
recek olan odur. Nefs ilerlemesi, Kendinde Ken-
dine Göre Var hâl üzerinden yürür. Dolayısıyla,
Birbirlerine Göre Var olan hâl, Kendinde Kendi-
ne Göre Var olan hâle göre geçici bir görüntü
oyunudur. Ama Kendinde Kendine Göre Var hâl
sabit, devam eden bir pozisyondur. Bu sebepten
Birbirlerine Göre Var olan haller kaybolabilir an-
cak Kendinde Kendine Göre Var hâl kaybolmaz.
458
YILMAZ DÜNDAR
459
Kibriya Allah’a aittir. Allah’a karşı kim “Ben de
mütekebbirim” derse, bir “sözde mütekebbir”
ortaya çıkmış olur. Kur’ân’ın kınadığı, cehen-
nemle cezalandırılacağını söylediği mütekebbir
budur, Allah’a karşı “Ben de varım ve muhtarım”
diyendir. Allah’a karşı “Ben de mütekebbirim”
diyene Enbiya Sûresi 29. âyette “O mütekebbirin
yeri cehennemdir” denmiştir.
Şimdi söyleyeceklerimin detayı “Aşağıların
Aşağısı” kitapçığında var. Allah’a karşı “Ben de
varım ve muhtarım” diyen kul, Allah’ın ona ken-
dini tanısın, kendinden yola çıkarak da Allah’ı
bilsin, O’na kulluk yapsın diye lutfettiği “Vehim”
özelliğini Allah’a karşı kullanmış olur ki buna
“Vehmin Zulmeti” denir. Yine o kişi Kendinde
Kendine Göre Var olan hâli ile Allah’a ortak olan
bir “Nefs” ortaya çıkarır ki bu da “Nefsin Şerri”
olur. Bunların detaylarını Aşağıların Aşağısı ki-
tapçığında bulabiliriz.
Birbirlerine Göre Var hâli açıkladık ve “Esas
olan Kendinde Kendine Göre Var haldir” dedik.
Onu biraz ilerletelim. İlimde ileri ama pozisyon-
da geri gibi gidip onu tanımaya çalışalım.
Bildiğiniz her şeyin temeli HİS’tir. Şu anda
bildiğimiz evren, kesret âlemi, ef’al âlemi, onun
üstünde -şeklen söylüyoruz- mânâ âlemi, teşbih
âlemi, daha üstünde tenzih âlemi, neler var-
sa, neler biliyorsanız hepsinin temeli yalnızca
HİS’tir. Her şey yalnızca HİS’tir. Bu kadar basit.
Her şey yalnızca His’tir. His’sin şekil değiştirme-
leri, His’sin görünmeleri, His’sin hissetmek iste-
460
YILMAZ DÜNDAR
461
Nasıl öğreneceksin, nasıl “BEN” diyeceksin, nasıl
hissedeceksin, tüm bunları sana Rabbin öğretir.
Şuna dikkat edin. Hisseden ve bilen her zer-
re, her kul âlem’dir. Âlem bilendir, âlem kendini
bilendir. Allah ona “Kendini bil” dedi, Rabbi ona
kendisini bilmeyi, hissetmeyi öğretti, bilmesi
için ne lazımsa ona sağladı. İşte o öğrenen âlem
olur. Hisseden ve bilen âlemdir, âlem hissederek
bilendir. Hissederek bilen her zerre âlemdir. Ka-
yıtlarının farklılıkları âlemleri farklı yapar, o za-
man da âlemler olur. Farklı farklı bir çok âlem.
Hepsinin kaydı farklı, sınırı farklı, görevi farklı
ama her biri bir âlem. Bütün bu âlemlere hisse-
derek bilmeyi öğretene Rabbül âlemiyn deriz.
Bütün âlemlere hissederek bilmeyi öğreten Rab-
bül âlemiyn’dir.
Şimdi Enbiya Sûresi 107’yi hatırlayalım: “Biz
seni ancak âlemler için bir rahmet olarak irsal
ettik.” (Enbiya-107)
Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’e hita-
ben buyruluyor: Seni “Alemler için rahmet” ola-
rak irsal ettik. Şöyle bir süreç: Rabbül âlemiyn
onlara hissederek bilmeyi öğretti ve diyor ki;
merhametimizin işareti de sensin, sen onlara
bizi tanıt. Kullara bizi tanıtasın diye, merha-
metimizin işareti olarak, bir merhamet olarak
seni onlara gönderdik. Bunu fark edince, bu
âyeti görünce diyoruz ki; “Elhamdü lillahi rab-
bil âlemiyn. Ya göndermeseydin ne yapardık
ya Rabbi, hüsrana uğramışlardan olurduk. El-
hamdü lillahi rabbil âlemiyn” Bu nokta insanî
462
YILMAZ DÜNDAR
463
ise Kendinde Kendine Göre Var olan oraya gi-
rer. Ana rahmindeki fetus canlıdır ama o canlı-
lık kendisine “BEN” diyen canlılık değildir, 120.
Gün’e kadar hücrelerin müstakil canlılığı söz
konusuyken artık orada bir organize canlılık
var, bir vücut var, her hücrenin müstakilen canlı
olduğu ama organize bir vücut var. Günü gelip
de bu vücudun miadı dolunca her hücre yine
müstakil yaşamaya devam ediyor, sonra da tek
tek ölüyorlar. Miadı doluncaya kadar vücudun
onları organize tutan bir hali var. Onun miadı
dolduğu zaman yani Kendinde Kendine Göre
Var olan oradan çıkınca artık vücudun işi biti-
yor, hücreler bir müddet müstakil canlılıklarını
götürüyorlar, sonra da toprağa karışıyorlar. Ana
karnındaki fetus kesret nûrundan temelini ala-
rak canlıdır ama orada henüz şoför yoktur. 120.
Gün’de bir şey oluyor. Efendimiz (SAV) in bir ha-
disinden öğreniyoruz ki 120. Gün’de Kendinde
Kendine Göre Var olan hali doğrudan sahibin-
den oraya gelir; henüz bedene girmemiş bu ilk
halin cinsiyeti yoktur, yemez ve içmez özellikte-
dir. Bedene girdikten sonra bedenin şartlarıyla
(kalbın şartlarıyla) kayıtlanır. Biz budurumu
“Rûhumdan oraya üfledim” diye okuruz.
“Sonra o nutfeyi bir alaka (embriyo) yarat-
tık, sonra o alaka’yı bir mudğa (bir çiğnemlik
et) yarattık, sonra o mudğa’yı kemiklere dö-
nüştürdük, nihayet o kemiklere de et giydirdik.
Sonra onu ikinci bir yaratış ile inşa ettik (nefh-i
ruh?). En güzeli yaratan Allah’ın şânı ne yücedir.”
(Mü’minun-14)
464
YILMAZ DÜNDAR
465
de bilgisayar var, o da elektrikle çalışıyor. O orta-
ya bir fikir atıyor, “Sizin elektrikten haberiniz var
mı?” diyor. Bilgisayar olduğu için bir şeyler öğ-
rendi. “Sizin elektrikten haberiniz var mı?” diye-
rek onları elektriklerine yönlendiriyor. Onlar da
kendilerinin soğutma, yıkama, ısıtma gibi görev-
lerini bir kenara bırakıp içlerine dönerek kendi-
lerini incelemeye başlıyorlar ve elektriği fark edi-
yorlar. Çünkü o olmadan çalışamıyorlar. Elektrik
kesildiği zaman bakıyorlar ki kendileri için her
şey duruyor. Elektriğin kendileri için elzem ol-
duğunu fark ediyorlar, kendilerini kendileri ya-
panın elektrik olduğunu anlıyorlar. Buzdolabını
buzdolabı yapan elektrik diğerleri için de öyle.
Elektrik gittiği zaman buzdolabının bir elbise
dolabından farkı kalmıyor. Elektrik giderse bir
fonksiyonu kalmıyor. Fark ediyorlar ki elektrik
onlar için elzem. Sonra bir adım ileri gittiklerin-
de elektriklerinin farklı olmadığını, buzdolabı-
nın elektriğinin çamaşır makinasının elektriğiyle
aynı olduğunu görüyorlar. Aynı elektrik birisini
buzdolabı gibi, birisini çamaşır makinası gibi, bi-
risini bulaşık makinası gibi çalıştırıyor. Ama aynı
elektrik. Elektriğin aynı olduğunu fark ettikle-
rinde birbirlerine bakışları değişiyor, birbirlerini
kardeş, akraba görmeye başlıyorlar. İşte bizdeki
Kendinde Kendine Göre Var olan da böyle bir
şeydir. Onu elektriğimiz gibi düşünelim. Bizi biz
yapan o, bizim olmazsa olmazımız o. Ve bizdeki
elektrikle, bir başkasındaki onu o yapan elektrik
aynı. Buradan, hepimizdeki Kendimizde Ken-
dimize Göre Var olanın aslında aynı olduğunu
466
YILMAZ DÜNDAR
467
Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu’dur. En esas
odur. Onunla biz, bizde Kendinde Kendine Göre
Var olan halimizi hissederiz. Kendinde Kendine
Göre Var olan hali bizdeki hissetme duygumuz-
la söylüyoruz. “Gözünüzü kapatınız ve kendinizi
hissetmeye çalışınız” dediğimiz odur. Bu “Size
verilen HİS malzemesini, o sermayeyi kullanın”
demektir. Kendinde Kendine Göre Var olan
hali siz kendinizde Kayıtlı Kendini Hissetme
Duygusu’yla hisseder, algılarsınız.
Birbirlerine Göre Var olan hâli gördük, onu
Kendinde Kendine Göre Var olan hale bağladık.
Şimdi de dedik ki, siz onu Kayıtlı Kendini Hisset-
me Duygusu’yla hissedersiniz. İşte Kayıtlı Kendi-
ni Hissetme Duygu’nla hissedip Kendinde Ken-
dine Göre Var olana “BEN” dediğin bu üçlü olay
Senin Zâtın’ı oluşturur. Böylece ortaya bir “zat”
çıktı. Bütün mesele aslında bu Zat’tır. Ancak bu
noktada yine bilmemiz gerekir ki “Müstakilen
VAR ve Muhtar” olan Tek Zat vardır; Allah. Yal-
nızca Allah’ın Zâtı Müstakilen VARDIR ve Muh-
tardır. Dolayısıyla bizdeki Zat, Allah’ın Zâtı’ndan
bize verdiği izinle olan bir Zat’tır.
Başlangıçta böyle deriz, yaptığımız iş zaten
bir başlangıç çizgisi tarif etmek. Bu hatırlatmayı
sık yapmak zorunda kalıyorum, başlangıç çizgi-
si işin tamamı değildir. Bu bizim tarif ettiğimiz
zâtın başlangıç çizgisidir: “O Allah’ın zâtından
yetkiyle bize verdiği zattır” diyerek başlıyoruz.
Ancak nefs ilerlemesi çalışmalarında kişi öyle
bir yere gelir ki kendisindeki bu zâtın doğrudan
“O’nun Zâtı” olduğunu görür. Önce anlar sonra
468
YILMAZ DÜNDAR
469
ayrıdır, ne şemsiyenin altındadır ama hepsinin
içini Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu kaplar.
Bir önemli noktaya geldik; nefs ilerlemesi ça-
lışmalarında talibin kurtulmaya çalışacağı şey!
Konumuzu mümkün olduğunca içerisindeki
önemli noktalara değinerek işlemeye çalışıyoruz.
Onlara ait detayları kitapçıklarımızda bulmak
mümkün. Nefs ilerlemesi içerisinde talibin kur-
tulmaya çalıştığı şey nedir? Talibin kurtulmaya
çalıştığı bu şey “benlik duygusu” değildir. “Benlik
duygusundan kurtulmak” tarif edilemeyecek bir
şeydir. Siz birisine “Benlik duygusundan kurtul-
man lazım” deseniz, o da size “Benlik duygusun-
dan nasıl kurtulabilirim, bunu bana bir anlat,
bir yaz” dese söyleyecek, yazacak bir şey bula-
mazsınız, “Şöyle şöyle yaparsan benlik duygu-
sundan kurtulursun” diyeceğiniz bir öğütte bu-
lunamazsınız, öyle bir şey bulamazsınız. Demek
ki mesele benlik duygusundan kurtulmak de-
ğil. Veya Kul Zât’a “BEN” demekten kurtulmak
değil. Veya Kendinde Kendine Göre Var haline
“BEN” demekten kurtulmak değil. Veya “Kayıtlı
Kendini Hissetme Duygusu’na “BEN” demekten
kurtulmak değil. Veya Nefs’ine “BEN” demekten
kurtulmak değil. Böyle bir nefs çalışması yok,
böyle bir amel yok. Öyleyse tâlip öncelikle ne-
den/nelerden kurtulmaya çalışacaktır?
Bir kere kişi, “Müstakilen VAR ve Muhtar” bir
pozisyon iddia edip, bu iddiasına “BEN” diyorsa,
önce bu iddiadan ve oraya “BEN” demekten kur-
tulacaktır. Doğru yere “BEN” demekten kurtul-
mak gibi bir şey olmaz. Sen Kul Zât’a “BEN” de-
470
YILMAZ DÜNDAR
471
dereceni düşürmek. Onlarda egodan kurtulmak
diye bir şey yoktur. İnsanlar bunu karşısındaki-
ne söyler, kimse kendisine söylemez, kimse “Ben
benliğimden kurtulayım” demez, kimse kendi
çıtasını görmez. Hep başkalarına bakar ve kimin
ego çıtası kendisininkinden yüksekse ondan ra-
hatsız olur, der ki; benliğinden kurtul, ego çıtanı
aşağı çek. Aslında demek istiyor ki “Senin ego-
nun yüksekliği beni rahatsız ediyor, bana gölge
ediyorsun.” Aslında bu bir tanrılık yarışıdır, ora-
da iki tanrının yarışı vardır. Ego çıtası aşağı çeki-
lirse ne olur, onu aşağı çekmek ne üretir biliyor
musunuz? Zavallı, mütevazi bir tanrı üretir. Ve o
tanrı bu acımasız dünyada zulüm görür durur.
Dolayısıyla, bu İslâmî bir öğüt değildir, sonucu
insana huzur verecek bir iş de değildir. O za-
vallı ancak kendisi gibi olanların arasında rahat
olur. Hepsi zavallı tanrıdır, o da onların arasında
memnun olarak yaşar.
Bizim anlatmaya ve kurtulmaya çalıştığımız
bu ego çıtasının bulunduğu iddiadır. Ego çıta-
sının bulunduğu iddia “Müstakilen Varım ve
Muhtarım” iddiasıdır. Bu iddia dünyada çok
önemlidir. Dünyanın önemli bir çok insanı bunu
hayat enerjisi olarak görür ve anlatır. Bunu çok
önemserler, hatta işi bunu kuvvetlendirmek
olan bilim dalları vardır. Anlatmaya çalıştığımız
işte bu iddiadır, reddedilmesi gereken bu iddi-
adır. Biz öncelikle çok normalmiş gibi anlatılan
bu “Ben Müstakilen Varım ve Muhtarım” iddi-
asından kurtulacağız. Kişinin önce bundan kur-
tulması gerekir. Bunu fark eden anlar ki “Benli-
472
YILMAZ DÜNDAR
473
yanlış öğütler, öğretiler girmiştir. Bunun yanına
bir de İsrailiyat eklendiğinde, yani müslümanla-
rı saptırmak için kitapların içerisine yahudilerin
bozup da özellikle yerleştirdikleri cümleleri de
düşündüğünüzde, ciddi bir tasavvufî bilgi kirli-
liği ile karşılaşırsınız. Bizi sıkı ve sağlam tutacak
şey daima âyet ve hadis çemberinde durmaktır,
Dîn’e bir şey sokmaktan korkmaktır.
Şuna çok dikkat etmeliyiz: Veli diye bilinen bi-
risi âyet ve hadisleri, o emanetleri öyle sıkı tutar
ki oraya bir şey karışacak diye ödü kopar. Allah’a,
hakikate gerçekten tâlipseniz kişilerin hallerini
buradan bile anlarsınız. Oradan buradan alınan
beşerî sözleri oraya sokmaya çalışanların Nefs’le,
nefsi tanımakla, nefs mertebeleriyle, bu işlerle
ilgisi olamaz. Kişi nefs mertebesinde ne kadar
ilerlerse bu emanetleri o kadar sıkı tutar, âyet
ve hadisleri bağrına o kadar sıkı basar, onlara bir
şey karışacak diye ödü kopar. Bırakın başkasının
birşey katmasını, “Ben bir şey katar mıyım?” diye
kendisi korkar.
“Benliği yok etmelisin” önerisi işte bu söyledi-
ğim hatalara düşenlerin nefs terbiyesi öğütlerin-
dendir ve boştur. Bir diğeri de “Yokluğunu yaşa-
malısın” öğüdüdür. Hatta özendirmek için “Ben
yokluğumu yaşıyorum” derler. Böyle bir şeyin
olmadığını bilin lütfen, böyle bir şey yok! Böy-
le bir şeyin olmadığını anlamak için ona sorun,
“Ben yokluğumu nasıl yaşayacağım, bana bir
anlat, ben de yaşayayım” deyin. Bunu sorduğu-
nuzda size, yaparsanız yokluğunuzu yaşayacağı-
nız üç beş öğüt çıkaramazlar. Şuna dikkat edin,
474
YILMAZ DÜNDAR
475
Normal konuşmalarımızda bizim bir şeye
“yok” dememizdeki mânâsıyla bir “yok” sistem-
de yoktur. Biz kullansak da sistemde öyle bir
“yok” yoktur. Dolayısıyla, insanların konuşuyor-
ken kullandıkları “yok” ile sistemin “yok” dediği
başka şeylerdir. İkisine de “yok” diyoruz ama tarif
aynı değil. Mesela şu gözlük kabı yerinde değilse
ben, “Masamın üzerinde gözlük kabı yok” derim.
Aslında o var ama başka yerde. Biz genellikle var
bir şey için yok deriz, yani benim yok dediğim
aslında vardır. Normal konuşmada “yok” derken
anlatmaya çalıştığımız şey Kur’ân’ın “yok” dediği
şey değildir. İkisini karıştırırsak mânâları kafa-
mızda çözememiş oluruz.
“İnsanlar bir şeye “YOK” derken kast ettikleri
her ne ise, o “yokluk” bile sistemde bir “varlık” ola-
rak bulunur. Ef’al âlemi dâhil olmak üzere bütün
sistem “var” üzerine bina edilmiştir.”
Bunu açacağız, genişleteceğiz ama esas olan
“YOK” kelimesi değildir. Esas olan “VAR” kelime-
sidir, “YOK”tan önce “VAR”ı iyi anlamak lazım.
Kafayı “YOK”a takarsanız işi çözemezsiniz. Çün-
kü “YOK” yaşanmaz. “Yokluğu yaşıyorum” diye
bir şey hiç olur mu? Kişi “Esas varlığı yaşıyorum”
diyebilir. “Ben bugüne kadar bir varlık yaşadı-
ğımı zannediyordum, şimdi esas varlığı yaşıyo-
rum” diyebilirsiniz ama “Yokluğu yaşıyorum”
diyemezsiniz, olmaz. Hem yok hem yaşıyor, ol-
maz. Öyle bir başarıya henüz rastlanmadı. Do-
layısıyla, esas meselenin “yokluk” değil “Varlık”
olduğunu anlamak lazım. Bütün sistem “Varlık”
üzerine kurulmuştur. Allah’ın yarattığı sistem
476
YILMAZ DÜNDAR
477
“Yaratılmışlara ait var oluş tanımlarından Al-
lah münezzehtir; (Sübhanallah). “A’mâ” da yok-
luk değildir.”
Bunu şimdilik bir cümleyle geçiyoruz: A’mâ
yokluk değildir! A’mâ Mertebesi vardır ve orası
bazı yerlerde “yokluk” gibi anlatılır. Bu meseleyi
tam göremedikleri için öyle anlatmaktadırlar.
“Tâlibin sistemde neye “YOK” denildiğini iyi bil-
mesi çok önemlidir. Dünya hayatında insanların
kullandığı mânâda bir “YOK”luk yaşanmaya ça-
lışılırsa, birincisi başarılı olunamaz, ikincisi boşa
ömür tüketilmiş olur. Tâlibin seyr-i sülûk’unda
hedefi “YOK”a ulaşmak değil “VAR”a ulaşmak
olmalıdır. “YOK” ulaşacağı ve yaşayacağı değil,
aksine kurtulması gereken bir durumdur.
Sistemde “var” sınıfına girmeyen ve “YOK” de-
nilen şey, VAR’DA VAR İLE ÜRETİLEN, VAR’DAN
KAYNAĞINI ALAN ZANNLARDIR.”
Sistemde “yok” denilen şey bile “var”dan üre-
tilen bir şeydir. Yani “yok” denilen şeyin kökeni
de “var”dır. O vardan kaynaklanan bir “yok”tur,
yani “var”dan kaynaklanan bir zann’dır. “Yok”
denilen şey bir ilmî suret değildir, yaratılmış bir
şey değildir, bir “var”dan üretilen zann’dır.
“İnsanı yanıltan, işte bu “YOK” olana “VAR”
muamelesi yapmasıdır.”
İnsanı yanıltan işte bu “yok” olandır, yani
Vehmin Zulmeti dediğimiz kısmıdır. Oraya “ve-
him” gibi bakılıyor ama orası vehmin zulmetidir.
Maalesef, bizim “yok” diye anlatmaya çalıştığı-
478
YILMAZ DÜNDAR
479
“Muhtariyeti Tercih Gücü yetkisi, vehmin zul-
meti aynasında bir yetki olarak değil de dûniHi
bir varlık ve kendisine ait özgür bir iradenin muh-
tariyeti olarak görüntülenir. “Varım ve Muhta-
rım” zannı, insanın dûniHi algıdan gelen diğer
zann’larının da ana sebebini oluşturur. İnsan
dûniHi algısından gelen zann’larının cimrisidir.”
İnsan bu zannları için çok cimridir. Orada
ürettiği zannlar için öyle cimridir ki... İnsan bu
zannla “yok”a “var” dedi ve o varlığa göre bir ha-
yat tarzı oluşturdu.
“Bu zann’lar onu aceleci, câhil, nankör, tartış-
maya ve kavgaya meyilli yapar. Yine bu zann’ları
yüzünden insan zayıf yapılı ve zann’larından
korkan bir yapıda olur. İnsanın ölümü tatmasıy-
la birlikte dûniHi algısı, bu algının zann’ları, bu
zann’lara dayanan yaşantı anıları büyük bir piş-
manlık ve eliym bir azaba dönüşür. Bu yüzden
dünya hayatında dûniHi algı ve zann’larından
kurtulmak demek, âhiretteki pişmanlık ve azap-
tan kurtulmak demek, olur.
Elbette ki; seyr-i sülûk’taki Tâlibin, ilk mü-
cadele edeceği şey dûniHi algı ve zann’larından
korunmak ve kurtulmak olmalıdır. Her tür mü-
cadelenin en geçerli yöntemi, bir yanlışı öncelikle
kaynağından yok etmek olduğundan, dûniHi algı
ve zann’larını besleyen “Kaynak Kavram” olan
“Müstakilen Varım ve Muhtarım” iddiası, yani
Sözde Tanrılık İddiası, yani Kur’ân’ın diliyle “Mü-
tekebbir Bakış ve Davranışlar”ın kökü kazınmalı-
dır, bir daha filizlenmemek üzere. Böylece; Tâlib,
480
YILMAZ DÜNDAR
481
tir. Diyor ki: Siz başka sebillere bakarsanız, baş-
ka fikirleri önemserseniz, o felsefecileri önemli
görüp okursanız, “Bu da bizimkine benziyor,
güzel sözler söylüyor” der de onlara uyarsanız,
size faydalı gibi de gelse onlar sizi benim yolum-
dan ayırır. Hem bunlar hem onlar, ikisi bir arada
olmaz, bu yöntem sizi benim yolumdan ayırır.
Âyet böyle diyor. Bir de; “Bunu size vasiyet et-
tim” diyor. “Vasiyet ettim” demesi çok önemli-
dir. En’âm Sûresi’nin bu üç âyeti vasiyetle biter.
Allah “Bunları size vasiyet ettim” diyor.
“Âyetlerimizi yalanlayanların ve âhirete
îman etmeyenlerin hevalarına (dûniHi algı ve
zann’larına) tâbi olma. Onlar Rablerine eş tutar-
lar (dûniHi rabler uydururlar).” (En’âm-150)
Beğenip okuduğunuz felsefecilere bir bakın
lütfen, Allah’a Billâhi bir îmanları var mı? Yok!
Adam ya Budist ya başka bir şey. Bunu aklınız
alıyor mu? Günümüzde Efendimiz (SAV) olsa
onun öğütlerini okur mu? O halde siz nasıl onu
okur ve bir müslümana öğütlersiniz veya ora-
dan kendinize prensipler çıkarırsınız? Onların
kitapları bir müslümanın ülkesinde nasıl çok
satar? Birisi salyangoz getiriyor ve müslümanın
ülkesinde en çok satan o oluyor. Böyle bir şey
olabilir mi? Bu oluyorsa cennete tâlip olunabilir
mi? Âyette bize ne dedi? DûniHi olanların fikir-
lerine tâbi olma, onlar bir rab uydururlar. Zaten
uydurdukları bir rab vardır ve seni de kandırırlar.
482
YILMAZ DÜNDAR
483
dan mı ders ediyorsun? Rabbin bunu sana hem
dünyada hem âhirette soruyor!
Konumuzu şimdi bir basamak ileri götürme-
ye çalışalım. Kul Zat, Kendinde Kendine Göre
Var, Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu, bunlar
hep aynı şeylerin farklı ifadelerle söylenmesi-
dir. Kul Zât’a veya Kendinde Kendine Göre Var
hâlinize veya Kayıtlı Kendini Hissetme Duygunu-
za bir yetki verilmiştir. O yetki Muhtariyeti Ter-
cih Gücü’dür. MTG bu açıkladığımız şekilde tarif
edilmediği ve yazılmadığı için âyet ve hadislerde
yok zannediliyor. Bu tarifin âyet ve hadislerden
çıkarıldığını kitapçıklarımızda açıkladık, anlat-
tık. Bu kendimizin koyduğu bir isim değil. Biraz
sonra Âmener Rasûlü âyetini okuduğumuzda
bunun orada da nasıl önemli bir yerinin olduğu-
nu göreceğiz. Orada bir noktayı sizinle paylaşa-
cağım, âyetin o mânâsı meâllerde de, tefsirlerde
de yok. Türkçede de, başka dillerde de. Orijinal
dildeki meâl ve açıklamalar da yeterince doğru
değil. Siz de duyunca hak vereceksiniz inşâAllah.
Onun esası Muhtariyet Gücü’dür ve o tama-
men Allah’ın muhtariyetindendir. Güç Allah’ın
muhtariyetinden verdiği bir yetkinin ismidir.
MTG’deki güç, güç-kuvvet mânâsına değildir,
yetkinin verdiği davranış biçimidir, yetkinin
kattığı güçtür, Muhtariyet Gücü’dür, esası odur.
Ama dünyada o Muhtariyeti Tercih Gücü’dür
yani “T” vardır. Muhtariyet Gücü zaten bir tercih
içindir, bir tercih için verilmiştir. Ama “T” ayrı bir
şeydir. O da tercihtir ama ayrı bir şeydir. Dün-
yada ve yalnızca bir konuda geçerlidir; Hakk ve
484
YILMAZ DÜNDAR
485
olması için MTG’nin Muhtariyet Gücü kısmına,
o yetkiye kısıtlar koymak ayrı bir konudur. Yani
MTG’nin esfele sâfiliyne ait hayatı en azından
yanlışa düşmeden geçirmek için Muhtariyet
Gücü’ne kısıtlar koyması “Tercih” ile ilgili değil-
dir, o ayrı bir iştir. MTG’deki “T” yalnızca Hakk
ve Bâtıl arasında tercihle ilgilidir. MTG’deki “T”
Hakk’la bâtıl arasında bir tercih yapılacağı za-
man devreye girer. Burada şöyle bir uygulama
farkı vardır. Hakk’a yöneliş de, Bâtıl’a gidiş de
MTG ile başarılır ama şunu fark edin: Kendisine
verilmiş olan MTG ile dûniHİ algı ve zann’larına
uygun bir hayat tarzı oluşturmak için kişi
MTG’deki yetkisini gaza tam basarak kullanır,
bu yetkiyi öyle kullanır. Kimilerinin araba kulla-
nırken gaza sonuna kadar basmayı sevmesi gibi,
MTG’yi de bazıları öyle kullanır. O hayat tarzı
zaten bazı karakterlerin işaretidir. O kişi MTG
yetkisini kullanırken de kendisinin zannettiği bu
tercih yetkisinin gazına sonuna kadar basar. Böy-
lece Esfele sâfiliyn yaşantıyı kendisine hayat tarzı
haline getirir. Peki, dûniHİ algı ve zann’larından
korunmak için MTG’yi nasıl kullanmak lazım?
MTG’nin gazına değil frenine basmak lazım.
Fark budur! Bu yüzden yanlışa da, doğruya da
MTG ile gidilir. Kendisine emanet edilen MTG’yi
“varım ve müstakilim” diye ilan edip, “Ben dile-
diğim gibi yaşarım, bana kim karışır” deyip gaza
sonuna kadar basarsa esfele sâfiliyn hayatın da
sonuna kadar gider. Öyle yapmayıp frene bas-
ması lazım. O öyle bir yetki ki yeri geldikçe frene
basması lazımdır. Ki çok sık yeri gelir. O yetki-
486
YILMAZ DÜNDAR
487
ve bu bize derstir. Şeytanın nasıl yanıldığı ve bu
yüzden başına neler geldiği bize ders olarak an-
latılıyor. Âdem’in yapısına, dış görünüşüne ba-
karak aldandı. Bu dış görünüşte bu hammadde
ile yaratılan için “Ben ondan üstünüm, secde et-
mem” dedi. Allah’a “Semi’nâ ve eta’nâ” demedi.
Böylece Allah’a ve yarattığına karşı Mütekebbir
davranmış olur. Bu âyetten günümüzdeki secde
etmeyenler için de bir çıkarım yapabiliriz: İkisi
arasında fark var mı acaba?
“Muhakkak ki, Allah bilir ve siz bilemezsiniz.”
(Nahl-74)
“Hakk yolla ilgili öyle şeyler vardır ki Allah bi-
lir, siz bilemezsiniz. Kendiniz hüküm vermeyin”
diye bizi uyarıyor.
Allah ve O’nun Rasûlü bir işi hükmettiklerin-
de mü’min bir erkek ve mü’min bir kadının o iş-
lerinde kendileri için tercih/seçim hakkı yoktur.
Kim Allah’a ve O’nun Rasûlüne isyan ederse ger-
çekten apaçık bir dalâlete sapmıştır.” (Ahzâb-36)
Âyet “frene bas” diyor. Bir kişi zâhiren ilk ba-
samakta “İnsanın seçimi yoktur” derse yanılır.
Âyet “Şu durumlarda onların seçim hakkı yok-
tur” diyor. Hangi durumda? Bir konuda Allah ve
Rasûlü hükmettiğinde. O zaman artık o mü’min
erkek veya o mü’min kadının o işle ilgili ayrıca
bir seçimi olamaz, “Şöyle yapacağım, şöyle dav-
ranacağım” deme hakkı yoktur. “Seçim yapma
gücü yoktur” değil, bu gücü kullanma hakkı
yoktur. Kullanırsa haddi aşmış olur. Âyet şöyle
tamamlanıyor: Kim Allah’a ve O’nun Rasûlüne
488
YILMAZ DÜNDAR
489
tir. Ve o ellerinizin kazandığıdır, yani fikirleriniz-
le yaptıklarınızdır. Âyet bunu anlatıyor. Kendi
kafanıza uyup da oluşturduğunuz fikirlerinizle
yaptıklarınızdan, Allah’a “Semi’nâ ve eta’nâ” de-
mediğiniz yerlerden başınıza bir çok şey gelir.
Şimdi Bakara Suresi 285 ve 286. âyetleri te-
zekkür edeceğiz.
Euzü Billâhi mineş şeytanir raciym, Bismillâhir
Rahmânir Rahıym. “Âmener rasûlü Bi mâ ünzile
ileyhi min rabbihî vel mü’minûn: Er Rasûl Rab-
binden kendisine inzal olunana Billâhi anlamın-
da îman etti, mü’minler de îman etti.” (Baka-
ra-285)
Meal yapılırken buraya “Billâhi anlamında”
ifadesi eklenmezse, bir kere âyette geçen “B”
harfi, yani “bu îman dûniHİ değildir” anlamı ka-
çırılmış olur. Meâlen “Er Rasûl Rabbinden ken-
disine inzal olunana îman etti, mü’minler de”
denilirse âyet eksik kalmış olur. Bu durumda
okuyan kişi dûniHİ düşünebilir. Dışında, ötesin-
de bir Allah’a ve Rasûl’e îman ediyor olması ona
doğru gelir. Ama âyet “Rasûl kendisine indirilene
Billâhi anlamında îman etti” diyor. Yani kendisini
Allah’ın dışında düşünmeksizin kendisine inene
îman etti. Mü’minler de böyle îman ettiler, ken-
dilerini Allah’ın dışında algılamadılar, öyle dü-
şünmediler. Zaten o günün müşrikleriyle olan
mücadele buydu. Müşrikler Allah’a inanıyorlar-
dı ama dûniHİ! Ama îmanları Efendimiz (SAV)
in açıkladığı “B” mânâsında, “Billâhi” anlamında
bir îman değil. Âmener Rasûlü âyetleri bize nasıl
490
YILMAZ DÜNDAR
491
deriz. Müthiş bir şey. Diğer Ehl-i Kitab bütün
rasûlleri kabul etmez. Biz hiç birini ayırmaksınız
bütün rasûlleri kabul ettiğimizi o zaman da böy-
le söylemişiz.
Sonra “Semi’nâ ve eta’nâ; işittik ve itaat ettik”
dediler. Sonra da; “Ğufraneke rabbena; ğufransın
rabbimiz” diyorlar. Bunu öyle bir yapmışlar, öyle
bir yaşamışlar ki: “Rabbena, rabbena, rabbena;
rabbimiz, rabbimiz, rabbimiz bizi bağışlayıver”
diyerek. Hem bunu, hem “Semi’nâ ve Eta’nâ”yı
öyle yaşıyorlar ki...
DûniHİ hayatın içine o kadar dalmışız ki “İşit-
tik ve itaat ettik” demek bizi ürkütüyor. “Annem
ne der, amcam ne der, sevgilim ne der, karım ne
der?” deyip çekiniyoruz. Ne diyeceklerin listesi
uzun. Halbuki, olması gereken tek şey var: Allah
ne der? “Karım ne der, çocuğum ne der, hocam
ne der?” diyoruz ama bunu listeye yazmıyoruz.
Öyle olunca, “Semi’nâ ve eta’nâ” dememize rağ-
men bir türlü doğru ve gerçek teslimiyeti yakala-
yamayıp tedirgin oluyoruz. Bu yüzden diğer âyet
geliyor. Bu âyet, bir bu tedirginlik içindir, bir de
gerçek bir teslimiyetle “Semi’nâ ve Eta’nâ” diyen-
ler içindir. Onlar dalga dalga öyle bir “Semi’nâ
ve eta’nâ, ğufrâneke Rabbenâ” diyorlar ki Ba-
kara-286 onlara sesleniyor. Bize de “Semi’nâ ve
Eta’nâ demekten korkmayın” diyor.
“Lâ yükellifullâhu nefsen illâ vüs’ahe: Allah
hiç bir nefse kapasitesinin dışındakini teklif et-
mez.” (Bakara-286)
492
YILMAZ DÜNDAR
493
onikiden vurmak demektir. İktisab ise, bir şeyi,
bir hedefi onikiden vurmak için didinmek, çır-
pınmak demektir. Âyete göre; “Her nefsin kesebi
(kazandığı) lehine, iktisabı (çalışıp, didinip ya-
pacağı) da aleyhinedir.” Ancak, eğer siz bu meâli
yaparken MTG’yi, “Semi’nâ ve eta’nâ”yı göz
önünde bulundurmazsanız âyetin kendine özgü
mânâsı düzgün çıkmaz. Biz şimdi âyeti bu bakış-
la mânâlandıralım: Her nefsin kesebi (Müstaki-
len VAR ve Muhtar olan ancak Allah’tır diyerek
MTG yetkisiyle Rabbinin önerisini tercih edenin,
‘İşittik ve itaat ettik’ diyenin Rabbinden öğrenip
kazandığı) dünya ve ahiret hayatında onun lehi-
nedir, iktisabı (Müstakilen varım ve muhtarım
iddiasıyla doğru zannederek uydurduğu heva ve
hevesler için çalışıp didiniyor olsa bile eline ge-
çen) onun aleyhinedir.
Rabbimiz buyuruyor: “Biz sana ‘Semi’nâ ve
eta’nâ’ de” dedik. Eğer ‘Semi’nâ ve eta’nâ’ der-
sen hiç gayret sarf etmeden kazanırsın. ‘Semi’nâ
ve eta’nâ’ dersen, MTG’ye onunla fren yaparsan,
direksiyonu Rabbine çevirirsen hemen kazanır-
sın, hedefi onikiden vurursun. Çünkü Hakk yolu
sen bilemezsin, sana ‘Böyle yap’ diyen Allah bilir.
Bu yüzden, Rabbine yönelip ‘Semi’nâ ve eta’nâ’
dersen kazanırsın. ‘Ben bilirim’ deyip kendine
göre doğru olanı yapacağım diye uğraşırsan,
çalışıp çırpınsan bile aleyhinedir.” Meâl anlaşıl-
dı mı inşâAllah? “Semi’nâ ve eta’nâ” dedin diye
korkma, tedirgin olma, senden kapasitenin dı-
şındakini istemeyiz, bu bir. Bir de sen “Semi’na
ve ata’na; Allahım işittik ve uyduk” dediğinde
494
YILMAZ DÜNDAR
495
Kendisine karşı yardım istediğimiz ve zafer
talep ettiğimiz kâfir; bir bildiğimiz mânâdadır,
bir de kendimizdeki esfele sâfiliyn yapıdır. O
yapımız kâfir değil mi? İşte ona karşı da “Bize
yardım et ve zafer nasib et” diyoruz. Dolayısıyla,
“Âmener Rasûlü” diye bildiğimiz, Hazreti Ömer
radıyallahu anh’ın “Aklı olan bunu okumadan
uyumaz” dediği bu âyetler, bizim için bu ka-
dar önemli, böylesine yol gösterici olduğundan
onların hem okunması hem ders alınması bizi
motive eder, moralimizi düzeltir, bize güç verir.
Bu sebeple o âyetleri bu gördüğümüz mânâsı
ile okumak önemlidir. Yatmadan önce bunu
yapmakla her gün kendinizi motive ederek o
âyetlerle uyumuş olursunuz.
Bir kişi Hakk ve bâtıl konusunda tercihini
daima Rabbinden yana yapmışken, Hakk için
çalışırken, bu konuyu savunurken, bu konunun
destekçisi olurken eğer Allah’a minnet ederse
yanlış yapar. Geldiğimiz yer için bu önemli bir
püf noktasıdır. “Allah’a minnet etmek ne de-
mektir?” önce bunu bir örnekle açıklayalım. Kişi
düşünüyor veya diyor ki, “Bu kadar konu çıkıyor
karşıma, ben hep Allah’ı tercih ediyorum.” Bu
aslında gizlice “Ben müstakilen varım ve muh-
tarım” demektir. Ama o farkında değil. Zaten o
yüzden böyle düşünür: “Konu ne olursa olsun
hep Allah’ı tercih ediyoruz, herhalde bizi unut-
maz. Bu kadar koştuk ettik. Şuraya para harca-
yabilecekken Hac’ca harcadık, şu yatırımı yapa-
cakken buraya yardım ettik, herhalde bunların
bir karşılığı vardır.” Çok tehlikeli! Sakın! Sakın! “O
496
YILMAZ DÜNDAR
497
mezsin. Onu elinden alırsa mahvolursun, çılgına
dönersin. “Tercih” konusunda minnete çok dik-
kat etmek lazım. Biz değil Allah minnet eder.
Bir başka önemli konu nefrettir. Nereden
nereye atladık gibi mi oldu? Her türlü nefret
hastalığa sebep olur, her türlü nefret mutlaka
hastalık olarak çıkar. Sıralayacak olursak ilk ele
almamız gereken nefret kâfirin nefretidir. Nedir
o? O Ğıll’dir. Kur’ân’dan öğrendiğimiz Ğıll odur.
Onu “İnşirah”, “FATİHA ile fetih” ve “Aşağıların
Aşağısı” kitapçıklarında gördük, Ğıll bulunduk-
ça kişi cennete giremez. Ğıll’in esası, anası da
kâfirlerde bulunur, onlar Allah’tan nefret eder-
ler. Hatta öyle nefret ederler ki, Allah’ı hatırlatan
her şeyden nefret ederler. Başörtüsü görür nef-
ret eder, birisinin elinde namazla ilgili tesbih gö-
rür nefret eder, sakal görür nefret eder. Hâlbuki,
müslüman olmayanın sakalından nefret etmez.
Enteresan bir şey! Allah’ı hatırlatan her şeyden
nefret eder. İşte bu hastalığa dönüşür, kesin. Kişi
hastalıkları incelesin, gerisinde Allah’tan nefreti,
Allah’a ait nefreti, Allah’ın sistemiyle ilgili nefre-
ti görecektir. İleride belki o hastalıkları isim isim
yazacağız inşâAllah. Şimdilik yalnızca konuyu
duyuralım diye kısa geçiyoruz.
Peki, mü’min nefret eder mi? Mü’min de nef-
ret eder ama bilmediği için. DûniHİ baktığı için
kendisini dışında zannettiği Allah’a saygılıdır.
Kendisince Allah’a saygılıdır ama mü’min kar-
deşlerinden nefret eder. Bu nasıl bir nefrettir?
Onların zatlarından nefrettir, zatlarından nefret
eder. Nefretin hastalığa dönüşmesinin sebebi
498
YILMAZ DÜNDAR
499
Yeni ambalajlarda uyarı da koymuşlar, kapağın
şişkinliği şu seviyeye gelmişse zehirlidir diye. Ka-
pak çökük olmalı, hafif bir çukurluk olması gere-
kiyor. Clostridium bakterileri özellikle de Clostri-
dium perfringens gaz yapar, o da kapağı şişirir. O
düzeyde üremenin olduğu bir konserve kullanıl-
mışsa şiddetli zehirleme yapar. Ama bir kişi onu
bilmiyor. Gidip o konserveyi açtı, yedi. Bilmiyor
diye konserve onu zehirlemeyecek mi? Zehirler.
Bilmemesi ölçü değil. Nefret de öyledir. “Ben
kaderin öyle olduğunu bilmiyordum” demen
bir şeyi değiştirmez. Kaderle didişirsen o sende
hastalığa dönüşür. Çünkü vücud, Sahibi’yle didi-
şene hizmet etmez.
“Keşke” ifadesi de bir didişmedir. Bir kişi geç-
mişindeki herhangi bir şeye “keşke” diyorsa ka-
derle didişiyordur. “Keşke şöyle olsaydı” diyorsa,
bu pişmanlığı acıya, şikâyete çevirmişse bu onun
bir türlü zihninden çıkmadığı gibi artık içini yak-
maya başlamıştır. Kişi şimdiden yanmaya baş-
lamış, içi yanıyor. “Şu konu açıldı mı hâlâ içim
yanar. Keşke öyle olmasaydı” deyip duruyor.
“Niye?” diyorsunuz. “Sorma, o zamandan beri
hayatın tadı kalmadı” diyor. Bu haliyle o neyi ça-
ğırır biliyor musunuz? Şeker hastalığını! Hayatın
tadı kalmadıysa vücudun da tadı kalmaz. Kader-
le didişmek böyle tehlikelidir. Kaderle didişme
göstergelerinden birisi de sürekli çocukluğuna
dönme isteğidir. Hayatını sevmez, sürekli “Keşke
şu yaşta olsaydım” der durur. İlerideki beyin has-
talıklarının önemli bir sebebi de budur. Çocuk-
luğa dönme arzusu beyni iflas ettirir.
500
YILMAZ DÜNDAR
501
bazı mü’minlerin hastalığı vardır ki çok özel bir
konudur, belki ileride konuşuruz. O hâlin bu ta-
nımlarla ilişkisi yoktur, farklı bir şeydir. Onlara
hastalık verilir ama o içi santim santim muhab-
bet dolu bir hastalık görüntüsüdür.
Konuyu 26. Tefekkür Sayfası ile tamamlayalı:
“Yaratılmışların birbirlerine göre “var” olma-
ları, kesret nuru’nun görüntü sağlama mekaniz-
masıyla oluşur ki; bu durum, günümüz bilimsel
bulguları ışığında hologram prensipleriyle açık-
lanabilmektedir. Ef’al âlemindeki bu “var” oluş,
renk farklılıklarıyla ayırt edilen, şekilleri farklı
suretler olarak görülür. Bu suretlerin hareketle-
rinden ise zaman kavramı ortaya çıkar. İnsanın
“kendinde kendine göre var” olan hali ise, kesret
nuru kaynaklı değildir. Bu “var” oluş hologram
prensiplerine tabi olmadığı için renk ve şekli de
yoktur. Kesret nuru ortamında ama doğrudan
Rububiyet nuru kaynaklı olarak bulunur. Dola-
yısıyla varlığını kesret nuruna bürünerek yansıtır.
İnsandaki “Ben” diyebilme yetkisi, yaratılmışların
birbirlerine göre “var” hallerine değil, işte bu “ken-
dinde kendine göre var” olan hale aittir. İnsanın
“Ben” diyebilmesi ona verilmiş önemli bir imtiyaz
ve ayrıcalıktır. Allah’ın kendi “BEN” demesinden
“KÜN” emri ile başka “Ben” diyebilen kullarını
yaratması sonucu olan, insanın bu “Ben” demesi
hiç kaybolmaz ve yok olmaz. İnsan “yok” olabilir,
“Ben” denilmesi yok olmaz. İnsan geçicidir, “Ben”
diyen Bâki’dir.
502
YILMAZ DÜNDAR
503
temelini ve gereğini oluşturur. Bu sebepten, insan
kendisini bu algı ile yaşarken bulur; böylece esfele
sâfiliyn’e reddedilmiş olur. DûniHi (Dûnillah) algı
“Allah’ın dışı varmış zannı” algısı olup insan için
çok kuvvetli, güçlü ve esas özelliktedir. İnsan ken-
dini içinde bulduğu bu “dûniHi algı”nın bir zann
olduğunu dünya tecrübesiyle fark edemez. Dün-
ya yaşantısında edineceği tecrübeyle bunu fark
edebilmesi ve bundan kurtulabilmesi mümkün
değildir. Bu durum, insanlara Allah’ın bildirme-
siyle öğrenilmiş bir konudur, ancak bu yolla fark
edilebilir.
“Kul zat”ın ahseni takviym yapısının dûniHi
algısı yoktur. Bu sebepten, dûniHi algı ve bu al-
gının zann’larıyla hareket eden esfele sâfiliyn
özellikli nefs, artık “nefsin şerri” diye tanımlanır.
Kesret âleminin görüntülü olan pozisyonu “ve-
him” adı altında tanımlanır ve bu “vehim” tanımı
dûniHi değildir, temelini ise Esmâ’ül Hüsnâ Ka-
nunları teşkil eder. Esfele sâfiliyn özellikli “nefsin
şerri”, bu vehim yaşantısını dûniHi algılar. Bu se-
bepten, nefsin şerrinin “vehim”den kaynaklanan
dûniHi algısına “Vehmin Zulmeti” denir. Böylece;
esfele sâfiliyn, nefsin şerri ve vehmin zulmeti fak-
törlerinin hâkim olduğu bir dûniHi algı ve bu al-
gının zann’larından oluşan bir hayat tarzı insan
için doğallaşır. DûniHi algı ve zannlarıyla Allah’a
yönelmeyi veya Allah konusunu bu zann’larla
değerlendirmeyi Kur’ân MÜTEKEBBİR davranış
olarak belirtmiş, bunun karşılığının CEHENNEM
olduğunu bildirmiştir.”
504
17.
SÂLİH AMEL BÖLÜMÜ: İLİŞKİLER
505
Yönelişimizde bir beyanda bulunduk: Ke-
sinlikle şehâdet ederim ki; “Müstakilen VAR ve
Muhtar” olan ancak ALLAH’tır. Başka “Müstaki-
len VAR ve Muhtar” YOKTUR. Başka “Müstaki-
len VAR ve Muhtar” iddiaları yalandır, iftiradır,
bâtıldır ve “YOK” hükmündedir. Ve yine kesin-
likle şehâdet ederim ki; Hz. Muhammed Musta-
fa (SAV) Efendimiz, Allah’ın Kulu ve Rasûlü’dür”
dedik. Bu beyanımızla ilgili bir de duâda bu-
lunduk; “Alâ hâzihiş şehâdeti nahyâ ve aleyhâ
nemûtü ve aleyhâ nüb’asü İnşâAllah.” Âmîn.
“Allahım bir şehâdette bulundum. Beni işte bu
şehâdet üzerine yaşatıver, bu şehâdet üzerine
canımı alıver, bu şehâdet üzere de diriltiver.”
Âmîn.
Bu noktadan şimdi İlişkiler’e geçiyoruz. İliş-
kiler kısmında bu yaptığımız duayı kendimize
söylerken, yani onu kendimiz için bir karara dö-
nüştürürken -aynı mânâda olmak üzere- şöyle
deriz: “Allahım’a bir şehâdette bulundum. Bu
şehâdete uygun bir hayat tarzı oluşturmalıyım,
bu şehâdetin idrakıyla son nefesimi vermeliyim,
bu şehâdetin idrakıyla da yeniden dirilmeliyim,
inşâAllah. Ya Allah, Bismillah.” Rabbimize yönel-
dik ve bir şehâdette bulunduk, dedik ki; Allahım
bu şehâdet üzere beni yaşatıver. Dikkat edin,
“Bu şehâdet üzerine yaşayacağım Allahım” de-
miyorum. Yöneliş cümlemizde, Allah’a söyler-
kenki cümlemizde “Allahım bu şehâdet üzere
beni yaşatıver, bu şehâdet üzere canımı alıver,
bu şehâdet üzere de beni diriltiver” diyorum.
Yöneldik ve ilişkilere yani hayata döndüğümüz-
506
YILMAZ DÜNDAR
507
re bir hayat tarzı oluşturmalıyım. Dünya kural-
larına göre, birisinden bir şey istediğinizde ise;
bana şu yetkili bunu verecek dersiniz. Farkı izah
edebildim mi? Bu fark çok önemli ve bu dün-
ya kurallarına uymaz. Dünya hayatıyla âhiretin
hiç ilişkisi yoktur, hiç. Siz “Allah bana şunu ve-
recek” diyemezsiniz, bu amel olmaz. Orada sen
yoksun. Senin olmadığın amelde sevabın olmaz.
Yönelişte sen olursan bozulur. Allah’a yöneldi-
ğin zaman sen olmamalısın, cümlelerinde. O
yüzden Yönelişte diyorsun ki, Allahım bana ve-
river. İlişkilere döndüğünde “Allahım bana ver”
mânâsına gelmek üzere “Şöyle yapmalıyım, bu
şehâdet üzere yaşamalıyım” diyorsun. Hâlbuki,
dünya dilinde ne diyorsun? İstedim, verecek. Ne
kadar farklı değil mi? Bir iş bu kadar açık olabilir.
Bu konuştuklarımız ileri bir nokta değil, baş-
langıç noktası. Henüz başlama çizgisini konuşu-
yoruz.
508
18.
İNSANIN “FİTNE” İLE İMTİHANI
ve İBTİLA EDİLİŞİ
509
başlangıç çizgisi için önemli, onu anlamaya ça-
lışalım.
Kurtuluş için beyan yeterli sayılmıyor, kurtu-
luş için doğru beyanı yeterli sanmayalım. Beyan
ile ilgili imtihanı oluşturan bir dünya hayatı var.
Bu âyetten anlıyoruz ki yaptığımız beyanla il-
gili imtihana “Dünya İmtihanı” denmiş. Ancak
âyette imtihan yerine kullanılan kelime bizim
için çok ders verici. Çünkü o kelime imtihanın
hem tipini hem sorusunu doğrudan belirtiyor.
“Fitne” kelimesinde hem imtihanın özelliği var,
hem sorunun kendisi var. Bu bir imtihan ama
imtihanın özel bir ismi var; fitneye tâbi tutul-
mak. “İnsanlar fitneye tâbi tutulmadan” ifadesi
bu imtihanın tipini ve sorusunu gösteriyor. Fit-
ne kafa karıştıran hamlelerdir, bir konuda ikilem
oluşturan fikir ve görüşlerdir, kararsızlığa sebep
olan hücumlardır. Bu gibi şeylerin tümünü “fit-
ne” kelimesi içerir. Tümünü bir kelimeyle tanım-
layacak olursak fitne ikilem demektir. İnsanlar
fitneye düşürülmeden, yani ikileme düşürülme-
den, tereddüde düşürülmeden, îmanıyla ilgili
bir tereddüde düşürülmeden bırakılacaklarını
mı sandılar? Âyetten öğrendik, imtihan sorusu
bizde ikilem oluşturan zannlardır. Neye karşı?
Âmentü Billâhi îmanına karşı. Yalnızca bu konu-
da ikilem oluşturan zannlar. İmtihanın sorusu
bu.
Buraya bir küçük parantez açalım. “Dünya ha-
yatı bu konuda bir fitnedir” demek, “Dünya ha-
yatı öyle bir şeydir ki insanların çoğunu Allah’ın
varlığı hakkında tereddüde sokar, inananları ise
510
YILMAZ DÜNDAR
511
öyle görür. Ve ürker. Ve korkar. İmtihanın deh-
şetinden korkar. Öğrenciler sınava girmişler ama
sınav kağıdını henüz açmamışlar, laylaylom ya-
pıyorlar. Sınav kağıdını hele bir aç. Açınca da ya-
pabilecek misin? İşte o zaman görür, ödü kopar.
Bunu görmüş kişinin de ödü kopar, çocuğum
bu imtihanı nasıl başaracak, eşim nasıl başara-
cak diye. Niye? Çünkü kağıtlarını açmamışlar,
laylaylom yapıyorlar. Sen korkarsın, çünkü sınav
kağıdını gördün hem de net gördün. Ve o sınav
sonucuna göre muameleyi gördün. Hayat tarzı
çok önemlidir. Öyle önemli bir şeydir ve o ka-
dar ayrıdır ki Mü’minun Sûresi 67. âyet hayat
tarzıyla ilgili gözden kaçan, fark edemediğimiz
âyetlerden birisidir.
“O’na (Billâhi îmana) müstekbirler olarak,
geceleyin hezeyan ediyorsunuz.” (Müminun-67)
Biraz açıklayalım, hemen anlaşılacak. Âyet
diyor ki; “Size Billâhi îman açıklandığında, yani
‘Müstakilen VAR ve muhtar olan ancak Allah’tır,
başka müstakilen VAR ve muhtar YOKTUR’ de-
nildiğinde müstekbirler olarak; ‘Hâyır, ben de
müstakilen VARIM ve muhtarım’ diyerek ge-
celeyin hezeyan ediyorsunuz, yani bu iddianıza
göre geceliyorsunuz. Sabaha kadar eğleniyor-
sunuz, sabaha kadar bu iddianızı kuvvetlendi-
recek şeylerle meşgulsünüz, alkolünden, eğlen-
cesinden, dedikodusuna kadar. Gece yaptığınız
“Müstakilen VARIM ve Muhtarım” yarışının
gündüz de sohbetiyle meşgulsünüz, birbirinizi
bununla derecelendiriyorsunuz. Hayat tarzı bu
kadar önemlidir. Hayat tarzının farkını görmek
512
YILMAZ DÜNDAR
513
kaybeder. Kaybedenin peşine takılırsan sen de
kaybedersin. Kaza yapacak şoförün otobüsüne
binmişsin kazayı beraber yaparsınız. Sonucu bil-
mem ama kaza yapacağı kesin. Bir hadisten çı-
karacağımız mânâ şöyledir: Hayat tarzınız kime
benziyorsa, kiminse siz ondan sayılırsınız. De-
mek ki imtihanın özelliği bilgi sunmak değil, bir
amel içeren tercih.
Dünya hayatı işte bu fitne edilen konuday-
sa, yani bir fitne imtihanıysa, insanın bu terci-
hi yapacak donanıma sahip olması gerekir. Bu
sonuca vardık. Bu çok önemli ve hayatınızı çok
etkileyecek bir sonuçtur. Eğer böyle bir tercih
imtihanı koymuşsa Rabbimiz, böyle bir ter-
cih varsa insanda böyle bir tercihi yapabileceği
donanımın olması lazım. İnsan bu tercihe na-
sıl zorlanıyor ileride âyetlerde göreceğiz, bizzat
Kur’ân’dan ders yaparak göreceğiz. İşte bu do-
nanım MTG’dir. Bunun detaylarını kitapçıkla-
rımızda paylaştık, burada yalnızca isim olarak
geçiyoruz.
“Andolsun ki; onlardan öncekileri de fitne et-
mişizdir. Allah elbette sâdıkları bilecek ve elbet-
te yalancıları da bilecek.” (Ankebût-3)
“Biz elbette ibtilâ (imtihan) edenleriz.”
(Mü’minun-30)
Bu iki âyetten de öğreniyoruz ki imtihan var.
Ancak âyetin demek istediklerine bir bakalım.
Az önce âyetten fitne konusunu öğrendik. Şim-
di ise özellikle Mü’minun-30’da imtihanın bir
özelliğini daha öğreniyoruz; biz elbette ibtilâ/
514
YILMAZ DÜNDAR
515
ret cümlesiyle kurulmuş bir âyettir, bunu tev-
hid cümlesiyle meâllendirmek inananlara hak-
sızlık olur. Âyetin kesret mânâsı vardır. Kesrete
ait mânâlarda şu prensip çok önemlidir. Dünya
hayatıyla ilgili bir konuyu kendinize veya başka-
sına izah ederken kader cümlesi kuramazsınız,
bundan sakının! Bu çok önemli bir uyarıdır ve
bu uyarıyı herhangi bir yerde göremeyebilirsi-
niz. Ancak Kur’ân ve hadislerde görebilirsiniz,
eğer bakabilirseniz. İlişkilerde kader cümlesi
kurmak, öyle konuşmak, öyle anlatmak yanıltır.
Basit bir örnek verelim, siz bunu benzeterek ör-
nekleri çoğaltın. Çocuğunuz bir sınava çalışıyor.
Anne babasının da namazla niyazla, tasavvufla
meşgul olduğunu biliyor. Bir şey oldu ona; “Yav-
rucuğum, haydi çalış da sınavını geç” dediniz.
Sonra içinizden “Ona böyle öğüt verdim ama bu
benim okuduğum tasavvufa hiç uymadı” diye
geçirdiniz. Öyle olunca da hemen eklediniz; ger-
çi senin elinde bir şey yok ama! Yani işi kader
cümlesine bağladınız. Olmadı. İslâm’da bu yok,
bu yaklaşım ameli bozar, ameli kaldırır, kafayı
karıştırır. Sen ona “Gerçi elinde bir şey yok ama”
deyince çocuk niye çalışsın? Sapkın fırkaları ko-
nuştuk, sapkın fırkalar böyle çıkmıştır. Bu nokta-
da sapmamak için kural budur; dünya hayatıyla
ilgili bir şeyi kendinizle veya birisiyle paylaşırken
kader cümlesiyle ifade olmaz. Kader cümlesi za-
ten sizin elbiseniz, onu çıkarırsanız çıplak olur-
sunuz, o hep olacak, onsuz olamazsınız. Konuya
başlarken üç farklı cümle tipi ve davranışı söy-
ledik. Yönelişte “Allahım beni bu şehâdet üzere
516
YILMAZ DÜNDAR
517
vam ediyor: “Oysa siz cehennemlik ameller yap-
tığı için kişi cehenneme gider sanıyorsunuz.” Biz
bir kişi cehennemlik ameller yaptığı için oraya
gider sanıyoruz, tefsir yapan bize öğretiyor; kişi
cehennemlik dilendiği için cehennemlik ameller
yapar. “Siz şöyle sanıyorsunuz” dediği cümle de
doğru, tefsirde önerdiği cümle de doğru. Ama
bakın ne oluyor? İlla birisi tercih edilerek tevhid
bölünüyor. Kur’ân açık açık uyardığı halde, “Size
iki ayrı bakış açısı sunuyoruz, onlardan birine
yaslanmayın” dediği halde meâllerde veya ki-
taplarda o bakış açılarından birisine dayanılıyor.
Biraz önce “ibtila” kelimesinin tevhid diliyle iza-
hında bir cümle kurup; “Biz kulu nasıl dilemişsek
dünya hayatında o emrin, o hükmün açılmasını
sağlayacak denemeler yaparız” dedik. Kişi buna
inandığında doğrunun bu yarısına inanmış oldu.
Burada da “Kul cehennemlik dilendiği için ce-
hennemlik ameller yapar” bilgisini seçiyor. Doğ-
ru ama İslâm’a başlangıç çizgisi olarak tek başına
bir mânâ ifade etmez, kul için başlangıç çizgisi
olmaz. O kader cümlesidir, kader cümlesiyle
dünya hayatı izah edilemez. Dünya hayatında
hiç bir işe kader cümlesiyle başlayamazsınız.
başında veya sonunda “İnşâAllah” demek bir
cümleyi kader cümlesi yapmaz. İnşâAllah tesli-
miyettir, ameli kaldırmaz. “Allah’a bir şehâdette
bulundum, o şehâdete uygun bir hayat tarzı
oluşturmam gerekiyor, inşâAllah” dediğimde
amel kalkmaz. “Benim elimde bir şey yok” der-
seniz amel kalkar. O zaman Kur’ân’a ters düşer-
siniz, imtihana da ters düşersiniz.
518
YILMAZ DÜNDAR
519
faza buyur ya Rabbi. Kurduğumuz bu cümle
kader cümlesidir, Allah’la aranızdaki cümledir,
insanlarla değil. Onu bozarsanız îmanınız bo-
zulur. Hayata, insanlarla ilişkilere döndüğümde
aynı mânâda olmak üzere “Cehennemlik amel-
ler yaparsam cehenneme giderim” kuralı vardır.
Allah’a yöneldiğin kuralla ilişkiler olmaz. Dedi-
ğimiz budur. Bir önceki paylaşımda Efendimiz
(SAV) in hadislerini ve âyetleri okuduk, sapkın
fırkalar Allah’a yöneldiği cümleyle hayat kur-
duğu için, Efendimiz “Onların İslâm’dan nasibi
yoktur” buyuruyor. İnsanlarla yaşantıda kurdu-
ğu cümleyle Allah’a yönelen için de “İslam’dan
nasibi yoktur” diyor. Hepsi âyet ve hadis. Bir âlim
gerekmeksizin hemen anlayacağınız basitlikte
ve kolaylıkta. Bakın lütfen.
Başlangıç Çizgisi tâlip için olmazsa olmaz
önemde bir şeydir. Neden? Size kelebeklerden
örnek vereyim, kelebeklerin hayat döngüsün-
den bir mânâ çıkaralım, o kıssadan hisse çıka-
ralım. Kelebeklerin hayat döngüsünde sıralama
şöyledir; yumurtalar, yumurtadan kurtçuklar
çıkar, kurtçuklar koza yaparlar, kozalardan ke-
lebekler çıkar. Bu döngünün başlangıç çizgisi
kurtçuk olmaktır. Yumurtadan çıkış başlangıç
çizgisidir, o da kurtçuktur. Lütfen dikkat buyu-
run. Kurtçuklar öğrendiler ki kendilerinin ileri
yaşantıları kelebek. Bir kelebeğe bir de kurtçuğa
bakın. Kelebek dediğin renkli renkli, uçuyor, ge-
ziyor. Kimse kurtçuk koleksiyonu yapmaz ama
kelebek koleksiyonları... İşte bunların sohbetini
yapan kurtçuklar kurtçuk olmak istemiyorlar.
520
YILMAZ DÜNDAR
521
dun. Olmadı. Başlangıç çizgisi böyle çok önemli.
Kurt ve kelebek işi anlaşılabildi mi acaba? Kele-
bek muhabbetiyle uğraşırsanız olmaz. Başlangıç
çizgisini iyi tarif edeceksiniz ve hakkını verecek-
siniz. Göreceksiniz ki bir kurtçuk niçin kurtçuk
olduğunu kelebek olunca öğreniyor. Kelebek
olmuşsa daha önce niçin kurtçuk olduğunu öğ-
renir. Ama niye kelebek olduğunu hiçbir zaman
kurtçukken öğrenemez.
Mü’minun-30 ibtila ile imtihanın özelliğini
daha genişletti. Ankebût-3 imtihanı fitne ile ta-
nımlamıştı; “Andolsun, onlardan öncekileri de
fitne etmişizdir. Allah elbette sâdıkları bilecek ve
elbette yalancıları da bilecek” demişti. Demek
ki sâdık ve yalancı olmak üzere iki tercih var, iki
yoldan birisi tercih edilecek. Sâdık veya yalan-
cı kim? Sâdık Allah’a verdiği söze sâdık olandır.
“Allâhümme ente rabbiy” dedi, “Müstakilen
VAR ve Muhtar olan ancak Allah’tır” dedi, sâdık
bu sözü unutmayandır. Yalancı, Allah üzerine ya-
lan söyleyendir, “Müstakilen VARIM ve Muhta-
rım” iddiasında bulunandır, sahte mütekebbirlik
yapandır. Bu fitne imtihanıyla, ikilemle bunlar
ayrılacak. Elbette Allah sâdıkları da yalancıları
da bilecek. İmtihan konusu için “Allah bilecek”
cümlesini iyi anlamamız lazım. Allah zaten bilen
değil midir? İhlas Sûresi’ne uymayan mânâlar
zihnimizde yer etmemelidir. Allah zaten bilen-
dir. Öyleyse, bu ifadedeki mânâ dünya hayatı
için dikkat etmemiz gereken önemli bir nokta-
yı haber verdiği gibi, bir de tamamen bir kesret
cümlesi olduğunu, kader cümlesi olmadığını
522
YILMAZ DÜNDAR
523
giren sınavın sonucuna şâhit olmuş oluyor. Ken-
di kapasitesine şâhit oldu, “Ben seksenlikmişim”
dedi. O sonuç sınava girene lazım, başka kimseyi
ilgilendirmiyor. Bu bakışla imtihanın özelliği çok
önemli. İmtihan birisinin bilmesi için değil, senin
kaç puanlık olduğunu öğrenmen için. Öğrendin.
Sınavda doksan alanlar işe alındı diye gidip iti-
raz etmezsin, beni niye almadınız demezsin.
Hakk gereği kendi puanına şâhit oldun. Peki, iş
için imtihanı açan? Onun görevi başka. O şâhit
olduğun bu duruma göre muamele yapar. Sen
kapasiteni öğrenirsin, kendine şâhit olursun. İş
veren ise sana o sonuca göre muamele yapar.
Bunu dünya hayatı sınavına ve onun sonucu
olan cennet cehennem hesabına benzetecek
olursak, âyetten şunu öğreniyoruz:
Siz bu sınavla kendinize şâhit olursunuz. Şa-
hit olduğunuz bu hale göre size muamele yapılır,
zulmedilmez.
524
19.
BEYAN-KAZANILMIŞ BEYAN-DEĞİŞİM
525
yoruz. Diyorlar ki; zürafalar ağaçların üst kısım-
larındaki yaprakları yemek istiyor ama boyları
yetmiyor. Sürekli oraya uzanıyorlar. Bu kuşaklar
boyu böyle devam edince, genlerindeki değişim-
le onların boyları, boyunları o yaprakları yiyecek
hale gelmiştir. Bu bir hipotez, bir görüş, kanıt-
lanmış birşey değil. Biz buradan çıkaracağımız
mânâyı alalım. Zürafaların boylarının, boyunla-
rının uzun olma hali bir değişimdir. Değişmeleri
gerekiyordu, değişime uğradılar. Ne için? Hedef-
leri olan yaprakları yiyebilmeleri için. Bu değişim
nasıl oluyor? Onun olması için önce arzu gere-
kiyor. Yukarıdaki yaprağı arzuluyor. Şiddetli ve
ısrarlı bir arzu şart. Sonra o arzuya uygun gay-
ret gerekiyor. İşte o gayretle genlerine tesir eden
bir kazanım var. Artık o onun kazanımı. O ka-
zanım sonra değişime dönüşüyor. Bu sırayı an-
latabildim mi? Arzu, gayret, kazanım, değişim.
Şimdi imtihana böyle bakalım. Kişi âhiretteki
yaşantısının değişimini dünyada tamamlayacak
ve o değişime uygun yer neresiyse oraya gide-
cek. Ama o değişimin olması için arzu lazım, o
arzuya uygun da gayret lazım. Ki o gayretle bir
kazanım oluşsun ve o kazanım bir değişime dö-
nüşsün. Dolayısıyla, Hakk veya bâtıldan birini
seçenin onu nasıl arzuluyor olduğu önemlidir.
Bir bakın nasıl önemsiyor? Sonra nasıl o yönde
gayret ediyor? Nasıl o yönde kazanımı var? O
yönde genleri nasıl değişiyor? Ve görmediğimiz
suretlere bürünüyor. İşte değişim süreci! Arzu,
gayret ve kazanım değişim için olmazsa olmaz
şarttır.
526
YILMAZ DÜNDAR
527
gerçek şehâdeti oluşur. Sonuç olarak beyan “ka-
zanılmış beyan”a dönüşür. Kazanılmış beyan da
değişime dönüşür. Bu çok önemli birşey. Konu-
nun sonunda İhlas Sûresi’yle göreceğiz.
“Allahım senden şöyle duydum” demek yet-
miyor. Beyan yetmez, duyduklarınızı kazanıma
çevirmeniz gerekiyor. Sınavda böyle bir zincir
var. “Beyan” ne kadar “kazanılmış beyan” ise o
derece kuvvetli değişim olur. O yüzden nefsin
farklı mertebeleri vardır. Beyan ne derece kaza-
nılmış beyansa değişim o derece kuvvetli olur.
Değişim’i ileride izah edeceğiz, o bir surettir, so-
mut bir şeydir. Dolayısıyla zincir “beyan, kazanıl-
mış beyan, değişim” şeklindedir.
Bu paragrafın yeri konunun sonunda ama
burada da bir iki cümle olsun. İhlas Sûresi “Kul;
de, söyle, beyan et” diyerek başlıyor. Demek ki,
“HUvallahu Ehad, Allahu’s Samed” bir beyandır.
Bunu duydun ve “Lem yelid ve lem yûled” diye-
rek hayata başladın. Sonra çalışmalarınla tespit
ettin ki “Ve lem yekün lehü küfüven ehad.” Bu
kazanılmış beyandır. Duyduğunu kazanıma çe-
virdin ve bir tespitin var, öyleyse değişeceksin.
Sınav böyle şekilleniyor; “Beyan, kazanılmış
beyan, değişim gerçeği” dünya hayatında beyanı
belirleyen tercih temeline oturtulmuş bir dene-
me ile şekilleniyor. İnanmayanların da bir beyanı
var. Onlar Allah’a karşı bir iftirayla beyanda bu-
lunuyorlar. Bu beyanlarını kazanıma çeviriyorlar.
Bu kazanımlarına göre bir değişime uğruyorlar.
Âhiret için.
528
20.
“MUHTARİYETİ TERCİH GÜCÜ”
YETKİSİYLE “HAKK” VEYA “BÂTIL”I TERCİH
529
fillere, davranışlara, düşüncelere, fikirlere dönü-
şür. O işte Muhtariyet Gücü’dür. MTG’ye gele-
ceğiz. Nefs kararlarını MTG’nin esası olan Muh-
tariyet Gücü ile oluşturur, Kul Zat seviyesinden
de hüküm verir. Bu cümleleri ancak kesret diliyle
söyleyebiliriz, tevhid diline uymaz. Muhtariyet
Gücü ile nefs kararlarını oluşturur, Kul Zat sevi-
yesinden hüküm verir.
Fitne vasıflı imtihanın sağlayacağı değişim
Hakk ile bâtıl arasındaki “Tercih”e bağlanmıştır.
Nefs dûniHİ algı ve zannları ile karşılaşınca ve
Hakk bilgileri de duyunca onda Hakk ve Bâtıl
ayrımı oluşmuş ve bu konuda fonksiyon gören
“Tercih” özelleşmiş ve imtihana tâbi tutulmuş-
tur. Burayı biraz izah edeyim. Esas olan Muhta-
riyet Gücü’dür ve devam edecektir, dünyada ve
ahirette. Muhtariyet Gücü varken Tercih Gücü
yoktur, yani Hakk’la bâtıl arasında “tercih” gücü
henüz orada fonksiyon kazanmamıştır. Ama in-
san Esfele Sâfiliyn’e gelip dûniHİ algı ve zannları-
nı tanıyınca, kendisini orada bulunca, Hakk bil-
gileri de duyunca işte o iki şeyi görünce; bir ona
bir ona bakıp tercih zorunda kalınca Muhtariyet
Gücü’nden tercih fonksiyonu kuvvetlenmiş ve
açığa çıkmıştır. Böylece Muhtariyet Gücü dün-
ya hayatı imtihanı içerisinde Muhtariyeti Tercih
Gücü olmuştur.
MTG’nin T’si ile, yani tercihle nefsler iki şey-
den birini seçerler. Ya dûniHİ algı ve zannlarını
veya Billâhi anlamda îman ve gereğini seçerler.
DûniHİ algı ve zannlarını tercih eden nefs “Müs-
takilen VARIM ve Muhtarım” iddiası ile kendi
530
YILMAZ DÜNDAR
531
recelidir, birisi beğenir, birisi beğenmez. Âyette
bahsedilen bu değil. Onun kurallarını siz ko-
yamazsınız, o kuralı Allah koyar. Öyleyse ayete
konuşma tarzı ile ilgili kuralı koyan Allah’a göre
bakacaksınız, mânâyı öyle bulacaksınız. Âyete
dikkat edin, “Onları namazlarından tanırsınız”
demiyor. Çünkü namaz kılabilirler. “Oruçların-
dan tanırsın” demiyor, oruç tutabilirler. “Hâyır
hasenattan tanırsın” demiyor, hâyır hasenat ya-
pabilirler. Bütün bunları yapıyor oldukları için
kendilerini doğru zannedebilirler. Ama âyet
“Oralardan tanırsın” demiyor, çünkü onlar seni
yanıltabilir. O yüzden, namazına tesbihine alda-
nıp bir esnafa giriyorsun, alışverişte daha önce
hiç olmadığı kadar kandırılmış olarak çıkıyor-
sun. Niye? Yöntemin yanlış. Âyet onu namazın-
dan tesbihinden tanırsın demiyor. Konuşma-
sından, sözün söyleniş tarzından tanırsın diyor.
Peki sözden nasıl tanıyacağız? Bu âyetten öğre-
niyoruz ki, bizi ele verecek şey konuşmamızdır,
konuşmamızı oluşturan fikirlerimizdir, fikirleri-
mizle birlikte yorumlarımızdır. Başlangıç çizgisi
için esas bunlar çok önemlidir.
Konuşmak önemli şeyler sıralamasında çok
önemseyeceğimiz bir şey. Onu not edelim,
âyetteki “Konuşmasından tanırsın” ifadesini
nasıl anlayacağımıza bakalım: Biz ona bir yetki
verdik, o da bize bir söz verdi. Sen onun konuş-
masına bir bak, o yetkiyi nasıl kullanıyor? Konu-
şurken Allah’a verdiği sözle ilgili nasıl davranı-
yor? Fikirleri, düşünceleri, arzu ve istekleri Rab-
bine verdiği söze uygun mu? Kurduğu cümleler
532
YILMAZ DÜNDAR
533
“Ölmeden önce ölmek” başlangıç çizgisinde
nasıldır? Onun nefsin her kademesinde farklı bir
tarifi vardır, başlangıç çizgisinde şöyle açalım: Bir
esfele sâfiliyn yapı, yani esfele sâfiliyn kapsamın-
da beyan etmiş, öyle bir kazanımla da değişim
yapmış ve ruhunu böyle teslim etmiş olan kişi
ölünce, yani anlayınca ne diyor? Kur’ân’dan öğ-
reniyoruz ki, “Eyvah, yâ Rabbi, beni geri gönder,
orada bıraktıklarımla sâlih amel yapayım” diyor.
Yine âyetten öğreniyoruz ki bu asla mümkün de-
ğil. “Asla mümkün değildir” hitabının öncelikle
iki mânâsı var: Bir, fiziksel olarak mümkün değil.
İki, göndersek de birşey değişmez, sen aynı olur-
sun. Çünkü bir âyet var; “Değişmezsiniz” diyor.
Bu kişi “Rabbimiz bizi geri gönder” diye ne za-
man yalvarıyor? Ölünce! Rabbin sana bir tecrü-
beden bahsediyor, “Onlar ölünce böyle diyecek”
diyor. Biliyorsunuz, aklını az kullananlar durma-
dan denerler, hep aynı hatayı yaparlar, başlarına
hep aynı şey gelir. Akıllarını orta düzeyde kul-
lananlar bir hata yaparsa ders alır, o hatayı tek-
rarlamaz. başkalarının. Daha ileri akıl kullanan-
lar yaşanmış tecrübelerden yararlanarak hata
yapmaktan korunurlar. “Ölmeden önce ölmek”
orta hâl için bir uyarıdır. Rabbimiz bir tecrübe
öğretiyor, onlar ölünce böyle der, sen şimdiden
fark et. Öğrendik ve “Ben ölmeden önce bunu
söyleyeyim” diyoruz. İşte bunu demekle, bu gay-
rete girmekle sen ölmeden önce ölmüş olursun.
Başlangıç çizgisindeki ölmeden önce ölmek bu-
dur. Diğerinin ölünce söylediğini sen ölmeden
söylersen, ölmeden önce ölmüş olursun, öl-
534
YILMAZ DÜNDAR
535
çıkar. “Tövbesine tövbe etmek diye bir şey var”
deyip rahatlıkla günah işleyenler var. Kişi işlediği
günaha tövbe etmiş, sonra günahına tövbe et-
menin yanlış olduğunu anlamış, yani yaptığı işin
günah olmadığını anlamış, tövbesine tövbe edi-
yor. Hâyır! Hâşâ! Öyle bir şey yok. Bunlar hiç bu
işi bilmeyenlerin uydurmalarıdır, amel sevme-
yenlerin hoşuna gitmesi nedeniyledir. Başlangıç
çizgisinde tövbesine tövbe etmek şudur: Kişi
müstakil bir varlığının olmadığını, müstakilen
VAR ve muhtar olanın Allah olduğunu anladı,
şimdi tövbe ediyor ve beyan ediyor: “Allahım,
Müstakilen VAR ve Muhtar olan ancak SENSİN.
Başka Müstakilen VAR ve Muhtar YOKTUR. Ben
senin verdiğin yetkiyle var görünen halime senin
adına BEN derim. Bunu fark etmeden önce sana
tövbe ederken kendi adıma BEN diyerek tövbe
ediyordum. İşte şimdi o tövbelerimin edepsizli-
ğine tövbe ediyorum. Allahım öğrendim ki senin
adına BEN demem lazım. Müstakilen VAR ve
Muhtar olarak BEN diyemem. Oysa daha önce
Müstakilen VAR ve Muhtar BEN’le tövbe edi-
yordum ve sana ‘Söz veriyorum, bir daha yap-
mayacağım’ diyordum. İşte edebe uygun olma-
yan o tövbe edişlerime tövbe ederim yâ Rabbi”
diyorsun. Yoksa günaha yapılan tövbeye tövbe
edilmez, öğrenilenler hatayı kaldırmaz. Konuyu
yanlış anlamayalım. “Tövbesine tövbe ediyor,
demek ki ona günahlar serbest” diye düşünmek
olmaz. Tasavvuf size İslâm kurallarını daha sıkı
yapmıyorsa, sizin İslamî hayat tarzına sıkı sıkıya
yapışmanıza yol açmıyorsa yanlış yoldasınız. Bu
536
YILMAZ DÜNDAR
537
kurma. Kurtçukken kurma, kelebek olunca ba-
karsın. Şikâyet cümlesi kurma, şikâyetleri soh-
bet zannetme, hele de teknolojiyi kullanarak bu
işleri yapma. Şikâyet Şâki’nin dili demektir ve
doğrudan Allah’a iftira etmek demektir. Konu
ne olursa olsun şikâyet etme. Nasıl cümle ku-
racağım diyorsan, ne yap et duâ cümlesi kur,
duygunu/cümleni duaya çevir. İki: Bir cümle
kurduğunda müstakilen BEN’i mi kıyaslıyorsun,
buna dikkat et. Başlangıçta sakın kıyas cümlesi
kurma. “Benim yemeğim güzel, ben ondan iyi
kek yaparım, benim arabam büyük, ben güzelim
o çirkin, ben zayıfım o şişman” deyip de kıyas
yapma. Allah’ı eleştiriyorsun. Hele bunları bir
yapma, bir sus! Derler ya, konuştukça batıyor-
sun. Üç: Sakın kendini metheden cümle kurma.
Çünkü bilmeden “Müstakilen VAR ve Muhtar”
hale düşersin. “Ben şöyle namaz kılarım, o öyle
kılmıyor. Ben şöyle oruç tutarım, Şöyle hacca
gittim, bir umre yaptım ki sorma.” Hepsinin ne
olduğunu nasıl olduğunu Allah bilir, sen ne bili-
yorsun. Allah’ın işine karıştın mı sistem hemen
karşılığını verir, Allah muhafaza etsin. Acil olan
ilk üç iş bu. Bunu başarırsanız diğer maddeler
gelir. Bunu okuyunca kişi “Tamam, kendi adıma
BEN demeyeceğim” diyor ama bütün gün onu
yapıyorsun.
Nefslerin dünya hayatındaki süreçlerin-
de Hakk ve bâtıl arasında seçim yaptıklarını,
bu tercihlerini de MTG yetkisiyle yaptıklarını
Kur’ân’dan ders edelim. Çünkü biz MTG deyin-
ce bu tanımı bizim çıkardığımızı zannediyorlar.
538
YILMAZ DÜNDAR
539
sin insanlar, muhsin erkekler” demedi. Muhsin
kadınlar için çok müjdeleyici bir âyet. Muhsin
kadın -âyetten alıyoruz ki- dünya hayatını ve
onun ziynetini seçmeyendir. Ama bu ne demek
çok iyi anlaşılmalıdır. Dünya hayatını ve ziyneti-
ni seçmemek, dünyayı ve dünya nimetlerini terk
değildir. Yanlış anlaşılırsa zavallı müslümanlar
çıkar. O zaman kim hayr yapacak, kim zekât ve-
recek, kim yönetecek? Öyle şey olur mu? Bura-
daki mânâyı iyi anlamak lazım. Dünya hayatı ve
onun ziyneti eşya, ev, bark, gezmek, dolaşmak
demek değildir. Muhsin kadın hayatını ve ziy-
netini bağışlayandır, âyetten anladığımız muh-
sin kadın budur. Çünkü Efendimizin eşleri Allah
ve Rasûlü’nü seçtiler, işte onlara yüksek müka-
fat var. Bir âyetten öğreniyoruz ki Rasûlullah
Efendimiz’in eşleri için mükafat ayrıca katlanır.
Allah muhafaza etsin, tersinde de ceza katlanır.
Dünya hayatını ve ziynetini bağışlayan muhsin
kadın neyi terk etti? Dünyanın ziyneti nedir?
Dünyanın bir ziyneti vardır, “Müstakilen VARIM
ve Muhtarım” iddiası! Dünyanın ziyneti budur.
Bunu terk edeceksin. Dünyayı seçmek müsta-
killiği seçmek demektir. Allah ve Rasûlü’nü seç-
mek, “Müstakilen VAR ve Muhtar olan ancak
Allah’tır, Hazreti Muhammed Mustafa sallal-
lahu aleyhi vesellem onun Kulu ve Rasûlü’dür”
demektir, bu hayat tarzını seçmektir. Dünyayı
terk dünya malzemelerini terk değildir. Bunu en
üst seviyede yapan Hazreti Meryem validemiz-
dir. Kur’ân’da adı geçen tek kadın olarak bu yüz-
den örnek verilir ve övülür. Onun bu bakımdan
540
YILMAZ DÜNDAR
541
“Ey Nebî, eşlerine sor” hitabı dünya imtiha-
nında hepimizedir; neyi seçiyorsun? İmtihan
budur. İsrâ Sûresi 18, 19 ve 20. âyetler bizim bu
soruya vereceğimiz cevaba bir karşılıktır.
“Her kim bu çarçabuk geçen dünyayı dilerse,
dilediğimize dilediğimiz kadarını dünyada he-
men verir sonra da onu kınanmış, kovulmuş ola-
rak gireceği cehenneme sokarız. Kim de âhireti
diler ve mü’min olarak ona uygun bir gayret ile
çalışırsa işte bunların çalışmaları makbuldür.
Onlara da bunlara da (dünyayı isteyenlere de,
âhireti isteyenlere de,) hepsine Rabbinin ihsa-
nından (istediklerini) veririz. Rabbinin ihsanı kı-
sıtlanmış değildir.” (İsra; 18-20)
Âyetin konumuzla ilgili kısımlarına yine ko-
numuz kapsamındaki mânâları ile bakacağız.
İçindeki mânâlar bununla sınırlı değil. “Kim çar-
çabuk geçen dünyayı dilerse!” Çarçabuk geçen
dünya nedir? Dünyayı dilemek -biraz önce ko-
nuştuk- dünyaya ait bir mevkiyi, bir eşyayı, bir
nesneyi dilemek demek değildir, böyle anlaşılır-
sa yanlış olur. Bir müslüman yönetici olmak is-
temeyecek mi, bir müslüman arabası olsun iste-
meyecek mi, bir müslüman parası olsun isteme-
yecek mi? Nasıl hayr yapacak? Özellikle varlıklı
insanı destekleyen bir dindir İslâm, varlıklı insanı
sever. Öyleyse çarçabuk geçen dünyayı dilemek
nedir? Bu âyette “dünya” bir idrakın ismidir.
Dünya idrakı Esfele Sâfiliyn’dir. Dünyayı dileyen
o idrakı seçen demektir. Bu gibi âyetleri okuyup
dünya nimetlerini dilemekten korkmak yanlış
olur, Kur’ân’a ters olur, kişi uzak doğu felsefeleri-
542
YILMAZ DÜNDAR
543
bolüdür, neyin işaretidir, neyin belirdiği bir yer-
dir? Âhiret, Billâhi anlamda îman ve onun gereği
hayat tarzının ne kadar doğru bir seçim olduğu-
nun apaçık anlaşılacağı ve bunun gereğinin ya-
pılacağı yerin adıdır. Bu yüzden, âhireti dilemek
bir beyandır: “Ben Âmentü Billâhi dedim, Billâhi
mânâsında îmanımı beyan ettim. Ve Muham-
medün Rasûlüllah dedim, gereğini de Efendimiz
(SAV) in dediği gibi yaptım. Biliyorum ki bu ger-
çeğin apaçık ortaya çıkacağı yer âhirettir. Dün-
yada bir aferin, bir takdir beklemiyorum. Ben o
gerçeğin çıkacağı yere talibim.” Âhireti seçmek
budur. Dünyayı seçenle âhireti seçen şimdi an-
laşıldı mı? Âhireti seçen -şehâdetimiz gereği-
diyor ki: “Allahım Müstakilen VAR ve Muhtar
olan ancak sensin. Ben senin adına BEN demeyi
seçtim.” Dünyayı seçen zaten “Müstakilen varım
ve muhtarım” diyor, yani “Ben kendi adıma BEN
derim, kendi hayatımın kurallarını kendim koya-
rım” diyor, kendini “müstağni” sayıyor.
Kur’ân’ın tercihle ilgili derslerine devamdayız.
“Âyetlerimizde ilhâd’a sapan (mecrasından
saptıran, bâtıla özendirenler) bize gizli kalmaz-
lar. Şimdi, nâra atılan kimse mi hayrlıdır, yoksa
kıyâmet günü korunacağından umutlu, bir gü-
venle gelen kimse mi? Dilediğinizi yapın! Muhak-
kak ki; O, yaptıklarınızı Basiyrdir.” (Fussilet-40)
Dilediğinizi yapın. Sahibi diyor ki dilediğinizi
yapın. Nâra girenler, cennete girenler! Size an-
lattık, dilediğinizi yapın. İnsanın bir tercih sına-
vında olduğu ne kadar açık, değil mi? Öyleyse
544
YILMAZ DÜNDAR
545
yaptık ve o bize işlendi, fıtratımızda o var. Dünya
yani Esfele Sâfiliyn kurallarıyla Hakk yol anlaşıla-
mayacağı için Allah fıtratı üzere yaratılan fıtratı-
mızda bu sözleşmenin gereği vardır. Bunun yanı
sıra, Hakk ve bâtıl arasında tercih yapıldığını
anlatan, hem de bu konuda nefslerin donanımlı
olduğunu gösteren âyetler var:
“Sonra da ona (nefse) hem fücûrunu (bâtılı)
tercih ederse sonucunun ne olacağını, hem de
takvâsını (Hakk yolu) tercih ederse sonucunun
ne olacağını ilham edene ki.” (Şems-8)
“Ona iki yolu (Hakk ve bâtılı) göstermedik
mi?” (Beled-10)
“Muhakkak ki; biz, ona o yolu hidâyet ettik
(Hakk ile bâtılı beyan ettik) ya şükredici olur ya
küfredici.” (İnsan-3)
Ders ettik ki insan hakla bâtıl arasında ter-
cih yapmaya programlanmıştır. Bunun için ge-
rekli bilgiler, yetenekler fıtratında vardır. Ve şu
önemli birşeydir; dünya hayatı sürecinde, kesret
kuralları çerçevesinde, nefsler MTG yetkilerini
kullanmaları konusunda o derece hürlerdir ki!
Cümlenin yanlış anlaşılmaması ve doğrunun
yerine oturması için bir uyarı cümlesi koyalım:
Ancak bu dûniHİ bir hürriyet değildir. Maalesef
öyle zannediliyor. Allah şahidim olsun ki çok,
çok önemli bir şeyi konuşuyoruz. Maalesef, işte
bu konuda insanlar yanlışta bölünmüşlerdir.
Bir kısmı MTG’yi “Müstakilen VAR ve Muhtar”
dûniHİ bir güç zannetmiş, bir kısmı MTG için
“Hiç yok” demiştir. İkisi de yanlış. Âyetleri gör-
546
YILMAZ DÜNDAR
547
Muhtar yaşamayı, “Allah yokmuş gibi” yaşamayı
tercih etti. Bu yüzden yaşarken azaba uğradılar.
“Eğer siz fetih istiyorsanız, işte size (Bedir’de)
fetih geldi. Eğer (Rasûlullah’a) direnmekten vaz-
geçerseniz, o sizin için daha hayrlıdır. Şayet (şirk
dînine) dönerseniz, biz de döneriz. (O zaman)
topluluğunuz kalabalık da olsa size bir faydası
olmaz. Çünkü Allah mü’minlerledir.” (Enfal-19)
Âyette anahtar kelimeler var; dönerseniz biz
de döneriz. Bu ifade tercihi gösteriyor.
“Bu böyledir. Çünkü bir kavim kendi nefsin-
de olanı değiştirmedikçe, Allah onlara in’am et-
tiği nimeti değiştirici olmaz. Ve Allah Semiy’un
Aliym’dir.” (Enfâl-53)
“Onlar nefsinde olanı değiştirmedikçe” ifade-
si de tercihi gösterir. Tercih açıkça görülüyor.
“Umulur ki, Rabbiniz size merhamet eder.
Eğer dönerseniz, biz de döneriz. Cehennemi
kâfirler için hapishane yaptık.” (İsrâ-8)
“Kendi nefsine hâinlik edenleri savunma.
Muhakkak ki; Allah, çok günah işleyen ve sürekli
hâinlik yapanı sevmez.” (Nisâ-107)
Kendine hainlik eden, nefsinin hakikatine
göre tercih yapmayandır, “Müstakilen VARIM ve
Muhtarım” iddiasıyla nefsine muamele edendir.
“Siz dünya hayatında onları savundunuz (di-
yelim). Ya kıyâmet günü onlar için Allah’a (karşı)
kim mücâdele verir yahut onlar üzerine kim ve-
kil olur?” (Nisâ-109)
548
21.
ALLAH İNSANI YAPACAĞI
TERCİHTE ZORLAMAZ
549
böyle yapıyorsun” denmesini içermez, bu âyet
onun için değildir. “Din’de zorlama yoktur” doğ-
rudan Allah’ın bize; “Ben sizi tercihinizde zor-
lamıyorum” demesidir. Bu mutlaka anlamamız
gereken müthiş bir şeydir. Bunu “Ama şöyle ama
böyle, şurada şöyle” gibi itiraz ve ikilemler ol-
maksızın böyle anlayacağız. Önceki bölümlerde
gördük. Bunları tartışan sahabe üzerine gelen
Efendimiz (SAV); “Âyetleri çarpıştırıyorsunuz.
Ben size bunun için mi geldim?” demektedir.
Hadis “Yüzü nâr kesildi” diyor. O kadar üzül-
müş ve öfke/celal göstermiş. Mesele âyetlerin
mânâlarını çakıştırmaktır, birleştirmektir, çar-
pıştırmak değil. Bakara-256’da Rabbimiz buyu-
ruyor; siz kesret âlemindeki dünya yaşantısında
Hakk ve bâtıl arasında tercih yaparken Allah sizi
zorlamaz. Âyet böyle diyorsa bunu böyle bilece-
ğiz ve bunu başka âyetlerle çakıştıracağız:
“Îman etmiyorlar diye neredeyse kendini he-
lak edeceksin. Eğer dilesek Sema’dan üzerlerine
bir âyet (reddedilmez bir ilim) indiririz de (mec-
buren) ona boyun eğerler. Rahmân’dan kendile-
rine yeni bir hatırlatıcı öğüt geldiğinde illa on-
dan yüz çevirirler.” (Şuarâ; 3-5)
Nefslerin ellerinde tercih yetkisi olmasa böyle
der mi? Biz hepsinin inanmasını dileseydik, ona
göre semadan indirirdik, hiç hürriyetleri olma-
dan hepsi hidayet ehli olurdu. “Dinde zorlama
yoktur”u burada da görüyoruz. Oysa:
550
YILMAZ DÜNDAR
551
22.
ARA UYARI!!! TERCİH HÜRRİYETİN
SENİ YÖNELİŞ PRENSİPLERİ
DAİRESİNDEN ÇIKARMASIN
553
yiz acaba?” dikliğine ulaşır. Dikkat edin, MTG
yetkisinin somut tesirine kapılıp tevhid pren-
siplerini unutmayın. Veya tevhid prensiplerinin
cazibesine kapılıp MTG yetkisini görmez dav-
ranmayın. Bu paylaştığımız “Tercih” kısmı alınıp
İslâm diye bu anlatılırsa tehlikeyi görebiliyor
musunuz? O yüzden ara uyarıyı Kur’ân’dan ders
yaparak öğrenelim.
İnsan-29’u gördük: “Bu bir hatırlatan öğüttür,
dileyen Rabbine bir yol edinir.” İmtihan gerçeğini
farkedebilmek üzere bu mânâdaki ayetleri ders
yapınca bir muhterem kardeşimiz korktu, sade-
ce bu olursa inananlarımız yanlış anlar deyip bizi
uyardı, İnsan-30’u okudu: “Allah dilemedikçe siz
dileyemezsiniz.” Öyle bir hâl ki hem çok hür-
sün, hem Allah dilemedikçe dileyemezsin. İkisi
bir. İnsan-29 ve 30 biz anlayalım diye iki âyettir.
Aslında ikisi tek mânâdır. O mânâ bir âyet ola-
rak dünya diliyle yazılamaz. Dünya diliyle ancak
böyle iki âyet olarak yazılabilir. Ama o iki âyet
cennet dilinde bir cümledir. Bizim bu dünyada
o mânâyı öğrenmemiz gerekiyor. Şimdi ara uyarı
çerçevesinde, “Allah dilemedikçe dileyemezsi-
niz” âyetini anlamaya çalışalım ve onu şimdilik
beş kademede mânâlandıralım.
“Allah dilemedikçe dileyemezsiniz”in birinci
kademe mânâsı şöyledir: “Evet, sen Rabbine erdi-
ren bir yolu tercih ediyorsun. Ancak bilmelisin ki
senin tercih kullanmanı Allah dilemeseydi, sana
MTG yetkisi vermeseydi bunu yapamazdın.” En
çok karşılaşılan mânâ budur. Maalesef Efendi-
miz (SAV) in açıkladığı İslâm’a en uzak mânâ da
554
YILMAZ DÜNDAR
555
olarak yapılan bir iş sanmamamız için uyaran bir
mânâdır. Bu, içine tevhidin girdiği bir mânâdır:
“Sen Rabbini tercih ettin. Bu tercihi ‘Müstaki-
len VAR ve Muhtar’ olarak yaptım sanma. Bil ki,
‘Müstakilen VAR ve Muhtar’ olarak dileyen, hü-
küm veren ancak Allah’tır.” İşte şimdi mânâ tev-
hidi içerdi. İşte uyarı budur, diğer mânâlar uyarı
olmaz. Çünkü kesret diline uygunlar ve tevhid
mânâsını içermiyorlar. Buraya biraz açıklama
getirelim. İnsan-29’da Rabbin “Dileyen Rabbini
seçer” dedi, sen de “Diledim Rabbimi seçtim”
dedin. Kur’ân hemen seni uyarıyor: Sakın bu
seçmende o seçme yetkini -dikkat edin yetkin
yok demiyor- Müstakilen VAR ve Muhtar san-
ma. Sen Müstakilen VAR ve Muhtar değilsin.
Ancak Allah. Müstakilen VAR ve Muhtar seçim
yapan, hüküm veren ancak Allah’tır. Senin seçim
yapman, hüküm vermen öyle değildir. Buna şu
âyetle bir açıklık yapalım.
“Allah’ın dilemesine bağlamadıkça (İnşâAllah
demedikçe) hiç bir şey için ‘Bunu yarın yapaca-
ğım’ deme. (Bu prensibi) unuttuğun takdirde
Allah’ı an ve ‘Umarım Rabbim doğruya bundan
daha yakın bir yola beni iletir’ de.” (Kehf; 23, 24)
“İnşâAllah demeden yarın şunu yapacağım
deme” âyetinin bir iniş sebebi, bir hikayesi ve bir
tarihi var, o ayrı. Biz bize olan payına bakacağız,
sonunu o kısımla ilgili olarak bağlayacağız. Efen-
dimiz (SAV) e Cebrail aleyhisselam geç gelir ve
bu uyarı da yapılır; “İnşâAllah demeden ‘yarın
şunu yapacağım’ deme.” Efendimiz (SAV) le ge-
çen bu olayı yanlış anlayıp edep dışı düşmemek
556
YILMAZ DÜNDAR
557
hakkını vermek demektir. “Müstakilen VAR
ve Muhtar” Allah’ın hakkı. Hakkını vereceksin;
Müstakilen VAR ve Muhtar O’dur. Âyet bize
diyor ki; o zaman rahatlıkla “Yarın yapacağım”
diyebilirsin.
Bu söyleyeceklerim yanlışlardan korunma-
mız için. Âyetin iniş sebebini söyledik. Bu tür
âyetlere bakarak Efendimiz (SAV) i hata yapmış
zannedenler var. Efendimiz’in yanlış yaptığına
inananlar, bunu da yazanlar var. Neden günü-
müzde onlar tehlikeli? Çünkü internet diye bir
ortam var, herkes o tehlikelere parmağının ucu
kadar yakın, Allah muhafaza etsin. Bu ayetteki
olay bir hata değildir, Efendimiz (SAV) bir hata
yapmış da Rabbimiz uyarmış değil. Buradaki
uyarı “Müstakilen VAR ve Muhtar olarak bir şey
deme” uyarısıdır. Zaten hiç bir Nebî ve Rasûl
“Müstakilen VAR ve Muhtar” iddiasında değildir.
Hepsi zaten o iddiayı yıkmakla görevlidir. Necm
Sûresi 3. âyeti dinleyin: “O hevasından nutk et-
mez/konuşmaz.” Rabbimiz söylüyor, o hevasın-
dan konuşmaz diyor. Bunun kademe kademe
mânâları var. Bize şu an ilk iki mânâsı gerektiği
için onlara bakalım. Efendimiz SAV hevâsından
konuşmaz ne demektir? Hevâ özellikle “Müsta-
kilen VAR ve Muhtar” iddialının temsilidir, hevâ
“Müstakilen VAR ve Muhtar” iddialı kişide olur.
“Hevâsına uyma” denilen odur. Âyet Efendimiz
(SAV) için; O hevâsından (“Müstakilen VAR ve
Muhtar” iddia ile) konuşmaz diyor. Nasıl konu-
şur? Billâhi anlamda konuşur. İkinci mânâ budur.
Billâhi anlamda konuşurken de vahy alır, vahy
558
YILMAZ DÜNDAR
559
Beşinci kademe mânâda ise, “Müstakilen
VAR ve Muhtar” olarak dileyen ve hüküm ve-
ren ancak Allah’tır. Ayrıca, gerek dûniHİ algıyla
gerekse Billâhi algı ile dileyebildiğini veya dileye-
bilemediğini sananlar YOKTUR (Ekber mânâda
“YOK” olan zannlar; Allahuekber).
Ara uyarıya âyetlerle devam edelim:
“O âlemler için bir Zikir’den başka değildir.
Sizden bilfiil müstakıym olmayı dileyenler için.”
(Tekvir; 27, 28)
Bu ayette tercih var. Hataya düşme diye he-
men peşine ara uyarı:
“(Fakat) Rabbül âlemiyn olan Allah dileme-
dikçe dileyemezsiniz.” (Tekvir-29)
İnsan-29 ve İnsan-30 için açıkladıklarımız bu-
rada da geçerlidir. “Âlemler için zikir” ve “Rabbül
âlemiyn” tanımlarını daha önceki derslerimizde
konuştuk, var, bakabilirsiniz. Burada bir cüm-
leyle söyleyelim. Âlemler için zikir, “Kendini bil”
emriyle kendini bilenler için hatırlatıcı demektir.
Rabbül âlemiyn ise, kendini bilen kullara kendi-
lerini hissettirerek bildirendir.
“Hâyır (iş sandıkları gibi değil). Muhakkak ki,
o bir hatırlatan öğüttür.” (Müddessir; 54, 55)
“Fakat Allah dilemedikçe zikredemezler. O
takvânın ehlidir ve mağfiretin ehlidir.” (Müddes-
sir-56)
İnanan kişi Allah’a verdiği sözü hatırlar ve
gereğini yapar. Ancak kul hidayetine yol aça-
560
YILMAZ DÜNDAR
561
ler). Allah, şirk koştukları şeyden âlî ve sübhan-
dır.” (Kasas-68)
Bu âyete döneceğiz ama önce şu iki âyeti pay-
laşlaşalım.
“Bu Allah’ın halk edişidir. Haydi göster bana,
dûniHi (algı ve zannlarıyla) seslendiklerinin ne
yarattığını? Hâyır, gösteremezler! Zâlimler apa-
çık bir dalâlet içindedir.” (Lukman-11)
“Kibriya semâvatta ve arzda O’nundur. O
Aziyz’ül Hakiym’dir.” (Câsiye-37)
Bu âyetlerden öğrendiğimizi özetleyelim:
Mülk Allah’ındır, Hüküm Allah’ındır, Güç Al-
lah’ındır. Ancak Allah “Müstakilen VAR ve Muh-
tar” olarak hüküm sahibidir, “Müstakilen VAR
ve Muhtar” olarak mülk sahibidir, “Müstakilen
VAR ve Muhtar” olarak güç sahibidir. Hüküm,
mülk, güç sahibidir ama Müstakilen VAR ve
Muhtar olarak. İnsan da hüküm verir, insanın
da mülkü vardır, insanın da bir gücü vardır. Ama
hiç biri “Müstakilen VAR ve Muhtar” değildir,
hepsi Allah’tandır, Allah’ındır, dönüş Allah’adır.
Bu idrak çok önemlidir. Eğer siz Allah’ın size ver-
diklerine “müstakillik” etiketi yapıştırırsanız bu
küfür olur, Allah’a karşı olur.
Kasas-68 ne demişti? “Rabbin dilediğini ya-
ratır ve seçer, Muhtar’dır. Onların seçme hakkı
yoktur; muhtar değiller.” Bu âyet, okuduğumuz
onca âyete rağmen insanların dûniHİ algıla-
dıkları için Allah’ın kitabından yanlış hükme
vardıkları bir yerdir. Neden bazı kardeşlerimiz
562
YILMAZ DÜNDAR
563
derken mânâları bozulmuş, malesef. Çok anlat-
tık, çok geniş gördük. İlgilenenler notlarımızdan
baksınlar, çok faydası olur. Ara uyarı için yine de
hatırlamış olalım.
“Nerede olursanız olun ölüm size ulaşır.
Burûc-u müşeyyede’de; (sağlam, yüksek burç-
larda) olsanız bile. Eğer onlara bir hasene isâbet
etse “Bu Allah indindendir” derler; şâyet onla-
ra bir seyyie isabet etse “Bu senin indindendir”
derler. De ki; “Küllün min idnillah (hepsi Allah
indindendir).” Şu kavme ne oluyor ki neredeyse
bir söz anlamıyorlar.” (Nisâ-78)
Bu uluhiyet dilidir, “Müstakilen VAR ve Muh-
tar” iddialarını siler atar. “İnd” demek “Allah’tan
başka müstakilen var ve muhtar ilan etme” de-
mektir. Siz “Bu senin indindendir” diyerek birbi-
rinize müstakillik veriyorsunuz. Hâyır, hepsi Al-
lah indindendir. Ancak Allah “Müstakilen VAR
ve Muhtar” olarak hüküm verir. Nisa-78’den
sonra hayat/kesret başlıyor. Kader, yani hüküm
“Müstakilen VAR ve Muhtar” olarak Allah’a ait-
tir idrakının peşine Nisa-79 gelir:
“Haseneden sana ne isâbet ederse Allah’tan-
dır. Seyyieden sana ne isâbet ederse nefsinden-
dir: Seni insanlara rasûl olarak irsal ettik, şâhit
olarak Allah -Billâhi anlamda- kafidir.”
Şimdi yalnızca hasene ve seyyieyi hatırlata-
lım, çünkü âyetlerin detayını gördük. Hasene
güzel/iyi demek değildir, seyyie kötü demek de-
ğildir. Âyet öyle sanılırsa anlaşılmaz. İyilik, kötü-
lük insanlara göre değişir. Hasene Lâ ilahe illallah
564
YILMAZ DÜNDAR
565
Hadîd-24 bu konuda önemli bir ipucu taşıyor,
çünkü yanlış yapanları cimrilikle suçluyor. Oysa
önceki âyetlerde para/mal konusu geçmedi. An-
layın, eğer Kur’ân’daki cimriliği hemen parayla
pulla ilişkilendirirseniz yanlış olur, noksan olur.
“O övünenler cimridir” diyor. Soruyorum, kim
övünür? Bol para harcayan mı, cimrilik eden mi?
Bir cimri “Kimseye para vermiyorum, hayr yap-
mıyorum” diye övünür mü? Tarifimize uymadı.
Bol para veren övünür, çok para verdim diye.
Âyette ise cimri övünüyor, niye? Öylese bu cimri
farklı. Kim? Para vermeyen mi? Hadîd 22 ve 23’te
para pul geçmiyor ama Hadid 22 ve 23’e uyma-
yanlar cimrilikle suçlandı? Neden? Kur’ân’daki
cimri “Müstakilen VAR ve Muhtar” iddiasını sa-
hibine vermeyendir, o iddiayı sıkı sıkı tutandır.
Malını verir, mülkünü verir, onu vermez. Bir sa-
habenin şehâdet hikayesi vardır. Şehit olmuştur
ama Efendimiz (SAV) henüz onun şehâdetini
ilan etmemiştir. Fiziksel olarak görünüşte şehid.
Ancak “Müstakilen VAR ve Muhtar” duygusunu
o şehâdet yolunda verdikten sonra Efendimiz
(SAV) onun şehitliğini ilan etmiştir, “Şimdi oldu”
demiştir. Cimri “Müstakilen VAR ve Muhtar” id-
diasını tutandır, kendi adına “BEN” demeyi sahi-
bine vermeyendir.
Âyet diyor ki, istediğin kadar cimri ol, cir-
min kadar yer yakarsın. Çünkü Allah Ganiyyül
Hamiyd’dir; Allah senin bildiğin esmaların özel-
likleriyle sınırlanamaz, O Sübhânallah olarak
Gani, Gani, Gani’dir. Hükmünde de Müstakilen
VAR ve Muhtardır. Hamid’in esas mânâsı bu-
dur. Hamid “Müstakilen VAR ve Muhtar” olarak
566
YILMAZ DÜNDAR
567
23.
HADÎD-7’YE DİKKAT! EMANET,
SORUMLULUK VE İNFAK
569
mülkü olmayan hiç infak edemeyecek ve ecr-u
kebiyr alamayacak, öyle mi? Verecek hiçbir şeyi
yok, üstelik muhtaç. Söylenen bu değil. İlerleyen
âyetlerde göreceğiz, sizi tasarruf sahibi kıldığı
şey “BEN” demenizdir. Allah adına “BEN” deme-
niz isteniyor. İşte oradan infak edin, onun müs-
takilliğini ilan etmeyin, onu infak edin. Çünkü
biz sizi dünyaya yani Esfele Safiliyn idraka gön-
derince kendinizi müstakilen var sandınız. Müs-
takil zannettiğiniz halinize de “BEN” dediniz. O
hazır bulduğunuzu sahibine verin diyor. Eğer
böyle yaparsanız size ecr-u kebiyr vardır.
Bu âyet Tebük Seferi’yle ilgili inmiştir. Bu se-
ferde büyük mali fedakarlıklar yapan Hz. Osman
radıyallahu anh’ı işaret etmektedir. İniş sebebi
odur. Ama siz onu o sebebe bağlar da siyer ta-
rihine gömerseniz Kur’ân’ı her anın kelamı yap-
mazsınız. O iniş senaryo sebebidir. Bir de bizim
ders yapacağımız sebep vardır, onu az önce ko-
nuştuk. Onu daha net anlamak için yapacağımız
şu açıklamalarla bu konuyu tamamlayalım.
“Hakkında sizi halife olarak tasarruf sahibi
kıldığı şeylerden infak edin.” Hakkında dediğine
göre, alanı, sınırı, amacı belli, tespit edilmiş bir
konu var demektir. Öyle bir konuda seni halife
kıldı ki alanı, sınırı, amacı belli. Sizi halife olarak
işte o alanı, sınırı belli yerde Allah adına hare-
ket etmekle yetkili olarak tasarruf sahibi kıldı.
Nasıl davranacağın tanımlanmış şartlarla tercih
yapabildiğin statünün adı tasarruftur. Tasarru-
fun tarifi budur, bu tarife göre “Kişi şu konuda
tasarruf sahibi” denir. Kulun nasıl davranacağı
570
YILMAZ DÜNDAR
571
“Rasûl sizi Rabbinize îman etmeniz için da-
vet ederken ve (Allah) sizden söz almış olduğu
halde, size ne oluyor da Allah’a îman etmiyorsu-
nuz? Eğer mü’minlerseniz.” (Hadîd-8)
Tasarruf sahibi olduğumuzu gösterdi, şimdi
o tercih yetkimizle ilgili ne yapacağımıza danış-
manlık yapan bir âyetle uyarıyor.
İnşâAllah “emanet” konusuna da bir kaç
cümle ile girelim. Emanet nedir? Onu üç özelliği
ile tanımlayalım. Emanet şimdi sende ama senin
değil bir şeydir. Bir özelliği budur: Şimdi sende
ama senin değil. Bir diğeri: Emanetin taşıma ve
teslim kuralları vardır. Bir diğeri: Bütün bunlar o
emaneti tutana sorumluluk yükler. Dolayısıyla,
âyetlerden öğrendiğimiz emanet Allah’ın bize
kendi “BEN” deme yetkisinden “Siz de yararla-
nın, siz de kendinize BEN deyin” diyerek verdi-
ği yetkidir. Öyle olunca emaneten söylediğimiz
“BEN” bizim değildir. Ama şimdi bizde. Onu
kullanma kuralları var. Ve o bize bir sorumluluk
yüklüyor.
Kendisine emanet verilen kişi o emanet ile il-
gili deneniyorsa, imtihan geçiriyorsa, emanetle
ilgili fitneye uğruyorsa, insan için “Tercih Yetki-
si” adaletin gereği olarak asıl emanettir, redde-
demeyeceğimiz şekilde anlıyoruz ki asıl emanet
odur. Emanetin kapsamını görüyor musunuz,
neleri yanında tutuyor? “BEN” demek bir mıkna-
tıs. Ama orada neler var? Eğer sen, “BEN” demek
olan emanetle imtihan geçiriyorsan, emanet bu-
nun üzerineyse, “BEN” demekle ilgili fitneye tabi
572
YILMAZ DÜNDAR
573
Bir yere halifenizi gönderdiniz ama sizin adı-
nıza hiçbir şey yapmıyor. “Niye gönderdim seni
oraya” demez misiniz? Masraf yaptım, yolluk
verdim, seni oraya kendi adıma yetkilendirdim,
mertebe verdim, ortada ne var? Kenarda du-
ruyorsun. “Yetkilerim benim değil, ben müsta-
kil değilim” deyip oturmuşsun, hiçbir şey yap-
mıyorsun. Olur mu, böyle bir din anlatılabilir
mi? İkisi farklı şey, dikkat edin. Müstakilen var
ve muhtar değilsin. Müstakilen VAR ve Muh-
tar olan ancak Allah’tır. Sen var görünen haline
O’nun adına “BEN” diyorsun. İşte o “BEN” deyi-
şinle -Allah için- yapabildiğin kadar muhtar gibi
davran. O zaman Halifetullah’lığının hakkını ve-
rirsin. Yanlış olan, yasak olan Allah’a karşı “Ben
de varım, muhtarım” demektir. Allah’a muhalif
olan kişi muhtariyetini sonuna kadar kullanıyor,
inanan kullanmıyor. Vazgeçmiş. Vazgeçeceğin
şey Allah’a karşı “Ben de varım” demektir, ya-
şamak değil! Başlangıç çizgisini tarif ediyorum.
Yapacağın iş, Allah’ın verdiği yetkiyi kullanarak
Allah’a karşı savaş açmaktan vazgeçeceksin.
Allah’ın verdiği emanet olan o yetkiyi kullan-
maktan niye vazgeçiyorsun? Onu sonuna kadar
kullanmalısın. Onu ne kadar kuvvetli kullanır-
san Allah adına o kadar makbul halife olursun.
“Bir Halife gönderdik ama hiçbir şey yapmıyor”
denilen mi makbuldür, “Şurada bir Halifemiz
var, bizim adımıza ne işler yaptı” mı? Öyleyse, bu
emanet konusunda bileceksin ki muhtar değil-
sin. Ama muhtarmış gibi davranacaksın. Ancak
böyle -muhtarmış gibi- davranmak seni muhtar
574
YILMAZ DÜNDAR
575
Bir de Allah mü’min erkeklerle mü’min kadın-
ların tövbelerini gerçekleştirsin diye. Tövbe dö-
nüş yapmaktır. Dönüş yapmayanları, emaneti
yanlış kullananları azaplandırsın, kendini esfele
sâfiliyn yapıda bulup dönüş yapanın da dönüşü-
nü gerçekleştirsin diye bu emanet var. Âyetten
bu emanetin çok değerli olduğunu, riskin büyük
olduğunu, karşılığında başarının, ecrin de büyük
olduğunu anlıyoruz. Onu yüklenen insan ise
zâlim ve câhil olarak tanımlanmıştır.
“Onu insan yüklendi. Muhakkak ki o çok
zâlim, çok câhildir.” Kesret dili ile bakacak olur-
sak, fitne özellikli bu imtihanın gerçekleşebil-
mesi için, yani kişinin fitneye, ikileme maruz
kalabilmesi için zâlimlik özelliği olmalıdır. Asıl,
birincil zâlimlik birbirimize yaptığımız davra-
nışlar değildir. Kur’ân’ın bahsettiği asıl zâlimlik
Allah’a karşıdır, Allah’ın hakkını vermemektir.
Zâlim Allah’a zulmedendir. Bunu Allah’ın hakkı-
nı vermeyerek yapar. Allah’ın hakkını vermemek
nedir? Allah’ın sana “Benim adıma BEN de” diye
verdiği yetkiyi senin müstakil olarak kullanman-
dır. İşte zâlim oldun, Allah’ın hakkını vermedin.
İnsanda zâlimlik vasfı olmazsa fitne özellikli bu
imtihan işleyemez. İnsan câhil olmazsa hakkı
duyunca hemen kabul eder. İnsanın yanında bu
sınav için zâlimlik de câhillik de acelecilik de ol-
malı. Acelecilik niye? Dünyayı ve peşin olanı sev-
mesi için. Peşini sevmeli ki, “O hoo, âhiret öyle
uzak ki. Var mı yok mu belli de değil. Buradaki
köşk dururken taa neredeki köşkler” deyip acele
etmeli. Bu özellikte olmalı ki imtihana tabi tu-
576
YILMAZ DÜNDAR
577
elde edemez. O ister, çabalar. Ama Allah verir.
Bunu Bakara Sûresi’nden de öğreniyoruz
“Allah îman edenlerin Veliy’sidir. Onları zul-
metten nûra çıkarır. Fiilen küfür halinde olanla-
ra gelince, onların evliyası Tağut’tur (dûniHi algı
sonucu var ve muhtar zannettikleri güçlerdir).
Onları nûrdan zulmete sokar. İşte onlar asha-
bun nârdır. Onlar onda ebedi kalıcılardır.” (Ba-
kara-257)
İsteyenin, gayret edenin velisi, kurtarıcı-
sı Allah’tır. Onu vehmin zulmetinden, esfele
sâfiliyn karanlığından alır nuruna dâhil eder.
“(O mü’minler) ki, emanetlerine ve ahdlerine
riayet edenlerdir.” (Me’âric-32)
Bazı cümlelerde eleştiriyor pozisyonunda ka-
labiliyorum, lütfen bağışlayın. Onları endişelen-
diğim için o telaşla söylüyorum, doğrunun fark
edilmesi ve yerleşmesi için söylüyorum. Onlara
eleştiri değil de bir uyarı gibi bakın. Allah muha-
faza etsin, hele de müslümanları eleştirmekten
çok korkarım.
“O mü’minler ki, emanetlerine ve ahdlerine
riayet edenlerdir” âyeti birçok yerde açıklanır-
ken onu normal dünya emanetleri ve sözleri için
yorumlarlar. Olmaz! Onu Muhammedî olmayan
da yapar. Bir hristiyana, bir ateiste bir şey ema-
net edersin, ona gözü gibi bakar. Bir söz verir,
yerine getirir. Âyetin onlarla ne ilişkisi var? Bunu
yaptı diye o şimdi cennete mi gidecek? Böyle
anlatılmaz. Âyetteki ahd ve emanet farklıdır.
578
YILMAZ DÜNDAR
579
si îmandır. Kur’ân’dan öğreniyoruz ki Âmentü
Billâhi îmanında olan için MTG ve Allah adına
“BEN” deyiş ona emanet edilmiştir. Âmentü
Billâhi demeyenin îmanı olmadığı için kişi bu
emanet tarifini kabul etmez, yani onun emaneti
yoktur. Îmanı yoksa emaneti yok, emaneti yoksa
îmanı yok. Anlaşıldı mı?
“Ahdi olmayanın Dîn’i yoktur.” Bunun da
mânâsına birlikte bakalım. Eğer sen “Allah indin-
de din İslâm’dır” demişsen, “İslâm, hanîf duruşla
muhsin olarak vechini Allah’a teslim etmektir”
demişsen hemen “Allâhümme ente Rabbi, Alla-
hım Rabbim sensin” dersin. Böylece, vermiş ol-
duğumuz “Rabbimiz sensin” sözünü hatırlayıp, o
söze sahip çıkıp, gereğini yapıyor olursun. İslâm’ı
kabul etmek, “Allah indindeki din İslâm’dır” de-
mek, “Ben Allah’a kulluk yapacağım” demektir.
İslâm’ı yani dini “Hanîf duruşla muhsin olarak
vechini Allah’a teslim etmek” olarak tanımla-
dın, böyle kabul ettin. Niye dini böyle tarif et-
tin? Çünkü hatırladın. “Allahım ben ‘Allâhümme
ente Rabbi’ diyerek sana söz vermiştim, ‘Rabbim
sensin’ demiştim. İşte o ahdimi hatırladım ve
gereğini yapıyorum” diyorsun. Sende böyle bir
teslimiyet yoksa, İslâm’ı böyle tarif etmiyorsan,
bu tarife göre iş yapmıyorsan senin hatırlayıp
uyacağın bir sözün yok demektir. O sözü niye
hatırladın? Sana o ahdini kim hatırlattı? Allah!
“Senin sözün vardı” diye, onu sana hatırlatıcı bir
öğütle hatırlattı. Nerede? İslâmiyette, İslâm’ın
içinde. Eğer senin İslâm’ın/Dîn’in yoksa bu sö-
zün de yoktur. “Emaneti olmayanın îmanı, ahdi
580
YILMAZ DÜNDAR
581
pıyorum” der ama işin aslı hiç umurunda değil-
dir, umursamaz. Allah muhafaza etsin, çok teh-
likelidir. Yani “Müstakilen VAR ve Muhtar ancak
Allah’tır” der, sonra umursamaz. Umursayarak
düzeltmek, düzeltme gayretine girmek öyle de-
ğildir, onu yapan kardeşim “Ben öyle miyim?”
diye korkmasın. O veli sınıfına girer, veli gibi sı-
nıfına girer. “Ben şehâdette bulundum ve ken-
dimi içinde bulduğum yanlıştan kurtulmak için
gayret sarf ediyorum” diyen kul yaptığı hatalar-
dan bile sevap kazanır. O ayrı iş. Umursamayan,
kandıran farklıdır. O Allah’a öyle dedi ama “Boş
ver, ben böyle yaşarım, ne olacak?” der. Abdest-
siz namaz olmaz dersiniz, “Ben kıldım bir şey
olmadı” der. Evet olmaz. Olmadığını görünce
umursamaz. “Müstakilen VAR ve Muhtar” olun-
ca dünyada daha kârlı der ve öyle davranır. İşte
Allah’a karşı münafıklık budur, birinci derece
münafıklık budur. İkincil münafıklık ise insanlar
arasındaki ilişkilerdedir. İnananların yanında “Si-
zin gibiyim”, inanmayanların yanında “Boş verin
onları ben sizin gibiyim” diyen kişidir. Münafıklı-
ğın detaylarını konuşmayalım, o çok ayrı ve uzun
bir konu olur. Biz bizimle ilgili kısmını bu kadar
görüp devam edelim. Münafığın alameti üçtür,
konuşunca yalan söyler. O nedir? Allah üzerine
yalan söyler, iftira eder, “Ben de müstakilen va-
rım ve muhtarım” iddiasında bulunarak kendi
adına “BEN” der. Konuyu duyduğu bildiği halde
kendi adına “BEN” demesi o kadar tehlikelidir
ki, bu yüzden münafığın cehennemdeki yerinin
kâfirlerden daha derin ve kötü olduğu söylenir.
582
YILMAZ DÜNDAR
583
Rabbî” sözlerinin gereğini, şimdi de “Âmentü
Billâhi ve Rasûlihi” diyorlar mı ve gereği olarak
“Semi’na eta’na ğufraneke Rabbena” diyorlar
mı imtihanıyla, duydukları doğruları veya yanlış
olan zannlarını kendileri için kazanıma çevirir-
ler. Bu kazanım sonucunda değişime uğrarlar.
Değişimlerinin şehâdetiyle ahiretteki hayat bi-
çimlerini tanımlarlar. Allah’ın kalemlerinden
birisi olan insan, dünya hayatı sürecinde âhiret
hayatını kendisi böylece yazar. İnsan Allah’ın ka-
lemi olarak gelecekteki hayatını nasıl yazıp şekil-
lendiriyor.
Allah’ın kalemlerinden birisi olarak insan
âhiretteki hayatını kendisi yazar. Bu kesret dili-
dir. “Kendisi yazar” Nisa-79’a göre bir cümledir.
Nisa-78’e göre bu cümle şöyledir: Kalemle yazan
Allah’tır. Kalemin kendisi yazar, -bakın kalem ya-
zıyor- bu kesret dili. Kalemle Allah yazar, tevhid
dili. İkisi beraber doğrudur. Ama öyle enteresan
bir kalem ki hürriyeti var. Burayı anlamak lazım.
Dünya kurallarıyla düşündüğünüzde, bakın ka-
lemle yazıyorum ve kalemin hürriyeti bende. Bu,
dünya kurallarına uymayan öyle bir acayip iş ki.
Allah’ın kalemlerinden biri olan insan kendi ha-
yatını yazar. Kalemle yazan Allah’tır. Fakat kalem
de hürdür. Çünkü kalem Allah’ın dışında değil-
dir. Allah ne kadar hürse kalem de o kadar hür-
dür. Bu başlangıç çizgisidir. Bunun ne olduğunu
anlamak için gideceğiz işte. Bunun ne olduğunu
duyup onu başlangıç çizgisine monte ederseniz
yürüyemezsiniz, araba bozulur.
584
YILMAZ DÜNDAR
585
Ana karnını nasıl hatırlamıyorsak, onun gibi
“Rabbim sensin” dediğimizi de hatırlamıyoruz.
Onu Kur’ân hatırlatıyor. Zamanında verdiğin
sözü, röntgenini çekip Kur’ân hatırlatıyor. Bi-
lim de bize ana karnını hatırlatıyor. Bilim “Ana
karnında şöyleydiniz” diye ortaya koymasa bile-
meyiz. Resmini çekiyor, hareketlerini gösteriyor,
hatırlatıyor. Değişime devam ediyorsun. Neden?
Esas hayat âhirette olduğu için. İnsan âhirete gi-
dinceye kadar Big Bang ve değişim devam edi-
yor: 14,5 milyar kozmik yıldır değişim. İnsanın
yaşayacağı zamana kadar bir değişim. İnsan gel-
di ve yaşayan insanlar bir malzeme oluşturdular.
Hz. Âdem aleyhisselam bir beden kullanıncaya
kadar bedenlerde değişim. Hz. Âdem bir beden
kullandı, sonra idraklarda değişim. Değişimlerle
esas hayata doğru bir süreç yürüyor.
Enbiyâ-35’ten anladık ki ölüm doğumu tat-
mak gibi bir şey. Ve yine anladık ki şer ve hayr
var, yani ikilem/fitne var.
“Bize rücû ettiriliyorsunuz”u başlangıç çizgisi
için nasıl anlayacağız? Çok fazla mânâsı var ama
bize başlangıç çizgisinde lazım olan en alt sınır
mânâ şudur; hesap için huzurumuza geleceksi-
niz, bize doğru geliyorsunuz. Sepeti almış mar-
kette dolaşıyorsun. Mağaza müdürü bakıyor,
“Sepeti doldurmuş ama parası, kartı var mı, ne
yapacak? Nasıl olsa kasaya gelecek” diyor. Marke-
ti dolaşsın, sonuçta bize gelecek, dönüşü kasaya.
“Dönüşü bize” âyetini “Dönüşü hesaba” gibi an-
lamamız lazım. “Allah’a rücû ettiriliyorsunuz”un
başlangıç çizgisinde ilk mânâsı budur.
586
YILMAZ DÜNDAR
587
dilemiş. Bunu bir tevhid cümlesi ekleyerek ta-
mamlamaya çalışalım: Yaşadığımız hâli dilemiş
ama yaşadığımız hâl içerisinde de dileyen O’dur.
“Dileyen O’dur” cümlesinden yine kesrete döne-
lim; dilediğini saptırır, dilediğini hidayete erdirir.
İşte kesret diliyle olan bu kısım sanki “Allah keyfî
davranıyormuş” gibi anlaşılmamalıdır. Çünkü
keyfî hâl âyetlerde gördüğümüz iki kurala uy-
maz. Bir, Allah zulmetmez. “Biz zulmediciler
değiliz” diyor. Bir de Allah’ın Rahmâniyet kural-
larına, yani sapmaz hak adalet kurallarına uy-
maz. Bu yüzden, buradan Allah keyfine göre di-
lediğini saptırır, dilediğine hidayet eder mânâsı
çıkmaz. Allah bu yaşadığımız kesret âlemi için
bu emri vermiştir ama “Allah keyfî yapmaz” de-
mek de yanlış olur. Allah niye keyfî yapamasın?
Keyfî de yapar. Aslında iş en başta Allah’ın keyfi.
Başladıktan sonra adalet üzerine yürüyor. Başla-
ması O’nun dileği, istemesi! Sonra içini adaletle
döşemiş o ayrı. Keyfî de yapar. “Keyfî yapamaz”
dersen Allah’ı kayıt altına almış olursun. Ama bu
âyeti “Keyfi yapıyor” diye anlamayacağız. Kesret
yaşantısına koyduğu kurallar çerçevesinde böy-
le. Yaşadığımız hayatın kuralları böyle diye “Allah
kesinlikle keyfî davranamaz” dersek kayıt altına
almış oluruz. Ne olursa olsun hüküm Allah’ındır.
“Hidâyetin de sapmanın da ilk hükmü Al-
lah’ındır. Ancak Allah’ın bu hükümde zorlayıcı
emri yoktur.” Kavranması gereken zor yer bura-
sıdır. Âmentü Billâhi’yi kafasına yerleştirmiş kişi-
ye de bunun dışı zor gelir, o da diğer mânâları bir
türlü anlayamaz, “Olur mu öyle şey?” der.
588
YILMAZ DÜNDAR
589
yacak varlığın o hayata uygun değişimi ancak
onun hür tasarrufuyla sağlanabilir. Oysa dünya
hayatı farklı, bu hayata hür tasarrufumuzla baş-
lamadık. Başlatıldık, hatta dûniHİ algı ve zan-
nıyla başlatıldık. İmtihan için böyle gerekli. Ama
âhirete hür davranışımızla yapacağımız kazanım
ve değişimlerle gidiliyor, oraya öyle bir sûret la-
zım. Dünya bu yüzden oranın laboratuvarıdır.
Bilenler; “Laboratuvara gereksiz yatırım yapma,
bağlanma, zor ölürsün. Oraya mıknatısa bağla-
nır gibi yapışırsan Azrâil aleyhisselâm seni çekin-
ce gelemezsin. Bağını gevşek tut ki kolay gelesin”
diyor. Bu çerçevede birkaç âyete bakalım.
“Allah, semâvatı ve arzı Bil-Hakk ve onlara
zulmedilmeksizin, her nefs kazandığı ile ceza-
lansın diye yarattı.” (Câsiye-22)
Her nefs kazandığı ile cezalansın diye! Yani
her nefs kazandığının karşılığını alsın, kazandı-
ğına göre değişim yaşasın, imkan bulsun diye
bütün bunlar Bil-Hakk yaratıldı.
“O (Allah’tır) ki, semâvat ve arzı altı gün için-
de halk etmiştir. Ve O’nun Arş’ı da su üzerinde
idi. Sizin hanginizin amel olarak daha güzel ol-
duğunu denemek (belirlemek) için.” (Hûd-7)
Âyetin ilk kısmı başka bir alan, oraya girme-
yelim. Bütün bunlar niye, niye bu laboratuvar?
Âyetlerden öğreniyoruz; hanginizin amel olarak
daha güzel olduğunu denemek için.
Güzel Kur’ân’a göredir, insanî bir tabir değil.
Bunu artık biliyoruz.
590
24.
İNSAN KENDİ İMTİHANI İLE
KENDİ HÂLİNE ŞÂHİT OLUR
591
“İnsan Rabbine karşı elbette çok nankördür.
Ve muhakkak ki, o (insan) bu durum üzerine bir
şâhittir.” (Âdiyat; 6, 7)
“O gün insanlara takdim ettiği ve tehir ettiği
şeyler haber verilir. Bilakis insan kendi nefsi üze-
rine bir basiret (gözlemci, şâhit)tir.” (Kıyâmet;
13-14)
“Dünya hayatı onları aldattı ve kendilerinin
kâfir olduklarına dair nefsleri üzerine şâhitlik et-
tiler.” (En’âm-130)
“Andolsun ki, (şeytan) sizden pek çok kimse-
yi saptırdı. Aklınızı kullanmadınız mı?” (Yâ-Sîn;
62)
“Aklınızı kullanmadınız mı?”yı iyi anlamamız
lazım. Bir kere şunu fark ve kabul edelim: Âyet
“Aklınızı kullanmadınız mı?” diyor ama dûniHİ
algıyla zannlar üreten aklî yöntemlerle “Müsta-
kilen VAR ve Muhtar olan ancak Allah’tır” sonu-
cuna ulaşmak mümkün değildir. İstediğin kadar
aklını kullan mümkün değil. Dünyanın en zeki
sayılan adamlarından Einstein’ın makalesi var;
“Tanrı uydurmadır, bu inançlar uydurmadır”
diyor, bu sonuca ulaşmış. Şimdi sen ona “Niye
aklını kullanmadın” diyebilir misin? Aklını kul-
lanmakla ünlü bir adam da Stephen Hawking.
Gerçi o da her gün fikir değiştiriyor. Ama son
bilgisi “Tanrı yoktur” diye. Ona “Sen aklını kul-
lanmadın” denebilir mi? Her ikisi de aklını kul-
lanmakla ünlü. Bu yüzden “Aklınızı kullanmadı-
nız mı?” âyetini iyi anlayamazsak şeytanın esiri
oluruz. Dünya kurallarıyla ne kadar gayret eder-
592
YILMAZ DÜNDAR
593
diyor ki, “O senin kendinin halledebileceği bir
şey değil, o aklı ben verdim.”
Bir konu olur, gider birinin aklına müracaat
edersiniz. O kişiyi önemsiyorsanız “Fikrinize mü-
racaat ediyorum” demezsiniz. Onun size edece-
ği yardımın önünü açabilmek için akıl kelime-
sini kullanırsınız; “Aklınıza müracaat ediyorum
efendim” dersiniz. Akıl başka bir şey çünkü. Akıl
nurdur, fikir üründür. Nur asıldır, fikir sonradır.
Bu açıklamalardan sonra âyetten anlayacağımız
bir sonuca gelelim: İnsan dûniHİ algı ve zannla-
rıyla bu doğruyu bulamaz. Akledemeyeceği bir
konuda insana Akl-ı Küll akıl verir. Bunu destek-
leyen bir âyetle devam edelim:
“Eğer üzerinizde Allah’ın fazlı ve O’nun rah-
meti olmasaydı sizden hiçbir kimse ebediyyen
arınıp terakki edemezdi.” (Nûr-21)
Haydi aklet. Haydi istediğin kadar aklını kul-
lan, kullandığını zannet dur. Eğer Allah’ın rah-
meti ve fazlı sana ulaşmasa, bu konuda seni des-
teklemese, önünü açmasa, doğruyu göstermese,
doğruyu yapman için tercihini oraya yönlendir-
mese bu küfürden ebediyen temizlenemezsin.
Âyetten anlıyoruz ki; Esfele Sâfiliyn elbise giy-
miş akılla, yani dûniHİ idrak havuzuna düşmüş
aklı kullanmakla hidâyeti bulamazsın. Yani sen
dûniHİ algı ve zanlarıyla yorum yaparsan, aklı-
nı kullanarak ulaşacağın bütün bilgi ve verilere
rağmen -Kur’ân’ın diliyle- el Hüsnâ’yı tasdik ede-
mezsin. O zaman “Aklınızı kullanmadınız mı?”
594
YILMAZ DÜNDAR
595
rinleştirmemiz gerekiyor. Şu ayet bize bu konu-
da yardım edecektir:
“Arzda hiç gezip seyretmediler mi ki, onlarla
akledecekleri kalbleri yahut işitecekleri kulakla-
rı olsun. Çünkü basarlar a’mâ olmaz, sadırların
içindeki kalbler a’mâ olur.” (Hac-46)
Akletmeyi kalbe bağladı, beyne bağlamadı.
Kur’ân’daki “Akletmiyor musunuz, düşünmüyor
musunuz?” âyetlerini beyne bağlamak bu âyete
terstir. Allah yarattığı organı bilmiyor mu, şa-
şırdı mı? Rasûlü bilmiyor mu? Akletmek kalble
ilgilidir, âyet öğretiyor. Bir şeyi anlayamamak,
kavrayamamak mânâsında kullanılan “a’mâ”nın
mânâsı işi görememe körlüğüdür. Esas körlük
gözle ilgili değildir. “Bizim indimizdeki körlük,
esas körlük senin sadrındaki kalbin görememe-
sidir, onun akledememesidir” diyor. “İnşirah”
kitapçığında sadrı, kalbi, fuadı, lübbü paylaştık.
Kur’ân’ın bu ifadelerini meâllerde değiştirme-
meliyiz; kalb dediğini “kalb” diye, fuad dediğini
“fuad” diye, lüb dediğini “lüb” diye yazmak ge-
rekir. Çünkü bir disiplini anlatıyor, onları kendi-
mize göre değiştirirsek olmaz. Kalb yazan yere
gönül yazmak olur mu? Normal hayattaki bi-
limsel metinlerimizde, konuşmalarımızda kalp
yerine “gönül” kelimesini hiç kullanmıyoruz.
Ama Kur’ân’daki fuad kelimesine gönül diyoruz,
“Gönlün isterse” diyoruz. Kalb, fuad, lüb, sadr bi-
rer teknik tâbirdir.
Önce “Arzda hiç gezip seyretmediler mi?”
diye sordu, sonra aklın kalb ile ilişkisini kurdu;
596
YILMAZ DÜNDAR
597
görmesi veya görmemesi değildir” diye uyarıyor.
Buraları “İnşirah” kitapçığında paylaştık, bakabi-
lirsiniz.
Elbette beyni de çok iyi fark etmemiz lazım,
müthiş bir organ. Biz henüz beynin çalışma me-
kanizmasını anlayabilmeye çalışıyoruz. Şu bile
enteresan, daha sahibi olduğumuz beyni çö-
zememişiz, çözemediğimiz bir organa sahibiz.
Çalışmasını tam çözemediğiniz bir karaciğere,
bir böbreğe ve organlara sahibiz. Teknolojide
çözemediğimiz bir şeye sahip olamayız, müm-
kün değil. Çözemediğin bir şeye nasıl sahip ola-
bilirsin? Birisi vermeden olabilir mi? Sen bilgisa-
yarda ancak çözebildiğin şeye sahipsindir. Ama
vücudunda hiç çözemediğin, hâlâ çözemediğin
şeyler var. Bir yere çok gelişmiş bir bilgisayar dü-
şüyor ve sen “Tesadüfen düştü” diyorsun. Bunu
kim kabul eder. Kimse etmez. Hâlâ çözemediğin
beynin tesadüf olduğunu zannedersen tezat ol-
maz mı? Bu kadar mükemmel bir organı sana
birisi verdi.
Fötüste ilk şekillenen organ yanılmıyorsam
beyindir. Henüz fötüse orada yaşayacak girme-
den önce beyin vardır. 120. günde Allah ruhun-
dan nefh ediyor. Tartışıldığı için günü önemli
değil diyelim. Bir gün ki âyetlerle sabit, Allah ru-
hundan nefh ediyor, yani orada yaşayacak olanı
gönderiyor. Onu Kul Zat ismi altında Kendinde
Kendine Göre Var diye gördük. O gelmeden
önce beyin orada vardı. Lütfen dikkat buyurun,
o fötüs de, ana da, o kadar mükemmel çalışan
beyin de, karaciğer de hologramdır. Yani kesret
598
YILMAZ DÜNDAR
599
kompozisyonunun kaydının ismi de Kalb’tır. O
kalıbın kozmik odası da organ olarak kalbtir.
Organ olan kalb o kalıp değildir, onu temsilen
adı kalbtir. Şuna dikkat edin, herhangi bir orga-
nınız rahatsızlansa, ağrısa aklınıza hemen ölüm
gelmez. Ama kalbiniz ağrısın, bir sıkıntı yaşasın
hemen aklınıza ölüm gelir, Kendinde Kendine
Göre Var olan gidiyor gibi, yani canınız gidiyor
gibi olur. Neden? Onun irtibatı oradadır da on-
dan, kozmik oda oradadır. Oranın dokuları ra-
hatsızlanınca orada duran oradan gidecek diye
aklına ölüm gelir. Orada duran o et değildir ama
irtibatı oradadır. Akleden odur, orada akleder.
Aklettiğinde kullandığı organ ise beyindir. Beyin
o akledenin hizmetindeki muhteşem organdır.
Akledenin hizmetinde bir organdır, akledenin
hizmetinde bir hologramdır. Bunu Kur’ân’dan
öğreniyoruz, bir yerden okumadık, Kur’ân bize
öyle diyor. Öyleyse, “Aklınızı kullanmadınız mı?”
derken anlayacağımız akıl, dünya hayatı sürecin-
de insanın kullanacağı bu akıl Allah’ın hüdâsıdır.
Böyle midir, yine Kur’ân’dan ders edelim.
“Rabbi dedi ki; ‘İkiniz cem’an aşağı inin ora-
dan, birbirinize düşman (engelleyici)siniz.
Benden size bir hüdâ geldiğinde, kim benim
hüdâma tabi oldu ise, o sapmaz ve şakıy olmaz.”
(Tâ-Hâ; 123)
“Dedik; ‘İnin oradan hepiniz. Artık benden
size bir hüdâ gelir de kim hüdâma tabi olursa,
onlara korku yoktur, onlar mahzun da olmazlar.”
(Bakara-38)
600
YILMAZ DÜNDAR
601
hüccetleri (delilleri) olmasın. Allah Aziyzen
Hakiym’dir.” (Nisâ-165)
“Eğer kendi ellerinin takdim ettikleri yüzün-
den onlara bir musîbet isabet ettiğinde; ‘Rabbi-
miz, bâri bize bir rasûl irsal etseydin de âyetlerine
tâbi olsaydık ve mü’minlerden olsaydık’ diyecek
olmasalardı.” (Kasas-47)
“Bir bölgeyi helak etmeyi irâde ettiğimizde
oranın sefahat önderlerine (rasûllerle düzel-
melerini) emrederiz. Ama onlar orada sapkın
inançlarının gereğine devam ederler, bu yüzden
uyarılarımızın sonucunu yaşamayı hak ederler,
biz de onları helak ederiz.” (İsrâ-16)
Ayetlere devam edeceğiz. Ancak normal
yaşantımız için önemli olduğuna kanaat getir-
diğim bir kuralı paylaşalım. Bu âyetlerde hem
uyarı var hem de tercih yetkimizin olduğu vur-
gulanıyor. Uyarı kelimesi önemli, Kur’ân’ın bizi
uyarmasından bahsederiz. Bir de insanların
birbirlerini uyarmaları vardır. Orada hata yap-
mamak lazım. Şu değişmeden devam ediyor;
bir konuda Allah uyarıyorsa Allah uyardı diye
ondan nefret ediliyor. Doğru mu? Aynısını insan
yaşar. Peki, ne yapması lazım? İnsan ilişkilerinde
uyarılanın dikkat etmesi gereken şeyler vardır,
uyaranın dikkat etmesi gereken şeyler var. Bir
basit örnek vermeye çalışayım, uyarıları nasıl an-
lıyoruz ve nasıl davranıyoruz? Bir şeker hastası
var, hastalığını umursamıyor, gıdasında durma-
dan yanlışlar yapıyor. Onun bir sıkı dostu, bir de
normal arkadaşı daha var. Elini tatlıya uzatıyor,
602
YILMAZ DÜNDAR
603
se onun tâlip olmasını sağlamalısın. Bu yüzden
tâlip önemlidir. Herkese göre farklı bir strateji
ile kişinin tâlip olmasını sağlamalısın. Bunu nasıl
yaparız diye sorarsanız, gülerim. Çünkü dünya
işinde hiç sormuyorsunuz. Pazarlama teknikleri
var, dünyanın kişiyi tâlip yapacak teknikleri var.
İş dîne gelince nasıl yaparım diye sorarsanız ol-
maz. Kişiyi seviyorsan, onu tâlip yapacak bir yol,
bir yöntem bulursun. Doğruyu söylemek başka
şeydir, yöntem başka şey. Doğruyu söylüyor ol-
mak seni haklı yapmaz. Haklı yapacak şey senin
yöntemindir. Bir hadisi veya âyeti paylaştınız,
yani doğruyu söylediniz diyelim. Dikkat edin, o
malzeme senin değil, sen ondan sorumlu değil-
sin. O âyeti, o hadisi sen söylemedin, bir alıntı
yaptın. Alıntıya sığınarak “Haklıyım” diyemezsin.
Sen yönteminden sorumlusun? Öyleyse “Söyle-
diğim yanlış mı?” diye bir gerekçe üretemezsin.
Sen senin olandan sevap veya günah kazanırsın,
yani yönteminden kazanırsın. Kötü yöntemle
yaptıysan bir de Allah kızar; “Niye âyetimi böyle
kötü yöntemle kullandın? Kulumu niye âyetle
nefret ettirdin?” der. Uyarı yaparken bu çizgi çok
önemlidir, dikkat etmek lazım inşâAllah.
“Eğer biz onları önce bir azab ile helak etsey-
dik, elbette şöyle derlerdi: ‘Rabbimiz, bize bir
rasûl irsal etseydin de zillete düşmeden, rezil
olmadan önce âyetlerine tâbi olsaydık.” (Tâ-Hâ;
134)
Bunu söylediklerinde artık değişmişler, deği-
şikliklerine şâhitlik yapıyorlar. İş işten geçmiş de-
nir ya öyle bir hal, Allah muhafaza etsin.
604
YILMAZ DÜNDAR
605
13,14,15’i okuduk, orada da bir şâhitlik var, o da
hesap günündeki şâhitlik. Kişinin kendi aleyhine
iki şâhitliği var, yanlış yapan iki kere şâhit oluyor.
Ölürken “Evet, ben sana karşı âsi idim” diyor.
Hesap gününde önce yan çiziyor, mazeret üre-
tiyor, sonra kendi aleyhine şâhitliği yine yapıyor.
Böyle iki şâhitlik var, her ikisi de kişinin kendisi-
ne şâhitliğidir.
“Hangi şeyden sorup duruyorlar; o azıym ha-
berden mi? Ki onda muhteliftirler. Hâyır (zan-
nettikleri gibi değil), yakında bilecekler. Yine
hâyır, yakında bilecekler.” (Nebe; 1-5)
“Yakında bilecekler. Hâyır, yakında bilecekler”
âyetinin bu iki şahitliği haber verdiği yorumu ya-
pılır. İki kez peş peşe; yakında bilecekler! Çünkü
ölüm de yakın, kıyâmet de. Allah indinde ikisi de
yakın. Dolayısıyla ölümde bilecekler, kıyâmette
de bilecekler, şâhit olarak.
“Dediler ki: ‘Rabbimiz bizi iki kere öldürdün
ve iki kere dirilttin de günahlarımızı itiraf ettik!
(Bu durumdan) bir çıkış (kurtuluş) yolu var mı?”
(Mü’min-11)
Bu âyet de iki kere şâhitliği gösteriyor, iki
kere hallerine şâhit oluyorlar. Ne kadar korkunç
ki “İki kere öldürdün, iki kere dirilttin” diyorlar.
Öldü, hesap için dirildi ve haline şâhit oldu. Ba’s
olacağı için tekrar öldü. Bir süre geçti, sonra tek-
rar dirildi. O zaman diyor ki; “İki kere öldürdün,
iki kere dirilttin, iki kere şahitlik yaptık. Bu ne
ızdırap Rabbimiz, buradan bir çıkış var mı, kur-
tuluş yok mu? Burada önemli uyarımız şu: İnsan
606
YILMAZ DÜNDAR
607
İhlas Hayat Döngüsü’nde olanlardan ise onu an-
latacak:
“Eğer o (ölen kişi) Ashâb-ı Yemîn’den ise;
“Ashâb-ı Yemîn’den, senin için selâm var (de-
nir).” (Vâkıa; 90, 91)
Duhan-56’dan öğrendik, bir kez ölüm var.
Vâkıa 88-91’den öğreniyoruz ki “Âmentü Billâhi
ve Rasûluhi” deyip bu doğrultuda gayret eden
için ölümde iki ihtimal var: Ya doğrudan rahat-
lığa, güzel kokuya, Naim Cennetlerine anında
geçer veya onu karşılayanlar “Ey bu yolu tercih
etmiş olan ashâb-ı yemîn, Selâm sana” derler,
ölümü tadar. Dünyada bize öyle demiyorlar.
Ama ölüm anında iki ihtimalden birinin olaca-
ğını Kur’ân söylüyor.
Bunları duyunca diyoruz ki; “İyyâKE nabudü
VE iyyâKE nesta’iyn.” Kabul buyur Yâ Rabbi, râzı
oluver Yâ Rabbi.
Âmîn.
608
25.
“YAKÎN” GELENE KADAR
RABBİNE KULLUK ET
609
ceye kadar Rabbine kulluk yapmaya devam et.”
(Hicr; 98, 99)
“İyyâKE nabudü VE iyyâKE nestaiyn” içinde
hep bu izahları yaptık ve sen de “iyyaKE nabudü
VE iyyaKE nastaiyn” dedin, öyleyse artık Rabbi-
ni hamdiyle tesbih et, yani “Sübhânallahi Ve Bi-
hamdihi” de ve secde edenlerden ol. Sana yakîn
gelinceye kadar Rabbine kulluk etmeye devam
et. Bu öğüt bize, kendimize. Ancak âyetteki esas
muhatap Rasûlullah (SAV) Efendimiz’dir.
“Yakîn gelinceye kadar”ı birkaç cümleyle
açmaya çalışalım ki yanlışlara sebep olmasın.
Meâllerde “yakîn” genellikle ölüm olarak çe-
virilmiş. Dolayısıyla, “Sana ölüm gelinceye ka-
dar Rabbine kulluk et” mânâsı çıkmıştır. Oysa
yakîn’in mânâsı bir konu hakkında ilmî olarak
kesin bilgi sahibi olmaktır. Bir konuda sizin için
şüphesiz denecek kesin ilmî bilginiz varsa siz
o konuda yakîn bilgi sahibisiniz demektir. Biz
“yakîn” kelimesini tasavvuf anlatımlarında gör-
düğümüz için, onu ilmel yakîn, aynel yakîn, hak-
kal yakîn gibi kullandığımız için sadece oralara
ait sanıyoruz. Oysa “yakîn” o konulara has olma-
yıp genel mânâsı olan bir kelimedir. Ancak bu
âyeti Efendimiz (SAV) e “Sana ilmel yakîn, aynel
yakîn, hakkal yakîn gelinceye kadar Allah’a kul-
luk et” denilmiş gibi anlamayalım. Böyle sanan-
lar var olduğu için söylüyorum. Yakîn kelimesini
buralara bağladıkları için “Sana yakîn gelince-
ye kadar kulluk et” âyetinden “İşte ben şu nefs
mertebesine geldim, artık âyet gereği, kullukla
ilgili bazı ibadetleri yapmama gerek yok, ben-
610
YILMAZ DÜNDAR
611
kullanmamıştır, ölümün bir ilmi yanını yakîn
diye kullanmıştır. Evet, ölüm mânâsındadır ama
Efendimiz (SAV) için büyük bir iltifatla yakîn
kullanılmıştır. Öyleyse biz bu âyetten, yakîn yani
ölüm gelinceye kadar seçtiğin hayat tarzına
devam et öğüdünü alırız. Meâllerde de, Allah
Rasûl’ü için yakîn kullanılmışken meâl yapanın
onun yerine “ölüm” yazması iyi olmaz, “yakîn”
demek iyi olur. Belki parantez içerisine “ölüm”
yazılabilir. Ama Allah “yakîn” kullanmış, meâlde
de yakîn kullanmak edebli olur. Siz de yazsanız
meâlin muhatabı yine Efendimiz (SAV) dir. Aynı
kuralı devam ettirmek gerekir.
612
26.
İHLAS HAYAT DÖNGÜSÜ
613
“İnin” dediğine göre bir aşağı var ve sen aşağı
dediği yerde yaşıyorsun. Öyleyse şöyle bir tefek-
kür yapabilir miyiz? Aşağıda yaşarken idrakınla,
yani Rabbinin öğrettiği bilgilerle öğrendiklerinle
yukarıdan aşağı bak. Tevhid’den, “HÛ” dediğin
yerden “Hakk” dediğin kesrete, insan dediğin
noktaya kadar basamak basamak bak. Bunu
yaparken önemli şey şudur; idrakın yukarıda
dururken, aşağıdan yukarı çık, bu bakışı geliş-
tir. Bunu yapabilir miyiz? Tabi. Çünkü idrakın
yukarıda, idrakın Ahseni Takviym. Aslında ikisi
birdir; aşağıda yukarı, yukarıda aşağı var, ikisi
bir bütündür. Ayrıca aşağı ve yukarı yok, anla-
mak için ayırdık. Özetleyeyim: Yukarı aşağı diye
ayırdık. Neyi? “Amenû Billâhi ve Amilus Sâlihâti”
mânâsını. Bu mânâya ulaşmak için şimdi bir
amel şekillendiriyoruz. İdrakın zaten yukarıda.
Değilse Âmentü Billâhi diyemezsin. İşte oradan,
o hakikatten insan noktasına bilgi olarak bak.
Sen aşağıdasın, idrakın yukarıda. İdrakın yukarı-
da, çünkü sen düşündüğü kadar gören insansın,
gördüğü kadar düşünen değil. Rabbin sana HÛ
noktasını düşünmeni öğretti, sen düşündüğün
kadar görebilirsin. Esfele Sâfiliyn gördüğü kadar
düşünür. Sen HÛ noktasını düşünüyorsun, ora-
dan bakabilirsin. Ama neredesin? Aşağıdasın,
bedenin aşağıda, idrakın duymal yakîn bile olsa
yukarıda. O idrakla basamak basamak ahseni
takviym insandan esfele safiliyn insana kadar
bak. Baktığın o istasyonlar sana lazım. Bunu ya-
parken idrakın tevhidden ayrılmadan aşağıdan
yukarı çık; çünkü duymal yakîn idrakını ilmel
614
YILMAZ DÜNDAR
615
nüşmeli ki senin olsun, o bilgiyi ilmî sûret yap-
malısın, Âmentü Billâhi bilgisini kazanım ve de-
ğişimle sende sûrete çevirmelisin. Onun sûrete
dönüşü ancak fiillerle mümkündür. Çünkü sûret
fiillerin kompozisyonudur. Fiiller ise sûretlerin
ürünüdür, bir fiil sûretten çıkar. Ama sûret de fi-
illerle kompoze olur. Sana âhirette lazım olan şey
sûrettir, bu da amelle mümkündür. Dolayısıyla,
aşağıdan yukarı çıkış ancak amelle olur. Yukarı-
dan aşağı bakış îmanla olur. Neden? O bilgileri
sen bilmiyordun, öğrendin îman ediyorsun. İşte
şimdi o bilgilerle aşağı bakıyorsun. O bilgi sen-
de sûrete dönüşmeli, şimdi onu sûrete çevire-
ceksin. Bu amelle olur, onun ismi Sâlih Amel’dir,
yani yukarıdan aşağı bakarkenki bilgilere uygun
ameldir. Sâlih uygun demektir. Sâlih amel uygun
ameldir. Aşağıdan yukarı çıkış ancak Âmentü
Billâhi’ye uygun amelle, sâlih amelle olur.
Bu noktada sâlih ameli netleştirelim ki uygu-
lanabilir olsun. “Müstakilen VAR ve Muhtar olan
ancak Allah’tır” düsturuna uymayan, bu düs-
turu bozmaya çalışan ne tür heva, heves, arzu,
istek, duygu, düşünce, fikir, inanış, örf, adet, fiil,
davranış varsa hepsinden kurtulma çalışmaları,
sebep olan nesnel şeyleri terk, yani ön infaklar
hepsi sâlih amel kapsamına girer. Hz. Ömer ra-
dıyallahu anh Efendimiz bunu böyle uygularken
bu düsturu bozmaya çalışan şeylerle karşılaşıyor,
karşılaştıkça “O bozuyor, şu bozuyor, bu bozu-
yor” deyip terk ediyor, Allah için hepsini infak
ediyor. Ve diyor ki; Hakk Ömer’e dost bırakmadı.
616
YILMAZ DÜNDAR
617
Bizdeki Kendinde Kendine Göre Var’ın
sûretiyle ilgili de bir önemli benzetme yapaca-
ğım. Kendinde Kendine Göre Var olanın, “BEN”
diyerek ifade edilenin sûreti bizim Birbirlerine
Göre Var diye tanımladığımızın fiziksel sınırla-
rı ile kayıtlı değildir. Bunu anlamak üzere şunu
söyleyelim. Üç dört yaşlarında bir çocuğun
“BEN” deyişi ile kırk yaşındaki birinin “BEN” de-
yişi farklı mıdır? Aynıdır. Üç dört yaşındaki çocu-
ğun “BEN” derken oluşturduğu “BEN” sûretine
“Sen kendin kadar BEN de” demiyoruz. Hatta
“Nasıl kendini savundu, nasıl da kendini ortaya
koydu, nasıl kendi dediğini yaptırıyor?” diye şa-
şırıyoruz. Fiziksel yapısına göre “BEN” demiyor
ki! “BEN” demekle ilgili sûret kırk yaşında da, üç
dört yaşındakinde de aynıdır. Onun görünümü-
nü sağlayan, hatta onun görünümünü kısıtla-
yan fiziksel beden ayrıdır, o Birbirine Göre Var
olan onun arabasıdır. O ayrı iş. Arabayı kullana-
nın “BEN” deyiş bedenleri aynıdır. Bu yüzden,
o “BEN” diyenin sevgi ve nefret gibi duygularla
ilgili sûretleri de aynıdır. “Ne olacak canım, üç
yaşındakinin sevgisi” diyemezsin. Kırk yaşında-
kinin sevgisiyle üç yaşındakinin sevgisi boyut
olarak aynıdır. Ama bedenleri farklıdır. Sûreti
izah edebiliyor muyum? Şimdi bir örnek verece-
ğim, mânâyı alıp örneği silelim. Evdeki elektrikli
aletleri düşünelim. Birisi çok küçük, birisi büyük,
birisi daha büyük. Üç büyüklükte farklı mari-
fette aletler. Küçük olanda daha az elektrik yok
ki. Elektrik hepsinde 220 Volt. “BEN” demeyi de
bizim elektriğimiz gibi düşünün. Üç yaşındaki
618
YILMAZ DÜNDAR
619
Bu telin etrafında o kadar çeşit kablo var ki,
öyle kablolar var ki... Hele bir kablo var, içindeki
teli/elektriği reddeder.
Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu kendine
has sûretiyle insanda vardır, insanın kalbı daha
sonra eklenir. Kalbın gereği de sûretler oluşur.
Kalbın gereği oluşan sûretler bu has sûreti örter-
ler. Has sûreti örten bütün bu sûretler has sûrete
göre ilah vasıflıdır, ilah iddialıdır. Yoksa öyle
bir sûret olamazlar. Kayıtlı Kendini Hissetme
Duygusu’nun has sûretini örten sûretler, bulun-
dukları ortam şartlarında algılamalar yaparlar,
insan bu algılamalara da “Hislerim” der. Kayıtlı
Kendini Hissetme Duygusu’nda geçen his değil-
dir, onlar algıdır. Siz sizdeki Kayıtlı Kendini His-
setme Duygusu’nu, Kendinde Kendine Göre Var
olanı “BEN” diye takdim edersiniz ya, işte onun
has sûretini bulunduğu ortamın şartlarına ve o
kulun kalbına göre kaplamış olan sûretlere göre
bulunduğu ortamda algılamalar yapar, o algı-
lamalara da kişi “Hislerim” der. O hisler algıdır.
Bu sûretler değişince algılar da değişir. Örneğin
dersiniz ki ben şu, şu çalışmaları yapmadan önce
bunlara kızardım, şimdi kızmıyorum. Bakın, algı-
nız değişmiş. O zaman öyle algılıyor kızıyordun,
şimdi kızmıyorsun. Çünkü sûretin değişiyor.
Algılar değişir, algıların örttüğü sûretler değişir
ama has sûret değişmez. Biz ikisine de “his” de-
diğimiz için, has sûretli olan Kendinde Kendine
Göre Var’la “BEN” dediğimiz esas hissi, algıları-
mızla tarif ettiğimiz hislerle karıştırmamalıyız.
620
YILMAZ DÜNDAR
621
maya çalıştığımız fiiller olabilir, ama onlar onun
mücadele ettiği fiillerdir. Bu fiillerin yok edicisi
bize Kur’ân’la öğretilmiştir: Lâ. Sözle “Lâ”, fiille
“Lâ”. Tüm örtücü sûretlere “LÂ/YOK” muamele-
si yapmak gerekiyor.
Bu noktada bir tehlikeden söz edeceğiz. Eğer
kişi sûretleri bilgi ile yok ettiğini zannederse
buna inanır. Sûret duruyordur ama o yok etti-
ğini zanneder. Birinin kendisini Napolyon zan-
netmesi gibi. Aslında Napolyon değil, sokaktaki
adam ama kendini Napolyon zannediyor. Bilgi
böyle bir şeydir. Napolyon bilgisine kafasını ta-
kan kendini Napolyon zanneder. Ama kendi
sûreti durur. Örtücü sûretleri bilgiyle yok etti-
ğini zannedenler öyle bir tuzağa düşerler ki ör-
tücü sûretledirler ama kendilerini has sûrette
zannederler, sonra da has sûret taklidi yaparlar.
Allah muhafaza etsin, tehlikeli olur. Sûretler bil-
giyle silinmez. Bunun için sâlih amel önemlidir.
Bu yolda Allah korkusu insan için bir hediye-
dir, Allah’ın bir lütfudur ve o kadar önemlidir ki.
Neden biliyor musunuz? Has sûrete gitmemizi
engelleyen örtücü sûretler Allah korkusundan
sinerler, Haşyetullah onların sinmesini sağlar.
Böylece örtücü sûretler fiilsizleşir. Has sûrete
umutla yaklaşılır. Umuyorsan has sûret yaklaşır,
umut onu yaklaştırır. Allah korkusu olan Haşye-
tullah ise örtücü, engelleyici sûretlerin fiillerini
sindirir, o filleri yok etmeni kolaylaştırır.
622
YILMAZ DÜNDAR
623
Nisâ-78 idrakıyla düşünüp, örtücü sûretlerin
de Allah’ın kulu olduğunu görüp Allah’ın razı ol-
duğu kulluğa tâlip olandır. “Örtücü sûretleri de
sen yarattın, onlar da kulun, onların da hüküm-
lerini veren sensin Allahım, Senden Sana sığını-
rım” der. Tüm kulların hüküm verenine sığınır.
“Senin razı olduğun kul hâline tâlibim” der.
İsrâ-25 ve Kâf-32’ye göre o evvabîndir, özü-
ne dönendir, has sûrete yürüyendir. Akşam
salâtından sonra ikame edilen salâtın ismi o yüz-
den Evvabîn’dir. O salât “Yâ Rabbi, sana yönel-
dim, yönelişimi kabul buyur” mânâsına gelen bir
dua içerir. Esası altı rekâttır. İki iki kılınırsa son iki
rekâtının Hıfz-ı Îman diye kendine has bir ismi
vardır ve “Bana öğrettiğin îmanımı son nefesim-
de de muhafaza buyur Yâ Rabbi” duasını içeren
iki rekâttır. Söyleseniz de söylemeseniz de onun
karşılığı, özüne dönen kişiye hıfz-ı îman duası
olacaktır.
Kâf-33’e göre o kalb-i munîb’dir, hakikatine
dönen kalbdir, has sûrete uygun kalıplanandır.
Hac-54 ve Hûd-23’e göre kalbi ihbat edendir,
örtücü sûretlerden kalbını mümkün olduğunca
temizlemiş, mutmain olmuş, o mutmainlikle
boynunu bükmüş kişidir.
Şuarâ-89 ve Saffât 84’e göre Kalb-i Selîm’dir.
Örtücü sûretlerin kalba tesirlerini temizlemiştir.
Hastalık/maraz sayılan kısımlarını kalbından te-
mizleyip hastalıksız kalb, kalb-i selîm olmuştur.
624
YILMAZ DÜNDAR
625
“Lem yelid ve lem yûled: O doğurmamış ve
doğurulmamıştır “ (İhlas-3)
Bu âyettekiler bildiğimiz, anladığımız ta-
nımlardan oluşuyor. İlk iki âyettekiler duydu-
ğumuzdu, Rabb’imiz söylediği için îman ettiği-
miz Allah’ın vasıflarıydı, Ehad ve Samed nedir
bilmiyoruz. Rabb’imiz “Böyle deyin” dediği için
duyduk, iman ettik. Fakat İhlas-3’teki “Lem yelid
ve lem yûled” vasfını Allah bildiğimiz bir şeyle
söyledi; O doğurmamış ve doğurulmamıştır. Ko-
numuz çerçevesinde dedik ki; “HUvallahu Ehad,
Allahus Samed” bilgisi içerisinde insan yoktur.
Şimdi insan var ve “Lem yelid ve lem yûled”
bildiğimiz bir kelimeyle tarif, insana ait bir ta-
rif. “Lem yelid ve lem yûled” bizim için kesret
âlemini temsil ediyor. “HUvallahu Ehad, Allahus
Samed” kesret âlemine uygun değil, kesret âlemi
zâhiren bu vasıflara uygun değil. Ama bu âyetler
zâhirî görünüşüyle kesrete uygundur. “Lem yelid
ve lem yûled” kesret âlemini temsil eden öyle bir
cümledir ki bize konuşmamızla ilgili bir çok şey
öğretir. Hem kesret diliyle söylenmiştir, hem de
bir tevhid cümlesidir. Kesret kelimeleri kullanıl-
mıştır ama sonucu tevhiddir. “Doğurmamış ve
doğurulmamış”dan çıkan sonuç tevhiddir. Ama
bu tevhidi tarif eden kelimeler kesrettir. Bu çok
öğrenmemiz gereken bir usuldür. Kesret kelime-
leriyle tevhid konuşmayı başarabilirsek müthiş
bir şeydir. Bize örnekle öğretiyor; hepsi kesret
kelimesi ama çıkan sonuç tevhid. “Lem yelid
ve lem yûled”den çıkan sonuç da “HUvallahu
626
YILMAZ DÜNDAR
627
latmak istiyorum. Hiç yapamayacağımız bir şey-
le bizi öyle bir noktadan, öyle bir başlangıç çizgi-
sinden başlatıyor ki, “İyyâKE nabudu VE iyyâKE
nestaiyn” diyerek, “Lem yelid ve lem yuled” di-
yerek başlıyoruz. Öyle bir mesafeden başlatıyor
ki bir gayretle finishe gidelim istiyor. O yüzden,
topluyorsun topluyorsun sonuç tevhid çıkıyor.
İnsan var oysa. İnsanı işaret ediyor, hayat başla-
dı. Buranın önemini anlamak için bir kaç âyetten
yararlanalım, sonra devam edelim.
“Rahmân çocuk edindi” dediler. Andolsun ki,
iddia (pek çirkin) bir şey yaptınız. Bundan dolayı
az kalsın Semâvat çatlayacak, Arz yarılacak, dağ-
lar yıkılıp düşecek.” (Meryem; 88-90)
Biz başlangıç çizgisinde “Lem yelid ve lem
yûled” dedik ama onu bize Rabb’imiz öğretti.
“Rahmân çocuk edindi”yi onlara Allah mı öğ-
retti? Hâyır! Uydurdular! Allah üzerine yalan
söylediler. Şimdi bu ikisi aynı olabilir mi? Bize
Rabb’imiz öğretti; “Siz böyle deyin” dedi, biz de
“Lem yelid ve lem yûled” dedik. Hayat başladı,
hayata böyle başladık. O yalancılar hayata nasıl
başlamışlar? Rahmân çocuk edindi diyerek. Öyle
bir hayata başlama biçimleri var ki bu hayata
başlama biçimleriyle neredeyse semâvat çatla-
yacak, arz yarılacak, dağlar yıkılıp düşecek. Bu
kıyâmetin tarifidir, kıyâmeti koparacak derece-
de şiddetli bir günahla işe başladılar demektir.
Bunun karşılığında biz ne diyoruz? “Lem yelid ve
lem yûled.”
628
YILMAZ DÜNDAR
629
Karşılığı değil on katı. “Âmentü Billâhi ve
Rasûlihi” dedin diye seni hayata nereden, nasıl
bir idrakla başlatıyor? Düşünün şimdi, kendisi-
ne ilim verilen kişi bu mudur, yoksa hologramla
uğraşıp bilmem neleri bulan mıdır? Hem buldu-
ğuna hayal diyor, hem de o hayalin her şeyini di-
dikleyip, bulup ünlü oluyor. Olabilir mi? O fâni.
Allah sana Bâki’yi öğretiyor, kaybolmayacak bir
ilmi öğretiyor. Müthiş birşey, inananlara müthiş
bir merhamet. Tarif edecek kelime bulamıyo-
rum. Sen, “O doğurmamış ve doğurulmamıştır”
mânâsına gelen “Lem yelid ve Lem yûled” de-
mekle, kıyâmeti koparmaya sebep olacak dere-
cede şiddetli bir günahın karşılığı olan sevabın
on katıyla hayata başlıyorsun, yola bununla çı-
kıyorsun. Bu yüzden yola çıkarken İhlas Sûresi’ni
belirli sayıda okumak çok önemlidir, arabaya bu
benzini doldurmak için.
En’âm Sûresi 160’taki “Kim hasene ile ge-
lirse” ifadesini önemine binaen tekrar edelim.
Meâllerde bu “Kim iyilik ile gelirse” diye yazılıyor.
Hasene iyilik değildir! İyilik genel bir mânâdır, hiç
inanmayan da iyilik yapabilir. Onunla Allah’ın
huzuruna gidip on kat sevap mı alacak? Hâyır.
Hasene, Lâ İlahe İllallah Kelime-i Tevhidi’ne uy-
gun ameldir, hasene budur. Kim Lâ İlahe İllal-
lah Muhammeden Rasûlullah beyanına uygun
amelle gelirse ona 10 katı vardır. Biz, “Lem Yelid
Ve Lem Yûled” demekle Lâ İlahe İllallah Mu-
hammeden Rasûlullah Kelime-i Tevhidi’ne uy-
gun bir ameli söylemiş oluyoruz. Sırf söylemekle
630
YILMAZ DÜNDAR
631
nınır; izzetli âyet, yüksek âyet, âyetler içerisinde
mertebesi olan âyet. Onu “Izz” yapan, izzet sahi-
bi yapan nedir?
Eûzü Billâhi mineş şeytanir raciym Bismillahir
Rahmânir rahiym. “Ve Kulil hamdulillahilleziy
lem yettahız veleden ve lem yekün leHU şeriy-
kün fil mülki ve lem yekün lehû veliyyün minez
zülli ve kebbirHU tekbiyra.” Allahuekber (İsra-
111)
Meâlinden önce bir hadisle önemini anlaya-
lım. “Rasûlullah (SAV) Efendimiz, Abdulmutta-
lip çocuklarından konuşmaya başlayan her oğ-
lan çocuğuna bu âyeti belletirdi” diye bir rivayet
var. Bunun ezberlemesini sağlıyor, bu âyetin ez-
berlenmesini istiyor. Bu yüzden, bize bu kadar
nur sağlayacak, idrak kazandıracak âyeti bizim
de öğrenmemizde fayda var. Meâlen: “Hamd
çocuk edinmemiş, mülkte ortağı olmayan ve
âcizlik dolayısıyla veliye muhtaçlığı söz konusu
olmayan Allah’a aittir” de ve onu tekbir et.” Al-
lahuekber.
Dikkat ederseniz âyetin içerisinde “Hamd o
Allah’a aittir ki, çocuk edinmemiştir” diyorsu-
nuz. Âyeti “Izz” yapan mânâlardan birisi odur:
Allah’a “Çocuk edinmemiştir” şahitliği yapmak
dünyada insan için çok onurlu, çok onurlu bir
görevdir. Onu nasıl diyeceğimizi bize Rabbimiz
öğretiyor ve o onuru yaşayabilmemiz için bize
fırsat tanıyor. İşte biz hayata, başlangıç çizgisine
o onurla başlıyoruz: Lem Yelid Ve Lem Yûled.
Böyle başladık ama hedefimiz neydi? Hedefimiz
632
YILMAZ DÜNDAR
633
Âmentü Billâhi’dir, îmandır. İman hedeftir. O he-
defle ahlaklanmak ise, yani kazanım ve değişim
ise sâlih ameldir. Sâlih amel hedefe uygun hare-
kettir.
Şimdi “Ve Lem Yekün Lehü Küfüven Ehad”
mânâsına bakalım: “Ve O’na hiçbir küfüv söz
konusu değildir.” Meâli böyle alalım. “Ona denk
yoktur” gibi meâller “HUvallahu Ehad, Alla-
hüs Samed”e uygun değildir. Yoktur derken
kullandığımız “yoktur”da var ihtimali vardır,
“yoktur”da bir yer ihtimali vardır, “yoktur” tev-
hidi ifade etmez. O Kur’ân’ın “YOKTUR” dediği
değildir. Allah ile ilgili bir konuda kullandığınız
“YOKTUR” kelimesi insanın tespitinde olmaz.
İnsanî bir tespitle “yoktur” dersen tevhid olmaz.
Bu yüzden sen şunu tespit edebilirsin; O’na hiç-
bir küfüv söz konusu değildir. “Söz konusu” de-
ğildir. Niye? Daha önce söz konusuydu ama o
söz konusu olan yalanmış, iftira imiş. “Yoktur”
nesnel birşey. Daha önce öyle nesnel birşey yok-
tu ki. “Müstakilen VAR ve Muhtar olan ancak
Allah’tır”ın yalancıları “Ben de müstakilen var ve
muhtarım” iddiasında bulunuyorlar. Öyle birşey
yok, o yalan ve iftiradır. Bir yalanı tespit ettiğin-
de “Yoktur” demezsin, “Söz konusu değil” der-
sin. Dikkat edin, öyle nesnel birşey yok. Onun
tespitinde “yoktur” kelimesi olmaz, “söz konusu
değildir” deriz. Bazı meâllerde “yoktur” demez,
“Ona denk, eş bir küfüv olmadı” der. Çalıştın ça-
lıştın da olmadı gibi “Olmadı” olmaz, “Olmadı”
fiili uygun düşmez. Olacaktı ama olmadı, başa-
634
YILMAZ DÜNDAR
635
ve Muhtar”dır ki O’nun “Müstakilen VAR ve
Muhtar” oluşuna kâfî gelecek, onu karşılayacak
bir başka “Müstakilen VAR ve Muhtar” YOK-
TUR. Küfüv ile “kâfî”liği tespit edeceksin. Çün-
kü “kâfî”ye cevap verebilirsin. Tespit edeceğimiz
şeyi öğrendik, Ehad ve Samed.
Ehad ve Samed mânâsı itibariyle anlayabi-
leceğimiz dile çevrilirse, yalnızca Allah için kul-
lanmak üzere VAR diyebiliriz. Bu VAR bizim ha-
yatta kullandığımız var değildir. Bakın masanın
üzerinde bir bardak var. Aldık, yok. “Yok” derken
onu “var”ın zıddı için kullandım. Oysa Allah’la
ilgili olarak “Başka müstakilen VAR ve Muhtar
YOKTUR” derken kullandığımız YOK, “var”ın
zıddı değildir. Biz normal hayatta varın zıddı-
na yok, yokun zıddına var deriz. Bu kelimeleri
aynı mânâda kullanarak “Allah vardır, yoktur”
diyemezsin. Onu bardak için diyebilirsin. “Allah
VAR’dır”ın VAR’ı yalnızca Allah için kullanılır.
“Başka müstakilen VAR ve muhtar YOKtur”daki
YOK da ancak Allah için, Allah’ın vasıfları için
kullanılır; “Başka Ehad ve Samed YOK” demek-
tir. Onu normal hayattaki var-yok’la yapamaz-
sın, meâllendirirken onu fiil olarak da kullana-
mazsın, olmaz. Çünkü bizim yok dediğimiz şey
varın zıddıdır. “Yok” bile olsa onun yeri var, o da
Allah’ın yarattığı bir varlık, sen ona “yok” diyor-
sun. Onun bir yeri var, bir boşluk değil, o var. Sen
o varın adına yok diyorsun. Sen o yok dediğin
mânâ ile Allah’a yok diyemezsin, “Müstakilen
VAR ve Muhtar olan başka YOK” diyemezsin.
636
YILMAZ DÜNDAR
637
jiyle başla ki yolunu şaşırma. Bu yüzden “Lem
Yelid ve Lem Yûled” de. Ama orada da durma,
sana gösterilen hedefi kazanıma çevir, o hedefle
ahlaklan. Hedefinle ilgili tespitin nedir? Ve Lem
Yekün Lehü Küfüven Ehad. Onun şâhadetini ya-
şadığın zaman onu söylemek sana o kadar zevk-
li ve kolay olur ki: Eşhedü En Lâ İlahe İllallahul
Ehadüs Samedülleziy Lem Yelid Ve Lem Yûled
Ve Lem Yekün Lehû Küfüven Ehad. Sen bu şaha-
deti yapınca kalem; “Her şey yeniden yazılacak-
tır” der. İşler değişti. Herşey yeniden yazılacaktır
ama önce yazılanlar geçerli olmak kaydıyla. Ye-
niden yazılacak olması onların gerçekliğini kal-
dırmaz, onlar silinmez.
Bütün bu paylaştıklarımızla, “İyyâKE na’budü
ve iyyâKE nesta’iyn” ile gördüklerimizi İhlas
Sûresi’nin bize açtığı pencereden İhlas Hayat
Döngüsü adı altında ders etmeye çalıştık.
Dua ile tamamlayalım inşâAllah.
638
YILMAZ DÜNDAR
639
adede halkıke ve rıdae nefsike ve zinete arşike
ve midade kelimatike.
Estağfirullah el azıym, el keriym, er rahıym el-
leziy lâ ilahe illa huvel hayyul kayyum ve etûbü
ileyh. Sübhanallahi ve Bi hamdihi sübhanallahil
azıym, estağfirullah ve etûbü ileyh. Sübhanallahi
ve Bi hamdihi sübhanallahil azıym, estağfirullah
ve etûbü ileyh. Sübhanallahi ve Bi hamdihi süb-
hanallahil azıym, estağfirullah ve etûbü ileyh.
Allahım, Allahım inanan din kardeşlerimizin
hastalarına acil şifa, dertlerine acil deva, borçla-
rına acil eda, yolcularına acil selametlik, işsizleri-
ne acil iş, gelirsizlerine acil gelir, çaresizlerine acil
çare ya rabbi.
Çarelerin sahibi, merhamet sahibi... Çarelerin
sahibi olan Allahım, çaresiz din kardeşlerimize
acil çare.. Ya, zel celali vel ikram, ya vehhab, ya
latıyf Allahım, onlara çok kolay, çok güzel, çok
çabuk olacak şekilde lutfediver, lutfunla ihsan
ediver, nasib ediver, merhamet ediver Allahım.
Allahım, bizleri bağışlayıver Allahım, bağışla-
yıver, lütfen bağışlayıver, lutfen ya rabbiy, lutfen
merhamet ediver.
Allahım, öncelikle Rasûlullah, Nebîullah, Ha-
bibullah Efendimiz Muhammed Mustafa sallal-
lahu aleyhi vesellem Efendimizin güzel, latif, te-
miz ruhu şerifleri için,
Sonra onun muhterem anneciğinin ve ba-
bacığının ruhları için, onun muhterem eşleri ve
640
YILMAZ DÜNDAR
641
annecikleri babacıkları, ne tür yakınları var ise
hepsinin ruhları için,
Allahım, yapılmış olan hatimlerin kabulü için,
Allahım, rahmetine kavuşmuş olan din kar-
deşlerimizin ruhları için,
Ve Allahım, burada bulunan bizler, bizlerin
yakınları, yaşayan annecikleri ve babacıkları,
yavruları, sevdikleri, yakınları ve bütün din kar-
deşlerimiz ve gelecekteki din kardeşlerimiz, hep-
sinin hepimizin ruhaniyetleri için,
Allahım dualarımızı, ibadetlerimizi, tövbele-
rimizi kabul edivermen, bizleri bağışlayıvermen,
affedivermen, günahlarımızı, günah görüntüle-
rimizi, günah belgelerimizi silivermen için,
Allahım, bizleri cehennem ateşinden koru-
yup, cennetinle mükafatlandırıvermen için,
Allahım, senden razı olmuş, senin de razı olu-
verdiğin, senin huzuruna kalbi selim ile gelmiş
kullarından kılıvermen için,
Allahım, Rasûlullah, Nebîullah, Habibullah
Efendimiz Muhammed Mustafa sallallahu aley-
hi vesellem’e dünya ve ahirette bizleri dost ve
komşu eyleyivermen için,
Allahım yine dünya ve ahirette olmak üzere,
Cemalullah’la bizleri şereflendirivermen için,
Allahım, Allahım, Allahım, yalnızca rızan için
El-FATİHA
642
YILMAZ DÜNDAR
643
YILMAZ DÜNDAR
646
YILMAZ DÜNDAR
647
AŞAĞILARIN AŞAĞISI
kitap talebi
kitap talebi için
için
www.birdusunyansimasi.com
www.birdusunyansimasi.com
birdusunyansimasi@gmail.com
birdusunyansimasi@gmail.com
274
Tâlibin Başlangıç Çizgisi
Bu kitapçıkta; Rabbimizin bize
TALİBİN
ikram olarak buyurduğu “İyyâKE na’budu ve
iyyâKE nesta’iyn” sığınışıyla, Hakk’a hicret
için Hakk Yol’a çıkışın Başlangıç Çizgisi olarak,
Kur’ân’ın öğrettiği “Âmenû Billahi ve
BAŞLANGIÇ
Amilus Salihâti” prensibi çerçevesinde,
“Müstakilen VAR ve Muhtar olmaksızın
hürüm” idrakıyla bir hayat tarzı ele alınmıştır.
ÇİZGİSİ
[İyyâKE na’budu VE iyyâKE nesta’iyn]
Fâtiha-5
Yılmaz DÜNDAR
Yılmaz DÜNDAR
ISBN: 978-605-5142-16-2