Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 650

Tâlibin Başlangıç Çizgisi

TALİBİN
Bu kitapçıkça; Rabbimizin bize
ikram olarak buyurduğu “İyyâKE na’budu ve
iyyâKE nesta’iyn” sığınışıyla, Hakk’a hicret
için Hakk Yol’a çıkışın Başlangıç Çizgisi olarak,

BAŞLANGIÇ
Kur’ân’ın öğrettiği “Âmenû Billahi ve
Amilus Salihâti” prensibi çerçevesinde,
“Müstakilen VAR ve Muhtar olmaksızın
hürüm” idrakıyla bir hayat tarzı ele alınmıştır.

ÇİZGİSİ
[İyyâKE na’budu VE iyyâKE nesta’iyn]
Fâtiha-5

Yılmaz DÜNDAR
Yılmaz DÜNDAR

ISBN: 978-605-5142-16-2
YILMAZ DÜNDAR

Euzü Billahi mineş şeytanir raciym


Bismillahir Rahmanir Rahiym.

1
2
YILMAZ DÜNDAR

TÂLİBİN
BAŞLANGIÇ ÇİZGİSİ
[İyyâKE na’budu VE iyyâKE nesta’iyn]
Fâtiha-5

Yılmaz DÜNDAR

Ekim 2015
Ankara

3
Tâlibin
Başlangıç Çizgisi

Yılmaz Dündar

ISBN: 978-605-5142-16-2

Ekim 2015

Baskı
Anıt Matbaa / Ankara

4
YILMAZ DÜNDAR

İÇİNDEKİLER

Sunuş....................................................................................... 7
1. Kur’ân’da “Biz” Tabiri ve İnsanın
“Biz” Diyerek Seslenişi............................................. 9
2. Kur’ân’ın “Allah’a Kulluk Edin” Önerisi........29
3. Allah’a Kul Olmak? ve
Allah’a Kulluk Yapmak?........................................55
4. Dünya Hayatında İki Ayrı Şehadet
ve Âhirette İki Ayrı Karşılık................................69
5. Cennet İçin “İyi Bir İnsan” mı?
“İyi Bir Kul” mu? ...................................................101
6. İşittik ve İtaat Ettik..............................................157
7. Fısk Hâli ve Fâsık...................................................167
8. Kendi Adına “Ben” Diyenler
ve Tanrılar Şirketi Ortakları.............................173
9. Kul “İhtiyacı Olan ve İsteyen”dir...................197
10. “Sözde Mütekebbir” Olan Söylemez,
Söylese de Kabul Görmez................................275
11. “Mânâ Ayrıştırmak” ve
“Mânâ Çakıştırmak” Usûlleri..........................307
12. Îman Bölümü: Yöneliş ve
“Rabbimiz Allah’dır” Sözleşmesi...................333
13. Haniyf, Vech, Diyn, Muhsin, Vechullah....361
14. “Âmentü Billâhi”
Yönelişinden Sapmalar......................................387
5
15. Müşriklerin Hücûm İçeren
Câhil Davranışları.................................................423
16. Kul Zat ve Onun
“Muhtariyeti Tercih Gücü” Yetkisi..............427
17. Sâlih Amel Bölümü: İlişkiler............................505
18. İnsanın “Fitne” ile İmtihanı
ve İbtilâ Edilişi.........................................................509
19. Beyan-Kazanılmış Beyan-Değişim...............525
20. “Muhtariyeti Tercih Gücü”
Yetkisiyle “Hakk” veya “Bâtıl”ı Tercih.........529
21. Allah İnsanı Yapacağı
Tercihte Zorlamaz................................................549
22. Ara Uyarı!!! Tercih Hürriyetin
Seni Yöneliş Prensipleri
Dairesinden Çıkarmasın...................................553
23. Hadîd-7’ye Dikkat! Emanet,
Sorumluluk ve İnfak...........................................569
24. İnsan Kendi İmtihanı ile
Kendi Hâline Şâhit Olur....................................591
25. “Yakîn” Gelene Kadar
Rabbine Kulluk Et................................................609
26. İhlas Hayat Döngüsü..........................................613

6
YILMAZ DÜNDAR

SUNUŞ

Bu kitapçıkta; Rabbimizin bize ikram


olarak buyurduğu “İyyâKE na’budu
ve iyyâKE nesta’iyn” sığınışıyla, Hakk’a
hicret için Hakk Yol’a çıkışın Başlangıç
Çizgisi olarak, Kur’ân’ın öğrettiği
“Âmenû Billahi ve Amilus Salihâti”
prensibi çerçevesinde, “Müstakilen
VAR ve Muhtar olmaksızın hürüm”
idrakıyla bir hayat tarzı ele alınmıştır.

Yılmaz DÜNDAR
8
1.
KUR’ÂN’DA “BİZ” TABİRİ VE
İNSANIN “BİZ” DİYEREK SESLENİŞİ

“FATİHA ile fetih” kitapçığını oluşturmak


amacıyla yaptığımız tefekkür toplantılarında ko-
nuyu Fâtiha’nın âyetleri çerçevesinde ele alırken
“İyyâKE na’budu VE iyyâKE nesta’iyn” âyetini
çok önemli bir bölüm olarak paylaştık. Ancak
o bilgiler sıkıştırılmış ve çok açılmamış bilgiler-
di. O kısmı tekrar ederek ele almak gereği hasıl
oldu. “İyyâKE na’budu VE iyyâKE nesta’iyn”in
iyi anlaşılması, anlaşıldıktan sonra üzerine bilgi
konulması çok önemli, çünkü orası başlangıç.
Şöyle ki; “Sen Tanrı mısın?”, “İnşirah”, “FATİHA
ile fetih” ve “Aşağıların Aşağısı” kitapçıklarında
anlatmaya çalıştıklarımızın tamamını birisi tam
öğrenmiş, tam kavramış olsa nefs mertebesinde
ilerlemiş veya bir yere gelmiş olmaz, ancak bu
işe başlama çizgisini tanımış olur. Bu iş bu kadar
önemli. Ve biz bu işe bu kadar uzak yaşıyoruz,
bu işi aslından bu kadar uzak biliyoruz. Bu yüz-
den biz başlangıç çizgisine gelmeye çalışıyoruz.
Bütün bu paylaştıklarımızı tam kavrasa kişi an-
cak başlama çizgisine gelmiş olur. O çizgiye ge-
lince elbette algı çok önemlidir. Esasın algı oldu-
ğunu, algının bizi yönettiğini, ne zaman algıyı biz
yönetirsek o zaman kazanacağımızı “Aşağıların
Aşağısı” kitapçığında paylaştık, “Kurtuluş Yolu”
bölümünde bunu genişleterek anlattık.

9
Algımızı Billâhi anlamda tutabilmek için ba-
zen yan yana gelip üç dört saat birlikte ders yapı-
yoruz. Ama dışarı çıkıp hayata döndüğümüzde
ders devam ediyor. Hangi ders? “Silin” dediğimiz
algıyı kuvvetlendirecek ders devam ediyor. Gü-
nün tümünü ele aldığımızda, birlikte tefekkür
yaptığımız üç dört saat dışında kalan saatlerde
dışarıdaki konuların dersini yapıyoruz. İşimiz bu
kadar zor. İnşâAllah Rabbim kolaylaştırır, zafer
ve başarı nasib eder. Hayat burada yaptığımız
dersten daha baskın, daha cazip, maalesef. Dışa-
rıdaki dersin cazibesine kapılmamak lazım, esas
mesele o. Öyle olunca, sürekli “Lâ ilahe İllallah”
algısında bulunmak, bunun gayretinde olmak
bizim için çok önemli bir zikrullahtır.
Lâ ilâhe İllallah Kelime-i Tevhidi birinci dere-
cede önemli zikrullahtır, fakat tefekkür ederek
söylenirse. Sadece söylemenin de sevabı var ama
şöyle: Çok önemli, çok değerli bir mücevheri
taşıyan birisini düşünün, ne taşıdığından habe-
ri yok, kuryelik yapıyor, bir yerden alıp bir yere
götürüyor. Taşıdığı önemli olduğu için elbette
taşıyan da önemlidir, önemli bir şeyin kuryeliği-
ni yapıyor. Ama kurye! Ne taşıdığından habersiz!
Eğer Kelime-i Tevhid’in ne demek istediğini kav-
rayamaz ve onu hayatımızda fiillere çevirmezsek
kurye gibi oluruz. Elbette kuryeye de bir ücret
verilir, çünkü taşıdığı değerli. Ama bizim tâlibi
olduğumuz şey bu değil. Biz Kelime-i Tevhid’in
hayatını yaşamaya tâlibiz, kuryeliğine değil. Öyle
olunca mânâsını bilmek, onun sahibi olmak,
hatta o olmak önemli oluyor.
10
YILMAZ DÜNDAR

“İyyâKE na’budu VE iyyâKE nesta’iyn” Kelime-i


Tevhid’e ait bilgileri kuvvetle içermektedir. Bir
de, “İyyâKE na’budu VE iyyâKE nesta’iyn” idrakı,
insanların soracak birini bulamadıkları, bulsa-
lar sormaya çekindikleri veya sordukları zaman
kendilerini tatmin edecek cevaplar alamadık-
ları kader konusunu anlayabilmenin temelini
oluşturacaktır. Biz bu âyetin bizim için değeri-
ni bilmiyoruz, Rabbimiz tarafından öğretilmiş
bazı söylemlerin öneminin çok farkında değiliz.
Bu çok doğal. Zaten görevimiz onun önemi-
ni anlamaya çalışmak. Onun önemini bilerek
doğsak, öyle yaşıyor olsak yapacak uğraşacak
bir şey kalmaz ki. Önemi bilinmeyince Fâtiha
okumak nasıl düşünülüyor? Kişi bir topluluğa
girdi, hayr yapması gereken bir şahıs gördü, ce-
bindeki imkâna göre ona bir şey verdi. İşte biz
“Fâtiha okuyalım” denince Fâtiha’yı böyle bir
şey verir gibi okuyoruz, Fâtiha okumayı böyle
sanıyoruz. Değerinden, cümlelerinin ne ifade
ettiğinden çok haberdar değiliz. Okudun mu?
Okudum. Bu, esas anlamı yanında çok basit ka-
lan bir Fâtiha’ya yaklaşma biçimidir. Biraz uç bir
örnek vereyim. Fâtiha’yı ezberlemiş önemli biri-
sinin bir cenazeye katılması gerekti, geldi, katıldı.
İmam efendi “El Fâtiha” dedi, o da Fâtiha’yı oku-
du. Önemli biri olduğu için röportaj yapıyoruz;
“Ne okudunuz?” diye sorduk. “Fâtiha okudum”
dedi. Ama yaşantısı Fâtiha’ya hiç uymayan biri-
si, hatta Fâtiha’da önerilen yaşantının düşmanı.
Ama Fâtiha okudu. Dedik ki, “Fâtiha okurken
bir talepte bulundunuz, ‘Allahım beni indinde
11
doğru olan yola ilet’ dediniz, farkında mısınız?”
Terlemeye başladı, “Nereden çıktı, öyle bir şey
mi söyledim?” dedi. Talep ettiği şeyin farkında
değil. Hatta diyelim ki Rabbim lûtfetti, ona gelip
soranlar melek, dileğini hemen yapacaklar, yani
Fâtiha okurken talep ettiği hal önüne ikrami-
ye olarak gelmiş. Böyle olsa bile istemez. Ama
Fâtiha’yı alışkanlıkla okuyoruz, farkında değiliz.
Elbette sadece okumakla oluşan da bir sevap
var. O sevabı anlayabilmek için bir örnek vere-
lim. Bu örneği ileride tekrar göreceğiz. Algımızın
Rahmâni olabilmesi, Hakk yoldaki gerçeklere
ve Billâhi anlamındaki îmana uygun olabilmesi
için bir çok mânâyı tekrar edeceğiz. Zorluğumuz
algıyla alakalı olduğundan çok düşünmek, çok
hayallemek ve çok tekrar gerekiyor.
Hristiyanların Hz. İsa aleyhisselâm’a “Allah’ın
oğlu” demeleri yüzünden Meryem Sûresinde
Rabbimiz şöyle buyurur: “Öyle bir iddiada bu-
lundular ki neredeyse yer yarılacak, gök deline-
cek, dağlar fırlayacak.” O iddia nedeniyle anla-
tılan manzara kıyâmetin tanımı gibi. Demek ki
iddiaları o derece sakıncalı, Rabbimiz o derece
razı değil. Hz. İsa aleyhisselâm’a “Allah’ın oğlu”
deyip onu tanrı ilan etmek böyle bir günah.
Buna mukabil İhlas Sûresi bize “Lem yelid ve lem
yûled; doğurmamış ve doğurulmamıştır” âyetini
öğretir. Bu âyeti söylemek, en azından o günahın
karşılığı bir sevaptır. İhlas Sûresi’nin “Lem yelid
ve lem yûled” âyetini tasdik ederek söylememi-
zin sevabı en azından onu dengeleyecek kadar-
dır. Kıyâmeti kopartacak derecede bir günah ve
12
YILMAZ DÜNDAR

onun zıddı bir sevap. “Lem yelid ve lem yûled”


demekle oluşan en azından budur. Kur’ân’dan
öğrendiğimiz bir kural var, mü’min bir iyilik ya-
parsa en az on kat sevab alır. O zaman bu sevabı
en az onla çarpalım. Mescid-i Nebevî’de binle,
Kâbe’nin yanında yüz binle ayrıca çarpalım. Sa-
dece o bir âyeti söylemekle edindiğiniz sevap
budur. Rabbimizin merhameti. Bunların farkın-
da değiliz, söylüyoruz. İhlas Sûresi’nin tamamını
söylemek çok daha başkadır. Bu sadece bir âyeti.
“İyyâKE na’budu VE iyyâKE nesta’iyn”i de
sadece söylemenin öyle büyük bir sevabı var ki
evrende, anlayabilmemiz mümkün değil. Allah
katında bu kadar makbul bir sığınış. “İyyâKE
na’budu VE iyyâKE nesta’iyn” demenin değeri
asıl ne zaman anlaşılacak? Cebinizdeki paranın
kıymeti ne zaman anlaşılır? Alışverişe gittiniz,
cüzdan yok, unutmuşsunuz. Sepeti doldurdu-
nuz, başka ihtiyaçlarınız aklınıza geldi bir sepet
daha doldurdunuz. Kasaya geldiniz ki cüzdan
yok, hiç bir belge yok. Birden değerini anla-
dınız. Doldurduklarınız boşa gitti, hepsini bı-
raktınız. Kasada anladınız ki esas mesele sizin
belgeniz. İnsan hayatta da rastgele yaşayarak
“Şunu da bunu da” diyerek sepeti dolduruyor.
Markette dolaşırken serbestsiniz, “Bana göre şu
da” deyip sepeti doldurabilirsiniz. İnsan cebine
göre değil de “Bana göre” diyerek yaşıyor, kafa-
dan yorumlarla sepeti dolduruyor. Ama Mâliki
YevmidDiyn’in karşısına geldiğin zaman baka-
caksın ki belge yok.
13
“Sadece sana kulluk eder, sadece senden yar-
dım dileriz” diye meâllendirilen “İyyâKE na’budu
VE iyyâKE nesta’iyn” hem dünyada hem ahiret-
te işimize yarayacak önemli bir belgedir. Hesap
günü sadece bu geçerlidir. Oysa, bunu söylüyor-
sunuz diye dünyada kimse size “aferin” demiyor,
hatta kınayanlar oluyor. Gerçek söyleyenlerin
seçilebilmesi için dünyada böyle olması lazım.
Ama “İyyâKE na’budu VE iyyâKE nesta’iyn”in
nasıl önemli olduğu, geçerli tek belgenin Kur’ân,
geçerli tek şeyin îman olduğu o gün belli olacak.
Önemini burada fark edebilmemiz lazım. Özel-
likle salâtlarımızda “İyyâKE na’budu VE iyyâKE
nesta’iyn” derken en azından çok önemli bir şey
söylediğimizi bilmek lazım. Fâtiha’yı bitirdiği-
ni “Âmîn” dediğinde fark eden hali yavaş yavaş
azaltıp yok etmeliyiz. Fâtiha’da önemli bir şey
söylediğimizin farkına varmalıyız. Paylaşacağı-
mız konularla birlikte onun mânâsını idrakımı-
za doldurmak, doldurmak, doldurmak, sonra
onları nanoteknolojik bir molekül haline getirip
bütün o mânâları hızlıca düşünüp o hale bürü-
nen, o öneme ve oradaki mânâya göre boyun
büken bir hale ulaşmak öyle önemli ki, lütfen
bir rekatta da olsa bunu başarmaya gayret ede-
lim. Yaptıkça Biiznillah kolaylaşacaktır. “İyyâKE
na’budu VE iyyâKE nesta’iyn” derkenki mânâya
uygun boyun bükebilmek lazım. O boyun bü-
küklüğünün mükâfatı hem yaşarken hem ahi-
rette fazlasıyla inşâAllah alınacaktır.
“İyyâKE na’budu VE iyyâKE nesta’iyn” der-
ken çoğul fiil kullanıldığına dikkat edin; “Sade-
14
YILMAZ DÜNDAR

ce sana kulluk ederiz ve sadece senden yardım


dileriz.” Buradaki çoğul hali biraz tezekkür ede-
lim. Duâ ederken kişi “Sadece sana kulluk eder,
sadece senden yardım dilerim” diyebilir. Duâda
genellikle tekil cümleler kullanırız. Âyette çoğul
kullanılmış; biz kulluk ederiz, biz yardım dileriz.
BİZ Kur’ân-ı Kerim’de çok geçer; biz yarattık,
biz yaptık, biz verdik... Kaynaklara baktığımızda
“BİZ”in çok kavranılamadığını görürüz. Neden?
Rütbeler çok yüksek gibi de olsa Lâ ilâhe İllal-
lah Kelime-i Tevhidi anlaşılamadığı için Kelime-i
Tevhid’in kuryeliği yapılıyor, kişi sırtında ne taşı-
dığını bilmiyor, mânâlar çok fazla fark edilemi-
yor. Ama önemli bir şey taşıyor. Sırtındaki önem-
li olduğu için kişi de önemli. Ama kurye. Oysa La
ilâhe İllallah Kelime-i Tevhidi’nin mânâsını biraz
fark etse Kur’ân’ı ve hadisleri anlamaya hemen
başlayacak. Onları anlamak için bir rütbe gerek-
miyor. Kur’ân, yüksek tahsil yapmış kişilerin an-
layacağı, sıradan kişilerin anlayamayacağı bir şey
kesinlikle değildir. Onu en sıradan kabul edece-
ğiniz kişi okuduğunda anlar. Önemli olan doğ-
ru gözlükle okumaktır. Rum Sûresi 30. âyet, ona
hanif olarak yaklaşmamızı önerir. Hanîf gözlü-
ğüyle bakmazsanız Kur’ân’ı anlamanız mümkün
olmaz. Kur’ân’a, hadislere, sisteme, yani İslâm’a
hanîf idrakla yaklaşacaksınız.
“İyyâKE na’budu VE iyyâKE nesta’iyn”deki ço-
ğul kullanıma en zâhir noktadan başlayarak ba-
kalım. “BİZ” deyince müslümanın aklına cemaat
gelir. Cemaati tarif edeceğimizde “İmam efendi-
nin arkasında saf tuttuk, cemaat olduk” deriz.
15
Cemaat halimizi düşünerek “Biz salât ikâme et-
tik” deriz. Biz yani cemaat.
İslâmiyet’in bir mânâsı teslimiyettir. Bunu
Bakara Sûresi 208. âyetten öğreniyoruz: “Silm’e
girin, yani sevgi ve barışa teslim olun.” Bu elbet-
te Allah’ın sunduğu barışa teslimiyettir, insanla-
rın uydurduğu menfaatler üzerine kurulu barış
sistemine değil. Allah’ın sunduğu, teslim oldu-
ğunuz o barış sisteminin ismidir İslâm. Ona tes-
lim olduğunuzda siz müslim olursunuz. Teslim
olmayı en üst seviyelerde yaşayabileceğiniz hal,
en azından o havuzda bulunabileceğiniz hal ce-
maat hâlidir. Konu ilerledikçe, cemaatin mânâsı
kendiliğinden çıkacak ama şu bilinmelidir: Ce-
maat yan yana gelen insanlar demek değildir.
Teslimiyetin yaşanması gerekiyor. Onun en
üst noktalarda yaşanması sevabının elde edile-
bilmesi cemaatle çok ilişkilidir. Cemaatin en uç
noktaları Efendimiz (SAV) in savaşlarında yaşan-
mıştır. O savaşlar mü’minler için öyle bir cemaat
ve öyle bir teslimiyettir ki oradaki hallerin her
biri bir nefs mertebesinin bir anda oluştuğu hal-
lerdir. İnsanın bir ömür ulaşıp elde etmekte zor-
lanacağı nefs hareketlerinden bir kıpırdamayı
kişi daha “Ben Rasûlullah (SAV) ile birlikte savaşa
gideceğim” derken yaşamaktadır, o teslimiyetle
o savaşın içerisinde bir anda o hâle girmektedir.
O savaşta şehid olmanın mânâları farklıdır, gâzi
olmanın mânâları farklıdır, hamlelerin mânâları
farklıdır. Hamle deyince, onların hamleyle nasıl
iç içe olduklarını Hz. Ali radıyallahu anh efendi-
mizin savaştaki şu hâlinden biraz anlarız. Hepi-
16
YILMAZ DÜNDAR

mizin bildiği çok da hoşumuza giden bir kıssa.


Karşısındaki müşriğe hücûm ettiğinde müşrik
ona hakâret edip tükürünce Hz. Ali efendimiz
kılıcını geri çekiyor. Çünkü bir anda içinde bu-
lunduğu hâlin değiştiğini fark etti. “Az önce seni
Allah rızası için öldürecektim ama şimdi kızdım.
Vurursam kendim için vurmuş olurum” deyip
vazgeçiyor. Bu olayı fark eden kişi sonra İslâm’ı
seçiyor. İşte savaşta böyle bir nefs mücadelesi-
nin içerisindedirler. Cemaat farklı bir şey.
Dünya yaşantısındaki en zor hallerden birisi
bir insanla beraber olmaktır, beraber yaşamaktır,
onunla birçok şeyi paylaşmaktır. Hele de eşlerse.
“Sizi birbirinize düşman olarak yeryüzüne gön-
derdim” âyetinden bilin. Bu, dünyada bildiğimiz
düşmanlık olmayıp şudur: Siz öyle şeylere kapı-
lacaksınız ki birbirinize Allah’ı unutturacaksınız.
Kur’ân’da düşman yalnızca size Allah’ı unuttu-
ran şeydir. Düşmanınız size Allah’ı unutturan
şeydir, hatta onun bir diğer ismi “Günah”tır. Gü-
nahın bir tarifi vardır. Anlayabilmek için o tarif
çoğaltılmıştır. Tariflerin hepsini birleştirip güna-
hı tek cümle yaparsanız şudur; Allah’ı unutturan
her şey. Bir cümle! Size ne unutturuyorsa o! Ne
yapınca unutuyorsanız o an günahtasınız. Size
Allah’ı unutturanları yazınca liste uzar, ciltlerle
kitap çıkar. Siz, “Bana Allah’ı ne unutturuyorsa
onu günah sayarım” derseniz, ciltlerce kitabı
okuyup gereğini yerine getiriyor olursunuz. Bu
durumda günahı anlamak ve bu bilgiyi uygula-
mak öyle kolaylaşır ki.
17
Yakın yıllarda vefat etmiş mübarek bilinen
bir zata -inşâAllah öyledir, Rabbim rahmetiyle
muamele eder- gusül abdestiyle ilgili bir soru so-
rulduğunda, “Biz Allah’ı unutunca gusül abdesti
alırız” diyor. “Biz” diyor ama kendisi için söylü-
yor, kendi hukukunu öyle oluşturmuş. Mesela,
bir kişi cünüpse ona kimse git gusül abdesti al
demez. Kimse onun cünüp olduğunu bilmez.
Kendisi rahatsız olur. Zaten rahatsız olursa alır.
Kimse ona “Niye gusül almadın?” demez. Kendisi
rahatsız olur, o rahatsızlıkla gusül abdesti alır ve
ferahlar. O cünüp olduğunda nasıl rahatsız olu-
yorsa, bu zat da Allah’ı unuttuğunda öyle rahat-
sız oluyor, yıkanma ihtiyacı duyuyor. Bu hukuk
ona ait. “Gusül abdesti böyle alınır” demiyorum,
kesinlikle. O zatın kendi hukuku bu. Bunu biri-
ne öneremez, kimseye “Böyle yapın” diyemez. O
algı olarak o noktaya gelmiş, bu onun işi.
İnsanlarla beraber olmanın çok zor şeylerden
birisi olduğunu anlamak için dışarıda normal
hayatta insanlarla olduğunuz zamanlara bir ba-
kın, o anlarınızı bir düşünün. Kıyas yapmamızı
sağlayacağı için bir örnek vereyim. Beynin anla-
yabilmesi için kıyas tek yöntemdir. Kıyas yapa-
bilmemiz ve öğrenebilmemiz için Rabbim her
şeyi bize merhametiyle vermiş elhamdülillah.
Tanıyalım diye. Çünkü Allah ilimle bulunur, si-
hirle değil. Şu olayı yeri yüzünden bir kez daha
hatırlayalım. Mûsa aleyhisselam, firavuna tebliğ
yaparken kendisine “Âsânı at ya Mûsa” dendi.
Attı ve âsâ bir anda Rabbimin emriyle ejderhaya
dönüşerek sihirbazların sihirle oluşturduğu şey-
18
YILMAZ DÜNDAR

leri yuttu. Bu olayda bir yaratma var, o Allah’ın


birden yaratmasıdır. Bu yüzden birçok insanın
aklı bunları almıyor. Aklı almıyor diye Allah’ı da
noksan yapıyorlar. Allah dilerse birden de yaratır.
Sen onu anlamadın diye, “Öyle şey olur mu?” de-
din diye Allah niye noksan olsun? Dilerse birden
yaratır. Dikkat edin, eğer her şey böyle birden
yaratılsaydı bilim olmazdı, biz ilim/araştırma ya-
pamazdık. Dünya birden yaratılmış olsa, insan-
lar birden ortaya çıkmış olsalar, Hz. Mûsa’nın
âsasındaki gibi herşey birden olsa ilim yapmak
mümkün olmazdı. İlim yapabilmek için bir sü-
reç lazım. Süreç araştırma demektir. Araştırma,
bir şeyleri bulmak, eklemek, çıkarmak, analiz ve
sentezle bilgiye ulaşmak demektir. Bizler araştır-
ma yapabilelim diye semâvat ve arz altı günde
yaratılmıştır. Bu “altı gün” bizim günlerimiz de-
ğil. Bir süreç var. Gün süreç demektir, semâvat
ve arz altı süreçte yaratılmıştır. O yüzden araş-
tırma yapabiliyoruz. İlk patlamadan günümüze
kadarki on dört milyar yıllık zaman, “kozmik yıl”
adıyla bir takvime bile çevrilmiştir. Bu bir araş-
tırmadır. Allah araştırma ve ilimle bulunur. İlme
devam edebilmek ve anlayabilmek için kıyas ge-
rekir. Rabbim diyor ki; her şeyi zıddıyla yarattık.
Zıddıyla olmasa kıyas yapamazsın. Aydınlık ve
karanlık olmasa bilemezsin, siyah ve beyaz ol-
masa kıyas yapamaz, öğrenemezsin. Kıyasla öğ-
renirsin. Öğrenmek seni Allah’a götürür.
Yaşantıdan bir örnek verelim demiştik: Gün
denilen gezmelerden birine gittiniz, oturuyorsu-
nuz. Neler konuşuluyor, nelere dikkat ediliyor,
19
orada neler önemli bir izleyin. Ve yanlışların ne
kadar normalleştiğini görün. Mesela, ev sahibi
mutfağa gider gitmez hakkında bir konuşma
başlayabilir, gelince susulabilir. Kurabiyenin şe-
kerinden, çayın deminden, bir kadının komşu-
sundan, çocuğundan yakınmasından kocasını,
kayınvalidesini şikâyetine kadar değişen bir
gündemle oturulur. Bunun ismine gezme der-
ler, rahatladık derler. İnsan yanlışla rahatlar mı?
Yanlış yaparak hiç rahatlanabilir mi? Allah mu-
hafaza etsin. Bir de ara verip “Namaz kılmam
lazım” diye seccâdeye giderlerse onu çok yerine
getiremeyebilirler. İkisi aynı yerde olmaz, birbiri-
ne uymaz. Eğer seccâdedekini yerine getiriyor-
sa “gün” dediğinden rahatsız olması lazım. De-
mek ki, günü çok iyi yerine getiriyor. O zaman
seccâde yerine gelmeyebilir. Çok tehlikeli. Kıya-
sa devam edelim. Oradakiler sizi ertesi gün bir
başka gezmeye çağırdılar, o da Mevlid gezmesi.
Gittiniz, aynı kişilerlesiniz. Dikkat edin, bu sefer
biraz farklısınızdır. Adı Mevlid olduğu için dün
yaptıklarınızı bugün çok fazla yapmazsınız. Bi-
raz fırsat bulunca azıcık olsa da salâvattı, âyetti,
mevliddi derken kalır. Bazı titiz hanımlar varsa
“Şişşt, susun, günah, mevliddeyiz, bugün olmaz”
der, uyarır. Sanki dün olurdu! Demek ki, insan-
larla beraber olmak, yan yana olmak kolay bir iş
değil. Mevlid bile biraz zor onarıyor.
İşte cemaat öyle bir şey ki insanlarla beraber
olmayı öğretir. Günümüz için söyleyelim, önem-
li bir rütbede olanla olmayanı omuz omuza ge-
tirir. Bir bakan salât ikâme edecektir, bir işçi ile
20
YILMAZ DÜNDAR

yan yana dururlar. Dışarıda hiç yan yana göre-


mezsiniz ama orada olur. Orada rütbe yoktur,
zaten rütbenin kalkması gerekir. Aslında İmam
efendi dönüp de “Saf olun, saflarınıza dikkat
edin” dediğinde iki şeyi birden söyler: “Safları-
nıza, hizalarınıza dikkat edin, şeklen tek bir kişi
gibi durun.” Bu uyarı beden eğitimi dersinde öğ-
retmenin “Aynı hizada durun” demesi gibi değil
tabi. Safta “bir kişi”liğinizi bozmayacak şekilde
yan yana durabilmek şeklen önemlidir. Birisi
öne çıkarsa safta bir kişi gibi duramazsınız, onu
görürsünüz. Bir de saftakileri mânen müstakil
birer varlık görmemek gerekiyor, yani saflaşmak
gerekiyor. Öyle görmezsen saf olmazsın. Bakli-
yati, kuruyemişi derken aşureye bir çok şey ka-
rıştırılır. Onların hepsi tek tektir, müstakildir. Saf
olması için tek cins olması lazım. Mesela halis,
saf zeytinyağı; içinde başka bir şey yok, bir şey
karıştırmadık. Saf süt; içine su karışmadı. İmam
efendi dönüp bize diyor ki, “Durduğunuz bu çiz-
gide, bu sırada öyle saf olun ki tek tek kişiler bu-
lunmasın.” Onlar zaten, ne rütbeleri, ne isimleri,
ne kendileri “Müstakilen VAR” varlıklar değiller.
Bunu fark eden birisi çıkıp demiş ki; canlar, gelin
bir olalım. Bu cümle, İmam efendinin “Saf olun”
çağrısıyla aynı mânâdır. Cemaatin birliğidir, bir-
liğine davettir. O zaman canlar kalmaz, hepsi
birden “can” olur, yan yana gelirler “cem” olur,
“cemaat” olur. İşte BİZ böyle bir şeydir.
Didişmek dışarıdaki hayatta öyle fazla ve öyle
normal ki insanların didişiyor olması normal
hayat zannediliyor. Hikâyeleri, romanları, nele-
21
ri varsa her şeylerini -duyguları dâhil- didişme
üzerine oturtuyorlar. MÜSLÜMAN DİDİŞMEZ,
müslümanın evinde didişme olmaz. Didişme
varsa orada İslâm kenara çekilmiş bekliyordur,
didişme gitsin de geleyim diye. Hem didişme
hem İslâm olmaz! Didişmeyi hayat tarzı zannet-
mek, hayat budur demek cehenneme alışmaktır.
Kişi âhiretteki yerine hazırlanıyor, gidince fazla
zorlanmayacak demektir. Allah muhafaza etsin.
“BİZ” kelimesini anlayan kurtuluş dallarından
birini daha yakalamış olur. Kur’ân’ın neye “BİZ”
dediğini anlamak için hayattan zâhiri mânâda
bir örnek verelim. Başarılı oyun çıkarmış bir bas-
ketbol takımı oyuncusuna karşılaşma sonrası
görüşü sorulduğunda “İyi oynadık” der. Belki en
fazla sayıyı o yapmıştır, yine de “İyi oynadım” de-
mez, “İyi oynadık” der, işin bir takım oyunu ol-
duğunu bilir. “Takım oyunu oynarsanız kazanır-
sınız” kuralını unutmaz. Cemaat Hakk yolda bir
takım oyunudur. Onu iyi başarabilmek lazım.
Teslimiyet bir takım oyunudur ve şöyledir:
Önce ferdî teslimiyetler vardır, kişi ferden Allah’a
teslim olur. Bunun çok yüksek olması lazım.
Ferdî teslimiyet ne kadar yüksekse, fertler yan
yana gelip cemaat oluşturduklarında cemaatte-
ki takım teslimiyeti de o kadar yüksektir. Hatta
bazıları ferden öyle yüksek bir teslimiyet nuru
toplar ki cemaatte bulunduğu zaman onun
nurundan birçok kişi yararlanır, hepsi o nurda
birleşir. Diğerlerinin nurlarıyla birleşeceği için,
onun biriktirmiş olduğu yüksek teslimiyet nuru
herkes için faydalı hale gelir. Bu yüzden ferdî

22
YILMAZ DÜNDAR

teslimiyetler, yani evde yaptığımız ibâdetler, ya-


şarken hayat tarzımızla oluşturduğumuz haller,
bütün onların sevap adına oluşturacakları nur
ve Allah’a olan teslimiyet bizde öyle bir hale gel-
meli ki bir mü’min kardeşimizle yan yana gelip
bir cemaat oluşturduğumuzda takım teslimiye-
tinden hep beraber yararlanabilelim. Takım tes-
limiyeti sinerji etkilidir. Bu yüzden, iki mü’min
yan yana geldiği zaman nurları katlanarak artar,
nurlar birbirlerini tetikler. Narlar da öyledir, on-
lar da birbirini tetikler. Allah muhafaza etsin. O
gün meyhaneye gitmeyi düşünmemiş bir yanlış
adam, yolda bir arkadaşıyla karşılaşır. İki narın
birbirini tetikleyip çoğaltmasıyla arkadaşı “Gel
şuraya bir uğrayalım” der, giderler, beraberce
katlanmış nar yüklenirler. Aynı sinerji mü’min
için de geçerlidir. Güzel nuru olan kişinin bir
telâşı vardır, bir yerden hızlıca geçiyordur, bir
mü’min arkadaşıyla karşılaşır. Tam o an ezan
okunur, Arkadaşı; “İkindi salâtını ikâme edelim,
öyle git” der, “Mü’min kardeşimin söylediği Rab-
bimin söylediğidir, beni onun ağzıyla uyardı”
diye düşünür ve “Pekiyi” der. Onlar da nurların
sinerji etkisiyle nur üstüne nur kazanırlar.
Ferdî teslimiyetler bir kişinin oyuna hazırla-
nırken tek başına antrenman yapması gibidir.
Ferdî antrenman çok yapılıyorsa bir araya gelip
cemaat olduklarında o antrenmanlar işe yarar,
takım kazanır. Kişilerin ferdî antrenmanların-
dan bütün takım yararlanır. Peki, ferdî teslimi-
yet nasıl sağlanır? DûniHİ algıyla mümkün değil
sağlanmaz. DûniHİ algı nar üretir, ne işle meşgul

23
olursanız olun. O algıyla namaz kılıyorsunuz nar
sayacınız o anda belki durur ama salât bitince
tekrar çalışır. DûniHİ algıyla nur üretilemez. O
algıyla sevap sayacı çalışmaz, nar sayacı çalışır.
Bu yüzden dûniHİ algıyı çok önemseyin. “Aşağı-
ların Aşağısı” kitapçığımız sırf bu algıyı âyetlerle
öğretmek üzere paylaşılmıştır.
“BİZ” kelimesine zâhiren baktığımız zaman,
hadisten öğreniyoruz ki salât Fâtiha’dır. Cema-
at bu Fâtiha’yı okur, böylece en azından zâhiri
mânâda “BİZ” der; “Sadece sana kulluk ediyo-
ruz, sadece senden yardım istiyoruz.”
“BİZ” kelimesinde bir adım daha ilerleyelim:
Ferdî teslimiyetlerin dayandığı yer aslında “Alla-
hım sana teslimim” cümlesidir. Bunun ilhamını
İnsan-29’dan alırız. Birçok âyet var ama temsilen
İnsan-29 diyoruz. İnsan-29; “Dileyen Rabbine
erdiren bir yol tutar” der. Demek ki insan dile-
yebilir. Âyet diyor ki, “Size Kur’ân’da anlatıldı,
işte anlatılıyor, artık dileyen Rabbine erdiren
bir yol tutar.” Bunu duyan kul ne diyor? “Rab-
bim, ben sana erdiren yolu tutmaya talibim,
sana teslim oldum.” Dikkat edin “BEN” diyor.
“BEN” demenin sakıncalı ve tehlikeli olmadığını,
hatta Allah’ın lûtfettiği bir şeref olduğunu ar-
tık biliyoruz. Bunu uzakdoğu felsefeleri bilmez,
çünkü onlar başka işlerle meşgûldür. Onların
uğraşları İslâm’a karıştığı için kimi müslümanlar
“BEN” demeyi yanlış ve tehlikeli zannediyor ve
o zann üzerine bir çok anlatım bina ediyorlar.
“BEN” demek Allah’ındır. Allah bize o şereften
vermiştir, bir yetki ve izinle insan da “BEN” der.

24
YILMAZ DÜNDAR

Allah adına, Allah’ın verdiği yetkiyle Halifetullah


olarak “BEN” demek çok başka bir şey. Tehlikeli
olan “Müstakilen BEN” demektir. DûniHİ algıyla
müstakil bir kişi olarak “BEN” demek âsi olmak-
tır, Allah’ın verdiği yetkiyle Allah’a hücum et-
mektir. Allah’a inanıyorsa bile böyledir. İnandığı
Allah’a “Ben de varım, ben de müstakil bir var-
lığım” demek bir isyandır, onu söyleyen Âsi’dir.
Kişi nefs mertebesinin hangi noktasında
olursa olsun yaşarken “BEN” der, Allah’a dua
ederken de “BEN” der. Ama bu bilinmeyince,
yanlış anlatımlar yüzünden “BEN” demekten çe-
kiniliyor. Nasıl bir ironi var, bakın. “BEN” deyişini
bir arkadaşına anlatırken; “Bu BEN deyiş bana
ait değil” diyebilirsin. Onu inandırabilirsin, iknâ
da edebilirsin. Aynı şekilde bu cümleyi Allah’a
söyle bakalım? O zaman iki Allah çıkar. Allah’a
“Benim BEN deyişim Allahın BEN deyişidir” di-
yebilir misin? O zaman iki tane söyleyen olur.
Peki, onu nasıl söylersin? Onu dile getirdiğin an
bir Var Görünen var demektir ki Allah’ın izniyle
ona “BEN” deme yetkisi verilmiştir. Sen o yetkiy-
le “BEN” dersin. “BEN” etiketini alıp “Müstakilen
VAR ve Muhtar” bir hale yapıştırmak tehlikeli-
dir. Tek şirk budur. Yalnızca bir şirk vardır; “BEN”
kelimesini “Müstakilen VAR ve Muhtar” bir dü-
şünceye, bir yaşantıya, bir iddiaya yapıştırmak.
Öyle “BEN” diyen Allah’a ortak oluşturmuş olur.
“Ben teslimim” İnsan-29 âyeti gereğidir. “Biz
teslimiz” İnsan-30 âyeti gereğidir. Bu iki âyet
yan yana. Neden? İnsan-29’u, “Dileyen Rabbine
erdiren bir yol tutar”ı duyunca “Ben teslimim”

25
dedin. Bu “BEN” deyişinle “Müstakilen VAR ve
Muhtar” bir varlık iddiasında bulunma diye he-
men İnsan-30 seni uyarıyor: “Dileyen Allah’tır.
Senin dilemen ‘Dile’ emrimledir. Sana dileme
emri ve yetkisi verdim. Benim dilememle dili-
yorsun.” Bu başlangıç meâlidir. Bu meâli kabul
eden kişi ileri bir nefs mertebesinde olmaz. Ama
buradan başlayanın ileride bulacağı cümleler
farklı olur. Mânâları değil, yazılışları/söylenişleri
farklı olur. Başlangıç çizgisinde kişi “BEN” derken
Allah’ın verdiği yetki ve izinle Allah adına “BEN”
der, Allah’ın “BEN” demesiyle “BEN” der. Dolayı-
sıyla İnsan-30 onu uyarır; dileyen ancak Allah’tır.
Kolay anlaşılması için âyet dışından söyleyelim:
Başka dileyen ve başka dilemek yoktur. “Başka”
kelimesi algımızı yanlış yönlendirebildiği için
kullanırken korkuyoruz. Onu ancak dûniHİ al-
gıyı çok iyi anladığımız zaman rahat kullanabi-
liriz. İdrak dûniHİ algıdan kurtulmamışsa “baş-
ka” kelimesi o idrakı dûniHİ koltuğuna oturtur,
“Başka dileyen yok” dediğinizde, sanki var ama
onların dilemeleri kabul edilmiyor gibi anlaşılır.
Oysa Allah’ın dilemesi dışında bir dileme olayı
yok. Kişinin İnsan-29 gereği dilemesi, Allah’ın di-
leme örtüsü içerisindedir. Allah’ın dileme örtüsü
dışında bir şey yok. Dışı yok.
İnsan-30’daki uyarıyı görüp “Teslimiz” derken
kullandığımız “BİZ” Kur’ân diliyle “BİZ”dir. “BEN”
derken de Kur’ân diliyle “BEN” diyoruz. Yani bi-
zim “BEN” dememizle, Allah’ın “Sizi BEN yarat-
tım” veya Hz. Mûsa aleyhisselam’a “BEN Benim”
derken kullandığı “BEN” aynı “BEN”dir; Allah’ın

26
YILMAZ DÜNDAR

o yetkiden bize de yetki vererek kullandırdığı-


dır, farklı bir “BEN” değildir. Dolayısıyla, “BEN”
dememiz Kur’ân’ın “BEN” demesinin aynısıdır.
Zâhiri mânâda bir ileri geçmiş olduk. “BEN” de-
memiz de, “BİZ” dememiz de böyledir. Bizim
söylediğimiz “BİZ” Kur’ân’ın “BİZ” dediği ile ay-
nıdır. Ancak bu mânâ ne zaman böyle anlaşılır?
DûniHİ algı kalkmışsa! “Allah’tan başka Müsta-
kilen VAR ve Muhtar yoktur” hali idraken anla-
şıldığı zaman “BİZ” demenin çoğul olmadığı gö-
rülür. “BİZ” derken cemaatte zâhiren bir çokluk-
tuk, önce ona “BİZ” dedik. Mânâda biraz içeriye
girdiğimizde gördük ki Kur’ân’daki “BİZ”i söylü-
yoruz. Kişide dûniHİ algı kalktığı zaman “BİZ”
derken anlar ki, öyle bir çokluk yoktur. Çokluk
“Müstakilen VARLAR” demektir, “Müstakilen
VAR” olanlar çokluk yapar. Bir “Müstakilen VAR
ve Muhtar” vardır, O da Allah. Tüm yaratılan-
lar O’nun ilminde. Başka “Müstakilen VAR ve
Muhtar” YOK. Öyleyse çoğul olamaz! “BİZ” te-
kildir, tektir. Bu idrakla bakan, Allah’ın lûtfuyla
Kur’ân’daki anlamıyla “BİZ” demiş olur. “Allahım
sadece sana kulluk ederiz, sadece senden yar-
dım dileriz” derken de, hayatta zâhiren “BİZ”
derken de, Allah onu bize bir lûtuf ve hediyeyle
Kur’ân’da kullandığı “BİZ” mânâsıyla kullandırı-
yor. Bir benzetme yapacağım, lütfen mânâyı alıp
örneği kaldıralım. Henüz çok küçük bir yavru
düşünün. Babası ona evde oynasın diye bir ara-
ba almış, “Ğınn ğınn” diye diye evde onu sürü-
yor. Ama babasının arabasını da sürmek istiyor.
Babası onu bir gün direksiyona oturttu, oraya

27
hediyeten oturdu. İşte biz de öyleyiz. Allah’ın
Kur’ân’da “BİZ” demesinden hediye olarak “BİZ”
deriz. Normal hayattaki “Biz”, çocuğun araba-
sıyla “ğınn ğınn” yapması gibi oyuncak “Biz”dir.
Bakarız çeşitli çokluklar var, onları yan yana geti-
rip “Biz” deriz. Veya tek durur “Ben” deriz. Onlar
dünya evindeki oyuncaklarımız. O “BİZ” deyişin
aslı bize hediye ve o çoğul değil. Allah’a yönelir-
ken “BEN” dememiz de Allah’ın lûtfu ve emriyle-
dir, izin verdiği içindir. Allah’a karşı “BEN” demek
ne haddine! Ama sana izin verdi. O “BEN” deyiş,
bizim birbirimize “BEN” dememiz gibi değildir.
“BİZ” de öyle. Kur’ân’daki “BİZ” tevhid dilinin
kesret âlemindeki “BEN” demesidir. Allah’ın tev-
hid dilinde “BEN” demesiyle, kesret dilinde “BİZ”
demesi aynıdır, ikincisi çokluk değildir. Normal
hayatta “Biz” derken çokluk düşündüğümüz için
âyetlere mânâ verirken de onu çokluk sanıyoruz.
Bu yüzden, tefsirlerde, yorumlarda “BİZ”i çokluk
olarak anlatabilmek için bir sürü müstakil varlık
uyduruluyor, “Allah işlerini yaparken bir çok şey
kullanır gibi” çokluklar anlatıyor. Bu dûniHİ al-
gıdan sıyrılamamış idrakın anlatımıdır. Oysa biz,
Allah’ın kullandığı “BİZ” tâbirini lûtfu ve izniyle,
bize yani Halifetullah dediğine verdiği hediye
olarak kullanırız. Ki o tevhid dilindeki “BEN”in
kesret âlemindeki karşılığıdır, aynı mânâdır.

28
2.
KUR’ÂN’IN
“ALLAH’A KULLUK EDİN” ÖNERİSİ

“İyyâKE na’budu VE iyyâKE nesta’iyn” der-


ken biiznillah söylediğimiz “BİZ” kelimesinin
mânâsını biraz paylaşmaya çalıştık. Başlangıç
için yeterli olan bu mânâları yakalarsak açılım-
ları olabilir, buradan itibaren idrâkımız ilerler
inşâAllah. Kuldan itibaren anladıklarımızı pay-
laşmaya çalışırken bizi Allah’a kulluk etmeye da-
vet eden âyetlerle devam ediyoruz.
“Bana kulluk edin, Sırât-ı Müstakıym budur.”
(Ya-Siyn; 61)
Bu âyetteki hitâbı inşâAllah duymayız. Bu
hitâbı duymayanlardan oluruz inşâAllah. Nere-
de? Ahirette! Çünkü bu hitap hesap günüdür.
Bu işin farkında olmayanlara, duyup da inkâr
edenlere, yalanlayanlara, zıddını yapanlara, alay
edenlere o gün söylenecektir: “Dünyadayken
size ‘Şeytan sizin apaçık düşmanınızdır, ona tâbi
olmayın’ demedim mi? ‘Bana kulluk edin, sırât-ı
müstakıym budur’ demedim mi?” Biz onu bu-
radayken duyup öğreniyoruz. İnşâAllah öyle bir
hesap sorulmaz. İnşâAllah öğrendiğini uygula-
yanlardan oluruz. İnşâAllah Rabbimin razı oldu-
ğu kullardan oluveririz.
Ya-Siyn 61’de “Bana kulluk edin” deniyor ol-
ması dikkat çekicidir, sanki alternatif varmış gibi.

29
Yalnızca Allah’a kulluk edilir! Ama “Bana kulluk
edin” ifadesinde en az iki seçenek var, en az iki
kulluk tanımı var. Hadisleri ve âyetleri anlaya-
bilmek için şu iki dili fark etmek lazım; kesret
dili, tevhid dili. Bunu yeri geldikçe hep tekrar
edeceğiz. Bir amel çıkarabilmemiz için, bize ne
denildiğini kavramamız için, bize olan öğüdü
anlayabilmemiz için Kur’ân’da ve hadislerde kes-
ret dili kullanılır. Bu, tevhid dilinin kesret diline
dönüştüğü bir anlatımdır. Bu iki dil, bu iki anla-
tım karıştırılırsa “Öyle mi yoksa böyle mi?” gibi
bir karmaşa yaşanır ve kişi yanlışlara dalar. O iki
dili fark edip “Burada şu dille anlatım var” diye-
ceksiniz.
“Bana kulluk edin” deyince anlıyoruz ki ger-
çekten alternatif var. Âyet zaten alternatif oldu-
ğu için uyarıyor; “Farklı kulluklar var dikkat edin”
diyor. Kulluk etmek yaşanan hayat tarzının ismi-
dir. Diyor ki; dünyada yaşarken karşınıza birçok
hayat tarzı çıkacak, bana kulluk edin, önerdiğim
şekilde yaşayın, kendinize göre hayat tarzları
uydurmayın. Bir felsefenin uydurduğu, geliştir-
diği hayat tarzına tâbi olmayın. Bana tâbi olun.
Nasıl tâbi olunur? Kulluk ederek. Hayat tarzınız
benim önerdiğim şekilde olursa bana kulluk et-
miş, bana tâbi olmuş olursunuz. Âyetten öğreni-
yoruz ki bu sırât-ı müstakıym’dir, doğru yoldur.
Fâtiha okurken “Allahım bizi sırât-ı müstakıymi-
ne ulaştır” diyoruz değil mi? Diyor ki; söylediğim
gibi yaşarsan sırât-ı müstakıyme girmiş olursun.
Öyleyse soruyorum; Fâtiha’yı okuyan gerçek-
ten ona tâlip mi? Gerçekten sırât-ı müstakıyme

30
YILMAZ DÜNDAR

tâlipsek Rabbimiz diyor ki; başka hayat tarzla-


rını sevmeyin, benimsemeyin, reklâm etmeyin.
Önerdiğim hayat tarzıyla meşgul olun, bana
kulluk edin.
“Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk et-
sinler diye yarattım.” (Zâriyat-56)
Neden kesret dili? Bir amel, yapabileceğimiz
bir iş çıkarabilelim diye. Aksi halde yanlış bir
kafa buradan şu mânâyı çıkarır ki, kafa yanlış
olduğu için mânâ da yanlıştır: Ben cinleri ve in-
sanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım
ama yapmıyorlar. Normal hayattan düşünün.
Yavrunuza para verdiniz, ekmek alıp gelmesi-
ni istediniz. Ama gidip gofret almış. Ona; “Ben
sana parayı ekmek al diye verdim, niye sözümü
tutmadın?” dersiniz. Yanlış bir kafa âyetten “Ben
cinleri ve insanları bana kulluk etsinler diye ya-
rattım ama dediğimi yapmıyorlar, bana kulluk
etmiyorlar” mânâsını çıkarabilir. Hâşâ! Bu mânâ
işi bilmemektendir. İşe ters bakmakla ilgilidir,
kesret ve uluhiyet dillerini bilmemekle ilgilidir.
Sakın öyle düşünüp de “Allah’ın emrine karşı çı-
kanlar da var” sanmayın.
Bir hayat tarzı var, bir yaşantı var. Ve o yaşantı-
da öyle davranışlar var ki o davranışlardan Allah
hoşnut, Allah onlardan razı. Allah’ın hoşnut ve
razı olduğu bu hayat tarzı sırât-ı müstakıymdir.
“Bana kulluk yapın” budur, Allah’a kulluk etmek
budur. Aksi halde, Allah’ın emri dışında yaşaya-
bilecek bir yaratılmış yoktur, olamaz. Bu cümle
tevhid dilidir. Allah’ın razı olduğu hayat tarzının

31
dışında bir hayat tarzı yaşayan da Allah’ın em-
rini yerine getirir. Bunu ileride âyetlerle görece-
ğiz. Her türlü hayat tarzı, tevhid dili içerisinde,
Allah’ın emridir. Ama siz kesret âlemine geldi-
ğinizde, kendinize bir davranış biçimi seçeceği-
nizde, kesrete ait dili değil de yine tevhid dilini
kullanırsanız bir amel çıkaramazsınız, saparsınız.
“Kim nasıl yaşıyorsa Allah’ın emridir. Ben böyle
yaşıyorum. O dilemeseydi böyle yaşamazdım”
sonucuna varırsınız, bu sonuçla da cehenneme
gidersiniz. Böyle diyenler var, göreceğiz. Âyetler
onlara; “Saçmalamayın, sizin bu konuyla ilgili hiç
bir ilminiz yok” diyor. Eğer bir kişi hayatı, hele de
tasavvufu bu yanlış bakış açısı üzerine bina edi-
yorsa, öyle anlıyor ve anlatıyorsa âyet ona “Saç-
malama” diyor: “Bu konu hakkında hiç bir ilmin
yok, saçmalıyorsun. Saçmalıyorsunuz!” Âyetler
çok açık.
Bir davranış, bir amel çıkarmak için hadis ve
âyetlerdeki kesret dilinden yararlanırız. Allah’a
yönelişimizde ise tevhid dilinden yararlanırız.
Tevhid dili yönelmek içindir, oradan amel çıkar-
maya çalışırsanız sapan fırkalara düşersiniz.
“Hâyır (dûniHİ düşünme)! Sadece Allah’a
kulluk et ve şükredenlerden ol.” (Zümer-66)
“Hâyır” uyarısı Kur’ân’da sık gördüğümüz bir
mânâdır. Meâller “Hâyır”ı yazar geçer, genellik-
le bir parantez açmaz. Açmışsa da “Öyle değil”
yazıp geçer. Doğrudur, yani öyle değildir. Ama
okuyan birisi biraz tefekkür etmek istese sora-
bilir: “Öyle değil” ne demek, yani nasıl değil?

32
YILMAZ DÜNDAR

Düşündüğüm gibi değilse ben acaba nasıl düşü-


nüyorum? Nasıl düşünüyorum da düşündüğüm
gibi değil, beni aydınlat. Yanlış düşündüğümün
farkında olmayabilirim, bana neyi yanlış düşün-
düğümü bir söyle. Bunu bilmediğim için sapıyo-
rum zaten. Nasıl yanlış düşündüğümü anlat ki
öyle düşünmeyeyim. Âyetlerdeki “Hâyır”lar ne-
den çok önemlidir? Çünkü oralarda uyarıldığı-
mız şey dûniHİ algıdır, dûniHİ düşünüştür. “Sen
dûniHİ düşünüyorsun, bu iş öyle değil. DûniHİ
düşünme, Allah’ın dışı var sanma. Allah’ın dışı
var da orada müstakilen var ve muhtar varlıklar
var sanma” demektedir. Âyetlerdeki “Hâyır”lar
bize bunu söylemektedir. Zümer-66 da bunu
söylüyor. Bu yüzden oradaki “Hâyır”ı parantez-
le şöyle açıyoruz; hâyır (dûniHİ düşünme). Peki,
nasıl düşünelim? Âyet açıklıyor: Sadece Allah’a
kulluk et ve şükredenlerden ol. Eğer dûniHİ
düşünürsen, Allah’ın dışı var sanarak oraya bir
hayat bina edersen, o hayata da müstakil fikir-
ler koyarsan, onlara göre de hayat tarzı oluştu-
rursan, hatta onları kendine Rab ve tanrı edi-
nirsen yanlış olur. Kur’ân’ın “Hâyır” deyişinden
çok net olarak şunu anlıyoruz: DûniHİ algı ve
zann’larından sıyrıl, Billâhi algıda düşün. Kendi-
ni Billâhi algıya sabitle ve Allah’a kulluk et. Yani
Allah nasıl öneriyorsa öyle yaşa. Ve şükredenler-
den ol. Billâhi algıda sabitlenmek aynı zamanda
şükür halidir. Zümer-66’da ikisi yan yana geldi;
kulluk et ve şükredenlerden ol.
“Şükredenlerden ol” önerisini şöyle düşünün.
Birisi size “Şu bileti al ve otobüse binenlerden

33
ol” dedi, ne yaparsınız? Otobüse biner, otobüse
binenlerden olursunuz. Elinizde bilet “Otobüse
bineceğim” diye dolaşmazsınız.”Şükredenlerden
ol” demek de “Şükür otobüsüne bin” demektir.
Otobüse bin, bir koltuğa otur. Ama sen koltukta
değilsin, elinde bilet, “Şükür, şükür” diye termi-
nalde dolanıyorsun. Bir yere gittiğin yok. Âyetin
“Şükredenlerden ol” deyişini iyi anlamak lazım.
“Allahım sana şükrediyorum” demek elbette
çok önemli ama otobüse binerseniz. Annenize
gitmek için yoldaysınız, ona mânen, kalben “An-
neciğim geliyorum” diye seslenebilirsiniz. Zaten
otobüse binmişsin, gidiyorsun, “Anneciğim, ge-
liyorum” dersin, otobüsün hızıyla bu cümleyi
ne kadar candan söylersin. Ama “Anneciğim
sana geliyorum” deyip terminalde dolanıyorsun.
Hâyır, yolda değilsin, dışarıda dolaşıp duruyor-
sun. Bir bu, bir de otobüse binip şükredenin hali
var, iki farklı şükür. Şükredenlerden olmak nedir,
âyet açıklıyor: DûniHİ algı ve zann’larından sıy-
rılır Billâhi algıda sabitlenirsen şükredenler sını-
fına girmiş olursun. O zaman şükrettiğini söyle.
Çünkü zaten gidiyorsun. O sevinçle gördüklerini
söyle, ne kadar güzel olur.
“Şükredenlerden ol” un bir başka mânâsı
“araştır” demektir; bu imkânları araştır, tefekkür
et, dûniHİ algıdan sıyrılmanı kolaylaştır. Araştır-
mak seni Allah’a ulaştırır. Böylece verenin kim
olduğunu öğrenirsin, “Veren, yaratan Allah’tır”
dersin, şükretmiş olursun. Kur’ân’dan öğreniyo-
ruz ki, sen şükredince Allah sana fazla fazla ve-
recek. Dünya hayatında bu fırsatı kaçırmamak
lazım.

34
YILMAZ DÜNDAR

Bu âyetten esinlenerek bir hadise geçelim.


Efendimiz (SAV) Muaz bin Cebel Radıyallahu
anh’e bir öneride bulunarak bize bir dua öğre-
tir: “Ya Muaz, seni çok severim. Sana bir öneride
bulunayım da yap. Salâtlarında selâmdan önce
bunu oku: Allâhümme eınniy alâ zikrike ve şük-
rike ve husnü ıbâdetike.” Efendimiz (SAV) bize
bir sesleniş öğretiyor: Allahım, sana olan zikrimi,
seni hatırlamamı, anmamı, seninle ilgili düşün-
ceyle fiiller üretmemi, fikir, arzu, istek nelerim
varsa hepsinin seninle ilgili ve senin razı oldu-
ğun şekilde olmasını ve sana şükrümü ve senin
razı hoşnut olduğun kulluğumu güzelleştir, artır,
çoğalt. “Allâhümme eınniy alâ zikrike ve şükrike
ve husnü ıbâdetike” böyle güzel bir duadır.
“(De ki; bu kitab), Allah’tan başkası (Müsta-
kilen VAR sanıp o)na kulluk etmeyesiniz diye
indirildi. Şüphesiz ki; ben, O’nun tarafından size
(gönderilmiş) bir uyarıcı ve bir müjdeleyiciyim.”
(Hûd-2)
Meâllerde parantez içi böyle değildir veya
yoktur. Çok önemli olduğu için devamlı söylü-
yoruz; kelimelere dikkat etmek lazım. Âyet ve
hadis anlatımlarında dûniHİ algıyı kuvvetlen-
direcek kelime, cümle kullanmak çok tehlikeli-
dir. Kişi zaten o algıda. Sen bu anlatımınla onu
oradan çekip alamazsın. Kelimelere çok özen
göstermek lazım. Normal hayatta bu özeni gös-
teriyoruz. Diyelim ki yavrunuz kafasına koymuş,
sinemaya gitmek istiyor, kendine böyle bir algı
oluşturmuş, film, dışarı çıkmak gibi bir söz ge-
çince hemen konuya giriyor. Siz gitmesini is-

35
temiyorsunuz. O zaman aranızda anlaşıp ona
sinemayı hatırlatacak kelimeleri kullanmıyorsu-
nuz. Normal hayatta bunu yaparız, Allah’ın işi-
ne gelince aynı özeni göstermeyiz. İnsan zaten
dûniHİ algıda, sürekli Allah’a küfür içerisinde,
onun dûniHİ halini sabitleyecek kelimeler kulla-
namazsın. Değilse o algıdan çıkamaz! Eğer âyet
ve hadislere öyle meâl verirsen kişi yaşadığı yan-
lış hayatı doğru zanneder, “Bakış açım ve yaşan-
tım doğruymuş” der. Senin yüzünden!
Kur’ân’ın anlattığı hayat tarzının dünyadaki
bir şeye benzemesi, hele de aynı olması müm-
kün değil. Ahiretin hiç bir şeyi bu dünyaya ben-
zemez, sakın yanılmayın. Bu dünyaya benzeyen
bir şey yapıp da “Ahirete hazırlanıyorum” di-
yorsanız büyük ihtimalle yanılgı içerisindesi-
niz. Benzemez, hele çok kolaysa hiç benzemez.
Dünyanın işi kolaydır. Ahiretin işini kolay yapa-
mazsınız, dünya sistemi bırakmaz. Dikkat edin,
salât ikame edeceksiniz, on dakika seccâdede
duramıyorsunuz. Yeri süpürüyorsun, halıyı kal-
dırıyorsun, camı siliyorsun, markete gidip geli-
yorsun hiç üşenmiyorsun, yorulmuyorsun. Ama
seccâdede on dakika duramıyorsun. Düşünebi-
liyor musun zorluğu? Âhiretin işi dünya işi gibi
akmaz. O yüzden “Rabbi yessir ve lâ tuassir, Rab-
bi temmim Bil hayr duâsı var: Rabbim işimizi ko-
laylaştır, zorlaştırma, sonunu da hayrlı eyle. Alla-
hım iflas edenlerden olmayalım, sonunu hayrlı
eyle, razı oluver.”
Kelimelerin nasıl önemli olduğunu birlikte
görelim. Hûd Sûresi 2. âyete eğer; “(De ki; bu

36
YILMAZ DÜNDAR

kitab), Allah’tan başkasına kulluk etmeyesiniz


diye indirildi” yazarsanız, böyle meâl verirseniz
çok doğru olmaz. Fakat konuşma dilinde mânâ
böyledir, Arapça konuşulan bir ülkede insanlar
aralarında bu mânâda konuşurlar. Ama insan-
ların aralarında konuştukları dildeki mânâlarla
Kur’ân meâli yapılmaz. Halk öyle konuşuyor
ama o hayat esfele sâfiliyn. Siz meâlen “Bu ki-
tab, Allah’tan başkasına kulluk etmeyesiniz diye
indirildi” derseniz, “Başkası var ama ona kul-
luk etmeyin” gibi anlaşılır. Bunu okuyunca kişi
“Başkasını değil Allah’ı tercih ediyorum” der. Bu
âyeti Allah’ın vasıflarına göre meâllendireceksek
mânâ şöyle olur: “(De ki; bu kitab), Allah’tan
başkası (müstakilen var sanıp o)na kulluk et-
meyesiniz diye indirildi.” Dışı, başkası var sanıp,
uydurup, sonra da ona kulluk etmeyesiniz diye
indirildi. Allah’tan başkası varmış gibi bir mânâ
içeren meâl Kur’ân’a terstir. Allah dışında “müs-
takilen VAR ve muhtar” bir varlık varmış gibi
meâl yapılamaz. Bu, Lâ ilâhe İllallah Kelime-i
Tevhidi’ne ve İhlâs Sûresi’ne uymaz. Zaten
dûniHİ algıda olan insan beyni o meâli okursa
o algıdan hiç çıkamaz. Onu o algıdan çıkaracak
anlatımlar lazım. Âyetteki önem bu: Kendini-
zi veya başkasını müstakilen var sanıp da ona
göre bir hayat tarzı oluşturmayın. Siz, birisinin
önerdiği bakış açısını veya hayat tarzını kabul
etmekle o kişiyi Allah dışında müstakilen var ve
muhtar ilan etmiş oluyorsunuz, önerilen o öğ-
retiye göre hayat tarzı oluşturmakla da ona kul-
luk etmiş oluyorsunuz. De ki; siz Allah’a göre bir

37
hayat tarzı oluşturasınız diye bu kitap geldi. İşte
ben de Allah tarafından size gönderildim, bu ko-
nuda sizi uyarıyorum. Eğer, bu uyarıya uyarsanız
sizi müjdeliyorum.
“De ki: Bana, diyni Allah’a halis kılarak O’na
kulluk etmem emrolundu.” (Zümer-11)
Efendimiz (SAV)’e hitaben buyruluyor: Onla-
ra de ki; bana, dîni Allah’a halis kılarak O’na kul-
luk etmem emrolundu. Dîni Allah’a halis kılmak
nedir, buna normal hayatta bir mânâ vereme-
yiz. İnsanlar bu mânâda konuşmuyor ki. Bunu
normal hayattaki bir mânâ ile meâl yaparsanız
olmaz. Peki, âyeti nasıl anlayacağız? Anlayacağı-
mız dille bir cümle kuralım, doğru olmak üzere
benzer cümleler kurulabilir. Dîni, yani sistemi
Allah’a halis kılmayı nasıl anlamalıyız? Göklerin
ve yerin yaratılışını, dünya hayatını, hayat tarzı-
nı, ne olursa olsun tüm hayat tarzlarını, kısacası
evreni, yani ef’al âlemini Allah’ın dışı var sanıp
oraya konuşlandırmayacaksınız. Bir yere konuş-
lanmak oraya yerleşmektir. Göklerin ve yerin ya-
ratılışını, yaşadığımız dünya hayatını ve tüm ha-
yat tarzlarını Allah’ın dışı var sanıp onları oraya
yerleştirirseniz, dîni Allah’a halis kılmış olmazsı-
nız. Bu tarif göremediklerimizi de kapsasın der-
sek, bütün evreni, ef’al âleminin tümünü buna
dâhil etmeliyiz. Aslında mânâ âlemi de buna
dâhildir. Bize somut olanı konuştuğumuz için
ef’al âlemi diyoruz. Dîn, sistem adı altındakileri,
Allah’ın dışı var sanıp oraya konuşlandırırsanız
dîni Allah’a halis kılmış olmazsınız.

38
YILMAZ DÜNDAR

Dîni Allah’a halis kılmak Allah’a karşı samimi


olmak değildir. Samimiyet farklı bir şey, puta
tapanlar da putlarına samimiler. Bir kaç yüz yıl
önce, Güney Amerika’da bir tapınakta putları-
na binlerce insanı canlı kurban ediyorlar. Arama
motorlarından sayısını, yerini bulabilirsiniz. Ora-
da bir kaç bin insanı kurban edenler samimi de-
ğil mi? O kadar samimi ki taptığına insan kurban
ediyor. Ona “Samimi değilsin” diyebilir misin,
“Korkmuyorsun” diyebilir misin? Taptığı puttan,
inandığı bâtıldan öyle korkuyor ki onun şerrin-
den, zulmünden, gazabından korunmak için
kan akıtıyor, binlerce kişiyi kurban ediyor. Eğer
dünya sistemine göre bir samimiyet ölçecek ol-
san, câmiye gidenlerden daha fazla samimidir
belki. Dolayısıyla, ihlaslı olmayı samimi olmak
diye anlatamazsın. Zaten ne öyle uygulayabilen,
ne öyle inanan var. Samimi olmak, Allah dışın-
da bir şey yok demektir, Allah’ın dışı var sanma-
maktır, İhlâs budur. Allah’ın dışı var sanıp orada
varlıklar ve hayat oluşturmak samimiyeti bozar.
O kişiye “Samimi değilsin, sen Allah’ın vasıfları-
na ters hareket ediyorsun” dersiniz.
“De ki; bana, diyni Allah’a halis kılarak O’na
kulluk etmem emrolundu.” (Zümer-11)
Demek ki, Allah’ın dışı var sanıp ef’al âlemini
de oraya yerleştiren inanış yasaklandı; Âmentü
Billâhi demek ve bu inançla Allah’ın önerdiği ha-
yat tarzını oluşturmak emrolundu.

39
“Ya Nâs (Ey, insanlar)! Sizi ve sizden öncekileri
halk etmiş olan Rabbinize kulluk edin ki, belki
takvâ sahibi olur, korunursunuz.” (Bakara-21)
Allah’a kulluk etmekle şükredenlerden olu-
yorduk. Şimdi başka bir tanımla bize bir müjde
var: Rabbinize kulluk edin, belki takvâ sahibi
olur, korunursunuz. Âyetteki takvâyı biraz an-
lamaya, yani hayatımızda bir amele çevirmeye
çalışalım. Takvâ başlı başına uzun bir konu, bir
kaç cümleyle onun bir yanını görelim.
“Ey, Âdemoğulları! Size ayıp yerlerinizi ör-
tecek giysi, süslenecek elbise yarattık. Takvâ
elbisesi, işte o daha hayrlıdır. Bunlar Allah’ın
âyetlerindendir. Belki düşünüp öğüt alırlar.”
(A’râf-26)
Rabbimiz normal hayatta örtünmek için kul-
landığımız şeyleri “Onları da ben verdim, ben
yarattım” diye örnek vererek tefekkür etmemiz,
şükretmemiz için bizi uyarıyor. Ancak önemli bir
uyarı daha var: Takvâ Elbisesi! Yeni bir elbise çık-
tı karşımıza. Rabbimiz diyor ki: Size örtünmeniz,
süslenmeniz için bir elbise verdim,. Bir de Takvâ
Elbisesi var, işte o daha hayrlıdır. Diğerini giy-
meyin mânâsına değil. “Takvâ elbisesi sizin için
daha hayrlıdır” âyetini okuyunca takvâ elbisesini
diğerinin alternatifi gibi anlamayın. Bu âyet “O
elbiseye sahip olun” önerisidir. O elbiseye nasıl
sahip oluruz? Bakara-21 uyardı: Ey insanlar, sizi
ve sizden öncekileri halk etmiş olan Rabbinize
kulluk edin, belki takvâ sahibi olur, korunursu-
nuz. Yani, Rabbinize kulluk ederseniz takvâ elbi-

40
YILMAZ DÜNDAR

sesini bilirsiniz, giyersiniz. Şimdi bu elbiseyi biraz


anlamaya çalışalım.
“Örtünmeniz ve süslenmeniz için” diye bah-
sedilen libas/giysi, dünya hayatına dikkat ede-
cek olursanız o kadar önemli hale gelmiş ki. Na-
sıl bir endüstri var, nasıl bir moda sektörü var
ve nasıl insanları peşinden sürüklüyor. Ayet bize
“Ey, Âdemoğulları! Size ayıp yerlerinizi örtecek
giysi, süslenecek elbise yarattık” deyince kabul
edip geçtik. Ama açıkgözler öyle dememişler,
onun üzerine dünyayı çeviriyorlar. Biz “Bir ör-
tümüz, çaputumuz var, ona da şükrederiz” de-
yip geçtik, ama moda sektörü sırf bunun üze-
rine. Filmler, romanlar, yarışmalar, kriterler hep
bunun üzerine. Bunun üzerine müthiş bir para
harcanıyor. Tabi bu bir tercih. Onlar takvâ elbi-
sesini kabul etmiyor ve öyle yapıyor. Ama âyet
bizim için bir uyarı: Evet, bu yatırımlar var ama
bir de takvâ elbisesi var. Sen o yatırımlara, o uğ-
raşlara bakma, o bir esfele sâfiliyn tuzağı. Hani
bir kaç şirket birleşir holding olur, o holdingde-
ki şirketlerin birer genel müdürü vardır, bir de
holdingin genel koordinatörü vardır. Bu işlerle
meşguliyetin her birini birer şirket düşünürsek
hepsinin bir yöneticisi vardır ve hepsi birden bir
holdingdir. O holdingin başında da bir şeytan
genel koordinatördür, o yönetmektedir, o ayrı iş.
Âyet bize, “Bir de takvâ elbisesi var, o sizin için
daha hayrlıdır” diyor. Elbise işini fark etmiş olan
bir zat normal toplum yaşantısı için geçerli bir
cümle kurmuş: Öyle elbiseler gördüm, içinde in-
san yoktu. Öyle insanlar gördüm, üstünde elbise

41
yoktu. Neyi önemsemiş? Elbisenin dışında başka
bir şeyi. Elbiseyi çok önemseyenler için Nasred-
din Hoca’nın bir de fıkrası var. Bir davete gidiyor
ama hocaya iltifat emiyorlar, karnı da aç, ziyafet-
te yer bulamıyor, bir yere oturamıyor. Ama he-
men işi fark ediyor, koşuyor eve. Kürkünü giyip
geliyor. Kürkü giymiş görünce kapıdakiler, “Bu-
yur hoca efendi, buyur hoca efendi” deyip onu
önemli bir yere oturtuyorlar. Halbuki biraz önce
de geldi ama üstünde kürk yoktu. Önüne güzel-
ce yemeğini koyuyorlar. Anlaşılıyor ki bu yemek
kendine değil, kürke. O zaman diyor ki; ye kür-
küm ye. İşte elbise böyle bir şey.
Hayatımızda takvâ elbisesinin yeri ne? İşte
ona hiç bakmayız. “Takvâ elbisesi sizin için daha
hayrlıdır” âyetine rağmen onu hiç önemseme-
yiz, onu hiç araştırmayız. Ama Allah’ın en önem-
li hediyesine de tâlibiz. İnşâAllah Rabbim bağış-
lar. Takvâ elbisesi giyilen bir şey değil, bir çaput
değil. Ama bir elbise. Örneğin birisi modaya uy-
gun bir kreasyona sahip olsa, baktığınız zaman
“Şu moda” dersiniz. O öyle bir moda giymediği
halde siz onu şu modayı takip ediyor diye ta-
nımlarsınız. Öyle bir şey yapacaksın ki, takvâyı
takip ediyor denecek, takvâ elbisesi öyle bir şey.
Öyle bir halin olacak ki, “Bu kişi takvâyı takip
ediyor” denecek. Normal hayatta söylüyoruz;
“Şu modayı takip ediyor. Onu şu kişi giydiriyor.
Bu dikiş, bu tasarım şunun” diyoruz. Onun gibi,
diyecek ki şu hâl takvâyı takip hali, takvâ hali.
Peki, o renginden anlaşılır mı? Anlaşılır. Takvâ el-
bisesini birisi tanırsa onun rengini görür. Onun

42
YILMAZ DÜNDAR

renginin ismi Sıbğatallah’tır; Allah’ın boyası. O


elbise Allah’ın boyası ile boyanmıştır. Eğer kişi
takvâ elbisesini giyerse, Allah’ın boyası orada
olursa hiç bir boya ona yapışmaz, o boyanın üs-
tünde bir başka boya olmaz. Onu bize Bakara
Suresi söyler: “Sıbğatallah (Allah boyası). Boyaca
Allah’tan daha güzel kim olabilir? İşte biz O’na
kulluk edenleriz.” (Bakara-138)
Âyette çok mânâ var, biz ayete yalnızca takvâ
elbisesiyle ilgili bakalım: Takvâ elbisesinin boyası
Allah’ın boyasıdır, Sıbğatallah. Elbisesi ve elbise-
sinin boyası en güzel olan Allah’tır. Başka olabilir
mi? Bu yüzden, biz O’nun dediği gibi giyiniriz, biz
O’na kulluk ederiz, O nasıl diyorsa öyle yaparız.
Semi’na ve eta’na; işittik ve itaat ettik Allahım.
Takvâ elbisesi öyle bir şey ki, çıplak bedeni
düşündüğünüzde o bedenin dilidir, önce bu-
dur; bedenin dili. Ve bir de giydiğin elbisenin
dilidir. Bedenin dili + elbisenin dili ikisi birlik-
te takvâ elbisesini oluşturur. Ona baktığınızda
“Bu tarz takvâdır, bu moda takvâdır” dersiniz.
Boyasını da görürsünüz, “Allah’ın boyasına bo-
yanmış, belli” dersiniz. Bu durumda, mü’minler
için takvâ elbiseyi tanımak önemli olur. Çünkü
dünya yaşantısında elbise nasıl kriterse, takvâ el-
bisesi de mü’minin kriteri olur. Takvâ elbisesi var
mı, bu onun için kriterdir. Kişinin hâli, duruşu, eli
ayağı, başı, gözleri, bakışı, her şeyi buna dâhildir.
Takvâ elbisesinin esas özelliğini göreceğiz, önce
o elbisenin ana özelliğine işaret eden şu âyeti
okuyalım:

43
“Bilâkis o (Kur’ân), kendilerine ilim veril-
miş olanların sadırlarında apaçık âyetlerdir.
Âyetlerimizi ancak zâlimler bile bile inkâr eder.”
(Ankebut-49)
Kendilerine ilim verilenleri öğrenirsek âyeti
anlamak daha kolaylaşacaktır. Kendilerine ilim
verilmiş olan tanımı için başlangıç çizgisi budur:
Kendisine ilim verilen kişi “Allah’tan başka müs-
takilen VAR ve muhtar varlık yoktur” diyen ve
buna şâhit olan kişidir, ilim verilmişlik sınırı bu-
radan başlar: Allah’tan başka müstakilen VAR ve
muhtar bir varlık yoktur, ancak Allah müstakilen
VAR ve muhtardır. Allah’ın dışı kavramı yoktur.
Dışı olmadığı için, müstakilen VAR ve muhtar
varlıklar yoktur. Böyle inandığı ve buna şehâdeti
ilerlediği zaman o kişi Allah’ın ilim verdiği kişidir.
Allah’ın ilim vermesinin özelliği budur.
Dünyanın önemli kabul ettiği bilim adamla-
rı var. Örneğin Stephen Hawking günümüzde
önemli bir bilim adamı. Açıkladığı astronomik
gök hareketleri ve astronomik cisimler var, onla-
rı, özelliklerini sayıyor. O açıkladığı şeylerin hepsi
yok olmayacak mı? Kıyâmetle birlikte hepsi alt
üst olacak. Yok olacak bir şeyi ezberle dur, ne
olur ki? İncelemeyelim demiyorum, en önemli
bilim adamı dediğinizin yaptığı yatırımı söylü-
yorum, yok olacak bir şeye yatırım yapıyor. Siz
onu dünyanın en önemli adamı ilan edin, so-
nuçta dünya yok olacak, o da yok olacak yerde
birisi. Bedenimiz yok olacak, bunu görüyoruz.
Gözle gördüğümüz en önemli gerçek ölenlerin
bedenlerinin çürümesidir, buna rağmen en faz-

44
YILMAZ DÜNDAR

la yatırımı ona yapıyoruz. Bâki yaşayacak olana


değil de yok olacak olana! Ama birisi Allah’tan
îmanla ilgili ilim almışsa, o yok olmayacak bir
bilgidir, o kişi o ilimle doğru inanmaya başlar.
Allah’ın ilim verdiği kişi Allah’a doğru inanma-
ya başlayandır. Efendimiz (SAV) in açıkladığı
şekilde Allah’a inanmaya başlayan Allah’ın ilim
verdikleri sınıfına girer. Stephen Hawking’le ilgili
konuyu tamamlayayım. Adam öyle şaşkınlıklar
yaşıyor ki, bir türlü karar veremiyor. Halbuki bi-
limsel çalışmalarında hep kararlı gidiyor. Ama
tanrı dediği şeyle ilgili bir türlü karar veremiyor.
Bir bakıyorsunuz inandı, sonra bakıyorsunuz
vazgeçti, daha sonra yine inandı. Her işini böy-
le yapsa kimse ona bilim adamı demez. Hangi
işini böyle uyduruk yapıyorsun? Bunu da yaptı-
ğın diğer işin prensipleriyle yapsana, bir de öyle
baksana.
Allah’ın ilim verdikleri Allah’a doğru inanan-
lardır, ilim verilmesinin özelliği budur. Kendile-
rine ilim verilenlerde Kur’ân öyle bir şeydir ki,
onların sadırlarından âyetler dışarı çıkar. Çünkü
onlar Kur’ân’ı okuyunca onunla hallenirler. Öyle
hallenirler ki vücutlarının kimyası Kur’ân’da an-
latılanla etkilenir. Kur’ân Kimyası diye bir şey
vardır, o kimyayı ancak Kur’ân canlandırır. Onla-
rın vücut kimyaları Kur’ân kimyasına öyle döner
ki Kur’ân kimyası onların sadrında hislere dönü-
şür. Hisler vücutta fiillere, hareketlere dönüşür
ve siz o kişinin bedeninden onu görür hisseder-
siniz. İşte Takvâ Elbisesi bir de böyledir. Takvâ
Elbisesi’nin esas özelliğini, onun temelindeki

45
özelliği anlayabilmek için şu hadisleri okuyalım
inşâAllah.
İbni Ömer radıyallahu anhum anlatıyor.
Rasûlullah (SAV) Efendimiz buyurdular ki; “Kim
elbisesini kibir ve gururla yerde sürürse, Kıyâmet
Günü Allah ona rahmet nazarıyla bakmaz.” (Ha-
dis)
Elbisesini kibir ve gururla yerde sürüyene Al-
lah kıyâmet günü merhamet gözüyle bakmaz,
yani merhametle bakmaz, Allah muhafaza etsin.
Orada iki bakış var; merhametli bakış, gazaplı
bakış. Merhametle bakmazsa gazabı kalır, Allah
muhafaza etsin. Bunu duyunca Hz. Ebubekir ra-
dıyallahu anh efendimiz diyor ki, “Ya, Rasûlallah!
Îzârım/elbisem salık olduğu zaman eğer dikkat
etmezsem yerde sürünüyor.” Demek ki, biraz
uzunmuş. Normal îzâr dize kadar olur ama o
biraz uzun ki yere sürünüyor. Efendimiz (SAV)
buyuruyor ki, “Sen bunu kibirle yapanlardan de-
ğilsin.” (Hadis)
Hadiste müthiş bir ders var. Bu hadis yarım
yamalak okunursa ve işin esası fark edilmezse,
elbisenin yerde sürünmesi yasaktır sonucu çıka-
rılabilir. Yasaklanmış Giysiler başlığı altında göre-
bilirsiniz, elbisenin yerde sürünmesini Efendimiz
(SAV) yasaklamıştır deyip bu hadisleri koyarlar.
Hz. Ebubekir radıyallahu anh diyor ki; dikkat
etmezsem elbisem yerde sürünüyor. Efendimiz
(SAV) ona; “Senin bu yaptığın kibirle yapanla-
rınki gibi değil, sen bunu kibirden yapmıyor-
sun” diyor. Konuyu izah edeceğiz ama hadisi

46
YILMAZ DÜNDAR

tamamlayalım. Ümmü Seleme atılıyor, o zaman


kadınlar zeyllerini/üstlerindeki örtülerini ne ya-
pacak? Efendimiz (SAV) buyuruyor ki; “Bir karış
salsınlar, bir karış.” Ümmü Seleme, “Bu takdirde
kıpırdayınca ayakları açılır, ya Rasûlallah” deyin-
ce, Efendimiz (SAV) buyuruyor: “Öyleyse bir zirâ
salsınlar, ama daha da artırmasınlar.” (Hadis)
Bu hadisteki iki şeyden birisi şu ki, yasaklanan
şey elbisenin uzun olması değil. Dikkat ederse-
niz, Ümmü Seleme elbisenin kadınlarda zaten
uzun olduğunu söylüyor. “Zaten uzun, onlar bu
durumda ne yapacak, hangi sınıfa girecekler?”
diye soruyor. Hadisin bu kısmı elbisenin boyuy-
la ilgili bir ayar taşıyor. Hz. Ebubekir radıyallahu
anh’le ilgili kısımda ise kibirle ilgili ayar var.
Elbisenin yerde sürünmesi günümüzde de
var mı? Var. Gelin elbiseleri öyle değil mi? Kral-
ların, padişahların kaftanları yerlerde sürünmü-
yor muydu? Rütbelere göre en fazla padişahınki,
sonra vezirinki, sonra diğerlerininki sürünüyor.
Çeşitli elbiseler çeşitli yerlerde sunulurken ar-
kalarındaki kuyruklar yok mu? Demek ki, günü-
müzde de var. Ama yasak olan yerde sürünmesi
değil. Kibir ve gurur. Bu öyle önemli ki, âyet ve
hadisler hep onun üzerine. Biz de hep o kibri
anlatıyoruz. Şimdi bununla ilgili şu sorgulamayı
yapalım.
Günümüzde çeşitli dînî anlatımlar dinliyoruz.
Elhamdülillahi rabbil âlemiyn, Rabbim güzelleş-
tirsin ve çoğaltsın. Bu dînî anlatımlar genellikle
sahabelerin ve mübarek zatların hayatlarına ait

47
menkıbelerdir. Örnek almamız gereken hayatlar
olduğu için bunların çoğalmasını arzu ederim.
O anlatımların bir kısmı menkıbe, bir kısmı da
ilmihaldir, yani muamelata ait hukuki konu-
lardır. Neredeyse tamamı bunlardan oluşuyor.
Efendimiz (SAV) in ilk yıllarını, özellikle ilk beş
yılını düşündüğümüzde daha bir hukuk oluş-
mamış, yeni başlıyorlar. Henüz sahabelerin ve
bugün hayatları anlatılan önemli zatların hayat-
ları yaşanmış değil. Peki, Efendimiz onlara ne an-
lattı? Lütfen soruya dikkat edin ve günümüzde
anlatılana bir de böyle bakın. Eğer İslâm yalnızca
günümüzde anlatılanlarsa, Efendimiz (SAV) in
ilk beş yılında bu konular yoktu. O dönemde
henüz menkıbe ve hukuk oluşmadığına, ilmihal
tamamlanmadığına göre konuşulan şey neydi?
Efendimiz (SAV) İslâm adına onlara ne anlattı?
Efendimiz onlara Billâhi îmanı ve dûniHİ algıyı
anlattı. Yani Lâ ilâhe İllallah Kelime-i Tevhidi’ni
anlattı. Öyleyse, Efendimiz (SAV) in işe başlar-
ken anlattıkları bugün neredeyse hiç anlatılmı-
yor. Hep sonraki şeyler konuşuluyor. Fark ettiniz
mi? İşte bu yüzden işin esası fark edilemiyor. Bi-
zim bu payaştıklarımız, işte o zamanlara düşen
şeyler, elhamdülillah.
Efendimiz (SAV) Hz. Ebubekir radıyallahu
anh’e “Senin elbisenin yere sürünüyor olma-
sı kibirden değil, sen elbiseni böyle bir şey için
araç yapmıyorsun” diyor. Çünkü onu tanıyor.
O dönemde demek ki bir başkası, “Müstakilen
varım ve muhtarım” ın rozeti ve göstergesi ola-
rak, rütbesinin, parasının pulunun işareti olarak

48
YILMAZ DÜNDAR

elbisesini yerde sürüyor. Yasaklanan bu duygu.


O duyguyu temsilen elbiseyi kullanman yasak.
“Müstakilen varım ve muhtarım” duygusunu
kullanmak ve göstermek için elbiseyi araç yapı-
yorsan o yasak. Hangi elbise olursa olsun, İslami
tarif edilen elbiseler de böyle giyilirse aynıdır,
çünkü yasak olan bu duygudur.
Hz. Ebu Hureyre naklediyor: Yakışıklı bir
adam Rasûlullah’a gelerek “Ben güzelliği seviyo-
rum. Gördüğünüz gibi bana güzellik de verilmiş.
Kimsenin beni ayakkabı bağı bile olsa bu husus-
ta geçmesinden hoşlanmıyorum. Ya Rasûlallah,
bu halim haram olan kibre -sizin yasakladığınız
o duyguya- girer mi?” Efendimiz (SAV) buyuru-
yor: “Hâyır,senin yaptığın girmez. Kibir Hakkı ip-
tal, halkı tahkirdir.” (Hadis)
Demek ki, yasak olan güzel giyinmek, güzel
görünmek değil. Kişi soruyor; benim güzel gö-
rünmeye çalışmam, temiz görünmeye çalış-
mam, uyumlu olmaya çalışmam, bununla da
ilgili sanki yarışıyor gibi olmam senin yasakladı-
ğın o duyguya girer mi Ya Rasûlallah? Efendimiz
(SAV) “Hâyır, senin yaptığın kibre girmez” deyip
kibri tarif ediyor: Kibir Hakk’ı iptal ve halkı tah-
kirdir. O Hakk teâlâyı iptal etmektir, yani Allah’ı
yok saymaktır. Allah’ı yok saymak vasıflarını yok
saymaktır, “Allah yok” demek değildir. Allah’ın
Ehad ve Samed oluşunu yok saymaktır, o va-
sıflara uygun davranmamaktır. Halkı tahkir ise
Allah’ın emrini beğenmemektir, yaratılmışları
küçümsemektir, kıyas yapmaktır, kendini farklı
ve üstün görmektir. Allah’ın emrini beğenme-

49
mek kendi müstakilliğini kutsamaktır. Yaşarken
bunu yapıyor olabilir miyiz acaba? Dikkat edin,
Allah muhafaza etsin. İbadet yalnızca namaz,
oruç isimleriyle olmaz. Yirmi dört saatimizin
her anı paylaştıklarımıza uygun olmalıdır. Takvâ
elbisesi biraz anlaşılıyor mu?
Bakara Suresi 21. âyet bize; Rabbinize kulluk
ederseniz belki takvâ sahibi olur ve korunursu-
nuz diyordu. Dünyada yaşarken korunmanın ve
“korunursunuz” un çok farkında değiliz. Çünkü
korunacağımız şeyin farkında değiliz, Allah bizi
neden koruyor? Korunduğumuz şeyin korkunç-
luğunu bir kavrayabilsek ah, neden korundu-
ğumuzu o zaman anlarız. Korunan ne demek,
Allah’ın koruması ne demek, onun kıymeti ne
demek o zaman fark ederiz. Ama yaşadığımız
dünya hayatının gereği bu kolay görebileceğimiz
bir şey değil. Bu âyette Allah’ın koruması anla-
tılıyor, bir de müttaki vardır, kendini dünyada
yanlışlardan koruyan vardır. İşte o kendini koru-
yanlara bu âyette Allah diyor ki; Ben sizi koru-
rum, sizin anlamadığınız, bilmediğiniz yerler var,
orada ben sizi korurum, korunursunuz.
“Allah takvâ sahiplerini kendi başarılarından
ötürü kurtarır, onlara kötülük dokunmaz, onlar
mahzun da olmazlar.” (Zümer-61)
Takvâ elbisesiyle gelen ikram açıklanıyor:
Eğer kişi kulluk ederse, Rabbine kulluk etmeyi
seçerse takvâ sahibi olur ve korunur. Bu âyet on-
lara sesleniyor: Allah takvâ elbisesi giyenleri bu
başarılarından dolayı korur, bu elbiseyi giydikleri

50
YILMAZ DÜNDAR

için onlara kötülük dokunmaz. O öyle bir elbise


ki onlar mahzun da olmazlar. Bir fikir yürütmesi
yapalım; Allah kimleri koruyor? Takvâ sahiple-
rini. Nasıl takvâ sahibi olunuyor? Allah’a kulluk
ederek.
Onlara kötülük dokunmaması şudur: Sis-
tem çalışırken Allah onları korur. Dünya hayatı,
kıyâmet, diriliş, hesap günü sistemleri çalışırken
mecburi yürüyen bu sistemin öyle bir manzarası
var ki, öyle bir manzara oluşuyor ki, o manza-
ranın hâlinden Allah sizi korur. Mecbursunuz, o
manzaranın, o fotoğrafın içinde bulunmak zo-
rundasınız. İşte o fotoğrafın korkunçluğundan,
o fotoğrafın tesirinden, o fotoğrafın size yapa-
caklarından Allah sizi korur. Size kötülük dokun-
maz dedikleri, sistemin zararlarından ve manza-
ranın korkunçluğundan korunur.
“Ey, kullarım! Bugün size bir korku yoktur. Siz
mahzun olmazsınız da.” (Zuhrûf-68)
“O en büyük korku (ölüm) onları mahzun
etmez ve melekler onları (şöyle) karşılarlar:
“İşte bu, va’dolunduğunuz sizin gününüzdür.”
(Enbiyâ-103)
Anlıyoruz ki, bir korku ve mahzunluğun ol-
maması için olmazsa olmaz şart Allah’a kulluk
etmektir. Bu önemi hep vurguluyoruz ama o iş
nasıl olacak?
“Onlara bir korku ve mahzunluk yoktur.”
Bakara; 38, 112, 262, En’am-48, Yûnus; 62, 63,
Ahkâf-13 gibi âyetlerde Allah’a kulluk etmek

51
vurgulandıktan sonra “İşte böyle kulluk eden-
lere korku ve mahzunluk yoktur” denir. “Korku
ve mahzunluk yoktur” hâli Veli’ye has sanılma-
malıdır. Aslında Veli derken kastedileni de ta-
nımlamak lazım. Çünkü Allah’ın velisinin tarifi
yoktur. Biz tarif ediyoruz, Nefs-i Mutmaine diye
bir sınır koyuyoruz, oradan itibaren Veliyullah
diyoruz ama yalnızca o kişi için korku ve mah-
zunluk yoktur gibi bir anlayış çok doğru olmaz.
“Korku ve mahzunluk yoktur” hali yalnızca on-
lara değildir. Bir de bu tarifi şöyle yanlış anlayan-
lar vardır; tasavvufla uğraşırken general tanrı
noktasına gelmiş olanlar kendilerinden korku-
nun silindiğini söylerler, Allah korkusunu bile
silinmesi gereken bir korku zannederler, böyle
açıklamalar yaparlar. Birisini Allah’tan korku-
yor görse “Sen henüz olmamışsın, sende korku
ve mahzunluk var” diye uyarırlar. Dikkat edin,
korku ve mahzunluğun kalkması Allah’a karşı
değildir, Allah’tan korkmayacaksınız demek de-
ğildir. Efendimiz (SAV) buyuruyor ki, “Allah’tan
içinizde en fazla ben korkarım. Çünkü O’nu en
fazla tanıyan benim. Allah’ı ne kadar tanırsanız
o kadar korkarsınız.” Diğer türlü düşünenlere
göre Efendimiz hiç olmamış demektir. Olur mu
hiç! Korku ve mahzunluğun kalkması, sistemin
oluşturduğu manzaranın verdiği korkuların
kalkmasıdır. Âyetlerden öğreniyoruz, korku ve
mahzunluk bir mü’minden öyle kalkar ki, diri-
lişte/ba’s oluşta yüzü pırıl pırıl ve gülerek gider.
Mü’min öyle iken, yalanlayanlar dehşet içerisin-
de, kafalarından yürür vaziyette, yerde sürünür

52
YILMAZ DÜNDAR

olarak, yüzleri mosmor olmuş, göğüsleri korku-


dan katran gibi kararmış halde olacaklar. Ve bu
uzun bir hayat. Ba’s ile başlayan süreci öyle bir
iki saniyelik bir şey düşünmeyin. Yıllarca sürecek
uzun bir hayat. O bir hayat tarzı. Çok sonra he-
sap günü var. O hesap günü konuşma sırasında
mü’minlere “Niye siz böyle rahatsınız?” dedik-
lerinde, “Biz bunları dünyada duyduk, ona göre
de yaşadık, bu günleri biliyorduk, şimdi bizim
günümüz. Siz bize dünyada gülüp durdunuz,
işkence yapıp durdunuz, alay edip durdunuz,
çiğneyip durdunuz. Biz bu günü bekliyorduk.
Bugün hesap ve hesaplaşma günü, kasaya gide-
ceğiz” diyecekler.
“Korku ve mahzunluk yoktur” denilen hal-
deki kişi mü’mindir. O hali veli ile sınırlamayın.
Korku ve mahzunluğun kalkması esas ahiret
için olsa da dünyada da geçerlidir. Ama korku
ve mahzunluğun kalktığını biz dünyada çok fark
edemeyiz. Fark etmediğimiz için o hali görmedi-
ğimiz, bilmediğimiz velilere veririz. Görmüyoruz
ya. Biz zaten anlamadığımız cümleleri, görmedi-
ğimiz insanları, uydurduğumuz karakterleri se-
veriz. Ama boş işler.
İnsan korunduğunu, korku ve mahzunluğun
kalktığını bu dünyada nasıl anlar? Yanlış bir kim-
senin hayatla ilgili korku ve kaygılarıyla kendimi-
zi kıyasladığımızda onu fark ederiz. Görürsünüz
ki siz onun korktuğu şeylerden korkmuyorsu-
nuz. O nelerle meşgul, siz neyle meşgulsünüz.
Demek ki sizden de korku bir yönüyle kalkmış,
bu dünyadayken kalkmış. Ama korku ve mah-

53
zunluğun kalkışı asıl ahirette çok net fark edilir.
Çünkü orada geçerli tek şey Kur’ân ve Îman’dır.
Bunlarla korunduğunu o gün insan çok açık gö-
rür, o gün çok net görürsünüz. Çünkü korunma-
yanları gördünüz. Korunmayanlardan olmadığı-
nızı görünce nasıl korunduğunuzu bilfiil anlar-
sınız.
Korku ve mahzunluğun olmayışı hâli yalnızca
velilere ait olmayıp bütün mü’minleri kapsar. O
hal “Âmenû Billâhi ve amilus sâlihâti” kapsamın-
da olanlar içindir, doğru îman eden ve o îmanına
uygun amel yapanlar içindir.
Bunun esas fark edilişi hesap günüdür.

54
3.
ALLAH’A KUL OLMAK? ve
ALLAH’A KULLUK YAPMAK?

“DûniHİ çağırdıklarınız da, muhakkak sizin


emsaliniz kullardır.” (A’râf-194)
DûniHİ algıyla Allah’ın dışı var zannedip bir
şeylere “Müstakilen VAR ve Muhtar” etiket ya-
pıştırsanız bile onlar müstakilen var ve muhtar
değildir, hepsi sizin gibi kuldur.
“Semâvat’ta ve Arz’da kim varsa, Rahmân’a
ancak kul olarak gelir.” (Meryem-93)
Daha önce okuduğumuz âyetler bizi Allah’a
kulluk yapmaya davet eden, kulluk yapmayı
öğütleyen âyetlerdi. Bu âyetlerde önerilen şey
kulluk yapmak değil. Bu iki âyette çıkan ta-
nım kul olmak. Onlar sizin emsaliniz kullardır.
Semâvatta ve arzda kim varsa Rahmân’a ancak
kul olarak gelir. Kulluk görevini anlayabilmek
üzere idrakımızı ilerletiyoruz. Kul olmak ve kul-
luk yapmak ne demektir, farkı nedir, ilişkisi nedir,
onu görmeye çalışıyoruz.
Allah’a kul olmanın bir cümlelik bir tarifi
vardır; yaratılmış olmak. Kul yaratılmıştır, Al-
lah yaratandır. Allah’ın yarattığı her şey Allah’ın
kuludur. Allah’ı yaratan bilmek, Âmentü Billâhi
kapsamında olmak kaydıyla Allah’ın yarattığını
bilmek nefs açısından çok değerli bir mertebe-

55
dir. Kişinin bu çerçevede Allah’ın kulu olduğu-
nu bilmesi çok önemlidir: Yaratanı Allah bilmek
ama bu yaratmayı Âmentü Billâhi kapsamında
bilmek, DûniHİ düşünmemek, yani Allah’ın dışı
var da yarattıklarını dışına yerleştiriyor zannet-
memek gerekir. Allah’ın yarattıklarını Allah’ın
dışına yerleştirmezseniz, “Dışı var” zannından
sıyrılırsanız, o zaman Âmentü Billâhi kapsamın-
da düşünmüş olursunuz. Kişinin Âmentü Billâhi
kapsamında Allah’ı yaratan bilmesi ve bu çer-
çevede Allah’ın kulu olduğuna îman etmesi, o
îmana uygun davranması nefs açısından neden
çok önemli bir mertebedir? Çünkü ancak bu
durumda nefsine zulmetmiyor olur. Bu inanış
dışında kişi nefsine zulmedenler sınıfına düşer.
Anladık ki Allah’ın yarattığı her şey Allah’ın ku-
ludur, kul olmak budur. Ama bir de kulluk yap-
mak var, kulluk yapmak nedir. Bunu iyi tanım-
lamak lazım, çünkü Allah “Ancak bana kulluk
yapın” diyor. Kulluk yapmayı açık, net ortaya
koymalıyız ki, kişi Allah’a nasıl kulluk yapacağı
hususunda tereddütte olmasın, yanlış bir şey
yapıyorsa temizleyebilsin, onları silebilsin.
Allah’a kulluk yapmayı önce tevhid diliyle
söyleyelim: Her kul ancak kulluk yapar. Bunun
başka bir tarifi yoktur, esası budur, kaçınılmaz
olan budur. Her kul, yani Allah’ın her yarattığı
ancak Allah’a kulluk yapar. İnsanlar açısından;
hayat tarzı, inanışı, bu işe bakışı nasıl olursa ol-
sun, kişinin hali Allah’a kulluktan başka bir şey
değildir, bilincinde olsun olmasın böyledir. Öy-
leyse âyetlerde bizi kulluğa davet niye? İşte o

56
YILMAZ DÜNDAR

kesret dilidir, tevhid dili değil. Ondan bir amel


çıkaramazsınız. “Her halimiz Allah’a kulluk, ya-
pacak bir şey yok” der sıyrılırsınız. Tevhid dilin-
den bir amel çıkmaz. Amel çıkarabilmemiz için
âyet ve hadislerde bir de kesret diliyle anlatım
vardır, biz o iki dili birden anlayabilmeliyiz. Yal-
nızca birisini önemseyen tek kanatlı kuşa ben-
zer. Kuş tek kanadıyla olduğu yerde döner du-
rur. Uçan kuşa göre çok yorulur, etrafı tozutur.
Onun sesi, tozu fazladır, yukarı çıkamadığı için
tozu kaldırır, terler, yorulur ama mesafe ala-
maz. İki kanat birden lazım, kuş iki kanatla uçar.
Onun gibi, tevhid/ulûhiyet dili ve kesret dilinin
ikisini birden anlayıp iki kanadı birden çırparak
tek varlık, tek mânâ yapabilmek gerekir ki başarı
sağlayabilelim. Tevhid dili ile yapılan tanımlar-
dan amel çıkarmak için kesret diliyle olan âyet
ve hadislere bakmak gerekir. O âyet ve hadisler
“Ancak Allah’a kulluk edin” diyor. Biz de; “İyyâKE
na’budu; yalnızca sana kulluk ederiz” diyo-
ruz. Madem ki her yaratılan Allah’a kulluk edi-
yor, madem ki başka bir alternatif yok, öyleyse
“Allah’a kulluk edin” daveti niye?
Öyle bir düşünce ve öyle bir hayat tarzı var ki
Allah ondan hoşnut. “Allah’a kulluk edin” daveti
o hayat tarzı içindir. Hepsinin emrini, hükmünü
veren Allah’tır, hepsini dileyen Allah’tır. Allah di-
lemeden kul olamaz ve kimse bir şey yapamaz
ama o emirlerin içerisinde hoşnut oldukları, razı
oldukları vardır. Bir benzetme yapacağım, lütfen
yalnızca mânâları alalım, benzetmelerin kendi-
sini almak şirk oluşturur. Yavrusunu terbiye et-

57
meye çalışan anne baba bazen yavrusuna hafif
dokunuyor olabilir ama bundan razı değildir,
hiç bir anne baba haz alarak bunu yapmaz. Ama
yapan anne babadır, kararı veren onlardır. Çocu-
ğuma şöyle bir yasak veya şöyle bir ceza uygula-
malıyım ki daha iyi düşünsün diye kararlar ala-
bilirler. Ama bundan hoşnut değildirler. Zevkle,
hazla yaparlarsa zaten şüphelenirsiniz, olmaz.
Buradan çıkardığımız mânâ ile bakacak olursak,
her kulun yaptığı kulluk neyse onun hükmü-
nü veren Allah’tır. Ancak onlar içerisinden razı
olduğu haller vardır. Allah’ın razı olduğu hayat
tarzını yaşamaya “Allah’a kulluk yapmak” de-
nir. Aksi halde herkes zaten kaçınılmaz olarak
Allah’a kulluk yapıyor, çünkü hepsi Allah’ın kulu.
Ama Allah razı olduğu kulluk karşılığında cen-
neti vaad etmiştir.
Meryem Sûresi 93. âyetteki “Semâvatta
ve arzda kim varsa, Rahmân’a ancak kul ola-
rak gelir” ifadesini bir yanıyla anlamaya çalışa-
lım. Mânâları basamak basamaktır, biz şimdi
lâzım olan mânâlarla bir kompozisyon yap-
maya çalışalım. Kulların yaratılması Allah’ın
Rahmâniyetiyledir, merhametiyledir. Ve son-
ra kullar için verilen mühlet bitince Rableri-
ne kavuşurken onları karşılayan yine Allah’ın
Rahmâniyetidir. İnsanlar için müthiş bir hediye,
müthiş bir lütuf. Bunu anlayabilmek için yine bir
örnek verelim ama hep söylediğim gibi mânâyı
anladıktan sonra örneği silelim, aksi halde şirk
oluşturabilir. Elinden hiç silâhını bırakmayan bir
komutanın var ve o bir gün seni evine davet etti.

58
YILMAZ DÜNDAR

Onu hep elinde silâhıyla, o komutanlık göreviy-


le görmüşsün, evine gidiyorsun ama çekinerek.
Gittin, kapıyı açtı ki sivil kıyafetle ve güler yüzlü,
sevinmez misin? Aynı kişi ama kıyafeti değişti.
Onu o kıyafetle, elinde silâhı yok gördüğünüzde
bir memnuniyet duyarsınız. Bizde bu mânâ kal-
sın. Allah kullarını merhametiyle yaratmış, onla-
ra yaşayacakları bir mühlet vermiş, sonra onları
karşılarken hangi tip insan olursa olsun, inanan
inanmayan, hangi hayat tarzını yaşarsa yaşasın
onları yine merhamet haliyle karşılar, Rahmân
olarak karşılar. Fark ettiniz mi? Umudumuzu
yüksek tutalım diye onu bize çok kuvvetli his-
settirir. Der ki; rahmetim gazabımı aşmıştır, taş-
mıştır. Âyetten öğreniyoruz ki merhametiyle ya-
rattığı kullarını karşılayan yine Allah’ın merha-
metidir, Rahmâniyetidir. Yaşarken Allah’ın kula
olan bu merhametini kulun tam anlayamaması,
çok az fark etmesi de Allah’ın merhametinden-
dir. Çünkü bu merhameti fark etsek hücreleri-
miz bir arada duramaz. O kadar hoşnut olur, o
kadar gevşer, o kadar parçalanacak gibi olur ki,
hücrelerimizi bir arada tutamayız. Kuluna vücu-
dun dayanamayacağı bir şefkati ve merhameti
var. Onu hissettiğiniz o sevinci, o mutluluğu dü-
şünün. Dayanamayacağımız bir şefkat ve mer-
hamet. Çünkü kendi yarattı, O’nun kulu.
Yine hayattan bir örnek verelim, mânâyı alıp
örneği silelim. Bir arkadaşın var, çok seviyorsun,
onun seni sevip sevmediğini bilmiyorsun. Sev-
mesini çok istiyorsun. Çok duygusal bir anında
seni çok sevdiğini söyledi. Bir anda sesin gider,

59
bacakların titrer, gözün yaşarır, ne yapacağını
şaşırırsın, çünkü vücudun o cümleye dayana-
maz. Bunu sonsuzla çarpın, Allah’ın sevgisini
hissetmenin, bilmenin, anlamanın bize nasıl
tesir edeceğini biraz anlamış olursunuz. Sevgisi-
ni fark etmeyişimizi oluşturması bile bize olan
büyük merhametinden. Ehlullah’ın bir tanımın-
dan da örnek vereyim. Allah bir emir buyurdu-
ğu zaman onu normal bir kulun dinleyebilmesi
mümkün değil imiş, dayanamaz imiş. Onu an-
cak Rasûlullah (SAV) Efendimiz dinleyebilir imiş,
maneviyatta. Düşünün, onu yaşayabilmemiz için
merhametiyle çeşitli basamaklardan geçiriyor. O
basamaklardan sonra anlayabileceğimiz ve vü-
cudumuzun kaldırabileceği bir enerji seviyesine
gelince onu biliyoruz. Rasûlullah’a vahyin geldiği
zamanları okumuşsunuzdur. Efendimiz (SAV) in
söylediklerini yazarken Vahiy Kâtiplerinin kolla-
rının çok ağrıdığını, eğer vahiy Efendimiz (SAV)
devedeyken gelirse devenin dayanamayıp çök-
tüğünü, Efendimiz’e vahiy gelmeden önce vücu-
dundan onu anladıklarını, gören sahabeler anla-
tır. Şu an da Efendimiz (SAV) bir emri ilettiğinde
normal maneviyattaki zatların dinleyemediği,
ancak onu Gavs-ı Âzam’ın dinleyebileceği söy-
lenir, Ehlullah öyle anlatır.
Konumuza dönelim. “Semâvatta ve arzda
her ne varsa Rahmân’a kul olarak gelir.” Rahmân
ismi bizim için Tâ-Hâ 5. âyetin de hatırlatıcısı-
dır; “Rahmân arşa istiva etti.” Bu âyet üstünde
durulması gereken çok ayrı bir mecradır. “Arşa
istiva etmesi” tanımından çıkaracağımız an-

60
YILMAZ DÜNDAR

lam arştan Rahmâniyetiyle bizi yönettiğidir.


Allah’ın Rahmân yanıyla, merhametiyle yönet-
tiği bizi kaplayan arş, yönetildiğimiz soyut sınır-
dır, orayı Allah’ın Rahmâniyeti kaplamıştır, Allah
Rahmâniyetiyle orayı kaplamıştır. Arşı Rabb’ın
istiva ettiğini, Allah’ın istiva ettiğini beyan eden
ayetler de vardır. Ama Tâ-Hâ suresinden öğreni-
yoruz ki, Rahmanın arşı istivası ile anlatılan esas
olay orada Allah’ın Rahmâniyetiyle muamelenin
var olduğudur.
Bütün bunlardan sonra yine söyleyecek
olursak, kul olmak bizim için bir mecburiyettir,
başka bir alternatif yok. Tüm yaratılanlar kul-
dur. Ama Allah’a kulluk etmek tercihle ilgilidir.
Kesret diliyle böyledir. Tevhid diliyle, bütün kul-
lar zaten Allah’a kulluk ederler. Kulluk etmenin
tercihle ilgili olduğunu kesret diliyle söylüyoruz.
Ama bu ikisi birbirine zıt cümleler değildir. Ba-
şarabilmek için ikisini birden anlamak, ikisini tek
yapmak gerekir. Kul olmak mecburiyettir, çünkü
seni Allah yarattı, sen Allah’ın kulusun. Allah’a
kulluk yapmak ise insanın tercihi ile ilgilidir. Kes-
ret diliyle ifade böyledir. Bu yüzden âyetlerde
“Allah’a kulluk yapın” denir. Bir tercihi olduğu
için ona yön gösterilir, şuradan git, dileyen Rab-
bine yönelir denir. İnsanın bir tercihi bulunduğu
için Allah’a kulluk yapmakla ilgili âyetler kesret
dilindedir. Tevhid dilinde öyle bir şey yok.
Allah’ın kulu olduğunun bilincinde olmak
Âmentü Billâhi îmanı kapsamında olup yöne-
lişin temelini oluşturur. Bu yüzden kul olmak
Allah’a yönelirken düşünebileceğiniz bir hâldir.

61
Bir insana döndüğünüz zaman, insanlarla ilişki-
leriniz kulluk görevi içine girer. Allah’a yöneldi-
ğinde kulsun, Allah’ın kulusun ve “Allahım beni
yaratan sensin, Rabbim sensin” diye Âmentü
Billâhi îmanı kapsamında yöneliyorsun. Bu
imanla yönelmek şarttır. Bu durumda Âmentü
Billâhi kapsamında îman nedir? Allah’ın dışı var
sanmamaktır, dışı var zannıyla, dûniHİ algıyla
müstakilen var ve muhtar şeyler üretmemektir,
Allah’ın dışı var ve sen oradasın sanmamaktır.
Allah’a böyle yönelmek kul olma bilincidir ki
yönelişin temelini oluşturur. Çünkü yönelişinde,
dûniHİ olmaksızın, Âmentü Billâhi kapsamında
“Allahım beni sen yarattın” diyorsun. Kul ol-
mak yani kulluk bilinci yöneliştir. Allah’a kulluk
yapmak ise salih amel olup ilişkilerin temelini
oluşturur. Allah’a kul olmak mecburiyettir ama
Allah’a kulluk yapmak tercihle ilgilidir. Aslında
Allah’a kul olmak ve Allah’a kulluk yapmak ayrı
şeyler olmayıp tek bir şeydir, dünyada cümlesini
kuramayacağınız tek bir mânâdır. O tek cümle
ancak cennet dilinde kurulabilir. Bu mânâ dün-
yadaki hiçbir dilde tekbir cümleyle ifade edi-
lemez, kesret diliyle tek cümlede söylenemez.
Onu tek mânâ yapabiliriz ama tek cümleye çe-
viremeyiz. Çünkü burası cennet değil, burada
Allah’a küfür söz konusu, o dil burada olmaz, o
mânâyı kesret diliyle tarif edemeyiz. Ama zihni-
mizde mânâ yapabiliriz, çünkü zihnimizin hâli
ayrıdır. Zihnimizde Kendinde Kendine Göre
Var olan bu dünyadan değildir. Ama Birbirimize
Göre Var olan bu dünyadandır.

62
YILMAZ DÜNDAR

İlk patlamadan itibaren, yani Allah’ın Fâtır is-


miyle yararak patlatarak yaratmasından itibaren
yaklaşık 14 milyar yıl geçti deniyor. Demek ki, o
patlamaya göre bugün bir kişinin hücresinin yaşı
14 milyar yıllık. Üstünden 14 milyar yıl geçmiş, 14
milyar yıllık bir aşamadan sonra bu halde. Ama
Kendinde Kendine Göre Var olan bu süreçle gel-
medi. Hâlbuki, senin “BEN” zannettiğin, aynada
gördüğün Birbirine Göre Var olan hâlinin yaşı 14
milyar yıl. “BEN” dediğimiz esas bu süreçle gel-
miş değil. O doğrudan gelmiştir, 14 milyar yıllık
süreci yaşamamıştır. İşte fark budur. Ve o senin
Nefs’indir. Bu yüzden; Nefs’ini bilirsen doğrudan
Rab’bini bilirsin. Çünkü Nefs’in sana doğrudan
Rab’bindendir. Rab’binden olan mânâyı cen-
net dilinde oluşturabilirsin, fakat onu bu dile,
Birbirine Göre Var olanın diline çeviremezsin.
Bu Esfele Sâfiliyn çünkü. Bu yüzden, kul olmak
ve kulluk yapmak söylerken ayrı şeylerdir. Ama
ikisi tek bir mânâdır, tek bir şeydir. “Önce kul
olacağım sonra kulluk yapacağım” değildir, ikisi
beraberdir, ayrı olamaz. Fakat onu tek yapacak
cümle dünyada konuşulan hiçbir dilde yoktur.
Bu yüzden, ayet ve hadislerde Mânâ Ayrıştırma
ve Mânâları Çakıştırma Teknikleri vardır, anla-
yabilmemiz için. Aslında ulûhiyet ve kesret dili,
mânâları çakıştırma ve mânâ ayrıştırma yön-
temleri hiç zor şeyler değildir, yalnızca önemse-
mek ve bu gözle bakmak lazım. Âyet ve hadisleri
anlayabilmek için bu tanımları ve yöntemleri
fark etmek ve uygulamak şarttır. Âmentü Billâhi
dediğimiz “yöneliş” ve Sâlih Amel dediğimiz

63
“ilişkiler” mânâ ayrıştırılarak oluşturulur. Yani
Allah’a kul olmak dediğimiz yöneliştir, Allah’a
kulluk yapmak dediğimiz sâlih ameldir. Bunla-
rı anlatırken mânâ ayrıştırmak zorundayız. Her
ikisini tek cümlede ifade edebilecek bir tarz
dünyada yoktur. Ancak onu Kendinde Kendine
Göre Var olan halimizde tek mânâ yapabiliriz,
onun o yeteneği vardır. Onu tek mânâ yaparız
ama o mânâyı dünya cümlesine çeviremeyiz.
Dünya cümlesine çevirmek gerektiğinde Mânâ
Ayrıştırma Tekniği’ni kullanarak anlatmak zo-
rundayız. Bu yüzden îman etmek ve sâlih amel
yapmak diye sanki iki ayrı şey varmış gibi söy-
lenir. Bunu fark edemeyen bazıları yalnız îman
yeter zannederler, iman ve sâlih amel ayrı birer
basamakmış gibi. Hâyır, îman ve sâlih amel tek
şeydir, biri olmazsa diğeri olamaz, biri diğerinin
mütemmim cüzüdür, ayrılamaz. Kesret dilin-
de amel çıkarabilmek için, anlatma sadedinde
îman ve sâlih amel diye ayırırız ama uygularken,
yaşarken îman ayrı salih amel ayrı olmaz. Dolayı-
sıyla, Allah’a kul olmak ve Allah’a kulluk yapmak
da tek mânâdır.
Sâlih uygun demektir, sâlih amel uygun dav-
ranıştır. Bir çocuk annesine yanlış davransa, o
hali hoşumuza gitmese, “O senin annen, hiç
annene uygun davranmıyorsun, annene uygun
davran” deriz. Veya öğrenciyse “Öğretmeninle
öyle konuşulmaz” deriz. Onun annesinin anne
olmasına, babasının baba olmasına, öğretme-
ninin öğretmenliğine uygun davranması sâlih
ameldir. Uygun derken ölçü aldığımız somut

64
YILMAZ DÜNDAR

bir kriter var, annelik, babalık, öğretmenlik. On-


lar çerçevesinde uygun davranışa sâlih amel di-
yoruz. Sâlih amel ifadesi tek başına yaşantının
her alanında kullanabileceğimiz bir tabirdir.
“Âmentü Billâhi ve Sâlih Amel” dediğimiz za-
man iş değişir. Bu yüzden İslâm’da yalnızca sâlih
amel baz alınarak cennet olmaz, öyle bir şey yok.
Âmentü Billâhi ve Sâlih Amel tek şeydir. Neden?
Ortada bir kriter olacak ki ona uygun davranış
diyelim. O kriter Âmentü Billâhi’dir, sâlih amel
Âmentü Billâhi’ye uygun davranıştır. Âmentü
Billâhi ise Allah’ın dışı kavramı yoktur, Allah’ın
dışı var zannedip orada müstakil varlıklar üret-
mek bâtıldır idrakıyla îman etmektir. Bu idraka
uygun davranmak, yaşamak da sâlih ameldir.
Kişiden dûniHİ algının kalkması, hatta kalkar
gibi olması bile çok enteresan bir şeydir, müthiş
bir güzelliktir, emniyettir. Onu yine dünyadan
bir şeye benzeterek anlatmaya çalışayım ama
lütfen yine mânâyı alıp örneği silin. Bir çocuk
var, annesinden hiç ayrı duramıyor, öyle alışmış,
biraz da korkuları var. Gezerlerken bir vesileyle
annesinin elinden ellerini bıraktı, o bir tarafta
kaldı, annesi bir tarafta. Baktı ki anne yok, yanlış
bir yerde, yabancı bir yerde, birden feryadı basar.
Sonra annesi onu sesinden tanıdı, buldu, aldı.
Baktı ki annesinin kucağında, biraz önce feryadı
basan çocuk gülmeye başlar, birden şımarmaya
başlar, bir anda değişir. Hiç farkında değil insan,
dûniHİ algı böyle bir şey. Annesinden uzak ka-
lan çocuk gibi, öyle bir feryat var orada. Ama
insanlar feryadı normal yaşantı haline getirmiş,

65
farkında değiller. Billâhi algıya girdiği zaman an-
nesinin kucağına düşmüş gibi emniyette olur in-
san, öyle bir huzuru yaşar. Âyet diyor ki, kalbler
ancak Allah zikrullahıyla mutmain olur, tatmin
olur. Bu âyetteki Âmentü Billâhi idrakıdır, sade-
ce Allah demek değil. Kişi dûniHİ idrakla Allah
diyor, hiç bir mutluluk hissetmiyor ve soruyor;
Allah diyorum ama hiç söylenenler olmuyor?
Annenin kucağında değilsin ki, dışarıda bağırıp
duruyorsun. Olmaz. Mutmain olmak için kuca-
ğa gelmen lâzım. “Billâhi Anlam” böyle bir şeydir,
kişi onu oraya düştüğü zaman fark eder. O anla-
ma uygun davranmaktır sâlih amel. Dolayısıyla,
Âmentü Billâhi demek yetmez, önce onu doğru
tarif edeceksin. O îmandan sonra kişi ona uygun
amel yapsın. İşte ona sâlih amel denir. Âmentü
Billâhi ve Sâlih Amel’in ayrı şey olmadığını öğ-
rendik, ikisi bir olunca işe yarıyor. Âyetler onla-
rı bizim anlayabilmemiz için “âmenû ve amilus
sâlihâti” diye ayırmıştır. Kur’ân-ı Kerim’i ders
yaptığımız zaman görürüz ki, Allah, Âmentü
Billâhi îmanını ve ona uygun davranmayı bir ya-
panlara, böyle yaşayanlara vaatte bulunmuştur:
“Allah, îman edip sâlih amel işleyenlere (şöy-
le) va’detmiştir: Onlar için mağfiret ve ecr-i
azıym vardır.” (Mâide-9)
Elhamdülillah. Ana kucağını düşünün. Onlar
için büyük bir sıcaklık, büyük bir merhamet, bü-
yük bir güven vardır, büyük bir ikramiye vardır.

66
YILMAZ DÜNDAR

“... Allah, onlardan îman edip (bunun gere-


ği) sâlih amel edenlere mağfiret ve ecr-i azıym
va’detmiştir.” (Fetih-29)
Allah vaad ediyor. Allah’ın bir özelliğidir,
O’nun bir ismi Vaadinden Caymayan’dır. Bu iki
âyetteki vaadinden anlıyoruz ki, cennet Âmentü
Billâhi deyip bu beyanın gereğini yaşayanlara-
dır. Âmentü Billâhi bir beyandır, bir açıklamadır,
ilândır. Bu beyan, Safa Tepesi’nden, Efendimiz
(SAV) in bizlere bir sünnetidir. Efendimiz çıktı,
o tepeden ilan etti, beyan etti; La ilâhe İllallah
Muhammeden Rasûlullah. Gelenler “Biz ne di-
yelim?” dediler, “Âmentü Billâhi deyin” dedi. O
beyan etti, gelenler de beyan ettiler. Dolayısıyla
cennet, Âmentü Billâhi deyip bu beyan gereği
sâlih amel yapan kullar içindir. Peki, cehennem
nasıl kullar için?
“Yâ hasraten alel ıbâd: Ne yazık şu kullara.”
(Yasin-30)
Rabbim söylüyor bunu: Ne yazık şu kullara...
Yasin Suresi’nde oraya gelince dikkat edin: Yâ
hasraten alel ıbâd: Ne yazık şu kullara!
Aman ya Rabbi, aman ya Rabbel âlemiyn, bi
rahmetike yâ erhamer rahımiyn, bi rahmetike
yâ Rabbel âlemiyn. Rabbenâ zalemnâ enfusenâ
ve in lem tağfirlenâ ve terhamnâ le nekûnenne
minel hâsiriyn. Rabbimiz, nefsimize çok zulmet-
tik, çok büyük. Eğer merhamet etmezsen, eğer
bağışlamazsan hüsrâna uğramışlardan oluruz,
yâ rabbi. Allâhümme inniy eûzü bi rıdâke min
sehatike ve bi muâfetike min ukûbetike ve bi

67
rahmetike min gadabike ve eûzü bike minke,
la uhsiy senâen aleyke ente kemâ esneyte alâ
nefsike. Allahım, hoşnutsuzluğundan rızâna, ce-
zalandırmandan affına, gazabından rahmetine
sığınırız. Allahım senden sana sığınırız. Biz hiç
bir zaman anlayamayız yâ Rabbi, senin kendine
olan senân gibi sana senâ edemeyiz, bunu da iti-
raf ederiz Allahım.
“Ne yazık şu kullara” denilen kulların özelliği
nedir? Öğrenmemiz lazım ki yapmayalım. Cen-
netlik kulların özelliklerini öğrenmemiz lazım ki
onları hırsla, şevkle, bu konuda birbirimizle ya-
rışarak yapalım. Cehennemlik kulların özellikle-
rini öğrenelim ki kaçalım, korkalım, Allah’a sığı-
nalım. İkisini de bize Kur’ân öğretiyor. Kur’ân’la
öğreten kim? Rabbimiz. Rab öğretmendir, öğre-
tendir. Bizim öğretmenimiz Rabbimiz. “Rabbim”
dediğimiz zaman bir bakıma “Öğretmenim” di-
yoruz; bana öğretenim, Rabbim... Allâhümme
ente rabbiy: Allahım, sensin Rabbim.
“Allâhümme ente rabbiy” seslenişi müthiş bir
şey... Elhamdülillahi rabbil âlemiyn.

68
4.
DÜNYA HAYATINDA İKİ AYRI
ŞEHADET ve ÂHİRETTE İKİ AYRI KARŞILIK

Cehennemlik kulların en önemli özelliğini


Enbiyâ Sûresi’nden öğreniriz. Bu âyeti çok pay-
laştık, çünkü çok önemli: “Onlardan kim ‘Mu-
hakkak ki, ben dûniHi bir ilâhım’ derse, onu
cehennem ile cezalandırırız. İşte zâlimleri böyle
cezalandırırız.” (Enbiyâ-29)
Bu âyet çok açık, çok net olduğu halde dünya
hayatındaki esfele sâfiliyn idrak, insanın bakışını
öyle yapmıştır ki bu kadar somut olan mânâyı
göremez, göremediği için de ürkmez. Bir yolda
gidiyorsunuz, karşınıza bilmediğiniz dilde bir
uyarı çıkıyor; “İleride uçurum var” yazıyor. Siz
o dili bilmediğiniz için şarkı türkü yola devam
ediyorsunuz. Durmadan uyarıyor, yolda uçu-
rum var, uçuruma şu kadar kaldı, bu kadar kaldı,
ömrünüzle ilgili sürekli uyarıyor. Ama farkında
değilsiniz. Bir mübarek bunu öyle fark etmiş ki,
saatin saniyesinin çıkardığı tık, tık sesini bu yüz-
den dinleyemiyor. Kendisini ömürle ilgili öyle
kaptırmış ki her tıkta ömrünün saniyesinin git-
tiğini yaşıyor, ödü kopuyor. O tık, tık ettikçe ge-
liyor, şu kadar kaldı, şu kadar kaldı. Diğeri o dili
bilmediği için şarkı türkü uçuruma yuvarlanıp
gidiyor. Âyetler de öyle! Dili bilmeyince, insan
uyarıyı dinleyip geçip gidiyor. Uçurum varmış,

69
ateş varmış hiç korkmuyor. Okuyamadığı için,
görmediği için! Enbiyâ-29 uyarıyor: “Onlardan
kim ‘Muhakkak ki, ben dûniHi bir ilâhım’ derse,
biz onu cehennem ile cezalandırırız. Zâlimleri
böyle cezalandırırız.”
Bir kaç adım ilerleyerek mânâyı kendimiz için
anlaşılabilir hale getirelim. “Muhakkak ki” diye
başlıyor, demek ki tereddütsüz! Yani “Şâhidim
ki, hiç tereddüdüm yok ki ben dûniHİ bir ilâhım”
diyor. Cehenneme gitme sebebi bu! Rabbimizin
“Yazık oldu şu kullara” dediği kişinin cümle-
si bu. Bunu dedi diye, bunu yaptı diye o hitap!
Ne dedi? “Muhakkak ki, ben dûniHİ bir ilâhım”
dedi. Yani hiç tereddüdü yok! “DûniHİ” kelime-
si için “Allah’ın dışında, Allah’tan gayrı” yazıldı-
ğını görürsünüz. Bu mânâ yüzünden kişi esfele
sâfiliyn idraktan kurtulamaz, “Ben öyle demiyo-
rum. Benim öyle bir putum, öyle bir iddiam yok”
der, âyeti öteler. Zaten mesele ötelemektir. İnsan
birçok âyeti öteliyor. “Geçmişi anlatıyor” deyip
bir gerekçe bulup öteler. Kendisine yalnızca ce-
nazelerde Fâtiha okumak kalır. O da pide yiyin-
ceye kadar. Pide yiyip ayranı içti mi dünya işleri
başlıyor. Rahmetli unutuldu gitti. Allah muhafa-
za etsin, Kur’ân’ı ötelersen seni de ötelerler.
Enbiyâ-29. âyet bize demek istiyor ki, “DûniHİ
bir ilâhım” diyende bir yanılgı var; Allah’ın dışı
var yanılgısı! Eğer siz dûniHİ’ye “Allah’tan gayrı,
Allah’tan başka” anlamı verirseniz, okuyan kişi
“Benim öyle bir iddiam yok” der, kendini kurta-
rır. Mânâ öyle değil. “DûniHİ” kelimesi bir idrakı
anlatıyor. Diyor ki; yanılgı içinde olan bir idrak

70
YILMAZ DÜNDAR

var. Ondaki yanılgı Allah’ın dışı var algısıdır. O


yanılgıyı anlamak üzere inşâAllah “Aşağıların
Aşağısı” kitapçığına tekrar tekrar bakın.
DûniHİ algı İhlâs Sûresi’ni doğrudan reddet-
mektir. Doğrudan! Hiç kurtuluşu yok. DûniHİ
algı “Allah Ehad ve Samed değildir” demek-
tir. Efendimiz (SAV) in hadisinden öğrendik, o
Hakk’ı iptal etmekti. Hakk’ı iptal etmek Allah
Ehad ve Samed değildir demekti. Çünkü o al-
gıyla Allah’ın dışı var sanıyor ve kendisini gö-
türüp oraya koyuyor, orada “Müstakilen varım
ve muhtarım” diyor. İşte bu ilâhtır. Âyet “Bunu
yaparsan cehenneme gidersin” diyor. Böyle ya-
pan zâlimdir ve biz zâlimleri cehennemle ceza-
landırırız. Bu suiistimali yapan, Hakk’ı saklayan
zâlimdir. Zâlim birisinin hakkını vermeyendir.
Bu algıdaki kişi Allah’ın Ehad ve Samed oluşu-
nun hakkını vermiyor, dûniHİ algıyla Allah’ın
bu hakkını örtüyor. İşte bu zâlimleri cehennem-
le cezalandırırız. O halde, şimdi bu tefekkürle
âyeti biraz geniş meâllendirelim. Enbiyâ-29 ne
demek istiyor, günümüzün diliyle söylemeye
çalışalım. Mânâ verirken öyle bir dil bulalım ki
o mânânın içine düşelim. O mânâ bizi kapsasın
ki, bir davranış biçimi çıkaralım. “Onlardan kim;
“Bir tereddüdüm olmaksızın ilân ederim ki, ben
müstakilen VARIM ve muhtarım” derse, biz onu
cehennemle cezalandırırız.” Enbiyâ-29’dan çıkan
mânâ budur. Bu âyet kurtulmamız gereken idra-
kı tarif ediyor ve “Mutlaka bu idraktan kurtulun,
mutlaka kurtulun” diyor.

71
Âyetin “Onlardan kim” dediklerinden günü-
müzde çok var. Bu söylediklerimi çıkıp dışarıda
söylesem bana deli derler, kimse dinlemez. Bu
yüzden, bu ilmi dinlemenizin, okumanızın, gere-
ğini yaşamak için bir gayrette olmanızın Allah’ın
izniyle değeri çok yüksek. Biraz sonra değeri çok
yüksek bir başka şeyi yapacağız inşâAllah.
Bir yerde Enbiyâ Sûresi 29. âyeti bu mânâsı ile
paylaştığınızda size verilecek cevaplar vardır, o
kapsamda bir iki cümleyi paylaşalım. Geçmişte
firavunlar vardı, günümüzde firavun perdeleri
var. Tarihte kendileri vardı, günümüzde perdele-
ri var. “Ben ilâhım” ilanının geçtiği âyetleri şöyle
karşılayanları hepimiz duymuşuzdur: “Geçmişte
firavunlar bunları söylemiş, günümüzde biri-
si ‘Ben sizin tanrınızım’ dese onu kim dinler?”
Doğru, kimse dinlemez. Çeşitli menfaatleri se-
bebiyle dinleyen iki üç sapkın mürit bulabilir
ama “Ben sizin tanrınızım” diyeni kimse dinle-
mez. Geçmişte firavunlar bunu yaptılar, koca
ülkeleri nesiller boyu böyle yönettiler. Ama “Bu
olay geçmişte kaldı, bu tarihî bir bilgi” der de
âyeti tarihe mal edersek, Allah muhafaza etsin,
işte bu firavun perdesidir. Öteleyerek âyeti tari-
he gömdü, göremedi, perdelendi. İlki budur, işi
tarihe mahkûm etmek. İkinci hususu izah etme-
yi başarabilmem için yoğun dikkatiniz gerekiyor.
O gün firavunun dediğiyle, bugün söyleneni
kıyaslayacağız, aynı mı değil mi? O âyeti ötele-
yen “Bunu geçmişte firavunlar söyledi, onlar da
geçti gitti, günümüz için komik olan bu iddia-
da bulunanı kim dinler?” dedi ve bu bakışıyla

72
YILMAZ DÜNDAR

âyeti hükümsüz yaptı. Onun söylediğine göre


bu âyetin hiç bir hükmü kalmadı. Artık o kişi bu
âyeti dinlese, bilse ne olur bilmese ne olur, ona
göre âyet geçti gitti. Diyoruz ki, bir kişi Allah’ın
dışı var zannederse, kendisini de orada yaratıl-
mış sanırsa, kendisini müstakilen var ve muhtar
zannederse Allah’a karşı ilâhlığını ilân etmiş olur.
Bu, Allah’a inandığı halde böyle düşünen içindir.
Bir de hiç inanmayanı düşünün. Biz kötünün iyi-
sini söylüyoruz. Kim böyle düşünür ve müstaki-
len varım ve muhtarım derse ilâhlığını ilân etmiş
olur. Firavun da ilâhlığını ilân etmişti. O ayrıca
halka “Ben sizin de ilâhınızım” dedi, dolayısıyla
halk ona taptı. Sorumuz şu: Firavun neden ben
ilâhım dedi ve neden sizin de ilâhınızım dedi?
Günümüzde İslâm’ı anlamak için önemli olan ve
günümüzde bize sevap kazandıracak olan bunu
anlamaktır. O gün Hz. Mûsa kavmi için firavunu
reddedip “Ben Allah’a inandım” demek yetiyor
olabilir, bugün o yetmez. Bugün de öyle inanan
kişi Mûsa Kavmi idrakında kalır. Muhammedî
olmak başka bir şey! İnancımız hangi Rasûl’ün
anlattığına uyuyor acaba? Muhammedî idraka
mı, Mûsa kavmi idrakına mı?
Firavun bizim anlattığımız şirki yaşadığı için
o iddiada bulundu. “Aşağıların Aşağısı” kitapçı-
ğında şirki geniş ele aldık. Şirk iki basamaklıdır;
birincil şirk, ikincil şirk. Birincil şirk asıl şirk olma-
sına rağmen fark edilmediği için insanlar ikincil
şirklerle meşguldür. Oysa o varken ikincil şirkler
önemli değildir. Günümüzde, kişi ikincil şirklerle
meşgul olursa, şirkin kaynağını kurutmazsa işi

73
çözemez. Birincil şirki çözersen diğer ona bağlı
şirkler kendiliğinden düşer. Birincil şirk durur-
ken diğerlerinden kurtulman bir şeye yaramaz.
Birincil şirk sizin “Müstakilen varım ve muhta-
rım” demenizdir, dûniHİ idrakla düşünmenizdir.
Asıl şirk budur. Firavun insanların ilâhı oluşunu
bu iddiasına dayanarak üretiyor. Mekke müşrik-
leri böyle düşündükleri için putları buradan üre-
tiyorlar. Günümüzde güneşe tapanlar dûniHİ
düşünüp kendilerini de güneşi de muhtar ilan
ettikleri için o durumdalar, kendilerine tanrı
üretmişler. Âyetler onlar için “Kendilerine rab
uyduruyorlar” diyor. DûniHİ idrak birincil şirktir,
ikinciler buradan türer. Firavunu dikkate alacak
olursanız, onun “Ben sizin ilahınızım” diyerek
işlediği şirk ikincil şirktir. O şirkin sebebi ise bi-
rincil şirktir. Onun için bütün mesele birincil
şirkten kurtulmaktır. Ondan kurtulanın bir sürü
şeyle uğraşması gerekmez, tamamını silmiş olur.
“Aşağıların Aşağısı” kitapçığında bunu daha ge-
niş görebilirsiniz.
Enbiyâ Sûresi 29. âyetten öğrendiğimizi bir
iki cümleyle özetleyelim: “Yazık oldu şu kullara”
denen kişi müstakilen var ve muhtar olduğunu
ilan etti. Âyet onu bu özelliği ile cehennemlik kul
olarak tarif etti, Yazık oldu şu kullara uyarısı ce-
hennemlik idrakı tarif eder. Bu durumda biz ne
yapacağız? Fırsat varken, tarif edilen o idraktan
korunmaya, kurtulmaya çalışacağız. Aksi hal-
de o fırsatı kaçıranlara yazık oldu deniyor. “Ya-
zık oldu size” denmesin, elimizde fırsat varken
değerlendirelim inşâAllah. Enbiyâ-29’daki, “Hiç

74
YILMAZ DÜNDAR

bir tereddüdüm olmaksızın ilan ederim ki, ben


müstakilen varım ve muhtarım” cümlesi bir id-
rak beyanıdır, dûniHİ idrak bunu ilan ediyor. Bu
ilan o idrak için bir şehâdettir, delildir. Âyetler
der ki, kendinize cehennem için delil üretmeyin.
“Ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ Billâhil aliyyil
azıym.”
Bu da bir ilandır ve cennet için bir delildir,
söylediğiniz zaman dosyanıza bir delil konul-
muş olur. Mahkeme-i Kübrâ’da hesabınız gö-
rüleceği zaman, dosyanız açılıp deliller incelen-
diğinde “Ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ Billâhil
aliyyil azıym” bir delildir. Diğerinin dosyasındaki
“DûniHİ ilâhım, müstakilen var ve muhtarım”
iddiası da ona bir delildir, o şehâdet onun için
bir delildir. Bu illa sözlü olmayabilir, kişi onu söy-
lememiş olabilir, öyle yaşıyorsa da aynı şeydir.
Diliyle söylemesin, fark etmez. Böyle yaşıyorsa,
yaşamak da bir ilandır. Buna mukâbil, “Lâ havle
ve lâ kuvvete” şehâdeti de bir delildir.
İddia ettiğimiz “Müstakilen VARIM ve Muh-
tarım” şehâdetinden nasıl kurtulacağız? Öğret-
menimize soruyoruz: Öğretmenim, Rabbim, ya
Rabbi, nasıl kurtulacağız? Bu dûniHİ şehâdete
karşı ne yapmamız lazım? Rabbimiz neye
şehâdet edeceğimizi bize öğretiyor.
Bize kurtuluşumuz için öğretilen Kelime-i
Şehâdet’i ele aldığımız 29. Tefekkür Sayfamızı bu
bakışla okuyalım, hatırlayalım.

75
“Müstakilen VARIM ve Muhtarım” iddiasının
şahitliğinin cehennem sebebi olduğunu, bu şe-
hadetin cehennem için delil olduğunu gördük.
Peki, biz nasıl şehâdette bulunacağız? Hangi ger-
çeğe şahitlik edeceğimizi Kur’an öğretiyor:
“Fa’lem ennehu la ilâhe illallahu: Bil ki, o
gerçek kesinlikle La ilâhe illallah’tır.” (Muham-
med-19)
Biz de buna şahitlik yapacağız. O şahitliği na-
sıl yapacağız? Kelime-i Şehâdetle. İşte şahitlik!

76
YILMAZ DÜNDAR

Dosyamıza konulacak ve cennete gitmek için


bize delil oluşturacak şahitlik budur. Ama onun
kesinlikle bu bilinçle yapılması lazım, yoksa kişi
yalancı şahit olur, dosyasına yalancı şahit yazar-
lar, o iyi olmaz. Yalancı şahitliğin ayrı cezası çı-
kar. Ne söylediğimizi, ne yaptığımızı iyi fark eden
bir şahitlikte bulunmamız lazım. Bildiklerimle,
gördüklerimle, Rabbimin bildirdiğiyle inanarak
söylüyorum ki; Allah’ın izniyle bu şehadeti ina-
narak, katılarak bir kere söyleyen ateş görmez
inşâAllah, buna inanın. İnanarak, ne olduğunu
bilerek bir kere bunu söyleyen ateş görmez. Bu,
Efendimiz (SAV) ile biz mü’minlere gelen mirac
müjdesidir. Eğer mü’min kul uygun amelleri ya-
pamamışsa Rabbim onları bağışlar inşâAllah, o
ayrı iş. Ama Allah’ın izniyle bu îman kişinin yo-
lunu değiştirir, ahirette yanlış kişilerin caddesine
düşmez: Eşhedü en lâ ilâhe illallâhu ve eşhedü
enne Muhammeden Abduhû ve Rasûluhû: Al-
lahım; kesinlikle şehâdet ederim ki, “Müstaki-
len VAR ve Muhtar” olan ancak SENsin; Başka
“Müstakilen VAR ve Muhtar” YOKTUR. Başka
“Müstakilen VAR ve Muhtar” iddiaları yalandır,
iftiradır, bâtıldır ve “YOK” hükmündedir. Ve yine
kesinlikle şehâdet ederim ki, Hz. Muhammed
(SAV) Efendimiz, SENin Kulun ve Rasûlündür.
Bildiğimiz ama burada lazım olan bazı nok-
taları bilincimizi geliştirmek için paylaşalım.
Şehâdetimizdeki önemli bir kelime İlah’tır. İlah
kelimesini Türkçeleştireceğiz diye tanrı sözcüğü-
nü kullanıyorlar. İslâmi bir tabir değildir. Biz tan-
rıyı İslâm dışı düşünceleri ifade ederken söyleriz,

77
İslâm içerisinde kullanabileceğimiz bir tabir de-
ğildir. Kur’ân-ı Kerim meâllerinde tanrı kelime-
sinin geçmesi çok sakıncalıdır. Kur’ân ilâh diyor,
Türkçeleştiremeyiz. Anladığımız bir şey zaten,
ne diye iyice kendimizi Kur’ân’dan koparıyoruz?
Tanrı uydurulmuş bir kelimedir, dolayısıyla onu
uydurulmuş rabler için kullanırız, kişiler rab uy-
duruyorsa onlara tanrı deriz. Allah için Kur’ân
ilâh diyorsa biz de ilâh deriz: Lâ ilahe illallah; ilah
ancak Allah’tır, başka ilâh yoktur. “Başka” dediği-
nizde onu izah etmezseniz idrak oradaki mânâyı
yakalamaz. Üstünde çok durduk ama bu bir algı
işi olduğu için yine tekrar ediyoruz. İlâhı bir iki
cümleyle tekrarlayalım, biz neye ilâh diyoruz?
İlâhın bir özelliği var; ilâh müstakilen var ve
muhtardır, bir kere bunu tam bilelim. Müstaki-
len var ve muhtar olan ilâhtır. Müstakilen var!
Biz uzun süre sadece “var” kelimesini kullandık.
“Sen Tanrı mısın?” ve “İnşirah” kitapçıklarında
“müstakilen” kelimesi neredeyse hiç geçmez,
Fâtiha’da kısmen geçti. Çünkü “var”ı anlatırken
zorlandık, sadece “var” ile algılara hitap edeme-
dik, izah edebilmemiz için başına “Müstakilen”
kelimesinin gelmesi gerekti. Çünkü müstakillik
önemli. Allah müstakildir, kullar değildir. An-
cak Allah müstakildir, çünkü Allah ilâhtır. Birisi
“Ben müstakilen varım ve muhtarım” dediğinde
Allah’ın vasıflarını örtmüş, bu yüzden ilâhlığını
ilan etmiş olur. Öyle demese bile müstakilen var
ve muhtar gibi davranıyorsa Allah’ın vasıflarını
suiistimal etmiş olur. Ona asi derler. İsyan etti,
haddi aştı, ilâhlığını ilan etti. Anlaşıldı ki müsta-

78
YILMAZ DÜNDAR

kilen var ve muhtar ilahtır, ilah müstakilen var


ve muhtardır. Peki, insan neden “Müstakilen va-
rım ve muhtarım” der? DûniHİ algı yüzünden.
Allah’ın dışı var sandığı için, yaratılanları Allah’ın
dışında sandığı için. Hâlbuki Kur’ân bize özellikle
Âmener Rasûlü’de “Sakın, Allah’ın yarattıklarını
Allah’ın dışında sanmayın, öyle îman etmeyin.
Rasûl öyle îman etmedi, siz de Rasûl gibi îman
edin. Allah’ın dışı var sanıp, yaratılanları Allah’ın
dışına yerleştirmeyin” diyor. Bu idrak yüzünden
“Müstakilen varım ve muhtarım” deniyor. Bunu
diyen “Ben ilâhım” demiş oluyor. Kime? Allah’a!
Yaptığımız şehâdetteki ilâhı, ilâhın mânâsını
anladık. Neye “La ilâhe” dediğini fark etmen için
ilâhı bilmen gerekiyor. Bir kişi Lâ ilâhe illallah’ı
çok önemsiyorsa hemen ona “Mânâsı nedir,
bundan ne anlıyorsun?” diye sorun. “Allah’tan
başka tapacak yok” derse olmaz. Geç o mânâları,
yok öyle bir şey. “Allah’tan başka ilâh yok” derse
de olmaz. Bunu söylerken ilâhlık yapıyor olabi-
lir. Neye “Lâ” diyor, onu iyi tarif etmeli. “Uzakta,
ötede beride tanrı yok” derse de olmaz, onlar
ikincil, üçüncül şirk. Birincil şirki fark etmeli. Bi-
rincil şirk sensin. Sen kendi varlığını Allah’a eş
koşuyorsun, kendi varlığını ortak yapıyorsun,
bırak başka şeyleri. İşi ana kaynağından çözmek
için ilâhı ve sahte ilahı iyi anlamış olmak şart.
“Müstakilen VAR ve Muhtar” iddiası sahte ilah-
tır. İşte ona “Lâ” diyoruz.
Lütfen çok dikkat buyurun, bir diğer husus
şudur: “Allah Müstakilen VAR” dediğimiz zaman
kullandığımız “VAR” kelimesi, normal hayatta

79
yaşarken kullandığımız var ile aynı mânâda de-
ğildir. Normal hayatta kullandığımız kelimeler
ve mânâlarla Allah’ı anlamaya çalışırsak başara-
mayız. İslâm’ı onun için anlayamıyorlar. Bu yüz-
den Esmâ’ül Hüsnâ önemlidir. Esmalar dünya
işlerini düzene koymak için yapılacak tesbihat
değildir, Allah’ı anlayabilmek içindir. Biz “VAR”
kelimesini hem yaşarkenki olaylar hem de Allah
için kullanıyoruz, ancak bu iki “VAR” aynı de-
ğildir. Normal hayatta kullandığımız var için bir
örnek verelim. Elimde su şişesi var, şişeyi masaya
koydum. Masada şişe var mı? Var. Kaldırdım, şişe
var mı? Yok. Bakın, hem “var” hem de “yok” keli-
mesini kullandık. Ama dikkat edin, su şişesi için
kullandığım “var”la, su şişesi için kullandığım
“yok” birbirinin zıddıdır. Bu bir. İki: Ben onun
olmayışına “yok” dedim. Peki, “yok” dediğimin
masada bir yeri var mı? “Yok” dediğim bir yer
var. Yeri varsa o vardır. Yani “yok” dediğim şey de
burada bir varlıktır; “yok”un varlığıdır. Masanın
üzerinde şimdi şişenin yokluğu var. Fark ettiniz
mi? Normal hayatta kullandığınız “var ve yok”
böyle. Şişeyi koydum var, aldım yok. Ama şişe-
nin yeri var. Bizim kullandığımız “var ve yok”un
bir özelliği budur, birbirinin zıddıdır, bu bir. Bir
de, yok dediğimiz şey de vardır, bu da iki. Biz kı-
yas yapar yok deriz, aradığımız şey yoktur. Ama
orada bir varlık var; şişenin yokluğu varlığı, bura-
da onun alanı var. Bakıyorsunuz orası boş, “Şişe
yok” diyorsunuz. Orada şişe yok varlığı var, o
da bir varlık ama biz ona yok diyoruz. Kur’ân’ın
YOK dediği böyle bir şey değil. Kur’ân bir şeye

80
YILMAZ DÜNDAR

“dûniHİ YOK” dediğinde o bizim bildiğimiz gibi


bir yok değildir. Eğer öyle anlarsak yeri var olur.
DûniHİ’nin yeri yok, Kur’ân’ın “YOK” dediği şe-
yin yeri yok. Dünyada bizim yok dediğimiz şeyin
yok olduğu bir yer var. Kur’ân’ın “YOK” dediği
şeyin “yeri” yok ve Kur’ân’ın “YOK” dediği şey
“VAR”ın zıddı değil. Zıt olması için yerinin ol-
ması lazım. Yani dûniHİ (Allah’ın dışı yok) dedi-
ğimiz zaman, “dışı” dediğimiz şeyin bir yeri yok,
o YOK varın zıddı değil. Dolayısıyla Kur’ân’ın
“Allah var” derken kullandığı “VAR”la, bizim
normal hayatta kullandığımız var aynı şey de-
ğil. Normal hayatta kullandığımız varla Allah’a
var diyemeyiz. Allah’a “VAR” dediğimiz “VAR”ın
mânâsı Kur’ân’a göredir. Demek ki, insanların
aralarında konuştukları kelimelerin mânâları ile
Kur’ân meâllendirilmez, oradan îman çıkmaz.
Amelleri çıkarabilirsin ama îman çıkmaz. İman
çıkmayınca uygun amel de olmaz. Sâlih amel tek
başına olmuyor. Önce Billâhi anlamında îman
edeceksin ki ona uygun amel yapabilesin. Öy-
leyse Allah için kullandığımız “VAR”ın özellikle-
rine bakalım. Allah “VAR” derken kullandığımız
“VAR” müstakillikle ilgilidir, Allah müstakildir. O
müstakilliğin özellikleri vardır. Allah’a “VAR” de-
diğimiz “VAR” Ehad’dır. Allah’a “VAR” dediğimiz
“VAR” Samed’dir. Ve Allah’a “VAR” dediğimiz
“VAR”ın dışı yoktur. Normal hayatta var dediği-
miz bir şeyin dışı vardır. Kendimize var diyoruz,
dışımız var. Bu yüzden bizim idrakımız, algımız
dışa yönelik, “dış”ı bilir, dışın olmadığı bir şeyi
kavrayamıyor.

81
Zihninizin çok hızlı ilerlemesini istiyorsanız
Allah’ın Evvel ismi çok önemlidir. Oysa Âhir
ismini kolay kavrarız. “Sonsuz” deyince kavra-
makta zorlanmıyoruz, ileri bakıyoruz, sonsuz...
Evvel’in başlangıcı yok! Başlangıcı olmayan bir
şey, Allah, Allah... Kavrayamazsınız. Çünkü bizim
zihnimiz başlangıcı olan şeyi anlar. Başlangıcı
olan bir şeye “Sonsuz” diyebiliyor, başladı sonsu-
za gidiyor. Ama “Başlangıcı yok”u kavrayamıyor.
Bu yüzden, Allah’ın Evvel ismini tefekkür etmek,
tomurcuk patlatır gibi beyin hücrelerindeki fi-
kirleri patlatır. Evvel ismiyle açılır, Allah’la ilgili
sayfalar açılır. Çünkü beyin hiç öyle bir şey dü-
şünmemiş. Evvel’i hiç düşünmemişiz. Bakmışız
ve dış kavramına göre düşünmüşüz.
Dünyada yaşarken neye var diyorsak onun
dışı vardır. Bu dışı var olan şeyle Allah’a da var di-
yemezsiniz, o zaman Allah’ın da dışı var olur. İşte
o yüzden kişi “Allah’ın dışı var” sanıyor. Dünyada
kullandığı var kelimesiyle Allah’a var dediği için,
öyle baktığı için, zihni kendiliğinden Allah’ın dışı
var sanıyor, kendi isteyerek planlamıyor, öyle
oluyor. Çünkü o kelimeyi hayatında o mânâda
kullanıyor. Ama Allah’a “VAR” dediğimiz zaman
müstakilen VAR olanın dışı yoktur. Çünkü O
Ehad’dır, O Samed’dir. Bir özelliği budur. Bir de
zıddı yoktur. Dünyada konuştuğumuz “var”ın
zıddı vardır; yok! Çünkü yaratılmış. Yaratılanlar
zıtlarıyla yaratılmış, Allah yarattıklarını zıtlarıyla
yarattı. Bu yüzden, var ve yok birbirinin zıddıdır.
Ama Allah’a “VAR” derken kullandığımız “Müs-
takilen VAR” bir yok’un zıddı değildir, o VAR’ın

82
YILMAZ DÜNDAR

zıddı yoktur. Allah’a kullandığımız “VAR”ın en


önemli bir özelliği de yaratan olmasıdır. Ancak
müstakilen VAR olan yaratır. Bizim normal ha-
yatta kullandığımız var yaratılandır. Yaratılana
verdiğiniz bir mânâ ile Allah’a var diyemezsiniz,
onu Allah’a kullanmazsınız. O yüzden kişi Allah’ı
anlayamıyor. Allah için kullanılan VAR Allah’a
aittir. O “VAR”ı bize öğretiyor; o VAR Ehad’dır,
Samed’dir. O VAR’ın zıddı yoktur, o VAR’ın dışı
yoktur, o VAR yaratandır. İnsanlar için kullan-
dığımız var Ehad değildir, Samed değildir, zıddı
vardır, yaratılmıştır, kuldur, Allah’a kulluk yapar.
Ehad ve Samed’i bu çerçevede anlayalım. Hatta
onun mânâlarından birini şimdi görelim.
Dışı olanın ihtiyacı olur. Kulların dışı vardır,
bu yüzden ihtiyaçları vardır; yer, içer, giyinirler.
Ama bütün bunları kula sağlayan (dûniHİ dü-
şünmezseniz) Billâhi anlamda Allah’tır, bütün
onlar Allah’tandır. O zaman kime ihtiyacınız
vardır? Allah’a! Çünkü dışınız var. Mesela siz
yersiniz. Dışın varsa ihtiyacın var. Demek ki Sa-
med değilsin. İnsan Samed olamaz, kul Samed
olamaz. Dışı var. Dışı olan Samed olmaz. Allah
müstakilen VARdır, dışı yoktur; Samed’dir, çün-
kü ihtiyacı yoktur. Dışı olsa ihtiyacı olurdu, dışı
olmadığı için bir şeye ihtiyacı da yok. Dışı olsa,
en azından dışına bakma ihtiyacı olur. Yok öyle
bir şey! Allah Samed’dir; dışı yok! Ve o kadar
saf Samed’dir ki varlığını sürdürmesi için kendi
içinden de öyle bir ihtiyacı yoktur, öyle bir saf
Samed’dir, som Samed’dir. Samed’in mânâsı an-
laşılabildi mi? Dışı yok!

83
Ehad, dışı olmayan, müstakilen VAR ve tek-
tir. Zâtında, Zâtını, ancak Zâtının bildiği bir tek.
Ehad öyle bir tek ki kimse bilemez, hiç bir ya-
ratılmış anlayamaz, kavrayamaz, Ehad vasfıyla
ahlâklanamaz. Allah’ın nasıl Ehad olduğunu an-
layabilmen için O’nun dışının olması lazım, dışı-
na çıkıp O’na bakman lazım. Muhal! Öyle bir şey
olmaz. O zaman senin, Allah’ın nasıl “Müstaki-
len VAR” olduğunu kavrayabilmen mümkün
değildir. Örneğin, zihnimizde hayal ettiğimiz bir
kişinin bizi anlayabilmesi mümkün mü? O bizde
olduğu için bizi anlayamaz, kavrayamaz. Allah
Ehad’dır; zatında zatını zatıyla ancak kendisi-
nin bildiği tektir. Böyle bir tek! Müstakilen VAR.
Samed, çünkü dışı yok, ihtiyacı yok. Allah için
VAR’ı biraz anlayabildik mi? Samed’le ilgili söy-
lediklerimizden sonra Mâide-75’i hatırlayalım.
“Meryemoğlu Mesih ancak bir Rasûl’dür.
O’ndan önce de rasûller gelip geçti. O’nun ana-
sı Sıddıyka’dır. İkisi de yemek yerlerdi. Âyetleri
onlara nasıl açıkladığımıza bir bak! Sonra bak
nasıl çevriliyorlar (Hakk’tan yüz çeviriyorlar).”
(Mâide-75)
Yanlış bir düşünceye girip Hz. İsa aleyhisse-
lam efendimize “Allah’ın oğlu, ilâh” dedikleri için
âyet uyarıyor. Bu uyarıya dikkat edin ve anlattık-
larımızın nasıl o çerçevede olduğunu fark edin.
Dikkat edin, âyetler nasıl da konuştuklarımız
çerçevesinde demiyorum, hâşâ! Konuştukları-
mız nasıl da âyetlere uygun. Âyet nasıl da söy-
lediklerimize uyuyor, olmaz, Allah muhafaza et-
sin. Hâşâ! Konuştuklarımız nasıl da âyete uygun,

84
YILMAZ DÜNDAR

fark ediyor musunuz? “Siz İsa’yı ilâh ilan ettiniz.


O müstakilen var ve muhtar değildir, O’nun
dışı vardır, Samed değildir. O da annesi de ye-
mek yer” diyor. Neden yemek? Çünkü dış için en
önemli şey odur. İleride göreceğiz, o bizim oruç-
ta yaptığımız bir şey. Samediyet nurlarını fark
edebilmemiz, oradan biraz idrak kapabilmemiz
için oruçla yaptığımız şeylerden birisi yemekle
ilgilidir. İnsanların anlayacakları en önemli ihti-
yaç budur. Aslında, aldığın her şey yemek kap-
samındadır, yemek yalnızca sofra mânâsında
değildir, aldığın oksijen de yemeğe girer. Dışarı-
dan her ne alıyorsan... Çölde, güneşin altında hiç
bir şey yemiyor içmiyor olsan kupkuru kalırsın,
kurur gidersin. Dışarıdan aldığın hazır nem bile
senin için yemek kapsamındadır. Yaşayabilmen
için gereken güneş ışını da bir yemek. Gerekti-
ğinde doktor tavsiye etmiyor mu; biraz güneş
ışını yiyeceksin diye. Hepsi yemek. Yemek yal-
nızca önümüze konulan sofra değil.
“Şehâdet ederim ki, başka Müstakilen VAR
ve Muhtar YOKTUR” dediğimizde kullandığı-
mız YOK, şişe için kullandığımız yok gibi değil-
dir. Şişeyi kaldırdığımızda yok diyoruz ama onun
yeri var ve o da bir varlık; şişenin yokluğunun
varlığı. Orada bir şey var. Adına biz “Şişe yok” de-
dik ama o bir varlık. Varlık olamayan bir şeyi ta-
nımlayamayız. Kur’ân’da Allah’ın YOK dediği şey
farklıdır, biz onu “Müstakilen VAR ve Muhtar
YOKTUR” ile anlattık. “Aşağıların Aşağısı” kitap-
çığında göreceksiniz, o bir Kur’ân âyetidir, Allah
onlara Kur’ân’da “YOK” demiştir. Allah’ın YOK

85
dediği şey, yeri var ama kendi yok bir şey değil-
dir. Eğer yalnız putlara yok denmiş olsaydı, müş-
rikler putları kaldırsa yok olurdu. Onları kaldırıp
atsalar yeri var. Anlatılan o değil. Olmayan şey
puta verilen kimliktir, puta verdiğin kimlik yok!
Uzun elbise yapıp kibirle verdiğin kimlik yok.
Yoksa uzun elbise yap, yerde sürünsün, kaç met-
re olursa olsun. Ona bir kimlik verirsen, o yok.
Sen ona “Müstakilen VAR ve Muhtar” bir kim-
lik veriyorsun. Kimlik ancak Allah’a aittir, O’nun
kimlik ismi ALLAH’tır. Orası kimlik noktasıdır,
Uluhiyet noktasıdır, Hüviyet noktasıdır. O’nun
insanların anlayabileceği kimliği Allah ismidir,
HU ismidir. HU Allah’ın hüviyetidir, kimliğidir.
Özelliği nedir? “Müstakilen VAR ve Muhtar!” Bu
vasıf ancak O’na aittir. Demek ki Allah’ın YOK
dediği normal hayatta kullanılan yok değil. “Lâ
ilâhe” dediğimizdeki “Lâ” Arapların normal ha-
yatta kullandıkları “Lâ” değil. Allah’ın YOK dedi-
ği DûniHİ’dir, “Lâ” odur, onun yeri de YOKTUR.
Şehâdetimize devam edelim. Yine kesinlikle
şehâdet ederim ki; Hz. Muhammed (SAV) Efen-
dimiz, SENin Kulun ve Rasûlündür. Bundan bir
önceki cümleyi hatırlayalım. Başka “Müstaki-
len VAR ve Muhtar” iddiaları yalandır, iftiradır,
bâtıldır ve “YOK” hükmündedir. Bu yüzden biz,
“Başka Müstakilen VAR ve Muhtar YOKTUR”
dedik; Lâ! Ama bu iddiada bulunanlar var? Kişi
“Ben Müstakilen VAR ve Muhtarım” diyor.
Bize göre o bir iddiadır. “Müstakilen VARIM ve
Muhtarım diyenler var” diyemeyiz. Var demek-
le onları kabul etmiş oluruz. O iddia onların

86
YILMAZ DÜNDAR

kabulüdür, onlar “Ben Müstakilen VARIM ve


Muhtarım” diyorlar. Onu hoş görelim bile diye-
meyiz. “YOK” dedik bir kere, yeri bile yok. Yok!
O yüzden onlar için, “Ben Müstakilen VARIM ve
Muhtarım” diyenler var diyemeyiz. Onu dûniHİ
algıdaki söyler. Biz; “Bu bir iddiadır, bu senin id-
diandır, yanlış bir iddiada bulunuyorsun” deriz.
İddia laftır. O iddiaya Kur’ân “yalan” diyor, o ya-
lancıdır, Allah’a karşı yalan söylüyor, “Müstakilen
VARIM ve Muhtarım” diyor. Müstakilen VAR ve
Muhtar olan Allah’tır. Yalan söylüyor, Allah’a ifti-
ra ediyor, yaptığı BÂTILDIR. YOKTUR, YOK hük-
mündedir; Kur’ân’ın YOK dediği budur ve onun
yeri de YOKTUR. Biz de şehâdetimize bununla
başlıyoruz. Sonra diyoruz ki: Hz. Muhammed
(SAV) Efendimiz, SENin Kulun ve Rasûlündür.
Şehâdetin burası da ayrı bir deryadır. Bize şimdi
lazım olan önemli yanlarına biraz bakalım.
“(Rasûlüm) de ki, ben sizin misliniz beşerim.
Ancak, ilâhınızın (yaratıcınızın) İlâhun Vâhid
(Müstakilen VAR ve Muhtar olan TEK) olduğu
bana vahyolunuyor. O halde O’na yönelin ve
O’ndan mağfiret dileyin. Müşriklerin (bu uyarıyı
anlamayarak müstakilliğini ilan edenin) vay ha-
line.” (Fussilet-6)
Rasûlüm onlara “Sizin gibi bir beşerim” de.
“Sizin gibi bir beşerim” cümlesini duyan bazıları
ne yapıyor? Maalesef bu yanlış günümüzde çok
yaygın, isimleri çok önemli olan zatlar buradan
yanlış mânâlar çıkarıyorlar, âyetin bu kısmını
kendilerince delil zannederek yanlış anlatım-
lar yapıyorlar. Diyorlar ki, siz Hz. Muhammed’i

87
(SAV) -o belki yalnızca Muhammed diyor, Allah
muhafaza etsin- gereksiz yere yüceltiyorsunuz,
O’nu gereksiz yere çok önemsiyorsunuz. İşte,
ben bir beşerim diyor, âyet de söylüyor, hadis de.
Onun “Ben de misliniz bir beşerim” demesi
böyle zannetmemiz için değil. Böyle bir düşün-
ceye ve tartışmaya girmek, bırakın Rasûlullah’ın
özelliklerini anlamış olmayı, Rasûlullah’ın ne
demek olduğunu kavrayamamaktır. Şunu söy-
leyeyim, ben Efendimiz (SAV) in imzasını idrak
edemiyorum, kendisini hiç düşünemem bile,
ben O’nun imzasını idrak edemiyorum. Düşü-
nün, Birisi var ki, “Rasûlullah” diye imza atıyor...
Bilim adamlarının açıkladığı evreni, tüm galak-
sileri, kara delikleri, kara deliklerden sonra açı-
lan evrenleriyle bütün onları düşünün. Yalnızca
ef’al âlemini bile, yok olacak bir şeyi bile aklımız
almıyor. İşte onu Yaratanın Rasûlü. Efendimizin
imzası bu! Akıl alır mı? Rasûlullah imzasını ak-
lımız almıyor, kişiliğiyle ilgili nasıl konuşabiliriz?
İmzasını bile kavrayamazken “O da sizin gibi bir
beşer” deyip geçiyorlar. Çok yanlış, Allah muha-
faza etsin. Anlayamamaktan, kavrayamamaktan
kaynaklanıyor. Hâlbuki, buradaki uyarı bizim
şehâdetimizle ilgili. Bizim için cennete bir delil
oluştursun diye. Çünkü hemen arkamızda hristi-
yanlık var. Onlar Hz. İsa aleyhisselam’ı beşerden
çıkardı, ilâh ilan etti. O bakışı, o inanışı, o yanlışı
reddetmemiz için. Bir de o hataya düşmememiz
için uyarılıyoruz. Çünkü bin dört yüz otuz küsur
yıl geçti, birisi çıkıp o hataya düşebilir. “Sizin mis-
liniz beşerim” onların hepsini bağlıyor. O, Efen-

88
YILMAZ DÜNDAR

dimiz (SAV) i ilâh ilan etmememiz için uyarıdır.


Anlaşıldı mı? Yanlışa düşmeyelim diye uyarı.
Fussilet-6 “Müşriklerin vay haline” diye böyle
tamamlandı. Müşrik ne yapar? Şirket kurar. Dik-
kat ettiğinizde, açıkladıklarımız nasıl da âyetlere
uygun elhamdülillah. Müşrik şirket kuran , şir-
kete iştiraki olan, şirket ortaklarından demektir.
Allah diyor ki; tanrılar/ilâhlar şirketi kurdunuz,
oraya tanrı olarak ortaksınız. Sen de bir tanrı
olarak o şirketin ortağısın, âyet ona, tanrı şirketi-
nin ortağına müşrik diyor. Kim; Allah dışında bir
yer var, Allah’ın dışı var, orada da müstakil var-
lıklar var, ben de öyle müstakilen varım ve muh-
tarım derse şirket kurmuş olur. İşte sana tanrılar
şirketi. Âyet dedi ki: Vay, böyle şirket kuranların
ve bu şirketin ortağı olanların haline!
Şehadetimizdeki “Muhammed (SAV) Efendi-
miz SENin Kulun” kısmı biraz anlaşıldı mı? İlah
yapmamak için! Aksi halde Efendimiz’i “Normal
insandı” gibi anlatmak için değil. Allah muhafa-
za etsin. Ve “Şehâdet ederim ki; Hz. Muhammed
(SAV) Efendimiz SENin Rasûlündür.” Rasûlullah!
Öyle önemli ki. Bununla ilgili iki âyet var.
“Muhammedün Rasûlullah.” (Fetih-29)
Allah bize öğretti; Muhammed Rasûlullah’tır.
“Muhammed, sizin erkeklerinizden hiç biri-
nin babası değildir, fakat o Rasûlullah ve Hate-
mün Nebîyyin’dir. Allah Bi külli şey’in aliyma’dır.”
(Ahzab-40)

89
“Bi külli şey’in aliyma” Türkçeye tam çev-
rilemeyeceği için öyle yazdık, parantez içe-
risinde açılıp anlatılabilir. Ama ne kadar
mânâlandırırsanız dûniHİ olur. Bu iki âyetten
öğreniyoruz ki, Efendimiz (SAV) Rasûlullah’tır,
peygamber değil. Çok dikkat edin, Efendimiz
(SAV) e peygamber diyenler Efendimiz (SAV) i
kavrayamazlar, o yüzden çeşitli yanlışlar üretir-
ler. Kur’ân onun için Rasûlullah diyor. Bitti! O
Rasûlullah’tır, Nebîullah’tır. Rasûlullah kelimesi
her iki mânâyı da kapsar. Hz. Muhammed (SAV)
Rasûlullah’tır. Buna şehâdet ediyoruz. Peygam-
ber derseniz ne olur? Normal hayattan örnek ve-
reyim, yine mânâyı alıp örneği atalım, şirk olma-
sın. Bir konuda şahitlik yapıyorsunuz. Diyelim ki,
şişeye baktınız ve “Şişede su var” dediniz. Ama
etrafta dolaşırken “Susuz şişe, susuz şişe” diye
dolaşıyorsunuz. Şehâdetinize uyar mı? Onu ka-
meraya alsak, sonra da hâkim önüne getirsek, siz
tam “Susuz şişe” derken, sizin “Şişede su var” gö-
rüntünüzü göstersek, izletsek hâkim size ne der?
Demek istiyorum ki, Kelime-i Şehâdet’te “Eşhe-
dü enne Muhammeden AbduHû ve RasûluHû;
Kulu ve Rasûlü olduğuna şehâdet ederim” deyip
sonra da O’na peygamber derseniz, yalancı şahit
olursunuz. Şehâdette “Rasûlü” diyorsun, dışarı
çıkınca peygamber, olmaz. Görüntülerin gelin-
ce melekler “Şehâdette böyle dedi ama etrafta
peygamber diyordu” derler. Fark ettiniz mi teh-
likeyi? Kur’ân tanrı demiyor, Kur’ân peygamber
demiyor. Ama sen tanrı diyorsun, peygamber di-
yorsun. Kur’ân’ın diliyle şehâdet ediyorsun, öyle

90
YILMAZ DÜNDAR

isimlendireceksin; Muhammed Rasûlullah’tır.


Anlatabildim mi? Bir de “Peygamber” dûniHİ al-
gının kelimesidir, İslâmi bir kelime değildir. O’na
Kur’ân Rasûlullah diyor. Billâhi algıya tâlip olan
birini seçsin. Kur’ân böyle derken eğer sen “Ama
şu kişi peygamber diyor” dersen, insanla Kur’ân’ı
karşı karşıya getirmiş olursun. Kur’ân Rasûlullah
diyor. Bunu duyunca, “peygamber de aynı
mânâda” demek olmaz, işi bozarsın. Kur’ân böy-
le diyor, bu evrensel bir dil, evrensel bir telaffuz.
Bir müslüman İngilize “Peygamber” desem an-
lamaz, ama “Rasûlullah”ı anlar. Biz Rasûlullah’a
şehâdet ediyoruz. Peygamber dûniHİ’dir, uzak-
ta, ötede uydurulmuş bir tanrıdan, o tanrının
muhatap almadığı inananlarına mesaj taşıyan
postacının adıdır. Her dinde, her felsefede de
vardır. Başka dinlerin, başka felsefelerin de pey-
gamberi var, puta tapanların da var. Aynı ismi biz
Efendimiz’e (SAV) nasıl kullanırız? Dikkat edin,
bir puta tapanın da peygamberi var. O işi yapan
adamına kendi dilinde peygamber diyor, İngiliz-
cede şöyle, diğerinde böyle, o kelime her ne ise.
DûniHİ hayata ait o kelimeyi alıp Efendimiz için
kullanamayız. Onlar, Allah’ın dışı var sanarak
üretilmiş, tanrılarla onlara inananlar arasında
aracılık yapan postacılara verilen isimler. Kur’ân
“Rasûlullah” diyor ve dikkat edin şehâdetinizde
siz de “Eşhedü enne Muhammeden Abduhû ve
Rasûluhû” diyorsunuz. Sonra çıkıp niye başka
isim kullanıyorsunuz. Ne enteresan! Size “Kur’ân
böyle diyor, şehâdetinizde böyle diyorsunuz”
diyorum, buna rağmen “Peygamber desem ol-

91
maz mı?” diyorsunuz. De! Dosyana girer. Mah-
kemede açarlar dosyanı, “İnatla böyle diyordu”
derler. Niye Kur’ân’ı tercih etmiyorsun? “Diğeri
doğru olsa bile ben Kur’ân’ı tercih ediyorum”
deyip Rasûlullah demek neden zor geliyor? Efen-
dimiz (SAV) e Rasûlullah demeliyiz. Rasûlullah
ne kadar güzel elhamdülillah. Allah böyle demiş,
imzası da böyle. “Hz. Peygamber (SAV)” desek
olmaz mı diyenler oluyor, peygamber kelimesi-
nin yanına ne dua getirirsen getir olmaz, yanlış
olur. O Rasûlullah. Niye anlamıyorsunuz, bunu
Kur’ân söylüyor. “Şu zat peygamber diyor” diye
insanları önemsiyorsunuz. Bunu da Kur’ân söy-
lüyor. Siz Rasûlullah deyin ve onlara da duacı
olun, kızmayın. “Allahım, ben Rasûlullah diyo-
rum. Benim dediğim doğruysa, bütün yanlış ses-
lenenleri bağışla ve benim dediğim gibi sayıver”
diye dua edin, Rabbin onları da böyle saysın. Bir
kişi bile olsa, bir kişi doğru yapsın da onlar da
kurtulsun. Onların doğru yaptıklarıyla da biz
kurtulalım, kardeşlik budur. Yanlışı savunmak
olmaz, Rasûlullah daha doğru bir sesleniştir,
Rasûlullah’a alışmak lazım. Şehâdetteki sesle-
nişimiz bu; Muhammeden Rasûlullah, Kelime-i
Şehâdet’te bu şekilde hitap ediyoruz.
Günümüzde meâl yapma adına bu gibi uy-
durmalar devam ediyor. Meâl yazacağım de-
yip farklı bir şey yazmak için var olan cümleleri
değiştirip “Bu da benim meâlim” demek doğru
olmaz, Veya sadeleştiriyorum diye cümleleri de-
ğiştirmek olmaz. Sadeleştirirken var olan meâli
daha konuştuğumuz dile çevirdin, daha insan

92
YILMAZ DÜNDAR

yaptın, doğru olmaz. Bir elektrik süpürgesi alı-


yorsun, talimatları okuyup öğreniyorsun. Kendi
prospektüsün için bu gayreti göstermezsen olur
mu? Bir telefon için gösterdiğin merakı kendi
makinenin hayat prospektüsüne göstermezsen,
onu da öyle öğrenmezsen olmaz.
“İyyâKE na’budu VE iyyâKE nesta’iyn” içe-
risinde şehâdeti göreceğiz. Şimdi onu bir iki
cümleyle buraya monte edelim. Siz “Eşhedü en
lâ ilâhe illallâhu ve eşhedü enne Muhammeden
Abduhû ve Rasûluhû” şehâdetini doğru yaptı-
ğınızda İhlâs Sûresi’yle tanışmaya başlarsınız.
Çünkü bu şehâdet size bir ileri şehâdeti de yap-
tırtacaktır, diğerini de gösterecektir: “Eşhedü en
lâ ilâhe illallâhul Ehadüs Samedülleziy lem yelid
ve lem yûled ve lem yekün lehû küfüven ehad.”
İlk şehâdetiniz sizi İhlâs’la tanıştırır ve sizi bu
şehâdeti yapmaya götürür. Anlattıklarımız hep
başlangıç için. İlk şehadet başlangıç çizgisidir. Siz
o şehâdette ilerleyip ikinci şehâdete gideceksi-
niz. İlk şehâdet şöyle çok önemlidir: Eğer o yanlış
olursa yanlış arabaya binmiş olursun. İstanbul’a
gidiyorum diye Kars arabasına biner, Sivas’ta so-
luğu alırsın. Yanlış arabayla hedefine gidemezsin.
Yanlış şehâdete binen ileri şehâdete gidemez.
İleri şehâdette Ehad ve Samed geçtiği için
şimdi bir iki cümleyle İhlâs Sûresi’nden bahsede-
yim. “Kul Huvallahu Ehad, Allahus Samed; Allah
Ehad’dır, Samed’dir” kısmında önce şimdiki gibi
duyuyorsun. Bunu düşünüp tefekkür ettiğinizde
şahitlik başlıyor. Allah Ehad’dır; Allah’ın dışı yok-
tur, Samed’dir; ihtiyacı yoktur. Bu idrak gittikçe

93
sizde sabitleniyor, sabitleniyor, sonra öyle bir
idrak açılıyor ki; Allah Ehad’dır, Allah Samed’dir
diyorsun, şahitliğin başlıyor. Artık onu sana bi-
rinin anlatması gerekmiyor, sen tespit ediyor-
sun. Ama bu yola çıkarken başlama noktan bu:
“Kul Huvallahu Ehad, Allahus Samed.” Duyarak
başlıyorsun. Sonra öğrenme başlıyor, o zaman
çizgin; “Lem yelid ve lem yûled”dir. Sonra da bir
tespitte bulunuyorsun; “Ve lem yekün lehû kü-
füven Ehad.” “Huvallahu Ehad, Allahus Samed”i
duydun, “Lem yelid ve lem yûled”le işe başladın.
Büyük, çok büyük bir avantajla başladın. Bu na-
sıl bir avantaj biliyor musunuz? İki kardeş koşu
yarışı yapacaklar ama birisi çok küçük. Büyük
küçüğe diyor ki, sana avantaj verdim, sen elli
metre ilerden başla. “Lem yelid ve lem yuled”
demekle işe avantajlı başlıyorsun, fersah fersah
ileriden başlıyorsun haberin yok, çocuk olduğun
için. O da elli metre ilerden başlıyor, çocuk diye
onu oraya koyuyorlar. Sen de “Lem yelid ve lem
yûled” demekle öyle bir yere düşüyorsun. “Hu-
vallahu Ehad, Allahus Samed”i duydun. “Lem
yelid ve lem yûled”le işe başladın. “Ve lem yekün
lehû küfüven Ehad”ı tespit ettin: Allah Ehad’mış,
başka bir anlam zaten yokmuş. Bunu tespit et-
tin, bu işe şahit oldun. Şimdi şehâdetin bu: “Eş-
hedü en lâ ilâhe illallâhul Ehadüs Samedülleziy
lem yelid ve lem yuled ve lem yekün lehu küfü-
ven ehad.” Hepsini kapsayan bir şehâdet.
Bu noktada oluşan mânâlarla, şehâdetimizi
bir kere daha en inanan, en kabul eden halimizle
tekrarlayalım lütfen. Sanki biraz sonra öleceksi-

94
YILMAZ DÜNDAR

niz gibi. Bunu okuyarak ölmek ne demek bir dü-


şünün: Eşhedü en lâ ilâhe illallâhu ve eşhedü enne
Muhammeden Abduhû ve Rasûluhû: Allahım!
Kesinlikle şehâdet ederim ki: “Müstakilen VAR
ve Muhtar olan ancak SENsin; Başka “Müstaki-
len VAR ve Muhtar” YOKTUR. Başka “Müstaki-
len VAR ve Muhtar” iddiaları yalandır, iftiradır,
bâtıldır ve “YOK” hükmündedir. Yine kesinlikle
şehâdet ederim ki; Hz. Muhammed (SAV) Efen-
dimiz, SENin Kulun ve Rasûlündür. Ya Rabbi, şa-
hid ol ya Rabbi, şahid ol ya Rabbi, şehâdetimize
şahid ol ya Rabbi. O zor günde, Mâlik-i Yevmid-
Diyn olduğun zaman şehâdetimize sen şahitlik
yap ya Rabbi. Alâ Hâzihiş-Şehâdeti Nahyâ ve
aleyhâ Nemûtü ve Aleyhâ Nüb’asü İnşaAllah
(Âmin). Bu şehâdeti yapınca diyoruz ki: Allahım,
bir şehâdet yaptım, o şehâdette ne demişsem
beni öyle yaşat. Bunu Rabbimizden isteyebili-
riz, “yapacağım” demekle olmaz, Allah verirse
olur. Alâ hâzihiş şehâdeti nahyâ; Allahım beni
öyle yaşat. Ve aleyhâ nemûtü; o şehâdet üzere
de beni öldür. Ve aleyhâ nüb’asü; ve o şehâdet
üzere de beni dirilt İnşâAllah. Âmîn.
Bu şehâdeti fark etmek, bilincine varmak,
“Evet, Müstakilen VAR ve Muhtar olan ancak
Allah’tır” demek, “Başka Müstakilen VAR ve
Muhtar YOKTUR” diyebilmek, bütün bunlar bir
süreçtir, bir sefer duymakla olacak şey değildir.
Dolayısıyla, bunu zikrullah yapmak çok önem-
li. Hatta bir hadisten öğreniyoruz ki, abdestten
önce Kelime-i Şehâdet ve bitirince şehâdet çok
önemlidir. Vaktimiz olunca bunu önce ve sonra

95
yapmakta fayda var, inşâAllah. Bu beyanın bilin-
cine varmak bir süreç istiyor. Fiillerin bu beyana
uygun hale gelmesi, o da bir süreç. Geri dönüş-
süz bir şekilde kişiyi mutlu eden hayat tarzı, kul-
luğun böyle olması o da bir süreç. Bu süreçlere
verilen genel isim seyr-i sülûk’tur, nefs seyridir.
Bu anlattıklarımız ilk istasyon. Tren buradan
kalkar. Bu süreçte önemli bir şey var; sığınış ve
tövbe. Bu süreçleri sağlıklı götürebilmek, bütün
bunlarla birlikte, tövbeyi ve sığınışı gerektirir.
Efendimiz (SAV) bize bir duâ öğretiyor:
Allâhümme inniy eûzü bike en üşrike bike şey’en
ve ene a’lem ve estağfiruke limâ lâ a’lem. İnne-
ke entel allâmul ğuyûb. Allahım, bir şeyi bilerek
sana ortak koşmaktan sana sığınırım, bilmeye-
rek yaptıklarım için de istiğfar ederim. Şüphesiz
ki gaybı bilen sensin.” (Hadis)
“Ben ortak koşmuyorum” diyen bu duayı
yapmaz. Diyelim ki zordasın, bir senedin var, Al-
lah muhafaza etsin, yüksek meblağda ödemen
var ama elinde avucunda yok. O çok ihtiyacı var
halinde nasıl yürekten duâ edersin, “Ya Rabbi,
şunu bana bir yerden veriver” diye. İnşâAllah
Rabbim kabul eder, verir, ödersin. Ama nasıl bir
duâ edersin? Çünkü ihtiyacın gözünün önün-
de. Kişi bu dua ile ilgili bir ihtiyaç belirtmiyorsa,
“Benim öyle bir şirkim yok” diyorsa en azından
duâdaki yanıklık düşer, fark etmediği için bu
duâdan yararlanamaz. Hâlbuki, bilerek veya bil-
meyerek kendini ortak koşmaktasın. Efendimiz
(SAV) onu öğretiyor. Anlattıklarımız hadise uyu-
yor değil mi? Elhamdülillâhi Rabbil âlemiyn.

96
YILMAZ DÜNDAR

Bu duâyı bir de öğrendiklerimizin tefekkü-


rüyle yapalım: Allahım, “Müstakilen VARIM ve
Muhtarım” iddiasını ve bu iddiaya uygun hayat
tarzını bilerek yapmaktan sana sığınırım. Bu id-
diadan ve bu iddiaya uygun hayattan ve bunu
da bilerek tereddütsüz yapmaktan sana sığını-
rım. Allahım, bilmeyerek yaptıklarım için de is-
tiğfar ederim. Lütfen hatalarımı örtüver ve beni
bağışlayıver. Şüphesiz ki bütün bunları ve bile-
mediklerimi de bilen SENsin.” Bunun peşine bir
sığınış duâsı yaparsak güzel olur. Bu da bir hadis,
bunu da Efendimiz (SAV) öğretiyor. Hadislerden
öğreniyoruz, bu Efendimiz (SAV) in uykuya dal-
madan okuduğu bir duâdır. Bu yüzden Ehlullah
diyor ki; kişi uyumadan önce son sözü bu olur-
sa iyi olur. Son sözü bu dua olursa, eğer o gece
ölürse İslâm fıtratı üzerine, bu anlattıklarımıza
göre ölmüş olur. Dosyasına “Bu kişi Kur’ân’ın an-
lattıklarına göre öldü” yazarlar.
“Allâhümme eslemtü nefsî ileyke ve vecceh-
tü vechî ileyke ve fevvadtü emrî ileyke ve elce’tü
zahrî ileyke, rağbeten ve rahbeten ileyke, lâ mel-
cee ve lâ mencee minke illâ ileyke, âmentü bi
kitâbikelleziy enzelte ve Nebîyyikellezî erselte.”
(Hadis)
Bu duâ “Yakarış” kitapçığında var. Burada
şöyle sığınıyoruz: “Allahım, nefsim Müstakilen
VAR ve Muhtar değil. Bu bilinçle teslim oldum.
“Müstakilen VARIM ve Muhtarım” iddialarına ve
hayat tarzına sırtımı dönüp hanîf olarak Billâhi
idrakına yöneldim. Hayat tarzımı esfele sâfiliyn
yapıma bırakma, SEN yönet Allahım. Seni ve rı-

97
zanı talep ederim. Senden geleceklerden korka-
rım ve SENDEN SANA sığınırım. DûniHİ sığınak
ve himaye edici iddialarını reddederim. İnzal et-
tiğin Kitab’a ve gönderdiğin Rasûl’e îman ettim.”
Şu çok önemli bir husustur. Duâlarda, hadis
ve âyet meâllerinde mutlaka burnumuza bu-
ram buram “Lâ ilâhe illallah kokusu” gelmelidir.
Ancak o zaman o duâ Muhammedî olur. Aksi
halde yanlış inananlar da onu kendilerine hitap
ediyor zanneder. Muhammedî olan kişi, duâdan
Lâ ilâhe illallah kokusu geliyorsa kabul eder, de-
ğilse reddeder. Bunu herkes fark edemez, kabul
de edemez, Muhammedî olan kabul eder. Kim
kabul ederse o da Muhammedî’dir. Ama Lâ ilâhe
illallah kokusu gelmiyorsa, oradan o mânâ çık-
mıyorsa o Muhammedî bir duâ olmaz.
Bu süreçteki önemli bir sığınış da Seyyidül
İstiğfar’dır. Öyle kıymetli bir tövbe ki, tövbe-
lerin efendisi, üstünü, beyefendisi, üstte du-
ranı: “Allâhümme ente Rabbî, lâ ilâhe illa ente
halaktenî ve ene abdüke ve ene alâ ahdike ve
va’dike mesteta’tü, eûzü bike min şerri mâ sana’tü
ebûü leke bi nı’metike aleyye ve ebûü bi zenbî,
fağfirlî zünûbî feinnehû la yağfiruz zünûbe illa
ente, birahmetike yâ Erhamer râhımîn.” (Hadis)
“Allâhümme ente Rabbî” çok güzeldir, canı-
nız sıkıldıkça bunu ilân edin: Allâhümme ente
Rabbî; Allahım Rabbim sensin, Allâhümme ente
Rabbî; Allahım Rabbim sensin. Allâhümme ente
Rabbî, lâ ilâhe illa ente halaktenî ve ene abdü-
ke: Müstakilen VAR ve Muhtar olan, bizleri de

98
YILMAZ DÜNDAR

yaratan ancak SENsin. Başka Müstakilen VAR ve


Muhtar YOKTUR. Ben de senin bir kulunum. Ve
ene alâ ahdike ve va’dike mesteta’tü: Ve ben ku-
lun gücüm yettiğince sana olan vaadim üzerine
gayret etmekteyim ve bu vaadime göre yaşama-
ya çalışmaktayım. Gücüm yettiğince sana kulluk
görevimi yapıyorum. Aslında burada “İyyâKE
na’budu” demiş oluyoruz. Eûzü bike min şer-
ri mâ sana’tü: Sana karşı haddi aşmaya müsait
olan esfele sâfiliyn yapımın şerrinden korunmak
için sana sığınırım Allahım. Ve senden yardım is-
terim. Şimdi de “İyyaKE nestaıyn” diyerek sığın-
dık. Ebûü leke bi nı’metike aleyye: Bana ihsanda
bulunduğun nimeti sana itiraf ederim. Ve ebûü
bi zenbî: Günahlarımı da itiraf ederim. Fağfirlî
zünûbî: Lütfen günahlarımı da bağışlayıver.
Feinnehû lâ yağfiruz zünube illa ente, birahme-
tike ya Erhamer rahımîn: Ya erhamer rahımiyn,
rahmetiyle kullarını bağışlayan ancak SENsin.
“Gücüm yettiğince vaadim üzereyim, ona
göre yaşamaya çalışıyorum.” İleride bu vaadi
göreceğiz. A’râf-172’de var: Bize sordu; Rabbiniz
değil miyim? Bizim de, “Evet, şahidiz ki Rabbi-
mizsin” dedik. Bir vaadimiz var, Allah’a verdi-
ğimiz bir söz var. Bunu açıklayacağız inşâAllah.
Mesteta’tü derken, gücüm yettiğince sözümde
duruyorum demek istiyoruz. Hadis bize öğre-
tirken ne kadar koruyucu! “Gücüm yettiğince
sözümü tutuyorum.” Efendimiz (SAV) bizi böyle
koruyor, “Allahım, gücüm yettiğince yapabiliyo-
rum” diyoruz. Ne güzel bir merhamet içeriyor.

99
Onu anlayabilelim diye Rabbimiz bize Oruç’la
bir antrenman yaptırır. Bunu Üç Aylar’la ilgili ya-
rarlanabilelim diye de paylaşıyorum. Rabbimiz
bir kudsi hadiste; “Kullarıma olan merhameti-
min işareti şudur ki onlara İhlâs Sûresi’ni ve Ra-
mazan ayını verdim” buyuruyor. Onlara o kadar
merhametliyim ki İhlâs Sûre’sini verdim, fersah
fersah ileriden başlasınlar. Çünkü halleri, güçleri,
ömürleri, hayatları, uygun değil. Onları ileriden
başlatıyorum. Kurtulsunlar diye, dünyadayken
temizlensinler diye de Ramazan Ayı’nı verdim.
Oruca bir de söz verme, sözünü tutma olarak
bakalım. Biz oruç tutarken sahurda söz veririz;
Allahım, akşam ezanına kadar yemeyeceğim,
içmeyeceğim, şunları yapmayacağım. Akşama
kadar sözümüzü tutarız. Allah’a söz verme ve
sözünü tutma antrenmanını gördünüz mü?
“Allah’ın sizin aç kalmanıza ihtiyacı yoktur”
hadisi gereği, oruçluyken bir yandan Allah’a ver-
diğimiz ahde/söze uygun yaşamaya çalışırken,
“Oruçlu olacağım” diye verdiğimiz sözü tutma
antrenmanı da yaparız. Böylece, “Allahım ben
verdiği sözü tutanlardanım. Bunu yaparken ha-
talarımız olursa bağışla. Sana verdiğim sözü hiç
değilse sabahtan akşama kadar tutuyorum, ka-
bul buyur” diyoruz.
Rabbimiz bize müthiş bir antrenman yaptı-
rıyor, verdiğimiz sözü tutmayı öğrenelim diye.
Allah’a verilen sözün önemini anlayalım diye.
Orucun bir de bu yanı var.

100
5.
CENNET İÇİN “İYİ BİR İNSAN” MI?
“İYİ BİR KUL” MU?

Allah’a kulluk yapmanın önemini paylaştık,


Allah’a kulluk yapmak ne demek, onu anlamaya
çalışıyoruz. Şimdi bir soru oluşturacağız, o soru-
yu da anlayabilmemiz lazım. Mesele iyi bir kul
olmak mı, iyi bir insan olmak mı? Soru bu! Bun-
lar aynı şey midir? Cennet iyi kullar için midir,
iyi insanlar için mi? İyi bir insan cennete girmeyi
hak ediyor mu? Bu konuda çok yanlış düşünülü-
yor. Tabi ki, kimin cennete gireceğini Allah bilir,
onun hükmünü elbette Allah verir. Biz Kur’ân’da
kimler cennete girecek diye sayılan özellikler
var, o özellikleri konuşuyoruz. Kişi hakkında bi-
lemeyiz. Kişi hakkında söylersek hüküm vermiş
oluruz, onu Allah bilir. Ama “Cennete girmenin
kuralları nedir?” denirse, onları Kur’ân ve hadis-
lerden söyleyebiliriz. İslâm’ın, iyi bir insan cenne-
te girebilecekmiş gibi anlatılması çok tehlikelidir.
Ama böyle anlatılıyor. Dini öğüt diye iyi insan
olmak anlatılıyor. O zaman insanlar İslâm’ın o
anlatımını alıyorlar, diğer iyi insan anlatımlarıy-
la yarıştırıp, onlardan işlerine geleni seçiyorlar.
Neden? Çünkü İslâm iyi kul olmayı anlatırken
yanına amel koyuyor! İyi kul ve iyi insanı fark
edememiş kişi, o zaman şöyle düşünüyor: Me-
sele iyi insan olmaksa şu öğretide, şu felsefede,
şu adamda amel yok. Sonuçta onlar da iyi insan,

101
o felsefeyi, o inanışı seçeyim. Çeşitli Hristiyanlık
faaliyetlerindeki iş budur. Müslümanken Hris-
tiyanlığı seçenlere, gençlere neden Hristiyanlığı
seçtikleri sorulduğunda, hatta neden misyo-
nerlik yapıyorsun denildiğinde, anlattıkları bu:
Burada daha iyi insan olabiliriz. İslâmiyet “iyi
insan” fikri üzerine oturtularak anlatıldığı için,
öyle öğütlendirildiği için kişiler de onun yarışına
giriyor, kendilerine göre bir iyi insan tanımı ve
ameli çıkarıyorlar. Oysa hiç bir Kur’ân âyetinde
ve hadiste “iyi insan” diye bir tarif yok, daima
“iyi kul” vardır. Ancak, kişilere İslâmiyet böyle
anlatıldığı için, iyi birisine bakarak “Bu cennet-
lik” bile diyebiliyor. Veya bir başkası, “Yalnızca
namazım eksik, ben senden daha iyi insanım”
diyebiliyor. Değil. Cennetin Sahibi diyor ki: Cen-
nete girmenin kuralı, Kur’ân’ın tarif ettiği iyi kul
olmaktır, iyi insan olmak değil. İyi insan olmak
yanlış mı? Hâyır. Bir kişi Kur’ân’ın anlattığı iyi kul
olduğunda neler oluyorsa, onlardan birisi de za-
ten kendiliğinden iyi insan olmaktır. Ancak iyi
kul ile iyi insan farklıdır. İyi insan olmaya çalışan,
“ben iyi insan olacağım” diye kendisi karar verir.
İyi bir kul olmaya çalışan bunu iyi insan olmak
için yapmaz, onun gayreti iyi kul olmak içindir.
Ama onu izleyenler, ona “Ne iyi insan” derler. İyi
insanın takdirini insanlar verir, iyi insan olmaya
çalışan insanlardan takdir bekler. İyi kul olmaya
çalışan Allah’tan cennet ister. İkisi farklıdır. İn-
sanlardan takdir bekleyerek cennet olmaz. İyi
bir kul olmak insanın Allah ile olan ilişkilerinin
sonucudur. İyi bir insan olmak ise insanın özel-

102
YILMAZ DÜNDAR

likle insanlar arasındaki ilişkilerinin bir sonu-


cudur. İyi bir kul olmak Allah’ın razı olmasına
bağlıdır, Allah ona “iyi kul” der. İyi insan olmak
insanların memnun olmasına bağlıdır, ona da
insanlar “iyi insan” der. Bu kadar farklı. Allah’ın
razı olacağı halin kurallarını Allah koyar, insan-
ların memnun olacağı halin kurallarını insanlar
oluşturur. Dolayısıyla, Kur’ân bize insanlar ve
diğer yaratılmışlarla ilişkilerimizi düzenlemek ve
nasıl davranacağımızı belirtmek üzere, bu amaç-
la gelmemiştir, böyle anlatılırsa doğru olmaz.
Kur’ân bize, yaşarken insanlar arasında na-
sıl ilişkiler kuracağımızı anlatmak üzere gelme-
miştir. “Şöyle davranın” gibi öneriler içeren bazı
âyetleri size gösterebilirler. Mesela, en azından
miras hukuku var. O ayrı bir iş, onun sebebi ay-
rıdır. Yaşantı yalnızca miras hukuku mu? Kur’ân
yalnızca insanların nasıl yaşayacağını düzenle-
mek içinse, o zaman ne kadar değişik dönemler,
insanlar ve toplumlar var. Kur’ân’ı yalnızca öyle
bir kitap olarak anlatmak doğru değildir. Veya
ondan çeşitli şifreler çıkarmak, olmadık mânâlar
üretmek de doğru değildir. Kur’ân bir bulmaca
kitabı da değildir. O en sade mü’minin okuyup
anlayabileceği îmanıyla ilgili tek bir belgedir.
Mü’min kulun “Lâ ilâhe illallah”ı doğru anlayıp,
doğru söyleyebilmesini, doğru yaşayabilmesi-
ni anlatan tek kitaptır. İçinde her şeyin olduğu
bir kitap da değildir. Yahudiler o iddiada bulun-
muştur ve onun üzerine âyet gelmiştir. Efendi-
miz (SAV) de demiştir ki; Yahudilerin söylediği
gibi değil. Bu gelen kitaplar Allah’ın ilminin ya-

103
nında çok az bir şeydir. Dolayısıyla, “Kur’ân her
şeyi kapsar, O’nda her şey var” iddiası doğru ol-
maz. O’nda bize lazım olan var, bütün insanlar
için bile değil. Kur’ân’da yalnızca muhatabına
lazım olan bilgi var. Allah’ın ilmini, Kur’ân’la sı-
nırlamak yanlış olur.
“İyyâKE na’budu VE iyyâKE nesta’iyn; yalnız-
ca sana kulluk eder, yalnızca senden yardım di-
leriz.” Bu söylemdeki çoğulu anlamaya çalıştık,
“BİZ” ne maksatla kullanılmış, neler anlamalı-
yız? “Yalnızca sana kulluk ederiz ya Rabbi” de-
diğimiz için, bizi Allah’a kulluk etmeye çağıran,
bunu öğütleyen âyetleri gördük. Allah’a kul ol-
mak ve Allah’a kulluk yapmak ne demektir, farkı
nedir anlamaya çalıştık. Sonra iki şehâdet ve iki
tane karşılık gördük. Hayat tarzının aslında bir
şehâdet olduğunu, yaşadığımız hayatın bir şahit
olduğunu paylaştık. Hayatımız bir şâhit, bizim
için özellikle ahirette şâhitlik ediyor. Aslında o
şehâdet dünyada da çeşitli şekillerde kendini
gösterir, ancak ahirette özellikle o şehâdete göre
bir hüküm oluşacaktır. İki ana şehâdet var. Birisi
Allah’a kulluk etmeyi tercih etmeyenlerin hayat
tarzlarının şehâdeti. Bir diğeri, Allah’a kulluk
yapmayı tercih edenlerin hayat tarzlarının Allah
için oluşturduğu şehâdet. O şehâdeti söyledik,
çünkü önce onu beyan etmek lazım. Sonra o
beyana uygun yaşamak lazım. Esas önemli olan
o beyana uygun yaşamaktır. Fakat bu, beyanın
önemli olmadığı anlamına gelmez. Beyan daha
önemlidir ama değerlendirme hayat tarzına gö-
redir. Unutulmaması gerekir ki hayat tarzından

104
YILMAZ DÜNDAR

önce o beyan şarttır. Beyan yapacaksınız, sonra


o beyana göre davranış biçimi belirleyeceksiniz.
Kur’ân bu ikisine birden Îman ve Sâlih Amel de-
miştir.
Bir özetle hatırlıyorken şehâdetimizi tek-
rar edelim inşâAllah: Eşhedü en lâ ilâhe illallâh
ve eşhedü enne Muhammeden Abduhû ve
Rasûluhû: Allahım; kesinlikle şehâdet ederim ki;
“Müstakilen VAR ve Muhtar” olan ancak SENsin;
Başka “Müstakilen VAR ve Muhtar” YOKTUR.
Başka “Müstakilen VAR ve Muhtar” iddiaları
yalandır, iftiradır, bâtıldır, “YOK” hükmündedir.
Allahım yine kesinlikle şehâdet ederim ki; Haz-
reti Muhammed (SAV) Efendimiz, SENin Kulun
ve Rasûlündür. Alâ Hâzihiş Şehâdeti Nahyâ ve
aleyhâ Nemûtü ve Aleyhâ Nüb’asü İNŞÂALLAH;
Allahım bu şehâdet üzerine bizi yaşat, bu
şehâdet üzerine bir hayat tarzı ver bize ve bu
şehâdet üzerine canımızı al, bizi tekrar diriltir-
ken de bu şehâdet üzere dirilt” duasıyla bitirmiş
ve kaldığımız bu noktaya gelmiştik.
Kul olmayı ve Allah’a kulluk yapmayı anlama-
ya çalışıyoruz, çünkü “İyyâKE na’budu VE iyyaKE
nesta’iyn”i anlamak zorundayız, söylerken ne
dediğimizi bilmek zorundayız ve bu beyanımıza
göre yaşamak zorundayız. Anlamaya çalışırken
onu kendi içinde basamaklandırdık: İslam’da
anlatılan iyi bir kul olmak mıdır, iyi bir insan ol-
mak mıdır? Bunun anlaşılması lazım. Allah’a kul
olabilmek için Allah’a kulluk etmeyi tercih eden
birisinin bu konuyu iyi kavraması lazım, mesele
iyi bir kul olmak mıdır, yoksa iyi bir insan olmak

105
mı? Acaba ikisi aynı şey midir? Çünkü aynı şey
zannedilmesi çeşitli sonuçlara sebep oluyor. Me-
sela, iyi bir insan cennete gider sanılıyor. Önce
bu ikisini basitçe tarif edelim: İyi bir kul ve iyi bir
insan ne demektir? Kulun iyisi kötüsü olur mu?
İnsan tüm duygu, düşünce, arzu, istek ve
davranışlarında Allah merkezli düşündüğü için,
onun Allah ile olan ilişkilerinin bir sonucu ola-
rak ona biz ya “iyi kul” veya “iyi olmayan kul” de-
riz, Allah’a kulluk görevini iyi yapan veya başara-
mayan diye ikiye ayırabiliriz. Ancak kişinin iyi bir
kul olup olmadığı değerlendirmesini insan yap-
maz, Allah yapar. Kul iyi midir değil midir, bunu
Allah değerlendirir. Çünkü hoşnut olacak yer
de, değerlendirecek makam da orasıdır. Bu yüz-
den, kulla ilgili değerlendirmenin makamı Allah
İndi’dir; İndallah’tır. İyi insan bu çerçevede nasıl
tanımlanır? İyi insan tarifi insanlar arası ilişkile-
re dayanır. İyi bir insan olmak, insanın öncelikle
yaşadığı insanlar arasındaki, sonra onu ilgilen-
diren insanlarla olan ilişkilerinin bir sonucudur.
Burada değerlendirmeyi insanlar yapar. İyi insan,
insanların değerlendirmesi sonucu ortaya çıkan
bir tanımdır. İyi bir kul ise insanın Allah ile olan
ilişkilerinin bir sonucudur. İyi kul Allah’ın razı
olmasına bağlıdır. Dolayısıyla bu tanımlara göre
iyi insan ve iyi kul, hiç birbiriyle ilgili değildir. Ta-
nımları farklı, amaçları farklı, değerlendirenleri
farklıdır. Kul noktasında değerlendirmeyi Allah
yaptığı için, kulunun hangi davranışlarından
razı olacağının kurallarını Allah koyar. İyi insanla
ilgili kuralları insanlar oluşturur, insanın davra-

106
YILMAZ DÜNDAR

nışlarından memnun olan, bu değerlendirmeyi


yapan insanlardır. Ne kadar farklı değil mi? İyi
insan ve iyi kul başka şeyler.
İki şeye dikkat etmemiz gerekir. Kur’ân ina-
nanlara, insanlarla ve diğer yaratılanlarla na-
sıl ilişki kuracağını, onlara nasıl davranacağını,
özellikle bunu belirtmek üzere gelmemiştir. Yani
Kur’ân, öncelikle bir toplumsal düzen kurmak
için gelmemiştir. Diyeceksiniz ki, ama Kur’ân’da
toplumsal düzenle ilgili kurallar var. Doğru. Bir
çok sûrede toplumsal kurallara rastlamak müm-
kün. Ama diyorum ki “öncelikle ve özellikle bu-
nun için” gelmemiştir. Eğer siz ‘bunun için’ geldi-
ğini iddia ederseniz yanılırsınız. Sizden azıcık, bir
tık farklı düşünen birisi hemen tezinizi çürütür.
Kur’ân’da toplumsal yaşantının her şeyine cevap
bulamazsınız. Düşünün, hayatınızda o kadar
çok şey var ki o kuralı doğrudan Kur’ân’dan al-
mıyorsunuz. Onları yaşanılan toplum oluştur-
muş. Eğer siz Kur’ân’da her şey var derseniz, öyle
olmadığına sizi çabucak ikna ederler ve kendi
düşüncenizle kendinizi zora sokmuş olursunuz.
İnsanlar ve diğer yaratıklar arasındaki ilişkiler
değişmeye, tecrübelerle onarılmaya mahkum-
dur. Oysa Kur’ân değişecek özellikte değildir.
Değişen bir şeyi Kur’ân’la eş tutarsak yanlış yap-
mış oluruz, ki bu ilk yanlış çıkarım olur. İslâm’ı
hal böyleymiş gibi anlatırsak o da ikinci yanlış
çıkarım olur.
İslâm’ı tebliğ ederken iyi insan olma öğütle-
riyle anlatırsak insanlar bundan hoşlanıyor. Ma-
alesef genellikle böyle yapılmaktadır. Neden?

107
Çünkü insanlar aferin kelimesini daha çok se-
viyor. Gözüyle gördüğü için, takdiri çabuk ola-
cağı için! Diğerinin karşılığı ahirette, çok uzakta.
Zaten ahiret var mı yok mu o da ayrı mesele.
Burada birisi ona aferin diyecek, teşekkür ede-
cek, takdir edecek. İnsan bunu seviyor, sevdiği
için de iyi insan anlatımını seviyor. O anlatımın
sevilmesinin bir diğer sebebi de, dikkat edin,
kendinin değil de çevresindekilerin iyi insan ol-
masını istemesidir. Neden? Rahat yaşamak için.
Bu yüzden, iyi insan değil diye hep başkalarını
kınar, “İyi insan değilim” cümlesini az söyler. Hep
birileri iyi insan değildir. İster ki onlar iyi insan ol-
sun, kendisi dilediği gibi olsun. İyi insan kuralla-
rını rahat etmek, rahat davranmak için ister, ona
kimse karışmasın diye sever. Kişinin cümlelerin-
den, yaptığı yorumlardan bunu anlarsınız. İyi
insan anlatanların çok azı “Öyle olmam lazım”
der. Büyük çoğunluğu “Şöyle olmanız lazım”
diye başkalarına yol gösterir, kendine değil. Ken-
dince iyi insan olmayan amcasının, dayısının,
kardeşinin bu kurallara uymadığını düşünür,
hep başkasının iyi insan olmasını ister. Ama iyi
kul olmak, böyle değildir. Kulluk doğrudan sizi
hedef alır. Bu kadar farklıdır. O yüzden hiç bir
âyette, hiç bir hadiste iyi insan olmak öğütlen-
mez, İslam’da böyle bir öğüt yoktur. Hep iyi kul
olmak, Allah’ın razı olduğu kul olmak öğütlenir.
“İyyâKE na’budu” bu yüzden çok önemlidir.
“(De ki; bu kitab), Allah’tan başkası (müs-
takilen var sanıp ona) kulluk etmeyesiniz diye
indirildi. Şüphesiz ki ben, O’nun tarafından size

108
YILMAZ DÜNDAR

(gönderilmiş) bir uyarıcı ve bir müjdeleyiciyim.”


(Hûd-2)
Kur’ân’ın indirilme sebebini öğreniyoruz;
Allah’a kulluk edesiniz diye! Âyet, insanın özel-
likle kulluk konusunda tercih yaptığının delil-
lerindendir. Bu konudaki diğer âyetleri konu
ilerledikçe göreceğiz. Bir tercih yapacaksınız, bu
tercihi doğru yapasınız ve tercihiniz yüzünden
kazanasınız diye, Kur’ân size Allah’a kulluk et-
meniz için indirildi. Ayatten Allah’tan başkasına
kulluk etmeyesiniz diye bir mânâ çıkar ki çok
hassas olmak gerekir. Önceki bölümlerde bunu
geniş konuştuk. Ama iş algı işi olduğu için, doğru
tekrarların doğru algıya hizmet edeceğine ina-
narak tekrarlayalım.
“Allah’tan başkasına kulluk etmeyesiniz” de-
nince sanki başka bir merci varmış gibi anlaşılsa
da Allah’tan başka merci yoktur. Özellikle âyet
ve hadis meâllerinde İhlas Sûresi’ne ve Kelime-i
Tevhid’e uymayan açıklama, yorum olmaz. Daha
işin kaynağında Allah’tan başka merci varmış
mânâsına gelen cümleler oluşturursanız sonra-
sını toplamak mümkün olmayabilir. Çünkü iş
algı işi ve insanın esfele sâfiliyn yapısı yanlış al-
gıya müsait, hazır. Onu hemen alır ve silmek de
çok zorlaşır. “Allah’tan başkasına kulluk etmeye-
siniz” şeklindeki meâl konuşma dilidir, sokak di-
lidir, dünya hayatı dilidir. Dünya hayatının diliyle
Kur’ân meâllendirilmez, özellikle de uluhiyet ke-
limeleri, tevhid cümleleri. Normal hayatta bir in-
sana, “Senden başkasına bakmam” diyebilirsiniz.
Çünkü başka insanlar da var. Ama Allah hakkın-

109
da “Allah’tan başka bir şey varmış gibi” cümle
kurulmaz. Bu yüzden âyete şöyle meâl verdik:
Allah’tan başkası müstakilen var sanıp ona kul-
luk etmeyesiniz diye bu kitap indirildi.
Kulluk dediğimiz zaman akla hemen hayat
tarzı gelmelidir. Kulluk bir hayat tarzıdır. Siz baş-
ka kulluk seçerseniz, başka hayat tarzı seçerse-
niz, hayat tarzınızı seçerken Allah’tan başka bir
merci var sanarsanız yanılırsınız. Başka merci
YOK, dönüşünüz Allah’adır. Hud-2’den dersimizi
aldık: Siz başka merci olmadığını öğrenip Allah’a
kulluk edesiniz diye bu kitap indirildi. Demek ki
iyi insan olalım diye değil. Allah’a kulluk edelim,
Allah’ın rızasını kazanmaya yönelik davranarak
iyi kul pozisyonunda olalım diye Kur’ân indi-
rildi. Âyet bizi bunun için uyarıyor. Peki, bunu
nasıl yakalayacağız? Kur’ân’ı ders yaparak. Eğer
Kur’ân’ı ders yaparsak bunun böyle olduğunu
görürüz. Kur’ân’ı ders yapmak çok önemlidir.
Kur’ân’ı öncelikle bir hikaye, bir rahatlama ara-
cı gibi düşünüp, öyle yaparak Kur’ân’la ilişkimizi
yerine getirdik zannedersek onu ders yapama-
yız, ondan sonuç çıkaramayız. Kur’ân’dan bu
sonuçları çıkarmak için farklı tahsiller gerekmi-
yor. Başlarken yaptığımız şehâdeti samimiyet-
le yapan herkes, Kur’ân’ı okuyunca adım adım
anlamaya başlar. Şaşarsınız. Siz bu şehâdeti yap-
tıktan sonra sade bir ev hanımı olarak âyetleri
okur, anlarsınız. Ama bu şehâdeti yapmayan bir
ilahiyat profesörünü dinleseniz, “Hiç anlama-
mış” dersiniz. Önemli olan bu şehâdeti yapmak-

110
YILMAZ DÜNDAR

tır. Çünkü Rum Sûresi 30. âyet, Bu şehâdeti yap


da gel, İslam dînine bu şehâdetle yaklaş” diyor.
Kur’ân’ı iyi ders yapan görür ki Kur’ân insan-
ları ikiye ayırır; Âmentü Billâhi diyenler ve inkâr
edenler. İnsanlar Kur’ân’da özelliklerine göre
bu iki ana grup altında toplanır. Bu grupların
kendi içlerinde alt gruplar var, ama esas iki ana
grup bunlardır; Âmentü Billâhi ve Rasûlihi de-
miş olanlar, bu bilgiyi inkâr etmiş olanlar. Bura-
dan anlıyoruz ki Kur’ân insanları değerlendirir-
ken Allah’a yöneliş davranışlarına göre ayırıyor.
Allah’a nasıl yöneliyorsa insan ona göre değer-
lendirilir. Başka bir deyişle, Allah’a verdikleri
sözü tutanlar, tutmayanlar, hatta unutanlar diye
ayırır: Âmentü Billâhi îmanına göre hayat tarzı
oluşturmuş olanlar, dûniHi algı ve zann’larına
göre hayat tarzı oluşturmuş olanlar, bu tasnif
çok önemlidir, tahmin edemeyeceğiniz kadar,
benim de size anlatamayacağım kadar önemli-
dir. İkiye ayırdı: Âmentü Billâhi îmanına göre ha-
yat tarzı oluşturanlar, DûniHi algı ve zann’larına
göre yaşayanlar. Hayat tarzı tanımı içinde herşey
vardır, herşey! Yirmi dört saat içinde neler yapı-
yorsanız, hayat boyunca, hepsi onun içindedir.
Yalnızca tarif edilmiş bir kaç ibadeti sâlih amel
adı altında sıralayıp, “Bunları yaptım, tamam”
zanneden çok yanılır, çok kaybeder. Hayat tar-
zı, zihinden geçenlerden arzu ve isteklerden kı-
pırdamana, yatıp kalkmana kadar her şeyi içine
alır. Kulluk yapmanın bir hayat tarzı olduğu an-
laşılmazsa insan iki hayat tarzını dengelemeye
çalışır. Maalesef günümüzde çok görüyoruz, kişi;

111
“Onu da yapıyorum, bunu da” diyerek iki hayat
tarzını dengelemeye çalışıyor. Kesinlikle olmaz!
Dengeleyenler bilsinler ki, bütün yaptıkları esfe-
le sâfiliyn defterine yazılır. Rabbimiz buyuruyor:
“Bana verdiğiniz de oraya gider, oradan bana bir
şey gelmez, oradan almam, oraya yaptıklarınız-
dan almam.” Kural budur; Allah rızası saftır, bö-
lüşülmez, paylaşılmaz, paylaştıramazsınız. Hayat
tarzı da öyledir. Bu yüzden, çok titizlenmek, çok
korkmak lazım. “Hem öyle yaparım, hem böyle”
derseniz bütün yaptıklarınız yanlış yere yazılır.
Zümer Sûresi 35. âyette meâlen diyor ki;
“Ben, o zor günde, dosyanız delillerle bana gel-
diğinde hüküm vereceğim zaman sizin kötülük-
lerinizi sileceğim. Dosyanıza bakıp, en güzel ne
yapmışsanız size onunla muamele edeceğim,
bir de fazlasını vereceğim.” Bu müjde yalnız-
ca Âmentü Billâhi ve Rasûlihi diyenler içindir.
Biz bu konuda da yanılıyoruz, âyet ve hadisleri
herkese uyguluyoruz. Olmaz. Kur’ân ve Sünnet
yalnızca Âmentü Billâhi ve Rasûlihi diyenleri
muhatap alır, onlarla konuşur, onlara öğüt ve-
rir, onları müjdeler. Özellikle Âmentü Billâhi ve
Rasûlihi, anlattığımız şekilde tam olmak kay-
dıyla bu muamele çalışır. Dedik ki: Kulluk yap-
mak hayat tarzıdır ve Kur’ân insanları hayat
tarzıyla ilgili iki ana gruba ayırmıştır; Âmentü
Billâhi ve Rasûlihi diyerek hayat tarzı oluşturan-
lar ve diğerleri. Âmentü Billâhi ve Rasûlihi de-
mek, “Âmentü Billâhi îmanına göre” demektir.
Âmentü Billâhi’yi bize öğreten Efendimiz (SAV)
dir, O’ndan ayrı Âmentü Billâhi olmaz, Muham-

112
YILMAZ DÜNDAR

meden Rasûlullah’tan ayrı Kelime-i Tevhid ol-


maz. Bu yüzden, söyleseniz de söylemesiniz de
Muhammeden Rasûlullah Kelime-i Tevhid’in
içindedir. Böyle bilin, O’nsuz olmaz.
Hayat tarzlarına göre iki ana grup var. Başka
noktalara ulaştıkça mânâyı çoğaltacağız ama
geldiğimiz noktada “İyyâKE na’budu” derken şu
mânâda söylüyoruz: Allahım, biz Âmentü Billâhi
ve Rasûlihi dedik ve ona göre hayat tarzı oluş-
turduk. Şimdi “BİZ”i zâhiri olarak biraz daha an-
larız. Hayat tarzı dünya yaşantısında bir toplum
hayatıdır, bu yüzden de “BİZ” denir. Kişinin ailesi
var, bir çevresi var, “Biz böyle bir hayat tarzı oluş-
turduk” diyor. Hayat tarzı böyle değilse o zaman
çok büyük bir çelişki var demektir. Fâtiha’da
bunu söylüyorsunuz, böyle değilse olmaz. Gün-
lük yaşantıda birisi size olmayan bir şeyi söyle-
yince ona nasıl davranıyorsunuz? Elhamdülillah,
Rabbimiz bize öyle davranmıyor, bağışlıyor. Bir-
birimize davrandığımız gibi davransa mahvolu-
ruz.
“İyyâKE na’budu” derken bunu söylüyoruz:
Ya Rabbi, biz Âmentü Billâhi ve Rasûlihi dedik
ve buna göre bir hayat tarzı oluşturduk. Mesele
aslında her şeyiyle bir hayat tarzıdır. Dünya ha-
yatı kesret âleminde olduğu için hayat tarzını
ilgilendiren âyetler kesret diliyledir. Oradan bir
amel, bir davranış çıkaralım diye, dünya hayatı
kesret âleminde olduğundan bize sâlih ameli
tarif eden âyetler kesret diliyledir. Ancak yöne-
lişimizi anlatan âyetler tevhid diliyledir, uluhiyet
diliyledir. Bilinmeyince, bunlar birbirilerine zıt

113
cümlelermiş gibi zannedilebilir. Hiç öyle değiller,
tamamen aynı şeyi anlatan, aynı mânâda cüm-
lelerdir. Öyleyse geldiğimiz noktada diyoruz ki,
Kur’ân’ın en önemli iniş sebeplerinden birisi, di-
leyene Allah’a nasıl kulluk yapacağını öğretmek-
tir.
Kur’ân’ın iniş sebeplerinden birisi budur, sı-
ralarsak belki de baştaki budur; Allah’ın razı
olduğu hayat tarzını öğretmek. Ama dileye-
ne, dileyen insana. “Dileyen” kesret dilinde çok
önemlidir. Onun tarifine bir iki cümle ile açıklık
getirelim. Âyetlerdeki “Dileyen” kelimesini anla-
yan dünya ve âhirette kurtulur. “İyyâKE na’budu
VE iyyâKE nesta’iyn” kapsamındaki bu paylaşım-
ları “dileyen”i anlayabilmemize yardımcı olacak
konularla tamamlayacağız. İster kaderi anlama-
yarak, ister tasavvuf adı altında, ister başka bir
felsefe adı altında, “dileyen” kelimesini göreme-
yen sapar, “dileyen”i anlayan kurtulur. Onu gö-
remeyen sapar, o kelimenin cazibesine kapılan
da sapar.
Yaptığımız şehâdetle birlikte Kur’ân’ı ders
yaparsak bu sonuçları çıkarabiliriz. Kur’ân’ı ders
yapmak, Allah’a kulluk yapmanın önemli bir ba-
samağıdır. Allah’a kulluk yapanın işlerinden birisi
odur, aslında işi odur. Zaten, daha önce İslam’la
ilgili eline kağıt kalem almamış kişi İslâm’ı biraz
anlamaya, tanımaya başlayınca eline kağıt alır,
kalem alır, defter alır, kitap alır, bu kendiliğin-
den olur, kendisini bunların içinde bulur. Ama
şeytan boş durmaz, “Sen misin kendini bunların
içinde bulan” der ve uğraşmaya başlar. Ona pa-

114
YILMAZ DÜNDAR

bucunu ters giydirip göndermek, bu çalışmalara


devam etmek lazım.
“Onun içinde olanı ders edip incelemediler
mi?” (A’râf-169)
Âyetin konumuzla ilgili kısmı böyle. Tevrat’la
yükümlü tutulduğu halde oradaki kurallara uy-
gun davranmamış Hz. Mûsa kavmi bu âyetle
uyarılıyor. Bir şey söyleyeyim: Kur’ân’ı ders yap-
tığınız zaman göreceksiniz, Muhammedî olanlar
bu şekilde bile uyarılmaz, onlar hiç incitilmezler,
hiç bir konuda. Kur’ân’da hiç bir âyette onlara
hücum yoktur. Rahıym ismi hemen çalışır, yal-
nız âhirette değil. Kur’ân okurken de Allah’ın
Rahıym ismini görürsünüz, îmanlıya başkaları
üzerinden cümlelerle anlatım yapılır. Bu âyette
de böyledir, Hz. Mûsa kavmi uyarılıyor. Tevrat’ın
içindekileri neden incelemediler, onu neden
ders yapmadılar diye uyarılışlarını biz okuyoruz.
“Tevrat’la yükümlü tutulup da onunla amel
etmeyenlerin durumu, ciltlerce kitap taşıyan
merkebin durumu gibidir.” (Cum’a-5)
Yine Hz. Mûsa kavmi için bir uyarı. Onu hem
ders yapmıyor hem de kitabımız var diyorsu-
nuz, sizin durumunuz, sırtına kitaplar yüklen-
miş onu taşıyan merkep gibidir. Siz o kitaptan
yararlanmıyorsanız, o kitabın haliyle hallenmi-
yorsanız, durumunuz budur. Bu âyetlerden an-
layalım ki, böyle bir soru ahirette müslümanla-
ra da sorulabilir. “Bize değil, biz uyarılmıyoruz”
dersek yanılırız. Soru sana da soruluyor, senin
için de geçerli. Ancak, Muhammedî îmanın ne-

115
deniyle incitilmiyorsun. Anla, fark et. Hassaten
Muhammedî olanların büyük bir özelliği vardır;
Âmentü Billâhi demeleri. Bu özelliklerimizi Mi-
rac Gecesi bize hediye edilen “Âmener Rasûlü”
âyetlerinden öğreniyoruz.
Muhammedî olarak bir özelliğimiz de Allah’ın
Rasûl ve Nebîlerini ayırmayan bir bakışımızın
olmasıdır: Âyet, “Onlar Allah’ın Rasûllerini ayır-
mazlar” diyor. “Ayırmazlar” ifadesinin yanlış an-
laşılmaması lazım. Ayırmamak bütün Rasûl ve
Nebîleri aynı seviyede tutmak değildir. Ayırma-
mak onların tebliğlerini, yani önerilen îmanı ka-
bul ve tasdik etmektir. Onlar hepsinin Allah’tan
geldiğini, Allah’ın Rasûlü ve Nebîsi olduğunu ka-
bul ederler, hürmetlerini ona göre yaparlar. Ayır-
mamak seviye bakımından değildir. Âyetlerden
öğreniyoruz ki, Rasûller çeşitli özelliklerle farklı
kılınmıştır. Özellikle Efendimiz (SAV) in merte-
besi, seviyesi farklıdır. Âmener Rasûlü âyetinin
“Ayırmazlar” demesi, hepsinin “Allah’ın Rasûlü”
oluşunu ayırt etmeksizin kabul ederler demek-
tir. Neden? Çünkü hemen peşimizde olan hris-
tiyan âlemi yalnızca kendilerine gelen rasûlü
kabul etmişler. Oysa Kur’ân’dan öğreniyoruz ki,
o rasûl; “Ben, benden öncekini tasdik etmek,
benden sonrakini müjdelemek için geliyorum”
dediği halde ayırmışlar, kabul etmemişler. Ya-
hudi âlemi de bu hatayı yapmış. Hristiyan âlemi
yalnız bu hatayla kalmamış, onu müstakilen var
ve muhtar da ilan etmiş, ona ilahlık da vermiş-
tir. Müslümanlar işte bu yanlışları yapmazlar.
Bu yanlışı yapmıyorsak onlara yapılan uyarılar,

116
YILMAZ DÜNDAR

anlatılan kıssalar bizim için de önemlidir. Örne-


ğin, Hz. Muhammed (SAV) Efendimiz’e anlatılan
bir kıssayı onlar önemsemez. Ama biz Kur’ân’da
anlatılan ne kadar kıssa varsa hepsini önemsiyo-
ruz; Hz. İbrahim, Hz. İsmail, Hz. Âdem, Hz. Mûsa,
Hz. İsa için, hepsi için bu böyle. Hepsi bizim için
ders. Ayırmayız çünkü.
Ders yapmadınız mı? Bu soru ders yapmazsak
bize de sorulur, bunu önemsemeliyiz. Peki, nasıl
ders yapacağız? Ders yapmak zor bir şey değil
ama dersin en önemli kuralını bilmek gerekiyor.
Bir kişi normal okul sisteminde bir dersten başa-
rılı olmaya çalışıyorsa ilk yapacağınız öğüt nedir,
hatırlayın lütfen? Dersini sev, öğretmenini sev.
Eğer çocuk öğretmenini ve dersini sevmiyorsa
başarılı olamaz. Gerçi çocuğunuzda suç olmaz,
sebebi ya derstir veya öğretmen. “Çocuk öğret-
menini sevmiyor veya dersi sevmiyor” dersiniz,
kim sorsa bu cevabı verirsiniz. Allah bizi bağış-
lasın. Evet, başarılı olması için ona ilk öğüdünüz
budur; dersini sev, öğretmenini sev. Kur’ân’ı ders
yapmanın ilk öğüdü de budur: Dersini/Kur’ân’ı
sev ve öğretmenini/Rabbini sev. Bizim öğret-
menimiz Rabbimiz. Allâhümme ente Rabbiy.
İlk kural bu: Öğretmenini/Rabbini sev. Dersini/
Kur’ân’ı sev. Eğer dûniHİ düşünmezseniz yaşar-
ken görüyorsunuz ki, öğretmeniniz sizi okşaya-
rak öğretiyor ve okurken öğreniyorsunuz. Dün-
yada Kur’ân’ı ders yapmak kadar kolay bir ders
yoktur.
“Biz onu, Kur’ân olarak, insanlara (acele et-
meden, hazmetmelerine imkân tanıyarak) dura

117
dura okuyasın diye (âyet, âyet; sure, sure) ayırdık
ve onu peyderpey indirdik.” (İsrâ-106)
Kur’ân’ın kısım kısım inme sebeplerinden
birisi budur; acele etmeden öğrensinler diye.
Âyetteki bu “acele” kelimesinin özelliğini detaylı
göreceğiz. Acele etmeden öğrenmek, sindirerek
bilgileri hazmederek öğrenmektir. Sindirmek,
hazmetmek nedir? O bilgiyle hallenmektir, o bil-
giyle hayat dengesini bozmamaktır. Hayat den-
genizin bozulmamasını sağlayan en önemli şey
başlangıçta İnşirah Sûresi’dir. “Elem neşrah leke
sadrak” âyetleriyle Rabbim bu konuda bize ge-
nişlik verir, sindirim kolaylaşır.
İsrâ-106’dan öğreniyoruz ki amaç anlamaktır.
Anlamamız için, Rabbimiz bize O’nu kısım kısım
gönderdi. Anlamamız için, O’nun hayat bulması
için. O dönemde hayat içerisinde çeşitli sebepler
oluştu ve peşine âyetler geldi, daha kolay anla-
şılsın ve uygulansın diye. Böylece onlar yaşarken
ders yaptılar. Kur’ân’ın dersini bir oyun gibi dü-
şünürsek, onlar o dersi hayatlarıyla oynadılar,
yaşarken ders yaptılar. Bir sahabe bir rol oynadı,
onun üzerine bir âyet geldi. Hz. Ömer radıyalla-
hu anh bir cümle söyledi, onun üzerine bir âyet
geldi. Hz. Ebubekir efendimiz radıyallahu anh
sıddık bir davranışta bulundu, bir âyet geldi. Ve
onlar hayatlarıyla Kur’ân dersini oynadılar.
“(Rasûlüm), Onu (vahyi) acele (çarçabuk) al-
mak için dilini kımıldatma.” (Kıyâmet-16)
Bu âyet konumuz için de Kur’ân dersi için
de önemli, o nedenle biraz inceleyeceğiz. Bir de

118
YILMAZ DÜNDAR

âyet biraz yanlış tefsir ediliyor. Müslümanlar için


“yanlış” kelimesini kullanmak beni çok rahat-
sız ediyor, bağışlayın. Ama Efendimiz (SAV) söz
konusu olunca söylemeye mecbur kalıyoruz.
mânâ o kadar kolay ve basit ki, göreceğiz. Efen-
dimiz (SAV)’e vahiy geldiğinde, Efendimiz (SAV)
“Kaçırırım, unuturum” diye çabuk çabuk tekrar
ediyor. Âyetin devamında, “Onu sana veren bi-
ziz, senin zihnine yerleştirecek olan da, orada
koruyacak olan da biziz” diye güvenceler var.
Konumuzla ilgili olduğu için biz bu kısma bakı-
yoruz. Vaktiniz olursa âyetlerin üstlerine, altla-
rına bakabilirseniz, bakışınız genişler inşâAllah.
Efendimiz (SAV) o esnada acele ediyor. As-
lında o acele farklı. Biz oradaki “acele”yi iyi an-
lamak için Türkçedeki “çabuk” kelimesini kulla-
nacağız; Efendimiz (SAV) çabuk yapıyor. Çabuk
doğrunun hızlısıdır, çabuk yapmak doğruyu
hızlı yapmaktır. Siz çabuk yapanı seversiniz, ace-
le yapanı değil. Hatta, “Acele işe şeytan karışır”
dersiniz. Yani bir yanlışlık olursa onu şeytana
yüklersiniz. Çünkü bizde suç olmaz, biz yanlış
yapmayız diye düşünürüz. Rabbim yanlışlarımı-
zı düzeltir inşâAllah, hayrlısıyla. Acele yapmak
rastgele yapmaktır. Çabuk yapmak önce doğ-
ruyu öğrenip sonra o doğruyu hızlandırmaktır.
Çok makbuldür. Dikkat edin, günümüz sınav-
larında yalnızca doğru cevap yetmez, doğruyu
yapış süresi de önemlidir. Bunu başarana acele
yaptı demezler, çabuk yaptı derler.
Efendimiz (SAV) de çabuk söylüyor. Fakat
âyette neden böyle bir uyarı var? Oralar izah

119
edilirken maalesef yanlışlar yapılmıştır. O uyarı
Efendimiz (SAV) in beşeri bir davranışına bağ-
lanmıştır, güya Efendimiz (SAV) o beşeri davra-
nışı nedeniyle uyarılmıştır. Rabbim “Öyle değil”
diyor ve aslını bildiriyor. Ama ondan önce gün-
lük hayatta kullandığımız “acele”yi fark edelim,
o nedir? Âyetteki acele, gün içinde kullandığımız
acele mânâsında değildir. Onu şuradan anlama-
ya çalışalım. Biz acelenin bir türemişi olan “âcil”i
kullanırız, hastanelerin acili vardır. Âcil’e acele
demeyiz. Orada doktor acele etse faydalı olmaz,
çabuk olursa faydalı olur, gevşek davranmaz
da çabuk olursa işe yarar. Ama günlük hayatta
“acele” ve “çabuk” kelimelerini birbirinin yerine
kullanırız. Şimdi farkını anlamaya çalışıyoruz.
Doğru mânâyı anlayalım, sonra onları birbirinin
yerine kullansak da olur, fark etmez. Ama önce
doğrusunu bir anlayalım.
“Hâyır, bilakis siz aceleyi seversiniz.”
(Kıyâmet-20)
Bu âyet kesret diliyle insana sesleniyor; bi-
lakis siz aceleyi seversiniz. Buradaki acele “he-
men” mânâsınadır, siz bir şeyi hemen yapmayı
seversiniz, sabırsızsınız. Aceleyi seversiniz, öy-
leyse işlerinizi acele yapın denmilmiyor, bize
acele önerilmiyor. Siz aceleyi sevdiğiniz için he-
men olmasını istemeniz nedeniyle gerekli ge-
reksiz, bilinçli bilinçsiz davranır acele edersiniz.
Siz peşin şeyi yani dünyayı seversiniz. Acelenin
bir mânâsı dünyadır. Âhiretle kıyaslandığında,
dünya âhirete göre peşindir, aceledir. Aceleyi
sevmekle ilgili paylaştığımız diğer mânâlar da

120
YILMAZ DÜNDAR

doğrudur, ama bir mânâsı da dünyayı sevmek-


tir. Siz dünyayı/aceleyi öyle seversiniz ki, o size
âhireti unutturur, hemen şimdi dersiniz. Ahirete
ait bir şey vaat edilse o size çok uzak gelir, siz he-
men olacak şeyleri istersiniz, “Rabbim şimdi ver”
dersiniz, hemen istersiniz. “Aceleyi seversiniz”in
devamı olarak Kıyâmet-21; “Âhireti bırakırsınız”
buyurur. Âhireti bırakırsınız! Acele’nin mânâsı
iyice anlaşıldı değil mi? Acele’yi seven için âyet
diyor ki; siz acele’yi seversiniz, ahireti bırakırsı-
nız. Ahireti kim bırakır? Dünyayı seven. Dünyayı
sevmek de iyi anlaşılmalıdır, çok da paylaştık.
Dünyayı sevmeyecek miyiz? O ayrı iş. Allah ne
yaratmışsa ve ne vermişse sevilir. Allah’ın verdi-
ğini, yarattığını sevmek başka bir şey, ona bağ-
lanmak, onunla Allah’ı unutmak mânâsına ge-
len sevmek başka şey. Bu yanlış. Âyet bu konuda
uyarıyor; onunla ahireti bırakırsınız, böyle sev-
mek yanlış. Dünyayı sev, çünkü seni ahirete ha-
zırlıyor. Dünyadaki hayat tarzın olmasa cenne-
tin olmaz ki. Elbette seveceksin. O senin imtihan
salonun. İmtihana girdiğin salonu seveceksin ki,
güzel imtihan çıkarasın. Ama salonun cazibesi
sana sınavı, âhireti unutturursa tehlike budur.
Hele bir de orayı müstakil zannedersen, âhireti
de yok zannedersen, Allah muhafaza eylesin.
Aceleyi seven yapısı yüzünden insan tedbiri, ile-
riye yönelik düşünmeyi, öngörülü olmayı, yani
vizyon sahibi olmayı, güzel bir şey için bekleme-
yi bırakır, istemez, düşünmeyi erteler.
Aceleyi seven bu yapıyı bir de tevhid diliyle
görelim: “İnsan aceleci yaratılmıştır.” (Enbiyâ-37)

121
Kesret ve tevhid dilleri için ne kadar güzel ör-
nek, elhamdülillah. Dedik ki, “dileyen”i anlayan
kazanır. Onu görmeyen kaybeder, cazibesine
kapılan da kaybeder. “İnsan aceleci yaratılmış-
tır” âyetinden bir amel çıkar mı? Ancak şöyle bir
söz çıkar: “Aceleci yaratılmışız, ben ne yapayım?”
dersin. Şunun gibi: Çocuğunuza yüz lira verdiniz,
bir şeyler alsın gelsin istediniz. Getirdiği size az
göründü, “Niye fazla almadın yavrum?” dediniz.
O da “Yüz liraya bu kadar alınıyor” dedi. Onun
gibi olur. Bu yüzden normal hayattaki yaşantı
ve konuşmalarla Allah değerlendirilmez, onlarla
Allah’a yönelinmez.
Enbiya-37 tevhid dilidir. Kıyâmet-20 ve 21
ise kesret diliyledir; Hâyır, bilakis siz aceleyi se-
ver, ahireti bırakırsınız.” Bu âyetten amel çıkıyor.
Diyorsunuz ki, dünyaya yanlış bağlanmamamız,
ahireti unutmadan dünyayı değerlendirmemiz
gerekiyor. Esas hayat ahirettedir dersini çıkarı-
yorsunuz. Ama Enbiya-37; “İnsan aceleci yaratıl-
mıştır” dediğinde bir amel çıkmıyor. İşte tevhid
dili. Kur’ân’da bu dillerin ikisi de var, bazen yan
yanalar, İnsan-29, 30 veya Nisa-78, 79 gibi. Me-
sele ikisini tek mânâ yapmaktır. “Dileyen”i anla-
yan kazanır derken de en önemli kural budur:
Hem sen tercih sahibisin, hem senin her şeyinin
hükmünü Allah vermiştir, ikisini beraber anlaya-
caksın, ikisini beraber uygulayacaksın. İkisini tek
cümle yapacaksın, ayrı ayrı cümleler değil. Tek
cümle yaparsanız tezat olmaz. Kur’ân’da bizim
anlayabilmemiz için kesret ve tevhid cümlesi
ayrı ayrı var. Bu nüansı anlayamayanlar orala-

122
YILMAZ DÜNDAR

rı tezat zannediyor. Örneğin, Enbiya-37 insan


aceleci yaratılmıştır der. Kişi Kıyâmet-20’yi okur,
siz aceleyi seversiniz diyor. “Öyle yaratırsan tabi
severler” deyip işin içinden çıkar. Değil, hiç öyle
değil. Bu bakış, bu yorum bilmeyenin işi. Bu iki
cümleyi ayrı gören, onun aslında tek mânâ oldu-
ğunu bilmeyen tezat zannediyor. Tekrar edeyim,
Enbiya-37 ve Kıyâmet-20’yi, yani Allah’ın ‘insan
aceleci yaratılmıştır’ hükmü ile, insanın tercihini
anlatan ‘bilakis siz aceleyi seversiniz’ cümlelerini
tek cümle yapamazsınız, o tek cümleyi dünya-
nın hiç bir dilinde bulamazsınız, o cennet dilidir.
Bu ikisini tek mânâ yapabiliriz ki çok önemlidir.
Tek mânâ yapmayı öğrenmek cennet dilini öğ-
renmeye başlamaktır. Bazı yerlerde “İngilizce bil-
meyen giremez” yazar ya, cennete de girme şart-
larından birisi cennet dilini bilmektir ve cennet
dili böyle Kur’ân’dan öğrenilir, kursa gidilmez,
öyle bir dil kursu yoktur. Uluhiyet dilini ve kesret
dilini anlayabilmek onları tek mânâ yapabilmek-
ten geçer. Bunları tek mânâ yapabildiğinde kişi
nefs yolunda çok hızlı ilerler ve çok şey kazanır.
Çünkü dili öğrendi. Dilimizin konuşulmadığı bir
pazara girsek, biz bir kilo patates alıncaya kadar
dili bilen filesini doldurur çıkar. Sırf dili bildiği
için. Biz bu dünya pazarında âhiret alış verişi
yapıyoruz, dili bilmezsek alış veriş yapamayız,
yanlış malları toplarız. Derler ki; bunlar zehirli,
bunlar ahirette olmaz. Ama dili bilirseniz, sepeti
ahiret rızkıyla kısa sürede doldurursunuz.
İncelemekte olduğumuz “acele”ye gelelim.
Âyet, Efendimiz (SAV)’e “Dilini acele ettirme”

123
demişti. Âyeti yorumlayanlar, Efendimiz (SAV)’i
anlatıldığı gibi davrandığı için uyarıldı sanıyor-
lar. Değil, haşa, hiç değil. Biz Efendimiz (SAV)’i
örnek alırız, değil mi? Kur’ân bize “Sizin hayat
tarzınız için modeliniz Rasûlullah’tır, en güzel
örnek (üsve-i hasene) O’dur” buyuruyor. Kur’ân
bize böyle söylüyor, biz O’nu örnek alırız. Do-
layısıyla, O’nun her davranışı, her sözü, her du-
yup da tasdik ettiği, her duyup da reddettiği, ne
varsa hepsi O’nun Sünneti kapsamına girmiştir.
Eğer Efendimiz (SAV) in bu çabuk yapmasını biz
Kıyâmet-20, 21 ve Enbiyâ-37’de belirtilenler çer-
çevesindeki yapımızla görüp “Demek böyle ya-
pılıyor” dersek, acele etmek yapımıza çok uygun
olduğu için Kur’ân’da acele ederiz. Sünnet diye!
Efendimiz (SAV) işin aslını bilen olduğu için,
doğruyu çabuk/hızlı yapan olduğu için, orada
bütün öncelik de vahiyle ilgili olduğu için doğ-
ruyu yapıyor. Fakat biz öyle değiliz, bu yüzden
uyarılıyoruz: “Îmanlılar senin bu hâlini görünce
seni anlayamazlar, senin şu an ne yaptığını an-
layamazlar. Çabuk yapma ki aceleyi almasınlar.
Onların yapıları aceleye uygun, aceleyi severler,
senin diğer davranışlarından önce, yapılarına
uygun olan bu aceleyi alırlar, “Acele sünnettir”
derler.” Fark ettiniz mi? Efendimiz bir hata yapı-
yor da uyarılıyor değil, biz O’nu izlerken hataya
düşeriz diye, biz onu sünnet zannederiz ve sün-
net diye olmadık yerlerde “acele” uygularız diye,
böylece dünyayı daha çok severiz diye uyarılıyo-
ruz. Bu hataya yahudiler düşmüştür, onlar kadar
dünyayı seven olmaz. Bu sebepten.

124
YILMAZ DÜNDAR

“Ve Kur’ân’ı tertil üzere oku.” (Müzzemmil-4)


“Tertil” kelimesi de Kur’ân’ı ders yapmakla
ilgilidir. Geniş bir mânâsı olduğu için orijinali-
nin kullanılması yerinde olur ama “tertil” şunu
demek istiyor: Tane tane oku. Kur’ân okuduğun
zaman harflerini, kelimelerini tane tane oku, ne
dediğini işit, anla, anlamaya çalış. Ve o anladı-
ğına bürün, vücudunun kimyasını o anladığın-
la oluştur, vücudun o anladığına bürünsün. Bu
önerileni alışkanlık haline getirirsek âyetler sad-
rımızdan görülmeye, takvâ elbisesi oluşmaya
başlar. Biz Müzzemmil-4’ü okuduk ama siz 2. ve
3. âyetlere de bakarsanız, üçü birbiriyle ilişkilidir.
Orada tertil üzere okumayı özellikle gecenin son
üçte birinde yapmayı önerir ki Kur’ân’ı ders yap-
mamızla ilgili çok farklı bir ipucudur.
Gecenin son üçte biri, insanın bir işi, bir ko-
nuyu anlayabileceği ve anlamasına olumsuz te-
sirler yapacak dünyadaki çeşitli ışın yayınlarının
olmadığı en önemli andır. Akşam ezanı ile imsak
arasındaki vakti bulup üçe bölerseniz, son kıs-
mı gecenin son üçte biridir. Gecenin son üçte
birinin olduğu zaman aralığı, güneşin insana
zararının en az olduğu dönemdir. İnsana zarar
vermek onu Allah’tan perdelemek demektir.
Kişi eğer bu işle meşgulse, zihnini, kendisini,
kalbini bu iş için ayarlamışsa, onu bozacak şey
uzaklaşınca Allah’ın rahmeti ona serbest kalır.
Bu yüzden, gecenin son üçte birinde Allah’ın
rahmeti, merhameti ve ikrâmı dünyayı kapla-
mış olur, yani sizin son üçte birde bulunduğu-
nuz yeri kaplamış olur. Daha önce kaplamıyor

125
muydu? Kaplıyor ama sen bozuyorsun. İkrâmın
üstünü örttün, sofrada çok şey var ama üstünü
örttün. Gecenin son üçte birinde o örtü kalkar,
sen rahat edersin, Allah’a karşı zihin bulanıklığın
kalkar. Dünyaya karşı değil, Allah’a karşı zihin
bulanıklığı kalkar. Bu yüzden dünyacı o vakti
sevmez. Onlar o saatte uyur, müslüman o saatte
kalkar. Çevrenize bakın. Eğer imkanı iyi yerlerde
oturuyorsanız, o saatte kalkın dışarı bakın, bir
çok taksinin evlere birilerini taşıdığını görürsü-
nüz, uyumaya gidiyorlar, iyice uyuştular. Siz ise
kalktınız. Ters, onların her şeyi ters. Müzzemmil
Sûresi 2, 3 ve 4. âyetler, gecenin son üçte biri-
ni bize bir ip ucu olarak verir, ders yapan için.
Fırsatın oldukça oradan yararlan. Bazen çoğalt,
bazen azalt. “Gücün yettiği kadar” diyor. Sen de
gücün yettiği kadar ama yararlan. Hiç değilse
haftanın bir gününü, önemli bir gününü yakala
veya önemli gecelerde orayı değerlendir. Orada
oku, orada düşün, orada tefekkür et, orada sec-
dede tövbe et, ağla. Şehâdetini orada yap, daha
saf ve temiz yaparsın. Bu âyetler bize, “Orayı bir
şekilde değerlendir, atlama” demektedir.
“Andolsun, biz Kur’ân’ı zikir için kolaylaştır-
dık, öğüt alıp idrak eden yok mu?” (Kamer-22)
Kamer Sûresi 22, 32 ve 40. âyetler aynıdır.
Rabbimiz oralarda “Biz Kur’ân’ı zikir için kolay-
laştırdık, öğüt alıp idrak eden yok mu?” diye ses-
leniyor. “Bunu size kolaylaştırdık. Yok mu bun-
dan öğüt alan? İdrak eden, buna göre hayat tarzı
oluşturan yok mu, kolaylaştırdık.” Şöyle yaparsa-
nız kolay olur demiyor. Siz anlamazsınız diyerek

126
YILMAZ DÜNDAR

korkutanlara inanmayın. Kur’ân’ı her müslüman


anlar. Çünkü bir öğretmeni var ki, öğretmeni
Rabbimiz.
“Kur’ân’ı zikir için kolaylaştırdık” seslenişini
bir iki cümleyle paylaşalım, çünkü buranın an-
laşılması lazım. Kur’ân’ın sadece okunması bile
bir zikirdir ama âyette söylenen bu değil, bu ka-
dar değil. Zikretmek aslında hatırlamaktır. Bunu
anlamak üzere çok basit bir uygulama yapalım,
ben size “Herkes ilkokuldaki sınıfını hatırlasın”
diyeyim. Veya buradaki kelime ile söyleyeyim;
herkes ilkokuldaki sınıfını zikretsin. Hemen “Şu
ilkokul, 4/C” diyebilirsiniz. Hatırlamak bu değil.
Sınıfınızı hatırlayın dendiğinde kendiliğinden
hayal kurarsınız, hemen zihninize onun resmi
gelir. Zikir hayal kurmaktır. Ham hayal değil, es-
fele sâfiliyn hayali değil. Bu hayal düşünmenin
resmidir, resimli tefekkürdür, beyni televizyon
gibi kullanmaktır. Televizyonda gözükenler dü-
şüncen, ekran beyninin ilim alanı. Ekran, Allah’ın
kendi ilminden, İlmullah’tan bize hediye ettiği
beşeri ilim alanımız. Esas Allah zikri budur, da-
ima Allah’ı düşünmek ve hayal etmektir. Zat’ını
tefekkür değil, dikkat edin yanlış anlaşılmasın.
Zat’ını tefekkürü hiç bir kul başaramaz. Başa-
ramayacağımız için bize faydası olmaz, o bizim
için yapılacak bir ibadet değildir. Bu hayal nasıl-
dır, Allah nasıl düşünülür, nasıl hayal edilir, bun-
ları “Aşağıların Aşağısı” kitapçığının “Kurtuluş
Yolu” bölümünde genişçe gördük. Dikkatlice
inceleme ve tane tane okuma fırsatımız olursa
orada anlatılıyor. Anlamamız gereken şu ki zik-

127
rullah Allah’ı hatırlamaktır. Ve resimsiz, hayalsiz
hatırlama olmaz. İsteyin istemeyin önce resim
oluşur, sonra cümle kurarsınız. Zihninizde cüm-
leniz ses hızıyladır, resminiz ışık hızıyladır. Bu-
radan ‘Allah’ın resmi’ anlaşılmasın, haşa! Öyle
demek istemiyorum. Söylemek istediğimiz şey
bir hayal, bir algı; Billâhi algı, Billâhi’nin hayali.
Zihnimizde zaten küfrün hayali var, dûnillah’ın
hayali var zaten. Biz zihnimizdeki küfrün haya-
liyle Allah’ı düşündüğümüz için başaramıyoruz.
Uymaz! Zihnimizde Billâhi hayal kurmayı, Billâhi
resim oluşturmayı öğrenmeliyiz. Aslında bâtınî
olarak zihinde dûniHİ resim yasaktır. Resimle il-
gili esas bâtınî yasak budur. Zâhirî olanı demiyo-
rum, dikkat edin, ‘”Zâhirîler sakıncalı değilmiş”
gibi bir yanlışa gitmeyin. Bâtınî olanı söylüyo-
rum; zihinde dûniHİ resim/hayal yasaktır. Resim
hayal demektir, zihinde Billâhi hayal olmalıdır.
İslam’da dûniHİ hayal, dûniHİ hayalin resmi
yasaktır. Buradan yola çıkarak bâtınî olandan
zâhirîye kadar gelebilirsiniz. Genellikle zâhirîden
bâtınîye gidilir ama şimdi siz bâtınîden zâhiriye
gelin. Zihninizdeki dûniHİ resmi kuvvetlendiren
dışarıdaki/zâhirî her resim yasaktır. Çünkü size
Allah’ı unutturur. Bu ister bir tablo ister bir in-
san olsun, fark etmez, dûniHİ algının sembolü
olan herşey aynıdır. Örneğin, kişi esas manzara-
ya bakıp bir hayranlık göstermez ama bir man-
zara resmine bakıp ressamı över de över, över de
över. Sonra da bunu sanatla ilişkilendirir. İslâm
için öyle değil! İslâm sanat düşmanı değildir. Esas
sanatkar Allah’tır. Sanatla meşgul olanlar sünne-

128
YILMAZ DÜNDAR

tullahla meşguldür. Ama sen sanatı Allah’a karşı


kullanırsan olur mu? Karikatürümü kötü çizdin,
heykelimi kötü yaptın diye kızmıyorlar mı? De-
mek ki insan bile istemiyor. Sen esasen Allah’ın
olan sanatı al, Allah’ın esas olan sanatını al, onu
Allah’a karşı kullan, Allah yokmuş gibi yap, sonra
da kendini o sanatta ilah ilan et. Dînimizde öyle
bir şey yok! Bu îman işi! Sanat yok değil, sanatı
Allah’a karşı kullanmak suç! “Ama bu da sanat”
diyorsanız, hâyır! Sen git bir insanı çok estetik
kes, öldür. “Bu cinayettir” dediklerinde de, “Çok
estetik kestim, bu bir sanat, bakın bıçak izleri
ne kadar estetik, ben sanatımı böyle icra ediyo-
rum” de, olur mu? Resmen cinayet.
Allah’ı zikir Allah’ı düşünmektir, daima. Dai-
ma öyle düşünürsünüz ki o düşünceye uymayan
bir cümle, bir hal sizi birden irkiltir. Bir otobüste,
bir yerde oturuyorsunuz, arkanızda da bir grup
konuşuyor, duyuyorsunuz. Çok sevdiğiniz biri
hakkında aslı olmayan bir cümle geçse birden
irkilir dönersiniz, gerekirse tepki gösterirsiniz,
gerekirse de müdahale edersiniz. Hiç bir şey ya-
pamazsanız içinizden “yanlış” dersiniz, “böyle
değil, geç onları, onlar cahil” dersiniz. Ama mut-
laka bir şey yaparsınız. Eğer daima Allah’ı dü-
şünüyorsanız, O’nun vasıflarına uymayan, O’na
hakaret olan bir davranış, bir cümle duyduğu-
nuz zaman bir anda renginiz değişir irkilirsiniz,
tepki gösterirsiniz. Elbette ölçüsü çok önemlidir,
ölçüsünde yapılırsa bu sünnettir.
İhlâs Sûresi gelmeden önce, inanmayanlar
alaylı bir şekilde Rabbimizi, O’nun vasıfları-

129
nı Efendimize soruyorlar. Ve vahiy İhlâs Sûresi
olarak geldiğinde Efendimiz (SAV), yüzü pem-
beleşmiş, sesi sertleşmiş, bir tebliğ verir gibi;
“HuvAllâhu Ehad, Allâhus Samed” demiştir, on-
ların yanlışlarına karşı irkilmiştir.
“Andolsun ki; (biz) sizin benzerlerinizi hep
helak ettik. (Öğüt alıp) idrak eden yok mu?”
(Kamer-51)
“Zikredesiniz diye kolaylaştırdık.” Daima
Allah’ı düşünesiniz, daima doğru davranası-
nız diye kolaylaştırdık. Bunu yapmayanları Ka-
mer-51 uyarıyor: Sizin benzerlerinizi hep helak
ettik, öğüt alıp idrak eden yok mu? Kur’ân’ı ders
yapma hususunda Hz. Mûsa aleyhisselâm’ın
kavminin uyarıldığını gördük. Hristiyanlar aynı
şekilde uyarılıyor:
“Bir beşer için olacak şey değildir (yakışmaz).
Allah kendisine kitap, hüküm ve nübüvvet ver-
sin, sonra o kalkıp insanlara; ‘Allah’tan ayrıca
(Müstakilen var olan) bana da kullar olun’ (de-
sin). Fakat ‘okumakta ve ders yapmakta olduğu-
nuz kitap uyarınca Rab’be has kullar olun’ der.”
(Âl-u İmran; 79)
Ayette “Rab’be has kullar, Rabbânîler olun”
diye geçer, çok önemlidir. Lütfen meâllerden
bakın, orayı iyi ders yapmak lazım. Âyetteki
“Rabbânîler olun” ifadesi meâllerde biraz göz-
den kaçmıştır, şimdi bir iki cümleyle göreceğiz.
Hristiyanlar uyarılıyor: Okumakta ve ders yap-
makta olduğunuzu sandığınız kitaba göre, bi-
zim gönderdiğimiz rasûl ancak size “Rabbânîler

130
YILMAZ DÜNDAR

olun” der. Size gelip de, “Bana kulluk edin, ben de


müstakilen varım, ilahım” demez. Bu, bir rasûl
için olacak şey değil. Hristiyanlar da kitaplarını
ders yapmadılar ve uyarılıyorlar. O uyarıdan bize
de ders çıkıyor. Âyet bize de “Rabbânîler olun”
diyor. “Rabbânîler olun”a bir de şöyle bakalım:
Birisine “Muhammedî olun” demek ne mânâya
gelir? Muhammedî olun; O ne demişse öyle ya-
pın, siz de O’nun gibi olun, O’na benzeyin, O’nu
örnek alın. “Rabbânî olun” da öyle bir şeydir.
Rabbânîler olun, yani Rab’binize uygun olun,
Rab’binizi örnek alın, Allah ahlâkını örnek alın.
Ama “Rabbânî kullar olun” âyetinin esas mânâsı
şudur; Rab’be has kullar olun. Rabbe has olmak
öneriliyor. “Muhammedî olun” önerisi beşeri ya-
şantı sistemindendi, insan yaşantısından bir ör-
nekti, bu örneği anladık. Allah’la ilgili bu öneri ise
onun üstünde bir mânâdır, insanla ilgili mânâ ile
olmaz. “Muhammedî olun” önerisinden sonra
üst mânâ öğretiliyor; Rabbânî olun, Rab’be has
kullar olun. Rab’be has kul olmak kendini Rab-
bin dışında sanmamaktır. Has budur, Rab’be has
budur. “Âmener Rasûlü”de belirttiği gibi Rab’be
has olun. İşte o yüzden biz “Âmentü Billâhi” de-
riz; biz Allah’a has kullarız. Allah’ın yarattığı kul-
larız ama Allah’ın dışında kullar değiliz, çünkü
Allah’ın dışı kavramı yoktur.
“Rabbânîler olun”da bir uyarı da algıyla ilgi-
lidir. Kişi Âmentü Billâhi’nin tersini dûniHİ algı
ile düşünür. Rab’be has olun demek “DûniHİ
düşünmeyin” demektir. Ki âyetin içerisinde de
Dûnillah geçmektedir.

131
Kur’ân’ı ders yapmayanların da bir hayat
tarzı var. Ama Kur’ân’ın istediği gibi değil, yani
Allah’ın razı olduğu şekilde değil. “Bu soruları
Rabbimiz bize de sorabilir, hazırlanalım” demiş-
tik. Kalem Sûresi, Kur’ân’ı ders yapmamış olan-
lara, o farklı hayat tarzı oluşturmuşlara soruyor:
“Yoksa size ait bir kitap var da ondan mı ders
ediniyorsunuz?” (Kalem-37)
Allah’a kul olmayı tercih etmemiş de başka
hayat tarzında olana söylüyor, size ait bir kitap
var da ondan mı ders ediniyorsunuz? Hayat
tarzı, onu anlatan kitap ve ders yapmak yine
önemle karşımıza çıktı. Allah’a kul olabilmek
için Kur’ân’ı ders yapmak, ders yapmak için
Rab’bini/öğretmenini ve kitabını sevmek çok
önemli. Ve mü’minler için şöyle bir hitaba ula-
şıyoruz:
“Kitab, sadece bizden önceki iki taifeye (ya-
hudiler ve hristiyanlar üzerine) inzal edildi. Biz
ise onların okuyup ders yapmasından elbette
gafiller idik” demeyesiniz (diye bu kitabı inzal
ettik).” (En’âm-156)
Efendimiz (SAV) in zamanındaki inanan-
lara sesleniyor, şöyle bir bahane uydurmayın:
“Bizim dilimiz Arapça, biz diğer dilleri bilmiyo-
ruz. Yahudilerin de hristiyanların da kitapları
var, biz onları nasıl ders yapalım?” demeyesiniz
diye sizin dilinizde de size kitap indirdik, En’âm-
156’nın inzal olmasının bir sebebi de budur.
Ancak öğrendik ki, hiç bir sebeple âyetler öte-
lenmeyecek. “Onların dili Arapçaydı, diğer dille-

132
YILMAZ DÜNDAR

ri bilmiyorlardı” hali de bir sebep, o da Kur’ân


dersinin hayattaki sebeplerinden birisi, Kur’ân
dersi oyununun sebeplerinden. Ancak sebebi ne
olursa olsun âyetleri ötelemeyeceğiz ve hemen
günümüze taşıyacağız ve bizim için esas ders
nedir diye soracağız?
Hadislerde “en hayrlı olanlarınız, hayrlı olan-
larınız” diye öğretilen bir çok madde vardır. Bi-
risi de; “En hayrlılarınız Kur’ân öğrenen ve öğre-
tenleriniz” hadisidir. Bunu Türkçe düşündüğü-
nüzde Kur’ân’ı okumak için o harflerin, o dilin
öğrenilmesi lazım, öğrenirsek de öğretmemiz
lazım. Hadisi bir de Arapça yaşayana uygulayın.
Herkes Arapça konuşuyorsa kime öğretecek? O
zaman, onlar zaten hayrlı mı olacak veya hayr-
lı olamayacak mı? Hayrlı olmak için başka bir
dilde mi olmak lazım? Böyle insanca düşünür-
seniz mesaj kaybolur, hadisi anlayamazsınız, bu
kadarla kalınır. Kur’ân’ı sadece okumayı öğren-
mek ve öğretmek bile elbette önemli bir hizmet.
Kur’ân öğrenmek ve öğretmek, hele de başka
bir dildeyseniz, bunu nesillere aktarmak, onu
hıfzetmek çok önemli. Ama bu kadarla kalırsak
hadisi yeterince anlamamış oluruz. Bu, işin bi-
rinci basamağı, ilk yapılacak olandır. Arapça ko-
nuşan, Arapçayı çok iyi bilen bir kavme gidelim,
kim Kur’ân’ı eline alsa çok rahat okuyor. Herkes
böyleyse kişi Kur’ân’ı kime öğretecek? Bizim için
burada hizmet olan orada hizmet değil. Onlar
bu hadis kapsamına giremeyecekler mi, hayrlı
mü’min olamayacaklar mı? Demek ki, söylenen
bu değil, Kur’ân’ı ders yapmak bu kadarcık değil.

133
Bu da çok lazım ama bu kadarla sınırlı değil. Asıl
iş Kur’ân’daki mesajı öğrenmek ve öğretmek-
tir. Kur’ân’daki mesaj “Lâ ilâhe illallah” Kelime-i
Tevhidi’dir, onu öğrenmek ve öğretmek kişiyi
hayrlı mü’min yapar. En’âm-156 bize bunu öğ-
retiyor; Kur’ân’ı ders yapmak, ondan “Lâ ilahe
illallah” mesajını öğrenmektir, onu öğretmektir.
Hal böyleyken, şimdi müslümanlar için şu nazik
önerilere bakalım.
“Kur’ân’ı tedebbür etmiyorlar mı?” (Nisâ-82)
“Tedebbür etmiyorlar mı?” seslenişi bizim
için! Tedebbür etmek derinliğine düşünmektir,
ne demek istiyor diye gayret sarf etmektir. Te-
debbür etmekte bir gayret vardır, düşünme gay-
reti vardır, beyni zorlama gayreti vardır. Tedeb-
bür ferdîdir, beyni zorlama gayretidir. “Kur’ân’ı
tedebbür edin, Rab’bimiz bize ne demek istiyor
diye beyninizi zorlayın” buyuruyor.
“Kur’ân’ı tedebbür etmiyorlar mı? Yoksa
kalbleri üzerinde kilit mi var?” (Muhammed-24)
Muhafaza buyur Ya Rabbi. Eğer kişi beyni-
ni zorlamıyorsa, beynini zorlamak için bir arzu
duymuyorsa, ona o arzuyu duyurtmayan bir ki-
lit mi var kalbinde? Niçin zıddı şeylere arzu du-
yuyor da buna gayretsiz? Allah muhafaza etsin,
kişinin öyle bir rahatsızlığı vardır ki dünyanın
hiçbir şeyi için gayret sarf edemiyordur, o zaten
sorumlu olmaz. Ama dûniHİ herşey için beynini
sonuna kadar zorluyor da Kur’ân’a gelince te-
debbür etmiyorsa? Demek ki kalbinin üzerinde
Allah’a karşı bir kilit var! Allah muhafaza etsin.

134
YILMAZ DÜNDAR

Kalb üzerindeki kilidin önemli bir sebebi te-


debbür etmekten korkmakla ilgilidir. Müslüman
tedebbür ettiği zaman Kur’ân ona mutlaka bir
şeyi terk etmeyi önerecektir. Çünkü Kur’ân in-
sanın kalbini yıkar. Kalb yıkamak öyle bir şey ki
dünyada bir karşılığı yoktur. DûniHİ düşünce ve
felsefeler insanın beynini yıkar, İslam kalbi yıkar.
Kalb İslam’la, Kur’ân’la yıkanır. Kur’ân kalbi öyle
yavaş yıkar ki orada kir kalmaz. O kirlerin izleri
dünya ile ilgilidir. Kişi o kiri sever, kalbinin kirini
sever, kalbinin kirine aşıktır. Eğer kalbinden kir
gidecek diye, terk edecek diye korkarsa tedeb-
bür etmez. Allah muhafaza etsin, bu duyguyu,
bu korkuyu mutlaka yenmek lazım.
“(Bu) sana inzal ettiğimiz bir kitaptır, müba-
rektir. Onun âyetlerini tedebbür etsinler, Lüb sa-
hipleri de tezekkür etsinler.” (Sâd-29)
Yeni bir öneri: Tezekkür etsinler. Tedebbür et-
mek ferdî bir iştir. Kişinin okuduğu zaman, duy-
duğu zaman beynini, kalbini zorlaması tedeb-
bürdür. Kalbini nasıl zorlarsın? Beynini zorlarsın,
bulduğuna kalbini uydurmaya gayret edersin.
Bunu yapan Fuad’dır. “İnşirah” kitapçığında bu
mekanizmayı paylaştık. Bunu sürekli yaparsan
kalbte Lüb canlanmaya başlar, Lüb’ün önünde-
ki engeller açılır ve Lüb nuru yayılmaya başlar.
Lüb nuru yayılarak kalbi, kalıbı kaplar ve nihayet
sadrı hakimiyetine alır. İşte onlara Lüb Sahibi de-
nir. Âyet onlara sesleniyor; tezekkür etsinler. Te-
debbür ferdî bir işti, tezekkür toplu bir iştir. Lüb
sahipleri tezekkür etsinler; yani müzakere etsin-
ler. Önce kendileri derinliğine düşünüp fikir sa-

135
hibi olsunlar, sonra bir araya gelip beyin fırtınası
yapsınlar, beyinlerinin güçlerini cem etsinler. En
önemli cemaat o beyin cemaatidir. Beden cema-
ati değil, beyin cemaati. Beyin cemaati kalbleri
birleştirir, orada kalbler cem olur. Ve ortaya çok
önemli, çok kuvvetli bir düşünce ve fikir potan-
siyeli çıkar. Âyet “Onun için oraya boş gelmeyin”
diyor. “Önce tedebbür edin, beyninizi zorlayın
bir fikir sahibi olun, sonra fikir sahibi olanlar
yan yana gelin tezekkür edin, Kur’ân’ı müzakere
edin” buyuruluyor.
“İyyâKE na’budu”yü hakkıyla yapabilmek
için, demek ki, Kur’ân’ı ders etmek gerekiyor. Bu
yüzden Kur’ân’ın ders yapılması ile ilgili öğüt-
leri ve uyarıları paylaşmaya gayret ettik. “İyi bir
insan mı, iyi bir kul mu?” diyerek başlamıştık.
Kur’ân’ı ders yapınca kişi bu kapsamda fark eder
ki insani ilişkiler dünya hayatı tecrübesiyle öğre-
nilir. Yani bir kişiyle olan ilişkilerinizi siz yaşaya-
rak tecrübe edersiniz. Birbirinize nasıl davrana-
cağınızın kuralları böylece oluşur. Toplumlar da
öyledir, toplumlar da birbirlerine davranışlarıyla
bir ilişki tecrübesine ulaşırlar. Bunu tarihe yay-
dığınız zaman çeşitli yönetim biçimleri ortaya
çıkar. Bu günümüzde öyle ki demokrasi bile tar-
tışılır hale geldi. Tüm dünyada daha ileri bir yö-
netişim, daha ileri bir demokrasi arayışı var. Eğer
“Kur’ân bütün bu ilişkileri düzenliyor” derseniz
hepsini orada bulamazsınız. Kur’ân, dünya haya-
tında bu tecrübeler nasıl yaşanacak, bu tecrübe-
lerden nasıl ders çıkarılacak, bunun ana kolonla-
rını belirtir. Bir de, ne yaparsan haddi aşanlardan

136
YILMAZ DÜNDAR

olursun o belirtilmiştir. Bu, Kur’ân’da her şey var


demek değildir. Bizim çocukluk gençlik dönem-
lerimizde odalar küçük ve sobalıydı. Düşünün ki
kışın bir soba yanıyor ve çocuk da odada oynu-
yor. Ona bir alan belirlersiniz. Oynar ama soba-
ya dokunması yasaktır. Çünkü dokunursa yanar.
Yaklaşırsa yanacağını ona öğretirsiniz. Hatta ba-
zıları sobanın etrafına koruyucular koyar ki ço-
cuk yaklaşamasın. İnsan yaşantısı tecrübelerin-
de de bunun gibi hadler vardır. Allah’ın sistemini
bilenler bizi uyarıyor ki geri dönüşsüz hatalara
düşmeyelim. Kur’ân bu hadleri belirler ve onlara
HududAllah der; Allah’ın Hududu. “Allah’ın hu-
duduna uyun, haddi aşmayın” der.
Allah’ın önemli bir hududu, hatta en önem-
li hudut îmanla ilgilidir, yalnız sâlih amel değil.
İmanla ilgili o hudut şudur: Eğer kişi “Müstaki-
len VARIM ve Muhtarım” iddiasında bulunursa
haddini aşmış, Allah’ın hududunu geçmiş olur.
Allah böyle bir iddiada bulunmanı yasakladı.
İşte Kur’ân’da bunun gibi hudutlar vardır. Bir de
“Şunu şöyle yapın” diyen ana kolonlar vardır.
İnsanlar ilişkileriyle ilgili sonuçları esasen
dünya hayatı tecrübesiyle öğrenirler. Bu yüzden,
insani ilişkiler ve yönetim tarzları tarih sürecin-
de değişikliğe uğrar, gelişerek değişir. Ancak, in-
san Allah’la olan ilişkisini dünya hayatı tecrübe-
siyle öğrenemez, bu yüzden de Allah ile olan iliş-
kini dünya hayatı kurallarına göre belirleyemez.
Allah’la ilişkinizi dünya yaşantısında insanların
oluşturduğu kurallara bakarak, o kurallardan
alarak belirleyemezsiniz, “Bana göre böyle” diye-

137
mezsiniz. Olmaz, Kur’ân’a göre olmaz. Bu îman
işi. Hatta, kişinin Allah’la olan ilişkisini dünya
hayatında tecrübe ederek belirleme şansı da
yoktur, tecrübe de edemez, çünkü bir kere ge-
lir. Kur’ân’dan anlıyoruz ki tecrübe ettiğini zan-
neden bunu öldüğü zaman ve hesap gününde
anlar ve bu yüzden yeni bir şans ister; “Ya Rabbi,
tecrübe ettim, öğrendim. Bir şans daha ver de
orada bıraktıklarımla yapayım” der “ der ama
bu iş dünyada olur. Orada bıraktığı neydi? Ter-
cih yetkisi! “Bir şans ver de orada bıraktığımla
seni tercih edeyim” der. Kur’ân, “Asla mümkün
değil, sen dünyada bunu tecrübe edemezsin”
der. Anlıyoruz ki insanın dünya ve ahiret hayatı
için önemli olan tek konusu Allah’a nasıl inana-
cağı ve nasıl yaşayacağıdır. Ve bunu ona Allah
öğretir. Başka öğretecek biri mi var? Öğretmese,
O’na “Neden öğretmedin?” diyecek bir merci
de YOK. Var mı? YOK. Ama Allah diyor ki; Ben
Rahmânur Rahıym’im. Rahmânur Rahıym ol-
duğu için kendisine nasıl yöneleceğimizi, nasıl
îman edip yaşayacağımızı bize öğretiyor. De-
ğilse onu tecrübeyle öğrenemeyiz. “Rahmânur
Rahıym”le ilgili geniş bilgiyi Fâtiha’da “Bismil-
lahir Rahmânir Rahıym, Elhamdülillahi Rabbil
âlemiyn, ErRahmân’ur Rahıym” bölümlerinde
açıkladık, bakabilirsiniz.
Müslümanın hayat tarzının bir ana başlığı
var; iyi kul olmak. Müslümanın ana başlığı bu; iyi
kul olmak. Onu kıyasladığımız diğer hayat tar-
zının ana başlığı ise iyi insan olmak. Burada kişi
yapacaklarını “iyi insan” başlığı altında oluştu-

138
YILMAZ DÜNDAR

ruyor. Oysa müslüman işlerini “iyi insan” başlığı


altında yaparsa kaybeder. Çünkü Kur’ân iyi insan
olun demiyor, “Allah’a kulluk yapın” diyor. Neler
yaparsam iyi kul olurum diyenin, yani hayatının
ana başlığı iyi kul olmak olanın alt başlıklarından
birisi Allah’ın yarattıklarına nasıl davranacağıdır.
Yalnızca insana değil, Allah’ın yarattıklarının tü-
müne nasıl davranacaksın? Yakınlarda vefat et-
miş bir mübareğin daha önce de paylaştığım bir
anısını söyleyeyim. Allahu a’lem, ikindi salatında
imametini yapmış lojmanına gidiyor. Bir hadis
vardır, mü’minlerin yollarının önündeki engelle-
rin kaldırılmasının hayrlı iş olduğunu, çok mak-
bul olduğunu söyler. Bunun en zâhiri, en basit
mânâsı yoldan bir şeyin, bir taşın kaldırılmasıdır.
Bir kişi, bir bisiklet, bir araba çarpar, düşer, zarar
görebilir. Cam kırıklarına varana kadar yollarda
neler görürsünüz, Allah muhafaza etsin. Hadisin
kapsamı onların kaldırılmasından başlar, kişinin
“Lâ ilahe illallah” Kelime-i Tevhidi’ni anlamasın-
da ne tür engelleri varsa onların kaldırılmasına
kadar gelir. Engel odur, yoldaki esas engel odur.
Mü’min kul “Ben bunu kaldırıyorum” diye taş
gibi engelleri görmezse, diğerini hiç kaldıramaz.
Zâhirî ve bâtınî birliktedir, birisini seçemezsiniz.
Onların adları farklıdır, değilse hepsi tektir. Efen-
diyle beraber yürürlerken, yanında dikkatli yürü-
meye çalışan kişi yolda bir taş görünce bu hadis
gereği taşı ayağıyla kenara itiyor. Normal, olabilir.
Fakat mübarek zat rahatsız oluyor. İlişkilerinde
hep sessizce konuşan o mübarek yine sessiz-
ce diyor ki; öyle yapma incitirsin, yumuşakça al
koy. Bunu o kadar inanarak söylüyor ki, sözde bir
139
çevrecilik değil. Kul olarak söylüyor, davranışı-
nı iyi kul olma gayreti belirliyor. Çünkü Allah’ın
yarattıklarına nasıl davranacağı da o başlığının
altında. Şimdi, “Taşa öyle davranma, incitirsin”
diyen kulun insanlara nasıl davranacağını düşü-
nün. Demek ki, hedef iyi kul olmak olunca bu alt
başlıkları da yerine getirince kişi kendiliğinden
iyi insan olur. O hedef kişiyi “iyi insan” formuna
götürür, iyi kul olmanın gereği Allah’ın yarattık-
larına nasıl davranacağını da öğrenir. O saygıyla,
o hürmetle, o korkuyla, sahibine olan o bağlılık-
la başlar, sahibini gören gözle yaşar. Öyle olunca
çevresi ona kendiliğinden “iyi insan” der. Onun
öyle bir hedefi ve iddiası yoktur, öyle bir yarışı da
yoktur, aferin de beklemez. Demek ki, iyi insan
olmak gereksiz dememişiz. O hedefimiz değil,
o kendiliğinden oluyor. Onu hedef yaparsanız
İslamiyet’i anlayamazsınız, Allah’a kulluk yapa-
mazsınız. İnsanların kulu olursunuz. Çünkü; iyi
insan olmanın kurallarını insanlar oluşturur,
iyi kul olmanın kuralını Allah koyar. İyi insanın
değerlendirmesini insanlar yapar, iyi kulun de-
ğerlendirmesini Allah yapar. İyi kuldan razı olan
Allah’tır, iyi insandan memnun olan insanlardır.
Anlattıklarımız iyi kul olmaya, Allah’a kulluk
yapmaya yönelik midir, onu âyetlerden öğreni-
riz. O zaman da vardığımız sonuçlardan birisi
şudur; en doğru bilen Allah’tır. Bu cümle kesret
diliyledir, bunu tevhid diliyle de ifade edeceğiz.
Kesret dilindeki cümleler uzaktan bakan gözün
kurduğu cümlelerdir. “En doğru bilen Allah’tır”
dediğinizde, bildiğini söyleyen başkaları da var

140
YILMAZ DÜNDAR

demektir. O haliyle bu cümle risklidir. Çünkü


bu cümle ya dûniHİ idrakla veya Billâhi algıyla
kurulur. DûniHİ algıyla kurulursa küfürdür. “En
doğru bilen Allah’tır, en merhametli Allah’tır,
en cömert Allah’tır” cümleleri dûniHİ idrakla
kuruluyorsa müthiş bir küfürdür. Çünkü Allah’ı
kıyaslamış olur, Allah’ı da sıraya koymuş olur. O
idraka göre başka bilenler vardır. Ama bilenler
içinde en iyi bilen Allah’tır. DûniHİ idrakta bir
iddia vardı, Allah’ın dışı iddiası! “Allah’ın dışı var,
orada da müstakilen var ve muhtar olanlar var,
onlar da müstakilen bilirler” iddiası. Allahuek-
ber! Allahuekber’in de bu yüzden çevirisine çok
dikkat etmek lazım. “Allah en yücedir” derseniz
kimden yüce olduğunu sorarlar. Onu da dûniHİ
idrakla söylerseniz, yani Allah’ı sıraya koyarsanız
küfür olur. “Bir sürü yüce var ama Allah hepsin-
den yüce” gibi bir mânâ küfürdür. “Allahım, biz
sana karşı aciziz” cümlesi de dûniHİ idrakla söy-
leniyorsa bir küfürdür. Allah’ın dışı var, dışında
da müstakilen var ve muhtar birisi var, o Allah
karşısında zayıf, güçsüz; “Gücüm yetmiyor, seni
kabullenmek zorundayım” gibi bir mânâ içerir ki
şirktir. Olmaz! Bunlar dûniHİ algı ve zann’larının
cümleleridir. DûniHİ idrakla “en doğru Allah bi-
lir” demek bu yüzden yanlıştır. Ama Billâhi an-
lamda kullanırsanız, kesret cümlesi olarak doğ-
rudur; Billâhi anlamda en doğru bilen Allah’tır.
Çünkü Allah, kullarına kendi ilminden nasipler
vermiştir, onlar da bir şeyler söyler, bir şeyleri bi-
liyor davranır. Ama en doğruyu en doğru bilen
Allah’tır. Bu cümle kesret dilinde “ilmin sahibi

141
Allah’tır” mânâsında olmalıdır. Eğer dûniHİ idra-
kı sildiysek “En doğru bilen Allah’tır” cümlesini
Billâhi anlamda, aynı mânâda şimdi tevhid diliy-
le nasıl söyleriz? “Bilen ancak Allah’tır.” Bu tevhid
dilidir. Hiç kimse yok, kesret yok; bilen ancak Al-
lah. Aslında kesret diliyle öyle söylerken de el an
zaten öyledir. İnsanın anlayabilmesi için kesret
diline ihtiyaç vardır.
“Sübhansın. Bizim için, senin bildirdiğinden
başka ilim ne mümkün. Muhakkak ki; sensin
Aliym ve Hakiym” dediler.” (Bakara-32)
Billâhi anlamda “en doğru bilen Allah’tır”
demiştik, meleklerin cümlesi de bu; Sübhansın,
yani dûniHİ mânâlardan ve iddialardan münez-
zehsin. Sübhânallah’ın bu mânâsı insana yönelik-
tir, çünkü dûniHİ algı insan içindir, melekler için
değil. Biz Sübhânallah dediğimizde ilk mânâsı
önce budur: DûniHİ tüm mânâ ve iddialardan,
dûniHİ algı ve zann’ların hepsinden münezzeh-
sin. Billâhi algıya gelmiş, yerleşmiş kişi söylüyor-
sa, Sübhânallah şöyledir: Ne biliyorsam, ne sa-
nıyorsam hepsinden berisin. Ama bu ilk mânâ
dûniHİ algı silinmeden olmaz. Önce dûniHİ
algıyı, Allah’ın dışı varmış sanma algısını, orada
oluşturulan bilgileri sileceksin. O algıya karşı,
“Sübhansın Yâ Rabbi, uyduruyorlar, yalan söy-
lüyorlar, iftira ediyorlar, sen Sübhansın” diyecek-
sin. Billâhi algıda uydurma yoktur, oradakilerin
hepsi ilmullahtadır. Bu algıda Sübhânallah yalan
ve uydurmalara karşı değildir: “Ne biliyorsam o
değilsin, ne sanıyorsam öyle değilsin, hepsinden
münezzeh ve berisin” diyen Billâhi bir sesleniştir.

142
YILMAZ DÜNDAR

Melekler diyorlar ki: “Yâ Rabbi Sübhansın. Bizim


için, senin bildirdiğinden başka ilim ne müm-
kün.” Billâhi anlamda “En doğru bilen Allah’tır”
derken bizim söylediğimiz de budur; Allah’ın
bildirdiğinden başkasını bilmemiz ne mümkün.
Peki, bizim bildiklerimiz nasıl tanımlanıyor?
“Yaratan bilmez mi (hiç yarattığını)? O, Latıyful
Habiyr’dir.” (Mülk-14)
Yaratan yarattığını bilmez mi! Rabbimiz böy-
le diyor. O zaman, neden başka hayat tarzı ara-
yalım? Yaratan yarattığını bilmez mi?
“Muhakkak ki; Allah bilir ve siz bilmezsiniz.”
(Nahl-74)
Allah bilir ve siz bilmezsiniz. Tekrar etmek-
te fayda var. Allah’ın bilmesinde ve bize “Siz
bilmezsiniz” demesinde bilmemiz gereken iki
mânâ vardır. Bir: DûniHİ algıyla davranırsan
zaten iftira ediyorsun. İki: Billâhi algıyla bakar-
sanız, Allah ne demişse, ne öğretmişse siz onu
bilirsiniz, bilgi konusunda Allah’la yarışmayın.
“Bilmezsiniz” bir yarış için söyleniyor. Siz bilgi
yarışı yaparsınız, yapmayın. Çünkü bilmezsiniz,
siz ancak size öğretileni bilirsiniz.
Günümüzde çok rastlanılan önemli bir şey
var, “Gaybı Allah bilir” tartışması. Siz de rastla-
mışsınızdır. “Gaybı ancak Allah bilir” ne demek-
tir, iyi anlamak lazım. Eğer bu biraz noksan fark
edilirse izahlarda zorlanılır. Örneğin bundan
yıllar önce, bu âyetin ve hadislerin ışığında in-
sanlar, “Allah neleri bilir?” diye konuşurlarken

143
deniyordu ki; anne karnındaki yavru dişi mi
erkek mi, onu ancak Allah bilir. Evet, o zaman
bu bir gaybtı ve onu ancak Allah bilirdi. Ama
şimdi onu doktorlar biliyor. Ne oldu? Bu cüm-
le düştü. Dikkatli birisi bunu okuduğu zaman,
bunları böyle hikayelerle avutuyorlar der geçer.
Oysa bu yaklaşımdaki yanılma insana ait! “Gaybı
Allah bilir” şu mânâdadır: Geçmişte insanların
bazı bildikleri vardı, bilmedikleri de vardı. Ney-
le öğreneceklerdi? Teknolojiyle, sosyal yaşantı
tecrübeleriyle. Buna hayat tecrübesi demiştik.
Bu yanılmalar aslında “Her şey Kur’ân’da var”
zannettikleri içindir de. Kur’ân’daki bilgi Allah’ın
ilmi yanında çok az bir şeydir. “Herşey onda var”
iddiasıyla yola çıkan zorda kalır. İşte o dönem-
de insanların bildikleri var, bir de bilmedikle-
ri. Teknoloji günümüzdeki gibi olmadığı için o
gün bilemediklerine “gayb” dediler. Doğrudur,
ne bilinmiyorsa gayb odur. O günkü gayb oydu.
“Gaybı Allah bilir” demenin esas mânâsı şudur:
Yaşadığımız dönemde Allah bize de bir şeyleri
öğretti, biliyoruz, herkesin dönemine göre bir
bilgisi var. Farklı, özel insanlar elbette ayrıdır, bu
söylediklerimiz genel için. Allah’ın ilminin sonu
yok, size de o sonsuz ilimden bir şeyler öğretti.
Ama şu an sizin bilmedikleriniz yok mu? Var. İşte
size göre gayb olanı Allah bilir. Her şeyi bu bil-
diğiniz kadarmış zannetmeyin. Bilmedikleriniz,
bilmeyecekleriniz, hiç bilemeyecekleriniz var,
gayb olarak onları Allah bilir. Çünkü ilmin sahibi
O. Bugün size bu kadar bildirdi, bilmediklerinizi
O bilir. Bize bildirdikleri değişince biz gaybı öğ-

144
YILMAZ DÜNDAR

renmiş olmayız, gaybı biliyor olmayız, bilmedik-


lerimiz vardır, hep olacaktır. Bugünkü bildiğimi-
zin seviyesi bu. Değişmeyen ne? Yine gaybı Allah
bilir, yine bilmediklerimizi Allah bilir. Allah’ın
bildiklerinin ne olduğunu biz belirleyemeyiz. Be-
lirlemeye kalkarsak tuzağa düşmüş oluruz. Biz,
bize bildirdiği kadar biliriz. Bildirdiğinin dışında
belirleme yapmaya kalkan zorda kalır. Nahl-74
demişti ki; “Allah bilir ve siz bilmezsiniz.”
Bütün bu sebeplerden, Allah’a kulluk görevi-
ni yerine getirmeye gücü yettiğince gayret eden
insan, birlikte yaşadığı insanlar arasında, ken-
disini ilgilendiren kişiler arasında ve kendisiyle
ilgilenen insanlar tarafından kulluk görevinin
tabiatı gereği emin ve iyi insan olarak bilinir. An-
cak onun iyi insan olma çabası ve gayreti, hele
de planı hiç yoktur. Gayreti ve planı Allah’ın
razı olduğu bir kul olmaktır. Dolayısıyla, iyi bir
kul iyi kul olma hayat tarzının gereği olarak ken-
diliğinden iyi bir insandır, zaten öyledir. Buna
mukabil iyi bir insana iyi bir kuldur diyemeyiz.
İyi insanın iyi kul olmakla ilgisi yoktur. Ama iyi
kul olmak iyi insan olmayı kapsar. Çünkü iyi kul
olma ana başlığı altında o da vardır. İyi insan
olma ana başlığı altında iyi bir kul olmak yoktur,
hatta umurunda bile değildir. Zaten kişi iyi insan
olunca müslümanları beğenmez, “Sizden iyiyim,
bir şunum noksan” der, geçer gider. İyi insan ola-
rak müslümanları geçtiğini zanneder. Bu yüz-
den, bir iyi insan gördüğünüzde ona hemen “bu
Muhammedîdir” derseniz büyük suç işlersiniz,
çünkü Muhammedî olmayan birisi de iyi insan

145
olabilir. İyi bir Muhammedî zaten iyi insandır, iyi
insan değilse zaten başaramıyor demektir.
Tam bu geldiğimiz noktada işin zihnimize
oturması için bir mukayese yapalım: İyi insan
ne yapar, iyi kul ne yapar? İyi bir insan insanlara
yalan söylemez iyi bir kul Allah’a karşı yalancı ol-
maz. Nedeni hepsi için geçerlidir, bu yüzden bir
kere açıklayalım her birinde tekrar söylemeye-
lim. Neden yalan üzerinde çok duruyoruz? Çün-
kü İslam anlatımlarında “Allah yalanı, yalancıları
sevmez” geçtiğinde o insanlarla ilişkiler içerisine
yerleştirilip insanlara yalan söylememe sonu-
cuna ulaşılıyor, âyetten bu çıkarılıyor. Kur’ân’da
insan ilişkileri değil Allah’la olan ilişkin anlatılır.
Allah’ın “Yalancıyı sevmem” demesi; “Bana yalan
söyleme” demektir. “Bana yalan söyleme” dedi-
ği zaman o nereden başlar? “Sen Rabbimizsin”
dediğimiz noktadan başlar. Yaşantımızı Billâhi
anlamda düşündüğünüzde insanlar Allah’ın
dışında var ve muhtar olmadıklarına göre, in-
sanlara önemli noktada bir yalan söylemek de
bu kapsama kendiliğinden girer. Ama Kur’ân’ın
söylediği bu değildir. İyi bir kul Allah’a yalancı
davranmaz, iyi insan insanlara yalan söylemez.
Bu kadar önemli bir fark var.
İyi bir insan iftira etmez, iyi bir kul Allah’a
iftira sayılacak iddialarda bulunmaz. Örneğin
“Müstakilen varım ve muhtarım” derse, Kur’ân
ona “İftira ediyosun, yalan söylüyorsun. Müsta-
kilen VAR ve Muhtar Allah’tır, başka YOK” der.
Ama kişi “Ben de müstakilen varım ve muhta-
rım” diyerek yalan söylüyor, iftira ediyor. İyi bir

146
YILMAZ DÜNDAR

kul yalan söylemez, iftira etmez, yani Allah’ın


dışı iddiasıyla müstakillik ilan etmez.
İyi bir insan insanları kandırmaz, iyi bir kul
Allah’ı kandırıyor pozisyonunda olmaz. “Allah’ı
kandırmaz” demiyorum. Kandıramaz, öyle bir
şey olmaz. İyi kul Allah’ı kandırıyor pozisyonun-
da kalmaz, o pozisyonda olmaz.
İyi bir insan insanlara verdiği sözü tutar, iyi
bir kul Allah’a verdiği sözü tutar.
İyi bir insan insanlara kibir sergilemez, iyi bir
kul Allah gibi gözükerek müstakillik ilan etmez.
Kibir budur; Allah gibi gözükmek! Allah gibi gö-
zükmek nasıl olur? İlah olmakla! İlah Allah’tır.
Sen de “İlahım” diyorsan, yani “Müstakilen VA-
RIM ve Muhtarım” diyorsan Allah gibi gözük-
tün, Allah’a karşı kibirli, mütekebbir oldun.
Kibir suç değildir. Sakın kibiri kötü ilan etme-
yin, günah olur. Kibir Allah’a aittir, Kibriya sahibi
Allah’tır, Mütekebbir olan Allah’tır. Eğer siz kibri
kınarsanız suç işlersiniz. Kibir çok yüce bir şey,
çünkü O Mütekebbir’dir. Âyet ve hadislerde
kınanan kibir Allah’ın verdiği yetkilerle Allah’a
karşı “Ben de ilahım” demektir. Kibri Allah’a
karşı kullanmak suçtur, o kınanmıştır. Bir top-
lumda bir kral, bir de sahte krallar varsa “Krallık
suçtur” der misiniz? Sahte krallara karşı durur-
sunuz, sahte krallık yapıyorsunuz diye onları kı-
narsınız. Kibir de öyle. Onlara; “Sahte mütekeb-
birsin, Mütekebbir Allah’tır, Kibriya Allah’ındır”
dersiniz. Ancak Mütekebbir “BEN” der, “BEN”
Mütekebbir’in ifadesidir. “BEN BENİM.” Bu, Hz.

147
Mûsa aleyhisselâmın vurulduğu Rabbinin sö-
züdür. Mütekebbir olan Allah “BEN” der ama
Halifetullah olan bizlere de kendi “BEN” deme-
sinden yetki vermiştir, “Benim adıma ‘BEN’ diye-
bilirsiniz” demiştir. “BEN” demek bu yüzden çok
şerefli bir şeydir, Allah’ın bize verdiği bir şereftir.
Çünkü “BEN” Allah’ın sözüdür, onu ancak Allah
söyleyebilir, ancak! Ancak Allah söyleyeceği söz-
den bize diyor ki, “Sen de benim adıma onu kul-
lanabilirsin, sana yetki verdim.” Peki, dûniHİ algı-
daki kişi ne yapıyor? Allah adına değil de kendi
adına, kendi namına “BEN” diyor. Suç budur.
DûniHİ olan, Allah’ın verdiği yetkiyle Allah’a kar-
şı “Müstakilen VAR ve Muhtar” ilan ettiği haline
“BEN” diyor. Bu yeni bir ilah demektir. Çünkü
ancak ilah “BEN” der. Kim kendi namına “BEN”
diyorsa o ilah olmuştur, Allah’a ortak olmuştur.
İyi bir kul Allah’a karşı kendi namına “BEN” de-
mez. Allah adına, ona verilen yetkiler içerisinde,
edebiyle nasıl deniyorsa öyle “BEN” der.
İyi bir insan insanların emanetlerine hıya-
net etmez, iyi bir kul Allah’tan olan emanet-
lere hıyanet etmez. “Emanete hıyanet yasak-
tır” hükmünün başladığı yer budur. İnsanların
emanetlerine saygı göstermekle olmaz. Çünkü
Muhammedî olmayan birisi de insanların ema-
netlerine saygılı olabilir. Muhammedî olmayan
birinin yaptığı bir şeye siz nasıl Kur’ân’ın önerdi-
ği amel dersiniz? Biz Kur’ân okuduğumuz halde
öğrenip yapamıyoruz, Kur’ân okumamış birisi
onu yapıyor olabilir mi? Öyle birine siz nasıl “İyi
adam” dersiniz? Olmaz. Muhammedî olmayan

148
YILMAZ DÜNDAR

birisi yalan söylememe prensibini uygulayabilir.


O zaman biz onun anladığı şekliyle yalan söyle-
memeyi İslâm’ın kuralı yapamayız. Muhammedî
olmayan birisinin yapabildiği bir şey İslamî kural
olmaz. Muhammedi olmak, Lâ ilâhe illallah Mu-
hammeden Rasûlullah’ın gereğini yapmaktır. Bu
idrakla ilişkisi olmayan birisi benzer şeyler yapı-
yor diye onu Muhammedî ilan ederseniz olmaz.
“İyi kul Allah’tan olan emanetlere hıyanet et-
mez” halinin en önemlisi şudur: İyi kul Allah’ın
verdiği ‘Tercih’ yetkisini, Muhtariyeti Tercih
Gücü’nü Allah’a karşı kullanmaz. Yerin göğün
korkup almadığı, cahil olduğu için insanın yük-
lendiği, Allah’ın insana verdiği emanet Tercih
Yetkisi’dir. Hakk’la bâtıl arasındaki tercih yetkisi
insana emanettir. İyi kul bu yetkiyi Allah’a karşı
kullanmaz, yani Allah’tan olan emanete hıyanet
etmez. Öncelikle mânâ budur.
İyi bir insan insanlara nankörlük yapmaz, iyi
bir kul Allah’a karşı nankör olmaz. Bu, Şükür ve
Hamd anlamında her noktada çok dikkat etme-
miz gereken bir şeydir. Yirmi dört saatinizdeki
nimetleri düşünün, bir de dünyaya bakın. İnsan-
ların bir çoğu aç, bir çoğu susuz, bir çoğu evsiz,
bir çoğu savaşta, evinde barkında değil, kimileri
kaybolmuş. Akdeniz gemilerle dolu, kaçan in-
sanlar üst üste, içinde müslümanlar da var. Ha-
berlerde vardı, susamış idrarını içiyor, başka içe-
cek bir şey yok. Sen gece rahat yatağa uzanıyor-
sun, bu nasıl bir hediye biliyor musun, nasıl bir
lütuf? Oraya uzanınca eğer titremiyorsan olmaz.
Dünyadaki bu zorluklara rağmen sen güven ve

149
emniyettesin, yırtıcı hayvanların olmadığı kapa-
lı, emniyetli bir yerdesin. Dışarıda birileri nöbet
tutuyor, sen rahat yatıyorsun, evim ve yatağım
diyorsun. Sahibini unutmak yok! İnsanlara dav-
ranırken sahibi unutmuyoruz. Bir özel konak
düşünün, çok büyük, güzel, çok lüks. Sizi orada
misafir etmişler. Konak sahibini unutur musu-
nuz? Bir oda verdiler ki, bize ne güzel bir oda
vermişler diyorsun. Yatağa baktın, nasıl da güzel
bir yatak hazırlamışlar diyorsun. Bu yüzden, evin
hanımını beyini hiç unutmuyorsun. Kahvaltı-
ya iniyorsun, nasıl da bir kahvaltı hazırlamışlar
diyorsun. Çıkıncaya kadar dilinde hep bunlar;
bize şöyle ikram ettiler, şunu koydular. Dünya
Allah’ın size ikram ettiği bir yer, herşey O’nun,
hep ikram ediyor, hep ikram ediyor... “Beni anar-
sanız, ikram ettiğimi bilirseniz çoğaltırım” diyor.
İyi bir kul bunu yapar. Ama konaktaki iyi bir in-
sandır, insanları hiç unutmaz. İyi bir kul Allah’a
karşı işte böyle nankör olmaz.
İyi bir insan canlıların ihtiyaçlarına yönelik
fedakarlıklar yapar. İyi bir kulda “cansız” kavra-
mı yoktur. Biraz önce yoldaki taş işini konuştuk,
hatırlayın. İyi insan canlılara yönelik çeşitli feda-
karlıklar yaptığı için onu iyi insan diye anlatırlar.
Sırf bunu yaptı diye, İngiltere Prenses Diana’yı
ne yapacağını şaşırdı. Saraydayken yapamıyor-
du, çıktı, dışarıda canlıların ihtiyaçlarına yönelik
konuşma, gezme, defile, birşeyler yaptı diye İn-
giltere ona nasıl davranacağını şaşırıyor. İşte iyi
insan böyledir, onun karşılığını insanlar verir, ku-
ralını da onlar koyar. Peki, iyi bir kul? Zekat, sada-

150
YILMAZ DÜNDAR

ka gibi infak adı altında ne varsa bunları öğrenir


ve gerçekleştirir, infak eder. Yine diyoruz ki, en
önemli infak “Müstakilen VARIM ve Muhtarım”
iddiasını vermektir, onu def etmektir. Aslında
onu birine veremezsin, ancak def edersin. Kü-
für olan bir şeyi birine veremezsin. Bir zamanlar
çevre konferanslarında alüminyum tencerelerin
zararından bahsederdik. Konu anlaşılsın diye
esprili bir örnek verirdim. Evler alüminyum dolu.
Kişi bu örneği duydu, eve gitti, alüminyumları
atmaz birine verir. Olmaz! Sana zehirli ona da
zehirli. Dolayısıyla Muhtariyeti Tercih Gücü’nün
cazibesine kapılıp kendini müstakil ilan edenin,
o iddiayı def etmesi en önemli infaktır. Bunu
yapmadan servetini versen para etmez, sevabı
yoktur. Sevap sayacı ancak onu def ettikten son-
ra çalışmaya başlar. “Şu işin şu kadar sevabı var”
hâli o iddiayı def ettikten sonra başlar.
İyi bir insan canlıların haklarına saygılı olur
ve hak yemez. İyi bir kul Allah’ın Hakkına riayet
eder, Allah’ın vasıflarına sahip çıkıp onları ört-
mez, onları inkâr etmez, onlara ters davranmaz.
İşte Kur’ân bize bütün bunları Allah için,
Allah’a, Allah’la ve dahi İllallah, illa Billah nasıl
yaşayacağımızı öğretir. Bu cümlede ilk basamak-
tan nefs seyr-i süluğu ile ilgili ipucu var. Bütün
bunlar Allah için, Allah’a, Allah’la ve dahi -ileri-
de- İllallah, illa Billah olarak bunları nasıl yaşanı-
rı bize Kur’ân öğretir ve öğütler. Ve bizden ister
ki, sen O’ndan razı, O da senden razı olsun. Bir
diğer söylenişi şöyledir: O senden razı, sen de
O’ndan razı. “Sen O’ndan razı, O da senden razı”

151
kesret cümlesidir. “O senden razı, sen de ondan
razı” tevhid cümlesidir. Sen yokken O senden
razı olarak seni yaratmışsa sen bu işleri yaparsın.
Âyet bu kula “Gir cennetime” diyor. Kur’ân bu
seviyeye gelelim ister.
İnsandaki Kendinde Kendine Göre Var olan
hali, yani Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu,
bütün bunlarla beraber tanım olarak Nefs’i as-
lında Ahseni Takviym suretinde olduğu için
bizim şimdi yapmaya çalıştığımız dil onun ana
dilidir. Uğraşmakla yeni bir şey öğrenmeyece-
ğiz, onu açacağız, o açılmış olacak, yani itirazsız
ikilemsiz kendiliğinden çalışır olacak. Biz tev-
hid dilini Efendimiz (SAV) le birlikte öğrendik,
Kur’ân’la antrenman ettik. Ama kesret dilini za-
ten biliyorduk. Onları cem etmek ve tek mânâ
yapmak gerekiyor. Aslında tek mânâ yapmayı
kesret âleminde anlatmak zor. Sanki iki ayrı şey
var da onları tek mânâ yapıyoruz zannettiği-
miz için zorlanıyoruz. Onu biz ayırdık, o zaten
tek mânâydı, Ahseni Takviym’in haliydi. Ahseni
Takviym’e güzel denmesi onun şeklen fizyono-
mik olarak güzel olması, teknik olarak bir nok-
taya ulaşmış olması değildir, Allah’ı biliyor ve
bu dili konuşuyor olmasıdır. “Aşağıların Aşağısı”
kitapçığında bunları paylaştık. O Esfele Sâfiliyn
yapıya gelince kesret dilini dûniHİ algıyla öğren-
di. DûniHİ algıyla öğrendiği için aslında tek olan
mânâyı anlayabilmek üzere ayırıyoruz. Aslında
tek bir şeyden türediler, o mânâları asıllarına
döndürmek gerekiyor. Mânâlar çakışarak asıl-
larına döndüğünde o kendiliğinden var olan bir

152
YILMAZ DÜNDAR

şey, onun ikilemi olmaz, tek bir formattır; VAR-


dır o, bir şeyle kıyaslayamazsın, o kıyaslayacağın
bir şey değil, tek bir şey. Kıyas yapamayacağın
için de seni ikileme düşürmez. Kişi İnsan-30’a
göre ikileme düşmez, kesret dilinde düşer. Kes-
ret dili orada cem olduğu için, orada aslına dön-
düğü için mânâda ikileme düşmezsin, ikilem
akla gelmez. Ve bu ancak nefs-i mutmaineden
sonra olur, zaten ismi mutmain. Nefs-i mutma-
ineye kadar kişi hatalar yapar. Dûnillahi algısını
yıkıp da oluşturduğu Billâhi algıyı yerine koyma-
ya çalışırken hatalar yapabilir. Onlar yanlış de-
ğildir, aynı kulvardaki hatalardır, sendelemedir,
gittikçe rayına oturur, kendiliğinden yürür.
Hep diyoruz ki, bütün bu paylaştıklarımız
başlangıç çizgisine gelmek için. Bütün paylaş-
tıklarımızı ve gelecekte bu konular çerçevesinde
paylaşacaklarımızı birisi tam uyguladığı zaman
ancak başlangıç çizgisini kavramış ve oraya gel-
miş olur, nefs yolunda, nefs idrakında ilerlemiş
sayılmaz. Bu iş astronotluk derslerine benzer.
Uzaya gidecek bir araçla yolculuk için önceden
astronot epey bir antrenman yapar. Gideceği
yerin kuralları dünyaya uymadığı için, o ortama
uyum sağlayacak hayatı yaşama antrenmanları
yapar, en azından yer çekimi gibi şeyler için ça-
lışır, öncelikle bunu yapar ve bu onun epey bir
zamanını alır. Uzay aracının çıkacağı başlangıç
çizgisine gelmeden önce oldukça yoğun ve zah-
metli bir antrenman süreci yaşar. Fakat yol öyle
değildir, füze gibidir. Kişi o çizgiye geri dönüşsüz
gelirse, ondan sonraki gidiş füze gidişi gibidir,

153
ikilemsiz, rotası belli, kendiliğinden. Oraya kadar
iyi bir antrenman gerekir, sonrası kendi çalışan
bir makinadır. O dil de öyledir, önemseyip çok
antrenmanla açılmasını sağlamak lazım. Açıldığı
zaman sen hiç farkına varmadan çalışır. Çalışın-
ca sen kesret dilini okuduğunda zihnin onu eşi
olan uluhiyet diline çevirir, böylece kesret diliyle
perdelenmezsin. Veya uluhiyet dilini okuduğun-
da cazibesine kapılıp amelsizleşmezsin, hemen
onun kesret dilini/amelini sana yaptırır. Kendin-
de Kendine Göre Var olanın başka dili yok. Onu
biz Birbirine Göre Var’a, tekasüre, Esfele Sâfiliyn
görüntüye bağladığımız için Esfele Sâfiliyne ait
dili öğrendi. Onun ana dili Ahseni Takviym yapı-
nın dili. O dili hatırlata hatırlata, o dil onda açılır.
Geldiğimiz noktayı özetleyen bir cümleyle
devam edelim. İslâm iyi insan olmak ana baş-
lığı ve mesajı ile anlatılır ise doğru olmaz, bu
İslami bir yöntem değildir. Böyle olursa, kişi iyi
insan olursa Kur’ân’ın öğütlerini yerine getir-
diğini zannedecektir. Oysa bu kişinin iyi insan
olmak için yaptıklarını Muhammedî olma-
yan biri de yapabilir. Bu bizim için çok önemli
bir çizgidir, çok önemli bir testtir. Oysa doğru
düzgün Muhammedî olan birisinin yaptığı bir
şeyi Muhammedî olmayan kesinlikle yapamaz,
mümkün değil. Bu yüzden, başkalarının hoşunu-
za giden özelliklerine bakıp onlara Muhammedî
etiketi yapıştırmayın, Muhammedî Anlayış o
işten davacı olur. Bu konuda sürekli kendimi-
zi test etmeliyiz. Örneğin, salât ikamesi, namaz
kılmak. Kendimiz nasıl salât ikame ediyorsak

154
YILMAZ DÜNDAR

Muhammedî olmayan birisine anlatsak o da ay-


nısını yapabilir mi? “Yapar” diyorsanız salâtınızda
bir noksanlık var demektir. Rabbim hepsini ka-
bul buyurur inşâAllah, salâta durmak başka bir
şeydir, ayrı iştir. Onun kabul olup olmaması bir
insanın işi değil. Biz daha iyisini ve doğrusunu
tarif etmeye, yapmaya çalıştığımız için onu izah
ediyoruz. Aksi halde salâtı değerlendirmek yal-
nızca Allah’ındır. Allahuekber deyip başlamanız-
la birlikte salâtta kimseyle ilgili olmayan başka
bir sistem kendiliğinden çalışır. O bizim işimiz
değil, hiçbir kimsenin, hiçbir insanın işi değil.
Anlatmaya çalıştığım şey, işin doğrusunu ara-
yıp bulmak için yöntem. Aynı testi oruç için de
yapın. Tuttuğum orucu birisine baştan sona an-
latsam, o kişi Muhammedî olmadığı halde aynı
benim gibi yapabiliyorsa benim yaptığımda bir
noksanlık var demektir. Bir Muhammedî ame-
li başkası yapamaz. Çünkü îman ve sâlih amel
ancak ve ancak Muhammedî içindir. Kendimizi
her konuda böyle test edebiliriz. Mesela bir hayr
yapıyorsunuz, bir yere bir bağışta bulundunuz.
Aynısını tarif etsem Muhammedî olmayan da
yapar mı? Yaparsa bu hayr Muhammedî bir
amel olmaz. Muhammedî olması için ne yap-
mak lazım? İşte bunu çok önemsemek gerekiyor,
mesele hep bu. Sakın “Nasıl?” demeyin, hep onu
konuşuyoruz. Aksi halde bu iş şuna benzer. Biri-
siyle on dakika konuştunuz, on defa “Adınız ney-
di?” diye sordu. Biz hep “Adım şu, adım şu” deyip
duruyoruz, buna rağmen “Adın neydi?” diye so-
rarsanız olmaz. Zaten hep “Nasıl Muhammedî

155
olunur?” onu konuşuyoruz. Artık bunu başka-
larına anlatabilecek halde olmalısınız inşâAllah.
İslâm iyi insan olmak diye anlatılırsa, mü’min
de buna inanırsa “Ayıp olur” dikkati ve korkusu
“günah olur” titizliğini örter ve geçer. İyi insan ol-
maya çalıştığı için ölçüsü bu: Ayıp olur! Bir yere
gidilecektir, gitmesek ayıp olur, gidilmeyecektir
gitsek ayıp olur. Konu neyse hep mesele budur;
ayıp olur! “Ayıp olur” yaklaşımı İslamî değildir,
ona çok dikkat edelim. O insanî bir davranış
değerlendirmedir. Hiç değilse şimdilik “Günah
olur” kelimesini kullanmak lazım. Doğrusu, şöy-
le olursa Allah razı olur inşâAllah düşüncesiyle
yaşamaktır. Her şeyi Allah’a bağlayan hâl önem-
lidir. İşi Allah’a bağlayan duâ gibi cümlelerle ha-
reket etmeliyiz. Bu iyi kulla ilgilidir. Allah’a iyi kul
olmaya çalışanın düşüncesi, korkusu günahla
ilgilidir. İyi insan günahla değil ayıpla meşgul-
dür, “Ayıp olur” diye yaşar. “Ayıp olur”la yaşayan
müslüman Allah’tan ittika etmez. Onda insan-
lardan çekinme ve sakınma ön plana geçer. Oysa
biz ittikayı öğrenmeli ve yaşamalıyız. Hep onu
anlatıyoruz. “Sonra bana ne derler” düşüncesiy-
le yaşamak neticede o kişinin duygu, düşünce,
arzu, istek ve fiillerinde “Allah ne der?” telaşının
kaybolmasına yol açar, “İnsanlar ne der?” özeni-
ne girer. Efendimiz (SAV) zamanında müşrikler
“İnsanlar ne der”i umursadıkları için gelip tabi
olmadılar. “Geleneklerimiz şöyle, adetimiz böy-
le, aşiretimiz böyle” ile bu iş olmaz.
İslam terk ettirendir.

156
6.
İŞİTTİK VE İTAAT ETTİK

İyi insan cennete gider mi? Hâyır. Cennet


iyi insanlar için değildir, Allah’a kulluk göre-
vini yerine getirmeye çalışan iyi kullar içindir.
Allah’a kulluk yapabilmek için olmazsa olmaz
ilk şart, hakkıyla ama hakkıyla Âmentü Billâhi ve
Rasûlihi demektir. Bu yüzden hep gündemimiz
Âmentü Billâhi ve Rasûlihi. Bunu hakkıyla söyle-
mek önemli. Sözde değil, böyle deniyormuş diye
değil. Elbette o da çok önemli bir başlangıçtır
ama yeterli değildir. Hakkıyla Âmentü Billâhi ve
Rasûlihi ilk şart olduğu için “Daha ne yaparsam
hakkıyla olur, bunu daha hakkıyla nasıl yapa-
rım?” diye sorarak, arayarak, öğrenerek Âmentü
Billâhi ve Rasûlihi demek gerekiyor. Âmentü
Billâhi ve Rasûlihi’nin hemen peşine ikinci kural
gelir; Semi’na ve Eta’na. Mutlaka hemen “İşittik
ve itaat ettik” diyeceğiz. Allah’a kulluk yapma-
nın, kulluk yaparken Allah’ı tercih etmenin ikin-
ci şartı budur. Kulluk hayat tarzıdır ve bir kişi
Allah’ın razı olduğu hayat tarzını seçerse başlan-
gıcı hakkıyla Âmentü Billâhi ve Rasûlihi demek-
tir. Hemen peşine de “Semi’na ve Eta’na; Allah ve
Rasûlü’nü işittik, itaat ettik” demektir. Olmazsa
olmaz şart bu ikisidir, bu ikisi tartışılmaz kural-
dır. Bu işin böyle olduğunu bize âyetler anlatıyor.
Böyle midir, Kur’ân’dan bakalım.

157
“Aralarında hükmetmesi için Allah’a ve O’nun
Rasûlü’ne davet edildiklerinde mü’minlerin sözü
ancak ‹İşittik ve itaat ettik’ demeleridir. İşte on-
lar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.” (Nûr-51)
Bu âyeti de iki türlü görmek; âyetin inzal ol-
duğu zamanki hali ve âyetin bana söylediği. Öte-
lememeyi öğrendik, “O zaman öyleymiş” deyip
âyeti bir kenara koymayalım. “Âyet bana ne di-
yor, âyeti nasıl ötelemem?” diye mutlaka telaş-
lanmalıyız.
“Aralarında hükmetmesi için Allah’a ve
Rasûlü’ne davet edildiklerinde” kısmı, Efendimiz
(SAV) zamanında sahabenin bir konusu oldu-
ğunda seçtikleri yolu anlatıyor. Hatta Hz. Ömer
radıyallahu anh’ın bir kıssasından öğreniyoruz,
yalnızca müslümanların değil yahudilerin de
seçtikleri bir yol. “Ne yapalım?” diye onlar da
Rasûlullah Efendimize (SAV) gelip danışıyorlar.
Aralarında hükmetmesi için Allah’a ve O’nun
Rasûlü’ne davet edildiklerinde, mü’minlerin
sözü ancak ‘İşittik ve itaat ettik’ demeleridir.
Eğer böyle yaparsanız, konunuz neyse Allah’a
ve Rasûlü’ne danışırsanız yapacağınız tek şey, o
konu hakkında karar verildikten sonra “İşittik
ve itaat ettik” demektir, sakın dışına çıkmayın,
yorum yapmayın. Çünkü bilemezsiniz. Bu kişiye
yapılan bir baskı değil, öyle olmadığını çok geniş
gördük. Bu bir uyarıdır: Bilemezsiniz ve kesinlik-
le yanlış yaparsınız. Çünkü o dünya tecrübesiyle
bileceğiniz bir şey değil. Öyleyse “İşittik ve itaat
ettik” deyin ve hükme uyun. Bunu kendimize,
günümüze getirelim. Günümüzde biz hükme-

158
YILMAZ DÜNDAR

dilmesi için Allah ve Rasûlü’nün davetine gidiyor


muyuz? Gidiyoruz. Bir âyet okumak, şu konuda
Efendimiz (SAV) ne demiş diye bir hadise bak-
mak hep Allah ve Rasûlü’ne başvurmaktır. Aynı
şeydir, ha o gün, ha bugün fark etmez. Kur’ân
indiği zaman, Kur’ân’la ilgili hayat rolünü oyna-
yanların hayatları elbette ayrıdır. Ama o günkü
oyundan, o hayattan çıkan sonuçların günü-
müzde uygulanması da Allah’a ve Rasûlü’ne
gitmektir. Günümüzde de hemen oraya uygun
bir davranış bulmalıyız. Demek ki biz de Allah
ve Rasûlü’ne gidiyoruz. Ne diyeceğiz? Semi’na ve
Eta’na; işittik ve itaat ettik.
“Öyleyse gücünüz yettiğince Allah’tan ittika
edin (Allah’a isyandan kaçının), işitin (dinleyin
anlayın), itaat edin ve kendiniz için bir hayr infak
edin. Kim nefsinin cimriliğinden (ihtirasından)
korunursa, işte onlar kurtulanların ta kendileri-
dir.” (Teğabun-16)
Rabbimiz bize buyuruyor ki, gücünüz yetti-
ğince Allah’tan ittika edin. Bize buradaki ilk öğüt
ittika ederken hemen yapmamız gereken, onun-
la başlayalım: Gücünüz yettiğince dûniHİ algı ve
zannlarından kendinizi kurtarın. Dikkat edin,
“kurtulun” demiyor; “kurtulmaya gayret edin, it-
tika edin” diyor. İttika edin; yani eğer dûniHİ algı
ve zanlarından kurtulmazsanız başınıza gelecek-
ler yüzünden Allah’tan korkun. “İttika etmek”
geniş mânâlıdır, yerine göre o mânâlara ayrı ayrı
bakmak gerekir. DûniHİ algı ve zannlarından
gücünüz yettiğince kurtulmaya çalışırken bunu
dünya tecrübesiyle yapamazsınız. Çünkü dünya

159
zaten dûniHİ algı ve zannları üzerine oluşmuş
bir hayat tarzıdır. Ondan dünya tecrübesiyle
kurtulamayacağınız için, bunu Bilen’i işitin, din-
leyin, anlayın, O’na itaat edin, Semi’na ve Eta’na
deyin ve kendiniz için bir hayr infak edin.
“Hayr” ve “hâyır” kelimelerini hiç değilse
yazıda karıştırmamak gerekir. “Evet-hâyır”daki
“hâyır” kelimesinden ayırmak için “ı” harfini
kullanmadan “hayr” şeklinde yazmak iyi olur.
“Kendiniz için bir hayr infak edin. Kim nefsinin
cimriliğinden/ihtirasından korunursa işte onlar
korunanların ta kendileridir.” İşittik ve itaat et-
tik deyin ama kendiniz için bir hayr infak edin.
Yani her şeyin sahibi olanın Allah olduğunu bi-
lin, O’nun olanı yine O’nun için O’nun adına ve-
rin. Her şeyin sahibinin O olduğunu bil. Kendini
sahibi zannedip saklama! Burada anlamamız
gereken çok önemli şey şu: Kim nefsinin cim-
riliğinden/ihtirasından korunursa! Az önce an-
lattıklarımızın peşine bu geliyor. Önce Âmentü
Billâhi ve Rasûlihi dedin. Hemen sonra Semi’na
ve Eta’na; işittik ve itaat ettik dedin. Öyleyse bu
cimrilikten korun!
Kur’ân’daki cimriliği normal hayattaki cimri-
lik gibi anlarsak bu işi hiç başaramayız. Cimrilik
nefsinin cimriliğidir. Kim nefsinin cimriliğinden
ve ihtirasından korunursa ayet diyor ki, “Onlar
kurtuluşa erenlerin ta kendisidir.” Onları tarif
ediyor. “Nefsinin cimriliğinden ve ihtirasından”
dediğine göre nefsi bir şeyi vermek istemiyor, bir
konuda cimri davranıyor. Onu vermezse bütün
malını verse bir değeri yok, Kur’ân onu vermeye-

160
YILMAZ DÜNDAR

ne cimri der. Esas vermesi gereken, Allah’ın ona


verdiği Tercih Gücü’dür, onu haddi aşar tarzda
kullanmamasıdır. Allah’ın tercihle ilgili verdiği
yetkiyi yalnız Allah için kullanması gerekiyor. O
kadar tatlıdır ki, kişi bunu tutar vermez. Allah’ın
verdiği bu yetkiyi tutar, vermezse kişi nefsinin
cimrisi olur. Onu tutmak “Benim” demektir, be-
nim. Allah’ın olan bir şeyi tutamazsın. Dikkat
edin, müslümanlar Billâhi anlamını yaşamaya
başladıkları zaman çok coşkulu cömert olurlar.
Çünkü bir başkasının malını dağıtıyor rahatlı-
ğıyla dağıtmaya başlarlar. Anlar ki kendinin de-
ğil. DûniHİ düşünürken kişi kendi malından bir
şeyler verdiğini zannediyordu, bir şey verince
“Mutlaka bunun karşılığını Allah bana verecek-
tir” diye seviniyordu. O duygunun karşılığı ce-
hennemdir. “Benim malım” dersen, oradan bir
şeyleri verip Allah’tan karşılık beklersen kendini
ilah ilan etmiş olursun. Sen Allah’ın malını Allah
için Allah adına verensin. Bu öyle bir vermek ki
sağın verince solun haberi olmaz. Bu mânâları
daha önce paylaşmıştık, vaktiniz olursa kitap-
çıklarımıza bakın inşâAllah. Dolayısıyla, eğer kişi
“Allah’a karşı ben de müstakilen varım ve muh-
tarım” derse ve çok tatlı olan bu iddiayı tutarsa
nefsinin cimriliğine ve ihtirasına kapılmış olur.
Bu iddia dururken bütün malını verebilir. Bu o
kadar tatlıdır ki, sıra bundan vazgeçmeye gelin-
ce bunu bırakamaz. Rabbim inşâAllah hepimizi
doğru yola hızla iletir. Öyle müslüman kardeş-
lerimize rastlarız ki, çok dağıtırlar. Onlara “sen
asıl ‘Ben müstakilen varım ve muhtarım’ iddian-

161
dan vazgeç” deriz, bir türlü kabul etmez, gece
gündüz mal dağıtır ama onu vermez. Önce onu
verecek! Onu verdiği zaman her şeyi çok rahat
verir. Ve sevap o zaman çalışır.
Nefsinin cimriliği tanımını şöyle örneklen-
dirirsek anlamak kolaylaşacaktır. Halifetullah
olan insan Allah adına “BEN” der. Allah’a karşı
ortaklık ilan etmiş olan ise kendi adına “BEN”
der. Biz Allah’ın kendi “BEN” demesinden verdiği
yetkiyle Allah adına “BEN” deriz. Ama Âmentü
Billâhi ve Rasûlihi dememiş birisi kendi adına,
kendi zatı namına “BEN” der ve bu “BEN” deme-
yi vermez, cimrilik budur. Kendi adına söylediği
“BEN”e namaz kıldırır, oruç tutturur, onu hacca
umreye götürür, ona hayr yaptırır. Hâlbuki ki-
şinin kendi adına “BEN” demesi şirktir, kendini
Allah’a ortak koşmaktır, nefsin cimriliği, ihtirası
budur, kişinin vermediği budur. Önce bunu ver!
O dönemdeki müslümanların önce “Âmentü
Billâhi ve Rasûlihi” demeleri, sonra “Semi’nâ ve
eta’nâ; işittik ve itaat ettik Allahım, işittik ve itaat
ettik Ya Rasûlallah” demeleri, peşine “Ğufrâneke
Rabbenâ, ğufrâneke Rabbenâ” diye yalvararak
af dilemeleri Rabbimiz indinde makbul olmuş-
tur. Müslümanların o hallerinden memnuniye-
tini Efendimiz (SAV) le Mirac Gecesi “Âmener
Rasûlü” âyetiyle bize hediye olarak bildirmiştir.
Öncelikle Bakara-285 ve ona ek olarak Baka-
ra-286 bir Mirac hediyesidir. “Âmentü Billâhi ve
Rasûlihi” dedikleri için, Rasûlleri ayırmadıkla-
rı için, “Semi’na ve eta’na, ğufraneke Rabbena”

162
YILMAZ DÜNDAR

dedikleri için Rabbimizin onlardan hoşnutluğu


bize bu âyetlerle bildirilmiştir.
Bu hoşnutluğu Bakara-285’ten öğrendik. Fa-
kat, Allah’a (Allahuekber’e) “Semi’nâ ve eta’nâ;
işittik ve itaat ettik” dedikten sonra insan kor-
kuyor; “İşittik ve itaat ettik” dediğimiz şeyin ya
altından kalkamazsak? Bu ‘tüh’ demek değil.
İmanlı kişinin ya altından kalkamazsak korkusu
için Bakara-286 ona seslenir: Korkma! Kapasi-
tenizin üstünde bir yük yüklenmez. Ve bize bir
dua öğretilir. Âyette bir de “İşittik ve itaat ettik”
diyen için bir kazançtan bahsedilir. O kul hiçbir
gayret sarf etmeden âhiretle ilgili mükafatı elde
eder, hedefi onikiden vurmuş olur. Dünyada
yaşarken bazı doğruları bulabilmek için yıllarca
uğraşırsınız, bazı bulunmuş bilgiler için kuşaklar
boyu uç uca araştırmalar yapılmıştır. Halbuki siz
âhiretle ilgili en doğruyu “Semi’na ve eta’na” de-
mekle öğrenirsiniz, hiç bir gayret göstermeden,
terlemeden öğrenirsiniz. 286. âyet bunun müj-
desini de verir. Bu yüzden “Semi’na ve eta’na”
halini, “Ya Rabbi işittik ve itaat ettik” teslimiyeti-
ni çok sevmek lazım. Rabbimiz o halden hoşnut
olmuş! O sınıfa girebilmek için bunu çok sev-
mek lazım: “Ve kalû semi’nâ ve eta’nâ ğufrâneke
rabbenâ ve ileykel masıyr: İşittik ve itaat ettik, ey
Rabbimiz affına sığınırız, dönüşümüz Sana’dır,
dediler.” (Bakara-285)
Allah’a kulluk görevini yapmak için olmazsa
olmaz başlangıç şart dediğimiz Âmentü Billâhi
ve Rasûlihi ile Semi’nâ ve Eta’nâ davranışı Rabbi-
miz tarafından övülmüş bir davranıştır. “Semi’na

163
ve Eta’na dediler ve davrandılar” diye müslü-
manlar övülürken, Hz. Mûsa aleyhisselam kav-
mi bu konudaki yanlışları nedeniyle kınanmış
ve uyarılmıştır: “Size verdiğimizi kuvvetle tutun
ve işitin dinleyin” demiştik. Onlar ise; ‘semi’na
ve asayna’ (işittik ve isyan) ettik dediler.” (Baka-
ra-93)
Yine Kur’ân nezaketi, yine Kur’ân’ın bize Ra-
hiym ismiyle görünüşü. Başka bir yerden dersle
uyarıyor, mü’min hiç incitilmiyor. Onlara “İşitin
ve itaat edin demiştik” ama onlar “Semi’na ve
asayna; işittik ve isyan ettik” dediler. O hale düş-
meyelim inşâAllah. Bu tanımları ve halleri niye
çok tekrarlıyoruz? Bu tedebbür ve tezekkürler
bizde bir hal oluştursun diye. “Öyle miyiz değil
miyiz, yapıyor muyuz yapmıyor muyuz?” dü-
şüncesi, rahatsızlığı ve korkusu başlasın diye.
Ancak o korku başlarsa biz “Semi’na ve Eta’na”
diyebilme gayretine gireriz. Hayatımıza bakalım,
belki de yaşantımızın büyük çoğunluğu “İşittik
ve isyan ettik” formunda geçiyor. Mutlaka dil-
le söylemek şart değil, davranışlarımız, düşün-
celerimiz, konuşmalarımız, hepsi önemli. Biz
ona hayat tarzı dedik. Hayat tarzımız, “Allahım,
evet işittik, sen öyle dedin ama biz isyan ettik”
diye geçiyor olabilir. Allah muhafaza etsin. Eğer
hedefimiz Allah’a kulluk yapmaksa, Âmentü
Billâhi’den sonra “Semi’nâ ve Eta’nâ” şarttır.
Okuyacağımız âyet, “İşittik ve isyan ettik”
durumuna düşmemek için bir uyarıdır. Ayrıca
Elest Bezmi denilen mukaddes meclisteki “Evet,
Rabbimiz SENsin” (A’raf-172, 173), sözümüzü

164
YILMAZ DÜNDAR

de bize hatırlatıyor. Âyet geldiği zaman Akabe


ve Hudeybiye’de mü’minler Allah’a ve Rasûlü’ne
söz vermişlerdi, o sözle ilişkili de inzal olmuş bir
âyet. Onu kendimize taşıdığımızda çıkaracağı-
mız mânâların içerisinde, “Evet, Rabbimiz SEN-
sin, buna şahit olduk” sözü de vardır:
“Allah’ın size olan nimetini, ‘İşittik ve itaat et-
tik’ dediğiniz zaman sizi bununla bağladığı O’na
verdiğiniz sözü hatırlayın ve Allah’tan ittika edin
(isyan etmeyin, sakının). Muhakkak ki Allah,
Aliymun Bizatissudur’dur.” (Mâide-7)
Allah Aliymun Bizatissudur’dur; kalbinizde
olanı, sadrlarınızda olanları, aklınızdan geçeni,
düşündüklerinizi düşüneceklerinizi, hepsini bi-
lendir, bu yüzden ittika edin. İttika etmeyi biraz
daha açmış olacağız. “Şundan ittika edin” dedi-
ğinde, her geçtiği yerde oluşan bir mânâ var, hep
diyor ki sakının. Bu “Sakın ha yapma” demektir.
Her geçtiği âyette Rabbimiz bir şey için “Sakın
ha yapma” diyor. Burada acaba neye ‘sakın ha’
diyor? Ayrıca “Aliymun Bizatissudur’dur” diye-
rek de bizi uyarıyor. Anlamak için normal ya-
şantımıza dönelim. Diyelim ki ben sizden birine
“İçinden şunu geçirdin” dedim, diğer bir arka-
daşa “Şöyle düşündün, öyle düşünme” dedim,
ne yaparsınız? Bir anda tedirgin olursunuz, ne
düşüneceğinizi şaşırırsınız. Kişi ne düşüneceğini
şaşırınca hep de yanlış düşünceler zihnine gelir.
Oysa ben size ne yapabilirim ki? Benden niye çe-
kinilir ki? Ama içinizden geçeni söylüyorum diye,
zihinden geçen yalan yanlış şeyleri bildim diye
korktunuz. Bu henüz zihinden geçen, sadr ve

165
kalb değil. Zihinden geçeni bildim diye sakındın
ve kendine “Sakın öyle şeyler düşünme, biliyor”
diyorsun. Yani benden ittika ettiniz. Allahuek-
ber! Allah “İçinizden geçenleri biliyorum” dediği
halde hiç ittika etmiyoruz. Fark ettiniz mi, bir in-
sandan çekindiğimiz kadar bile Allah’tan çekin-
miyoruz! Bunu bir itiraf edelim. Bir insan “bildi”
diye düşüncelerimize dikkat ediyoruz. Allah,
“İçinizden geçenleri geçecekleri, sadrınızdakini,
kalbinizdekini, beyninizdekini hepsini bilenim.
Bu benim ilmim. Hiç yaratan yarattığını bilmez
mi” demesine rağmen bu bizi hiç korkutmuyor!
Ama insan bizi korkuttu! Allah bize “Korkun,
söz verdiniz korkun” diyor. Bir kişiye bir konuda
söz verip de yapamadıysanız onunla karşılaş-
mak, yüz yüze gelmek istemiyorsunuz. Çünkü
söz verdiğiniz şeyi yapamadınız, vakti geçiyor
diye ondan ittika ediyorsunuz. Rabbimiz diyor
ki, “Benden ittika edin, söz verdiniz. Bir insan-
dan çekinip karşısına çıkmamaya çalışıyorsunuz,
bana söz verdiniz, benden ittika edin.”
“Ne yana dönsek Vechullah’tır” diyorsunuz,
öyleyse Allah’tan ittika edin.

166
7.
FISK HÂLİ VE FÂSIK

Kişi Kur’ân’ı işitir ve itaat etmezse, “Semi’nâ ve


eta’nâ” dediği halde uymazsa? Kur’ân’ı dinliyor
ama hiç ilgilenmiyorsa, hem yalanlıyor hem de
yalanlama faaliyetleriyle meşgul oluyorsa, Allah
muhafaza etsin, o Kur’ân’a göre Hakk Yol’dan,
Sırât-ı Müstakıym’den ayrılmıştır, Allah’a isyan
etmiştir, Allah’tan ittika etmiyordur. Buradaki
ittika, sonra başına geleceklerden korkmuyor
oluşu ifade eder. Mânâya bu da eklenmiş oldu;
ittika etmeyen başına geleceklerden korkmuyor
demektir. Kur’ân bu saydığım hallerle yaşamaya
fısk, öyle yaşayana da fâsık diyor.
“Muhakkak ki insanların çoğu gerçekten fa-
sıktır.” (Mâide-49)
Bu Kur’ân’ın tespitidir, Sahibi’nin tespitidir:
İnsanların çoğu gerçekten fasıktır. Yani insanla-
rın çoğu “Semi’na ve eta’na” demezler, “Âmentü
Billâhi ve Rasûlihi” demezler. Bizi bu tespite gö-
türen âyetler var, onlara birlikte bakalım:
“Elif Lâm Mîm Râ, bunlar kitabın âyetleridir. Ve
o kitap Rabbinden sana inzal olunan Hakk’tır. Fa-
kat insanların ekseriyeti îman etmezler” (Ra’d-1)
Âyetten bir durum tespiti yapalım: Bu kitap
Hakk’tır ama insanların ekseriyeti îman etmez.
O zaman insanların hepsini inandıracağım diye

167
uğraşma, boşa kürek çekme, enerjini inanana
harca, kanatlarını inanana aç. Çünkü hırs göster-
sen de insanların ekseriyeti mü’min olmaz.
Efendimiz (SAV) e tebliği geldiği zaman isti-
yor ki herkes koşsun, inansın, kabul etsin, Rab-
binin yoluna hırs gösteriyor. Yusuf-103’de Rabbi
diyor ki, “Hırs göstersen de çoğu mü’min olmaz.”
Hatta “Sen sevdiklerine hidayet edemezsin”
buyruluyor. Ra’d-1 ve Yûsuf-103. âyetler; “İnsan-
ların ekseriyatı îman etmezler, Âmentü Billâhi
ve Rasûlihi demezler” deyince “Bu âyetler inan-
mayanlar için, biz inanıyoruz” deyip çok önem-
semeyebiliyoruz. Ama şu âyete bakın. Bu âyete
çok özen göstermemiz, zihnimizde bu âyetle il-
gili hızlı, acil ders yapmamız lazım ki o ders bizde
korku oluştursun, bizi araştırmaya sevk etsin.
“Onların ekseriyeti ancak müşrikler olarak
Allah’a îman ederler.” (Yûsuf-106)
Anlattıklarımıza karşı “Acaba?” diyene bu âyet
yeter. Yûsuf-106 doğrudan inananlar için, inanı-
yorum diyenler için: Onların ekseriyatı Allah’a
îman ediyorlar ama onlar müşrik! Muhafaza bu-
yur ya Rabbi. Tehlikeyi fark ediyor muyuz? İşte
bu tehlikeyi anlatmaya çalışıyoruz. İnanıyorum
demek iyi insan olma çalışmaları değildir. Bu iş
büyük, korkunç ve tehlikeli. Efendimiz (SAV);
“Sizi büyük bir tehlike için uyarmaya geldim”
diyor. Fark edenleri de müjdelemeye geldi. On-
ların ekseriyatı, yani inanıyorum diyenlerin çoğu
ancak müşrikler olarak îman ederlerse elde ne
kalır ki? Tüm insanları düşündük, ‘Onların çoğu

168
YILMAZ DÜNDAR

îman etmezler’ dendi. İman ediyorum diyenle-


re geldik, ‘Onların da çoğu müşrik olarak îman
eder’ buyruldu. Elde ne kaldı? Nasıl bir tehlike!
Hedefimiz Allah’a kulluk etmek. Müşrik olur-
sak nasıl kulluk edeceğiz? Öyleyse bu âyeti an-
lamaya çalışalım, müşrik olarak îman etmek ne
demek bir bakalım, âyeti günümüze taşıyalım.
“Aşağıların Aşağısı” kitapçığında ele almıştık, şirk
esasen ikiye ayrılır; birincil şirk, ikincil şirk. Böyle
bir ayrıma belki rastlamadınız ama bu tasnif şir-
kin daha kolay anlaşılmasını sağlar. Birincil şirk
fark edilmediği için önemi görülemiyor. Esfele
Sâfiliyn için kuraldır; bir şey ne kadar önemliyse
o kadar fark edilmez, ne kadar işe yaramazsa o
kadar çok önemsenir ve yapılır. “Bunun dinde
yeri yok” diyorsun, bir dini görev addedip deli
gibi yapıyor. Örneğin ahirete intikal etmiş bir kişi
için “Şu gün, şu gün, şu gün gibi dini vecibeler
yok” diyorsun, onları daha fazla yapıyor. Câmiye
uğramıyor ama uydurduğu görevleri deli gibi ya-
pıyor. Allah muhafaza etsin. Yanlış bir modern
tarifi yapıp kendini modern zanneden yaşantı-
dakiler için söylüyorum; İslam’dan daha modern
bir hayat tarzı olmaz, mümkün değil! Uydur-
dukları modernlik içerisinde “dini görevlerimizi
de yapıyoruz” diye dinde bulunmayan her şeyin
delisi olurlar. Ama esas yapılması gereken şeyle-
ri yapmazlar. Demek ki çok yapılana dikkat et-
mek lazım. Esfele sâfiliyn yanlışı çok sever, onu
yaptırır durur. Aynı esfele sâfiliyn önemli şeyle-
ri ise fark edilmemesi için örter. Birincil şirk de
bunlardan biridir. Birincil şirk bir kişinin “Ben

169
Müstakilen VARIM ve Muhtarım” iddiasında
bulunması ve buna göre hayat tarzı oluşturma-
sıdır. Bu kesinlikle esas şirktir, şirkin kaynağıdır,
o nedenle birincil şirktir. Diğer şirk dediklerimiz
ikincil şirktir. Örneğin bir kişinin paraya çok ta-
mah etmesi ikincil şirktir. Bilimle bir şeyler ya-
pan birisine “Sen bilime tapıyorsun” diyebilirler.
Bu liste uzar gider. Hepsi ikincil şirktir. İkincil
şirkler kalkınca şirk kalkar zannediliyor. Bu yanıl-
gı yüzünden müslümanlar “Biz şirk ehli değiliz”
diyorlar. Tehlike ve yanılgı budur. “Allah’a ortak
koşmayın” denildiğinde ortağın ikincil şirkler
zannedilmesi yüzünden müslüman “Ben hiçbir
şeyi Allah’a ortak koşmuyorum, bir putum yok”
diyor. Kendisini ortak koştuğundan haberi yok,
tehlikeden habersiz! Ortak sensin! Diğerleri bu
ortağın oyuncakları.
Yûsuf-106; “Onların ekseriyeti müşrikler ola-
rak Allah’a îman ederler” dediğinde, âyetin nâzil
olduğu o dönemde Mekke’de yaşayan müşrikler
zaten birincil şirkin içindeler. Ama görünen ve
kendisiyle savaşılan bir de ikincil şirk var. Mekke
müşrikleri Allah’a inanıyor ama müşrik olarak,
çünkü bir de putu var. O günkü tablo böyle. Bu
yüzden, Efendimiz (SAV) onlara tebliğini yapar-
ken onları Allah’a inanmaya çağırmadı. Buraya
lütfen dikkat edin, onlar zaten Allah’a inanıyor-
du. Onlara “Gelin Allah’a inanın” deseydi teb-
liğin bir cazibesi olur muydu? Günümüzde bir
kişi, “Efendimiz (SAV) onları Allah’a inanmaya
çağırmıştı, ben o çağrıya uydum, Allah’a inanı-
yorum” derse idraken çok geriye gider, Hz. Mûsa

170
YILMAZ DÜNDAR

kavminden olur, o kadar eski bir idraka gider.


İnsan böyle inanıyor. Ama günlük yaşantısında
eskiye, geride kalmışa karşıdır. Anne babamı-
zı eleştirmiyor muyuz; hangi gündesin hala bu
tekniği mi kullanıyorsun diye? Yeni bir telefon
modeli çıktığında değiştiremedim diye uykusu
kaçıyor. Ama ahireti için ona çağlar öncenin tek-
niği yetiyor. Efendimiz (SAV) in tebliği o değil!
Efendimiz (SAV) Âmentü Billâhi dedi, bunu
beyan etti. Bu Billâhi anlamı o günkü müşrikler
anladılar. Efendimiz’e; “Senin anlattığın Allah’la
bizim inandığımız Allah aynı değil” deyip, geri
dönüp mütekebbir olarak gittiler. Mütekeb-
bir olarak gitmek nedir? Efendimiz (SAV) on-
lara “Gelin Allah adına BEN” deyin dedi. Onlar
“Hâyır” dediler. Kendileri namına “BEN” dedik-
leri hayatı yaşarken de o BENin ihtiyaçlarını ye-
rine getirdiler; put yaptılar, şunu yaptılar, bunu
yaptılar. Sonuçta Efendimiz (SAV) in açıkladığı
Allah’ı yani Allah’ın vasıflarını, O’nun Ehad ve
Samed oluşunu kabul etmediler, kendilerine
bir Rab uydurdular, ona da Allah ismini verdiler.
Böylece, kendi uydurdukları Allah’a îman ettiler.
Kendi uydurdukları ve adına “Allah” dedikleri
bir şeye inanıyorum demekle, Efendimiz (SAV)
in tebliğinin kapsamına kimse giremez. Bu yüz-
den kişi kendi inanışına bakacak: Ben Efendimiz
(SAV) in açıkladığı Allah’a mı inanıyorum, ona
mı Âmentü Billâhi diyorum? Yoksa kafamdan
bir şey, bir Rab uydurdum da ona mı Allah deyip
inanıyorum? Allah’ı sen tarif edemezsin. O’nu
bize Efendimiz (SAV) anlatıyor, tanıtıyor. Kişinin

171
kafasından uydurduğu bir Rabba inanıyor olma-
sı ikincil şirktir. Asıl önemli olan onun bunu yap-
ma sebebidir ve o birincil şirktir. Birincil şirkin
kaynağı “Müstakilen varım ve muhtarım” iddi-
asıdır. Eğer inananlar da “Müstakilen varım ve
muhtarım” zannıyla, yani dûniHİ algı ve zannla-
rıyla Allah’a yöneliyorlarsa o tablo bu âyetin söy-
lediğidir: Onların çoğu dûniHİ algı ve zannlarıyla
-Allah’a müşrik olarak- inanıyor. Allah’ın dışı var,
kendisi de dışında müstakil bir varlık, tercihini
Allah’a kullandığını zannediyor.
“Allah’a kulluk yapmak” yerine sağlam otur-
sun diye konuyu tekrarlarla ve tanımlarla ba-
samak basamak ilerletmeye çalışıyoruz. Buna
İdrak Seyahati diyoruz. İslâm’ı anlatırken kişinin
idrakını alıp doğru istikamette istasyon istasyon
ilerleteceksin. Treni doğru yöne sürmek gerekir.
“Ekseriyeti müşrik olarak Allah’a îman eder”
âyetinin kapsamında olmaktan korktuysak, bu
kapsamda olmadığımızı beyan edelim: Eşhedü
en lâ ilahe illallah ve eşhedü enne Muhamme-
den Abduhu ve Rasûlühu. Allahım kesinlikle
şehâdet ederim ki; Müstakilen VAR ve Muhtar
olan ancak SENsin. Başka Müstakilen VAR ve
Muhtar olan YOKTUR. Başka Müstakilen VAR
ve Muhtar iddiaları yalandır, iftiradır, bâtıldır,
YOK hükmündedir. Yine kesinlikle şehâdet ede-
rim ki, Hz. Muhammed Mustafa (SAV) Kulun
ve Rasûlündür. Allahım, şehâdetimizi kabul bu-
yuruver, bu şehâdete uygun bir hayat tarzı lüt-
fediver, canımızı bu şehâdet üzerine alıver, bu
şehâdet üzerine bizi yeniden diriltiver. Âmîn.

172
8.
KENDİ ADINA “BEN” DİYENLER
VE TANRILAR ŞİRKETİ ORTAKLARI

Dünya hayatında Allah’ın razı olduğu hayatı


tarzı olarak tercih etmemiş kişi fâsıktır. Ancak,
tanımını yaptığımız bu fâsık da Allah’ın kulu-
dur. Tevhid dili ile deriz ki; fâsık da fâsık olmak-
la kulluğunu yerine getiriyor. Kesret diliyle ise,
fâsık Allah’a kulluk yapmayandır. O Allah’ın razı
olacağı hayat tarzını tercih etmemiştir. Lâ ilahe
illallah Kelime-i Tevhidi’ni kabul etmiyor, hatta
şiddetle inkâr ediyor. Bu durumda fâsıkın vasfı
kafir olur, fâsık bu söylediğimizi yaparsa kâfir
olur. Öyle fâsık hal vardır ki fâsık olduğunun
farkında değildir. Kişi nefsinin cimriliğine/ihti-
rasına kapılmıştır, vermesi gerekeni veremiyor-
dur, onu sıkı sıkı tutuyordur, o yüzden de ilan
ettiği müstakil BENle ilgili bir hayat tarzı oluş-
turmuştur. Ama müslümanlığın kurallarını da
benimsemeye, yapmaya çalışıyordur. Yani fıskı-
nın farkında değil. Ama bu söylediğimiz Lâ ilahe
illallah Kelime-i Tevhidi’ni kabul etmiyor, hatta
şiddetle reddediyor, inkâr ediyor. Biz “Başka
müstakilen VAR ve muhtar YOKTUR” diyoruz,
o tersini söylüyor, “Öyle bir şey yok” diyor. İşte
bu fâsıkın etiketi “Kâfir” yani inkâr eden olur.
İdrakın pekişmesi için tekrar edelim. Ona biz;
“Sen, müstakilen var ve muhtar değilsin, ancak
Allah Müstakilen VAR ve Muhtar olandır” de-

173
diğimizde, bize; “Hâyır, ben de müstakilen varım
ve muhtarım” diyor. Böyle demese de bu kafir
iddiaya göre yaşıyor. Oysa kişi yaptığı bu inkârla
(burayı lütfen dikkatle fark edin) Kayıtlı Kendini
Hissetme Duygusu’nun esası olan Allah’ın Ken-
dini Hissetmesi’nin hakkını vermemektedir. Bu-
rayı anlayalım. Bir inkârda bulundu ve dedi ki;
“Ben de müstakilen varım ve muhtarım. Allah’ın
müstakilen var ve muhtar olduğunu kabul ettim
ama ben de müstakilen var ve muhtarım.” Bu
yaklaşım Allah’ın vasıflarını inkâr etmektir. Bu
kişi bizim Lâ ilahe illallah Kelime-i Tevhid’i ile ik-
rar ettiğimiz mânâyı inkâr etti. İnkar etmekle bir
şeyin hakkını vermemiş oluyor. O nedir? Onun
“Müstakilen VAR ve Muhtarım” dediği halin özü
ondaki Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu’dur.
Bu nedir sorusunun detayına girersek konu
uzar. “Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu’nun
esası nedir?” diye inşâAllah kitapçıklarımızı açıp
bakın. O Allah’ın Kendini Hissetmesi’dir. Çün-
kü ayrıca müstakil bir hissetme yoktur, bütün
hissetmeler Allah’ındır. Allah, insana ve bütün
hissedenlere kendi hissetmesinden verir, bütün
hissedenlerin hissi Allah’ın Hissetmesi’dir. Aksi
halde müstakil bir hisseden olur. Başka müstakil
bir hisseden olursa tüm hissedişinize zulmedi-
yor olursunuz. İleri derslerimizde Ana His’si ele
alacağız. Çünkü “his” dediğim zaman kastımı
anlatamadığımı biliyorum. Bizim şu anki bazı
hislerimiz ikincil hislerdir, onlara sebep olan bir
Ana His var. Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu
ana histir. Bu ana hissin aslında cinsiyeti yoktur.

174
YILMAZ DÜNDAR

Allah’ın o hissetmesi, o ana his eğer bir erkek


fetüse gelmişse kendini erkek hisseder, bir dişi
fetüse gelmişse kendini orada dişi hisseder. Bu
ikincil histir. Ama ana his Allah’ındır, onun cinsi-
yeti yoktur ve bizim esas “BEN” dediğimiz odur,
“BEN” ona deriz. Sonra biz o ana hissi unutur,
aynada gördüğümüze “BEN” deriz, ona “BEN”
deyince işler karışır. Bunları detaylı paylaşmıştık.
Aynada görülen “tekasür”dür.
Bizim ana histen olan payımız kayıtlıdır, sı-
nırlıdır. Bu yüzden biz ona Kayıtlı Kendini His-
setme Duygusu deriz. Duygu insana aittir, onu
hissediyoruz. Biz ana hissi bile hissediyoruz,
hissedip “BEN” diyoruz. Allah’a o hissi bir veren
olmadığı için O’na “hissini hissediyor” diyeme-
yiz. Ama bize verildiği için ana hissi biz hisse-
diyoruz. “Kendini bil” emriyle birlikte hissedip
o hisse “BEN” diyoruz, sonra da onu müstakil
ilan ediyoruz. Onu müstakil ilan etmekle Ka-
yıtlı Kendini Hissetme Duygusu’nun esası olan
Allah’ın Kendini Hissetmesi’nin hakkını verme-
miş oluruz. Bu halimizle hak yiyoruz. Allah’ın
kendini hissetmesinden verdiği hisle müstakillik
ilan ettik, ona “BEN” dedik, hak yemeye başla-
dık. O his senin değil ama sen “benim” dedin,
“müstakil” dedin, “bana ait” dedin ve ona da
“BEN” dedin. Böylece hak yemeye başladın, hak
yemek budur! Allah’ın kendini hissetmesinden
verdiği Kayıtlı Kendini Hissetmeyle kul Allah’a
karşı “Hissedişim müstakilen var ve muhtar
oluşumu hissedişimdir” diyerek isyan etmiştir,
Allah’ın hakkını teslim etmemiştir. Bizim his-

175
sedişimiz Allah’tandır. Kendimizi hissettiğimiz
zamanki ana his, o hissedişimiz Allah’tan olma-
sına rağmen o kişi, “Benim kendimi hissedişim,
kendimi hissetme sebebim müstakilen var ve
muhtar olmamdandır, onun için hissediyorum”
diyor. Tam bir ilah tarifi! Oysa senin hissedişin
Allah’ındır, Allah’tandır, dönüşün de O’nadır.
Hissedişiniz Allah’adır, yerinedir. Ama o kabul
etmiyor, böylece nankör oldu, nankörlük yap-
mış oldu. Dikkat edin, önce Allah’tan olan Ka-
yıtlı Kendini Hissetme Duygusu’yla müstakillik
ilan ederek Allah’ın Kendini Hissetmesi’ne karşı
O’nun hakkını yedi, hakkını vermedi. Yani doğ-
ruyu teslim etmedi, doğruya teslim olmadı. Son-
ra bir şey söyledi, “Benim kendimi hissedişim
zaten müstakilen var ve muhtar olmam yüzün-
dendir” dedi. Bunu anlamak üzere bir benzetme
yapalım ama -bu konuda örnek olmaz- mânâyı
alıp örneği atalım. Bir baba oğluna bir şeyler bı-
raktı. Sonra oğul “Bunların hepsini ben kazan-
dım” dedi. Baba bunu duyduğunda “Ne nankör
evlatmış” diyebilir. Bu vereni inkâr etmektir, kişi
bu iddiasıyla nankörlük yaptı. Kur’ân’ın söyle-
diği nankör budur. Kur’ân nankör derken, sos-
yal yaşantıdaki ilişkileri söylemiyor, nankörlüğü
bizim günlük yaşantıda anladığımız mânâda
kullanmıyor. Onu “Birilerine nankörlük yapma-
yacaksın” diye anlarsak Muhammedî olmayan
birisi de onu yerine getirebilir. Hatta mafya üye-
leri hiç nankör değildir, birbirlerine çok sadık
olurlar. Onlar böyle davranmakla Muhammedî
mi oluyorlar, birbirlerine sadık olmakla Kur’ân’ın

176
YILMAZ DÜNDAR

“nankörlük yapmayın” emrini mi yerine getiri-


yorlar? Kur’ân’ın söylediği nankörlük; Allah’ın
verdiği hissetmeyi Allah’tan ayrı ve müstakil ilan
etmektir, “Müstakilen var ve muhtar olduğum
için hissediyorum” demektir. Böyle düşünmek
hak yemektir, nankörlük yapmaktır.
Lütfen dikkat buyurun. Hâlbuki bu işin bü-
tün esasını o kula ilk gelen bilmektedir. Ona Ana
His’ten, Hiss-i Kül’den gelen ilk Kayıtlı Kendini
Hissetme Duygusu, bütün bu işin esasını bilen-
dir. Çünkü Ahseni Takviym’dir. Ahseni Takviym
hal bilendir ama vücuda girdikten sonra Esfele
Sâfiliyn olunca duygu ve düşünceleri değişmiş-
tir. İlk gelen bunları bilendir. Zıddı olabilir mi? O
ilk gelen hissin cinsiyeti olmadığını söylemiştik.
O ilk gelen his yemez içmez. Bu vücuda girin-
ce bu vücudun gereği olarak yeme, içme, açlık,
susuzluk hissi duyar. Ama oraya girmeden önce
o yemez içmez, o Ehad’dendir, Samed’dendir.
Vücuda girince kayıtlanır, kısıtlı olur. İşte kısıtlı
olmayan o ilk gelen bütün bu bilgileri, bütün
doğruları bilir. Onun bu statüsüne bir isim veri-
yoruz; onun bu bilen statüsü Kul Zat’tır. O bilen
Halifetullahın kul zatıdır.
Allah’ın verdiği hissetmeyi Allah’tan ayrı ve
müstakil ilan eden, “O benim hissetmem” diyen
kişideki Kendinde Kendine Göre Var olan yaşan-
tıyla oluşan bu idrak yüzünden o kişi nefsine zul-
metmektedir. Zulüm anlaşıldı mı? Nefse zulüm
iki şeyle ilgilidir. Öncelikle hak yemektir. Çünkü
hak vermeyen zalim olur. İnansın inanmasın,
birisinin hakkını yemek zulümdür, hakta îman

177
gözetilmez. Îman Rahiym ismiyle ilgilidir, hak
konusu Rahmân ismiyle ilgilidir. Buna dikkat et-
meyende Rahmân ismi açılmaz, Rahiym hiç açıl-
maz. Hak gözetmek, hak yememek bu yüzden
çok önemlidir. Hak yiyene, hak vermeyene zalim
denir, yaptığı işin ismi de zulümdür. Dolayısıyla,
bu işin esasını, bu anlattıklarımızı, hak yemenin
ve nankör olmanın zulüm olduğunu ve böyle
olunmaması gerektiğini bilen ilk gelen Kayıtlı
Kendini Hissetme Duygusu’dur. O kişinin statü-
sü Kul Zat’tır, toplam olarak Nefs dediğimizdir
ki işin esasını bilir. Biz Kendinde Kendine Göre
Var olandan sıyrılıp, unutup Birbirlerine Göre
Var olanın tuzağına düşünce Kendinde Kendine
Göre Var olan eliyle nefse zulmetmiş oluyoruz.
Niye? Hakikatini bildiği halde nefsin bildiği doğ-
ruya, onun bildiği hakikate göre davranmadık,
böylece hakkını vermedik. O müstakil olmadı-
ğını biliyor ama biz onun müstakilliğini ilan et-
tik. Böylece onun bildiği hakikate göre davran-
mayarak nankörlük de yaptık. Bize o ilk gelen
müstakil olmadığını, kendisinin ne olduğunu
biliyor, ama biz ona müstakillik ilan ediyoruz,
ona zulmediyoruz. Bu hakkının yenmesi onun
ağırına gidiyor. Efendimiz (SAV) in bir sözünden
alıntıyla söyleyelim, böylece kişi ne yapmış olur
biliyor musunuz? Nefsini kudret elinde tutan
Allah’a asi olmuş olur. Efendimiz (SAV) bazı ha-
dislerinde “Nefsimi kudret elinde tutan Allah’a
yemin ederim ki” diyor. O yemine dikkat edin,
“Nefsimi” diyor. Yani bendeki Kayıtlı Kendini
Hissetme Duygusu’nu, “BEN” diyerek oluştur-

178
YILMAZ DÜNDAR

duğum Kendimde Kendime Göre Var olan ha-


limi. Neredendi o? Allah’tan. “Nefsimi kudret
elinde tutan Allah” yemini şunu da vurguluyor;
Nefsim O’nda olan, O’nun olan, O’nun yöneti-
minde. Kaldığımız yere dönelim. Bu kişi nefsine
asi olmuş oldu, onun vasfı zâlim oldu. Kur’ân’ın
“zâlim” dediği budur. Böylece, Kur’ân’ın “fâsık”
dediğini, “kâfir” dediğini, “zâlim” ve “âsi” dedi-
ğini gördük. Nefsin hakikatine yapılan bu hıya-
net (Kur’ân’a göre hıyanet budur) nefsin şerri
tercih etmesi olduğundan, bu hale “şerri tercih
eden nefs” mânâsında NEFSİN ŞERRİ denilmek-
tedir. Nefs bir hıyanet yaptı. Neye? Hakikatine.
Tuzağa düştü, hakikatine hıyanet etti. Peki, bu
hıyanet neden oldu? “Tercih” yetkisi yüzünden.
Nefs tercih yetkisiyle şerri tercih etti. Ve tercih
yetkisiyle şerri tercih eden mânâsına bir isimle
anıldı, onun etiketi “Nefsin Şerri” oldu. Fâsık’ın
özellikleri bunlar, tehlike arttıkça onlar da ar-
tıyor. O elindeki tercih yetkisiyle Allah’ı tercih
etmedi, “hayr ve şer” konusunda hayrı tercih et-
medi. Hayr Allah yoludur. O şerri, Allah’a karşı
yolu tercih etti. Bu tercihi Allah’ın verdiği yetkiy-
le yaptı. Ona verdiği his, duygu ve BEN’le yaptı.
Böylece o nefs kendine verilen tercih yetkisiyle
Allah’a karşı olanı, şerri tercih eden nefs oldu,
Allah’ın verdiği tercih yetkisiyle Allah’a hücum
eden oldu.
Efendimiz (SAV) in öğrettiği “Allahım beni
nefsimin şerrinden koru” duası işte bu halden
korunmak içindir. “Allahım beni koru, nefsim
sana karşı işleri tercih etmesin, onun sana karşı

179
işleri tercih etmesinden beni koru, o senin yolu-
nu tercih etsin” duasıdır bu.
BEN ile ilgili paylaştıklarımızı şimdi nefsin
şerrine monte edelim. Nefsin Şerri Allah adına
“BEN” demez, kendi adına “BEN” der. O kendi
adına “BEN” demeyi seçti. Halbuki o nefs o kula
gelirken Allah adına “BEN” diyerek geldi. O Ah-
seni Takviym iken ilk “BEN”i Allah adınadır. İşte
o, Allah adına “BEN” derken Allah’a şahid oldu
ve “Evet, Rabbimiz sensin. İşittik ve şahit olduk”
dedi. O BEN’di o. Biliyordu çünkü. Ve bu bilgi, bu
şahitlik ona işlendi. Dolayısıyla buraya o bilgiyle
geldi. Fakat sonra onu unuttu, onu dikkate al-
madı ve tercihini Allah’a karşı kullandı, böylece
ŞER oldu. Yani Allah’a, hayra karşı şerri tercih etti.
Böylece “Ben müstakilen BEN derim, ben ken-
di adıma BEN derim, birisi adına BEN demem”
dedi. Oysa biz Allah adına “BEN” deriz, çünkü
BEN O’nundur, O’ndandır. O’nadır. “Hâyır, ben
kendi adıma BEN derim” diyen nefsin şerridir.
Adım adım ilerliyoruz. Böylece ne oldu? Böy-
lece kendisine verilen yetkilerin gücüyle hadi
aşan Kul Zat, bu vasfıyla bir hayat tarzı oluştur-
du. Statüsü Kul Zat’tı ama kendisine verilen yet-
kilerle haddi aştı, müstakillik ilan etti, o etiketi
yapıştırdı; “Müstakil BEN” dedi. Dikkat edin, o
kul bu hayat tarzıyla tanrılar şirketinin ortağı
oldu. Niye? Bunu diyen kişi ilahlığını ilan etti de-
ğil mi? Ve âyetlerden öğrendik, insanların çoğu
böyle değil mi? İlah, ilah, ilah, ilah... Bu ilahlar
ne halde? Şirk’te. Şirk ortak demektir. Şirkin or-
takları -o tanrı, bu tanrı, şu tanrı- hepsi birden

180
YILMAZ DÜNDAR

tanrılar şirketini oluşturuyor. Firavun, onların bu


ortaklıklarını iptal etmeye, kendine yönlendir-
meye çalışan bir insandı, “Sizin Rabbiniz Benim,
siz bana bağlı ortaklarsınız” dedi. Günümüz
dünyasında onların her biri birer müstakil tanrı,
tek tek tanrılıklarını ilan etmişler, tek tek şirkte-
ler, yani her biri bir ortak. “Müstakilen varım ve
muhtarım” iddiasında olanların ortaklığı olan
bu şirket tanrılar şirketidir. Diyoruz ki; “Müstaki-
len VAR ve Muhtar ancak Allah’tır. Başka Müs-
takilen VAR ve Muhtar YOKTUR.” Hakikat bu
olduğuna göre bunların şirketleri sahte şirkettir,
kendileri de sahte ilahtır. Çünkü ancak Allah
ilahtır. O’nun “dışı” kavramı yoktur. Bu yüzden
başka ilah olmaz. Ama onlar “biz böyleyiz” diyor.
Demek ki sahteler. Kime karşı sahteler? Allah’a
karşı sahte ortaklar, sahte şirkler. İşte bu vasıf-
larından dolayı isimleri MÜŞRİK’tir. Kur’ân’ın
“müşrikler” dediği bunlardır. Müşrik kendisini
Allah’a ortak yapmış tanrılar şirketinin ortağı-
nın adıdır. Müşrik bu şirketin ortağıdır. Şirketin
faaliyeti nedir? Lütfen dikkat edin, yine önemli
bir derse geldik. Faaliyet raporu verecek, onun
bir faaliyet raporu var. Bu şirketin en önemli ve
en prestijli faaliyeti ortakların birbirlerini didik-
lemeleridir. Mecbur! Tanrılığın özelliği bu! İleri-
de okuyacağız, Allah Kur’ân’da buyuruyor; ‘’Ey,
düşünmeyi seven kullarım, ey aklını kullanmak
isteyenler. Eğer birden fazla İlah/Allah olsaydı
kavga ederlerdi.’’ Birden fazla ilah olursa kavga
eder, kavganın sebebi budur. Kavga tanrı olma-
nın delilidir. Müslüman kavga etmez. Kavga tan-

181
rılık yüzündendir, tanrıya aittir. O nedenle tan-
rılar şirketinin en önemli ve en prestijli faaliyeti
birbirlerini didiklemektir.
Yaptığımız şehâdete rağmen eğer hayatımız-
da bunlar varsa ve olursa biz de o şirketin gizli
ortakları oluruz: Sahte ve gizli ortak! Çok kötü!
Hep diyoruz ki, bu bir hayat tarzıdır, yirmi dört
saat korkacağız. Allah’ı düşünmek böyle olur,
korkacağız. Bu yüzden, dedikodu, gıybet vb. ta-
mamen şirkle, doğrudan esas şirkle ilişkilendiril-
miştir. Ve Kur’ân’da “Bir ölü kardeşinizin etini yer
misiniz? Tiksindiniz değil mi?’’ diye bize önemli
bir benzetme yapılmıştır. Benzetme böyle: Bir-
birini yemek! Tanrılar birbirlerini yerler, yerler.
Öyleyse didiklemekten korkun. “Hiç mi bir şeyi
eleştirmeyeceğiz?’’ demeyi bırakın da önce bir
korkun. Önce kork! Sonra? Sonra yine kork!
Bu yolda şu çok önemlidir. Âyet ve hadisler
bize “Öfkelenmeyin” deyince kişi soruyor, hiç mi
bir şeye kızıp öfkelenmeyeceğiz? Şöyle: Eleştire-
ceksin de, kızacaksın da. Ama nasıl? Bir çizgi var,
onu geçince! DûniHİ algı ve Billâhi algı arasın-
da bir çizgi var. Sen dûniHİ algıdan Billâhi algı-
ya geri dönüşsüz geçinceye kadar, önce dûniHİ
yaptıklarını terk edeceksin. Eleştirmekmiş, kız-
makmış, öfkelenmekmiş ne varsa onları bir terk
et ve Billâhi algıya geç. Bu tarafa geçtiğin zaman
Billâhi algıda öfkelenmek ayrı bir şeydir, kızmak
ayrı bir şeydir, eleştiri de öyle. Bunların yerleri
ve tarifleri vardır, hatta sevaptır, ibadettir. Bizim
şimdi eleştiri, öfke, kavga dediğimiz şeyler küfür
alanına ait. Önce orayı tümden silmek gerekiyor.

182
YILMAZ DÜNDAR

Yenisini yapmak için Billâhi tarafına atlamak ge-


rekiyor. Bu tarafa atlamadan yenisini inşa etmek
olmaz. Demek ki, tanrılar şirketinin en önemli
faaliyeti didiklemeymiş. Ve o şirkmiş, çok tehli-
keliymiş. Kendimizi bu faaliyetten mutlaka kur-
tarmalıyız. Birbirimizi Allah rızası için uyarmalı-
yız, “Yapmayalım” diye.
Buraya küçücük bir şey ekleyelim, belki konu
dışı gibi ama önemli. Şimdi vereceğimiz örnek
bayanlarla ilgili ama yalnız bayanlar için değil,
bayan erkek ikisini de kapsar. Hadiste “Ailesine
hayrlı olan, onu memnun eden erkek” önemse-
niyor ya, bu hadisi duyunca kocasına diyor ki;
sen hayrlı bir mü’min değilsin. Niye? Benim her
şeyime karışıyorsun, beni hiç memnun etmiyor-
sun. Veya erkek eşine; sen hâyırlı bir kadın değil-
sin, bana şöyle şöyle davranıyorsun diyor. Ölçü
bu değil, işe böyle bakmayın. Sen küfür dün-
yasına ait taleplerde bulun, kocan karşı çıkınca
kötü adam olsun, olmaz öyle şey. Seni memnun
etmesi için senin cehenneme hızlı gitmeni mi
çabuklaştırması lazım? Sen ona mı iyi adam di-
yorsun, hayrlı adam o mu? Kur’ân’ın ve hadisle-
rin dediği o değil. Eğer bir eş bahsettiğimiz hayat
tarzıyla veya ibadetlerle ilgili telkinlerde bulu-
nuyorsa, eşini teşvik ediyorsa hayrlı olan budur,
birbirimize böyle bakmamız gerekiyor. Kendi
heva ve heveslerimize göre “hayrlı insan” tespit
edemeyiz. Öğrendik, hep Kur’ân’a göre olacak.
Çok dikkat edelim, âyetler ve hadisler Âmentü
Billâhi ve Rasûlihi diyenler içindir.

183
Tanrının o en prestijli işine dönelim. Didikle-
mede ne var, didikleme ne getirir? Didiklemede
lezzet var, karşılıklı lezzet alış var. Adına sohbet
derler, birlikte saatlerce bu işi yaparlar. Bunu iyi
yapanlara “sosyal adam” derler. Dikkat edin bu
işin içinde bir sürü dûniHİ tuzak vardır. Bir kişiyi,
bir şeyi didikliyor oluş sonuçta bir dili oluşturur,
şikâyeti oluşturur, her şeyden şikâyet eder. Ufak
tefek, büyük küçük ama sürekli şikâyet. Ve bu
işi şirket ortaklarının hepsi yaptığı için şikâyet
artık göze batmaz, onlara göre şikâyet normal
bir şeydir. Hatta birisi şikâyet etmiyorsa onla-
ra göre o bir şey anlamayan bir salaktır, “Zaten
vurdumduymaz, bir şey anlamıyor, niye şikâyet
etsin?” diye düşünürler. Oysa şikâyet Şakî’nin
dilinin ismidir. Böylece Kur’ân’ın “Şakî” dediğini
de öğrendik. Tanrılar şirketinin ortaklarının dili
şikâyettir, onu yapana da Kur’ân ŞAKÎ der. Çün-
kü, eğer şikâyet, îman ve sâlih amel ilişkisine ba-
kacak olursanız, şikâyet aslında Âmentü Billâhi
ve Rasûlihi îmanına uymaz. Sâlih amel açıkladı-
ğımız bu îmana uygun davranışların adıdır. Böy-
le bir îman açıkladıktan sonra birilerinin üzerin-
den Allah’ı şikâyet etmek olmaz. İyi baktığınız-
da görürsünüz ki her şikâyetin hedefi Allah’tır.
Bunu yalnızca inananlar fark etmez. Îmanlarıyla
perdelendikleri için. İnanmayan Allah’a nefreti
yüzünden bunu açıkça söyler; “Allah’ı eleştiri-
yoruz, nefretimiz Allah’a” der. Aynı didikleme-
yi, aynı şikâyeti mü’min de yapmasına rağmen
farkında değildir. Bir şakînin yaptığını mü’min
olarak sen de yapıyorsan olmaz. Anlaşmıştık,

184
YILMAZ DÜNDAR

Muhammedî’nin yaptığını o yapamaz. O za-


man onun yaptığını da Muhammedî yapamaz.
O çok açık söylüyor; ben Allah’a ve inananlara
kızgınım, şikâyetim onlardan. Şikayet etmekle
inanan da bu işi yapar ama îmanıyla perdelenir,
durmadan Allah’ı didiklediğini, onu şikâyet etti-
ğini fark etmez. Ama Kur’ân ona şakî der.
Bu saydığımız vasıfların temelindeki sebebi
bize Kur’ân öğretir. Âmentü Billâhi ve Rasûlihi
îman prensiplerine ve buna uygun hayat tarzı
olan sâlih amel yaşantısına uymamak ile ortaya
çıkan bu vasıflar için bizi uyaran âyetler Mâide
Sûresi’nin çok iyi bildiğimiz âyetleridir:
“...Kim Allah’ın inzal ettiği ile hükmetmezse,
işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.” (Mâide-44)
Kâfir’i tarif ettik. Sebep ne? Allah’ın inzal etti-
ği ile hükmetmemek.
“...Kim Allah’ın inzal ettiği ile hükmetmezse,
işte onlar zâlimlerin ta kendileridir.” (Mâide-45)
Zâlim’i de tarif ettik; hak yiyen.
“...Kim Allah’ın inzal ettiği ile hükmetmezse,
işte onlar fâsıkların ta kendileridir.” (Mâide-47)
Bu üç âyet onların ancak Allah’ın hükmetti-
ği ile hükmetmemeleri sebebiyle kâfir, zâlim ve
fâsık olduğunu söyler. Allah’ın hükmettiği ile
hükmetmemek nedir? Onu tek meâlde ve kul-
landığımız dille söyleyelim: Kim Allah’ın inzal
ettiğine göre inanmaz ve o inanç gereği hayat
tarzı oluşturmazsa, yani Allah’a kulluk yapmaz-
sa kâfir, zâlim ve fâsık olur. Özeti budur. Eğer kişi

185
Allah’a kulluğu tercih etmezse onu Kur’ân şöyle
tanımlıyor: “Mü’min olan, fâsık olan gibi midir?
Eşit olmazlar.” (Secde-18)
Kur’ân diyor ki; size fâsığı anlattık, kâfiri,
zâlimi anlattık. Kâfir, zâlim ve fâsık olma sebep-
lerini söyledik. Sakının, Allah’tan ittika edin.
Çünkü Âmentü Billâhi ve Rasûlihi diyen ve buna
göre bir hayat tarzı oluşturanla bunu reddeden
fâsık bir olmaz, eşit olmazlar. Nasıl eşit olmadık-
larını bir başka âyetten görelim:
“Yoksa, seyyie ile meşgul olanlar, kendilerini
îman edip sâlih amel işleyenler gibi kılacağımızı
mı, (yani) hayatlarında ve ölümlerinde bir tuta-
cağımızı mı sandılar? Ne kötü hüküm veriyorlar.”
(Câsiye-21)
İşte böyle eşit olmazlar. Âyetin meâlinde “sey-
yie ile meşgul olanlar” tabirini kullandık. “Seyyie”
Kur’ân’a ait bir tanımdır, meâllendirirken “kötü
işlerle meşgul olanlar” denirse Muhammedî
bir tarif olmaz. Okuyan kişi kendine göre bir
kötü tanımı yapar ve der ki; ben kötülük yap-
mıyorum, demek ki bu âyetin dışındayım. Hâyır!
Âyette anlatılan “seyyie” ile meşgul olanlar,
dûniHİ algı ve zannlarıyla meşgul olanlardır.
HASENE Billâhi anlamda meşgul olmaktır, SEY-
YİE dûniHİ algı ve zannlarıyla meşgul olmaktır.
Bu bakışla âyet diyor ki, “Müstakilen varım ve
muhtarım” iddiasında bulunup buna uygun
hayat tarzı oluşturan kişi ile Âmentü Billâhi ve
Rasûlihi diyen ve buna göre yaşayan farklıdır.
Bu iki grubu biz hayatlarında ve ölümlerinde bir

186
YILMAZ DÜNDAR

tutmayız, aynı olmazlar. Bu âyet bize bir hadisi


de hatırlatır: Efendimiz (SAV) buyuruyor: “Nasıl
yaşarsanız öyle ölürsünüz. Nasıl ölürseniz öyle
dirilirsiniz. Nasıl dirilirseniz huzura, hesaba öyle
gelirsiniz.” Bu hadisi bu âyetlerle birleştirmek id-
rakımızı kuvvetlendirir.
Allah’a kulluğu tercih etmeyenler için Kur’ân
ne diyor? Bunu görelim ki ittikamızı, korkumu-
zu, sakınmamızı artırsın, tercihimizi kuvvetlen-
dirsin ve daim olsun.
“Ey îman edenler, müşrikler ancak pisliktir.”
(Tevbe-28)
Kur’ân onlar için bunu kullanıyor: Müşrikler
ancak pisliktir. Müşrik tanrılar şirketinin ortağı-
dır. Allah’a karşı tanrılar şirketi kurmuş o sözde
ortaklar ancak pisliktir.
Şu âyette verilen örneği anlamaya çalışalım
inşâAllah. “Dileseydik, elbette onu bu âyetler sa-
yesinde yükseltirdik. Fakat o, dünyaya saplandı
ve hevâsına (dûniHi algısına ve zannlarına) tabi
oldu. Artık onun misali şu köpeğin misali gibi-
dir; üstüne varsan da dilini sarkıtıp solur, terk
etsen de dilini sarkıtıp solur. İşte âyetlerimizi ya-
lanlayan (Allah’a kulluk etmeyi reddeden) kav-
min misali böyledir. (Sen bu) kıssayı anlat, belki
tefekkür ederler.” (A’râf-176)
“Sen bunu bir anlat, belki tefekkür ederler”
diyor. Allah’a kulluk yapmayı tercih etmeyenle-
rin hali köpeğin bir özelliğine benzetilmiş. Bura-
da mesele köpeği kınamak değildir. Halifetullah

187
olduğu halde köpeğin o özelliğine uygun yaşa-
mak kınanmaktadır. O yaşantı hali köpeğin so-
luyuşuna benzetiliyor. Köpeğin kendine has bir
soluyuş biçimi vardır, diğer hayvanlarda görül-
mez. Âyette bu örnek verilmiş. Köpek yorulsa
dilini sarkıtır solur. Kendi haline kalsa, dinlense
yine dilini sarkıtıp solur. Bunu örnek veriyor;
yorsan da dilini sarkıtıp solur, kendi haline bı-
raksan da. Köpek neden böyle yapıyor diye in-
celendiği zaman bulunan önemli bulgular var.
Bunlardan birisi devamlı bir tedirginlik ve hu-
zursuzluk. Eğer kişi her halinde huzursuzsa, hep
Allah’a karşı isyan ve şikâyetteyse, hep hayattan
ve Allah’tan acı çeker halde ise hali buna ben-
zetilmiştir. Bunlar kulluk yapmayanlardır. Allah’a
kulluk yapanların kalbleri tatmin olur, onlar şük-
rü ve hamdı öğrenir, sabrı öğrenir, güzel nedir
öğrenir. Onların arzu ve istekleri değişmiştir.
“Andolsun, biz cinler ve insanların birçoğunu
cehennem için yaratmışızdır. Onların kalbleri
vardır, onlarla kavramazlar; gözleri vardır, onlar-
la görmezler; kulakları vardır, onlarla işitmezler.
Onlar hayvanlar gibidir, hatta daha aşağıdırlar.
İşte asıl gafiller onlardır.” (A’râf-179)
“Muhakkak ki; Allah indinde canlıların en şer-
lisi akletmeyen sağırlar ve dilsizlerdir.” (Enfâl-22)
Ayette anlatılan fiziksel sağırlık ve dilsiz ol-
mak değil. Bir önceki âyet açıklamıştı; “Onla-
rın kulakları var ama işitmiyor, gözleri var ama
Hakk’ı görmüyor, dilleri var ama doğruyu söyle-
miyor.” Allah onları böyle tanımlıyor: Muhakkak

188
YILMAZ DÜNDAR

ki; Allah indinde canlıların en şerlisi akletmeyen


sağırlar ve dilsizlerdir.
“Eğer Allah onlarda bir hayr bilseydi elbette
onlara işittirirdi. Şayet onlara işittirmiş olsaydı
(bile) onlar arkalarını dönerek yüz çevirirlerdi.”
(Enfâl-23)
“Allah indinde canlıların en şerlisi kâfirlerdir.
(Artık) onlar îman etmezler.” (Enfâl-55)
Ayetler Allah’a kulluk etmeyi tercih etmeyen-
leri “Onlar hayvanlar gibidir hatta daha aşağıdır,
canlıların en şerlisidir” diye tarif ediyor. “İyyâKE
na’budu” Allah indinde ne kadar önemli ve mak-
bul bir şeymiş fark edin. Fâtiha’da ne dediğimizi,
Rabbimizin bize ne öğrettiğini, ne söylettiriyor
olduğunu görün. Hiç farkında olmadan söyle-
diğimiz “İyyâKE na’budu VE iyyaKE nestaıyn”in
önemini anlamaya çalışıyoruz ki Fâtiha Sûresi’ni
bu önemle sevelim ve okuyalım. Ayetteki “hay-
vanlar gibidir” ifadesinde hayvan kınanmıyor.
Halifetullah özelliğine sahip olduğu halde öyle
yaşamayan insan kınanıyor. Halifetullah özelliği-
ne sahipken hayvan gibi yaşayan elbette onlar-
dan aşağı kabul edilir.
“Yoksa sen, onların çoğunun gerçekten (söz)
dinleyeceğini yahut düşüneceğini mi sanıyor-
sun? Hâyır, onlar hayvanlar gibidir, hatta yol iti-
bariyle daha sapkındır.” (Furkân-44)
Allah’a kulluk yapmayı tercih etmeyenler bu
âyette de hayvanlardan aşağı görüldü.

189
“Gerçek şu ki kâfir olanları uyarsan da uyar-
masan da birdir, (onlar) îman etmezler.” (Baka-
ra-6)
Bu âyetler hep kesret dilindedir. Biraz sonra
onlarla ilgili tevhid dilini de âyetlerden payla-
şacağız. Eğer kişi kesret dilini anlamazsa hayatı
futbol maçı gibi düşünür. Zanneder ki iki takım
var, Allah bir takımın kaptanı, karşında da bir
düşman takım. Dikkat edin, her iki takımın da
sahibi Allah’tır. Kesret dilinin bir amacı bizim
amel çıkarmamızdır, diğer amacı olayı anlayabil-
memizdir. O öyle bir dildir. Sapmamamız için ise
uluhiyet dili kullanmıştır. Bu iki dil beraberdir, ya
o ya bu değildir, beraber ve tektir. Kur’ân’da an-
latılanlar dünyaya inmeden önce tek mânâ idi,
aslı tek dil idi. O mânâ dünyaya inince kesret dili
ve tevhid dili vardır.
Ayetlerden öğreniyoruz ki uyarsan da uyar-
masan da fark etmez, inanmayanlar îman et-
mezler. Böyle olduğu halde Kur’ân, “İnkarcılar
şöyle der” diyerek onların sorularına cevap
verir, inkârcılar üzerinden misaller verir. Oysa
inkârcılar bu âyetleri okuyup ders alacak değil-
ler. Zaten onların kendileri değil soruları muha-
tap alınır, sorularına cevap verilir. Tesir eder mi?
Eden olabilir. Ama âyet diyor ki, çoğuna tesir
etmez. İnkarcıların sorularına gelince, onların
soruları meseleyi öğrenmek ve anlamak için de-
ğildir, hücum ve düşmanlık amaçlıdır. Onlar an-
lamak için soru sormazlar. Rasûl ve Nebîlerden
öğrendikleri bilgilerle hücum ederler, soruları
hücum amaçlıdır. Buna rağmen inkârcılara ne-

190
YILMAZ DÜNDAR

den cevap verilir? İmanlı olan kul okurken bu


soru-cevap ilişkisinden öğrenir diye. İnkârcının
hücum amaçlı sorusuna Kur’ân’ın cevabını oku-
yan, onu ders yapan îmanlı kişi öğrenir, seyrede-
rek ibret alır ve kendisine “doğru” bir amel tarif
eder.
Denir ki, aklını yeterince kullanmayan hata-
larından ve duyduğu tecrübelerden ders almaz;
defalarca yaşar, seyreder ama ders almaz. Aklını
normal seviyede kullanan bir kere görür, ders
alır, hata yapmamaya çalışır. Aklını daha ileri se-
viyede kullanan ise yaşanmışlardan ders alır ve o
yanlışı yapmaz, olayın onun başına gelmesi ge-
rekmez. Bu amaçla kafirin sorusu muhatap alı-
nır. Çünkü bu soru-cevap ilişkisinden îmanlı kişi
ders çıkarır, öğrenir. Böylece kendisine bir amel
tarif eder. Bir de îmanlı olan kişi incitilmeden
öğrenmiş olur.
Kur’ân’ın Allah’a kulluk etmeyenlere bakışı-
nı gösteren şu iki âyete birlikte bakalım. Buraya
kadar hep tanımlayarak geldik, şimdi hepsini bir
yere bağlayacağız ve âyetin “İyyâKE na’budu”
kısmını tamamlamış olacağız. Biz o kadar Esfe-
le Sâfiliyn tesirindeyiz ki, bu o kadar kuvvetlidir
ki. Allah muhafaza etsin, Esfele Safiliyn bizim
îmanımızdan kuvvetli. Aksi halde dünya yaşan-
tısı olmaz. Mesela Esfele Sâfiliyn kuvvetli oldu-
ğu için yan yana geldiğimizde ben konuşurken
yorulmazsınız, ama âyet okuduğumda yorulu-
yorsunuz. Normal hikayeler anlatılınca hemen
canlanırız, âyetlerle meşgulken canlı, diri dur-
mak biraz zor oluyor. Kendimizi âyetlerde yorul-

191
mamaya zorlayalım, “Bu Allah’ın sözü, dikkat et,
kaçırma” deyip kendimizi uyaralım.
“Oysa ki onlar Haniyfler olarak, Diyn’i O’na
halis kılarak Allah’a kulluk yapmalarından, salâtı
ikame etmelerinden ve zekâtı vermelerinden
başka bir şeyle emr olunmadılar. İşte budur diyn-i
kayyim. Muhakkak ki, Ehl-i Kitab’tan ve müşrik-
lerden kâfir olanlar, içinde ebedi kalıcılar olarak
nâr-ı cehennemdedirler. İşte onlar şerrul beriyyeh
(yaratılanların en şerlisi)dir. Îman edip sâlih amel
işleyenlere gelince, onlar hayrul beriyyeh (yaratı-
lanların en hayrlısı)dır.” (Beyyine; 5, 6, 7)
Öğreniyoruz ki; Allah’a kulluk yapmayı ter-
cih edenler Allah katında Allah’ın yarattıkları-
nın hayrlılarıdır. Allah’a kulluk yapmayı tercih
etmeyenler ise yarattıklarının şerlileridir. Âyet
böyle ayırmış; hayrul beriyyeh, şerrul beriyyeh.
Sûrenin bu âyetlerinde “kulluk yapmak” geçtiği
için paylaştık. Bu âyetleri ileride detaylı görece-
ğiz. Şimdilik oradaki mesajı Allahuekber’i düşü-
nerek, yani Allah’ın hükmünün ve gücünün ne
olduğunu düşünerek, Kün fe yekün’ü düşüne-
rek anlamaya çalışalım. Rabbimiz diyor ki; bu
gücüme rağmen, Allah olmama rağmen sizden
ne istedim? Sadece doğru inanın, salâtınızı ika-
me edin, fazlasını da verin. Neyin? Muhtariye-
ti Tercih Gücü’nün. Önce ondaki fazlayı verin.
Sonra da sizi müstakil yaparak oraya bağlayacak
malın fazlası neyse onu verin. Verin de sizi müs-
takil yapmasın. Onlar yüzünden kendini bir şey
sanma, ver. Başka ne istedik ki? İşte Dîn’in esası
da budur. Bu güce rağmen ne istedik? Meâlen

192
YILMAZ DÜNDAR

âyet böyle diyor. Şimdi paylaşacağımız âyet bü-


tün bu anlattıklarımızı getirip önemli bir yere
bağlayacak:
“Ama îman edip sâlih amel işleyenlere gelin-
ce, (O) onlara ecirlerini tam verecek ve verdikle-
rini fazlından artıracaktır. Ama İSTİNKAF (sözde
tanrılık iddiasında ısrarlı olup vazgeçmeyen) ve
İSTİKBAR edenlere (sözde tanrılık iddiası sonu-
cu Hakk’ı iptal eden, halkı tahkir eden, ayrıca
da yüceltilmek isteyenlere) gelince, onlara elim
bir azab ile azab edilecektir. (Onlar) kendile-
ri için Dûnillah bir Veliy ve Nasıyr bulamazlar
(Dûnillah algı ve zannları sonucu müstakilen var
ve muhtar zannettikleri güçlerin yok olduğunu
anlarlar).” (Nisâ-173)
Bu âyette bizim anlamaya çalıştığımız konu-
larla ilgili iki tanım var; İstinkaf ve İstikbar. İS-
TİNKAF Sözde Tanrılık İddiası’nda bulunmak ve
o iddiaadan vazgeçmemektir, yani kendi adına
“BEN” demekte ısrar etmektir. İSTİKBAR ise Söz-
de Tanrılık İddiası’nda bulunan kişinin Allah’ın
“BEN” demesini iptal etmesidir, Allah’ın yarat-
tıklarını hor görmesidir, kendi namına kullandığı
“BEN”in yüceltilmesini istemesidir. Kişi Allah’ın
“BEN” demesini iptal ediyor, yani orayla müca-
dele ediyor. Kendi namına kullandığı BEN gö-
züyle bakarak Allah’ın yarattıklarını hor görüyor.
Kendine verdiği o BEN’in yüceltilmesini, kutsan-
masını istiyor. “Hiç böyle adamlar tanımıyoruz”
demeyin. Âyet özetle diyor ki: Eğer birisi istinkaf
ve istikbar ediyorsa, Allah adına değil de kendi
adına “BEN” diyor ve bu BEN’in de yüceltilme-

193
sini istiyorsa ona çok elîm bir azab hazırladık.
Meâl yapılırken “dûnillah” kelimesinin mânâsı
fark edilmediği zaman anlam yeterince oluşmaz.
Oysa şimdi siz fark edeceksiniz. “İş körlüğü” diye
bir şey vardır, işin ehli olduğunu söyleyenler bu
körlük yüzünden fark edemezler, fark edemiyor-
lar. İnşâAllah fark ederler.
Ayette “dûnillah” ifadesi olmasına rağmen
bunu fark edemedikleri için meâllerde âyeti
şöyle bitiriyorlar; kendileri için Allah’tan başka
yardımcı olmadığını görürler. Bunu okuyan bu-
radan ne anlam çıkarır? Bir: Sanki Allah’tan baş-
kası var da yardım etmedi. Böyle anlarlar, çünkü
meâl çok insanca. “Bana komşularımdan bir tek
sen yardım ettin” der gibi. Buradan dağ başında
komuşusu olmayan tek başına bir insan anlaşıl-
maz. Bir sürü komşusu arasından sadece birisi
yardım etti de anlaşılmaz. Âyetlerdeki “dûnillah”
bu değildir. Dikkat edin, dûnillah anlaşılmazsa
Kur’ân anlaşılmaz, Kelime-i Tevhid anlaşılmaz ve
insan ârif olamaz. İki: Meâllerde “Allah’tan başka
yardımcı bulamadılar” yazıldığı için oluşan yan-
lış mânâlardan birisi de, sanki başka yardımcılar
var algısıdır. YOK! Allah’tan başka Müstakilen
VAR ve Muhtar bir güç YOK. Ona ne diyoruz:
Lâ havle ve lâ kuvvete illâ Billah. Dolayısıyla çı-
kan bu sonuç da yanlıştır. Çünkü, “Allah’tan baş-
ka yardımcılar bulamadılar” demek, bir bakıma
“Onlara Allah yardım etti” demektir. Esas tehlike
burada. Ayette önce “Onlara elîm azab hazır-
ladık” derken, sonra “Allah’tan başka yardımcı
bulamadılar” deniyor. Bu cümleden “başkaları

194
YILMAZ DÜNDAR

yardım etmedi, Allah yardım etti” gibi bir mânâ


çıkar ki doğru olmaz. Bunun doğrusu şudur:
Dûnillah algı ve zannları sonucu müstakilen var
ve muhtar zannettikleri güçlerin yok olduğunu
anladılar. Öyle zannediyorlardı. Ama o elîm aza-
bı görünce, “Tek güç O imiş, illa Allah. Biz, şunun
da bunun da gücü, etkisi, yetkisi var sanıyorduk,
onlardan da yardım bekliyorduk, hatta onlara
tapıyorduk. Demek ki müstakil başka bir güç
yokmuş” dediler, bunu anladılar. Meâllerden ba-
kın lütfen.
“İyyâKE na’budu” anlayışı “İstinkaf” ve “İstik-
bar” ile birlikte bize bir önemli kelime daha geti-
riyor; Mütekebbir. Kur’ân’a göre istinkaf ve istik-
bar özellik sergileyenler bu duruma mütekebbir
olmaları sebebiyle düşmüşlerdir. Mütekebbir?
Akşam salâtlarından sonra okuduğumuz “Lev
enzelna” âyetlerinde Allah’ın isimleri arasında
Mütekebbir’i de sayarız, Mütekebbir Allah’tır
deriz. Demek ki yanlış olan, kınanacak olan Mü-
tekebbir olmak değil. Mütekebbir “BEN” deme
yetkisidir ve “BEN” deme gücü ancak Allah’ındır.
Onların Mütekebbir olması, yani onları istinkaf
ve istikbar yapmaya götüren şey, “Allah adına
BEN deyin” denildiği halde kendi adlarına “BEN”
demeleridir. Mütekebbir kendi adına “BEN”
diyendir. Mütekebbir Müstakilen VARIM ve
Muhtarım’ın BENidir. “Müstakilen VAR ve Muh-
tar BEN” ancak Allah’tır. Biz “Müstakilen VAR ve
Muhtar BEN” değiliz.
Kulluk görevimizin doğru olması için “İyyâKE
na’budu VE iyyâKE nestaiyn”de bir duruş gere-

195
kiyor. “İyyâKE na’budu” derken “Allahım, ben
senin adına BEN derim” çizgisinde olmalıyız.
Allah’a kulluk yapmanın en önemli ve birinci
şartı budur. Kendi adına “BEN” diyerek Allah’a
kulluk yapamazsın. “Biz yalnız sana kulluk ya-
parız” diyorsun ama kendi adına BEN diyorsun.
Olmaz, ikisi uymaz. “İyyâKE na’budu” derken
“Allahım, yalnızca senin adına, senin verdi-
ğin yetkiyle, senin için BEN diyenleriz” mânâsı
önemlidir. Bunu böyle demeyen Kur’ân’a göre
mütekebbirdir, Allah’ın Mütekebbir vasfını çalıp
onunla hareket etmektedir ki o kişi Allah’a kul-
luk etmeyendir. Kesret diliyle böyle! Şimdi gel-
diğimiz önemli kelime budur. “İyyâKE na’budu
VE iyyaKE nestaıyn”de de bir kelimeye gelece-
ğiz ama işi şimdi bu noktada tutalım. Böylece
iki sonuca ulaştık. Bunlardan ilki tevhid diliyle-
dir. İçinde dolaylı olarak kesret dili de var ama
âyette esas göreceğimiz tevhid dilidir. Yûnus-33:
“İşte böylece, Rabbinin fâsık olanlar hakkında,
“Onlar îman etmezler” kelimesi gerçekleşmiştir.”
Bu hüküm noktasıdır. Bu noktaya gelene kadar
fâsığı, kâfiri, zâlimi kesret diliyle anlattık. Şimdi o
anlattıklarımıza bakıp tevhid diliyle diyoruz ki;
fâsık olanlar hakkında hüküm verilmiştir, onlar
îman etmezler. İşte o kelime gerçekleşti, o yaşan-
dı. Allah’ın hükmü yaşanıyor. Ulaştığımız ikinci
sonuç ise şudur: Hakkıyla “İyyâKE na’budu” de-
meyenler mütekebbirlerdir. “İyyâKE na’budu”
anlatımında bu noktaya geldik.
Artık “İyyâKE nesta’iyn” başlıyor.

196
9.
KUL “İHTİYACI OLAN VE İSTEYEN”DİR

Kul “İyyâKE na’budu” demeli, çünkü kul Ehad


değildir. Kul “iyyaKE nesta’ıyn” de demeli, çün-
kü kul Samed değildir. Allah Ehad ve Samed. Bu
Ehad ve Samed kelimeleri dünya ve ahiret haya-
tımızda o kadar önemli ki onları derinlemesine
olabildiğince öğrenmeyi çok önemsemek gere-
kir. Konumuzla ilgili kısımlarına o pencereden
de bakarak Ehad ve Samed kelimelerinin, yani
Allah’ın Ehad ve Samed vasfının, aslında Ehad
ve Samed bilgisinin yaşanabilir olmasına gayret
ediyoruz. Ehad ve Samed’in kendisi kulun yaşa-
yabileceği vasıflar değildir, ancak bilgisi yaşana-
bilir. Biz de konumuz penceresinden bakarak,
Ehad ve Samed kelimelerinin manasını daha
fazla anlamamızı sağlayacak bir farklı boyutunu
anlamaya çalışıyoruz.
Kul Ehad değildir, bu yüzden “İyyâKE na’budu”
demelidir. Konu biraz ilerledikten sonra cümle-
yi değiştirip diyeceğiz ki; kul “İyyâKE na’budu”
demek zorundadır. Kul “İyyâKE na’budu” de-
mek zorundadır. Bu çok önemli bir şeydir, tercih
olan bir şey değildir. Kul “İyyaKE nesta’iyn” de-
mek zorundadır. “Zorunda” ifadesini biraz sonra
daha rahat yakalayacağız. Bu yüzden, şimdilik
daha yumuşak bir cümle kuralım, diyelim ki, kul
“İyyâKE na’budu” demelidir. Kul neden “İyyâKE

197
na’budu” demelidir? Çünkü Ehad değildir. Kul
“İyyaKE nesta’ıyn” demelidir, çünkü Samed de-
ğildir. Kul ihtiyacı olan ve isteyendir, onun bir
özelliği de budur. Kur’ân’dan ders yaparak “ihti-
yacı olan ve isteyen” özelliğini anlamaya gayret
edeceğiz. Bu amaçla Yûsuf Sûresi 42. âyete bir-
likte bakalım. Sonra fırsatınız olunca üstündeki
bir kaç âyete, altındaki bir kaç âyete bakarsanız,
konu anlaşılma sadedinde daha pekişmiş olur.
Ve şimdi söyleyeceğim meâlle baktığınız yerde-
ki meâlleri kıyaslamak değil de birleştirirseniz,
hepsini birden değerlendirirseniz, okuyacağınız
meâllere şimdi yapacağımız meâli de katarsanız
konu sizin için daha anlamlı olur.
“Onlardan kurtulacağını bildiği kimseye dedi
ki; Rabbinin katında beni an. Şeytan ona Rab-
binin zikrini unutturdu da nice yıllar zindanda
kaldı.” (Yûsuf-42)
Zindanda iki mahkum rüyasını Hz. Yûsuf
aleyhisselâm’a söyler, yorum isterler. Onlar yo-
rum zannederler, oysa Hz. Yûsuf aleyhisselam’ın
yaptığı rüya yorumu değildir. Rüya yorumunu
normal insanlar yapar. Hz. Yûsuf aleyhisselam’a
rüya bilgisi verildiği için söylediği yorum değil-
dir, olayın ta kendisidir, rüyanın karşılığı olan
cevabın ta kendisidir, ne demek istediğidir. Yani,
lügatte siz bir kelimenin karşılığına, manasına
baktığınız zaman o bir yorum mudur? Kelime-
nin manasıdır, yorum değildir. İşte lügatteki ke-
limenin manası gibi, eğer rüyalar için bir lügat
düşünürsek, o rüyanın o kişi için manası, karşılı-
ğı tam neyse Hz. Yûsuf aleyhisselam onu söyler.

198
YILMAZ DÜNDAR

Ki her zaman o rüya o manada değildir, rüya lü-


gati çok geniş kapsamlı bir lügattir. Onu Rabbi
ona bildirir. Yûsuf aleyhisselâm’ın açıklaması bir
yorum değildir.
İki mahkum ondan rüyalarının manasını ister,
kendi dilleriyle söylersek “yorumunu” ister. Olayı
bilmedikleri için yorum diyorlar. Hz. Yûsuf aley-
hisselam mânâsını onlara söyler. Onlardan birisi
zindandan kurtulacaktır. Kurtulacak olan o dö-
nemin kralının -bu kelimeyi değiştireceğiz, şim-
di anlamak için kral diyoruz- yanında çalışacağı
için Hz. Yûsuf aleyhisselam ona “Kralının yanına
gittiğin zaman beni unutma” der. Kelimenin aslı
“kral” değil, kral kelimesinden bir yere gelece-
ğiz. Ayetin orijinalinde “Rabbinin katında beni
unutma” der. Olayın esasına vakıf olmadan aye-
ti okuyan birisi ayetteki “rab” kelimesini kendi
rabbi zannedebilir. O mahkuma söylenen “Rab-
binin katında beni an” ifadesindeki “rab” bizim
“Allâhümme ente Rabbiy” derken söylediğimiz
Rab değildir. Hz. Yûsuf aleyhisselam’ın yaşadığı
memlekette krallar rablıklarını ilan etmişlerdir,
yarıtanrı bilinirler, tanrı muamelesi görürler. Hal
böyle olunca normal halk krallarını rabları bili-
yor, onlara rab diyorlar. Hz. Yûsuf aleyhisselam
ona, “Sen rabbinin -dikkat edin ‘rabbimin’ de-
miyor- yanında çalışacaksın, o vakit beni onun
yanında an, halimi söyle, bir faydası dokunur”
diyor. Ayette “rab” kullanılmıştır, fakat meâllerde
genellikle “efendi” kelimesi geçer; “Efendinin ya-
nında, seni yönetenin yanında beni an” yazılır.
Yanlış değildir, rableri aynı zamanda onların

199
efendisidir ama âyetin orijinalinde “rab” yazı-
yor. Belki de rablar karışmasın diye, okuyanlar
“rab” kelimesini karıştırmasın diye “efendi” ola-
rak çeviriyorlar. Ama böyle yazınca da okuyan
kişi esastan perdelenir, olaydan ders çıkaramaz,
Kur’ân’ı ders edemez. Orijinal ifade “Rabbinin”
diyor, neden? Kur’ân’daki başka âyetlerde de çe-
şitli yöneticilerden bahsedilir ama Kur’ân onlara
“Rab” demez. Yalnızca burada yöneticiye “Rab”
dedi. Çünkü o dönemde yöneticiler “Rabbınız
benim” diyen yarı tanrılardı, halkın inandığı esas
tanrıyla ilişki kuran yarı tanrılardı. Yûsuf aleyhis-
selam zaten onların bu inanışı nedeniyle “Rabbi-
nin katında beni an” diyor. Böyle demekle onun
yanlış inanışını, aslında inanmadığı halde, tasdik
etmiş gibi oldu. Rasûl Allah’tan ister, biz de öyle
isteriz. “Git ona söyle, beni çıkarsın” demesi de
bize bir uyarıdır. Âyetin bundan sonrası da te-
reddütlü meâllendiriliyor, “O kişiye şeytan onu
efendisinin yanında anmayı unutturdu” yazıyor-
lar. Meâlde “efendinin yanı” olarak yazılanın ori-
jinali “Rabbin indi”dir, yani İND’dir. “Kurtulacağı-
nı bildiği kimseye dedi ki; Rabbinin katında beni
an. Şeytan ona o an Rabbini unutturdu, böylece
nice yıllar zindanda kaldı.” Bu zâhiri mânâdır. Bu
zâhiri olanın bir gerisi var ki, batini olarak Hz.
Yûsuf aleyhisselam’ın nefs ilerlemesindeki kade-
melerle ilgilidir. Ama bu olay Rasûl nefsinin iler-
lemesidir, Risaletle meşgul birisiyle ilgilidir, bizim
nefs ilerlememiz değil.
Meâl yapanın şuna dikkat etmesi lazım: Ori-
jinali onarıyormuş gibi bir hale girmek çok teh-

200
YILMAZ DÜNDAR

likelidir. Ne haddimize! Daha iyi anlaşılsın diye


onarmak olmaz. Yazı yazamayan bir çocuğun
yazısını onarırsınız, Allah’ın kelamını onarmak
hangi kulun haddine? Bu, o meâli yapanda fark
etmediği gizli bir iyilik duygusu sebebiyle de ola-
bilir, iyi niyetle oluşan bir hal de olabilir, ancak
yanlıştır.
“Rabbinin katında beni an” cümlesi, ‘efendi-
nin yanında beni an’ diye meâl yapılırsa ayetin
vermek istediği ders anlaşılamaz. Âyet “rab”
demiş, çünkü “rab” biliniyor. Bunun bizim için
ne kadar önemli olduğunu, Rabbimizin bize
hem de bir Rasûl aracılığıyla nasıl bir ders ver-
mek istediğini ancak bu şekilde bakarsak anla-
yabiliriz. “Rabbinin katında beni an dedi. Ama
şeytan ona Rabbinin zikrini unutturdu” kısmı
tereddütlü meâllendiriliyor. Bazı yasalar vardır,
farklı avukatlar onu “öyle de olur, böyle de” gibi
farklı yorumlar. Burada olduğu gibi bazı âyet
meâllerinde bu yaklaşıma rastlarız. Siz hangisi
doğru diye bakacağınız zaman bir anahtar ke-
limeniz olmalıdır. Bu anahtar kelime Kelime-i
Tevhid’dir. Hangi meâl bir olayı değil de Kelime-i
Tevhid’i anlatıyor? Kur’ân bize olayları anlatmaz.
Öyle olsa dünyanın bütün olayları oraya sığar
mı? Kur’ân yalnızca Kelime-i Tevhid’i anlatır. Bir
ayetin meâli için “Şöyle de olur, böyle de” denil-
mesi normal dünya dillerine göre doğru olabi-
lir. Ama “daha doğrusu ne?” diye bakıldığında,
Kelime-i Tevhid’i anlatan ve öğreten meâl daha
doğrudur. O nedenle anahtar Kelime-i Tevhid’dir.
“Rabbinin zikrini unutturdu” ibaresini, “efendi-

201
sinin yanında Yûsuf aleyhisselam’ı anmayı ona
şeytan unutturdu” diye meâllendiriyorlar. Bu
yorum da bir yere girebilir ama anahtar kelime-
miz ile baktığınızda öyle değil! Âyet “Rabbinin
zikrini unutturdu, Rabbini unutturdu” diyor.
“Rabbine söylemeyi değil.
Hz. Yûsuf aleyhisselam’ın yanlış bir imanı,
yanlış bir düşüncesi, yanlış bir fiili olmamasına
rağmen, bize bir Rasûl üzerinden verilen dersi
anlamak için bir âyeti inceliyoruz. Rasûllerde ve
Nebîlerde bunlar olmamasına rağmen “Rabbi-
nin katında beni an” dedi, bunu o kişinin bakış
açısından söyledi, o anlasın diye öyle söyledi. O
mahkumun idrakına ve yaşantısına göre söyledi.
Bu söylemeyi bile âyet Hz. Yûsuf aleyhisselam
için “O an Rabbini unuttu, bu yüzden nice yıl-
lar zindanda kaldı” olarak tanımlıyor. Fark etti-
niz mi? Demek ki, Allah’tan istenmezse durum
böyle. Allah’tan değil de kişinin efendisinden is-
tediğinizde, oradan umduğunuzda durum kötü.
Allah’tan istemenin önemi anlaşıldı mı, o konu
bizi korkuttu mu? Yûsuf aleyhisselam bir Rasûl
olarak îmanı, düşüncesi, yaşantısı doğru olma-
sına rağmen talebini o kişin yanlış bakışına göre
iletti, “Rabbinin katında beni unutma” dedi ve
böylece uzun süre daha zindanda kaldı.
Bir hadisinde Efendimiz (SAV) buyuruyor
ki: “Allah, kardeşim Yûsuf’a rahmet etsin. Eğer
“Rabbinin indinde beni an” demeseydi, zindan-
da bir kaç yıl daha kalmayacaktı.” Buradan der-
simizi “İyyaKE nesta’iyn” çerçevesinde çıkarma-
ya çalışalım. Âyetler öyledir ki konunuz neyse,

202
YILMAZ DÜNDAR

o konuyla ilgili olarak hemen hemen her ayeti


kullanıp ders yapabilirsiniz, konunun dersini
oradan çıkarabilirsiniz. Bu ayete biz şimdi yal-
nızca “İyyaKE nesta’iyn” çerçevesinde bakıyoruz.
Âyetin tüm mânâlarını, anlattığını bununla sı-
nırlamak doğru olmaz.
Bu bir Rasûl Kıssası’dır, çok dikkatle önem-
semek lazım. Âyetin meâline bakıp da “Rasûl
yanlış yapmış” derseniz yanılırsınız. Yanlış ya-
pılmış gibi gözüken tabloyu kişi anlayamaz da
“Rasûl yanlış yaptı” derse işi fark edemez, bir
kere bunu zihnimizden silelim. O neden öyle,
açıklayacağım. Eğer ayete mânâ verirken “Bu-
rada Rasûl yanlış yapmış gözüküyor, bunu ona-
rayım” derseniz, o zaman “rab” yerine “efendi”
dersiniz veya başka bir şey dersiniz, yani ayeti
düzeltmeye çalışırsınız. Önce bir yanlış duyguya
girip “Burada Rasûle ait bir yanlışlık var” dedi-
niz, ardından onu düzeltmeye giriştiniz. Sanki
siz Türkçe öğretmenisiniz, âyet de öğrencinizin
yazılı kağıdı, doğru yazamamış gibi. Öyle düşün-
mesen bile sonuç budur. Anahtarınız Kelime-i
Tevhid değilse meâl yapmak, anlamak tehlikeli
ve zor bir iştir. Daima Kelime-i Tevhid’i anahtar
edinirseniz meâliniz doğru kulvardadır. Birisi
daha iyisini yazabilir ama sizinki doğru kulvarda-
dır. Doğru kulvara girmek için bir kere Kelime-i
Tevhid şablonu şarttır, onu sakın bırakmayın.
Bırakmamak için onun mânâsını bilmek lazım.
Mânâsını bilmezsen o şablonu kullanamazsın.
Maalesef biz Kelime-i Tevhid’i haftada bir gün
bir zikir meclisimiz varsa orada kullanıyoruz.

203
Yeterli değil! Öyle yaşaman, onun mânâsı ile ya-
şaman gerekiyor. Mânâsını bilirsen düşünürken,
yazarken, çizerken, yaşarken hep o senin için
şablondur. O yüzden, paylaştığımız konuların
değerini inşâAllah fark edin.
Rasûllerin önemli görevlerinden birisi de
dünya tiyatrosunda sıkıntıyı yüklenen olmaktır.
Yanlışı değil sıkıntıyı, zorluğu. İnanana öğretmek
için zorluğu, sıkıntıyı yüklenen. Tüm Nebî ve
Rasûller içerisinde o zorluğu ve sıkıntıyı en fazla
yüklenen Efendimiz (SAV) olmuştur, en fazla O
(SAV) yüklenmiştir. “İnsanlar içerisinde en faz-
la sıkıntıyı Rasûl ve Nebîler çekmiştir, onların
içerisinde de en fazla ben yüklendim” hadisini
anlamak istiyorsak böyle bakmak lazım. Aksi
halde yanlış bir kafa söyle bakabilir: “En fazla sı-
kıntıyı çektim” diyor. Ama suyu ve ekmeği vardı.
Dünyada suyu ve ekmeği olmayanlar vardı. Hür-
dü, rahattı, evi vardı, oysa evi barkı olmayanlar
vardı, orada köleler vardı.” Sıkıntı bu değil. İşin
aslını fark eden için dünyadaki sıkıntılar bunlar
değil zaten. “Rasûl ve Nebîler sıkıntı çekmiştir”
derken söylenen sıkıntı bu tür şeyler değil, bun-
lar belki başka sıralarda. Örneğin Hz. Süleyman
aleyhisselam aynı zamanda hazinesiyle ünlü bir
kral. Eğer sıkıntıya dünyalık şeyler için bakar-
sanız yanılırsınız. Bakın bu cümlesi Hz. Yûsuf
aleyhisselam için bir sıkıntı, biz öğrenelim diye
yükleniyor. Belki bir kişi çıkar da öğrenir diye
yedi yıl daha fazla zindanda yatıyor. Hz Yûsuf
aleyhisselam Rabbini tanımıyor, bilmiyor mu
sanıyorsunuz. O bir Rasûl! Rasûl dediğinizde

204
YILMAZ DÜNDAR

normal insan gibi düşünülmez. Ona “yanlış yap-


mış” diyen çok büyük yanlış yapmış olur. Günü-
müzde, Efendimiz (SAV) için bile, yaşadığı bazı
sıkıntılar yüzünden oluşan halleri böyle yorum-
layan ve maalesef kendini de önemli zanneden,
etiketi yüksek kişiler var. Allah muhafaza etsin.
Efendimiz (SAV) i düşünürken, anarken, O’nun
hakkında konuşurken çok dikkatli olmak lazım,
çok korkmak lazım, çok saygılı olmak lazım. Ba-
şımıza bir şey gelir diye değil. Hakkını yeriz diye.
Yanlış bir bakışla veya cümleyle Efendimiz (SAV)
in hakkını yemiş olur muyuz diye korkmalıyız.
Allah muhafaza etsin.
Öyleyse, bu olaya bir Rasûl kıssası diye baka-
lım, bu edeble inceleyelim, “Rabbinin indinde
beni an dedi” kısmının meâlini de o edeble dü-
şünelim.
Bu olay zahiren aynen böyle yaşanmıştır. Hz
Yûsuf aleyhisselâm böyle bir sıkıntı yüklenmiştir.
Ama o sıkıntı ona dönerken, tüm sıkıntılar Rasûl
ve Nebîlere dönerken mükafatlarla döner. Fakat
onlar dünya mükafatları, dünya malları değildir.
Yani fani mükafatlarla dönmez, baki mükafat-
larla döner. İnananlar için de böyledir. İhlâslı bir
mü’min, îman ve sâlih amel sahibi salih/saliha
bir kişi mahzun olduğunda “Eyvah, ben şimdi
ne yapacağım” gibi dünya hallerini sergilemez
de “Kefa Billâhi veliyyen ve kefa Billâhi nasıyra,
dost ve arkadaş ancak Allah’tır, yardımcı ancak
Allah’tır” derse, böyle düşünürse, hemen sonra
kendisi için bir büyük mükafat, bir büyük açılım
gelir, kendine göre büyük sayılacak bir şey alır,

205
mutlaka alır, bu böyledir. Efendimiz (SAV), bazı
olaylar yüzünden mahzun olup, boynunu bü-
küp, Kabe’nin kenarına yaslanmış durduğu za-
man Mirac yaşamıştır. Efendimiz (SAV) in bize
İsra Sûresi ile bildirilen Mirac’ını yaşamadan
önceki halinde de bir mahzunluk vardır. Dikkat
edin, Efendimiz (SAV) için Mirac’ı bir kere dü-
şünmeyin, kıssasını bildiğimiz Mirac Efendimiz
(SAV) ın tek Mirac’ı değildir, öyle düşünmeyin.
Hz. Yûsuf aleyhisselam zahiren böyle bir hali
dünya tiyatrosunda yüklenmiş, karşılığında risa-
letindeki nefs ilerlemesiyle ilgili ikramlar yaşa-
mıştır, sonraki yedi yıllık zindan hayatı onun için
Rasûle ait farklı bir seyr-i sülûk olmuştur, çok
ayrı bir şey yaşamıştır. Onu normal insan seyr-i
sulükû gibi düşünmemek lazım. İnanan kişiler
bu yüzden zindanı seyr-i sülûk için bir mektep
görmüşler, ona Mekteb-i Yûsufiye demişler, ora-
yı bir zindan görmemişler.
Bizim buradan dersimiz ne? Onu anlamak
için bu söylediklerimiz çerçevesinde, onları ak-
lımızda tutarak zahiri cümlelerle bakalım. Anlı-
yoruz ki, Rasûl bir beklentisi için kula müracaat
etmiştir. Âyette anlatılan sıkıntılı rolü tarif edi-
yoruz, anlattığımız şey “Hz. Yûsuf aleyhisselam
şöyle yaptı” değil, bir rolü tarifdir. Rasûl bir bek-
lentisi için kula müracaat etmiştir, “Rabbinin
katında beni an” demiştir, Rasûl olduğu halde
Allah’tan istememiştir. Görüntüde! “Rabbinin
katında beni an” demiş, yani kurtulmak için
bir kula müracaat etmiştir. Bu âyet “Efendisinin
katında anılmak istedi” diye meâllendirilse de,

206
YILMAZ DÜNDAR

“Efendisinden istedi” denilse de bu mânâda bu-


luşuluyor: Allah’tan değil de mahkumun efen-
disinden istedi, kuldan istedi. Allah’tan istemeyi
ve kuldan istemeyi tanımlamak lazım. Ki işi fiili-
yatta uygulayabilelim. Tanımlamadan “Yalnızca
Allah’tan isteyin” derseniz, insanları hayata öyle-
ce bırakırsanız bocalarlar, ikileme düşerler.
İslam anlatıldığı zaman ikileme düşen var-
sa ya anlatanda veya anlayanda yanlış var de-
mektir. İslam ikilemleri kaldırmak içindir. İkilem
oluşuyorsa orada bir yanlışlık vardır. Anlatanda
veya anlayanda, bir yerde bir yanlış vardır. Kim
ikilemde ise onu çözmelidir, çözebilmelidir, çö-
zebilmek için gayret etmelidir. İkilem İslam’dan
uzaklaşmak demektir, yani şeytan demektir.
Şeytanın bir karşılığı, bir manası da ikilemdir. İb-
lis ikileme düştüğü için şeytan vasfını yüklendi,
ikilem böyle tehlikelidir. “Allah’tan istemek ve
kuldan istemek nedir?” İkilem ortadan kalksın
diye bunları tanımlayacağız ki fiilimizi ortaya
koyarken tereddütümüz olmasın. Müslümanın
bir önemli görevi İslâm’ı ikilemsiz uygulamaktır.
İkincisi, öyle uygulayacaksın ki örnek olacaksın.
Sen ikilemde olur da uygulayamazsan örnek ola-
mazsın. Örnek olamamak en önemli tebliğ olan
halle tebliği yapamamaktır. Hutbede çocukların
İslâm’a yönelik yetiştirilmeleri için öğütler pay-
laşılıyordu. En önemli öğüt şudur; çocuklarını
İslâm’a uygun yetiştirmek istiyorsan İslâm’ı yaşa.
Öğüt, “Şöyle yap, böyle yap” demek değildir, ya-
şamaktır. Yaşa! En önemli tebliğ halledir. Söyle-
meyecek miyiz? Ayrı iş. Ama önce yaşamalıyız.

207
Yaşayanın sözü tesirlidir. İslâm’ı yaşayanın sözü-
nün enerjisi farklıdır, onun nuru çok farklıdır.
Yûsuf Sûresi 42. âyette esas vurgulananı ya-
kalamaya çalışıyoruz. Buraya kadar anlattıkla-
rımızdan âyetin meâlinde “rabbi” de deseniz
“efendisi” de deseniz bu mana çıkar. İşin aslı
görülemiyorsa, yani kişi yeterince hanîf değilse
âyetteki şimdi söyleyeceğimi fark edemez, âyetin
vermek istediği dersi yakalayamaz. Bu âyetin
bize öğrettiği esas mesele ne? Bu paylaşacağım
yeni değil, daha önce bir kaç defa paylaştık,
onu şimdi bir ayet örneğinde işliyoruz. Özellikle
“Aşağıların Aşağısı” kitapçığının “Kurtuluş Yolu”
bölümünde önerilen maddelerden birisi budur.
Bir kişi Kelime-i Tevhid’in doğru manasını anla-
dı ve dedi ki; “Müstakilen VAR ve Muhtar” olan
ancak Allah’tır. Başka Müstakilen VAR ve Muh-
tar YOKTUR, La ilahe! Ancak Allah Müstakilen
VAR ve Muhtardır.” Bunu anladı ve uygulamaya
çalışıyor. Lütfen dikkat buyurun, şu çok önemli,
tahmin edemeyeceğiniz kadar önemli, önemini
anlatabileceğimi, başarabileceğimi de sanmıyo-
rum. Siz inandınız ve dediniz ki, Müstakilen VAR
ve Muhtar ancak Allah’tır. Kendiniz için de dedi-
niz ki, benim Müstakilen VAR ve Muhtar iddiam
YOK Ya Rabbi! Arzu ve isteklerinizi buna göre
ayarlıyorsunuz, fiillerinizi buna göre ayarlama-
ya çalışıyorsunuz, buna göre düşünüyorsunuz,
buna göre korkuyor, buna göre ibadetlerinizi
yapıyorsunuz. Ama en az bunlar kadar önemli
olan, eğer olmazsa yaptıklarınızı da bozan bir
şey var. O nedir? Bir başkasının Müstakilen VAR

208
YILMAZ DÜNDAR

ve Muhtar iddiasını tasdik etmek! Bir başkasının


“Müstakilen VARIM ve Muhtarım” iddiasını tas-
dik eden hallerimizden kurtulmak çok önemli,
pek çok önemli.
Âyette bir Rasûl üzerinden örnek verilmesi-
nin bir başka sebebi rasûlün hata yapmayan kişi
olmasıdır. Kesinlikle bilir ki, Müstakilen VAR ve
Muhtar ancak Allah’tır. Hz. Yûsuf aleyhisselâm
bunu biliyor ve böyle yaşıyor. Ama ne yaptı?
Mahkumun bir başkasına yönelik “müstaki-
len var ve muhtar” iddiasını tasdikledi, “Rab-
binin katında beni an” diyerek onun yanlışını
tasdikledi. Bize verilen mesaj anlaşıldı mı? Eğer
Kelime-i Tevhid’in mânâsı bilinmezse, o zaman
kişi “Âyetin meâlinde ‘rab’ yazmamla ‘efen-
di’ yazmam arasında ne fark var?” der. Doğru.
Ama ayet onu anlatmıyor. Esas anlatmak iste-
diği “Rabbini unuttuğu”dur. Nasıl unuttu? Baş-
kasının rab iddiasını tasdikleyerek! Hz. Yûsuf
aleyhisselâm unuttu mu? Hâyır. Peki, niye unut-
tu muamelesi gördü? İşte âyetteki diğer önemli
öğretim budur. Siz Rabbinizi sürekli anıyor olsa-
nız bile, bir başkasının rab iddiasını -ki insanların
ilahlıklarını ilan ediyor olması da aynı şeydir- be-
ğenir tasdiklerseniz Allah diyor ki; bana verdik-
leriniz de oraya gider. Bu konuda hem ayet hem
hadis var, Allah rızası bahsinde gördük. Allah rı-
zası öyle bir şeydir ki içine başka bir şey karışırsa
bozulur, ondan Allah’a bir şey ulaşmaz. Dolayı-
sıyla, bu kadarcık bir tasdikte bile idrak hemen
o tarafa akar, oradan sayılır, sayılar oranın skor
tabelasına yazılır. Yûsuf aleyhisselam “Rabbinin

209
katında beni an” dediği an oraya yazdığı için,
sürekli Rabbiyle olan bir Rasûl için bile “Rabbini
unuttu” deniyor. Dersimizi alalım. Bize Rasûlü
üzerinden öğretiyor, Rasûl bu sıkıntıyı dünya ti-
yatrosunda yaşayarak bize gösteriyor.
Tekrar edeyim: “Müstakilen VAR ve Muhtar
iddiasında değilim” deyip buna göre hayatı-
nı düzenleyen kişi, eğer başkasının Müstakilen
VAR ve Muhtar iddiasını tasdiklerse küfre gir-
miş olur. Rasûl bu işi görevi gereği yaptığı için,
bunu öğretme sadedinde sahnede yaptığı için
küfre girmez. O bize hayatıyla anlatıyor, Rasûlün
hayatı bir derstir. Ama insan onu yaparsa küfre
girer. Hayattan bir örnek vereyim, siz onu haya-
tınıza yayın. Arkadaşınız dedi ki, şurada bir sa-
nat galerisi açılmış, gel bir bakalım. Kıramadınız
girdiniz. Tablolar, resimler... Birisinin başında
da ressamı duruyor. O ressam o resmi “Müsta-
kilen varım ve muhtarım” iddiasıyla yapmıştır.
Bir eser çıkarıyor ama bu iddia ile. Siz tam ora-
ya geldiniz, resim şahane, çok beğendiniz. “Ne
kadar güzel yapmışsınız” dediniz, onu övdünüz,
takdir ve tebrik ettiniz, bütün beğenilerinizi o
kişiye yaptınız. Dikkat edin, resmi beğenebilir-
siniz. Mesele bir insanın yaptığı şeyi beğenmek
beğenmemek değil, “Bakmayacağım, beğenme-
yeceğim” tavrı değil. Siz eğer her şeyin sahibinin
Allah olduğunu iyi bilirseniz, o resim kimindir,
kim yapmıştır, ona bu idrakla bakarsınız. Ama
siz her şeyi götürüp o kişiye bağladınız. Kişi ora-
ya o iddiayla geldi, o iddia ile duruyor ve siz de
onu tasdik ediyorsunuz. Bu “Rabbinin katında

210
YILMAZ DÜNDAR

beni an” demekle aynı şeydir. Bir ünlüyü seyre-


diyorsunuz, yaptıklarına, esprilerine şununa bu-
nuna hayran oluyorsunuz, takdir ediyorsunuz.
Sen onun neyini takdir ediyorsun? Egosunu!
O zaman “Rabbinin katında beni an” demekle
aynı şey. O iddiayla yaşayan iş arkadaşınızın bir
başarısını takdir ediyorsunuz, aynı şeydir, onun
“Müstakilen varım ve muhtarım” iddiasını tas-
dikliyorsunuz. Peki, hiç takdir etmeyecek miyiz,
hiç aferin demeyecek miyiz, hep görmezden mi
geleceğiz? Tabi ki takdir edeceksiniz, birisi güzel
bir şey yapmışsa elbette takdir edeceğiz. Bu baş-
ka bir şey. Onun iddiasını tasdiklemeyeceksin,
onun iddiasına destek vermeyeceksin. Onun o
iddiasına destek vermek Allah’a karşı gelmektir.
Çünkü o “Müstakilen varım ve muhtarım” iddi-
asıyla yaşıyor. Bu ev hanımları arasında yemekle
de ilgili olabilir. “Sen mercimekli köfteyi çok gü-
zel yaparsın” dedilerse anlatışı değişir. Öyle bir
anlatır ki o anlatımda Allah hiç yoktur. O kişi
o adrenalinle Allah’ı unuttu gitti. Aynı âyetteki
gibi, Rabbini unuttu! Kendi marifetini anlatırken
Allah’ı unutur. Dikkat edin, bütün yaptıklarınız
hemen oraya kayar. Devamlı zikrullahın şart-
larından birisidir ki; kendiniz dâhil kimsenin o
iddiasını tasdik etmeyeceksiniz. Elinizde tesbih,
sürekli bir esma söylüyorsunuz ama hep kendi-
nizin veya birisinin “Müstakilen VAR ve Muhtar”
iddiasını tasdik ediyorsunuz. Allah muhafaza et-
sin, o tesbihin taneleri ateş olur da cehennemde
çekersin. Küfür bu kadar tehlikelidir, karşılığı da
bu kadar korkunçtur. Kunut dualarında okuyor-

211
sunuz, “Mutlaka küfrün karşılığında azab gele-
cektir” diyorsunuz, her gece bunu söylüyorsu-
nuz. Böyle!
Âyetteki esas meseleyi inşâAllah yakaladıy-
sak, şöyle bir soru soralım: Kişi bu anlatılanlar-
dan çekindi, korktu, “Ya Rabbi İyyâKE na’budu
VE iyyaKE nesta’iyn” dedi. Dışarı çıktığında, ya-
şantısında bir kuldan bir şey istemeyecek mi, is-
temeyecek miyiz? Bir veliyullah tanıyorsam ona
bir derdimi söyleyip bir şey istemeyecek miyim?
Şurada bir mübarek kişinin yattığını biliyorum,
gidip orada bir dua etmeyecek miyim? Bir iki ör-
nekle bu manayı çözelim, bu çok önemli. Bunu
çözelim ki uygularken doğru uygulayalım ve
örnek olmaya çalışalım. Kime? Dileyene. Kur’ân
“Dileyene” diyor, birine zorla örnek olamayız,
boşa olur. Dileyene, tâlibe, tâlib olana.
Şimdi size iki hâl tarif edeceğim, birbirlerine
destek olsunlar diye. Fakat bana hayal gücünüz
yardımcı olabilir. Hep mesele algı. Öyle olduğu
için ben anlatırken siz onu zihninizde resme,
algıya çevirirseniz inşâAllah başarılı olabiliriz.
Lütfen zihninizi, hayalinizi zorlayın. Bir sinema
salonu düşünün, henüz film başlamamış, salon
tıka basa dolu. Film henüz başlamadığı için, sa-
londakilerden kaynaklanan bir ses, bir gürültü,
bir uğultu var, herkes birileriyle kısık sesle de
olsa konuşuyor, herkes birbiriyle meşgul. Çünkü
daha film başlamadı. O güne kadar görmediği
bir arkadaşıyla karşılaştıysa ortak tanıdıklarını
soruyor, uzaktan birisini gördüyse yanındakine
“Şu benim hocam, şu çok ünlü birisi” diyor, bir

212
YILMAZ DÜNDAR

meşguliyet var, herkes biriyle meşgul. Bir hâl bu,


bir manzara bu. Bu hâli yakaladıysak şimdi bir
diğer hal: Film başladı, kişiler yerlerine oturdu,
uğultu kesildi, herkes filmle meşgul. Artık salo-
nun doluluğu önemli değil, film ve siz. Az önce
ne kadar kalabalıktı, şimdi gözünüz kalabalığı
görmüyor. İkinci hâl de bu; film ve siz. Salonda-
kilerden bazıları kendilerinin varlığını belli ede-
cek davranışlarda bulunurlarsa rahatsız olursu-
nuz, önünüzde size göre uzun boylu birisi olsa
rahatsız olursunuz, birisi film dışı konuşuyor
olsa rahatsız olursunuz. O ana kadar fark etme-
mişsinizdir, arkanızdan bir pastırma kokusu gelir
rahatsız olursunuz, sizin filmle ilişkinizi engeller.
Bu hâli de yakalıyor muyuz; film var, salondayız,
filmle meşgulüz. Bu iki hâli yan yana getirelim
ve zihnimizde yukarıda tutalım, altına başka re-
simler koyacağız. Câmiye girdiniz, camide film
başlamadan önceki hal gibi misiniz, film başla-
mış hal gibi mi? Hele bayanlar tarafından öyle
uğultu gelir ki, sanki hiç câmide film yok, film
başlamamış bir toplantıda gibiler. Kişi önemli bi-
rinin yanına girecektir, duşunu alır, ayakkabısını
boyar, kravatını düzeltir, kapıda telefonu kapatır,
câmide İmam Efendi döner “Telefonlarınızı ka-
patın” der, telefonlar çalmaya devam eder. Artık
sıkıldılar, söylemiyorlar. Sözleri dinlenmeyince,
söyle, söyle, ne olacak. İmam’ın sözü dinlenmi-
yor, en iyisi söylemesin. Salâtta telefonu çalmaya
devam eder. Niye? Film yok. Seyrettiği bir film
yok, telefonu niye kapatsın? Haberi yok! Eğer al-
gınızı onarırsanız iş değişir. Câmi örneği verdik

213
ama örneği genişleteceğiz, evde de böyle. Anla-
mak için önce orayı örnek verdik, çünkü müslü-
man için câmi önemli bir alan. Kendinizi sık sık
yoklayın, doğruyu yakalayacaksınız inşâAllah.
Eğer siz câmide sinemadaki film öncesi hal gibi
duruyorsanız, orada bir film görmüyorsanız, gi-
dip saatlerce oturup film seyretmeden çıkmış
gibi olursunuz. Bilet için kuyrukta da bekledi-
niz, para da ödediniz ama neye yaradı? Sinema-
da ters oturdunuz. Salât ikame ederken o filmi
görüyorsanız başkadır, film başlamamış salonda
duruyor gibiyseniz başkadır. Dua ederken de. Bu
daha başlangıç, sonra orada rol alan olmanız la-
zım, yalnız seyreden değil. Bütün bunlar için al-
gımızı onarmak gerekiyor. Ki orada huzurda ol-
duğumuzu görebilelim, sonra oradaki olayda rol
alabilelim. Bir düşün, sen zaten bir roldesin, far-
kında olmadığın için rolün yok sanıyorsun. Onu
fark edebilmek algıyla ilişkilidir. Aynı testi yaşan-
tımız için de yapmak gerekir. Yaşarken Allah’ın
filminde misiniz, yoksa salonda film başlamamış
haldeki gibi misiniz? Gürültücü, birbiriyle meş-
gul halde mi, yoksa filmle misiniz? Hangi hayal-
desiniz? Bunu câmide, mescidde yapsanız da
olur, çünkü yeryüzü size mescid kılınmış. Bütün
yeryüzü câmi, ne fark eder. Alışmak için bir yer-
de antrenman yapmak lazım, bu önemi yüzün-
den câmideki halimizi test ettik, o örneği verdik.
Hayat da böyle. Bu noktayı önemserseniz, yani
sizin için hayat 7/24 böyle olursa, o zaman neyi
anlatıyor oluruz biliyor musunuz? Nefs-i Mut-
maine! Bilmeden Nefs-i Mutmaine’nin halini

214
YILMAZ DÜNDAR

söylüyor oluruz. Bu kadar da kolaymış. Bu anlat-


tığımız onun başlangıcı, fiillerin tecellisi kısmının
başlangıcını tarif ediyoruz. Bu olmazsa olmaz.
Şöyle bir yanlışlık vardır, “Biz veli miyiz?” gibi
düşünülür. Dereceler farklıdır, o ayrı iş, ama veli
olmayan müslüman yoktur. Doğru îman ediyor-
sa ve sâlih amelle meşgulse veli sınıfındadır, en
azından ‘veli gibi’dir. “Onların sayısı belli, biz veli
olamayız, o iş bizim harcımız değil” gibi yakla-
şımlarla kendimizi perdelemeyelim. Bazı dere-
celer vardır, biz onlara isimler vermişiz ve anla-
tılanları yalnızca onlara ait zannediyoruz. Öyle
değil. Kur’ân’ı inceleyin, veli/dost tanımlaması
tüm inananlar için geçerlidir. Tüm inananlar için
Allah; “Ben, ancak ben, yalnızca ben sizin velini-
zim” der.
Dünyaya sinema örneğindeki gibi bakmak
zorundayız. Kişi bu hâli önemser ve hayata böy-
le bakarsa deyip bir başka örneğe geçiyoruz.
Vereceğimiz örneği sinema örneğine monte
edeceğiz. Monte etmek için onu önce müstakil
olarak örneklendireceğiz. Küçük bir yaşantı ala-
nı, yaşadığımız küçük bir alan hayal edin, bu bir
köy olabilir. Bu köyde bir kişi var ki bütün mallar
ona ait, köy de onun. Olmayacak bir şey söyle-
miyorum. Günlük yaşantımızdaki örneklere ba-
karsak, o mal sahibine göre, köylüler de onun.
Bu mal sahibi mallarını cinslerine tasnif etmiş ve
malların cinslerine uygun kişilere göre bir tasnif-
le köydeki herkese malları dağıtmış. Kendi na-
mınıza kullanın diye değil emaneten vermiş, on-
lar görevli. Şekerler sende, pirinçler sende, ilaçlar

215
sende gibi herkesin yapısına hangi mal uygun
geliyorsa insanlara malları emanet etmiş. Bu in-
sanların görevi kimin bir mala ihtiyacı varsa ona
onu veriyor. Görevi bu, bu kadar. Birisinde şeker
var, kişi şekerin emanetçisi. Kendisinde bir başka
mal olan birisine şeker lazım olduğunda gidiyor,
şekeri o emanetçiden alıyor. Dikkat edin, bun-
ların hiç biri muhtar değil, yalnızca emanetçi.
Ve öyle bir irtibat var ki, birisi emanetçiye şeker
almaya gittiğinde o kişiye ne kadar şeker verile-
ceğini malın sahibi söylüyor. Emanetçi kendisi
karar vermiyor, şekeri kişiye mal sahibinin ta-
limatı doğrultusunda veriyor. Hatta kendisine
bile şeker lazım olunca, emanetçi olduğu halde,
isteyen pozisyonuna girdiği için, şeker alacak mı,
ne kadar şeker alacak, onun talimatını da mal
sahibi veriyor. Muhtar olan mal sahibi! Emanetçi
ihtiyacı olana malı kendisine gelen bilgi kapsa-
mında veriyor, hüküm vermiyor, yalnızca görev
yapıyor. Bu tabloyu zihnimizde oluşturduysak
kendimize bir kaç soru soralım. Siz o köydesiniz
ve şeker almaya gideceksiniz. Mutlaka şeker al-
manız gerekiyor, onun için bir müracaatta, bir
talepte, bir gayrette bulunacaksınız, siz “Bana
şeker lazım, şeker ver” diye emanetçiye mi gider-
siniz, mal sahibine mi? Hatta ulaşamıyorsanız
aracı bulursunuz, “Şeker almaya gideceğim, söy-
lesin de alayım” dersiniz değil mi? Birincisi bu.
Sormaya devam ediyoruz, sonra soruları birleş-
tireceğiz. Köydeki herkesin bu kadar malı oldu-
ğu halde hiç birisi çıkıp “Benim şunum var” der
mi, diyebilir mi? Komik olur değil mi? Herkesin

216
YILMAZ DÜNDAR

birşeyi var ama hiçbiri onların değil. Kim malıy-


la “Bu mal benim” diye öğünebilir? Olmaz. Peki,
o kişiler birbirlerine bu mallar yüzünden farklı
bakabilirler mi? Birisinde şeker var, birisinde
tuz var, birisinde altın var. Altını olanı daha faz-
la önemserler mi? Onun değil ki! Bu manzarayı
izah edebildim mi? Bu köye bu işleyişi bilmeyen
bir yabancı girdi, ortama henüz adapte olmadı,
şekere de ihtiyacı var, ne yapar? Şeker sahibini
bilmediği için emanetçiyi önemser. Altına ihti-
yacı varsa altını olanı önemser, “Köyde ne kadar
önemli insanlar var” der. Şeker alabilmek için
emanetçisine kim bilir neler yapar? Taa işi öğre-
ninceye kadar. Ama mal sahibi talimat vermiş,
“Yabancı biri gelir de bu işi tam kavramazsa, işi
öğreninceye kadar onu oyuncağa çevirin de iyi
öğrensin” demiş. O nedenle, şekerci sanki şeker
sahibiymiş gibi onunla oynar durur. O da ona
iltifatlarla meşgul olur, boşu boşuna! İşi öğrenin-
ceye kadar bu böyle gider. Öğrenirse iyi öğren-
miş olur, öğrenemezse iyi kaybetmiş olur, çünkü
bu takdirde köyün delisi olur. İnsanlar emanetçi,
muhtar değiller, sıkılıyorlar da, o yabancıyla oya-
lanır dururlar.
Önce sinema örneğiyle sonra da köy örne-
ğiyle dünyaya ilişkin bir bakış açısı oluşturduk.
Köydeki örneği köyden çıkaralım, dünyaya ba-
kış açımızda yerine koyalım. Mal sahibi olarak
Allah’ı düşünün, “Mülk benim” diyor. Gerçekten
mülk Allah’ın. Ve insanların da -tüm yetenekle-
ri ve ellerinde bulunanlarla beraber- köydekiler
gibi emanetçi olduklarını görün. Siz köyde şeker

217
olan birisine gidip şeker istediğinizde kimden
istemiş oluyorsunuz? Elinde şeker olandan mı,
mal sahibinden mi? Siz bunu tüm yaşantınız-
da böyle uygularsanız değil, onun zaten böyle
olduğunu görürseniz, kuldan bir şey istemek
diye bir şey olamaz. Yok ki öyle bir şey! Köyde
herkes emanetçi, kimse hüküm sahibi değil. Siz
emanetçi birinden bir şey istemezsiniz, hep mal
sahibinden istersiniz. Dolayısıyla, bir şeyi mal sa-
hibinden istiyorsunuz ama emanetçiden alıyor-
sunuz, işte dünyadaki de böyledir. Bir doktorun
şifa yetenekleri ve bilgisi Allah’ın emanetidir. Siz
doktora gidip tedavi istediğiniz zaman sınavda-
sınız. Eğer siz mal sahibini unutmadan doktora
giderseniz, -köyde nasıl şeker verene giderken
önce mal sahibini arıyordunuz; “Şekerciye gi-
deceğim, söyleyin de bana şeker versin, temiz
yerinden versin, dikkatli versin, beni bekletme-
sin” diyordunuz- siz sağlık işinin emanetçisi o
doktora giderken de sahibine; “Ya Rabbi, bu işi
emanet ettiğin bir kuluna gidiyorum, emir bu-
yur da benimle ilgilensin, şifan için bana yardım-
cı olsun, hayrlısıysa şöyle olsun” derseniz kuldan
değil, daima Allah’tan istemiş olursunuz. Ama
onun emanetçisi kuldan bir bilgi, bir şifa, bir mal
alırsınız veya bir işinizle ilgili destek alırsınız. Bu
emanet veliyullahta bulunabilir, ondan alacağı-
nız farklıdır, bir doktordur, bir öğretmendir, bir
avukattır veya bir başka malın sahibidir veya bir
iş yaptırma gücü olan birisidir. Sebeplere müra-
caat etmeniz, köyde mal almak için emanetçi
kişiye müracaat etmeniz, ağanın onurudur. Siz

218
YILMAZ DÜNDAR

o kişilere gitmezseniz, ağa “Ben bu malları niye


dağıttım, hiç umursamıyor, umurunda değil. Ne
kadar mütekebbir, gelip almıyor bile” der. Kul-
lara emanetler verdi, gidip almazsanız olmaz,
emaneti verene karşı iyi bir edeb olmaz. Alma-
nın edebini anlatıyoruz. Siz o kişiye “Müstakilen
VAR ve Muhtar” muamelesi yaparsanız Yûsuf
Suresi 42. ayette olduğu gibi, “Rabbini unutmuş”
muamelesi görürsünüz. Köye gelen yabancının
kuralları bilmediği için emanetçi birisine o mal
onunmuş gibi muamele ettiğini, köyden birisi-
nin o yabancıyı tasdik ettiğini mal sahibi duyar-
sa, o tasdik edene ne der? “Biz nasıl anlaştık, sö-
zünü niye unutuyorsun, verdiğim emanete niye
böyle yapıyorsun” demez mi?
Ehad ve Samed isimlerini biz İhlas Suresi’yle
öğrenmeden önce “Samed” Arapların kullandı-
ğı bir kelime, bir tüccar vasfı olarak kullanılıyor.
Hemen hemen başka mala ihtiyacı olmayan bü-
yük mal sahibi tüccara o dönemde böyle diyor-
lar. Öyle fazla malı, deposu var ki küçük tüccar-
lara ve insanlara hep o veriyor. Holding der gibi,
büyük tüccar der gibi o kişiye Samed demişler.
Köyde de biz insanların anlayabilmesi için öyle
bir tüccar tarifledik. Ama Allah’a tüccar gibi
bakmayın, anlayınca örnek biter. Kuldan ister-
ken nasıl isteyeceğimizi biraz fark edebildik mi?
Film başlamadan önceki hal gibi yaşayan bunu
hiç başaramaz. Çünkü dünyayı böyle göremez,
olduğu gibi göremez, salonda film başlamadan
birbiriyle meşgul olanlar gibi görür. Kur’ân ona
“tekasür” diyor, tekasürle meşgul, filmle değil!

219
Boş işlerle meşgul. Boş iş ileride sana yaramaz
demektir. Tekâsür Sûresi “İleride sana yaramaya-
cak işlerle meşgulsün” diyor. Değilse edebiyle bir
kuldan yararlanmak, yararlanmayı düşünmek
bile sevap olur, doğru olmak kaydıyla. Emanetçi
olduğunu o kendisi bilmeyebilir. “Öyle davrana-
cağım ama kişi emanetçi olduğunu bilmiyor”
diyemezsiniz, bilip bilmemesi fark etmez. Köye
dönersek, köydeki emanetçilerin bazıları mal sa-
hibine küsmüş, bu yüzünden o işlerini sanki mal
sahibi yokmuş gibi yapıyorlar. Ama gizlice emri
almaya devam ediyorlar. Yine gelene emaneti
veriyor ama o küslük nedeniyle sanki mal sahibi
yokmuş gibi kendince tavır koyuyor. Dünyada-
ki inkârcılar öyledir, onların halini sanki küsmüş
muamelesi gibi düşünün. Ama sistem aynı sis-
tem. Ondaki de emanettir, kime nasıl vereceği-
nin emrini yine Allah verir. Fakat o küstüğü için
işin aslını görmemeye çalışır. Onun küsmesi sizin
doğru yapmanızı engellememelidir. Bir de onun
tavrını tasdik etmemelisiniz.
Hz. Mûsa aleyhisselam’ın çok şiddetli dişi ağ-
rır, Rabbiyle dost olduğu için “Ya Rabbi, ağrıya
dayanamıyorum” der. Rabbi ona bir ot tarif eder.
Gider onu alır, dişine koyar ve ağrısı geçer. Bunu
anlamak günümüzde biraz zor olabilir. Ağrı ke-
siciler, antibiyotikler ve benzerleri nedeniyle
hemen hallederiz sınıfında bir iş. Ama o zaman
öyle değil. Bu bir kıssa tabi. Sonra ilerleyen za-
manlarda tekrar dişi ağrır. Öğrendiği için, Hz.
Mûsa aleyhisselam gider o otu alır, dişine koyar
ama geçmez. “Ya Rabbi, böyle yapmıştım geç-

220
YILMAZ DÜNDAR

mişti, şimdi geçmiyor.” diye seslenir. “Ya Mûsa,


o zaman benden istemiştin, şimdi ottan istedin”
cevabını alır. Bu da bir Rasûl örneği. Bu örnekte
öğreneceğimiz bir şey daha var, bu Rasûl kıssa-
sının yanılmadan bakmamız gereken bir yanı
var. Kişi “Ben ağrı kesiciyi alıyorum, geçiyor, hiç
kimseye sormuyorum” diyebilir. “Mûsa aleyhis-
selam öyle yapmış olabilir. Ben susadığım zaman
kimseye sormadan suyu içiyorum, susuzluğum
geçiyor” diyebilir. Bu kişi Mülk Sûresi’nin son
ayetini okuyunca hiç etkilenmez. Dünyaya o an-
lattığımız köy örneğindeki gibi bakmadığı için o
ayetten etkilenmez, “Suyu alıyorum içiyorum,
susuzluğum geçiyor” der. Mülk Sûresi son âyet
diyor ki; “Söyle onlara, suları çekilirse kim vere-
cek?” Gaflette olduğu için bu âyet ona ne tesir
edecek, korkmaz ki gafil. Peki, bu olabilir mi?
Yani ağrı kesiciyi alıyorsun, sormadan etmeden
içiyorsun, geçiyor olabilir mi? Olur, geçer. Ama
dikkat edin, Rasûl otu tekrar kullandı, geçmedi.
Rasûl’e olan büyük merhamet nedeniyle özel
korumada olduğu için yanlışa müsaade edil-
medi, defterine yanlış yazılmadı. Benzer olaylar
sizin hayatınızda da olur. Bir işten sonra başınıza
bir şey gelir, Rabbinizin ders verdiğini anlarsınız.
Korkun titreyin ama merhamet ettiğini de an-
layın. “Kulum, senin yanlış yapmana müsaade
etmiyorum, seni koruyorum. Sen işleri yürü-
yor zannediyorsun, seni kendi haline bıraksam
defterin hep yanlışlarla dolacak. İşler yürüyor,
çünkü ben emanetçilere söyledim, ‘Beni bilme-
yebilirler, bana küsmüş olabilirler, siz bakmayın

221
size gelince verin’ dedim. Bu yüzden, sen o ilacı
kullanırsan iyi gelir. Benden istersen başka, ama
istemesen de tesir eder” der. İkisi farklı şeyler, bu
sizi yanıltmasın. Çünkü sonuç önemlidir. Mesele,
istediğiniz zaman bir şeyi elde etmek, ona sahip
olmak değildir. Onunla varacağınız yer önemli.
Yani o işle, o olayla elde ettiğiniz şey neyin bile-
ti? Cehennemin mi, cennetin mi? “Şöyle yaptım,
şöyle kazandım” diyenin kazandığı ne, nerenin
bileti? Aynı olay için; “Rabbim lütfetti, şöyle bir
iş imkanı nasib etti, şöyle bir kazanç verdi” de-
mek başka bir şeydir, diğeri başka bir şeydir. Do-
layısıyla, Allah’tan istemek ne demektir, bunu iyi
anlamak ve ondan uzak kalmamak lazım, buna
gayret etmek lazım, sürekli Allah’tan isteme kul-
varında durmak lazım. Kendimize bir çember
çizip o çemberi elektrikli telle çevirmemiz, ona
yaklaştığımız zaman bizi uyaracak kendimize
ait bir şeyler bulmamız lazım ki o çemberden
çıkmayalım. Bunu iyi fark etmiş olan sahabe
Vera Sistemi’ni geliştirmiştir. Helallerle çember
çizmiş, o çemberden çıkmamak için kendisine
bir uyarı sistemi olarak Vera’yı oluşturmuştur.
O elektrikli tel sistemine “Vera” demiştir. Vera
ayrı ve uzun bir konu, meraklanın da gidince
araştırın diye bu kadarla geçiyorum. Vera sahip-
leri Allah tarafından övülmüştür. Yani, kendine
çember çizip elektrikli telle çevirenler Allah ta-
rafından övülmüştür.
İki şeyi de karıştırmamak lazım ki günümüz-
de müslümanlar karıştırmaya başladı. Çünkü
iletişimin kuvvetli olması fayda sağladığı gibi sa-

222
YILMAZ DÜNDAR

kıncaları da beraberinde taşımaktadır. Aslında


herşey öyle zıddıyla yaratıldığı için, siz bir şeyi
yaratıldığı amaçlardan hangisi için kullandığı-
nıza bakın, olayı görmeniz kolaylaşır. İki amacı
da olacağı için, yaratılmış şeyleri suçlamak yanlış
olur. Siz Nisâ-79 gereği kendinize bakın. O za-
man göreceksiniz ki, zıt olarak yaratılmışlardan
yanlış olanı seçiyorsunuz. Bir yanlış sonuç varsa
sebebi budur, yaratılan bir şeyden yararlanırken
onun birbirine zıt iki sonucundan yanlış olanı
seçiyorsunuz, o yaratılandan yanlış yararlanıyor-
sunuz demektir. Yaratılanın suçu olmaz!
Bu yüzden şöyle bir karışıklık vardır, istemek
ve dua birbiriyle karıştırılır. Hatta o kadar ka-
rıştırılır ki -Allahu a’lem- sistem de bu karışıklık
için yardım eder. Niye? Doğru yapanlar seçilsin,
saflaşsın diye! Bir yerden halis zeytinyağı alıyor-
sunuz, birisi onu karışmış olma ihtimaline karşı
filtreden geçirirse memnun olursunuz, niye filt-
reye koydun demezsiniz. Sonra size “Benim bir
de özel filtrem var, bir de ondan geçireyim” dese
iyice sevinirsiniz. Dersiniz ki, bizim yağı özel filt-
reden de geçirdi, yağ iyice temizlendi. Dünyada
da bu tür filtreler müslümanları sevindirir, müs-
lümanlar saflaşıyor diye. Normal hayatta iste-
mek öyle önemseniyor ki müslümanlar istemeyi
dua zannediyorlar. İsteme ile ilgili elde edilen
sonuçlar dualarla elde edilenlerden istatistiksel
olarak fazla çıkınca kişi duadan kesilip, o eleğe
takılıp, istemeye yöneliyor. İşi bilmeyenlerin du-
ayı istemek gibi anlatmaları da duadan perde-
liyor. Dikkat edin, insan ne isterse olur! Bu işin

223
başlangıcıdır, başlangıç çizgisidir. Seyr-i sülûkta,
insanın özelliklerini fark etikçe, hakikatini ya-
şadıkça görürsünüz ki insan ne isterse olur. Ne
isterse olur, çünkü oradaki “insan” kelimesini
biz koyuyoruz. “İstersem olur”u fark eden in-
san, onu kuvvetlendirici yöntemler geliştiriyor
ve kimisi bunu dua zannediyor, kimisi duadan
perdeleniyor. Sonuçta ikisi de duadan uzaklaşır.
İstemenin bir mekanizması vardır. O sistemi ça-
lıştırmak için size bunun derslerini verebilirler.
Onun bir konsantrasyonu, bir yöntemi, bir sürü
bir şeyi vardır. Hatta bunu anlatan birisi kendisi-
ne inandırmak için şöyle örnek vermişti: Dene-
yin, yatmadan önce “Ben saat dörtte kalkmak
istiyorum” deyin ki. Böyle deyin, buna inanın,
saat dörtte uyanırsınız, saatinizi kurun o çalma-
dan uyanırsınız. Doğru! Kişi istemeyi önemser-
se kendisiyle ilgili bu sistem çalışır. Ama bu sis-
tem onu fark etmeden mütekebbirliğe götürür.
Gittikçe istemesi kuvvetlenebilir, yanına başka
şeyler de eklenebilir. “Bırakın istemeyi hisset-
sem oluyor” demeye başlar. “Hissediyorum beni
telefonla arıyor, hissediyorum geliyor, hissedi-
yorum gidiyor”lar başlar. Oysa duanın bir me-
kanizması, bir tahsili, bir kursu yoktur. Dua doğ-
rudan Allah’tan istemektir. Allah’tan istemenin
ismi duadır, istemenin ismi değil! Siz herhangi
bir yöntemle kendinizden bir şey isteyebilirsiniz;
beyninizi zorlayabilirsiniz, konsantre olabilirsi-
niz, gözlerinizi bir yere dikip isteyebilirsiniz, on-
lar dua olmaz. İsteme sonuç veriyor diye, isteme
sonucu işler meydana geliyor diye başardığınızı

224
YILMAZ DÜNDAR

zannetmeyin. Efendimiz (SAV)’e; “Onlara söyle,


duaları olmasaydı neye yararlardı” dediği şey
onların istemeleri değil. “Benden istemeseler
neye yararlar” diyor. “Çünkü emir verdim, zaten
istekleri olacak, Ben Rahmanım. Rahman gere-
ği bunlar olacak. Emrim gereği bunların olması
onları aldatmasın. Aldanmayıp, kenara çekilip,
benden isteyenler var. İşte bu kullar benim için
öyle değerli ki” buyuruyor. Demek ki, “dua” ve
“istemek” bu kadar ayrı şeyler.
Uzakdoğu felsefelerinden esinlenip isteme
yöntemlerini dua diye anlatanlar da, onlara ina-
nanlar da çok büyük yanlış yaparlar. Mesele so-
nuç elde etmek değildir. Önemli olan, elde edi-
len sonucun neyin bileti olduğudur. Dua ile iste-
diğiniz şey olmuyordur, sizin o haliniz cennete
götüren bir lütuftur. Dua etmeyen birisinin her
şeyi çok muntazam gidiyordur, malı mülkü, evi,
ailesi her bir şeyi kendince yolundadır. Hiç hasta
olmuyor olabilir. Ama onun o hali nereye bilettir
acaba? Mesele o. Ahirete dikkat eden için “Bu
beni nereye götürüyor?” sorusu önemlidir.
“İyyakE nesta’iyn”i anlamaya çalışıyoruz. İlk
mânâ olarak; “Allahım sadece SENden isteriz,
ancak SENden isteriz” diyoruz. Bir ilerisi, “SEN-
den isteriz”dir. Daha ilerisi “İsteriz” der kalır. O
noktada zihninizden alternatifler öyle silinmiş-
tir ki, “SENden isteriz” meâli bile size alternatif-
li gibi gelir. Kelime orada geçer ama sizin için o
mânâda geçmez. Ne manada geçer biliyor mu-
sunuz? Muhabbet mânâsında geçer. O “Bir emir
veren olarak SENden isterim” ifadesindeki “SEN”

225
değildir, alternatifi olan bir kelime de değildir.
O artık muhabbet duyduğunuz bir ifadedir,
Allah’a seslenmeniz içindir, “SEN” demeniz için-
dir; SENden isterim Ya Rabbi. Anlattıklarımızın
hepsi üst üste gelince inşâAllah size başka bir
ifade oluşturur.
Geldiğimiz idraka ek yapmak için tekrar-
lıyoruz, değilse bildiğiniz bir şey: Kul yaratı-
landır, Allah yaratandır. Paylaştığımız konular
içerisindeki anahtar kelimelerden birisi buydu.
Kur’ân’da böyle anahtar kelimeler vardır. Maa-
lesef bu anahtar kelimeler anlaşılamamış, bun-
ların açacağı yerler de açılmamıştır. Anahtarı
taşımak ayrı bir iştir, bir yüktür, açmak ayrı bir
şeydir. Bunlardan birisi de dûniHİ-dûnillah idi,
onu “Aşağıların Aşağısı” kitapçığında paylaştık.
DûniHİ-dûnillah anahtarıyla Kur’ân mesajını aç-
tığımızda Yaratan ve Yaratılan için şöyle bir vasıf
öğreniyoruz: Kul yaratılandır. Yaratılanın ‘dışı’
kavramı vardır, orada başka kullar vardır. Dik-
kat edin, “dışı var” ayrı şeydir, “dışı var kavramı”
ayrı şeydir. İyi bakıldığı zaman kulun dışı yoktur,
‘kulun dışı kavramı’ vardır. Ama kullar Birbirle-
rine Göre Var özellikleri içerisinde konuşurken
“Kulun dışı var” diyebilirler, kul kula bunu söy-
leyebilir ki başka bir kul oluşsun. Ama hakikatte
bir adım ileri giderseniz ‘kulun dışı var’ kavramı
çok doğru olmaz. Var olan bir “kavram”dır, ku-
lun dışı kavramıdır. Kulun ‘dışı’ kavramı vardır.
Allah’ın ‘dışı’ diye bir kavram yoktur. Allah’ın dışı
yoktur, yani dışı kavramı yoktur. Bu yaratıyor ol-
manın özelliğidir, yaratanın dışı kavramı olmaz,

226
YILMAZ DÜNDAR

dışı kavramı olan yaratamaz! Bunu çok detaylı


inceledik, ama konu buraya gelmişken bir cümle
ekleyelim ki bu kadar önemli ve özel bir kelime-
ye insanlar sahip çıkmasınlar, “yaratıyoruz, yara-
tıcı” gibi ifadeler kullanmasınlar. “Yaratmak” an-
cak Allah’a ait olan çok önemli bir vasıftır. Kulun
onu kullanması çok tehlikelidir. Yaratma özelli-
ği “dışı” kavramı olmayana aittir. Yaratılanların
“dışı” kavramı vardır, yaratma vasıfları yoktur.
Onların bütün yaptıkları yaratılan malzemeleri
kullanmaktır. İnsanların yanlışlıkla “yaratıyor”
kelimesini kullanarak söyledikleri ne tür ürün
varsa, buna illüzyon benzeri şeyler de dâhildir,
ne tür fikir, ne tür başarı varsa tümü Allah’ın
yarattığı malzemeler kullanılarak yaptıkları şey-
lerdir. Dikkat edin, yaratmada malzeme kullanıl-
maz. Allah’ın dışı kavramı yok demek, bir şey ya-
ratacağı zaman dışından bir malzeme kullanmı-
yor demektir, “yaratma” ona denir. İnsanın dışı
kavramı vardır, dolayısıyla dışında başka kullar/
malzemeler vardır, onlardan yararlanarak bir şey
ortaya çıkarır. “Müstakilen VAR ve Muhtar” ola-
nı bilmeyen insan bir yaratılanın bir ürününe,
bir düşüncesine, bir başarısına bakar ve ona “ya-
ratıcı” der, “yarattı” der, onun yaratmasını tasdik
eder. İşte tuzağa düştü, Rabbini unuttu, yıllarca
zindanda kaldı. Kulağımıza küpe olsun: Kul yara-
tılandır, yani dışı kavramı vardır. Allah yaratan-
dır, dışı kavramı yoktur. Yaratma vasfı, yaratma
fiili, yaratma cümlesi Allah’a aittir.
Kul yaratılan olduğu için, onun dışı kavramı
olduğu için “İyyâKE na’budu” demek zorunda-

227
dır, Yaratan’a teslim olmak zorundadır. İyyâKE
na’budu; bu bilgileri tasdik ediyorum. Ve İyyaKE
nesta’iyn; yalnızca senden isterim. Bu bilgileri,
isteme bilgilerini ve sistemini tasdik ediyorum.
Burada bir tasdik zorunluluğu vardır. Bu yüzden,
bir kulun “İyyâKE na’budu VE iyyâKE nesta’iyn”
demesi zorunludur, hem de o kulun -lütfen ina-
nın- kurtuluş cümlesidir. Sırası gelince fark edi-
lir o. Bir ilaç almış eve koymuşsunuzdur, miâdı
içerisinde ilaç unutulmuştur. Sonra gecenin zor
bir anında o ilaca -bu bir alerji hapı olsun- ihti-
yaç olmuştur. Bir anda aklınıza gelir, “O ilacı şu-
raya koymuştum” der, alır yavrunuza verirsiniz,
yarım saat sonra alerji geçer, çok rahatlarsınız.
O ilaç orada iki yıl durdu. Ama onun ne oldu-
ğunu o an anladınız. “İyyâKE na’budu VE iyyâKE
nesta’iyn” diyenler, onu hakkıyla söyleyenler, he-
sap günü “İyyâKE na’budu VE iyyâKE nesta’iyn
diyenler ayrılsınlar” manasına gelen “Suçlular
ayrılsın” denildiği zaman o gruba girmezler.
Suçlular “İyyâKE na’budu VE iyyâKE nesta’iyn”
dememiş olanlardır. Takliden bile söylense bu
kadar önemli bir kurtuluş cümlesidir o. Öyle bir
merhamet sahibi ki Rabbimiz, “Merhameti ken-
dime farz kıldım” diyor. Kendisine farz oluşturu-
yor; kullarına merhamet. Anlayalım diye öylesi-
ne söylüyorum, bir kul hesap gününde görevli
olsa ve “Ya Rabbi, suçlular ayrıldılar. Ama şunlar
‘İyyâKE na’budu VE iyyâKE nesta’iyn’i takliden
söylüyorlardı” dese, nefsine merhameti farz
kılmış olan Rabbimiz, “Merhametim azabımı
aştı, taştı” diyen Rabbimiz; “Olsun. Söyledi ya,

228
YILMAZ DÜNDAR

söyleyenlerin içine girdi ya” der. Bu yüzden ya-


şıyorken “İyyâKE na’budu VE iyyâKE nesta’iyn”
aşkını yakalamak, buna sarılmak, bunu zikrullah
yapmak, hayat tarzı haline getirmek önemlidir.
Onun için “İyyâKE na’budu VE iyyâKE nesta’iyn”i
anlamaya çalışıyoruz.
“Meryemoğlu Mesih ancak bir rasûldür.
O’ndan önce de rasûller gelip geçti. O’nun anası
Sıddıyka’dır. İkisi de yemek yerlerdi. Âyetleri on-
lara nasıl açıkladığımıza bir bak! Sonra bak (yine
de) nasıl (Hakk’tan) yüz çeviriyorlar.” (Mâide-75)
Âyet yine bize Rasûl mertebesinden ders ve-
riyor, sıkıntıları yüklenmişlerden ders veriyor. Bu
sefer ders olarak gördüğümüz Rasûl Efendimiz
Hz. Îsâ aleyhisselam farklı özelliklere sahip bir
Rasûl. Babasız dünyaya geldi, yani dünyaya gelişi
insanlar için, insan diliyle söylersek bir mucize.
Biz mucize değil de Allah’ın emri deriz. Muci-
ze kelimesi sizi Allah’tan uzaklaştırıyorsa siz de
kullanmayın. “Allah’ın mucizesi” bana çok doğ-
ru gelmez, yaptığına hayret etmişsiniz gibi olur.
Hep beş, beş, beş alan bir öğrenci bir gün on
alırsa, “Bu onun için mucize” dersiniz, bekleme-
diğiniz bir şeydir. Çocuğun mucizesi gibi olur.
“Allah’ın mucizesi” ifadesi çok doğru olmaz.
Doğru kullanırsanız ayrı mesele, ama çok doğru
olmaz. “Allah’ın emri” demek daha uygun olur.
“Allah’ın emri” ifadesinin üstünde bir kelime, bir
duygu olabilir mi?
Konumuz değil ama bir cümleyle paylaşa-
lım. Sünnetullaha doğru yaklaşalım diye Allah’ın

229
sünnetullahı içerisinde bazı özel olaylar vardır.
Hz. Âdem aleyhisselâm için annesiz babasız der-
sek, yaşayan sünnetullaha uymayan bir hal. Ve
Hz. Îsâ aleyhisselâm efendimiz de babasız. İna-
nan için bu, “Allah’ı Sünnetullah’la sınırlamayın”
dersidir. Mutlaka böyle olacak değil. Allah diledi
mi öyle olur, diledi mi böyle olur. Böyle olaylar,
tabiata tapanlar için ise “Sünnetullah’tan perde-
lenmeyin” dersini içerir.
Âyet bize yine bir Rasûl üzerinden ders veri-
yor. O Rasûlle ilgili farklı özellikler var; babasız
dünyaya gelmiş, annesi Allah’a karşı sıddıkıye-
tinde mertebe kat etmiş. Annesi günümüz için
baktığımızda Kur’ân’da ismi geçen tek kadın,
Kur’ân’da kadınlara “örnek alacaksanız” diye
örnek gösterilen kadın. Hz. Îsâ aleyhisselâm
döneminde dînî tebliğler normal dünya haya-
tının gösterdiklerinin ötesinde cümlelerdir. Hz.
Mûsa aleyhisselâm kavminin dinle ilgili bilgileri
dünya hayatı kuralları çerçevesinde iken, Hz. İsa
aleyhisselâmın din öğretileri dünya hayatı kural-
larının ötesindedir. Mecaz demek istemiyorum,
bu mânâyı mecaz da karşılamıyor. Çünkü me-
cazda esas cümlenin önemi yoktur. Eğer Kur’ân
âyetlerine mecaz derseniz, insanlar öyle mecaz-
lar çıkarırlar ki mecaz kelimesi aslı örter, âyetteki
esas cümleleri önemsemezsiniz ve zâhirî’den
perdelenirisiniz. Kur’ân’daki zâhirî cümlelerin
belgesi Efendimiz (SAV) dir. “Âyetler mecaz-
dır” diyenlerin hem kendileri bir beşerdir hem
söylediklerinin belgesi yoktur. Ama insanlar
belgesi olmayanı daha çok önemser, bu da ayrı

230
YILMAZ DÜNDAR

bir tuzaktır. Âyetlerin diğer mânâlarında yanlış


yapmamak için Kur’ân’daki zâhirî manasına sıkı
sarılmak lazım, yanılmaktan sizi o korur. Koru-
yucuyu kenara atarsanız uydurduğunuz mecaz-
la ortada kalırsınız, Allah muhafaza etsin.
Döneminin mucize sayılan önemli vasıflarına
Allah’ın ona verdiği normal insanlarda görülme-
yen vasıflar eklenince, söylediklerinin de dünya
kurallarının ötesinde olması Hz. Îsâ aleyhisselâm
Efendimiz’i ulvileştirdi. İşin esâsını anlayacak-
ları sâlih amel de olmayınca îmanlarının yanlış
mânâlarıyla çabucak saparak, diğer din sahiple-
rinden farklı gözükmek heyecanıyla Rasûllerini
farklı göstermek için onun ilahlığını ilan ettiler.
Âyet bütün bunları alt üst eden cümleyi söyler:
İkisi de yemek yerlerdi. Dikkat edin, dışları var;
ikisi de kul. Kul ihtiyaç sahibidir, isteyendir ve
ona ne vermişsek emanettir. “İkisi de yemek yer-
lerdi” tanımlaması bütün bunları temsil ediyor.
Âyet diyor ki; o ancak bir Rasûldür, ondan önce
de Rasûller geldi, yeni değil. Ama o dönemde-
ki özellikler ve başka şeylerle tuzağa düştünüz.
Dikkat edin, ikisi de yemek yerdi.
Buradan konumuza giriyoruz, alacağımız
derse gireceğimiz yer burası: Samed değillerdir.
Yaratan Ehad ve Samed’dir. O’nun dışı kavramı
yoktur. Ancak Ehad ve Samed olan yaratabilir.
Oysa onlar yemek yerlerdi, yani Samed değiller-
dir, ihtiyaç sahibidirler, yani dışları vardır, dışın-
da olanlara muhtaçtırlar, yani yardıma muhtaç-
tırlar. Âyet bütün bu anlayacaklarımızı Hz. Îsâ
aleyhisselâm üzerinden bize bir cümleyle öğre-

231
tiyor: Dünya böyle dese bile, milyarlar ona böyle
inansa bile onlar yemek yerlerdi!
Dikkat edin, oruç ibadetinin en önemli yanı
yemek yememektir. Oruç ibadetiyle insan Sa-
med olmaz. Hiç bir kul Allah’ın bu vasıflarıyla
vasıflanamaz, Ehad ve Samed’le ahlaklanamaz.
Bir kulun ahlaklanabileceği en önemli ve ona
faydalı vasıf Rahmân ve Rahıym’dir, o yüzden
Besmele’de bunlar geçer. Fâtiha kitapçığının
başlangıcında paylaştık, “Ehad ve Samed olan
Allah’ın adıyla” deseydi, öyle öğretseydi öyle
diyecektik ama yararlanamazdık. “Rahman ve
Rahıym olan Allah adıyla.” Besmele’de başlangıç
mânâ böyle. İleri götürürsünüz “Adına” doğru-
ya gidersiniz. Çünkü kul Allah’ın izni ve lutfuyla
Rahman ve Rahıym isimleriyle ahlaklanabilir. O
zaman Besmele onun hayat tarzı olur, yaşanabi-
lir bir şey haline gelir. Eğer Ehad ve Samed olan
Allah adına denilseydi bu bilgiden kul yararla-
namazdı. Çünkü kul -Hz. İsa’yı bile düşünseniz-
yemek yer. Rabbimiz öğretiyor: Onlar yemek
yerlerdi.
Oruçta yemek yemeyi bırakmak bir temsil-
dir. Fakat bu temsil bu derece önemlidir. Çün-
kü o çok önemli bir bilginin temsilidir. Yemek
işini bir süre bırakmanın bizim için bir yararı ve
önemi de, bizim için Samed olmanın ne oldu-
ğunu anlayabilme çalışması olmasıdır. Allah’ın
Ehad ve Samed oluşu acaba ne demektir, bunu
biraz kavrayabilme çalışmasının adı Oruç’tur, o
çalışmayı biz yemek yememekle yaparız. Samed
oluşunu biraz kavrayabilme çalışması olan ye-

232
YILMAZ DÜNDAR

mek yememeyi biraz geniş manada düşünün.


Bu çalışmayla kul Allah’ın Samed olduğunu,
kendisinin Samed olmadığını anlar. Yani Allah’ın
dışı kavramı olmadığını, kendisinin dışı kavramı
olduğunu, ihtiyaçlarının olduğunu ve bunları
Allah’ın verdiğini anlar. Samediyet’i anladığı için,
dışı kavramı olduğunu ve ihtiyacı olduğunu an-
laması bile onda Samediyet nurlarını açar.
Oruçla biz bir de önemli bir antrenman ya-
parız. Nedir o? Kur’ân’da yarı yarıya fark edilmiş,
o fark edilenin de başka mânâlarla çoğaltılıp
alt üst edildiği şeylerden birisi “Allah’a verilmiş
söz”dür. “Rabbiniz Ben değil miyim?” dediğinde,
“Rabbimiz sensin, bil fiil şâhidiz yâ Rabbi” diyen
sözümüz var. İlerleyen kısımlarda genişçe göre-
ceğiz, oruç onun güzel bir antrenmanıdır. İnsan
esfele sâfiliyn yapıya girdiği zaman hâfızasını
kaybetmiş bir pozisyonda Allah’a verdiği sözü
unutmuştur. Hatta bir çok kişi öyle unutmuş-
tur ki öyle bir söz onun için söz konusu değildir.
Ama Rum Sûresi 30’dan öğreniyoruz, insan Al-
lah fıtratı üzerine yaratıldığı için, o söz hatırla-
ması dilenende açılır. Kasret diliyle söylersek, ha-
tırlamayı dileyende o söz açılır. O sözün açılması
için oruca niyetlenirken deriz ki; “Yâ Rabbi, sana
söz verdim, ‘Allâhümme ente rabbiy’ dedim.
Ama onu dünya hayatında unuttum. Onu bana
aç yâ Rabbi. Kendimi affettirmek için sana söz
veriyorum, akşama kadar yemek yemeyeceğim
ve sözümde duracağım. Sana verdiğim sözümü
tuttuğumu göstermek için böyle bir çalışma ya-
pacağım, lütfen kabul buyur. Ve bu kabulünle

233
unutmuş olduğumu da bağışlayıver, o sözün ge-
reğini bende aç yâ Rabbi.” Oruç bu manayı da
taşıdığı için, lütfen acele etmeden niyetinizi ya-
pın, inşâAllah meyvelerini de iftarda yiyin.
Kişi oruca “İyyâKE na’budu VE iyyâKE
nesta’iyn” diyerek başlar, iftarda “Eşhedü en lâ
ilâhe illallahul Ehadus Samedülleziy lem yelid ve
lem yûled ve lem yekün lehû küfüven ehad” şa-
hidliğiyle bitirir. Ehad ve Samed’i, Allah’ın o va-
sıflarını tefekkür fırsatı bulur, Rabbimin lûtfettiği
ölçüdeki şehâdetiyle de bitirir. Oruç böyle bir
süreçtir.
“Ey insanlar! Siz Allah’a fakirlersiniz. Allah ise
Ğaniyyül Hamiyd’dir.” (Fâtır-15)
“Sizin indinizdekiler tükenir, Allah’ın indinde-
ki ise bâkîdir.” (Nahl-96)
“İyyâKE na’budu VE iyyâKE nesta’iyn” idra-
kımızın kuvvetlenmesine destek verecek bu iki
ayeti birlikte ders yapalım.
Fâtır Suresi, “Ey insanlar, siz Allah’a fakirlersi-
niz” derken yalnız inananların değil, tüm insan-
ların bir özelliğini söylüyor. Tüm insanlara; ey
insanlar, siz Allah’a fakirlersiniz, Allah Ğaniyyül
Hamiyd’dir diyor. “İnsanlar fakirdir”i anlamak
üzere kullandığımız “fakir” kelimesine bakıp
oradan bir mânâ çıkaralım, alt sınırı o oluştur-
sun. İnsanın ihtiyaçları vardır. Bu ihtiyaçları te-
min imkanı olması gerekenden kısıtlıysa veya
yoksa dünya diliyle biz o kişiye fakir deriz. Böyle
olduğu için bize bir görev doğar, onun ihtiyacı-

234
YILMAZ DÜNDAR

nı karşılayabilecek gücü olanın onu karşılaması


gerekir. Bu normal insânî ilişki içindir. Ama âyet
“Siz Allah’a fakirlersiniz” diyor, “Birbirinize göre
fakirsiniz” demiyor. Eğer âyeti, birbirimize göre
fakirmişiz gibi anlar ve meâllendirirsek yanılırız.
Bir kul bir kula bakıp fakirliği öyle tarif ederse
doğrudur. Ama ayetin bize öğretmek istediği
onun ötesindedir, âyet “iyyâKE nesta’iyn”i hak-
kıyla söyleyebilmemiz için bize ders veriyor: Siz
Allah’a fakirlersiniz! Normal hayat için dedik ki
fakir dediğimiz kişi kısıtlıdır, noksandır. Normal
hayata göre bir ihtiyaç tespit ettik, ona göre
kısıt ve yokluk tarif ettik. “Allah’a fakirlersiniz”
denince ölçü Allah’tır; kul Allah’a karşı fakirdir.
Âyette kullar içerisinden seçilen, yani “Allah’a
fakirlersiniz” denilen insandır. Öyleyse bir insanı
düşünecek olursak, Allah’a göre Kul Zat, Allah’ın
izniyle/emriyle kayıtlı, kısıtlı, noksandır. Çıkardı-
ğımız bir mana budur: İnsan Allah’a göre kayıtlı-
dır, kısıtlıdır, noksandır, Biiznillah. Kulun “Zatım”
dediği Kul Zat böyledir. Noksan olduğun için,
“Allah’a fakirlersiniz” âyetinin bir başka manası
“Allah verecek” demektir, “Sen noksansın, nok-
sanını Allah verecek.” Bütün insanlar için böy-
ledir, bilsin bilmesin böyledir. Allah’a fakirlersi-
niz, Allah’ın fakirlerisiniz demektir. Hayattan bir
örnek vereyim, çok hayr ehli bir insan düşünün.
On kişiye iyi bir şekilde yardım ediyor, o on kişiyi
kendisi için “fakirlerim” diye tarif eder, “Bizim fa-
kirler” der. Bunu bir mertebe söz konusu olarak
söylemez, âyetten yararlanarak söylüyorsa gö-
rev olarak söyler. “Onlar bana göre noksan. Al-

235
lah bana onlara verdiğinden fazla emanet verdi,
bu yüzden ben onlara vermekle görevliyim” der.
“Allah’a fakirlersiniz” de böyledir: Siz Allah’a göre
noksansınız ama Allah sizin vereninizdir, Allah
size verecektir, çünkü siz Allah’ın fakirlerisiniz.
Ancak, burayı doğru anlayabilmek için diğer
ayetlerden öğrendiğimiz bir özelliği getirip bu-
raya koymamız lazım: Allah’ın fakirleri, ihtiyacını
Allah’ın karşılayacağı kısıtlı kullar Allah’ın dışın-
da olarak ihtiyaç sahibi değillerdir. Kesinlikle dış
kavramı düşünmeyin.
Buradan ayrıca öğreniyoruz ki insana verilen-
ler dünyalıktır. Âyet devamında bir kıyasa götü-
rüyor. “Siz Allah’a fakirlersiniz, Allah ise Ğaniyyül
Hamiyd’dir” diyerek insana bir kıyas yapıyor ve
diyor ki; sana verilenler dünyalık çerçevededir,
ölünce yanında götüremezsin. Geçmişte ken-
dini rab ilan etmiş olanlar götüreceklerini zan-
netmişler ama götüremiyorlar. Piramitlerde,
mezarlarda çıkan şeyleri görüyoruz. Hep zann,
hep sanma! Ne diyoruz? Götüreceğini sandı.
Hep sanış. “Götüreceğini sandı” deyip siz bugü-
nün idrakıyla ona gülüyorsunuz. Gelecektekiler
de sana gülmesin? Öyleyse yanlış sanmalardan
kurtulmak lazım. Hayatta sanma/sanış hep var,
hayat hep o. Nahl-96 bu mânâyı biraz daha de-
rinleştirerek öğretiyor: Sizin indinizdeki tükenir,
Allah’ın indindeki ise bâkîdir. Yani Kul Zat’a ve-
rilenler tükenmeye mahkumdur. Neden? Çünkü
kul Ehad ve Samed değildir, Ehad ve Samed ola-
maz da. Çünkü dışı vardır. Dışı olan, dışı kavramı
olan tükenir, tükenmeye mahkumdur. Dışı kav-

236
YILMAZ DÜNDAR

ramı olanda ilahlık iddiası vardır, o tükenmeye


mahkumdur. Dünya hayatında tükenmezse o
tükenme cehennemde devam eder; azablı tü-
kenme olarak.
Sizin indinizdekiler tükenir, Allah’ın indinde-
ki bâkîdir. Çünkü Allah Ehad’dır ve Samed’dir;
dışı kavramı yoktur. Tükenme’nin dışla ilişkisini
kurmamız lazım; kulun dışı olduğu için onun in-
dindekiler tükenir. “Allah’ın indindekiler tüken-
mez” ile “Siz Allah’a fakirlersiniz” öğütlerine bir-
likte baktığımızda, indindeki tükenirse kul ahi-
rette ne yapacak? Dünyadaki tükendi, ne varsa.
Mevki, şan, şöhret, para, mal, mülk, evlat, hepsi
tükendi, bedeni dâhil. “Siz Allah’a fakirlersiniz”
ayeti diyor ki; tükendiniz ama Allah verecek, Al-
lah size verecek, çünkü sizin ahiret ihtiyacınızı
da O bilir. Siz O’nun fakirleri olduğunuz için de
O size verecek. Allah Ğaniyyül Hamiyd’dir. Kısa
olması için bir cümle ile mânâlandıralım: Hamd
kendisine ait olan Allah’ın zenginliği sınırlan-
dırılmaktan beridir. Dolayısıyla, “Kulum, şimdi
kendini kıyasla ve bu gerçekler çerçevesinde
‘İyyâKE na’budu VE iyyâKE nesta’iyn’ de. Ne ka-
dar da ihtiyaç sahibisin ve bunları temin edecek
hiç bir vasfın da yok, özellikle ahiretle ilgili” di-
yor. Ama bizi hemen ferahlatır:
“O, merhamet etmeyi kendi zatına farz kıldı.”
(En’am-12)
İşte bu yüzden, fakirlerinin ihtiyaçlarını verir.
Allah’ın merhamet etmeyi nefsine farz kılma-
sı, bize Allah’ın indinde merhamet kelimesinin

237
önemini ve kulların buna ne kadar ihtiyacı ol-
duğunu da öğretir, anlatır. Dolayısıyla, Allah’tan
merhamet istemek -merhamet duası- Allah in-
dinde çok makbul bir dua olur. Merhamet öyle
kapsamlı bir kelimedir ki: Siz Allah’tan bir şey
isterken duanızda tatmin olmak için tarif yapar-
sınız. Fakat ‘O tarifin bir yeri acaba noksan mı
oldu, yanlış mı istedim?’ gibi de tereddütleriniz
olur. Çünkü, kul olarak bu işin ilerisini gerisini
bilmiyoruz ama bir konuda da şöyle olsun diye
dua ediyoruz, tarif yapıyoruz. Bu yüzden kişi ne
yapacağını şaşırabilir. İşte merhamet kelime-
si, merhamet duası sizin bilip bilmediğiniz her
türlü ihtiyacınızı içerir. Siz Allah’ın fakirlerisiniz
ve Allah merhameti kulları için kendine farz kıl-
dı, ihtiyacınızı bilmeniz gerekmez! Bilmemeniz
noksanlığınızdan zaten, çünkü insanın indinde-
ki tükenir. Dolayısıyla, siz merhamet duası yaptı-
ğınızda, yani isteğiniz ancak merhamet olunca,
dünya ve ahirette size lazım olan en hayrlı şeyler
sizin için nelerse onların hepsini içerir. Bu yüz-
den, “Bi Rahmetike ya Erhamer râhımiyn” zikri
ve duâsı müslüman için önemlidir.
Bu paylaştığımız konulardan mahrum in-
sanlar vardır. Sayıları inananlardan, doğru ina-
nanlardan çok çok fazladır. Ankebût Sûresi 23.
âyet bu konudadır: “Allah’ın âyetlerini ve O’na
kavuşmayı inkâr edenler (var ya); işte onlar rah-
metimden ümidi kesmişlerdir. Ve işte onlar için
eliym bir azab vardır.” (Ankebût-23)
Kur’ân âyetleri, Âmentü Billâhi demiş ve sâlih
amelle meşgul olana o kadar hassas davranır,

238
YILMAZ DÜNDAR

onu öyle incitmemeye gayret eder ki ona söyle-


yeceklerini çok hoş şekilde ders ettirir. Ankebût
Sûresi’nde, eliym azabın kime olduğunu da böy-
le anlatılıyor buluyoruz, inanan üzerinden değil!
Şu merhameti lütfen önemseyin: Bizim için, id-
rakımız için önemli olan bazı şeyleri biz bir Rasûl
üzerinden öğreniyoruz, insana verilen değer ge-
reği. Dikkat edin, böyle bir şey dünya hayatın-
da olsa nasıl davranırsınız? Bir restorandasınız,
yemeği başbakan getiriyor diyelim, böyle bir şey
olduğunu düşünün. Başbakan’ı size hizmet et-
tiren bir sistem yok ama var gibi düşünün. Bu
ne demekse, sistem içerisinde, Kur’ân’da Rasûl
üzerinden onun sıkıntısından bize ders veriliyor
olmasını anlamaya çalışın. İnanana, inanmayı di-
leyene, Rabbine yönelmiş olan insana Kur’ân’ın
verdiği önemi ifade etmeye çalışıyorum. Sırf
bu sebepten ona zâhiren sımsıkı sarılabilirsiniz.
Dünyada hiç bir şey size o kadar önem veremez,
sizi o kadar koruyamaz ve sizi o kadar sevemez,
mümkün değil. Hiç değilse zâhiren böyle bir
kucaklar sıkarsanız, O da, o sûret de bakarsınız
sizi yakalar. Bunların nasıl sûret olduklarını gö-
receğiz. İnanana Kur’ân kadar nazik davranana
rastlayamazsınız. Onun özel örneği Efendimiz
(SAV) dir: İçinizden size bir Rasûl geldi, size bir
şey olacak diye ödü kopar, dayanamaz. Sizin için
öyle Raûf, öyle Rahıym ki. Bizden sonra gele-
cek kardeşlerimiz için bile göz yaşı döküp dua
eden bir Rasûl’ün Ümmetiyiz, Elhamdülillahi
rabbilâlemiyn.

239
Ankebût-23 nasıl yapılırsa eliym azab vardırı
öğretiyor ama yanlış yoldakiler üzerinden, “Kim,
Allah’ın ayetlerini ve O’na kavuşmayı inkâr eder-
se” diyerek. Onlar niye böyle yapıyorlar? Çünkü
benim rahmetimden ümitlerini kesmişler, işte
bu yüzden “Onlara eliym azab vardır” deniyor.
Niye? Allah buyuruyor ki; Ben merhameti ken-
dime farz kıldım ama bir kendini bilmez, had-
dini aşmış asi rahmetimden ümidi kesiyor. İşe
bakın! Bu kadar tehlikeli, bu kadar edeb dışı bir
şey. Allah’ın ayetlerini inkâr eden, ne yapıyor?
Sistemi, İslâm’ı ve Allah’ın varlığını anlamamı-
zı sağlayan ayetleri, delilleri, söylenenleri inkâr
ediyor. Ama konumuz kapsamında özellikle
Allah’ın varlığını ve merhametini yalanlıyor, yok
sayıyor, ona savaş ilan ediyor, onunla mücadele
ediyor. Veya Allah’ı öyle zannedenlere, O’na öyle
inananlara, o yolda olanlara savaş ilan ediyor.
Ve O’na kavuşmayı da reddediyor, yani hesabı
da umursamıyor. Neticede, Allah’ın huzuruna
geleceğini sanmayan, düşünmeyen, ölümle her
şeyin bitip yok olacağını zannedenler var ya, ses-
leniş işte onlaradır.
Kişi Allah’ı tanımadı, rahmetini de bilemedi,
reddetti diye onun ihtiyaç sahibi olması, isteyen
olması kalkmaz. Âyetin öğrettiğinden, amelden
idrak noktasına geliyoruz. Allah’ı tanımadı diye,
rahmetini reddetti diye, bilmedi diye, umursa-
madı diye o insanın bu vasfı kalkmaz: O yine
ihtiyacı olan ve isteyendir. Peki, nasıl olacak?
Vereni reddetti, O’nun merhametini de kabul
etmedi ama ihtiyaç duruyor, bu mutlaka ihtiyaç

240
YILMAZ DÜNDAR

giderilecek! Çünkü kul, dışı var, ihtiyacı olan ve


isteyen! Hem öyle hem de hepsinin sahibi ola-
nı ve O’nun merhametini reddetti. Ama ihtiyaç
sahipliği devam ediyor, tedarik etmek zorunda,
mecbur! Mecburen ne yapacak biliyor musu-
nuz? Bazı güçlere “Müstakilen VAR ve Muhtar”
muamelesi yapacak! Çünkü, Allah’ın “Müstaki-
len VAR ve Muhtar”lığını reddetti ama hâlâ ih-
tiyaç sahibi. İhtiyâcını karşılayacak “Müstakilen
VAR ve Muhtar” etiketi yapıştırdığı bir güç veya
güçler ilan edip onlara müracaat etmesi lazım.
O da onu yapıyor. Biz bu durumu nasıl redde-
diyoruz? Ve la havle ve la kuvvete illa Billah! Bu
zikrullahın ne kadar önemli olduğunu anlıyor
muyuz? Onunla biz bu ayette öğretilen tuzağa
düşmüyoruz, onu reddediyoruz. Ve la havle ve
la kuvvete! İlla Billah! “Müstakilen VAR ve Muh-
tar” güçler yoktur! “Müstakilen VAR ve Muhtar”
olan Allah ve O’nun gücü vardır! “Diğer güç”
olan yetkiler ancak onun verdiği emanetlerdir.
Oralara “Müstakilen VAR ve Muhtar” muame-
lesi yapılmasına karşı “Ve la havle ve la kuvve-
te, İlla Billah!” diyoruz. Efendimiz (SAV) buyu-
ruyor; bunu söyleyin de dosyanıza hesap günü
cennet için bir delil girsin. Dosyanız açıldığı za-
man bir delil olsun; “Ve la havle ve la kuvvete!
İlla Billah!” dedi denilsin. Âyet “İşte bunlar için
eliym bir azab var” diyerek bizi tekrar uyarıyor:
Allah’tan isteyin, ancak doğru isteyin. Biz “İyya-
KE nesta’iyn” derken onu bütün bunları bilerek
söyleyeceğiz, bu duyguların hepsini birleştirece-
ğiz inşâAllah.

241
“Şüphesiz ki; îman edenler, hicret edenler ve
Allah yolunda mücâdele edenlere gelince; işte
onlar Allah rahmetini umarlar. Allah Ğafurun
Rahıym’dir.” (Bakara-218)
Bu âyette, inanan ve sâlih amel işleyen kul
bir övgüyle konu edildi. Ankebût-23’te “eliym
azab” söz konusu olduğu için orada konu ina-
nan üzerinden öğretilmedi, inkârcılar üzerinden
anlatıldı. Bu bilgileri inkârcılar okumaz, duysa-
lar bile kabul etmezler. Peki, niye onlara hitap
ediyormuş gibi bir anlatım var? Nezaketi fark
edelim, onların üzerinden öğreniyoruz. Mü’min
kul ancak mükafat olunca, övülerek, okşanarak
konu ediliyor. Bakara-218 de böyledir: Şüphesiz
ki; îman edenler, hicret edenler ve Allah yolun-
da mücâdele edenlere gelince; işte onlar Allah’ın
rahmetini umarlar. Allah Ğafurun Rahıym’dir.
“Ğafurun Rahıym” geçtiği için söyleyelim,
esmalara henüz girmedik. Genellikle ayetlerin
sonunda iki esma peş peşe bulunur, onlar çok
ayrı birer derya, oraları şimdilik geçiyoruz. Na-
sib olursa, Rabbim lutfederse ele alma fırsatımız
olur inşâAllah.
Bu ayette övülen grubun içerisine girebil-
mek için o tanımları hemen üstünden geçelim.
Âyetlerin dikkat edeceğimiz bir hususu onları
ötelememekti, aman ötelemeyelim. Ötelemek
edeb dışı büyük bir hal olduğu gibi, doğrudan
Hakk yoldan düşmemize sebep olabilecek dav-
ranışlardan birisidir. Bu ayete bakıp, o zamanki
savaşla ve Efendimiz (SAV) in hicretiyle ilgili ki-

242
YILMAZ DÜNDAR

şileri kapsıyor deyip onu tarih sahnesine hapse-


derseniz günümüze hiç bir şey çıkaramazsınız.
Oysa ayet o gün ayetin şekillenmesi için dünya
tiyatrosunda rol alan sahabeleri de kapsıyor,
şimdi söyleyeceğimiz mânâyı da kapsıyor. On-
lar hayatlarıyla ayeti oynadılar, bu zorlukları oy-
nayarak ayeti şekillendirdiler, sebeplendirdiler,
onun sıkıntısını, zahmetini yüklenerek, uğrunda
savaşarak, uğrunda ölerek inmesine zemin ha-
zırladılar. Şimdi söyleyeceğimiz mânâ o zaman
da vardı, şimdi de bizim için kuvvetlice var, öte-
lememiz için!
“İman edenler” ancak Âmentü Billâhi ve
Rasûlihi diyenlerdir. Bunu çok önemseyin, bü-
tün hadislerin, sünnet olarak anlatılanların ve
Kur’ân’daki bütün ayetlerin bir muhatabı vardır;
Amentü Billâhi ve Rasûlihi diyenler. Bunu hak-
kıyla demeyeni Kur’ân muhatap almaz! Tevbe
Sûresi’nde çok açık söylüyor, muhatap almayız
diyor, inkârcıyı muhatap almayız: “Ne sözleşme-
si, ne anlaşması? Siz kimsiniz? Biz sizi muhatap
almayız, sizinle sözleşme yapmayız!” diyor, ülti-
matom veriyor. Dolayısıyla, Âmentü Billâhi ve
Rasûlihi dememiş kişileri, onu hakkıyla söyleme-
yenleri, onu reddedenleri, fiillerine baktığımız
zaman îmanından rahatsız olduğumuz kişileri
âyet ve hadis kapsamında düşünmemeliyiz.
Onların âyet ve hadis önerilerini de dikkate al-
mamalıyız. Kur’ân’ın bir çok yerinde göreceğiz,
o inkârcılar Kur’ân’ın sözüyle, oradan öğrendik-
leriyle Efendimiz (SAV) e hücum ederler. Rabbi-
miz de onlara “Saçmalamayın” der. Öyle haller

243
gelir ki, Kur’ân’dan öğrendikleri cümlelerle ina-
nanlara hücum ederler. Onların ne kendilerini
ne de önerilerini dikkate almayın. “O da biliyor,
onun söylediği de ayet” deyip tuzağa düşmeye-
lim, Allah muhafaza etsin.
Îman edenler, Âmentü Billâhi ve Rasûlihi’yi
Kur’ân’ın söylediği, Efendimiz (SAV) in öğretti-
ği şekilde söyleyenlerdir. Hicret edenler? Dikkat
edin, Kur’ân’da îmandan sonra bu geliyor. Hic-
ret edenler, onlar dûniHİ algı ve zann’larından,
Billâhi anlamda hayata göç edenlerdir, dönen-
lerdir. Bu şart! DûniHİ algı ve zann’larından
Billâhi anlamdaki hayata dönenleri ileride gö-
receğiz, onların ismi Hanîf’tir. Dönen, bu tarafa
dönen manasına Hanîf. Mücâhede edenler ise
yakîn gelene kadar doğru îmanlarını muhafaza
edip buna uygun hayat tarzlarını geri dönüşsüz
yapmak için mücadele edenlerdir. Günümüzün
yumuşak kelimesiyle söylersek gayret edenler-
dir, gücü yettiğince gayret edenler. Kur’ân diliyle
dedik ki; yakîn gelene kadar buna devam eder-
ler. Yakîn’in bir kaç mânâsı var. Ama Kur’ân’daki
özellikle vurgulanan mânâsı “Ölüm”dür. Yakîn
gelene kadar, yani onlara ölüm gelinceye kadar.
Ölünceye kadar doğru îmanlarını muhafaza
için gayret edenler ve bu îmanları doğrultu-
sunda hayat tarzlarını geri dönülmez hale ge-
tirmek için güçleri yettiğince gayret edenler. Bu
tanım günümüzün cihadıdır! Bunu yapan kişi,
Kur’ân’da geçen cihad mükâfatlarına mazhardır.
Efendimiz (SAV) den öğreniyoruz ki bu Büyük
Cihad’dır.

244
YILMAZ DÜNDAR

Bunu yaparken bilirler ki Allah Rahmân


olarak merhameti yanı sıra insanlara karşı
Ğafur’dur, Rahıym’dir. Allah Rahmân vasfıyla
tüm kulları için bir merhamet platformu yarat-
mıştır. Tüm kulları için olan Rahmân özelliğiyle
ilgilidir. Ama inananlar için, ayetten öğreniyoruz
ki, inanana diyor ki; Ben Ğafur’ur Rahıym’im.
İnanan kul Allah’tan, Allah’ın merhametinden
umudunu kesmeyendir, o Allah’a karşı fakir-
dir, Allah’tan ister. İşte Allah ona der ki, “Genel
vasfım olan merhamet platformumdan başka,
doğru inanan ve sâlih amel sahibi olanlara Ben
Ğafur’ur Rahıym’im; onlara ayrıcalıklı, özel dav-
ranırım.” Allah’ın Ğafur’ur Rahıym olmasının
adâleti yoktur. O lütûf, hediye ve nîmet vasfıdır.
Rahmân adâletle ilgili bir merhamettir, Rahmân
ismiyle ilgili merhamette adâlet vardır, oradaki
merhamet Hakk’ın sağlanmasıdır. Kişi zâlimden
yalnızca hakkını istiyorsa, o hakkı isterken “Mer-
hamet et” der, tek istediği hakkıdır. Dolayısıyla
hak merhametle ilişkilidir, tüm kulların, yaratı-
lanların haklarının korunup gözetilmesi Allah’ın
Rahmân ismindendir. Ama Âmentü Billâhi ve
Rasûlihi diyenler için Allah Ğafur’ur Rahıym’dir.
Yani onlar için lütfundan, karşılığı olmaksızın
fazla verendir. Kul işte bunları bilerek “İyyâKE
na’budu VE iyyâKE nesta’iyn” der.
Şimdi, kurtuluşa dair bir bilgi paylaşacağız.
Kurtuluş dediğimiz zaman biliyoruz ki kastı-
mız Allah’ın râzı olduğu bir kul olarak, O’nun
lütfûyla, ikrâmıyla cennetine dâhil olabilmek.
İşte bunun kısa yollarından birisi, kulun ihtiyâcı

245
olan ve isteyen özelliğiyle ilgilidir, “İyyaKE
nesta’iyn” ile ilgili bir haldir. Şöyle ki: İhtiyâcı
olan ve isteyen olması insan için bir sonuçtur.
Çok kısa bir idrak seyahati yapacağız, lütfen ba-
samak basamak birlikte gidelim. İnsanın ihtiyâcı
olan ve isteyen vasfı bir sonuçtur; insan, yani
kul “BEN” dedikten sonra isteyen olur. Önce,
Allah’ın “Kendini bil” manasında “KÜN” emriyle
fe yekûn/kendini bilir; Allah’ın “BEN” demesin-
den verdiği yetkiyle “BEN” der. Allah bu emriyle
ona, “Sen de adıma BEN de” diyerek yetki ver-
miştir. Halifetullah’ın en önemli özelliği budur.
Halifetullah tanımı için bir çok şey sıralanır,
onların hepsi zarfımızda, hepsini alıp koyduk
ama onu Halifetullah yapan esas özellik “Adıma
BEN de” yetkisidir. “Allah adına BEN kelimesini
kullanma” yetkisi demektir. İnkârcılar o yetkiyi
kendi adlarına, kendi zatları namına “BEN” diye-
rek kullanıyorlar. İnanan Allah adına “BEN” der.
“BEN” Allah’ın vasfıdır ama, kul için verilmiş çok
şerefli bir hediyedir. Biz Allah adına “BEN” deriz.
İnsan “BEN” dedikten sonra kendini bilir, dışını
fark eder ve isteyen olur. Dışı olduğunu anlayın-
ca isteyen olur. İstediği zaman da ihtiyaç sahibi
olduğunu anlar. Dolayısıyla, kulun ihtiyaç sahibi
ve isteyen olması onun sonuç olarak yaşadığı bir
vasfıdır. Önce Allah adına “BEN” der, sonra dışı
kavramının olduğunu yaşayınca ihtiyaçlarını an-
lar ve isteyen olur.
Kişi Esfele Sâfiliyn idrakta olduğu için, işte bu
ihtiyaçları için ne gerekiyorsa yapar, hatta o işin
yarışına girer. Baktı ki; “BEN” dedikten sonra ih-

246
YILMAZ DÜNDAR

tiyaçları var ve onları istiyor, hayatını onlarla sür-


dürebilecek, onlarla itibar kazanacak, o yüzden,
dûniHİ algı ve zann’larının hakimiyeti altında
bu ihtiyaçlarını tedarik edebilmek için ne müm-
künse yapar, hatta o işlerin yarışına girer, bu yön-
temlerde başkalarıyla yarışır. Bu dünya yaşantısı-
nın normal halidir. Kur’ân’dan öyle öğreniyoruz.
Bu yaşantıyı Kur’ân bir uyarıyla kesiyor: Ancak
size hüda’m gelince! Dolayısıyla, eğer kul, bu
durumdayken kendisine ulaşan hüda’ya uyarsa
o zaman öğrenir ki Rabbi kendisinden farklıdır;
isteyen değil verendir. Bu iyi sindirmemiz gere-
ken çok önemli bir şeydir; Allah isteyen değil
verendir. Biz bazen kelimeleri emir olarak kulla-
nınca idrakımız bizi yanıltıyor. Bunu niye yapı-
yorsun? “Allah istedi diye” deriz. Oradan idrakı-
mız bilmeden Allah’ı isteyen yapar. Bu yüzden,
salât ikame ederken, namaz kılarken Allah istedi
de yapıyoruz sanıyoruz. Buradaki istek emirdir,
öneridir, “Bana bunu yapın” ricası değil. Sonra
salâtla ilgili daha geniş göreceğiz, burada konu-
muz “isteyen” olduğu için, işi süzüp getirdiğimiz
bu nokta için bu kadarla kalalım: Allah’ın iste-
yen değil veren olduğunu, daima, her fiilimiz-
de kaçırmadan uygulamalıyız. “İyyâKE na’budu
VE iyyâKE nesta’iyn” kula aittir, Allah’a ait gibi
kullanırsak işi bozarız. Allah verendir. Efendimiz
(SAV) e “Ya Rasûlallah, ne kadar dua edeyim?”
diye soruluyor. Efendimiz (SAV) buyuruyor ki;
“Sen istemekten bıkmazsan Allah da vermek-
ten bıkmaz.” Dikkat edin, isterken sıkılıyoruz.
Efendimiz (SAV) “Sen bıkmazsan” diyor, “Allah

247
da vermekten bıkmaz.” Salâtta fırsatımız olduğu
zaman, Tahıyyat’tan sonraki dua hâlini iyi değer-
lendirmemiz lazım. Arada bir de olsa kısa yaptı-
ğımız zaman sakın “Bu kadar yeter” duygusuna
girmeyelim. “Bu kadarını kabul etsin” demek,
bu kadarla yetinsin demektir. “Bu kadar yaptım,
Allah bu kadarını kabul etsin” demek, “Bu ka-
dar verdim, bu kadarla yetinsin” demektir. Allah
ihtiyâcı olan değildir, isteyen değildir, verendir.
Sen salâtta kendi küpünü dolduruyorsun, eğer
“Bu kadarla yetineyim” dersen, olur. Kendin bu
kadarla yetineyim diyorsun. Bu iş, bu ilişki bu ka-
dar hassastır. Allah’a “Bu kadar yetsin” diyemez-
sin. Bütün yaptıkların senin küpüne, “Bu kadar
yeter” diyorsan sen bilirsin.
Kendisine hüdâ/doğru bilgi geldiğinde,
hidâyet ulaştığında öğrendi ki Rabbi verendir,
kendisi isteyendir. Öyleyse şimdilik şöyle dü-
şünmeliyiz: Benim bir isteğim olacak, ne isteye-
yim? Dolayısıyla, kul Allah’tan isteme listesini şu
noktaya getirirse kendisi için kurtuluş kısa yol-
larından birisini Fâtiha Sûresi içerisinde yakala-
mış olur. Söyleyeceğim farklı bir şey değil, ama
burada böyle söyleyeceğiz: Kul öncelikle Esfele
Sâfiliyn’den kurtulabilmek için, sonra Ahsene
Takviym hâlinde ilerleyebilmek için, Rabbinin
ahlâkıyla ahlaklanmayı öğrenmek için talep-
te bulunmalıdır. “İyyâKE na’budu VE iyyâKE
nesta’iyn” ancak bunun için söyleniyor olmalı-
dır. Siz böyle isterseniz yaşantınızda bunlar için
neler gerekliyse Allah melekten bir servis yapı-
yor, onlar onu yazıyor, çiziyor, Rablerine sunu-

248
YILMAZ DÜNDAR

yor, sana çıkarıyor. Bu ayetleri daha önce pay-


laştık. “Ey îman edenler, ey sâlih amel işleyenler,
Allah’ın size vâd ettiği cennetle sevinin. Biz dün-
yada ve âhirette sizin dostunuz ve yardımcınızız,
işinize biz bakacağız. Yeter ki sen bunu iste. Sen
bunu istersen biz sana görevleneceğiz” diyorlar.
“İyyâKE na’budu VE iyyâKE nesta’iyn” şansını
kullanabileceğimiz nokta şudur; kul “BEN” de-
dikten sonra “isteyen” değil “veren” olmalıyım
der. İdrakımızı bir yere getiriyoruz, kul ihtiyacı
olan ve isteyendir ve bu “BEN” dedikten son-
raki sonuçtur. Sonra Esfele Sâfiliyn hayatta bu
özelliğini fark edince ihtiyacını karşılayabilmek
için gerekenleri dünya kuralları ile yapmıştır.
Ama hüda ile tanışmışsa, Allah’ın merhameti
onu sarmışsa, indinden bir nur ona ulaşmış da
onun sadrı İslâm’a şerh olmuşsa, işte o zaman
Rabbinin veren, kendisinin isteyen olduğunu
öğrenir, bu idrakla istemeye başlar ve biraz önce
söylediğim talepte bulunur. O talepte bulu-
nunca onda bir duygu oluşur; Allah’ın ahlakıyla
ahlaklanmak ister. Biraz önce “Allah veren ben
isteyenim” demişti. Ayrı oldu! Şimdi diyor ki,
eğer Allah ahlakıyla ahlaklanacaksam isteyen
değil veren olmalıyım. Veren olması gerektiğini
öğrendi. “Benim vasfım isteyen ama ben veren
olmalıyım. Ben Allah’ın ahlakıyla ahlaklanmayı
talep ettim, onu istedim. Öyleyse benim veren
olmam lazım” dedi. Ancak ne vereceğini, nasıl
vereceğini, kime vereceğini bilmediğini görür.
“Veren olayım ama bu mal mülk dağıtmak değil,
rastgele dağıtmak hiç değil” diye düşünür. Rast-

249
gele dağıtmak Kur’ân’da yasaklanmıştır. Aslında
“rastgele” herşey yasaktır da... Kulun veren ol-
mayı istemesi, onu isteyen vasfından çıkarmaz.
Çünkü o kuldur, Allah ahlakıyla ahlaklanmak
Allah olmak değildir. Allah Allah’tır, kul kuldur.
Kul Rabbinden Allah ahlakıyla ahlaklanmayı di-
lediğinde Rabbi ona veren olmasını ilham eder.
Ancak, veren olması onun isteyen olmasını kal-
dırmaz, bu çok önemlidir. Çünkü kişide bir “gizli
mütekebbir” duygu vardır, çok tehlikelidir, bunu
müslümanların çok önemsemesi lazım. Bu duy-
gu mütekebbir yaşayan için hiç önemli değildir,
çünkü gizli açık öyle yaşıyor zaten. Ama müte-
kebbirliği reddetmiş kişi için gizli mütekebbirlik
önemlidir. O “Ben kimseden istemem” duygusu-
dur, bu gizli mütekebbirliktir. Onu çok iyi fark
etmiş öyle evliyaullah vardır ki sırf onu kırmak
için istemeye çıkar, birilerinden bir şeyler ister.
Çünkü kulun veren olması isteyen vasfını kal-
dırmaz. Sen tutar onu kaldırırsan mütekebbir
olursun. İstemek vermek içindir. Siz “Veren ola-
yım Allahım” derken bile istiyorsunuz. Bu vasfı
kaldırırsanız olmaz. DûniHi algıyla kişi “Ben ve-
ren olacağım” diyor, yani kendi tespitini yapıyor.
Ve “Ben istemem” diyor, bu da kendi tespiti.
Allah’tan isteyip de elde ettiği bir hal değil. Oysa
sen, Allah’ın indinden gelen bir nurla “veren”
olmayı istiyorsun. O zaman “isteme” vasfı sen-
den kalkmaz. İsteme vasfı kalkarsa nasıl “İyyâKE
na’budu VE iyyâKE nesta’iyn” diyeceksin? Ol-
maz. Evet, sen kendini/isteğini “Allahım veren
olayım” noktasına getirdin ama neyi, nereye, na-

250
YILMAZ DÜNDAR

sıl vereceğini bilememe tereddüdü yaşıyorsun.


O zaman Rabbin sana der ki; “Neyi vereceğim”
diye merak ediyorsun, Allah’ın verdiğini, Allah’a
götüren yolda infak et. “Allah’ın verdiği” ifade-
sini daha insanca söylersek; “Allah’ın verdikle-
ri” deriz. Ama “verdiği” de çoğul mânâsındadır.
Allah’ın verdiğini Allah’a götüren yolda infak et.
Kul “İyyâKE na’budu VE iyyâKE nesta’iyn”den
infak etmeyi öğrendi ve “İnfak etmeliyim” dedi.
Bir ihtiyaç belirleyecek ki o konuda infak yapsın.
Peki, ihtiyâcım ne? İstedi, isteğini öğrendi, şim-
di bir de ihtiyaç belirleyecek. İhtiyâcını da ona
Rabbi öğretir: Allahım ihtiyâcım sensin. “İyyâKE
na’budu VE iyyâKE nesta’iyn” diyerek geldiğimiz
noktayı fark ettiniz mi? Bu yüzden, tarikat eh-
linin zikrullahın arasına sıkıştırdıkları bir cümle
vardır. Genellikle taklidendir ama aslında “Böy-
le söyleyin, böyle yapın” diyenler onu bilerek
söylemiş ve önermişlerdir: Allâhümme ENTE
maksudiy ve rıdaKE matlubiy. Allahım, amacım
SENSİN ve rızana kavuşmak. İhtiyacını böylece
tespit etti; Allahım ihtiyacım sensin. Ama infak
etmek de istiyor. O zaman, “İyyaKE nesta’iyn”
özetle şu hale gelir: Allahım, infak etmek isti-
yorum, bu konuda yardım ve destek istiyorum.
“İyyâKE na’budu VE iyyâKE nesta’iyn”in bir ma-
nasına daha geldik. Sonra bu bir kaç manayı
birleştireceğiz, neticede hepsini içeren anahtar
kelimeye geleceğiz. Bir kelime düşüneceğiz, o
anlattıklarımızın hepsini içerecek. O “Yalnızca
senden yardım isteriz” derken şu düşünceyle
söylüyor; Allahım infak etmek istiyorum, bunun

251
için de senden yardım ve destek istiyorum. Bunu
söylerken onun idrakı “DûniHi algı ve zannlarını
reddediyorum” demektedir. Bu haliyle bu istek
“Ve la havle ve la kuvvete İlla Billah” seslenişidir,
bu yakarışı da içermektedir. Son olarak, “İyyâKE
na’budu VE iyyâKE nesta’iyn” için geldiğimiz bir
sesleniş biçimi de şöyledir: Müstakilen VAR ve
Muhtar olan ancak Allah’tır ki bizler O’nun kul-
larıyız. Ve hayat tarzımız infak üzere olup bu ko-
nuda O’ndan rızasını ve yardımını isteriz.
İnfak üzere bir hayat tarzı müthiş bir şeydir.
Hayat tarzımızın infak üzere olması ne demektir,
hayat tarzı nasıl infak üzere olur, ne infak edilir,
göreceğiz inşâAllah. “İyyâKE na’budü ve İyyâKE
nestaiyn”i hakkıyla söylemek ve onu hayat tarzı
haline getirmek için anlamaya, o konudaki bilgi
ve idrakımızı yükseltmeye gayret ediyoruz. İs-
teme konusunda uyarıcı âyet ve hadisle devam
edelim.
“Allah’ın sizi, birbirinizden üstün kıldığı şeyle-
ri (başkasında olup da sizde olmayanları) hasret-
le arzu etmeyin. Erkeklerin de kazandıklarından
nasipleri var, kadınların da kazandıklarından na-
sipleri var. Allah’tan lütfûnu isteyin. Muhakkak
ki; Allah, Bi külli şey’in aliym’dir.” (Nisâ-32)
“Yardım ancak ve yalnız Aziyzil Hakiym olan
Allah indindedir.” (Âl-u İmran-126)
Efendimiz (SAV) buyuruyor: “Dünya ile ilgili
bir kıyas yaparsanız durumu sizden iyi olmayanı
ölçü alın. Âhiretle ilgili kıyas yapacaksanız siz-
den yukarıda olduğunu sandıklarınızı ölçü alın.

252
YILMAZ DÜNDAR

Böyle yapmanız, ibret almanız, şükretmeniz,


sabretmeniz ve kendinize çekidüzen vermeniz
için daha hayrlıdır.” (Hadis)
“Dünya malı ile ilgili bir kıyas yapacaksanız”
derken bir kesin ifade kullandık; “durumu siz-
den iyi olmayan.” Çünkü dünya malını görüp,
tespit edip, karar veriyorsunuz. Ama âhiret ile
ilgili kıyas yapacaksanız “Durumu sizden yuka-
rı olanı” demedik, “Durumunun sizden yukarı-
da olduğunu sandığınız kişileri ölçü alın” dedik.
Orada bir hüküm cümlesi kurarsak yanlış ya-
parız, çünkü âhiretle ilgili kimin bizden iyi ol-
duğunu bilemeyiz. Kendinizi “Şunun durumu
âhiret açısından benden iyi” diye hüsnü zannda
bulunduğunuz birisiyle kıyaslayın, ona yetişmek
için. Dünya malıyla ilgili bir kıyas yapacaksanız
durumu sizden geride olanı ölçü alın ki ne kadar
avantajlı olduğunuzu görün. Bunlar müslüman
için dünya hayatının en alt sınırlarıdır. Aslında
öyle bir kıyas yapmamak gerekir.
Nisâ Sûresi 32, Allah’ın dünyada birbirinize
göre üstün kıldığı, farklı yaptığı şeylere bakıp
“Benim de böyle olsa” dediğiniz şeyler varsa
onları hırsla, hasretle arzu etmeyin diye uyarı-
yor. Böyle bir kıyas yapmayın, çünkü erkeklerin
de kazandıklarından nasipleri var, kadınların da
kazandıklarından nasipleri var. Burayı anlamaya
çalışacağız. Sonra âyet bize doğru yolu gösteri-
yor, isteyeceğimiz şeyi belirtiyor: Allah’tan lütfu-
nu isteyin. Çünkü yardım edecek olan, verecek
olan yalnız Aziyzül Hakim olan Allah’tır, istedik-
leriniz de Allah indindedir. Nisâ Sûresi 32. âyetin

253
Ümmü Seleme validemiz radıyallahü anh’ın bir
sözü üzerine inmiş olduğu rivayetlerde vardır.
“Erkek olsaydık” gibi bir cümle, bir fikir ileri sür-
müş, “Onlar savaşa gidebiliyorlar, savaşıyor ve
şehit oluyorlar” diye özenmiş, “Diğer yanında
mirastan iki pay alıyorlar, biz kadın olarak bir
pay alıyoruz. Onlar bize göre avantajlı, biz de er-
kek olsaydık” gibi bir fikir ileri sürmüş ve böyle
bir âyetle cevaplanmış.
Aslında ne istiyorsanız onun size ait olan bir
sorumluluğu var. O ne zaman başlar? İstemeye
başladığınız an. Arzu olarak o size ait, istek ola-
rak ondan sorumlusunuz. Bir şey istediğin za-
man istediğin o şeyden Allah indinde sorumlu-
sun. Bir şey istedin ve o istediğin şeyle ilgili süreç
başladı. Ona sahip olduysan sahip olma süreci
var. Sonra da onun bir ahiret süreci var. Dolayı-
sıyla, bu işe bir bütün olarak baktığımızda, sü-
recinde ve sonunda Allah’ın razı olacağı hal ne
ise ona tâlip olmak, Allah’ın lütfundan istemek
gerekiyor. Bir şeyin süreci isterken başladığı için,
eğer kişi Allah’ın lütfuna tâlipse hemen sığınır;
Allahım senin razı olacağın arzu ve istekleri
bana lutfet, senin razı olmadığın arzu ve istek-
lerden, heva ve heveslerden sana sığınırım, beni
kurtar. Böyle diyerek sığınmak ve daha başından
süreci başlatmamak gerekir. Arzu ederken, ister-
ken, heveslenirken bile isteğinizle ilgili süreç ve
sonucu hakkında Allah’ın rızasına, hoşnutluğu-
na tâlip olmak gerekir. Bunları umursamadan
arzu etmek, olayların üstüne hasretle atlamak
ve elde etmek insan için hep sakıncalı olmuştur,

254
YILMAZ DÜNDAR

hep hüsran yaşamıştır. Bu yüzden böyle bir uyarı


var.
Bilesin ki Allah Bi külli şey’in Aliym’dir.
Meâllerde bu, “Allah her şeyi bilendir” diye yazı-
lıyor. Ancak başında “Bi” olduğu için biz onu “Al-
lah her şeyi bilendir” şeklinde meâllendirmedik.
Onlara meâli parantezli yazmak gerekir: Allah
Bi külli şey’in Aliym (bildikleri dışında olmaksı-
zın bilen)dir. “Allah bilendir” diye yazıldığında,
kişi eğer “Allah’ın dışı var, dışında da bir şeyler
var, Allah onları biliyor” sanıyorsa kendini de
Allah’ın dışında düşünüyor ve bizim birbirimi-
zi görüp gözetlediğimiz gibi Allah’ın kendisini
gözetlediğini zannediyor. Değil! Allah’ın bilmesi,
dışı olmaksızındır, Allah “dış” kavramı olmaksı-
zın her şeyi bilendir. O’nun bildiği şeyler dışında
olan şeyler değildir. İnsanın bildiği şeylerin çoğu
dışındadır. Kişi bu algıdan kurtulamadığı için
Allah’ı da öyle düşünür. “Bi külli şey’in Aliym;
Allah’ın bildikleri de, bilmesi de dışında değildir”
demektir. “B” ile bizi uyarıyor, diyor ki, Allah’ın
bilmesini dûniHİ düşünme, bu işi dûniHİ algıla-
ma!
Âl-u İmran 126’la biz bu yardımın yalnızca
Allah’tan olabileceğini, O’nun indinde olduğu-
nu vurguladık. Öyleyse, ihtiyaçlarımız için bir is-
tekte bulunurken veya bunları henüz arzu istek
planında sürece sokarken zihnimizde onlarla
ilgili “Müstakilen VAR ve Muhtar” güçler oluş-
turmayalım. Bu âyet bize, arzumuz, isteğimiz,
talebimiz ve ihtiyacımızla ilgili hangi mercilerle
ilişki kuracaksak oraları zihnimizde “Müstakilen

255
VAR ve Muhtar” bir güç gibi düşünmemeyi ha-
tırlatıyor. Ayet, bu konularda da dûniHİ algı ve
zannlarından kendimizi sıyıralım uyarısıdır.
Allah’ın insanlara verdikleri, özellikle Muh-
tariyeti Tercih Gücü’nün “Tercihle” ile ilgili sı-
navı kapsamında Lütuf ve Mekr diye kısımlanır.
“Lütfundan isteyin” uyarısı, süreçte ve sonuçta
Allah’ın razı olacağı hale tâlip olun demektir.
Onu umursamayan kişi “Nasıl olursa olsun ama
benim olsun” derse ve ona o mekr yollu gelirse,
bunu fark etmeyen bir göz onu mükafat, ikra-
miye, rahatlık zannedebilir. Bunu basit bir şeye
benzetelim, anlamak için. Bir otomobilde kişi ai-
lesiyle şarkılı türkülü çok memnun gidiyor. Yol-
da da devamlı “uçuruma 200 m, uçuruma 100
m, uçuruma 50 m” uyarıları var. Ama onun an-
ladığı dilde değil. Anlamadığı için rahat bir şekil-
de gidiyor. Ama yol bittiği zaman her şey biter!
Âyet, “İşte ona tâlip olmayın, o mekr’dir” diyor.
Mekr tuzak demektir. Tuzak içerisinde ikilem
içeren şey demektir. Tuzakta ikilem vardır, o sizi
Allah’a karşı ikileme düşürecek bir şeydir. “Buna
tâlip olmayın. Bu öyle bir tuzaktır ki sizi cennet-
ten, cennet amellerinden uzaklaştırır, size yanlışı
daha hoş gösterir” diyor. Yanlışı hoş gösteren ne
varsa hepsi inanan için tuzak şeylerdir, onlara
topluca “mekr yollu” denilmiştir.
Dua ederken ki halimiz önemlidir. Halimizi
onarabilmek için yine Kur’ân’dan ilgili âyetlerle
ders yapalım.

256
YILMAZ DÜNDAR

“De ki: Eğer duanız olmasa Rabbim size önem


vermez.” (Furkân-77)
“Ey îman edenler, sabır ve salât ile yardım
dileyin. Muhakkak ki; Allah, sabredenlerle bera-
berdir.” (Bakara-153)
Kur’ân’ın bize tavsiye ettiği sabır, özellikle Asr
Sûresi’nde “Onlar Hakkı ve sabrı tavsiye ederler”
âyetinden öğrendiğimiz sabır, dünya hayatında
kullandığımız ve birbirimize tavsiye ettiğimiz
sabır değildir. Yani tahammül içeren, tahammül
derecesini ölçen bir sabır anlayışı değildir. Sabır,
Allah’ın hükmünü bekleme sürecidir. Bir konu-
da talepte bulunduysanız âyet diyor ki, sabır ve
salât ile yardım dileyin. Yani salât ile dualarınızı
yapın, Allah’ın hükmü size ulaşıncaya kadar is-
tikametinizi bozmayın, umudunuzu kaybetme-
yin, bekleyin. Çünkü size en uygun zamanda sizin
için en uygun neyse onu Rabbiniz size verecek-
tir. Bu umutla, size verilen bu emniyetle, bu ra-
hatlıkla bekleyin. Sabır, Allah size acılar verecek,
onlara dayanın demek değildir. Allah kuluna acı
vermez. O olayı acı hale getiren -kesret cümlesiy-
le söyleyelim- insanın dûniHİ algı ve zann’larıdır.
Onun için âyetlerdeki sabrı Allah’ın hükmünü
beklemek olarak mânâlandırmalı, Allah’ın hük-
münü beklemenin Allah katında önemli, mak-
bul bir ibadet olduğunu bilmemiz gerekir. Çün-
kü âyetlerde göreceğiz ki Allah sabredenlerle be-
raberdir. “Allah sabredenlerle beraberdir”i eğer,
esfele sâfiliyn dünyada, yanlış döngü içerisinde,
yanlış olaylara tahammül edenlerle Allah bera-
berdir zannedersek yanılırız. Onları kendi haline

257
bırakmıştır, onlarla beraberlik olmaz. Allah, ken-
disinden istemiş olanlarla, “İyyâKE na’budu VE
iyyâKE nesta’iyn” diyenlerle, Allah’ın hükmünü
bekleyenlerle beraberdir. Sabreden, edebli bir
şekilde istikametini, îmanını ve amelini bozmak-
sızın Allah’ın merhametinden ve vereceğinden
umudunu kesmeksizin bekleyendir.
“…Korkarak ve umarak O’na duâ edin...”
(A’râf-56)
Ayetlerin gösterdiği tanımlarla bir hal çiz-
meye, kendimizi bir hâle sokmaya çalışıyoruz.
Buyruldu ki; korkarak ve umarak O’na duâ edin.
Korku ve umudu daha önce çok paylaştık, ilgili
yerlerden bakabilirsiniz. Ama korkarak ve uma-
rak O’na duâ edin.
“Rabbinize yalvara yakara ve gizlice duâ
edin...” (A’râf 55)
“Sabır ve salât ile yardım isteyin. Muhakkak
ki; bu, huşû’ edenlerden başkasına ağır gelir.”
(Bakara-45)
“Huşû edenlerden başkasına bu tarif ağır ge-
lir.” Ağır gelen şey nedir? Sabır ve salâtla yardım
istemek! Allah’a karşı huşû edenlerden değilse
bu ona ağır gelir.
“Gerçekten (şu) mü’minler kurtulmuştur:
Onlar ki, salâtlarında huşû’dadırlar.” (Mü’minûn;
1, 2)
Aslında, yukarıdan başlayarak okuduğumuz
duâları salât, salâtları da duâ olarak birleştirmek
lazım. Salât için ne tarif ediliyorsa duâ için o hal

258
YILMAZ DÜNDAR

geçerlidir, duâ için ne tarif ediliyorsa salât için


geçerlidir. Çünkü salât şekillendirilmiş disiplinli
bir duâdır. Dolayısıyla aynı davranış biçimi salat-
ta da geçerlidir. Korkarak ve umarak duâ edin;
yani korkarak ve umarak salât ikame edin.
“O huşû edenler, Rablerine mülâki olacakları-
nı gayet iyi bilirler. Ve (bilirler ki) onlar kesinlikle
O’na rücû edecekler.” (Bakara-46)
Huşû’yu biraz anlamaya çalışalım. O çok
anlaşılmış bir kelime değildir, anlaşılmış bir
davranış biçimi değildir. Oysa müslüman için
çok önemlidir. Mü’minûn 1-2 “Gerçekten şu
mü’minler kurtulmuştur” diyor. Kesinlik var. Ne-
den? Çünkü “Onlar salâtlarında huşûdadırlar.”
Kurtuluş için çok kısa tarifler ararsanız, yanına
başka şartlar gelmemiş böyle çok kısa tarifler
vardır: Salâtlarında huşûdadırlar, böyle olanlar
kurtulmuştur. Bu kadar. O zaman huşûyu bil-
mek lazım, huşûya ulaşabilmek için gayret et-
mek lazım. Ulaşmak için de zihnimizde huşûyu
iyi tanımlamak lazım.
Salâtta huşûda olmak nedir? Dünya işlerin-
den sıyrılmak, onları düşünmemek veya samimi
olmak değildir. Huşû kelimesi yalnızca salât için,
yalnızca duâ için kullanılan bir kelime değildir.
Normal hayattaki fiillerimizde de vardır, hiç sor-
madan orada huşûyu biliriz. Ama iş Allah’la ilgili
olunca “Ne yapacağız?” diye şaşırırız, sürekli yap-
tığımız, bildiğimiz şeyleri orada şaşırırız. Huşû
bir sûretin adıdır, huşû bir surettir, özel hale
gelmiş bir sûretin ismidir. Sûret şekil demektir.

259
Huşû bir şekildir, düşüncelerinizi bir yere atmak,
bir konuda samimi olmak gibi şeyler değildir.
Onlar da lazımdır ama huşû öyle tarif edilmez.
Onu önce normal hayatımıza göre tarif edelim,
anlamak daha kolaylaşacaktır. Huşû insanın
yaptığı işe bürünmesiyle oluşur. Yaptığı işe öyle
bürünür ki siz onu değil işi görürsünüz. Bir gös-
teri seyrediyorsunuz, “İşini ne kadar huşû için-
de yapıyor” diyorsunuz. Bir müzik enstrümanı
çalanı dinliyorsunuz diyelim, “Ne kadar huşûyla
çaldı, huşûyla dinledik” oluyorsun. Bu huşûda
şaşırmıyorsun ama namazda “Huşû nasıl olur?”
diyorsun. Dünya işlerini zaten hep huşûyla ya-
pıyorsunuz. İşte onu hicret ettireceksin; bunla-
rı dûniHİ’den Billâhi’ye göç ettireceksin. Onun
asıl yeri Allah’ın olduğu, Allah’ın anıldığı yerdir.
Allah’ın vasıflarını Allah’ın anılmadığı yerde bı-
rakamazsın, onları taşıyacaksın.
Huşû bir surettir ve öyle bir şeydir ki kişi
onu bir işle birlikte, o işi yaparken oluşturur,
işin ahengi bir şekil oluşturur. O işi yapan kişi-
yi görmezsiniz, yalnız o şekli görürsünüz. Çeşitli
gösterilerin jüri üyeleri, imtihan edenleri, not
verenleri varsa onlar o surete not verirler. Onu
başarırsa, “Bu sanatı, bu hareketi başardı” diye
iyi bir not verir. O jüri, kişiyi o işin içinde ne ka-
dar görürse “Yapamadın, kendini veremedin”
der. Bir işi ahenkle yapanın bilmeden yaptığı şey
o işin huşûsunu oluşturmaktır, yani işin sûretini
oluşturmaktır. Buradan anladığımız mânâyı ko-
numuza getirecek olursak, Billâhi anlamla öyle
meşgul olacaksın ki senin meşguliyetinden bir

260
YILMAZ DÜNDAR

suret oluşacak. Takvâ elbisesi demiştik ya, meş-


guliyetinden bir suret oluşacak, işte o suret hu-
şudur. “Ben bir suret oluşturacağım” demekle
onu yapamazsınız. Onu yapabilmek için kendi-
nizi disiplinize etmeniz lazım. Dünya işiyle ilgili
ne yapılırsa hepsinin kendine ait bir disiplinize
formatı yok mu? Bu iş için de kendinizi disipli-
nize etmeniz lazım. Genellikle fark şudur, dünya
ile ilgili olan işlerin disipline olmasında materyal
“beden”dir, Allah’ın razı olacağı işlerde, onların
disipline olmasında materyal “kalb”tir, “kalıp”tır.
Huşûyu bir de salât, duâ ve oruç için düşüne-
lim. Çünkü âyetlerden öyle gördük; onlar huşû
ile dua ederler, salâtta huşû içindedirler, huşû
ile salât ikâme ederler. İşte onlar gerçekten kur-
tulmuştur. Bu saydıklarımız Rabbinden huşû
duymayanlara zor gelir, ağır gelir, yani bu sûreti
oluşturamayanlara ağır gelir. Ağır gelen bu sûreti
oluşturmaktır. Bu sûreti oluşturmak onlara ağır
gelir. Benim dünya işi ile ilgili bir yeteneğim yok-
sa, gösteride çıkıp o işi yapsam onun huşusunu
oluşturmak bana ağır gelir. “Onlara bu iş ağır ge-
lir” demek budur. Kişi tembel, üstüne ağırlık çö-
küyor demek değildir. Kişi o sûreti oluşturamı-
yor, o sûreti oluşturmak ona ağır geliyor. İşi îman
konusuna getirirseniz, dünyaya ait bir sûreti
oluşturmak bana zül gelir. Dolayısıyla, Allah’la
ilgili bir sûreti oluşturmak da inkârcıya zül gelir,
o yüzden ağır gelir.
Buraya katkı sağlayacak basit bir örnek ve-
reyim. Bir ilaç var, insanlar için faydalı ama elde
edilme yolu yalnızca domuzlar, o madde yalnız-

261
ca domuzdan elde ediliyor. Bilimsel davranan
ülkelerin, doktorların o ilaçla ilgili uyarıları var-
dır, “Domuz etine alerjisi olanlar bu ilacı alma-
sın” diye uyarır. Aynı şeyi müslüman bir ülkede-
ki doktorlara soruyorsun. Diyor ki, bu sağlık işi,
ne fark eder. Alerji gibi bir şey bile düşünmüyor,
yeter ki işi Allah’a ters yap. Buna gayret ediyor,
Allah’la hep savaş halinde. “Kullansan ne olacak?
Ne kadar şöyle düşünüyorsun böyle düşünüyor-
sun” diye senin hassasiyetini, titizliliğini -anlamı-
yor demeyelim, öyle iyi anlıyor ki- bozmaya çalı-
şır. Aynı konu gündeme bir de şöyle gelir, benzer
ilaçlar vejetaryenler için yalnız bitkilerden elde
edilerek de üretilir, “Bunu vegan ve vejetaryen
olanlar kullanabilir” diye üstüne not düşerler.
Kapsülü dâhil herşeyi bitkiseldir, içinde hiç hay-
vanla ilgili bir şey yoktur. Bırakın domuzu, hay-
vanla ilgili bir şey yoktur. Aynı doktor, vejetar-
yen olan bir hastasına, hayvanla ilgili bir şeyler
yemiyor kullanmıyor diye saygı duyar, önemser,
onun o halini kutsar ve “Çok güzel, mâdem öyle
sen bunu kullan” der. Ama siz hassasiyetinizi
Allah’la ilişkilendirirseniz sizi kötü ilan eder. Fark
ettiniz mi? Allah’a karşı böyle bir hainlik, böyle
ihanet var, aynı prensibini o kulvarda kullanmı-
yor! İşte huşûda bu çok önemlidir. Bu yüzden,
ona Allah’la ilgili bir olayın sûreti ağır gelir, zül
gelir. Bırakın o sûreti yapmasını, teklifi bile zül
gelir. Bakara Sûresi 45. âyet diyor ki, sabır ve salât
ile yardım istemek, huşû edenlerden başkasına
ağır gelir, onlara zül gelir. Aslında âyet onlar üze-

262
YILMAZ DÜNDAR

rinden bize diyor ki; siz huşûyu öğrenin. Öyleyse


huşûyu öğrenelim.
Huşû bir surettir, öyleyse salâtta, duâda ve
oruçta bu sûreti önemsemeliyiz, özellikle önce
bunlarda. Çünkü özellikle salât, bizim kurmaya
ve sürdürülebilir yapmaya çalışacağımız hayat
tarzının direğidir. Tehlikeli bir ormanda, içinde
emniyette yaşadığınız bir çadır düşünün. O bü-
yük çadırı tutan, taşıyan o direk çökerse ne olur?
Çadırınız ne kadar iyi olursa olsun onsuz bir işe
yaramaz, çadır gider. İşte o direk o çadır için ne
ise mü’min için de salât odur. Mü’min için salât,
inandığı Âmentü Billâhi’ye uygun hayat tarzının
direğidir. Dolayısıyla oradaki huşû çok önemli-
dir.
Huşû için ön şart Allah korkusudur, Allah
korkusunu öğrenmemiz lazım. Yapamıyor-
sak sahibine sığınıp; “Allahım hakkıyla SENden
korkmayı bana öğret” dememiz lazım. Bunu
size dünyada birisi gösteremez, öğretemez. O
korku dünya kurallarıyla bildiğiniz korkulardan
değildir, huşû için korku kelimesini kullanıyoruz
diye onu dünya korkularıyla ilişkilendirmeyin.
O büyük bir emniyet, büyük bir güven yeridir.
O öyle bir korku halidir ki o korkunun her yeri
muhabbettir, huzurdur. O korkuyu tadanlar
onu kaybetmekten korkarlar. Dünya ile ilgili bir
korkunuz olduğunda doktorlara gider, o korku-
dan kurtulmaya çalışırsınız, kurtulursanız rahat-
larsınız. Eğer siz Allah korkusunun ne olduğunu
anlar, biraz yaşar da sonra onu yaşayamazsanız
huzursuz olursunuz, “Allahım ben SENden ne

263
güzel korkmuştum, huzurluydum, onu hissede-
miyorum” dersiniz. Bu kadar farklıdır. O yüzden,
huşûya dünya korkularının mânâsıyla bakmak
insanı ondan mahrum bırakır. Huşûnun içerisin-
de bir yan budur; Allah korkusu.
Bir diğeri, huşûda Allah’a saygı vardır. Eğer bir
kişi “Müstakilen VAR ve Muhtar ancak Allah’tır”
derse, “Başka Müstakilen VAR ve Muhtar YOK-
TUR” derse ve bunu yaşarsa, zaten duyduğu
her saygı O’nadır, yaratılan her şeye olan saygısı
Allah’a saygıdır. Ama onlara “Müstakilen VAR ve
Muhtar” etiketi yapıştırıp saygı duymak küfür-
dür. “Başka Müstakilen VAR ve Muhtar YOK-
TUR” dedikten sonra Allah’ın tüm yarattıklarına
saygı duymak -ancak bu- doğrudan Allah’a saygı
sınıfına girer. Ama insanlarda şu noksanlık var-
dır; Allah’ın yarattıklarına saygı duyarlar, Allah’a
saygı duymazlar. Kullarına saygı duymak da o
sınıfa girer ama onlar onunla yetinirler. Olmaz!
Önce Allah’a saygı, sonra yarattıklarına!
Huşunun bir önemli boyutu da muhabbettir.
Allah’a muhabbeti öğrenmemiz ve Allah’la mu-
habbet etmemiz lazım. Dünyadaki hiçbir şeye
muhabbetimiz O’na olandan fazla olmamalıdır.
Öyle bir muhabbet varsa, o düzeltmemiz gere-
ken bir şey olduğunu gösterir. Allah’a muhabbet
öyle olmalıdır. Ama bütün bunlar “Müstakilen
VAR ve Muhtar ancak Allah’tır” şemsiyesi altın-
da olursa doğru olur. Ve bunların hepsini etkile-
yen önemli bir şey huzurdur. Huşûdaki anahtar
kelime huzurdur. Eğer yaptığınızda huzur bul-
muyorsanız bu saydıklarımız huşûya katkı sağ-

264
YILMAZ DÜNDAR

layamaz. Dünya işlerinde de, dünya işlerine ait


huşû suretlerinde de sûreti sağlayan huzurdur.
Dünya ile ilgili bir konuda huşûyu suretlendir-
miş ama o adına huşû demeyen, başarmış ve
takdir almış birisini dinleyin, “Ben ancak böyle
yaşadığımı hissediyorum, bunun dışında kendi-
mi yok sanıyorum, böyle olunca ağrılarım sızıla-
rım geçiyor, bunu bırakıp eve gidince her yerim
ağrıyor” dediğini duyarsınız. Öyle bir huzur ya-
kalamış. Buradan ileri çıkarak uzak doğu felse-
feleri çeşitli meditasyonlar üretmişlerdir. Doğru
bilgilerdir, kim elini uzatırsa ondan yararlanır.
Ama hep ne dedik? Süreç ve sonucu önemlidir.
“Ben şu meditasyonda huzur buluyorum” di-
yebilirsin ama o huzur arabasıyla ancak cehen-
neme gidersin. Cehennemde onlara da yer var.
Dolayısıyla, işi süreç ve sonuç bakımından ince-
lediğinizde karşınıza bu çıkar; nede ve nerede
huzur bulmam gerekir? Bu öyle çok önemlidir ki.
Çünkü biz esfele sâfiliyn yapıyla hep cehennem-
lik olaylarda huzur bulmaya ayarlanmışız, dalga
ayarımız cehennemlik konularda huzur bulacak
şekilde, dünyaya öyle başlamışız. Kur’ân onun
için, “İnsan zayıf yaratıldı, insan nankör yaratıldı,
insan aceleci yaratıldı” diyor, bu ayar sebebiyle!
O zaman, ben nasıl doğru huzuru öğrenirim ve
doğru huzur bulurum, onu incelemek araştır-
mak görevimizdir. Allah’ın âyetlerde bize öner-
diği huşûda Allah’la ilgili huzur vardır. Öyleyse
nerede huzurlu olduğumuzu incelemeliyiz.
Salât ikame ediyorsunuz, bir türlü huzur yaka-
lanmıyor, bitince huzur geliyor, başka konularda

265
kendinizi daha huzurlu buluyorsunuz. Normal-
dir. Bir hasta doktora diyor ki, bu hastalık yüzün-
den midem şöyle bulanıyor, başım şöyle dönü-
yor, dengem bozuk. Doktor ona der ki; normal,
çünkü hastasın, bu hastalık böyle yapar. Esfele
Sâfiliyn’in bir hastalık olduğunu anlayalım. O bir
hastalığın, kalp hastalığının ismidir. Bu hastalık-
ta salât konusundaki o hal normaldir. Nasıl başı-
nın tutması, midesinin bulanıyor olması o hasta
için normalse, senin “Ben şu şu işlerdeki huzuru
namazda bulamıyorum” demen de normaldir.
Çünkü hastasın! O zaman tedavisine bak, gayret
et, önemse. Hastalıktan kurtulmak istiyorsan bu
belirtiyi önemse. Bütün mesele önce onu kabul
etmektir. Kabul edersen mücadele edersin. Has-
talığı kabul etmezsen mücadele edemezsin.
Huşûda huzur çok önemlidir, huzuru nasıl
bulabileceğimiz çok önemlidir. İzahta çok zorla-
nıyorum, kişinin dünya ve ahiret hayatı için en
önemli noktalardan birisi bu huzurdur. Âyetler
bizi uyarıyor; insanların kalbleri ancak Allah
zikriyle mutmain olur, huzur bulur. Bir ipucu.
Ama bu “Allah, Allah, Allah” demekle olacak
değildir. Oradaki zikir, “Sen istediğin gibi yaşa,
sonra da bunları tesbihle çek, o zaman huzur
olur” demek değildir. Böyle anlamak büyük bir
aldanmadır, öyle huzur gelmez. Kişi onu kaç yıl
yaparsa yapsın varacağı sonuç şudur: “Şu kadar
yıl bu işleri yaptım, hiçbir şey elde edemedim.”
Elde edeceği sonuç budur. Ama onu bir kere
doğru söylerse olur. Çünkü Efendimiz sallallahu
aleyhi vesellem buyuruyor ki; onu bir kere doğru

266
YILMAZ DÜNDAR

söylersen yeter, bir kere. Yanlış söylüyorsan yan-


lışın sayısı işine yarar mı? “Şu kadar yanlış yaptı,
öyleyse doğru sayalım” diye bir şey yok ki. Tam
tersine dünya sistemlerinde üç yanlış bir doğru-
yu götürüyor. Yanlış ama kabul edelim denmez.
Fakat doğruyu bir kere yapan kazanır. Âyet ve
hadislerde doğruyu bir kere yaparsan kazanırsı-
nın uyarıları vardır.
Kişinin; öldüğü zaman ne kadar yalnız olabi-
leceğini iyi idrak edebilmesi lazım, ona o zaman
lazım olacak şeyin kalblerin ancak Allah zikriyle
bulduğu huzur olduğunu bilmesi lazım. Bu hu-
zuru dünyada yakalayan o huzurla ölür. Dün-
yayla ilgili huzurlarla meşgul olan ise o huzurun
kaybının azabıyla ölür, bu kesin. Kur’ân’ın bize
“huşû” diye içinde huzur önerdiği öyle bir şey-
dir ki füzenin uzaya çıkabilmesi için yapılırken
nasıl yerçekimini yenecek şekilde tasarlanması
lazımsa, öldükten sonra yaşayacak olanın o yere
gidebilmesi için onu yükseltecek şey de bu hu-
zurdur. Bunun zıddıdır ki, onu yere bağlar, arz-
dan ayrılamaz. O da ızdıraptır, Allah muhafaza
etsin. Öyleyse buradaki önemli bir nokta huzur-
dur. Bahsettiğimiz bu huzur esma zikrullahında
da çok önemlidir. Oturup önce bu huzuru tanı-
mak, sonra o huzuru kontrol etmek, yani onu
sürekli yapıncaya kadar hiç değilse “Onu ne ka-
dar yaşıyorum?” diye bakmak, o süre içerisinde
zikrullahla meşgul olmak daha faydalıdır. O hu-
zur gittikten sonra tesbihle meşgul olmak iş de-
ğil, mesele o huzuru yakalamaktır, yeniden onu
yakalama çalışması yapmaktır. O huzur geldik-

267
ten sonra süresini uzatmaya, onu sürdürülebilir
yapmaya çalışmak önemlidir. Kafası çalışan bir
müslüman huzurun bu kadar önemli olduğunu
görünce, ona göre dost ve arkadaş edinir, ona
göre konular bulur, her işini ona göre ayarlar,
bunu kaybetmemek için ne gerekiyorsa yapar,
ne gerekiyorsa. Sizin huzur dediğiniz ama bir işi-
nize yaramayacak, sonu hüsrana dönecek olan
hallerinizi bozan birisi yanınıza gelince “Huzu-
rumu kaçırıyorsun” diyorsunuz. Kaçırsa ne olur,
kaçırmasa ne olur, senin o huzurun dünyaya
ait. Neticede o zaten sana ateş olarak dönecek!
Buna rağmen onu kaybetmemek için bile biri-
sinden uzak duruyorsun. Sen dünya ve ahiret
için sana lazım olan huzuru öğrenmeli ve sıkı da
takip etmelisin, yani o huzurla ilgili yaşamalısın,
her türlü işin onunla ilgili olmalı.
Şimdi onun sûret oluşuna, yani huşûya doğ-
ru gelelim. Diyelim ki kişi “Hayy” zikri yapıyor.
Eğer o kişi huşûyu öğrenir ve yaptığı zikrin en
azından sûretini kendinde oluşturabilir ise -ki
bu zikrullahın alt sınırıdır- o kişi Hayy zikrini bir
grupta, bir yerde yaparken, o zikirle yolda yü-
rürken artık huşû gereği, yani oluşturduğu sûret
gereği kendi değil de yaptığı iş gözüktüğü için,
birisi bir yerden “Ya Hayy” dese bilmeden oraya
döner, kendisini çağırıyor zanneder. Adı Ahmed
diyelim, “Ahmed” deseler döner gibi, hiç far-
kında olmadan “Ya Hayy” duydu mu kendisini
çağrılıyor zanneder, o böyle bir sûrettir. Sonra
Rabbim lutfeder, ona o esmânın fonksiyonunu
da yüklerse onu da yaşar ki o da başka bir şeydir.

268
YILMAZ DÜNDAR

Bütün bunlar aslında tecellilerdir. Daha önce de-


dik ki, bu anlattığımız aslında fiillerin tecellisidir.
Şimdi anlattığımız da isimlerin tecellisi, sıfatların
tecellisi isimleriyle bilinir. Ama onları o isimle
değil hayatımızdan örneklerle Biiznillah yapa-
bileceğimiz şeyler olarak görüyoruz. “Yapabili-
riz” duygusu dünyada çok önemlidir. Avrupa’da
görüyoruz, yenileyeceği zannedilen birçok parti
“yapabiliriz” sloganıyla, duygusuyla yeniyor. Tabi
biz “inşâAllah” deriz, “Biiznillah” deriz ve hayrlı-
sıyla inşâAllah yapabiliriz.
Salâtta da öyledir. Salâtta kişi o huzuru zorlar
ve yakalarsa artık salâtta oluşturduğu bir sûret
vardır, onun adı huşûdur. Sizin zihninizden dün-
ya işlerini silmeniz veya “Bu konuda samimiyim”
demeniz huzur değildir. O sûretin oluşması la-
zım. O nasıl oluşur?
İnsan Allah’ın kalemidir, insan Allah’ın ka-
lemlerinden biridir. Nasıl çalışırken masanızda
bir sürü kalem oluyor, insan da Allah’ın kalem-
lerinden biridir. Bu cümleden sonra derine gire-
lim. İnsan bu kalemle kendi hükmünü kendisi
yazıyor. Bir kalem düşünün, kendi hükmünü
kendisi yazıyor. İnsan bir kalemdir ve o kalem
sonuçtaki hükmü neyse onu kendisi yazar. Kes-
ret diliyle söylüyoruz.
Bu konuyu kafamızda şekillendirebilmek
için “harf” kelimesine bakalım. Normal hayatta
yazı bizim için çok önemlidir. İletişim, yazı, bilgi
toplama, bilgi aktarımı, arşiv çok önemli oldu-
ğu için. Her şey algıdır dedik, biz harf deyince

269
yazdığımız harfleri algılarız. Fakat harf esasında
şekil demektir. Biz onu okuyabileceğimiz şekil-
lere çevirerek şekli kullandığımız için şekle harf
demişiz. Onlar harf mânâsından yararlanarak
oluşturduğumuz şekillerdir. Dolayısıyla, harf
yalnızca o değildir. Harf şekildir ve bu şekiller
Allah’ın kalemleriyle yazılır. O yüzden “İkra”nın
başka mânâsı vardır, “Oku” dendiği zaman oku-
nacak olan bu harflerdir, kitap harfleri değil.
“İkra” Allah’ın kitabını oku, Allah’ın yazdığını
oku demektir. Oradaki şekiller her biri bir harf-
tir. Şimdilik oraya şekil diye bakalım ve insan da
Allah’ın kalemlerinden birisidir. İşte o kalemle
çeşitli şekiller yapılır. İnsan kendisi için şekiller
yapar, sonra kullanacağı şekiller yapar. Yazmayı
okumayı yeni öğrenen bir yavrunun eline resim
dersinde araçları ve büyük de bir kâğıt verip
“Neler istiyorsan haydi çiz” dersiniz. O da “Araba
istiyorum, şunu istiyorum, bunu istiyorum” diye
isteklerini çizer. Aynısını insan için düşünün.
Hayat ekranında/defterinde kendisi bunu çizer,
sonra da onları alır. Yaşarken kendi hükmünü çi-
zer, şekillendirir. Bundan gâfil olan insan kendisi
için yalan yanlış şekiller çizer, haberi yok. Sonra
o şekillerin hepsini, “Sen bunları istedin” deyip
ona/arabasına yükleyecekler, “Evine götür bun-
ları” diyecekler. Bunlar ne işime yarar orada? Sen
çizdin! Ya Rabbi, beni oraya yeniden gönder de
burada işime yarayacak şeyler çizeyim. Olmaz.
Çizdin bitti, bir daha çizemezsin.
Kesret âleminde o kalemle şekil Allah indin-
den çizilirse, o kesret âleminde Allah’ın Kelimesi

270
YILMAZ DÜNDAR

olur. Örneğin Hz. İsa aleyhisselam Allah’ın ke-


limesidir. Oysa biz de daima o şekilleri çizeriz.
Öyle bir kalem ki yaptığı iş yalnızca bir fiziksel
çizgi değildir, duygular şekle dönüşür, arzular
şekle dönüşür, tüm fiiller, her şey şekle dönü-
şür. Nasıl dönüşmez, sen Halifetullahsın! Na-
sıl Allah dünyayı kendisi için yarattıysa, ilahlık
iddiasında bulunan da kendisi için dünyasını
yapar. “Yaratır” demiyoruz. Yapar ve onu götü-
rür. Aynı şey. O işi ilah yapar çünkü. Yanlış şekil
çizmemek için, yanlış yapmamak için sahibine
sığınırsın, “İyyâKE na’budü ve iyyâKE nesta’iyn.”
dersin. “Aman arabama yanlış eşyalar yükleme-
yeyim” deyip korktun, sahibine sığındın, “İyyâKE
na’budu ve iyyâKE nesta’iyn” dedin.
İşte huşû, salâtta da böyle bir şekildir.
Salâttaki hareketler harftir, onunla yazı yazar-
sınız. Öyle bir yazı yazarsınız ki o yazının oluş-
turduğu sûret size çok lazımdır. Dünyaya ait bir
sûret çıkmadığı için, yani gözle gördüğünüz bir
sûret çıkmadığı için peşine düşmezsiniz ama
onu gören bir göz olursa bilir ve peşine düşer. İs-
ter ki herkes o şekli çizsin. Ama âyet diyor ki, ne
kadar hırslansan da herkes o yazıyı yazmaz, sen
sevdiklerine o yazıyı yazdıramazsın. Salâttaki
huşû işte bu yazıyı yazmaktır. O yazıyı yazabil-
meniz için sizin müstakilen var ve muhtar bir
kalem olmamanız lazım. Odun gibi müstakil
durursan o kalem yazmaz. Çünkü hep sen gö-
züküyorsun. Niye? Çünkü “Varım ve muhtarım”
diyorsun. “Varım ve muhtarım” deyince kalem
yazmaz. Kalem aslına teslimdir. Eğer kalem

271
odun gibiyse yanlış yazar, hep cehennemlik şey-
ler yazar. Odun gibi kalem oduna yönelik şeyler
yazar, Allah muhafaza etsin, sonra o kalem ce-
hennem odunu olur. Cehennemin odunu nedir?
İnsanlar ve taşlardır. Dünyada odun gibi duran o
kalem sonra cehennem odunu olur. İnsanı “Ce-
hennem odunu” diye tarif eden âyet var. İşte o
kalem orada ateş vesilesi olur. Dolayısıyla kalemi
önemsemek ve dikkat etmek lazım: Ne yazıyor?
Sahibinin istediği gibi mi yazıyor? Sahibinin razı
olduğu şekilde yazmasına “Allah’a kulluk görevi
yapmak” demiştik. “Allah’a kulluk yapma”ya çe-
şitli isimlerle bakmaya ve bu nasıl yapılır anla-
maya çalışıyoruz.
Salâtta bir yazı yazdığımızı bilmek ve onu
önemsemek lazım. Kişi salâtta ne yazdığını bil-
mese bile yazdığı harf okunur, o kelime okunur.
Okuma yazma öğrenmeye çalışan birisi bir keli-
meyi öğrense, ne yazdığını bilmeden onu şeklen
yazsa, okuyan birisi onu doğru okur, oysa onu
yazan okuyamıyordu. O okuma bilmiyor diye
yazdığı yazı okunmazlık yapılmaz, salât böy-
le bir şeydir. En alt seviyeden bile olsa bu şekli
oluşturuyorsanız, siz okuyamasanız da evrende
o okunur. Hatta o şekiller o kadar parlar ki, on-
ları semâ ehli fark eder, görür. Efendimiz (SAV)
buyuruyor ki: Siz gökyüzüne baktığınız zaman
yıldızları nasıl parlak görüyorsanız, o şekilleri de
sema ehli yerde öyle parlak görür.
İki şekil vardır; karanlık şekil, nurlu şekil. Ba-
kara Sûresi’nden öğreniyoruz; Allah, inananları
zulmetin karanlığından alır, nuruna dâhil eder.

272
YILMAZ DÜNDAR

Nûruna dâhil olduğunuz zaman o kalemin yaz-


dığı sûretler parlar. İşte huşû böyle bir şeydir, bir
sûrettir. O sûreti önemsemek ve yapmaya çalış-
mak lazım. Eğer esmâ zikirlerinde bu önemse-
nirse ve “HÛ” zikriyle bu anlattığımız çerçevede
meşgul olunursa, “HÛ” esmasının sûretini ne o
tarif edebilir, ne de bir başkası. Neyini? Güzelli-
ğini!
“Az bir pahaya Allah ahdini satmayın. Eğer
bilirseniz, Allah indindeki sizin için daha hayr-
lıdır. Sizin indinizdeki tükenir, Allah indindeki
ise Bâki’dir. Sabredenlere gelince, elbette onla-
rın ecrini, yapmakta olduklarının daha güzeli ile
karşılarız.” (Nahl; 95, 96)
“Satma” kelimesine kısaca bakalım. Satmak
takas mânâsınadır: Allah’ın size verdiği imkânları
ve O’na bu imkânlarla ilgili verdiğiniz sözü, dün-
ya ile, geçici şeylerle takas etmeyin. Âyette bize;
“Dünya ile meşgul olayım” deyip de takas etme-
yin, iyi bir ticaret yapmamış olursunuz uyarısı
vardır. A’râf Sûresi 128, geldiğimiz bu noktada
bize çok öğretici, tekrar vurgulayıcı bir âyettir:
“İsteiynû Billâhi vasbirû: Billâhi anlamla isteyin
ve sabredin.”
Bu âyet meâllerde genellikle “Allah’tan isteyin
ve sabredin” diye yazılıyor ama mânâ için yeterli
değildir. Âyette “Billâhi anlamla isteyin” deniyor:
Yani, “Müstakilen VAR ve Muhtar” iddianızdan
sıyrılarak isteyin, “Müstakilen VAR ve Muhtar”
ancak Allah’tır diyerek isteyin ve Allah’ın hükmü
gelinceye kadar edeple bekleyin.

273
“İyi bilin ki, Semâvat’ta ve Arz’da ne varsa Al-
lah’ındır. O halde dûnillahi (algı sonucu müsta-
kilen var ve muhtar güçler sandıkları) ortaklara
dua edenler (onlardan isteyenler) ancak zan-
na tabi oluyorlar ve sadece yalan söylüyorlar.”
(Yûnus-66)
“Muhakkak ki zann, Hakk olan bir şeyin yeri-
ni tutmaz.” (Necm-28)
“İşte böyle. Çünkü Allah, O Hakk’tır. DûniHİ
(algı sonucu müstakilen var ve muhtar zannet-
tikleri) seslendikleri ise bâtıldır. Muhakkak ki Al-
lah Aliyyül Kebiyr’dir.” (Hac-62)
“Hakk olan doğru sesleniş ancak O’nadır.
DûniHİ (algı sonucu müstakilen var ve muhtar
zannederek) seslendikleri ise onlara hiçbir şekil-
de icabet edemez. Onların durumu, ancak ağ-
zına ulaşsın diye suya doğru iki avucunu açanın
hali gibidir. Kaynak bulunmadığı için su ona ula-
şacak değildir. Kâfirin seslenişi ancak sapıklıktır
ve boştur.” (Ra’d-14)
“Rabbiniz dedi ki; ‘Bana duâ edin, size icabet
edeyim. Muhakkak ki, bana kulluk yapmaya ve
duâya müstekbir davrananlar boyun bükmüş
ve küçülmüş olarak cehenneme girecekler.”
(Mü’min-60)

274
10.
“SÖZDE MÜTEKEBBİR” OLAN SÖYLEMEZ,
SÖYLESE DE KABUL GÖRMEZ

Anahtar kelimemize geldik. Hatırlayın,


“İyyâKE na’budu” kısmını işlerken de anah-
tar kelime “Mütekebbir” idi. Anahtar kelime-
ye gelip demiştik ki; ancak mütekebbir olanlar
“İyyâKE na’budu” demezler, yani Allah’a kulluk
etmezler, kulluk yapmayı tercih etmezler. Yine
aynı. “İyyâKE nesta’iyn” kısmında da bu âyet
bize aynı anahtar kelimeyi verdi: Rabbiniz dedi
ki, bana duâ edin size icabet edeyim. Muhakkak
ki bana kulluk yapmaya (İyyâKE na’budu) ve du-
aya (iyyâKE nesta’iyn) uzak durmaya çalışanlar,
“İyyâKE na’budu VE iyyâKE nesta’iyn”den uzak
durmaya çalışanlar, bana kulluk yapma ve bana
dua etme hususunda müstekbir davrananlar ce-
henneme gireceklerdir. Müstekbir davrananlar
Allah’a karşı “Ben de müstakilen varım ve muh-
tarım” diyenlerdir. Allah’a kulluk yapma açısın-
da ve Allah’tan isteme açısında, yani “İyyâKE
na’budu VE iyyâKE nesta’iyn” derken, eğer onlar
“Ben de müstakilen varım ve muhtarım” diyor-
larsa boyun bükmüş ve küçülmüş olarak cehen-
neme gireceklerdir. Mânâyı genişletmek için so-
nucu özetleyelim: “İyyâKE na’budu” demeyenler
mütekebbir olanlardı. Yine aynı sonuca ulaştık,
“İyyâKE nesta’iyn” demeyenler de mütekebbir
olanlardır. Söyleseler de kabul görmeyecek olan-

275
lar da mütekebbir olanlardandır. Yani eğer kişi
mütekebbir olarak bunu söylüyorsa kabul edil-
meyecektir.
Bu geldiğimiz noktada hem tanıdık, hem an-
ladık hem de bir anahtar kelimeye ulaştık; mü-
tekebbir! Mütekebbir kelimesini daha anlamaya
gayret edeceğiz. Bir müslüman için Kur’ân’da
bulunan belki de birinci sırada önemli anahtar
kelime odur. Ama göreceğiz, hiç anlaşılamamış-
tır, hem de hiçbir dilde! Mütekebbir bu kadar
anahtar bir kelime. Paylaştıklarımızı lütfen “doğ-
ru mu değil mi?” diyerek okuyun ve öyle tasdik
edin ki bilgi sizin olsun. Yani doğru mânâda
eleştirerek okuyun inşâAllah. Mütekebbir keli-
mesi kibirli insan diye çevrilmiş ve kibir suç gibi
anlatılmıştır, kibir suç zannedilmiştir. Oysa Mü-
tekebbir Allah’tır. Eğer kibir suç olursa, kötü bir
şey olursa Allah’ın bir vasfı yüzünden O’na kötü
bir vasıf yüklemiş oluruz. Mütekebbir kelimesi,
kibir kelimesi kötü bir şey değildir, yüce bir şey-
dir, çok yücedir. Eğer siz onu kibirli insan diye
çevirir, anlar, sonra da “normal yaşantıda birbir-
lerine kibirli davrananlar” diye meâllendirirseniz
onu hiç anlayamazsınız. Âyetlerde öyle yerler
var ki orada mütekebbirlikle sizin Allah ile iliş-
kileriniz anlatılmıştır, o âyetleri göreceğiz. Bu
yüzden, mütekebbiri anlayabilmek için birincil
mütekebbir, ikincil mütekebbir diye ayıracağız.
Çünkü bazı âyetlerde mütekebbirlikle yaşadı-
ğınız ortam değil doğrudan Allah ilişkilendiril-
miştir, yani siz ve Allah! O âyetler meâllerde ve
tefsirlerde şöyle geçiyor: Mütekebbir Allah’a

276
YILMAZ DÜNDAR

karşı büyüklük taslayan, Allah’a karşı kibir tas-


layan, Allah’a karşı büyüklenendir yazılıyor. Eğer
âyette Allah ve insan varsa böyle yazılıyor. Eğer
insanlar varsa o zaman “Birbirlerine kibirli dav-
ranan” yazılıyor. Şimdi lütfen söyleyin, Allah’a
nasıl büyüklük taslanır? Mümkün mü ya, müm-
kün mü? İnsanlar birbirine büyüklük taslayabi-
lirler, yanlış düşüncede olanlar “Benim şunum
senden üstün. Ben senden güzelim, senden iyi
düşünüyorum, senden zenginim” diyerek bir-
birine büyüklük taslayabilir. Büyüklük taslaya-
nın mutlaka diğerine göre fazla bir şeyi vardır.
Peki, Allah’a büyüklük taslayanın Allah’tan fazla
neyi var? O zaman böyle meâl olabilir mi? Kişi
bu meâli okuyor ve “Allah’a büyüklük taslamak
doğru değilmiş” diyor. İstiyorsan tasla, nasıl tas-
layacaksın? Allah’a karşı nasıl büyüklük taslanır?
Birisi Allah’a “VAR” demişse nasıl O’na büyük-
lenebilir? Biliyor ki O Allah, kendisi insan, “Ben
senden büyüğüm, ben senden güçlüyüm” diye-
bilir mi? O zaman Allah’a büyüklenmek olamaz.
Âyetteki Mütekebbir’i böyle meâllendirirseniz
bu anahtar kelimeyi hayatta anlayamazsınız ve
kullanamazsınız. Yani onunla bir yeri açamazsı-
nız. Hâlbuki bu bize ahiret kapısını, cennet kapı-
sını açacak bir anahtardır.
Mütekebbir için bu uyarı yapılıyor, müte-
kebbir davranmayan ise övülüyor. Âyette Mü-
tekebbir geçiyorsa, bunun meâli biraz tasavvufî
yazılmaya çalışılıyorsa, “Benliğiyle yapan, Allah’a
benliğiyle iş yapan, Allah’a benliğiyle karşı çıkan”
şeklinde yazılıyor ki bir mânâsı yok. Benlikle

277
Allah’a nasıl karşı çıkıyor? Benlikle iş nasıl yapıl-
maz? Efendimiz (SAV) hayatta hiç “Ben” demedi
mi, o kelimeyi hiç kullanmadı mı? Dört halife ve
eşleri, O’na bu kadar yakın olanlar “Ben” deme-
diler mi? Tam aksine “BEN” kelimesi bize veril-
miş o kadar şerefli bir hediyedir ki onu sevmek
lazım.
Tefsir veya meâl tasavvufî değil de normalse
mütekebbir olmayanlar “Allah’a karşı alçak gö-
nüllü olanlar” diye açıklanır. Allah’a karşı nasıl al-
çak gönüllü olursun? Senin ne haddine? Varlıklı
birisi yoksulların yanında onlara hoş davranırsa
“Ne kadar alçak gönüllü” denir. Allah’a karşı al-
çak gönüllü davranmanız için O’ndan yüksek ol-
manız lazım. Hiç olur mu? Böyle olmadığını sıkı
sıkı öğrenmek zorundayız. Bu âyetlerin orijinal-
lerine bakın ama doğrusunu mutlaka öğrenin.
Doğru mânâyı öğrenmek, bilmek, elimizdekileri
düzeltmek gibi bir gayrete girmek lazım.
Mütekebbir Allah’ın vasfıdır ve kendisine
“BEN” diyendir. Ama hakkı olarak! O “Müsta-
kilen VAR ve Muhtar” halinin ifadesi için hakkı
olarak “BEN” der. O “BEN” kelimesinden bilirsin
ki onun sahibi “Müstakilen VAR ve Muhtar”dır.
Dolayısıyla, Kur’ân’ın “Mütekebbir” diyerek
kınadıkları kendi adlarına “BEN” diyenlerdir.
Kur’ân’da kınanan şey “BEN” kelimesini kullan-
mak değildir, bunun iyi anlaşılması lazım. Yanlış
tasavvufî öğretilere bakarak insanlar bu yüzden
“BEN” demiyorlar. Ne fark eder ki, gizli özne var!
“Ben geldim” deme de “geldim” de, ne fark eder?
“Geldi” dersen olmaz, “Kim geldi?” diye sorarlar.

278
YILMAZ DÜNDAR

Mecburen “Geldim” diyeceksin, orada da giz-


li özne var. Öyle bir saçmalık olur mu? Mesele
BEN kelimesi değildir. Şöyle ki: “BEN” kelimesini
bir etiket olarak düşünürseniz, bir kişi “Müsta-
kilen VAR ve Muhtar” olduğunu ilan eder, bu
iddiada bulunur ve onu da tanıtmak için “BEN”
etiketini yapıştırırsa bu kişi mütekebbir olur.
Çünkü Allah’ı taklit etti! Mütekebbir olan Allah’ı
hak etmediği bir şekilde sahtekâr olarak taklit
ediyor. Kendisine ait olmayan bir hesaptan kar-
şılıksız veya karşılıklı da olsa sahte çek yazıyor,
haksızlık yapıyor, haddi aşıyor. Bu haliyle o kişi
“BEN” sahibine, “BEN”in sahibine isyan etti, asi
oldu demektir. Yanlış olan işte bu etikettir, mü-
tekebbirin mânâsı değildir. Allah’ın yerine müte-
kebbir gözükmek yanlıştır. Dolayısıyla, biz Allah
adına “BEN” deriz. Halifetullah böyle “BEN” der.
Ona Allah “Benim vekilim, halifem” diyor. “BEN”
bizim vasfımız değildir, Allah bize “BEN” deme
yetkisi vererek “Kendini bil” demiştir. Kendinizi
bildiğiniz o hal için “Sana yetki verdim, benim
adıma kendini takdim et, BEN de” demiştir. Bu
işin başlangıç çizgisidir, kişi seyri süluk’a bura-
dan başlar. Bir cümleyle söyleyelim, çünkü o
taraflara hiç girmiyoruz; sonra seyr-i sülûku içe-
risinde öğrenir ki ne olursa olsun “BEN” diyen
O’ymuş. İnananda da inanmayanda da! Biz zan-
nediyoruz ki yalnızca seyr-i sülukta ilerleyende
böyle. Hâyır, mütekebbirliğini ilan edende de,
etmeyende de öyle! Ama bu son bilgidir, başlan-
gıç bilgisi değildir. Bu yola kişi buradan başlar-
sa amel çıkaramaz, seyr-i süluk yapamaz, yani

279
hastalığını tedavi edemez. Öyleyse mütekebbir
olan kişi kendi adına “BEN” diyendir. “Ben müte-
kebbir değilim, o Allah’ın vasfıdır” diyen kişi ise
Allah adına “BEN” diyendir. Anladık ki iş “BEN”
kelimesiyle ilgili değil ve kibir kötü bir şey değil.
Bu ön bilgiden sonra konuyu farklı bir tekrarla
devam ettireceğiz. İş algı işi olduğu için ve dışarı
çıktığımız zamanki hayat tersine bir algıyla ça-
lışacağı için tekrarlarımız önemlidir, farklı farklı
cümlelerimiz önemlidir. İdrakımız dışarıda bo-
zulmasın diye çok tekrar gerekiyor.
“İyyâKE na’budu VE iyyâKE nesta’iyn: Sadece
SANA kulluk ederiz ve sadece SENden yardım
dileriz.” Mütekebbir davrananlar bunu söyleye-
mezler. Söylese bile eğer bunu söyleyen kişi mü-
tekebbir davranıyorsa bu onun ameli sayılmaz.
Allah Mütekebbirdir, yani sadece “Müstakilen
VAR ve Muhtar” olan Allah ZATI için “BEN” der.
Mü’min ise, Allah’ın kendi “BEN” demesinden
verdiği yetki ile Biiznillah kendi Kul Zat pozis-
yonuna Allah adına “BEN” der, bunu da hayat
tarzı ile gösterir. Bu çok önemlidir. Yalnızca söy-
lemek olmaz, söylediği gibi düşünmesi, öyle
de davranması ve fiiller ortaya koyması lazım.
Çünkü doğru söylemekle doğru caddeye, sırât-ı
müstakıyme yalnızca girilmiş olur. Sırat cadde,
geniş cadde, bulvar demektir, Sırât-ı Müstakıym
ise doğru caddedir. Elinizde bir bulvar ismi var,
soruyorsunuz, birisi size bulvarı tarif etti, o ta-
rif üzerine gittiniz, bulvara girdiniz ama adres
orası değil. Bulvara gelenin adrese ulaşması için
yürümesi lazım veya bir arabayla gitmesi lazım,

280
YILMAZ DÜNDAR

yani kıpırdaman lazım. Kişi “Müstakilen VAR


ve Muhtar” olan ancak Allah’tır dedikten sonra
kendi Kul Zatına Allah adına “BEN” demekle o
kulvara girmiş olur. Ama adrese gitmesi için o
bilgi yetmez. Adrese ancak kıpırdayarak gidebi-
lir. Onun hayat arabasını bu bilgi üzerine sürme-
si lazım ki o bulvarda, doğru istikamette ilerleye-
bilsin, adrese ulaşabilsin.
“Müstakilen VARIM ve Muhtarım” iddiasın-
da bulunan insan Kul Zat’ına o pozisyona kendi
adına “BEN” der. Böylece Allah’ın Mütekebbir
vasfını taklit etmiş olur, bunu hayat tarzıyla da
ortaya koyar. Onun bu hali Birincil Mütekebbir
Davranış’tır. Birincil Mütekebbir Davranış insa-
nın doğrudan Allah’la olan ilişkisindeki müte-
kebbir davranıştır. Âyetlerdeki bir mütekebbir
davranış budur ki neredeyse hiç bir dilde bu
mânâ verilmemiştir. “Birincil Mütekebbirlik” de-
diğimiz bu mânâ âyetin orijinalinde bulunduğu
halde meâllerde, tefsirlerde yerini alamamıştır.
Kur’ân’da bir de İkincil Mütekebbir Davranış
vardır. İkincil Mütekebbir Davranış insanın ya-
ratılmışlarla ilişkisinde görülür, insanlar arasında
buna kibirli davranış denir, kendi adına “BEN”
diyenlerin statü kavgaları ile ortaya çıkar, “Müs-
takilen varım ve muhtarım” iddiasında olanların
oluşturdukları statülerin kavgasından ortaya çı-
kar. İkincil Mütekebbir davranış bir nevi tanrılar
kavgasıdır, tanrılar şirketinin genel kurul top-
lantısında ortakların kavgasıdır, yarışıdır, onla-
rın statü kavgasının ismidir. Birincil Mütekebbir
Davranış insanın Allah’tan aldığı yetkiyle doğru-

281
dan Allah yerine ve Allah’a karşı “BEN” demesi-
dir. Bu davranış niye çıkıyor, niye o kendi adına
“BEN” diyor? Birincil Mütekebbir Davranışın or-
taya çıkmasını sağlayan şey, kişinin kendini için-
de bulduğu dûniHİ algıdır. Kendi adına “BEN”
demesinin sebebi dûniHİ algı ve zann’larıdır. Bu
inkârcı kişi, kendi adına “BEN” demesinin doğ-
ruluğuna öyle inanır ki onun zannı bizim Allah’a
olan îmanımızdan kuvvetlidir, o kadar sağlam-
dır. Bu Mütekebbir kişi dûniHİ algı ve zann’larına
göre kendi namına “BEN” diyerek yaşayacaktır.
O yaşantının, o hayat tarzının temelini şu üç şey
oluşturur: “Ben de Hüküm sahibiyim, ben de
Mülk sahibiyim, ben de Güç sahibiyim”. Bunla-
rın hepsi ona göre müstakildir. Müstakilen var
ve muhtar olarak hüküm verebilir, mülkü var-
dır ve güç sahibidir. Oysa Kur’ân biz inananları
sıkı sıkı uyarıyor: Hüküm Allah’ındır, Mülk Al-
lah’ındır, Güç Allah’ındır. Mütekebbir davranışı
Kur’ân’dan ders ederek mütekebbir halle ilgili
idrakımızı yükseltmeye çalışalım:
“Elbetteki Allah, gizlediklerini de, açığa çıkar-
dıklarını da bilir. Muhakkak ki O, müstekbirûn’u
sevmez.” (Nahl-23)
Ders yapacağımız için âyette geçen anahtar
kelimeleri orijinal olarak kullandık. Oysa o da
meâllendirildiği zaman şöyle yazılıyor. Nahl-
23’ü, bir yanlışı fark edelim diye örnek vereyim:
“Allah, onların gizlediklerini de, açığa çıkardıkla-
rını da bilir. Muhakkak ki O, kibirlenenleri (bü-
yüklük taslayanları, benlikleriyle yaşayanları)
sevmez.” Buradan çıkacak amel şudur, bunu

282
YILMAZ DÜNDAR

okuyan; “Ben insanlar arasında alçak gönüllü


olayım” der. Küfürden kurtulmak aklına gelmez.
Çünkü “Müstakilen VAR ve Muhtar” duygunla
alçak gönüllü olmak senin çok hoşuna gider.
Çok malı mülkü, evi arabası olan birisi var. Ama
insanlar arasında yok gibi davranıyor. Bu onun
çok hoşuna gider, büyük bir hazdır. Bütün onları
alalım da o zaman yokmuş gibi davran. Hem o
mallar olsun ama ben yokmuş gibi davranayım
diyorsan bu olmaz. Bu sahte bir alçak gönül-
lülük! Hem onlarım olsun, hem bu zavallıların
arasında onlardanmışım gibi davranayım, onlar
gibi yere oturup bağdaş kurayım, onlar gibi yi-
yeyim, davranayım. Ama mallar duruyor? Yani
bu alçak gönüllü “Müstakilen VAR ve Muhtar”
olduğunun hazzını yaşayan alçak gönüllüdür.
Âyete yanlış meâl verilirse Muhammedî bir amel
çıkmaz. Sonuçta Muhammedî olmayanlar da
insanlara kibirli davranmayabilir, böbürlenme-
den böyle alçak gönüllü davranabilir. Ama onlar
İslamî ameller değiller. Bir işin İslamî olabilme-
si için mutlaka “Lâ ilâhe illallah Muhammeden
Rasûlullah” şemsiyesi altında, o mânâya uygun
olması lazım. Yani “Müstakilen VAR ve Muh-
tar” iddiasının bulunmaması lazım, bu bir. Bir
de, “Müstakilen VAR ve Muhtar ancak Allah’tır”
haykırışının onda gözükmesi lazım.
Nahl-23. âyetten öğreniyoruz ki Allah kendi
adlarına “BEN” diyenleri, müstekbirûnu sevmez.
“Onlara “Lâ ilâhe illallah” denildiğinde, mu-
hakkak ki onlar müstekbirûn davrandılar.”
(Saffât-35)

283
Anahtar kelimeyi yine orijinal haliyle kullan-
dık ki anlayabilelim, inceleyebilelim. Meâlen;
“Onlara Lâ ilahe illallah dendiğinde onlar kibirli
davrandılar” derseniz âyetten çıkacak mânâ de-
ğişir. Bu âyet öncelikle Mekke müşriklerini içerir.
Mekke müşrikleri için âyet diyor ki, onlara bu
tebliğ yapıldığında, “Lâ ilahe illallah” denildi-
ğinde Kelime-i Tevhid’deki “Müstakilen VAR ve
Muhtar ancak Allah’tır” mânâsını anlıyorlar ve
itiraz ediyorlar. O mânâyı anlamasalar Efendimiz
(SAV) e itiraz etmezler. Onlar Allah’a inanıyorlar.
Ama yanı sıra başka güçlere de inanıyorlar. Onlar
için birden fazla “Müstakilen VAR ve Muhtar”
güç var, Allah da onların arasında en güçlüsü.
Ama Efendimiz (SAV) onların hepsini yok eden
bir sesle sesleniyor: Başka YOK; ve Lâ havle ve Lâ
kuvvete İllâ Billâh. Ancak Allah Müstakilen VAR
ve Muhtardır. Efendimiz “Lâ ilahe İllallah” tebli-
ğini yaptığında bu tebliği böyle anlayalım. Onla-
ra “Müstakilen VAR ve Muhtar ancak Allah’tır”
denildiğinde onlar müstekbirûn davrandılar.
“Biz de müstakilen var ve muhtarız. İnandığımız
putların da gücü var, onlar da Müstakilen VAR
ve Muhtarlar” dediler ve böyle davrandılar. Âyet
böyle diyor.
“İlâhınız İlâhun Vâhid’dir. Âhiret’e îman et-
meyenlere gelince, onların kalbleri inkâr edici ve
kendileri müstekbirûn’dur. (Nahl-22)
Müstekbirûnun mütekebbir davranışı bura-
da Allah ile ilişkilendirilmiştir, yani Birincil Mü-
tekebbir davranış vardır. Bir kere bizi uyarıyor;
ilahınız İlâhun Vâhid’dir. İlâhun Vâhid’i doğru

284
YILMAZ DÜNDAR

anlamazsa kişi, yine çözemez işi. İlah kelimesi


çok önemlidir ve ilah Allah’tır, ancak Allah’tır. İn-
sanlar uydurdukları putlarına “ilah” ismini veri-
yorlar diye onlar da ilah olmaz. Uydurduklarına
ilah demekle Allah’ın hakkı olan bir vasfı onlara
yapıştırıyorlar. Dolayısıyla, tanrıları “tek”lemek
onları “bir”e indirmek değildir. İslamiyet’in “tek
tanrı dîni” diye anlatılması doğru değildir. Yani
diğer putları silip bir tanesini bırakmak gibi de-
ğildir. Bu yüzden İslamiyet tek tanrılı din değildir.
İslam, “Müstakilen VAR ve Muhtar olan ancak
Allah’tır” dînidir, bunu da bize öğreten “O’nun
Kulu ve Rasûlü Muhammed Mustafa sallallahu
aleyhi vesellemdir” dînidir.
“İlahınız İlâhun Vâhid’dir” dendiği zaman an-
laşılanı kısaca zihnimize yerleştirmek istiyorsak,
İlâhun Vâhid yarattıkları kendi dışında olmayan
demektir. Ehad ismini de tanımlayayım ama bu
genişletilebilir. Allah Ehad’dır; yani zatını zatın-
da zatıyla zatının bildiği tektir. Ehad’daki tanı-
mın eşi benzeri yoktur, bu tanımın dış kavramı
yoktur. Ehad zatıyla ilgili bir vasıftır. Vahid yarat-
tıklarıyla ilgili bir anlatmadır. “İlâhun Vâhid” de-
niyorsa yarattıklarıyla ilgili bir tanım demektir.
“İlâhun Vâhid” dediği ilah müstakilen VAR ve
muhtar olandır, bu işaret ediliyor. İlah’tan sonra
Vâhid kelimesi var. Vâhid’deki teklik yarattıkları
kendi dışında olmayan bir tekliktir. Vahid yarat-
tıkları kendi dışında olmayandır. “İlahınız ilahûn
Vahid’dir” denilişi böyle anlamalıyız.
Nahl-22 uyarıyor: Âhirete îman etmeyenle-
re gelince onların kalbleri inkâr edici ve kendi-

285
leri Müstekbirûn’dur. Mütekebbir olanlar için
bir özellik öğrendik: Kalbleri inkâr edici, ken-
dileri müstekbirûn. Bir de âyet “âhirete îman
etmeyenler” dedi, “iman etmeyenler” demedi.
Neden? Çünkü henüz tebliğ dönemi. “Lâ ilâhe
illallah” diyoruz, sizin ilahınız ilahûn Vâhid’dir
diyoruz. Lâ ilâhe illallah Kelime-i Tevhidi’ne bi-
risinin “evet” diyebilmesi için onda âhirete îman
potansiyelinin olması lazım. Kalbında, kalıbın-
da, fıtratında âhirete îman potansiyeli varsa ona
hiç bunlar bahsedilmemiş olsa bile, bahsedildi-
ği zaman âhirete îmana ret getirmiyorsa, “Evet,
bir sonraki hayat olabilir” diye yaklaşıyorsa o
kişi İslâm’ı dinleyecek demektir. Eğer o potansi-
yel yoksa, âhirete îman yoksa İslâm’ın tebliğini
hiç umursamaz. Kişinin umursayıp umursama-
yacağını biz beşer olarak oradan anlayabiliriz.
Ahirete îmanı var ama İslam dinini bilmiyor,
duymamış veya yanlış biliyor. Bu durumda ahi-
rete îmanı var demek o kişi İslam’la ilgilenebilir
demektir. Dolayısıyla; “O potansiyeli olmayan-
lar önlerine ne gelirse gelsin inanmayacağı için
onların kalbleri hep Allah’a karşıdır, örtücüdür,
inkâr edicidir. Onlar kendi adlarına “BEN” diyen-
lerdir. Onlar “Müstakilen VARIM ve Muhtarım”
iddiasında çok ileri gitmiş kişilerdir.” Âyet böyle
diyor.
“Allah Vâhidiyeti ile zikredildiğinde, âhirete
îman etmeyenlerin kalbleri tiksinir (hoşlanmaz-
lar). Dûnu (O’ndan başka Müstakilen VAR sanı-
lanlar) zikredildiğinde hemen sevinirler ve müj-
delenmiş gibi yüzleri güler.” (Zümer-45)

286
YILMAZ DÜNDAR

Allah, İlâhun Vâhid vasfıyla anılırsa âhirete


îman etmeyenler tiksinti duyarlar, konuya, ola-
ya, anlatana, böyle bir hayata tiksinti duyarlar.
Oysa onlara Allah’ın dışında iddia edilen “Müs-
takilen VAR ve Muhtar” güçler anlatılırsa he-
men yüzleri güler, müjdelenmiş gibi birbirlerine
bakıp ferahlarlar.
“Kâfir olanların nâra arz olunacakları gün
(kâfirlere denir ki): “Dünya hayatınızda güzel
imkânlarınızı boşa harcadınız ve onlardan fâni
olan arzu ve istekleriniz için faydalandınız. Bu-
gün ise, Bigayril Hakk (Hakk olan gerçeklerin
dışında) olarak Arz’da müstekbir olmanız ve
fâsıklık yapmanız dolayısıyla horlayıcı/alçaltıcı
azab ile cezalandırılacaksınız.” (Ahkâf-20)
Müstekbir ve mütekebbir olanlar cezalarına
gönderilmeden önce onlara açıklama yapılıyor:
Siz dünyada imkânlarınızı doğru kullanmadınız
ve Bigayril Hakk Arz’da müstekbir davrandınız.
Bigayril Hakk Hakk’a uygun olmayan bir biçim-
de demektir. Hakk Allah’ın sistemi demektir,
Allah’ın hakkı demektir. Allah’ın hakkı Müsta-
kilen VAR ve Muhtar olmaktır. Bigayril Hakk,
Allah’ın hakkı olan “Müstakilen VAR ve Muh-
tar” olması gerçeğine aykırı olarak demektir.
Siz O’na aykırı olarak arzda müstekbir oldunuz,
yani kendi adınıza müstakillikler ilan edip kendi
adınıza “BEN” dediniz.
“Bigayril Hakk müstekbir olmanız yüzünden”
ifadesi genellikle şöyle çevrilmiştir: Haksız yere
büyüklük taslamanız yüzünden. Yeryüzünde,

287
dünyada haksız yere büyüklük taslamak herkesin
yapabileceği bir şeydir, bu tanım Muhammedî
olmayanı ayıran bir suç değildir. Yanlış bir dav-
ranıştır ama bu tanım Muhammedî kapsamda
değildir. Böyle meâl yapıldığı zaman müstekbir
ile ilgili, bu önemli anahtar kelime ile ilgili herşey
yok edilmiş olur. Âyet; “Bigayril Hakk müstekbir
olmanız yüzünden cehenneme gidiyorsunuz”
diyor. Ona siz, “Haksız yere büyüklük taslama-
nız yüzünden” derseniz İslâm’ın kurallarıyla hiç
ilgilenmeyen birisi “Ben kimseye haksız yere bü-
yüklük taslamıyorum” diyerek kendini muaf tu-
tabilir. Bigayril Hakk Hakk dışı, Hakka uymayan
şekilde demektir. Hakk Allah’ın hakkıdır. Allah’ın
hakkı “Müstakilen VAR ve Muhtar” olmaktır, bu
ancak Allah’ın hakkıdır. Bigayril Hakk davran-
mak O’nun bu hakkını gasp etmektir. Sen onun
hakkını gasp edip -Bigayril Hakk olarak, yani bu
bilgiye uymayarak, karşı olarak- dedin ki; “Ben
de Müstakilen VAR ve Muhtarım ve buna göre
yaşarım.” Böyle demen ve bir de fâsıklık yapman
yüzünden, yani Allah’ı tercih etmemen yüzün-
den horlayıcı, alçaltıcı bir azapla karşı karşıyasın.
Çünkü:
“Onlardan kim, “Muhakkak ki ben, dûniHi
bir ilahım” derse biz onu cehennem ile ceza-
landırırız. İşte zalimleri böyle cezalandırırız.”
(Enbiyâ-29)
“O halde, içinde ebedî kalıcılar olmak üzere ce-
hennemin kapılarından girin. Mütekebbirûn’un
yeri ne kötüdür.” (Nahl-29)

288
YILMAZ DÜNDAR

Yanlış meâllendirilirse ‘kibirlinin yeri ne kötü-


dür’ olur. Bu kelimenin Allah’a olan davranışla
ilişkisi yoktur. Oysa Kur’ân, insanın Allah’la olan
ilişkilerini düzenler. Hâlbuki, meâller insanların
birbirlerine olan ilişkilerine göre yazılmış. Öyle
olunca kişi oradan çıkardığı mânâ ile iyi insan ol-
ması gerektiği sonucuna ulaşır. Boş iştir. Öyley-
se bu iki âyetten ne anlayalım? Kim dûniHİ bir
ilahım derse, yani Allah’ın dışı kavramını oluştu-
rup “Ben de orada Müstakilen VARIM ve Muh-
tarım” derse onun karşılığı cehennemdir. Âyet
diyor ki, “Gir bu kapıdan, orada devamlı kala-
caksın. Allah yerine mütekebbir davranıp kendi
adına “BEN” diyenin yeri ne kötüdür.” Âyet böy-
le tamamlandı. Tekrar hatırlayalım ki cehenne-
me girmenin tek bir davranış biçimi vardır; mü-
tekebbir olmak. Bu kadar! “Mütekebbir olanlar
cehenneme, mütekebbirlik iddiasından sıyrılmış
olanlar cennete” şeklinde işi özetleyebiliriz. Bu
yüzden o anahtar kelimedir. Dikkat ederseniz,
hiç bir âyette “Sen iyi insan olmayı başaramadın,
haydi cehenneme” diye bir şey yok.
“(Allah şöyle der): Hâyır, sana âyetlerim ger-
çekten geldi de onları yalanladın, müstekbir
davrandın ve kâfirlerden oldun. Kıyâmet günü,
Allah üzerine yalan söylemişleri, yüzleri simsiyah
olmuş görürsün. Mütekebbirler için kalacak yer
cehennemde değil midir?” (Zümer; 59, 60)
Sana âyetlerim gerçekten geldi ve sen onları
yalanladın! Âyet bize ulaşan delildir, açıklamadır,
bilgidir. Âyet denince yalnızca Kur’ân’daki yazı-
lı âyetleri düşünmeyin. Âyetlerin gelmesi “Sana

289
delillerim geldi, doğruyu gösteren işaretler gel-
di” demektir. Allah’ın âyetleri içerisinde insana
gelen en büyük âyet budur: “Müstakilen VAR ve
Muhtar” olan ancak Allah’tır. Başka “Müstaki-
len VAR ve Muhtar” YOKTUR. Başka “Müstaki-
len VAR ve Muhtar” iddiaları yalandır, iftiradır,
bâtıldır, “YOK” hükmündedir. Sana uyarı ola-
rak bu bilgi geldiğinde müstekbir davrandın ve
kâfirlerden oldun. “Kibirli davrandın da” değil.
Âyetteki bu bilgi ile insanlar arasında kibirli ol-
manın ne ilişkisi var. Bu bilgiye karşı davranmak,
Allah’a karşı müstakilen varlığını ve muhtarlığını
ilan etmek, kendi adına “BEN” demek yüzünden
Mütekebbir oldun. Bu yaptığının Allah üzerine
bir yalan ve iftira olduğunu bil. Yalan insanlar
arasında bir yalan söyleme değildir, insanlar ara-
sı ilişkilerdeki yalancılık değil, Allah’a yalan söy-
lüyorsan âyetin “yalancı” dediği önce odur.
Peş peşe âyetler okununca beyin biraz yoru-
lur. Ama inanın, anlama, idrak etme konsantras-
yonu ancak kendinizi zorladığınız zaman yük-
selir. Siz o işi Kur’ân’ı anlamak için yaparsanız,
sizde îmanla, Kur’ân’la ilgili açılmamış dosyalar
açılır. Dışarıda o yok, örtücü dosyalar var. Onun
için lütfen konsantrasyonumuzu yükseltmeye,
anlamak için gayret etmeye kendimizi zorlaya-
lım. Dışarıdaki hangi iş sizi böyle zorluyor? Yok.
Dışarıda çok rahatız. Ancak âmir memur ilişkile-
rinde belki mecburen biraz otururuz. Ama âmir
de bu kadar oturamayacağı için hemen biter.
Konsantrasyonumuzu ve beynimizi güçlendir-
mek için bu paylaşımlar bir fırsattır.

290
YILMAZ DÜNDAR

“Kendisine tilâvet olunurken Allah âyetlerini


işitir, sonra sanki onları işitmemiş gibi (hiç etki-
lenmeden) müstekbiren (Müstakilen VARIM ve
Muhtarım iddialı yaşantısında) ısrar eder. Onu
eliym bir azab ile müjdele.” (Casiye-8)
Kendi adına “BEN” demenin âyetlerle ne
kadar kınandığını çeşitli davranışlar üzerinden
görüyoruz. İşitir, dinler ama hiç dinlememiş
gibi davranır, dışarı çıkınca müstakilen varım ve
muhtarım iddialı yaşantısında ısrar eder. İşte on-
ları kötü bir şeyle müjdeliyor.
“Ayetlerimizi yalanlayanlar ve onlara kar-
şı müstekbiren (müstakilen varım ve muhta-
rım iddiası ile) davrananlar (var ya), işte onlar
ashâb-ı nârdır. Onlar orada ebedî kalıcılardır.”
(A’râf-36)
Artık çok izahata gerek olmadan, âyetlerin
meâlinden mütekebbir nedir, ne yapar, âyet ne
demek istiyor, hemen anlaşılıyor değil mi?
“Âyetlerimizi yalanlayıp, onlara karşı müstek-
biren davrananlar (var ya) onlara semâ kapıları
açılmaz ve deve iğne deliğinden geçinceye kadar
(onlar) cennete dâhil olamazlar. Mücrimleri işte
böyle cezalandırırız.” (A’râf-40)
Mütekebbir olanlar suçlu ilan edildi, onla-
ra “Mücrimler” dendi. Mücrimlere, suçlulara,
âyetlere karşı mütekebbir davrananlara, kendi
adına “BEN” diyenlere, buna uygun hayatı seçen-
lere, yani “Benim de mülküm var, benim de gü-
cüm var, benim de hükmüm var, ben de hüküm

291
sahibiyim” diyerek bu iddialara uygun hayat tar-
zını tercih edenlere sema kapıları açılmaz. Sema
kapılarının açılmaması ne demektir, mütekebbir
olan neden mahrum oluyor? Bunun bir mânâsı
şudur: Kendi adına “BEN” diyenlerin kalbleri ve
beyinleri Allah’ın vasıflarına karşı îman ve ikan
olarak kapalı kalır. Eğer kişi kendi adına “BEN”
diyorsa, yani Allah’a karşı “müstakilen varım ve
muhtarım” iddiasında ve bu hayat tarzında ıs-
rarlıysa onun kalbi, kalıbı ve kalıbından emir ala-
rak fiiller ortaya koyan beyni Allah’ın vasıflarına
karşı îman ve ikan olarak kapalı olur; ona sema
kapıları kapalı olur. Böylece o Allah’ı anlayacak,
yaşayacak hiç bir ipucuna ulaşamaz. Bir mânâsı
budur, onun bir mahrum olduğu budur. Bir de
arzdan yani moleküler yapıdan kurtulamaz,
moleküler yapıya mahkûm olur. Kendine ait bir
güç ilan ettiği için, kendine ait güç onu bu mo-
leküler yapıdan kurtaramaz. Sizi bu moleküler
yapıdan kurtaracak olan Allah’ın gücüdür. Onu
reddeden veya onun dışında bir güç ilan eden o
güçle baş başa kalır ve o güç onu buradan kurta-
ramaz, moleküler yapıya mahkûm kalırsın. Şunu
da kanaatim olarak söyleyeyim: Mütekebbir
yapıdan kurtulamayan “Müstakilen VARIM ve
Muhtarım” iddialı kişi eğer bir mezardaysa bü-
tün çürümelerinin acısını tadar, Allahu ‘alem. Ne
türlü muamele görüyorsa onun acısını tadar. Ba-
zılarını yakarlar, kişinin bedeni yanıyorsa onun
acısını tadar. Moleküler yapıdan kurtulamadığı
için onları hisseder, yaşar. Kurtulamadı! Çünkü
müstakilen varlığını ilan ettiği gücün, müsta-

292
YILMAZ DÜNDAR

kil sandığı gücün onu kurtarma imkânı yoktur.


Güce müstakillik verdiği için, onu müstakil zan-
nettiği için kendinde var olan o güçle baş başa
kalır, o güç ona kurtulma imkânı tanımaz. Ölüm
sonrasına ait tablo budur.
Kişi yaşarken de moleküler yapıya o kadar
mahkum olur ki, mirac yaşayamaz, ona sema
kapıları kapalıdır. Efendimiz (SAV) in miracında
kıssasında İsra’dan sonra Mirac olarak anlatılan
olay moleküler yapıdan seyahattir. Moleküler
yapıya yapışan mirac yaşayamaz. Gücü ilah ilan
ettiği için mirac yaşayamaz. O kişiye kapanmış
imkânlardan birisi de budur; o mirac yapamaz.
Bu âyete ait meâllerin meseleyi yeterince an-
latamadığını gösterecek bir soru sorayım: Müte-
kebbir kelimesini, “Allah’a karşı kibirli davranan,
büyüklük taslayan” olarak meâllendirirsek bu-
nun fiilen karşılığı yoktur. Allah’a karşı büyüklük
taslamak için bir kere Allah’ın varlığını kabul et-
mek gerekiyor, değil mi? Varlığını kabul edecek-
sin ki büyüklük taslayacaksın. Âyet “Allah’a karşı
büyüklük taslayan cehenneme gider” dediğine
göre, demek ki kişi kabul etti, “var” dedi ama
büyüklük taslıyor. O zaman Allah’ın varlığını ka-
bul etmeyen Allah’a karşı büyüklük taslayamaz,
cehenneme de gidemez, öyle mi? Büyüklük tas-
laman için varlığını kabul etmen lazım. Bir ateist
Allah’ın varlığını kabul etmeyince nasıl büyük-
lük taslayacak, bu suçtan muaf oldu demektir.
“Cehenneme yalnızca mütekebbirler girecektir”
âyetini “Allah’a büyüklük taslayanlar cehenne-
me girecektir” diye çevirirseniz ateistler muaf

293
olur. Ama siz mütekebbirliğin anlamı olarak
“Müstakilen VARIM ve Muhtar iddiası” derseniz
iş değişir. O zaman âyet doğrudan ateisti yaka-
lar veya Allah yerine kendi uydurduğu güçlere
yöneleni yakalar. Çünkü “Müstakilen VARIM ve
Muhtarım” demesi asıl şirktir, birincil şirktir. Baş-
ka “Müstakilen VAR ve Muhtar” güç ilan etmesi,
ona tapması ise ikincil şirktir. Mütekebbir budur.
Yapılan meâl bir ateisti Allah’a karşı tam müte-
kebbir olmasına rağmen bu âyet kapsamından
muaf tutarsa doğru olmaz. İzah edebildim mi?
Bu mânâları A’râf Sûresi 36. âyetten verdik.
A’râf-40 devamla diyor ki; “İşte onlara semâ
kapıları kapanır ve onlar deve iğne deliğinden
geçinceye kadar cennete dâhil olamaz.” Tefsir-
lerde “Deve” kelimesi yerine o kelimenin başka
anlamlarını kullananlar var. Âyette geçen “el
Cemel” kelimesinin lügatte deve, halat, urgan
mânâlarına geldiğini görüyoruz. Bu yüzden
âyetin “halat iğne deliğinden geçinceye kadar”
mânâsında olduğu da yazılmıştır.
“Deve iğne deliğinden geçinceye kadar cen-
nete dâhil olamazlar” ifadesinden anlıyoruz ki
umutları var. Ancak onların cennete dâhil olma
ihtimalleri var mânâsı çıkarılmamalıdır, yanlış
olur. Âyet, o ihtimal yerine gelmediği için cen-
nete dâhil olamıyorlar demiyor, şartları yerine
getirseler dâhil olacak değiller. Cehennem ehli-
nin acaba kurtulur muyuz gibi bir saçma umu-
du var. Âyet bu yüzden uyarıyor; cehennem öyle
bir yer ki hiç o umuda kapılma. Öyle bir umuda
kapılacaksın ama o kadar mümkün değil ki. Ha-

294
YILMAZ DÜNDAR

latın veya devenin iğne deliğinden geçmesi nasıl


mümkün değilse sizin bu umudunuzun yerine
gelmesi de o kadar mümkün değildir. Ayetteki
“el cemel”i deve olarak düşünürsek şöyle bir an-
latım vardır: İğne deliği derken en küçük anlam,
deve derken en büyük anlam işaret edilir. Deve
orada bir büyüklük mânâsıdır, iğne deliği de kü-
çüklük mânâsıdır. Sizin zihninizdeki en büyük
şey sizin zihninizdeki en küçük şeyden geçeme-
yeceğine göre sizin bu işiniz de olmaz demek-
tir. Bir diğer mânâ verilen misalde devenin canlı
bir şey olması ile ilgilidir. Canlı olduğu için iğne
deliğinden geçmek isteyecektir. Cehennemliğin
umudu üzerine deniyor ki, devenin umudu ne
kadar boşsa seninki de o kadar boş. Çünkü deve
uğraşsa da hem ebatlı hem de girintili çıkıntılı
olduğundan bu iş olmaz. Âyet bu olmazı, bu
imkânsızı bu örnekle anlatıyor.
Şunu bir delilimiz olmadan bir fikir ve kanaat
olarak paylaşalım. Çünkü ileri yaşantıları, cen-
net ve cehennem hayatı yaşanırkenden sonra
olacak olayları bilemiyoruz. Bu misaller bir gök
hareketidir ki astronomik anlatımlardır. Çok bü-
yük gezegenler günümüzde şimdilik kara delik
diye bildiğimiz bazı astronomik oluşumlardan,
iğne deliği mesabesindeki bir yerden süzülüp
geçerler. Bu bakışla âyet gelecek nesiller için öyle
de bir mânâ içeriyordur. Dolayısıyla, o başka
bir hayat demektir. Fâtiha kitapçığında Mâliki
YevmidDiyn kısmına bakarsanız, cennetlikler
için de cehennemlikler için de âyet “Siz bura-
da ebediyyen kalacaksınız” der ama sonsuzlu-

295
ğun sınırını şöyle belirler; Allah başka bir emir
vermezse! Öyle olunca, bir kişi için ebediyyen
cennette kalacak veya ebediyyen cehennemde
kalacak demek Allah’ın iradesine sınır koymak
olur. Allah’ın emrine sınır koyma edepsizliğine
düşmemek için “Allah’ın emir buyurduğu süre-
ye kadar” demek uygun olur. Çünkü Allah onun
emrini başka bir emirle değiştirdiğinde, o sınır
o yaşantının sonsuzluk sınırıdır, o alan için o
ebediyyen hayattır. O yüzden bazı bilgiler çok
ileri astronomik olayların anlatış tarzları gibi de
olabilir. Ancak öyle bir bilgi duyunca “Demek
ki öyle değilmiş” deyip saydıklarımız silinmez.
Kur’ân’da mânâ çakıştırma önemlidir, bütün
bu mânâların tümü âyette vardır, söyledikleri-
miz dâhil hepsi vardır, onları cem ederek tek bir
mânâda düşünmek tevhide uygun olur.
“Kâfir olanlara gelince (onlara): ‘Âyetlerim
size tilâvet olunmadı mı? (Ama siz) müstekbir
davranmayı seçtiniz ve mücrimler kavmi oldu-
nuz’ denilir.” (Câsiye-31)
Yine öğreniyoruz ki, cehenneme gidecek ki-
şilerin en önemli vasfı mütekebbir davranıştır
ve âyette suçlu ilan edilenler mütekebbir davra-
nanlardır. Onlara âyetler sunulduğunda herhan-
gi bir şekilde kendi “Müstakilen VAR ve Muhtar”
davranışlarını tercih etmiş olduklarını anlıyoruz.
Dikkat edin lütfen, kâfirlere “Siz dünyada iyi in-
san olamadınız” denilmiyor, “Mütekebbir dav-
randınız, müstekbir davrandınız” deniyor.

296
YILMAZ DÜNDAR

“Bu (karşılaştıklarınız) Arz’da Bigayrı Hakk


(Hakk olan gerçekler dışında olarak) sevinip şı-
marmanız ve kasılıp böbürlenmeniz yüzünden-
dir. Orada ebedî kalıcılar olarak cehennem kapı-
larından girin. Mütekebbir olanların kalma yeri
ne kötüdür.” (Mü’min 75, 76)
Bu âyet bizi ikincil mütekebbir davranış ko-
nusunda uyarıyor. İkincil mütekebbir davranış,
mütekebbirliğini ilan etmiş kişinin Allah’ın ya-
rattıkları arasındaki statü kavgasıdır. Âyet onu
şöyle tanımlıyor: Size ilan edilen Hakk gerçeğe
uymayarak, yani Allah’ın hakkı olan “Müstaki-
len VAR ve Muhtar” hali O’na layık görmeyerek,
O’na vermeyerek, kendiniz bu iddiaya girerek
sevinip şımardınız, bu iddianızla coştunuz ve
bu iddianızla statü kavgaları yaptınız, kasılıp
böbürlendiniz. Böylece siz mütekebbir olarak
cehennemi hak ettiniz.
“İşte âhiret yurdu! Onu Arz’da büyüklük
ve fesat dilemeyenlere oluştururuz. Akıbet
müttakîlerindir.” (Kasas-83)
Bu âyet de ikincil mütekebbir davranış için
inananları uyarıyor. Üstünlük, büyüklük dileme-
yenler ilan ettiği ve kendi adına söylediği “BEN”le
oluşturduğu statülerin kavgasını yapmayan-
lardır. Fesat dilemeyenler ise insanların kafası-
nı Allah’ın sistemine karşı karıştırmayanlardır,
insanları Allah’tan uzaklaştırmak için bir şeyler
uydurmayanlardır, insanları Allah’ın sistemin-
den uzaklaştırmak için planlar kurmayanlardır.

297
Âyete mânâ olarak insanların kendi aralarındaki
fesatlığı koyarsak çok yanlış olur.
“Bigayrı Hakk olarak Arz’da mütekebbir dav-
rananları âyetlerimden uzak tutacağım. Onlar
âyetlerin hepsini görseler de îman etmezler,
rüşd yolunu görseler onu yol edinmezler. Fakat
azgınlık yolunu görürlerse hemen ona saparlar.
Bu durum, onların âyetlerimizi yalanlamaların-
dan ve onlardan gâfil olmalarından ileri gelmek-
tedir.” (A’râf-146)
Önceki âyetlerde olduğu gibi, Bigayrı Hakk
davrananlar burada da mütekebbir ilan edildi-
ler ve Allah’a karşı yalan söylemekle suçlandılar.
Allah âyetlerini onlardan uzak tutacağını beyan
ediyor, onlara âyetler gösterilse bile îman et-
mezler diyor. Onların hayat çizgilerini emreden,
düzenleyen olarak onların îman etmeyeceğini
zaten bildiğini bize vurguluyor. Bu sebeple, siz
onlara doğru yolu gösterseniz gelmezler, ama
bir azgınlık yani Allah’a karşı bir amel görseler
hemen oraya akarlar. Mütekebbirleri bir başka
davranışla daha tanıdık. Dikkat edelim, bunların
azları bile bizde varsa mütekebbir sınıfına dü-
şebiliriz, Allah muhafaza etsin. Kendimizle ko-
nuşunca “Bunlardan birazcık bende de var, ben
de yapıyorum” diyorsak, düzeltmemiz gereken
yanlarımızı görüyoruz demektir.
“Siz onlara doğru yolu gösterseniz gelmezler
ama bir azgınlık, yani Allah’a karşı bir amel gör-
seler hemen ona saparlar” âyeti “Bunlar Allah’ın
yolunda huşû bulmayanlardır, huşûyu sapkın

298
YILMAZ DÜNDAR

yollarda bulanlardır” mânâsına da gelmektedir.


Ancak, eğer bu âyette mütekebbirin mânâsı
“yeryüzünde kibirli gezenler” diye verilirse hiç
Muhammedî olmayan bir meâl ve amel ortaya
çıkar.
Şimdi iki tane secde âyeti paylaşacağız, fırsat
bulunca her ikisi için birer secde yapalım. Secde
ile ilgili konuları okuyacağımız için de, o secde
âyetlerinde bunları hatırlayıp âyetleri ve secde-
leri bu idrakla değerlendirelim inşâAllah.
“Bizim âyetlerimize şu kimseler îman ederler
ki, (onlara) bu şekilde hatırlatma yapıldığında
secde ederek düştüler ve hiç müstekbir davran-
mayarak Rablerini hamdı ile tesbih ettiler.” (Sec-
de-15)
Secde etmeyeni, mütekebbiri tanıdık. Şimdi
de olması gereken halleri ders etmeye çalışaca-
ğız. “Onlar öyle kimselerdir ki onlara hatırlatma
yapıldığında secde ederek düştüler!” Hatırlatma
tek bir şeydir, Lâ ilâhe illallah Muhammeden
Rasûlullah. Hatırlatma denilince akla gelecek
olan budur. Ama bu mânâsıyla almalıyız. Onlara
bu hatırlatma yapıldığında, yani onlara “Müsta-
kilen VAR ve Muhtar olan ancak Allah’tır” denil-
diğinde bu kişiler fıtratları gereği hemen hatırlar
ve bu bilgiye teslim olurlar, daha sonra duya-
cakları âyetlere de îman ederler. Teslim oldular
artık. Bunları Allah’ın âyetlerine tabi olacakların
özellikleri şeklinde anlayalım.
Ve secde ederek düştüler. Bu önemlidir, bir
kişi secde ederek nasıl düşer? Kullanılan kelime

299
“düştüler” olunca düşmeye bakmak gerekiyor.
Düşme kelimesinde bir kendinden geçme var,
normal dengesini kaybetme var, yapacak bir şeyi
bulamadı ancak bunu yapabilir var. Düşmek, in-
sana böyle bir sürü şeyi hatırlatır. “Secde ederek
düştüler”in bir manası da, onlar müstakilen var
ve muhtar iddialarından utanırlar demektir.
Daha önceki iddialarından artık utanıyorlar.
Allah muhafaza etsin, bir konu olur kişi utanır.
Sonra o utandığı şeyle ilgili birisiyle karşılaşır,
onu görünce “Yer yarılsaydı da içine girseydim”
der, işte oradaki duygu bunun gibi bir şeydir. Bu
ifade âyettekinden daha ağır. Âyet; “secdeye,
yere düştüler” diyor ama kişi “Yer yarılsaydı da
içine girseydim” diyor. Çünkü işin hakikatini an-
layan kul, “müstakilen varım ve muhtarım” id-
dialı önceki yaşantısından Allah’a karşı utanıyor.
Bu utanma ile secde ederek düştüler, yani bu
iddiadan sıyrılıp çıktılar.
Allah’a secde esas neyin sûretidir, bunu te-
fekkür etmek lazım. Özellikle salâtlarımızdaki
birinci secde neyin sûretidir? Birinci secde iç içe
ilerleyen bir kaç şeyin sûretidir ama önce şunun
sûretidir: “Allahım Müstakilen VAR ve Muhtar
olan ancak SENSİN. O iddiayı reddeddim” di-
yen kulun kendisindeki iddianın yokluğunun
sûretidir. O yüzden ona Yokluk Secdesi derler.
Bu anlaşılamadığı için “Secdede nasıl yok olaca-
ğız?” diye sorarlar? Sen yok olmayacaksın, iddian
yok olacak. Salâttaki ilk secde, bu iddiayı yok et-
menin sûretidir, işaretidir, harfidir, şeklidir.

300
YILMAZ DÜNDAR

Kişi “Müstakilen VARIM ve Muhtarım” iddi-


asından Allah’a karşı öyle utanır ki o utancıyla
o iddiadan sıyrılır çıkar. Hayatını, fiillerini he-
men uyduramamış olsa da o iddiadan vazgeçer.
“Vazgeçsem mi geçmesem mi? Şu şöyle diyor,
bu böyle. Ama şöyle ama böyle” diyerek olmaz.
Bir atasözü var, atı alan Üsküdar’ı geçti, sen daha
buradasın. Çok önemli bir hastalığın var, âcil ilaç
içmen lazım, ama sen prospektüsü incelemekle
meşgulsün. İlacı iç, iç de kurtul. Teslimiyet bu-
dur, îman budur. Güvendiğin birisi sana ilaç ver-
di, vaktin de yok, çabuk iç! Aksi halde ilacı içen
Üsküdar’ı geçer, sen sen prospektus inceler du-
rursun. Bunu fark eden kul öyle çabuk davranır
ki -bu yüzden- âyetteki düşme o çabukluğu da
ifade eder. O öyle çabuk davranır ve bu iddiadan
öyle hızlı çıkar ki secdeye düşer? Normal hayatta
“Birden şu işin içine düştüm” deriz. O konunun
içine düşmeniz o kadar hızlı ve çabuk olmuştur
ki böyle dersiniz: Öyle anlattı ki birden konuya
düştüm. Bu sizin yere düşmeniz demek değildir,
hızla idrak boyutu değiştirmenizdir. Kişi hızla
dûniHİ idraktan vazgeçer, onu reddeder, Billâhi
idraka teslim olursa o halin bir mânâsı budur:
Allah’a karşı secde etti ve düştü.
Bu hâlin zâhiren çok makbul olan gösteril-
me şekli secdemizdir. Secdede zâhiren bu harfi
sûretlendirmeniz teslimiyetinizin işaretidir. Tes-
limiyetin şeklen işâreti alnın yere değmesidir.
“Alnımın yazısı” dersiniz ya, onun gibi düşünün.
Hûd Sûresi 56. âyet diyor ki; “Onları alınlarından
çekeriz (oradan yönetiriz).” Seni alnından yöne-

301
tiyor. Oradan kaynaklanarak beynin önemi an-
laşılır. Ama oradaki beyin değildir. Oradaki his
Kalb’tir. Organ beyin olabilir ama orada “BEN”
diyen kalbtir, kalbındır, nefsindir. Nefsinin sem-
bolü, yeri, odak noktası orasıdır. Siz onu yere
koymakla ona bir nevi haddini bildirmiş olur-
sunuz, o hareket teslimiyet işaretidir. Bu normal
hayatta da karşılaşılan bir şeydir. Allah muha-
faza etsin, güç sahibi olanlar birilerine gücünü
göstermek için onları yere yatırırlar, onlara etek-
lerini öptürürler. Secde bir teslimiyet işaretidir.
Siz alnınızı yere koymakla sizin “Müstakilen VA-
RIM ve Muhtarım” iddianıza sebep olan alnınız-
daki gücü sahibine teslim edersiniz. Secde böyle
bir harftir, şekildir. “Allahım Müstakilen VAR ve
Muhtar ancak SENSİN, Lâ ilahe” demenin şekli-
dir, onun harfidir. Burnunu yere değdirmen ne-
dir? “Bu iddiayla kendini bir şey zanneden hali-
min burnunu yere sürttüm Ya Rabbi” demektir.
Secdeyle siz onun burnunu yere sürtüp “Beni
saptırtan o halin aklı başına gelsin” dersiniz.
Onlar, kendilerine hatırlatma yapılınca böyle
davranırlar, artık kendi adlarına “BEN demek söz
konusu olmaksızın secdeye kapanırlar. Çünkü
onlar artık Rablerini hamdı ile tesbih ederler. Bi-
zim için şu çok önemlidir, ben kendi adıma mı
“BEN” diyorum, yoksa Allah’ın adına mı? Bunun
artık gündemimizden çıkması lazım. Biz hâlâ
onun önemini konuşuyoruz. Bu şuna benziyor.
Bir îlan var, eğitimin önemi konuşulacak. Bizim
gençliğimizde sürekli öyle konferanslar olurdu:
Çevrenin önemi, eğitimin önemi, tarımın öne-

302
YILMAZ DÜNDAR

mi, ormanın önemi. Hâlâ önemi tartışılıyor, hiç


amel yok. Sanki bir itiraz eden var gibi sürekli
önem konuşuyoruz. Çünkü henüz önemi nok-
tasında birleşmedik! Dolayısıyla, âyet bize diyor
ki: “Müstakilen VARIM ve Muhtarım” iddiasın-
dan sıyrılın, önemini tartışmak artık bitsin, bilgi-
niz amele dönüşsün.
Onlar artık o iddia söz konusu olmaksızın
“Sübhânallahi ve Bihamdihi” derler. Bu öyle
bir tesbihtir ki söyleyenin öyle bir iddiası yok-
tur değil, böyle bir iddia söz konusu değildir.
“Sübhânallahi ve Bihamdihi” Allah’ın çok hoş-
nut olduğu bir tesbih diye bilinir. Bunu insanca
düşünmeyin, o “Bu sözü duyunca hoşlanıyo-
rum” demek değildir. “Sübhânallahi ve Bihamdi-
hi” mânâ olarak şirkten küfürden o kadar uzak
bir sesleniş ki başka “Müstakilen VAR ve Muh-
tar” orada söz konusu bile değildir.
Allah nefslere “Rabbiniz ben değil miyim?”
dediğindeki onların halleri Esfele Sâfiliyn değildi,
Ahseni Takviym’diler. Bu yüzden “Rabbimiz sen-
sin Ya Rabbi”yi o kadar bir huşu ve mutlulukla
söylediler ki. Zaten Allah, “Rabbiniz BEN değil
miyim” emrini kula haz verici öyle büyük bir
ahenkle duyurdu ki mest oldular, huşu içinde
“Rabbimiz sensin Yâ Rabbi” dediler. Çünkü Es-
fele Sâfiliyn nedir bilmiyorlar. Onlar için bu bil-
ginin dışı yok, dûniHİ algı söz konusu değil. İşte
Sübhânallahi ve Bihamdihi hali öyle bir şeydir.
Ebu Hureyre radyallahu anh’den: “İnsanoğlu
secde âyetini okuyup secde ettiğinde şeytan ağ-

303
layarak çekilir; ‘Eyvahlar olsun, Âdemoğlu secde
ile emrolundu, secde etti ve cenneti kazandı.
Ben ise secde ile emredilince direndim ve so-
num ateş oldu’ der.” (Hadis)
İki yoldan birini seçeceğiz. Bu mu, yoksa Rab-
bimizin dediği mi? Lütfen çok akıllı davranıp
şeytanın deneyiminden yararlanalım. Şeytana
secde emredildi ama o; “Secde edenlerden ol-
madım, tereddüt ettim, ikileme düştüm, karşılı-
ğım ateş oldu, yani cehennemle cezalandırıldım”
dedi. Anlattığı bu tecrübeden yararlanalım.
“O melâikenin hepsi toptan secde ettiler. İblis
müstesna. O mütekebbir davrandı ve kâfirlerden
oldu.” (Sâd; 73-74)
Hadisten ve Secde-15’den öğrendik ki: “Mü-
tekebbir olmayanlar kendilerine hatırlatma ya-
pılınca, bu âyetler söylenince hemen secdeye
düştüler, yani dûniHİ algı ve zannlarını reddet-
tiler, “Müstakilen VARIM ve Muhtarım” iddiası-
nı hemen reddettiler, “Ancak Allah Müstakilen
VAR ve Muhtar” dediler ve bir kerede iddiadan
sıyrıldılar, bunu şeklen sûretlendirmek için de
secdeye kapandılar, alınlarını yere koydular, tes-
lim oldular, burunlarını sürtüp kendilerine doğ-
ru yolu gösterdiler.” Ama bu olayı görünce şey-
tan dedi ki: “Eyvah, Âdemoğlu müstakilen VAR
ve muhtar olmadığını öğrendi, bunu yapanlara
artık gücüm yetmez.” Bir başka âyette; “Bütün
kullarını saptıracağım. Ancak ‘Müstakilen VAR
ve Muhtar iddiasından vaz geçtim’ diyenler
hariç. Çünkü onlar secde ettiler, cenneti kazan-

304
YILMAZ DÜNDAR

dılar. Bana bu daha önce teklif edilmişti, secde


etmedim sonum ateş oldu.”
Sâd 73 ve 74’te Hz. Âdem aleyhisselam yara-
tıldığındaki olay öğretiliyor: Melaike toptan sec-
de etti. İblis müstesna. O secde etmedi. Çünkü o
mütekebbir davrandı ve kâfirlerden oldu. Yani o
kendi adına bir varlık iddiasında bulundu. Allah
ona söylediği halde o; “Şöyle yapacağım” diye
hüküm verdi, “Hüküm sahibiyim” dedi. Böylece
kâfir oldu. İşte iki yol. Şeytanın bu tuzağına dü-
şen insanlar varsa bu âyet onlara sesleniyor:
“Eğer insanlar (Allah’a karşı) müstekbir dav-
ranırlarsa; (bilsinler ki), Rabbinin indinde bulu-
nanlar hiç usanmaksızın gece ve gündüz O’nu
tesbih ederler.” (Fussılet-38)
Bu hitap insanlar için! Çünkü başka âyetlerden
öğreniyoruz ki insan dışında, Allah’a kulluk et-
sinler diye yaratılmışların dışında yerde ve gökte
ne varsa hepsi secdede ve tesbihattadır ama siz
onu anlayamazsınız. Âyet der ki; “Buna rağmen
insanların bir kısmı secde etmez. Secde etme-
yen etmesin. Eğer müstekbir davranıp Allah’a
secde etmeyen varsa, o iddiadan vazgeçmeyen
varsa bilsin ki, Rabbinin indinde bulunanlar hiç
usanmaksızın gece gündüz O’nu tesbih ederler.”
Secde edenleri nasıl da sevdi Rabbimiz, nasıl bu
tarafa aldı? Onu kendi tarafına çekti ve örnek
gösterdi, “Böyle yapanlar var” dedi.
“Muhakkak ki, Rabbinin indindekiler O’na
müstekbirûn olmaksızın kulluk ederler, O’nu

305
tesbih ederler ve O’na secde ederler.” (A’râf-206,
secde âyetidir)
Bu âyetle birlikte anahtar kelimeyi bir kez
daha ele almış olduk: “Mütekebbir davranan
‘İyyâKE na’budu VE iyyâKE nesta’iyn’ demez,
derse de kabul olmaz.” O zaman bu anahtar ke-
limeyi iyi öğrenmek ve mütekebbir davranışlar-
dan kendimizi temizlemek gerekir. Ama önce id-
diasını reddetmek, iddiasına “Lâ” demek lazım.
“Rabbinin indinde öyleleri vardır ki böyle ya-
parlar.” Bu kapsam için bir alt sınır söyleyecek
olursak, kulların bu iddialarından vazgeçmeleri
ve ona uygun davranmalarıdır. Yani “Semi’na
ve eta’na; ya Rabbi, uyarını duyduk ve uyduk”
demeleridir. Âmener Rasûlü’den öğreniyoruz ki
bu davranış o kulu makbul yapar. Bunu diyen
ve gereğini yapan “Rabbinin indindeki” kişidir.
Sınır budur, buradan başlar. Uyarılara; “Semi’na
ve eta’na, ğufraneke Rabbena” diyen Rabbinin
indinde makbul kuldur, indindeki kul odur, o
“İndimizdekiler” sınıfına girer. Buradan itiba-
ren nefsinin idrakını ve ona uygun hayat tar-
zını yükselterek bu sınıfa girer ki bu doğrudan
kader kültürü ile ilgilidir. Kader kültürünü anla-
yıp ona uygun hayat tarzı oluşturabilirse Rab-
binin indinde farklı statüde bir kul olur. Ancak,
“İndindekiler”den yalnızca bu ileri statüdekiler
anlaşılırsa birçok müslümana haksızlık olur.
“Âmentü Billâhi ve Rasûlihi” ve “Semi’na ve
eta’na” demişten itibaren hepsi Rabbinin indin-
deki bu sınıfa girer inşâAllah.

306
11.
“MÂNÂ AYRIŞTIRMAK” ve
“MÂNÂ ÇAKIŞTIRMAK” USÛLLERİ

Mütekebbir anahtar kelimesini âyetlerle ta-


nıdık ve Mütekebbir davranışlardan da korktuk.
Mütekebbir davranışlardan kurtulmak ve o dav-
ranışların şerrinden korunmak için Allah’a sığın-
dık. Bunu bir hayat tarzı haline getirebilmemiz
için mütekebbir halin bizde nasıl açıldığını da
Kur’ân’dan ders etmemiz gerekir ki işi kaynağın-
dan kapatalım. Kaynağından kapatmak kader
kültürüne uygun davranmaktır. Artık “Bu işleri
yaparken kader kültürüne nasıl uygun davrana-
cağız?” noktasına geldik.
Bu bölümde az da olsa Kader konusu ile ilgili,
belki de herhangi bir yerde yazılı bulamayacağı-
nız önemli cümleler paylaşacağız. Benzer cüm-
lelere diğer kitapçıklarda rastlamışsınızdır ama
onları derli toplu bir şekilde paylaşacağız. Niye
önceden söylüyorum? İnşâAllah cazibe oluştur-
sun diye.
Aslında bütün paylaştıklarımız kaderle ilgili-
dir. Yalnızca “Kader” diye başlık atıldığı zaman
konu o zannedilse de aslında bizim kitapçık-
larımızın tamamı kader ve kaza konusu kap-
samındadır. Kader konusu çok önemlidir ama
önemi yüzünden de çok tehlikelidir. Tehlikesini
belirten iki tane hadisi inşâAllah sırası geldiğin-

307
de okuyacağız. Kader konusu genellikle “bilgi”
zannedildiği için, onunla ilgilenenler o bilgiyi
alınca mesele hallolacak, bir şeye inanacaklar,
kabullenecekler sanılmaktadır. Hâlbuki kader
konusu bir kültürdür, bir bilgiyle elde edilecek
bir davranış biçimi değildir, o kader kültürüdür.
O kültür ne kadar olgunlaşırsa o kadar dışarı-
ya yansır. İşte biz kitapçıklarımızda o kültürün
oluşmasını sağlamaya çalışıyoruz. Ancak, kader
konusunu konuşmanın bir şartı vardır, o şart ye-
rine gelmemişse kişinin onu birisinden dinleme-
si, onun hakkında konuşması çok sakıncalıdır,
tehlikelidir. Yeri gelince bunu genişleteceğiz. Bü-
tün konuşmalarımız, paylaşımlarımız o kültürü
oluşturmak adına olduğu için, bu bölümü de o
çerçevede değerlendirelim. Süze süze o başlığa
geliyoruz, aniden “Kader” diye bir başlık koyma-
yacağız. Zaten o konuyu süzerek gidiyoruz.
“İyyâKE na’budü ve İyyâKE nesta’iyn’de ne-
redeyiz?” bunu bir hatırlayalım: Söyle onlara,
eğer onlar “İyyâKE na’budü ve İyyâKE nesta’iyn”
demeselerdi neye yararlardı? “İyyâKE na’budü
ve İyyâKE nesta’iyn” Allah’ın indinde kulu böy-
le makbul yapan bir söylemdir. İkinci olarak
da bir davranış biçimidir. Şunu tespit etmiştik,
mütekebbir olanlar “İyyâKE na’budü ve İyyâKE
nesta’iyn” demezler. Aslında bu zâhiren bir cüm-
ledir. Bunu incelersek öyle haller vardır ki orada
“Demezler” değil, “Diyemezler” deriz. “İyyâKE
na’budü ve İyyâKE nesta’iyn”i duymak ve söy-
lemek önemli bir nasiptir, önemli bir ikramdır,
bir hediyedir. Evet, mütekebbir olanlar “İyyâKE

308
YILMAZ DÜNDAR

na’budü ve İyyâKE nesta’iyn” demezler. Eğer kişi


mütekebbir ama farkında değilse ve “İyyâKE
na’budü ve İyyâKE nesta’iyn” diyorsa o söyleme
ondan sayılmaz. Bu sonuca varmıştık. Ve insanı
cehenneme yalnızca bir davranışın götürdüğünü
de anladık; mütekebbir davranış. Yalnızca mü-
tekebbirler cehenneme girer. Mütekebbir bizim
için çok önemli bir anahtar kelime olunca onu
tanımlamaya, “Mütekebbir kime denir, Kur’ân
kime mütekebbir diyor?” onu ayetlerle anlama-
ya çalıştık. Bir şey daha tespit ettik: Kur’ân kime
“Mütekebbir” diyorsa meâl ve tefsirler maalesef
önce ona “mütekebbir” demiyor, mütekebbi-
ri öncelikle başkasına söylüyorlar. Böylece, ce-
hennemle ilgili bir vasıf gözden kaçmış oluyor.
Mütekebbirin tefsirlerde ve meâllerde en yaygın
tanımlanış biçimini özetlemiştik, oradan devam
edeceğiz. Çünkü o mânâ şimdi bize lazım.
“Mütekebbir” kibirli davranan insan, kibirli
insan diye anlatılır ve kibir kötülenir Oysa kibir
çok şerefli bir vasıftır, Allah’a aittir. Bunu altını
çizerek bilmek lazım. Eğer normal konuşmaları-
mızda “kibir” kelimesini kınıyorsak Allah’a ait bir
vasfı kınıyoruz demektir. Âyetlerde kibirli insana
kızılmasının sebebi, Allah’a ait olan bu çok yüce,
şerefli davranışa kişinin sahip çıkıyor olmasıdır.
Ona kızarız, kibre kızmayız. Çünkü Kibriya an-
cak Allah’ındır, Mütekebbir de Allah’ın ismidir.
Kişi Mütekebbir ismine sahip çıkıp da Allah gibi
davrandığı için kızarız, “Sen Allah gibi davranı-
yorsun” deriz. Bunu fark etmeyip kibre kızan
Allah’a kızmış olur, kibre küfreden Allah’a küf-

309
retmiş olur. Bu yüzden, Mütekebbir’i “kibirli in-
san” diye kenara ayırırsanız manasını anlamak
hiç mümkün olmaz, hiç Muhammedî olmayan
bir amel çıkar. Biliyoruz ki Muhammedî olma-
yan da kendince kibirli insan olmamaya çalışır.
Ama kibirli insan olmamayı başardı diye cennet-
lik olmaz. “Kibirli insan” olma ve olmama tanımı
insanlarındır, “cennete veya cehenneme gidecek
insan”ın tanımı ise Allah’ındır, insanların tanı-
mına göre gidilmez. Mütekebbir’e de Allah’ın
tanımına göre bakmak gerekir demiştik ve ince-
lemiştik.
Peki, Mütekebbir’in zıddı nedir? Bir kişi mü-
tekebbir olmayacaksa veya mütekebbir insan
değilse nasıl olması lazım? Bunu genellikle al-
çak gönüllü insan diye tarif ediyorlar, “İnsan al-
çak gönüllü olmalı” diyorlar. Âyet ve hadislerde
“mütekebbir” kelimesi insanlar arasında ise “ki-
birli insan” diye, Allah’a karşı ise “Allah’a büyük-
lük taslayan” diye meâllendiriliyor. Hatırlayacak-
sınız, bu konuda şöyle bir soruyla kendimizi test
ettik: Bir kişi Allah’a karşı nasıl büyüklenir, olabi-
lecek bir şey midir? Bir insan bir insana kendince
büyüklenebilir ama Allah’a nasıl büyüklenebilir?
“Allah’a büyüklenmek nedir?” bunun tarif edil-
mesi lazım. Tanımları lütfen çok önemseyin. Size
özellikle dünya ve âhiretiniz için çok önemli bir
hayat tarzı olan İslam’la ilgili bir davranış biçimi,
bir kelime söylerlerse “Bunu bir tanımla” deyin.
Daha tanımlarken vazgeçecektir, çünkü tanım-
layamayacaktır. Eğer bir tanım yaparsa da onun
Kelime-i Tevhid’e uymadığını görecektir. Âyet

310
YILMAZ DÜNDAR

ve hadislere ait bir tanım yapıldığında, o mutla-


ka ve mutlaka “Lâ ilâhe İllallah, Muhammeden
Rasûlüllah” manasına uymak zorundadır. Buna
uymuyorsa o bir Kur’ân tanımı değildir. Soru-
muza dönelim; bir kişi Allah’a karşı nasıl alçak
gönüllü olabilir? Bunu bir tanımlayın. Şöyle ya-
parsanız Allah’a karşı alçak gönüllü olursunuz
denilenlerin hiç birisi olmaz, bütün tanımlar
küfre girer. Allah’a öyle bakamaz, öyle davrana-
mazsınız. Bir özet yapmış olduk, çünkü işte bu-
rada kalmıştık.
Mütekebbir’i böyle tanımlarsanız, Kur’ân’daki
bu anahtar kelimeyi anlayamazsınız, fark ede-
mezsiniz, böylece Kur’ân’ı ve İslâm’ı da kesinlik-
le anlayamazsınız. Kur’ân’ı ve İslâm’ı anlamaya
engel olan kelimelerden birisi “dûniHİ-dûnillah”
kelimesi, anlayışı ve idrakıydı. “Aşağıların Aşağı-
sı” kitapçığında tamamen onu ele aldık. Bir diğe-
ri de “Mütekebbir” kelimesidir. Mütekebbir ko-
nusu yerine göre tüm kitapçıklarımızda geçiyor.
Mütekebbir ile ilgili idrakımızı ilerleteceğiz.
Zaten Mütekebbir kelimesine de bir idrak se-
yahati ile gelmiştik. Bir idrak ilerletmesi yapa-
cağız ama şunu baştan söyleyeyim: Eğer bir kişi
Mütekebbir’i “kibirli insan, Allah’a büyüklenen
insan” olarak tanımlarsa, zıddı, mukabili ola-
rak da “alçak gönüllü kişi” derse veya tasavvufî
konuşacağım diye onu “Benlik sahibi” diye tarif
ederse işin içinden çıkamaz, yanlıştır. Günümüz-
de Mütekebbir ile ilgili “tasavvufî” adı altında
yapılan açıklamalar yanlıştır. Tasavvuftan uzak
durarak normal dünya hayatı bakışıyla meâl

311
yapanların bütün karşılıkları da Kur’ân’a göre
yanlıştır. Hiç biri Allah’ın “Mütekebbir” dediği
değildir. Öyle olunca, biz açıkladığımız Müte-
kebbir manasına göre bir idrak ilerlemesi yapa-
cağız. Ama bilelim ki idrakımızı ilerletmek için o
tanımlar yeterli olmaz. Şimdi yaptığımız tanıma
göre devam edelim.
Mütekebbir’in özelliği şuydu: Mütekebbir
davranan kendi adı namına “BEN” der. Tekrar
ediyorum ki, “BEN” demek çok şerefli bir tak-
dim şeklidir, yalnızca Allah’a ait olan bir takdim
şeklidir. Ancak Allah kendisini bir kuluna tanı-
tacağı zaman “Ben benim” der. Halife kıldığı in-
sana da işte bu yetkisinden “BEN” deme yetkisi
vermiştir, “BEN” deme şerefi vermiştir. Bu yüz-
den “BEN” kelimesini çok sevmek lazım. “BEN”
kelimesi doğrudan “ALLAH” kelimesidir, bu ka-
dar şereflidir. “BEN” ve “Benlik” kelimelerinin
suçlandığı anlatımlar yanlıştır. Ne “Benlik” suç-
tur ne de “BEN” kelimesi. Mesele bu kelimelerin
kullanılış biçimidir, “kibir” kelimesinde olduğu
gibi, “Mütekebbir”de olduğu gibi. Mütekebbir
davranan insan kendi namına “BEN” der. İdrak
basamaklarını sorularla oluşturacağımız için
soruyoruz; niçin kendi adına “BEN” der? Çün-
kü dünya hayatında dûniHİ algı ve zann’larıyla
karşılaşmıştır, öyle de yaşamaktadır. Yani dûniHİ
algı ve zann’ları sonucunda kendisi için bir tes-
pitte, bir iddiada bulunmuştur; “Ben Müstakilen
VARIM ve Muhtarım” demiştir, kendisini “Müs-
takilen VAR ve Muhtar” sanmıştır. Bize göre bu
bir iddiadır ama ona göre bir iddia değildir, ga-

312
YILMAZ DÜNDAR

yet doğrudur. Bizim Allah’a îmanımızı bir kefeye


koysalar, “Ben Müstakilen VARIM ve Muhtarım”
diyen kişinin de buna imanını bir kefeye koysa-
lar, onun bu söylediğine inancı bizim Allah’a
inancımızı geçer, ağır basar, o iddiasına kişi bu
kadar kuvvetli inanır. İşte biz, bu kadar kuvvet-
li olan o algıyı yıkmaya çalışıyoruz. Efendimiz
(SAV) zamanında vahiy geldiği için, vahiy gelme
atmosferi bulunduğu için o Risalet nûruyla in-
sanlar duyunca, tabi olunca, izin verilmiş kişile-
rin algıları bir anda değişiyor. Şu an hâlimiz öyle
değil, kendimizi çok zorlamamız gerekiyor. Kişi
kendi nâmına “BEN” dedi. Çünkü dûniHİ algı
ve zann’ları sonucunda kendisi için bir iddiada
bulundu: Ben Müstakilen VARIM ve Muhtarım
dedi, kendisini öyle zannetti. Bu zanna sebep
neydi? O kendisini dûniHİ içinde buldu. Sonra
o algıyla hayata bakınca zannlar edindi, kendi
zannlar türetti. DûniHİ algıda bu zann’ları türet-
me sebebi ne idi?
Bir diğer önemli anahtar kelimeye geldik. Ki-
şinin dûniHİ algıyla zann üretme sebebi Muhta-
riyeti Tercih Gücü idi. O algı ve zann’ların sebebi
o kişideki Muhtariyeti Tercih Gücü’dür/MTG’dir.
Bunu şimdi böyle tespit ediyoruz, konu ilerledi-
ğinde MTG’yi Kur’ân’dan inceleyeceğiz, ne de-
mek olduğunu âyetlerle göreceğiz. Ama önce
zihnimizde onun algısını oluşturmamız gereki-
yor ki o algıyla âyetlere bakalım. Eğer algı oluş-
mazsa âyetleri çözemeyiz.
Aradaki idrak basamaklarını atlarsak şimdi
geldiğimiz nokta şudur; kişi neden mütekebbir?

313
MTG yetkisini fark etti, onunla bu zanna girdi,
bir şeyi tercih etti; kendisinde bir şey gördü;
hüküm verebilme! Kendisinde hüküm verebil-
me gücünü gördü. Halifetullah’ı halife yapan en
önemli özellik budur; hüküm verebilme. O ken-
disinde hüküm verebilmeyi gördü, işte o zaman
hüküm verdi; Ben Müstakilen VARIM ve Muhta-
rım. Bu müstakilen VAR ve muhtarı size takdim
ederken “BEN” diyorum dedi ve kendi namına
“BEN” dedi. Ama bütün onlardan önce buna se-
bep olan, onun kendinde bulduğu şey Hüküm
Verme Yetkisi idi. Ona biz bir isim koyduk. Biz
onun size söyleyeceğimiz bir kelime olarak ismi
bulunmadığı için oraya Allah’ın lütfu ve izniyle,
Biiznillah isim koyduk; Muhtariyeti Tercih Gücü.
İşte kişi kendisindeki o MTG yetkisini “Müsta-
kilen VAR ve MUHTAR” bir güç olarak algıladı.
DûniHİ algıda olduğu için. Kendini Allah’ın dı-
şında müstakil varlık zannettiği için, kendisinde
bulunan bu gücü de müstakil ilan etti, MTG’yi
Müstakilen VAR ve MUHTAR” bir güç olarak
algıladı. Nasıl süzerek Mütekebbir kelimesine
gelip onu anlamaya çalıştıysak, şimdi de MTG’yi
anlamalıyız ki buradan İslâm’a uygun ve bizim
için çok kolaylaştırılmış amel çıkarabilelim.
Şimdi MTG yetkisinin anlaşılabilmesi için
yöntemlerden bahsedeceğiz. Buraya kadar
paylaştıklarımızda bu yöntemleri kullanmadık.
Ama öyle bir noktaya geldik ki MTG yetkisinin
anlaşılabilmesi için söyleyeceğim şu yöntemleri
kullanacağız. Bu yöntemler ayırt edilmediği için,
fark edilsinler diye Biiznillah isimler verdik, onlar

314
YILMAZ DÜNDAR

Biiznillah isimlendirildi. Bu yöntemlerin önemini


ben izah edemeyebilirim, siz “Onları nasıl kulla-
nırım, nasıl anlarım?” diye lütfen kendinizi zorla-
yın. Çünkü konunun sonunda ne kadar önemli
olduğunu hadis ve âyetlerle göreceğiz inşâAllah.
Bu yöntemlerden bütün kitapçıklarda bahset-
tik. Sanki yeni söylüyor gibi anlatıyoruz ama Biz
“İyyâKE na’budü ve İyyâKE nesta’iyn”i tekrar et-
tiğimiz için bunu da daha önce paylaştık.
O çok önemli yöntemlerden birisi Mânâları
Çakıştırma Tekniği’dir. O kadar önemli ki
Mânâları Çakıştırma Tekniği’ni bilmeyen, uygu-
lamayan Kelime-i Tevhid’in mânâsını mümkün
değil anlayamaz, mümkün değil. Onu papa-
ğan gibi söyler. Bazıları papağana ezberletiyor,
papağanın “Lâ ilâhe illallah” dediğine haber-
lerde, sosyal medyada rastlıyorsunuz. Çok da
muntazam söylüyor. Ondan farklı söylemek
zorundayız, onun gibi yapıyorsak bizim için bir
değerinin olmadığını düşünmek lazım. Bunun
sevabı yok mu? Onun da bir sevabı var ama o
sevap seni Esfele Sâfiliyn’den kurtarmaz. Esfele
Sâfiliyn öyle kuvvetli ki Bismillâhir Rahmânir
Rahıym gibi güçlü bir kelimeyi söylüyoruz da
kurtulamıyoruz. Gücünü düşünebiliyor musu-
nuz? “Eûzü Billâhi mineş şeytânir raciym” diyo-
ruz ve kurtulamıyoruz. İnananlar “Eûzü Billâhi
mineş şeytânir raciym”in gücü tartışılır mı?
Besmele’nin gücünü tartışılabilir mi? Ama söy-
lediğimiz halde bizi kurtarmıyor. Esfele Sâfiliyn
böyle kuvvetli bir algı. Bize öğretilen doğruları

315
eğer ona tesir edecek güçte söyleyemezsek tesi-
rinden yararlanamayız.
O yöntemlerden birisi Mânâları Çakıştırma
Tekniği’dir. Dikkat edin, “Mânâları” diyoruz. De-
mek ki kesretten gelen bir şey, yani fazla mânâ
var ve onları çakıştırıp tek yapmaya çalışacağız.
tevhide hep tekleştirerek gidilir. Mânâları birleş-
tirmek, çakıştırmak, tevhide gitmenin yoludur.
Bunlarla ilgili özellikleri biraz sonra bir kaç cüm-
leyle göreceğiz, şimdilik yöntem isimleriyle yeti-
nelim, dalıp da konuları genişletmeyelim.
İkincisi Mânâ Ayrıştırma Tekniği’dir. Burada
“Mânâlar” demedik, çünkü tek bir mânâ var,
onu içindeki mânâlara ayrıştıracağız. Çok ben-
zemiyor ama dünyaya ait bir örnek vereyim.
Çünkü dünyadaki hiç bir şey İslam’la öğrendik-
lerimize benzemez. Örnekler anlamamız içindir,
onu tam benzetmek için değil. İki hidrojenle bir
oksijen su oluşturur. Hidrojenin tabiatı farklıdır,
oksijenin tabiatı farklıdır. İkisi birleştiği zaman
su diye çok farklı bir şey çıkar. Bu suyu tek mânâ
olarak düşünün. Hidrojen ve oksijen diye bilinen
kesretteki mânâlar birleşti, çakıştı, su meydana
geldi, yani başka bir mânâ meydana geldi. Kim-
yagerler suyu anlamaya çalışıyorsa ne yaparlar?
Suyun yapısını anlamak için analiz yaparlar, onu
ayrıştırırlar. Onu hidrojene ve oksijene ayrıştırır-
lar, onların miktarlarına, açılarına bakar, mole-
külleri incelerler. Niye? Suyu anlamak için. Suyu
anlarken bunları da anlarlar. Demek ki bu dün-
yada zaten yapılan bir yöntem. Ancak şimdi biz
bunu âhiretimiz için kullanacağız. Bir mânâ var,

316
YILMAZ DÜNDAR

anlamak için onu mânâlarına ayrıştırma tekni-


ği ile ayrıştırmak gerekiyor. Kur’ân ve hadislerde
dâima mânâ ayrıştırma ve mânâ çakıştırmalar
vardır.
Üçüncüsü Uluhiyet Dili, yani Tevhid Dili’dir.
Bu dili bilmezsek anlayamayız. Ama bu dil kursa
gidilerek öğrenilen bir dil değildir. İslamiyet’te
çok önemli bir eğitim yöntemi vardır, dünyadaki
hiç bir sistemde olmayan bir şey vardır. Dışarıda-
ki hayatta siz bir şeyi öğrenirken hata yaparsanız
mükafat verirler mi? Ama siz İslâm’ı öğrenmek
için çalışırken hata yapsanız sevap kazanırsınız.
Böyle farklı bir yöntem vardır. Bir de, dünya işleri
için kursa gitmek gerekir. İslâm’ı öğrenmek için
kursa gitmek gerekmez, sadece tâlip olmak ye-
terlidir. Öğreten, besleyen Rabbin hemen sana
öğretir. Peki, nasıl tâlip olunur? İşte onu anlama-
ya çalışıyoruz.
Dördüncü ise Kesret Dili’dir. Her iki dil çok
önemlidir. İleride bu iki dille ilgili olarak, Efendi-
miz (SAV) in sahabeyi nasıl azarladığını hadisten
okuyacağız. O zaman göreceğiz ki bu diller var-
mış ve önemliymiş.
MTG’yi anlamak için işte bu dört yöntemi
kullanacağız: Mânâları Çakıştırma Tekniği, Mânâ
Ayrıştırma Tekniği, Uluhiyet/Tevhid Dili ve Kes-
ret Dili. İncelemek üzere MTG’ye giderken ilk
ele alacağımız, bu yöntemleri ilk uygulayacağı-
mız mânâ Âmenû Billâhi ve Amilus Sâlihâti’dir;
Billâhi anlamıyla Allah’a iman edenler ve ona uy-
gun amel yapanlar. Bu mânâyı ayrıştırmaya tabi

317
tutacağız. Çünkü burada mânâ çakıştırılmıştır.
Bu mânâyı size söylerken iki tane tanım varmış
gibi söyledim, mecburen, anlayabilmemiz için.
Eğer dünyada cennet dilini konuşsak anlaşa-
mayız. Cennet dilini öğrenenler anlaşır ama biz
dûniHİ algıyla o dili anlamadığımız için anlaşa-
mayız. Mânâ çakıştırma bu yüzden önemlidir,
onu öğrenen kişi cennet dilini öğreniyor demek-
tir.
Âyetleri incelediğinizde görürsünüz ki cen-
net için, “Orada boş söz yoktur, orada yalan
yoktur” gibi tanımlar geçer. Eğer buna dünyada-
ki “Boş söz ve yalan” gibi bakarsak aldanırız. Bu,
“Cennette kimse bana yalan ve boş söz söyle-
meyecek, hep güzel sohbetler edeceğiz” demek
değildir. BOŞ SÖZ Allah’ı örten sözlerdir, Allah
yokmuş gibi kurulan cümlelerdir. YALAN Allah
üzerine uydurulandır, en önemli yalan Allah
üzerine uydurulan “Ben Müstakilen VARIM ve
Muhtarım” iddiasıdır. Bu bir iftiradır ve bâtıldır.
İşte cennette bunlar yok demektir. Lütfen düşü-
nün, bunlar olmazsa cennette ne olur? Dünyada
sırf bunları konuşuyoruz, bunlar olmazsa cen-
nette ne konuşacaksınız? Dünyada tüm konuş-
tuklarımız “Müstakilen VARIM ve Muhtarım”
iddiasına yönelik. Bu iddiaya yönelik savaşlar,
Allah’ı örten cümleler, Allah yokmuş gibi davra-
nışlar. Ayetler “Cennette bunlar yok” diyor. Bizim
dünya hayatında yaptığımız, konuştuğumuz hiç
bir şey orada yoksa, yani biz o dili bilmiyorsak
ne yapacağız? O dili bilmiyorsak bizi oraya alırlar
mı? Almazlar. İşte Kur’ân bize bu dili öğretiyor,

318
YILMAZ DÜNDAR

Kur’ân’dan öğrenmemiz gereken bu dildir. Bu


mânâdır, kelimeler değil mânâdır.
“Âmenû Billâhi ve Amilus Sâlihâti” derken ve
bunu tanımlarken dedik ki, bu ifadeyi “Allah’a
inanmak ve salih amel yapmak” şeklinde tanım-
lamak zarar veriyor. Çünkü bu tarif “Allah’a inan-
dım” diyen herkesi kapsıyor. Hâyır! Bu yalnızca
“Âmentü Billâhi” diyeni kapsar, Billâhi anlamın-
da iman edeni kapsar. Âmenû Billâhi ve Amilus
Sâlihâti; Billâhi anlamında iman edenler ve bu
imana uygun da amel yapanlar demektir. Kur’ân
bunları müjdelemiştir, Allah bunlara vaatte bu-
lunmuştur. Bu cümle kapsamında iki ayrı mânâ
söyledik; îman ve amel. Oysa “Âmenû Billâhi ve
Amilus Sâlihâti” tek bir mânâdır, tek bir tanım-
dır, tek bir davranıştır. O bir cennet mânâsıdır,
cennetteki bir insanı tasvir ve târif eder. Ama
onu tek bir mânâ olarak dünya dilinde söyleye-
bileceğimiz bir kelime, bir cümle yoktur, olmaz,
o zaman dünya dili bozulur. O yüzden, “Âmenû
Billâhi ve Amilus Sâlihâti” -yalnızca Türkçede
değil- tüm dünya dillerine göre iki davranış gibi-
dir. Ortada “ve” olduğu için sanki iki farklı tanım
gibidir. Oysa o tek bir mânâdır, tek bir davranış-
tır. Burada mânâ çakıştırılmıştır.
Dünya yaşantısında da mânâ çakıştırmalar
vardır. Bunun örneklerini görebiliriz ama şimdi
onları çoğaltmadan farkını söylemek istiyorum.
Dünya dilinde, yani dünya hayatında biz farkına
varmadan mânâ çakıştırırız. Bunu yaparken hep
aynı yöndeki mânâları çakıştırırız, çakıştırdığı-
mız mânâların ikisi de aynı yöndedir. Birisi daha

319
derin mânâdır, birisi belki ondan biraz önde bir
mânâdır, o ikisini çakıştırırız. Buna anne kelimesi-
ni örnek vermiştik. O bir mânâ çakıştırmadır. Bir
çocuğa “Annenle ilgili yaz bakalım” deseniz, zor-
lasanız ve iki sayfa yazdırsanız, iki sayfa annesini
anlatsa, o çocuk “Anne” derken o yazdıklarının
hepsini birden söylemiş olur, annesi de onların
hepsini kabul etmiş olur. “Yavrum, şu satırdaki
bir kelimeyi söylemedin” demez, mânâ çakışmış
bir şekilde onu kabul eder. Bir sürü mânâ o keli-
mede toplanmıştır. Ama dikkat edin hepsi aynı
yöndedir, annesiyle ilgili söylediklerinde zıt bir
cümle yoktur. Çok dikkat edin, şimdi çok önem-
li bir şeyi paylaşacağız, herhangi bir yerde bula-
mayacağınız çok basit ama çok önemli bir şeyi
paylaşacağız. Oysa tevhidi anlamak için dünya
diline göre zıtlar çakıştırılır, çakıştırılan mânâlar
aynı yönde değillerdir. Bu yüzden insan zorlanır,
bu yüzden insan İslâm’ı anlayamaz da “Ama şöy-
le ama böyle” der, bu yüzden kader anlaşılama-
mıştır, bu yüzden ayetler anlaşılamamıştır. Ve bu
yüzden birisi bir konuda yazarken çizerken dü-
şüncesiyle ilgili olarak âyetlerden destek alıyor-
sa düşüncesine uygun ayetleri bulur alır, ona zıt
gibi gelen âyetleri ise kenara çeker. Oysa ikisini
birden almazsan olmaz. Ama nasıl alsın? O zıt!
Onu zıt zannediyor. Bu da gösteriyor ki Kur’ân
bir beşer sözü değildir, hiç bir beşerin başarama-
yacağı -zıtların birleştirildiği- mânâları anlatır.
Paylaşacağımız önemli şey budur. Hiç bir beşer
düşünemez, bulamaz, mümkün değil. O Allah’a
aittir, O bilir. Siz bir makale yazıp taraftar topla-

320
YILMAZ DÜNDAR

yacaksınız, orada birbirine zıt cümleler kullanır


mısınız? O zaman insanlar size taraftar olmazlar.
“Bunu Rasûl dediğiniz uydurmuş” diyorlar ya,
hâşâ. Eğer bir insan uyduruyorsa, hele de o taraf-
tar toplayacaksa neden zıt cümleler yazsın, hep-
si birbirini destekler cümleler yazar, uzak doğu
felsefeleri gibi. Onun için insanlar o felsefelere
gidiyorlar. Niye? “Aklım karışmıyor, sadeleşiyor”
diye. Cehenneme öyle sade akıl lazım. Farkında
değil, zavallı. Kur’ân’a göre o bir zavallıdır.
İslâmiyet’teki mânâ çakıştırmada zıtlar çakış-
tırılır. Detayını göreceğiz ama “Âmentü Billâhi
îmanı ve buna uygun amel”i bu manada şimdi
bir iki cümleyle söyleyelim. Âmentü Billâhi ma-
nasındaki îmanda doğrudan Allah’a yönelir ve
dersin ki; “Allahım, kesinlikle şehadet ederim ki,
‘Müstakilen VAR ve Muhtar’ olan ancak SENsin;
Başka ‘Müstakilen VAR ve Muhtar’ YOKTUR.
Başka ‘Müstakilen VAR ve Muhtar’ iddiaları
yalandır, iftiradır, bâtıldır, “YOK” hükmünde-
dir. Ve yine kesinlikle şehadet ederim ki, Haz-
reti Muhammed (SAV) Efendimiz SENin Kulun
ve Rasûlündür.” Bunu dediğinizde sizde Allah’a
karşı irade kalmadı. “Âmentü Billâhi îmanı” çer-
çevesinde baktığınızda siz muhtar değilsiniz ki.
“Amilus Sâlihâti”de insanlar birbirlerine karşı
muhtardır. Fark ettiniz mi? Bunu insan nasıl sin-
direbilir? Allah’a dönüyor muhtar değil, insana
dönüyor muhtar? O zaman “Ama şöyle, ama
böyle” demeye başlıyor. İşte bunu çözeceksi-
niz. Çünkü sapmalar buradan oluşmuştur. Kişi
insanlara dönüyor, muhtar olduğunu görüyor.

321
Bunu beğenip dînini bunun üzerine bina ediyor.
Veya Allah’a yöneliyor. Fıtratına göre. Allah’a yö-
nelince bakıyor ki kendisi muhtar değil. Bu sefer
bu ona hoş geliyor, dînini bunun üzerine bina
ediyor. İkisi de yanlıştır, ikisi de sapmış fırkadır.
Efendimiz (SAV) in hadisinde ikisi de sapmış
fırkadır. Bu ikilemi çözmek için öğreneceksin ki
Allah’a yöneldiğinde muhtar değilsin, bir kula
yöneldiğinde muhtarsın. İkisini cem edeceksin
ama kaybetmeden. Kula yönelip davranırken
de Allah’a karşı muhtar olmadığını bileceksin.
İslam’daki mânâ çakıştırmanın böyle bir özelliği
vardır. Bu özellik yüzünden anlaşılması, uygulan-
ması insanlara zor gelir. Ama kesinlikle değildir.
Öğrenip de bu bilgiye teslim olan mü’min kişi
bunun normal dünya hayatından daha huzurlu,
daha kolay, daha mübarek olduğunu bizzat ya-
şayarak görür.
Mânânın “zıt” zannedilmesinin sebebi diğer
yöntemlerle ilgilidir, uluhiyet dilinin ve kesret
dilinin bilinmemesi yüzündendir. Eğer Kur’ân
okurken uluhiyet dili ve kesret dili fark edilirse
mânâların hepsini yerine koyarsınız ki çok kolay-
dır. Bu paylaştığımızla baktığınız zaman hemen
“Bu uluhiyet dili, bu kesret dili” dersiniz. İkisinin
aynı mânâ olduğunu anlarsınız, kesret dilinin
tevhid dilinin simültane tercümesi olduğunu
bilirsiniz. Kesret dili başka bir dil değildir, tevhid
dilinin simültane tercümesidir. Neden simülta-
ne diyoruz? Çünkü aynı anda. Sonra bir tercü-
me değil. Aynı anda onun tevhid dili olduğunu
bilirsiniz. Zaten ikisi ayrı diller değildir, anlamak

322
YILMAZ DÜNDAR

için iki ayrı dil gibi söylenir. İleride Rabbim nasip


ederse bu dillerle ilgili ayetlere bakarız inşâAllah.
O zaman göreceğiz ki ayetlerde Rabbimiz; “O
dillerden birisini esas zannedip hayatını onun
üstüne bina edenleri” uyarır. Ama oralara başka
mânâlar verdikleri için insan bu uyarıyı fark ede-
mez. Bunları göreceğiz.
Mânâ ayrıştırma için ilk malzememiz “Âmenû
Billâhi ve Amilus Sâlihâti” idi. Şimdi onu “îman
ve amel” diye ayrıştırmaya başlıyoruz. Îman’ın
altındaki temel ipucunu hatırlayalım; hüküm
vermek. “Hüküm” kader için anahtar kelime-
dir. Eğer siz hükmün ne olduğunu fark eder de
davranışlarınızda “Allah yerine mi hüküm ver-
dim?” diye kendinizi hızlı test etmeye alışırsanız
hata yapmazsınız. Bu yüzden anahtar kelime
Hüküm’dür. Allah’ın verdiği yetkiyle insanlar
arasında hüküm vermek ayrı bir iştir, Allah adı-
na hüküm vermek ise ayrıdır. İnsanlar arası ilişki-
lerde insan onu normal kendi hükmü içerisinde
zannedip Allah adına hüküm vererek konuşur.
Zihnimizden, dilimizden, fiillerimizden onları te-
mizlemeyi öğrenirsek kaderle ilgili hata yapma-
mız neredeyse imkânsızlaşır. Mesela siz bir kişiye
“Cennetliktir, cehennemliktir” derseniz Allah ye-
rine hüküm vermiş olursunuz. Onu siz normal
ilişkileriniz kapsamında söylediğinizi zanneder-
siniz. Hâyır, size o yetki verilmedi. Kula verilen
hüküm yetkisi içerisinde, yani Halifetullah’ta o
yoktur. Allah adına konuşursanız hata yaptınız
demektir. Verdiğimiz örnek çok bildiğiniz bir şey
ama hayatta o kadar çok ki. Size şu söyleyece-

323
ğim bir hassasiyettir, onu bir İslami kural olarak
söylemiyorum, yalnızca hükümle, kader yaşan-
tısı ve kültürüyle ilgili bir hassasiyeti anlataca-
ğım. Dikkat buyurun lütfen, o hassasiyeti söy-
lüyorum. “Emir vermek için müstakilen VAR ve
muhtar bir güç olmak lazım. Ancak müstakilen
VAR ve muhtar bir güç emir verebilir. Bu yüz-
den ancak Allah emir verir” düşüncesindeki kişi
bu düşüncesini yaşantısında öyle ileri götürür
ki emir cümlelerini dilinden siler. Mesela “Yav-
rucuğum, şunu getir” demez, “Getirir misin?”
der, yani öneri sunar, ben kul olarak ancak öneri
sunabilirim diye düşünür. Bu bir hassasiyettir,
böyle yapın demiyorum, bir hassasiyeti söylü-
yorum. O kişi “Emir Allah’a aittir” der ve korkar,
emir kelimesi kullanmışsa tövbe eder. Mümkün
olduğunca öneri sunmaya çalışır; “Yapar mısın,
getirir misin, şöyle düşünür müsün?” gibi.
“Hüküm” anahtar kelimedir dedik. Şimdi
“îman ve amel”e bakıyoruz, bunları mânâ ayrış-
tırmaya tabi tutacağız. Îmanın temeli “muhtar
değilsin” halidir. Allah’a yönelip “Allahım” de-
diğinde onun temeli “muhtar değilsin”dir. Ama
amelin temeli “bir insana göre muhtarsın”dır.
Bunu açacağız. “Muhtarsın” kelimesini şimdi-
lik kaydıyla, konuyu anlamak için kullanıyoruz.
Muhtar kelimesini hatırlatayım; kendi adına hü-
küm verebilen demektir. Kendine göre davrana-
bilen, kendi adına hüküm verebilen muhtardır.
Ve beşer olarak yalnızca Efendimiz (SAV) in is-
midir Muhtar. Başka birisinin ismi, vasfı değildir,
yalnız Rasûlullah (SAV) in ismidir. O’na Muhtar

324
YILMAZ DÜNDAR

ismini neden verilmiştir? Çünkü “O heva ve he-


vesine göre konuşmaz” noktasındadır. Öyle bir
Halifetullah ki Muhtar!
Îman bu; muhtar değilsin. Bunu neye göre
söylüyoruz? Hep Kur’ân’dan öğreniyoruz. Bir
örnek ayetimiz var; İnsan-29 ve İnsan-30. İnsan-
30’a göre muhtar değilsin. Bu îmandır. Ama
amelde muhtarsın. Neye göre? İnsan-29’a göre.
İnsan-29 diyor ki; “Size anlattık, artık dileyen
Rabbine bir yol tutar.” “Dileyen” demekle seni
muhtar yaptı. Ama hemen İnsan-30’da uyardı:
“Dileyen ancak Allah’tır.” İşte bunları zıt değil
tek görmek gerekiyor. İnsan-29 ve İnsan-30 biz
anlayalım diye iki ayrı ayettir, aslında tek ayettir.
Ama o tek ayeti dünya diliyle yazamayız, çünkü
o bir mânâdır. O mânâyı kendinize yerleştirirse-
niz o zaman siz mânâlarla konuşuyor olursunuz.
Örneğin beş farklı dünya dilini konuşan farklı
insanları getirelim. Susasınlar, önlerine birer şişe
su koyalım. Suya bakınca her biri kendi dilinde
“su” der ama mânâda beşinin de söylediği aynı-
dır, mânâ evrensel dildir. O dil söze dönüşünce
farklılıklar çıkıyor. Denize baktığı zaman o kişiler
aynı şeyi düşünürler ama onu farklı kelimeler-
le söylüyorlardır. Denize baktığı zamanki mânâ
önemli, yani önemli olan mânâdır. İşte İnsan-29
ve İnsan-30 birleştirildiği zaman da böyle bir
mânâ oluşur. Mânâ vardır ama onu söyleyece-
ğiniz bir dünya dili yoktur. Cümle kuramazsınız
ama o mânâ vardır. Bunun benzeri olan ve çok
önemsediğimiz, fırsatı geldikçe tekrar paylaştığı-
mız iki ayet var, Nisâ-78 ve Nisâ-79. Nisâ-78 yö-

325
nelişle, Nisâ-79 sâlih amelle ilgilidir. Yani; Nisâ-78
sana muhtar olmadığını anlatır, Nisa-79 ilişkiler
içindir, onu okuduğunda bakarsın ki muhtarsın.
Bunlarla ilgili detaylı cümleleri konunun sonun-
da ayet ve hadislerle göreceğiz inşâAllah.
İnsan-29 ve İnsan-30 tek mânâ, tek davranış-
tır dedik, onu bir cümleyle tanımlayalım. Ama
bu cümle çok sırlı bir cümledir. Mânâsı bilinme-
diği için değil, tesiri açısından sırlı bir cümledir.
Bu cümleye dikkat edin, onu zihninize yerleş-
tirin, o sizde kader konusunda tomurcukları
patlatacaktır. Türkçe bir cümle ama beyne tesir
eden, tomurcukları açan bir cümle. “Kul amel-
lerde muhtardır” cümlesi yanlış anlaşılmasın
diye onu biraz açıyoruz. Tek manaya göre söy-
lersek; kul zâhiren muhtardır, bâtınen mecbur-
dur. İlişkilerde kul zâhiren muhtardır, perde ar-
kasında bâtınen mecburdur. Bunları anlamaya
ve tek yapmaya çalışacağız, hem muhtar hem
mecbur olan tek bir manaya ulaşacağız. Bu söy-
lediğimi bir şey bozar. “Zâhiren muhtar, bâtınen
mecbur” cümlesinin tek mânâ olmasını bir şey
bozar. “Ama nasıl olur?” Böyle dediniz mi bozu-
lur. İslâmiyet’te anlamak teslim olmakla ilgilidir,
Allah’ın söylediğine teslim olduğunuz zaman
anlaşılır. “Nasıl olur? Ama şöyle, ama böyle” de-
diniz mi fişiniz çekilir, bilgisayardan hiç bir şey
çıkmaz. Onu bozan bir şey daha var. Kendinize
göre onlardan birini ağırlıklı yapıyorsanız o yine
bozulur. “Zâhiren muhtarlık bana yakın geliyor,
bu daha ağır basıyor” dediniz mi o tek mânâ
bozuldu demektir. Veya; “Bâtınen mecbur oluş,

326
YILMAZ DÜNDAR

bana daha kuvvetli bir mânâ geliyor” dediniz


yine bozuldu. Tevhid yapamazsınız, denge bo-
zuldu, artık mânâları çakıştıramazsınız. Hizasını
bozmayacaksınız, ikisi aynı olacak, ikisini aynı
seveceksiniz. İzah edebildim mi?
Mânâ çakıştırma ve ayrıştırmada bir iki ku-
ralı daha inşâAllah görelim. Mânâ Çakıştırma
Yöntemi’nde mânâlar çakıştırılınca yeni mânâ
dâima tevhide yaklaşır. Sonra onu başka bir
mânâyla çakıştırırsınız daha da yaklaşır, sonra
daha da yaklaşır. Bunu esmâlarla ilgili bir örnek-
te vermiştik. Esmâlarla ilgili düşünürsek; bütün
esmâların mânâlarını çakıştırdığınızda HÛ ismi
çıkar. HÛ ismi listede diğer esmâlarla aynı hizada
yazılıyor diye o sırada değildir. O bir mânâ çakış-
tırma esmâsıdır. Bütün mânâlar çakışır, tevhide
doğru bir sesleniş olur; HÛ. O bütün esmâları
içerir. HÛ dediğiniz zaman, bildiğiniz bilmedi-
ğiniz tüm esmâlar -yalnızca doksan dokuz de-
ğil- tümü onun içerisindedir. Zaten bildiğimiz o
“Doksan dokuz esmâ” listesi insanlarca düzen-
lenmiştir, hadis değildir. “Doksan dokuz” rakamı
hadistir ama doksan dokuz isim listesi insanlar
tarafından düzenlenmiştir. Hatta bakmışlar ki
o doksan dokuz isim listesinde olmayan ama
Kur’ân’da olan esmâlar var, o zaman yüz on iki,
yüz on üç kadar isim/esmâ sıralamışlar. İşte siz
HÛ dediğiniz zaman mânâsı onlar dâhil bütün
esmaları içerir. Taklîden de söylense öyledir. Hele
de bunu söylediğim şekilde oluşturduğunuzda
çok farklı olur. O nasıl oluşur? Tâlip olursanız.
Tâlip olursanız onun oluşması bir dakikanızı al-

327
maz. Siz HÛ dediğinizde bütün esmâları -bildi-
ğiniz bilmediğiniz- hepsini bir seferde söylemiş
olursunuz. Tevhide doğru giden böyle bir mânâ
çakıştırmadır HÛ.
Konumuza dönelim. Âmenû Billâhi ve Ami-
lus Sâlihâti’de biz mana çakıştırdığımızda bu
tevhide yaklaşır. Çok önemli bir şeyin altını çi-
ziyoruz, lütfen dikkat buyurun: Onun tevhide
yaklaşması kesretin zâhiri mecburiyetlerini yok
yapmaz Bu cümle özellikle tasavvufla ilgilenen-
ler için önemlidir. Tasavvufu çok önemsemeden
İslam’la ilgilenenler bu hatayı yapmazlar. Tasav-
vufla ilgilendiğini zannedenler yapar bu hatayı.
Bu hatanın olmaması için altını çiziyoruz, di-
yoruz ki; mânâ çakıştırıldığı zaman yeni mânâ
tevhide yaklaşır. Mânânın tevhide yaklaşması
söylediğimiz cümlenin kesretteki uygulanışı-
nı, mecburiyetlerini kaldırmaz. Örneğin bir kul
tevhide mânâ olarak yaklaştığında onun zâhiri
mecburiyetlerinden olan salât ikamesini on-
dan kaldırmaz, “O avamın işi” diyemez. Bu çok
önemlidir ve bunlar birer tuzaktır, akıl oyunla-
rıdır. Eğer işe dünya aklıyla bakarsanız, “Semi’nâ
ve eta’nâ” demezseniz sizi akıl oyunları yönetir,
ortaya çıkan tevhid mânâsıyla perdelenip amel-
leri önemsemezsiniz. Mânânın tevhide yak-
laşması ameli kaldırmaz. Tam tersi, ulaştığınız
mânâ ancak kesret mecburiyetleriyle geçerlidir.
Evet, siz bir mânâya ulaştınız, yani elinize bir çek
geçti ve kendiniz ona çok yüksek bir değer biç-
tiniz ama götürdüğünüzde o geçmez. O ancak
Kesret Mecburiyetleri imzasını taşıyorsa geçer.

328
YILMAZ DÜNDAR

Rasûlullah Efendimiz (SAV) e ait amelleri terk


ederek, önemsemeyerek olmaz. “Ben şöyle dü-
şünüyorum, günümüzde böyle, ben böyle ya-
pıyorum, aslı budur” gibi düşüncelere girip akıl
oyunlarına tutulursanız, akıl oyunları öyledir ki
insan ona çok kuvvetli inanır. Neye kuvvetli ina-
nıyorsanız altında şeytanı arayın! Öyleyse, ulaştı-
ğınız tevhid mânâlarını geçerli sayacak şey kesret
mecburiyetleridir. Bunun için dedik ki, bu tasav-
vufla uğraşanlar için tehlikelidir. Şimdi anlataca-
ğım ise tasavvufu önemsemeyen ama İslâm’ı sıkı
sıkıya önemseyip amelleriyle meşgul olanlar için.
Biraz önce mânâları çakıştırdık, mânâ tevhide
gittiği için orada “tasavvufçular için önemli” de-
dik. Şimdi mânâ ayrıştırıyoruz. Mânâ Ayrıştırma
Yöntemi’nde amelciler ön plandadır, aklını ame-
le takmış olanlar söz konusudur. Onlara İslâm
sorduğunuz zaman ilmihâlden başka bir şey an-
latmazlar. Size bir soru sormuştum, tekrar sora-
lım ve lütfen cevabını da merak edelim. Ancak
yanlış anlaşılmamak için uyarayım, bu vesileyle
günümüzde anlatılanlara “yanlış” demiyorum,
“yetersiz” diyorum. Hatta onların çoğalmasını
ve güzelleşmesini dua ile Rabbimden istiyorum.
Söylemek istediğim bunun yeterli olmadığıdır.
Ramazan ayı yaklaşıyor. Efendimiz (SAV) bu-
yuruyor ki; “Bir Ramazan ayını geçirip de cehen-
nemden kurtulmayı başaramayana üzülürüm.”
Ramazan bir fırsattır, oturduğun yerde kurtula-
caksın, oturduğun yerde. Ama oturduğun yer-
den görmen gereken sağında olduğu halde sen

329
hep soluna bakarsan göremezsin. Otururken tek
yapacağın o tarafa dönüvermektir.
Sorumuza gelelim. Efendimiz (SAV) in tebli-
ğini yaptığı ilk beş yılı düşünün. O ilk beş yılda
anlatılan, konuşulan neydi, onu düşünün. Bir
de günümüzde İslamiyet ile ilgili anlatılanlara
bakın, ne anlatılıyor, bakın lütfen. Sahabelerin
ve önemli zatların hayatları ile ilmihal bilgileri
konuşuluyor. Elbette hepsi çok önemli. Konu-
şulan zatların hepsi başımızın üstündedir, lütfen
yanlış anlaşılmayayım, söylemek istediğim başka
bir şey. Ama anlatılan sırf bunlar. Hatta bunlar
anlatılırken maalesef “Ne insanlarmış” diye on-
ları müstakilen VAR ve muhtar gibi gösteren bir
yaklaşım görüyoruz ki, o ayrı bir yanlıştır. Konu
başlığı olarak söylüyorum; anlatılan konulardan
birisi mubarek zatların hayatları, biri de ilmihal.
“Şu işi nasıl yapacaksın, bu işi nasıl yapacaksın...”
Bazen, sordukça o işi yapamayacak hale geti-
ren bir üslüp bile görülebiliyor. Sormadan önce
o işi ne kadar güzel yapacaktın, sordukça nasıl
yapacağın bozuluyor, nasıl yapacağın ortadan
kalkıyor. Ama önemli olan şu ki, bu anlatılanla-
rın çoğu özellikle Efendimiz (SAV) den sonradır;
önemli zatlar, önemli kitaplar, önemli sözler, il-
mihal, hepsi Tebliğ’den daha ileri zamanlarda
oluşmuştur. Peki, Efendimiz (SAV) henüz bun-
lar oluşmamışken onlara ne anlattı? Bugün an-
latılanlar henüz yokken Efendimiz ne anlattı?
Sahabeler yok menkıbe anlatamaz, ilmihal de
oluşmamış. Ne anlattı? Bunu lütfen çok önem-

330
YILMAZ DÜNDAR

seyelim. Nasıl inanacağımızı anlattı. Önce nasıl


inanacağımızı anlattı. Bu kadar önemli.
“Uygun amel” kısmında göreceğiz, amelle
meşgul olmak çok şerefli bir fiildir, ancak o bir
mânâ ayrıştırma sonucudur. Mânâları ayrıştırdı-
ğımız zaman yeni oluşan mânâ kesrete yaklaşır.
Dolayısıyla, siz onu fiillerinizle/davranışlarınızla
gösterirsiniz, içinizden ne geçtiği önemli değil-
dir. Ancak, siz mânâ ayrıştırmada kesretle ilgili
davranışlarınızı yaparken düşünce buraya geldi
diye Tevhid Esasları kalkmaz.
Mânâların çakıştırılmasında ortaya çıkan
yeni mânâ tevhide yaklaşır. Yeni mânâ tevhi-
de yaklaşınca, akıl oyunları devreye girerse kişi
amel yapanları “avam” zannetme tuzağına dü-
şer. Bu yüzden dikkat edin, yeni mânâ amelleri-
nizi gevşetmez, sizden amelleri kaldırmaz. Hatta
kendinize göre yeni başka hukuklar çıkar, kendi-
nize başkalarının yapmadığı şeyleri de eklersiniz.
Bırakın kalkmasını işiniz çoğalır. Mânâ ayrıştı-
rıldığı zaman amellerle ilgili olan mânâ kesrete
yaklaştığında, siz kesrete ait o mânâyı yaparken
bu sefer tevhid manasını ötelerseniz yanlış olur.
Tevhid manası kalkmaz. Bu çok sıkı takip edil-
mesi gereken bir kuraldır.
Söylediklerimiz içerisinde esas olan mânâ ça-
kıştırmaktır. Mânâ ayrıştırmak esas değildir, yani
hedef değildir. Hedef daima mânâların çakıştırıl-
masıdır. Mânâları neden ayrıştırırız? Anlayabil-
mek için. Su örneğimizden işe bakalım. Bizim işi-
miz, hedefimiz suyu içmektir. Böyleyken, eğer siz

331
bütün suyu oksijen ve hidrojene ayrıştırırsanız
susuzluktan ölürüz. Hedef su içmek, mânâları
birleştirmek. Ayrıştırmak onu iyi anlayabilmek
içindir. Sâlih amel o zaman ortaya çıkar.
Âmenû Billâhi ve Amilus Sâlihâti’yi iki kısma
ayırırız. “Âmenû Billâhi” kısmını bu tek mânânın
içinden alıp kendi sınırına, tevhid sınırına doğ-
ru çekelim. “Amilus Sâlihâti”yi de kesret sınırı-
na itelim. Onları kendi yerlerine doğru itelim ki
ayrı ayrı görebilelim. Şimdi bunlara isim verelim.
“Âmenû Billâhi” dediğimiz kısma, tevhid pren-
siplerinin olduğu yere “Yöneliş” diyelim. Kesret
sınırlarına, kesret davranışlarına doğru ittiğimiz
kısmada “İlişkiler” diyelim. Çünkü o bizim dünya
hayatındaki tüm ilişkilerimizi içerir. Kesretle ilgili
kısmı “davranış” diye tanımladık. Diğeri davranış
değil esastır. “Amenu Billâhi” tevhid esaslarıdır.
İki tane başlığımız oldu; Yöneliş ve İlişkiler. Ne-
rede? Mânâ ayırmada. Şimdi iki mânâmız var,
bakın mânâlar oluştu: Yöneliş mânâsı, ilişkiler
mânâsı oluştu. Bu ikisini sırayla ele alacağız. Fay-
dalı olur umuduyla uzun bir giriş yaptık.
Şimdi, önce Yöneliş’i sonra İlişkiler’i ele ala-
cağız. Yöneliş’in sonuna doğru onun kaderle
ilişkisini ve Sapmalar’ı göreceğiz. İlişkiler’de ise
Muhtariyeti Tercih Gücü ne demektir, tamamen
onu anlamaya çalışacağız. Anladıktan sonra, bu
iki başlık altında anlamaya çalıştığımız mânâyı
tekrar tek mânâ yapacağız.

332
12.
ÎMAN BÖLÜMÜ: YÖNELİŞ ve
“RABBİMİZ ALLAH’DIR” SÖZLEŞMESİ

Yöneliş îmanla ilgili mânâdır. Aslında îman


etmiş kişiler îman etmeden önce îman edecek-
lerinin işareti olan bir potansiyel taşırlar; âhirete
îmana yatkınlık. Lütfen tekrarlarımı bağışlayın.
Ona bir âhiret îmanı sunulduğu zaman içi yat-
kındır, yabancı gelmez. Bütün söylediklerini-
zi kabul etmeyebilir ama kafasında bir âhiret
mânâsı vardır. Eğer kişinin kafasında âhiret
mânâsı sıfırsa ona Risalet tesir etmez. Bunu “Seni
ancak âhirete îman edenler dinler, senin tebliğin
ancak âhirete iman edenlere tesir eder” ayet-
leri gereği Kur’ân’dan öğreniyoruz. Dolayısıyla,
Yöneliş başlığı altında inceleyeceğimiz bilgiler,
eğer bir kişi bu konuları dinliyorsa, kendini tâlip
kabul etmişse ve anlamaya çalışıyorsa, onda za-
ten hazır olan bilgi ve kabullerdendir, zaten var
olanlardandır. Kişi onların açılmasıyla yeni bir
bilgi bulduğunu zanneder. Özellikle Yönelişle
ilgili öğrendiği her şey, insanın zaten bildiğidir.
O bildiği onda sırdır, yani dûniHİ algı pasıyla
örtülmüştür. Sır üstü örtülü demektir. O bilgi
ondadır ama sırdır. Bu çok iyi anlaşılmadığı için,
insanlar özellikle de başka felsefelerde “Kendine
dön, özüne dön” derler. Gidip sorsanız; “Kendi-
me, özüme nasıl döneceğim, bana bir kaç mad-
de yaz” deseniz bir şey çıkmaz. Anlamadıkları

333
halde “Kendine dön” derler. Fakat korktuğumuz
zaman anladığımız bir şey var. Birisi haddimizi
bildirmek ister de bize “Kendine gel” derse onu
anlarız, kendimize geliriz, yani fabrika ayarlarına
döneriz. Demek ki Allah’a îmanla ilgili bilgiler
yabancımız değil. Bu bilgilerin temelini bir cüm-
le oluşturur; Allâhümme ENTE Rabbiy; Allahım
Rabbim SENSİN. “Allâhümme ENTE Rabbiy”
çok, çok değerli bir sesleniştir. Ne kadar değerli
olduğunu, bunların hesaplandığı gün göreceğiz
inşâAllah. Allâhümme ENTE Rabbiy... Cennet
ehlinin sıkıntısı, üzüntüsü diye bir şey varsa,
bu tarif edilecek olursa, işte bunların değerini
gördüğü zaman “Niye çok söylemedim?” üzün-
tüsüdür. Değerini fark etti. “Allâhümme ENTE
Rabbiy” yönelişin temelidir ve kişinin Allah’la
yaptığı sözleşmenin cümlesidir. Çünkü o sözleş-
mede “Allahım Rabbim SENSİN” dedi. “Rabbim
SENSİN” dediği için “Allâhümme ENTE Rabbiy”
ona yabancı olmayan bir sesleniştir. Bunu A’râf
Sûresi’nden öğreniyoruz.
“Rabbin Âdemoğullarından, onların belle-
rinden kendi zürriyetlerini alıp; onları kendi
nefslerine şahitlendirerek; “Elestü Bi Rabbiküm;
Rabbiniz Ben değil miyim?” (dedi). Onlar da
(Kâlû; “Belâ şehidnâ) Evet, bilfiil şahidiz” dediler.
Kıyâmet Günü “Biz bundan gafildik” demeyesi-
niz (diye). Ve bir de “Daha önce atalarımız yal-
nızca müşrik olarak yaşarlardı, biz onlardan son-
ra gelen bir zürriyetiz. Bâtıl işleyenler yüzünden
bizi helak mi edeceksin?” dememeniz (için).”
(A’râf; 172, 173)

334
YILMAZ DÜNDAR

Kısaca “Kâlû, belâ” diye isimlendirilen bu söz-


leşmeyi çok duyarız. Hatta bazen kişiler birile-
rini tanır, çok samimi bulursa, “Sanki seni daha
önceden tanıyorum, sanki ‘Kalu, bela’dan tanışı-
yoruz” gibi bir şeyler söyler, ruhlarımız o zaman
tanışmış demek ister. Çok da gerçek yanı yok
ama böyle söyleniyor. Kişi o tanışmayı o kadar
önemser ki kendince onu kutsal bir yere taşır.
Âyette “Âdemoğullarından” deniyor. Demek
ki sözleşme Âdemoğullarıyla yapılmış. Yani bu
sözleşme Halifetullah vasıflı insan içindir, Halife-
tullah vasıflı insanın sözleşmesidir.
“Allah’a verilen söz (ahd) sorulur.” (Ahzab-15)
Hz. Âdem aleyhisselam’ın izini sürmek is-
tiyorsanız Kendinde Kendine Göre Var olanın
izini sürmelisiniz, Halifetullah olarak görevlendi-
rilmiş Kendinde Kendine Göre Var olanın izini
sürmeniz lazım. Eğer Hz. Âdem aleyhisselam’ın
izini Birbirlerine Göre Var üzerinden sürerseniz
o sizi yanıltır. Birbirlerine Göre Var olan beden-
lerimizdir. Hz. Âdem aleyhisselam’ın dünyaya
gelişinden itibaren izini sürmek istediğinizde, o
izi insanların Birbirlerine Göre Var olan beden-
leri üzerinden sürerseniz yanılırsınız. İnsanların
yanılması, sanki Din’le bilim çelişiyor sanılması
da bu yüzdendir. Bunu en iyi kim çözmüştür
biliyor musunuz? Ortaöğretimdeki öğrenciler.
Biyoloji öğretmenine onun anlattığını, Din dersi
öğretmenine de onun anlattığını söyler, mese-
leyi çözer. Ama üniversiteye gelince bilimle Din
çelişiyor zanneder. Bunu ona şeytani insanlar

335
hatırlatır. “Bilim ve Din çelişiyor” diye onlardan
duyar ve yanlışa düşer, Allah muhafaza etsin.
Hz. Âdem Halifetullah yetkili Kendinde Ken-
dine Göre Var olan ilk Halifetullah’tır. Önemli
olan da Kendinde Kendine Göre Var olandır.
Toprakta çürüyecek bir şeyin peşinden giderek
Hz. Âdem aranmaz. Çünkü Hz. Âdem çürümez.
Hz. Âdemoğulları da çürümez. Kendinde Kendi-
ne Göre Var olan Halifetullah vasıflı Hz. Âdem’in
bedenine ulaşıncaya kadar geçen on dört mil-
yar yıllık sürenin tamamı Hz. Âdem malzeme-
sidir. Hz. Âdem aleyhisselam’ın bedeni, yaratılışı
anlatılırken âyet ve hadislerde geçen cümleler
çakıştırılmış mânâdır. Onu ayrıştırdığınız zaman
karşınıza on dört buçuk milyar kozmik yıl çıkar.
Onun hepsi Hz. Âdem aleyhisselam’ın malze-
mesidir. Yanlış bir benzetme ama mânâsını ala-
lım. Bir kek veya pasta yapacaksınız. O malze-
meleri tezgahınıza koyuncaya kadar yaptığınız
her şey onun malzemesidir. Yalnız alış veriş değil,
o parayı kazanma halleriniz, onu yapacak kişinin
doğduğundan beri olan hayatı hep bu kapsam-
dadır. Eğer hedef yalnızca o pasta ise böyledir.
Yani amacımız yalnızca pastanın özelliğini söy-
lemekse, onu oluşturan, yapan malzeme sizin
doğumunuzdan başlar, onun o tezgaha gelişine
kadar ne varsa hepsi o pastanın malzemeleridir.
Hz. Âdem aleyhisselam’ın bedeninin malzemesi
de on dört buçuk milyar kozmik yıllık süreçte
geçenlerdir, o süreçteki herşey onun malze-
mesidir. Aslında onların hepsi tek bir malze-
me içindir; Ya, Siyn, Ey İnsan! Gök ehli için bir

336
YILMAZ DÜNDAR

insan vardır; Ey İnsan. Onların hepsi “Ya Siyn;


Ey İnsan” denilen Efendimiz (SAV) içindir. “Her
şeyi Senin için yarattım” şimdi biraz daha an-
laşılmıştır. Bu on dört buçuk milyar kozmik yıl
“Ya Siyn” malzemesi için. Ve geçen sürede neler
varsa, neler yaşanmışsa hepsi öyledir. Hz. Âdem
aleyhisselam’dan itibaren tebliğ süreçleri, tüm
Rasûl ve Nebîler hepsi Ya Siyn malzemesidir.
Dolayısıyla, Âdemoğulları denince anlayaca-
ğımız; Kendinde Kendine Göre Var olan Halife-
tullah özellikli nefslerdir. Yani Halifetullah özel-
likli Kendinde Kendine Göre Var olan Kayıtlan-
mış Kendini Hissetme Duyguları’dır. Henüz dün-
yada bedenlenmemişler ama varlar. Ve onlara
Rableri; “Sizin Rabbiniz ben değil miyim?” diye
soruyor. Bunun ne demek olduğunu, neden Rab
olarak geçtiğini başka yerlerde geniş paylaştık,
şimdi konumuz uzamasın. “Sizin Rabbiniz ben
değil miyim?” diye sorar. Bu soru sorulduğunda
onların bir özelliği şudur. Lütfen dikkat buyurun,
çünkü bu âyete şimdi söyleyeceğim gözle bakıl-
mak zorundadır. Bu soru sorulduğunda Kendin-
de Kendine Göre Var olan, Kayıtlı Kendini His-
setme Duygusu olan bu nefsler, Âdemoğulları
Ahseni Takviym yapıdadırlar. Çok önemli. Bu
soru sorulduğu zaman “Evet, Rabbimiz SEN-
SİN” diyorlar. Bunun alternatifi yok ki! Alter-
natifi dûniHİ algıda oluşur. Bu âyetteki soruya
verilen cevaba dûniHİ algıyla bakarsanız anlaşıl-
maz. Normal prosedür içerisinde soru ve cevap
o kadar prosedürün kendisidir ki, hepsi Billâhi
anlamdadır. Kısaca şöyle söyleyeyim, “Bir yerde

337
ruhlar var, karşılarında da Allah, onlara sordu”
gibi anlamak yanlış olur. Detaylarına girmeden
bize şimdi lazım olanı almaya çalışıyorum, yan-
lışlardan sıyırmak için de işi biraz çoğaltıyorum.
Âyeti nasıl anlayacağımızı biraz sonra göreceğiz
ama önce öyle anlamayın.
“Rabbiniz ben değil miyim?” aslında şöyle-
dir de: Size kendinizi hissettiren, Kayıtlı Kendini
Hissetme Duygunuzu oluşturan, kendinizi his-
setmeyi öğreten, kendinizi nasıl hissedeceğiniz
hâl için lazım olan rızkları size veren BEN değil
miyim? Bu konumda olan BEN değil miyim?
Nefslerin; “Bil fiil şahidiz, Rabbimiz SENSİN” de-
meleri o kadar doğaldır ki. “Elestü Bi Rabbiküm”
sorusunda “B” var. Bu cümle meâllendirilirken
dûniHİ algıya göre cümlelendirildiği için, kişi
bunu “Kendisini orada bile Allah’ın dışında” sa-
narak algılıyor. Bu sözleşmeyi, bu âyeti tefekkür
ederken bile kendisini Allah’ın dışında zanne-
derek algılıyor. Dışından Allah onlara; “Rabbiniz
ben değil miyim?” dedi, nefsler de “Evet” dedi
gibi. Tamamen dûniHİ! DûniHİ algı küfürdür,
böyle bir mecliste o algı olabilir mi? Soru “Elestü
Bi Rabbiküm”dür, “B” vardır; “Sizleri ‘dışım’ kav-
ramı olmaksızın Kendi Hissetmemden Hissetme
vererek, Kendi “BEN” deyişimden “BEN” dedirte-
rek yaratan ben değil miyim?” dediği bu meclis-
te zaten “dış kavramı” yoktur.
“Bellerinden zürriyetlerini alıp” dediği için
tartışılan bir şey daha var. Bu tartışmaya geç-
meden bunun kesret diliyle bir cümle olduğunu
unutmayalım. O, insanların bellerinden genle-

338
YILMAZ DÜNDAR

rinin, spermlerinin, döllerinin alınması mana-


sına gelir. Tefsir yapanlar; “Bu sözleşme ezelde
mi yoksa rahimde mi olmuş?” diye tartışmışlar.
Bu işe biraz önce konuştuğumuz yöntemlerle
baktığımızda şunu söyleyebiliriz: İslâmî âlimler
bir şeyleri tartışıyorlarsa iki taraftan birini tut-
mayın, “Bana göre şu görüş doğru” demeyin,
yanılırsınız. Bir örneği budur. “Ezelde mi, rahim-
de mi?” tartışmasına katılıp “Bana göre ezelde”
veya “Bana göre rahimde” derseniz olmaz. Çün-
kü ikisi de doğru. Onlar bir şeyi fark edemedik-
leri için tartışmışlar. İslâm âlimleri tartışıyorlarsa
genellikle iki doğruyu tartışıyorlar demektir. Ne-
den? Mânâ çakıştıramadıkları için. Genellikle iki
doğruyu tartışırlar, çünkü kimse âyete ve sünne-
te aykırı âlim olamaz ve konu ortaya koyamaz.
İkisi de âyet ve sünnet çerçevesinde fikir ileri
sürüyor. Siz ikisini birleştirirseniz hem tevhidi
anlarsınız hem doğru manayı. Bir uygulamasını
yapalım. “Ezelde mi, rahimde mi?” konusunda-
ki yaklaşımların ikisi de doğrudur. Ama kader
mevzusu iyi anlaşılamadığı için, bir de mânâ ça-
kıştırılamadığı için iki farklı görüşmüş gibi tartı-
şılmıştır. İki görüş aynı anda doğrudur. Ezelde ol-
masıyla rahimde olması ayrı ayrı olaylar değildir.
Ezel şimdinin bilgisidir, şimdi ise ezelin gereğidir.
Bunları ileride biraz daha detaylı göreceğiz. Ezel
şimdinin bilgisidir, şimdi ezelin gereğidir. Ve bu
süreç insan içindir. İnsan ezeldeki bu bilgiden,
yani ezelde verdiği bu sözden itibaren, rahimde
bu işin olmasına kadar o süreci bekler. O süreç
“Evet, Rabbimsin” diyene aittir, Allah için de-

339
ğildir. Allah beklemez. O öyle bir beklemeden
münezzehtir, berîdir. Siz konuya Allah için ba-
karsanız, rahimdeki ve ezeldeki olay mânâ çakış-
tırmayla Allah indinde aynı andır. Ancak insan
için ezelde bilgisi ve yaşarken de böyle bir süreci
vardır. İnsan için var olan bu süreç kesretin gere-
ğidir. Bu yüzden mânâyı çakıştırmak zorundası-
nız. “Allah için nasıl?” dediğinizde, eğer O’nu da
sıraya koyarsanız, O’nu da nefsler gibi bekliyor
yaparsanız yanlış olur. İhlas Sûresi’ne ve Kelime-i
Tevhid’e göre davranacaksınız. O zaman ikisini
tevhid prensiplerine göre çakıştırırsınız. Böylece
ezeldeki bilgi ile rahimdeki hüküm aynı ana gelir,
tartışılan iki görüş de doğru olur. Bu mânâlar ça-
kıştırılınca zaten o nefsin kaderi yaşanıyor olur.
Allah’ın verdiği hükmün, hükmü verirken ne
hükmü vereceğini bilmesinin ve o hükmün za-
mana yayılan sürecinin ismi Kader ve Kaza’dır ve
bu süreç insan için geçerlidir. Detaylı göreceğiz
inşâAllah, şimdi kulağımızda biraz yer etsin.
“Elestü Bi Rabbiküm; Rabbiniz ben değil mi-
yim?” seslenişi dünya hayatındaki algıya dayalı
dillere göre çevrildiği için, bunu okuyan kişi eğer
dûniHİ algı ve zann’larının farkında olmadan
yaşıyorsa, bunun mânâsını dûniHİ algıya uy-
gun anlayacaktır. İnandığı için de bunu kabul
edecektir ama o kabul İslâm’a uygun bir kabul
değildir. Çünkü bu soruya muhatap nefslerde
o anda dûniHİ algı söz konusu değildi. Dolayı-
sıyla, soru dûniHİ algı yokken olduğu için ce-
vapta da dûniHİ algı söz konusu değildir. Şimdi
bu sorunun mânâsını biraz anlamaya çalışalım.

340
YILMAZ DÜNDAR

Bu soru ayette bir yanıyla böyle anlatılmış, bu-


radan mânâ oluşturalım da dûniHİ bir senaryo
yazalım diye değil. Bu soru aslında nefsler için
bir emirdir. Nefslere soru şeklinde yönlendiri-
len “Rabbiniz ben değil miyim?” nefsler için bir
emirdir. Bu emir, biraz önce konuştuğumuz gibi,
yalnızca Halifetullah vasıflı insan içindir, Halife-
tullah özellikli Kendinde Kendine Göre Var olan
hal içindir. Peki, bu emir ne için? Onların Allah
fıtratı üzerine yaratılmaları için. Halifetullah
vasıflı Kendinde Kendine Göre Var olan Kayıtlı
Kendini Hissetme Duygusu Allah fıtratı üzerine
oluşmuştur. Bu emir o fıtratı oluşturan emirdir,
“Allah fıtratı üzerine tertip al” demektir. Bunu
Rum Sûresi 30. ayetteki “O Allah fıtratına ki in-
sanları onun üzerine yaratmıştır” beyanından
öğreniyoruz. “Aşağıların Aşağısı” kitapçığında
buraları dûniHİ algı ile ilişkilendirerek daha de-
taylı paylaştık. Ama anlayabilmek için bu emri
şu bir cümleyle genişletelim: “Rabbiniz ben de-
ğil miyim?” emri, “Billâhi anlamıyla Rabbinizin
BEN olduğunu bilecek, gereken bilgiyi anlaya-
bilecek, ortaya çıkarabilecek özelliklere bürün”
emridir. Bu emirden anlıyoruz ki insan dünyaya
gelmek için hazırlanıyor. Daha henüz Hz. Âdem,
şeytan gibi prosedürler yok ama yapısı hazırla-
nıyor. Bu emir dünya yaşantısı için şu mânâya
geliyor: Billâhi anlam sana anlatıldığında, sana
hüdâm geldiğinde, Nebî ve Rasûller gelip de
sana Billâhi anlamı, “Âmentü Billâhi”yi izah et-
tiğinde, “Billâhi anlamıyla Rabbinizin Ben” ol-
duğumu bilecek, gereken bilgiyi anlayabilecek,

341
ortaya çıkarabilecek özelliğe bürün. Bu emir,
Kendinde Kendine Göre Var olanadır, ona “Bu
hale bürün” demektedir. Nefsler de “Evet, bil fiil
şahidiz” demekle bu emre itaat ettiklerini be-
lirtmişlerdir. Bu beyan, “Evet, şu anda zaten bu
durumdayız, her halimizle o emiriz, o emir kesil-
dik” demektir. Müthiş bir şey. “Şu an zaten işte
bu emir üzereyiz, her halimizle o emiriz, o emir
kesildik.” İşte Ahseni Takviym budur. “Aşağıların
Aşağısı” kitapçığında Ahseni Takviym’in fiziksel
olarak mükemmel yaratılmış demek olmadığını
gördük. İnsanı mükemmel yapan bu bilgidir, Bir-
birlerine Göre Var olan şekil değil.
Emrin dünya hayatında insan için anlamına
bir örnek üzerinden de bakalım. İnsan beyni kı-
yasla öğrenmeye göre ayarlandığı için, beyin kı-
yasla öğrendiği için her şey zıddıyla yaratılmıştır.
Yoksa insan kıyas yapamazdı ve öğrenemezdi.
“Allâhümme ENTE Rabbiy” şahitliği Kendinde
Kendine Göre Var olanın kalbiyle/kalıbıyla ilgi-
lidir. Bunu “İnşirah” kitapçığında ayetler ışığında
gördük, fırsat bulursanız inşâAllah bakın. Bu şa-
hitlik kalıpla/kalble ilgili bir sözleşmedir. Benzeri
başka sözleşmeler de vardır, yani başka “Rabbi-
niz Ben değil miyim?” emirleri de vardır. Bedenle
ilgili bir örnek görelim. Beden de kendine göre
sözleşmeler yapmıştır. Beden yaptığı sözleşme-
lerden çıkamaz. Güneş yaptığı sözleşmeden
çıkamaz. Dünya “Ben yirmi dört saatte bir tur
yapmaktan sıkıldım” diyemez. Yerçekimi yap-
tığı sözleşmeden çıkamaz. Bütün bu sözleşme-
lere Sünnetullah diyoruz. Onların yaptıklarının

342
YILMAZ DÜNDAR

hepsi “Rabbiniz değil miyim?” emrinin gereğidir,


soru görünümlü o emrin cevaplarıdır, yani hepsi
teslimiyettir. Ve onların teslimiyetleriyle birlikte
hem yaptıkları işler hem de idrakları zikrullah
mahiyetindedir. Ayet diyor ki, lâkin siz anlaya-
mazsınız. Yalnızca insan, bu sözleşmeye uygun
davranmayandır. Diğer kullar uygun davranırlar.
Beden diğer kullardandır. Kendinde Kendine
Göre Var olan, bu bedende dünya için görü-
nüm sağlar. Eğer siz bedeni çok önemserseniz,
“Kesinlikle bırakmam” derseniz, âhirette onu
size verirler, bu âhirette o size azap olur. Çünkü
o âhirete uygun bir yapı değildir. Vücût dokula-
rında da bu sözleşme vardır. Daha önce “İyyâKE
na’budu VE iyyâKE nesta’iyn” bölümünde kara-
ciğerden bir örnek vermiştik, onu hatırlayalım.
Vücûdumuzda bir şeker metabolizması vardır,
bunu da ana organ olarak karaciğer yürütür. Tek
başına değil, ilgili organlar, dokular, hormonlarla
birlikte. Ama kan şekeri seviyesinin tespitinde
özellikle karaciğerin yüklendiği rol büyüktür. Ka-
raciğeriniz ve ilgili organlar, hormonlar, enzimler
sizin kan şeker seviyenizi sizin için normal olan
sınırda tutmak için nasıl çalışacağının emrini al-
mıştır. Hiç haberiniz olmadan o çalışır, sizden izin
almaz. Onun nasıl çalıştığından haberiniz oluyor
mu? Hatta enzimler ve hormonlar sayesinde, sa-
niyenin çok küçük bir parçasında, bir kaç yazı
tahtasını dolduracak kadar çok reaksiyon cere-
yan eder. Ki bunlar bilinenler, tespit edilenler! O
reaksiyonları yazmak sizin saatlerinizi alır. Ama
o emri almış olan dokular saniyenin küçücük bir

343
kısmında o işi yaparlar, hiç haberin olmaz. Bir
sözleşmedir o. Arı da öyle bir sözleşme almıştır.
Âyet var, “Ona vahyettik, nasıl ev yapacak, nasıl
bal yapacak” diye. Bu yüzden, değme mühendi-
sin zor yapacağı hesapları yapar. Kokuyla aldığı
bir polen için; ne kadar zamanda gidebilir, ne
kadar zamanda gelebilir, yuvasına yetişebilir mi,
güneş batabilir mi, hepsini hesaplar. Emir aldı.
Allah’tan emir almak o emrin gereğiyle yüklen-
mek demektir. Nasıl vücudumuz, beden, beyin,
kalp, karaciğer, böbrekler gibi yapılar aldıkları
emirle ilgili gerekenleri yapıyor, işte kalb de, yani
kalıp da bu emri onlar gibi almıştır. Ancak kalı-
bın bu tür organları yoktur. Kalıp bir duygudur,
bir histir, onun mayası idraktır. Dolayısıyla emir
idraka göredir. O emrin açılması, vücudumuz-
daki kan şekerinin ayarlanmasından bizim hiç
haberimizin olmaması gibi, kalbimizden açılır
ve ortaya çıkar. İşte bu “Allah Fıtratı”dır. Bütün
insanlarda bu vardır ama bu emir bütün insan-
larda açılacak demek değildir. Fakat bütün nefs-
lerin kalpları bu emre göre dizayn olmuştur.
Geldiğimiz yeri bir kaç cümleyle noktalaya-
lım. Kalbın kişilik kazanmış hali olan Nefs’e “Kul
Zat” dedik. Kul Zat tabirini de gerektiği için
kullandık, çünkü Kul Zat önemli bir bilgi içe-
ren tanımdır. İlerleyen bölümlerde onunla ilgili
geniş bir paylaşım bulacaksınız. İşte o Kul Zat,
“Rabbiniz ben değil miyim?” emrini bir düşün-
me, bir itiraz, bir ikilem olmaksızın behemehâl
aldı. Meleklere; “Âdem için secde edin” denildi-
ğinde nasıl behemehâl secde ettilerse, nefsler de

344
YILMAZ DÜNDAR

bir dûniHİ algıları olmadığı için Ahseni Takviym


özellik kazanmak üzere behemehâl -bir düşün-
me, bir itiraz, bir ikilem söz konusu bile olmaksı-
zın- bu emre uydular. Böylece aslında “Ne oldu-
ğumuzu öğrendik” dediler, “Yaratanımız ve öğ-
retenimiz SENSİN” deyip bir söz verdiler, “Bütün
bu gerçekleri yaşayarak ve görerek öğrendik”
dediler, “Bil fiil şahidiz” şehadetinde bulundular.
“Yaratılışına şahit olması” insan için çok önemli-
dir. Daha yaratılmamışken yaratılışına nasıl şâhit
olabilir? Yaratılmadan bir kul yaratılışına nasıl
şâhit olabilir? Bunu dûniHİ düşünürseniz çöze-
mezsiniz, Billâhi anlamda düşünürseniz çözme-
ye çalışılacak bir şey yok demektir. “Bütün bu
gerçekleri yaşayarak, görerek öğrendik, bu ger-
çeklere göre tertip aldık” dediler ve Ahseni Tak-
viym hale geldiler. Onların “Evet, bil fiil şahidiz”
demeleri buydu. Bütün bu olaylar doğal akışı
içerisinde geçti. Bu soruya muhatap olan nefs
henüz “Müstakilen VARIM ve Muhtarım” hissi-
ni bilmiyor, böyle bir iddia onun için söz konusu
bile değil. O biliyor ki “Müstakilen VAR ve Muh-
tar” Rabbidir, kendisi O’nun yarattığı kuludur.
Bu geldiğimiz noktadan kesret diliyle ilgili bir
cümle kuralım: Söylediğimiz bu alt yapı o nef-
sin dünya hayatındaki imtihanı için elzemdir.
Dünya hayatı imtihanı dediğimiz hâl için nefs-
teki bu alt yapı, bu sözleşme elzemdir. Çünkü
dünya hayatında onun bir tercih yetkisi, Muh-
tariyeti Tercih Yetkisi olacaktı. Esas hedefimiz
bu yetkiyi tanımak olduğu için MTG’ye doğru
geliyoruz. Dünya hayatında onun bir tercih yet-

345
kisi olacak ve “İmtihan” denilen hayatın içerisin-
de bu tercih yetkisini kullanarak Rabbini doğru
bilmesi, O’na ulaşabilmesi böylece sağlanacak-
tır. Amaç âhiret hayatını oluşturmaktır. Kesret
diliyle dedik ki, dünya hayatındaki imtihanı için
nefslerdeki bu alt yapı, bu sözleşme gerekliydi.
Çünkü tercih yetkisini kullanarak Rabbini tercih
edebilecek. Bunu Rasûl ve Nebîlerden öğrendiği
şekilde kullanıp Rabbini tercih edebilecek, O’nu
tanıyabilecek, O’na ulaşmasını bu alt yapı sağla-
yabilecektir. Ancak bütün bunlar dünya hayatı
için değildir. Öyleyse dünya hayatının imtihan
olmasının bir açıklaması da şudur: Dünya hayatı
da bir prosedürdür, esas âhiret hayatıdır. Nefs-
lerin esas yaşayacağı yer, esas hayat âhirettedir.
İnsan, âhirette nasıl yaşanacağının pozisyonla-
rını oluşturmak üzere, âhiretteki yaşantıyı oluş-
turmak üzere dünyada yaşar. Bu yüzden, “Esas
olan dünya hayatı değildir” diye insan öyle çok
uyarılır ki. “Esas olan dünya hayatı değildir, bu
yaşantı fanidir, siz âhireti ihmal etmeyin, esas ha-
yat âhirettedir” diye Kur’ân uyarır. Çünkü dünya
hayatında bir prosedür var. Özellikle Birbirinize
Göre Var haliniz olan bedeninizin prosedürü on
dört buçuk milyon yıl sürdü. Böyle bir süreçle
bir bedene ulaşıldı. O süreç gibi idrakta da bir
yere ulaşılması gerekiyor. İdrakta bir yere ulaşıl-
ması için de çeşitli değişimleri sağlayacak Nebî
ve Rasûller gelmiştir. En son değişimi, değişimin
son noktasını koyacak olan, değişimin esasının
imzasını atacak olan Rasûlullah Efendimiz (SAV)
idrakla ilgili hamleleri tamamlamıştır. Diğer tüm

346
YILMAZ DÜNDAR

Nebî ve Rasûllerin hamleleri Efendimiz’in ham-


lesine zemindir. Bütün bunlar, bu bedende id-
rak oluştuktan sonra, o oluşan idrakın uygun
olanlarının ileride yaşayacakları yere hazırlanma
yerleridir. Bu imtihanda, bu sözleşme bilgisinin
açılması için Nebî ve Rasûller gelirler. Ayrıca nef-
simize fücûru ve takvâsı ilham edilmiştir:
“Sonra da ona (nefse) hem fücûrunu
(Hakk’tan sapmanın ne olduğunu) ve hem de
takvâsını ilham edene ki.” (Şems-8)
Demek ki bizim kalbımıza, Hakk’ı dinlemediği
zaman nefsin dünya ve âhirette nasıl bir yaşantı-
sı olacağı, Hakk yoluna girerse dünya ve âhirette
nasıl yaşantısı olacağı ilham edilmiş. Âyet nefsin
fücûrunu (yanlışa düşmesini) ve takvâsını (doğ-
ruya ermesini) bu iki kelimeyle ayırmış; fücur ve
takva. Ona fücûrunu ve takvâsını ilham ettik, bu
iki bilgi onda var. Duyduğu zaman ne yapacağını
kendinde olandan çıkaracaktır. Hesap günü bir
mazeret ileri sürmesin diye. Çünkü hesap günü
bir mazeret süreci var.
Hesap Günü adı “gün” olmasına rağmen, çok
uzun süren bir yaşantının ismidir. Yıl süreç de-
mektir zaten. O bir döngüdür, hesap döngüsü-
dür, bir an olup bitecek, bir seferlik bir şey de-
ğildir. Hesap Günü bir yaşantının ismidir, başka
bir yaşantının ismidir. İşte o gün bir mazeret sü-
reci de var. Yanlış yapanların toplanıp toplanıp,
kurtulmak için mazeret ileri sürdükleri bir süreç
var. Ayet onlara, “Orada hakikati duyduğunuz
zaman, ‘Hakikat adına açılacak bir idrak dosya-

347
mız yoktu. Bu sebeple, neyin doğru olduğunu
nereden bilebilirdik?’ demeyesiniz diye size bun-
ları verdik” diyor. Bu alt yapıyı size orada böyle
demeyesiniz diye size verdik. Çünkü:
“(O) yaptıklarından sual edilmez, onlar (ya-
ratılanlar) sual edilirler.” (Enbiyâ-23)
Bu âyete rağmen bir mazeret olamaz. Kişi ne
kadar mazeret ileri sürerse sürsün Allah yaptık-
larından sual edilmez. Eğer dûniHİ bakarsanız
bu çok anlaşılmaz. Ama dûniHİ algı ile bakmaz-
sanız, Allah’ın dışı kavramı olmadığına göre, za-
ten kim sorabilir? Muhal! “Niye böyle yaptın?”
sorusu muhal! Ama kullar sual edilebilir. Bunu
âyet diyor. Sual edilemez olmasına rağmen Al-
lah kendi nefsine, kullarına karşı merhameti farz
kıldı. Bu merhametin gereği, Rahman vasfı ge-
reği, Rahmaniyeti gereği bu mazeret sürecinde
böyle bir şeyle çıkmasınlar diye bu alt yapıyı ona
vermiştir. Sebeplerden birisi budur. Bir diğeri de,
“Atalarımızın yanlışları bizde o yanlışlara uygun
algılar yerleştirdi, doğruyu göremedik, ne yapa-
bilirdik?” dememeleri için bu alt yapı insanlara
oluşturuldu. Bir de Kehf Sûresi 49’daki; “Rabbin
hiç kimseye zulmetmez” gereği Allah kullarına
zulmetmeyeceği için bu sözleşme, bu emir, bu
alt yapı nefslere oluşturulmuştur.
“Senin Rabbin hiç kimseye zulmetmez” âyeti
kesret diliyle bir anlatımdır, uluhiyet, yani tevhid
dili değildir. Çünkü “taraf” var; Rabbimiz Allah
ve kullar diye iki taraf. Allah’ın diğer tarafa zul-
metmeyeceği, adâletli davranacağı söyleniyor.

348
YILMAZ DÜNDAR

Örnek vermiştik, bu tür âyetlerde hangi dilin


kullanıldığını fark etmemiz gerekiyor. Mesela,
Nisâ Sûresi 78 ve 79 bizim ders yapmamız için
çok önemli âyetlerdendir ve birisi uluhiyet diliy-
le, diğeri kesret diliyledir. “Senin Rabbin hiç kim-
seye zulmetmez” kuralı Nisâ-79 çerçevesindedir,
kesret dilidir. İnşâAllah benzerlerini göreceğiz.
Bu alt yapının insan için en önemli sebeple-
rinden birisi, bu alt yapının insanı Halifetullah
yapmasıdır, bu verilenler onun Halifetullah ol-
masını sağlayan önemli alt yapıdır. Bu alt yapı
sayesinde onda Halifetullah özellik açılır. Halife-
tullah özellik ne demektir, konumuzla ilgili ola-
rak bakalım: Âdemoğlu, yani insan bu alt yapı
sayesinde halifeliği gereği Allah adına “BEN” di-
yebilmeyi öğrenir. Bu alt yapı olmasa hep kendi
adına “BEN” der, İblis gibi. İnsanda bu alt yapı-
nın “Tercih”e yönelik bir yanı vardır. Meleklerde
ise bu alt yapı bir tercih yanı olmadan vardır, bu
yüzden behemehâl “Allah adına” davranırlar.
Şeytanlıkla görevli İblis ise böyle bir alt yapısı ol-
madığı için “Müstakilen VAR” hali için davranır,
bu bilgilerden habersizdir, onda böyle bir sözleş-
me yoktur; vazifesi gereği. Meleklerinki de va-
zifesi gereğidir. Ama insan tercih şerhi bulunan
bu sözleşme onda açıldığı zaman, bu sözleşme
sayesinde Allah adına “BEN” diyebilme vasfını
kazanır. İnsan bu sözleşmeden habersiz olduğu
için, bu alt yapıyı gömdüğü için, dûniHİ algıda
ve zann’larında olduğu için kendi namına “BEN”
der ve Kur’ân’a göre Mütekebbir sınıfına düşer.

349
“Ben onları (iblis ve soyunu) Semâvat ve
Arz’ın yaratılmasına da kendi yaratılmalarına da
şâhit tutmadım. Ve hiçbir zaman mudıll olanları
yardımcı edinmiş değilim.” (Kehf-51)
A’râf 172 ve 173. âyetlerde gördüğümüz bu
sözleşmeye, Kehf Sûresi’nde şeytan için açıkla-
nan bilgiyle de bakarsak yaptığımız tespitleri
daha kuvvetli anlarız. Aslında Kehf-50’den cinle-
ri de anlıyoruz. Asıl konu İblis olduğu için Kehf-
51’de meâl “İblis ve soyunu” diye parantezlendi-
rilebilir. Çünkü âyet “Ben onları” derken cinleri
kapsayan bir tanımla gelir. Diyor ki; Ben iblis ve
soyunu Semâvat ve Arz’ın yaratılmasına da ken-
di yaratılmalarına da şâhit tutmadım. Ama Hali-
fetullah olan insan için böyle bir şâhitlik var.
Ve “hiçbir zaman mudıll olanları yardımcı
edinmiş değilim.” Mudıll Hakk Yol’dan sapmış
demektir. Hakk Yol’dan sapmak tarif edilen dün-
yevi amelleri yapmamak demek değildir. Hakk
Yol’dan sapmak tek bir şeydir, Allah’ın hakkını
vermemektir. Birisinin hakkını vermeyene zalim
derler. Allah’ın hakkını vermeyip Hakk Yol’dan
sapan Allah’ın verdikleriyle kendi adına “BEN”
diyendir, yani “Müstakilen VARIM ve Muhta-
rım” diyendir. Ve bu Mudill’lin bir özelliğidir ki
insanları da saptırmaya çalışır. Kendi sapmıştır
ama doğruluğuna çok inandığı için insanları da
saptırmaya çalışır. İşte ayet diyor ki; böyle olan-
ları ben hiç bir zaman kendime yardımcı edin-
miş değilim. “Yardımcı” ifadesi kesret dilidir.
Tevhid diliyle bakarsanız, Allah’a yardımcı olu-
nur mu? Buradaki yardımcı ne demektir, onu da

350
YILMAZ DÜNDAR

anlamaya çalışacağız. Ama buradan anlıyoruz


ki Hakk Yol’dan sapmamak için iki özellik ge-
rekiyor, çünkü ayet şu iki şeyi birleştiriyor: İblis
ve soyunu Semâvat ve Arz’ın yaratılmasına da
kendi yaratılmalarına da şâhit yapmadım. Bir de
Mudıll’leri, yani Hakk Yol’dan sapanları yardımcı
edinmiş değilim. Demek ki ancak Hakk Yol’dan
sapmayanlar yardımcı olabilir. Hakk Yol’dan sap-
mamak için de böyle bir şehâdet gerekir, yani
nefsin bu alt yapıya sahip olması gerekir.
“Onları yardımcı edinmem” âyeti meâllerde
“Onlara görev vermem” şeklinde yazılabiliyor.
Âyetin kelime meâli “Ben Mudıll olanları yardım-
cı edinmem” şeklindedir. Onu meâllendirirken
anlaşılsın diye “Ben Mudıll olanlara görev ver-
mem” denirse çok doğru olmaz. Çünkü İblis gö-
revli! Değil mi? O bir görev yapıyor. Aslında her
kul kulluk sebebiyle ilgili olarak görevli değil mi?
Demek ki “Görev vermem” cümlesi “Yardım-
cı edinmem”in karşılığı değil. “Onları yardımcı
edinmem” âyeti bazen de “Mudıll olanlar bana
hizmet vermezler” diye çevriliyor. Bu da yeterli
değildir. Allah’ın emrini yerine getirmek hizmet
değil midir? Herşey bir hizmette, bütün kullar
Allah’a hizmettedir. Yalnızca insanların inanma-
yanları Allah’a hizmette olduklarının bilincinde
değiller, o kadar. Bütün yaratılanlar kulluk se-
bepleri çerçevesinde Allah’a hizmettedir. O za-
man “Yardımcı edinmem”i şöyle anlayabiliriz:
Hakk Yol için onlara görev vermem. Onlar Hakk
Yol’a çağırma konusunda hizmet edemezler.
Hakk Yol’a çağırma konusunda onları görevlen-

351
dirmem; yani onlar Hakk Yol’a çağırma konu-
sunda kulluk yapamazlar. Çünkü onlar kendi-
lerini “Müstakilen VAR ve Muhtar” sanıyorlar.
Buradan çıkardığımız bir ders de şudur ki; bir
insan kendisini “Müstakilen VAR ve Muhtar”
sanıyorsa, bunda da ısrarlı ve iddialı ise Hakk
Yol’a çağıramaz. “Onlara görev vermem” diyor.
Aslında burada bu şehâdetle ilgili konumuzu
ilgilendiren bir mânâya da ulaşabiliriz: Âmentü
Billâhi ve Rasûlihi diyen ve buna göre hayat tar-
zı oluşturan insanlar şâhit olmuş olanlardır, bu
bilgiye şehâdet edenlerdir. Şâhit kılmadıklarım
böyle bir hayat tarzı oluşturamazlar.
“İblis’in Mudıll davranışı Allah’a sürpriz ol-
muştur” gibi de düşünülmemelidir. Âyetlere ve
anlatımlara eğer insanca düşünerek yaklaşırsak
olmaz. Örneğin çok sâdık bildiğiniz ve görev
verdiğiniz birisi sizin isteğinizin dışında, sizin razı
olacağınız halin dışında bir şey yapmışsa ona
“Beni çok şaşırttın” diyebilirsiniz. Ama bu anla-
tım tarzına bakıp şeytanın Mudıll davranışının
öyle anlaşılması, Allah’ı şaşırttı, Allah’a sürpriz
oldu sanılması dûniHİ bir yaklaşım olur, Billâhi
anlamda olmaz. İblis görevini ancak sıkı bir Mu-
dıll olursa yapabilirdi. Sıkı bir Mudıll olabilmesi
için de âyette belirtilen şâhitliklerin olmaması
gerekir. İblis’te tercih yetkisi yoktur, bu neden-
le onun böyle bir sınavı, imtihanı da yoktur. O
böyle bir görev için sıkı bir Mudıll olmalıydı.
Bu ayetteki dersten şunu da öğreniyoruz:
“Rabbiniz BEN değil miyim?” sorusuna “Evet,
bilfiil şâhidiz” diyen nefsler kendi yaratılışlarına

352
YILMAZ DÜNDAR

şâhit olmuşlardır. Bir doğan olduğunda biz “Bir


kul yaratıldı” deriz, yani doğumuna bakarak bi-
risine “yaratıldı” deriz. Peki, bu prosedürü gör-
mek, bilmek ve Allah’ın emrini görmek o anda
olabilir mi? Demek ki ezeldeki şâhitlik ve onun
gereği olan rahimdeki açılış birden. Çünkü insan
kendi yaratılışına şâhit oldu.
Dünya hayatında bu tür şahitlikler yaşanabi-
lir mi? Araştırmalarla yaşanabilir, kişi kendisinin
yaratıldığı âna değil de diğerlerine şâhit olabilir.
Bu bir süreç olduğu için o süreci inceleyerek bu
işlerin nasıl olduğunu görerek şâhitlik yapabilir.
Ama Kur’ân’ın söylediği şâhitliği yapabilmesi
için, yine Kur’ân’dan öğreniyoruz ki bu tür ilmi
tespitlerde insanın El Hüsnâ’yı tasdik etmesi ge-
rekir. El Hüsnâ’yı tasdik edebilmesi için de işte
ezeldeki bu şâhitlik gereklidir. Ki dünyada bu
bilgileri tespit edince bu bilgilerin sahibinin Al-
lah olduğunu teslim edebilsin. Bu alt yapının üs-
tünü örtmüş bilim adamları bu bulguları başka
yerlere bağlarlar, El Hüsnâ’yı tasdik edemezler.
Bir nefs ezelde kendi yaratılışına nasıl şâhit
olur? Yaratılıp, kendisini “BEN” diyerek bilmediği
halde, o sürece nasıl şâhit olur? Bunu anlayabil-
memiz için yine şartımızı koymamız lazım: Bü-
tün bunların cereyan ettiği anda zaten nefslerde
dûniHİ algı yoktu. Yaratanı ve yaratılanı dûniHİ
algı olmaksızın düşündüğünüzde, yani bu iki
mânâyı dûniHİ düşünmeden çakıştırdığınızda,
yaratılanın yaratılacağını bilmesi ve görmesi
mümkün olur. Bunu yalnızca böyle -açıklanma-
yan bir cümle olarak- not alın. Çünkü konumuz

353
başlangıç çizgisi çizmek. Bu bilgi başlangıç çiz-
gisine ait olmadığı için geçiyoruz. Biz genellikle
başlangıç çizgisine ait cümleleri detaylandırı-
yoruz. Bunu hızlı geçiyoruz ama anlamak eğer
dûniHİ düşünmezseniz zor değildir, tehlikeli de
değildir. İşe Billâhi anlamda baktığınızda “Yara-
tan” bir mânâdır, yaratmaktır. “Yaratılan” da bir
mânâdır. Ve Allah’ın dışı kavramı yok; olanlar
ilminde. Yaratan ve yaratılan aynı yerde birer
mânâdır. Kesret dilinde bu şekilde ifade ettiği-
miz bu mânâları şimdi tevhid dilinde tek yapa-
lım, çakıştıralım. Yaratan ve yaratılan mânâlarını
tek yaptığımızda yaratılanın yaratılacağını bil-
mesi, anlaması, şâhit olması çok mümkündür.
Geldiğimiz idrakı ileri götürmek ve pekiştir-
mek üzere bazı âyetler paylaşacağız. Konsant-
rasyonumuzu yükseltmek için beynimizi zor-
lamaya mecburuz. Dışarıda böyle bir zorlama
yok. Normal hayatta Allah’ı anlamak için beyni-
mizi hiç bu kadar zorlamıyoruz. Ama zorlanma-
dan beyin patlamaz, açılmaz. Bu yüzden, şimdi
âyetleri okurken onların kalbimize tesir etme-
sine çalışalım. “Okunsun bitsin de sonra açık-
larken, anlatılırken dinlerim” demeyin. Âyetleri
“Allah Kelâmı” titizliğiyle ve kendimizi, algımızı
zorlayarak, kalbimize tesir etmesini bekleyerek
dinleyelim. Açıkladığımız bu mânâlar çerçeve-
sinde kendimizi zorlayalım.
“İnşirah” kitapçığını incelemiş olanlar bile-
cekler, kalbte bir Fuâd Mekanizması vardır, ana-
liz yapar, sonuçlara ulaşır, sentez yapar. Onun
Hakk Yol’da analiz ve sentez yapması için kalbte

354
YILMAZ DÜNDAR

Lüb Nûru’nun açılması gerekiyor. Lüb nûru açı-


lınca, o nûr altında artık mest olan, Hakikati gö-
ren Fuâd daima Hakk analiz ve sentezler yapar,
artık oradan dûniHİ bilgi çıkmaz. Biz ne yapıp
yapıp kalbimizde zaten var olan Lüb nûrunu,
yani İhlas Nûru’nu açmamız, canlandırmamız
lazım. LÜB insandaki “esas akıl”dır, bizim kul-
landığımız onun eseridir, gölgesidir. Esas aklın,
onun nûrunun açılmasını sağlamak için ayetle-
rin kalbimize tesir etmesine önem vermeliyiz.
“Rasûl sizi Rabbinize îman etmeniz için da-
vet ederken ve (Allah) sizden söz almış olduğu
halde, size ne oluyor da Allah’a îman etmiyorsu-
nuz? Eğer mü’minlerseniz...” (Hadîd-8)
Bir sözleşmeden bahsettik. Bu âyetin bir
mânâsını da günümüz için o sözleşmeyle ilişki-
lendireceğiz. Hatırlayalım ki âyetlerin inzal ol-
dukları zamanlardaki mânâları yanı sıra onların
hayata yayılmış, her dönem yararlanacağımız
mânâ çıkaracağımız anlamları da vardır. Ve on-
lar âyetin derinlemesine manaları değildir, ilk
mânâlarıdır, zâhirî mânâlarıdır. Eğer böyle yap-
mazsak ayetleri öteleriz. “Aslında onun sebebi
şu, o tarihte böyleydi” gibi yaklaşımlar size ders
alacak hiç ayet bırakmaz. Oysa bütün ayetler
-kişi hiç İslâm’ın tarihini bilmese bile- bugün
ona lazım olacak bilgileri sunar. O bilgiler için
İslâm tarihini harf harf bilmek gerekmez. Saha-
be İslâm’ı öğrenirken daha İslam tarihi oluşma-
mıştı. Kimse onlardan İslam tarihi bilmelerini
istemedi, çünkü öyle bir tarih henüz yoktu. Ama
daima îman isteniyor. Îman istendiğini âyetten

355
öğreniyoruz: Rasûl, verdiğiniz sözün gereği siz-
den açılsın diye sizi Rabbinize çağırıyor, îman
etmenizi istiyor: Söz de vermiştiniz, niye sözü-
nüzde durmuyorsunuz? Eğer sadık insanlarsa-
nız, eğer inanmak istiyorsanız...
Bu âyeti okuyan kişi; “Sözümde durdum, ben
Allah’a inandım” demekle âyet kapsamına gir-
miş olmaz. Ama genellikle böyle zannediliyor.
Biz öyle söz vermedik, sözümüzü hatırlayalım:
Biz “Müstakilen VAR ve Muhtar ancak Allah’tır”
dedik. “Başka Müstakilen VAR ve Muhtar YOK-
TUR” bile demedik. Çünkü bu sözü verirken
daha dûniHİ algı söz konusu değil, kafamızda
henüz “başka” tanımı yok. Biz Billâhi anlamda
“Müstakilen VAR ve Muhtar ancak Allah’tır”
dedik. “Yaratan O’dur, Mülk O’nundur, Güç
O’nundur, Hüküm O’nundur” dedik. Eğer bu
âyetin kapsamına girmek istiyorsanız; “Müstaki-
len VAR ve Muhtar ancak Allah’tır, başka Müs-
takilen VAR ve Muhtar YOKTUR. Kendimdeki
müstakilen VAR ve muhtar iddialarına ve dav-
ranışlarına ‘Lâ’ diyorum” Lâ ilâhe İllallah demek
zorundayız. O zaman sözümüze uymuş oluruz.
“Eğer mü’minlerseniz” demek, “tercih yetki-
nizi kullanın” demektir. Eğer sâdıksanız, inan-
mak istiyorsanız, size bu konuda yetk/güç ver-
dim, işin fücûrunu da takvâsını da ilham ettim,
haydi tercih yetkinizi kullanın, doğruyu yapın.
“Az bir pahaya Allah ahdini satmayın. Eğer bi-
lirseniz, Allah indindeki sizin için daha hayrlıdır.”
(Nahl-95)

356
YILMAZ DÜNDAR

DûniHi algıyla ürettiğimiz zann’lara uyup,


dünya hayatının fâni imkanlarına bakıp Allah’a
verdiğimiz sözle onları takas ediyoruz mânâsı çı-
kıyor. Dâima mesele hayat tarzıdır ve iki hayat
tarzı vardır. Birisi DûniHi algı üzerine kurulmuş-
tur. DûniHi algının zann’ları kişilere göre farklı-
lıklar oluşturacağı için bir çok hayat tarzı var gibi
gözükse de onlar alt başlıklardır, hepsinin üst
başlığı dûniHi algı ve zann’larına göre hayat tar-
zıdır. Bir de Âmentü Billâhi ve Rasûlihi’ye göre
hayat tarzı vardır. Dolayısıyla âyet bize, “Âmentü
Billâhi” sözü verdiğimiz halde ne yapıyoruzu an-
latıyor: Dünyada gördüğünüz fâni şeyler size ca-
zip geldi. Onlar geçici olduğu halde siz sözünüzü
onlarla takas edip değiştiriyorsunuz. “Az bir pa-
haya satmayın” budur. Esas satış parayla değildir,
para sonra o iş için bir aracı olmuştur. Satmak
takas etmek demektir, bir şeyi bir şeyle değiş-
tirmek demektir. Siz size sunulan hayat tarzını
dünyada kendinize göre uydurduğunuz hayat
tarzlarıyla değiştiriyorsunuz. Öyle fâni bir şey
için sözünüzden caymayın. Eğer mü’minlerseniz,
eğer anlayabilirseniz, Allah’ın size sunduğu on-
ların hepsinden hayrlıdır ve bâkidir. Âyette bu
uyarı var. Neden bu uyarı? Onu da bu âyetten
öğreniyoruz:
“Kim ahdi bozarsa ancak kendi aleyhine boz-
muş olur; Allah’la olan ahdine kim vefa göste-
rirse, ona da (Allah) büyük ecir verir. (Fetih-10)
Sözümüzü önemsememiz ve ona uygun dav-
ranabilme gayreti göstermemiz için Fetih-10’la
da uyarılıyoruz.

357
“Muhakkak ki; ‘Rabbimiz, Allah’tır’ deyip,
sonra da bilfiil istikâmet edenlere (Allah’a kulluk
yapanlara) gelince, onlara korku yoktur ve onlar
mahzun da olmazlar.” (Ahkâf-13)
“Muhakkak ki; ‘Rabbimiz, Allah’tır’ deyip,
sonra da bilfiil istikâmet edenlerin (Allah’a kul-
luk yapanların) üzerine melâike tenezzül eder:
‘Korkmayın, mahzun olmayın, vâd olduğunuz
cennet ile sevinin’ der. ‘Dünya hayatında da,
âhirette de biz sizin dostlarınızız. Orada nefs-
lerinizin iştah ettiği (arzuladığı) şeyler vardır.
Ğafûrun Rahıym’den bir ikram olarak.’ Allah’a
çağıran, sâlih amel işleyen, ‘Ben Allah’a tam tes-
lim olmuşlardanım’ diyenlerden daha güzel söz-
lü kimdir?” (Fussılet; 30-33)
“Hâyır (gerçek, inkârcıların sandığı gibi değil)!
Kim ahdini tam yerine getirir ve bilfiil korunur-
sa, şüphe yok ki Allah muttakileri sever. Allah
ahdini ve yeminini az bir pahaya satanlara ge-
lince, onların âhirette hiçbir nasibi yoktur. Allah
kıyâmet günü onlarla konuşmaz, onlara bak-
maz, onları tezkiye etmez, onlar için eliym bir
azap vardır.” (Âl-û İmrân; 76, 77)
Ahdi tam yerine getirmek nedir, âyetten onu
da öğreniyoruz. Tam yerine getirmek önce be-
yanla ilgilidir. Tam demek “kesinlikle” demektir.
Kim “Tam, yani kesinlikle şahidim ki, müstakilen
VAR ve muhtar olan ancak Allah’tır” derse ve
bu konuda elinden geldiğince korunursa, onları,
o müttakileri Allah sever. Ama âhirette onlara
sunulacak bu hâli ve dünyadaki uygun yaşantıyı

358
YILMAZ DÜNDAR

kim zann’larıyla takas ederse, buradan anlıyoruz


ki, onlara âhirette bir rızk hazırlanmamıştır. Dü-
şünün ki ahirette tek geçerli belge var ve dünya-
da o belge için bir âferin ve takdir yok. Âhirette
geçerli o belge Kur’ân ve Îman’dır; Îman ve Sâlih
Amel’dir. Tek geçerli belgenin îman, Kur’ân ve
sâlih amel olduğu bir yerdesiniz ve anlıyorsunuz
ki Güç Allah’ın, Mülk Allah’ın, Hüküm Allah’ın
ve Allah bir kulu sonsuz hayatta muhatap al-
mıyor. Bunu bir düşünün. Muhatap alınmamak
çok acı bir ızdıraptır, muhatap alınmamak bir
cehennem azabının ismidir. Dünya hayatında
bazı çocuklar ebeveynlerini “Bizi muhatap al-
mıyorlar” diye şikâyet ederler. Yabancı ülkeler-
de görüyoruz, sırf bu yüzden çok korkunç cina-
yetler işleniyor, psikolojik hastalıkların sebebi
olarak muhatap alınmamak çıkabiliyor. Dünya
hayatında bile muhatap alınmamak bir sıkıntı,
bir zorluktur. Dünya hayatından bildiğimiz bu
muhatap alınmama sıkıntısını sonsuzla çarpa-
rak onun âhirette nasıl bir azaba dönüşeceğini
görün. Kendilerini “Müstakilen VAR ve Muhtar”
ilan edenlere, Allah’a verdikleri sözü dünyadaki
zann’larıyla takas edenlere âyet diyor ki; Kıyâmet
Günü Allah onlarla konuşmaz, onlara bakmaz,
onları tezkiye etmez ve onlara ayrıca eliym bir
azap vardır. “Allah onları tezkiye etmez” der-
ken onlar üzerinden öğrendiğimiz bir şey daha
var: Demek ki âhirette tezkiye var, teselli var. Bu
Allah’ın mü’minleri çeşitli üzüntülerinde teselli
edeceğinin müjdesidir.

359
Mânâ ayırırken Yöneliş’i İlişkiler’den ayırdık,
“Yöneliş’in temelini Rabbimize verdiğimiz söz
oluşturur” dedik ve bunun dünyada beyân edil-
mesi gerektiğini söyledik. Kur’ân’da onların hep-
sini özetleyen tâbirin “Âmentü Billâhi” dememiz
olduğunu gördük. Bu yüzden Îmanın Şartları
yazılırken onun birinci maddesine “Âmentü
Billâhi” yazılır. Ama ona “Allah’a îman etmek”
deyip geçerler. Hâyır! Âmentü Billâhi de “B” var.
Bu nedenle “Âmentü Billâhi”nin anlamı; “Müsta-
kilen VAR ve Muhtar olan ancak Allah’tır. Başka
müstakilen VAR ve muhtar YOKTUR. Bendeki
iddiaları da reddettim, hepsine ‘La’ dedim” de-
mektir. Onun ilk maddesi budur.
Bu şehâdetin mü’minde oluşturduğu idrakın
hayat tarzına dönüşmesini sağlayan bir geçiş
vardır. Şöyle ki: Söylediğimiz bu şehâdet bir yö-
neliştir. Bu yönelişin fiile dönüşmesini sağlayan
bir geçiş vardır ve bu geçiş bir sûrettir. Dikkat
edin, idrak fiile dönüşüyor. Yaratılan ilmi sûretler
de öyledir. Allah’ın dileği olan, sûretlenmesini
dilediği mânâlar ef’al âleminde sûret bulur.
Allah’ın düşüncesini sadece sûrete dönüşen
mânâlardan ibaret sanmayın, tüm mânâlar hep-
si Allah’ın düşüncesidir. Düşüncelerinin içerisin-
den sûret bulmasını diledikleri ef’al âlemi’nde
sûrete dönüşür. Bu yüzden, biz oraya Fiil Âlemi
veya Ef’al Âlemi deriz. Fiiller ortaya koyduğu
için.

360
13.
HANİYF, VECH, DİYN,
MUHSİN, VECHULLAH

Şimdi, Yöneliş’te bahsettiğimiz Âmentü


Billâhi îmanını, yönelişi amele dönüştüreceğiz,
onu da fille tarif edeceğiz. Onu fille tarif ederken
idraktan sûrete geçişi sağlayacak olan ara sûretin
ismi HANÎF’tir. Hanîf bir ara sûretin ismidir, ef’al
âlemindeki bir sûretin ismidir, bedenle oluştu-
rulan ve beden dili de diyebileceğimiz oluşan bir
sûretin ismidir. Hanîf adını verdiğimiz o sûret,
“Âmentü Billâhi” dediğimiz Yöneliş’in kesret
âleminde Amilus Sâlihâti’ye geçişini, yani yöne-
lişin kesrete dönüşünü sağlayacak ara sûrettir.
Hanîf kelimesine geldik ama hâlâ Yöneliş’i in-
celiyoruz. Arada bir kesrete atıf yapıyorsak da
henüz Yöneliş’i tanımlamaya çalışıyoruz. Onu
tanımlarken Hanîf’e geldik.
Hanîf olmak bir davranış biçimidir ve o dav-
ranış öyle bir sûrettir ki sizi Nefs-i Levvâme
vâsıtasına bindirir. Sizin Nefs-i Levvâme
vâsıtasına binmenizi sağlayan bilet odur, oraya
o sûretle binilir. Hanîf sûreti görmeden levvâme
vâsıtasının kapıları açılmaz. Bu yüzden Nefs-i
Levvâme iyi tanımlanmalıdır. Tasavvuf kitapla-
rında Nefs-i Levvâme bir iki cümleyle geçilmiştir.
Oysa en sıkı, en detaylı anlatılması ve anlaşılması
gereken yer Nefs-i Levvâme’dir. Nefs-i Levvâme

361
anlaşılamadığı için ondan yararlanılamıyor. Ki-
taplarda bir iki cümleyle geçilen şeye Kıyâmet
Sûresi’nde yemin edilmiştir:
“Ve lâ uksimu Bi’n nefsi’l levvâmeh; Ve
(Billâhi îmanlı) nefs-i levvâmeye kasem ederim.”
(Kıyâmet-2)
Bu âyetin meâli “Nefs-i Levvâme’ye yemin
ederim” şeklinde yazılırsa noksan olur. Çünkü
âyette “Bi’n nefsi’l levvameh” olarak geçiyor,
Yemin Billâhi anlamda nefs-i levvâmeye. Bir
kişi “Müstakilen VAR ve Muhtar olan ancak
Allah’tır” derse, sonra kendisindeki “Müstaki-
len VAR ve Muhtar” yapıyı reddederse ve bu
îmanına göre davranmaya çalışırsa, “Müstakilen
VAR ve Muhtar” gibi olan davranışlarından ra-
hatsız olur da onları düzeltmeye çalışırsa, bu ra-
hatsızlıklarını tövbeye, duaya, sonra da düzgün
davranış ve yaşantıya çevirirse, işte bu Billâhi
Îmanlı Nefs-i Levvâme’dir. Âyetin bahsettiği
Nefs-i Levvâme’nin şartı budur; Billâhi îmanlı
Nefs-i Levvâme! “O kapsamda nefs-i levvâmeye
kasem/yemin ederim” diyor. Yani; “Müstakilen
VAR ve Muhtar olan ancak Allah’tır” deyip buna
uygun hayat tarzı oluşturma yolunda yanlışla-
rından bağışlanma isteyen, Allah’a karşı utana-
rak boyun bükmüş ve elinden geldiğince uygun
amel için gayret gösteren, bu sebeple “İyyâKE
na’budü ve İyyâKE nesta’iyn” diyerek Rabbine
sığınan nefsin ne demek olduğunu bilir misin?”
İşte Rabbimizin önemsediği, üstüne yemin
ettiği Billâhi anlamlı Nefs-i Levvâme’ye geçişi

362
YILMAZ DÜNDAR

sağlayacak olan sûretin ismi, Yöneliş’in bedende-


ki bu sûretinin ismi Hanîf’tir. Oysa Esfele Sâfiliyn
hayata göre, yani dûniHi algı ve zann’larla ya-
şantıya göre “hanîf” dönek demektir. Esfele
Sâfiliyn idrakı ve yaşantıyı reddederek “Rabbim
Allah’tır” sözüne dönen ve bir daha geriye bak-
mayan Hanîf’e Esfele Sâfiliyn’ler “dönek” derler;
“Bizi terk ettin, yüzümüze bakmıyorsun” derler.
Hanîf, o Esfele Sâfiliyn idrakın yüzüne bakmaya-
cak şekilde ona sırtını dönendir. Esfele Sâfiliyn’e
göre dönek olan bu kişi Allah için Hanîf’tir,
Allah ona “Hanîf” der. Ona sırtını dönenlere
Allah “Hanîf” der, ama Allah’a hicret için Esfe-
le Sâfiliyn’de neleri varsa çarçabuk toplamaya
çalışanları görünce, onların bu telaşları ve ken-
dilerinden vazgeçişleri nedeniyle Esfele Sâfiliyn
onlara “deli” der. Onların deli dedikleri Allah için
“Veli”dir. Yani Esfele Sâfiliyn’in delileri Allah’ın
Velileri’dir. Onlar, Allah’a ait olan ama Esfele
Sâfiliyn’de kalmış ne varsa hepsini Sahibi’ne tes-
lim etme telaşındadırlar. Onlardaki telaşın sebe-
bi “Hepsini Sahibi’ne teslim etmeden ölürsem”
korkusudur. “O’na ait şeyleri “Müstakilen VAR
ve Muhtar” diye etiketleyip onların peşine düş-
tüm, zamanımı onlara verdim. Onları Sahibi’ne
teslim etmeden ölürsem hâlim ne olur?” korku-
suyla, o telaşla onları taşır. Böylece Esas Hicret’i
gerçekleştirmeye çalışır.
Hanîf sûreti oluşturan beden diliyle şöyle
haykırır: “Müstakilen VAR ve Muhtar olan an-
cak Allah’tır. Başka Müstakilen VAR ve Muhtar
iddialarına sırtımı döndüm, bu iddiaları arkama

363
aldım, böylece onlar YOK hükmünde oldular.
Allah üzerine uydurulan bu yalan ve iftiralara
karşı savaş ilan ettim.” Hanîf olmakla bunu söy-
lemiş olursunuz.
Takvâ Elbisesi demiştik, takvâ bir elbisedir
demiştik. Hanîflik o elbisenin rozetidir hem de
Takvâ Elbisesi’nin olduğu gardroplardaki bir el-
bisedir. Onun gün içerisindeki göstergeleri iki
şeydir; Vitr Salâtı’ndaki Kunut ânı ve Evvâbiyn
Salâtı. Beş vakit salâtın ne kadar önemli olduğu-
nu biliyorsunuz. Onu süzüp bu konuda yağını
çıkarsanız, o damlalardan bazıları Kunut Ânı’na
rastlar. Kunut sizin salâtı bölmenizin ismidir, o
an “Allahuekber” der, salâtı bölersiniz. Neden bi-
liyor musunuz? Hanîfliğiniz, teslimiyetiniz o an
o kadar ağır basar ki siz her şeyi unutursunuz,
salâtınızı dahi! O an her şeyi unutur, sırf teslimi-
yetinizi yaşamak için salâtı bile dünyaya verirsi-
niz; “Salât dünyanın işidir, şu an hepsinden sıyrıl-
dım, Allahuekber” dersiniz. Kunut kanıttır, yani
tam teslimiyettir, saf hâlis teslimiyeti en azından
sembolize etmektir. Oradaki dualarla beraber o
hâl en azından o teslimiyetin sembolüdür. Bir
diğeri de Akşam Salâtı’ndan sonraki Evvâbiyn
Salâtı’dır. Mânâsı için lügâtte “özüne dönen” de-
nilmektedir. Peki, kişi özüne nasıl döner? Dünya
işleriyle ilgili olarak “Özüne döndü” denince ırk
tarif ediliyor. Ama bu konuda kişi özüne nasıl
döner, onu iyi tarif etmek gerekir. Onun başlan-
gıcı, kişinin “Müstakilen VAR ve Muhtar olan
ancak Allah’tır” deyip bütün iddialara “Lâ” de-
mesidir. İşte Akşam Salâtı’ndan sonra ikame edi-

364
YILMAZ DÜNDAR

len Evvâbiyn Salâtı; bu sözleşmeyi kabullenmiş


kişilerin “Allahım, ben böyle dedim, bunu ben-
den kabul et, bu şehâdetimi kabul et ve bunu
benim hayat tarzım hâline getiriver” duâsıdır.
Ulaştığımız noktadaki kelime Hanîf; müte-
kebbirlere sırtını dönen. Hanîf kul “Ben de Müs-
takilen VARIM ve Muhtarım” iddiasında bulu-
nanlara, kendileri namına “BEN” diyenlere ve
onların hayat tarzlarına geri dönmemek üzere
inatla sırtını dönendi. Şimdi Kur’ân’dan hanîfle
ilgili idrakımızı yükseltecek, amele çevirecek bir
ders yapalım. Oradan bazı sonuçlara ulaşıp Yö-
neliş kapsamındaki konumuzu süzüp bir yere
getirmeye çalışacağız.
“De ki: ‘Ey, insanlar! Eğer benim dînimden
şüphe içindeyseniz, (bilin ki) ben sizin dûnillah
(algı sonucu müstakilen var ve muhtar güçler
sanarak) taptıklarınıza kulluk yapmam. Fakat
sizi vefat ettirecek olan Allah’a kulluk ederim.
Ve ben mü’minlerden olmakla emrolundum. Ve
(şununla da emrolundum): Vechini hanîf olarak
Dîn’e tut ve sakın müşriklerden olma. Ve sana ne
fayda ne de zarar verecek olan dûnillah (algı so-
nucu müstakilen var ve muhtar güçler sanılan)
şeylere duâ etme. Böyle yaparsan muhakkak ki
sen zâlimlerden olursun.” (Yûnus; 104-106)
Efendimiz (SAV) emredilen hanîf merkezli
davranış biçimini bize duyurdu: “Ve şununla da
emrolundum; Vechini hanîf olarak dîne tut ve
sakın müşriklerden olma.” Şimdi yeni bir keli-
me öğrenerek Hanîf davranışa katkı yapacağız.

365
Hanîf’i tarif ettik, şimdi yanına bir tanım daha
eklendi; vechini hanîf olarak dîne tut. Şu iki ayeti
de okuyup devam edeceğiz.
“Vechini tek dîne hanîf olarak doğrult. O Al-
lah fıtratına ki insanı onun üzerine yaratmıştır.
Allah yaratışında değişiklik olmaz. İşte bu Dîn-i
Kayyım’dır. Fakat insanların ekseriyeti bilmez.”
(Rûm-30)
“Allah’a hanîfler olarak, O’na şirk koşmaksızın
(îman edin yönelin).” (Hac-31)
Bu âyetlerden yine ayetle tanımlamak üzere
kendimize bir kaç sonuç, bir kaç prensip çıkara-
cağız. O prensiplerimizi birleştirerek Yöneliş kıs-
mını tanımlayacağız. Bu âyetlerden ulaştığımız
birinci prensip, vechini o tek dîne hanîf olarak
doğrultmaktır. Hanîf’i paylaşmıştık. Bunun dı-
şında öğrenmemiz, anlamamız gereken kelime-
ler vech ve din. Bütün bu kelimelerle -hanîf vech
ile- yönelmemiz istenen şey o tek dindir. Din ke-
limesini tanımımızda yerine koyabilmemiz için
onu Kur’ân’dan üç ayette ders yapalım.
“Muhakkak ki; Allah indinde Dîn İSLÂM’dır.”
(Âl-û İmrân; 19)
“Size dîn olarak İslâm’ı uygun gördüm.”
(Mâide-3)
“Kim dîn olarak İslâm’dan başkasına yönelir-
se, bu ondan kabul edilmeyecektir.” (Âl-û İmrân;
85)
Dîn’in de ne olduğunu öğrendik, din bir sis-
tem demektir. Dünya hayatında insanlar için bir

366
YILMAZ DÜNDAR

çok sistem var. Allah’ın sistemleri çok ama konu-


muzu işaret eden din hayat tarzı demektir. Do-
layısıyla, âyette; “Şu hayat tarzına hanîf olarak
doğrulun” önerisi var. Ama o hangi hayat tarzı?
İşte onu öğrendik, Allah indinde makbul bir ha-
yat tarzı vardır; İslâm. “Size hayat tarzı olarak
İslâm’ı uygun gördüm” âyeti var. Bu üç âyetten
bir prensip çıkardık: Size dîn olarak İslâm’ı uygun
gördüm. İslâm kelimesini zihnimizde hemen bir
mânâya açabilmek için onun yalın karşılığına
bakarsak; İslâm teslim demektir. İslâm teslim-
dir. Teslim olan Müslüman’dır. Kime teslim? El-
bette ki Rabbül Âlemiyn’e teslim. Bu teslimiyet
nasıl olacak? Yani ne olursa, ne yaparsak Allah’a
teslim olmuş oluruz? Eğer bunu yapabileceği-
miz şekilde tanımlayamazsak amele çevireme-
yiz, yöneliş olarak da yapamayız. Yönelişimizi
anlayabileceğimiz ve uygulayabileceğimiz bir
tanıma çevirmek için bu kelimelerle prensipler
oluşturup sonra onları tanımlamaya çalışıyoruz.
Âyette hanîf, vech ve dîn geçti. Hanîfi tanımla-
dık, Allah indinde dîni öğrendik; İslâm. İslâm ke-
limesinin teslim manasına geldiğini de öğrendik.
Şimdi bu teslimi âyetlerle açalım, o ne demektir,
nasıl teslim olacağız?
“De ki: Muhakkak ki; Rabbim beni sırât-ı
müstakıym’e, dosdoğru dîne, hanîf olan
İbrahim’in dîni’ne hidayet etti. O müşriklerden
değildi.” (En’âm-161)
“Muhsin olarak vechini Allah’a teslim eden-
den ve hanîf olarak İbrahim’in dîni’ne tabi olan-
dan dîn olarak daha güzel kimdir?” (Nisâ-125)

367
“Kim muhsin olarak vechini Allah’a teslim
ederse, gerçekten en sağlam Kulb’a tutunmuş-
tur. İşlerin âkıbeti Allah’a (döner).” (Lukman-22)
“Rabbi O’na (İbrahim’e); ‘Eslim (teslim ol,
müslim ol)’ demişti, o da ‘Eslemtü li Rabbil
Âlemiyn (Âlemlerin Rabbine teslim oldum)’ de-
mişti.” (Bakara-131)
“Ey iman edenler, hepiniz toptan Silm’e (tes-
limiyetle gelen barışa) girin. Şeytanın adımlarına
tâbi olmayın. Muhakkak ki; o sizin için apaçık bir
düşmandır.” (Bakara-208)
“Rabbinize yönelin (O’na kulluk edin) ve size
azap gelmeden önce O’na teslim olun. Sonra
yardım olunmazsınız.” (Zümer-54)
“(Rasûlüm) seninle münâzaraya girerlerse,
de ki; ‘Eslemtü vechiye lillahi (vechimi Allah’a
teslim ettim) ve bana tâbi olanlar da.” (Âl-û
İmrân; 20)
Bir prensibe daha ulaştık, o bize Bakara-112.
âyetle özetleniyor. Ama önce amacımızı hatırla-
maya çalışalım.
Âl-û İmrân-20’de; “Rasûlüm seninle
münâzaraya girerlerse” deniyor. Münâzarayı ge-
niş mânâda düşünürsek birincisi, “Dîninle ilgili
sana karşı cevaplar verirlerse” demektir: “Sana
dîninle ilgili cevaplar verirlerse onların anlayaca-
ğı şekilde cevap vermen mümkün değil. Çünkü
bu iş, dünya prensipleri ve kurallarıyla oluşmuş
bir bilim tartışması değildir. Tamamen îmana
dayanan, kuralları da dünyadaki prensiplere

368
YILMAZ DÜNDAR

uymayan bir şeydir. Dolayısıyla, “Onların itiraz-


larına onların inandıkları prensiplerle cevap ve-
remezsin, öyle bir şey yapma” deniyor. Demek
ki sünnette böyle bir tartışma yok. Dolayısıyla,
İslâm’a karşı olanlarla İslâm’ı savunanların bazı
platformlarda bir araya gelip tartışmaları sünne-
te uymaz, yanlış bir iş yapıyorlar. Zaten o tartış-
malara bakın, henüz galip gelmiş bir din görevlisi
ve ilahiyatçı görmedim. Çünkü prensipler farklı.
Birisi tamamen îmana dayalı. Karşındaki dünya
prensipleriyle ilgili kurallar koyuyor ama senin
anlattıkların o kurallarla ilgili değil, seninki tar-
tışılacak bir şey değil! Îman tartışılır mı? Dünya
yaşantısında kişiler tercih ettikleri renkleri tar-
tışmıyorlar, “Renkler ve zevkler tartışılır mı? Sen
o rengi sev, ben bu rengi seveyim” diyorlar. Öy-
leyken îman tartışılır mı? Hem de inanmayanla!
Îman inananlar arasında tezekkür edilir, daha
iyi yaşayabilmek için beyin fırtınası yapılır. Bu
âyet Efendimiz (SAV) e diyor ki, eğer böyle bir
münazara olursa, senin tercih ettiğine uymayan
hamleler olursa, senin hayatına uymayan şeyler
görürsen onlara; “Eslemtü vechiye lillahi; Ben
vechimi Allah’a teslim ettim, bana tâbi olanlar
da!” de.
Efendimiz (SAV) vechini Allah’a teslim etti.
Ama “Bana tâbi olanlar da” diyor. Rasûlullah’a
tâbi oldum, o zaman vechimi nasıl teslim ede-
ceğim? “Teslim ettim” demekle olmuyor. Birisi
size “Şunu teslim etmiştim” dese, onu verme-
diyse “Teslim ettim” demesi ne kadar inandıra-
bilir? Vechi hanîf olarak teslim etmemiz gerekti-

369
ğini öğrenmiştik, şimdi bu âyetlerden bir kelime
daha öğrendik; kim muhsin olarak vechini tes-
lim ederse! İş olgunlaşıyor, kelimeler çoğalıyor.
Önce hanîf olacaksın, bu hanîf halinle vechini
teslim edeceksin, yani İslâm’a hanîf halinle yö-
neleceksin, yani teslim olacaksın. Ama muhsin
olarak! Ulaştığımız üçüncü prensip bu:
“Hâyır, iş inkârcıların sandığı gibi değil! Kim
muhsin olarak vechini Allah’a teslim ederse, işte
onun ecri Rabbi indindedir. Onlara korku yok-
tur ve onlar mahzun da olmazlar.” (Bakara-112)
Muhsin olarak vechini Allah’a teslim etmen
böyle önemli. Ancak muhsin olarak vechini
Allah’a teslim etmen için hanîf davranışta bu-
lunman şart. Şimdi hepsini birleştirip yapabile-
ceğimiz bir amele çevirmeye çalışacağız.
Üç kural belirledik. Bu üç kuralda geçen ana
kelimeler; Vech, Hanîf, İslâm, Muhsin. Bunların
tanımlarına bu konularla ilgili lügâtları açtığınız
zaman kolayca ulaşırsınız. Ama o tanımlar size
İslâmî bir amel veriyor mu? Maalesef vermeye-
cektir. Örneğin, hanîf kelimesini tek tanrılı dîne
inanmakla, tanrıları birlemekle açıklarsa bu
tanım İslâmî olabilir mi? Bir putperest de tan-
rılarını birleyebilir. Hepsini kırar, birini bırakır,
tek tanrılı olur, “Bir tanrım var” der. Bunları bize
İslâmî bir amel verecek şekilde doğru tanımla-
malıyız.
Hanîf’i tanımladık. Şimdi vechin tanımlan-
ması lazım. Kur’ân-ı Kerim’de doğruyu bulma-
mıza anahtar olacak kelimelerden birisi vech-

370
YILMAZ DÜNDAR

tir. Çünkü “Kim muhsin olarak vechini Allah’a


teslim ederse ona korku ve mahzunluk yoktur”
müjdesi var. Ne yaparsam bu kapsamda olu-
rum? Lügâttaki tanımlara da bakarak vechi ta-
nımlayalım, anlayalım. Güzel bir örnek görmüş
olacağız. Lügâtta “Vech” kelimesine baktığınız
zaman üç basamaklı mânâ görürsünüz, mânâlar
üç grup halindedir. Birisi yüz, çehre, surat. İki;
tarz, üslûp. Üç; alın, ön, satıh, cephe. Peki biz ona
“yüz” dersek, ben yüzümü nasıl Allah’a çevirece-
ğim? Bu nedenle onun şu mânâsını fark edelim.
Vech doğrudan Muhtariyeti Tercih Gücü’dür.
Öyle olduğunu birlikte göreceğiz. Kur’ân’da ge-
çen vech Muhtariyeti Tercih Gücü’dür. Ama tek
başına yalnızca Muhtariyeti Tercih Gücü değil,
bir blok olarak. Şöyle: Kayıtlı Kendini Hissetme
Duygusu’na “Kendini bil” emri geldiğinde o ken-
dine “BEN” dedi. Bu “BEN” deyiş dûniHİ değil-
dir. Henüz dûniHİ algı oluşmadan Ahseni Tak-
viym çerçevede kendini bildi. Sıraya koyuyorum:
Kendini bildi ve “BEN” dedi. Sonra bir şey fark
etti; Hüküm Gücü’nü, Tercih Gücü’nü fark etti.
Halifetullah olarak “BEN” dediği için Muhtari-
yet Gücü’nü fark etti. Onu dünya için söylersek
Muhtariyeti Tercih Gücü’nü fark etti. Bu sefer bu
hükümle kendine “BEN” dedi. Nefs “Kendini bil”
emriyle birlikte “BEN” dedi. “BEN” dedikten son-
ra baktı ki kendisinde verilmiş güçler var. Bun-
lardan birisi Hüküm Gücü, Muhtariyet Gücü. Bu
sefer bununla “BEN” dedi, yani kendisinde fark
ettikleriyle kendisini takdim etti; Muhtariyeti
Tercih Gücü’yle “BEN” dedi. Kişinin Muhtariyeti

371
Tercih Gücüyle, yani kendisinde fark ettiklerin-
den oluşan zann’la kendini takdim ederek “BEN”
demesi o kişinin yüzüdür, vechidir. Vech bildiği-
niz maddi yüz değildir, izah edebildim mi? Onu
biz de kullanırız. Birisiyle uzun süre arkadaşlık
yaparsınız, sonra öyle bir şey yapar ki “Gerçek
yüzünü gösterdi” dersiniz. Gidip yüz ameliyatı
mı yaptırdı? “Gerçek yüzünü gösterdi” derken
siz “Gerçek BEN’ini gösterdi” demek istersiniz. O
kendisinde neye “BEN” diyormuş onu gösterdi.
Bir örnek de bir iş yerinden verelim. Çalışanlar-
dan birisi kendisini çok dürüst olarak tanıtmış,
işveren de çok dürüst görünce onu muhasebeci
yapmış. Ama kişi o kadar dürüst değil, çalan biri-
si. Bu kişi içinde hangi kişiliğe “BEN” diyor? Çalan
kişiye “BEN” diyor. Ama işverene gösterdiği yüzü
o değil. Muhasebeci olup kağıt, kalem, para elin-
de olunca yanıltan bir hesap yapıp zimmetine
para geçiriyor. İşveren bunu fark ettiğinde; “Ger-
çek yüzünü gösterdi” der, yani kişi neye “BEN”
dediğini gösterdi. Çünkü o içinden hep “çalaca-
ğım” haline “BEN” diyordu Vechin “BEN” demek
olduğunu izah edebildim mi? Kişi neyle “BEN”
diyor? Muhtariyeti Tercih Gücü’yle. Bu yüzden
Muhtariyeti Tercih Gücü’yle siz neye “BEN” di-
yorsanız o sizin vechinizdir. Ama siz Muhtariyeti
Tercih Gücü’nüzü anlamak için önce “Kendini
bil” mânâsındaki “Kün” emriyle “feyekün” ken-
dinizi bilip “BEN” dediniz. Ama henüz neyiniz
var, size neler verilmiş bilmiyorsunuz. O hâlinize
emir üzere “BEN” dediniz. O “BEN” dediğiniz
halle yaşamaya başlayınca kendinizi tanımaya

372
YILMAZ DÜNDAR

başladınız. “Benim hüküm gücüm var, Muhta-


riyeti Tercih Gücüm var, yetkim var” dediniz,
onunla çeşitli zannlar üreterek kendinizi tanım-
ladınız. Bu sefer ona “BEN” dediniz. Sizin şimdi
vechiniz ikinci söylediğiniz “BEN”dir.
Lügâttaki vech mânâlarını bu bakışla ince-
lersek bütün o okuduğumuz mânâların sonuç
olduğunu görürüz. İşin aslı fark edilmeyince so-
nuçlar lügâtta mânâ olarak yazılmıştır. Çünkü
kesret yaşantısı bir sonuçtur. Siz mânâya göre
yaşayamazsınız. O yüzden lügâtlarda tanımla-
nanlar genellikle bir sonuçtur, sonuç cümleleri
tarif eder, dokunabileceğimiz şeyleri tarif eder.
Daha iyi anlaşabilmesi için vechi lügâttaki ikin-
ci mânâsı olan “tarz, üslup” olarak da ele alalım.
Birisinin bir tarzı varsa, o tarzı size nasıl söyler?
“Bu benim tarzım” der. Demek ki tarz bir sonuç-
tur, “Benim tarzım” dediği şey bir sonuç. Eğer
vechin bir manası tarzsa ve kişi o tarzı sunu-
yorsa o zaman diyor ki; “Benim tarzım, benim
üslûbum, benim çehrem, benim suratım, benim
alnım, benim cephem” Dikkat ederseniz “BEN”
demeden hiçbir tarif yapamaz. “BEN” demeyin-
ce bu tarifler neye yarar? “BEN” demeyen birisi
için tarzın, üslûbun ne mânâsı var. O kelime-
ler “BEN” diyen için geçerlidir, yani onlar birer
sonuçtur. Onlar kişi “BEN” dedikten sonraki
sonuçlardır. Kur’ân’da bize söylenen vech o so-
nuçlar değildir. Çünkü sonuçlar kesret âlemine
ait zannlardır. Âyette söylediği vech, o zannlara
da sebep olan “BEN” dediğidir, doğrudan. Kişi
o “BEN” dediğine nasıl ulaşmıştır? Muhtariyeti

373
Tercih Gücü ile. O güçle oluşturduğu zannlar
sonucu onu söylemiştir. Bunu şu örnekte de gö-
rebiliriz. Anestezi uygulanmış bir hasta aneste-
ziden çıktı, yanında da çok sevdiği bir dostu var.
Uyandı, yaşadığını anladı ve “BEN” dedi. Sonra
yanında sevdiği o kişiyi görüp gülümsedi, “BEN”
dedi. Bu iki “BEN” farklıdır. Birisi zannlarıyla söy-
lediği “BEN”dir, gülümseyen yüzlü “BEN” odur.
Veya yanında hiç sevmediği birisi olsun. Onu gö-
rünce birden yüzü değişti, şimdi de kavgacı bir
“BEN” oldu. İşte buradaki vech zannlarla oluşan
“BEN”dir, Muhtariyeti Tercih Gücü kullanıldık-
tan sonraki “BEN”dir. İlk “BEN” saf ve temizdir,
bu yüzden mesele “BEN” demek değildir. Mese-
le, senin onu dûniHİ algıya bulandıktan sonraki
“BEN”in! Böyle diyerek oraya yumuşak bir keli-
me kullanmış olduk. Vechi izah edebildim mi? O
zaman Kur’ân’da âyetlerde “vech” geçtiği zaman
aklımıza hemen gelmesi gereken söylediğimiz
“BEN”dir, “BEN” derken kastettiğimizdir; “BEN”
derken oluşturduğumuz tanım, kompozisyon
neyse hepsi. Onu davranış olarak tarif edince bi-
raz daha netleşecek inşâAllah.
Hanîf yaratılmışların “Müstakilen VAR ve
Muhtar” iddialarına ve bu iddialara uygun hayat
tarzlarına sırtını dönendir, dûniHİ idrak ve zann-
larını reddedendir. İslam teslim olmaktır, elbette
Rabbül Âlemiyn’e teslim olmaktır. Teslim olmak
nedir, kişi nasıl teslim olur? Bir kişi “Ben teslim
olacağım” dediğinde teslim olması nasıl gerçek-
leşiyor? Dikkat edin, normal hayatta bir kişi tes-
lim olursa ne yapar? Ellerini kaldırıp teslim olur.

374
YILMAZ DÜNDAR

Teslim oldu, sonra ne yapar? Kendini o tarafa


verir. Teslim olmak teslim etmek demektir, tes-
lim edince teslim olursun. Teslim olan asker si-
lahını, canını, davranışını, her şeyini karşıya tes-
lim ettikten sonra “Teslim oldum” diyor. Teslim
edersen teslim olmuş olursun. Teslim olma biraz
anlaşıldı mı? Teslim edeceğiz. Teslim edeceğiz ki
teslim olalım. İslâm anlaşıldı mı? İslam’da “Tes-
lim ol” demek, “Teslim et” demektir. Müslüman
aslında teslim eden demektir. Bütün bunlardan
sonra, “Vechini hanîf olarak Allah’a teslim eden”
biraz anlaşılıyor mu? Vechi, yani “BEN” demeyi
anlattık.
Şimdi bir tarif yapayım ama onun muntazam
tarifi ileride gelecek. Şimdi bu geldiğimiz nokta-
yı tarif edelim. Hanîf olup muhsin olarak vechini
Allah’a teslim eden kula -dünyada ahirette- ne
korku vardır, ne de mahzunluk. Bu davranı-
şı hayalleyelim: Kişi hanîf olarak dûniHİ algı ve
zann’larına sırtını döndü ve “Kesinlikle şehâdet
ederim ki müstakilen VAR ve muhtar Allah’tır,
başka müstakilen VAR ve muhtar YOKTUR”
dedi. Yani Allah’ın dışı kavramını reddetti, “O
söz konusu değildir” dedi. Dışı kavramını redde-
dince zaten hiç müstakil bir şey kalmadı. Müs-
takiller “dışı” kavramı olunca olur, “dışı” kavramı
olmayınca bütün müstakillikler düşer. Kişi “dışı”
kavramını reddetti, hanîf ve muhsin olarak vec-
hini Allah’a teslim edecek, yani Rûm-30’a göre
İslâm’a dönecek, bu hanîf haliyle İslâm’a baka-
cak. Çünkü âyet ona; “İslâm’a böyle yaklaş, yani
böyle teslim olabilirsin” dedi. Rûm Sûresi 30;

375
“İslâm’a yüzünü hanîf olarak doğrult, hanîf ola-
rak bak” derken “İslâm’a, teslimiyete, teslim ol-
maya, teslim etmeye, ancak “dışı” kavramına sır-
tını dönersen ulaşabilirsin, ancak o zaman bunu
yapabilirsin” demek istiyor. Hanîf kişi bunu yap-
tı. Birinci basamak bu sûretti, onu oluşturdu,
şimdi vechini teslim edecek. Vechi tanımladık,
kişinin vechi onun Muhtariyeti Tercih Gücü’yle
söylediği “BEN”di. Bu “BEN” dûniHİ algıyla söy-
lendiğinde kişi kendi adına “BEN” diyor, “Müs-
takilen VAR ve Muhtar” olarak “BEN” diyor. İlk
teslim edilecek vech budur. Eğer hanîf olan kişi;
“Şehâdet ederim ki müstakilen VAR ve muh-
tar ancak Allah’tır. Müstakilen VAR ve muhtar
olarak kendi adlarına BEN diyenler Allah’a iftira
etmektedir. O iddia boştur, bâtıldır. Bu yüzden,
onun hanîf olarak Allah adına söylediği “BEN”
birinci teslimiyet olmuştur. Çünkü müstakil-
liği ve iddiayı attı, Allah’ın hakkını teslim etti.
“Müstakilen VAR ve Muhtar BEN” O’nun hakkı
olduğu için Allah’ın hakkını verdi, böylece hak-
kını teslim olmuş oldu. Allah’ın hakkı neydi?
“Müstakilen VAR ve Muhtar” olmak! O yalnızca
Allah’ın hakkıdır. “Müstakilen VAR ve Muhtar
bir güç olarak ancak Allah “BEN” der. Ben bu
“BEN” deyişten sıyrıldım, Allah’ın hakkını teslim
ettim” dedi ve birinci teslimiyeti yaptı. Böylece
vechini, yani Muhtariyeti Tercih Gücü’yle oluş-
turduğu “BEN” deyişini Allah’a çevirdi, yerine
bağladı.
Fakat âyette bir de “Muhsin olarak” ifadesi
var; “Kim muhsin olarak vechini Allah’a teslim

376
YILMAZ DÜNDAR

ederse.” Buraya kadar söylediklerimiz birinci


basamaktı, orada henüz muhsin özelliği yoktu.
Birinci basamak da çok önemli bir haldir. Hatta
kişi bu ilk söylediğim teslimi bilerek, inanarak,
hissederek, görerek yaparsa, bu onun ilk keşfidir,
bu bir keşiftir, keşfetmiştir. Az önce söylediğim
teslimiyeti yapınca keşif ehli olmak için kapıdan
girmiştir, keşif için ilk adımı atmıştır.
Basamaklarını açmadan, derinleştirmeden
araya şunu koyalım: Aslında bu söylediklerimiz
nefsin seyr-i sülûğunun tanımlarıdır. Dedik ki
birinci basamak, “BEN” deyişine “Müstakilen
VAR ve Muhtar” etiketi yapıştırmamaktır. Kişi o
etiketi söktü, sahibine teslim etti, Allah’ın hak-
kını verdi, “Bu etiket benim değil” dedi ve bu
yetkiyi veren adına “BEN” dedi. Ona Halifetul-
lah yetkisi verenin adına “BEN” dedi, bu da ikin-
ci basamaktır. Peki sonra ne olur? O kişi Allah
adına “BEN” deyince dûniHİ algıyı ve o algının
zann’larını da reddettiği için, yani “Allah’ın dışı”
kavramını sildiği için o artık Billâhi anlamdadır.
Ne oluyorsa, ne görüyorsa artık onun için Billâhi
anlamdadır. Gördüğünüzü, duyduğunuzu, dü-
şündüğünüzü Billâhi anlamın dışına çıkarırsanız
o dûniHİ olur, idrakınız hemen Allah’ın dışına
düşer. Eğer siz dûniHİ idraktan sıyrılırsanız, en
azından derseniz ki, ben bir saat böyle yapayım.
O bir saat boyunca nereye bakarsanız Allah’ın
emrini görürsünüz, önce Allah’ın emrini görür-
sünüz. İlk görülecek şey budur; Allah’ın emri. O
ne yaptı? Allah’ın emri. Güneş ne yaptı? Allah’ın
emri. Dünya ne yaptı? Allah’ın emri. Kar Allah’ın

377
emri, yağmur Allah’ın emri, annem Allah’ın
emri, çocuk Allah’ın emri, babam Allah’ın emri.
Düştü Allah’ın emri, kalktı Allah’ın emri, doğdu
Allah’ın emri, öldü Allah’ın emri... Zaten öyle de-
miyor muyuz? “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn”
diyoruz. O da Allah’ın emri. İlk göreceğiniz şey
artık daima Allah’ın emridir. Ne zaman Allah’ın
emrini görmezseniz dışarı çıkar, dûniHİ olursu-
nuz.
Allah’ın emrini görmeye başladığınızda o hal
sizde yerleşik olunca emirler şekle dönüşür, o
emirlerin şekillerini görürsünüz. İşte ona Fiillerin
Tecellisi demişler. O fiillerin tecellisini gören Kul
Zat’tır. Fiiller kime ait? Zat’a! Dikkat edin, Kul
Zat’ı dûniHİ düşünmeyin, Zat bir tanedir; ancak
Zat Allah’tır, isim vermekle ayrı bir zat olmaz.
İsmini vermekle vasfını belirtiyoruz, ayrılığını
değil. Ayrı olursa dûniHİ olur. Kul Zat derken
o zatın yalnızca vasfını belirtiyoruz. Zat tektir;
Allah’ın zatı vardır, başka zat olmaz. Zat “Müs-
takilen VAR ve Muhtar” olandır ve bir tane zat
vardır; Allah’ın zatı! Allah’ın emirlerini gören kişi
Billâhi anlamda Kul Zat’tır. Niye? Zat’ın emirle-
rini gören yaratılmıştır, kuldur, bu yüzden o Kul
Zat’tır. Kul Zat’la ilgili olarak şöyle bir cümle de
söylenebilir: Kul Zat, Zat’ın aynasıdır. Konumuz
başlangıç çizgisi olduğu için bu tür cümleler bizi
başka alanlara çeker, şimdi onlar lazım değil.
Üçüncü basamak fiillerin tecellisiydi. Bu id-
rak devam ederse, artık çorap söküldüğü için
dördüncü basamak kendiliğinden gelir. Zor olan
başlangıç çizgisidir, onun için uğraşıyoruz. Son-

378
YILMAZ DÜNDAR

rası çorap söküğü gibi gelir. Fiillerin Tecellisi’nden


sonra siz, Rabbim lütfetmişse, kendiliğinden
isimleri/esmâları tanımlamaya başlarsınız. Emir-
lerde fiilleri gördünüz, artık fiillerle birlikte olu-
şan esmaları tanımlarsınız, “Bu emirle şu esma
oluştu” dersiniz. Bu da bu işin önce görmesidir.
Sonra, onun esmâ olarak görende açığa çıkması
ayrıdır, kendi içindeki bir ilerlemedir. Biz şimdi
kendi içindeki ilerlemeleri değil de ana başlıkları
söylüyoruz.
Kul Zat isimlerin tecellisinde “Kul-Zat” olur,
araya tire girer, isimlerin tecellisinde Kul-Zat şek-
linde yazılır. Sonra Rabbim dilemişse kişi Sıfat-
ların Tecellisi’yle karşılaşır, yani Billâhi anlamda
onlarla tanışır. “Tecelli” demek yoktu da ortaya
çıktı demek değildir. Zaten var ama onlarla şim-
di tanışır. “Tecelli” kelimesi şu bakışla doğru ola-
bilir, o mânâlar kendinde de hâl olunca doğru
olabilir. Görmek ve o halle hallenmek iki farklı
şeydir, sonra o ikisi bütünleşir. Ama onlar kendi
içindeki basamaklardır. Evet, önce Kul Zat de-
dik. Sonra Kul-Zat oldu. Sıfatların tecellisi Biz-
zat! Artık “kul” kelimesi olmaz; Bizzat! Sıfatların
tecellisi böyle önemli bir şeydir. Bunu açıp ge-
nişletmeyeceğiz, başlangıç çizgimizle ilgili değil.
Tanımlamamız gereken bir kelime daha var;
muhsin. Çünkü “Kim muhsin olarak vechini
teslim ederse” buyruldu. Muhsin ihsan sahibi
demektir. İhsan sahibinin anlamı karşınıza çok
cömert bir bağış yapan olarak çıkar. İhsan sa-
hibi muhsin çok cömert bir bağış yapandır. O
aynı zamanda İhlaslı kişidir. Bu mânâlar aslında

379
hep birer sonuçtur. Muhsin’i şöyle tanımlayarak
ilerletelim: “Müstakilen VAR ve Muhtar” bütün
iddialardan ve bu iddiaya ait davranışlardan sıy-
rılmış ihlaslı kişinin hâli İhsan’dır. Muhsinliğe gi-
rişin tarifi budur.
İhlaslı demek samimi demek değildir, İhlas
bu kadar basit bir mânâ değildir. Bu kadar basit
bir mânâ gelip o sûrenin ismi olmamıştır. Bütün
sûrelere bakın, hepsi içinde geçen bir kelime ile
isimlendirilmiştir. Yalnızca iki sûre vardır ki isim-
lerindeki kelimeler içinde geçmez; Fâtiha Sûresi,
İhlas Sûresi. Öyleyse İhlas Sûresi’ndeki mânâyı
insanların kendi aralarında rastgele kullandık-
ları “samimi” kelimesiyle geçemeyiz. İhlaslı kişi,
bütün “Müstakilen VAR ve Muhtar” iddialardan
ve davranışlardan geri dönüşsüz sıyrılmış kişidir,
İhlas o hâlin adıdır. Tabi, bu yolda olan da ihlaslı
kabul edildiği için elhamdülillah kazanırız. Biz
burada sonucu tarif ediyoruz. İhlaslı kişi çok cö-
mert bir bağışta bulunmuştur. Bağışladığı nedir?
DûniHİ algı ve zann’ları olarak, “Müstakilen VAR
ve Muhtar” olarak neler varsa hepsini Allah’a
teslim etmiştir, bağışlamıştır. Bu çok cömert bir
bağışlamadır. İşte bu kişi İhsan sahibidir. “Müs-
takilen VAR ve Muhtar” özelliği sahibine teslim
eden, bağışlayan ihsan sahibi bu kişi Muhsin’dir.
Muhsin’in özelliğini bir hadisten öğreniyoruz:
Rasûlullah Efendimiz (SAV) buyurmuşlardır ki:
“İhsan Allah’ı görür gibi kulluk etmendir. Bunu
yapamıyorsan da Allah’ın seni gördüğünü bil-
melisin.” Demek ki, Allah’ı görüyor olmasını
engelleyen ne varsa hepsini bağışlamış kurtul-

380
YILMAZ DÜNDAR

muş. Allah’ı görmesini engelleyecek hiçbir şey


onun için kalmamıştır. Allah’ı görmek dûniHİ
bir tanım değildir. Yani siz varsınız, karşınızda
da Allah var değildir, Allah’ı görmek bu değildir.
Hiçbir insan karşılıklı bir şekilde Allah’ı göremez
ve konuşamaz. O dûniHİ bir tanımdır. Allah’ın
dışı kavramı yok ki görüp konuşasın. Bu yüzden,
anlatımlardaki “Allah’ı gördü, görüyor, görecek”
gibi tanımların onarılması lazım. O Rab’dır. Kişi
Rabbini görür, Rabbiyle konuşur.
Eğer az önce saydığımız basamaklar olursa,
kişi o basamakların en başında bile bunu yaşar.
Dikkat ederseniz hadis “Allah’ı görür” demiyor,
“Allah’ı görüyor gibi” diyor. Tanım böyle; Allah’ı
görüyor gibi. Bu öyle bir histir ki... Biliyor mu-
sunuz, bazı hisler görmekten kuvvetlidir. Öyle
hisler vardır, gözle görmeyi geçer. İşin aslı da za-
ten histir. Hisle görmek o kadar ulvi bir şeydir
ki. Siz O’nu gözle görmek için ararsanız, Allah’ı
hisle görebilecekken gözle göreyim diye çalışır-
sanız kendinize tenzili rütbe yaparsınız, olma-
yan bir işle uğraşırsınız. “Hisle görme”nin dünya
diliyle tarifi “görüyor gibi” olmaktır. Dolayısıyla,
kişi hisle Allah’ı görür. Onun kesret dilinde tarifi
“Görüyor gibi”dir. Muhsinin yaşantısı böyle bir
şeydir, “Söylediğin BENi Allah adına söyler de
onu sahibine bu kadar teslim edersen, verirsen”
demektir. Bunu biraz detaylandıracağız.
Ulaştığımız üç prensibi âyetler olarak tekrar
edelim ki bir sonuca varalım: Birinci prensibimiz
Rum Sûresi 30. âyetti; vechini o tek dîne hanîf
olarak doğrult. İkinci prensip Mâide Sûresi 4.

381
ayetti; size dîn olarak İslâm’ı uygun gördüm.
Üçüncü prensip Bakara-114’tü; hâyır, kim muh-
sin olarak vechini Allah’a teslim ederse işte onun
ecri Rabbi indindedir. Onlara korku yoktur, on-
lar mahzun da olmazlar. Bu üçünden anlamamız
gerekeni şöyle cümle yapalım: Muhtariyeti Ter-
cih Gücü yetkinle Rabbine erdiren yolu seçerek
dûniHİ algı ve zann’larından sıyrıl. “Müstakilen
VARIM ve Muhtarım” iddialarını ve bu iddialara
uygun hayat tarzını reddederek Allah’ın kendi
“BEN” deyişinden sana verdiği yetkiyle Kayıtlı
Kendini Hissetme Duygu’na Allah adına “BEN”
de. Ve Allah’ın sana uygun gördüğü hayat tarzı
olan Allah’a teslimiyete bu halinle yönel. Ancak
bu halinle “İkra’ Bismi Rabbikelleziy halak” ile ne
yana dönersen okursun ki illâ HÛ. Ve böylece ne
yana dönersen Vechullah’ı görürsün ki böylece
“Veccehtu vechiye” der, Allah adına söylediğin
“BEN”i sahibine, Rabbül Âlemiyne teslim eder-
sin. Bu üç prensipten çıkan mânâ böyledir: Bu
teslimiyeti yaparsan ancak o zaman Allah’ın ki-
tabını okumaya başlarsın, o zaman “İkra’ Bismi
Rabbikelleziy halak” gereği bakar ve okursun.
İşte o zaman okursun ki; Hû Hû Hû Hû Hû, hep
Hû, illa Hû. O yüzden “Ya Hû, Ya men Hû, Lâ ilâhe
illa Hû” Hazreti Ali radıyallahu anh efendimizin
bize öğrettiği önemli bir zikrullahtır. Yürüyor,
yürürken; Ya Hû, Ya men Hû, İlla Hû... Bakıyor,
“Ya Hû, Ya men Hû, illa Hû” diyor. Müşriklere ba-
kıyor; Lâ ilâhe, okuduğuna dönüyor; illa Hû. İşte
ancak o zaman okuyabilirsin. Böyle HÛ diyerek
okuyunca Vechullah’ı görüyorsun demektir.

382
YILMAZ DÜNDAR

Vechullah “Allah’ın yüzü” demektir. Vech’i


konuştuk. O zaman “Allah’ın yüzü” denince ne
anlayacağız? Vech; BEN’dir. Sen o zaman Allah’ın
“BEN” deyişini görürsün; her yerde, herkeste, her
“BEN” diyende Allah’ın “BEN” deyişini görür-
sün. Her kulun “BEN” deyişinde Allah’ın “BEN”
deyişini görürsün, Allah’a yöneldiğin zaman da
Allah’ın “BEN” deyişini görürsün. Ve bakarsın ki
hepsi Allah’ın “BEN” deyişidir, işte Vechullah’ı
görmüş olursun. Ancak, Vechullah’ı görme-
nin seyri içerisindeki birinci sıra Allah’ın emir-
lerini görmektir. Ne yana dönersen, ne olursa
onu mutlaka Allah’ın emriyle ilişkilendirip “Bu
Allah’ın emridir” diyebileceğin sonuçlara var-
manla o başlar ve hızla ilerler. Sen Vechullah’ı
görünce “Veccehtü vechiye” dersin, teslim edil-
mesi gereken “BEN”i muhsin olarak sahibine
vermiş olursun. Böylece muhsin olarak vechini
Allah’a teslim eden olmuş olursun. Demek ki,
Vechullah’ta bir yüz aramamak lazım. Bunu bize
öğreten Bakara-115. âyettir: “O halde ne yana
dönerseniz Vechullah oradadır.”
Hüküm Allah’ındır, Güç Allah’ındır, Mülk Al-
lah’ındır. Ne yana dönersen, yani her hâlükârda,
böyle olduğunu bilmek ve o şeyler neyse önce
Allah’ın emrini görmek başlangıçtır. Bu hal fi-
illerin tecellisine giriş olup isimlerin tecellisi ve
sıfatların tecellisi diye adlandırılan hallerle de-
vam eder gider. Zor olan başlangıçtır, bu yüzden
üstünde çok duruyoruz. Başlangıçtan sonrasını
tanımlamak gerekmez, kendi yürüyen bir iştir.

383
“İnniy veccehtü vechiye lilleziy fatara’s
semâvâtı vel arda haniyfen ve mâ ene minel
müşrikin: Muhakkak ki vechimi hanîf olarak
Semâvat ve Arzın Fâtır’ına tevcih ettim, teslim
ettim, ben müşriklerden değilim.” (En’âm-79)
Bu konuştuğumuz mânâlar duymakla he-
men yerine oturmayabilir. Defalarca okumak,
dinlemek, anlamaya çalışmak, kendi cümleleri-
nizle geliştirmek gerekir. Bunları yaptığınızda o
mânâlarla birlikte “İnniy veccehtü vechiye...” zik-
ri çok güzel şeyleri açan, öğreten bir zikrullahtır.
Bu âyet tâlip için çok makbul bir zikrullahtır. Bu
âyet bizdeki üstü örtülmüşlerin örtüsünü açan
bir sığınıştır. Efendimiz (SAV) salât ikame ettir-
diğinde Fâtiha’ya geçmeden biraz bekler. Sorar-
lar; Ya Rasûlullah, ne okudun, neden bekledin?
Sübhaneke’den önce bu âyeti okuduğunu söy-
ler. Kütüb-i Sitte’de görebilirsiniz.
Bu âyet bulunduğu yerde çok fark edilmiyor.
Kelimeler düşündüğümüz gibi mânâlanmadığı
için araya sıkışmış gibi zannedilip, geçilip gidildi-
ği için. En’âm Sûresi 79. âyeti fırsatınız olur da 75,
76, 77, 78 ve 80. ayetlerle birlikte okursanız bu
söylediklerimiz yerine oturacaktır. Bu âyetlerde
Hz. İbrahim aleyhisselamın kendi kendine bir
tefekkürü anlatılır. Önce bir gezegeni, sonra ayı,
güneşi, onların doğup batışını izler. “Ben böyle
doğup batan, kaybolan ilah istemem” dediği
anlatılır. Sonra bu cümleyi söyler: “İnniy vec-
cehtü vechiye lilleziy fatara’s semâvâtı vel arda
hanîfen ve mâ ene minel müşrikîn.” Dikkatli ba-
kılmaz ve Hz. İbrahim aleyhisselâm için empati

384
YILMAZ DÜNDAR

yapılmazsa anlamak mümkün olmaz. Empati


için bir ipucu vereyim, en kolay empatiyi Nebî
ve Rasûllere yapabilirsiniz. En yakın arkadaşını-
za zor yaparsınız ama onlara empatiyi çok rahat
ve doğrudan yaparsınız, eğer yapmak isterseniz.
Hz. İbrahim aleyhisselâma empati yaparak tüm
bu konuştuklarımıza bakalım: Semâvat ve Arz’ın
Fâtır’ına vechimizi döndük, teslim ettik. Dikkat
edin, “Semâvat ve Arz’ın Fâtır’ı” ifadesi öyle bir
bilgi içeriyor ki henüz dünya bu bilgiye yeni ula-
şıyor, bu bilginin kıyısından dolaşıyor, “Big Bang”
diyerek, “Kara Delik” diyerek henüz bu bilginin
etrafından dolaşıyor, bu bilgiyi de son sınır zan-
nediyor. Öyle zannetmek zorunda! Çünkü düşü-
nürkenki çerçevesi evren, yani ef’al âlemi. Ef’al
âleminin bizim için hiç önemi yok! Bizim için hiç
önemi olmayan ef’al âlemi onun ilk ve son du-
rağı. Ne biliyorsa hepsi orada. Oysa bizim işimiz
ondan sonra başlıyor. Çünkü onun “son” dediği
yerin üstünü Arş kaplamıştır. Biz Arş’ın üstüne
talibiz. O ise bilimle nihayet oraya gelmeye ça-
lışıyor. Evet, “Semâvat ve Arz’ın Fâtır’ına” öyle
bir bilim cümlesidir ki, böyle bir bilim cümlesi-
ni kuran birisi tefekkür yaparken gezegeni tanrı
zannedemez, ayı tanrı zannedemez, güneşi tanrı
zannedemez. Düşünün, Hz. İbrahim onları be-
ğenmiyor ve bu kadar mükemmel bir cümleye
ulaşıyor. Gezegene bakacaksın, aya bakacaksın,
güneşe bakacaksın sonra “İnniy veccehtü vec-
hiye lilleziy fatara’s semâvâtı vel arda hanîfen ve
mâ ene minel müşrikîn” diyeceksin, olacak şey
değil! Böyle olmuş gibi anlatılırsa mesele anla-

385
şılmaz. Yani, Hz. İbrahim aleyhisselam gezegene
baktı, aya baktı, güneşe baktı, sonra Allah’ta ka-
rar kıldı şeklinde bir yaklaşım doğru bir tefekkür
değildir. İşin aslı İbrahim’de ikan oluşsun diyedir.
Îman değil ikan! İbrahim aleyhisselam gözüyle
görerek bilsin diye bu tefekkürden önce “Ona
Semâvat ve Arz’ın hakikatini gösterdik” der.
En’am-75 böyle der. 76 ve 77. ayetlerde o tefek-
kür anlatılır. Buradan anlıyoruz ki o üslûp Hz.
İbrahim’in kavmine anlatış tarzıdır, kavminin
yanlış inanışları içindir. Âyetlere baktığınız za-
man kavmine olan bu seslenişi küçücük de olsa
görürsünüz. Edindiği bilgiyle diyor ki; ey kavmim,
şu gezegene bakın, böyle tanrı olur mu? Aya ba-
kın, güneşe bakın, hiç böyle tanrı olur mu? Gelin
Allah’a yönelin. O böyle dediğinde “Senin bu-
nunla ilgili bir delilin var mı?” diye sordulae. On-
lara, “Sizin söylediklerinizin bir delili yok” dedi.
Çünkü kendisine gösterildi! İşte o zaman, “Ben
vechimi hanîf olarak Semâvat ve Arz’ın Fâtır’ına
çevirdim, O’na yönelttim, O’na teslim ettim. Siz
kabul etmiyorsunuz, bilin ki ben böyle yaptım”
diyor. Şunu fark ediniz, âyetteki bu bilgi dünya
prensipleriyle ulaşılabilecek bir bilgi değildir,
aya, güneşe, gezegene bakarak ulaşılabilecek bir
bilgi değildir. Onlara bakarak Allah’ın Semâvat
ve Arz’ı nasıl Fâtır olarak yarattığını öğrenemez-
siniz. Onlara bakarak hanîf de olamazsınız. Onu
ancak Allah bildirir. Hz. İbrahim aleyhisselam’a
bunu böyle öğrettiği için böyle teslim oluyor.
Kavmine yanlışı göstermesi için, bu bilgiye gü-
venmeleri için onlara da bir yol gösteriliyor.

386
14.
“ÂMENTÜ BİLLÂHİ”
YÖNELİŞİNDEN SAPMALAR

Mânâyı Yöneliş ve İlişkiler diye etiketleyip


Yöneliş’i tanımlamaya çalıştık. Şimdi Yöneliş’in
defolarından bahsedeceğiz, defolu halleri konu-
şacağız. Sonra İlişkiler’e geleceğiz. Daha sonra bu
ikisini tekrar birleştirmeye çalışacağız.
Âyet ve hadislerle tanımladığımız Yöneliş ha-
linden sapan ve bu yüzden de sonu, âhiri hüsran
olan inanış biçimleri vardır. Baktığınız yerlerde
bunlar “fırka” diye geçebilir, onları “Bâtıl Fırka-
lar” başlığı altında görebilirsiniz. Şimdi o fırkaları
temel beş grup altında göreceğiz. Yönelişimde
ne yaparsam defolu olur sorusunu âyet ve ha-
dislerle öğrenelim ki yerine defosuz otursun.
Sapmalar en az daha önce paylaştığımız kısım
kadar önemlidir. Öyle bir şey ki, sapmış inanış
biçimleri sapma olmadan önce öğrenilmesi ge-
rekir. Çünkü zihin saptıktan sonra onun düzel-
tilmesi, onarılması hemen hemen imkansızdır.
Düzeltilmesindeki zorluklardan birisi bunu dü-
zeltecek birini bulamamaktır. Kime gidip anla-
tıp da çareyi bulacaksınız? Bu günümüzde çok
mümkün olacak bir şey değil. O yüzden sap-
madan önce tanımları iyi görmek gerekiyor. Bu
kapsamda, bir halimiz, bir düşüncemiz şimdi
göreceğimiz beş gruptan hangisine yakınsa, biz-

387
de biraz o gruptan biraz şu gruptan bir şeyler
varsa onları temizlemek çok önemlidir. Beş grup
altında göreceklerimiz aslında diğer fırkaların
da sebepleridir. Ama hepsinin tek bir sebebi
var. “Bu fırkalar neden var?” dediğimizde hepsi-
nin tek sebebi kaderi anlayamamaktır. Diyelim
ki anlayamadılar, Efendimiz (SAV) in açıkladığı
kadere teslim de olamamışlar. Sebep bu. Fırka-
lar buradan çıkıyor, başka bir sebep yok, hepsi
kadere getirilen yorumlarla ilgilidir. Bu iş kadar
önemlidir. Dikkat edin, bu beş grubtan sadece
birisi açıktan inkâr edenlerle ilgilidir, diğer dört
grup doğrudan “İnanıyorum, müslümanım” di-
yenleri ilgilendiriyor.
“İnanıyorum” diyenler Efendimiz (SAV) in
açıkladığı kaderi neden anlayamıyorlar? O açık-
lamalara neden teslim olamıyorlar? Bildiğiniz
şeyler de olsa tekrar sıralayalım. Efendimiz (SAV)
in açıkladığı kaderin anlaşılamamasında birincil
sebep dûniHİ algı ve zann’larıdır. Kişi Allah’ın dışı
var sanar, kendini de oraya korsa kaderi anlaya-
bilmesi mümkün değildir, hele teslim olabilmesi
hiç mümkün değildir. Esas sebep, birincil sebep
bu algı ve zann’larıdır. Düşünün, kişi eğer “Ne
yana dönerse Vechullah” yolundaysa, henüz o
noktada olmasa bile yolundaysa, yani Allah’ın
dışı kavramını zihninden silmişse, Billâhi anlam-
da îman ediyor ve düşünüyorsa, onun “Kader”
diye bir problemi, bir konusu olabilir mi? Kader
diye bir konusunun olabilmesi için alternatifinin
olması lazım. Billâhi anlamda düşündüğünüzde,
“İlla Allah” dediğinizde, “Mülk O’nun, Hüküm

388
YILMAZ DÜNDAR

O’nun, Güç O’nun” dediğinizde bir alternatif


yok ki siz kaderi konuşasınız. Anlayamamak hep
dûniHİ algı ve zannlarından kaynaklanıyor. Ka-
der konusunu anlayamayan, arzu etsin etmesin,
kendi adına “BEN” diyordur. O kişi arzu etse bile
teslim olamaz, çünkü kendi adına “BEN” diyor.
Onda bu takdim bulunduğu sürece kimse ona
kader konusunu anlatamaz. Kader, anlatılarak
birisinin ikna edileceği bir konu değildir. “Kader
konusunda beni ikna et” demek kadar da saçma
bir söz olmaz. Kişi önce “Buna nasıl îman ede-
bilirim?” deyip onu iyice yakalaması lazım, ilk
şart budur. DûniHİ algı ve zann’ları bulunduğu
sürece gündeminde kadere teslimiyet olmaz.
Dilinle söyleyebilirsin ama olmaz. İkincisi, eğer
zihnin mânâ ayrıştırma ve mânâları çakıştırma
yöntemlerini yapamıyorsa, yani uluhiyet/tev-
hid dili ve kesret dili ayrımını yapamıyorsa ol-
maz. Onun için bunlar temeldir diyoruz. Önce
bunlar olacak, sonra oturup konuşacağız. Yani,
daha çocuk kerrat cetvelini öğrenmemiş, gelmiş;
“Hocam bana havuz problemleri yaptır” diyor.
Öğretmeni de, olmaz yavrum, git önce şu kerratı
ezberle gel, sana havuz problemlerini öğretece-
ğim diyor. “Zor geliyor hocam, ezberleyemiyo-
rum” diyorsa olmaz. Bunun bir yolu, yani basa-
makları var. İnsan dünyada hiçbir işi basamaksız
yapmaz. Öyleyken, kader ile ilgili bir konuyu
“Sen hele şu kaderi bana bir anlat” derse olur
mu? Evrenin altından kalkamadığı bir konuyu
“Hele bana şunu bir anlat” diye sorarsa olmaz.
Kader bir kültürdür, şimdi bazı cümlelerle kader

389
kültürüne biraz girmeye çalışacağız, sapmalar
bize vesile olacak. Ama zaten hep Kader’i konu-
şuyoruz, hep o kültürü oluşturmaya çalışıyoruz.
İlk grupla başlayalım. Birinci grup doğru-
dan inkârcıları içeren, Allah’ı, O’nun Nebî ve
Rasûllerini ve Sistemini inkâr edenleri içine alan
gruptur. “Sapmalar” dediğimiz için onları da
bu başlık altına koyuyoruz, çünkü inkâr da bir
sapmadır. Birinci Grup dûniHİ algı ve zann’ları
sebebiyle Muhtariyeti Tercih Gücü yetkisini
vehmin zulmetini tercih yönünde kullanan Nef-
sin Şerri, “Müstakilen VARIM ve Muhtarım” id-
diasıyla kendi adına “BEN” diyerek mütekebbir
davranmış olur ve ilahlığını ilan eder. Bu iddia-
sına uygun olarak da Esfele Sâfiliyn hayat tar-
zını benimser. Bu haliyle o, Allah üzerine yalan
söylemiş, iftira etmiş, bâtılı tercih etmiş olur,
YOK hükmünde bir iddiaya sahip çıkmış olur.
Elhamdülillahi Rabbil âlemiyn biz öyle değiliz
inşâAllah. Bu tanım tamamen inkârcılardan olu-
şan sapma grubunu anlatıyor.
Elif, Laaam, Miiiym, Raa. Bunlar kitabın
âyetleridir. Ve (o kitab) Rabbin’den sana inzal
olunan Hakk’tır. Fakat insanların ekseriyeti îman
etmezler.” (Ra’d-1)
Âyetteki “İnsanların ekseriyeti iman etmez-
ler” ifadesinden insanların ekseriyetinin bu bi-
rinci grupta olduğunu anlıyoruz.
“Muhakkak ki, insanların çoğu gerçekten
fâsıktır.” (Mâide-49)

390
YILMAZ DÜNDAR

Yani insanların çoğu Allah’a kulluk etmezler.


Bu grubun da nasıl bir yaygın alan oluşturdu-
ğunu öğreniyoruz. Ra’d-1’den öğreniyoruz ki,
ekseriyeti iman etmez, yani çoğunun îmanı yan-
lıştır. Mâide-49’dan ise onların çoğunun fasık,
yani amellerinin yanlış olduğunu öğreniyoruz.
“Âmenû Billâhi ve Amilus sâlihâti çerçevesinde,
onların îmanları da Hakk değil, hayat tarzları da
Hakk değil” demektir. İkisini de ayetler gösteri-
yor.
İkinci Grup şirk günahı üzerine kurulmuştur.
Şirk günahı üzerine kurulu olduğu için bu grubu
anlayabilmek şirki tanımlamakla mümkündür.
Şirki çok tanımladık ama tekrarında yarar var.
Şirk Allah’a karşı “Müstakilen VARIM ve Muhta-
rım” iddiasında bulunmaktır. Şunu hatırlatarak
devam edelim, bu ve bundan sonraki grupları-
mız inananlarla ilgilidir. İnkârcıların iddialarını
ve yaşantılarını birinci grupta topladık. İki, üç,
dört ve beşinci gruptakiler tamamen inananlar-
la ilgilidir. Bu yüzden bu gruplara bakıp, onlara
uyan nelerimiz var diye dikkatle araştırıp ken-
dimizi temizlememiz lazım. Şirk günahını oluş-
turan asıl şirk, inanan insanın Allah’a karşı “Ben
müstakilen VARIM ve muhtarım” iddiasında
bulunmasıdır. Bundan başka tanımlar yapılabi-
lir, “şirk Allah’a ortak koşmaktır” gibi cümleler
denerek bir sürü şirk tarifleri yapılabilir. Ama
“Ortak koşmuyorum” dediniz mi o tanımların
işi biter. Allah’a ortak olmak ne demektir, şirke
ortak olmak ne demektir, bu bilinmezse kişi aye-
ti geçer gider. Eğer bir inanan Allah’a karşı “Ben

391
de müstakilen VARIM ve muhtarım” iddiasın-
da ısrarlıysa amellere sıkı sıkıya bağlı olsa bile
şirk kapsamındadır. Çünkü dûniHİ bir algıyla
Allah’ın dışı kavramını oluşturdu. Yani kendini
dışarı aldı, orada “Müstakilen VAR ve Muhtar”
bir yapı oluşturdu. Biz diyoruz ki yapı Allah...
Ama sen de müstakilen VAR ve muhtar” bir
yapı oluşturdun. İşte ortak oldun. Kendini ortak
ettin. Asıl şirk, birincil şirk budur. Artık bundan
sonrakiler sekonder şirk davranışlarıdır, onlar
ikincil şirklerdir. Bu kişi sonra güneşe, aya, pa-
raya neye isterse tapabilir, fark etmez. Hepsinin
esas sebebi bu birincil şirktir ve “şirk günahı”
dediğimiz de odur, çünkü “şirk” odur. Eğer şirki
böyle tarif etmezsek kişi şirk günahı içerisinde
mi değil mi bilemez. Tanım çok net; eğer Allah’a
karşı “Ben de Müstakilen VARIM ve Muhtarım”
beyanında bulunuyorsanız, bu beyanda ve iddi-
ada ısrarlıysanız şirk günahı işliyorsunuz demek-
tir. Çok önemli bir yeri konuşuyoruz, zihnimiz-
den geçen soruların cevabı biraz sonra gelecek.
Eğer inanan bir kişi böyle bir beyanda bulunmu-
yorsa, bu iddiayı duyduğu zaman reddediyorsa
ona “Sen şirktesin” diyemezsiniz. Ama “Müsta-
kilen VAR ve Muhtar” iddiasındaki kişi ilahiyat
profesörü de olsa, kitaplar da yazsa fark etmez,
şirktedir. Çünkü var olan bilgileri ezberlemekten
sorumlu değiliz, öyle bir imtihana da girmeye-
ceğiz. İmtihanda sorulacak sorular bellidir. Şirk
günahındaki kişi bilmelidir ki; Allah, şirk günahı-
nı bağışlamayacağını, amellerinin de boşa gide-
ceğini buyurmuştur. Birisi bu dediğimiz iddiada

392
YILMAZ DÜNDAR

bulunuyorsa Allah diyor ki; “Senin bu iddianı


bağışlamam. Çünkü sen bana iftira ediyorsun.
Benim hakkımı teslim etmiyorsun, ama ameller-
le meşgulsün, onların hepsi boşa gider. Zümer
Sûresi 65. âyet Efendimiz (SAV) e söylüyor, biz
onun üzerinden öğreniyoruz: “Andolsun ki; sana
ve senden öncekilere (şöyle) vahyolundu: “Ye-
min olsun ki, eğer şirk koşarsan kesinlikle amelin
boşa gidecek ve kesinlikle hüsrana uğrayanlar-
dan olacaksın.” (Zümer-65)
Bunun muhatabı Efendimiz (SAV): Senden
öncekilere de bu söylendi, sana da vahy bu olun-
du: “Yemin olsun ki, eğer şirk koşarsan kesinlikle
amellerin boşa gidecek, kesinlikle hüsrana uğra-
yanlardan olacaksın.” Bu anlatım, anlayabilme-
miz ve uygulayabilmemiz için kesret diliyledir.
Eğer kesret dili olmasaydı uyarı olmazdı. Size
onu uluhiyet diliyle de söyleyeyim: “Kim ne ya-
pacaksa hükmünü Allah verir, insanlar o hükme
uygun olarak yaşarlar, o hükümleri açığa çıkarır-
lar. Hâdî dilemişse hidayet ehli olur, Mudill di-
lemişse şâkî olur.” Haydi şimdi bu cümlelerden
bir amel çıkarın. Elin kolun bağlı. Tevhid dilin-
den amel çıkmaz. Bu yüzden manaları ayırıyo-
ruz. Allah’ın emri olmadan şirk koşabilir misin?
O başka bir iş. Ama oradan “Sana Allah şirk
koşturdu” mânâsı çıkmıyor, onlar çok dünyevi
mânâlar. Sonuç olarak, Zümer-65’ten anladık ki
biraz önce yaptığımız şirk tarifindeki o iddiaya
sahip çıkan kişinin amelleri boşa gider.
“Bu Allah hidayetidir. Kullarından kimi diler-
se, onunla hidayet eder. Eğer onlar dahi şirk koş-

393
salardı, elbette yaptıkları tüm amelleri hiç olur,
boşa giderdi.” (En’âm-88)
Bu âyetle de Efendimiz (SAV) den önceki
Nebî ve Resul’ler üzerinden öğreniyoruz. Âyet
onlar için, muhatap onlar: “Size gelen Allah’ın
hidayetidir. Eğer şirk koşan olursanız bütün
amelleriniz boşa gider.” Yine kesret dili. Bu iki
ayete bakıp “Demek ki Rasûl ve Nebîler de şirk
işlermiş, âyetlerde uyarıldılar” zanneden hataya
düşer. Sakın! Nebî ve Resulleri yanlış yapar/yapı-
yor/yapmış sanmayalım. Rasûl ve Nebîler için ne
tür yanlışlık yaparsanız onu doğrudan Allah için
söylemiş olursunuz! Bu anlatımlar kesret dilidir,
hep bunu vurguluyorum. Kesret dili başka bir
şeydir, oradan kendimize göre mânâ çıkarama-
yız. Eğer öyle bir mânâ çıkarırsak edep dışı olur.
Âyetlerden öğreniyoruz ki şirk gibi bir davranış
Rasûl ve Nebîler için aslında “ne mümkün!” dür.
Rabbi öyle buyurur; ne mümkün! Ama Rasûl ve
Nebîlere söylenerek yapılan böyle bir uyarı, böy-
le bir anlatım tarzı şunun için: Birincisi, şiddet-
le dikkat etmemiz gereken bir husus olduğunu
gösteriyor. İkincisi, âyet onlara “Siz şirk işlerseniz
böyle olur” uyarısı değildir. “Siz bile yapmış ol-
sanız bağışlamam” gibi bir uyarı şirkin şiddetini
anlatmak içindir. “Sizin de yapma ihtimaliniz var,
yaparsanız amelleriniz boşa gider” demek kesin-
likle değildir, öyle denmiyor. Bize işin şiddetini
göstermek için, ders etmemiz için Rasûlünü mu-
hatap alıp, “Siz ki benim özel kullarımsınız, heva
ve hevesinizden konuşmazsınız, siz hakkı tebliğ
edersiniz, siz bu halinizdeyken sizin şirk işleme

394
YILMAZ DÜNDAR

ihtimaliniz varmış gibi düşünsek, işte sizin gibi


birisi bile olsa bağışlamam” demektedir. Normal
hayatımızda söylemez miyiz, “Çocuğum yap-
sa bağışlamam” demez miyiz? Çocuğunuz o işi
yapacağından değil ki. Yaptığı işe çok güvenen
bazıları; “Babam olsa o da böyle yapardı” der.
Babası o işi yapacağı için söylemiyor, belki baba-
sı rahmetli. Ama “Babam da olsa böyle yapardı”
derken bir şeyi vurguluyor. “Bu kadar kararlıyım,
bu iş bu kadar sıkı bir iştir” demek istiyor. Anla-
şıldı mı?
Şirk günahından sıyrılmak, o kapsama gir-
memek özellikle beyanla ilgilidir, şimdi onu gö-
receğiz. Şirkten sıyrılmak beyanla ilgilidir, kişi
mutlaka beyan edecek: Allahım şehadet ederim
ki “Müstakilen VAR ve Muhtar ancak SENsin.
Başka Müstakilen VAR ve Muhtar YOKTUR” di-
yecek. Bu bir beyan ve bu beyanı yapmak şart.
Bu o kadar önemli bir şey ki ah anlatabilsem...
Dünyada değil evrende o kadar önemli bir cüm-
le ki bu, “Lâ ilâhe İllallah” budur. Bunu inanarak,
bilerek, görerek bir kere söyleyen kurtulmuştur,
o artık şirk kapsamına girmez. Bu kapsama gir-
meyince ne olur, göreceğiz. Bu kapsamın öne-
mini şu ayetten öğrenmiştik: “Onların ekseriyeti
ancak müşrikler olarak Allah’a îman ederler.”
(Yûsuf-106)
Önceki ayetler, insanların ekseriyeti îman
etmezler dedi. Yani az bir inanan var. Şimdi bu
ayet; “O inananların da çoğu şirk günahı ile îman
eder” diyor. Bu önemli bir tehlike, Allah muha-
faza etsin. Bir hastalığın görülme sıklığı için “İki

395
kişide bir” dense ne yaparız, nasıl korkarız. Öyle
değil de “Milyonda bir kişide” deniyorsa biraz
ferahlarız. Anlattığımız şirk tehlikesi için âyet
“Çoğunda” diyor. “İnsanların çoğu inanmaz. İna-
nan azınlığın da çoğu Allah’a şirk oluşturarak
inanır” diyor.
Tekrar edelim, şirk günahı kapsamına girme-
mek için önce beyan lazım. Bunu yapmakla o
kapsamdan çıktık. Ama yetinmemek lazım. Be-
yanımızı daha iyi idrak edebilmek için ayrıca bir
gayret gerekir. Çünkü beyan ne kadar fazla idrak
edilirse beyana uygun amel de o kadar kolaylaşır
ve yaygınlaşır. Beyan yeterince anlaşılırsa oluştu-
racağı algıyla amelleri de çok kolay olur, rutinle-
şir. Onları “Aşağıların Aşağısı” kitapçığının “Kur-
tuluş Bölümü”nde detaylıca maddelendirdik.
Hâl bu anlattığımız gibiyken, kişi bu beyanı yap-
tı, şirk günahı kapsamından çıktı. Yani Yöneliş’i,
beyanı doğru. Ama İlişkiler kısmında, yani bu
beyana uygun yaşarken, yani sâlih amel uygu-
lamasında henüz yanlışları var. Kişi bu beyanı
yaptı diye ertesi gün öyle davranamaz, elbette
bazı yanlışlar, bazı hatalar yapacak. Fakat bunlar
doğruyu yapma gayreti içerisindeykenki yanlış-
lardır, “Ben yanlış yapacağım” niyetiyle değildir.
Bu beyanı yapmış olmasına rağmen dûniHİ algı
ve zann’ları henüz o kişide hakimiyetini sürdür-
düğü için, ondan dûniHİ algı ve zann’larına uy-
gun fikir, düşünce, söz ve fiil çıkabilir ama onlar
şirk günhı kapsamında değildir. Çünkü o kişi be-
yanını yaptı ve sırtını döndü. Sırtını döndüğün
an şirk günahı kapsamından çıkarsın. Sırtını dö-

396
YILMAZ DÜNDAR

nene Hanîf dedik. Bu kişinin yanlışları var, yan-


lışları yapıyor. Ama şu iki şartı yerine getirdiği
için o şirk kapsamında değildir: Bir, beyan etti.
İki, beyana uygun gayreti var. Bu iki şart önemli-
dir: Beyan ve o beyana uygun gayret. Bu iki şart
kişide varsa onun günahları şirk günahı kapsa-
mına girmez. İzah edebildim mi? Bu bilinmediği
için, böyle beyanda bulunmuş ve buna uygun
yaşantının gayretinde olan bir kişi konuşurken
bilmeden bir şirk cümlesi kursa ona; “Şirk yap-
tın, bu söylediğin şirk” deniyor. Hâyır, o şirk gü-
nahı değildir. Çünkü bir kere o beyan etti ve bu
beyana uygun gayrette. “Allahım, şehadet ede-
rim ki müstakilen VAR ve muhtar ancak SENsin.
Bu iddiada olanlara sırtımı döndüm” dedi. Bunu
bilerek ve isteyerek beyan etmiş birisinin hata-
larına şirk damgası basamayız. Çünkü Rabbimiz
basmamış, onlara şirk dememiş. Şirki, şirk güna-
hının kapsamını tarif etmiş olduk. Kişinin şirk
günahı kapsamından çıkması için gerekli iki şartı
da konuştuk. Bu iki şartı yerine getirenler için;
“Muhakkak ki; Allah, kendisine şirk koşulma-
sını mağfiret etmez. Ondan başkasını, diledi-
ği kimseler için mağfiret eder. Kim Allah’a şirk
koşarsa, gerçekten azıym bir günah olarak iftira
etmiş olur.” (Nisâ-48)
Âyet ne kadar açık; Allah şirk günahını bağış-
lamaz. Ama şirk günahı olmayanların, dilediğim
kişi için dilediğim günahını bağışlarım. Demek ki
şirk günahı olmayan kişinin başka günahı olabi-
lir, buradan öyle anlıyoruz. İşte o günahları di-
lediğim kişi için, dilediğim günahını bağışlarım

397
diyor. Bunlar çok açılması gereken şeyler. Bunları
“keyfîlik” diye anlamayalım, kesret diliyle böyle
söyleniyor. Bu, “Keyfime göre istediğimi affede-
rim, istediğimi affetmem” demek değildir. Sakın
böyle anlamayalım. “Allah dilediğini affeder”
demek, keyfine göre ister affeder, ister affetmez
demek değildir. Rahman ismi içerisinde adâlet
vardır, keyfîlik olmaz. Yalnızca Rahiym isminde
keyfî davranır. Lütfundan vereceği için, fazla-
dan vereceği için adâleti dışında verir de verir.
Allah Vahhâb’dır, hiçbir karşılığı olmadan bolca
verir. Allah Tevvâb‘dır; dilediği kadar bağışlar.
Âyetlerde “Allah dilediği günahı dilediği kişiye
bağışlar” denince “Acaba diler mi, Allah’ın böy-
le bir keyfi olur mu?” gibi bir mânâ çıkmaz. O
bir mekanizmanın ismidir ve şunu getirir: Sakın
Allah’ı sınırlamayın, dilerse bağışlar. Sınırı kendi-
ne Allah koydu. Dedi ki; şirk günahını bağışla-
mam. Bu, diğerlerinde O’nun dileğine sınır ko-
yamazsınız demektir.
“Muhakkak ki; Allah, şirk koşulmasını mağ-
firet etmez. Ondan başkasını dilediği kimseler
için mağfiret eder. Kim Allah’a ortak tutarsa,
gerçekten uzak bir sapıklığa düşmüştür.” (Nisâ-
116)
Nisâ-116’da da gördük ki, tanımladığımız şirk
günahı bağışlanmaz. Ama diğerlerini dilediği
kimseler için mağfiret eder. Eğer kişi beyanıy-
la şirk kapsamından çıkmışsa, beyanına uygun
davranışların gayreti içerisindeyse onun yanlış-
larını Allah şirk günahı saymıyor, “Onları bağış-
larım” diyor. Neden? Çünkü o bir şehâdette bu-

398
YILMAZ DÜNDAR

lundu, hayalinde de olsa kendisini Allah’ın dışı


kavramından çıkardı, Billâhi’ye koydu. Henüz
üstündeki elbise dûniHİ idraka uygun, düğmesi
sökük, yakası kirli. Ama o kul kendisini buraya
getirdiği için Rabbi; “Olsun, onları yıkarız” diyor.
Bu vesileyle, şehâdetimizi tekrar edelim, Rab-
bim inşâAllah şehâdetimizi kabul buyursun: “Al-
lahım kesinlikle şehâdet ederim ki, Müstakilen
VAR ve Muhtar olan ancak SENsin. Başka Müs-
takilen VAR ve Muhtar YOKTUR. Başka Müsta-
kilen VAR ve Muhtar iddiaları yalandır, iftiradır,
bâtıldır, yok hükmündedir. Allahım yine kesin-
likle şehâdet ederim ki Hazreti Muhammed
Mustafa Sallallahu Aleyhi Vesellem SENin Ku-
lun ve Rasûlündür. Ala hâzihiş şehâdeti nahyâ ve
aleyhâ nemûtü ve aleyhâ nüb’asü inşâAllah: Al-
lahım, bu şehâdet üzerine bizi yaşat, bu şehâdet
üzere canımızı al, bizi bu şehâdet üzere yeniden
dirilt. Âmîn.
Yöneliş’te sapanlar kapsamında şimdi ele ala-
cağımız üçüncü dördüncü ve beşinci grupları
bir hadisten öğreniyoruz. Önce o hadise, sonra
da hadisin kapsamına giren sapmalara bakalım.
İbni Abbas radıyallahu anhüma anlatıyor:
Rasûlullah Efendimiz (SAV) buyurdular ki; “Bu
ümmette iki sınıf vardır, onların İslâm’dan hiçbir
nasipleri yoktur; Mürcie ve Kaderiyye.”
Efendimiz (SAV) den öğreniyoruz, hadisi
anlamaya çalışalım, bakalım bunlar nasıl grup-
larmış. “Bunların İslâm’dan nasipleri yoktur” ne
demek? “Nasipleri yoktur”da iki manayı birden

399
düşünmemiz lazım. Bir, konudan nasibin yok
demektir. Yani bir konu var ve sen o konuyu hiç
anlayamamışsın. Efendimiz buyuruyor; ümme-
tin iki grubu var onların İslam’dan nasibi yok,
yani o iki grup hiç benim söylediklerimi anla-
yamamıştır. İki, hal böyle olunca sonları hüsran
demektir, yani sevap nasipleri yok demektir.
Dikkatlice tanımaya anlamaya çalışalım, çünkü
çok gündem oluşturan üç grubu konuşacağız ve
belki o grupların daha iyi anlaşılmasını sağlaya-
cak bazı açıklamaları paylaşmış oluruz.
Üçüncü Grup’takiler tevhid dili ve kesret
dili farkını görememişlerdir. Yine tevhid dili ve
kesret dili çıktı ve bu gruptakiler o farkı göre-
memiştir. Ayrıca, mânâ ayrıştırma ve mânâları
çakıştırmayı da hiç yapamamışlardır. Fıtratları-
nın “soyut kavramlara yatkın” olması sebebiyle
Yöneliş ve İlişkiler ayrımında Yöneliş prensip-
leriyle perdelenmişlerdir. Efendimiz (SAV) den
nasıl yöneleceklerini öğrenmişler ama öğrendik-
leri bilgilerle perdelenmişlerdir. Yöneliş ve İlişki-
ler diye onun için ayırdık. Bu yüzden ikisini de
çok iyi anlamaya çalışacağız. Onlar ne yapıyor?
İlişkiler’i Yöneliş’te öğrendikleri prensiplerle ku-
ruyor, İlişkiler’inde yöneliş prensiplerini kullanı-
yor. Dikkat edin lütfen, eğer kişi Yöneliş prensip-
leriyle İlişkiler kurarsa bu ne demektir? Demek
istiyor ki; “Benim Muhtariyeti Tercih Gücü yet-
kim yoktur, Allah ne derse onu yaparım, dediği
an değini yaparım.” Kulu kaldırdı, yaptığı işte ku-
lun dahlini kaldırdı. O neredeydi? Yöneliş’teydi.
Yani sen Allah’a yöneldiğinde, kendini Allah’la

400
YILMAZ DÜNDAR

kıyas ederek baktığında Allah’a karşı bir VARlık,


bir Muhtariyet düşünemezsin, “Ben de Muh-
tarım” diyemezsin. O yöneliştir, orada tevhid
cümlesi geçerlidir. Ama ilişkilerini kurarken bir
muhtarlığın var ve onun özellikleri var. İşte onu
öğreneceğiz. O muhtarlığın ismi Muhtariyeti
Tercih Gücü Yetkisi’dir. Bu gruptakiler öğrendiği
tevhid cümleleriyle hayata bakıp ilişkilerini, bü-
tün davranışlarını tevhid cümleleriyle oluştur-
dukları için Muhtariyeti Tercih Gücü Yetkisi’ni
görmediler, yok kabul ettiler. Bu yüzden onlara
“Cebriyeciler” denmiştir.
Cebriye diye lügâta bakar da fırkaları inceler-
seniz onlar şöyle tanımlanıyor: Bâtıl bir fırkadır,
cüzî iradenin varlığını reddederler. Bu tanıma
baktığımızda görüyoruz ki bir doğru tanım var
ama bir doğru bu kadar tehlikeli tanımlanmış
olabilir: Cebriyeciler’e cüzî iradeyi reddedenler
denir. Bu konular karşımıza çok çıkabilir, yanıl-
mamak sapmamak için doğru tanımı bilmek
önemli olduğu için bu vesileyle cüzî iradeyi de
anlamaya çalışacağız ama çok fazla açmadan, ana
bazı prensiplerini söyleyerek. Cebriyeciler’den
anlıyoruz ki kulun sorumluluğunu reddediyor-
lar, tercih yaptığını kabul etmiyorlar. Dolayısıyla,
onlara göre dünya hayatı bir imtihan değil. Eğer
size böyle bir tasavvuf anlatan olursa, siz de onu
kabullenirseniz işte o hâl bu bâtıl gruptur. Kulun
sorumluluğunu reddediyor, onun tercih yetki-
sini kabul etmiyor. Bunlar olmayınca, ona göre
dünya hayatı kul için bir imtihan değildir. Hal-
buki bütün bunların var olduğunu böyle oldu-

401
ğunu âyetlerle göreceğiz. Nerede? İlişkiler başlığı
altında. Şu soracağımız çok önemli bir sorudur:
Kur’ân’da var olmasına rağmen onlar bunu niye
reddediyorlar? Allah muhafaza etsin, bazıları var
ki Efendimiz (SAV) in hadislerini önemsemiyor
ama Kur’ân’ı kabul ediyor. Bunlar Kur’ân’ı ka-
bul etmişler, peki Kur’ân’da olduğu halde niye
reddediyorlar? Neden öyle olduğunu göreceğiz.
Ancak önce birkaç cümleyle cüzî iradeyi anla-
maya çalışalım, “cüzî irade” neye deniyor? Red
mi edeceksiniz kabul mü, ondan sonra kendiniz
karar verin.
Cüzî irade konusu araştırırsanız göreceksiniz
ki anlaşılamamış konulardandır. Varlığını red-
deden de, kabul eden de genellikle bilinçsizdir.
Neden? Hep tekrar ediyorum gibi olacak ama
başka bir şey yok. “Müstakilen VAR ve Muhtar”
olan ancak Allah’tır konusu anlaşılamadığı için,
Kelime-i Tevhid’i bu manada söylemediği için
cüzî iradeyi anlayamamaktadırlar. Onu redde-
denin de kabul edenin de çoğu dûniHİ idrakta-
dır. Onu reddeden her ne kadar İlişkiler’i Tevhid
kurallarıyla yürütüyor olsa da, her ne kadar
“Muhtariyeti Tercih Gücü yoktur” diyor olsa
da hiç farkında değil, kendisi tercihini yapmış,
davranışlarında tevhid kurallarını tercih etmiş.
Tercihini yapmış, “Ben ilişkileri tevhid kurallarıy-
la yaşayacağım” diyor. Rasûlullah “Öyle yapma-
yacaksın” diyor ama o kendisine göre bir tercih
yapıyor; “Ben okuduklarımdan böyle anladım,
ilişkilerimi tevhid kurallarıyla yapacağım” diyor.
Dikkat edin, tercih yaptı, reddettiği şeyi kullan-

402
YILMAZ DÜNDAR

dı. Ama sonra da kalktı tercih yetkisini reddetti.


Demek ki o tercihi reddetmeyi tercih etmiş!
Cüz nedir, basitçe tarif edelim. Yaratılan her-
hangi bir kula, ne amaçla yaratılmışsa o amaca
uygun olarak, Allah’ın yararlansın diye verdiği
ne varsa, ne tür vasıf varsa hepsinin ismi cüz-
dür. Cüz ifadesi aslında bir edepten kaynaklanır.
Şöyle: Siz kulda bulunan bir vasfı bir esmâ ile
söylüyorsunuz ama o esmâ Allah’ın. O esmânın
Allah’ın olduğunu, kuldakinin bir yetki oldu-
ğunu ve kısıtlı, kayıtlı olduğunu belirtmek için,
Allah’a ait esmâya tecavüz etmemek için ede-
ben onlar “cüz” adı altında toplanır. Kuldaki
özelliklerin hepsi cüzdür, yalnızca irade değil.
Eğer kul olarak insanı alırsak, insanın kullandığı,
Allah’ın verdiği bütün esmâlar cüzdür. Hâl böy-
leyken, diğer esmâları kabul edip iradeyi red-
detmek olmaz. Hepsi cüz. Peki, nasıl yanlış an-
laşılıyor? Bu durumda cümlemizi şöyle kuralım:
Kuldaki bütün vasıflar cüzdür ifadesi aslında bir
edep taşır, fakat Cüz’ün bir manası da Yetki’dir,
“Cüz” yetkinin ismidir. Yani, benim “BEN” de-
yişim cüzdür, Allah’ın “BEN” deyişinden bana
verdiği yetkiyle “BEN” derim. “BEN” deyişimi
Allah’ın “BEN” demesinden ayırırım, çünkü o
kulun BEN” demesidir. Kulun, Kul Zat’ın “BEN”
demesi Allah’ın “BEN” deyişine göre cüzdür. Esas
Muhtar Allah’tır, hüküm sahibi O’dur. Hükmün-
den bana kullanma vasfı ve yetkisi verdiği ka-
darıyla o yetkiye ben “cüz” derim, bunu bir kul
için söylerim. İzah edebildim mi? Cüz aslında bir
yetki manasına gelir, Halifetullah için ise Allah’ın

403
“Adıma kullan” dediğidir. Bir de herkes onu ken-
dine göre farklı miktarlarda kullandığı için “cüz”
denir. Yani herkesin kullandığı yetkiler farklı ol-
duğu için, herkesteki o farklılığı belirtmek için
de cüz dersiniz. Her biri ayrı bir cüz, bir kısım
değil mi?
Fakat dûniHİ algı ve zann’larıyla perdele-
nen kişi “cüz” kelimesini duyduğu zaman onu
“küll”ün dışında bir parça zanneder. Mesela bu
masanın tamamını şu kağıt temsil etsin. Ondan
bir parça alıp masanın dışına çıkardım. Masanın
tamamını temsil eden kağıt küll ise, dışındaki
bundan gelen bir parça olarak bu cüzdür. Eğer
siz dûniHİ düşünürseniz işte buna “cüz” dersiniz.
Dünya dilinde “cüz” budur, bunun dışında bir
“cüz” yoktur. Bu bakışla cüz dediğiniz şeyin dış
kavramı vardır, dışı vardır, bir de onun büyüğü
vardır, o cüzün alındığı yer vardır. Deniz kenarın-
da olduğunuzu düşünün. Bir kovayla denizden
suyu alıp dışına getirin. Dünya diliyle dersiniz ki,
bu su denizden bir cüzdür. Bu bakış dûniHİ’dir
mübârekler, dûniHİ! Burada “dış” kavramı var.
Eğer siz İslâmiyetteki cüze de ‘dışı’ kavramıyla
bakarsanız o şöyle olur: Allah küll, O’nun bir dışı
var, kul da dışarıda O’ndan bir cüz. Yani kul da
O’nun benzeri, aynası. Ve birbirlerine bakıyor-
lar... Öyle bir şey yok! Allah diyor ki; “Bu yalandır,
iftiradır, bâtıldır ve öyle bir dış kavramı da yok-
tur.” Billâhi anlamda cüz dışarıda değildir. Cüz
dışarıda değilse nerededir? Küll’ün kendisinde-
dir! Cüz küll’den ayrı bir parça değildir. Cüzî ira-
de de öyledir. Allah’ın iradesi her yeri kaplamış-

404
YILMAZ DÜNDAR

tır, o iradenin dışında bir “cüz irade” yoktur, öyle


bir şey yoktur. Geçmiş Ehlullah “Cüzî irade yok-
tur” derken; “Müstakilen VAR ve Muhtar cüzî
irade yoktur” demektedir. Onun o söylediği ya
tercüme hatası veya anlatma hatası yüzünden
anlaşılamamaktadır. Belki de o zaman, söylediği
kişiler söyleneni hemen anladığı için konunun
bugünkü gibi derin anlatılması gerekmiyordu.
Onların anlatmaya çalıştığı şey, cüzî irade müs-
takilen VAR ve muhtar bir güç değildir. Bu “Cüzî
irade yoktur” mânâsına gelmez. Buna siz “Cüzî
irade yoktur” derseniz, bunu siz “Cüzî irade yok-
tur” diye anlatırsanız insanları iradesiz hale ge-
tirirsiniz, kulluk görevlerini yapamazlar. Durduk
yere imtihandan sıfır alırlar, çünkü bâtıl fırkaya
düşerler. DûniHİ idrakla cüzî iradeyi dışarıda
zannettiği için. Eğer siz “Cüzî irade müstakilen
VAR ve muhtar bir güç değildir” derseniz o doğ-
rudur, o zaman cüzî iradenin vasfını tarif ediyor
olursunuz. “Cüzî iradede bu vasıf yoktur” de-
mek, “Cüzî iradeyi Billâhi anlamda düşünün”
demektir, “O Allah’ın dışında bir irade değildir,
doğrudan Allah’ın kendi iradesidir, iradesinden
sana verdiği bir yetkidir” demektir. Böyle baktı-
ğınız zaman cüzî irade, Billâhi anlamda kullan-
mamız için bize verilen Muhtariyeti Tercih Gücü
yetkisinin kendisidir. Bu tarifler böyle açık açık
tanımlanmadıkları için de anlaşılamıyor olabilir.
Belki de o zaman bunu anlatmak için, savunmak
için bu kadar geniş açıklamalara gerek yoktu,
bu yüzden kısaca söyleyip geçtiler. Ama günü-
müzde, bir mahkemedeki savunma avukatı gibi

405
savunmak zorunda olduğumuz için çok detay-
lı ve delillerle ortaya koymak gerekiyor. Billâhi
anlamda cüzî irade, kuldaki Muhtariyeti Tercih
Gücü yetkisidir.
Cebriye grubu küllî iradeyle o kadar perde-
lenmişler ki ilişkilerinde, amellerinde küllî irade-
yi sorumlu tutmuşlardır, kendilerini değil! Böy-
lece, dûniHİ algıda da olsalar, Billâhi anlamda da
olsalar -ki Billâhi anlamda düşünmeye çalışıyor
olmaları daha muhtemel- Muhtariyeti Tercih
Gücü’nü fark edememişler, böyle bir yetkiyi gö-
rememişler. Bu durumda sorumluluğu, kulluk
görevini, tercih yetkisini, özellikle de “Dünya ha-
yatı imtihandır” kuralını reddetmiş olurlar. Oysa
bütün bunlar ayettir, ayetleri reddetmiş olurlar.
Günümüzde cüzî iradeyle ilgili tanımlar yapılır-
ken, o iradenin vasfı konuşulmadan doğrudan
“cüzî irade” ele alındığı için konu anlaşılamaz
hale gelmektedir. DûniHİ algı ile zannedilen
vasfı reddedilirken kendisi de reddedilmektedir.
“O Müstakilen VAR ve Muhtar bir güç değildir”
denecekken, yani ona yakıştırılan müstakillik
vasfı, muhtariyet iddiası, cüzî irade üzerine ya-
pıştırılan bu etiket reddedilecekken kendisi
reddedilmektedir. Sırf bu yüzden tasavvuf anla-
tımlarında “Cüzî irade yoktur” yolu ortaya çık-
mıştır, yanlıştır. “Cüzî irade yoktur” yolu sapmış
bir fırkanın hayat tarzıdır. Şuna çok dikkat edin,
“Cüzî irade yoktur” diyenler cüzî iradeyi çok
fazla kullananlardır. Bu yüzden de hayatlarında
ikilem bitmez. Çünkü İslâm’ı anlayamayan kişi
İslâm’ı yaşamaya çalışırsa ikilemleri çok olur. İki-

406
YILMAZ DÜNDAR

lem olması İslâm’ı anlayamamak demektir. “Şu


konuda ikilemim var” diyorsan anlayamadın de-
mektir. Hiç ikilem kalmaması gerekiyor. Demek
ki cüzî iradeye yapıştırılan “Müstakilen VARDIR
ve Muhtardır” etiketi bâtıldır, reddedilmelidir.
Ama cüzî iradenin kendisi küllün dışında olma-
dığı için, o bir yetki olduğu için, bir “VAR”ın adı
olduğu için reddedilemez. O yaşanması gereken
Hakk bir şeydir. Bu söylediklerimizi daha iyi an-
lamamızı sağlayacak iki hadis ile devam edelim:
Ebu Müleyke’den oğlu Abdullah’ın rivayet
ettiğine göre, o Hz. Ayşe radyallahu anh’a kader-
le ilgili bir şeyler söylemiş, o da kendisine şöyle
cevap vermiştir: “Kim kader konusunda bir me-
seleyi konuşacak olursa âhiret günü kaderden
hesaba çekilir. Kim de bu mevzuda bir şey ko-
nuşmazsa âhirette kaderden hesaba çekilmez.”
(Hadis)
Birinci prensip bu. Neden bu prensip konul-
muş? Oraya geliyoruz. Bu hadisi şöyle de önem-
semek lazım: “Ben bir arkadaşımla kader konuş-
muyorum ama içimden konuşuyorum” diyorsa-
nız o da aynı şeydir. “Ben kimseyle konuşmuyo-
rum ama kafamda o kadar çok soru var ki içim-
den onları konuşuyorum, korkumdan kimseyle
de konuşamıyorum” demek de aynı şeydir, fark
etmez. Konuşuyorsun, hesaba çekileceksin. “Ko-
nuşmazsan böyle bir hesabın yoktur” diyor Hz.
Ayşe radyallahu anh validemiz. Peki, bu hadiste-
ki konuşmak nedir, konuşmamak ne demektir?

407
Amr ibni Şuayb, an ebîhi, an ceddihî radyal-
lahu anhüm anlatıyor: “Bir gün Rasûlullah Efen-
dimiz (SAV) bir grup ashabının yanına aniden
çıkageldi, onlar kader üzerine tartışıyorlardı.
Münâkaşanın mâhiyetini öğrenince öyle öfke-
lendi ki sanki yüzünde bir nar tanesi patlamıştı,
kıpkırmızı oldu. Ve şöyle söyledi: “Kader üzeri-
ne bu çeşit münâkaşa yapmakla mı emrolun-
dunuz, bunun için mi yaratıldınız? Kur’ân’ın bir
kısım âyetlerini diğer bir kısım âyetleriyle karşı-
laştırıp duruyorsunuz. Sizden önceki ümmetler
de bu çeşit davranışları sebebiyle helak oldular.”
(Hadis)
Lütfen söylenene dikkat edin. Kur’ân’ın bir kı-
sım âyetlerini diğer bir kısım âyetleriyle karşılaş-
tırıp duruyorsunuz! Uyarı dikkatinizi çekti mi?
“Konuşmayın!” denilen şey budur. Böyle konu-
şan ne yapıyor? Kur’ân’da bir yanlışlık varmış gibi
“Ama şöyle, ama böyle” yapıyor. Hep diyoruz,
dünya hayatı prensipleriyle Kur’ân’ı çözemezsi-
niz, kaderi anlayamazsınız, O’na dünya yaşan-
tısının prensipleriyle bakarsanız size çelişki gibi
gelir. O çelişki zannının sebebi nedir? Uluhiyet
dili ve kesret dili. İkisi de aynı mânâda olmasına
rağmen dünya gözüyle bakana çelişki gibi gelir.
Neden? Çünkü siz dünya hayatında tevhid/ulu-
hiyet dilini hiç bilmiyorsunuz. Onu biz Allah’tan
öğreniyoruz. Bizim normal yaşantıda bildiğimiz
kesret dilidir. Öğrendiğimiz uluhiyet diliyle onun
aynı mânâda olduğunu bilemediğimiz için çeliş-
ki zannediyoruz. Tevhid bizim kullandığımız dil
değildi, onu sonra öğreniyoruz. Ama onunla bu-

408
YILMAZ DÜNDAR

nun mânâsı aynıdır. O katta o cümleyle söylenir,


bu katta bu cümleyle söylenir. Bir mânâ o kat-
ta uluhiyet/tevhid cümlesiyle söylenir, bu kata
gelince kesret cümlesiyle söylenir. Moleküler
düzeyde bu cümleyle söylenirken, hiç bunların
olmadığı yerde o cümleyle söylenir. Cümleler
farklı gibi görünse de aynı mânâdır. Anlayama-
manın bir nedeni budur; uluhiyet/tevhid dili ve
kesret dilini ayıramamaktır. Diğer bir nedeni ise
mânâların çakıştırılamamasıdır. Bunu yapama-
dıkları için, bir grup âyetlerin bir kısmını, diğer
grup ise öbür âyetleri savunuyor. Bakın sahabe
zamanından bahsediyoruz, âyetleri çakıştıra-
mayanlar uyarılıyor. Sürekli örnek verdiğimiz
İnsan-29 ve İnsan-30 âyetleri için söyleyelim, İn-
san-29 ile İnsan-30 çakıştırılıp tek mânâ yapıla-
mayınca, bir grup İnsan-29’u, bir grup İnsan-30’u
savunuyor, sonra da oturup tartışıyorlar. İşte bu
konuşmak yasaktır deniyor. Eğer siz böyle didik-
lerseniz, bu didiklemenizden hesaba çekilirsiniz.
İçinden de didiklersen aynıdır. Peki ne yapacak-
sın? Söyleneni yap. Söylenen nedir? Şimdi onu
basit bir cümleye getireceğiz. Bizim anlatımımız
içerisinde zorlandığımız bir yer burada bir sebep
olarak karşımızda; Muhtariyeti Tercih Gücü’nü,
bu yetkiyi anlayamamak. Eğer anlayacak olursa
onu müstakil sanmak, ona müstakil etiketi ya-
pıştırmak. “Müstakil değildir” denince de ku-
lun dahlini anlayamamak. Bu o kadar önemli ki
îman gerektiren esas nokta burasıdır. Bu yüzden
diyor ki; “Anlayamazsın îman et. Senin Muhtari-
yeti Tercih Gücü yetkin var ve o yetki dûniHİ de-

409
ğil, o güç müstakilen VAR ve muhtar bir güç de-
ğil. İşte sende böyle bir yetki var.” Bunu duyunca
kişi; “Öyleyse ben neredeyim?” diyor. Kendini
hep dûniHİ algıda tuttuğu için, ona “Müstaki-
len VAR ve Muhtar değilsin” denilince kendisini
yok zannediyor, “Ben yokum. Yoksam ben neye
yararım?” diyor. Ona söylenen şey, onun ve özel-
liklerinin dûniHİ olmadığıdır. Ama sen kendini
öyle sanıyorsun. Oysa sen zaten Billâhi anlamda
bir kulsun. Adam sade vatandaş ama kendisini
Napolyon zannediyor. “Sen Napolyon değilsin”
deyince de, “Öyleyse ben neye yararım” diyor.
O senin zannın. Muhtariyeti Tercih Gücü’nü
“Müstakilen VAR ve Muhtar” zannettiği zaman
kişi dahlini anlıyor, müstakil ve muhtar olursam
dahlim olur sanıyor. Lütfen hayallerimizi, bey-
nimizin resim yapma gücünü Billahi anlamda
kuvvetlendirelim, çoğaltalım. Kişiye kendisini
dûniHİ tanımlarsak, yani “Allah’ın dışı kavramı
var, sen oradasın, sana orada Muhtariyeti Ter-
cih Gücü yetkisi verdi” dersek olaylara dahlini
hemen anlıyor. Kendisini Allah’ın dışında kabul
ettiği için, kendisini ilah kabul ettiği için olayla-
ra müdahalesini anlayabiliyor. Algıyı fark ettiniz
mi? Onu o algıdan çekip de Billâhi anlama sok-
tuğunuz zaman dahli kayboldu zannediyor. Sen
zaten Billâhi anlamdasın ve senin dahlin var. Sen
şu an da Billâhi anlamdasın ve dahlin var. Ama
sen kendini dûniHİ düşündüğün için “Müstaki-
len VAR ve muhtarken dahlim var” sanıyorsun.
Senin zaten olaylara dahlin var. Dilediğin gibi
yapıyorsun ve zaten Billâhi anlamdasın. DûniHİ

410
YILMAZ DÜNDAR

bir yerdesin de seni oradan alıp bir yere getir-


meyeceğiz, zaten yaşarken Billâhi anlamdasın.
Ve canın isterse su içiyorsun, canın isterse iç-
miyorsun, dahlinin olduğunu gör. Dahlin var ve
sen zaten Billâhi’desin, Allah’ın dışında değilsin.
Ama bunu anlayabilmen için seni illa Allah’ın
dışında göstermemiz gerekiyor, o zaman anlaya-
biliyorsun. Neden? Çünkü hala “Müstakilen VA-
RIM ve Muhtarım” iddian var. Bu hatalar, Billâhi
olduğu zaman kulun dahli olmazmış zannından,
onu anlayamamaktan kaynaklanıyor. Ve bu yan-
lışlar günümüzde de var. Bu konuyu anlatanlar
ne yapıyor? Hangi tarafı seçmişse onu destek-
leyen âyetleri topluyor, diğerlerini koymuyor.
İnsanın “Müstakilen VAR ve Muhtar” olduğunu
iddia edecekse kesret diliyle olan âyetleri toplu-
yor, yani İnsan-29’u alıyor. İnsan-30’u, Hadîd-22
ve 23’ü hiç almıyor. Efendimiz (SAV) işte ona kı-
zıyor; bir kısım âyetleri bir kısım âyetlerle çarpış-
tırıyorsunuz. Bu yüzden çarpıştırmak yasaktır.
İslamiyet’te çakıştırmak var. Âyetleri çarpıştır-
mak değil çakıştırmak var. Çarpıştırmak dünya
işidir, esfele sâfiliyn prensibidir. “Kur’ân âyetleri
ve hadislerde mânâları çakıştırma var, bir de
mânâ ayrıştırma var” dememiz bunun için.
Yönelişte sapan dördüncü gruba geldik. Ha-
disten öğrendik, bu gruptakilere Mürcie deni-
yor. Mürcie mânâ olarak “geri bırakan” demektir.
Onlara neden geri bırakan -Mürcie- denmiş? Bi-
zim için şimdi, niye öyle dendiğinden çok onların
neyi savunduğu önemli, şimdi bunu anlamaya
çalışıyoruz. Mürcie şunu savunuyor: Kâfir kişiye

411
ameli fayda vermeyeceği gibi mü’mine de gü-
nahların bir zararı olmayacaktır. Uhrevi kurtuluş
için, âhiretteki sonuç için îman yeterlidir, amel
eksikliğinin bir zararı yoktur. Yani “Orada amel
sorun değil” diyorlar. Amelin önemini, âhirette
muamele ve hesabın âmele göre yapıldığını
“FATİHA ile fetih” kitapçığının giriş bölümünü
tamamen buna ayırarak anlattık. “FATİHA ile
Fetih” kitapçığının giriş bölümü ayetlerle bunu
anlatır, amel neden önemliyi anlatır. Kişi kafir
oldukça yani kişide küfür ve şirk oldukça taa-
tin ona faydası olmaz. Bu söyledikleri doğru. Bu
cümleyi biz de Nisâ-48 ve Nisâ-116’da okuduk;
eğer şirk işlerseniz amelleriniz boşa gider. Ama
onlar bu doğrudan hareketle kanaat oluşturu-
yorlar. İşte çok tehlikeli şeylerden birisi budur;
“Bana göre” demek, “Şu doğruysa bana göre bu
da şöyledir” diye hüküm çıkarmak yanlıştır. Hü-
küm çıkarıyorsun, hükmüne dayanak olarak bir
ayet, hadis alıyorsun; doğru bir şeyden hüküm
çıkarıp yanlış yapıyorsun. Kaynağını, dayandığın
yeri ayet zannedenler de senin hükmünü kabul
ediyorlar. Dikkat edin, insan hüküm koyamaz,
İslâm’da “Bana göre” yoktur. Buradakiler “Bana
göre” deyip, “Madem küfür ve şirk varken kişinin
hayrı işe yaramıyor, ibadetleri boşa gidiyor, îman
varken de günahlar boşa gider, îman günahla-
rı siler. Şirk taati, ibadeti nasıl siliyorsa îman da
günahları öyle siler, günahla ilgili hiç bir tasamı-
zın olmasına gerek yok” sonucunu çıkarmışlar.
Bunlara Mürcie denmesinin sebeplerinden birisi
de, sonucu âhirete tehir etmeleridir. Ancak şu

412
YILMAZ DÜNDAR

önemli ki Mürcie idrakında olanlar, “Bana göre


böyledir” diyerek ayetle delili olan bir doğrudan
hiçbir delili olmayan bir hüküm çıkarmışlardır.
Onun için, Efendimiz (SAV) in dilinden bunların
bâtıl/sapkın bir fırka olduğu, İslâm’dan nasiple-
rinin olmadığı vurgulanmıştır. İslâm’dan nasiple-
ri yoktur, çünkü günahla meşguller. Zaten sevap
da kazanamazlar, İslam’dan nasipleri yok, çünkü
konuyu anlamamışlar. Yani âyetlerde mânâları
çakıştırma yapamıyorlar, mânâ ayrıştırma yapa-
mıyorlar. Allah’a kul olmak ile Allah’a kulluk yap-
mak ne demektir, farkı nedir, bu kavranamamış-
tır. Bu ikisini kitapçığımızın başında tartışmıştık;
Allah’ın kulu olmak ve Allah’a kulluk yapmak
farklıdır. Onlar “Allah’a kul olduk” deyip bırak-
mışlar. Oysa Allah diyor ki; bütün yarattıklarım
zaten Rahman’a kul olarak gelecektir, hepiniz
kulsunuz. Ama bir de kulluk yapan var, kulluk
yapmak var. Onlar Allah’a kulluk yapmayı red-
detmişler, önemi yoktur demişler. Oysa kulluk
yapmak bir hayat tarzı benimsemektir. Mürcie
idrakında olanlar bir hayat tarzı benimsemedi-
ler mi? Yaşıyorlar, bir hayat tarzları var, gidip bir
yere saklanmadılar ki. İki hayat tarzı var; Allah’ın
sunduğu hayat tarzı ve esfele sâfiliyn hayat tar-
zı. Allah’ın sunduğunu önemsemediğine göre
esfele sâfiliyn hayat tarzını tercih etmiş yaşı-
yor, kaçınılmaz. Dolayısıyla, onların “Âmentü
Billâhi”yi doğru anladıklarından şüpheleniriz.
“Ve Rasûluhi”yi ise hiç dememiş olurlar. Çünkü
Efendimiz (SAV) onlara diyor ki, “Benim yaptı-
ğım gibi yapmıyorsunuz.” Bu kapsamdaki bir kişi

413
“La ilahe illallah Muhammeden Rasûlullah” de-
memiş olur. Mürcie böyle bir kul.
Son grubumuz günümüzdeki belki de en
önemli grup. Bu grubun yeterince incelenmedi-
ği ve anlaşılamadığı kanaatindeyiz. “Ne anlaşıl-
mış ki, hiç bir şey anlaşılamamış” demeyin. Hep-
si öyle değil. Biz anlaşılamayanları seçip konuşu-
yoruz ki onları doğru anlayabilelim. Bu grupta
olanların sayısı çok olmasına rağmen kimse ken-
disini bu grupta saymaz, kimse üstüne alınmaz,
bu bakımdan da önemlidir. Bunlara Kaderiyeci-
ler denir. Kaderiyeciler denmesi de meselenin
üstünü örtmüştür. Kaderiyeciler ismi duyulun-
ca, onların kadere sıkı sıkı bağlı oldukları zan-
nedilebiliyor, kaderle çok sıkı arkadaş oldukları
için bu ismi almışlar gibi düşünülebiliyor. Tam
tersine, -hadiste yasaklanan konuşmaları- kaderi
reddeder tarzda münakaşaları o kadar çok konu
yapmışlar ki, “Şu kaderiyecidir, durmadan kaderi
konuşur tartışır” manasına öyle denilmiştir.
Kaderiyeciler’in neyi savunduğunu kendile-
ri biliyor ama onları tanımlayanlar bilmiyor. Şu
cümleyi okuyunca hak vereceksiniz: Kaderiye-
ciler kulun tam irade sahibi olduğunu savunur-
lar. Tam irade ne demek, bunu anlarsak tamam.
Tanım ne kadar önemli bakın. Bir sapkın fırka
var, o tanımlanıyor ama hiçbir şey anlamıyoruz.
Marketten bir ürün alırken etiket yarım yama-
laksa, ürün yeterli tanımlanmıyorsa doğruca
müdüre koşuyorsunuz, bu ne demek, bundan
ne anlayacağım diye. Âhiretimizle ilgili bu kadar
önemli bir şey tanımlanıyor ama yapılan tanım

414
YILMAZ DÜNDAR

doğru mu değil mi dikkatimizi çekmiyor. “Kulun


tam irade sahibi olduğunu savunurlar” cümle-
sinden onların neyi savundukları anlaşılıyor mu?
Tam irade ne demek, yarım irade ne demek? Bu
tanımdan bir şey anlaşılmadı. Hâlbuki, onlar
şunu diyorlar, yani onların halinden şu anlaşılı-
yor, ve bu tanımı yapan da aslında şunu demek
istiyor: Bu grup Muhtariyeti Tercih Gücü yetki-
sini kavrayamamıştır, yani cüzî irade diye bildi-
ği şeyi müstakilen VAR ve muhtar ilan etmiştir.
“Tam irade” denilen budur. Oysa ona “tam ira-
de” denmez, o müstakilen VAR ve muhtar irade
iddiasıdır. Onlar “Biz yaptıklarımızda müstakiliz,
fiillerimizde Allah’ın dâhili yoktur, tamamını biz
hükmederek yaparız” diyorlar. Yani cüzî irade
diye bildiğimiz, öyle isimlendirdiğimiz ve anla-
maya çalıştığımız Muhtariyeti Tercih Gücü’nü
onlar “Müstakilen VAR ve Muhtar” ilan etmiş-
lerdir. Bütün kararlarını “Müstakilen VAR ve
Muhtar” ilan ettikleri o iradeyle vermektedirler.
Bu tamamen dûniHİ algı ve zann’larıyla oluşan
bir bakış tarzıdır. Grubun özelliğini izah ede-
bildim mi? Rastladığım şeylerden de söyleye-
yim. Bu düşüncedeki kişi iradesini müstakilen
VAR ve muhtar bir güç olarak ilan etmiştir, onu
“Müstakilen VAR ve Muhtar” olarak damgala-
mıştır. Sonra da; “İşte ben bununla kararlar veri-
yorum, yanlışsa karşılığı cehennemdir, doğruysa
cennettir” der. Eğer işi böyle anlarsak bu konuda
hiç tartışma olmaz. Efendimiz (SAV) bunu göre-
medi mi ki insanları ikna etmek için çırpınıyor,
hırs gösteriyor. Bunu göremedi, öyle mi? Eğer O;

415
“Sizin iradeniz müstakilen VAR ve muhtardır.
Onu kendiniz kullanıyorsunuz, Allah’ın dahli
yok” deseydi kabul etmeye hazırlar, “Niye dahli
yok?” demeyecekler. Efendimiz onlara; “Bu yö-
netmeliğe göre yaparsanız cennete gidersiniz,
uymazsanız cehenneme gidersiniz” dese hiç
tartışma kalmaz. Bunda tartışılacak ne var? Peki,
neden böyle değil? Çünkü kendi sözü değil, dün-
ya prensipleri değil. Anlamamız gereken, fark et-
memiz gereken o. Bu Allah’ın sözü! Âyetler diyor
ki, “Anlayamıyor olsanız bile söyleneni yapın,
hedefi on ikiden vurursunuz, hiç yorulmadan
kazanırsınız.” Bakışı böyle olan, bu iddia ile yaşa-
yan birine biraz tevhid dilini, biraz diğer âyetleri
anlattığınızda “Beni kaderiyeci mi yapacaksın?”
diyor. Yahu sen kaderiyeciliğin göbeğindesin.
Korktuğun şeyi bir incele, o tam senin yaptığın.
Çok önemsediğimiz, fırsatı çıktıkça ele alıp
anlamaya çalıştığımız Nisâ 78 ve 79. âyetleri
Kaderiye grubu hiç anlayamamıştır. Bu yüzden
hangi meâli elime alırsam hemen Nisâ 78 ve 79’a
bakıyorum, maalesef hep yanlış, hep yetersiz.
Bu âyetleri “Aşağıların Aşağısı”nda ve “Sen Tanrı
mısın?” kitapçığında paylaştık, “FATİHA ile fe-
tih” kitapçığında çok geniş ele aldık. İlerleyen
bölümlerde Kul Zat’ı ele alırken yine paylaşaca-
ğız, çünkü çok önemli iki ayet. İşte onlar bu iki
ayetteki mânâyı da hiç anlayamamışlar.
Dünya ve âhiret için önemli olacak şu cüm-
leleri de paylaşalım, özellikle Kaderiyeciler şöyle
inanır: Kul “Müstakilen VAR ve Muhtar” irade-
siyle yaşantısına hüküm verir. Kendi iddialarıyla

416
YILMAZ DÜNDAR

söylersek, “İnsanlar tam irade sahibi olarak karar


verirler. Ancak Allah ilmiyle kulun nasıl davra-
nacağını önceden bilmiştir.” Bu söylem de çok
karşımıza çıkar, çünkü böyle inanılıyor: Tam
irade dediği “Müstakilen VAR ve Muhtar” ilan
ettiği iradesiyle kendi hüküm verir, yapar, ancak
Allah ezelde ilmiyle onun nasıl davranacağını
bilmiştir. “Kader” diye bunu tarif eder. Maalesef
kitaplarda böyle okursunuz. Bu tarif Efendimiz
(SAV) in açıkladığı kadere niye uymamaktadır
konusu ayrıca incelenmesi gereken bir konu-
dur. Sapmalara düşmeyelim, hata yapmayalım
diye şimdi yalnızca ipuçlarını görelim. Eğer biraz
önce konuştuğumuz gibiyse sahabe neyi tartı-
şıyordu? Dünya hayatına uygun bir şeyi sahabe
niye tartışsın? Efendimiz (SAV) “Âyetleri çarpış-
tırıyorsunuz?” diye niye öfkelensin? Demek ki bu
tarif Efendimiz (SAV) in açıkladığı tarif değil.
Allah kader sahibidir. Ancak kader sahibi ol-
mak “meseleyi bilmek” ile sınırlı değildir. “Allah
önceden bildi” diyorlar. Doğru. Ama Allah’ın
kaderin sahibi olması yalnızca “bilmek” demek
değildir. Dünya hayatından bir örnek verelim.
Bir konuda birisine “Kaderim senin ellerinde”
dediğinizde ne kastediyorsunuz? “Benim halimi
biliyorsun” mu demek istiyorsunuz? Hâyır. O ki-
şinin sizin için bir hüküm vereceğini söylüyorsu-
nuz. “Kaderim iki dudağının arasında” demek de
öyledir; sen bir hüküm vereceksin, o hükme bağ-
lıyım demektir. Dünya hayatında kullandığımız
kader bile bir işi bilmekle ilgili değil. Kader sahibi
hüküm sahibi demektir, kader hüküm demektir.

417
Dünya hayatında bile bu mânâda kullanırken
iş Allah’a gelince hükmü ona veremiyoruz. Ne-
den? Çünkü insan cimri! Kur’ân’ın söylediği cim-
ri budur işte. “Benim” diyor. “Ben karar veririm
Allah da bilir. Ama kararı ben veririm” diyor. İh-
san sahibinin tanımı neydi? Bol ihsan eden. Bu
kişi cimri, veremiyor. Şu örnek günümüzde çok
daha iyi anlaşılır. Bir meteoroloji uzmanı üç gün-
lük hava tahmin raporunu verdi, bildi. O hava
raporunun kaderinin sahibi bu meteoroloji uz-
manı mı? Bildi işte. Yağacak dedi yağdı. Şimdi
bunlar kader sahibi mi? Kader bilmek değildir.
Ama siz Allah’a öyle yapıyorsunuz, “Allah bildi”
diyorsunuz. Bu da biliyor. Bildi diye kader sahibi
o mu? O iklimin hükmünü meteoroloji uzmanı
mı veriyor? Kader sahibi hüküm sahibidir. Hü-
küm! Kaderi tarif edecekseniz “hüküm” kelime-
siyle tarif edeceksiniz, “bilmek” kelimesiyle değil!
“Hüküm Allah’ındır” ne demek şimdi anlayın.
Hüküm Allah’ındır; kader Allah’ındır. Bilme işi
için Halley yıldızı örnek verilir. Belli zamanlarda
geçen Halley yıldızını insan hesaplayıp kaç yıl
sonra geçeceğini biliyor, işte Allah da kulunun
ne yapacağını böyle biliyor denir. Maalesef ka-
deri anlatan önemli kitaplarda bunu görebiliri-
siniz. Halley yıldızının bir de hükmü var! Onun
oradan o periyotta geçme hükmünü kim veri-
yor? Bilmek ayrı iştir, hüküm ayrı iştir. Hüküm
veren ne hüküm vereceğini de bilir elbette.
Öğrendik ki kader bilmek değil hüküm ver-
mektir. Öğrendik ki hüküm sahibi ne hükme-
deceğini elbette bilir. Kulun şimdiki anını ölçü

418
YILMAZ DÜNDAR

alarak cümle kurarsak, Allah önceden o kul için


ne hüküm vereceğini biliyor. “Allah biliyor” de-
meleri doğrudur. Yanlış olan, o cümleden son-
ra “Bana göre” diye devam etmeleridir. İslâm’da
“Bana göre” yoktur. Kulun yapacağıyla ilgili ne
hüküm vereceğini Allah biliyor. Hem “Allah’ın
hükmü, Allah’ın izni olmadan yaprak düşmez”
diyorsun hem de “Ama ben o hükme tâbi deği-
lim” diyorsun. Olur mu? Kendini kandırırsın.
Kaderin yaşanması insan için bir süreçtir. Bu
sürece tersten bakacağız. Sürecin ikinci basama-
ğı kulun davrandığı andır, yani o davranışla ilgili
Allah’ın hükmünün açığa çıktığı andır. Eğer kes-
ret diliyle söylersek; kaza anı. O emrin açığa çı-
kışı Kaza’dır. Bu sürecin birinci basamağı o anda
o kul için ne hüküm vereceğini Allah’ın bildiği
basamaktır. O da kaderin belirlendiği noktadır.
Bütün belirlenmelerden sonra kalemin kurudu-
ğu, kırıldığı yerdir. Kul için ne hüküm vereceğini
Allah’ın bildiği nokta, kulun müstakilen VAR ve
muhtar iradesiyle yapacağını bilmesi değildir. O
dûniHi bir şeydir. Bu sürecin iki basamağı şöy-
ledir: Fiilin olduğu o an KAZA’dır. Hükmün ne
hüküm olacağının bilindiği nokta, bunun ta-
nımlandığı, yazıldığı an KADER’dir. Kaza ve ka-
der budur. “Kaza ve Kaderin Allah’tan olduğuna
iman ettim” diyen sonra nasıl “Onu ben yaptım”
nasıl der? Evet, o yaptı ama “Müstakilen VAR ve
Muhtar” bir iradeyle değil. Fakat sen öyle diyor-
sun. Tehlike budur. Böyle anlattığımız zaman kişi
“Kulun bunda ne dahli var? diyor. Var, göreceğiz.

419
Kaza ve Kader denilen süreç insanın yaşadığı
bir süreçtir, Allah’ın yaşadığı bir süreç değildir.
Kul gözünden baktığınız zaman süreçte iki nok-
ta var: Kulun yaptığı an hükmünün verilmesi. O
hükmün ne olduğunun ezelden, önceden bilin-
mesi. Bu iki nokta kula göredir. Allah için öyle iki
nokta yoktur, olamaz. Dolayısıyla, Allah’ın bildi-
ği an hükmünü verdiği andır. Mânâ çakıştıracak-
sınız. Kişi mânâ çakıştıramadığı için perdelenir.
Mânâyı, yani bu iki noktayı çakıştıracaksın. Ça-
kıştırdığın zaman “Kaza ve kaderin Allah’tan ol-
duğuna iman ettim” dersin. Bu söylediğimizde-
ki birinci mânâ da ikinci mânâ da aslında Allah
için -Tevhid’de- tek manadır. Biz tevhid için bu
iki noktayı, bu iki mânâyı birleştirdik, “Kaza ve
kaderin Allah’tan olduğuna îman ettim” demek-
le basamaklar üst üste geldi, onları birleştirdik.
Bu belirlemeden sonra çok önemli bir şeyi de
inşâAllah paylaşalım. Kulun yaşadığı bu süreçte
Allah da kendisine rol vermiştir. İnsanın bir rolü
var, çünkü Allah’ın belirlemesi öyle. Ama Allah
kendine de rol vermiştir. Onların âyetleri farklı-
dır. Onlar hüküm anıyla, kaderin belirlenmesi ile
ilgili âyetler değildir. Allah’ın kendisine verdiği
o roller kader içerisindedir ama kader/hüküm
ânından sonraki rollerdir. Hidayet onlardan bi-
ridir. Hüküm ânıyla ilgili kader dediğimiz kısım
Nisâ-78. âyettir, rollerin dağılımı ise Nisâ-79dur.
İnsan ve Allah için rolleri anlatan Nisa-79’dur. O
rollere bakarak işi karıştırmamak lazım.
Şimdi farklı birşey yapalım ki öğrendiğimizi
mânâda bir ileri götürmüş olalım. Kaderi tanım-

420
YILMAZ DÜNDAR

larken hüküm verilen kaza anına ikinci basa-


mak, onun ne hüküm olacağını Allah’ın bildiği
noktaya birinci basamak dedik. Onu insanın an-
layabilmesi için ayırdık. Kaza ve Kader diye eti-
ketlediğiniz bu iki ayrı mânâyı tevhid için, doğru
için birleştirip Kader diye tek mânâ yaptık. Şim-
di de diyoruz ki, o kaza süreci yaşanırken Allah,
kullarına verdiği gibi kendisine de rol vermiştir.
Şimdi bu rolleri de Kader’le çakıştırmalıyız, yani
tekrar bir çakıştırma yapmalıyız. Çünkü o da ayrı
birşey değildir. Hep tevhide doğru mânâ çakış-
tırmak gerekiyor. Kişi bu mânâ çakıştırmaları en
kolay nasıl yapar? “Anlayamıyorsam da öyledir”
diyerek. “Rabbim öyle diyorsa öyledir” dediniz
mi mânâ çakışır. “Her dediğini yaparım” derse-
niz mânâyı çakıştırırsınız. Şu iki şey önemlidir:
Mânâları çakıştırmaz da çarpıştırırsanız olmaz.
Böyle yapıldığı için konu anlaşılmıyor. Mânâları
çakıştırarak ulaştığımız yeni mânâyı dünya diliy-
le cümle haline getiremeyiz. Onu tek bir cümle
haline getiremediğimiz için de anlaşılamıyor. O
zaman kula bir görev düşüyor. Bu durumda kul
ne yapacak, nasıl davranacak? Kul muhtar değil-
dir ama muhtarmış gibi davranacak.
Kul Allah’a karşı “Müstakilen VAR ve Muh-
tar” değildir. Ama bir diğer kula göre muhtardır.
Kul yaratılmışlar arasındaki ilişkilerinde tercih
yetkisi almıştır, kul kula göre muhtardır. İşe hem
Yöneliş hem de İlişkiler açısından bakarsak, kul
zâhiren muhtardır, bâtınen mecburdur. İlişkiler
çerçevesinde muhtardır, Yöneliş çerçevesinde
mecburdur. 15. Tefekkür Şemamızda kulun nasıl

421
davranacağı şöyle tarif edilmişti: “Muhtar değil-
sin. Ama muhtarmışsın gibi davran.” Konumuzu
paylaşırken çok fazla “Onu çakıştır, bunu çakış-
tır” dedik. “Bu söylenenleri hemen yapamam.
Ya buradan çıkar çıkmaz ölürsem? Ya yanlış ya-
parsam? Bana hemen ne yapabilirim onu söyle”
diyenin cümlesi budur: Muhtar değilsin ama
muhtarmışsın gibi davran. Ancak; muhtarmış
gibi davranmak, seni muhtar duruma düşürme-
sin. Böyle davranıyorum diye kendini müstaki-
len VAR ve muhtar zannetme. Çünkü; ayrıca,
muhtar olan ve muhtar olmayan YOK, İLLA
BİLLAH. Yapacağımız davranışı tarif ettik.
“Çünkü; ayrıca, muhtar olan ve muhtar olma-
yan YOK, İLLA BİLLAH” ifadesini biraz açalım:
Çünkü, yani bilmelisin ki; ayrıca, yani Allah’tan
başka müstakilen VAR ve muhtar olan YOK.
“YOK” ne demektir? Gerek bu iddiada buluna-
nın zannı, gerekse muhtarmış gibi davrananın
zannî gayreti YOK demektir. Yani işi fark etti-
ğin zaman göreceksin ki “Müstakilen VARIM ve
Muhtarım” diyenin iddiası da YOK, muhtarmış
gibi davrananın zannı da YOK. Onlar, sen davra-
nasın diye verilmiş zannî rollerdir. Rolünü oyna,
aslında o da YOK. Muhtar olmayan da YOK.
Birisi bütün bunları öğrendi ve Allah’a yöneldi,
diyor ki; Allahım muhtar değilim. İşte o “Muh-
tar değilim” demeye çalışan dahi YOK. İLLA BİL-
LAH. Fark ettiniz mi?
Bu hâli yaşayabilmek için başlangıç çizgisi bu
anlattıklarımdır.

422
15.
MÜŞRİKLERİN HÜCÛM İÇEREN
CÂHİL DAVRANIŞLARI

İLLA BİLLAH; müstakilen VAR ve muhtar


olan ancak Allah’tır, kulların yaşadıkları O’nun
dışında değildir, “dışı” kavramı yoktur. Kulun ya-
pacağı şey, bu tanımımıza tereddüdü olmadan
bakmak ve davranmaktır. Onun bu konudaki
başlangıç noktası budur, kaderle ilgili başlaya-
cağı nokta budur. Ancak bu başlangıç tered-
dütsüz yaşandıktan sonra kader konusu o kişiye
anlatılabilir. Anlayın, biz hâlâ başlangıç çizgisine
gelmeye çalışıyoruz. Bu konuda bizi uyarıcı ve
öğretici bazı âyetlerle devam edelim:
“Ve dediler ki; ‘Eğer Rahmân dileseydi onlara
kulluk yapmazdık.’ Bununla ilgili onların bir ilmi
yoktur, onlar ancak saçmalıyorlar.” (Zuhrûf-20)
Çok önemli bir uyarı. Şirk ehli üzerinden bizi
uyarıyor, bize onlar üzerinden öğretiyor. İnan-
mayanlar Efendimiz (SAV) i dinliyorlar, bir şeyler
öğreniyorlar, sonra da; “Madem öyle, dileseydi
biz bunları yapmazdık. Dilemediğine göre söyle-
diklerin boş” diyorlar. Âyet onlara cevap veriyor:
Bununla ilgili onların bir ilmi yoktur, ancak saç-
malıyorlar.
“Şirk koşanlar dediler ki; ‘Eğer Allah dileseydi,
biz de babalarımız da O’ndan başka bir şeye kul-
luk etmezdik. O’nun emri olmadan hiçbir şeyi

423
de haram kılmazdık.’ Kendilerinden öncekiler
de işte böyle yapmıştı. Rasûller üzerine apaçık
tebliğden başka ne düşer.” (Nahl-35)
“Şirk koşanlar; ‘Eğer Allah dileseydi biz de
babalarımız da şirk koşmazdık. Hiçbir şeyi de
haram kılmazdık’ diyecekler. Onlardan önceki-
ler de azâbımızı tadıncaya kadar işte böyle ya-
lanladılar. De ki: ‹İndinizde bize çıkaracağınız bir
ilim var mı? Siz ancak zanna tabi oluyorsunuz ve
ancak saçmalıyorsunuz.’ De ki: ‘Huccetül Bâliğa
(zıddı olmayan delil) Allah’ındır. Eğer dileseydi
elbette hepinizi hidâyete erdirirdi.” (En’âm; 148-
149)
Bu soruları sorarak hücum edenler şirk eh-
lidir, onların anlama gayretleri yoktur. Tebliği
zayıflatmak ve çürütmek amacıyla böyle söylü-
yorlar. “Böyle olmadığına göre sizin söyledikleri-
niz geçersizdir” mânâsına gelen cümleler kuru-
yorlar. Tebliğdeki cümleleri alıp onları hücûma
çeviriyorlar. Bunlar günümüzde de vardır. “Allah,
bütün kullar hidayet ehli olsun emri vermemiş-
tir. Eğer verseydi herkes hidayet üzere olurdu”
gibi Yöneliş cümlelerini alıp o cümlelerle İliş-
kiler konusunda tartışma yapıyorlar. Efendi-
miz (SAV) den öğrendikleri îman cümleleriyle
amel konusunda tartışma yapıyorlar. İkisi ayrı
şey. Îman cümleleriyle amel olmaz. Örneğin, siz
İlişkiler cümlesi kurduğunuzda bir konuda “Bir
daha yapmayacağım” diyebilirsiniz. Ama Allah’a
Yöneliş’te “Bir daha yapmayacağım” diyemezsi-
niz, o zaman “Allahım bana böyle yaptırmayı-
ver” dersiniz, cümlenizi duâya çevirirsiniz. İkisi

424
YILMAZ DÜNDAR

ayrı cümledir. “Allahım, bir daha yapmayaca-


ğım” dediğinizde sizin müstakil bir iradeniz var
demektir. Oysa Hüküm O’nundur. O zaman “Al-
lahım, Hüküm senin, bunu bana yaptırmayıver”
diyeceksiniz. Ama İlişkiler’de insanlar birbirleri-
ne veya kendilerine “Bir daha yapmayacağım”
der. İlişkiler olunca Muhtariyeti Tercih Gücü söz
konusudur, Yöneliş olunca tevhid prensipleri
söz konusudur.
Şu bir cümleyi izin verirseniz burada paylaşa-
lım: İlişkiler konusunda; “Muhtarmış gibi davran,
sende Muhtariyeti Tercih Gücü var, senin böyle
bir yetkin var” dediğimiz yerde, ileride inşâAllah
yakalayacağınız, tefekkür edeceğiniz, yaşayaca-
ğınız birşey vardır ki bu ilah özellikli halifeler ara-
sında geçmektedir. İlahlığını yani tanrılığını ilan
edenleri söylemiyorum, onlar ayrı. “Muhtarmış
gibi davranmak” ilah özellikli halifeler arasında
geçerlidir, onlar ilah özelliklilerdir. Bu o kullarda
Muhtariyet Gücünün sırrıdır; onlar ilah özel-
liklidirler. İlah özellikli olmak Halifetullah’ın bir
mânâsıdır. Bu yüzden Rabbi onlara “İlah özellik-
lisiniz. Ama kendinizi sakın ilah sanmayın” de-
mektedir.
“Ve böylece ortakları, müşriklerden birçoğu-
na evladını öldürmeyi süslü gösterdi, hem onları
helak etsinler, hem de dinlerini onlara karma-
karışık etsinler (diye). Eğer Allah dileseydi onu
yapmazlardı. Onları uydurduklarıyla baş başa
bırak.” (En’âm-137)

425
Yine müşrikler üzerinden öğreniyoruz. “Müş-
riklerin ortakları” ibaresindeki ortak, müşrikle-
rin kendilerinde “Müstakilen VAR ve Muhtar”
zannettikleri güçlerle verdikleri kararlardır.
“Onlara; ‘Allah’ın sizi rızklandırdığı şeyler-
den infak edin’ denildiğinde, kâfir olanlar îman
edenlere dedi ki: Allah dileseydi doyuracağı
kimseyi mi yedirip doyuralım? Siz apaçık bir da-
lalet içerisindesiniz.” (Yâ-Sîn; 47)
Anlamak istemeyen, hücum yapan cümleler.
İlişkiler’i tevhid dili ile tartışıyorlar, imtihan an-
laşılamamış. İnananları sapmış sanıyorlar. Kişiler
bu zann’larına âhirette de devam ederler. Aslın-
da bunlar Kur’ân’ın beşer cümlesi olmadığının
birer delilidir.
“Kişinin; ‘Allah’a karşı aşırı gitmem dolayısıyla
bana yazıklar olsun! Gerçekten ben alay eden-
lerdendim’ (diyeceği günden sakının). Veya ‘Al-
lah bana hidâyet verseydi, elbette sakınanlardan
olurdum’ diyeceği, yahut azabı gördüğünde;
‘Keşke benim için bir kez (dönmeye) imkân bu-
lunsa da iyilerden olsam’ diyeceği günden sakı-
nın.” (Zümer; 56-58)
İnşâAllah sakınanlardan oluruz.

426
16.
KUL ZAT VE ONUN
“MUHTARİYETİ TERCİH GÜCÜ” YETKİSİ

“Yaratılmışların birbirlerine göre “var” olma-


ları, kesret nuru’nun görüntü sağlama mekaniz-
masıyla oluşur. Bu durum, günümüz bilimsel bul-
guları ışığında hologram prensipleriyle açıklana-
bilmektedir. Ef’al âlemindeki bu “var” oluş, renk
farklılıklarıyla ayırt edilen, şekilleri farklı sûretler
olarak görülür. Bu sûretlerin hareketlerinden ise
zaman kavramı ortaya çıkar.”
Bu cümleleri örneklerle genişletmeye ve an-
lamaya gayret edelim.
Talib kelimesini özellikle çok kullanıyoruz,
çünkü bu konuda yalnızca bir kişiye tâlip denir,
tâlip bir kişiyi tarif eder: Hakka tâlip olan! Yal-
nız ve yalnız Hakk’a tâlip olan. Tâlip dediğimiz
zaman kastettiğimiz tanım budur. Bu okuduk-
larımızı Talib’in mutlaka fark etmesi gerekiyor.
Hatta öyle fark etmesi gerekiyor ki, söyleyeceği-
miz iki şeyi kendisine tarif edebilecek şekilde net
ayırabilmelidir. Onları kendisine kendi cümlele-
riyle tanımlamalı, fark ettiği o iki yapıyı birbirin-
den ayırt edebilmelidir. Sonra da fark ettiği bu
iki yapının birbirlerini örtmesini engellemelidir.
Onları öyle birbirinden ayırmalı ve saflaştırmalı
ki onlar birbirini örtmesin.

427
Bu iki yapı, bu iki hal nedir? Biz bu iki halin
ikisini de “BEN” diyerek takdim ederiz. “BEN”
diyerek kastettiğimiz iki “var” vardır, bizde iki
oluşum vardır. Bu ikisini de karşıya, dışarıya ve
kendimize “BEN” diyerek takdim ederiz. Birisi
yaratılmışların Birbirlerine Göre Var olan halleri.
Birbirlerine Göre Var olan hallerin özelliklerini
paylaşacağız. Çünkü o zaman biz onu kendimize
kendi cümlelerimizle tanımlayabiliriz. Yaratılmış
olanların Birbirlerine Göre Var oluşlarını göre-
bilmemiz çok kolaydır. Çünkü çokluk âlemine
baktığımızda gözümüzle gördüğümüz, “var”
dediğimiz, varlıklara “var” dememize sebep
olan var oluş halleri onların Birbirlerine Göre
Var oluş halleridir. Yaratılmış olanlar Birbirleri-
ne Göre varlardır. Bu “var” deme bu çerçevede
çok önemlidir, çünkü onlar Birbirlerine Göre
Var’lardır. Onlar Allah’a göre YOK hükmünde-
dirler. Allah’ın var olma şekliyle kulların var olma
şekilleri kıyaslanamaz ve birbirlerine ölçü olmaz.
Dolayısıyla, Allah’ın VAR olma biçimine baka-
rak kullara baktığımızda, O’nun yanında onlara
YOK denilebilir. Kesin “yok” denir demiyorum,
“yok” denilebilir. Bu yüzden, o detayı fark eden
tâlip zaten bir noktadan sonra Allah’a karşı “va-
rım” demez, “var gibi görünüyorum” der. Ama
bunlar sonra idrakla gelinebilecek detaylardır. O
detaylara gelinceye kadar onun “var” olduğunu
bilmek lazım. Demek ki iki “var”dan birisi yaratıl-
mışların Birbirlerine Göre Var olmalarıdır.
Diğer “var” oluş ise Kendinde Kendine Göre
Var oluştur. Kendinde Kendine Göre Var oluşu

428
YILMAZ DÜNDAR

özellikle Halifetullah özellikli insan iyi anlayabi-


lir, kavrayabilir ve değerlendirebilir. Bu yüzden,
Kendinde Kendine Göre Var olan daha çok
onun için önemlidir. Birbirlerine Göre Var ola-
nın ve Kendinde Kendine Göre Var olanın de-
taylarına bakacağız. Bu iki “var” oluşu yan yana
koymak için şimdi sadece isimlerini söylüyoruz.
Bu iki “var” oluş içerisinde esas olan Kendinde
Kendine Göre Var olandır. Esas odur ve amaç da
Kendinde Kendine Göre Var olana ulaşmaktır.
Detaylarını göreceğiz, esas yaşayan ve Allah’ın
bize bildirdiğine göre, sonsuza kadar yaşayacak
olan insandaki “Kendinde Kendine Göre Var”
halidir.
Madem bizde var, buna neden ulaşmak la-
zım? Çünkü Birbirine Göre Var olan dünya ya-
şantısının gereği olarak Kendinde Kendine Göre
Var olanı örter, onun fark edilmesini engeller,
hatta bunu öyle yapar ki Kendinde Kendine
Göre Var olanı unutturur. Böylece kişi Birbirine
Göre Var olan ile içli dışlı olur. Bu hâli ulaşması
gereken Kendinde Kendine Göre Var hâlini ona
unutturur. Bu durum dünya yaşantısının gereği-
dir, insan kendisini bu mekanizmanın içerisinde
bulur. Birbirine Göre Var olan hâlin dünya şart-
larındaki en önemli avantajı şudur: Birbirlerine
Göre Var olan hal dünya gözü ile görülebilir.
Dünya gözüyle görülebilmesidir ki insanı ona
sıkı bir arkadaş yapar. Oysa şurası çok önemlidir;
birbirlerine göre var olanla o sıkı fıkı ilişki bu de-
tayları ona unutturur. Birbirlerine Göre Var ola-
nı dünya gözüyle gören Kendinde Kendine Göre

429
Var olandır. Ama Kendinde Kendine Göre Var
olanı Birbirlerine Göre Var olanlar göremez, on-
ların öyle bir yeteneği yoktur, onlar gördüğünü
değerlendiremez. Birbirlerine Göre Var olanda
Birbirlerine Göre Var olanı gören, ondaki Ken-
dinde Kendine Göre Var olandır, o dünya gö-
züyle gören odur. Dünya gözü Birbirlerine Göre
Var olandan bir malzemedir, ama bu malzemeyi
Kendinde Kendine Göre Var olan kullanır, bunu
kullanarak gören odur. Vücut malzemelerini kul-
lanarak gören, duyan, konuşan kişideki Kendin-
de Kendine Göre Var olandır. Kesret âleminin,
ef’al âleminin yani fiil âleminin temelini Birbir-
lerine Göre Var olan oluşturur. Zaten Birbir-
lerine Göre Var olanlar yüzünden ona Çokluk
Âlemi denir. Yaratılanların, kulların Birbirlerine
Göre Var olması çokluk âlemini oluşturan esas
yapıdır. Dolayısıyla, bu çokluk âleminde dün-
ya gözüyle bakıp bir kula “var” dememiz ancak
Birbirlerine Göre Var olan yapı sayesinde olur.
Birbirlerine Göre Var olan kulların, Birbirlerine
Göre Var mış gibi görünmelerini sağlayan, kes-
ret nurunun görüntü oluşturma mekanizması-
dır. Şimdilik bunu detayına girmeden söylemeye
çalışacağız. Çünkü o ayrıca inceleyebileceğimiz
farklı bir konudur. Birbirlerine Göre Var olan
kesret âlemini oluşturan kesret nurunun görün-
tü oluşturma mekanizmasından kaynaklanır. Bu
görüntü oluşturma mekanizması nedeniyle ona
Varmış Gibi Görünen deriz. Kesret nuru görün-
tü oluşturduğu için gayet iyi bilir ki onlar Varmış
Gibi görünüyor. Yine kesret nûru gayet iyi bilir ki

430
YILMAZ DÜNDAR

o kendi nûrundan oluşturduğu bir görüntüdür.


Benzer bir yerini bulup kavrayabilmek için şu ör-
neği verelim. Işığa karşı elimizi tutup da duvara
gölgesini oluşturduğumuzda biliriz ki o elimizin
gölgesidir, varmış gibi gözükür, orada öyle birşey
yoktur. Bunun misali, kesret nûrunun kendisi de
bilir ki görüntü oluşturma mekanizmasıyla oluş-
turduğu görüntüler aslında kendisidir, kesret
nûrudur. Dolayısıyla kesret nûru diliyle onlara
“Varmış Gibi görünüyorlar” diyebiliriz. Birbirle-
rine Göre Var olanlar, Varmış Gibi görünenler
birbirlerine “var” derler. Bu durum kulların var
olmalarının şartıdır. Bu şarta bakıp onlara “yok”
diyemezsiniz. Kesret âleminde “var” olmanın
bundan başka şartı yoktur. Siz buna “yok” der-
seniz neye “var” diyeceksiniz? Kesret âleminde
var olmanın şartı budur. Bu yüzden kullar, kes-
ret nûrunun görüntü oluşturma mekanizmasıy-
la meydana gelen Birbirlerine Göre Var hallerine
bakarak bir kula “var” derler.
Bizim dînî tabirlerle Kesret Nûru dediğimiz
görüntü oluşturma mekanizması, günümüzde
bilimsel çalışmalarla bir noktaya gelmiştir ve
Hologram Prensipleri’yle açıklanmaktadır. Kes-
ret nûrunun görüntü oluşturmasının günümüz-
de hologram prensipleri olarak tanımlanışına
bakıp “bu son noktadır” diyemeyiz. Gelecekte
belki bu daha ileri bazı bulgularla desteklene-
cektir veya başka türlü tarif edilecektir. Kesret
nûrunun görüntü oluşturması ve oluşturduğu
görüntüler bilim adamlarına göre birer holog-
ramdır. Bu iki bilgiyi birleştirirsek diyebiliriz ki

431
kesret âlemi aslında bir hologram görüntü ha-
vuzudur, çokluk âlemi aslında holografik görün-
tülerden meydana gelen hologram tabanlı bir
havuzdur. Çok önemli birşeydir, altını çizerek
söylüyorum, lütfen çok önemseyin ve dışarıda-
ki bilgilere önemseyeceğiniz şu cümleyle bakın:
Hologram gerçeği bâtın bir bilgi değildir. Varmış
gibi görünen, birbirlerine bu sebepten “var” di-
yen, Birbirlerine Göre Var olan hâlin perde ar-
kasının hologram olduğunu görüp “Ben bu işin
bâtınını öğrendim” sanmak yanlıştır, kendini
orada perdelersin. Tasavvuf yolunda böyle son
duraklar vardır. “Budur” dediğiniz yer sizin son
durağınız ve geçemeyeceğiniz son duvarınızdır.
Çok iyi bilinmelidir ki hologram gerçeği Birbirle-
rine Göre Var oluşun bâtını değildir. Birbirlerine
Göre Var oluş da, onun perde arkasındaki ho-
logram gerçeği de zâhirdir, ikisi de zâhirdir. Yani
bilim adamları yaptıkları çalışmalarla, sünnetul-
lahın bu kısmını tespit etmekle bir bâtın bilgi tes-
pit etmiş değiller. Çalışarak zâhirin mekanizma-
sını ortaya koymuşlardır. Dolayısıyla hologram
zâhirdir. Bütün bunlar kesret âlemi kapsamın-
dadır ve biz hepsine birden Esma Âlemi deriz.
Kesret âleminin bir de bâtını vardır. Hologramla
açıklanmaya çalışılan bu kesret âleminin bir de
bâtını söz konusudur. Eğer birisi onun bâtınını
tarif ederse o farklıdır, oraya ayrıca bakmamız
lazım. Şu sonuca varıyoruz ki tevhid gerçeğini
kesret âleminin detayında aramak bizi doğru
yola çıkarmaz, tevhidi kesret âleminin detayın-
da arayan doğru yola çıkamaz. Belki dünyaya ait

432
YILMAZ DÜNDAR

bilim adamı olur, Veli olamaz. Bu yüzden bazı-


ları şöyle bir yanlış inanışa girer. Duyarlar, gider-
ler, bir veli ile karşılaşırlar, “Veli bir zattır” diye
kendilerince emin de olabilirler. Sonra ona bir
iki soru sorarlar, bakarlar zat ne hologram bili-
yor, ne kesret âleminin o detayını biliyor. “Böy-
le veli mi olur?” diye şaşırırlar. Veli zatın dünya
gereği olan bilimsel çalışmaları ve oradan çıkan
sonuçları bilmesi gerekmiyor ki. İşi o değil. İş o
değil. Gereksiz mi? Çok gerekli. Ama onun onla-
rı bilmesi gerekmiyor. Bilmesi gerekirse, bilmesi
gereken kadarını, gerektiği yerde, anında Rabbi
bildirir ve söyler. O hologramı bilmez ama çe-
şitli felsefeler ve özellikle meditasyon çalışmaları
temellerini hologram ve benzeri açıklamalardan
alır. Daha doğrusu onlar o açıklamalardan önce
bunu temel almışlardır, açıklamalar ona uygun
tarzda yürümüştür. Bu yüzden İslâm dışı bütün
öğretilerin, felsefelerin, meditasyon gibi çalışma-
ların son durağı bu hologram havuzudur. Onun
birliğine, onun bütünlüğüne, onun enerjisine,
o nûra çeşitli isimler verirler ve oraya ulaştıkla-
rı zaman son noktaya ulaştıklarını zannederler.
Oysa orası bizim gelmeye çalıştığımız başlangıç
noktasının bile gerisindedir, çok altındadır, eksi-
lerdedir.
Var Gibi görünenlerin perde arkasının ho-
logram gerçeği olmasından şöyle de bir yanlış
sonuç çıkarılıyor. Ona bakarak “O halde ‘var’ de-
diklerimiz aslında yoktur” diyorlar. “Var dedikle-
rimiz aslında yoktur” demelerine sebep, kesret
nûrunun görüntü oluşturma mekanizmasını

433
duymuş olmalarıdır, yani bugünkü açıklamalarla
hologram prensiplerini fark etmeleri ve Birbir-
lerine Göre Var olan hâlin detayında bir holog-
ramın olduğunu, onların birer görüntü oyunu
olduğunu görüp “Öyleyse onlar yok” sonucu-
nu çıkarmalarıdır. Oysa buradan bu sonuç çık-
maz. Ancak felsefeciler ve felsefecilerin etkisin-
de kalmış tasavvufla meşguller -işlerine geldiği
için- bu sonuca varırlar. Bu çalışmalarla meşgul
bilim adamları bu sonuca varmazlar. Bizim şim-
di söyleyeceğimiz sonucun benzerini bulurlar,
onu söylemeye çalışırlar. Derler ki; “Siz Birbirle-
rine Göre Var olan hâli esas zannediyordunuz
ama biz onların aslında birer görüntü oyunu
olduğunu fark ettik.” Bilimsel dille hologram
görüntüler dedikleri, bizim dilimize göre kesret
nûrunun görüntü oluşturma mekanizmasıdır.
Buradan bizim için varılacak sonuç şudur: Bir-
birlerine Göre Var olan hâle verdiğiniz bir önem
var ya, işte o önem yok. O varlık yok değil, sizin
ona yüklediğiniz önem yok. Siz ona “Müstakilen
VAR ve Muhtar” diyordunuz. Onun bir görün-
tü oyunu olduğu anlaşıldığına göre, o zaman bu
bilimsel çalışmalardan “öyle Müstakilen VAR ve
Muhtar bir yapı yok” mânâsı çıkar. Yok olacak
şey sizin o görüntüye yüklediğiniz bu önem-
dir, o önem yok! Bir kişi kendisini size doktor
tanıttı, muayenehane de açtı. Siz de ona bazı
önemler verdiniz, ilgilendiniz. Muayenehaneye
giden gelenler var. Öğrendiniz ki belgesi sahtey-
miş. Belgesi sahte diye o insana yok diyemezsi-
niz. Bu durumda sizin ona verdiğiniz değer yok

434
YILMAZ DÜNDAR

olur, yani ona verdiğiniz doktor etiketi yok olur.


İşte buradan anlaşılan da esas odur; Birbirlerine
Göre Var olana verdiğiniz önem yoktur. O önem
neydi, biz ona ne diyorduk? Bu varlık müstakilen
vardır ve muhtardır. İşte bu yok. Bilim adamları
bilimsel çalışmalarla aslında bu sonuca ulaşmış-
lardır. Maalesef tasavvufçular ulaşamamıştır.
İstikametini merak edenin öğrenebilmesi için
şunu hatırlatmak isterim. Eğer kişi tâlipse, “Ben
Hakk yolla ilgileniyorum, okuyorum, dinliyorum
ama acaba doğru kulvarda mıyım?” diye yolunu,
yöntemini sorguluyorsa ona bir ipucu verelim.
Çünkü bu kulvarda birçok yöntemle, anlatımla
karşılaşabilirsiniz. Size doğru kulvarı gösterecek
işaretlerden birisi şudur: Kim, nerede, ne anlatır-
sa anlatsın öğüdü size “Lâ ilahe illallah” olacağı
için bunu öğütleyene bakmak lazım, o neye “Lâ
ilahe” diyor? Onun “Lâ ilahe” dediği şey nedir?
Şöyle olması lazım ki bu tanım başlangıç için-
dir, en alt çizgidir. Lâ ilahe illallah’ın, Kelime-i
Tevhid’in idrak olarak söylenecek en alt çizgisi
şudur: Müstakilen VAR ve Muhtar yoktur. İlla
Allah. Ancak Allah Müstakilen VAR ve Muhtar
varlıktır. Bu kabulden sonra insan yeni “Lâ ilahe
illallah” tarifleriyle bu yolda ilerler. Ama en alt
çizgi, ilk idrak budur. Müstakilen VAR ve Muh-
tar güç ancak Allah’ındır; Lâ havle ve lâ kuvvete
illâ Billâhil aliyyil aziym. “Lâ ilahe” ve “Lâ hav-
le” ile O’nun dışında müstakilen var ve muhtar
zannedilen güçleri reddederiz. O’nun dışında
gördüğümüz güçleri reddetmiyoruz, “Dışında
zannederek” gördüğümüz güçlerin hepsinin

435
Biiznillah O’na ait olduğunu, O’ndan olduğunu
ilan ediyoruz. Ama o güçlere müstakillik veril-
mişse, “Müstakilen VAR ve Muhtar” denmişse
işte ona “Lâ ilahe” deriz, “Lâ havle ve lâ kuvvete
illâ Billah” deriz. Dolayısıyla en önemli soru bu-
dur; kişi neye “Lâ ilahe” diyor? Veya siz neye “Lâ
ilahe” diyorsunuz? Başka tanrılara “Lâ ilahe” de-
mek çok eski anlayışların anlayış biçimidir. Eğer
bir kişi böyle “Lâ ilahe” diyorsa onu önce o bakış
açısından kurtarmak gerekir. Onun “Lâ ilahe”
için en alt basamağı odur, ona daha ileri konular
sonra anlatılır. Dünyada hâlâ öyle putu olanlar
var. Ama kişinin öyle bir putu yoksa ne yapa-
cak? Bir müslüman için öyle bir put yok, onun
başlayacağı en alt çizgi nedir? Onun “Lâ ilahe”
diyeceği başlangıç çizgisi kendisinde bulunan bu
iddiadır. O “Lâ ilahe” demekle “Ben Müstakilen
VAR ve Muhtar değilim” demiş olacaktır. Müs-
lüman kişi kendisindeki esfele sâfiliyn yapıya ait
iddiaya, dûniHİ algının zannları olan iddiaya “Lâ
ilahe İllallah” demelidir. Birbirlerine Göre Var
olan hâlin kesret nûrunun görüntü oluşturması
olduğunu fark edince kişinin varacağı sonuç bu-
dur. Buradan çıkaracağı sonuç kişinin kendisinin
yokluğu değildir. Öyle birşey yoktur, öyle bir id-
dianın altı boştur.
Kur’ân-ı Kerim Birbirlerine Göre Var hali çok
anlatır ve bütün bu anlattıklarımızı bir kelimede
özetler; Tekâsür. Tekâsür Sûresi tamamen bunu
anlatır. Tekâsür içinde bir çok mânâyı taşıyan
bir isimlendirmedir. Öncelikle Birbirlerine Göre
Var olan görüntülerin/varlıkların oluşturdu-

436
YILMAZ DÜNDAR

ğu çokluğu, Birbirlerine Göre Var olan kulların


“Müstakilen VAR”lık zannını ifade eder. İçerdi-
ği mânâların birisi budur. Birbirlerine Göre Var
olanlar çokluğu, çokluk âlemini, kesret âlemini
oluştururlar ve kendilerini “Müstakilen VAR”
zannederler. Tekâsür’ün taşıdığı bir diğer mânâ
ise, Birbirlerine Göre Var olanların kendilerini
“Müstakilen VAR ve Muhtar” zannettikleri algı-
ya göre bir hayat tarzı kuruntusu oluşturdukları-
dır. Tekâsür böyle bir kuruntu mânâsını da içerir.
Zaten insanın içini yiyecek olan o kuruntudur.
Kişi Birbirlerine Göre Var olana “Müstakilen
VAR ve Muhtar” dediği ve bu inanışa göre de ha-
yat tarzı oluşturduğu için, onun da yarışını yap-
tığı için kuruntuları başlar. Bu yüzden tekâsür
özellikle buradan gelen kuruntuyu ifade eder.
Aslında saydığımız mânâların hepsi birbirleriy-
le ilgilidir, devam eden mânâlardır. Öyle olunca
bu elbette Birbirlerine Göre Var’ın yarışını geti-
recektir. Bu yarışın kendine göre bir kazananın
olması tekâsürün bir diğer mânâsını oluşturur;
Birbirlerine Göre Var’ların gururu ve övünmesi.
Kur’ân’daki tekâsür ifadesi bu mânâların hepsi-
ni, hatta fazlasını içerir. Belki ileride bunlara bir-
kaç mânâ daha ekleyeceğiz.
“Tekâsür sizi o kadar oyaladı ki, (mezarları-
nızla ve mezarda yatanlarla övünmek için) me-
zarları ziyaret ettiniz.” (Tekâsür; 1, 2)
Tekâsür Sûresi’nin bu âyetleri diyor ki: Sizi bu
tekâsür o kadar oyaladı ki, az önce saydığımız
mânâlar dünya hayatında sizi öylesine oyaladı
ki kalkıp mezarlara bile gittiniz. Dünya yaşantı-

437
sındaki yarış yetmedi, mezarlarınızla, mezarda
yatanlarla övünmek için oralara gidip törenler
yaptınız. “Şu adamımız da var, o şöyle yapardı”
diye onu da yarışa kattınız. İş bu raddeye gelin-
ce, yani iyice haddi aştıklarında Tekâsür Sûresi
gelmiştir.
Bu sûreden kendimize çıkaracağımız dersler-
den birisi buraya kadar anlattıklarımızdır, yani
Birbirlerine Göre Var olan esas değildir. Esas de-
ğildir ama kişiyi en fazla o oyalar, o seni bir yarışa
sokar. Sahibi diyor ki, buna aldanma! Çıkaracağı-
mız sonucun birisi de budur. Bir diğeri de mezar
ziyaretlerimizdir, onu gözden geçirmek, dikkatle
ele almak gerekiyor. İnsan ziyaretleri de dâhil bu
kapsamda ne yapıyorsanız yeniden ele almanız
lazım. Gittiğimiz yerde, yaptığımız ziyarette ora-
dakinin de, oraya gidenin de “Müstakilen VAR
ve Muhtar” olmadığını bilerek dikkat etmek
lazım. Sizi Allah’la ilişkilendirmiyorsa, îmanınızı
artırmıyorsa, îmanınıza bir katkısı yoksa, salât
ikamenize yani namaz kılmanıza bir faydası
yoksa, Lâ ilahe İllallah Kelime-i Tevhidi’nize bir
katkıda bulunmuyorsa o ziyaret boştur, hesabını
mutlaka vereceksiniz. Hesabını vermeden önce
âhirette birçok kıvırmalar yapacaksınız; “Ben
gitmeyecektim, şu götürdü, şöyle yaptı” gibi bir
sürü mazeret üreteceksiniz. Çocuklar anne ba-
balarını; anne babalar başkalarını, eşler birbirini
suçlayacak. Orada şaşıracağınız şekilde dostluk
kalkmış suçlamalar başlamış bir manzara görür-
sünüz. Şimdiden dikkat edip tedbirimizi almak
gerekir. Fâtiha kitapçığının “Mâliki YevmidDiyn”

438
YILMAZ DÜNDAR

kısmına bakacak olursanız bir manzara anlatılır.


İnsanlar yeniden diriltildiklerinde “Kim bizi bu
yattığımız yerden kaldırdı!” diye şaşkın şaşkın,
gözleri korkudan pörtlemiş, rengi mosmor ol-
muş koşarken, sakin sakin yürüyenleri görecek-
ler. Yüzleri parlıyor, sakin bir halde yürüyorlar.
Bunu Kur’ân anlatıyor, Sahibi söylüyor. Onlara
“Nasıl bu kadar rahat ve sakinsiniz, niye böylesi-
niz?” dediklerinde, diyecekler ki: “Bize Rabbimiz
bunları yaşarken söyledi. Bu gün bize sürpriz
değil ki. Biz zaten bunu biliyorduk, buna göre
tedbirimizi aldık, biz öyle yaşadık. Biz zaten bu-
günü bekliyorduk, bizim için esas hedef buydu,
bugün için istasyonda bekliyorduk. Orası bir
ağacın gölgesi gibiydi, oturmuştuk, geçti gitti.
Bugün bizim günümüz.” Bunları orada rahat
görecekler. Neden? Çünkü onlar tedbirini şimdi
almışlar. İnşâAllah Rabbim lutfeder de tedbiri-
ni O’nun razı olduğu şekilde alabilmemizi nasip
eder, inşâAllah.
Sûreye devam edelim. Birbirlerine Göre Var
olanlarla oyalananlar için, onları esas zannedip
onun gururuna kapılmış, onun yarışına girmiş,
hatta doyamayıp mezarlara gitmiş olanlar için
diyor ki; “Hâyır, (yaptığınız hatayı, düştüğünüz
yanılgıyı) yakında bileceksiniz! Sonra (yine) ya-
kında bileceksiniz.” (Tekâsür; 3-4)
“Yakında bileceksiniz!” diye hem üçüncü
hem dördüncü âyette iki kez uyarıyor. Kur’ân’da
birkaç yerde “yakında görecekler, yakında bile-
cekler” vardır ve bu uyarı iki kez tekrarlanır. Böy-
le bir “iki kez” de İnşirah Sûresi’nde vardır ama

439
müjde olarak. Sûrenin dört ve beşinci âyetleri
“Her zorluktan sonra bir kolaylık vardır. Kesin-
likle her zorluktan sonra bir kolaylık vardır” der.
Bu iki kez tekrarlanış inananlar içindir. Tekâsür
Sûresi’ndeki ise yanlış yolda olanlar içindir: Ya-
kında bilecekler, yakında öğrenecekler. İki kez
söylenmiş olmasının çeşitli anlamları var, ama
aklımızda kalacak ilk mânâ şudur: Bir ölürken,
bir de hesap zamanı tekrar dirildikten sonra iki
kere bu gerçeği acı bir şekilde öğrenecekler, iki
kere görecekler. Onlara -Rabbim muhafaza bu-
yursun- iki zorluk gözükürken müslümanlara
müjde var; bir zorluğa iki kolaylık.
“Eğer (yukarıdaki uyarıyı) ilmel yakîn bil-
seydiniz (yaşarken) cehennemi görürdünüz.”
(Tekâsür; 5, 6)
Tekâsür Sûresi 5. ve 6. âyetler müslüman için
çok dikkat etmesi gereken bir uyarıdır. İnanma-
yanlar onları okumayacağına göre bu bize bir
uyarıdır: “Eğer ilmel yakîn inceleyecek olursa-
nız cehennemi görürsünüz.” Bu âyeti okuyunca
kendimize şu soruyu sormalıyız, sonra da ken-
dimizi kandırmadan dürüst bir şekilde cevap
vermeliyiz: Ben cehenneme yeterince inanıyor
muyum? Ona yeterince inanıyor muyuz? Ce-
henneme yeterince inanmıyoruz. Cehenneme
yeterince inanan insanın hali çok başka olur. Ce-
hennemden anlatılan korkunç hallerin küçücü-
ğünü dünyada görünce çıldırmış gibi kaçıyoruz
ama cehennemle ilgili bir kaçışımız, bir telaşı-
mız yok. Demek ki yeterince inanmıyoruz. Oysa
Kur’ân’da şöyle bir kural var; âhirete îman ileri-

440
YILMAZ DÜNDAR

de şekillenecek birşey değildir, işin başlangıcıdır.


Bunu geniş bir şekilde Fâtiha kitapçığının Mâliki
YevmidDiyn bölümünde paylaştık. Efendimiz
(SAV) tebliğini yaparken Rabbimiz buyuruyor;
“Sen ancak âhirete îman edenlere işittirebilirsin,
âhirete îman edenlere bu tebliği yapabilirsin,
senin peşinden âhirete îman edenler gelir.” De-
mek ki, âhirete îman daha başlarken şart. Çünkü
daha sonra âhirete îman yetmez, ikan gerekir.
Kur’ân’dan öğreniyoruz ki, “Onlar/müttakiler
âhirete ikan halindedirler.” Bu ne demektir? On-
lar gözle görür gibi inanırlar. “Duyduk ta, varmış
ta” değil, gözle görür gibi inanırlar. Tekâsür; 5 ve
6 diyor ki; eğer işi görebilseniz, ilmel yakîn ince-
leyebilseniz veya ilmel yakîn inceleyenlerden ba-
kıp inceleseniz cehennemi görürdünüz.
“Yemin olsun ki, (zamanı gelince) onu aynel
yakîn göreceksiniz.” (Tekâsür-7)
“Yemin olsun, her nimetten (her imkandan)
sorgulanacaksınız.” (Tekâsür-8)
En önemli sorgu şudur: Muhtariyeti Tercih
Gücü’nü nasıl kullandınız? Ve bu mânâya gelen
sorulardır. Bu soruyu atlayana başka soru olmaz.
Sayfalarca soru olsa bile hep bu mânâ altındadır,
bunun detayıdır, Muhtariyeti Tercih Gücü’nü
nasıl kullandınız?
“Bir şeyi ilmel yakîn olarak nasıl biliriz, onu
birkaç cümleyle görmeye çalışalım. Sonra bu bil-
gilerinizi başka kaynaklarla genişletmeye gayret
edersiniz inşâAllah. “Birbirine Göre Var olan hali
yaşarken ilmel yakîn bilseydiniz...” Önce şunu

441
hatırlatalım, “yakîn” ve “yakın” aynı şeyler de-
ğildir, bu ikisi karıştırılabiliyor. Yakın “Kariyb”in
karşılığıdır, başka bir mânâdır. Kariyb yakın ol-
mak anlamına gelen bir esmadır. Ama yakîn
ilimle ilgilidir, kesin bilmek demektir, bir konu-
da şeksiz şüphesiz bilgi ortaya koymak demek-
tir. Ona İlmel Yakîn denir. Biz ilmel yakîn, aynel
yakîn, hakkal yakîn tabirlerini tasavvufi açıkla-
malarda duyduğumuz için onları hep tasavvufla
ilişkilendiriyoruz. Oysa onlar normal hayatta da
kullanılan tabirlerdir, her konu için kullanılabilir.
Bir konu için “Onun ilmel yakîn hali şöyle, aynel
yakîn hali şöyle, hakkal yakîn hali şöyle” diye kul-
lanılabilir. Yakîn kelimesini biraz yakalayabilmek
ve başka yerlere de uygulayabilmek için klasik
kitaplarda çok geçen ölüm örneğini paylaşalım:
Bir insanın hiç şüphesiz öleceğini bilmesi, kesin
öleceğini bilmesi onun ölüm konusunda ilmel
yakînidir. Çünkü ölenleri görüyor, kendisinin de
o sona doğru gittiğini görüyor. Bu onun öleceği-
ni İlmel yakîn biliyor olması demektir. O an geldi
ve Azrail aleyhisselam’la karşılaştı ama henüz öl-
medi. İşte o an aynel yakîn halidir, ölümle karşı
karşıya geldi, görebileceği bir şeyiyle onu görü-
yor. Ha bu gözü, ha bu gözünün yerine geçen
gördüğü şey, neyse, ama görüyor. Onunla karşı
karşıya, yüz yüze! İşte aynel yakîn. Ve öldü. Bu da
ölüm için hakkal yakîndir, ölümün hakkal yakîni
ölmektir. Öldü, artık hakkal yakîn. Buradan ben-
zeterek ilmel yakîn, aynel yakîn, hakkal yakîn
tanımlarını Hakk yolla ilişkilendirirseniz onları
Hakk yolla ilgili tarif edersiniz. Bu mânâsıyla il-

442
YILMAZ DÜNDAR

mel yakîn, aynel yakîn, hakkal yakîn tarifleri çe-


şitli kitaplarda vardır. Müslümanlar özellikle ve
öncelikle ilmel yakîn hali çok önemsemelidir.
Çünkü ilmel yakîn çalışmak, bir şeyi ilmel yakîn
bilmek Kur’ân’ın öğüdüdür. Sünnetullah’ı ince-
lemek, anlamak, ondan yararlanmak, oradan bir
sonuca ulaşmak ancak ilmel yakîn çalışmalarla
olur ki ilmel yakînin zeminini Rabbimiz bize ha-
zırlamıştır.
Semâvat ve Arz’ın yaratılışı Kur’ân’da anlatılır.
Bunu hadislerde de görürüz. Semâvat ve Arz’ın
yaratılışında Rabbimiz “Kün” emrini vermiştir
ama “fe yekün” için süre vermiştir. Yani “kün”
emrinden sonra Semâvat ve Arz son haline bir
seferde gelmemiştir. Günümüzde onu bilimsel
çalışmalardan izleyebilirsiniz. Big Bang diye baş-
layan halden günümüze kadar olan hâli bilim-
sel çalışmalar kozmik yıl olarak takvim haline
bile getirmiştir. Çeşitli aylara bölerek, oralardaki
gelişimleri değişimleri göstererek bir güzel koz-
mik yıl tablosu yapmışlardır. Nerede ne oluyor,
insan nerede devreye giriyor, hepsi gösterilmiş.
Bir süreç var ve süreç çok önemli bir şey. Süreç
olmasaydı insanlar ilim yapamazdı, ilim olmaz-
dı, ilimle Allah’ı bulabilmemiz mümkün olmaz-
dı. Öyle müthiş birşey ki biz ilim yapabilelim
diye zemin hazır. Merhametin, şefkatin sonsuz
sınırsız halini her yerde görebilmek mümkün.
Semâvat ve Arz bir süreçle meydana geldiği için
siz araştırma fikrini öğreniyorsunuz. O süreç ol-
masa araştıramazsınız.

443
A’râf Sûresi 116, 117 ve 118. âyetler kitap-
çıklarda genişçe gördüğümüz bir konudur. Hz.
Mûsa aleyhisselâm tebliğ yapma, firavuna gitme
ve Hakk’ı anlatma emrini Rabbinden aldığın-
da, firavun bu işi sihir zannettiği için Hz. Mûsa
aleyhisselâm efendimizle randevulaşır, ülkedeki
önemli sihirbazları da çağırır. Hepsi firavunun
huzuruna gelirler, Mûsa aleyhisselâm efendimiz
de gelir. Hz. Mûsa aleyhisselâm efendimiz “Önce
siz başlayın” der. Onlar başlarlar, ellerinde ne
varsa atarlar, sihir yaparlar.
Rasûlullah Efendimiz (SAV) den önceki dö-
nemlerde kâhinler ve sihirbazlar çok yetenekliy-
diler, çünkü onların bir şeyler yapabilmelerinin
önleri açıktı. Efendimiz (SAV) den sonra onların
bu sermayeleri kapatıldı, onlara bilgi akışının
yolları yasaklandı, o yollara girenler ateşle kova-
landı. Hâlâ öyle. Müslümanlar, îman nuru taşı-
yanlar, Muhammedî olanlar için kolaylık olsun
diye. O zaman bu işler kuvvetli olduğu için, çare
diye başvurulan yöntemler de oralara yönelik
oluyordu. Firavun sihirbazlarını getirdi. Onlar
büyük bir korku salarak küçük yaratıklar oluş-
turuyorlar. Hz. Mûsa aleyhisselâm efendimizin
sihir yapmak gibi bir düşüncesi yok. O, Rabbinin
ne diyeceğini bekliyor. Âyet “Âsânı at ya Mûsa
dedik” diyor. Hz. Mûsa aleyhisselâm efendimiz
âsâsını atınca Kur’ân’ın bildirdiğine göre âsâ ej-
derha haline geliyor, sihir ürünü küçük yaratık-
ların hepsini toplayıp yutuyor. Olayın peşine,
o sihirleri yapanlar hemen “Mûsa’nın Rab’bine
inandık” deyip teslim oluyorlar. Firavun “Ben-

444
YILMAZ DÜNDAR

den izin aldınız mı?” diye kızıyor ve onlara “Sizi


cezalandıracağım” diyor. Anlatmak istediğim
şu: Âsâ’ya Allah “kün” diyor, anında bir yaratış
meydana geliyor, anında. Semâvat ve Arz’ın bir
süreçle yaratılışına alıştığı için bunlar insana tu-
haf geliyor. Bu yüzden zor yazıyorlar, tefsirlerde
zor anlatıyorlar, adeta “Nasıl anlatsak, nasıl kı-
vırsak” arayışındalar. Yahu Allah’tan şüphen mi
var? “Ol” dedi mi olur. Ejderha dediyse ejderha
olur. “Şunları maymuna çevirdik” dediyse onlar
maymuna çevrilmiştir. Mâide Sûresi 60. âyette
“Onları maymun ve domuz yaptık” diyor. Diyor-
sa onlar maymun ve domuz olmuşlardır. Bizim
inandığımız Allah için bu böyledir. Birileri bun-
dan şüpheliyse o başka! Ama bizim tanımaya ça-
lıştığımız Allahımız “Ol” dedi mi olur. Bu örnek-
lerle aslında şunu demek istiyorum; Allah bunla-
rı bir anda yaratmıştır. Semâvat ve Arz’ı da böyle
bir anda yaratmış olsaydı biz ilim yapamazdık.
Semâvat ve Arz son haline bir anda gelseydi, bir
anda biz kendimizi orada bulsaydık neyi, nasıl
araştıracaktık? Eğer bir yumurta tavuktan çık-
masa, yumurtanın içerisinde birtakım olaylar
olmasa, oradan dışarı civciv çıkmasa bunu araş-
tıramazsın ki. Soruyorum, âsânın canavar haline
gelişini nasıl araştırabiliriz, nasıl bir araştırma ya-
pabiliriz? Bizim bilim yolumuz tıkandı orada. Si-
hirle iş yapmaya çalışırsan onu da Kur’ân yasak-
ladı, Yûnus Suresi 77’de “Sihirbazların sonu hayr
olmaz” dedi, bitirdi. Ne yapacaksın? İlla ilim, illa
ilim. Bu yüzden, bir şeyi ilmel yakîn anlayabil-
mek için müslümanın çok gayret etmesi lazım.

445
Çünkü Lukman Sûresi 20. âyette diyor ki; onları
size boyun eğmiş yaptık, emrinizdeler. Dolayı-
sıyla, bu işleri ilmel yakîn incelememiz gerekir.
Veya ilmel yakîn inceleyenlerden yararlanma-
mız gerekir. Ancak Kur’ân’ın uyarısını unutma-
dan, yani el-Hüsnâ’yı tasdik ederek. Birisi birşeyi
el-Hüsnâ’yı tasdik etmeden bulmuş olabilir, sizin
onu almanız, el-Hüsna’yı tasdik ederek öğren-
meniz ve uygulamanız lazım. Nereden ne bilgi
alırsanız sizi mutlaka “Lâ ilahe illallah” Kelime-i
Tevhidi’ne götürmelidir, mutlaka. Ondan yan çi-
zenden siz yan çizmelisiniz, hemen.
Tekâsür Sûresi’nde bize dendi ki: Birbirlerine
Göre Var oluşlarla perdelenip oyalanacağınıza
konuyu ilmel yakîn derecesinde inceleyebilse-
niz, Birbirlerine Göre Var görünenlerin müsta-
kilen var ve muhtar olmadığını anlarsınız. Bunu
fark ettiğiniz zaman, bunu fark edemeyenlerin
azabını gözünüzle görür gibi görürsünüz. İşte o
zaman cehennemi ilmel yakîn görmüş olursu-
nuz.
Birbirlerine Göre Var olanların renkler ve
zamanla ilişkisine bir iki cümlede değinmiştik,
detayı konumuz için çok gerekli olmadığından
şimdi de bir iki cümleyle geçelim. Birbirlerine
Göre Var olan yapılar birbirlerinden renklerle
ayrılırlar, renkler yüzünden onları birbirlerinden
ayırabiliyoruz. Ve bir de onların hareketleri bize
zaman kavramını oluşturuyor. Hareketlerinde-
ki periyotlar, tekrarlar bize zamanı gösteriyor.
Oradan biz zaman kavramını alarak ölçüler ge-

446
YILMAZ DÜNDAR

liştiriyoruz. Mesela güneş ve ay bize birer hesap


ölçüsü kılınmıştır.
“Güneş ve ayı birer hesap ölçüsü kılmıştır.”
(En’âm Sûresi-96)
“Biz geceyi ve gündüzü birer âyet (delil) ola-
rak yarattık. Nitekim Rabbinizin nimetlerini
araştırmanız ayrıca yılların sayı ve hesabını bil-
meniz için gecenin karanlığını silip aydınlatan
gündüzün aydınlığını getirdik. İşte biz her şeyi
açık açık anlattık.” (İsra-12)
“Ve yine sizin için Arz’da muhtelif renkler-
de yarattığı şeyleri de size mûsahhar kılmıştır.
Muhakkak ki bunda tezekkür eden kavim için
elbette bir âyet/delil vardır.” (Nahl-13)
Birbirlerine Göre Var olan hâle ek bilgi olsun
diye paylaşıp geçtik.
Tekâsür Sûresi ilk âyeti hatırlayalım: “Tekâsür
sizi o derece oyaladı ki.” Yani, Birbirlerine Göre
Var olan hal ve onun yarışı, o yarıştan meydana
gelen gururlanmalarınız sizi o kadar oyaladı ki.
Bu âyeti zihnimizde bir yerde tutalım ve bir de
Zariyat Sûresi’ne bakalım.
“Nefslerinizde! Hâlâ görmüyor musunuz?”
(Zâriyat-21)
Ve şimdi bu iki âyeti birlikte değerlendire-
lim. Tekâsür-1; “Birbirlerine Göre Var olan hal
sizi o kadar oyaladı ki göremiyorsunuz” diyor.
Zâriyat-21 ise görelim diye bizi uyarıyor: “Nefsle-
rinizde! Hala görmüyor musunuz?” Birbirlerine
Göre Var olan hal, Kendinizde Kendinize Göre

447
Var olan hali örter, onu fark ettirmez ve unuttu-
rur. İşte unuttuk. Bu yüzden Rabbimiz bizi uya-
rıyor.
“Onlar âhiretten gafiller olarak, dünya haya-
tından zâhiri bilirler.” (Rûm-7)
“Enfüslerindeki hakkında hiç tefekkür etme-
diler mi? Ki...” (Rûm-8)
DûniHİ algı ve zannlarıyla hayat tarzı oluştu-
ranların zahirle perdelendiklerini, yani Birbirine
Göre Var halleriyle oyalandıklarını Rûm-7’den
ve Kendinde Kendine Göre Var olan hallerini te-
fekkür etmediklerini de Rûm-8’den öğreniyoruz.
Böylece; Tekâsür-1’deki uyarı dikkate almayanlar
için Kur’ân diyor ki:
“Bırak onları yesinler, faydalansınlar ve boş
ümitle oyalansınlar, yakında bilecekler.” (Hicr-3)
Madem öyle, bırak onları, bırak oyalansınlar.
Neden “Bırak” diyor, suçları ne? Oyalandılar ama
suçları ne, ne yapıyorlar?
“Onlar ki Allah ile beraber diğer bir ilah ya-
parlar. Yakında bilecekler.” (Hicr-96)
Suçları bu: Onlar Allah ile beraber diğer bir
ilah yaparlar. “İlah” kelimesini defalarca konuş-
tuk, paylaştık. Bu kelime Kur’ân’ın mesajını an-
layabilmemiz için çok önemli. İlah kelimesine
birkaç farklı şekilde baktık, “hayran olunan, göz
dikilen” anlamında bir mânâ diye de baktık.
Konu derinleştikçe ilahı ilerleterek tanımladık.
İlah müstakilen var olan demektir dedik. Müs-
takilen VAR ve Muhtar olan ilahtır, ilahlığın şartı

448
YILMAZ DÜNDAR

budur. Müstakilen VAR ve Muhtar olmak ilahın


olmazsa olmaz vasfıdır.
İnsanlar kendilerine bir ilah edinmek iste-
dikleri zaman müstakilen var ve muhtar güçler
iddia ederler. Kafasından bir ilah oluşturur, onu
müstakilen var ve muhtar bir güç ilan eder ve
bu yolda kendini haklı zanneder. Neden? Çünkü
ilan ettiği güçlerin karşılıklarını görür. Bunların
bir çok sebebi vardır ama esas sebep, ilah edin-
dikleri, ilah ilan ettikleri güçlerin tabanında ge-
nellikle bir esmâ olmasıdır, fark ettikleri esmâları
ilah ilan etmişlerdir. Vedûd esmasını fark eder
Venüs ilahını oluşturur. Sünnetullah’ta fark et-
tikleri esmâların güçlerini yıldızlarla ilişkilendi-
rerek ilahlar ilan etmişlerdir. Bilmedikleri için.
İlahın iki önemli özelliği vardır: İlah müstakilen
var ve muhtardır. Bir de onun müstakilen var
ve muhtar gücü vardır. İşte o yüzden cennetin
anahtarı Lâ ilahe İllallah’tır: “Başkaca müstakilen
var ve muhtar yok, o zannlar Lâ ilahe! Çünkü
İlla Allah” demiş oluyorsunuz. Lâ ilahe İllallah
Kelime-i Tevhid’i “Allah’tan başka tapılacak ilah
yoktur” gibi saçma meâllerle, mânâlandırılırsa
olmaz, mânâ öyle değil. “Allah’tan başka Müsta-
kilen VAR ve Muhtar yoktur.” Onun mânâsı bu-
dur. Ancak Allah Müstakilen VAR ve Muhtardır.
O’nun dışında neye müstakilen var ve muhtar
diyorsanız o yoktur, öyle bir “iddia” yoktur. Dik-
kat edin lütfen, bir varlık yok demiyoruz, yaratı-
lanlara yok demiyoruz. Allah’ın yarattığı bir şeye
“yok” demek yanlıştır. Allah yarattı ve ona “var”
muamelesi yapıyor. İnsanları yarattı, onlara “var”

449
muamelesi yapıyor; Rasûl gönderiyor, kitap gön-
deriyor, melek gönderiyor, sen “yok” diyorsun,
olmaz. Allah “var” diyor, sen “yok” diyorsun. Bir
şeye “yok” diyeceksen, Allah’ın “yok” dediği bir
şey var, ona “yok” de. Allah buyuruyor: “Yaratıla-
nın müstakil bir gücü yoktur. Yaratılanın müsta-
kil bir varlığı yoktur. Müstakilen VAR ve Muhtar
ancak Ben’im.” Bu yüzden aslında ancak Allah
“Ben” der. Çünkü Allah Mütekebbir’dir.
Hicr Sûresi 3’de “Bırak onları” denilenlerin
suçlarının Allah’tan başka ilah edinmeleri oldu-
ğunu Hicr-96 açıklamıştı: Onlar Allah’tan başka
diğer bir ilah yaparlar. Kişi bu âyete bakıp; “Ben
başka bir ilah yapmıyorum, benim putum yok”
derse, kendisini kandırmış olur. Buradaki “ilah”
için âyette doğrudan diyor ki; onlar Allah ile be-
raber “müstakilen var ve muhtar diğer bir güç”
ilan ederler. Bu “müstakilen var ve muhtar güç”
kişinin ya kendisidir veya başkasıdır veya şudur,
budur. Kişi kendisinin müstakilen var ve muh-
tar olmadığını söyledi ve gayret ediyor diyelim.
Başarılı olması için bu yetmez. Eğer bir başkası-
nın “müstakilen var ve muhtar” iddiasını tasdik
ediyorsan, bu senin kendini müstakilen var ve
muhtar iddia etmenle aynıdır, daha da kötüdür.
Bir başkası “müstakilen var ve muhtar” iddiasıyla
bir hikayesini, bir başarısını, bir düşüncesini an-
latıyor ve sen ona hayran oluyorsun, onu örnek
veriyorsun, onu idol ediniyorsun. Olmaz. Allah’a
küfreden birisi örnek olur mu? Allah’a küfreden
birisi idol olur mu? Böyle bir şey olabilir mi? An-
nenize birisi yan baksın, evinizde yemek daveti

450
YILMAZ DÜNDAR

olsa onu çağırmazsınız. Birisi Allah’a küfrediyor,


siz onu idol yapıyorsunuz. Olmaz! Hesabını ve-
rirsiniz. Günlük yaşantıda bu çok önemlidir,
çok dikkat edeceğiz. Birisini övüyorsak, birisini
beğeniyorsak, birisine “iyi insan” diyorsak baka-
cağız; o kişi müslüman mı? Sen kime “iyi insan”
diyorsun bir bak! Allah’a küfreden birisine nasıl
“iyi insan” dersin? Olabilir mi? İnanan birisi diyor
ki, şu kişi inanmıyor ama çok iyi insan. Olur, o
cehenneme gidecek sen de arkadaş olursun ya-
nında, canı sıkılmaz.
Tekâsür Sûresi 1. âyetin uyarısını dikkate al-
mayanlara Kur’ân “Bırak onları, oyalansınlar”
diyor. Birbirlerine Göre Var’larla oyalanmak
istemeyeni doğru yola götürecek ayet/delil
Zâriyat-21 ile bildirildi, bize ipucu verildi: Nef-
sinde! Bir yerlere bakma, nefsinde! Nefs’i tarif
etmiştik, şimdi doğrudan o tarifin içerisine gi-
relim. Nefsinde; yani Kendinde Kendine Göre
Var olanda. Bu yolda hep “Nefsini bil, nefsini
tanı” denir. Peki, nefs tarif edilmezse onu nasıl
tanıyacağız? Nefs net ortaya konulmazsa onu
nasıl bileceğiz? Onun mutlaka tam tanımlan-
ması lazım. Bu yüzden başlarken dedik ki; öyle
bir tanıyacak, öyle bir ayıracaksınız ki mutlaka
saflaştıracaksınız. Nefsi bilirsen, âyet sana “Nef-
sinde” dediğinde onun yerini bilirsin. Nefsinde:
Kendinde Kendine Göre Var olan hâlinde. Âyet
bize; “İşte oraya dönün, oraya bakın. Hala gör-
müyor musunuz?” diyor.

451
“Allah buyurdu: İki ilah edinmeyin. O ancak
ilâhun Vâhid’dir. O halde yalnız benden korkun.”
(Nahl-51)
“Ben iki ilah edinmiyorum” diyen bu âyeti
anlayamaz, kavrayamaz, Kur’ân size tarih kitabı
gibi gelir, “Onlar geçmişte vardı” der, gidersiniz.
İki ilah edinmeyin; yani, Allah Müstakilen VAR
ve Muhtar olarak var, ben de müstakilen var ve
muhtar olarak varım demeyin. Böyle düşündü-
nüz mü “iki ilah” edindiniz demektir. Buna ek-
lerseniz sayı artar, arkadaşım da öyle, üç; babam
da öyle, dört... Çoğaltabilirisiniz. Puta tapanların
bir putu, iki putu, üç putu var, sizin sülaleniz put
oldu. Kim sizin için müstakilen var ve muhtar-
sa hepsi birer ilah. Bu yüzden âyet uyarıyor; iki
ilah edinmeyin diye. Ancak Allah! Allah ilâhun
Vâhid’dir; O Müstakilen VAR ve Muhtar olan
tektir.
Bu âyetin meâllerinde şuna da rastlarsınız: İki
vücut edinmeyin, Allah’tan başka vücut oluş-
turmayın. Bunlar yeterli anlatımlar değildir, bu-
ralardan amel çıkaramazsınız. “Vücut oluştur-
mamak” ne demek? Vücut oluşturmayacağım,
tamam ama onu ne yapayım, nereye koyayım?
O cümlenin ameli yok. Ama “Müstakilen var ve
muhtar değilsin” cümlesinin ameli var, hem de
seni cennete götürecek bir ameli var.
Zâriyat-21’deki “Hâlâ görmüyor musunuz?”
sorusu önemli, niçin? Çünkü Birbirlerine Göre
Var olan Kendinde Kendine Göre Var hali ört-
müş ve unutturmuştur. Bu nedenle, biz önce

452
YILMAZ DÜNDAR

Kendinde Kendine Göre Var oluşu fark edelim


diye gayret ediyoruz, “Kendinizde Kendinize
Göre bir Var haliniz var” diyerek sizi henüz o
varlığa ikna etmeye çalışıyoruz. Âyet doğrudan
“Orada” diyor. Bu durumda sen hem Kendin-
de Kendine Göre Var olanı bulacaksın, hem de
âyetin “Orada” dediğini bulacaksın. Öyleyse
önce Kendinde Kendine Göre Var olan hali hızla
görmen, kabullenmen, saflaştırman lazım, sonra
da âyetin “Orada” dediğini, yani âyetin öğüdünü
bulman lazım. Ama orada dediği ne? Onu gör-
meye çalışmak lazım. O bir sır değil, göreceğiz
inşâAllah.
Gözlerimizi açtığımızda Birbirlerine Göre
Var olanları görmemiz kolay. Çünkü sistem öyle.
Zaten Birbirlerine Göre Var hâlin dünyadaki en
önemli avantajı gözle görülüyor olması. Göz-
lerinizi yumar ve “BEN” dediğinizi ararsanız,
bunu yaparsanız, bu çok önemli bir başlangıç-
tır. Özellikle Kelime-i Tevhid zikrullahında da
çok önemlidir. Ancak bu bir başlangıçtır, sonra
gözünüzü açacaksınız. Çünkü İslami gerçekler
göz yumarak olmaz. Hakikati göz açarak öğ-
renmek gerekiyor. Göz yummak bizi dünyadan
uzaklaştırır. Bu çokluğu görerek Kendinde Ken-
dine Göre Var’ı yakalamak gerekiyor. Birbirlerine
Göre Var’a baka baka, onun gözüne baka baka
Kendinde Kendine Göre Var’ı yakalamamız ge-
rekiyor. Oraya giderken ilk basamakta gözlerini-
zi yumar, konsantre olur, “BEN” dediğinizi arar-
sanız, kendinize “BEN” derken onu yakalarsanız;
Kendinde Kendine Göre Var olanı bir yerinden

453
tutmuş olursunuz. Onu bir yerinden tutarsa-
nız bırakmayın, devam ettirin. Bu antrenmanı
diyelim ki evde yapıyorsunuz, onu bir yerinden
tutarsanız Birbirlerine Göre Var olan halinize
zihninizden hemen “Lâ ilahe” deyin, yakaladı-
ğınıza İllallah. Diğerine “Lâ ilahe” yakaladığınıza
“İllallah” diyerek tuttuğunuz yeri pekiştirin, size
ait hale getirin, onun içine girmeye çalışın, o ol-
maya çalışın. Çünkü zaten esas olan o. Onu fark
edip o olmaya gayret edin.
Dışınızdan size birisi seslendiği zaman sizin
Birbirlerine Göre Var hâlinize seslenir. O sizin
gözlerinizi kapatıp kendinizi aradığınızda sizin
“BEN” dediğinize seslenmez. Bilemez. Bu çok
doğal ve normaldir. Normal olmayan ne? Za-
manla siz de dışarıdan size seslenen gibi Birbir-
lerine Göre Var olan halinize “BEN” derseniz,
onu kastederek “Ben buyum” derseniz tehlike
başlar. Ne yaparsınız? Onun özgürlüğünü ilan
edersiniz, onu birilerine beğendirmeye çalışır-
sınız, şuramı görebilsinler buramı görebilsinler
diye çırpınırsınız, akla hayale gelmedik delilikler
yaparsınız. Âyetler diyor ki; “Oyalanma! Bunlar
geçici, yanlış şeylerle oyalanma. Kurtulmak isti-
yorsan nefsine bak, Kendinde Kendine Göre Var
olan haline bak.”
Hâl böyle olunca Yûnus Emre’nin iki sözünü
hatırlayalım, oradaki mânâ şimdi daha bir yerine
oturacaktır. “Bir ben vardır bende, benden içeri.”
Yani diyor ki; “Senin bana bakıp söylediğin bir
Yûnus Emre var, bir de benim gözlerimi kapatıp
içimden bulduğum Yûnus Emre var.” Anlattığı-

454
YILMAZ DÜNDAR

mıza çok uyuyor değil mi? Bir ben vardır ben-


de, benden içeri. Bu bir başlangıçtır, zâhirendir.
Bu cümle görünüşüyle ve detayıyla, yani görü-
nüşüyle ve hologramıyla zâhirdir. Bunu anlayıp
da bâtınına gidecek olursanız, bu mânâyı biraz
ileri götürecek olursanız, bâtinî mânâyı yine
Yûnus’un şu sözünde biraz yakalarız: “Ete ke-
miğe büründüm, Yûnus diye göründüm.” Bu da
anlattığımıza uymuyor mu? Demek ki bunları
ilk defa söyleyen biz değiliz. Bazen bana “Bunları
nereden çıkarıyorsun?” diyorlar. Hiçbir yerden
çıkarmıyorum. Hiç “Bana göre” diye bir cümlem
yok, Elhamdülillah. Tamamen âyet ve hadisler-
den. Rabbim yanıltmasın. Hiçbirimizi! Tamamen
âyet ve hadis kaynaklı konuşuyoruz. “Ete kemiğe
büründüm, Yûnus diye göründüm” derken bize
şöyle sesleniyor: Senin Yûnus dediğin bu gördü-
ğün et kemik. Sana öyle görünüyorum. Ama bir
de kendimde kendime göre olan bir Yûnus var.”
Bunun bâtınını biraz anlayabilmek için hafifçe
dokunalım. Konulara yaklaşımımız, zâhirî zemi-
ni tespit etmek olduğu için çok ileri cümlelere
gitmemeye çalışıyoruz. Ama yeri geldi, bir küçük
açıklama yapalım. “Ete kemiğe büründü, Yûnus
diye göründü” derseniz bir adım geri gidersiniz.
İlimde ileri ama konumda geriye, yani perde ar-
kasına gidersiniz. “Ete kemiğe büründüm, Yûnus
diye göründüm” cümlesi perde arkasına geçin-
ce, bir geri gelince; “Ete kemiğe büründü, Yûnus
diye göründü” haline gelir, işte o zaman sen nef-
sinde aradığının ipucunu yakalamış olursun. Bu
ipucunu konu ilerledikçe biraz daha göreceğiz.

455
Dedik ki, gözünüzde gören, kulağınızda işiten
sizin aslında Kendinde Kendine Göre Var olan
halinizdir. Gözün görme mekanizması ile gören,
kulağın işitme mekanizması ile duyan veya gö-
zün görme mekanizmasıyla görmeye çalışan,
kulağın duyma mekanizmasıyla duymaya çalı-
şan; sizin Kendinizde Kendinize Göre Var olan
halinizdir, yani NEFSinizdir. Rabbim muhafaza
buyurur inşâAllah, göz veya kulak fonksiyonunu
yitirecek olsa kişi görmek ve duymak istemeye-
cek mi? Şu yanılgıya düşmemek lazım. Çünkü bi-
limsel açıklamalarda ona ve yanlış yorumlarına
rastlıyoruz. Gözün görme mekanizmasını anlatı-
yorlar ve sonuçta diyorlar ki, “Bu bir beyin oyu-
nudur. Aslında beynin gördüğü bir şey yoktur.”
Böyle deyip sonra da buradan Birbirlerine Göre
Var olanın “yok”luğuna ulaşıyorlar. Âyet bize di-
yor ki; “Gözün görme mekanizmasının ne oldu-
ğu önemli değil, onunla oyalanmayın. Tekâsür’le
oyalanmayın, gözde görene bakın. Fark etmeniz
gereken şey kulağın duyma mekanizması değil.
Kulakta duyana bakın.” Böyle uyarılıyoruz. On-
lar fonksiyonunu yitirirse siz görmek istemeye-
cek misiniz? Hâlâ görmek isteyen biri var, sende.
Görme işi bitmedi ki. “Görme işi” fonksiyonunu
yitirdi diye “görme” bitmedi ki. İçeride görmek
isteyen biri var, kulak duymayınca duymak iste-
yen biri var. Hatta iyi duyamadığınızda sinirleni-
yorsunuz, rahatsız oluyorsunuz. Bakın, duymak
için çırpınan biri var. İşte o Kendinizde Kendine
Göre Var olandır ve esas olan odur. Yani bir ara-
ba, bir de şoför var. Arabanın detayını bilmek

456
YILMAZ DÜNDAR

lazım, arabayı tamir etmek için. Ama şoförün


eğitimi başka bir şey. Âyet bize “Aradığın şoför-
de” diyor. “Arabayla o kadar oyalandın ki; sile sile
sile, parlata parlata parlata... Bir de şoföre bak,
şoförün eğitimiyle ilgilen, aradığın şey şoförde.”
Kesret Nûru ile ilgili bir benzetme ile devam
edelim. Kesret nûrunun tamamını elimdeki kaş-
kol gibi düşünelim. Kesret nûru bu hale gelme-
den önce başka bir nurdu. O nur değişim gös-
terdi ve bilimsel dille ifade edilişe göre soğudu,
molekülerleşti, dalgalandı, katılaştı. Yani o nur
bir süreç, bir değişim geçirdi ve bir işin kıvamı-
na, formülüne dönüştü. Birbirlerine Göre Var
olan hâl işte bu kesret nûrundandır, bunun mal-
zemesindedir. Senin Kendinde Kendine Göre
Var olan hâlin bu malzemeden değildir. Kesret
nûrunun orijininden, geldiği yerden hiçbir deği-
şikliğe uğramadan doğrudan buraya gelir. Yani
araba ve şoföre benzetecek olursak; bu hamur
zaten arabanın malzemesi için oldu. Bu hamur-
dan olan şey arabadır. Şoför bu hamurdan de-
ğildir. Şoför kesret nûrunun çok uzaktan geldiği
yerden, onun geçirdiği değişimleri geçirmeden
doğrudan gelir, arabasına biner. Kendinde Ken-
dine Göre Var olanın böyle önemli bir özelliği
var. Ama sen arabayla meşgulsün, sen Birbirle-
rine Göre Var’la meşgulsün. Rabbimiz diyor ki,
sen asıl tekâsüre geleni incele, asıl oraya bak.
Kendinde Kendine Göre Var olan hal, öyle
bir şey ki hangi ortamdaysa, o ortamın şartları
neyse görünebilmek için oranın şartlarında bir
surete bürünür. Yaşadığı yer dünya ise, dünya-

457
nın şartlarında görünebilmek için bu gerekli
olduğundan bu kılığa bürünür. Başka yerde gö-
rünmesi gerekse oranın kılığına bürünür. Melek-
lerin de Kendinde Kendine Göre Var halleri var.
Ama bir de bulundukları şartlara göre Birbir-
lerine Göre Var halleri var. O şartlar neyse ona
göre Birbirlerine Göre Var halleri var. Ehlullah’ın
anlattıklarından Divan Toplantıları’nı okumuş,
duymuş olanınız vardır. Divan Toplantısı’na katı-
lanların içinde bu dünyadan olanlar var, âhirete
intikal etmiş olanlar var. Onlar yan yana geliyor-
lar, birbirlerini görüyorlar, bir konuyu konuşu-
yorlar. Âhirete intikal etmiş olan birisi de oraya
elbisesiyle, bir şeyiyle geliyor. Onda da sendeki
gibi bir karaciğer, bir beyin var mı? Görünüyor
diye, buradaki beyin onda da mı var? O bura-
daydı bitti. Buradan gidenin buranın şartları ge-
reği arabası böyle, o mübarek ne haldeyse, onun
şartları da öyle. Görünüyor olmak, Kendinde
Kendine Göre Var olanın bulunduğu ortamın
şartına göre bir görüntü vermek demektir.
Kendinde Kendine Göre Var hal incelenir, ya-
kalanır ve ona göre de bir hayat tarzı oluşturu-
lursa kişiyi tevhide götürür. Kişiyi tevhide götü-
recek olan odur. Nefs ilerlemesi, Kendinde Ken-
dine Göre Var hâl üzerinden yürür. Dolayısıyla,
Birbirlerine Göre Var olan hâl, Kendinde Kendi-
ne Göre Var olan hâle göre geçici bir görüntü
oyunudur. Ama Kendinde Kendine Göre Var hâl
sabit, devam eden bir pozisyondur. Bu sebepten
Birbirlerine Göre Var olan haller kaybolabilir an-
cak Kendinde Kendine Göre Var hâl kaybolmaz.

458
YILMAZ DÜNDAR

Allah’ın dilemesi hariç... Emir değiştirirse yine di-


lediği başka bir şey olur. Ama Kur’ân’ın anlattığı
devam edecek olursa; Kendinde Kendine Göre
Var olan hâl kaybolmaz. Şu sonuca gelmeye
çalışıyorum: Kendinde Kendine Göre Var olan
kaybolmayacaksa, “Ben” demek de kaybolmaz.
Kendinde Kendine Göre Var olanın kendisine
“BEN” deyişi asla kaybolmaz, Allah’ın emri, dile-
mesi hariç.
“BEN” demek çok yüksek bir derecedir, tah-
min edemeyeceğiniz kadar yüksek bir ikram-
dır. “BEN” Allah’ın dilidir. Allah kendi “BEN”
demesinden, dilediği kullara “BEN” deme izni
vermiştir. Kul derken yalnız insanı düşünmeyin,
Allah’ın yarattığı her ilmî sûret kuldur. Allah
dilediği kullara kendi “BEN” demesinden yetki
vermiştir, “BEN” dediğimiz zaman Allah’ın ver-
diği yetkiyle Allah’ın “BEN” demesini kullanırız.
Ve bu kaybolmaz, “BEN” demeyeceğim demek-
le de kaybolmaz. BEN Bâkî’dir. Buna rağmen
kişi “BEN” deme yetkisini Birbirlerine Göre Var
hâle mahsus kılarsa, Birbirlerine Göre Var olan
hâli esas zannedip ona “BEN” derse “Müstakilen
VAR ve Muhtar” bir yapı iddiasında bulunmuş
ve bu yapıya “BEN” demiş olur. Böylece Kur’ân’a
göre HADDİ AŞMIŞ olur, SUİİSTİMAL başlamış
olur, o kişi ÂSİ olur, Allah’a ait vasıfları ÖRTEN
olur, Kur’ân’a göre KÂFİR olur, MÜTEKEBBİR
olur. Çünkü Allah’ın vasıflarını çalıp, suiistimal
edip onlarla “Müstakilen VAR ve Muhtar” bir
yapı ilan etti, o vasıfları orada kullanıyor. Oysa
Mütekebbir Allah’tır, Kibriya sahibi Allah’tır,

459
Kibriya Allah’a aittir. Allah’a karşı kim “Ben de
mütekebbirim” derse, bir “sözde mütekebbir”
ortaya çıkmış olur. Kur’ân’ın kınadığı, cehen-
nemle cezalandırılacağını söylediği mütekebbir
budur, Allah’a karşı “Ben de varım ve muhtarım”
diyendir. Allah’a karşı “Ben de mütekebbirim”
diyene Enbiya Sûresi 29. âyette “O mütekebbirin
yeri cehennemdir” denmiştir.
Şimdi söyleyeceklerimin detayı “Aşağıların
Aşağısı” kitapçığında var. Allah’a karşı “Ben de
varım ve muhtarım” diyen kul, Allah’ın ona ken-
dini tanısın, kendinden yola çıkarak da Allah’ı
bilsin, O’na kulluk yapsın diye lutfettiği “Vehim”
özelliğini Allah’a karşı kullanmış olur ki buna
“Vehmin Zulmeti” denir. Yine o kişi Kendinde
Kendine Göre Var olan hâli ile Allah’a ortak olan
bir “Nefs” ortaya çıkarır ki bu da “Nefsin Şerri”
olur. Bunların detaylarını Aşağıların Aşağısı ki-
tapçığında bulabiliriz.
Birbirlerine Göre Var hâli açıkladık ve “Esas
olan Kendinde Kendine Göre Var haldir” dedik.
Onu biraz ilerletelim. İlimde ileri ama pozisyon-
da geri gibi gidip onu tanımaya çalışalım.
Bildiğiniz her şeyin temeli HİS’tir. Şu anda
bildiğimiz evren, kesret âlemi, ef’al âlemi, onun
üstünde -şeklen söylüyoruz- mânâ âlemi, teşbih
âlemi, daha üstünde tenzih âlemi, neler var-
sa, neler biliyorsanız hepsinin temeli yalnızca
HİS’tir. Her şey yalnızca HİS’tir. Bu kadar basit.
Her şey yalnızca His’tir. His’sin şekil değiştirme-
leri, His’sin görünmeleri, His’sin hissetmek iste-

460
YILMAZ DÜNDAR

meleri, His’sin hisleridir. Esas olan His’tir. Ve Al-


lah kendisini hisseder. Esas hisseden Allah, ken-
disini kendi bildiği şekilde hisseder. Allah kendi
hissetmesinden dilediği kullara hissetme yetkisi
vermiştir. Hissetmesini dilediği kullar da verilen
ölçüde kendisini hisseder. Dolayısıyla bir insan
hissetme izni aldığında, ona “Kendini bil” de-
nildiğinde, kul olarak Rabbi ona ne tür sınırlar,
ne tür kayıtlar vermişse o kendisini o çerçevede
hisseder. Allah kendi hissetmesinden vermiştir.
O’nun hissi her yeri kaplamıştır. Bunu kesret
âlemi için söyleyecek olursak; Allah Vâsi’dir, her
yeri kaplamıştır, her yeri her şeyiyle, her esma-
sıyla ve hissiyle kaplamıştır. Dilediği kulları bu
HİS’ten pay alır ve ne derece emredilmişse o de-
rece aldığı his izniyle, “kendini bil” dendiğinde o
his izni ne çerçevede dilenmişse, onun sınırları
neyse o çerçevede kendisini hisseder ve hisset-
tiği varlığına da “BEN” der. Kendisini hissedince
“BEN” diyerek kendini takdim eder. “BEN” de-
mesi Allah’tandır, Hissi Allah’tandır, Kendinde
Kendine Göre Var olan hâli Allah’tandır.
Konuyu şuraya getirelim. Bir kula kendisini
bilmesini Rabbi öğretir. Rab öğretmen demektir.
Normal hayatta da mürebbiye vardır, bir çocu-
ğa mürebbiye tutarlar, o ona bir şeyler öğretir.
Bizim öğreticimiz Rabbimizdir. Allah’a “Rabbim”
diye seslendiğinizde bir bakıma “Öğretenim” di-
yorsunuz. Bir bakıma da “Bana kendimi bilmeyi
öğretenim, benim kendimi nasıl bileceğimi bana
öğretenim” diyorsunuz. Allah “Kendini bil” de-
diğinde Rabbiniz kendinizi bilmeyi size öğretir.

461
Nasıl öğreneceksin, nasıl “BEN” diyeceksin, nasıl
hissedeceksin, tüm bunları sana Rabbin öğretir.
Şuna dikkat edin. Hisseden ve bilen her zer-
re, her kul âlem’dir. Âlem bilendir, âlem kendini
bilendir. Allah ona “Kendini bil” dedi, Rabbi ona
kendisini bilmeyi, hissetmeyi öğretti, bilmesi
için ne lazımsa ona sağladı. İşte o öğrenen âlem
olur. Hisseden ve bilen âlemdir, âlem hissederek
bilendir. Hissederek bilen her zerre âlemdir. Ka-
yıtlarının farklılıkları âlemleri farklı yapar, o za-
man da âlemler olur. Farklı farklı bir çok âlem.
Hepsinin kaydı farklı, sınırı farklı, görevi farklı
ama her biri bir âlem. Bütün bu âlemlere hisse-
derek bilmeyi öğretene Rabbül âlemiyn deriz.
Bütün âlemlere hissederek bilmeyi öğreten Rab-
bül âlemiyn’dir.
Şimdi Enbiya Sûresi 107’yi hatırlayalım: “Biz
seni ancak âlemler için bir rahmet olarak irsal
ettik.” (Enbiya-107)
Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’e hita-
ben buyruluyor: Seni “Alemler için rahmet” ola-
rak irsal ettik. Şöyle bir süreç: Rabbül âlemiyn
onlara hissederek bilmeyi öğretti ve diyor ki;
merhametimizin işareti de sensin, sen onlara
bizi tanıt. Kullara bizi tanıtasın diye, merha-
metimizin işareti olarak, bir merhamet olarak
seni onlara gönderdik. Bunu fark edince, bu
âyeti görünce diyoruz ki; “Elhamdü lillahi rab-
bil âlemiyn. Ya göndermeseydin ne yapardık
ya Rabbi, hüsrana uğramışlardan olurduk. El-
hamdü lillahi rabbil âlemiyn” Bu nokta insanî

462
YILMAZ DÜNDAR

duyguları ulvî hale getirecek önemli bir şeydir.


Özellikle Ezan okunurken, o dâvette! O öyle bir
dâvet ki, sahibi Allah. O dâvetle ikâme edilen
salâtın sahibi de Allah. İşte o böyle bir dâvet. O
dâvette bize rahmet olarak gönderilen Efendi-
miz sallallahu aleyhi vesellem’in ismi geçtiğinde,
“Eşhedü enne Muhammeden Rasûlallah” denil-
diğinde bu duyguyla mutlaka duamızı yapma-
lıyız: “Ya Rasûlallah, sallallahu aleyhi vesellem
Efendimiz, seninle Biiznillah gözlerimiz nurlandı,
Elhamdülillah” demeliyiz. Kazanırız. Ama bunu
diyebilmek için ezanı takip etmek lazım. Çün-
kü bunu o zaman diyeceksin. İsmi anıldığında
bir hadis gereği hatta şunu da yaparız: Ellerimi-
zin baş parmaklarını öpüp gözümüzün üstüne
üç defa da süreriz. Böyle yapar ve bu duyguyla;
“Ya Rasûlallah efendim, seninle gözlerimiz nur-
landı Elhamdülillah” veya “Allahım Rasûlallah,
Nebîyullah, Habibullah Efendimiz Muhammed
Mustafa sallallahu aleyhi vesellem ile gözleri-
mizi nurlandırdın Elhamdülillah” dersek, peşine
de salavat ile “İşte O’na salât eyle ya Rabbi, O’na
ve âline salât eyle” diyerek duâ edersek çok, çok
güzel bir şey yapmış oluruz. O’nun güzelliğinin
bir işaretini anlayalım diye Efendimiz sallallahu
aleyhi vesellem buyuruyor ve biz bu hadisi Ebu
Bekir radıyallahu anh efendimizden öğreniyo-
ruz: “Siz bana böyle bir şahitlik yaparsanız, o zor
günde siz şaşkın şaşkın gezerken gelir, sizi tutar,
cennete götürürüm.”
Ana rahminde gelişen yavrunun bedeni Bir-
birlerine Göre Var hali oluşturur. 120. Gün’de

463
ise Kendinde Kendine Göre Var olan oraya gi-
rer. Ana rahmindeki fetus canlıdır ama o canlı-
lık kendisine “BEN” diyen canlılık değildir, 120.
Gün’e kadar hücrelerin müstakil canlılığı söz
konusuyken artık orada bir organize canlılık
var, bir vücut var, her hücrenin müstakilen canlı
olduğu ama organize bir vücut var. Günü gelip
de bu vücudun miadı dolunca her hücre yine
müstakil yaşamaya devam ediyor, sonra da tek
tek ölüyorlar. Miadı doluncaya kadar vücudun
onları organize tutan bir hali var. Onun miadı
dolduğu zaman yani Kendinde Kendine Göre
Var olan oradan çıkınca artık vücudun işi biti-
yor, hücreler bir müddet müstakil canlılıklarını
götürüyorlar, sonra da toprağa karışıyorlar. Ana
karnındaki fetus kesret nûrundan temelini ala-
rak canlıdır ama orada henüz şoför yoktur. 120.
Gün’de bir şey oluyor. Efendimiz (SAV) in bir ha-
disinden öğreniyoruz ki 120. Gün’de Kendinde
Kendine Göre Var olan hali doğrudan sahibin-
den oraya gelir; henüz bedene girmemiş bu ilk
halin cinsiyeti yoktur, yemez ve içmez özellikte-
dir. Bedene girdikten sonra bedenin şartlarıyla
(kalbın şartlarıyla) kayıtlanır. Biz budurumu
“Rûhumdan oraya üfledim” diye okuruz.
“Sonra o nutfeyi bir alaka (embriyo) yarat-
tık, sonra o alaka’yı bir mudğa (bir çiğnemlik
et) yarattık, sonra o mudğa’yı kemiklere dö-
nüştürdük, nihayet o kemiklere de et giydirdik.
Sonra onu ikinci bir yaratış ile inşa ettik (nefh-i
ruh?). En güzeli yaratan Allah’ın şânı ne yücedir.”
(Mü’minun-14)

464
YILMAZ DÜNDAR

“O ki, yarattığı herşeyi güzel yapmıştır...


İnsan’ın halkına tıyn (balçık)dan başlamıştır.”
(Secde-7)
“Sonra onun neslini mehiyn (basıt, bayaği, kıt
akıllı) bir su’dan (hasıl olan) bir sülale (hülasa,
süzme, öz; döl, genetik)’den meydana getirdi.”
(Secde-8)
“Sonra onu tesviye etti (düzenledi, denge-
ledi) ve onda kendi ruhundan nefhetti. Sizin
için sem’ (işitme melekesi, işlevi), ebsar (gözler)
ve fuadlar (gönüller) oluşturdu... Ne az şükredi-
yorsunuz.” (Secde-9)
Kendinde Kendine Göre Var oluşa daha önce
de verdiğimiz çok basit bir örnek var. İzin verir-
seniz anlaşılması için ve o anlaşılanın da pekiş-
mesi için bu basit örnekten tekrar yararlanalım,
Evinizi, evinizdeki elektrikli aletleri düşünün.
Buzdolabı, çamaşır makinası, bulaşık makinası,
tost makinası, ısıtıcı gibi elektrikle çalışan bir çok
cihaz var. Bunların elektrikten haberleri yoksa
kendilerini müstakil varlık zannedebilirler. Buz-
dolabı kendisini müstakil bir varlık, çamaşır ma-
kinası kendisini müstakil bir varlık, bulaşık ma-
kinası kendisini müstakil bir varlık zannedebilir.
Bu örneğe “Öyle şey olur mu?” diye yaklaşırsanız
saçma gelebilir, biz olurmuş gibi bakalım, çünkü
bir hayal yapıyoruz. Bunlar kendilerini ayrı ayrı,
müstakil zannettikleri için birbirleriyle konuş-
sunlar, sohbet etsinler. Çamaşır makinası ba-
kıyor ki, uzun boylu bir buzdolabı var, sulu bir
bulaşık makinası var, birbirlerini inceliyorlar. Bir

465
de bilgisayar var, o da elektrikle çalışıyor. O orta-
ya bir fikir atıyor, “Sizin elektrikten haberiniz var
mı?” diyor. Bilgisayar olduğu için bir şeyler öğ-
rendi. “Sizin elektrikten haberiniz var mı?” diye-
rek onları elektriklerine yönlendiriyor. Onlar da
kendilerinin soğutma, yıkama, ısıtma gibi görev-
lerini bir kenara bırakıp içlerine dönerek kendi-
lerini incelemeye başlıyorlar ve elektriği fark edi-
yorlar. Çünkü o olmadan çalışamıyorlar. Elektrik
kesildiği zaman bakıyorlar ki kendileri için her
şey duruyor. Elektriğin kendileri için elzem ol-
duğunu fark ediyorlar, kendilerini kendileri ya-
panın elektrik olduğunu anlıyorlar. Buzdolabını
buzdolabı yapan elektrik diğerleri için de öyle.
Elektrik gittiği zaman buzdolabının bir elbise
dolabından farkı kalmıyor. Elektrik giderse bir
fonksiyonu kalmıyor. Fark ediyorlar ki elektrik
onlar için elzem. Sonra bir adım ileri gittiklerin-
de elektriklerinin farklı olmadığını, buzdolabı-
nın elektriğinin çamaşır makinasının elektriğiyle
aynı olduğunu görüyorlar. Aynı elektrik birisini
buzdolabı gibi, birisini çamaşır makinası gibi, bi-
risini bulaşık makinası gibi çalıştırıyor. Ama aynı
elektrik. Elektriğin aynı olduğunu fark ettikle-
rinde birbirlerine bakışları değişiyor, birbirlerini
kardeş, akraba görmeye başlıyorlar. İşte bizdeki
Kendinde Kendine Göre Var olan da böyle bir
şeydir. Onu elektriğimiz gibi düşünelim. Bizi biz
yapan o, bizim olmazsa olmazımız o. Ve bizdeki
elektrikle, bir başkasındaki onu o yapan elektrik
aynı. Buradan, hepimizdeki Kendimizde Ken-
dimize Göre Var olanın aslında aynı olduğunu

466
YILMAZ DÜNDAR

görmeliyiz. Bunu gördüğümüzde “Müslümanlar


kardeştir” hâlini iyi anlarız. O zaman her insanın
birbirine bakışının nasıl olacağını da iyi anlarız,
birbirlerimize davranacağımızda o elektriğe göre
nasıl hareket etmemiz gerektiğini de anlarız. Do-
layısıyla bir çamaşır makinası bir buzdolabına
kızacak olursa, bilir ki aslında onun elektriğine
kızıyor. Hâlbuki kendisindeki o elektrik, hepsi
aynı elektrikle varlar. Bunu gördüğü zaman kişi
o var olan tek elektriğe saygılı bir alet nasıl olu-
nur, onu araştırır herhalde. Basit bir benzetme
ama bizdeki “Kendinde Kendine Göre Var” olan
halimizi yakalayabilmemiz, önemseyebilmemiz
için bir örnek.
Kendinde Kendine Göre Var olan hal bah-
settiğimiz HİS ile çok ilişkilidir. İnsanı konuştu-
ğumuz için cümleyi öyle kuralım; insanı karak-
teriyle, özellikleriyle, geçmişi ve geleceği ile her
türlü şeyiyle meydana getiren, Allah’ın ona his-
setmesinden vermiş olduğu Kendini Hissetme
Duygusu’dur. Onun özellikleri, sınırları, kayıtları
neyse insan onu hissediyor, zaten ona “BEN” di-
yor, hissettiklerine “BEN” diyor. Bir kişinin ken-
dini hissettiği zaman hissettikleriyle bir başkası-
nınki farklıdır, çünkü kayıtları farklı. İşte ona da
anlaşılsın diye Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu
diyoruz. Allah’ın kendi hissetmesinden “Sen de
kendini hisset” demesiyle Rabbimizin bize his-
sederek “BEN” deme”yi öğrettiği o halimize biz
“kayıtlı, sınırlı hissetme duygusu” diyoruz. Ken-
dimize göre sınırları, kısıtları olan Kayıtlı Kendini
Hissetme Duygusu. İşte bizde en esas olan odur,

467
Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu’dur. En esas
odur. Onunla biz, bizde Kendinde Kendine Göre
Var olan halimizi hissederiz. Kendinde Kendine
Göre Var olan hali bizdeki hissetme duygumuz-
la söylüyoruz. “Gözünüzü kapatınız ve kendinizi
hissetmeye çalışınız” dediğimiz odur. Bu “Size
verilen HİS malzemesini, o sermayeyi kullanın”
demektir. Kendinde Kendine Göre Var olan
hali siz kendinizde Kayıtlı Kendini Hissetme
Duygusu’yla hisseder, algılarsınız.
Birbirlerine Göre Var olan hâli gördük, onu
Kendinde Kendine Göre Var olan hale bağladık.
Şimdi de dedik ki, siz onu Kayıtlı Kendini Hisset-
me Duygusu’yla hissedersiniz. İşte Kayıtlı Kendi-
ni Hissetme Duygu’nla hissedip Kendinde Ken-
dine Göre Var olana “BEN” dediğin bu üçlü olay
Senin Zâtın’ı oluşturur. Böylece ortaya bir “zat”
çıktı. Bütün mesele aslında bu Zat’tır. Ancak bu
noktada yine bilmemiz gerekir ki “Müstakilen
VAR ve Muhtar” olan Tek Zat vardır; Allah. Yal-
nızca Allah’ın Zâtı Müstakilen VARDIR ve Muh-
tardır. Dolayısıyla bizdeki Zat, Allah’ın Zâtı’ndan
bize verdiği izinle olan bir Zat’tır.
Başlangıçta böyle deriz, yaptığımız iş zaten
bir başlangıç çizgisi tarif etmek. Bu hatırlatmayı
sık yapmak zorunda kalıyorum, başlangıç çizgi-
si işin tamamı değildir. Bu bizim tarif ettiğimiz
zâtın başlangıç çizgisidir: “O Allah’ın zâtından
yetkiyle bize verdiği zattır” diyerek başlıyoruz.
Ancak nefs ilerlemesi çalışmalarında kişi öyle
bir yere gelir ki kendisindeki bu zâtın doğrudan
“O’nun Zâtı” olduğunu görür. Önce anlar sonra

468
YILMAZ DÜNDAR

görür, bilir ki kendinde zat olan O’nun zâtıdır.


Ayrıca bir zat zaten yoktur. İşi anlayabilmek için,
başlangıç noktasında deriz ki; “Bizim ‘BEN’ de-
memiz bize verilen izinledir”, Allah’ın “BEN” de-
mesinden verdiği izinle biz de “BEN” deriz. İle-
ride öyle bir an, öyle bir nokta vardır ki kişi o
“BEN” diyenin Esas Sahibi olduğunu görür. Fakat
orası başlangıç noktası değildir, kişi oradan baş-
layamaz. Onu duymak/bilmek o işi halletmek
demek değildir. Halledebilmek için, yani Hakk
yolda ilerleyebilmek için başlangıç noktası bu-
rasıdır: “Ben Allah’ın kendi “BEN” demesinden
verdiği izinle “BEN” diyorum, Allah’ın kendisini
hissetmesinden verdiği izinle, o yetkiyle kendimi
hissediyorum ve bunlar bende bir zat oluşturu-
yor.” Böyle başlanır ve ilerlenir.
Yaptığınız bir şeyi birisine anlatmak için uğ-
raşıyorsunuz. Kişi “Sen mi yaptın?” diye öyle
sorguluyor ki nihayet bir noktada ona; “Bizzat
ben yaptım” dersiniz. İşte söylediğimiz sizdeki
zat, sizin “Bizzat ben yaptım” demek zorunda
kaldığınızda bahsettiğiniz zattır. Bunun bir izinle
zat olduğunu, izinle verilmiş bir yetki olduğunu,
esas Müstakilen VAR ve Muhtar zâtın Allah’ın
Zâtı olduğunu belirtmek için başlangıçta bu
zata KUL ZAT deriz. Kul zat, kula verilmiş izinle
kullanılan zat yetkisi demektir. İlerleme bu kul
zatla yürür. Çünkü nefs Kul Zât’ın şemsiyesi al-
tındadır, Kendinde Kendine Göre Var olan hal
Kul Zat şemsiyesi altındadır, Kayıtlı Kendini His-
setme Duygusu bu Kul Zat’la bütünleşmiştir. Ne

469
ayrıdır, ne şemsiyenin altındadır ama hepsinin
içini Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu kaplar.
Bir önemli noktaya geldik; nefs ilerlemesi ça-
lışmalarında talibin kurtulmaya çalışacağı şey!
Konumuzu mümkün olduğunca içerisindeki
önemli noktalara değinerek işlemeye çalışıyoruz.
Onlara ait detayları kitapçıklarımızda bulmak
mümkün. Nefs ilerlemesi içerisinde talibin kur-
tulmaya çalıştığı şey nedir? Talibin kurtulmaya
çalıştığı bu şey “benlik duygusu” değildir. “Benlik
duygusundan kurtulmak” tarif edilemeyecek bir
şeydir. Siz birisine “Benlik duygusundan kurtul-
man lazım” deseniz, o da size “Benlik duygusun-
dan nasıl kurtulabilirim, bunu bana bir anlat,
bir yaz” dese söyleyecek, yazacak bir şey bula-
mazsınız, “Şöyle şöyle yaparsan benlik duygu-
sundan kurtulursun” diyeceğiniz bir öğütte bu-
lunamazsınız, öyle bir şey bulamazsınız. Demek
ki mesele benlik duygusundan kurtulmak de-
ğil. Veya Kul Zât’a “BEN” demekten kurtulmak
değil. Veya Kendinde Kendine Göre Var haline
“BEN” demekten kurtulmak değil. Veya “Kayıtlı
Kendini Hissetme Duygusu’na “BEN” demekten
kurtulmak değil. Veya Nefs’ine “BEN” demekten
kurtulmak değil. Böyle bir nefs çalışması yok,
böyle bir amel yok. Öyleyse tâlip öncelikle ne-
den/nelerden kurtulmaya çalışacaktır?
Bir kere kişi, “Müstakilen VAR ve Muhtar” bir
pozisyon iddia edip, bu iddiasına “BEN” diyorsa,
önce bu iddiadan ve oraya “BEN” demekten kur-
tulacaktır. Doğru yere “BEN” demekten kurtul-
mak gibi bir şey olmaz. Sen Kul Zât’a “BEN” de-

470
YILMAZ DÜNDAR

mek zorundasın. Tâlip nefs mertebesinde hangi


noktada olursa olsun kendisini “BEN” diye ifade
eder, bunun hiçbir sakıncası yoktur. Mesele veri-
len bu “BEN” etiketini yanlış yere yapıştırmaktır.
Bundan kurtulmak gerekiyor. Eğer kişi “Müstaki-
len varım ve muhtarım” iddiasında bulunur da
bu iddiasına “BEN” derse Allah’a karşı büyük suç
işlemiş olur, cehennemlik bir amel yapmış olur,
cennete kendisini yasaklatmış olur. Önce bu id-
diadan vazgeçmek gerekiyor. İkinci olarak da bu
iddiaya “BEN” demekten vazgeçmesi gerekiyor.
Bu iddiadan vazgeçmek önce sözledir. Ama asıl
buna uygun fiilleri terk etmek gerekir. O fiiller-
den kitapçıklarda çok bahsettik. Özellikle “Sen
Tanrı mısın?” kitapçığı bunun fiillerini çok geniş
anlatır.
DûniHİ algı sebebiyle oluşan “Müstakilen
varım ve muhtarım” iddiasından kurtulmak
için öncelik o algıdan kurtulmaktır. DûniHİ algı-
dan kurtulmak öncelikle Vehmin Zulmeti’nden
kurtulmaktır, Nefsin Şerri’nden kurtulmaktır ve
bütün bunlardan idrak ve fiil olarak kurtulmaya
çalışmaktır. Yalnızca idrak yetmez, hem idrakta
hem fiillerde kurtulmaya çalışmak şarttır. Bu işin
başlangıcıdır.
“Benliğinden kurtulmalısın” prensibi İslami
olmayıp Uzakdoğu felsefelerine ait bir öğüttür.
Onu önerenler aslında insandaki egoyu kaste-
derek o egonun yüksekliğinden bahsederler.
“Benliğinden kurtul” diyerek kişinin ego derece-
sini aşağı çekmesini önerirler, “Bu ego çıtası çok
yüksek, onu aşağı çek” derler. Hedef budur; ego

471
dereceni düşürmek. Onlarda egodan kurtulmak
diye bir şey yoktur. İnsanlar bunu karşısındaki-
ne söyler, kimse kendisine söylemez, kimse “Ben
benliğimden kurtulayım” demez, kimse kendi
çıtasını görmez. Hep başkalarına bakar ve kimin
ego çıtası kendisininkinden yüksekse ondan ra-
hatsız olur, der ki; benliğinden kurtul, ego çıtanı
aşağı çek. Aslında demek istiyor ki “Senin ego-
nun yüksekliği beni rahatsız ediyor, bana gölge
ediyorsun.” Aslında bu bir tanrılık yarışıdır, ora-
da iki tanrının yarışı vardır. Ego çıtası aşağı çeki-
lirse ne olur, onu aşağı çekmek ne üretir biliyor
musunuz? Zavallı, mütevazi bir tanrı üretir. Ve o
tanrı bu acımasız dünyada zulüm görür durur.
Dolayısıyla, bu İslâmî bir öğüt değildir, sonucu
insana huzur verecek bir iş de değildir. O za-
vallı ancak kendisi gibi olanların arasında rahat
olur. Hepsi zavallı tanrıdır, o da onların arasında
memnun olarak yaşar.
Bizim anlatmaya ve kurtulmaya çalıştığımız
bu ego çıtasının bulunduğu iddiadır. Ego çıta-
sının bulunduğu iddia “Müstakilen Varım ve
Muhtarım” iddiasıdır. Bu iddia dünyada çok
önemlidir. Dünyanın önemli bir çok insanı bunu
hayat enerjisi olarak görür ve anlatır. Bunu çok
önemserler, hatta işi bunu kuvvetlendirmek
olan bilim dalları vardır. Anlatmaya çalıştığımız
işte bu iddiadır, reddedilmesi gereken bu iddi-
adır. Biz öncelikle çok normalmiş gibi anlatılan
bu “Ben Müstakilen Varım ve Muhtarım” iddi-
asından kurtulacağız. Kişinin önce bundan kur-
tulması gerekir. Bunu fark eden anlar ki “Benli-

472
YILMAZ DÜNDAR

ğinden kurtul” öğüdü İslami değildir. Onun ha-


dislerde ve âyetlerde yeri yoktur, bulamazsınız.
Ama felsefecilerin kitaplarında bulabilirsiniz.
Hatta onların sözleri size dünya yaşantısı içe-
risinde güzel sözler gibi gözükür. Ama Bakara
Sûresi 204. âyet bizi o konuda uyarır; “Onların
dünya ile ilgili sözleri sizin hoşunuza gidebi-
lir, dikkat edin.” Önemseyeceğimiz şey şudur;
o sözleri söyleyenler, o çalışmaları yapanlar
dûniHİ mi? Onların alanı dûniHİ alan mı? Eğer
öyleyse, ne yaparsa yapsın onların fikirlerini red-
detmemiz gerekir. DûniHİ her şeyi reddetme-
miz gerekir. Veri tabanı dûniHİ olan her işin, her
başarının sonu hüsrandır. Kesin! Çünkü dûniHİ
olanın sonu hüsrandır. Bir başarı gibi görün-
se bile dûniHİ her şeyin sonu hüsrandır. O tür
bilgileri tasavvufî zannedenler, öyle felsefî ki-
tapları ve sözleri beğenenler, okuyanlar, “Hoşu-
ma gidiyor, okuyorum” diyenler, onları mutlaka
Muhammedî Bakış Süzgeci’nden geçirmelidir.
Bu süzgeçten geçirmeden o fikirleri, o kişileri,
o kitapları benimseyenler ancak kafa karıştırır-
lar. Bir sakıncası da şudur: Oradan öğrendikleri
bilgileri, öğretileri dînî-tasavvufî başlık altında
anlattıkları için kişiler o bilgileri Dîn’e sokarlar.
Böylece o bilgiler, kitaplar, sözler kuşaktan kuşa-
ğa geçerken artık Dîn’e mal olmuş olarak geçer.
Dîn’in esasında onlar yoktu. Öyle olunca ortaya
“İnen Din” değil “Uydurulan Din” çıkmış olur. Bu
yolla, gelenek ve göreneklerden, çeşitli ulusların
yaşantılarından, özellikle de Uzakdoğu yaşan-
tılarından “Tasavvuf” adı altında dînimize çok

473
yanlış öğütler, öğretiler girmiştir. Bunun yanına
bir de İsrailiyat eklendiğinde, yani müslümanla-
rı saptırmak için kitapların içerisine yahudilerin
bozup da özellikle yerleştirdikleri cümleleri de
düşündüğünüzde, ciddi bir tasavvufî bilgi kirli-
liği ile karşılaşırsınız. Bizi sıkı ve sağlam tutacak
şey daima âyet ve hadis çemberinde durmaktır,
Dîn’e bir şey sokmaktan korkmaktır.
Şuna çok dikkat etmeliyiz: Veli diye bilinen bi-
risi âyet ve hadisleri, o emanetleri öyle sıkı tutar
ki oraya bir şey karışacak diye ödü kopar. Allah’a,
hakikate gerçekten tâlipseniz kişilerin hallerini
buradan bile anlarsınız. Oradan buradan alınan
beşerî sözleri oraya sokmaya çalışanların Nefs’le,
nefsi tanımakla, nefs mertebeleriyle, bu işlerle
ilgisi olamaz. Kişi nefs mertebesinde ne kadar
ilerlerse bu emanetleri o kadar sıkı tutar, âyet
ve hadisleri bağrına o kadar sıkı basar, onlara bir
şey karışacak diye ödü kopar. Bırakın başkasının
birşey katmasını, “Ben bir şey katar mıyım?” diye
kendisi korkar.
“Benliği yok etmelisin” önerisi işte bu söyledi-
ğim hatalara düşenlerin nefs terbiyesi öğütlerin-
dendir ve boştur. Bir diğeri de “Yokluğunu yaşa-
malısın” öğüdüdür. Hatta özendirmek için “Ben
yokluğumu yaşıyorum” derler. Böyle bir şeyin
olmadığını bilin lütfen, böyle bir şey yok! Böy-
le bir şeyin olmadığını anlamak için ona sorun,
“Ben yokluğumu nasıl yaşayacağım, bana bir
anlat, ben de yaşayayım” deyin. Bunu sorduğu-
nuzda size, yaparsanız yokluğunuzu yaşayacağı-
nız üç beş öğüt çıkaramazlar. Şuna dikkat edin,

474
YILMAZ DÜNDAR

“Yokluğumu yaşıyorum” bir çelişkidir. Hem yok,


hem yaşıyor, ne kadar enteresan bir çelişki! Bu
kadar bariz olduğu halde bu çelişkiyi göremiyor-
lar. Yöntemleri yanlış olduğu için! Yöntemleri ve
yaptıkları şey duydukları şeyleri değiştirmekten
ibarettir. Ehlullah’a ait bilgileri Uzakdoğu felse-
felerine ait bilgilerle harmanlayarak anlatmaya
çalışmak, yöntemleri bu. Kendilerince Dîn’i ve
Ehlullah’a ait bilgileri güncel yapmaya çalışıyor-
lar. Hataya düşüyorlar. Aslında “Yokluğumu ya-
şıyorum” cümlesini Uzakdoğu felsefelerinde bile
bulamazsınız. Bu cümleyi ancak Uzakdoğu fel-
sefesiyle kirlenmiş bir müslüman kafa söyleyebi-
lir. “Yaşıyorum” dediği onun Kendinde Kendine
Göre Var olan hâlidir. “Yokluğum” dediği ise Bir-
birlerine Göre Var olan hâlidir. Birbirlerine Göre
Var hâlin hologram kaynaklı bir görüntü oyunu
olduğunu öğrenince “Yokluğumu yaşıyorum”
demeye başlıyorlar. Bunu derken anlatmaya ça-
lıştığı şey ise Ehlullah’tan okuduğu bilgilerdir. O
bilgileri Uzakdoğu’ya ait cümlelerle güncelleme-
ye çalıştığı için işi karıştırmış oldu, iş bozulmuş
oldu. Öyleyse “YOK”u çok net tarif etmek lazım.
Kur’ân’ın “YOK” tarifine göre bir “YOK” cümle-
si kurmak lazım. Kendilerine göre “YOK” tarif
edenler bu tarifleriyle hem kendi kafalarını hem
öğrenmek isteyenlerin kafalarını karıştırırlar.
“YOK”u doğru tanımlamak üzere 27. Tefekkür
Sayfamız’ı birlikte ele alalım:
“İnsanların dünya hayatında yaşarken kullan-
dıkları, “YOK” mânâsına gelen bir yokluğu ifade
eden bir “YOK”un sistemde yeri yoktur.”

475
Normal konuşmalarımızda bizim bir şeye
“yok” dememizdeki mânâsıyla bir “yok” sistem-
de yoktur. Biz kullansak da sistemde öyle bir
“yok” yoktur. Dolayısıyla, insanların konuşuyor-
ken kullandıkları “yok” ile sistemin “yok” dediği
başka şeylerdir. İkisine de “yok” diyoruz ama tarif
aynı değil. Mesela şu gözlük kabı yerinde değilse
ben, “Masamın üzerinde gözlük kabı yok” derim.
Aslında o var ama başka yerde. Biz genellikle var
bir şey için yok deriz, yani benim yok dediğim
aslında vardır. Normal konuşmada “yok” derken
anlatmaya çalıştığımız şey Kur’ân’ın “yok” dediği
şey değildir. İkisini karıştırırsak mânâları kafa-
mızda çözememiş oluruz.
“İnsanlar bir şeye “YOK” derken kast ettikleri
her ne ise, o “yokluk” bile sistemde bir “varlık” ola-
rak bulunur. Ef’al âlemi dâhil olmak üzere bütün
sistem “var” üzerine bina edilmiştir.”
Bunu açacağız, genişleteceğiz ama esas olan
“YOK” kelimesi değildir. Esas olan “VAR” kelime-
sidir, “YOK”tan önce “VAR”ı iyi anlamak lazım.
Kafayı “YOK”a takarsanız işi çözemezsiniz. Çün-
kü “YOK” yaşanmaz. “Yokluğu yaşıyorum” diye
bir şey hiç olur mu? Kişi “Esas varlığı yaşıyorum”
diyebilir. “Ben bugüne kadar bir varlık yaşadı-
ğımı zannediyordum, şimdi esas varlığı yaşıyo-
rum” diyebilirsiniz ama “Yokluğu yaşıyorum”
diyemezsiniz, olmaz. Hem yok hem yaşıyor, ol-
maz. Öyle bir başarıya henüz rastlanmadı. Do-
layısıyla, esas meselenin “yokluk” değil “Varlık”
olduğunu anlamak lazım. Bütün sistem “Varlık”
üzerine kurulmuştur. Allah’ın yarattığı sistem

476
YILMAZ DÜNDAR

içerisinde “YOK”un yeri yoktur. Allah’a ait bir


şey söyleyeceksiniz ve “şu yok” diyeceksiniz,
olabilir mi? O sizin gittiğiniz restoranda olur. Bir
sipariş verirsiniz, gelirler, “O yok” derler. “YOK”
Allah için, Allah’a ait bir şey için nasıl kullanıla-
bilir? Sistemde her şey “VAR”a dayanır. “VAR”
o kadar kuvvetli bir şeydir ki o “VAR”ın tama-
mı içinde Allah; “BEN Benimdir” demiştir. Onu
duyunca Hazreti Mûsa aleyhisselâm’ın ayakları
yerden kesilmiştir. “BEN BENİM” bu kadar etkili
bir sözdür bu. “Sen kimsin?” deyince Rabbimiz
“BEN BENİM” demiştir. İşte o tamamen varlığa
dayanır. Varlığın içinde de yokluk olmaz.
“Allah vardır ve yaratılan herşey de varlığını
Allahın varlığından alır. Dolayısıyla Allah’ın siste-
minde “YOK”a yer yoktur.
Allah’ın zâtında zâtının bildiği varlığı, zıddı ol-
mayan bir var oluştur ve bu varlık tanımı yalnız
Allah’a aittir; bu özel varlık tanımı ise, “Ehad” ve
“Samed” vasıflarıyla ifade edilir.”
Evet, Allah’ın sistemi “Varlık” üzerinedir,
o sistem içerisinde bir “YOK” noktası yoktur.
Allah’ın var olması, Zâtı’nın var olması bizim
sistem içerisinde kendimize göre kullandığımız
“var ve yok”tan farklıdır. Allah’ın var olması öyle
bir şeydir ki zıddı yoktur, zıddı olmayan bir var-
lıktır. Yaratılmışlar, yani ef’al âlemi zıtlarıyla yara-
tılmıştır. Ak ve kara birbirinden ayrılmıştır. Ve o
teşbih mertebesini oluşturmuştur.

477
“Yaratılmışlara ait var oluş tanımlarından Al-
lah münezzehtir; (Sübhanallah). “A’mâ” da yok-
luk değildir.”
Bunu şimdilik bir cümleyle geçiyoruz: A’mâ
yokluk değildir! A’mâ Mertebesi vardır ve orası
bazı yerlerde “yokluk” gibi anlatılır. Bu meseleyi
tam göremedikleri için öyle anlatmaktadırlar.
“Tâlibin sistemde neye “YOK” denildiğini iyi bil-
mesi çok önemlidir. Dünya hayatında insanların
kullandığı mânâda bir “YOK”luk yaşanmaya ça-
lışılırsa, birincisi başarılı olunamaz, ikincisi boşa
ömür tüketilmiş olur. Tâlibin seyr-i sülûk’unda
hedefi “YOK”a ulaşmak değil “VAR”a ulaşmak
olmalıdır. “YOK” ulaşacağı ve yaşayacağı değil,
aksine kurtulması gereken bir durumdur.
Sistemde “var” sınıfına girmeyen ve “YOK” de-
nilen şey, VAR’DA VAR İLE ÜRETİLEN, VAR’DAN
KAYNAĞINI ALAN ZANNLARDIR.”
Sistemde “yok” denilen şey bile “var”dan üre-
tilen bir şeydir. Yani “yok” denilen şeyin kökeni
de “var”dır. O vardan kaynaklanan bir “yok”tur,
yani “var”dan kaynaklanan bir zann’dır. “Yok”
denilen şey bir ilmî suret değildir, yaratılmış bir
şey değildir, bir “var”dan üretilen zann’dır.
“İnsanı yanıltan, işte bu “YOK” olana “VAR”
muamelesi yapmasıdır.”
İnsanı yanıltan işte bu “yok” olandır, yani
Vehmin Zulmeti dediğimiz kısmıdır. Oraya “ve-
him” gibi bakılıyor ama orası vehmin zulmetidir.
Maalesef, bizim “yok” diye anlatmaya çalıştığı-

478
YILMAZ DÜNDAR

mız şeye insan dünya hayatında “var” der. Hatta


ona o kadar kuvvetle “var” der ve ona o kadar
kuvvetli inanır ki, o “yok”a “var” deyişi o kadar
kuvvetlidir ki “esas var”ı göremez. “Yok”a zihnini
o kadar bağlar ki o onun zihnini kör eder, esas
“var”ı göremez.
“İşte bu “VAR” demesiyle aslında “YOK”u ken-
disi için “VAR” yapar ve gerçek “VAR” olanı da
“YOK” yapar. İnsan bunu dûniHi algısı yüzünden
böyle yapar. Bu durumda “YOK” DENİLEN ŞEY
DÛNİHİ ALGI VE BU ALGININ ZANN’LARIDIR.”
Bu durumda “YOK” denilen şeyin tarifi sade-
ce bu olur: DûniHİ algı ve zann’ları! Kur’ân’da,
Sistem’de “yok” yalnızca budur. “Yok” deni-
len yaptığımız bu tariftekidir, dûniHİ algı ve
zann’ları “yok” hükmündedir. “Aşağıların Aşa-
ğısı” kitapçığından hatırlayacaksınız, dûniHİ algı
ve zann’larına Kur’ân tek bir cevap verir; “Yok-
tur, bâtıldır, iftiradır, yalandır” der. Kur’ân’ın yok,
bâtıl, iftira, yalan dediği şeye insan “var” der ve
hayatını da o varın üzerine bina eder. Anlatmaya
çalıştığımız bu. Tekâsür Sûresi bize; “Bununla bu
kadar oyalanma. Yeter be adam, yeter” diyor.
“DûniHi algının insanda ilk beliren zannı
Muhtariyeti Tercih Gücü yetkisinden kaynağını
alan bir zann olup, “Müstakilen Varım ve Muh-
tarım” iddiasıyla, yani “Sözde Tanrılık İddiası” ile
ortaya çıkar.”
İlk zann budur işte!

479
“Muhtariyeti Tercih Gücü yetkisi, vehmin zul-
meti aynasında bir yetki olarak değil de dûniHi
bir varlık ve kendisine ait özgür bir iradenin muh-
tariyeti olarak görüntülenir. “Varım ve Muhta-
rım” zannı, insanın dûniHi algıdan gelen diğer
zann’larının da ana sebebini oluşturur. İnsan
dûniHi algısından gelen zann’larının cimrisidir.”
İnsan bu zannları için çok cimridir. Orada
ürettiği zannlar için öyle cimridir ki... İnsan bu
zannla “yok”a “var” dedi ve o varlığa göre bir ha-
yat tarzı oluşturdu.
“Bu zann’lar onu aceleci, câhil, nankör, tartış-
maya ve kavgaya meyilli yapar. Yine bu zann’ları
yüzünden insan zayıf yapılı ve zann’larından
korkan bir yapıda olur. İnsanın ölümü tatmasıy-
la birlikte dûniHi algısı, bu algının zann’ları, bu
zann’lara dayanan yaşantı anıları büyük bir piş-
manlık ve eliym bir azaba dönüşür. Bu yüzden
dünya hayatında dûniHi algı ve zann’larından
kurtulmak demek, âhiretteki pişmanlık ve azap-
tan kurtulmak demek, olur.
Elbette ki; seyr-i sülûk’taki Tâlibin, ilk mü-
cadele edeceği şey dûniHi algı ve zann’larından
korunmak ve kurtulmak olmalıdır. Her tür mü-
cadelenin en geçerli yöntemi, bir yanlışı öncelikle
kaynağından yok etmek olduğundan, dûniHi algı
ve zann’larını besleyen “Kaynak Kavram” olan
“Müstakilen Varım ve Muhtarım” iddiası, yani
Sözde Tanrılık İddiası, yani Kur’ân’ın diliyle “Mü-
tekebbir Bakış ve Davranışlar”ın kökü kazınmalı-
dır, bir daha filizlenmemek üzere. Böylece; Tâlib,

480
YILMAZ DÜNDAR

dûniHi algının zannı olmayan varlığa ulaşır ki,


artık varlığın hakikatine doğru seyr başlar. As-
lında seyr-i sülûk sürecinde “benliğinden kurtul”
diye bir öğüt yoktur, bu öğüdün altı boştur. Bu
öğüt Uzakdoğu felsefelerinin telkini olup, âhiret
için bir şey ifade etmez.”
Bu tefekkür sayfasındaki konuya ilişkin de-
taylar “FATİHA ile fetih” ve “Aşağıların Aşağısı”
kitapçıklarından okunabilir. Özetlersek; dûniHİ
algı ve zann’larından medet ummamalıyız. Bu
konuda âyetler bizi uyarıyor:
“Bu (tevhid dîni İslâm) benim Müstakıym Sı-
rat’ımdır, (o halde) ona tâbi olun! Başka sebillere
(fikir yollarına) tâbi olmayın. (Çünkü) sizi O’nun
sebilinden (öğrettiği yoldan) ayırır. İşte bilfiil ko-
runasınız diye Allah size onu (bu ilkeleri) vasiyet
etti!” (En’âm-153)
En’âm Sûresi’nin 151, 152 ve 153. âyetlerinde
“On Emir, On Vasiyet” diye bilinen, geçmiş Nebî
ve Rasûllerin de getirdiği rivayet edilen emirler
görülür. 153. âyetteki onun son öğüdüdür ve ko-
numuzla ilgili olarak önemlidir. Bize buyrulur ki;
size göndermiş olduğum İslâm Dini, Tevhid Dini
benim doğru yolum budur. O halde ona tâbi
olun, başka sebillere, başka fikirlere ait yollara
tâbi olmayın. Bana ulaşmak için başka fikirlere,
başka fikirlerin sahiplerine gitmeyin! Çünkü on-
lar benim sebilimden, benim öğrettiğim yoldan
sizi ayırır. Sebil yol demektir ama bir inceliği de
vardır; fayda göreceğiniz yol mânâsına da gelir.
Sebil fayda göreceğinize inandığınız yol demek-

481
tir. Diyor ki: Siz başka sebillere bakarsanız, baş-
ka fikirleri önemserseniz, o felsefecileri önemli
görüp okursanız, “Bu da bizimkine benziyor,
güzel sözler söylüyor” der de onlara uyarsanız,
size faydalı gibi de gelse onlar sizi benim yolum-
dan ayırır. Hem bunlar hem onlar, ikisi bir arada
olmaz, bu yöntem sizi benim yolumdan ayırır.
Âyet böyle diyor. Bir de; “Bunu size vasiyet et-
tim” diyor. “Vasiyet ettim” demesi çok önemli-
dir. En’âm Sûresi’nin bu üç âyeti vasiyetle biter.
Allah “Bunları size vasiyet ettim” diyor.
“Âyetlerimizi yalanlayanların ve âhirete
îman etmeyenlerin hevalarına (dûniHi algı ve
zann’larına) tâbi olma. Onlar Rablerine eş tutar-
lar (dûniHi rabler uydururlar).” (En’âm-150)
Beğenip okuduğunuz felsefecilere bir bakın
lütfen, Allah’a Billâhi bir îmanları var mı? Yok!
Adam ya Budist ya başka bir şey. Bunu aklınız
alıyor mu? Günümüzde Efendimiz (SAV) olsa
onun öğütlerini okur mu? O halde siz nasıl onu
okur ve bir müslümana öğütlersiniz veya ora-
dan kendinize prensipler çıkarırsınız? Onların
kitapları bir müslümanın ülkesinde nasıl çok
satar? Birisi salyangoz getiriyor ve müslümanın
ülkesinde en çok satan o oluyor. Böyle bir şey
olabilir mi? Bu oluyorsa cennete tâlip olunabilir
mi? Âyette bize ne dedi? DûniHi olanların fikir-
lerine tâbi olma, onlar bir rab uydururlar. Zaten
uydurdukları bir rab vardır ve seni de kandırırlar.

482
YILMAZ DÜNDAR

“Rabbinizden size inzal olunana tâbi olun.


DûniHi velilere (yol göstericilere) tâbi olmayın.
Ne kadar da az tezekkür ediyorsunuz.” (A’râf-3)
Âyet böyle diyor ama insanlar onların sözleri-
ni, öğütlerini beğeniyor, birbirilerine gönderiyor.
Bu bizim öğütleyeceğimiz şeye terstir. Biz diyo-
ruz ki, birisi size hayat tarzıyla ilgili bir öğütte bu-
lunduğunda o öğüdün ne dediğine dikkat edin.
Sizi “Lâ ilahe İllallah, Muhammedün Rasûlullah”
Kelime-i Tevhid’ine mi getiriyor? Size namazı,
salâtı dosdoğru ikame edin, zekâtınızı verin mi
diyor? Yok! Öyleyse insanlar neden onları beğe-
nir? “Onlar da aynı şeyleri söylüyor” deyip neden
o sözleri yazar, çizer, asar, birbirlerine gönde-
rirler? Neden kendilerini ve başkalarını onlarla
meşgul ederler? Onlarda amel yok da onun için!
Amel olmadığı için severler. Çünkü; “Orada çok
güzel öğütler var. “Namazınızı kılın” gibi bir şey
de yok. Ohh, tam bana göre” diye düşünülüyor.
“Ne kadar güzel bir öğreti, içinde öğüt yok” de-
diğinizi, bundan hoşlandığınızı kendinize bir iti-
raf edin. Yapacağın hiç bir şey yok, sadece güzel
söz! “Bu sözü bana niye gönderdin?” diyorum,
cevap bu: Çok güzel söz diyor. Eee başka? Başka
bir şey yok!
Kalem Sâresi 37. âyet hem dünyada bir soru-
dur, hem âhirette bir sorudur: “Yoksa sizin bir
kitabınız var da ondan mı ders edip okuyorsu-
nuz?” Rabbin senin bu haline bakıp soruyor: Bu
kadar ısrarla o fikirleri, o kitapları incelediğine
göre senin başka bir kitabın mı var? Var da ora-

483
dan mı ders ediyorsun? Rabbin bunu sana hem
dünyada hem âhirette soruyor!
Konumuzu şimdi bir basamak ileri götürme-
ye çalışalım. Kul Zat, Kendinde Kendine Göre
Var, Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu, bunlar
hep aynı şeylerin farklı ifadelerle söylenmesi-
dir. Kul Zât’a veya Kendinde Kendine Göre Var
hâlinize veya Kayıtlı Kendini Hissetme Duygunu-
za bir yetki verilmiştir. O yetki Muhtariyeti Ter-
cih Gücü’dür. MTG bu açıkladığımız şekilde tarif
edilmediği ve yazılmadığı için âyet ve hadislerde
yok zannediliyor. Bu tarifin âyet ve hadislerden
çıkarıldığını kitapçıklarımızda açıkladık, anlat-
tık. Bu kendimizin koyduğu bir isim değil. Biraz
sonra Âmener Rasûlü âyetini okuduğumuzda
bunun orada da nasıl önemli bir yerinin olduğu-
nu göreceğiz. Orada bir noktayı sizinle paylaşa-
cağım, âyetin o mânâsı meâllerde de, tefsirlerde
de yok. Türkçede de, başka dillerde de. Orijinal
dildeki meâl ve açıklamalar da yeterince doğru
değil. Siz de duyunca hak vereceksiniz inşâAllah.
Onun esası Muhtariyet Gücü’dür ve o tama-
men Allah’ın muhtariyetindendir. Güç Allah’ın
muhtariyetinden verdiği bir yetkinin ismidir.
MTG’deki güç, güç-kuvvet mânâsına değildir,
yetkinin verdiği davranış biçimidir, yetkinin
kattığı güçtür, Muhtariyet Gücü’dür, esası odur.
Ama dünyada o Muhtariyeti Tercih Gücü’dür
yani “T” vardır. Muhtariyet Gücü zaten bir tercih
içindir, bir tercih için verilmiştir. Ama “T” ayrı bir
şeydir. O da tercihtir ama ayrı bir şeydir. Dün-
yada ve yalnızca bir konuda geçerlidir; Hakk ve

484
YILMAZ DÜNDAR

Bâtıl arasında tercih içindir. Bu tercih “suyu içe-


yim mi, içmeyeyim mi?” tercihi olmayıp Hakk’la
Bâtıl arasında tercihi yaparken kullandığımız bir
yetkidir ve dünyadaki sorumluluğu, imtihanı ve
emaneti ortaya koyar. Kitapçıklarda âyetleriyle
görmüştük. Ölümle birlikte, ölümü tatmakla
birlikte Hakk’la Bâtıl arasında tercih yapma kal-
kacağından “T”nin görevi bitmiştir. Görevi bitti-
ği için “T” kalkar ama Muhtariyet Gücü devam
eder. Tefekkür şemamızda MTG’den başka bir
de dûniHİ algı anlatılıyor. DûniHİ algı “Allah’ın
dışı var” algısıdır. Onu tamamıyla konusu bu
olan “Aşağıların Aşağısı” kitapçığında geniş ele
aldık, lütfen oradan bakınız.
DûniHİ algı ve zann’larına dayalı bir hayat
tarzı oluşturmak MTG ile mümkündür. DûniHİ
algı ve zann’larına dayalı hayat tarzı, kişinin ken-
dini Allah’ın dışında bir varlık sanması ve buna
göre yaşamasıdır. Yani Allah var, onun dışında
müstakil ve muhtar kendisi de var düşünce-
sine dayalı bir hayat. İnsanın bu algıdan çeşitli
zannlar üreterek buna göre hayat tarzı oluştur-
ması ancak MTG ile başarılır. Ama dikkat edin,
dûniHİ algıdan Billâhi algıya geçebilmek de
MTG ile başarılır. İkisi de onunla! Allah muhafa-
za etsin, bâtıl yolda ilerlemek de Hakk yola dön-
mek de MTG ile olur. MTG dünyada bizim için
bu kadar önemlidir. Bunu kitapçıklarda çok iyi
incelemenizi, size netleşmesi için gayret etmeni-
zi öneririm.
Esfele sâfiliyn hayatın, yanlış hayatın o ha-
yatı benimsemiş insan için memnuniyet verici

485
olması için MTG’nin Muhtariyet Gücü kısmına,
o yetkiye kısıtlar koymak ayrı bir konudur. Yani
MTG’nin esfele sâfiliyne ait hayatı en azından
yanlışa düşmeden geçirmek için Muhtariyet
Gücü’ne kısıtlar koyması “Tercih” ile ilgili değil-
dir, o ayrı bir iştir. MTG’deki “T” yalnızca Hakk
ve Bâtıl arasında tercihle ilgilidir. MTG’deki “T”
Hakk’la bâtıl arasında bir tercih yapılacağı za-
man devreye girer. Burada şöyle bir uygulama
farkı vardır. Hakk’a yöneliş de, Bâtıl’a gidiş de
MTG ile başarılır ama şunu fark edin: Kendisine
verilmiş olan MTG ile dûniHİ algı ve zann’larına
uygun bir hayat tarzı oluşturmak için kişi
MTG’deki yetkisini gaza tam basarak kullanır,
bu yetkiyi öyle kullanır. Kimilerinin araba kulla-
nırken gaza sonuna kadar basmayı sevmesi gibi,
MTG’yi de bazıları öyle kullanır. O hayat tarzı
zaten bazı karakterlerin işaretidir. O kişi MTG
yetkisini kullanırken de kendisinin zannettiği bu
tercih yetkisinin gazına sonuna kadar basar. Böy-
lece Esfele sâfiliyn yaşantıyı kendisine hayat tarzı
haline getirir. Peki, dûniHİ algı ve zann’larından
korunmak için MTG’yi nasıl kullanmak lazım?
MTG’nin gazına değil frenine basmak lazım.
Fark budur! Bu yüzden yanlışa da, doğruya da
MTG ile gidilir. Kendisine emanet edilen MTG’yi
“varım ve müstakilim” diye ilan edip, “Ben dile-
diğim gibi yaşarım, bana kim karışır” deyip gaza
sonuna kadar basarsa esfele sâfiliyn hayatın da
sonuna kadar gider. Öyle yapmayıp frene bas-
ması lazım. O öyle bir yetki ki yeri geldikçe frene
basması lazımdır. Ki çok sık yeri gelir. O yetki-

486
YILMAZ DÜNDAR

yi frene basarak kullanmalıdır ki kişi onu Hakk


yolda kullanabilsin. O yetki frene basarak nasıl
kullanılır? İşte önemli nokta budur. Bunu bir in-
sanın, Rabbi öğretmeden bilmesi mümkün de-
ğildir. Çünkü o dünyaya geldiğinde MTG’yi ken-
di elinde sonuna kadar gaza basılacak şekilde
buldu, kendisini de onun yarışı içerisinde buldu.
Onun bir freninin olduğunu ve o frene basılması
gerektiğini bize rabbimiz öğretiyor. O freni bize
öğrettiği tâbir “Semi’nâ ve eta’nâ”dır; “İşittik ve
itaat ettik.” Bütün anlattıklarımızın süzüle süzü-
le geleceği en önemli noktası burasıdır; semi’nâ
ve eta’nâ. Bu o kadar önemli bir teslimiyet ifade-
sidir ki onu göreceğiz inşâAllah.
“Hani melâikeye “Secde edin Âdem’e” dedik
de, İblis müstesna behemehal secde ettiler. (İb-
lis): “Tıyn/balçık olarak yarattığın kişiye secde
eder miyim?” dedi.” (İsrâ-61)
Bu âyetten kendimize dersler çıkaralım. Allah
İblis’e “Şöyle yap” diyor, o “Semi’nâ ve eta’nâ”
demiyor, Rabbine “İşittik ve itaat ettik” demiyor,
kendi bildiğini yapıyor. Bu anlatılanların hikmet-
leri ayrı iştir. Biz şu an âyetin yalnızca bize lazım
olan kısmını alıyoruz. O da kendisinin hüküm
veriyor olmasıdır. Bu hükmün temelini ne oluş-
turuyor? Birbirlerine Göre Var olan yapı! “Âdem’e
secde edin” denildiği zaman İblis onun dış görü-
nüşüne bakıyor, yaratıldığı malzemeye bakıyor
ve “Onu balçıktan yarattın, ben ise nârdanım,
ondan üstünüm. Ona secde eder miyim?” di-
yor. Onu yanıltan Birbirine Göre Var olan yapı!
Görebileceğimiz en önemli ve ilk yanılgı budur

487
ve bu bize derstir. Şeytanın nasıl yanıldığı ve bu
yüzden başına neler geldiği bize ders olarak an-
latılıyor. Âdem’in yapısına, dış görünüşüne ba-
karak aldandı. Bu dış görünüşte bu hammadde
ile yaratılan için “Ben ondan üstünüm, secde et-
mem” dedi. Allah’a “Semi’nâ ve eta’nâ” demedi.
Böylece Allah’a ve yarattığına karşı Mütekebbir
davranmış olur. Bu âyetten günümüzdeki secde
etmeyenler için de bir çıkarım yapabiliriz: İkisi
arasında fark var mı acaba?
“Muhakkak ki, Allah bilir ve siz bilemezsiniz.”
(Nahl-74)
“Hakk yolla ilgili öyle şeyler vardır ki Allah bi-
lir, siz bilemezsiniz. Kendiniz hüküm vermeyin”
diye bizi uyarıyor.
Allah ve O’nun Rasûlü bir işi hükmettiklerin-
de mü’min bir erkek ve mü’min bir kadının o iş-
lerinde kendileri için tercih/seçim hakkı yoktur.
Kim Allah’a ve O’nun Rasûlüne isyan ederse ger-
çekten apaçık bir dalâlete sapmıştır.” (Ahzâb-36)
Âyet “frene bas” diyor. Bir kişi zâhiren ilk ba-
samakta “İnsanın seçimi yoktur” derse yanılır.
Âyet “Şu durumlarda onların seçim hakkı yok-
tur” diyor. Hangi durumda? Bir konuda Allah ve
Rasûlü hükmettiğinde. O zaman artık o mü’min
erkek veya o mü’min kadının o işle ilgili ayrıca
bir seçimi olamaz, “Şöyle yapacağım, şöyle dav-
ranacağım” deme hakkı yoktur. “Seçim yapma
gücü yoktur” değil, bu gücü kullanma hakkı
yoktur. Kullanırsa haddi aşmış olur. Âyet şöyle
tamamlanıyor: Kim Allah’a ve O’nun Rasûlüne

488
YILMAZ DÜNDAR

isyan ederse gerçekten apaçık bir dalâlete sap-


mıştır. Dalâlete sapmak Billâhi gerçeğinden uza-
ğa düşmektir, dûniHİ algıda çok ilerlemektir, çok
yol kat etmek demektir, hem de hızla. Bu kişi
çok memnun, çok rahat, çok zengin, çok sağlıklı
olabilir, ama dûniHİ algıda çok hızlı gider. Ora-
da hızlı ilerlemesi için her işinin tıkırında gitmesi
lazım. Onun o haline bakıp da “Ne şanslı adam”
demeyin, sakın. Onun yollarını açmışlar, esfele
sâfiliyn hayatta, dûniHİ yaşantıda ilerleyip gitsin
diye. Çünkü herkes âhiretteki yerine hazırlanı-
yor. O da yerini hak edebilmek için burada gay-
ret sarf ediyor. Öyle de gider.
“Musîbetten size ne isâbet ederse ellerinizin
kazandıkları dolayısıyladır. (Allah) bir çoğunu
da affediyor.” (Şûrâ-30)
Her yaptığınız bir musibete çevrilmiyor. Allah
-bazısını değil- bir çoğunu affediyor. Musibetin
ne olduğu, neye musibet denildiği geniş bir ko-
nudur. İnsanın başına gelen memnun olmadığı
her olaya musibet denmez. Siz bir olaya musibet
deseniz bile o Allah indinde o musibet olmaya-
bilir. O yüzden, âyet “Sizin şer zannettiğiniz şey-
lerin içinde hayr vardır, hayr zannettiklerinizde
de şer vardır” der. Bilmiyorsunuz. Haberlerde
vardı, adam iddiadan mı, loto/totodan mı şu
kadar milyon lira kazanmış. Kazandıktan son-
ra başına gelmeyen kalmadı, neredeyse ölecek.
Demek ki karşımıza çıkan her imkan hayr değil,
bizi üzen sıkan her şey de musibet değil. Musi-
bet Allah’tan uzaklaştıran şeydir, özellikle budur.
Bir şey ki sizi Allah’tan uzaklaştırıyor, o musibet-

489
tir. Ve o ellerinizin kazandığıdır, yani fikirleriniz-
le yaptıklarınızdır. Âyet bunu anlatıyor. Kendi
kafanıza uyup da oluşturduğunuz fikirlerinizle
yaptıklarınızdan, Allah’a “Semi’nâ ve eta’nâ” de-
mediğiniz yerlerden başınıza bir çok şey gelir.
Şimdi Bakara Suresi 285 ve 286. âyetleri te-
zekkür edeceğiz.
Euzü Billâhi mineş şeytanir raciym, Bismillâhir
Rahmânir Rahıym. “Âmener rasûlü Bi mâ ünzile
ileyhi min rabbihî vel mü’minûn: Er Rasûl Rab-
binden kendisine inzal olunana Billâhi anlamın-
da îman etti, mü’minler de îman etti.” (Baka-
ra-285)
Meal yapılırken buraya “Billâhi anlamında”
ifadesi eklenmezse, bir kere âyette geçen “B”
harfi, yani “bu îman dûniHİ değildir” anlamı ka-
çırılmış olur. Meâlen “Er Rasûl Rabbinden ken-
disine inzal olunana îman etti, mü’minler de”
denilirse âyet eksik kalmış olur. Bu durumda
okuyan kişi dûniHİ düşünebilir. Dışında, ötesin-
de bir Allah’a ve Rasûl’e îman ediyor olması ona
doğru gelir. Ama âyet “Rasûl kendisine indirilene
Billâhi anlamında îman etti” diyor. Yani kendisini
Allah’ın dışında düşünmeksizin kendisine inene
îman etti. Mü’minler de böyle îman ettiler, ken-
dilerini Allah’ın dışında algılamadılar, öyle dü-
şünmediler. Zaten o günün müşrikleriyle olan
mücadele buydu. Müşrikler Allah’a inanıyorlar-
dı ama dûniHİ! Ama îmanları Efendimiz (SAV)
in açıkladığı “B” mânâsında, “Billâhi” anlamında
bir îman değil. Âmener Rasûlü âyetleri bize nasıl

490
YILMAZ DÜNDAR

inanacağımızı da öğreten, bizim için çok önemli


müjdeler içeren değeri çok yüksek iki âyettir.
“Küllün amene Billâhi ve melaiketihî ve
kütübihî ve rusulihî: (Rasûl böyle îman etti.
Mü’minler de) hepsi Billâhi anlamında ol-
mak üzere Allah’a, meleklerine, kitaplarına ve
rasûllerine îman etmiştir.” (Bakara-285)
Allah’a dûniHİ olmaksızın îman ettiler. Me-
leklerini, kitaplarını ve rasûllerini de Allah’ın
dışında düşünmeksizin îman ettiler. “Allah var,
dışında da melekler, kitaplar ve rasûller var” gibi
bir îman değil! “B” anlamında inandılar. “B” an-
lamında demek, “Allah’ın dışı algısı” olmadan
demektir. DûniHİ demek, bir işi Allah’ın dışın-
da düşünmek demektir. Kur’ân “DûniHİ bir şey
yok, Allah’ın dışı yok, onu sen uydurdun. Allah’a
iftira ediyorsun” diyor. Bakara-285’in ilk kısmı
bize mü’minlerin îmanını tarif ediyor: Onlar
kendilerini ve Allah’ın meleklerini, kitaplarını,
rasûllerini Allah’ın dışında düşünmeden, onlara
dûniHİ bir yer vermeden, öyle bir zann üretme-
den îman ettiler. Böyle îman edenler sonra ne
dediler?
“Lâ nuferriku beyne ehadin min rusulihi. Ve
kâlû: “Semi’nâ ve eta’nâ, ğufrâneke Rabbenâ
ve ileykel masıyr: O’nun Rasûllerinden hiçbiri-
ni ayırt etmeyiz. İşittik ve itaat ettik. Ğufransın
Rabbimiz, dönüşümüz sanadır dediler.” (Baka-
ra-285)
“Lâ nuferriku beyne ehadin min rusûlih” du-
ruşu yalnız İslâmiyette vardır, bunu yalnızca biz

491
deriz. Müthiş bir şey. Diğer Ehl-i Kitab bütün
rasûlleri kabul etmez. Biz hiç birini ayırmaksınız
bütün rasûlleri kabul ettiğimizi o zaman da böy-
le söylemişiz.
Sonra “Semi’nâ ve eta’nâ; işittik ve itaat ettik”
dediler. Sonra da; “Ğufraneke rabbena; ğufransın
rabbimiz” diyorlar. Bunu öyle bir yapmışlar, öyle
bir yaşamışlar ki: “Rabbena, rabbena, rabbena;
rabbimiz, rabbimiz, rabbimiz bizi bağışlayıver”
diyerek. Hem bunu, hem “Semi’nâ ve Eta’nâ”yı
öyle yaşıyorlar ki...
DûniHİ hayatın içine o kadar dalmışız ki “İşit-
tik ve itaat ettik” demek bizi ürkütüyor. “Annem
ne der, amcam ne der, sevgilim ne der, karım ne
der?” deyip çekiniyoruz. Ne diyeceklerin listesi
uzun. Halbuki, olması gereken tek şey var: Allah
ne der? “Karım ne der, çocuğum ne der, hocam
ne der?” diyoruz ama bunu listeye yazmıyoruz.
Öyle olunca, “Semi’nâ ve eta’nâ” dememize rağ-
men bir türlü doğru ve gerçek teslimiyeti yakala-
yamayıp tedirgin oluyoruz. Bu yüzden diğer âyet
geliyor. Bu âyet, bir bu tedirginlik içindir, bir de
gerçek bir teslimiyetle “Semi’nâ ve Eta’nâ” diyen-
ler içindir. Onlar dalga dalga öyle bir “Semi’nâ
ve eta’nâ, ğufrâneke Rabbenâ” diyorlar ki Ba-
kara-286 onlara sesleniyor. Bize de “Semi’nâ ve
Eta’nâ demekten korkmayın” diyor.
“Lâ yükellifullâhu nefsen illâ vüs’ahe: Allah
hiç bir nefse kapasitesinin dışındakini teklif et-
mez.” (Bakara-286)

492
YILMAZ DÜNDAR

Buyuruyor: Size yapamayacağınız bir şeyi


teklif etmeyiz, bu yüzden “Semi’nâ ve eta’nâ”
demekten korkmayın, “Semi’nâ ve eta’nâ” dedik
diye de korkmayın, Allah yapamayacağınız şeyi
size teklif etmez. Ve böyle diyenleri müjdeliyor:
“Lehâ mâ kesebet ve aleyha mektesebet:
(Her nefsin ‘Semi’na ve eta’na’ deyip gereğini ya-
parak) kazandığı kendi lehine, (‘Müstakilen va-
rım ve muhtarım’ iddiasıyla) yapacağı da kendi
aleyhinedir.” (Bakara-286)
Âyetin bu kısmı, gördüğüm tüm meâllerde
ve tefsirlerde karıştırılmış, başka dillerdekiler
de dâhil. Neden? MTG’yi bilmedikleri için. “Bil-
medikleri için” demeyelim, fark edemedikleri
için. Çünkü o güç var. Bu âyetin meâline uzun
açıklamalar yazıyorlar. Halbuki âyet kısacık:
“Lehâ mâ kesebet ve aleyhâ mektesebet.” Lehâ
lehine demek, aleyhâ aleyhine demek. Diğer iki
kelime keseb ve iktisab. Meâli yapanlar lügâte
bakıyorlar, ikisi de aynı mânâda. Aynı mânâda
olmasına rağmen aynı âyette iki farklı şekilde-
ler ve yan yanalar. İkisine de “keseb” veya ikisi-
ne de “iktisab” diyebilirdi, ama dememiş! Öyle
olunca meâlini yazarken mânâ doğru çıkacak
şekilde uzun ve kendilerince onarılmış bir cüm-
le yazıyorlar. Âyetin burası bizim için önemli ol-
duğundan onu kelime kelime meâllendirelim.
“Her nefsin kazandığı kendi lehine, yapacağı
da kendi aleyhinedir.” Meâl bu kadar. Keseb ve
İktisab. Bu iki kelime aynı mânâda ama ince bir
fark var. Bu âyet özelinde olmak kaydıyla; keseb,
isabet ettirmek/kazanmak demektir, bir defada

493
onikiden vurmak demektir. İktisab ise, bir şeyi,
bir hedefi onikiden vurmak için didinmek, çır-
pınmak demektir. Âyete göre; “Her nefsin kesebi
(kazandığı) lehine, iktisabı (çalışıp, didinip ya-
pacağı) da aleyhinedir.” Ancak, eğer siz bu meâli
yaparken MTG’yi, “Semi’nâ ve eta’nâ”yı göz
önünde bulundurmazsanız âyetin kendine özgü
mânâsı düzgün çıkmaz. Biz şimdi âyeti bu bakış-
la mânâlandıralım: Her nefsin kesebi (Müstaki-
len VAR ve Muhtar olan ancak Allah’tır diyerek
MTG yetkisiyle Rabbinin önerisini tercih edenin,
‘İşittik ve itaat ettik’ diyenin Rabbinden öğrenip
kazandığı) dünya ve ahiret hayatında onun lehi-
nedir, iktisabı (Müstakilen varım ve muhtarım
iddiasıyla doğru zannederek uydurduğu heva ve
hevesler için çalışıp didiniyor olsa bile eline ge-
çen) onun aleyhinedir.
Rabbimiz buyuruyor: “Biz sana ‘Semi’nâ ve
eta’nâ’ de” dedik. Eğer ‘Semi’nâ ve eta’nâ’ der-
sen hiç gayret sarf etmeden kazanırsın. ‘Semi’nâ
ve eta’nâ’ dersen, MTG’ye onunla fren yaparsan,
direksiyonu Rabbine çevirirsen hemen kazanır-
sın, hedefi onikiden vurursun. Çünkü Hakk yolu
sen bilemezsin, sana ‘Böyle yap’ diyen Allah bilir.
Bu yüzden, Rabbine yönelip ‘Semi’nâ ve eta’nâ’
dersen kazanırsın. ‘Ben bilirim’ deyip kendine
göre doğru olanı yapacağım diye uğraşırsan,
çalışıp çırpınsan bile aleyhinedir.” Meâl anlaşıl-
dı mı inşâAllah? “Semi’nâ ve eta’nâ” dedin diye
korkma, tedirgin olma, senden kapasitenin dı-
şındakini istemeyiz, bu bir. Bir de sen “Semi’na
ve ata’na; Allahım işittik ve uyduk” dediğinde

494
YILMAZ DÜNDAR

hedefin şaşmaz, hiç gayret etmeden onikiden


vurursun. Ama “MTG yetkisi bana aittir, gaza
basıp onunla dilediğim gibi davranırım” der de
çırpınırsan, kendi uydurduğun ve doğru zannet-
tiğin şey için çok gayret sarf eder, çok yorulur,
çok terlersin ama yaptıkların kendi aleyhinedir,
oradan senin işine yarayacak bir şey çıkmaz. İna-
nışı yanlış olanlara Ehlullah demiştir ki; terleye-
rek sevap kazanılmaz. Eğer yanlış yoldaysan ve
terliyorsan sevap olmaz.
Billâhi anlamında inanmışsan ve “Semi’nâ ve
eta’nâ” demişsen âyette bir duâ öğretilir, yapa-
cağımız hatalardan bağışlanmamız için duâmız
öğretilir:
“Rabbenâ lâ tuâhiznâ in nesiynâ ev ehta’nâ:
Rabbimiz, eğer unutursak veya hataya düşersek
bununla bizi mesul tutma, affet bizi.”
“Rabbenâ ve lâ tahmil aleynâ isran kemâ
hameltehû alelleziyne min kablinâ: Rabbimiz,
bizden evvelkilere yüklemiş olduğun ağır yükleri
bizlere yükleme.”
“Rabbenâ ve lâ tuhammilnâ mâ lâ tâkade
lenâ bih: Rabbimiz güç yetiremeyeceğimiz şey-
leri bize yükleme.”
“Va’fu annâ, vağfirlenâ, verhamnâ: Affey-
le bizleri, mağfiret et bizleri, rahmet buyur, acı
merhamet et bize.”
“Ente Mevlânâ, fensurnâ alel kavmil kâfirîn:
Sen Mevlâmızsın, o halde kâfirlere karşı bize yar-
dım/zafer ihsan et.” Âmîn.

495
Kendisine karşı yardım istediğimiz ve zafer
talep ettiğimiz kâfir; bir bildiğimiz mânâdadır,
bir de kendimizdeki esfele sâfiliyn yapıdır. O
yapımız kâfir değil mi? İşte ona karşı da “Bize
yardım et ve zafer nasib et” diyoruz. Dolayısıyla,
“Âmener Rasûlü” diye bildiğimiz, Hazreti Ömer
radıyallahu anh’ın “Aklı olan bunu okumadan
uyumaz” dediği bu âyetler, bizim için bu ka-
dar önemli, böylesine yol gösterici olduğundan
onların hem okunması hem ders alınması bizi
motive eder, moralimizi düzeltir, bize güç verir.
Bu sebeple o âyetleri bu gördüğümüz mânâsı
ile okumak önemlidir. Yatmadan önce bunu
yapmakla her gün kendinizi motive ederek o
âyetlerle uyumuş olursunuz.
Bir kişi Hakk ve bâtıl konusunda tercihini
daima Rabbinden yana yapmışken, Hakk için
çalışırken, bu konuyu savunurken, bu konunun
destekçisi olurken eğer Allah’a minnet ederse
yanlış yapar. Geldiğimiz yer için bu önemli bir
püf noktasıdır. “Allah’a minnet etmek ne de-
mektir?” önce bunu bir örnekle açıklayalım. Kişi
düşünüyor veya diyor ki, “Bu kadar konu çıkıyor
karşıma, ben hep Allah’ı tercih ediyorum.” Bu
aslında gizlice “Ben müstakilen varım ve muh-
tarım” demektir. Ama o farkında değil. Zaten o
yüzden böyle düşünür: “Konu ne olursa olsun
hep Allah’ı tercih ediyoruz, herhalde bizi unut-
maz. Bu kadar koştuk ettik. Şuraya para harca-
yabilecekken Hac’ca harcadık, şu yatırımı yapa-
cakken buraya yardım ettik, herhalde bunların
bir karşılığı vardır.” Çok tehlikeli! Sakın! Sakın! “O

496
YILMAZ DÜNDAR

kadar geceleri kalkıyoruz...” Sakın! “O kadar ki-


tap var, şu var, bu var.” Sakın! Sakın...
“İslâm oldular diye sana minnet ediyorlar. De
ki; İslâm’ınız için bana minnet etmeyin. Bilakis
sizi îmana hidayet ettiği için Allah size minnet
eder. Eğer sâdıklar iseniz.” (Hucurat-17)
Bazıları Efendimiz (SAV) e gelip bu yolu seç-
melerini başa kakan davranışlar sergiliyorlar ve
âyet geliyor: “Onlara söyle, İslâm’ı seçtiler diye
senin başına kakmasınlar. Gerekirse Allah on-
ların başına kakar, Allah onlara minnet eder.”
Allah nasıl minnet eder? Mesela der ki; sana
lutfettik de gece kalkıyorsun, lutfettik de an-
latıyorsun, yazıyorsun. Ne var sende? Bunların
karşılığı ne var sende? Hiç bir şey yok! Böyle der
ve sana minnet eder. “Onları yapıyorum diye sa-
kın kendini bir şey zannetme, bunları sana Allah
lutfediyor” diyor. Bu yüzden sen Allah’a minnet
edemezsin, Allah sana minnet eder. “Arkadaşım
şuraya gidiyor ama ben burayı tercih ediyorum”
demen doğru olmaz. Hemen korkup Allah’a sı-
ğınman, hamd etmen lazım. Elhamdülillah diye-
rek hamdın Allah’a ait olduğunu beyan etmen ve
hâlinin şükrünü ifade etmen lazım. Onu elinden
alır diye korkman, çok korkman lazım. Azıcık
bile olsa İslâm’la ilişkin varsa onu alır diye ödün
kopmalı. Çünkü senin için o azıcık olan şey nasıl
etkilidir, bilemezsin. O azıcık dediğin âhirette ne
büyük bir şeydir kim bilir! Büyük bir şey zanne-
denlerinki âhirette kim bilir ne küçük bir şeydir,
bilemezsin. İnsanların Allah ile olan duygu, his
ve ilişkilerini kimse bilemez. İlla Allah bilir. Bile-

497
mezsin. Onu elinden alırsa mahvolursun, çılgına
dönersin. “Tercih” konusunda minnete çok dik-
kat etmek lazım. Biz değil Allah minnet eder.
Bir başka önemli konu nefrettir. Nereden
nereye atladık gibi mi oldu? Her türlü nefret
hastalığa sebep olur, her türlü nefret mutlaka
hastalık olarak çıkar. Sıralayacak olursak ilk ele
almamız gereken nefret kâfirin nefretidir. Nedir
o? O Ğıll’dir. Kur’ân’dan öğrendiğimiz Ğıll odur.
Onu “İnşirah”, “FATİHA ile fetih” ve “Aşağıların
Aşağısı” kitapçıklarında gördük, Ğıll bulunduk-
ça kişi cennete giremez. Ğıll’in esası, anası da
kâfirlerde bulunur, onlar Allah’tan nefret eder-
ler. Hatta öyle nefret ederler ki, Allah’ı hatırlatan
her şeyden nefret ederler. Başörtüsü görür nef-
ret eder, birisinin elinde namazla ilgili tesbih gö-
rür nefret eder, sakal görür nefret eder. Hâlbuki,
müslüman olmayanın sakalından nefret etmez.
Enteresan bir şey! Allah’ı hatırlatan her şeyden
nefret eder. İşte bu hastalığa dönüşür, kesin. Kişi
hastalıkları incelesin, gerisinde Allah’tan nefreti,
Allah’a ait nefreti, Allah’ın sistemiyle ilgili nefre-
ti görecektir. İleride belki o hastalıkları isim isim
yazacağız inşâAllah. Şimdilik yalnızca konuyu
duyuralım diye kısa geçiyoruz.
Peki, mü’min nefret eder mi? Mü’min de nef-
ret eder ama bilmediği için. DûniHİ baktığı için
kendisini dışında zannettiği Allah’a saygılıdır.
Kendisince Allah’a saygılıdır ama mü’min kar-
deşlerinden nefret eder. Bu nasıl bir nefrettir?
Onların zatlarından nefrettir, zatlarından nefret
eder. Nefretin hastalığa dönüşmesinin sebebi

498
YILMAZ DÜNDAR

“zat”tan nefret etmektir, Allah’ın zâtından nef-


ret etmektir. İnsanlarla ilgili olarak da, kişi nefre-
tini insanların zatlarına yönlendirir, onun zatın-
dan nefret eder. O da kişide mutlaka hastalığa
dönüşür. Öyleyse şöyle diyelim; nefret yasaktır,
hele zattan nefret çok tehlikelidir. İslam’da nef-
ret yoktur, buğz vardır. İyi bir mü’min gerekti-
ğinde buğz eder. Buğz o kişinin yüklendiği rolle
ilgilidir. Mü’min buğz etmekle o role katılmadı-
ğını belirtir, “Bu rol Allah’ın rızasına uygun de-
ğil” der. Onun bakışı kişinin zâtıyla değil rolüyle
ilgilidir. Kişinin rolü değişirse ona bakışı değişir.
Kişinin rolünden mi, zatından mı nefret ettiğini
bazı cümlelerden tanıyabiliriz. “Artık ağzınla kuş
tutsan olmaz” gibi şeyler söyler. Onun zâtından
nefret ettiğini anlarız. Zattan nefret ettiği için
bu ondan bir hastalık olarak çıkacaktır. Mü’min
buğz eder, çünkü buğz zatla değil, rollerle ilgili-
dir. Daha ilerisinde buğz da etmez, o sadr geniş-
lemesi ile ilgilidir. Sadrı dar olan buğzunu nef-
rete, düşmanlığa çevirir, kavgaya dönüştürür. Bu
yüzden, Dîn’i anlatmak için, Tebliğ yapmak için
sadrın en az iki basamak genişlemesi gerekir. “İn-
şirah” kitapçığında bahsettiğimiz iki aşamalı ge-
nişlemenin olması lazım ki nefret ve buğz kalk-
sın, tebliğde insanlarla ilişkisi ona göre olsun.
Sonuç olarak, kaderle geçinemeyenlerin ka-
derle didişmeleri hastalığa dönüşür. Kişi kaderi
anlayamamış da kaderle didişiyorsa o bir has-
talığa dönüşür. Biliriz ki konservenin kapağı şiş-
mişse zehirlidir. Kapağı bombeleşmiş, küflenmiş,
bozulmuş konserveyi yerseniz zehirlenirsiniz.

499
Yeni ambalajlarda uyarı da koymuşlar, kapağın
şişkinliği şu seviyeye gelmişse zehirlidir diye. Ka-
pak çökük olmalı, hafif bir çukurluk olması gere-
kiyor. Clostridium bakterileri özellikle de Clostri-
dium perfringens gaz yapar, o da kapağı şişirir. O
düzeyde üremenin olduğu bir konserve kullanıl-
mışsa şiddetli zehirleme yapar. Ama bir kişi onu
bilmiyor. Gidip o konserveyi açtı, yedi. Bilmiyor
diye konserve onu zehirlemeyecek mi? Zehirler.
Bilmemesi ölçü değil. Nefret de öyledir. “Ben
kaderin öyle olduğunu bilmiyordum” demen
bir şeyi değiştirmez. Kaderle didişirsen o sende
hastalığa dönüşür. Çünkü vücud, Sahibi’yle didi-
şene hizmet etmez.
“Keşke” ifadesi de bir didişmedir. Bir kişi geç-
mişindeki herhangi bir şeye “keşke” diyorsa ka-
derle didişiyordur. “Keşke şöyle olsaydı” diyorsa,
bu pişmanlığı acıya, şikâyete çevirmişse bu onun
bir türlü zihninden çıkmadığı gibi artık içini yak-
maya başlamıştır. Kişi şimdiden yanmaya baş-
lamış, içi yanıyor. “Şu konu açıldı mı hâlâ içim
yanar. Keşke öyle olmasaydı” deyip duruyor.
“Niye?” diyorsunuz. “Sorma, o zamandan beri
hayatın tadı kalmadı” diyor. Bu haliyle o neyi ça-
ğırır biliyor musunuz? Şeker hastalığını! Hayatın
tadı kalmadıysa vücudun da tadı kalmaz. Kader-
le didişmek böyle tehlikelidir. Kaderle didişme
göstergelerinden birisi de sürekli çocukluğuna
dönme isteğidir. Hayatını sevmez, sürekli “Keşke
şu yaşta olsaydım” der durur. İlerideki beyin has-
talıklarının önemli bir sebebi de budur. Çocuk-
luğa dönme arzusu beyni iflas ettirir.

500
YILMAZ DÜNDAR

Bazıları da Allah’ın emirlerini sindiremez.


Dünyayı beğenmez, gidişatını beğenmez,
Allah’ın dileğini bir türlü içine sindiremez. O
duygular boşa gitmez, onlar da onda hastalığa
dönüşür..
Hastalıkların sonrası da enteresandır. Kâfir
genellikle şifa bulur. Şımarması için. Çünkü o iyi-
leşince şımarır. “Duâ bile etmedik, iyileştik” gibi
laflar eder. Nasıl iyileştin? Hep kendime güven-
dim, özgüvenimi, egomu yükselttim, şunu yap-
tım, bunu ettim... Sonra onu coştururlar, üstüne
bir de “Ben şu hastalığı nasıl yendim?” kitabı ya-
zar. Açın, okuyun, içi tamamen Allah’a isyanla,
işi Allah’a bağlamayan öğütlerle doludur. Anla-
tımlarında eğer îmandan bahsedecekse “Müs-
takilen var ve muhtar” olarak bahseder, îman
duygusundan bir ilaç olarak değerlendirmeler
yapar. Meselesi Âmentü Billâhi konusu ve gereği
değildir. Bu haliyle o da kendisini bir yere hazırlı-
yor. Âyet diyor ki; biz ona veririz, o da memnun
olur, şımarır. Hatta öyle şımarır ki onun canını
çok şımarık, çok rahat olduğu bir anda alırız.
Çünkü hastalıktan kurtuluşunu, şifayı Allah’a
bağlamadı. Bazı mü’minler de hastayken çok
duâ ederler, Allah onlara şifasını verir, ertesi
gün Allah’ı unuturlar, işi başka şeylere bağlarlar.
Daha dün türbeler, oralar, buralar, ne desek, ne-
reyi söylesek gidecektin, ne oldu? Bir anda hepsi
bitti, Allah’ı unuttu. Bu söylediklerim hep âyet
meâlleridir. Bir kul da vardır hasta olur, şifa bu-
lur, hastalıktan sonra teslimiyeti çok artar. Buna
o hastalık güzel gelmiştir elhamdülillah. Bir de

501
bazı mü’minlerin hastalığı vardır ki çok özel bir
konudur, belki ileride konuşuruz. O hâlin bu ta-
nımlarla ilişkisi yoktur, farklı bir şeydir. Onlara
hastalık verilir ama o içi santim santim muhab-
bet dolu bir hastalık görüntüsüdür.
Konuyu 26. Tefekkür Sayfası ile tamamlayalı:
“Yaratılmışların birbirlerine göre “var” olma-
ları, kesret nuru’nun görüntü sağlama mekaniz-
masıyla oluşur ki; bu durum, günümüz bilimsel
bulguları ışığında hologram prensipleriyle açık-
lanabilmektedir. Ef’al âlemindeki bu “var” oluş,
renk farklılıklarıyla ayırt edilen, şekilleri farklı
suretler olarak görülür. Bu suretlerin hareketle-
rinden ise zaman kavramı ortaya çıkar. İnsanın
“kendinde kendine göre var” olan hali ise, kesret
nuru kaynaklı değildir. Bu “var” oluş hologram
prensiplerine tabi olmadığı için renk ve şekli de
yoktur. Kesret nuru ortamında ama doğrudan
Rububiyet nuru kaynaklı olarak bulunur. Dola-
yısıyla varlığını kesret nuruna bürünerek yansıtır.
İnsandaki “Ben” diyebilme yetkisi, yaratılmışların
birbirlerine göre “var” hallerine değil, işte bu “ken-
dinde kendine göre var” olan hale aittir. İnsanın
“Ben” diyebilmesi ona verilmiş önemli bir imtiyaz
ve ayrıcalıktır. Allah’ın kendi “BEN” demesinden
“KÜN” emri ile başka “Ben” diyebilen kullarını
yaratması sonucu olan, insanın bu “Ben” demesi
hiç kaybolmaz ve yok olmaz. İnsan “yok” olabilir,
“Ben” denilmesi yok olmaz. İnsan geçicidir, “Ben”
diyen Bâki’dir.

502
YILMAZ DÜNDAR

İnsanda” kendinde kendine göre var” olan


hal, Allah’ın Kendini Hissetmesi’nden payını al-
dığı için, insan bu “var” halini “Kayıtlı Kendini
Hissetme Duygusu” ile algılar ve bilir. İnsan al-
gıladığı bu varlığına “Ben” diyerek onu takdim
eder ve bu haline “kul zat” özellik kazandırır ki,
bu “kul zat” o insanın “nefs”ini teşkil edip, nefs-i
vahide’den gelir. tâlip “seyr-i sülûk”ünü, işte bu
“kendinde kendine göre var” hali üzerinden yürü-
tür ve her nefs mertebesinde de kendisine “Ben”
der. Talibin seyr-i sülûk sürecinde kurtulmaya
çalıştığı şey kendisine “Ben” diyor olması değildir.
İnsandaki “kul zat”a “Muhtariyeti Tercih Gücü”
yetkisi verilmiştir. Bu yetkinin esası “Muhtariyet
Gücü”dür. İnsan dünya hayatında Hakk ve Bâtıl
arasında bir tercih yapabilmesi için yetkiye “Ter-
cih” sorumluluğu kazandırılmıştır. Bu “Tercih” so-
rumluluğu insanda dünya hayatı sürecinde ema-
neten vardır ve ölümü tatmasıyla birlikte kaybo-
lur. İnsanın yüklendiği bu emanet onun dünya
hayatındaki imtihanının sebebi olmuştur. Ahirete
intikal ile “Tercih” kaybolunca insan, hesap günü,
cennet ve cehennemin meşru alanlarında, meş-
ru işleri için kullanmak üzere “Muhtariyet Gücü”
yetkisi ile yola devam eder.
İnsanın “kendinde kendine göre var” hali,
“Ben” diyebilme ayrıcalığı, Muhtariyeti Tercih
Gücü, esma-i külleha özellikli Kalb’ı, dünya ha-
yatı şartlarında sınırsız sayılabilecek kapasite-
li beyni ve bütün bunları birleştirebildiği “kul
zat”ı sayesinde insan dûniHi bir algıya girer. Bu
dûniHi algı insanın esfele sâfiliyn yaşantısının

503
temelini ve gereğini oluşturur. Bu sebepten, insan
kendisini bu algı ile yaşarken bulur; böylece esfele
sâfiliyn’e reddedilmiş olur. DûniHi (Dûnillah) algı
“Allah’ın dışı varmış zannı” algısı olup insan için
çok kuvvetli, güçlü ve esas özelliktedir. İnsan ken-
dini içinde bulduğu bu “dûniHi algı”nın bir zann
olduğunu dünya tecrübesiyle fark edemez. Dün-
ya yaşantısında edineceği tecrübeyle bunu fark
edebilmesi ve bundan kurtulabilmesi mümkün
değildir. Bu durum, insanlara Allah’ın bildirme-
siyle öğrenilmiş bir konudur, ancak bu yolla fark
edilebilir.
“Kul zat”ın ahseni takviym yapısının dûniHi
algısı yoktur. Bu sebepten, dûniHi algı ve bu al-
gının zann’larıyla hareket eden esfele sâfiliyn
özellikli nefs, artık “nefsin şerri” diye tanımlanır.
Kesret âleminin görüntülü olan pozisyonu “ve-
him” adı altında tanımlanır ve bu “vehim” tanımı
dûniHi değildir, temelini ise Esmâ’ül Hüsnâ Ka-
nunları teşkil eder. Esfele sâfiliyn özellikli “nefsin
şerri”, bu vehim yaşantısını dûniHi algılar. Bu se-
bepten, nefsin şerrinin “vehim”den kaynaklanan
dûniHi algısına “Vehmin Zulmeti” denir. Böylece;
esfele sâfiliyn, nefsin şerri ve vehmin zulmeti fak-
törlerinin hâkim olduğu bir dûniHi algı ve bu al-
gının zann’larından oluşan bir hayat tarzı insan
için doğallaşır. DûniHi algı ve zannlarıyla Allah’a
yönelmeyi veya Allah konusunu bu zann’larla
değerlendirmeyi Kur’ân MÜTEKEBBİR davranış
olarak belirtmiş, bunun karşılığının CEHENNEM
olduğunu bildirmiştir.”

504
17.
SÂLİH AMEL BÖLÜMÜ: İLİŞKİLER

Talip için başlangıç çizgisi olarak tanımladı-


ğımız “İyyâKE na’budu VE iyyâKE nesta’iyn”in
bu bölümünden itibaren cümleler daha önce
gördüklerinize göre belki daha anlaşılır olacak.
Ama konu ağır. Aslında şunu demeye çalışaca-
ğız; başlangıç çizgisi iyyâKE na’budu VE iyyâKE
nesta’iyn’dir. Cümleler çok anlaşılır ama konu
ağır. İnşâAllah Rabbim izah edebilmeyi ve başar-
mamızı lutfeder. Bir kaç defa okursanız inşâAllah
çok daha faydalı olacaktır.
İyyâKE na’budu VE iyyâKE nesta’iyn’in bu
kısmı bağlama kısmıdır, artık konuyu bir sonu-
ca bağlıyoruz. Özellikle burada, fark eden kimse
için, “Dünya ve âhiretin için bundan önemli bir
şey yoktur” dediğimiz şeyi konuşacağız. Kişi için
bu konuşacağımızdan daha önemli bir şey yok-
tur. Konuyu çok anlaşılır cümlelerle, çoğunluğu
kesret cümlesi olan dünya hayatı kurallarına ait
cümlelerle paylaşacağız. İnşâAllah hayrlısıyla
gayret gösterelim.
“Âmenû Billâhi ve Amilus Sâlihâti” mânâsını
Îman ve Amel olarak ayrıştırdık. Aslında o tek
bir mânâ, tek bir cümle idi. Îman kısmına Yöne-
liş dedik ve onu inceledik. Amel kısmına da İliş-
kiler dedik. O kısmı şimdi İlişkiler başlığı altında
incelemeye çalışacağız.

505
Yönelişimizde bir beyanda bulunduk: Ke-
sinlikle şehâdet ederim ki; “Müstakilen VAR ve
Muhtar” olan ancak ALLAH’tır. Başka “Müstaki-
len VAR ve Muhtar” YOKTUR. Başka “Müstaki-
len VAR ve Muhtar” iddiaları yalandır, iftiradır,
bâtıldır ve “YOK” hükmündedir. Ve yine kesin-
likle şehâdet ederim ki; Hz. Muhammed Musta-
fa (SAV) Efendimiz, Allah’ın Kulu ve Rasûlü’dür”
dedik. Bu beyanımızla ilgili bir de duâda bu-
lunduk; “Alâ hâzihiş şehâdeti nahyâ ve aleyhâ
nemûtü ve aleyhâ nüb’asü İnşâAllah.” Âmîn.
“Allahım bir şehâdette bulundum. Beni işte bu
şehâdet üzerine yaşatıver, bu şehâdet üzerine
canımı alıver, bu şehâdet üzere de diriltiver.”
Âmîn.
Bu noktadan şimdi İlişkiler’e geçiyoruz. İliş-
kiler kısmında bu yaptığımız duayı kendimize
söylerken, yani onu kendimiz için bir karara dö-
nüştürürken -aynı mânâda olmak üzere- şöyle
deriz: “Allahım’a bir şehâdette bulundum. Bu
şehâdete uygun bir hayat tarzı oluşturmalıyım,
bu şehâdetin idrakıyla son nefesimi vermeliyim,
bu şehâdetin idrakıyla da yeniden dirilmeliyim,
inşâAllah. Ya Allah, Bismillah.” Rabbimize yönel-
dik ve bir şehâdette bulunduk, dedik ki; Allahım
bu şehâdet üzere beni yaşatıver. Dikkat edin,
“Bu şehâdet üzerine yaşayacağım Allahım” de-
miyorum. Yöneliş cümlemizde, Allah’a söyler-
kenki cümlemizde “Allahım bu şehâdet üzere
beni yaşatıver, bu şehâdet üzere canımı alıver,
bu şehâdet üzere de beni diriltiver” diyorum.
Yöneldik ve ilişkilere yani hayata döndüğümüz-

506
YILMAZ DÜNDAR

de aynı mânâda olmak üzere cümleyi şimdi


kendimize söylüyoruz: “Allahım’a bir şehâdette
bulundum. Bu şehâdete uygun bir hayat tarzı
oluşturmalıyım.” Dikkat edin bu bir karar ver-
medir. Allah’a yönelirken karar veremezsiniz,
karar Allah’a aittir. Ama kendinize söylersiniz.
Burası önemli bunu gittikçe açacağız. Bölüm bu
önemli kısımla başladı. Kendime diyorum ki; “Bu
şehâdete uygun bir hayat tarzı oluşturmalıyım,
bu şehâdetin idrakıyla son nefesimi vermeliyim,
bu şehâdetin idrakıyla da yeniden dirilmeliyim.”
Sonra da “İnşâAllah” diyerek kararımızı hemen
Âmentü Billâhi îmanına bağlıyoruz. Normal
dünya hayatı kurallarına ait cümleler kullandık
ama “İnşâAllah” diyerek onu oradan çektik çı-
kardık. Başlarken de “Yâ Allah, Bismillah” dedik.
Bir işe başlıyorsun, yani kıpırdıyorsun. “Ya Allah,
Bismillah” kıpırdamak demektir, kıpırdamanın
ismidir. İlişkiler bölümünde kıpırdayacaksın,
kıpırdama bölümüne geldik. Hâlbuki böyle bir
konuyu dünya dili alışkanlıklarına ve kurallarına
göre söyleseydik cümle şöyle olurdu. Böylece üç
farklı cümle görmüş olacağız. Normal hayatta
yetkili birisinden bir şey istediğinizde, “Bana şu
mevkiyi, şu arabayı, şu maaşı, şu imkanları ver”
dediğinizde bunu kendinize anlatırken nasıl söy-
lersiniz? “O kişi bana şu arabayı, şu maaşı, şu yet-
kiyi verecek” dersiniz. Allah’a talepte bulunur-
ken kullandığımız yöntemi, o kuralı dünya ha-
yatı ilişkilerinde kullanmıyoruz. Yönelişte dedik
ki; Allahım bu şehâdet üzere beni yaşat. İlişkilere
döndük, aynı mânâda dedik ki; bu şehâdet üze-

507
re bir hayat tarzı oluşturmalıyım. Dünya kural-
larına göre, birisinden bir şey istediğinizde ise;
bana şu yetkili bunu verecek dersiniz. Farkı izah
edebildim mi? Bu fark çok önemli ve bu dün-
ya kurallarına uymaz. Dünya hayatıyla âhiretin
hiç ilişkisi yoktur, hiç. Siz “Allah bana şunu ve-
recek” diyemezsiniz, bu amel olmaz. Orada sen
yoksun. Senin olmadığın amelde sevabın olmaz.
Yönelişte sen olursan bozulur. Allah’a yöneldi-
ğin zaman sen olmamalısın, cümlelerinde. O
yüzden Yönelişte diyorsun ki, Allahım bana ve-
river. İlişkilere döndüğünde “Allahım bana ver”
mânâsına gelmek üzere “Şöyle yapmalıyım, bu
şehâdet üzere yaşamalıyım” diyorsun. Hâlbuki,
dünya dilinde ne diyorsun? İstedim, verecek. Ne
kadar farklı değil mi? Bir iş bu kadar açık olabilir.
Bu konuştuklarımız ileri bir nokta değil, baş-
langıç noktası. Henüz başlama çizgisini konuşu-
yoruz.

508
18.
İNSANIN “FİTNE” İLE İMTİHANI
ve İBTİLA EDİLİŞİ

Biz bu başlama çizgisini netleştirmeye çalı-


şıyoruz. Çünkü İslâm’a başlama çizgisi dünya
hayatı kurallarıyla tanımlanamaz. Gerek bildiği-
miz câmi cemaati, gerekse tasavvufla uğraşanlar
onu dünya kuralları ile tanımladıkları için başarı
elde edilememektedir. İslâm’a başlangıç çizgisi
Kur’ân prensipleriyle tanımlanması lazım, dün-
ya hayatı prensipleriyle tanımlanırsa başarı elde
edilemez.
“İnsanlar fitneye düşürülmeksizin (imtihan
edilmeksizin), ‘Îman ettik’ demeleriyle bırakılı-
verileceklerini mi sandılar?” (Ankebût-2)
Ankebût-2 diyor ki; sen bir beyanda bulun-
dun ama imtihan edilmeden bırakılıverilece-
ğini sanma. Bunu doğru beyanda bulunana
söylüyor. Yanlış beyan hiç muhatap alınmı-
yor. Tevbe Sûresi’nden hatırlayacaksınız, yanlış
îmandakilerle, yanlış insanlarla Allah ve Rasûlü
muhatap olmaz. Kur’ân’ın, Rasûlullah’ın, Allah’ın
muhatap alması için doğru îman şarttır. Biz az
önce bir şehadette, bir beyanda bulunduk. Âyet
bizi “Doğru îmana ait beyanda bulundum diye
bırakılıverileceğini mi sandın? İnsanlar fitneye
düşürülmeksizin, imtihan edilmeksizin bırakıl-
mazlar” diye uyarıyor. “Fitneye düşürülmek”

509
başlangıç çizgisi için önemli, onu anlamaya ça-
lışalım.
Kurtuluş için beyan yeterli sayılmıyor, kurtu-
luş için doğru beyanı yeterli sanmayalım. Beyan
ile ilgili imtihanı oluşturan bir dünya hayatı var.
Bu âyetten anlıyoruz ki yaptığımız beyanla il-
gili imtihana “Dünya İmtihanı” denmiş. Ancak
âyette imtihan yerine kullanılan kelime bizim
için çok ders verici. Çünkü o kelime imtihanın
hem tipini hem sorusunu doğrudan belirtiyor.
“Fitne” kelimesinde hem imtihanın özelliği var,
hem sorunun kendisi var. Bu bir imtihan ama
imtihanın özel bir ismi var; fitneye tâbi tutul-
mak. “İnsanlar fitneye tâbi tutulmadan” ifadesi
bu imtihanın tipini ve sorusunu gösteriyor. Fit-
ne kafa karıştıran hamlelerdir, bir konuda ikilem
oluşturan fikir ve görüşlerdir, kararsızlığa sebep
olan hücumlardır. Bu gibi şeylerin tümünü “fit-
ne” kelimesi içerir. Tümünü bir kelimeyle tanım-
layacak olursak fitne ikilem demektir. İnsanlar
fitneye düşürülmeden, yani ikileme düşürülme-
den, tereddüde düşürülmeden, îmanıyla ilgili
bir tereddüde düşürülmeden bırakılacaklarını
mı sandılar? Âyetten öğrendik, imtihan sorusu
bizde ikilem oluşturan zannlardır. Neye karşı?
Âmentü Billâhi îmanına karşı. Yalnızca bu konu-
da ikilem oluşturan zannlar. İmtihanın sorusu
bu.
Buraya bir küçük parantez açalım. “Dünya ha-
yatı bu konuda bir fitnedir” demek, “Dünya ha-
yatı öyle bir şeydir ki insanların çoğunu Allah’ın
varlığı hakkında tereddüde sokar, inananları ise

510
YILMAZ DÜNDAR

Allah’ın vasıfları hakkında tereddüde sokar”


demektir. Efendimiz (SAV) tebliğini yaptığında
kabul etmeyen müşrikler Allah’ın varlığına itiraz
etmediler. Efendimiz (SAV) in sunduğu Allah’ın
vasıflarına itiraz ettiler. Dünya hayatı fitnesi, yani
ikilem oluşturan zannlar öyledir ki, inanmakta
zorlananları “var”lığında tereddüde düşürür,
inananları da Allah’ın vasıflarıyla ilgili tereddü-
de sokar. Bu ortamı hazırlayan ise dûniHi algı ve
zann’larıdır, imtihanın zemini budur. “Aşağıların
Aşağısı” kitapçığımız tamamen dûniHİ algı ve
zannlarını anlatır. “Dünya hayatı bir fitnedir” de-
mek, böyle bir ikilem olduğu için, “Dünya hayatı
her an bir tercihtir” demektir. Dünya hayatı “Her
an bir tercih yapacaksın” demektir. Bu tercihin
bir çok listesi yoktur, yalnızca bir şeydir. Listeler
insanları amel yapmaktan uzaklaştıran, onların
İslâm’ı anlamalarını zorlaştıran uydurulmuş lis-
telerdir.
İkilem bir şeydir. Sadece bir şeyin A ve B şıkkı
vardır, sadece bir şey üzerinde tercih yaparsın.
“Müstakilen VARIM ve Muhtarım” iddiası ve
buna göre hayat tarzı ile “Müstakilen VAR ve
Muhtar olan ancak Allah’tır” îmanı ve bunun
hayat tarzı. İkilem bu iki şık arasındadır. Diğer-
leri bunların alt başlıklarıdır, detaylardır, tefer-
ruatlardır. Kişi bu ana konuları halletmemişse
alt başlıklarla uğraşıp durması sınavı geçmesini
sağlamaz. Eğer bir tâlip “Müstakilen VARIM ve
Muhtarım” iddiasının ne olduğunu kavrar ve
her anını bu bakımdan incelerse, aynaya baktı-
ğı zaman kendisini nasıl görüyorsa imtihanı da

511
öyle görür. Ve ürker. Ve korkar. İmtihanın deh-
şetinden korkar. Öğrenciler sınava girmişler ama
sınav kağıdını henüz açmamışlar, laylaylom ya-
pıyorlar. Sınav kağıdını hele bir aç. Açınca da ya-
pabilecek misin? İşte o zaman görür, ödü kopar.
Bunu görmüş kişinin de ödü kopar, çocuğum
bu imtihanı nasıl başaracak, eşim nasıl başara-
cak diye. Niye? Çünkü kağıtlarını açmamışlar,
laylaylom yapıyorlar. Sen korkarsın, çünkü sınav
kağıdını gördün hem de net gördün. Ve o sınav
sonucuna göre muameleyi gördün. Hayat tarzı
çok önemlidir. Öyle önemli bir şeydir ve o ka-
dar ayrıdır ki Mü’minun Sûresi 67. âyet hayat
tarzıyla ilgili gözden kaçan, fark edemediğimiz
âyetlerden birisidir.
“O’na (Billâhi îmana) müstekbirler olarak,
geceleyin hezeyan ediyorsunuz.” (Müminun-67)
Biraz açıklayalım, hemen anlaşılacak. Âyet
diyor ki; “Size Billâhi îman açıklandığında, yani
‘Müstakilen VAR ve muhtar olan ancak Allah’tır,
başka müstakilen VAR ve muhtar YOKTUR’ de-
nildiğinde müstekbirler olarak; ‘Hâyır, ben de
müstakilen VARIM ve muhtarım’ diyerek ge-
celeyin hezeyan ediyorsunuz, yani bu iddianıza
göre geceliyorsunuz. Sabaha kadar eğleniyor-
sunuz, sabaha kadar bu iddianızı kuvvetlendi-
recek şeylerle meşgulsünüz, alkolünden, eğlen-
cesinden, dedikodusuna kadar. Gece yaptığınız
“Müstakilen VARIM ve Muhtarım” yarışının
gündüz de sohbetiyle meşgulsünüz, birbirinizi
bununla derecelendiriyorsunuz. Hayat tarzı bu
kadar önemlidir. Hayat tarzının farkını görmek

512
YILMAZ DÜNDAR

için söyleyelim; bu tercihte Hakk yolu seçenler


Âmentü Billâhi anlamında birleşirler, o şemsiye
altında kardeş olurlar. Hakk yolu değil de bâtılı
seçenler Allah’a ve sistemine nefrette birleşirler.
Ama kardeş olamazlar. Çünkü tevhid olmaz-
lar. Kardeş tevhiddir. Hakk yolu seçenler “Müs-
lümanlar/mü’minler ancak kardeştir” gereği
Âmentü Billâhi’de birleşir kardeş olurlar. Bâtılı
seçenler Allah’a ve sistemine nefret şemsiyesi
altında toplanırlar ama kardeş olamazlar. İşte
imtihandaki hayat tarzları ve farkları!
İmtihanın sorusu ikilem oluşturan zannlar-
dır, imtihanın yöntemi o iki seçenekten birisini
tercih etmektir. Lütfen dikkat buyurun, bu seçiş,
A ve B şıkkından hangisini tercih ettiğinize ait
bir bilgi sunma değildir, bu bir hayat tarzı terci-
hidir. Bu konuda şöyle bir yanlış var: Kişiye bakı-
yorsunuz hayat tarzını seçmiş; bâtıl hayat. Ama
konuşunca sizin bile şaşıracağınız Hakk cümle-
ler kuruyor. Hâyır, bu bir bilgi imtihanı değil. Gü-
nümüzde hiç kimse bilgi imtihanında interneti,
Google’ı geçemez. Bir makina o. Günümüzde
bilmek önemli değil, o eskidendi. O zaman bir
alet iletişimi yoktu, sana bilen lazımdı. Şimdi
dünya parmağının ucunda, şimdi bilen lazım
değil. Doğrusu yalanı, eğrisi düzgünü hepsi par-
mağının ucunda. Onları bilgi olarak vermek im-
tihanı geçmek demek değil. Yapan önemli, amel
önemli, imtihanda önemli olan amel. Dolayısıyla
bu yanlışı çok dikkatli fark etmemiz lazım. Kişi
hayat tarzı olarak bâtılı seçmişse Hakk cümle-
ler konuşması sonucu değiştirmez, imtihanda

513
kaybeder. Kaybedenin peşine takılırsan sen de
kaybedersin. Kaza yapacak şoförün otobüsüne
binmişsin kazayı beraber yaparsınız. Sonucu bil-
mem ama kaza yapacağı kesin. Bir hadisten çı-
karacağımız mânâ şöyledir: Hayat tarzınız kime
benziyorsa, kiminse siz ondan sayılırsınız. De-
mek ki imtihanın özelliği bilgi sunmak değil, bir
amel içeren tercih.
Dünya hayatı işte bu fitne edilen konuday-
sa, yani bir fitne imtihanıysa, insanın bu terci-
hi yapacak donanıma sahip olması gerekir. Bu
sonuca vardık. Bu çok önemli ve hayatınızı çok
etkileyecek bir sonuçtur. Eğer böyle bir tercih
imtihanı koymuşsa Rabbimiz, böyle bir ter-
cih varsa insanda böyle bir tercihi yapabileceği
donanımın olması lazım. İnsan bu tercihe na-
sıl zorlanıyor ileride âyetlerde göreceğiz, bizzat
Kur’ân’dan ders yaparak göreceğiz. İşte bu do-
nanım MTG’dir. Bunun detaylarını kitapçıkla-
rımızda paylaştık, burada yalnızca isim olarak
geçiyoruz.
“Andolsun ki; onlardan öncekileri de fitne et-
mişizdir. Allah elbette sâdıkları bilecek ve elbet-
te yalancıları da bilecek.” (Ankebût-3)
“Biz elbette ibtilâ (imtihan) edenleriz.”
(Mü’minun-30)
Bu iki âyetten de öğreniyoruz ki imtihan var.
Ancak âyetin demek istediklerine bir bakalım.
Az önce âyetten fitne konusunu öğrendik. Şim-
di ise özellikle Mü’minun-30’da imtihanın bir
özelliğini daha öğreniyoruz; biz elbette ibtilâ/

514
YILMAZ DÜNDAR

imtihan edenleriz. Fitne kelimesine de imtihan


dedik, hatta imtihanın özelliğini, sorusunu be-
lirten bir kelimedir dedik. Burada da “ibtilâ”
bize imtihanın bir özelliğini veriyor, imtihan
hakkında önemli bir ipucu veriyor. O kelimenin
meâlini yalnızca imtihan diye yazıp geçerseniz
anlaşılamaz. Biz ibtilâ kelimesini kullanırız, “Şu-
nun mübtelâsıyım” deriz. İbtilâ düşkünlüktür,
mübtelâ bir şeye düşkün olmaktır. İmtihanın
yeni bir özelliğini öğrendik; o ibtila eden bir im-
tihan, konusu özel bir imtihan, kişinin düşkün
olduğu şeyi deneme yaparak ortaya çıkaran bir
sınav. Neye mübtelâ isen onu deneme yaparak
ortaya çıkaran bu sınavı bize Mü’minun-30 ha-
ber veriyor. “Biz ibtilâ edenleriz” demenin tevhid
diliyle ve kesret bakışıyla olmak üzere iki mânâsı
var. Tevhid içeren mânâ bir kader cümlesini
oluşturur, orada kulun dahli yoktur. Peki, kulun
dahlinin olmadığı bir imtihan olur mu? Tevhid
diliyle mânâ kader cümlesini içerir, onda kulun
dahli yoktur. Bu yüzden, meâl yapılırken ibtilâ
kelimesinin mânâsı tevhid yanı ağırlıklı verilirse
noksan olur. Çünkü amel kalkar. Tevhid diliyle
mânâ söyledir: Biz ne emir vermişsek, ne hü-
küm vermişsek dünya hayatında sizleri çeşitli
denemelere tâbi tutarak verdiğimiz o emirleri,
o hükümleri açığa çıkarırız. Nasıl bir kul dile-
mişsek o kulun özelliklerini açığa çıkaranız. Bu
cümlede kulun dahli yoktur, bu cümlenin içinde
kul da yoktur, bu cümlede amel de yoktur. Çün-
kü kader cümlesidir. Böyle meâl yapılırsa mânâ
noksan olur, kul bundan yararlanamaz. Bu kes-

515
ret cümlesiyle kurulmuş bir âyettir, bunu tev-
hid cümlesiyle meâllendirmek inananlara hak-
sızlık olur. Âyetin kesret mânâsı vardır. Kesrete
ait mânâlarda şu prensip çok önemlidir. Dünya
hayatıyla ilgili bir konuyu kendinize veya başka-
sına izah ederken kader cümlesi kuramazsınız,
bundan sakının! Bu çok önemli bir uyarıdır ve
bu uyarıyı herhangi bir yerde göremeyebilirsi-
niz. Ancak Kur’ân ve hadislerde görebilirsiniz,
eğer bakabilirseniz. İlişkilerde kader cümlesi
kurmak, öyle konuşmak, öyle anlatmak yanıltır.
Basit bir örnek verelim, siz bunu benzeterek ör-
nekleri çoğaltın. Çocuğunuz bir sınava çalışıyor.
Anne babasının da namazla niyazla, tasavvufla
meşgul olduğunu biliyor. Bir şey oldu ona; “Yav-
rucuğum, haydi çalış da sınavını geç” dediniz.
Sonra içinizden “Ona böyle öğüt verdim ama bu
benim okuduğum tasavvufa hiç uymadı” diye
geçirdiniz. Öyle olunca da hemen eklediniz; ger-
çi senin elinde bir şey yok ama! Yani işi kader
cümlesine bağladınız. Olmadı. İslâm’da bu yok,
bu yaklaşım ameli bozar, ameli kaldırır, kafayı
karıştırır. Sen ona “Gerçi elinde bir şey yok ama”
deyince çocuk niye çalışsın? Sapkın fırkaları ko-
nuştuk, sapkın fırkalar böyle çıkmıştır. Bu nokta-
da sapmamak için kural budur; dünya hayatıyla
ilgili bir şeyi kendinizle veya birisiyle paylaşırken
kader cümlesiyle ifade olmaz. Kader cümlesi za-
ten sizin elbiseniz, onu çıkarırsanız çıplak olur-
sunuz, o hep olacak, onsuz olamazsınız. Konuya
başlarken üç farklı cümle tipi ve davranışı söy-
ledik. Yönelişte “Allahım beni bu şehâdet üzere

516
YILMAZ DÜNDAR

yaşatıver” dedik diye hayata dönünce “Benim


elimde bir şey yok, Allah’tan istedim, beni bu
şehâdet üzere yaşat dedim” diyemezsin. Olmaz!
Kaybedersin! Tasavvuf kitaplarıyla cehenneme
gidersin! Kendine döndüğünde “Ben Allahıma
bir şehâdette bulundum, bu şehâdete uygun
yaşamalıyım” diyeceksin. “Elimde bir şey yok”
demek olmaz. Âyetleri okuyoruz, imtihan var.
Elinde bir şey yok derken sen Allah’tan iyi mi bi-
liyorsun? Allah “Seni imtihan edeceğim” diyor,
sen de dalga geçiyorsun; “Allahım, elimde bir şey
yok ama sen yine de imtihan et” diyorsun. Olur
mu hiç? Âyet var; sizi ve dünyayı oyun oynaya-
lım diye yaratmadık, bu bir oyun değil.
Mü’minun-30’daki “ibtilâ” kelimesinin bize
lazım olan yanı kesret mânâsıdır, imtihan kaste-
dildiği için. Tevhid mânâsını unutmadan kesret
mânâsı. Yani esfele sâfiliyn yapı ve dûniHİ algı
yüzünden sende var olan düşkünlükleri terk
etmezsen, deneye deneye onlar ortaya çıkar,
sen de şahit olursun. İmtihandır o. Onu biraz
daha somutlaştırarak örnek verelim. Bu örne-
ği izah edebilirsem ne demek istediğimi daha
kolay anlatabileceğim inşâAllah. Bir arkadaşım
tefsirle meşgul, önemli bir şahsın tefsirini oku-
yor. Oradan bir cümle öğrenmiş, onu bizimle
paylaştı. Beraber konuşurken, günahlardan uzak
durmaktan bahsediyorduk, dedi ki; “Ben şu şah-
sın tefsirinde şu sûrede okudum, bir kişi cehen-
nemlik dilendiği için cehennemlik ameller ya-
parmış.” Doğru. Kişi cehennemlik dilendiği için
cehennemlik ameller yapar. Tefsir uyararak de-

517
vam ediyor: “Oysa siz cehennemlik ameller yap-
tığı için kişi cehenneme gider sanıyorsunuz.” Biz
bir kişi cehennemlik ameller yaptığı için oraya
gider sanıyoruz, tefsir yapan bize öğretiyor; kişi
cehennemlik dilendiği için cehennemlik ameller
yapar. “Siz şöyle sanıyorsunuz” dediği cümle de
doğru, tefsirde önerdiği cümle de doğru. Ama
bakın ne oluyor? İlla birisi tercih edilerek tevhid
bölünüyor. Kur’ân açık açık uyardığı halde, “Size
iki ayrı bakış açısı sunuyoruz, onlardan birine
yaslanmayın” dediği halde meâllerde veya ki-
taplarda o bakış açılarından birisine dayanılıyor.
Biraz önce “ibtila” kelimesinin tevhid diliyle iza-
hında bir cümle kurup; “Biz kulu nasıl dilemişsek
dünya hayatında o emrin, o hükmün açılmasını
sağlayacak denemeler yaparız” dedik. Kişi buna
inandığında doğrunun bu yarısına inanmış oldu.
Burada da “Kul cehennemlik dilendiği için ce-
hennemlik ameller yapar” bilgisini seçiyor. Doğ-
ru ama İslâm’a başlangıç çizgisi olarak tek başına
bir mânâ ifade etmez, kul için başlangıç çizgisi
olmaz. O kader cümlesidir, kader cümlesiyle
dünya hayatı izah edilemez. Dünya hayatında
hiç bir işe kader cümlesiyle başlayamazsınız.
başında veya sonunda “İnşâAllah” demek bir
cümleyi kader cümlesi yapmaz. İnşâAllah tesli-
miyettir, ameli kaldırmaz. “Allah’a bir şehâdette
bulundum, o şehâdete uygun bir hayat tarzı
oluşturmam gerekiyor, inşâAllah” dediğimde
amel kalkmaz. “Benim elimde bir şey yok” der-
seniz amel kalkar. O zaman Kur’ân’a ters düşer-
siniz, imtihana da ters düşersiniz.

518
YILMAZ DÜNDAR

İnsanların bir kısmı başlangıç çizgisi olarak


“Kul cehennemlik dilendiği için cehennemlik
ameller yapar” idrakını seçiyor. İslâm’ın kesret
mânâsı ağırlıklı anlatıldığı kişiler ne yapıyor? On-
lar da bu mânâyı ihmal ediyor ve başlangıç çizgisi
olarak “Kul cehennemlik ameller yaptığı için ce-
henneme gitti” bakışını seçiyor. Bunlar birbirine
zıtmış gibi görülürse ikisi de tek başına başlan-
gıç çizgisi olamaz. Bunu anlatmaya çalışıyoruz,
ikisi birden doğrudur, biri değil. Bu doğrulardan
birini seçtiğinde diğeri için “Öyle değilmiş” di-
yemezsin. Kur’ân’ın özelliğini, İslâm’ın özelliğini
anlatmaya çalışıyorum. Bunu dünya hayatının
kurallarına göre yapamazsın. Kur’ân’daki bu
anlatım tarzında bir makale yapsak, hiç kimse-
ye “Bu cümleler Kur’ân’a aittir” demesek, sanki
beşer yazısıymış gibi bir bilimsel derginin editö-
rüne göndersek, yayın kurulundan geçmez, “Zıt-
lıklar var, birbirine uymuyor” derler. Oysa Allah
buyuruyor; “Kur’ân’ı incele, hiç bir zıtlık, hiç bir
uyumsuzluk göremezsin.” Bu yüzden, dünya ku-
ralları ve prensipleriyle koyacağınız maddeler-
le İslâm için başlangıç çizgisi oluşturamazsınız.
İsterseniz deneyin. Ama sınavın sonucunun ne
olduğunu cennette göremezsiniz.
Başlangıç çizgisi için, ikisini birden doğru
yapacak idrakı yakalamak şarttır. Bu konuda
o nasıl olur? Allah’a yöneldiğim zaman kurdu-
ğum cümlede diyorum ki; “Allahım yöneldim,
beni cehennemlik dilemedin inşâAllah. Beni
cehennemlik dilemişsen yapacak hiç bir şeyim
yok, cehennemlik ameller yapacağım.” Muha-

519
faza buyur ya Rabbi. Kurduğumuz bu cümle
kader cümlesidir, Allah’la aranızdaki cümledir,
insanlarla değil. Onu bozarsanız îmanınız bo-
zulur. Hayata, insanlarla ilişkilere döndüğümde
aynı mânâda olmak üzere “Cehennemlik amel-
ler yaparsam cehenneme giderim” kuralı vardır.
Allah’a yöneldiğin kuralla ilişkiler olmaz. Dedi-
ğimiz budur. Bir önceki paylaşımda Efendimiz
(SAV) in hadislerini ve âyetleri okuduk, sapkın
fırkalar Allah’a yöneldiği cümleyle hayat kur-
duğu için, Efendimiz “Onların İslâm’dan nasibi
yoktur” buyuruyor. İnsanlarla yaşantıda kurdu-
ğu cümleyle Allah’a yönelen için de “İslam’dan
nasibi yoktur” diyor. Hepsi âyet ve hadis. Bir âlim
gerekmeksizin hemen anlayacağınız basitlikte
ve kolaylıkta. Bakın lütfen.
Başlangıç Çizgisi tâlip için olmazsa olmaz
önemde bir şeydir. Neden? Size kelebeklerden
örnek vereyim, kelebeklerin hayat döngüsün-
den bir mânâ çıkaralım, o kıssadan hisse çıka-
ralım. Kelebeklerin hayat döngüsünde sıralama
şöyledir; yumurtalar, yumurtadan kurtçuklar
çıkar, kurtçuklar koza yaparlar, kozalardan ke-
lebekler çıkar. Bu döngünün başlangıç çizgisi
kurtçuk olmaktır. Yumurtadan çıkış başlangıç
çizgisidir, o da kurtçuktur. Lütfen dikkat buyu-
run. Kurtçuklar öğrendiler ki kendilerinin ileri
yaşantıları kelebek. Bir kelebeğe bir de kurtçuğa
bakın. Kelebek dediğin renkli renkli, uçuyor, ge-
ziyor. Kimse kurtçuk koleksiyonu yapmaz ama
kelebek koleksiyonları... İşte bunların sohbetini
yapan kurtçuklar kurtçuk olmak istemiyorlar.

520
YILMAZ DÜNDAR

Bu hikayeyi öğrendiler, başlıyorlar; “Biz aslında


kurtçuk değiliz, kelebeğiz” demeye ve kelebek
taklidi yapmaya çalışıyorlar. Bir kurtçuk ne ka-
dar kelebek olabilir? Olabilir mi? Eğer kurtçuk
prensiplerini hakkıyla yaşayamazsa, kurtçuk
halini görmezden gelirse, kurtçuk haline bakıp
“İleride kelebeksek demek ki biz yokuz” derse
hiçbir zaman kelebek olamaz. Başlangıç çizgisini
izah edebiliyor muyum? Kelebek muhabbetiyle
kelebek olunmaz. Bir kurtçuk kelebek muhab-
betiyle, özentisiyle kelebek olamaz, amel yap-
ması lazım. Kurtçukluğunu hakkıyla yaşayacak
ve kozayı yapacak, kozadan kelebek çıkacak. Bu
yüzden, ileri tasavvuf bilgilerine bakıp “Demek
ki şöyleymiş, bu böyleymiş” diyerek onları baş-
langıç çizgisi yapamazsınız. O yüzden burada
biz başlangıç çizgisini anlatıyoruz, ileri bazı ta-
savvuf bilgilerini değil. Öyle bilgileri duyanlar, zi-
hinlerinde tuttukları o bilgilerle, bizim başlangıç
çizgisi için söylediklerimize bakıp “Olur mu, şu
kişi öyle demiyor” diyorlar. Yahu o sana kelebe-
ği tarif etmiş, biz burada kurtçuğu anlatıyoruz.
Kurtçuk olmadan kelebek olamazsın. Hatta bu
iş o kadar hassas ki oraya da bir kıssa ekleyeyim,
bir hisse daha çıkaralım. Kendini iyiliksever zan-
neden birisi bir kozaya rastlıyor, bakıyor ki çık-
mak üzere, çıkıp kelebek olacak ama zorlanıyor.
Ona yardım ediyor, bir çubukla çıkarıyor onu.
Çıkarıyor ama o hiç kelebek olamıyor, uçamıyor.
Neden? Kozadan çıkmak için yaptığı zorlamalar-
la kasları gelişecekti, o kaslarla da uçacaktı. Sen
onun, kozasını bozdun, başlangıç çizgisini boz-

521
dun. Olmadı. Başlangıç çizgisi böyle çok önemli.
Kurt ve kelebek işi anlaşılabildi mi acaba? Kele-
bek muhabbetiyle uğraşırsanız olmaz. Başlangıç
çizgisini iyi tarif edeceksiniz ve hakkını verecek-
siniz. Göreceksiniz ki bir kurtçuk niçin kurtçuk
olduğunu kelebek olunca öğreniyor. Kelebek
olmuşsa daha önce niçin kurtçuk olduğunu öğ-
renir. Ama niye kelebek olduğunu hiçbir zaman
kurtçukken öğrenemez.
Mü’minun-30 ibtila ile imtihanın özelliğini
daha genişletti. Ankebût-3 imtihanı fitne ile ta-
nımlamıştı; “Andolsun, onlardan öncekileri de
fitne etmişizdir. Allah elbette sâdıkları bilecek ve
elbette yalancıları da bilecek” demişti. Demek
ki sâdık ve yalancı olmak üzere iki tercih var, iki
yoldan birisi tercih edilecek. Sâdık veya yalan-
cı kim? Sâdık Allah’a verdiği söze sâdık olandır.
“Allâhümme ente rabbiy” dedi, “Müstakilen
VAR ve Muhtar olan ancak Allah’tır” dedi, sâdık
bu sözü unutmayandır. Yalancı, Allah üzerine ya-
lan söyleyendir, “Müstakilen VARIM ve Muhta-
rım” iddiasında bulunandır, sahte mütekebbirlik
yapandır. Bu fitne imtihanıyla, ikilemle bunlar
ayrılacak. Elbette Allah sâdıkları da yalancıları
da bilecek. İmtihan konusu için “Allah bilecek”
cümlesini iyi anlamamız lazım. Allah zaten bilen
değil midir? İhlas Sûresi’ne uymayan mânâlar
zihnimizde yer etmemelidir. Allah zaten bilen-
dir. Öyleyse, bu ifadedeki mânâ dünya hayatı
için dikkat etmemiz gereken önemli bir nokta-
yı haber verdiği gibi, bir de tamamen bir kesret
cümlesi olduğunu, kader cümlesi olmadığını

522
YILMAZ DÜNDAR

da belirtiyor. Kader cümlesinde “Allah bilecek”


geçmez. Bilen ve hüküm veren Allah’tır. “Allah
bilecek” demek dünya hayatı başladı demektir.
Bu cümle dünya hayatındadır, Arş’ı istiva eden
Allah’tan sonraki hal içindir. Arşı istiva eden Al-
lah daha önce verdiği hükmü bilecek, görecek
demektir. Yoksa Allah bilmiyor, insanlar sâdık
ve yalancı olarak ayrılınca öğrenecek mânâsında
değildir. Hâşâ, muhafaza buyur yâ rabbi. Bunun
delili Nisâ-79’dur, onu göreceğiz. Nisa-78; Allah
bilen ve hüküm verendir. Nisa-79; hidayet Al-
lah’tandır, sana isabet eden seyyie nefsindendir
kısmıdır. Yani artık dünya hayatı var, “Allah bile-
cek” cümlesi işte o kısma girer.
Ankebût-3 diyor ki; “Sâdıklar ve yalancılar or-
taya çıkacak. Ve diyor ki hüküm yaşanacak. Ve
diyor ki bu bir kaderin kazası olarak görülecek.”
Bu cümlelerden amel çıkarabilir miyiz? Hâyır.
Oysa biz bir amel çıkarmaya gayret etmeliyiz.
Amel çıkardığımız zaman da İhlas Sûresi’ni, tev-
hid prensiplerini dışlamamalıyız. Bu çerçevede
bir amel çıkarmamız lazım. Öyleyse amel çıka-
racak cümleye bakalım, yani âyetin insanla ilgili
kısmına gelelim.
Fitne özellikli imtihana tâbi tutulan insanın
kendisine şâhitliği olacak. Rahmâniyet gereği bu
sınavda insan kendisine şâhit olmalıdır. Bunu bir
basit örnekle anlamaya çalışalım. Bir işin sınavı-
na giren birini düşünün. Sınavdan çıktı, yüz üze-
rinden seksen almış. Ama sınavla işe alınacakla-
rın yüz üzerinden doksan alması lazım. Sınava

523
giren sınavın sonucuna şâhit olmuş oluyor. Ken-
di kapasitesine şâhit oldu, “Ben seksenlikmişim”
dedi. O sonuç sınava girene lazım, başka kimseyi
ilgilendirmiyor. Bu bakışla imtihanın özelliği çok
önemli. İmtihan birisinin bilmesi için değil, senin
kaç puanlık olduğunu öğrenmen için. Öğrendin.
Sınavda doksan alanlar işe alındı diye gidip iti-
raz etmezsin, beni niye almadınız demezsin.
Hakk gereği kendi puanına şâhit oldun. Peki, iş
için imtihanı açan? Onun görevi başka. O şâhit
olduğun bu duruma göre muamele yapar. Sen
kapasiteni öğrenirsin, kendine şâhit olursun. İş
veren ise sana o sonuca göre muamele yapar.
Bunu dünya hayatı sınavına ve onun sonucu
olan cennet cehennem hesabına benzetecek
olursak, âyetten şunu öğreniyoruz:
Siz bu sınavla kendinize şâhit olursunuz. Şa-
hit olduğunuz bu hale göre size muamele yapılır,
zulmedilmez.

524
19.
BEYAN-KAZANILMIŞ BEYAN-DEĞİŞİM

“Dünya hayatı bir fitnedir, fitne vasıflı bir


imtihandır” tanımlamasına inşâAllah bir de şu
pencereden bakalım. Fâni olmayan asıl hayat
âhirettedir.
“Şu dünya hayatı bir eğlence ve bir oyundan
başka bir şey değildir. Ahiret Yurduna gelince,
işte asıl hayat odur. Eğer bilselerdi.” (Ankebût-64)
Her insan âhiretteki hayatının gereği olan de-
ğişimi dünya hayatında tamamlamalıdır. Çünkü
bu haliyle âhirette bir işe yaramaz, âhirete uy-
gun değil. Âhirette ya cennetlik olursun ya ce-
hennemlik. Dünyalı olamazsın. Başka bir dille,
başka bir pencereden imtihana bakıyoruz. İnsan
âhiretteki asıl hayatının gereği neyse onunla il-
gili değişimi, onun gereği olan değişimi dünya
hayatında tamamlamalıdır. Bu yüzden “Dünya
âhiretin tarlasıdır” denilmiştir. Bir değişim söz
konusu. Değişeceksin. Bu değişim kazanımla
olur, değişimin şartı kazanımdır. Kazanıma bilim
alanından bir hipotezle örnek vereyim. Hipotez
basit. Doğrudur değildir, tartışmıyorum. Söyle-
mek istediğimiz mânâyı yakalayalım diye örnek
veriyorum. “Zürafaların boyunları neden uzun?”
diye inceleme yapan bilim adamlarından bazı-
ları bir hipotezde bulunmuştur. Kanıtlamış veya
kanıtlamamış, doğru veya değil, onu tartışmı-

525
yoruz. Diyorlar ki; zürafalar ağaçların üst kısım-
larındaki yaprakları yemek istiyor ama boyları
yetmiyor. Sürekli oraya uzanıyorlar. Bu kuşaklar
boyu böyle devam edince, genlerindeki değişim-
le onların boyları, boyunları o yaprakları yiyecek
hale gelmiştir. Bu bir hipotez, bir görüş, kanıt-
lanmış birşey değil. Biz buradan çıkaracağımız
mânâyı alalım. Zürafaların boylarının, boyunla-
rının uzun olma hali bir değişimdir. Değişmeleri
gerekiyordu, değişime uğradılar. Ne için? Hedef-
leri olan yaprakları yiyebilmeleri için. Bu değişim
nasıl oluyor? Onun olması için önce arzu gere-
kiyor. Yukarıdaki yaprağı arzuluyor. Şiddetli ve
ısrarlı bir arzu şart. Sonra o arzuya uygun gay-
ret gerekiyor. İşte o gayretle genlerine tesir eden
bir kazanım var. Artık o onun kazanımı. O ka-
zanım sonra değişime dönüşüyor. Bu sırayı an-
latabildim mi? Arzu, gayret, kazanım, değişim.
Şimdi imtihana böyle bakalım. Kişi âhiretteki
yaşantısının değişimini dünyada tamamlayacak
ve o değişime uygun yer neresiyse oraya gide-
cek. Ama o değişimin olması için arzu lazım, o
arzuya uygun da gayret lazım. Ki o gayretle bir
kazanım oluşsun ve o kazanım bir değişime dö-
nüşsün. Dolayısıyla, Hakk veya bâtıldan birini
seçenin onu nasıl arzuluyor olduğu önemlidir.
Bir bakın nasıl önemsiyor? Sonra nasıl o yönde
gayret ediyor? Nasıl o yönde kazanımı var? O
yönde genleri nasıl değişiyor? Ve görmediğimiz
suretlere bürünüyor. İşte değişim süreci! Arzu,
gayret ve kazanım değişim için olmazsa olmaz
şarttır.

526
YILMAZ DÜNDAR

Konuya başlarken iki şâhitlikten bahsettik.


Esfele sâfiliyn hayat yaşayanlar Allah’a “Var”
veya “Yok” dedikten sonra “Ben Müstakilen VA-
RIM ve Muhtarım” diyerek bir şâhitlik yaparlar.
Ona karşılık Rabbimiz “Siz de şöyle şâhitlik ya-
pın” diye bize bir şâhitlik öğretmiştir. Bu durum-
da iki farklı şâhitlik, iki farklı beyan var. Âhiret
için, yapılan beyana uygun bir kazanımın olma-
sı, bu kazanımın da değişime dönüşmesi lazım.
İmtihana bir de böyle bakalım.
“Şehâdetime uygun hayat tarzı oluşturma-
lıyım” dedik, bir hüküm, bir karar verdik. O
hükme uygun arzu çok önemlidir. “Allahıma
bir şehâdette bulundum, ona uygun bir hayat
tarzı oluşturmalıyım” dedin ama hiç arzun yok.
Olmaz. Değişim için arzu şart. O arzu gayreti
getirecek. Arzunun nasıl gayrete ve bir amele
dönüşeceğini “Aşağıların Aşağısı” kitapçığının
“Kurtuluş Yolu” bölümünde maddeler halinde
paylaştık, inşâAllah fırsatınız olunca bakın. Arzu
amele nasıl dönüşür, orada somut var. On mad-
de. Yeter ki kafaya koyun, hepsi normal bir müs-
lümanın yapabileceği şeyler. Değişim için süreç
böyle: Karara uygun arzu, arzuya uygun gayret,
gayrete uygun fikirler ve fiiller. Geldiğimiz aşa-
mada artık beyanın hem fikirlerle hem de fiiller-
le tasdiki gerekiyor. Yönelişte yaptığımız beyanı
fikir ve fiillerimizle tasdike başlarız. Bunlar nefs
mertebesi sürecinde fiillerin tecellisi, isimlerin
tecellisi, sıfatların tecellisi gibi isimlere, bölüm-
lere ayrılmıştır. Anlayacağımız bir şekilde o sü-
reci böyle söylüyoruz. Siz o beyanı fikirleriniz ve
fiillerinizle tasdike başlarsınız. Böylece beyanın

527
gerçek şehâdeti oluşur. Sonuç olarak beyan “ka-
zanılmış beyan”a dönüşür. Kazanılmış beyan da
değişime dönüşür. Bu çok önemli birşey. Konu-
nun sonunda İhlas Sûresi’yle göreceğiz.
“Allahım senden şöyle duydum” demek yet-
miyor. Beyan yetmez, duyduklarınızı kazanıma
çevirmeniz gerekiyor. Sınavda böyle bir zincir
var. “Beyan” ne kadar “kazanılmış beyan” ise o
derece kuvvetli değişim olur. O yüzden nefsin
farklı mertebeleri vardır. Beyan ne derece kaza-
nılmış beyansa değişim o derece kuvvetli olur.
Değişim’i ileride izah edeceğiz, o bir surettir, so-
mut bir şeydir. Dolayısıyla zincir “beyan, kazanıl-
mış beyan, değişim” şeklindedir.
Bu paragrafın yeri konunun sonunda ama
burada da bir iki cümle olsun. İhlas Sûresi “Kul;
de, söyle, beyan et” diyerek başlıyor. Demek ki,
“HUvallahu Ehad, Allahu’s Samed” bir beyandır.
Bunu duydun ve “Lem yelid ve lem yûled” diye-
rek hayata başladın. Sonra çalışmalarınla tespit
ettin ki “Ve lem yekün lehü küfüven ehad.” Bu
kazanılmış beyandır. Duyduğunu kazanıma çe-
virdin ve bir tespitin var, öyleyse değişeceksin.
Sınav böyle şekilleniyor; “Beyan, kazanılmış
beyan, değişim gerçeği” dünya hayatında beyanı
belirleyen tercih temeline oturtulmuş bir dene-
me ile şekilleniyor. İnanmayanların da bir beyanı
var. Onlar Allah’a karşı bir iftirayla beyanda bu-
lunuyorlar. Bu beyanlarını kazanıma çeviriyorlar.
Bu kazanımlarına göre bir değişime uğruyorlar.
Âhiret için.

528
20.
“MUHTARİYETİ TERCİH GÜCÜ”
YETKİSİYLE “HAKK” VEYA “BÂTIL”I TERCİH

İnsanda “kendim” mânâsına olan nefs, ayna-


ya bakarak söylediğimiz “kendim” değildir. Göz-
lerimizi kapatıp özümüze, kendimize “kendim”
derkenkidir.
Şimdi “kendim” mânâsına gelen nefsi yatay
mânâlarına ayrıştıracağız. “Âmenû Billâhi ve
Amilûs Sâlihâti” ile onu dikey mânâlarına ayrış-
tırdık; Yöneliş ve İlişkiler diye. Nefsi daha iyi an-
layabilmek için şimdi onu kendi hizasında, ken-
di kulvarında yatay mânâlarına ayrıştıralım, ora-
da neler hamur olmuş bakalım. Ayırdık: Kayıtlı
Kendini Hissetme Duygusu, Kendinde Kendine
Göre Var hal ve bütün bunları takdim için “BEN”
demek. Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu’nun
bir vasfı var. Bu vasıf Kendinde Kendine Göre Var
halde belirendir. O vasıf belirdi. O Kayıtlı Kendi-
ni Hissetme Duygusu’nun vasfıdır, hamurunda
o vardır. Ama o Kendinde Kendine Göre Var’da
belirdi, “BEN” deyince “BEN” diyende fonksiyon
kazandı, ona siz “Nefs” dediğinizde de davranışa
dönüştü. O vasıf Muhtariyet Gücü’dür. Muhtari-
yet Gücü, Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu’nun
vasfıdır, Kendinde Kendine Göre Var olanda be-
lirir, çıkar, “BEN” diyen ona fonksiyon kazandırır.
“Kendim” dediğin bunları kapsayan Nefs’te de

529
fillere, davranışlara, düşüncelere, fikirlere dönü-
şür. O işte Muhtariyet Gücü’dür. MTG’ye gele-
ceğiz. Nefs kararlarını MTG’nin esası olan Muh-
tariyet Gücü ile oluşturur, Kul Zat seviyesinden
de hüküm verir. Bu cümleleri ancak kesret diliyle
söyleyebiliriz, tevhid diline uymaz. Muhtariyet
Gücü ile nefs kararlarını oluşturur, Kul Zat sevi-
yesinden hüküm verir.
Fitne vasıflı imtihanın sağlayacağı değişim
Hakk ile bâtıl arasındaki “Tercih”e bağlanmıştır.
Nefs dûniHİ algı ve zannları ile karşılaşınca ve
Hakk bilgileri de duyunca onda Hakk ve Bâtıl
ayrımı oluşmuş ve bu konuda fonksiyon gören
“Tercih” özelleşmiş ve imtihana tâbi tutulmuş-
tur. Burayı biraz izah edeyim. Esas olan Muhta-
riyet Gücü’dür ve devam edecektir, dünyada ve
ahirette. Muhtariyet Gücü varken Tercih Gücü
yoktur, yani Hakk’la bâtıl arasında “tercih” gücü
henüz orada fonksiyon kazanmamıştır. Ama in-
san Esfele Sâfiliyn’e gelip dûniHİ algı ve zannları-
nı tanıyınca, kendisini orada bulunca, Hakk bil-
gileri de duyunca işte o iki şeyi görünce; bir ona
bir ona bakıp tercih zorunda kalınca Muhtariyet
Gücü’nden tercih fonksiyonu kuvvetlenmiş ve
açığa çıkmıştır. Böylece Muhtariyet Gücü dün-
ya hayatı imtihanı içerisinde Muhtariyeti Tercih
Gücü olmuştur.
MTG’nin T’si ile, yani tercihle nefsler iki şey-
den birini seçerler. Ya dûniHİ algı ve zannlarını
veya Billâhi anlamda îman ve gereğini seçerler.
DûniHİ algı ve zannlarını tercih eden nefs “Müs-
takilen VARIM ve Muhtarım” iddiası ile kendi

530
YILMAZ DÜNDAR

adına “BEN” der. Billâhi anlamda îman ve ge-


reğini tercih eden nefs ise “Müstakilen VAR ve
Muhtar olan ancak Allah’tır, başka Müstakilen
VAR ve Muhtar YOKTUR” gereğinden hareketle
Allah’ın kendi “BEN” demesinden verdiği yetki
ile var görünen haline Allah adına “BEN” der ki
bu Halifetullah’tır. Müstakilen “BEN” diyen Hali-
fetullah olamaz. Ona Halifetullah özelliği veril-
miştir ama Allah onu Halifetullah kabul etmez.
Çünkü ona verilen yetkileri Veren’e karşı kullanı-
yor. Halifetullah Allah adına “BEN” der. Böylece
sınavda iki şey belirdi; kendi adına “BEN” diyen
ve Allah adına “BEN” diyen. Hiç listeyi uzat-
mayalım, mesele bu ikisidir; kendi adına “BEN”
diyen, Allah adına “BEN” diyen. Kazanımlar bu
temelde olur, kazanımı “BEN” yapar, “BEN” duy-
gusu yapar, o kazanacak çünkü. Değişim işte bu
kazanımı yansıtacak.
“Eğer dileseydik, elbette sana gösterirdik de
onları simalarından kesinlikle tanırdın. Yemin
olsun ki sen onları kavlin lahnından (sözün söy-
leniş tarzından) tanırsın. Allah amellerinizi bilir.”
(Muhammed-30)
Rasûlüm, istesek sen Kur’ân’a göre yalancıları,
-insanların uydurduğu sistemdeki yalancı değil-
Allah’ın yalancı dediklerini, Allah üzerine yalan
söyleyenleri, Allah üzerine iftira edenleri yüzle-
rinden tanırdın. Ama yemin olsun ki sen onları
konuşma tarzlarından tanırsın. Âyeti anlamaya
çalışırken lütfen elinizi vicdanınıza koyun, bu
tanım insanların kendi aralarındaki konuşma
tarzlarıyla ilgili olabilir mi? Konuşma tarzı gö-

531
recelidir, birisi beğenir, birisi beğenmez. Âyette
bahsedilen bu değil. Onun kurallarını siz ko-
yamazsınız, o kuralı Allah koyar. Öyleyse ayete
konuşma tarzı ile ilgili kuralı koyan Allah’a göre
bakacaksınız, mânâyı öyle bulacaksınız. Âyete
dikkat edin, “Onları namazlarından tanırsınız”
demiyor. Çünkü namaz kılabilirler. “Oruçların-
dan tanırsın” demiyor, oruç tutabilirler. “Hâyır
hasenattan tanırsın” demiyor, hâyır hasenat ya-
pabilirler. Bütün bunları yapıyor oldukları için
kendilerini doğru zannedebilirler. Ama âyet
“Oralardan tanırsın” demiyor, çünkü onlar seni
yanıltabilir. O yüzden, namazına tesbihine alda-
nıp bir esnafa giriyorsun, alışverişte daha önce
hiç olmadığı kadar kandırılmış olarak çıkıyor-
sun. Niye? Yöntemin yanlış. Âyet onu namazın-
dan tesbihinden tanırsın demiyor. Konuşma-
sından, sözün söyleniş tarzından tanırsın diyor.
Peki sözden nasıl tanıyacağız? Bu âyetten öğre-
niyoruz ki, bizi ele verecek şey konuşmamızdır,
konuşmamızı oluşturan fikirlerimizdir, fikirleri-
mizle birlikte yorumlarımızdır. Başlangıç çizgisi
için esas bunlar çok önemlidir.
Konuşmak önemli şeyler sıralamasında çok
önemseyeceğimiz bir şey. Onu not edelim,
âyetteki “Konuşmasından tanırsın” ifadesini
nasıl anlayacağımıza bakalım: Biz ona bir yetki
verdik, o da bize bir söz verdi. Sen onun konuş-
masına bir bak, o yetkiyi nasıl kullanıyor? Konu-
şurken Allah’a verdiği sözle ilgili nasıl davranı-
yor? Fikirleri, düşünceleri, arzu ve istekleri Rab-
bine verdiği söze uygun mu? Kurduğu cümleler

532
YILMAZ DÜNDAR

Allah’ın verdiği yetkiye uygun mu? Bunu şura-


dan anlayacağız; kişi kendi adına mı “BEN” diyor,
Allah adına mı? Âyet bize sınavı ne kadar açık
söylüyormuş meğer. Kazanımın böyle olacağı-
nı, değişimin bunun üzerine olacağını ne kadar
açık öğretiyor değil mi?
Tasavvufla ilgilenenler işe başladıkları zaman
dikkatlerini çeken iki cümleyle karşılaşırlar; öl-
meden önce ölmek, tövbesine tövbe etmek.
Çok da kitap devirdikleri halde net tariflerini
bulamadıkları için kafaları karışır. Çünkü Baş-
langıç Çizgisi için bir tarif bulamazlar. Nefs-i
Mardıye’de yaşayanların hallerinin sohbetiyle
vakit geçirilir, bu da dinleyenlerin çok hoşuna
gider. Çünkü “Ben orada değilim” der, o konu-
da bir amel yoktur. Ne güzel? Film seyreder gibi,
izledikten sonra bas düğmeye çık git. Olmaz!
Amel çıkarmadığın hiç bir şey sana yaramaz.
Amel çıkardığın zaman da o seni cehenneme mi
götürür cennete mi, bakacaksın. “Ölmeden önce
ölmek ve tövbesine tövbe etmek” çok önemlidir
diye duyar ama yakalayacağı mânâ okudukları
değildir. Anlatılanları ve okuduklarını başlangıç
çizgisinde uygulayamaz, çünkü onlar başlangıç
çizgisinin işi değil. Bize bu cümlelerin başlangıç
çizgisindeki tanımları lazım. Peki, bunlar söylen-
memiş mi? Bizim bu söylediklerimiz zamanında
söylenmiş, bilenden okuyun, söylendiğini gö-
receksiniz. “Ölmeden önce ölmek ve tövbesi-
ne tövbe etmek” başlangıç çizgisi için önemli.
“Kendi adına BEN” demeyi ve “Allah adına BEN”
demeyi anlayabilmek için o iki mânâ önemli.

533
“Ölmeden önce ölmek” başlangıç çizgisinde
nasıldır? Onun nefsin her kademesinde farklı bir
tarifi vardır, başlangıç çizgisinde şöyle açalım: Bir
esfele sâfiliyn yapı, yani esfele sâfiliyn kapsamın-
da beyan etmiş, öyle bir kazanımla da değişim
yapmış ve ruhunu böyle teslim etmiş olan kişi
ölünce, yani anlayınca ne diyor? Kur’ân’dan öğ-
reniyoruz ki, “Eyvah, yâ Rabbi, beni geri gönder,
orada bıraktıklarımla sâlih amel yapayım” diyor.
Yine âyetten öğreniyoruz ki bu asla mümkün de-
ğil. “Asla mümkün değildir” hitabının öncelikle
iki mânâsı var: Bir, fiziksel olarak mümkün değil.
İki, göndersek de birşey değişmez, sen aynı olur-
sun. Çünkü bir âyet var; “Değişmezsiniz” diyor.
Bu kişi “Rabbimiz bizi geri gönder” diye ne za-
man yalvarıyor? Ölünce! Rabbin sana bir tecrü-
beden bahsediyor, “Onlar ölünce böyle diyecek”
diyor. Biliyorsunuz, aklını az kullananlar durma-
dan denerler, hep aynı hatayı yaparlar, başlarına
hep aynı şey gelir. Akıllarını orta düzeyde kul-
lananlar bir hata yaparsa ders alır, o hatayı tek-
rarlamaz. başkalarının. Daha ileri akıl kullanan-
lar yaşanmış tecrübelerden yararlanarak hata
yapmaktan korunurlar. “Ölmeden önce ölmek”
orta hâl için bir uyarıdır. Rabbimiz bir tecrübe
öğretiyor, onlar ölünce böyle der, sen şimdiden
fark et. Öğrendik ve “Ben ölmeden önce bunu
söyleyeyim” diyoruz. İşte bunu demekle, bu gay-
rete girmekle sen ölmeden önce ölmüş olursun.
Başlangıç çizgisindeki ölmeden önce ölmek bu-
dur. Diğerinin ölünce söylediğini sen ölmeden
söylersen, ölmeden önce ölmüş olursun, öl-

534
YILMAZ DÜNDAR

müş gibi olursun. “Sesini duyunca seni görmüş


gibi oldum” deriz. Görmedin ama görmüş gibi
oldun. Bu da öyledir, ölmedin ama ölmüş gibi
olursun. Başlangıç çizgisindeki ölmeden önce
ölmek, diğerinin ölünce söylediği “Rabbimiz bizi
geri gönder” deyişini ölmeden söylemendir. Tabi
ki söylemek yetmez. Âyete dikkat edin; “Gönder
de sâlih amel yapalım” diyor, gereğini yapmak
için dönmek istiyor. Demek ki ölmeden önce öl-
mek yalnızca söylemek değil.
“Rabbimiz, bizi geri gönder” diyen orada neyi
anladı da öyle söylüyor? “Geri gönder” ifadesi
tüm insanlar için geçerlidir. Onu sadece müslü-
manlar için zannedersek yanılırız. Müslümanlığı
hiç duymamış olan da o gün “Rabbimiz anladık,
bizi geri gönder” diyor. Biz âyet okurken bazen
düşüncemizle kendimizi sınırlarız. Bu âyetteki
“Rabbimiz bizi geri gönder” diyeni namaz kılma-
mış, oruç tutmamış da onun için söylüyor sanı-
rız, öyle anlarız. Bunlardan hiç haberi olmayan,
başka dinlerle, başka düşüncelerle meşgul kişi
de aynısını söylüyor. O neyi anladı da geri gel-
mek istiyor? Kişi kendi adına “BEN” dediğini an-
ladı, müstakilliğini ilan ettiğini anladı. “Geri gön-
der de sana bağlı yaşayayım, sana bağlı “BEN”
diyeyim” demek istiyor. Onun ölünce fark edip
söylediği “Rabbimiz bizi geri gönder” deyişini
ölmeden söylemek ve gereğini yapma gayretine
girmek önemli.
Tövbesine tövbe etmek nasıldır? Bu da baş-
langıç çizgisinde net tanımlanmazsa günümüz-
de gördüğümüz çeşitli tasavvuf hastalıkları açığa

535
çıkar. “Tövbesine tövbe etmek diye bir şey var”
deyip rahatlıkla günah işleyenler var. Kişi işlediği
günaha tövbe etmiş, sonra günahına tövbe et-
menin yanlış olduğunu anlamış, yani yaptığı işin
günah olmadığını anlamış, tövbesine tövbe edi-
yor. Hâyır! Hâşâ! Öyle bir şey yok. Bunlar hiç bu
işi bilmeyenlerin uydurmalarıdır, amel sevme-
yenlerin hoşuna gitmesi nedeniyledir. Başlangıç
çizgisinde tövbesine tövbe etmek şudur: Kişi
müstakil bir varlığının olmadığını, müstakilen
VAR ve muhtar olanın Allah olduğunu anladı,
şimdi tövbe ediyor ve beyan ediyor: “Allahım,
Müstakilen VAR ve Muhtar olan ancak SENSİN.
Başka Müstakilen VAR ve Muhtar YOKTUR. Ben
senin verdiğin yetkiyle var görünen halime senin
adına BEN derim. Bunu fark etmeden önce sana
tövbe ederken kendi adıma BEN diyerek tövbe
ediyordum. İşte şimdi o tövbelerimin edepsizli-
ğine tövbe ediyorum. Allahım öğrendim ki senin
adına BEN demem lazım. Müstakilen VAR ve
Muhtar olarak BEN diyemem. Oysa daha önce
Müstakilen VAR ve Muhtar BEN’le tövbe edi-
yordum ve sana ‘Söz veriyorum, bir daha yap-
mayacağım’ diyordum. İşte edebe uygun olma-
yan o tövbe edişlerime tövbe ederim yâ Rabbi”
diyorsun. Yoksa günaha yapılan tövbeye tövbe
edilmez, öğrenilenler hatayı kaldırmaz. Konuyu
yanlış anlamayalım. “Tövbesine tövbe ediyor,
demek ki ona günahlar serbest” diye düşünmek
olmaz. Tasavvuf size İslâm kurallarını daha sıkı
yapmıyorsa, sizin İslamî hayat tarzına sıkı sıkıya
yapışmanıza yol açmıyorsa yanlış yoldasınız. Bu

536
YILMAZ DÜNDAR

ilim, bu yolda öğrendikleriniz İslâm kurallarını


daha sıkı uygulamanızı sağlıyorsa, sizi gevşet-
miyorsa doğru yoldasınız. Tasavvuf niye hoşa
gidiyor? Çünkü ameli gevşetiyor, sizi gevşetiyor.
“Öyle değilmiş, böyle değilmiş”ler gizlice “Müs-
takilen VAR ve muhtar” Ben’inizi okşadığı için
hoşunuza gidiyor. Başlama çizgisinde tövbesine
tövbe etmek anlaşıldı mı? Daha önceki tövbesi
edebe uygun değildi, kendi adına “BEN” diyerek
yapmıştı. Şimdi sığınıyor; Yâ Rabbi yanlış yapmı-
şım, o tövbelerimi bağışla. O zaman şükürlerimi
müstakilen VAR ve muhtar olarak yapmıştım,
beni bağışla. Müstakilen VAR ve Muhtar halle
ne yapmışsak onun bu şekilde tövbesini yapıyor.
Örneğin atınızı bir yere bağlayıp Allah’a emanet
etmiştiniz, şimdi bunu öğrendiniz. Diyeceksiniz
ki, “Allahım ben atımı bağlarken ‘Müstakilen
VAR ve Muhtar’ olarak bağlamıştım, beni ba-
ğışla. Ben de seninim, at da senin, Başka ‘Müs-
takilen VAR ve Muhtar’ YOKTUR, ancak SEN:
Lâ ilahe illallah.” Tövbeleri fark ettiniz mi? “Al-
lahım, ben şu kulunu müstakilen VAR ve muh-
tar “BEN”le sevmiştim, o sevgimi bağışla” deyip,
hepsini böyle bulup tövbe edeceksin. Tövbe et-
meden ölenin şanssızlığı hadislerde vardır. “On-
ları konuşmasından tanırsın” âyeti bize bunları
öğretti.
Kendi adına “BEN” demekten kurtulmak is-
teyen için acil ilk üç amel şudur, mutlaka böy-
le başlar. Bunları bir hallet, sonra düşünürsün.
Bir: Cümle kuracağında sakın şikâyet cümlesi
kurma. “Ama haklıyım” deyip şikâyet cümlesi

537
kurma. Kurtçukken kurma, kelebek olunca ba-
karsın. Şikâyet cümlesi kurma, şikâyetleri soh-
bet zannetme, hele de teknolojiyi kullanarak bu
işleri yapma. Şikâyet Şâki’nin dili demektir ve
doğrudan Allah’a iftira etmek demektir. Konu
ne olursa olsun şikâyet etme. Nasıl cümle ku-
racağım diyorsan, ne yap et duâ cümlesi kur,
duygunu/cümleni duaya çevir. İki: Bir cümle
kurduğunda müstakilen BEN’i mi kıyaslıyorsun,
buna dikkat et. Başlangıçta sakın kıyas cümlesi
kurma. “Benim yemeğim güzel, ben ondan iyi
kek yaparım, benim arabam büyük, ben güzelim
o çirkin, ben zayıfım o şişman” deyip de kıyas
yapma. Allah’ı eleştiriyorsun. Hele bunları bir
yapma, bir sus! Derler ya, konuştukça batıyor-
sun. Üç: Sakın kendini metheden cümle kurma.
Çünkü bilmeden “Müstakilen VAR ve Muhtar”
hale düşersin. “Ben şöyle namaz kılarım, o öyle
kılmıyor. Ben şöyle oruç tutarım, Şöyle hacca
gittim, bir umre yaptım ki sorma.” Hepsinin ne
olduğunu nasıl olduğunu Allah bilir, sen ne bili-
yorsun. Allah’ın işine karıştın mı sistem hemen
karşılığını verir, Allah muhafaza etsin. Acil olan
ilk üç iş bu. Bunu başarırsanız diğer maddeler
gelir. Bunu okuyunca kişi “Tamam, kendi adıma
BEN demeyeceğim” diyor ama bütün gün onu
yapıyorsun.
Nefslerin dünya hayatındaki süreçlerin-
de Hakk ve bâtıl arasında seçim yaptıklarını,
bu tercihlerini de MTG yetkisiyle yaptıklarını
Kur’ân’dan ders edelim. Çünkü biz MTG deyin-
ce bu tanımı bizim çıkardığımızı zannediyorlar.

538
YILMAZ DÜNDAR

Oysa başından beri hep onunla ilgili âyetleri


paylaşıyoruz, okuyoruz. Bu âyete dikkat buyu-
run lütfen.
“Ey, O Nebî! Eşlerine de ki: “Eğer dünya ha-
yatını ve onun ziynetini diliyorsanız, gelin sizi
metâlandırayım (boşanma bedelini vereyim)
ve sizi güzel bir salıverişle (kolaylıkla, zulmet-
meden) salıvereyim. Yok eğer Allah’ı ve O’nun
Rasûlü’nü ve âhiret yurdunu diliyorsanız, mu-
hakkak ki Allah sizden muhsin kadınlar için ecr-i
aziym hazırlamıştır.” (Ahzâb; 28, 29)
Âyet en üst protokolde geçiyor; Allah,
Rasûlullah ve Ailesi. Şüpheye düşmeyelim diye
bize hangi seviyeden öğretiyor, fark edin. İşin sa-
hibi Allah Rasûlüne diyor ki, “Eşlerine söyle, ne
diliyorlar?” Bir tercih olmasa bu soru olur mu?
Kader diliyle bu soru olabilir mi? O zaman Sahibi
Rasûlüne der ki; “Ben ne dilemişsem eşlerin onu
yapacak, kendi hallerine bırak.” Ama öyle değil.
Kesreti kader diliyle çözemezsiniz, izah edemez-
siniz, amel yapamazsınız. Bu yüzden, Kur’ân’da
kader için uluhiyet dili, amel için kesret dili var-
dır ve ikisi birden tek mânâdır. Bunlardan birine
yaslanmak yasaktır. Âyetle en üst protokolden
öğreniyoruz ki tercih var. Kula tercihi Allah ve
Rasûlü tarafından soruluyor. Efendimiz (SAV) in
eşlerine sorulan bu soru hepimizedir, herkesedir.
Bu yüzden ders yapıyoruz, âyetten dersimizi alı-
yoruz. Eğer Allah ve Rasûlü’nü seçerlerse onlar
âyette muhsin sınıfına girdiler, bu önemli mer-
tebeyi hak ettiler. Âyet diyor ki, Allah o muhsin
kadınlar için büyük ecirler hazırlamıştır. “Muh-

539
sin insanlar, muhsin erkekler” demedi. Muhsin
kadınlar için çok müjdeleyici bir âyet. Muhsin
kadın -âyetten alıyoruz ki- dünya hayatını ve
onun ziynetini seçmeyendir. Ama bu ne demek
çok iyi anlaşılmalıdır. Dünya hayatını ve ziyneti-
ni seçmemek, dünyayı ve dünya nimetlerini terk
değildir. Yanlış anlaşılırsa zavallı müslümanlar
çıkar. O zaman kim hayr yapacak, kim zekât ve-
recek, kim yönetecek? Öyle şey olur mu? Bura-
daki mânâyı iyi anlamak lazım. Dünya hayatı ve
onun ziyneti eşya, ev, bark, gezmek, dolaşmak
demek değildir. Muhsin kadın hayatını ve ziy-
netini bağışlayandır, âyetten anladığımız muh-
sin kadın budur. Çünkü Efendimizin eşleri Allah
ve Rasûlü’nü seçtiler, işte onlara yüksek müka-
fat var. Bir âyetten öğreniyoruz ki Rasûlullah
Efendimiz’in eşleri için mükafat ayrıca katlanır.
Allah muhafaza etsin, tersinde de ceza katlanır.
Dünya hayatını ve ziynetini bağışlayan muhsin
kadın neyi terk etti? Dünyanın ziyneti nedir?
Dünyanın bir ziyneti vardır, “Müstakilen VARIM
ve Muhtarım” iddiası! Dünyanın ziyneti budur.
Bunu terk edeceksin. Dünyayı seçmek müsta-
killiği seçmek demektir. Allah ve Rasûlü’nü seç-
mek, “Müstakilen VAR ve Muhtar olan ancak
Allah’tır, Hazreti Muhammed Mustafa sallal-
lahu aleyhi vesellem onun Kulu ve Rasûlü’dür”
demektir, bu hayat tarzını seçmektir. Dünyayı
terk dünya malzemelerini terk değildir. Bunu en
üst seviyede yapan Hazreti Meryem validemiz-
dir. Kur’ân’da adı geçen tek kadın olarak bu yüz-
den örnek verilir ve övülür. Onun bu bakımdan

540
YILMAZ DÜNDAR

ismi Betûl’dür. Hz. Meryem validemiz Allah’ı ve


Rasûlü’nü öyle seçmiş, dünya ziynetini cinsellik
platformu dâhil öyle terk etmiş, öyle bağışla-
mış ki bunu üst seviyede yapmıştır. Dolayısıyla,
muhsin kadın kendini test eder,”Nar mı birikti-
riyorum, nur mu?” diye ne biriktirdiğine bakar.
Mal mülk olabilir ama onunla nur biriktirir. Mal
mülk yoktur, onunla nur biriktirir. Kişide mal
mülk yoktur, durmadan Allah’a isyan ediyor-
dur, onunla nar biriktirir. Malı mülkü çoktur,
Allah’ı unutmuştur, yine nar biriktirir. Demek
ki mesele fiziksel, nesnel şeyler değil, ne biriktir-
diğin önemli. Nar mı, nur mu? Neyi kullanarak?
Muhtariyeti Tercih Gücü’nü kullanarak, yani
Hakk ve bâtıl arasında sürekli tercih yaparak.
MTG sınırları belli, alanı belli, hedefi belli olan
Allah’ın verdiği bir yetkidir, müstakil bir güç de-
ğildir. Allah’ın verdiği alanı, hedefi, sınırları belli
o yetkinin fiillere dönüşen gücü söz konusudur,
işte MTG’deki güç odur. MTG derken bahsedi-
len güç dûniHi anlamda -müstakilen VAR ve
Muhtar- bir güç değildir. Bu güç Billâhi anlam-
dadır; Allah’adır, Allah’ındır, Allah’tadır, bu va-
sıfla vardır. DûniHi anlamdaki güç iddialarına
biz “Ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ Billah” deriz,
mutlaka. “DûniHi” Kur’ân’da çok önemli bir ke-
limedir. Ancak Arapça dâhil hiçbir dilde mânâsı
anlaşılamamıştır, maalesef. DûniHi kelimesinin
mânâsını ancak tasdik edilmiş evliyaullah eser-
lerinde bulabilirsiniz. “Aşağıların Aşağısı” kitap-
çığı yalnızca bu kelimeyi ve âyetlerini anlamak
üzere ele alınmıştır.

541
“Ey Nebî, eşlerine sor” hitabı dünya imtiha-
nında hepimizedir; neyi seçiyorsun? İmtihan
budur. İsrâ Sûresi 18, 19 ve 20. âyetler bizim bu
soruya vereceğimiz cevaba bir karşılıktır.
“Her kim bu çarçabuk geçen dünyayı dilerse,
dilediğimize dilediğimiz kadarını dünyada he-
men verir sonra da onu kınanmış, kovulmuş ola-
rak gireceği cehenneme sokarız. Kim de âhireti
diler ve mü’min olarak ona uygun bir gayret ile
çalışırsa işte bunların çalışmaları makbuldür.
Onlara da bunlara da (dünyayı isteyenlere de,
âhireti isteyenlere de,) hepsine Rabbinin ihsa-
nından (istediklerini) veririz. Rabbinin ihsanı kı-
sıtlanmış değildir.” (İsra; 18-20)
Âyetin konumuzla ilgili kısımlarına yine ko-
numuz kapsamındaki mânâları ile bakacağız.
İçindeki mânâlar bununla sınırlı değil. “Kim çar-
çabuk geçen dünyayı dilerse!” Çarçabuk geçen
dünya nedir? Dünyayı dilemek -biraz önce ko-
nuştuk- dünyaya ait bir mevkiyi, bir eşyayı, bir
nesneyi dilemek demek değildir, böyle anlaşılır-
sa yanlış olur. Bir müslüman yönetici olmak is-
temeyecek mi, bir müslüman arabası olsun iste-
meyecek mi, bir müslüman parası olsun isteme-
yecek mi? Nasıl hayr yapacak? Özellikle varlıklı
insanı destekleyen bir dindir İslâm, varlıklı insanı
sever. Öyleyse çarçabuk geçen dünyayı dilemek
nedir? Bu âyette “dünya” bir idrakın ismidir.
Dünya idrakı Esfele Sâfiliyn’dir. Dünyayı dileyen
o idrakı seçen demektir. Bu gibi âyetleri okuyup
dünya nimetlerini dilemekten korkmak yanlış
olur, Kur’ân’a ters olur, kişi uzak doğu felsefeleri-

542
YILMAZ DÜNDAR

nin tuzaklarına düşer, bir lokma bir hırka yanlı-


şına düşer. Dünya kendine ait idrakın yaşandığı
yerdir. Dolayısıyla, dünyayı dilemek “Müstakilen
VARIM ve Muhtarım” iddiasını seçmektir. Kim
“Müstakilen VARIM ve Muhtarım” iddiasını se-
çerse, dilediğimize onu istediğimiz kadar veririz.
Onu verirken fakirlik lazımsa fakirlik veririz. O
iddia onda fakirlikle çoğalacaksa fakirlik, hasta-
lıkla çoğalacaksa hastalık, zenginlikle çoğalacak-
sa zenginlik veririz. Böylece o iddiasında, “Allah’a
karşı ben de varım” iddiasında sonuna kadar gi-
der. Sonra ne olur? Kınanmış, kovulmuş olarak
cehenneme girer, yani mütekebbirler sınıfına
girer. “Çarçabuk geçen dünya” iyi dikkat edilirse
tercihin işaretidir: Siz, size tanıdığımız mühlette,
bu mühlette verdiğimiz tercih yetkisiyle şımarı-
yorsunuz. Oysa bu yetki çarçabuk geçecek. Esas
olan Muhtariyet Gücü’dür. Hakk ve bâtıl için
tercih fonksiyonu belirmiştir ve o çarçabuk ge-
çicidir, ölümle ortadan kalkar. Muhtariyet Gücü
devam eder. Hakk’la bâtıl arasındaki tercih bit-
tiği için “T” fonksiyonunu yitirmiştir. İşte çarça-
buk geçecek bu yetki için şımarıyorsunuz.
Âyette “Âhireti dilemek” geçiyor, bu nedir?
Âhireti dilemeyenler âhirete gitmeyecekler mi?
Dünyayı tercih edip âhireti dilemeyenler de dile-
medikleri halde âhirete gidecek, onların da âhiri
var. Demek ki âhireti dilemek “Onlar gelmesin,
oraya ben gideceğim” demek değil, dünyayı di-
lemek de “Dünya nimetlerini istiyorum” demek
değil. Âhireti dilemek de dünyayı dilemek de
birer idrakın ismidir. Öyleyse ahiret neyin sem-

543
bolüdür, neyin işaretidir, neyin belirdiği bir yer-
dir? Âhiret, Billâhi anlamda îman ve onun gereği
hayat tarzının ne kadar doğru bir seçim olduğu-
nun apaçık anlaşılacağı ve bunun gereğinin ya-
pılacağı yerin adıdır. Bu yüzden, âhireti dilemek
bir beyandır: “Ben Âmentü Billâhi dedim, Billâhi
mânâsında îmanımı beyan ettim. Ve Muham-
medün Rasûlüllah dedim, gereğini de Efendimiz
(SAV) in dediği gibi yaptım. Biliyorum ki bu ger-
çeğin apaçık ortaya çıkacağı yer âhirettir. Dün-
yada bir aferin, bir takdir beklemiyorum. Ben o
gerçeğin çıkacağı yere talibim.” Âhireti seçmek
budur. Dünyayı seçenle âhireti seçen şimdi an-
laşıldı mı? Âhireti seçen -şehâdetimiz gereği-
diyor ki: “Allahım Müstakilen VAR ve Muhtar
olan ancak sensin. Ben senin adına BEN demeyi
seçtim.” Dünyayı seçen zaten “Müstakilen varım
ve muhtarım” diyor, yani “Ben kendi adıma BEN
derim, kendi hayatımın kurallarını kendim koya-
rım” diyor, kendini “müstağni” sayıyor.
Kur’ân’ın tercihle ilgili derslerine devamdayız.
“Âyetlerimizde ilhâd’a sapan (mecrasından
saptıran, bâtıla özendirenler) bize gizli kalmaz-
lar. Şimdi, nâra atılan kimse mi hayrlıdır, yoksa
kıyâmet günü korunacağından umutlu, bir gü-
venle gelen kimse mi? Dilediğinizi yapın! Muhak-
kak ki; O, yaptıklarınızı Basiyrdir.” (Fussilet-40)
Dilediğinizi yapın. Sahibi diyor ki dilediğinizi
yapın. Nâra girenler, cennete girenler! Size an-
lattık, dilediğinizi yapın. İnsanın bir tercih sına-
vında olduğu ne kadar açık, değil mi? Öyleyse

544
YILMAZ DÜNDAR

tasavvuf adına, tasavvufun ehillerini bir kenara


bırakıp, yanlış anlayıp “İnsanın seçme özgürlü-
ğü yoktur” demek haksızlıktır, Kur’ân’a terstir.
“Dilediğinizi yapın” diyerek âyet nefsleri tercihe
davet ediyor. Sonra da nûr ve nârı anlatarak ter-
cihlerinde danışmanlık yapıyor, yol gösteriyor.
“Muhakkak ki bu bir hatırlatan öğüttür. Dile-
yen Rabbine bir yol tutar.” (İnsan-29)
Bu bir tezkiredir, öğüttür diye yazılıyor ama
yetmez, tek başına “öğüt” kelimesi tam anlaşıl-
maz. Kur’ân ve âyetleri hatırlatan bir öğüttür.
Neyi? Verdiğimiz sözü! “Allahım Rabbimiz SEN-
SİN” ahdini hatırlatan bir öğüttür. Sade bir öğüt
değil; Kur’ân hatırlatan bir öğüttür. Efendimiz’in
görevlerinden birisi hatırlatmaktır.
“Muhakkak ki bu bir hatırlatan öğüttür. Dile-
yen Rabbine bir yol tutar” âyetini ileride geniş
göreceğiz. Şimdi âyetlerdeki “Dileyen” ifadeleri-
ne dikkat çekiyoruz. Allah’ın imtihan yaptığını
anlayalım diye “Dileyen” âyetlerini görüyoruz.
“Dileyen O’nu zikreder (Kur’ân’ı ders yapar
ve hatırlatan öğüt alır).” (Müddessir-55)
“Sizden bilfiil müstakıym olmayı dileyenler
için.” (Tekvir-28)
“De ki; Hakk Rabbinizdendir. Öyleyse dileyen
îman etsin, dileyen inkâr etsin.” (Kehf-29)
Nefslerin dünya hayatı sürecinde Hakk yolun
nasıl bir şey olduğunu Esfele Sâfiliyn kurallarla
bulması mümkün değildir. A’râf 172 ve 173’de
gördük ve öğrendik ki, Rabbimizle bir sözleşme

545
yaptık ve o bize işlendi, fıtratımızda o var. Dünya
yani Esfele Sâfiliyn kurallarıyla Hakk yol anlaşıla-
mayacağı için Allah fıtratı üzere yaratılan fıtratı-
mızda bu sözleşmenin gereği vardır. Bunun yanı
sıra, Hakk ve bâtıl arasında tercih yapıldığını
anlatan, hem de bu konuda nefslerin donanımlı
olduğunu gösteren âyetler var:
“Sonra da ona (nefse) hem fücûrunu (bâtılı)
tercih ederse sonucunun ne olacağını, hem de
takvâsını (Hakk yolu) tercih ederse sonucunun
ne olacağını ilham edene ki.” (Şems-8)
“Ona iki yolu (Hakk ve bâtılı) göstermedik
mi?” (Beled-10)
“Muhakkak ki; biz, ona o yolu hidâyet ettik
(Hakk ile bâtılı beyan ettik) ya şükredici olur ya
küfredici.” (İnsan-3)
Ders ettik ki insan hakla bâtıl arasında ter-
cih yapmaya programlanmıştır. Bunun için ge-
rekli bilgiler, yetenekler fıtratında vardır. Ve şu
önemli birşeydir; dünya hayatı sürecinde, kesret
kuralları çerçevesinde, nefsler MTG yetkilerini
kullanmaları konusunda o derece hürlerdir ki!
Cümlenin yanlış anlaşılmaması ve doğrunun
yerine oturması için bir uyarı cümlesi koyalım:
Ancak bu dûniHİ bir hürriyet değildir. Maalesef
öyle zannediliyor. Allah şahidim olsun ki çok,
çok önemli bir şeyi konuşuyoruz. Maalesef, işte
bu konuda insanlar yanlışta bölünmüşlerdir.
Bir kısmı MTG’yi “Müstakilen VAR ve Muhtar”
dûniHİ bir güç zannetmiş, bir kısmı MTG için
“Hiç yok” demiştir. İkisi de yanlış. Âyetleri gör-

546
YILMAZ DÜNDAR

dük, insanda tercih yetkisi yoktur nasıl dersin?


Sahibi “Dileyen yapsın” diyor, anlatıyor işte. Sen
“Yoktur” diyorsun. MTG bir yetkidir, müstakilen
VAR ve muhtar bir güç değildir. MTG Allah’ın-
dır, Allah’a ait bir yetkidir ve insan bunu son de-
rece hür kullanır. Bunu âyetle göreceğiz. Âyet ve
hadis dışı konuşmak bu yolda yasak, “Bana göre”
diyerek konuşmak yok. Nefslerin MTG yetkisini
kullanırken hürlerdir ancak bu hürriyet dûniHİ
bir hürriyet değildir. “Neden hürlerdir, nasıl
hürlerdir?” deme. O ayrı bir konu. Hürlerdir. Bir
cümleyle de olsa ipucu vereyim, detayını ileride
bekle. Neden hürlerdir? Çünkü Allah Muhtar’dır
ve Hür’dür. Bunu anla. Eğer sen, “İnsanlar yani
Halifetullah MTG yetkisinde hür değildir” der-
sen “Allah hür değildir” demiş olursun. Gerçek
Hür Allah’tır, gerçek Muhtar Allah’tır. Bu yüzden
Halifetullah vasıflı insan MTG yetkisini kullan-
makta çok hürdür. Ancak bu hürriyet dûniHİ ol-
mayıp Billâhi bir hürriyettir. İnsan MTG yetkile-
rini bu derece hür kullanırken âyetler inananları
doğru yolda tercih yapmaya, Hakk yol için tercih
yapmaya yönlendirir. Bir kaç tanesine bakalım.
“(Salih’in kavmi) Semûd’a gelince, biz onlara
hidâyet ettik, onlar a’mâlığı (Hakk, gerçekler yok
gibi yaşamayı) sevip hudaya (Rablerine ulaştıra-
cak yaşantıya) tercih ettiler. Bundan dolayı ka-
zandıkları yüzünden horlayıcı, alçaltıcı azabın
yıldırımı kendilerini yakaladı.” (Fussilet-17)
Semud’un hâli anlatılıyor: Onlara hüdayı,
doğruyu gösterdik. Onlar Müstakilen VAR ve

547
Muhtar yaşamayı, “Allah yokmuş gibi” yaşamayı
tercih etti. Bu yüzden yaşarken azaba uğradılar.
“Eğer siz fetih istiyorsanız, işte size (Bedir’de)
fetih geldi. Eğer (Rasûlullah’a) direnmekten vaz-
geçerseniz, o sizin için daha hayrlıdır. Şayet (şirk
dînine) dönerseniz, biz de döneriz. (O zaman)
topluluğunuz kalabalık da olsa size bir faydası
olmaz. Çünkü Allah mü’minlerledir.” (Enfal-19)
Âyette anahtar kelimeler var; dönerseniz biz
de döneriz. Bu ifade tercihi gösteriyor.
“Bu böyledir. Çünkü bir kavim kendi nefsin-
de olanı değiştirmedikçe, Allah onlara in’am et-
tiği nimeti değiştirici olmaz. Ve Allah Semiy’un
Aliym’dir.” (Enfâl-53)
“Onlar nefsinde olanı değiştirmedikçe” ifade-
si de tercihi gösterir. Tercih açıkça görülüyor.
“Umulur ki, Rabbiniz size merhamet eder.
Eğer dönerseniz, biz de döneriz. Cehennemi
kâfirler için hapishane yaptık.” (İsrâ-8)
“Kendi nefsine hâinlik edenleri savunma.
Muhakkak ki; Allah, çok günah işleyen ve sürekli
hâinlik yapanı sevmez.” (Nisâ-107)
Kendine hainlik eden, nefsinin hakikatine
göre tercih yapmayandır, “Müstakilen VARIM ve
Muhtarım” iddiasıyla nefsine muamele edendir.
“Siz dünya hayatında onları savundunuz (di-
yelim). Ya kıyâmet günü onlar için Allah’a (karşı)
kim mücâdele verir yahut onlar üzerine kim ve-
kil olur?” (Nisâ-109)

548
21.
ALLAH İNSANI YAPACAĞI
TERCİHTE ZORLAMAZ

Tercihle ilgili uyarıları öğüt olarak âyetlerde


gördük. İnsan MTG yetkisini kullanırken doyası-
ya hürdür. Delilimizi de görelim.
“Diyn’de zorlama yoktur.” (Bakara-256)
Tercih olmasa bu âyet olmaz. İnsanın dünya
hayatında “tercih” imtihanına tabi tutulduğuna
sırf bu ayet yeter; Din’de zorlama olmaz.
“Diyn’de zorlama yoktur. Gerçekten, rüşd
(Hakk yol yaşantısı) ğayydan (bâtıl yol yaşantı-
sından) apaçık ayrılmıştır. Kim Tağut’u (dûniHİ
algı ile müstakilen var ve muhtar güçler zannını)
inkâr edip Allah’a îman ederse, muhakkak ki o
kopması mümkün olmayan bir kulpa yapışmış
olur. Allah Semiy’un Aliym’dir.” (Bakara-256)
Öğreniyoruz ki tercih var. Öğreniyoruz ki
“Âmentü Billâhi ve Rasûlihi” der, hayat tarzı ola-
rak bunu seçersen kopmayan bir kulpa yapışmış
olursun, garantidesin. “Dinde zorlama yoktur”u
da doğru anlayalım. Bir kere bu kesret dilidir.
Kesret diliyle olan cümleleri kendi çerçevesinde
anlamamız lazım. “Din’de zorlama yoktur”un
ilk mânâsı insani ilişkilerde değildir, siz eşinize,
çocuğunuza, bir sevdiğinize Din’le ilgili bir şey
söylediğinizde size, “Din’de zorlama yoktur, niye

549
böyle yapıyorsun” denmesini içermez, bu âyet
onun için değildir. “Din’de zorlama yoktur” doğ-
rudan Allah’ın bize; “Ben sizi tercihinizde zor-
lamıyorum” demesidir. Bu mutlaka anlamamız
gereken müthiş bir şeydir. Bunu “Ama şöyle ama
böyle, şurada şöyle” gibi itiraz ve ikilemler ol-
maksızın böyle anlayacağız. Önceki bölümlerde
gördük. Bunları tartışan sahabe üzerine gelen
Efendimiz (SAV); “Âyetleri çarpıştırıyorsunuz.
Ben size bunun için mi geldim?” demektedir.
Hadis “Yüzü nâr kesildi” diyor. O kadar üzül-
müş ve öfke/celal göstermiş. Mesele âyetlerin
mânâlarını çakıştırmaktır, birleştirmektir, çar-
pıştırmak değil. Bakara-256’da Rabbimiz buyu-
ruyor; siz kesret âlemindeki dünya yaşantısında
Hakk ve bâtıl arasında tercih yaparken Allah sizi
zorlamaz. Âyet böyle diyorsa bunu böyle bilece-
ğiz ve bunu başka âyetlerle çakıştıracağız:
“Îman etmiyorlar diye neredeyse kendini he-
lak edeceksin. Eğer dilesek Sema’dan üzerlerine
bir âyet (reddedilmez bir ilim) indiririz de (mec-
buren) ona boyun eğerler. Rahmân’dan kendile-
rine yeni bir hatırlatıcı öğüt geldiğinde illa on-
dan yüz çevirirler.” (Şuarâ; 3-5)
Nefslerin ellerinde tercih yetkisi olmasa böyle
der mi? Biz hepsinin inanmasını dileseydik, ona
göre semadan indirirdik, hiç hürriyetleri olma-
dan hepsi hidayet ehli olurdu. “Dinde zorlama
yoktur”u burada da görüyoruz. Oysa:

550
YILMAZ DÜNDAR

“O (Allah) ki, takdir etti (her şeyi ölçüyle ya-


rattı) da hidâyet etti (Hakk yolu gösterdi ve ge-
reken gücü verdi).” (A’lâ-3)
“Onu (nefsi) tezkiye eden (arındıran) gerçek-
ten kurtulmuştur. Onu gömüp gizleyen ise ger-
çekten kaybetmiştir.” (Şems; 9, 10)
Anlıyoruz ki nefslerin bu tercihleri için alt ya-
pıları var.
“Kim nefsini arındırırsa”yı konumuzla ilgili
şöyle cümle yapalım: Kim Allah’ın verdiği yet-
kiyle Allah’a karşı “Ben kendi adıma BEN diyo-
rum” demezse, nefsini bu idraktan temizlerse,
nefsini dûniHi algı ve zannlarından kurtarırsa
o kazanır. Kim de nefsini gömüp gizlerse, ken-
di adına “BEN” diyerek nefsini, hayat tarzını ve
idrakını kendi adına “BEN”le örterse, o idrakla
kaplarsa o da kaybeder.
Meâllerde çoğunlukla “Kim nefsini kötülük-
lerden temizlerse kazanır” yazar. Oysa “Kötü-
lük” İslâmî bir tabir değildir, kötülüğü net tarif
edemezsiniz. İnançsız birisi de, yanlış inanan bi-
risi de kendisine göre bir “kötülük” listesi çıkarır
ve “Onlardan temizledim” der.
Kur’ân’a göre tarif şarttır.

551
22.
ARA UYARI!!! TERCİH HÜRRİYETİN
SENİ YÖNELİŞ PRENSİPLERİ
DAİRESİNDEN ÇIKARMASIN

Şimdi bir ara uyarı gerekiyor. Çünkü insa-


nın “Tercih” yetkisiyle ilgili âyetleri okuduk,
onu kuvvetle anlatmaya çalıştık. Bunlar hep
kesret diliyleydi. Söyler misiniz, tamamı tercih-
le ilgili âyet ve hadis olan bu kısmı bir kitapçık
haline getirsek insanlar ne yapar? “Müstakilen
VAR ve Muhtar” olduklarını ilan ederler, hem
de âyetlerle. Kur’ân’dan bu âyetleri toplayıp ki-
tapçık yapsak bunu okusanız itiraz eder misi-
niz? Hâyır. Ama sonra kuvvetle müstakilliğinizi
ilan edersiniz. Hem de Kur’ân’la. İşte bu yüzden
şimdi bir ara uyarı yapacağız. Çünkü bu hata
yapılıyor. Kişi Kur’ân’dan bu âyetleri seçip onları
kendi inancına, düşüncesine destek yapıyor. Bir
grup böyle inanıyor. Bir grup da İnsan-30 kapsa-
mındaki âyetleri toplayıp bir eser yapıyor. Onu
okuyanlar da “Bizim seçme yetkimiz yokmuş,
bizim cüzî de olsa irademiz yokmuş” deyip öyle
yaşıyor. İkisinin de yanlış olduğunu anlatmaya
çalışıyoruz. Bunlar başlangıç çizgisi için değil.
Kur’ân’ın öğrettiği tek tek bunlar değil, ikisi be-
raber, ikisi birlikte. Birisi kesret diliyle, birisi ulu-
hiyet diliyle olan bu anlatımlardaki mânâyı “tek”
yaptığınız zaman tevhid oluşur. İkisi bir olacak.
Bu okuduğumuz âyetlerle kişi “Biz müstakil mi-

553
yiz acaba?” dikliğine ulaşır. Dikkat edin, MTG
yetkisinin somut tesirine kapılıp tevhid pren-
siplerini unutmayın. Veya tevhid prensiplerinin
cazibesine kapılıp MTG yetkisini görmez dav-
ranmayın. Bu paylaştığımız “Tercih” kısmı alınıp
İslâm diye bu anlatılırsa tehlikeyi görebiliyor
musunuz? O yüzden ara uyarıyı Kur’ân’dan ders
yaparak öğrenelim.
İnsan-29’u gördük: “Bu bir hatırlatan öğüttür,
dileyen Rabbine bir yol edinir.” İmtihan gerçeğini
farkedebilmek üzere bu mânâdaki ayetleri ders
yapınca bir muhterem kardeşimiz korktu, sade-
ce bu olursa inananlarımız yanlış anlar deyip bizi
uyardı, İnsan-30’u okudu: “Allah dilemedikçe siz
dileyemezsiniz.” Öyle bir hâl ki hem çok hür-
sün, hem Allah dilemedikçe dileyemezsin. İkisi
bir. İnsan-29 ve 30 biz anlayalım diye iki âyettir.
Aslında ikisi tek mânâdır. O mânâ bir âyet ola-
rak dünya diliyle yazılamaz. Dünya diliyle ancak
böyle iki âyet olarak yazılabilir. Ama o iki âyet
cennet dilinde bir cümledir. Bizim bu dünyada
o mânâyı öğrenmemiz gerekiyor. Şimdi ara uyarı
çerçevesinde, “Allah dilemedikçe dileyemezsi-
niz” âyetini anlamaya çalışalım ve onu şimdilik
beş kademede mânâlandıralım.
“Allah dilemedikçe dileyemezsiniz”in birinci
kademe mânâsı şöyledir: “Evet, sen Rabbine erdi-
ren bir yolu tercih ediyorsun. Ancak bilmelisin ki
senin tercih kullanmanı Allah dilemeseydi, sana
MTG yetkisi vermeseydi bunu yapamazdın.” En
çok karşılaşılan mânâ budur. Maalesef Efendi-
miz (SAV) in açıkladığı İslâm’a en uzak mânâ da

554
YILMAZ DÜNDAR

budur. Bu yüzden de en çok bu sevilir. Neden


en uzak budur biliyor musunuz? Bu mânâ “Müs-
takilen VAR ve Muhtar” ancak Allah’tır idrakını
içermiyor. Bu mânâ doğrudur ama noksandır.
Bir kişi Rabbine erdiren bir yolu müstakilen de
tercih edebilir. “Allah senin tercih kullanmanı
dilemeseydi, sana MTG yetkisi vermeseydi sen
bunu yapamazdın” cümlesi dünyaya ait duniHİ
algıyla şöyle düşünülüyor: Yanınızda çalışan bi-
risine dediniz ki, “Sen hayır yapacaksın ama, ben
bu parayı sana verip de ‹Git hayır yap’ deme-
seydim yapmayacaktın.” Bu tabloda o müstaki-
len var, sen müstakilen varsın. Mânâ doğru ama
tablo İhlas Sûresi’ne uymuyor. Uyanık olalım.
Niye hoşumuza gidiyor? Çünkü küfrümüze uy-
gun. Biz onu seviyoruz, küfrümüze aşığız. Allah’a
olan küfre öyle aşığız ki O’na îmanımızdan faz-
la! Maalesef. O yüzden küfrümüze uygun fiiller,
ameller hoşumuza gidiyor.
Âyetin ikinci kademe mânâsı; “Eğer Allah di-
lemeseydi sen bu tercihinde Rabbini seçemez-
din.” Bu da doğrudur, meâllerde bu da çok var-
dır. Ama bu meâl de İhlas Sûresi’ndeki mânâyı
kapsamıyor. Neden İhlas Sûresi’ni kapsaması la-
zım? İnsan-30 tevhid dilidir, bu yüzden Lâ ilahe
İllallah Kelime-i Tevhid’ini kapsaması lazım, tev-
hid âyetini de tam içermesi lazım. Kesret âyetleri
tevhide benzetilip ameller kaldırılıyor veya tev-
hid âyetleri kesrete benzetilip Kelime-i Tevhid’in
mânâsı kaldırılıyor. İkisi de doğru değil.
Üçüncü kademe ise, MTG yetkisiyle Rabbi-
mizi tercih edişi “Müstakilen VAR ve Muhtar”

555
olarak yapılan bir iş sanmamamız için uyaran bir
mânâdır. Bu, içine tevhidin girdiği bir mânâdır:
“Sen Rabbini tercih ettin. Bu tercihi ‘Müstaki-
len VAR ve Muhtar’ olarak yaptım sanma. Bil ki,
‘Müstakilen VAR ve Muhtar’ olarak dileyen, hü-
küm veren ancak Allah’tır.” İşte şimdi mânâ tev-
hidi içerdi. İşte uyarı budur, diğer mânâlar uyarı
olmaz. Çünkü kesret diline uygunlar ve tevhid
mânâsını içermiyorlar. Buraya biraz açıklama
getirelim. İnsan-29’da Rabbin “Dileyen Rabbini
seçer” dedi, sen de “Diledim Rabbimi seçtim”
dedin. Kur’ân hemen seni uyarıyor: Sakın bu
seçmende o seçme yetkini -dikkat edin yetkin
yok demiyor- Müstakilen VAR ve Muhtar san-
ma. Sen Müstakilen VAR ve Muhtar değilsin.
Ancak Allah. Müstakilen VAR ve Muhtar seçim
yapan, hüküm veren ancak Allah’tır. Senin seçim
yapman, hüküm vermen öyle değildir. Buna şu
âyetle bir açıklık yapalım.
“Allah’ın dilemesine bağlamadıkça (İnşâAllah
demedikçe) hiç bir şey için ‘Bunu yarın yapaca-
ğım’ deme. (Bu prensibi) unuttuğun takdirde
Allah’ı an ve ‘Umarım Rabbim doğruya bundan
daha yakın bir yola beni iletir’ de.” (Kehf; 23, 24)
“İnşâAllah demeden yarın şunu yapacağım
deme” âyetinin bir iniş sebebi, bir hikayesi ve bir
tarihi var, o ayrı. Biz bize olan payına bakacağız,
sonunu o kısımla ilgili olarak bağlayacağız. Efen-
dimiz (SAV) e Cebrail aleyhisselam geç gelir ve
bu uyarı da yapılır; “İnşâAllah demeden ‘yarın
şunu yapacağım’ deme.” Efendimiz (SAV) le ge-
çen bu olayı yanlış anlayıp edep dışı düşmemek

556
YILMAZ DÜNDAR

için konu kapsamında onu göreceğiz. Dikkat


ederseniz âyet “Neden yapacağım diyorsun?”
demiyor. İnsan ilişkilerinde “Yapacağım deme”
demiyor. Yapacağım de, ancak Allah’ın dileme-
sine bağlamadıkça deme! Bu ne demek? Biz işi
Allah’ın dilemesine bağladığımızı nasıl anlaya-
cağız? “Allahım senin dilemene bağladım” de-
mekle oluyor mu ki? Öyle sanılıyor ama olmaz.
Kur’ân öyle öğretmiyor. “Müstakilen VARIM ve
Muhtarım iddiasıyla kendi adına BEN diyerek
söyleme” diyor. Diyor ki; eğer sen “Müstakilen
VAR ve Muhtar” olan ancak Allah’tır, başka
“Müstakilen VAR ve Muhtar” YOKTUR. Ben var
görünen halime Allah adına “BEN” derim idra-
kındaysan söyleyebilirsin. Bunu bize “İnşâAllah”
kelimesiyle anlatıyor. İnşâAllah demen şart de-
ğil. İnşâAllah demişsin ama Müstakilen VAR ve
Muhtarsın, olmaz! Müstakilen VAR ve Muhtar
değilsin ama inşâAllah dememişsin, olur. Çünkü
sen zaten inşâAllah’ı yaşıyorsun. Ama hem Müs-
takilen VAR ve Muhtar değilsin, hem İnşâAllah
demişsin, süper güzeldir. Başlangıç çizgisinde
mutlaka İnşaAllah denmelidir. Başlangıç çizgisi-
ne hem idrak hem inşâAllah demek şart. “Söyle-
yince bazıları rahatsız oluyor” diyorsan içinden
söyle. Ama söyle. Burayı yine tasavvufla saptı-
ranlar “İnşâAllah demek gerekmiyor” mânâsına
getirip inşâAllah kelimesini lügatlarından çıkarı-
yorlar. Muhafaza buyur ya Rabbi. “Denilmese de
oluyormuş” bakışı doğru değil! Anlıyoruz ki işi
Allah’ın dilemesine bağlamak, “Müstakilen VAR
ve Muhtarım” iddiasından sıyrılarak Allah’ın

557
hakkını vermek demektir. “Müstakilen VAR
ve Muhtar” Allah’ın hakkı. Hakkını vereceksin;
Müstakilen VAR ve Muhtar O’dur. Âyet bize
diyor ki; o zaman rahatlıkla “Yarın yapacağım”
diyebilirsin.
Bu söyleyeceklerim yanlışlardan korunma-
mız için. Âyetin iniş sebebini söyledik. Bu tür
âyetlere bakarak Efendimiz (SAV) i hata yapmış
zannedenler var. Efendimiz’in yanlış yaptığına
inananlar, bunu da yazanlar var. Neden günü-
müzde onlar tehlikeli? Çünkü internet diye bir
ortam var, herkes o tehlikelere parmağının ucu
kadar yakın, Allah muhafaza etsin. Bu ayetteki
olay bir hata değildir, Efendimiz (SAV) bir hata
yapmış da Rabbimiz uyarmış değil. Buradaki
uyarı “Müstakilen VAR ve Muhtar olarak bir şey
deme” uyarısıdır. Zaten hiç bir Nebî ve Rasûl
“Müstakilen VAR ve Muhtar” iddiasında değildir.
Hepsi zaten o iddiayı yıkmakla görevlidir. Necm
Sûresi 3. âyeti dinleyin: “O hevasından nutk et-
mez/konuşmaz.” Rabbimiz söylüyor, o hevasın-
dan konuşmaz diyor. Bunun kademe kademe
mânâları var. Bize şu an ilk iki mânâsı gerektiği
için onlara bakalım. Efendimiz SAV hevâsından
konuşmaz ne demektir? Hevâ özellikle “Müsta-
kilen VAR ve Muhtar” iddialının temsilidir, hevâ
“Müstakilen VAR ve Muhtar” iddialı kişide olur.
“Hevâsına uyma” denilen odur. Âyet Efendimiz
(SAV) için; O hevâsından (“Müstakilen VAR ve
Muhtar” iddia ile) konuşmaz diyor. Nasıl konu-
şur? Billâhi anlamda konuşur. İkinci mânâ budur.
Billâhi anlamda konuşurken de vahy alır, vahy

558
YILMAZ DÜNDAR

ile konuşur. O sizin gibi değildir. Böyle olunca


siz Efendimiz (SAV) için “Hata yaptı da bu âyet
geldi” demek yanlış olur, Allah muhafaza etsin.
Biz lazım olan dersi alalım, bize söyleneni alalım,
edeb dışı düşmemeye çalışalım inşâAllah.
Tefekkür için bir ip ucu verelim. Ama baş-
langıç çizgisiyle ilgili olmadığı için bir iki cüm-
leyle geçeceğiz. İnsan-29 “Dileyen Rabbine bir
yol tutar” diyor. “Allah’a bir yol tutar” demiyor.
Rabbine! O âyette “Rab” geçtiği halde hemen
İnsan-30; “Allah dilemedikçe dileyemezsiniz”
diyor. Burada almamız gereken dersimiz var. Bu
aslında ileride konuşacağımız bir şey, başlangıç
çizgisi için değil. Bu yüzden tefekkür için şimdi-
lik söyleyip geçiyoruz. 29’da “Rab” geçiyor, 30’da
Allah. Bu bir yaklaşım. Ama ilerisi için bir de baş-
langıç. İnsan-29’da insana göre kader hükmü-
nün yaşandığı kaza âlemi için “Rab” kullanılmış.
İnsan-30 hüküm ve bilme ânı olan kaderin be-
lirlendiği âyettir, orada Allah kullanılmış. Kesret
ve Uluhiyet diline Kur’ân’ın çok önem verdiğini,
bizim de önem vermemizin istendiğini gösteren
bir delil. Her âyette öyle bir işaret olmayabilir
ama burada öyle.
Dördüncü kademeyi özet bir tanımla söyle-
yelim: Sen “Şöyle diledim, şöyle yaptım” diyor-
sun ya! Bir şeyi önce Allah diler, yapar; sonra sen
olaya sahip çıkar ve “Diledim, yaptım” dersin.
Lütfen, sahip çıkan zann yapıyı tefekkürle so-
mutlaştırarak kendinizde arayınız.

559
Beşinci kademe mânâda ise, “Müstakilen
VAR ve Muhtar” olarak dileyen ve hüküm ve-
ren ancak Allah’tır. Ayrıca, gerek dûniHİ algıyla
gerekse Billâhi algı ile dileyebildiğini veya dileye-
bilemediğini sananlar YOKTUR (Ekber mânâda
“YOK” olan zannlar; Allahuekber).
Ara uyarıya âyetlerle devam edelim:
“O âlemler için bir Zikir’den başka değildir.
Sizden bilfiil müstakıym olmayı dileyenler için.”
(Tekvir; 27, 28)
Bu ayette tercih var. Hataya düşme diye he-
men peşine ara uyarı:
“(Fakat) Rabbül âlemiyn olan Allah dileme-
dikçe dileyemezsiniz.” (Tekvir-29)
İnsan-29 ve İnsan-30 için açıkladıklarımız bu-
rada da geçerlidir. “Âlemler için zikir” ve “Rabbül
âlemiyn” tanımlarını daha önceki derslerimizde
konuştuk, var, bakabilirsiniz. Burada bir cüm-
leyle söyleyelim. Âlemler için zikir, “Kendini bil”
emriyle kendini bilenler için hatırlatıcı demektir.
Rabbül âlemiyn ise, kendini bilen kullara kendi-
lerini hissettirerek bildirendir.
“Hâyır (iş sandıkları gibi değil). Muhakkak ki,
o bir hatırlatan öğüttür.” (Müddessir; 54, 55)
“Fakat Allah dilemedikçe zikredemezler. O
takvânın ehlidir ve mağfiretin ehlidir.” (Müddes-
sir-56)
İnanan kişi Allah’a verdiği sözü hatırlar ve
gereğini yapar. Ancak kul hidayetine yol aça-

560
YILMAZ DÜNDAR

cak bu hatırlatıcı öğütten Allah dilerse istifade


edebilir. Bunu aynı mânâya gelecek şekilde ya-
şadığımız hayat için kesret diliyle sonra da tev-
hid diliyle söyleyelim. Nisa-79’a göre “Hidayet
ancak Allah’tandır.” Bu kesret dilidir. “FATİHA
ile fetih” kitapçığının son bölümünde hidayet-
le ilgili âyetleri paylaştık, inşâAllah bakınız. Bu
mânâ tevhid diliyle “Kulun hidayeti dilenmişse”
şeklinde söylenir. Biz bu iki cümleyi tek mânâda
düşüneceğiz. Birini seçemezsin, ikisi beraber tek
mânâdır.
MTG yetkisini kullanırken dûniHİ algının
zannlarından tamamen temizlenelim diye
Kur’ân tarafından açık veya gizli olarak uyarılırız.
Bunu âyetleriyle görelim ve ara uyarıyı tamam-
lamış olalım.
“Allah, Bil-Hakk hükmeder (gerçek hükme-
dendir). DûniHi (algı ve zannlarıyla) seslendikle-
ri ise hiçbir şeye hükmedemezler. Muhakkak ki;
Allah Semiy’ul Basıyr’dir.” (Mü’min-20)
“O hiçbir kimseyi hükmünde ortak da et-
mez.” (Kehf-26)
“Semâvatın ve Arzın Mülkü O’nundur. Bir ço-
cuk edinmemiştir. Mülk’te ortağı yoktur O’nun.
Her şeyi yaratmış, takdir etmiştir.” (Furkân-2)
“O’nundur Mülk. DûniHi (algı ve zannlarıyla)
seslendikleriniz bir hurma çekirdeğinin zarına
bile mâlik değildir.” (Fâtır-13)
“Rabbin dilediğini yaratır ve seçer (muhtar-
dır). Onların seçim hakkı yoktur (muhtar değil-

561
ler). Allah, şirk koştukları şeyden âlî ve sübhan-
dır.” (Kasas-68)
Bu âyete döneceğiz ama önce şu iki âyeti pay-
laşlaşalım.
“Bu Allah’ın halk edişidir. Haydi göster bana,
dûniHi (algı ve zannlarıyla) seslendiklerinin ne
yarattığını? Hâyır, gösteremezler! Zâlimler apa-
çık bir dalâlet içindedir.” (Lukman-11)
“Kibriya semâvatta ve arzda O’nundur. O
Aziyz’ül Hakiym’dir.” (Câsiye-37)
Bu âyetlerden öğrendiğimizi özetleyelim:
Mülk Allah’ındır, Hüküm Allah’ındır, Güç Al-
lah’ındır. Ancak Allah “Müstakilen VAR ve Muh-
tar” olarak hüküm sahibidir, “Müstakilen VAR
ve Muhtar” olarak mülk sahibidir, “Müstakilen
VAR ve Muhtar” olarak güç sahibidir. Hüküm,
mülk, güç sahibidir ama Müstakilen VAR ve
Muhtar olarak. İnsan da hüküm verir, insanın
da mülkü vardır, insanın da bir gücü vardır. Ama
hiç biri “Müstakilen VAR ve Muhtar” değildir,
hepsi Allah’tandır, Allah’ındır, dönüş Allah’adır.
Bu idrak çok önemlidir. Eğer siz Allah’ın size ver-
diklerine “müstakillik” etiketi yapıştırırsanız bu
küfür olur, Allah’a karşı olur.
Kasas-68 ne demişti? “Rabbin dilediğini ya-
ratır ve seçer, Muhtar’dır. Onların seçme hakkı
yoktur; muhtar değiller.” Bu âyet, okuduğumuz
onca âyete rağmen insanların dûniHİ algıla-
dıkları için Allah’ın kitabından yanlış hükme
vardıkları bir yerdir. Neden bazı kardeşlerimiz

562
YILMAZ DÜNDAR

Kasas-68’de yanılır, bakın: Âyetlerle gördük, seç-


me yetkimiz var. Bunda hür müyüz? Hürüz. Di-
ğer âyetler gibi bu âyetin de bahsettiği “Muhtar
olmayanlar” dûniHİ zannettiklerinizdir. “Bakın
bakalım, dûniHİ (zannedip) seslendikleriniz bir
hurma çekirdeğinin zarına malik mi? Ne yarat-
mışlar? Bana gösteremezsiniz! Onların bir gücü
var mı?” denilenler dûniHİ zannedilenlerdir.
DûniHİ olanların seçim hakkı yoktur. Gerçekte
olmadığı halde zannınızda “Müstakilen VAR ve
Muhtar” bir şey uyduruyorsanız onların seçim
hakkı yoktur. Kendinizden söyleyelim, olmadığı
halde kendinize “Müstakilen VAR ve Muhtar”
kişilik veriyorsunuz ya, işte onun o hakkı yoktur.
O yaratamaz, o seçemez. Çünkü o YOK. Kur’ân’a
göre o bâtıl. Öyle bir şey yok, İlla Allah. “Müs-
takilen VAR ve Muhtar” ilan edilen güçlere “Ve
la havle ve la kuvvete” diyoruz. O İlla Allah de-
mektir zaten. Efendimiz (SAV) in bize öğrettiği
“Âmentü Billâhi” budur: Allah’ın dışına düşme,
kendini Allah’ın dışında sanma, kendini Allah’ın
dışında sanarak Allah’a bakma. Dışı yok. DûniHİ
budur; Allah’ın dışı yok. O’nun dışında birşey
uydurursan bil ki ne öyle bir güç var, ne öyle bir
yaratan var, ne öyle bir mülkü olan var. YOK. O
YOK’la meşgul olma. O YOK’u tercih edersen o
YOK’a göre kazanımın olur ve o YOK’a göre de-
ğişimin olur. İşte o YOK’un âhirette yaşayacağı
yer cehennemdir. O sûretin, o değişimin yeri ce-
hennemdir. Bunu ileride daha göreceğiz.
Nisâ-78 ve 79’u çok ele alıyoruz. Neden?
Çünkü bu iki âyet çok az anlaşılmış, anlayacağız

563
derken mânâları bozulmuş, malesef. Çok anlat-
tık, çok geniş gördük. İlgilenenler notlarımızdan
baksınlar, çok faydası olur. Ara uyarı için yine de
hatırlamış olalım.
“Nerede olursanız olun ölüm size ulaşır.
Burûc-u müşeyyede’de; (sağlam, yüksek burç-
larda) olsanız bile. Eğer onlara bir hasene isâbet
etse “Bu Allah indindendir” derler; şâyet onla-
ra bir seyyie isabet etse “Bu senin indindendir”
derler. De ki; “Küllün min idnillah (hepsi Allah
indindendir).” Şu kavme ne oluyor ki neredeyse
bir söz anlamıyorlar.” (Nisâ-78)
Bu uluhiyet dilidir, “Müstakilen VAR ve Muh-
tar” iddialarını siler atar. “İnd” demek “Allah’tan
başka müstakilen var ve muhtar ilan etme” de-
mektir. Siz “Bu senin indindendir” diyerek birbi-
rinize müstakillik veriyorsunuz. Hâyır, hepsi Al-
lah indindendir. Ancak Allah “Müstakilen VAR
ve Muhtar” olarak hüküm verir. Nisa-78’den
sonra hayat/kesret başlıyor. Kader, yani hüküm
“Müstakilen VAR ve Muhtar” olarak Allah’a ait-
tir idrakının peşine Nisa-79 gelir:
“Haseneden sana ne isâbet ederse Allah’tan-
dır. Seyyieden sana ne isâbet ederse nefsinden-
dir: Seni insanlara rasûl olarak irsal ettik, şâhit
olarak Allah -Billâhi anlamda- kafidir.”
Şimdi yalnızca hasene ve seyyieyi hatırlata-
lım, çünkü âyetlerin detayını gördük. Hasene
güzel/iyi demek değildir, seyyie kötü demek de-
ğildir. Âyet öyle sanılırsa anlaşılmaz. İyilik, kötü-
lük insanlara göre değişir. Hasene Lâ ilahe illallah

564
YILMAZ DÜNDAR

Kelime-i Tevhidi’ne uygun fikir ve fiillerdir. Sey-


yie, Lâ ilahe illallah Kelime-i Tevhidi’ne uygun
olmayan fikir ve fiillerdir. Kur’ân’da bahsedilen
hasene ve seyyie böyledir.
“Musibetten size ne isâbet ederse ellerinizin
kazandıkları dolayısıyladır. (O Allah) birçoğunu
da affediyor.” (Şûrâ-30)
Ara uyarı kapsamında, detaya girmeden
Hadîd Suresi 22-23. âyetleri görelim. Genellikle
kitaplar ikisini birlikte ele alır. Halbuki Hadîd-24
olmadan o ikisi zor anlaşılır. Biz üçüne birlikte
bakalım.
“Arzda ve nefslerinizde isâbet eden hiçbir
musîbet yoktur ki biz onu yaratmazdan önce bir
kitapta yazılmış olmasın. Muhakkak ki bu Allah
üzerine çok kolaydır.” (Hadîd-22)
“(Allah bunu) elinizden çıkana üzülmeye-
siniz ve size verdiği nimetlerle şımarmayasınız
diye açıklamaktadır. Çünkü Allah kendini beğe-
nip böbürlenen kimseleri sevmez.” (Hadîd-23)
“Onlar (Hadîd-23’tekiler, yani övünenler, bö-
bürlenenler) cimrilik yapan ve insanlara cimri-
likle emreden kimselerdir. Kim Allah’tan yüz çe-
virirse muhakkak ki, Allah Ganiyyül Hamid’dir.”
(Hadîd-24)
Ara uyarı kapsamında okuduğumuz âyetleri
bir kitapçık yapsak insanın ameli gevşer, bir
imtihan yokmuş gibi görür, hatta kendisini ro-
botmuş gibi görür, “Acaba biz robot muyuz?”
demeye başlar. Değil. Tercihle, dilemeyle ilgili
âyetler ve bunlar bir mânâ olacak.

565
Hadîd-24 bu konuda önemli bir ipucu taşıyor,
çünkü yanlış yapanları cimrilikle suçluyor. Oysa
önceki âyetlerde para/mal konusu geçmedi. An-
layın, eğer Kur’ân’daki cimriliği hemen parayla
pulla ilişkilendirirseniz yanlış olur, noksan olur.
“O övünenler cimridir” diyor. Soruyorum, kim
övünür? Bol para harcayan mı, cimrilik eden mi?
Bir cimri “Kimseye para vermiyorum, hayr yap-
mıyorum” diye övünür mü? Tarifimize uymadı.
Bol para veren övünür, çok para verdim diye.
Âyette ise cimri övünüyor, niye? Öylese bu cimri
farklı. Kim? Para vermeyen mi? Hadîd 22 ve 23’te
para pul geçmiyor ama Hadid 22 ve 23’e uyma-
yanlar cimrilikle suçlandı? Neden? Kur’ân’daki
cimri “Müstakilen VAR ve Muhtar” iddiasını sa-
hibine vermeyendir, o iddiayı sıkı sıkı tutandır.
Malını verir, mülkünü verir, onu vermez. Bir sa-
habenin şehâdet hikayesi vardır. Şehit olmuştur
ama Efendimiz (SAV) henüz onun şehâdetini
ilan etmemiştir. Fiziksel olarak görünüşte şehid.
Ancak “Müstakilen VAR ve Muhtar” duygusunu
o şehâdet yolunda verdikten sonra Efendimiz
(SAV) onun şehitliğini ilan etmiştir, “Şimdi oldu”
demiştir. Cimri “Müstakilen VAR ve Muhtar” id-
diasını tutandır, kendi adına “BEN” demeyi sahi-
bine vermeyendir.
Âyet diyor ki, istediğin kadar cimri ol, cir-
min kadar yer yakarsın. Çünkü Allah Ganiyyül
Hamiyd’dir; Allah senin bildiğin esmaların özel-
likleriyle sınırlanamaz, O Sübhânallah olarak
Gani, Gani, Gani’dir. Hükmünde de Müstakilen
VAR ve Muhtardır. Hamid’in esas mânâsı bu-
dur. Hamid “Müstakilen VAR ve Muhtar” olarak

566
YILMAZ DÜNDAR

kendisini kendisi bilir. Sen “Müstakilen VAR ve


Muhtar” değilsin, Allah’ı bilemezsin. “Hamid”
kendisini kendisi bilir ve takdir eder.
Bunlarla öyle uzun süre meşgul olun ki bey-
niniz İslâm konuşurken yorulsun, İslâm’la meş-
gul olurken açılsın. Bunun için süre önemli, süre
lazım. Bir pilotun pilotluk derecesini öğrenmek
için “Kaç saat uçtun?” diyorlar. Beyin kaç saat Al-
lah düşündü? Esas zikrullah Allah’ı düşünmektir,
O’nu hayal etmektir. Fiziksel değil, Billâhi anlam-
da. Yani dışı olmadığını, dışında olmadığını ha-
yal etmek, bilmek zikrullahtır. Kur’ân bize Allah’ı
hatırlayın, hayal edin, tefekkür edin diyor. Elbet-
te Zatı için o muhal. Allah’ı hayal etmek, Allah’ın
dışı fikrinden kurtulmaktır. Ona “Lâ ilahe illallah
tefekkürü” deniyor. “Aşağıların Aşağısı” kitapçığı
bunun yollarını maddeler halinde veriyor.
İslam’da şehâdet vardır, bu yüzden namazda
gözünü kapatman yasaktır. Esas Sübhânallah’ı
namazda yaşayacaksın, gözün açık kalacak.
Gözümü kapatınca iyi konsantre oluyorum di-
yemezsin. Çünkü kapatınca “Müstakilen VAR
ve Muhtar” olursunuz. Kesretin müstakil olma-
dığına, İlla Allah olduğuna gözün açıkken şâhit
olacaksın. Gözü kapalı tefekkür belki başlangıç-
ta olur. Çünkü o uzak doğu yöntemidir. Onların
meditasyon için gözlükleri, kulaklıkları vardır.
Unutmak için kapatırlar. Sen “Eşhedü en lâ ilahe
illallah; kesinlikle şâhidim” diyorsun. Gözün açık
olmadan şâhit olamazsın.
Tekâsür Sûresi bize göz açıkken şâhit olmayı
anlatır.

567
23.
HADÎD-7’YE DİKKAT! EMANET,
SORUMLULUK VE İNFAK

İnsanın MTG gibi bir yetkisi var mı? Bir âyet


var, yalnız orada geçiyor. MTG yetkisinin bir
yaptırım gücü olduğunu ve onun uygulanabilen
güç alanını anlatıyor. O bir güç alanıdır. O güç
alanında sen tasarruf sahibisin. “Güç alanım” de-
mek “tasarruf alanım” demektir. O âyeti görelim:
“Âmînû Billâhi ve Rasûlihi (Billâhi anlamda
Allah’a îman edin ve O’nun Rasûlüne uyun).
Hakkında sizi halife olarak tasarruf sahibi kıldı-
ğı şeylerden infak edin. Sizden bu şekilde îman
eden ve infak eden kimseler için ecr-u kebiyr
vardır.” (Hadîd-7)
Kur’ân’da sadece bu âyette geçen bir tanım
var, lütfen fark edelim. İlk şart Âmînû Billâhi
ve Rasûlihi. Siz de “Âmentü Billâhi ve Rasûlihi”
dediniz. “Müstakilen VAR ve Muhtar yalnız-
ca Allah’tır. Başka Müstakilen VAR ve Muhtar
YOKTUR. Allah’a îmanımı bu şekilde deklare
ettim. Bu îmanı açıklayan ve nasıl yaşanacağı-
nı öğreten Rasülune de îman ettim” dediniz.
Şimdi âyetteki ikinci şarta lütfen dikkat buyu-
run: “Hakkında sizi halife/vekil olarak, yetkili
olarak tasarruf sahibi kıldığı şeyden infak edin.”
Allah’ın hakkında bizi tasarruf sahibi kıldığı şey
nedir? Mal mülk değil. O zaman fakir olan, malı

569
mülkü olmayan hiç infak edemeyecek ve ecr-u
kebiyr alamayacak, öyle mi? Verecek hiçbir şeyi
yok, üstelik muhtaç. Söylenen bu değil. İlerleyen
âyetlerde göreceğiz, sizi tasarruf sahibi kıldığı
şey “BEN” demenizdir. Allah adına “BEN” deme-
niz isteniyor. İşte oradan infak edin, onun müs-
takilliğini ilan etmeyin, onu infak edin. Çünkü
biz sizi dünyaya yani Esfele Safiliyn idraka gön-
derince kendinizi müstakilen var sandınız. Müs-
takil zannettiğiniz halinize de “BEN” dediniz. O
hazır bulduğunuzu sahibine verin diyor. Eğer
böyle yaparsanız size ecr-u kebiyr vardır.
Bu âyet Tebük Seferi’yle ilgili inmiştir. Bu se-
ferde büyük mali fedakarlıklar yapan Hz. Osman
radıyallahu anh’ı işaret etmektedir. İniş sebebi
odur. Ama siz onu o sebebe bağlar da siyer ta-
rihine gömerseniz Kur’ân’ı her anın kelamı yap-
mazsınız. O iniş senaryo sebebidir. Bir de bizim
ders yapacağımız sebep vardır, onu az önce ko-
nuştuk. Onu daha net anlamak için yapacağımız
şu açıklamalarla bu konuyu tamamlayalım.
“Hakkında sizi halife olarak tasarruf sahibi
kıldığı şeylerden infak edin.” Hakkında dediğine
göre, alanı, sınırı, amacı belli, tespit edilmiş bir
konu var demektir. Öyle bir konuda seni halife
kıldı ki alanı, sınırı, amacı belli. Sizi halife olarak
işte o alanı, sınırı belli yerde Allah adına hare-
ket etmekle yetkili olarak tasarruf sahibi kıldı.
Nasıl davranacağın tanımlanmış şartlarla tercih
yapabildiğin statünün adı tasarruftur. Tasarru-
fun tarifi budur, bu tarife göre “Kişi şu konuda
tasarruf sahibi” denir. Kulun nasıl davranacağı

570
YILMAZ DÜNDAR

belirlenmiş, tanımlanmış şartlarda tercih yapa-


bileceği bir alan var, işte sen buradan infak et. Bu
neyse, nelerse onu Allah için ver. Allah’ın hak-
kını ver, hak yeme, haddi aşma, âsi olma. Yoksa
zâlimlerden olursun, hüsrâna uğrarsın. Âyetten
anladığımız budur. Ancak bu âyetin başka
âyetlere geçmemizi sağlayacak bir uyarısı vardır.
O uyarıyı yaparak inşâAllah bitirelim.
Hakkında sizi halife olarak tasarruf sahibi
kıldığı şey Muhtariyeti Tercih Yetkisi ile “BEN”
demendir. “Bunu infak et” denmesi bize çok
önemli birşey öğretir; bu emanettir. Sahibi diyor
ki, sana verdim, onu ver. Kime? Sahibine. Bura-
dan sonra göreceğimiz âyetlere geçiş sağlamak
üzere Allah bize diyor ki; Ben Ben’im! Ancak ben
“BEN” derim, Mütekebbir olan benim. Müstaki-
len VAR ve Muhtar olarak “BEN” diyen benim.
İşte ben bu Müstakilen VAR ve Muhtar olarak
“BEN” dememden size “BEN” deme yetkisi ver-
dim. Bunda haddi aşmayın, bunda zâlim olma-
yın, bunu başka amaçla kullanmayın. Ancak be-
nim adıma “BEN” diyebilirsiniz. Bu “BEN” deyiş
sana emanettir. Emanet denince anlaşılması ge-
reken Allah’ın emaneti budur. Vücudumuz, ka-
raciğerimiz ve diğerleri değil. Ne ilgisi var? Onlar
sonra geliyor. “BEN” deyişin sana Allah’ın ema-
netidir. Kişi “Ben emanete çok iyi bakıyorum”
deyip kalbine, karaciğerine, beynine titizleniyor.
Ama kendi adına “BEN” diyor. Böyle yapıyorsan
küfürdesin. Allah sana “BEN” demeyi emanet
etti, onu sahibine ver, infak et diyor. O sende
emanet.

571
“Rasûl sizi Rabbinize îman etmeniz için da-
vet ederken ve (Allah) sizden söz almış olduğu
halde, size ne oluyor da Allah’a îman etmiyorsu-
nuz? Eğer mü’minlerseniz.” (Hadîd-8)
Tasarruf sahibi olduğumuzu gösterdi, şimdi
o tercih yetkimizle ilgili ne yapacağımıza danış-
manlık yapan bir âyetle uyarıyor.
İnşâAllah “emanet” konusuna da bir kaç
cümle ile girelim. Emanet nedir? Onu üç özelliği
ile tanımlayalım. Emanet şimdi sende ama senin
değil bir şeydir. Bir özelliği budur: Şimdi sende
ama senin değil. Bir diğeri: Emanetin taşıma ve
teslim kuralları vardır. Bir diğeri: Bütün bunlar o
emaneti tutana sorumluluk yükler. Dolayısıyla,
âyetlerden öğrendiğimiz emanet Allah’ın bize
kendi “BEN” deme yetkisinden “Siz de yararla-
nın, siz de kendinize BEN deyin” diyerek verdi-
ği yetkidir. Öyle olunca emaneten söylediğimiz
“BEN” bizim değildir. Ama şimdi bizde. Onu
kullanma kuralları var. Ve o bize bir sorumluluk
yüklüyor.
Kendisine emanet verilen kişi o emanet ile il-
gili deneniyorsa, imtihan geçiriyorsa, emanetle
ilgili fitneye uğruyorsa, insan için “Tercih Yetki-
si” adaletin gereği olarak asıl emanettir, redde-
demeyeceğimiz şekilde anlıyoruz ki asıl emanet
odur. Emanetin kapsamını görüyor musunuz,
neleri yanında tutuyor? “BEN” demek bir mıkna-
tıs. Ama orada neler var? Eğer sen, “BEN” demek
olan emanetle imtihan geçiriyorsan, emanet bu-
nun üzerineyse, “BEN” demekle ilgili fitneye tabi

572
YILMAZ DÜNDAR

tutuluyorsan, yani Allah adına mı “BEN” diye-


ceksin, kendi adına mı “BEN” diyeceksin diye sı-
nanıyorsan ve bunu yaparken de senin “Tercih”
yetkin varsa, o zaman göreceksin ki asıl emanet,
“BEN” demenle birlikte senin dünyadaki “Ter-
cih” yetkindir. Bu o kadar zor, o kadar riskli bir
emanettir ki...
Sonuç olarak MTG yetkisi ve bu yetkiyle insa-
nın kendini takdim için “BEN” demesi emanet-
tir. İnsan bu emanetle fitneye uğrar ve denenir.
Emanetin esasını oluşturan ve Hakk ile bâtıl
arasında tercih yaptıran yetki insanın ölümüy-
le elinden alınır, Muhtariyeti Tercih Gücü gider,
Muhtariyet Gücü kalır. Ölümle birlikte onun
“Tercih” kısmı alınınca, “Tercih” gücü kalkınca
insan kıskıvrak yakalandığını anlar, hemen.
Emanetin Muhtariyeti Tercih Gücü ve “BEN”
deyişimiz olduğunu Kur’ân’dan öğrendik. Bu
emanetle ilgili bir prensibi hatırlatarak başlaya-
lım ve yeri geldikçe bu prensibi tekrar edelim,
çok faydalı olur. Çünkü o prensip hem ameli
tanımlıyor hem emaneti nasıl kullanacağımızı
anlatıyor: Muhtar değilsin, ama muhtarmış gibi
davran. Ancak; muhtarmış gibi davranmak seni
muhtar duruma düşürmesin. Muhtarmış gibi
davranırken “Müstakilen VAR ve Muhtarım”a
düşme. Çünkü; ayrıca, “Muhtar olan” veya
“Muhtar olmayan” yok, İLLA ALLAH. Davranış
prensibi budur. Eğer kişi Allah yolunda ilerle-
mek istiyorsa “Müstakilen VAR ve Muhtar olan
Allah’tır” idrakıyla ama muhtar gibi davranmalı-
dır. Hem de deli gibi.

573
Bir yere halifenizi gönderdiniz ama sizin adı-
nıza hiçbir şey yapmıyor. “Niye gönderdim seni
oraya” demez misiniz? Masraf yaptım, yolluk
verdim, seni oraya kendi adıma yetkilendirdim,
mertebe verdim, ortada ne var? Kenarda du-
ruyorsun. “Yetkilerim benim değil, ben müsta-
kil değilim” deyip oturmuşsun, hiçbir şey yap-
mıyorsun. Olur mu, böyle bir din anlatılabilir
mi? İkisi farklı şey, dikkat edin. Müstakilen var
ve muhtar değilsin. Müstakilen VAR ve Muh-
tar olan ancak Allah’tır. Sen var görünen haline
O’nun adına “BEN” diyorsun. İşte o “BEN” deyi-
şinle -Allah için- yapabildiğin kadar muhtar gibi
davran. O zaman Halifetullah’lığının hakkını ve-
rirsin. Yanlış olan, yasak olan Allah’a karşı “Ben
de varım, muhtarım” demektir. Allah’a muhalif
olan kişi muhtariyetini sonuna kadar kullanıyor,
inanan kullanmıyor. Vazgeçmiş. Vazgeçeceğin
şey Allah’a karşı “Ben de varım” demektir, ya-
şamak değil! Başlangıç çizgisini tarif ediyorum.
Yapacağın iş, Allah’ın verdiği yetkiyi kullanarak
Allah’a karşı savaş açmaktan vazgeçeceksin.
Allah’ın verdiği emanet olan o yetkiyi kullan-
maktan niye vazgeçiyorsun? Onu sonuna kadar
kullanmalısın. Onu ne kadar kuvvetli kullanır-
san Allah adına o kadar makbul halife olursun.
“Bir Halife gönderdik ama hiçbir şey yapmıyor”
denilen mi makbuldür, “Şurada bir Halifemiz
var, bizim adımıza ne işler yaptı” mı? Öyleyse, bu
emanet konusunda bileceksin ki muhtar değil-
sin. Ama muhtarmış gibi davranacaksın. Ancak
böyle -muhtarmış gibi- davranmak seni muhtar

574
YILMAZ DÜNDAR

hale düşürmesin, tuzağa düşürmesin. Çünkü ne


muhtar olan, ne muhtar olmayan bir şey söz ko-
nusu değil. İlla Allah.
Tercih yetkisi ve bu tercih yetkisini kullanan
“BEN” deyiş insan için emanettir.
“Muhakkak ki; Biz, o emaneti Semâvat ve
Arz’a ve dağlara arz ettik de onu yüklenmek-
ten imtina ettiler ve ondan korkup sakındılar.
Onu insan yüklendi. Muhakkak ki; o (insan) çok
zâlim, çok câhildir. Allah, münafık erkeklerle
münafık kadınları, müşrik erkeklerle müşrik ka-
dınları azaplandırsın ve Allah mü’min erkekler-
le mü’min kadınların tövbelerini gerçekleştirsin
diye (insan o emaneti yüklendi). Allah Gafur’ur
Rahıym’dir.” (Ahzâb; 72, 73)
Emaneti semâvata ve arza arz ettik, kork-
tular! Eğer siz bu ifadeye rağmen hâlâ karaci-
ğere, beyne, böbreğe emanet derseniz olmaz.
Semâvat ve arza onlar teklif edilmiş de onları mı
istememişler? Emaneti öyle tarif ederseniz bu
anlaşılmaz mı? Emanet senin Tercih yetkindir,
Allah adına “BEN” deyişindir. Allah adına “BEN”
demekten, Hakk ve bâtıl arasında tercih yapma
riskinden semâvat ve arz korkuyor. Yani bu ka-
dar riskli bir iş yüklendin. Ama büyük başarıların
riskleri de büyük olur. Evet, risk büyük! Rabbin
demek istiyor ki, başarın da çok büyük olacak.
İnsan böyle bir risk yüklendi. Niye? Çünkü o çok
zâlim ve çok câhildir. Bu emanet neden verildi?
Münafık erkeklerle münafık kadınlar, müşrik er-
keklerle müşrik kadınlar azaplandırılsınlar diye.

575
Bir de Allah mü’min erkeklerle mü’min kadın-
ların tövbelerini gerçekleştirsin diye. Tövbe dö-
nüş yapmaktır. Dönüş yapmayanları, emaneti
yanlış kullananları azaplandırsın, kendini esfele
sâfiliyn yapıda bulup dönüş yapanın da dönüşü-
nü gerçekleştirsin diye bu emanet var. Âyetten
bu emanetin çok değerli olduğunu, riskin büyük
olduğunu, karşılığında başarının, ecrin de büyük
olduğunu anlıyoruz. Onu yüklenen insan ise
zâlim ve câhil olarak tanımlanmıştır.
“Onu insan yüklendi. Muhakkak ki o çok
zâlim, çok câhildir.” Kesret dili ile bakacak olur-
sak, fitne özellikli bu imtihanın gerçekleşebil-
mesi için, yani kişinin fitneye, ikileme maruz
kalabilmesi için zâlimlik özelliği olmalıdır. Asıl,
birincil zâlimlik birbirimize yaptığımız davra-
nışlar değildir. Kur’ân’ın bahsettiği asıl zâlimlik
Allah’a karşıdır, Allah’ın hakkını vermemektir.
Zâlim Allah’a zulmedendir. Bunu Allah’ın hakkı-
nı vermeyerek yapar. Allah’ın hakkını vermemek
nedir? Allah’ın sana “Benim adıma BEN de” diye
verdiği yetkiyi senin müstakil olarak kullanman-
dır. İşte zâlim oldun, Allah’ın hakkını vermedin.
İnsanda zâlimlik vasfı olmazsa fitne özellikli bu
imtihan işleyemez. İnsan câhil olmazsa hakkı
duyunca hemen kabul eder. İnsanın yanında bu
sınav için zâlimlik de câhillik de acelecilik de ol-
malı. Acelecilik niye? Dünyayı ve peşin olanı sev-
mesi için. Peşini sevmeli ki, “O hoo, âhiret öyle
uzak ki. Var mı yok mu belli de değil. Buradaki
köşk dururken taa neredeki köşkler” deyip acele
etmeli. Bu özellikte olmalı ki imtihana tabi tu-

576
YILMAZ DÜNDAR

tulsun. Anlıyoruz ki bu emanetin sınavı için in-


sanda bu vasıflar lazım. Çünkü amaç; kazanım,
değişim ve sonuçta da âhiret hayatıdır. Âyetler
bizi bu değişim olsun diye sâlih amele yönlendi-
riyor, bu yüzden.
Bu imtihanın Nisâ-79’dan öğrendiğimiz bir
özelliği var ki onu âyetlerle de pekiştireceğiz; ha-
sene/hidâyet Allah’tandır. İmtihanda senin ter-
cih yapıp gayret göstermen gerekiyor. Kazanım
ve değişim için insana düşen görev istemek ve
çaba göstermek seviyesindedir. Böyle yaptı diye,
yani istedi ve gayret etti diye sonuca ulaşacak
değildir. Ama Ahzâb-73. âyet bizi müjdeliyor;
Allah Gafûrun Rahiym’dir. Yani sen isteyip çaba-
layacaksın, Gafûrun Rahiym olan Allah seni kur-
taracak. Senin görevin istemek ve çabalamak!
Kurtarmak Allah’ındır. Hidayet Allah’tandır.
Kesret âleminin dünya hayatı yaşantısında
Allah kendisine de rol vermiştir. Kader’i yazar-
ken “Allah da şunu yapacaktır” diyen bir rol. “Al-
lah bilecektir, Allah hidayet edecektir” denilen-
ler, kader konusunda Allah’ın kendisine verdiği
o görevler içerisindeki işlerdir. “Kendisine mer-
hameti farz kılmıştır” diyerek kesret âleminde
Allah kendisini merhametli olarak görevlendir-
miştir. Bu anlatımlar hep kesret dilidir. O anla-
tımlara bakıp kaderi yanlış yorumlayan mânâlar
çıkarmamak gerekir. Sen istersin, Gafûrun Ra-
hiym olan Allah verir. Bu görevi, ef’al âlemindeki
bu yaşantıda Allah kendisine vermiştir. Bu sis-
temin içerisinde insan istemekle, çabalamakla

577
elde edemez. O ister, çabalar. Ama Allah verir.
Bunu Bakara Sûresi’nden de öğreniyoruz
“Allah îman edenlerin Veliy’sidir. Onları zul-
metten nûra çıkarır. Fiilen küfür halinde olanla-
ra gelince, onların evliyası Tağut’tur (dûniHi algı
sonucu var ve muhtar zannettikleri güçlerdir).
Onları nûrdan zulmete sokar. İşte onlar asha-
bun nârdır. Onlar onda ebedi kalıcılardır.” (Ba-
kara-257)
İsteyenin, gayret edenin velisi, kurtarıcı-
sı Allah’tır. Onu vehmin zulmetinden, esfele
sâfiliyn karanlığından alır nuruna dâhil eder.
“(O mü’minler) ki, emanetlerine ve ahdlerine
riayet edenlerdir.” (Me’âric-32)
Bazı cümlelerde eleştiriyor pozisyonunda ka-
labiliyorum, lütfen bağışlayın. Onları endişelen-
diğim için o telaşla söylüyorum, doğrunun fark
edilmesi ve yerleşmesi için söylüyorum. Onlara
eleştiri değil de bir uyarı gibi bakın. Allah muha-
faza etsin, hele de müslümanları eleştirmekten
çok korkarım.
“O mü’minler ki, emanetlerine ve ahdlerine
riayet edenlerdir” âyeti birçok yerde açıklanır-
ken onu normal dünya emanetleri ve sözleri için
yorumlarlar. Olmaz! Onu Muhammedî olmayan
da yapar. Bir hristiyana, bir ateiste bir şey ema-
net edersin, ona gözü gibi bakar. Bir söz verir,
yerine getirir. Âyetin onlarla ne ilişkisi var? Bunu
yaptı diye o şimdi cennete mi gidecek? Böyle
anlatılmaz. Âyetteki ahd ve emanet farklıdır.

578
YILMAZ DÜNDAR

Emaneti yanlış tarif ederseniz olmaz, ahdi yanlış


tarif ederseniz olmaz. Amacım eleştirmek değil,
doğruyu sık sık ve kuvvetle vurgulamak. Anla-
yalım diye.
Dikkat edecek olursak âyette iki şey birlik-
te geçiyor; emanet ve ahd, yani söz. Bu tesadüf
müdür? Demek ki emanet ve söz arasında çok
önemli bir ilişki var. Efendimiz (SAV) buyuruyor;
“Emaneti olmayanın îmanı, ahdi olmayanın dini
yoktur.” Emanet ve ahd burada da beraberler.
Emanetle îman, ahdle din ilişkilendirilmiş. Bu
hadis âyeti anlamayı da kolaylaştıracağından,
“Emaneti olmayanın îmanı, ahdi olmayanın dini
yoktur” hadisini basamak basamak anlamaya
çalışalım.
Eğer kişi Âmentü Billâhi dediyse, bu
îmandaysa ona diyoruz ki; “BEN deyişin ve sen-
deki MTG sana emanettir.” Bu anlattıklarımızı
kim kabul eder? Âmentü Billâhi ve Rasûlihi diyen.
Eğer kişi Âmentü Billâhi ve Rasûlihi dememişse
bu emanet tarifimizi kabul etmez, “Saçmalama”
der, dünyasına devam eder. Âyet ve hadisleri
anlayabilmenin ve onlara muhatap olmanın en
önemli şartı Âmentü Billâhi ve Rasûlihi diyen sı-
nıfında olmaktır. Âmentü Billâhi dediysen yani
îman ettiysen MTG yetkisi ve “BEN” deyişin sana
bir emanettir. Âmentü Billâhi dememiş olanda
îman yoktur! Îman olmayınca böyle bir emanet
olur mu? Îmanı olmayanın böyle bir emanet ta-
rifi yoktur. “Emaneti olmayanın îmanı yoktur”u
fark ettiniz mi? Hadisi anlayalım ki âyeti anla-
mak kolaylaşsın. Kişinin Âmentü Billâhi deme-

579
si îmandır. Kur’ân’dan öğreniyoruz ki Âmentü
Billâhi îmanında olan için MTG ve Allah adına
“BEN” deyiş ona emanet edilmiştir. Âmentü
Billâhi demeyenin îmanı olmadığı için kişi bu
emanet tarifini kabul etmez, yani onun emaneti
yoktur. Îmanı yoksa emaneti yok, emaneti yoksa
îmanı yok. Anlaşıldı mı?
“Ahdi olmayanın Dîn’i yoktur.” Bunun da
mânâsına birlikte bakalım. Eğer sen “Allah indin-
de din İslâm’dır” demişsen, “İslâm, hanîf duruşla
muhsin olarak vechini Allah’a teslim etmektir”
demişsen hemen “Allâhümme ente Rabbi, Alla-
hım Rabbim sensin” dersin. Böylece, vermiş ol-
duğumuz “Rabbimiz sensin” sözünü hatırlayıp, o
söze sahip çıkıp, gereğini yapıyor olursun. İslâm’ı
kabul etmek, “Allah indindeki din İslâm’dır” de-
mek, “Ben Allah’a kulluk yapacağım” demektir.
İslâm’ı yani dini “Hanîf duruşla muhsin olarak
vechini Allah’a teslim etmek” olarak tanımla-
dın, böyle kabul ettin. Niye dini böyle tarif et-
tin? Çünkü hatırladın. “Allahım ben ‘Allâhümme
ente Rabbi’ diyerek sana söz vermiştim, ‘Rabbim
sensin’ demiştim. İşte o ahdimi hatırladım ve
gereğini yapıyorum” diyorsun. Sende böyle bir
teslimiyet yoksa, İslâm’ı böyle tarif etmiyorsan,
bu tarife göre iş yapmıyorsan senin hatırlayıp
uyacağın bir sözün yok demektir. O sözü niye
hatırladın? Sana o ahdini kim hatırlattı? Allah!
“Senin sözün vardı” diye, onu sana hatırlatıcı bir
öğütle hatırlattı. Nerede? İslâmiyette, İslâm’ın
içinde. Eğer senin İslâm’ın/Dîn’in yoksa bu sö-
zün de yoktur. “Emaneti olmayanın îmanı, ahdi

580
YILMAZ DÜNDAR

olmayanın dîni yoktur” hadisi bize aynı zaman-


da Me’aric-32’de tarif edilen mü’minleri izah
ediyor: O mü’minler ki emanetlerine ve ahdleri-
ne riayet edenlerdir. Allah’ın emanet ettiği MTG
yetkisini O’nun dediği şekilde kullanırlar. O’nun
verdiği “BEN” deme yetkisini kendileri adına de-
ğil Allah adına söylerler.
Efendimiz (SAV) buyuruyor: “Münafığın
alâmeti üçtür: Konuşunca yalan söyler. Söz ve-
rince sözünden cayar. Kendisine bir şey emanet
edildiğinde hıyanet eder.” (Hadis)
Münafığı tarif ederken bunu dünya hayatın-
daki kendi kurallarımızın içine monte edersek,
bize birisi yalan söyler münafık deriz, birisi verdi-
ği sözden cayar münafık deriz, bir emanet verir-
sin çok uymaz münafık deriz. Yanlış! Önce mü-
nafıklığın birincil şartı vardır. Bizim kendimize
göre tarif ettiğimiz olan değil birincil münafıklık
önemli. Hatta hadisin devamında bir rivayetle
ek vardır: “Münafıklığın alameti üçtür; konuşun-
ca yalan söyler, söz verince sözünden cayar, ken-
disine bir şey emanet edildiğinde hıyanet eder.
Oruç tutsa, salât ikamet etse ve kendini mü’min
zannetse bile.” O zaman birincil münafıklığı iyi
tanımlamak lazım. Birinci derece münafıklık ku-
lun Allah’a münafıklığıdır, insanlara değil. Eğer
kişi Allah’a münafıksa insanlara münafıklık ken-
diliğinden gelir. İnsanlara münafıklığın kesilmesi
için, işi kaynağından kurutmak lazım. Onun için
önce kulun Allah’a karşı münafıklığını ortadan
kaldırması lazım. İnsan Allah’a karşı nasıl müna-
fıklık yapar? “Sana inanıyorum, söylediklerini ya-

581
pıyorum” der ama işin aslı hiç umurunda değil-
dir, umursamaz. Allah muhafaza etsin, çok teh-
likelidir. Yani “Müstakilen VAR ve Muhtar ancak
Allah’tır” der, sonra umursamaz. Umursayarak
düzeltmek, düzeltme gayretine girmek öyle de-
ğildir, onu yapan kardeşim “Ben öyle miyim?”
diye korkmasın. O veli sınıfına girer, veli gibi sı-
nıfına girer. “Ben şehâdette bulundum ve ken-
dimi içinde bulduğum yanlıştan kurtulmak için
gayret sarf ediyorum” diyen kul yaptığı hatalar-
dan bile sevap kazanır. O ayrı iş. Umursamayan,
kandıran farklıdır. O Allah’a öyle dedi ama “Boş
ver, ben böyle yaşarım, ne olacak?” der. Abdest-
siz namaz olmaz dersiniz, “Ben kıldım bir şey
olmadı” der. Evet olmaz. Olmadığını görünce
umursamaz. “Müstakilen VAR ve Muhtar” olun-
ca dünyada daha kârlı der ve öyle davranır. İşte
Allah’a karşı münafıklık budur, birinci derece
münafıklık budur. İkincil münafıklık ise insanlar
arasındaki ilişkilerdedir. İnananların yanında “Si-
zin gibiyim”, inanmayanların yanında “Boş verin
onları ben sizin gibiyim” diyen kişidir. Münafıklı-
ğın detaylarını konuşmayalım, o çok ayrı ve uzun
bir konu olur. Biz bizimle ilgili kısmını bu kadar
görüp devam edelim. Münafığın alameti üçtür,
konuşunca yalan söyler. O nedir? Allah üzerine
yalan söyler, iftira eder, “Ben de müstakilen va-
rım ve muhtarım” iddiasında bulunarak kendi
adına “BEN” der. Konuyu duyduğu bildiği halde
kendi adına “BEN” demesi o kadar tehlikelidir
ki, bu yüzden münafığın cehennemdeki yerinin
kâfirlerden daha derin ve kötü olduğu söylenir.

582
YILMAZ DÜNDAR

Rabbim muhafaza eylesin. O da cehennemde


ama bu daha derinde. Kâfir Allah’ı kandırdığı-
nın farkında olmadan kendi adına “BEN” deyip
hayat kurmuş. Ama birisi duyuyor, “Müstakilen
VAR ve Muhtar olan ancak Allah’tır, kendi adına
BEN diyemezsin” seslenişini duyuyor, buna rağ-
men umursamıyor, Allah’a yalan söylemeye, ifti-
ra etmeye devam ediyor. Münafığın bir alameti
budur, yalan söyler. Allah’a yalan söyler. Nasıl?
Kendi adına “BEN” diyerek. Kafir de, münafık da
yalancı sınıfındadır, ikisi de yalan söyler. Ama ka-
fir olan bunları duymadı. Münafık duydu, kabul
etti. Hatta namaz da kılıyorsun, oruç da tutyor-
sun. Ama “Müstakilen VAR ve Muhtar” olarak
kendi adına “BEN” diyorsun. Gerçeği duyduğun
halde söylediğin bu yalan daha tehlikeli. Bu yüz-
den, münafık cehennemde ondan daha derinde.
Sözünden de cayar. “Allâhümme ente Rabbî”
diyerek Allah’a söz verdi ama caydı/unuttu.
Duydu, duyduğu halde uymuyor, unuttu.
Kendisine bir şey emanet edildiğinde hıyanet
eder. MTG yetkisi bir emanettir, “BEN” takdimi
bir emanettir. Bütün bu emanetleri Allah’ın hak-
kını vermeden kendi adına ve ayrıca Allah’a kar-
şı gücü yettiğince kullanır. İşte, emanete hıyanet
etti. Alâmetin üçü de gözüküyor. Me’âric-32’yi
bu bakışla hatırlayalım: “O mü’minler ki, ema-
netlerine ve ahdlerine riayet edenlerdir.”
Şimdi Nisâ-79 ve 78’e göre bir özet yapalım:
İnsanlar dünya hayatı sürecinde fitne üzerine
tesis edilmiş denemelerle, “Allâhümme ente

583
Rabbî” sözlerinin gereğini, şimdi de “Âmentü
Billâhi ve Rasûlihi” diyorlar mı ve gereği olarak
“Semi’na eta’na ğufraneke Rabbena” diyorlar
mı imtihanıyla, duydukları doğruları veya yanlış
olan zannlarını kendileri için kazanıma çevirir-
ler. Bu kazanım sonucunda değişime uğrarlar.
Değişimlerinin şehâdetiyle ahiretteki hayat bi-
çimlerini tanımlarlar. Allah’ın kalemlerinden
birisi olan insan, dünya hayatı sürecinde âhiret
hayatını kendisi böylece yazar. İnsan Allah’ın ka-
lemi olarak gelecekteki hayatını nasıl yazıp şekil-
lendiriyor.
Allah’ın kalemlerinden birisi olarak insan
âhiretteki hayatını kendisi yazar. Bu kesret dili-
dir. “Kendisi yazar” Nisa-79’a göre bir cümledir.
Nisa-78’e göre bu cümle şöyledir: Kalemle yazan
Allah’tır. Kalemin kendisi yazar, -bakın kalem ya-
zıyor- bu kesret dili. Kalemle Allah yazar, tevhid
dili. İkisi beraber doğrudur. Ama öyle enteresan
bir kalem ki hürriyeti var. Burayı anlamak lazım.
Dünya kurallarıyla düşündüğünüzde, bakın ka-
lemle yazıyorum ve kalemin hürriyeti bende. Bu,
dünya kurallarına uymayan öyle bir acayip iş ki.
Allah’ın kalemlerinden biri olan insan kendi ha-
yatını yazar. Kalemle yazan Allah’tır. Fakat kalem
de hürdür. Çünkü kalem Allah’ın dışında değil-
dir. Allah ne kadar hürse kalem de o kadar hür-
dür. Bu başlangıç çizgisidir. Bunun ne olduğunu
anlamak için gideceğiz işte. Bunun ne olduğunu
duyup onu başlangıç çizgisine monte ederseniz
yürüyemezsiniz, araba bozulur.

584
YILMAZ DÜNDAR

Dedik ki kalem yazar. Kesrette Allah’ın ka-


lemlerinden biri olan insan tercihini yapar, ka-
zanıma dönüştürür, değişimini sağlar, böylece
âhiretteki hayatını kendisi yazar ve yazdığına
da şâhit olur. Ama tevhid diliyle yazan Allah’tır.
“Dinde zorlama yoktur” prensibini öğrendik,
“Zulmedilmez” prensibi var, kalem hürdür. Niye?
Çünkü kalem dûniHİ değildir. İlla HÛ. O kadar
dûniHİ düşünmeye alışmışız ki. Kalem hürdür,
kalem de illa HÛ. HÛ hür olmaz mı? Bu ileride-
ki bir tespit, o tespit noktasına gidiyoruz. Şimdi
imtihan uyarısı yapan âyetleri ders edelim.
“(O) yaptığından sual edilmez, onlar sual
edilirler.” (Enbiyâ-23)
“Her nefs ölümü tadacaktır. Biz bir imtihan
sistemi içerisinde sizi şer ve hayrla deneriz. Ve
bize rucû ettiriliyorsunuz.” (Enbiyâ-35)
Her nefs ölümü tadacaktır. Anlıyoruz ki ölüm
yok olmak değil. DûniHİ idrak ve zannıyla ya-
şayanlar ölümü yok olmak sanıyorlar, onların
zannı gibi değil. O bir tat, doğumu tatmak gibi
bir olay. Her insan, Allah’ın emir verdiği istisna-
lar hariç, Hz. Âdem gibi istisnalar hariç, Hz. İsa
aleyhisselam dâhil her insan doğumu tadıcıdır,
doğum tadılan bir şeydir. Ana karnı için ölüm,
dünya için doğumla hayat devam ediyor. O ana
karnında bir değişim geçirdi. Neye göre? Dünya-
daki hayatına göre bir değişim geçirdi. Kazanım,
değişim, doğum, dünya hayatı. İnsan şimdi de
bir değişim geçiriyor. Dünya hayatını ana karnı
gibi düşünün, süreç buradan devam edecek.

585
Ana karnını nasıl hatırlamıyorsak, onun gibi
“Rabbim sensin” dediğimizi de hatırlamıyoruz.
Onu Kur’ân hatırlatıyor. Zamanında verdiğin
sözü, röntgenini çekip Kur’ân hatırlatıyor. Bi-
lim de bize ana karnını hatırlatıyor. Bilim “Ana
karnında şöyleydiniz” diye ortaya koymasa bile-
meyiz. Resmini çekiyor, hareketlerini gösteriyor,
hatırlatıyor. Değişime devam ediyorsun. Neden?
Esas hayat âhirette olduğu için. İnsan âhirete gi-
dinceye kadar Big Bang ve değişim devam edi-
yor: 14,5 milyar kozmik yıldır değişim. İnsanın
yaşayacağı zamana kadar bir değişim. İnsan gel-
di ve yaşayan insanlar bir malzeme oluşturdular.
Hz. Âdem aleyhisselam bir beden kullanıncaya
kadar bedenlerde değişim. Hz. Âdem bir beden
kullandı, sonra idraklarda değişim. Değişimlerle
esas hayata doğru bir süreç yürüyor.
Enbiyâ-35’ten anladık ki ölüm doğumu tat-
mak gibi bir şey. Ve yine anladık ki şer ve hayr
var, yani ikilem/fitne var.
“Bize rücû ettiriliyorsunuz”u başlangıç çizgisi
için nasıl anlayacağız? Çok fazla mânâsı var ama
bize başlangıç çizgisinde lazım olan en alt sınır
mânâ şudur; hesap için huzurumuza geleceksi-
niz, bize doğru geliyorsunuz. Sepeti almış mar-
kette dolaşıyorsun. Mağaza müdürü bakıyor,
“Sepeti doldurmuş ama parası, kartı var mı, ne
yapacak? Nasıl olsa kasaya gelecek” diyor. Marke-
ti dolaşsın, sonuçta bize gelecek, dönüşü kasaya.
“Dönüşü bize” âyetini “Dönüşü hesaba” gibi an-
lamamız lazım. “Allah’a rücû ettiriliyorsunuz”un
başlangıç çizgisinde ilk mânâsı budur.

586
YILMAZ DÜNDAR

“Amel itibariyle hanginiz güzeldir (diye) sizi


imtihan etmek için ölümü ve hayatı yaratan
O’dur. O, Aziyzül Gafur’dur.” (Mülk-2)
“Eğer Allah dileseydi, elbette sizi tek bir üm-
met kılardı. Fakat (Allah) dilediğini saptırır ve
dilediğini de hidâyete erdirir. Yaptıklarınızdan
elbette mes’ul tutulacaksınız.” (Nahl-93)
Anahtar uyarı âyetin sonunda: Yaptıklarınız-
dan elbette mesul tutulacaksınız! Bu uyarı tercih
yetkimizle ilgilidir. Mes’ul tutulmak sorumlu ol-
mak demektir. Sorumluysan ona ait bir şeylerin
vardır. Mülk-2 ve Nahl-93 çok açıkça imtihan di-
yor. Bu âyetlerdeki imtihan vurguları tevhid dili
ile açıklanırsa okuyanlar imtihan gerçeğinden
uzaklaşır. Bu hatanın yapılmaması gerekir.
“Allah dilediğini saptırır, dilediğine hidayet
eder” bilgisine âyetlerde çok rastlarız. Bu o kadar
yüksek mânâlıdır ki âyetlerde geçtiği yerde onu
biraz anlayabilmeye gayret etmemiz lazım. Ne-
den biraz? Çünkü kendimize göre çok anlamaya
çalışırsak hata yapabiliriz. Biraz anlayıp o biraz
anlamayı yavaş yavaş genişletmek bizi hatadan
kurtarır. “Allah dilediğini saptırır, dilediğine hi-
dayet eder” âyetini insanca düşündüğümüzde
keyfi bir hareket görürüz. Bu bakışla fikir be-
yan edersek yanlış olur. Mes’ûliyet, sorumluluk,
emanet, imtihan diyen bu kadar âyet okuduk,
“Allah dilediğini saptırır, dilediğine hidayet eder”
demesinde keyfilik yoktur. Uyarılıyoruz: Allah
dileseydi sizi tek bir inançta, tek bir toplum ya-
pardı. Ama öyle dilememiş, yaşadığımız bu hâli

587
dilemiş. Bunu bir tevhid cümlesi ekleyerek ta-
mamlamaya çalışalım: Yaşadığımız hâli dilemiş
ama yaşadığımız hâl içerisinde de dileyen O’dur.
“Dileyen O’dur” cümlesinden yine kesrete döne-
lim; dilediğini saptırır, dilediğini hidayete erdirir.
İşte kesret diliyle olan bu kısım sanki “Allah keyfî
davranıyormuş” gibi anlaşılmamalıdır. Çünkü
keyfî hâl âyetlerde gördüğümüz iki kurala uy-
maz. Bir, Allah zulmetmez. “Biz zulmediciler
değiliz” diyor. Bir de Allah’ın Rahmâniyet kural-
larına, yani sapmaz hak adalet kurallarına uy-
maz. Bu yüzden, buradan Allah keyfine göre di-
lediğini saptırır, dilediğine hidayet eder mânâsı
çıkmaz. Allah bu yaşadığımız kesret âlemi için
bu emri vermiştir ama “Allah keyfî yapmaz” de-
mek de yanlış olur. Allah niye keyfî yapamasın?
Keyfî de yapar. Aslında iş en başta Allah’ın keyfi.
Başladıktan sonra adalet üzerine yürüyor. Başla-
ması O’nun dileği, istemesi! Sonra içini adaletle
döşemiş o ayrı. Keyfî de yapar. “Keyfî yapamaz”
dersen Allah’ı kayıt altına almış olursun. Ama bu
âyeti “Keyfi yapıyor” diye anlamayacağız. Kesret
yaşantısına koyduğu kurallar çerçevesinde böy-
le. Yaşadığımız hayatın kuralları böyle diye “Allah
kesinlikle keyfî davranamaz” dersek kayıt altına
almış oluruz. Ne olursa olsun hüküm Allah’ındır.
“Hidâyetin de sapmanın da ilk hükmü Al-
lah’ındır. Ancak Allah’ın bu hükümde zorlayıcı
emri yoktur.” Kavranması gereken zor yer bura-
sıdır. Âmentü Billâhi’yi kafasına yerleştirmiş kişi-
ye de bunun dışı zor gelir, o da diğer mânâları bir
türlü anlayamaz, “Olur mu öyle şey?” der.

588
YILMAZ DÜNDAR

Hidâyetin de sapmanın da ilk hükmü Allah’ın-


dır. Allah’ın bu hükmünde zorlayıcı emir yoktur.
Kulun tasarrufu işte bu hükmün içindedir. Öyle
bir hüküm vermiş ki içinde kulun tasarruf yet-
kisi var. Ama hüküm Allah’ın. Kulun yetkisinin
her hali Allah’ın hükmüyle. Kulda ne yetki varsa
Allah’ın “Müstakilen VAR ve Muhtar” hükmüyle
örülmüştür. Bu mânâların kolay anlaşılabilmesi
ven“Zaten öyle” denilebilmesi için “Müstakilen
VAR ve Muhtar olan ancak Allah’tır, başka Müs-
takilen VAR ve Muhtar yoktur” prensibinin bey-
nimizde derin iz yapması, tam anlaşılması, yani
fiillere dönüşmesi gerekiyor.
Ve bir de kulun kazanımı ve değişimi dilen-
miştir. Kazanım zorlanan emirle değil tasarruf
ile sağlanabilir. Bu kural da hükmün içinde çok
önemlidir. İmtihanda kulun arzu, gayret, kaza-
nım ve değişimi dilenmiş ama bu değişimi Allah
dilese “Böyle olacaksın” diyerek zorla da değiş-
tirir. Ancak imtihanın kuralı içerisinde değişim
kulun tasarruf sahibi olmasına bağlanmıştır. An-
lamamız gereken önemli nokta budur; kişinin
kazanımı ve değişimi onun tasarruf sahibi olma-
sıyla ilişkilidir. Tasarruf sahibi olduğu yerde infak
etmesiyle veya onu sıkıca/cimrice tutmasıyla
ilgili, değişim bunun üstüne bina oluyor. Çün-
kü âhiretteki hayat öyle farklı bir şey ki oraya
ancak hür değişimle oluşmuş sûretler gidebilir.
Bizim dünyadaki hâlimiz hür değişimle oluşmuş
sûret değildir. Biz doğrudan âhiret hayatına baş-
layabilirdik. Ancak âhiretin kuralları, imkânları,
hâli, mükâfatı/cezası öyle bir şey ki orada yaşa-

589
yacak varlığın o hayata uygun değişimi ancak
onun hür tasarrufuyla sağlanabilir. Oysa dünya
hayatı farklı, bu hayata hür tasarrufumuzla baş-
lamadık. Başlatıldık, hatta dûniHİ algı ve zan-
nıyla başlatıldık. İmtihan için böyle gerekli. Ama
âhirete hür davranışımızla yapacağımız kazanım
ve değişimlerle gidiliyor, oraya öyle bir sûret la-
zım. Dünya bu yüzden oranın laboratuvarıdır.
Bilenler; “Laboratuvara gereksiz yatırım yapma,
bağlanma, zor ölürsün. Oraya mıknatısa bağla-
nır gibi yapışırsan Azrâil aleyhisselâm seni çekin-
ce gelemezsin. Bağını gevşek tut ki kolay gelesin”
diyor. Bu çerçevede birkaç âyete bakalım.
“Allah, semâvatı ve arzı Bil-Hakk ve onlara
zulmedilmeksizin, her nefs kazandığı ile ceza-
lansın diye yarattı.” (Câsiye-22)
Her nefs kazandığı ile cezalansın diye! Yani
her nefs kazandığının karşılığını alsın, kazandı-
ğına göre değişim yaşasın, imkan bulsun diye
bütün bunlar Bil-Hakk yaratıldı.
“O (Allah’tır) ki, semâvat ve arzı altı gün için-
de halk etmiştir. Ve O’nun Arş’ı da su üzerinde
idi. Sizin hanginizin amel olarak daha güzel ol-
duğunu denemek (belirlemek) için.” (Hûd-7)
Âyetin ilk kısmı başka bir alan, oraya girme-
yelim. Bütün bunlar niye, niye bu laboratuvar?
Âyetlerden öğreniyoruz; hanginizin amel olarak
daha güzel olduğunu denemek için.
Güzel Kur’ân’a göredir, insanî bir tabir değil.
Bunu artık biliyoruz.

590
24.
İNSAN KENDİ İMTİHANI İLE
KENDİ HÂLİNE ŞÂHİT OLUR

“Elif, Lâm, Mîm. İnsanlar fitneye düşürülmek-


sizin (imtihan edilmeksizin) ‘Îman ettik’ deme-
leriyle bırakılıverileceklerini mi sandılar? Andol-
sun ki onlardan öncekileri de fitne etmişizdir. Al-
lah elbette sâdıkları bilecek ve elbette yalancıları
da bilecektir.” (Ankebût; 1-3)
“Ve elbette sizi korku ve açlıktan, mallardan,
canlardan, ürünlerden noksanlaştırma şeklinde
bir şeylerle muhakkak deneyeceğiz. Müjdele o
sabredenleri. Onlar ki kendilerine bir musibet
isabet ettiği zaman ‘İnna lillahi ve inna ileyhi
raciun; doğrusu biz Allah’a âidiz ve O’na dö-
nücüleriz’ derler. İşte bunlar üzerine Rablerin-
den salâvat ve bir rahmet vardır. Ve işte bunlar
hidâyet bulanların ta kendileridir.” (Bakara; 155,
156, 157)
“Andolsun ki biz, sizden Allah yolunda
mücâhade edenleri ve sabredenleri bilinceye
kadar sizi imtihan edeceğiz. Ve haberlerinizi de
duyuracağız.” (Muhammed-31)
“Mücrimlerin yolu açığa çıksın diye âyetleri
işte böylece tafsil ediyoruz” (En’am-55)
Şu üç ayet bir şehâdet üzerine:

591
“İnsan Rabbine karşı elbette çok nankördür.
Ve muhakkak ki, o (insan) bu durum üzerine bir
şâhittir.” (Âdiyat; 6, 7)
“O gün insanlara takdim ettiği ve tehir ettiği
şeyler haber verilir. Bilakis insan kendi nefsi üze-
rine bir basiret (gözlemci, şâhit)tir.” (Kıyâmet;
13-14)
“Dünya hayatı onları aldattı ve kendilerinin
kâfir olduklarına dair nefsleri üzerine şâhitlik et-
tiler.” (En’âm-130)
“Andolsun ki, (şeytan) sizden pek çok kimse-
yi saptırdı. Aklınızı kullanmadınız mı?” (Yâ-Sîn;
62)
“Aklınızı kullanmadınız mı?”yı iyi anlamamız
lazım. Bir kere şunu fark ve kabul edelim: Âyet
“Aklınızı kullanmadınız mı?” diyor ama dûniHİ
algıyla zannlar üreten aklî yöntemlerle “Müsta-
kilen VAR ve Muhtar olan ancak Allah’tır” sonu-
cuna ulaşmak mümkün değildir. İstediğin kadar
aklını kullan mümkün değil. Dünyanın en zeki
sayılan adamlarından Einstein’ın makalesi var;
“Tanrı uydurmadır, bu inançlar uydurmadır”
diyor, bu sonuca ulaşmış. Şimdi sen ona “Niye
aklını kullanmadın” diyebilir misin? Aklını kul-
lanmakla ünlü bir adam da Stephen Hawking.
Gerçi o da her gün fikir değiştiriyor. Ama son
bilgisi “Tanrı yoktur” diye. Ona “Sen aklını kul-
lanmadın” denebilir mi? Her ikisi de aklını kul-
lanmakla ünlü. Bu yüzden “Aklınızı kullanmadı-
nız mı?” âyetini iyi anlayamazsak şeytanın esiri
oluruz. Dünya kurallarıyla ne kadar gayret eder-

592
YILMAZ DÜNDAR

seniz edin dûniHİ algı ve zannlarıyla ürettiğiniz


aklî yöntemlerle aklederek Allah’ı bulamazsınız,
Allah’ın Müstakilen VAR ve Muhtar olduğunu,
Ehad ve Samed olduğunu bulamazsınız. Bu yüz-
dendir ki kendilerine Rasûl gelmeyen kavimler
sorumlu değildir. “Rasûl gelmediyse akıllarını
kullansınlar, niye sorumlu tutulmuyorlar?” di-
yebilirsiniz. Ama öyle değil. Rasûl gelmemişse
sorumlu tutulmuyorlar, helak edilmiyorlar. “Ak-
lınızı kullanmadınız mı?” âyetini şimdi bu bakışla
anlamaya çalışalım.
“Aklınızı kullanmadınız mı?” uyarısı bize ilk
olarak şunu öğretiyor; insan bir tercih yetkisine
sahiptir. “Aklınızı kullanmadınız mı?” demek bir
tercih var demektir. Birisi bir yerde yanlış bir ter-
cih yapmışsa “Aklını kullanmadın mı, niye şunu
tercih etmedin, niye şöyle yapmadın?” dersiniz.
“Aklınızı kullanmadınız mı?” sorusunun bir ter-
cih uyarısı var, bize bir tercih olduğunu anlatıyor.
Demek ki, o tercihle ilgili aklımızı kullanacak bir
tasarruf sahibiyiz. İkinci olarak şöyle bir örnek
vereyim, örnekten alacağımız mânâyı buraya ta-
şıyalım. Birinin çok güzel yaptığı bir şey vardır.
Onu gören birisi size; “Bunu yapan ne kadar akıl-
lı adammış, şöyle yapmış” dedi. Dersiniz ki, ona
aklı ben verdim. O kişi bir şey yaptı ve ona o fikri
siz verdiniz. Ama söylerken “O fikri ben verdim”
demezsiniz, fikir vermiş olmak size az gelir, hafif
gelir. Aslan payını kendinize almak için “Ona o
aklı ben verdim” dersiniz. “O fikri ben verdim”
çok mütevazi gelir, size yetmez. Bu mânâyı da
fark ettiniz mi? O kişi verilen aklı kullandı. Âyet

593
diyor ki, “O senin kendinin halledebileceği bir
şey değil, o aklı ben verdim.”
Bir konu olur, gider birinin aklına müracaat
edersiniz. O kişiyi önemsiyorsanız “Fikrinize mü-
racaat ediyorum” demezsiniz. Onun size edece-
ği yardımın önünü açabilmek için akıl kelime-
sini kullanırsınız; “Aklınıza müracaat ediyorum
efendim” dersiniz. Akıl başka bir şey çünkü. Akıl
nurdur, fikir üründür. Nur asıldır, fikir sonradır.
Bu açıklamalardan sonra âyetten anlayacağımız
bir sonuca gelelim: İnsan dûniHİ algı ve zannla-
rıyla bu doğruyu bulamaz. Akledemeyeceği bir
konuda insana Akl-ı Küll akıl verir. Bunu destek-
leyen bir âyetle devam edelim:
“Eğer üzerinizde Allah’ın fazlı ve O’nun rah-
meti olmasaydı sizden hiçbir kimse ebediyyen
arınıp terakki edemezdi.” (Nûr-21)
Haydi aklet. Haydi istediğin kadar aklını kul-
lan, kullandığını zannet dur. Eğer Allah’ın rah-
meti ve fazlı sana ulaşmasa, bu konuda seni des-
teklemese, önünü açmasa, doğruyu göstermese,
doğruyu yapman için tercihini oraya yönlendir-
mese bu küfürden ebediyen temizlenemezsin.
Âyetten anlıyoruz ki; Esfele Sâfiliyn elbise giy-
miş akılla, yani dûniHİ idrak havuzuna düşmüş
aklı kullanmakla hidâyeti bulamazsın. Yani sen
dûniHİ algı ve zanlarıyla yorum yaparsan, aklı-
nı kullanarak ulaşacağın bütün bilgi ve verilere
rağmen -Kur’ân’ın diliyle- el Hüsnâ’yı tasdik ede-
mezsin. O zaman “Aklınızı kullanmadınız mı?”

594
YILMAZ DÜNDAR

diye genele, tüm insanlara yönelik meâl yapa-


mazsınız. Peki, nasıl dersiniz?
Akl-ı Küll insanlara akıl edemeyecekleri bir
konuda akıl verir. İnsan, fıtratı gereği bu akla
uygun yaratıldığı için o akıl ona yabancı gelmez.
Akledemiyor ama derinlerinde o var, çünkü fıt-
ratı o akıl üstüne. Bulunduğu algı ve zannları
yüzünden kendisi onu hiçbir zaman bulamaz
ve bu gerçeğin üstünü temizleyemez. Ama bu
onda var. Bu akıl ona verilince fıtratı o aklın ge-
reğini yapar, verilen aklı kullanır, fıtratı buna uy-
gundur. Öyleyse senin akletmen ancak “Verilen
aklı kullanayım” demek kadardır, sınırı budur.
Hidâyet konusunda senin aklın ancak o sınıra
kadardır. İşte imtihan o tercih üzerine, sen ancak
onu yapabilirsin. Akl-ı Küll sana bulamayacağın
aklı verir. Sen “Bunu yapayım” diyerek sahip çık-
maya kadar akıl kullanabilirsin. Bu mekanizma
nasıldır, onu “İnşirah” kitapçığında lüb, fuad,
kalb, sadr organizasyonu adı altında Kur’ân
âyetleriyle izaha çalıştık, paylaştık.
“Aklınızı kullanmadınız mı?” demek
lüb’ünüzü çalıştırmadınız mı mânâsına gelir.
Rabbimiz soruyor: Lüb nurunu çalıştırmadınız
mı? Lüb nurundan esinti olan aklı kullanırken
siz esfele sâfiliyn yapıyla, dûniHİ algı ve zannla-
rıyla doğruyu bulamazsınız. Bu yüzden doğru
size haber verildi. Buna rağmen aklınızı kullan-
madınız mı? Yani size bildirilene sahip çıkarak, o
doğrultuda fıtratınızı coşturarak lüb nurunuzu
çalıştırmadınız mı, açmadınız mı? İnsandaki Has
Akıl Lüb’tür. Burayı biraz anlamamız, biraz de-

595
rinleştirmemiz gerekiyor. Şu ayet bize bu konu-
da yardım edecektir:
“Arzda hiç gezip seyretmediler mi ki, onlarla
akledecekleri kalbleri yahut işitecekleri kulakla-
rı olsun. Çünkü basarlar a’mâ olmaz, sadırların
içindeki kalbler a’mâ olur.” (Hac-46)
Akletmeyi kalbe bağladı, beyne bağlamadı.
Kur’ân’daki “Akletmiyor musunuz, düşünmüyor
musunuz?” âyetlerini beyne bağlamak bu âyete
terstir. Allah yarattığı organı bilmiyor mu, şa-
şırdı mı? Rasûlü bilmiyor mu? Akletmek kalble
ilgilidir, âyet öğretiyor. Bir şeyi anlayamamak,
kavrayamamak mânâsında kullanılan “a’mâ”nın
mânâsı işi görememe körlüğüdür. Esas körlük
gözle ilgili değildir. “Bizim indimizdeki körlük,
esas körlük senin sadrındaki kalbin görememe-
sidir, onun akledememesidir” diyor. “İnşirah”
kitapçığında sadrı, kalbi, fuadı, lübbü paylaştık.
Kur’ân’ın bu ifadelerini meâllerde değiştirme-
meliyiz; kalb dediğini “kalb” diye, fuad dediğini
“fuad” diye, lüb dediğini “lüb” diye yazmak ge-
rekir. Çünkü bir disiplini anlatıyor, onları kendi-
mize göre değiştirirsek olmaz. Kalb yazan yere
gönül yazmak olur mu? Normal hayattaki bi-
limsel metinlerimizde, konuşmalarımızda kalp
yerine “gönül” kelimesini hiç kullanmıyoruz.
Ama Kur’ân’daki fuad kelimesine gönül diyoruz,
“Gönlün isterse” diyoruz. Kalb, fuad, lüb, sadr bi-
rer teknik tâbirdir.
Önce “Arzda hiç gezip seyretmediler mi?”
diye sordu, sonra aklın kalb ile ilişkisini kurdu;

596
YILMAZ DÜNDAR

“Akledecekleri kalbleri yok mu?” dedi. Öyleyse


akletmeye doğru gelelim. Hac Sûresi 46’dan as-
lında bir yöntem öğreniyoruz; doğruyu bulma
yöntemlerinden birisinin tarih bilgisi olduğunu,
tarih bilgisini önemsemek gerektiğini fark edi-
yoruz. Çünkü bize “Arzda gezip dolaşın bakalım,
kimlere ne cezalar vermişiz” dediği zaman; “Bir
hatırlatıcı olarak tarih bilgisinden yararlanın,
geçmiş kavimlerin başlarına gelenlerden de ya-
rarlanın” uyarısı vardır. Bunu yapsalardı aklede-
cekleri kalbleri olurdu, yani kalbleriyle bu konu-
ları fark etmeleri kolaylaşırdı deniyor. Neden?
Çünkü sonuca varan Fuad’dır.
Fuad eğriyi doğruyu bilmez, aldığı bilgileri
toplar, onlardan bir sonuca varır, analiz sentez
yapar, aldığı bilgilere göre sonuç çıkarır. Eğer
bilgi olarak sürekli dûniHİ algı ve zannlarını alı-
yorsa Fuad’dan hep bâtıl sonuç çıkar. Ne zaman
ki İslâm Nuru, Îman Nuru Mârifet Nuru, sonra
da Lüb Nuru devreye girer, o zaman Fuad Hakk
yolda sonuçlar üretir. Bu nurların hepsi aklıdır.
Nur demek akıl demektir, nurun sonucu akıldır,
nur bir akıldır. Dolayısıyla İslâm aklı İslâm nuru-
dur, îman aklı îman nurudur, mârifet aklı mârifet
nurudur, lüb aklı lüb nurudur. Ve Lüb Nuru Has
Akıl’dır, Öz Akıl’dır. Âyet bize; “Bunları açmalısın
ki akledebilesin” diyor. Bunları açarsan akledebi-
lirsin. Lüb nurunu açmış olanlardan Kur’ân “ülül
elbâb; lüb sahipleri” diye bahseder. “Eğer orayı
açmazsan esas aklı kullanamazsın, böylece a’mâ
olursun. Bizim indimizde esas a’mâlık odur. Aksi
halde beyin ve sinir sistemiyle çalışan gözün

597
görmesi veya görmemesi değildir” diye uyarıyor.
Buraları “İnşirah” kitapçığında paylaştık, bakabi-
lirsiniz.
Elbette beyni de çok iyi fark etmemiz lazım,
müthiş bir organ. Biz henüz beynin çalışma me-
kanizmasını anlayabilmeye çalışıyoruz. Şu bile
enteresan, daha sahibi olduğumuz beyni çö-
zememişiz, çözemediğimiz bir organa sahibiz.
Çalışmasını tam çözemediğiniz bir karaciğere,
bir böbreğe ve organlara sahibiz. Teknolojide
çözemediğimiz bir şeye sahip olamayız, müm-
kün değil. Çözemediğin bir şeye nasıl sahip ola-
bilirsin? Birisi vermeden olabilir mi? Sen bilgisa-
yarda ancak çözebildiğin şeye sahipsindir. Ama
vücudunda hiç çözemediğin, hâlâ çözemediğin
şeyler var. Bir yere çok gelişmiş bir bilgisayar dü-
şüyor ve sen “Tesadüfen düştü” diyorsun. Bunu
kim kabul eder. Kimse etmez. Hâlâ çözemediğin
beynin tesadüf olduğunu zannedersen tezat ol-
maz mı? Bu kadar mükemmel bir organı sana
birisi verdi.
Fötüste ilk şekillenen organ yanılmıyorsam
beyindir. Henüz fötüse orada yaşayacak girme-
den önce beyin vardır. 120. günde Allah ruhun-
dan nefh ediyor. Tartışıldığı için günü önemli
değil diyelim. Bir gün ki âyetlerle sabit, Allah ru-
hundan nefh ediyor, yani orada yaşayacak olanı
gönderiyor. Onu Kul Zat ismi altında Kendinde
Kendine Göre Var diye gördük. O gelmeden
önce beyin orada vardı. Lütfen dikkat buyurun,
o fötüs de, ana da, o kadar mükemmel çalışan
beyin de, karaciğer de hologramdır. Yani kesret

598
YILMAZ DÜNDAR

âleminde kesret nurundan/hologram sistemin-


den birer görüntüdür. Bir de o hologramı kul-
lanan vardır. Onu “Kullanan”ı anlamak üzere
şöyle bakalım. Allah muhafaza etsin, birisinin
kulağı duymadı diyelim. Duyduğu zaman onu
kullananı hiç fark etmez, çünkü sistem çalışı-
yor. Kulak, iç kulak, orta kulak, sinirler, beyin
gibi bir mekanizma devam ettiği için onu kul-
lananı fark etmez. Ama bir arıza olduğu zaman
iş değişir. Duymak istiyor ama organ arızalı. Bu
durumda, onu kullanan rahatsızlanmaya başlar.
Eğer her iş kulağa bağlı olsaydı kulak arızalanın-
ca kullanan da kalkardı. Kullanan duruyor ve
duymak istiyor. O duruyor ama aleti bozuldu.
Hatta yarım yamalak duyunca rahatsız olur-
sunuz, gözünüz yeterince görmeyince rahatsız
olursunuz. Duymak isteyen var, görmek isteyen
var onu fark edin. Beyin müthiş bir mekanizma,
görmek müthiş bir mekanizma, kulak müthiş
bir mekanizma. Ama hepsi hologram! Onları
bir kullanan var, ikisi farklı. İşte o kullanan ak-
ledecek! Kullanan Kendinde Kendine Göre Var
olandır, onun hologramla ilişkisi yoktur. Kendin-
de Kendine Göre Var olan hologram değildir. O
hologram elbisesinde holograma bürünmüş gö-
rünüyor. Eğer siz hologramı fazla önemserseniz
gelecekte Deccal’i önemseyeceksiniz demektir.
Çünkü Deccal hologram ürünüdür, hologram
mucizesidir, hologramın en üst noktasıdır. Öy-
leyse akletmek beyin demek değildir. Beyni
yani o muhteşem sistemi kullanan akleder, o da
Kendinde Kendine Göre Var olandır. Onun tüm

599
kompozisyonunun kaydının ismi de Kalb’tır. O
kalıbın kozmik odası da organ olarak kalbtir.
Organ olan kalb o kalıp değildir, onu temsilen
adı kalbtir. Şuna dikkat edin, herhangi bir orga-
nınız rahatsızlansa, ağrısa aklınıza hemen ölüm
gelmez. Ama kalbiniz ağrısın, bir sıkıntı yaşasın
hemen aklınıza ölüm gelir, Kendinde Kendine
Göre Var olan gidiyor gibi, yani canınız gidiyor
gibi olur. Neden? Onun irtibatı oradadır da on-
dan, kozmik oda oradadır. Oranın dokuları ra-
hatsızlanınca orada duran oradan gidecek diye
aklına ölüm gelir. Orada duran o et değildir ama
irtibatı oradadır. Akleden odur, orada akleder.
Aklettiğinde kullandığı organ ise beyindir. Beyin
o akledenin hizmetindeki muhteşem organdır.
Akledenin hizmetinde bir organdır, akledenin
hizmetinde bir hologramdır. Bunu Kur’ân’dan
öğreniyoruz, bir yerden okumadık, Kur’ân bize
öyle diyor. Öyleyse, “Aklınızı kullanmadınız mı?”
derken anlayacağımız akıl, dünya hayatı sürecin-
de insanın kullanacağı bu akıl Allah’ın hüdâsıdır.
Böyle midir, yine Kur’ân’dan ders edelim.
“Rabbi dedi ki; ‘İkiniz cem’an aşağı inin ora-
dan, birbirinize düşman (engelleyici)siniz.
Benden size bir hüdâ geldiğinde, kim benim
hüdâma tabi oldu ise, o sapmaz ve şakıy olmaz.”
(Tâ-Hâ; 123)
“Dedik; ‘İnin oradan hepiniz. Artık benden
size bir hüdâ gelir de kim hüdâma tabi olursa,
onlara korku yoktur, onlar mahzun da olmazlar.”
(Bakara-38)

600
YILMAZ DÜNDAR

“İnin oradan. Size bir akıl verdik, onu kulla-


nın, kurtulun” demiyor. “Size bir hüdâ, bir akıl
gelecek. Kim gönderdiğim, verdiğim aklı kulla-
nacak seviyede aklını kullanırsa onlara korku da
mahzunluk da yoktur.” Bir kişiye akıl vermiştiniz,
“Onun aklı onu bulmaya yetmez, ona o aklı ben
verdim” demiştiniz. O kişi sizin verdiğiniz aklı
kullanıyor. Çünkü verilen aklı kullanacak bir aklı
var. Başlangıç çizgisinde yetkimiz, sınırımız o.
Anlıyoruz ki akletmek, Allah’ın hüdâsını kullan-
mayı akletmek demektir. O da kalble çok ilişki-
lidir.
“Ve biz bir Rasûl ba’s etmedikçe azab etme-
yiz.” (İsrâ-15)
“Her ümmet için bir Rasûl vardır. Rasûlleri
geldiği vakit aralarında Bil-Kıst hükmolunur.
Onlar zulme uğratılmazlar.” (Yûnus-47)
Öğrendik ki bizim rasûllerin getirdiği bilgileri
tercih etme aklımız var. Bu bir yetkidir, sınırı bu-
dur. Siz bir bilgisayarı bir kullanıcıya açınca “Şu
kadar ulaş, şu kadar kullan” diye sınır koyuyor-
sunuz, onun gibi, sınırımız bu. Bu sınırı aşarsak
hâtâ yaparız, yanlış sayfalara gireriz. Yanlış sayfa-
lara girmeyelim diye bize öğretiyor; “Semi’nâ ve
eta’nâ” deyin, “İşittik ve itaat ettik” deyin.
“Biz uyarıcıları olmayan hiç bir Karye’yi helak
etmedik. Zikra (hatırlatma ve uyarı ile) olur. Biz
zâlimler değiliz.” (Şu’arâ; 208, 209)
“Müjdeleyici ve uyarıcı rasûller (gönderdik)
ki insanların rasûllerden sonra Allah’a karşı bir

601
hüccetleri (delilleri) olmasın. Allah Aziyzen
Hakiym’dir.” (Nisâ-165)
“Eğer kendi ellerinin takdim ettikleri yüzün-
den onlara bir musîbet isabet ettiğinde; ‘Rabbi-
miz, bâri bize bir rasûl irsal etseydin de âyetlerine
tâbi olsaydık ve mü’minlerden olsaydık’ diyecek
olmasalardı.” (Kasas-47)
“Bir bölgeyi helak etmeyi irâde ettiğimizde
oranın sefahat önderlerine (rasûllerle düzel-
melerini) emrederiz. Ama onlar orada sapkın
inançlarının gereğine devam ederler, bu yüzden
uyarılarımızın sonucunu yaşamayı hak ederler,
biz de onları helak ederiz.” (İsrâ-16)
Ayetlere devam edeceğiz. Ancak normal
yaşantımız için önemli olduğuna kanaat getir-
diğim bir kuralı paylaşalım. Bu âyetlerde hem
uyarı var hem de tercih yetkimizin olduğu vur-
gulanıyor. Uyarı kelimesi önemli, Kur’ân’ın bizi
uyarmasından bahsederiz. Bir de insanların
birbirlerini uyarmaları vardır. Orada hata yap-
mamak lazım. Şu değişmeden devam ediyor;
bir konuda Allah uyarıyorsa Allah uyardı diye
ondan nefret ediliyor. Doğru mu? Aynısını insan
yaşar. Peki, ne yapması lazım? İnsan ilişkilerinde
uyarılanın dikkat etmesi gereken şeyler vardır,
uyaranın dikkat etmesi gereken şeyler var. Bir
basit örnek vermeye çalışayım, uyarıları nasıl an-
lıyoruz ve nasıl davranıyoruz? Bir şeker hastası
var, hastalığını umursamıyor, gıdasında durma-
dan yanlışlar yapıyor. Onun bir sıkı dostu, bir de
normal arkadaşı daha var. Elini tatlıya uzatıyor,

602
YILMAZ DÜNDAR

dostu hemen “Onu yemesen” diyor. Diğer arka-


daşı; “Bir dilim baklavayla ne olacak, ye gitsin”
diyor. İşi bilmeyen şeker hastasına göre böyle
söyleyen iyi bir dosttur, çünkü ondan yana, “Ye
gitsin, birşey olmaz” diyor. Diğeri rahatsız edici,
“Onu yeme, bunu yeme” deyip karışıp duruyor.
Ne yiyeceğiz kardeşim? Sıkı dost oysa! Bu de-
vam edince nefret başlar, o sıkı dosttan nefret
eder. Diğerinin söyledikleri yüzünden ölür ama
onu severek ölür. İşte uyarılara böyle yaklaşma-
lıyız. Bize gelen uyarı Hakk yol için midir değil
midir, onu ayırt etmeliyiz. Hakk yol içinse ona
müteşekkir olacağımızı unutmamalıyız. Hakk
yol dışında olan öneriler bize cazip gelmemeli-
dir, onları daha iyi, daha hoşgörülü zannetme-
meliyiz. Birincisi bu. Ancak bir önemli nokta var,
uyarıların tesir etmesini istiyorsanız şu önemli-
dir. “Onu yeme, bunu yeme” diyorsunuz, söy-
lediğiniz doğru, uyarılarınızın da tesir etmesini
istiyorsunuz. Ama kişi senden nefret etti, yaptı-
ğın iş tesir etmiyor. Uyarıların tesir etmesi için
hastanın tâlip olması gerekir. Kişi tâlip değil,
tâlip değilse durmadan uyarmayın. “Hakk yolu,
doğruyu söylüyorum, söylediğim yanlış mı?” de-
meyin, karşıdaki tâlip değil. Doğrularla senden
nefret eder, çünkü sistem böyle. İnanmayanlar
Allah uyarıyor diye Allah’tan nefret etmiyorlar
mı? Aynı şey senin için de geçerli. Karşındaki
tâlip değilse durmadan uyarırsan senden nef-
ret eder. Ne kadar doğru söylersen söyle değiş-
mez. Bir nefret ederse daha da tesir edemezsin.
Amacın bağcıyı dövmek değil de üzüm yemek-

603
se onun tâlip olmasını sağlamalısın. Bu yüzden
tâlip önemlidir. Herkese göre farklı bir strateji
ile kişinin tâlip olmasını sağlamalısın. Bunu nasıl
yaparız diye sorarsanız, gülerim. Çünkü dünya
işinde hiç sormuyorsunuz. Pazarlama teknikleri
var, dünyanın kişiyi tâlip yapacak teknikleri var.
İş dîne gelince nasıl yaparım diye sorarsanız ol-
maz. Kişiyi seviyorsan, onu tâlip yapacak bir yol,
bir yöntem bulursun. Doğruyu söylemek başka
şeydir, yöntem başka şey. Doğruyu söylüyor ol-
mak seni haklı yapmaz. Haklı yapacak şey senin
yöntemindir. Bir hadisi veya âyeti paylaştınız,
yani doğruyu söylediniz diyelim. Dikkat edin, o
malzeme senin değil, sen ondan sorumlu değil-
sin. O âyeti, o hadisi sen söylemedin, bir alıntı
yaptın. Alıntıya sığınarak “Haklıyım” diyemezsin.
Sen yönteminden sorumlusun? Öyleyse “Söyle-
diğim yanlış mı?” diye bir gerekçe üretemezsin.
Sen senin olandan sevap veya günah kazanırsın,
yani yönteminden kazanırsın. Kötü yöntemle
yaptıysan bir de Allah kızar; “Niye âyetimi böyle
kötü yöntemle kullandın? Kulumu niye âyetle
nefret ettirdin?” der. Uyarı yaparken bu çizgi çok
önemlidir, dikkat etmek lazım inşâAllah.
“Eğer biz onları önce bir azab ile helak etsey-
dik, elbette şöyle derlerdi: ‘Rabbimiz, bize bir
rasûl irsal etseydin de zillete düşmeden, rezil
olmadan önce âyetlerine tâbi olsaydık.” (Tâ-Hâ;
134)
Bunu söylediklerinde artık değişmişler, deği-
şikliklerine şâhitlik yapıyorlar. İş işten geçmiş de-
nir ya öyle bir hal, Allah muhafaza etsin.

604
YILMAZ DÜNDAR

“Ey, cinn ve insan topluluğu! İçinizden size,


âyetlerimi kıssa eden ve şu an içinde bulundu-
ğunuz hal için sizi uyaran Rasûller gelmedi mi?
‘Nefslerimiz üzerine (kendi aleyhimize) şahitlik
ettik’ dediler. Dünya hayatı onları aldattı ve ken-
dilerinin kâfir olduklarına dair, nefsleri üzerine
şâhitlik ettiler. Bu şundandır: Rabbin, halkı risa-
let ile uyarılmamış iken, zulmedici olarak ülkele-
ri helak edecek değildir.” (En’âm; 130, 131)
“Allah üzerine yalan uyduranlardan yahut
O’nun âyetlerini yalanlayanlardan daha zâlim
kimdir? İşte onlara kitaptan kendi nasiple-
ri nail oldu. Nihayet onları vefat ettirmek için
Rasûllerimiz kendilerine geldiği vakit; ‘Dûnillah
(algı sonucu Müstakilen VAR ve Muhtar sanıp)
dua edip güvendiğiniz güçler nerede?’ dediler.
‘Bizden kaybolup gittiler’ dediler ve (böyle-
ce) inkârcı olduklarına dair kendi aleyhlerine
şâhitlik yaptılar.” (A’râf-37)
“Muhakkak ki, Allah üzerine yalan uyduran-
lar iflah etmezler.” (Nahl-116)
Anlıyoruz ki ölümle birlikte MTG’den “Ter-
cih” yetkisi kalkar, zannların büyüsü bozulur.
Çünkü canlarını almak için Rasûller geldiğinde
onlara “Allah dışında sanarak dûnillah algı ve
zannlarınızla yönelip çağırdığınız, kendilerini
müstakilen VAR ve muhtar zannettiğiniz şeyler/
güçler şimdi nerede?” diyorlar. Onlar da “Kaybo-
lup gittiler” diyor. Kayboldular, iş artık bozuldu,
“Tercih”in hükmü bitti. Ve A’râf-37’den anlıyoruz
ki bu ölüm anındaki şâhitliktir. Kıyâmet Sûresi

605
13,14,15’i okuduk, orada da bir şâhitlik var, o da
hesap günündeki şâhitlik. Kişinin kendi aleyhine
iki şâhitliği var, yanlış yapan iki kere şâhit oluyor.
Ölürken “Evet, ben sana karşı âsi idim” diyor.
Hesap gününde önce yan çiziyor, mazeret üre-
tiyor, sonra kendi aleyhine şâhitliği yine yapıyor.
Böyle iki şâhitlik var, her ikisi de kişinin kendisi-
ne şâhitliğidir.
“Hangi şeyden sorup duruyorlar; o azıym ha-
berden mi? Ki onda muhteliftirler. Hâyır (zan-
nettikleri gibi değil), yakında bilecekler. Yine
hâyır, yakında bilecekler.” (Nebe; 1-5)
“Yakında bilecekler. Hâyır, yakında bilecekler”
âyetinin bu iki şahitliği haber verdiği yorumu ya-
pılır. İki kez peş peşe; yakında bilecekler! Çünkü
ölüm de yakın, kıyâmet de. Allah indinde ikisi de
yakın. Dolayısıyla ölümde bilecekler, kıyâmette
de bilecekler, şâhit olarak.
“Dediler ki: ‘Rabbimiz bizi iki kere öldürdün
ve iki kere dirilttin de günahlarımızı itiraf ettik!
(Bu durumdan) bir çıkış (kurtuluş) yolu var mı?”
(Mü’min-11)
Bu âyet de iki kere şâhitliği gösteriyor, iki
kere hallerine şâhit oluyorlar. Ne kadar korkunç
ki “İki kere öldürdün, iki kere dirilttin” diyorlar.
Öldü, hesap için dirildi ve haline şâhit oldu. Ba’s
olacağı için tekrar öldü. Bir süre geçti, sonra tek-
rar dirildi. O zaman diyor ki; “İki kere öldürdün,
iki kere dirilttin, iki kere şahitlik yaptık. Bu ne
ızdırap Rabbimiz, buradan bir çıkış var mı, kur-
tuluş yok mu? Burada önemli uyarımız şu: İnsan

606
YILMAZ DÜNDAR

dünya hayatı sürecinde dûniHİ algı ve zannla-


rını temizlerse ölüm sonrası pişmanlık azap-
larını temizlemiş, kaldırmış olur. Çünkü ölüm
sonrası pişmanlık azapları dünyadaki dûniHİ
algı ve zannların hatıralarıdır. Onu kaldırırsanız
ilerideki pişmanlık da kalkmış olur. Bu durum-
da ölüm anı mü’minlerde nasıldır? Dünyada iki
tercih hakkı var ya, Hakk yolu tercih edenler,
mü’minler nasıl ölüyor?
“Orada ilk ölümlerinden başka ölüm tatmaz-
lar.” (Duhân-56)
Öldü, ba’sa kadar. Bir kere öldü bitti. Peki, o
ölüm nasıl olur? “Müstakilen VAR ve Muhtar
ancak Allah’tır, başka müstakilen VAR ve Muh-
tar yoktur” beyanını yapmış ve bunun gereği
hayat tarzını tercih etmiş kişi nasıl ölür? Bunları
âyetlerden okuyoruz, âyetten şüphe olmaz.
“Eğer, (ölen kişi) Mukarrebun’dan ise (bu be-
yanda ve gereği olan hayat tarzında değişimini
çok ilerilere götürmüş, değişmiş de değişmiş,
değişmiş de değişmiş öncü olmuşsa, değişim-
de öne geçmişse) ona ravh (rahatlık, tam vasıl
olma), reyhan (güzel koku) ve Naim Cenneti
vardır.” (Vâkıa; 88, 89)
Reyhan, güzel koku ve Naim Cenneti. Ölür
ölmez bir güzel kokunun içine, büyük bir ra-
hatlığın içine ve Naim Cennetlerine... Bir anda.
Mukarrebun için böyle. Bunu Efendimiz (SAV)
in Fâtır Sûresi 32. âyetin izahı olan hadisinde gö-
rüyoruz. Âyet devam ediyor. Ölen kişi Ashâb-ı
Yemîn’den ise, yani bunlar kadar öncü değil ama

607
İhlas Hayat Döngüsü’nde olanlardan ise onu an-
latacak:
“Eğer o (ölen kişi) Ashâb-ı Yemîn’den ise;
“Ashâb-ı Yemîn’den, senin için selâm var (de-
nir).” (Vâkıa; 90, 91)
Duhan-56’dan öğrendik, bir kez ölüm var.
Vâkıa 88-91’den öğreniyoruz ki “Âmentü Billâhi
ve Rasûluhi” deyip bu doğrultuda gayret eden
için ölümde iki ihtimal var: Ya doğrudan rahat-
lığa, güzel kokuya, Naim Cennetlerine anında
geçer veya onu karşılayanlar “Ey bu yolu tercih
etmiş olan ashâb-ı yemîn, Selâm sana” derler,
ölümü tadar. Dünyada bize öyle demiyorlar.
Ama ölüm anında iki ihtimalden birinin olaca-
ğını Kur’ân söylüyor.
Bunları duyunca diyoruz ki; “İyyâKE nabudü
VE iyyâKE nesta’iyn.” Kabul buyur Yâ Rabbi, râzı
oluver Yâ Rabbi.
Âmîn.

608
25.
“YAKÎN” GELENE KADAR
RABBİNE KULLUK ET

“İnneniy enallâhu lâ ilâhe illâ ene fa’budniy,


ve ekımis salâte li zikriy: Muhakkak ki Ben, evet
Ben Allahım. Başka Müstakilen VAR ve Muhtar
ilah yoktur. Ancak BEN. Bana kulluk et ve Benim
zikrim için salâtı ikame et.” (Tâ-Hâ; 14)
“Muhakkak ki BEN, evet BEN Allahım.” Müt-
hiş! Muhakkak ki ben -esas BEN- evet, ben Al-
lahım. Yani başka “Müstakilen VAR ve Muhtar
BEN” diyenler yoktur. Ancak BEN. Bana kulluk
et, benim zikrim için salâtı ikame et...
“Görmedin mi ki; Allah (O dur ki), Semâvat’ta
kim var ve Arz’da kim var ise (hepsi), güneş, ay,
yıldızlar, dağlar, ağaç (cinsi), yürür canlılar ve in-
sanlardan birçoğu O’na secde ediyor. (İnsanlar-
dan) birçoğunun üzerine de azab hak olmuştur.
Allah kimi hor hakir kılarsa, artık ona ikram edi-
ci yoktur. Muhakkak ki Allah, dilediğini yapar.”
(Hac-18, secde âyetidir)
Allahım lütfettin, sana secde edenlerdeniz.
Sana secde edenlerden râzı olduğun kullarından
eyleyiver, lütfen. Âmîn.
“O halde, sen şimdi Rabbini hamdiyle tesbih
et, Ve secde edenlerden ol. Ve sana yakîn gelin-

609
ceye kadar Rabbine kulluk yapmaya devam et.”
(Hicr; 98, 99)
“İyyâKE nabudü VE iyyâKE nestaiyn” içinde
hep bu izahları yaptık ve sen de “iyyaKE nabudü
VE iyyaKE nastaiyn” dedin, öyleyse artık Rabbi-
ni hamdiyle tesbih et, yani “Sübhânallahi Ve Bi-
hamdihi” de ve secde edenlerden ol. Sana yakîn
gelinceye kadar Rabbine kulluk etmeye devam
et. Bu öğüt bize, kendimize. Ancak âyetteki esas
muhatap Rasûlullah (SAV) Efendimiz’dir.
“Yakîn gelinceye kadar”ı birkaç cümleyle
açmaya çalışalım ki yanlışlara sebep olmasın.
Meâllerde “yakîn” genellikle ölüm olarak çe-
virilmiş. Dolayısıyla, “Sana ölüm gelinceye ka-
dar Rabbine kulluk et” mânâsı çıkmıştır. Oysa
yakîn’in mânâsı bir konu hakkında ilmî olarak
kesin bilgi sahibi olmaktır. Bir konuda sizin için
şüphesiz denecek kesin ilmî bilginiz varsa siz
o konuda yakîn bilgi sahibisiniz demektir. Biz
“yakîn” kelimesini tasavvuf anlatımlarında gör-
düğümüz için, onu ilmel yakîn, aynel yakîn, hak-
kal yakîn gibi kullandığımız için sadece oralara
ait sanıyoruz. Oysa “yakîn” o konulara has olma-
yıp genel mânâsı olan bir kelimedir. Ancak bu
âyeti Efendimiz (SAV) e “Sana ilmel yakîn, aynel
yakîn, hakkal yakîn gelinceye kadar Allah’a kul-
luk et” denilmiş gibi anlamayalım. Böyle sanan-
lar var olduğu için söylüyorum. Yakîn kelimesini
buralara bağladıkları için “Sana yakîn gelince-
ye kadar kulluk et” âyetinden “İşte ben şu nefs
mertebesine geldim, artık âyet gereği, kullukla
ilgili bazı ibadetleri yapmama gerek yok, ben-

610
YILMAZ DÜNDAR

den düştü” yorumu çıkaranlar var. Bu yanlıştır,


çok yanlıştır. Efendimiz (SAV) e karşı da edeben
büyük yanlıştır. Efendimiz (SAV) e “Yakîn gelin-
ceye kadar kulluğa devam et” dediğine göre,
Efendimiz (SAV) de ilmel yakîn, aynel yakîn,
hakkal yakîn yok mu? Olabilir mi öyle birşey?
Böyle yorumlarsanız olmaz! Son nefesine kadar
imamlık yapmaya çalışan, ibadetini aksatmayan
Efendimiz’e o zaman hiç yakîn gelmemiş, öyle
mi? Öyle yorumlanırsa yanlış olur.
Bir de, “Kulluk yap” demek yalnızca “Namaz
kıl” demek değildir. Kulluk, genişçe gördük ki
hayat tarzıdır. Yakîn gelinceye kadar bu hayat
tarzına devam et denilmektir. “Benden kulluk
kalktı” ne demek? Olur mu öyle şey! Bu bir ha-
yat tarzı, kalkmaz. O kalkarsa sen de kalkarsın.
Yani sen değişmiş olursun, Allah da sana değişir.
Kulluk bir hayat tarzıdır, yalnız namaza bağlan-
maz. Öyleyse, Efendimiz (SAV) e “Sana yakîn
gelinceye kadar” denilmesini nasıl anlamalıyız?
Dünya hayatı içerisinde insanlara göre en gerçek
ilmî şey nedir biliyor musunuz? Ölüm! İnsana
göre herşey yalandır. Bütün insanlar için, hele de
inanmayanlar için ölümden daha gerçek bir şey
yoktur. Ölüm kesin gerçek, kesin bilinen. O onu
yok olmak biliyordur, yok olacağını zannediyor-
dur, o ayrı iş. Hakikati bilmiyor, ama ona göre
de ölüm bir kesin bitiştir. Bu âyette yakîn kesin
bilme mânâsında ölümü anlatan bir tanımdır,
Efendimiz (SAV) için. Efendimiz (SAV) e “Habi-
bim” diyen Allahımız, bu âyette ona; “Sana ölüm
gelinceye kadar” dememiştir, ölüm kelimesini

611
kullanmamıştır, ölümün bir ilmi yanını yakîn
diye kullanmıştır. Evet, ölüm mânâsındadır ama
Efendimiz (SAV) için büyük bir iltifatla yakîn
kullanılmıştır. Öyleyse biz bu âyetten, yakîn yani
ölüm gelinceye kadar seçtiğin hayat tarzına
devam et öğüdünü alırız. Meâllerde de, Allah
Rasûl’ü için yakîn kullanılmışken meâl yapanın
onun yerine “ölüm” yazması iyi olmaz, “yakîn”
demek iyi olur. Belki parantez içerisine “ölüm”
yazılabilir. Ama Allah “yakîn” kullanmış, meâlde
de yakîn kullanmak edebli olur. Siz de yazsanız
meâlin muhatabı yine Efendimiz (SAV) dir. Aynı
kuralı devam ettirmek gerekir.

612
26.
İHLAS HAYAT DÖNGÜSÜ

“Âmenû Billâhi ve Amilus Sâlihâti” mânâsına


bir de şu pencereden bakalım. Mânâ ayıracağız,
farklı bir pencereden ama aynı bahçeye bakaca-
ğız. “Amenû Billâhi ve Amilus Sâlihâti” mânâsını
ayırırken bu sefer tevhid kısmına, îman kısmı-
na “Yukarı”, kesret kısmına “Aşağı” diyoruz. İki
mânâ; yukarı ve aşağı. Yukarı, senin idrakını
temsil eder, orada sen Ahseni Takviym özellik-
tesin. Takviym bilgi mânâsına da gelir. Ahseni
Takviym’desin; en güzel bilgidesin, yani Allah’ı
inkâr etmeyen şeksiz şüphesiz doğru bilgidesin
demektir. Ahseni Takvim’desin idrakı Yukarı’dır.
Aşağı ise kesretteki şimdiki hâli anlatıyor, ora-
da sen Esfele Sâfiliyn’desin, yani sen şimdi
Aşağıda’sın. Bu ayırımı bize bir âyet öğretiyor:
“Rabbin dedi ki, ikiniz cem’an aşağı inin ora-
dan, birbirinize düşmansınız.” (Tâ-Hâ; 123)
Âyette bir yukarı bir de aşağı var. İdrakta yu-
karıdaydın, seni aşağı indirdi. İşte bunu ayırdık
ki anlayabilelim. Mânâ ayırmayı daha iyi anlaya-
bilmek için yapıyoruz. Ne oldu da aşağı indin?
Aşağı inince ne oldu?
“Dedik; inin oradan hepiniz, inin.” (Baka-
ra-38)

613
“İnin” dediğine göre bir aşağı var ve sen aşağı
dediği yerde yaşıyorsun. Öyleyse şöyle bir tefek-
kür yapabilir miyiz? Aşağıda yaşarken idrakınla,
yani Rabbinin öğrettiği bilgilerle öğrendiklerinle
yukarıdan aşağı bak. Tevhid’den, “HÛ” dediğin
yerden “Hakk” dediğin kesrete, insan dediğin
noktaya kadar basamak basamak bak. Bunu
yaparken önemli şey şudur; idrakın yukarıda
dururken, aşağıdan yukarı çık, bu bakışı geliş-
tir. Bunu yapabilir miyiz? Tabi. Çünkü idrakın
yukarıda, idrakın Ahseni Takviym. Aslında ikisi
birdir; aşağıda yukarı, yukarıda aşağı var, ikisi
bir bütündür. Ayrıca aşağı ve yukarı yok, anla-
mak için ayırdık. Özetleyeyim: Yukarı aşağı diye
ayırdık. Neyi? “Amenû Billâhi ve Amilus Sâlihâti”
mânâsını. Bu mânâya ulaşmak için şimdi bir
amel şekillendiriyoruz. İdrakın zaten yukarıda.
Değilse Âmentü Billâhi diyemezsin. İşte oradan,
o hakikatten insan noktasına bilgi olarak bak.
Sen aşağıdasın, idrakın yukarıda. İdrakın yukarı-
da, çünkü sen düşündüğü kadar gören insansın,
gördüğü kadar düşünen değil. Rabbin sana HÛ
noktasını düşünmeni öğretti, sen düşündüğün
kadar görebilirsin. Esfele Sâfiliyn gördüğü kadar
düşünür. Sen HÛ noktasını düşünüyorsun, ora-
dan bakabilirsin. Ama neredesin? Aşağıdasın,
bedenin aşağıda, idrakın duymal yakîn bile olsa
yukarıda. O idrakla basamak basamak ahseni
takviym insandan esfele safiliyn insana kadar
bak. Baktığın o istasyonlar sana lazım. Bunu ya-
parken idrakın tevhidden ayrılmadan aşağıdan
yukarı çık; çünkü duymal yakîn idrakını ilmel

614
YILMAZ DÜNDAR

yakîn, aynel yakîn ve inşaAllah Hakkal yakîn


yapmak gerekiyor. Senin idrakınla yukarıdan
aşağıya bakman Âmentü Billâhi’dir. İdrakın yu-
karıda kalarak, yani îmanın bozulmadan şimdi
aşağıdan yukarı çıkman ise Salih Amel’dir. Bunu
yapabilirsin. Çünkü yukarı ve aşağı çakışık, onu
biz ayırdık. Yukarı aşağıya, aşağı yukarıya bağlı-
dır, çakışıktır. Yukarıdan aşağı bakış idrakındır,
yukarıdan aşağıya duyduğunla, öğrendiğinle ba-
kıyorsun. Bu sende değişim yapmaz. Oysa sana
değişim lazım. Bilgiyle değişemezsin, bilgi sana
değişmen için lazım. O bilgi elindeki adrestir,
sana yol gösteriyor. Kâğıdı elinde tutarak adrese
gidemezsin, o bir bilgi. Kâğıda bakarak yürüye-
ceksin. Yukarıdan aşağıya bakan senin idrakın.
Sen şimdi aşağıdan yukarı çıkarak onu bir ka-
zanıma, kazanımının da değişime dönüşmesini
sağlayacaksın. Bunları sağlayacağın idrak yuka-
rısı. Kendisiyle aşağıya baktığın o idrakı kazan-
mak için sen aşağıdan yukarı çıkacaksın. Ancak
o zaman değişebilirsin. Bir idrakla, bir bilgiyle
bakıyorsun. O bilgiyi, o idrakı sen bilmiyordun,
onu sana Rabbin öğretti, o Âmentü Billâhi’dir.
Onu hiç bozmayacaksın, insana kadar onunla
bakacaksın. İnsana Âmentü Billâhi ile bakacak-
sın ama o Âmentü Billâhi’yi sûrete çevirmen ge-
rekiyor, bunun için de bir kazanım gerekiyor. Bu
yüzden şimdi aşağıdan yukarı çıkmalısın, kaza-
nım ve değişim olmalı, o idrakın değişimini yap-
malısın. Bir başka deyişle, yukarıdan aşağı bakış
idrakının, aşağıdan yukarı çıkış sürecinde bir
sûrete dönüşmesi gerekir. İdrak, bilgi sûrete dö-

615
nüşmeli ki senin olsun, o bilgiyi ilmî sûret yap-
malısın, Âmentü Billâhi bilgisini kazanım ve de-
ğişimle sende sûrete çevirmelisin. Onun sûrete
dönüşü ancak fiillerle mümkündür. Çünkü sûret
fiillerin kompozisyonudur. Fiiller ise sûretlerin
ürünüdür, bir fiil sûretten çıkar. Ama sûret de fi-
illerle kompoze olur. Sana âhirette lazım olan şey
sûrettir, bu da amelle mümkündür. Dolayısıyla,
aşağıdan yukarı çıkış ancak amelle olur. Yukarı-
dan aşağı bakış îmanla olur. Neden? O bilgileri
sen bilmiyordun, öğrendin îman ediyorsun. İşte
şimdi o bilgilerle aşağı bakıyorsun. O bilgi sen-
de sûrete dönüşmeli, şimdi onu sûrete çevire-
ceksin. Bu amelle olur, onun ismi Sâlih Amel’dir,
yani yukarıdan aşağı bakarkenki bilgilere uygun
ameldir. Sâlih uygun demektir. Sâlih amel uygun
ameldir. Aşağıdan yukarı çıkış ancak Âmentü
Billâhi’ye uygun amelle, sâlih amelle olur.
Bu noktada sâlih ameli netleştirelim ki uygu-
lanabilir olsun. “Müstakilen VAR ve Muhtar olan
ancak Allah’tır” düsturuna uymayan, bu düs-
turu bozmaya çalışan ne tür heva, heves, arzu,
istek, duygu, düşünce, fikir, inanış, örf, adet, fiil,
davranış varsa hepsinden kurtulma çalışmaları,
sebep olan nesnel şeyleri terk, yani ön infaklar
hepsi sâlih amel kapsamına girer. Hz. Ömer ra-
dıyallahu anh Efendimiz bunu böyle uygularken
bu düsturu bozmaya çalışan şeylerle karşılaşıyor,
karşılaştıkça “O bozuyor, şu bozuyor, bu bozu-
yor” deyip terk ediyor, Allah için hepsini infak
ediyor. Ve diyor ki; Hakk Ömer’e dost bırakmadı.

616
YILMAZ DÜNDAR

Çünkü bu yolda aşağıdan yukarıya çıkışta dost


zannettiklerinin hepsi engelleyicidir. Bunu gö-
rüp onları terk ettikçe “Hakk Ömer’e dost bırak-
madı” diyor.
Bu düstura uygun sûret değişimini yaşayan
kişi, yani sûreti değişen kişi eski ve yeni sûretini
kıyasladığında değişimi çok belirgin bilir ve gö-
rür. Bu fiziksel yapıda sûretinin değiştiğini ba-
samak basamak kendisindeki sûretlerle kıyasla-
yarak bilir, oluşturduğu sûretleri çok net görür.
Bahsettiğimiz sûreti insanın fiziksel görünümü
ile sınırlamayın. Fiziksel görünüm sûret tanım-
larından yalnızca birisidir, insandaki toprak kay-
naklı sûrettir, kaynağı topraktır. Bahsettiğimiz
sûretlerin kaynağı toprak değildir, nurdur. Böy-
lece karşımıza iki suret çıkar; nur suret, nar su-
ret, Allah muhafaza etsin. Değişim bu nur ve nar
sûretler üzerine olur.
Konuyla ilişkili olarak Kayıtlı Kendini Hisset-
me Duygusu’nu bir iki cümleyle biraz anlaşılır
kılalım. Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu’nun
kendine has bir sûreti vardır, o Has Suret’tir.
Bu has sûretin alt sûretleri, alt üniteleri vardır.
Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu, Kendinde
Kendine Göre Var olan ile “BEN” denilerek ifade
edilir ve Birbirlerine Göre Var’ın fiziksel sınırları
ile kayıtlı değildir. Has sûret öyle bir sûrettir ki,
gözükmesi için bulunduğu ortamın şartlarına
uygun başka bir sûrette olması lazım, yani has
sûretin bürünmesi şarttır. O bulunduğu orta-
mın şartlarına bürünür.

617
Bizdeki Kendinde Kendine Göre Var’ın
sûretiyle ilgili de bir önemli benzetme yapaca-
ğım. Kendinde Kendine Göre Var olanın, “BEN”
diyerek ifade edilenin sûreti bizim Birbirlerine
Göre Var diye tanımladığımızın fiziksel sınırla-
rı ile kayıtlı değildir. Bunu anlamak üzere şunu
söyleyelim. Üç dört yaşlarında bir çocuğun
“BEN” deyişi ile kırk yaşındaki birinin “BEN” de-
yişi farklı mıdır? Aynıdır. Üç dört yaşındaki çocu-
ğun “BEN” derken oluşturduğu “BEN” sûretine
“Sen kendin kadar BEN de” demiyoruz. Hatta
“Nasıl kendini savundu, nasıl da kendini ortaya
koydu, nasıl kendi dediğini yaptırıyor?” diye şa-
şırıyoruz. Fiziksel yapısına göre “BEN” demiyor
ki! “BEN” demekle ilgili sûret kırk yaşında da, üç
dört yaşındakinde de aynıdır. Onun görünümü-
nü sağlayan, hatta onun görünümünü kısıtla-
yan fiziksel beden ayrıdır, o Birbirine Göre Var
olan onun arabasıdır. O ayrı iş. Arabayı kullana-
nın “BEN” deyiş bedenleri aynıdır. Bu yüzden,
o “BEN” diyenin sevgi ve nefret gibi duygularla
ilgili sûretleri de aynıdır. “Ne olacak canım, üç
yaşındakinin sevgisi” diyemezsin. Kırk yaşında-
kinin sevgisiyle üç yaşındakinin sevgisi boyut
olarak aynıdır. Ama bedenleri farklıdır. Sûreti
izah edebiliyor muyum? Şimdi bir örnek verece-
ğim, mânâyı alıp örneği silelim. Evdeki elektrikli
aletleri düşünelim. Birisi çok küçük, birisi büyük,
birisi daha büyük. Üç büyüklükte farklı mari-
fette aletler. Küçük olanda daha az elektrik yok
ki. Elektrik hepsinde 220 Volt. “BEN” demeyi de
bizim elektriğimiz gibi düşünün. Üç yaşındaki

618
YILMAZ DÜNDAR

çocukta da “BEN” deyiş 220 Volt, Kırk yaşında-


ki adamda da “BEN” deyiş 220 Volt. 220 Voltun
kullanıldığı alet küçük olabilir. Birisi tost makine-
sidir, birisi kocaman buzdolabıdır. Ama ikisinde
de 220 Volt. Dokun da gör! Bunun elektriğinden
ne olacak diyemezsin. Küçücüktür ama aynı 220
Volt’tur. “BEN”i biraz anlatabildim mi? Elektriğin
bir sûreti var ama o kendi sûretinde gözükmez.
Onun bu dünyanın şartlarına göre bir sûrete
bürünerek gözükmesi gerekir. Kendi sûretinde
gözükemez, o Has Sûret’tir. Bu örneği görünce
insan elektriktir demeyin, “BEN”in ne olduğunu
benzeterek anlamak için örnek veriyoruz.
Onu bir örnekle daha söyleyeceğim. Bu
“BEN” nuru öyle birşey ki, öyle has birşey ki ona
dayanamayız. Bir bakır tel düşünün ki üstünde
7 kat kablo var. İçerisinden bir tane bakır tel ge-
çiyor, 220 Volt var. O bakır teli tutabilir misiniz?
Çarpar. Ama o kablolar sayesinde tutuyorsunuz.
“BEN” öyle birşey ki, üzerindeki sûretler sayesin-
de onu tutarız. Siz Allah’ın “BEN” deyişini, “BEN”
demenin nurunu ne sanıyorsunuz? O “BEN” de-
meyi Hz. Mûsa görmek istedi de daha kokusun-
dan bayıldı gitti. O elektrik tutmak gibi birşeydir.
Bizdeki sûretler “BEN” diyen o nurun üstünde-
ki kablolar gibidir, bizdekiler o bakır elektrik
telinin büründüğü kablolar gibidir. O yüzden,
“BEN” orada zarar vermeden, yani merhametle
duruyor. O suretler Allah’ın merhameti. Değilse
“BEN” nuruna nasıl dayanırız? Söylerken kolayca
söylüyoruz ama ona dayanabilir miyiz?

619
Bu telin etrafında o kadar çeşit kablo var ki,
öyle kablolar var ki... Hele bir kablo var, içindeki
teli/elektriği reddeder.
Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu kendine
has sûretiyle insanda vardır, insanın kalbı daha
sonra eklenir. Kalbın gereği de sûretler oluşur.
Kalbın gereği oluşan sûretler bu has sûreti örter-
ler. Has sûreti örten bütün bu sûretler has sûrete
göre ilah vasıflıdır, ilah iddialıdır. Yoksa öyle
bir sûret olamazlar. Kayıtlı Kendini Hissetme
Duygusu’nun has sûretini örten sûretler, bulun-
dukları ortam şartlarında algılamalar yaparlar,
insan bu algılamalara da “Hislerim” der. Kayıtlı
Kendini Hissetme Duygusu’nda geçen his değil-
dir, onlar algıdır. Siz sizdeki Kayıtlı Kendini His-
setme Duygusu’nu, Kendinde Kendine Göre Var
olanı “BEN” diye takdim edersiniz ya, işte onun
has sûretini bulunduğu ortamın şartlarına ve o
kulun kalbına göre kaplamış olan sûretlere göre
bulunduğu ortamda algılamalar yapar, o algı-
lamalara da kişi “Hislerim” der. O hisler algıdır.
Bu sûretler değişince algılar da değişir. Örneğin
dersiniz ki ben şu, şu çalışmaları yapmadan önce
bunlara kızardım, şimdi kızmıyorum. Bakın, algı-
nız değişmiş. O zaman öyle algılıyor kızıyordun,
şimdi kızmıyorsun. Çünkü sûretin değişiyor.
Algılar değişir, algıların örttüğü sûretler değişir
ama has sûret değişmez. Biz ikisine de “his” de-
diğimiz için, has sûretli olan Kendinde Kendine
Göre Var’la “BEN” dediğimiz esas hissi, algıları-
mızla tarif ettiğimiz hislerle karıştırmamalıyız.

620
YILMAZ DÜNDAR

Örten sûretler kalktıkça işte bu algılar değişir,


böylece hisler de değişmiş olur.
Amaç, kazanım ve değişimle bu has sûrete
doğru gitmektir, has sûrete doğru kazanım yap-
mamız gerekiyor. Bu kazanımın bir yanı yıkama
ve temizlemeye dayanır. Bu yüzden onun bir an-
latılış biçimi yıkama ve temizleme ile izah edi-
lir. İşte o örten sûretlerden yukarıya doğru, has
sûrete doğru yıkama ve temizleme ile gelinir.
Fakat bilinmelidir ki Kayıtlı Kendini Hissetme
Duygusu’nun kendine has sûretinin üstünü ör-
ten sûretler bilgi ile silinmez. O örten sûretlerin
fiilleri yok edilerek silinir. Bu terki gerektirir.
Terkle sen örten sûreti kaldırıyorsun, esas sûret
ve ona ait fiil çıkıyor. O orada zaten var, diğe-
ri örten sûretti. İzah edebildim mi? Has sûrete
ulaşmak istiyoruz ve bu yüzden de bilgisini bi-
liyoruz ama örten sûretler bilgi ile kalkmaz. Ör-
ten sûretlerin fiilleri yok edilince sûret kalkar.
Çünkü sûreti orada tutan fiilleridir. Fiilleri yok
edince sûret kalkar, siz başka bir sûrete başka
bir fiile düşersiniz, artık başka bir sûrettesinizdir.
Daha önce hedefiniz bu sûrete ulaşmaktı, ulaş-
tınız. Şimdi o sizin mücadele ettiğiniz sûretiniz.
Şimdi siz o sûretle, ona ait bir fiille uğraşırsınız.
Onu veli de yapıyor. O bir sûrete gelir, ilmel
yakîn oluşur. Daha önce ulaşmaya çalıştığı şey
şimdi artık mücadele edeceği sûrettir, onunla
mücadele edip aynel yakîne gelecektir. Sonra da
aynel yakîn sûretle mücadele edip hakkal yakîne
gelecektir inşâAllah. Bir velinin fiilleri bizim ulaş-

621
maya çalıştığımız fiiller olabilir, ama onlar onun
mücadele ettiği fiillerdir. Bu fiillerin yok edicisi
bize Kur’ân’la öğretilmiştir: Lâ. Sözle “Lâ”, fiille
“Lâ”. Tüm örtücü sûretlere “LÂ/YOK” muamele-
si yapmak gerekiyor.
Bu noktada bir tehlikeden söz edeceğiz. Eğer
kişi sûretleri bilgi ile yok ettiğini zannederse
buna inanır. Sûret duruyordur ama o yok etti-
ğini zanneder. Birinin kendisini Napolyon zan-
netmesi gibi. Aslında Napolyon değil, sokaktaki
adam ama kendini Napolyon zannediyor. Bilgi
böyle bir şeydir. Napolyon bilgisine kafasını ta-
kan kendini Napolyon zanneder. Ama kendi
sûreti durur. Örtücü sûretleri bilgiyle yok etti-
ğini zannedenler öyle bir tuzağa düşerler ki ör-
tücü sûretledirler ama kendilerini has sûrette
zannederler, sonra da has sûret taklidi yaparlar.
Allah muhafaza etsin, tehlikeli olur. Sûretler bil-
giyle silinmez. Bunun için sâlih amel önemlidir.
Bu yolda Allah korkusu insan için bir hediye-
dir, Allah’ın bir lütfudur ve o kadar önemlidir ki.
Neden biliyor musunuz? Has sûrete gitmemizi
engelleyen örtücü sûretler Allah korkusundan
sinerler, Haşyetullah onların sinmesini sağlar.
Böylece örtücü sûretler fiilsizleşir. Has sûrete
umutla yaklaşılır. Umuyorsan has sûret yaklaşır,
umut onu yaklaştırır. Allah korkusu olan Haşye-
tullah ise örtücü, engelleyici sûretlerin fiillerini
sindirir, o filleri yok etmeni kolaylaştırır.

622
YILMAZ DÜNDAR

Böylece bir mânâ daha ayırdık. Onu birleştir-


diniz mi adı Havf ve Recâ olur, Korku ve Umut
olur. Korkuyla sindirirsin, umutla yaklaşırsın.
Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu’nun has
sûretini örten ilah iddialı sûretlerden kurtulma
çalışmalarını âyetler ışığında tanımlayalım. Ör-
tücü sûretlerden kurtulma çalışmaları yapan
kişinin Kur’ân’da yeri nedir, Kur’ân o kişiye ne di-
yor? Daha önce bu âyetleri bir kaç kez paylaştığı-
mız için şimdi sadece “Şu âyete göre” diyeceğiz.
Kıyâmet-2’ye göre, bu kişi Levvame Nefs’e
girmiştir. Has sûreti örten, ona uymayan fiiller
çıkaran örtücü sûretlerin ilah iddialı davranış-
larından sıkıntı duyan bu nefs Levvame Nefs’tir.
Allah Kıyâmet-2’de bu nefs için yemin eder.
Bakara-2’ye göre o, muttaki olarak örtücü
sûretlerin ilah iddiasından korunan sınıfına girer
ve ‘Muttaki’ diye anılır.
Rûm-30’a göre o kişi Hanîf’tir. Örtücü
sûretlerin ilah iddialarına sırtını dönmüştür.
İnsan-29’a göre, Rabbine yönelendir, has
sûreti hedef edinendir.
Zâriyat-50’ye göre, örtücü sûretlerden kaçıp
Allah’a firar edendir.
Nisâ-100 ve Ankebût-26’ya göre, Allah’a ve
Rasûlü’ne hicret edendir. Hayat tarzını örtücü
sûretlerden hicret ettirip Allah ve Rasülü’ne ta-
şıyandır.

623
Nisâ-78 idrakıyla düşünüp, örtücü sûretlerin
de Allah’ın kulu olduğunu görüp Allah’ın razı ol-
duğu kulluğa tâlip olandır. “Örtücü sûretleri de
sen yarattın, onlar da kulun, onların da hüküm-
lerini veren sensin Allahım, Senden Sana sığını-
rım” der. Tüm kulların hüküm verenine sığınır.
“Senin razı olduğun kul hâline tâlibim” der.
İsrâ-25 ve Kâf-32’ye göre o evvabîndir, özü-
ne dönendir, has sûrete yürüyendir. Akşam
salâtından sonra ikame edilen salâtın ismi o yüz-
den Evvabîn’dir. O salât “Yâ Rabbi, sana yönel-
dim, yönelişimi kabul buyur” mânâsına gelen bir
dua içerir. Esası altı rekâttır. İki iki kılınırsa son iki
rekâtının Hıfz-ı Îman diye kendine has bir ismi
vardır ve “Bana öğrettiğin îmanımı son nefesim-
de de muhafaza buyur Yâ Rabbi” duasını içeren
iki rekâttır. Söyleseniz de söylemeseniz de onun
karşılığı, özüne dönen kişiye hıfz-ı îman duası
olacaktır.
Kâf-33’e göre o kalb-i munîb’dir, hakikatine
dönen kalbdir, has sûrete uygun kalıplanandır.
Hac-54 ve Hûd-23’e göre kalbi ihbat edendir,
örtücü sûretlerden kalbını mümkün olduğunca
temizlemiş, mutmain olmuş, o mutmainlikle
boynunu bükmüş kişidir.
Şuarâ-89 ve Saffât 84’e göre Kalb-i Selîm’dir.
Örtücü sûretlerin kalba tesirlerini temizlemiştir.
Hastalık/maraz sayılan kısımlarını kalbından te-
mizleyip hastalıksız kalb, kalb-i selîm olmuştur.

624
YILMAZ DÜNDAR

Fecr; 27, 28, 29, 30’a göre, örtücü sûretleri te-


mizleyip has sûret alanına giren nefse, umulur
ki Rabbim Nefs-i Mutmain kapısını açar. O sen-
den razı, sen O’ndan razı cennete dâhil olursun
inşâAllah. Fecr Sûresi’nin bu âyetleri o müjdeyi
veriyor.
Bunları bir de İhlas Sûresi penceresinden in-
celeyelim, yani İhlas Sûresi’nin konumuzla ilgili
öğrettiğine bakalım. Farklı pencerelerden bakıp
mânâ ayrıştırmaları yapmaya çalıştık. Şimdi de
İhlas Sûresi ile konuya açıklık getirmeye gayret
edelim.
Eûzü Billâhi mineş şeytanir raciym, Bismil-
lahir Rahmânir rahiym. “Kul HUvallahu Ehad,
Allahus Samed: De ki; O Allah Ehad’dır, O Allah
Samed’dir.” (İhlas; 1, 2)
Ehad ve Samed’in ne demek istediğini yerleri
geldikçe çok konuştuk, o yüzden mânâlarına gir-
meyelim, konumuzla ilgili penceresine bakmaya
çalışalım. Bu âyet mü’minin duyduğu ve îman
ettiği bir bilgidir. Allah bize kendisini tanıtırken,
vasıflarını öğretirken “O Allah Ehad’dır, O Allah
Samed’dir” dedi. Biz de duyduk ve îman ettik.
Allah’ın Ehad ve Samed olması bilgisinin çıktığı
noktada daha Âdemoğlu söz konusu değildir,
Âdemoğlu orada hiç ifade edilmemektedir. Bu
bilgi içerisinde bizim bildiğimiz kul mefhumu
yoktur, bu noktada Allah Ehad’dır, Samed’dir.
Sûrenin diğer âyetlerini konuştuğumuzda ne
demek istediğimizi anlamak kolaylaşacaktır
inşâAllah.

625
“Lem yelid ve lem yûled: O doğurmamış ve
doğurulmamıştır “ (İhlas-3)
Bu âyettekiler bildiğimiz, anladığımız ta-
nımlardan oluşuyor. İlk iki âyettekiler duydu-
ğumuzdu, Rabb’imiz söylediği için îman ettiği-
miz Allah’ın vasıflarıydı, Ehad ve Samed nedir
bilmiyoruz. Rabb’imiz “Böyle deyin” dediği için
duyduk, iman ettik. Fakat İhlas-3’teki “Lem yelid
ve lem yûled” vasfını Allah bildiğimiz bir şeyle
söyledi; O doğurmamış ve doğurulmamıştır. Ko-
numuz çerçevesinde dedik ki; “HUvallahu Ehad,
Allahus Samed” bilgisi içerisinde insan yoktur.
Şimdi insan var ve “Lem yelid ve lem yûled”
bildiğimiz bir kelimeyle tarif, insana ait bir ta-
rif. “Lem yelid ve lem yûled” bizim için kesret
âlemini temsil ediyor. “HUvallahu Ehad, Allahus
Samed” kesret âlemine uygun değil, kesret âlemi
zâhiren bu vasıflara uygun değil. Ama bu âyetler
zâhirî görünüşüyle kesrete uygundur. “Lem yelid
ve lem yûled” kesret âlemini temsil eden öyle bir
cümledir ki bize konuşmamızla ilgili bir çok şey
öğretir. Hem kesret diliyle söylenmiştir, hem de
bir tevhid cümlesidir. Kesret kelimeleri kullanıl-
mıştır ama sonucu tevhiddir. “Doğurmamış ve
doğurulmamış”dan çıkan sonuç tevhiddir. Ama
bu tevhidi tarif eden kelimeler kesrettir. Bu çok
öğrenmemiz gereken bir usuldür. Kesret kelime-
leriyle tevhid konuşmayı başarabilirsek müthiş
bir şeydir. Bize örnekle öğretiyor; hepsi kesret
kelimesi ama çıkan sonuç tevhid. “Lem yelid
ve lem yûled”den çıkan sonuç da “HUvallahu

626
YILMAZ DÜNDAR

Ehad, Allahus Samed”dir. Cümleler kesret cüm-


leleri, fiiller bizim bildiğimiz fiiller, tarif onlarla.
Sübhânallah diyeceğimiz bir tarif; doğurmamış
ve doğurulmamıştır. İşte bu insanın olduğu yeri
tarif eder, şimdi artık insan var. Kesret diliyle tev-
hid cümlesi demek, aynı zamanda çokluk keli-
meleriyle yokluk anlatmak demektir. Çokluk ke-
limelerini kullanacaksın, çokluk kelimelerini artı,
artı deyip yazacaksın, eşittir deyince Allah’a kar-
şı yok olacak, Allah’a VAR dediğimiz VAR’a göre
YOK olacak, Var Görünenler yok olacak, İlla Al-
lah kalacak. Neleri topladık? Kesret kelimelerini
topladık ama sonuç İlla Allah. Bizim için müthiş
bir ipucu ve öğreti, başarabilirsek. Böyle cümle
kurabilmeyi inşâAllah Rabbim nasip eder.
“HUvallahu Ehad, Allahus Samed” bilgisinde
insan yok, o bilgi yukarıda. “Lem yelid ve lem
yûled” âyetiyle hayat başladı. Şimdi İhlas Sûresi
kesret âleminde Kur’ân’ın “aşağı” dediği, “es-
fele sâfiliyn” dediği yere gelerek cümle kurdu.
Ama öyle cümle ki yine tevhid cümlesi. Fakat
bize anlattığı yer bizim hayatımız. Bunu neden
çok sık söylüyorum? Bize başlangıç çizgisinde
Rabb’imizin nasıl bir hediye verdiğini anlatmak
için. Bu ayet bize nasıl bir hediye biliyor musu-
nuz? Bir küçük yavruyla yarış yapacaksınız, onun
sizi geçmesini istiyorsunuz, “Sen şuradan başla”
diyorsunuz. Siz çok geriden başlıyor, yavaş ya-
vaş koşuyorsunuz. Ama o ileriden başladığı
için hemen son çizgiye geliyor, “Geçtim” diyor.
Rabb’imiz bizi böyle bir yerden başlatıyor’u an-

627
latmak istiyorum. Hiç yapamayacağımız bir şey-
le bizi öyle bir noktadan, öyle bir başlangıç çizgi-
sinden başlatıyor ki, “İyyâKE nabudu VE iyyâKE
nestaiyn” diyerek, “Lem yelid ve lem yuled” di-
yerek başlıyoruz. Öyle bir mesafeden başlatıyor
ki bir gayretle finishe gidelim istiyor. O yüzden,
topluyorsun topluyorsun sonuç tevhid çıkıyor.
İnsan var oysa. İnsanı işaret ediyor, hayat başla-
dı. Buranın önemini anlamak için bir kaç âyetten
yararlanalım, sonra devam edelim.
“Rahmân çocuk edindi” dediler. Andolsun ki,
iddia (pek çirkin) bir şey yaptınız. Bundan dolayı
az kalsın Semâvat çatlayacak, Arz yarılacak, dağ-
lar yıkılıp düşecek.” (Meryem; 88-90)
Biz başlangıç çizgisinde “Lem yelid ve lem
yûled” dedik ama onu bize Rabb’imiz öğretti.
“Rahmân çocuk edindi”yi onlara Allah mı öğ-
retti? Hâyır! Uydurdular! Allah üzerine yalan
söylediler. Şimdi bu ikisi aynı olabilir mi? Bize
Rabb’imiz öğretti; “Siz böyle deyin” dedi, biz de
“Lem yelid ve lem yûled” dedik. Hayat başladı,
hayata böyle başladık. O yalancılar hayata nasıl
başlamışlar? Rahmân çocuk edindi diyerek. Öyle
bir hayata başlama biçimleri var ki bu hayata
başlama biçimleriyle neredeyse semâvat çatla-
yacak, arz yarılacak, dağlar yıkılıp düşecek. Bu
kıyâmetin tarifidir, kıyâmeti koparacak derece-
de şiddetli bir günahla işe başladılar demektir.
Bunun karşılığında biz ne diyoruz? “Lem yelid ve
lem yûled.”

628
YILMAZ DÜNDAR

Kur’ân’ı inceleyin, “Âmentü Billâhi” diyene


hiç incitici söz yoktur, hiç. Rasûlu için “yakîn”
demiştir, “Habibim” demiştir. Biz Habibim de-
diğinin ümmetiyiz, “Habibim” muamelesi görü-
rüz, elhamdülillahi Rabbil âlemiyn.
Onlar böyle demekle kıyâmeti koparmaya
sebep olacak derecede bir iddiada bulundular,
böyle bir günah işlediler. Onun karşılığında biz
“Lem yelid ve lem yûled” diyoruz. Rabbimiz bize
bunu onların iddiasına karşılık öğretti. Kehf Su-
resi dördüncü âyetten öğreniyoruz.
“Ve ‘Allah çocuk edindi’ diyenleri de uyarsın
diye (kitabı kuluna indirdi).” (Kehf-4)
Demek ki Kur’ân’ın hedeflerinden birisi de
“Allah çocuk edindi” diyenleri uyarmak. İşte bu
hedef içerisinde bize de “Öyleyse siz şöyle deyin,
siz ‘Lem yelid ve lem yûled’ deyin” var. “Allah ço-
cuk edindi” diyenlerin -muhafaza buyur Yâ Rab-
bi- tarif edilen bu günahını bir ölçere koyalım;
kıyâmeti koparacak şiddette bir günah. İşte Rab-
binin öğrettiğiyle sen onu karşı kefede tartan bir
söz söylüyorsun. İhlas Sûresi’nin yalnızca üçün-
cü âyetinde nasıl bir söz söylüyorsun, oradan
edindiğin nura, sevaba, makbuliyete bak. “Lem
yelid ve lem yûled”i sadece bu iddia ve günahın
karşılığını tartan bir sevab mı zannediyorsun?
Hâyır. En az onun on katı. Çünkü:
“Kim hasene ile gelirse ona on misli vardır.”
(En’âm-160)

629
Karşılığı değil on katı. “Âmentü Billâhi ve
Rasûlihi” dedin diye seni hayata nereden, nasıl
bir idrakla başlatıyor? Düşünün şimdi, kendisi-
ne ilim verilen kişi bu mudur, yoksa hologramla
uğraşıp bilmem neleri bulan mıdır? Hem buldu-
ğuna hayal diyor, hem de o hayalin her şeyini di-
dikleyip, bulup ünlü oluyor. Olabilir mi? O fâni.
Allah sana Bâki’yi öğretiyor, kaybolmayacak bir
ilmi öğretiyor. Müthiş birşey, inananlara müthiş
bir merhamet. Tarif edecek kelime bulamıyo-
rum. Sen, “O doğurmamış ve doğurulmamıştır”
mânâsına gelen “Lem yelid ve Lem yûled” de-
mekle, kıyâmeti koparmaya sebep olacak dere-
cede şiddetli bir günahın karşılığı olan sevabın
on katıyla hayata başlıyorsun, yola bununla çı-
kıyorsun. Bu yüzden yola çıkarken İhlas Sûresi’ni
belirli sayıda okumak çok önemlidir, arabaya bu
benzini doldurmak için.
En’âm Sûresi 160’taki “Kim hasene ile ge-
lirse” ifadesini önemine binaen tekrar edelim.
Meâllerde bu “Kim iyilik ile gelirse” diye yazılıyor.
Hasene iyilik değildir! İyilik genel bir mânâdır, hiç
inanmayan da iyilik yapabilir. Onunla Allah’ın
huzuruna gidip on kat sevap mı alacak? Hâyır.
Hasene, Lâ İlahe İllallah Kelime-i Tevhidi’ne uy-
gun ameldir, hasene budur. Kim Lâ İlahe İllal-
lah Muhammeden Rasûlullah beyanına uygun
amelle gelirse ona 10 katı vardır. Biz, “Lem Yelid
Ve Lem Yûled” demekle Lâ İlahe İllallah Mu-
hammeden Rasûlullah Kelime-i Tevhidi’ne uy-
gun bir ameli söylemiş oluyoruz. Sırf söylemekle

630
YILMAZ DÜNDAR

bile böyle bir sevaba sahip olarak yola başlıyor-


sun. Demek ki “Kul HUvallahü Ehad, Allahüs
Samed” âyetleri “Yukarı” dediğimizdir, duy-
duğumuz, îman ettiğimizdir, îmanî bir bilgidir.
Sonrasında insan hayatı başladı. İnanan kişi ha-
yatına “Lem Yelid Ve Lem Yûled” ile başladı, bir
başkası nasıl başladı? Muhafaza buyur Ya Rabbi,
“Rahmân çocuk edindi” diyerek. Onun başlan-
gıç çizgisi bu. Veya bir başkası başka bir yanlışla
başladı. Ama Âmentü Billâhi ve Rasûluhi diyen
“Lem Yelid ve Lem Yûled” diyerek hayata başlar.
İşte bu başlangıç çizgisidir. Ama bizim hedefimiz
neydi? Hedefimiz, “Kul HUvallahu Ehad, Allahüs
Samed” ile duyup îman ettiğimiz idrakı kaza-
nım ve değişime çevirmektir, o idrakı kendimiz-
de sûretlendirmektir, olabildiğince. Aksi halde
şöyle anlaşılmasın: Hiçbir kul, Ehad ve Samed
ismiyle vasıflanamaz. Onu kul yetkisi ve çerçe-
vesi içerisinde Ehad ve Samed ahlakına çevirir.
Sen ancak Ehad ve Samed ahlakına uygun bir
sûret oluşturursun. Öyle bir sûret oluşturursun
ki Ehad ve Samed itiraz etmez. Yoksa Ehad ve
Samed olamazsın, hâşâ. O Allah’a has bir vasıf,
insanın ahlaklanacağı bir vasıf değil. Sende O’na
ters düşmeyen bir ahlak oluşur, öyle bir ahlakın
sûreti oluşur. O yüzden biz “Allahım bizi kendi
ahlakınla ahlaklandır” deriz. O bunu demenin
bir şeklidir.
Başlangıç Çizgisini öğrenelim diye Kur’ân’dan
ders ediyoruz. Onun önemini bir başka şekilde
İsra-111’den öğreniriz. O “Âyet-ül Izz” diye ta-

631
nınır; izzetli âyet, yüksek âyet, âyetler içerisinde
mertebesi olan âyet. Onu “Izz” yapan, izzet sahi-
bi yapan nedir?
Eûzü Billâhi mineş şeytanir raciym Bismillahir
Rahmânir rahiym. “Ve Kulil hamdulillahilleziy
lem yettahız veleden ve lem yekün leHU şeriy-
kün fil mülki ve lem yekün lehû veliyyün minez
zülli ve kebbirHU tekbiyra.” Allahuekber (İsra-
111)
Meâlinden önce bir hadisle önemini anlaya-
lım. “Rasûlullah (SAV) Efendimiz, Abdulmutta-
lip çocuklarından konuşmaya başlayan her oğ-
lan çocuğuna bu âyeti belletirdi” diye bir rivayet
var. Bunun ezberlemesini sağlıyor, bu âyetin ez-
berlenmesini istiyor. Bu yüzden, bize bu kadar
nur sağlayacak, idrak kazandıracak âyeti bizim
de öğrenmemizde fayda var. Meâlen: “Hamd
çocuk edinmemiş, mülkte ortağı olmayan ve
âcizlik dolayısıyla veliye muhtaçlığı söz konusu
olmayan Allah’a aittir” de ve onu tekbir et.” Al-
lahuekber.
Dikkat ederseniz âyetin içerisinde “Hamd o
Allah’a aittir ki, çocuk edinmemiştir” diyorsu-
nuz. Âyeti “Izz” yapan mânâlardan birisi odur:
Allah’a “Çocuk edinmemiştir” şahitliği yapmak
dünyada insan için çok onurlu, çok onurlu bir
görevdir. Onu nasıl diyeceğimizi bize Rabbimiz
öğretiyor ve o onuru yaşayabilmemiz için bize
fırsat tanıyor. İşte biz hayata, başlangıç çizgisine
o onurla başlıyoruz: Lem Yelid Ve Lem Yûled.
Böyle başladık ama hedefimiz neydi? Hedefimiz

632
YILMAZ DÜNDAR

başlangıç çizgisi değil. Onun adı zaten başlangıç


çizgisi. Başlangıç çizgisi için hedefimiz elbette
doğru başlangıç çizgisinde olmak. Doğru baş-
langıç çizgisinde değilsen finish çizgisi de doğru
olmaz, o koştuğun yer yanlış bir stadyumdur.
“Âmentü Billâhi ve Rasûluhi” diyerek doğru
stadyuma giriyorsun, “İyyâKE nabudü VE iyyâKE
nesta’iyn” diyerek doğru çizgiye geliyorsun,
“Lem Yelid Ve Lem Yûled” diyerek yarışta koşa-
cak gücü süper elde ediyorsun. Tamam. Artık
birşey yapman gerekiyor. O İhlas Sûresi 1 ve 2’de
bulduğumuz bilgiye uygun ahlak oluşturmaktır,
sûret oluşturmaktır. Yani kazanım ve değişim.
Onu da bize öğreten İhlas Sûresi 4’tür; “Ve Lem
Yekün Lehû Küfüven Ehad.” Bu artık sizin tespi-
tinizdir, duyduğunuz bilgi değildir. Âyet “Bunu
tespit et, kazan, buna göre değiş” demektedir.
İhlas Sûresi’ni izah edebildim mi? O yüzden İh-
las Hayat Döngüsü’dür. Mü’minin hayat döngü-
sü İhlas Sûresi’dir: “Kul HUvallahu Ehad. Allahus
Samed. Lem Yelid Ve Lem Yûled. Ve Lem Yekün
Lehü Küfüven Ehad.”
“Ve Lem Yekün Lehû Küfüven Ehad.” Tekrar
yukarı gittim. Neyle? “HUvallahu Ehad, Allahus
Samed” vasfının ahlakıyla. Nasıl? Daha önce onu
duymuştun. Ama duymakla olmuyor, duymakla
gidemiyorsun. Duymak sana hedeftir. O duy-
duğunu arzulayacaksın, o arzuya uygun gayret
sarf edeceksin, o gayreti kazanıma çevireceksin,
kazanım değişime dönüşüp sûretlenecek. Bu-
nun hepsine birden Sâlih Amel denmiştir. Hedef

633
Âmentü Billâhi’dir, îmandır. İman hedeftir. O he-
defle ahlaklanmak ise, yani kazanım ve değişim
ise sâlih ameldir. Sâlih amel hedefe uygun hare-
kettir.
Şimdi “Ve Lem Yekün Lehü Küfüven Ehad”
mânâsına bakalım: “Ve O’na hiçbir küfüv söz
konusu değildir.” Meâli böyle alalım. “Ona denk
yoktur” gibi meâller “HUvallahu Ehad, Alla-
hüs Samed”e uygun değildir. Yoktur derken
kullandığımız “yoktur”da var ihtimali vardır,
“yoktur”da bir yer ihtimali vardır, “yoktur” tev-
hidi ifade etmez. O Kur’ân’ın “YOKTUR” dediği
değildir. Allah ile ilgili bir konuda kullandığınız
“YOKTUR” kelimesi insanın tespitinde olmaz.
İnsanî bir tespitle “yoktur” dersen tevhid olmaz.
Bu yüzden sen şunu tespit edebilirsin; O’na hiç-
bir küfüv söz konusu değildir. “Söz konusu” de-
ğildir. Niye? Daha önce söz konusuydu ama o
söz konusu olan yalanmış, iftira imiş. “Yoktur”
nesnel birşey. Daha önce öyle nesnel birşey yok-
tu ki. “Müstakilen VAR ve Muhtar olan ancak
Allah’tır”ın yalancıları “Ben de müstakilen var ve
muhtarım” iddiasında bulunuyorlar. Öyle birşey
yok, o yalan ve iftiradır. Bir yalanı tespit ettiğin-
de “Yoktur” demezsin, “Söz konusu değil” der-
sin. Dikkat edin, öyle nesnel birşey yok. Onun
tespitinde “yoktur” kelimesi olmaz, “söz konusu
değildir” deriz. Bazı meâllerde “yoktur” demez,
“Ona denk, eş bir küfüv olmadı” der. Çalıştın ça-
lıştın da olmadı gibi “Olmadı” olmaz, “Olmadı”
fiili uygun düşmez. Olacaktı ama olmadı, başa-

634
YILMAZ DÜNDAR

ramadı gibi bir mânâ doğru olmaz. Uygun tespit


cümlesi budur; söz konusu değildir. Söz konusu
değildir dediğimiz şeyi anlamaya çalışalım, çün-
kü onu tespit edeceğiz. Ne söz konusu değildir?
Allah Ehad ve Samed’dir, yani “dışı” kavramı
olmayandır, zâtında zâtını kendisinin bildiği tek-
tir. Öyle bir tektir ki, öyle bir “dışı” kavramı yok-
tur ki aynı zamanda ihtiyacı olmayan saflıktadır;
Ehad ve Samed. İşte bu söylediğimiz gerçeğin
küfüvü söz konusu değildir. “Küfüv”ü anlayalım,
bu bizim için önemli. Çünkü bizim tespitimiz
olacak. İyi anlamalıyız ki “Biz bunu tespit ettik”
diyebilelim. Ki sonra onun sûreti oluşsun. Yanlış
tespitte yanlış sûret olur. Yanlış malzemeler ko-
yarsan yanlış kek çıkar. Bu yüzden fiiller, sözler,
ifadeler çok önemlidir. Hiç biri bizi yanlış idrak
ve davranışlara çekmemelidir.
“Ona küfüv söz konusu değildir.” Âyetteki
“küfüv”ün mânâsı olarak kullanılan “denk, ben-
zer” gibi anlamlar onu açıklamaya tam yetmez.
Küfüv mânâsının içerisinde daha ileri tarifler
vardır. Eğer şu soruyu sorarsak doğru mânâyı
buluruz. O neye denk, neye benzer? Ehad ve
Samed’i denk ve benzer ifadesiyle tarif edemez-
siniz, neye denk sorusuna cevap bulamazsınız.
Bu yüzden, o kelimelerin yeterli olmadığını an-
larız. Denkte bir tarif var, Ehad ve Samed vasıf-
larını “denk, benzer” diye tarifleyemezsin. Bu
yüzden, oradaki küfüv kelimesi önemlidir, kâfî
mânâsını içeriyor; Allah’ın bu vasıflarına kâfîlik
söz konusu değildir. Allah öyle “Müstakilen VAR

635
ve Muhtar”dır ki O’nun “Müstakilen VAR ve
Muhtar” oluşuna kâfî gelecek, onu karşılayacak
bir başka “Müstakilen VAR ve Muhtar” YOK-
TUR. Küfüv ile “kâfî”liği tespit edeceksin. Çün-
kü “kâfî”ye cevap verebilirsin. Tespit edeceğimiz
şeyi öğrendik, Ehad ve Samed.
Ehad ve Samed mânâsı itibariyle anlayabi-
leceğimiz dile çevrilirse, yalnızca Allah için kul-
lanmak üzere VAR diyebiliriz. Bu VAR bizim ha-
yatta kullandığımız var değildir. Bakın masanın
üzerinde bir bardak var. Aldık, yok. “Yok” derken
onu “var”ın zıddı için kullandım. Oysa Allah’la
ilgili olarak “Başka müstakilen VAR ve Muhtar
YOKTUR” derken kullandığımız YOK, “var”ın
zıddı değildir. Biz normal hayatta varın zıddı-
na yok, yokun zıddına var deriz. Bu kelimeleri
aynı mânâda kullanarak “Allah vardır, yoktur”
diyemezsin. Onu bardak için diyebilirsin. “Allah
VAR’dır”ın VAR’ı yalnızca Allah için kullanılır.
“Başka müstakilen VAR ve muhtar YOKtur”daki
YOK da ancak Allah için, Allah’ın vasıfları için
kullanılır; “Başka Ehad ve Samed YOK” demek-
tir. Onu normal hayattaki var-yok’la yapamaz-
sın, meâllendirirken onu fiil olarak da kullana-
mazsın, olmaz. Çünkü bizim yok dediğimiz şey
varın zıddıdır. “Yok” bile olsa onun yeri var, o da
Allah’ın yarattığı bir varlık, sen ona “yok” diyor-
sun. Onun bir yeri var, bir boşluk değil, o var. Sen
o varın adına yok diyorsun. Sen o yok dediğin
mânâ ile Allah’a yok diyemezsin, “Müstakilen
VAR ve Muhtar olan başka YOK” diyemezsin.

636
YILMAZ DÜNDAR

İşte böyle bir tespit gerekiyor. Kazanmak için


bunu tespit edeceksin, bunu kazanıma ve deği-
şime çevireceksin.
Dolayısıyla, İhlas-4 hedefiyle sen “Başka müs-
takilen VAR ve Muhtar söz konusu değildir”
sonucuna ulaşırsın. Bunu siz daha önce beyan
etmiştiniz; “HUvallahu Ehad, Allahus Samed.”
Bu bir beyandır. Bunu duyduk, îman ettik ve be-
yan ettik. Bunu ilk beyanında Efendimiz (SAV)
onu yüzü kızarmış, hiddetli bir şekilde söyle-
miştir. Çünkü alay eden bir sorunun cevabı ola-
rak vahiy cevabı gelmiştir. “Senin Allah’ın” diye
sormuşlardır. Bu yüzden, Efendimiz (SAV) “Kul;
HUvallahu Ehad Allahus Samed” derken haykır-
mıştır. Bir beyandır o. Biz şimdi o beyanı kazanıl-
mış beyana çevireceğiz.
Beyan îman’dır, kazanılmış beyan ikan’dır. O
yüzden işi bilenler, “İyyâKE na’budu VE iyyâKE
nesta’iyn” diyenlere bir başka şehâdet öğretmiş-
lerdir. Boşuna değildir, bir şeye şâhit olmuş da
öğretiyor. Bu kazanım oluşunca işte bu şâhitlik
başlar. Kişi bu sefer der ki, “Eşhedü En Lâ İlahe
İllallahul Ehadus Samedülleziy Lem Yelid Velem
Yuled Velem Yekün Lehü Küfüven Ehad.” Şâhit
oldun, bu artık senin kazanımın. Şâhitlik kaza-
nımdır, ikandır. İhlas Hayat Döngüsü’nü tamam-
lıyorsun.
İhlas Suresi bize bir hayat döngüsü öğreti-
yor: Kul (de, beyan et,) HUvallahu Ehad, Alla-
hus Samed. Diyor ki; “Sen bu bilgi ve îmanla, bu
îmandan çıkmadan hayata başla.” Öyle bir ener-

637
jiyle başla ki yolunu şaşırma. Bu yüzden “Lem
Yelid ve Lem Yûled” de. Ama orada da durma,
sana gösterilen hedefi kazanıma çevir, o hedefle
ahlaklan. Hedefinle ilgili tespitin nedir? Ve Lem
Yekün Lehü Küfüven Ehad. Onun şâhadetini ya-
şadığın zaman onu söylemek sana o kadar zevk-
li ve kolay olur ki: Eşhedü En Lâ İlahe İllallahul
Ehadüs Samedülleziy Lem Yelid Ve Lem Yûled
Ve Lem Yekün Lehû Küfüven Ehad. Sen bu şaha-
deti yapınca kalem; “Her şey yeniden yazılacak-
tır” der. İşler değişti. Herşey yeniden yazılacaktır
ama önce yazılanlar geçerli olmak kaydıyla. Ye-
niden yazılacak olması onların gerçekliğini kal-
dırmaz, onlar silinmez.
Bütün bu paylaştıklarımızla, “İyyâKE na’budü
ve iyyâKE nesta’iyn” ile gördüklerimizi İhlas
Sûresi’nin bize açtığı pencereden İhlas Hayat
Döngüsü adı altında ders etmeye çalıştık.
Dua ile tamamlayalım inşâAllah.

638
YILMAZ DÜNDAR

Allâhümme salli ala seyyidina Muhammedin


ve ala ali seyyidina Muhammed.
Cezallahu anna seyyidena Muhammeden
ma huve ehluh.
Allâhümme ente rabbiy, lâ ilahe illa ente
halakteniy ve ene abdüke ve ene ala ahdike
ve va’dike mesteta’tü euzü bike min şerri ma
sana’tü. Ebuü leke bi ni’metike aleyye ve ebuü
bi zenbiy, fağfirliy zünubiy, fe innehu la yağfiruz
zunube illa ente. Birahmetike ya erhamer rahı-
miyn.
Rabbena zalemna enfüsena ve in lemtağfir
lena ve terhamna le nekünenne minel hasiriyn.
Rabbena, Rabbena zalemna enfüsena ve in lem-
tağfir lena ve terhamna le nekünenne minel
hasiriyn. Rabbena, rabbena zalemna enfüsena
ve in lemtağfir lena ve terhamna le nekünenne
minel hasiriyn.
Lâ ilahe illa ente sübhaneke inniy küntü mi-
nez zalimiyn.
Rabbiy, rabbi inniy zalemtü nefsiy zulmen ke-
biyran ve la yağfiruz zunübe illa ente. Fağfirliy.
Birahmetike ya erhamer rahımiyn.
Rabbiy, Allâhümme ente rabbiy... Rabbena
zalemna enfüsena ve in lemtağfir lena ve ter-
hamna le nekünenne minel hasiriyn. Rabbiy...
Sübhanallahi ve bi hamdihi adede halkıhi ve
rıdae nefsihi ve zinete arşihi ve midade kelima-
tihi. Sübhanallahi ve Bi hamdihi sübhanallahil
azıym. Estağfirullah, estağfirullah, estağfirullah

639
adede halkıke ve rıdae nefsike ve zinete arşike
ve midade kelimatike.
Estağfirullah el azıym, el keriym, er rahıym el-
leziy lâ ilahe illa huvel hayyul kayyum ve etûbü
ileyh. Sübhanallahi ve Bi hamdihi sübhanallahil
azıym, estağfirullah ve etûbü ileyh. Sübhanallahi
ve Bi hamdihi sübhanallahil azıym, estağfirullah
ve etûbü ileyh. Sübhanallahi ve Bi hamdihi süb-
hanallahil azıym, estağfirullah ve etûbü ileyh.
Allahım, Allahım inanan din kardeşlerimizin
hastalarına acil şifa, dertlerine acil deva, borçla-
rına acil eda, yolcularına acil selametlik, işsizleri-
ne acil iş, gelirsizlerine acil gelir, çaresizlerine acil
çare ya rabbi.
Çarelerin sahibi, merhamet sahibi... Çarelerin
sahibi olan Allahım, çaresiz din kardeşlerimize
acil çare.. Ya, zel celali vel ikram, ya vehhab, ya
latıyf Allahım, onlara çok kolay, çok güzel, çok
çabuk olacak şekilde lutfediver, lutfunla ihsan
ediver, nasib ediver, merhamet ediver Allahım.
Allahım, bizleri bağışlayıver Allahım, bağışla-
yıver, lütfen bağışlayıver, lutfen ya rabbiy, lutfen
merhamet ediver.
Allahım, öncelikle Rasûlullah, Nebîullah, Ha-
bibullah Efendimiz Muhammed Mustafa sallal-
lahu aleyhi vesellem Efendimizin güzel, latif, te-
miz ruhu şerifleri için,
Sonra onun muhterem anneciğinin ve ba-
bacığının ruhları için, onun muhterem eşleri ve

640
YILMAZ DÜNDAR

yavrularının ruhları için, onun ehli beytinin ruh-


ları için, onun sevdiklerinin ruhları için,
Allahım, gelmiş olan Nebî ve Rasûl efendileri-
mizin ki, hepsine salatü selam eyleyiver Allahım,
onların ruhları için,
Allahım büyük halife efendilerimiz, Hazreti
Ebu Bekir, Hazreti Ömer, Hazreti Osman, Haz-
reti Ali, Hazreti Hasan, Hazreti Hüseyin efendile-
rimiz ki, hepsinden razı oluver Allahım, onların
ruhları için,
Allahım, ashabı kiram sahabe efendilerimiz
ki, hepsinden razı oluver Allahım, onların ruh-
ları için,
Allahım, onları görmüş din kardeşlerimiz ki,
hepsinden razı oluver Allahım, onların ruhları
için,
Onları da görmüş olan din kardeşlerimiz ki,
hepsinden razı oluver Allahım, onların ruhları
için,
Allahım, şehid olmuş tüm din kardeşlerimi-
zin ruhları için,
Allahım, senin indinde makbul kullarının
ruhları için,
Allahım, yalnızca rızanı umarak, “Allâhümme
ente rabbiy ve ente maksudiy ve rıdâke matlu-
biy” diyerek, yalnızca senin yolunu ve rızanı arzu
ederek buraya gelmiş olan mü’min din kardeşle-
rimizin senin rahmetine kavuşmuş olan var ise

641
annecikleri babacıkları, ne tür yakınları var ise
hepsinin ruhları için,
Allahım, yapılmış olan hatimlerin kabulü için,
Allahım, rahmetine kavuşmuş olan din kar-
deşlerimizin ruhları için,
Ve Allahım, burada bulunan bizler, bizlerin
yakınları, yaşayan annecikleri ve babacıkları,
yavruları, sevdikleri, yakınları ve bütün din kar-
deşlerimiz ve gelecekteki din kardeşlerimiz, hep-
sinin hepimizin ruhaniyetleri için,
Allahım dualarımızı, ibadetlerimizi, tövbele-
rimizi kabul edivermen, bizleri bağışlayıvermen,
affedivermen, günahlarımızı, günah görüntüle-
rimizi, günah belgelerimizi silivermen için,
Allahım, bizleri cehennem ateşinden koru-
yup, cennetinle mükafatlandırıvermen için,
Allahım, senden razı olmuş, senin de razı olu-
verdiğin, senin huzuruna kalbi selim ile gelmiş
kullarından kılıvermen için,
Allahım, Rasûlullah, Nebîullah, Habibullah
Efendimiz Muhammed Mustafa sallallahu aley-
hi vesellem’e dünya ve ahirette bizleri dost ve
komşu eyleyivermen için,
Allahım yine dünya ve ahirette olmak üzere,
Cemalullah’la bizleri şereflendirivermen için,
Allahım, Allahım, Allahım, yalnızca rızan için
El-FATİHA

642
YILMAZ DÜNDAR

Allâhümme salli ala seyyidina Muhammedin


ve ala ali seyyidina Muhammed. Cezallahu anna
seyyidena Muhammeden ma huve ehlüh.
Euzü Billâhi mineş şeytanir raciym, Bismilla-
hir Rahmanir Rahıym.
Bismillahir Rahmanir Rahıym. ElHamdü
Lillahi Rabbil Âlemiyn. ErRahmânir Rahıym.
Mâliki YevmidDiyn. İyyaKE na’budu VE iy-
yaKE nesta’iyn. İhdinas Sırâtal müstakıym.
Sırâtalleziyne en’amte aleyhim, Gayril mağdûbi
aleyhim Ve laddaalliyn.”
Âmîn.
Allah’a emanet olun.
EsSelâmü aleyküm.

643
YILMAZ DÜNDAR

Hakikat Yolcusu Talip için, bu yolun ilmini üç


basamakta incelemek mümkündür.
Bu basamaklar; 1. “Tanrı” İlmi, 2. “B” İlmi,
3. “EhadüsSamed” İlmi diye isimlendirilebilir.
Tanrı İlmi öğretisinin talipte, geri dönüşsüz
özellikte bir hayat tarzı haline gelmesi, diğer
basamakların anlaşılabilmesi ve yaşanabilmesi
için olmazsa olmaz bir şarttır. “Vehmin Zulmeti
şartlarında Nefsin Şerri program” gereği
“Sözde Tanrılık İddiası” ile dünyadaki yaşantısına
başlayan insan, hakikate talip ise, Tanrı İlmi
onun en öncelikli meselesidir.
Kitapçık bu amaçla, Tanrı İlmi’ni konu alan bir
müfredat ile sunulmuştur.

kitap talebi için


www.birdusunyansimasi.com
birdusunyansimasi@gmail.com
645
Arz’da halifetullah dilenen insan, “Esfele Safiliyn”
yapının gereği olarak hayata kalbinde maraz ile
başlar. İnsanın, “Kalb-i Selim” için bu marazdan
kurtulması gerekir. Kalbdeki bu maraz sebebiyle
insan, “Allah Yokmuş Gibi” veya sanki “Allah
VahidülEhadüsSamed Değilmiş Gibi” inanır ve
buna göre yaşar. Bu marazdan kurtulmak ise,
yalnız ve yalnız “Amentü Billahi ve Rasulihi” ve
Salih Amel ile mümkündür. Reçete ise, Kur’an ve
Efendimiz (sav)’in açıkladıklarıdır.
Bu kitapçık bu konuyu ele almak üzere Sadr,
Kalb, Fuad ve Lüb organizasyonunu ilgili ayet
ve hadisler çerçevesinde, bir reçete şeklinde
dikkatlerinize sunmaya çalışmaktadır.

kitap talebi için


www.birdusunyansimasi.com
birdusunyansimasi@gmail.com

646
YILMAZ DÜNDAR

Salât “Diyn”in direği, mü’minin miracıdır.


“Fatiha”sız salât olmaz, noksan olur. “Amentü
Billahî ve Rasûlihi” diyen mü’min için salât
hayat tarzı olunca, Fatiha da onun biricik
müracaat kitabı ve kurtuluş duası olur.
Kurtuluş kapısının açılmasına vesile olabilecek
en alt sınır ise, mü’minin salâtta Fatiha’yı
okurken “Mâliki YevmidDiyn” ve “İyyaKE
na’budu VE iyyaKE nesta’iyn” ayetlerini o anda
yaşayabilmesidir. Bu kitapçıkta “Talib” için, bu
en alt sınırı oluşturabilmek adına, bir paylaşım
sunulmaktadır.

kitap talebi için


www.birdusunyansimasi.com
birdusunyansimasi@gmail.com

647
AŞAĞILARIN AŞAĞISI

Ahseni takviym üzere yaratılan insan, dünya-


hayatı Ahseni takviym
için esfele üzere yaratılan
safiliyn’e insan,idrakı
reddedilince dünyada
hayatı
Allah’ıiçin esfele safiliyn’e
hakkıyla bilebilmereddedilince
bakımından idrakı da Allah’ı
aşağıların
hakkıyla bilebilme bakımından aşağıların
aşağısına indi. Böylece insanda Allah’ı bilen ve aşağısına
indi. Böylece
bilmeyen insanda
vasıf oluştu.Allah’ı
Kur’abilen ve bilmeyen
n bilen vasıf
insanı Billahi
oluştu.
algıda,Kur’ anahseni
yani bilen insanı Billahi
takviym; algıda, yani
bilmeyen ahseni
insanı da
takviym;
Dunillahbilmeyen
algıda, insanı da Dunillah
yani esfele safiliynalgıda,
olarakyani esfele
tanım-
safiliyn olarak tanımlamıştır. Dunillah
lamıştır. Dunillah algıya sebep ise insanın kendisinialgıya sebep
ise insanın
Allah’ın kendisini
dışında Allah’ın dışında
bir mekanda bir mekanda
sanmasıdır. Dunillah
algısanmasıdır.
ile oluşanDunillah
ilk zannalgı
ise ile oluşan ilk zann
“Müstakilen Varım ise ve
“Müstakilen Varım ve Muhtarım” iddiasıdır.
Muhtarım” iddiasıdır. Dunillah algı ve zann’larına Dunillah
algıbir
göre ve hayat
zann’larına göreahirette
tarzının bir hayatkarşılığı
tarzınıncehennem
ahirette
karşılığı cehennem
yaşantısıdır. İnsanyaşantısıdır. İnsan dünya
dünya hayatında ikenhayatında
Dunillah
iken Dunillah algı ve zann’larından kurtulursa,
algı ve zann’larından kurtulursa, dünya ve ahiret dünya
ve ahiret azabından
azabından da kurtulmuş
da kurtulmuş olur.olur.

kitap talebi
kitap talebi için
için
www.birdusunyansimasi.com
www.birdusunyansimasi.com
birdusunyansimasi@gmail.com
birdusunyansimasi@gmail.com
274
Tâlibin Başlangıç Çizgisi
Bu kitapçıkta; Rabbimizin bize

TALİBİN
ikram olarak buyurduğu “İyyâKE na’budu ve
iyyâKE nesta’iyn” sığınışıyla, Hakk’a hicret
için Hakk Yol’a çıkışın Başlangıç Çizgisi olarak,
Kur’ân’ın öğrettiği “Âmenû Billahi ve

BAŞLANGIÇ
Amilus Salihâti” prensibi çerçevesinde,
“Müstakilen VAR ve Muhtar olmaksızın
hürüm” idrakıyla bir hayat tarzı ele alınmıştır.

ÇİZGİSİ
[İyyâKE na’budu VE iyyâKE nesta’iyn]
Fâtiha-5

Yılmaz DÜNDAR
Yılmaz DÜNDAR

ISBN: 978-605-5142-16-2

You might also like