Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 562

FARUK ARSLAN

6
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

PANZER
VE
KÜRT İSYANI

FARUK ARSLAN

7
FARUK ARSLAN

TANITIM

Avrupa’da artan ırkçılığın merkezi olan Almanya’da, Gladyo’nun Derin Devleti Kılıç, Alman Gençliği
Birliği (BJD) ile yabancı düşmanlığını körüklüyor. Son Gladyo olarak tasfiye edilmeden kalan Kılıç,
Ergenekon’ı da yöneten derin güç. Almanya’nın Amerikan çıkarlarına hizmet eden Kılıç’tan kurtulma kararı
alması halinde Ergenekon sürecinde olduğu gibi ortaya kirli Alman ve Amerikan bağırsakları dökülecektir.
Gezi olaylarında ortaya çıkan Kılıç, İstanbul’u ve ülkemizi global ve yerli baronlarla elbirliği halinde Neron’
gibi yakmak istedi. Acaba neden? Gurbetçilerimize yönelik işledikleri cinayetler deşifre olan Kılıç’ın
Almanya’da BND’nin BKA, GSG9 gibi birimleri ve Neo Nazi Partisi NPD’nin 64 bin üyesi var. Bu nedenle
gurbetçi cinayetlerinin delilleri resmen yok edildi. Şimdi NPD’nin kapatılması tartışılıyor. Alman Anayasa
Mahkemesi, NPD’nin kapatılmasına karşı çıkıyor, çünkü alman Anayasa Koruma Örgütü’nün bunların
içinde çok sayıda ajanı var, onların açığa çıkmasından korkuluyor. Ajanların tasfiye edildiğine kimse
inanmıyor.
Derin Almanlar, uzun süredir vakıfları aracılığıyla, Türkiye`nin, etkin, dinsel ve mezhepsel
farklılıklarını ele alıyor, bu farklılıkları derinleştirerek ulus devleti zaafa uğratmaya çalışıyorlar. Türkiye`de
cumhuriyetin kuruluş felsefesi olan Kemalizm’in iflas ettiğini ve bu haliyle Avrupa Birliği’ne
alamayacaklarını her fırsatta dile getiriyorlar. Türk ulusunun uyduruk ve yapay olduğunu empoze
ediyorlar. Ayrıca Türkiye`deki, yerel yönetimlere işlerlik kazandırıp, federatif sistemi Türkiye`de tanıtmak
ve yerleştirmek, ülkemizde yerli köprübaşları oluşturmak için, çaba sarf ediyorlar. Almanya’da 2000’li
yıllardan beri derin ve organize işler konuşuluyor. Bu kitapda şu dört soruya yanıt veriliyor:
Asıl soru: Türkiye’de Alman vakıfları ve derin devleti Kılıç’ın üç atlısı olan BND, BKA ve GSG9 acaba
Türkiye’yi kaosa sokmayı amaç eden Ergenekon soruşturmasının neresinde yer alıyor? Yoksa yer alamıyor
mu?
İkinci temel soru: Acaba Türkleri hedef alan cinayetler, Alman makamların söylediği gibi gerçekten
yasadışı faaliyet gösteren bir çetenin işi mi? Yoksa Alman derin devletinin İslamfobisiyi kullanarak
gurbetçilerimizi kovmak için gerçekleştirdiği bir siyasi ve stratejik seri operasyon mu?...
Üçüncü ana soru: Tüm NATO ülkelerinde Soğuk Savaş döneminin Gladyoları ortaya çıkarıldığı ve
tasfiye edildiği halde Alman derin devleti Kılıç’a neden kimse dokunamıyor? Alman Gladyosu ile Türk
Gladyosu Ergenekon arasındaki ilişkinin boyutu nedir?
Dördüncü soru. Kılıç neden Gezi olaylarıyla İstanbul isyanı çıkardı, hedefi nedir?
Alman Gladyousu ortaya çıktığında Alman ekonomisi krize girecek, politik ortamı allak bullak olacak
ve sonuçta Avrupa Birliği en geç 2020 yılında çökecektir…

8
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

İÇİNDEKİLER

ÖNSÖZ: ALMAN DERİN DEVLETİ KILIÇ!

Birinci Bölüm: GEZİ’DE KILIÇ ÇEKİLDİ

İkinci Bölüm: ALMAN KILIÇ OTPOR’U KULLANIYOR

Üçüncü Bölüm: KILIÇ’IN ALEVİ OYUNU

Dördüncü Bölüm:ALMAN KAYNAKLARINDA BEKTAŞİLİK-ALEVİLİK

Beşinci Bölüm: ALMAN VE AMERİKAN GLADYOLARIN TÜRKİYE SAVAŞI?

Altıncı Bölüm: KILIÇ’IN AKINCILARI: ALMAN VAKIFLARI

Yedinci Bölüm: KILIÇ’IN KÜRT VE SURİYE POLİTİKASI

Sekizinci Bölüm: OSMANLI’DA ALMAN DERİN DEVLETİ

Dokuzuncu Bölüm: Alman Derin Devletinin Baronu: RUDOLF VON SEBOTTENDORFF

Onuncu Bölüm: KILIÇ’IN GİZEMLİ ÖRGÜTLERİ

On Birinci Bölüm: GEHLEN’IN KILIÇ’I

Onikinci Bölüm: GEHLEN SONRASI KILIÇ

9
FARUK ARSLAN

ÖNSÖZ

Alman Derin Devleti Kılıç!

Giriş, önsöz kısmını biraz uzun yazdım, ünlü Alman düşünür Goethe’nin dediği gibi; “Uzun yazdığım
için hakkınızı helâl edin, kısa yazacak vaktim yoktu.” Şahsen, Alman istihbaratı ile ilk tanışmam Şermin
adında gazeteci olarak çalışan bir ajanları vasıtasıyla Ankara’da 1998’de olmuştu. Şermin Yeni Şafak
gazetesinde diplomasi muhabiri olarak çalışıyordu. Milli Gazete’den bir Türk genci ile Mersin’in Mut
ilçesinde daha yeni evlenmişti. Asıl adı Sonja idi. Alman kraliyet ailesi Habsburg’un Bosna Hersek kolundan
geliyordu. Anneannesi Habsburg hanedanına gelin olarak gitmişti. Babasının Almanya’da halen bir şatosu,
üzüm bahçeleri ve şarap fabrikası vardı. 8 dil biliyordu ve bunlardan 6 tanesini anadili gibi konuşuyordu.
Almanca, Türkçe, Boşnakça, İngilizce, Hırvatça ve Sırpçası mükemmeldi. Yahudi Hebrew dilini ve
Fransızcayı anlıyordu. Böylesine donanımlı bir muhabire Yeni Şafak’ın verdiği asgari ücret o zaman ilgimi
çekmişti. Şermin 1999 yılı başında birden en iyi gazeteci arkadaşım oluvermişti. Almanca bilmem nedeniyle
bana her geçen gün daha da yakınlaştı. Şermin artık bana‘dokturcum’ diye hitap ediyordu.
Şermin sayesinde Alman istihbaratının Ankara’daki tüm merkezlerine, büyük yatırım alanlarına,
vakıflarına, enstütülerine ve büyükelçiliğine serbestçe girdim, çıktım. Almanların Türkiye’deki yatırımlarını
tanıtan haftalık bir geziye katıldım. Gezinin özellikle Bursa, Eskişehir ve Kocaeli ayakları çok etkileyiciydi.
Bosh’un fabrikasını gezerken, Alman derin devletinin ülkemizde ne kadar derinlemesine nüfuz ettiğini ve
emin adımlarla ilerlediğini fark ettim. Dört bin Alman şirketi ülkemizde faaliyet gösteriyordu ve ortak
ticaret hacminde Almanya aleyhimize ilk sıradaydı. Almanya’nın Ankara Büyükelçiliği tarafından 2000
yılının Eylül ayının son haftası ve Ekim ayı başında bir grup gazeteci ile birlikte Almanya’ya davet edildim.
Tüm bu faaliyetleri ayarlayan, beni bilgi almak için kullandığını düşünen Şermin idi. Ben ise bu durumu
fark ettirmeyerek bilgi topluyordum. Başka bir deyimle ilişkide ‘safı’ oynama rolü bana düşmüştü. ‘Rolüm’
gereği bir süre zokayı yutmuş bir balık görüntüsü verdim. Almanya hükümetinin resmi davetlisi olarak
gittiğim ‘Almanya'da Göç, İltica ve Alman Hukuk Devleti' konulu, bir haftalık Almanya gezisi beni
Almanların gücü ve oyunları konusunda aydınlattı. Diğer süper güçler karşısında küçümsediğim
Almanların daha derin çalıştığını gözlemledim. Geziden sonra Almanya hakkındaki fikirlerim hiçbir zaman
eskisi gibi olmadı. Kısacası ben de ‘değişmiştim’.
1 Ekim 2000 senesinde, Almanya’nın Berlin kentinde Cem evini ve PKK’nın açtığı anaokulunu ziyaret
ettikten sonra kafamda bu kitabı yazma fikri oluştu. Almanya gezisi sırasında, Alman BND, Adalet ve
İçişleri bakanlığının üst düzey bürokratları, politikacıları ve sivil toplum örgütleri ile direk görüşmeler
ayarlanmıştı. Bu arada Yeşillerin liderleri Cladio Roth ve Cem Özdemir’den ‘derin’ bilgiler aldım.
Almanya’nın PKK’yı yönettiğini ise Hamburg’da Doğu Enstütüsü Müdürü Udo Steinbach’ı ziyaretten sonra
kesinlikle anladım. Bu eser, aslında 12 yıl gecikmiş bir kitapdır. Doç. Dr. Necip Hablemitoğlu’nun Alman
istihbaratı tarafından öldürülmesi nedeniyle yazımını sürekli erteledim.
Yukarıda Alman derin devletinin Türkiye’de ne kadar derinlere kök saldığından bahsetmiştim. Bu
ilginin tabi ki bir sebebi var. Aslında Almanya’nın Türkiye ilgisinin nedenleri bir değil oldukça çeşitli. Bazı
Almanlar, atalarının Anadolu’dan göç ettiğine inanıyor, Cermen ırkının bir zamanlar Fırat ve Dicle nehirleri
arasında yaşadığını ileri sürüyorlar. Bu tespiti, ‘Türkiye Kürtleriyle yakından ilgileniyorsunuz da neden
İran, Irak ve Suriye Kürtleri ile ilgilenmiyorsunuz?’ sorum üzerine Udo Steinbach yapmış ve eklemişti:
‘AB’ye girmek isteyen sizsiniz, sizi değiştirip, dönüştürmeden, Kemalizm’in diktatörlüğünü sona
erdirmeden Türkiye’yi içimize alacağımızı mı sanıyordunuz?’ Steinbach şaşırtıcı derecede açık sözlü
konuşuyordu. Almanya’nın Ankara Büyükelçisi Dr. Schmith’in odasında neden Türkiye’nin etnik
haritasının bulunduğunu bile sordum. Almanya gezide bizimle birlikte olan DSP’nin eski lideri
MasumTürker’in kardeşi, o dönemde Nokta Dergisi Ankara temsilcisi olan Turgay Türker şunu söyledi:
‘Bundan sonra kendine dikkat et, bu adamlar peşini bırakmaz. Bizi verdikleri çok gizli ve derin bilgilerin
esiri haline getiriyorlar. Alman derin devletine dersini verecek güçte değiliz, bize tepeden bakıyorlar.’
Hatırlanacaktır bir dönem Alman ve Türk kamuoyu Almanya’da yaşanan ‘dönerci cinayetleri’ ni
konuşuyordu. Bu ülkede Türkler ardı ardına öldürülüyor ve Alman hükümeti yasak savma kabilinden
açıklamalar dışında hiçbir şey yapmıyordu. Türklere yönelik Ekim 2011 de işlenen bu 8 Nazi cinayeti

10
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

deşifre olunca Alman istihbaratı BND’nin gizli hücre orduları sayılan BJD, BKA ve GSG9, nihayet
tartışılmaya başlandı. Hessen Anayasayı Koruma Örgütü’nün (Bunun Türkiye’deki karşılığı olarak
MİT’teki bölge şubesi düşünülebilir) bir elemanın 6 cinayet sırasında olay yerinde olduğu ortaya çıktı.
Aramada 88 kişilik ölüm listesi ortaya çıktı. Ölüm listesinde Türkiye Bonn Başkonsolosu, çoğu dindar
Müslüman olan birçok sivil toplum örgüt lideri, Türk diasporasının beyin takımı yer alıyordu. Alman
devleti bir yandan resmi kanallarla özür dilerken bir yandan da cinayetlerin arkasındaki derin eli ortaya
çıkaracak delilleri kararttı ve resmen devlet arşivinde yok etti.
Bu durum çok dikkat çekmişti. Prof. Faruk Şen, 2008 yılında Türkiye’deki Referans gazetesinde
yayınlanan “Avrupa’nın yeni Yahudileri -Türkler” yazısı nedeniyle Alman hükümeti tarafından Türk
Araştırmaları Merkezi’ndeki görevinden alınmış ve daha sonra Türkiye’ye dönmüştü. Şen halen Türkiye’de
bir Alman Üniversitesi kurmak için çalışan TAVAK Vakfı’nın başkanı. Şen konuyla ilgili şu ilginç şeyleri
söylüyordu: ‘Türkiye’nin Almanya’daki Türklere karşı yıllardır sürdürdüğü “vurdumduymazlığın” da
payı var. Almanya’da yıllardır çok sayıda, 80 kadar MİT mensubu var. Bunların da Türklere yönelik bu
cinayetlerin peşine düşüp, sorumluları bulması gerekirdi.’

Almanya’da Enver Paşa Cinayeti


Diğer yandan her şey ne kadar da Almanya’da işlenen Enver Paşa cinayetini andırıyordu! İttihat
Terakki’nin kudretli paşası Almanya’da Ermeni tehcir mağduru bir genç tarafından tek kurşunla
öldürülmüş Ermeni genç cezalandırılmak bir yana neredeyse ödüllendirilmişti. Okur Enver Paşa
cinayetinin ayrıntılarını ve gencin derin Almanya tarafından nasıl korunduğunu aşağıdaki bölümlerde
bulabileceğinden şimdi tekrar günümüze dönelim.
Almanya’nın yoğun Türkiye ilgisi, Ergenekon ile bağlantılarından kaynaklanıyor. Derin Almanlar,
uzun süredir vakıfları aracılığıyla, Türkiye`nin, etkin, dinsel ve mezhepsel farklılıklarını ele alıyor, bu
farklılıkları derinleştirerek ulus devleti zaafa uğratmaya çalışıyorlar. Türkiye`de cumhuriyetin kuruluş
felsefesi olan Kemalizm’in iflas ettiğini ve bu haliyle Avrupa Birliği’ne alamayacaklarını her fırsatta dile
getiriyorlar. Türkiye’deki, yerel yönetimlere işlerlik kazand ırıp, federatif sistemi Türkiye’de tanıtmak ve
yerleştirmek, için çaba sarf ediyorlar.
“Alevi İslamı” adında müslümanlıktan soyutlanmış bir Alevi kimliği oluşturma projeleri de hızla
devam ediyor. Militan Kürtleri siyasileştirip Türkiye’nin başını ağrıtma politikasını sabırla uyguluyorlar.
Son Gladyo olarak tasfiye edilmeden kalan Alman Kılıç, aslında Ergenekon’u da yöneten paralel
güçlerden biridir ve daha derindir. Almanya’nın Amerikan çıkarlarına hizmet eden Kılıç’tan kurtulma
kararı alması halinde Ergenekon sürecinde olduğu gibi ortaya kirli Alman ve Amerikan ilişkileri
dökülecektir.
Diğer yandan, Almanya'da milliyetçi duygular ve eylemler genellikle nasyonel sosyalist geçmişin
getirdiği bir tür utanma duygusu nedeniyle bastırılır ve hoş görülmez. Aşırı milliyetçilik ve özellikle ırkçılık
çeşitli yasalarla sınırlandırılmış veya yasaklanmıştır. Fakat derin devletin işleyiş mantığı devletlerin resmi
söylemleri ve eylemleriyle her zaman uyuşmuyor. Almanya’da 2000’li yıllardan beri derin ve organize işler
konuşuluyor. Almanya’da 2000 ile 2006 yılları arasında sekiz Türkiyeli ve bir Yunanlı, Nazi faşistleri
tarafından öldürüldü. Ama failler bulunamadı! Almanya’da işlenen cinayetlerin %97’si çözülüyor ve failleri
yakalanıyordu. Nedense dokuz göçmenin failleri yakalanamadı ve cinayetlerin arkasındaki sır perdesi açığa
çıkarılamadı! Bu cinayetlerin ırkçı motivlerle işlenmiş olduğunu kanıtlayacak deliller olmasına rağmen,
soruşturma başka yöne kaydırıldı. Alman polisi, cinayetlerin “ırkçı bir bağlantı“ ile işlendiği iddialarını
kabul etmemişti. Kasım 2011’de bir banka soygununun ardından hırsızların intihar etmesi, sonra bir evi
ateşe veren kundakçının yakalanması Almanya’nın ‘Susurluk kazası’ oldu âdeta. Dokuzu Türk on kişiyi
öldüren cinayet şebekesinin ucu Alman Ergenekon’una çıktı. Tüm bu olgular çete üyelerinin Alman
Anayasa Koruma örgütü adı verilen 'derin devlet yapılanması' ile bağlantılı olduğu kuşkularını
kuvvetlendiriyordu. Ortaya çıkan kimi bilgiler sadece buzdağının görünen kısmıydı. Soruşmalarda Alman
devletinin imajının sarsılmaması için, kimi ajanlara fatura kesilmesi veya suçun PKK’nın, Türk mafyasının
üzerine atılması dahi planlandı. Her şey açıktı: Nazi çetelerinin açığa çıkarılmaması için Kılıç, mücadele
ediyordu. Ancak Nazi terör hücresinin ortaya çıkmasıyla birlikte, tepki eylemleri de yükselmeye başladı.
Göçmen örgütleri ve anti-faşist gruplar eylemler yapıyor ve derin devlet ilişkilerini teşhir ediyordu.

11
FARUK ARSLAN

Aşırı sağcı terörün en büyük darbeyi Alman istihbarat birimlerine vurduğunu söylemek yanlış olmazdı.
Özellikle medya, terörle mücadeleden sorumlu birimleri artık sert bir şekilde eleştiriyordu. Tarihlerindeki
en ağır eleştirilerle karşı karşıya kalan istihbarat birimleri, Aşağı Saksonya Anayasayı Koruma Teşkilatı’nın
hata yaptıklarını ifade etmesinin haricinde suskunluğunu korudu. Tartışmaların merkezinde Anayasayı
Koruma Teşkilatı’nın beş binden fazla çalışanı ve 300 milyon avro bütçesinin olması vardı. İşin daha da
ilginç yanı Amerikalıların yürüttüğü çalışmalar ve harcadığı milarlarca dolarlık bütçeler, çalıştırdığı
elemanlar kamuoyundan hep gizlenmişti. (3) Ülke derin ABD’nin uydusu gibiydi.

Başbakan Ve Dananın Kuyruğu


Almanya’da işlenen dönerci cinayetleri Alman vakıfları derken Almanya artık başka yüzüyle
Türkiye’ye gözükmeye başlamıştı. Dananın kuyruğu da bundan sonra koptu! Başbakan Tayyip Erdoğan,
Makedonya gezisi dönüşünde 3 Ekim 2011’de, Avrupa başkentlerinde oldukça dikkat çekecek ve Türkiye
ile Almanya arasında yepyeni bir tartışmaya sebep olacak bir iddia ortaya attı:
“Alman vakıfları güneydoğu ve doğudaki projeler üzerinden PKK’ya yardım ediyor.”
Başbakan Erdoğan, uçakta gazetecilere şu dikkat çekici açıklamayı yapmıştı:
“Dünyada, Türkiye'de de faaliyet gösteren öyle vakıflar var ki bunlardan çok rahatsızım. Özellikle bir
Alman vakfının bölgedeki faaliyetleri çok dikkat çekici. CHP ve BDP'li belediyelerle çalışıyor. Onlarla kredi
sözleşmesi yapıyor. Bu tabii vakıf adı altında aslında bir fon. Sözleşmeyi yaparken de şu müteahhit firmaya
vereceksiniz diye şart koşuyor. Bu ilginç. Bu yolla resmen PKK'ya para gönderiyor o vakıflar. Ama tabii
teknik takipte ortaya çıkan bazı noktalar var. Almanlara zaman zaman bu konudaki rahatsızlığımızı dile
getirdik. Bir sonuç alamadık. Ama rahatsız olduğumu söyleyebilirim.”(4) Mesaj ve adres oldukça net ve
açıktı.
Alman vakıfları açıklamaya "öfkeli" ve "şaşkın" tepki verdiler. Erdoğan'ın neden bu açıklamayı yaptığı
bana göre açıktı. Alman vakıfları, 9 yıl önce "casusluk" suçlamasıyla mahkeme önünde çıkmış, ancak söz
konusu vakıflar mahkemede iddiaya göre Ergenekon tarafından zorla beraat ettirilmişti. Bu vakıflar PKK’yı
siyasileştiriyor ve Ankara’nın üzerine sürüyorlardı. Üstelik bunların Türkiye’deki gizli yapıları polis ve
askeri istihbarat tarafından 5 Haziran 2011’de Diyarbakır’da ele geçirilen bir ajandaki harddrive disk
sayesinde öğrenilmişti. Devam eden KCK davası sürecinde polisin eline binlerce döküman ve itirafçı
geçmişti. Artık mızrak çuvala sığmıyordu.
Acaba Alman vakıflarına haksızlık veya yargısız infaz mı yapılıyordu?
Hemen belirteyim ki, Alman vakıfları ile ilgili iddialardan hukuki bir sonuç çıkmayacaktır. Çünkü,
bunlar illegal kuruluşlar değildir. Yaptıkları her şeyi hukuki kılıfa uydurma imkanına sahiptirler. Hukuk
dışı eylemler ise zaten farklı yollardan yapılmaktadır.
Ayrıca vurgulamakta yarar var; bazı vakıf ilgililerinin BDP'li belediyelere yaptıkları ziyaret delil olmaz.
Çünkü, Avrupa'dan her sene yüzlerce parlamenter ya da yetkili gelip Güneydoğu'da bir dizi ziyaretlerde
bulunuyor. Sanıyorum tüm bu ziyaretler ilgili birimlerin gözetimi altındadırlar. Bu sebeplerle, Başbakan’ın
şikayetçi konumunda olması düşündürücüydü. Başbakanın amacı, muhtemelen Alman vakıflarının
faaliyetlerini Türkiye’de yasaklamak ve Alman ajanlarını sınırdışı etmek değil, sadece aba altıntan sopa
göstermek ve bazı odaklara mesaj veya gözdağı vermekti. Başbakanın delillerinin ne olduğunu bu kitabı
okuduktan sonra daha iyi anlayacaksınız.
2002’de faili bir meçhul suikasta kurban giden Doç. Dr Necip Hablemitoğlu, Alman vakıfları meselesini
gündeme taşıyan ve bu konunun üzerine giden ilk isimdir. Hablemitoğlu, bugün en çok adı geçen Friedrich
Ebert Vakfı başta olmak üzere belli başlı 6 Alman vakfının Türkiye'deki bazı siyasi kuruluşlara ve PKK'ya
akıttığı paraların izini sürüyordu. Hablemitoğlu’nun ismi, öldürüldüğü 18 Aralık 2002 tarihinden 6 ay önce
Alman istihbaratları BND ve BKA çalışanlarının hazırlamış olduğu raporda:
”Hablemitoğlu'nun Alman vakıflarını ve şirketlerini araştırdığı ve bu konuda çıkan kitabının da
raflardan mut laka indirilmesi gerektiği” şeklinde geçiyordu.
Hablemitoğlu hem bu bilgiyi hem “sıcak takipte” olduğunu yakın çevresine aktarmıştı. Cinayetten
sonra soruşturma bu yönde bir süre devam etmiş, daha sonra Alman vakıfları konusu soruşturma
kapsamından çıkartılmıştı. Ergenekon soruşturmaları başlayınca Hablemitoğlu dosyası da yeniden önem
kazandı.

12
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Hablemitoğlu, öldürülmeden bir yıl önce yayımladığı “Alman Vakıfları ve Bergama Dosyası” adlı
kitabında, “Konrad Adenauer Vakfı, Körber Vakfı, Alexander von Humboldt Vakfı, Friedrich Ebert Vakfı,
Friedrich Naumann Vakfı, Heinrich Böll Vakfı, Hans Seidel Vakfı özellikle dikkat çekenlerdir” diyor ve
Alman Orient Enstitüsü, Goethe Enstitüsü, Alman Kültür Merkezi, Georg Eckert Enstitüsü, Fian Örgütü'nün
Türkiye'deki faaliyetleri ve hibe politikalarının mutlaka izlenmesi gerektiğini vurguluyordu.
Hablemitoğlu, CHP ile Ebert Vakfı arasındaki ilişkiden de ilk bahseden araştırmacılar içindeydi. Ayrıca
bu vakıflarla CHP arasındaki ilişkileri de ortaya koyuyordu. Hablemitoğlu kitabında şu bilgileri veriyordu:
“Bu vakfın bilinmeyen faaliyetleri bilinenlerin çok çok üzerindedir. Örneğin, 24 Haziran 2001'de,
Türkiye'ye gelen Almanya Adalet Bakanı Herta Daubler-Gmelin ile ‘özel' Türk vatandaşı arasındaki ‘özel
enformasyon' görüşmesini, Friedrich Ebert Vakfı'nın Türkiye Temsilcisi Hans Schumacher organize
etmiştir. TÜSES Genel Sekreteri ve CHP Beşiktaş İlçe Örgütü üyesi Nilüfer Mete'nin de aralarında
bulunduğu kişiler ile Alman Bakan'ın görüşmesi Alman Konsolosluğu'na ait Tarabya'daki Konukevi'nde
gerçekleşmiştir.” (6)

Özel Alman Timi Türkiye’de


Hablemitoğlu, Alman hükümetinin söz konusu vakıflara doğrudan bütçe ayırdığını ve milyar euroları
bulan bu bütçelerin önemli bir kısmının Türkiye'de hibe yoluyla kullandırıldığını da ilk olarak belgeleriyle
yazan isimdi. Hablemitoğlu neredeyse dağa çıkan her PKK militanının bu vakıflar tarafından maaşa
bağlandığını belirterek, söz konusu hibelerin bir takım sivil toplum kuruluşları ve belediyeler vasıtasıyla
örgüte ulaştırıldığını da dile getiriyordu. Hablemitoğlu araştırmalarının takibini yapamadan öldürüldü.
Hablemitoğlu cinayetinde bugün Çeçenlere yönelik Rusya'nın yaptığı yargısız infazların bir benzerinin
yapılmış olabileceği üzerinde de duruluyordu. Hablemitoğlu cinayetinden 3 gün önce Alman BND
bağlantılı 9 kişilik GSG9 timinin İstanbul'a geldiği, bu timin Havaalanı'ndan diplomatik pasaportlarla giriş
yaptığı öne sürülüyordu. Ayrı timin Hablemitoğlu öldürüldükten iki gün sonra gizli bir biçimde
Türkiye'den ayrıldığı tespit edilmişti. O dönem bu grubun Türkiye'ye neden geldiğinin üzerine gidilemedi.
(7) Ankara’nın eli Almanlara karşı hep zayıf oldu.
Alman Vakıflarının faaliyetlerini dile getiren en yetkili ağızlardan biriside eski başbakanlardan Bülent
Ecevit idi. Ecevit, 1991'de DSP Genel Başkanı olarak yaptığı bir açıklamada, CHP Genel Başkanı iken bu
vakıfların kendisine de para teklifinde bulunduğunu ifşa ediyordu: ‘Bir yabancı Vakfın şube yöneticileri,
ellerinde bir çanta dolusu parayla bana geldiler. O zaman yanımda başkaları da vardı. Bana uluslar arası
Sosyal Demokrat hareketi adına yardım etmek istediklerini söylediler. Sonra da çantayı açıp parayı ortaya
koydular. Ben hemen cevabını verdim. Böyle bir yardımın kanuna aykırı olduğunu söyledim ve teklifi
reddettim.’ (8)
Hablemitoğ’lu gerçekten de neden ve nasıl öldürülmüştü? Necip Hablemitoğlu’nun kitabında, belki de
onu mezara götüren şu satırlar vardı:
“Alman İstihbaratı Bundesnachrichtendienst (B.N.D, “arka bahçe” olarak nitelendirilen ve ekonomik
açıdan “hayat alanı” kabul edilen Yugoslavya, Bulgaristan, Romanya, Arnavutluk, Makedonya, Moldova,
Ukrayna, Beyaz Rusya, Estonya, Letonya, Litvanya, Azerbaycan, Kazakistan, Özbekistan, Kırgızistan,
Tacikistan, Türkmenistan, Rusya Federasyonu, Çin Halk Cumhuriyeti, Afganistan, İran, Türkiye ve Irak gibi
ülkelerin yeraldığı geniş bir coğrafyada, Alman Devleti’nin çıkarlarını koruyup kollama görevini
fonksiyonel biçimde yerine getirmektedir. Klasik istihbaratçıların yanısıra, ilgili tüm ülkeler hakkında “key-
man’s” niteliğinde özel olarak hemen her alanda, örneğin filolog, tarihçi, araştırmacı-gazeteci, antropolog,
sosyal antropolog, arkeolog, sosyolog, mühendis, çevreci, insan hakları uzmanı, sanatçı, sanat tarihçisi,
ruhban, asker, demografi uzmanı, tıpçı, ziraatçı, siyaset bilimcisi, halkbilimci, jeolog gibi farklı meslek
dallarına mensup elemanlar da istihdam edilmektedir. Alman Servisi BND’nin, A.B.D. ve İngiliz
Servislerinin nitelikli profesyonel kadrosuna oranla daha fazla “gönüllü” elemana sahip olmasının
temelinde, bu toplumun adeta genlerine işlemiş milliyetçilik duygularının ve de bilincinin yattığını kabul
etmek gerekir. Aynı duruma İsrail’de de rastlamak mümkündür. İsrail’de de tüm Yahudilerin -ister A.B.D.,
ister Rusya Federasyonu ve isterse de dünyanın herhangi bir yerinde yaşasın- birer doğal Mossad elemanı
olduğu kabul edilir. Nasıl Yahudiler için Mossad’a çalışmak ve görev verildiğinde sorumluluk üstlenmek
ve yerine getirmek bir ulusal onur-dinsel vecibe olarak kabul ediliyorsa, aynı durum Almanya için de daha
yumuşatılmış olarak böyledir. Ancak, Almanya, profesyonel istihbaratçıların yanısıra, yukarıda da

13
FARUK ARSLAN

belirtildiği gibi akademisyenlerden, gazetecilerden ve de avukatlardan fazlasıyla yararlanmaktadır. Alman


Servisi, adeta küçük bir avukat ordusuna sahip bulunmaktadır. “Hayat Alanı” ya da “Arka Bahçe” olarak
nitelendirilen hedef ülkelerdeki azınlıkların her türlü legal-illegal ve hatta terörist örgütlerinin
temsilcilerine, militanlarına kendi ülkesinde yaşama hakkı tanımaktadır. Bu iş için Kiliselerden Mason
localarına kadar pekçok kuruluşu ve özel olarak oluşturulan yardım (!) amaçlı sivil toplum örgütünü (NGO)
kamuflaj olarak kullanan Alman Servisi, buralarda “ajan” olarak kullanabilecekleri işbirlikçileri saptama ve
yetiştirme fonksiyonunu yerine getirebilmektedir. Keza, hedef ülkelerdeki yetenekli, gelecek vaad eden ve
Almanya’ya karşı önyargısı bulunmadığı anlaşılan politikacıların, özellikle de etnik ve dinsel sorunu
mevcut olan politikacıların yanısıra, genç akademisyenlere de akademik nitelikli burs dağıtan vakıflar yolu
ile deyim yerinde ise “çengel” atılmaktadır.
Saptanmış eleman adaylarına belli bir yönlendirme sürecinin sonunda gereksinim duydukları alanda
her türlü destek sağlanmaktadır (tıpkı A.B.D. ve İngiltere’de sözkonusu olduğu gibi). Almanya’da yaşayan
yabancılardan sözkonusu standarda sahip olan, bir başka deyişle nitelikli gençlere aynı yolla “çengel”
atılırken, kontrolünde güçlük çekilen ama işe yarayan militan-teröristler de avukatlar aracılığıyla sevk ve
idare edilmektedir. Örneğin, kabul edilebilir eylem sınırlarını aşan, Alman Devletine ters düşen ya da
dıştaki imaj açısından tutuklanması gerekenler, gözaltına alınmakta; sonra da bağlantılı avukatlar devreye
sokulmaktadır. Gözetim süresinde pazarlık ve yönlendirme yapıldıktan sonra, tutuklananlar kontrollü
olarak ama Alman Servisinin denetiminde serbest bırakılmaktadır. Hiç bir ülke Servisinde bulunmayan bu
kadar çok avukat, Alman “Derin Devleti”nin karakteristiğini oluşturmaktadır.” (9)
Ünlü eski MİT mensubu Mehmet Eymür, faili meçhul kalan araştırmacı Necip Hablemitoğlu cinayeti
ile Danıştay baskını arasındaki ilginç bağlantılara dikkat çekiyordu: ‘Hablemitoğlu, askeri ihalelerle ilgili
bilgi sızdıranca Ergenekon’un hedefi haline gelmiş olabilir... Hablemitoğlu Almanların ve Alman
vakıflarının Türkiye üzerindeki faaliyetlerini açığa çıkaran yayınlar yapıyordu. Görünen hedefi, Almanların
Türkiye üzerindeki etkinliğini kırmaktı. Ben o yayınların hiçbir zaman Hablemitoğlu'nun kendisi tarafından
kaleme alındığını sanmıyorum. Çünkü onu aşan bilgiler vardı ve yazılar, resmi yazışma dilini andırıyordu.’
(10)

Derin Devlet Ekonomisi


Peki Alman vakıfları bu kadar parayı nereden buluyordu? Bu soruya cevap vermek çok zor değil.
Alman derin devletinin ekonomi ayağı çok güçlüdür. Diğer yandan İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra
Amerikan sermayesiyle iç içe giren Alman tekelci sermayesinin bugün bir ayrılış sürecine girmiş olması
Kılıç’ın sonunu getirebilir. Bu gelişmenin en medyatik olanı 2009’da Daimler-Craysler ayrılığı ile yeni
gerçekleşen Opel-General Motor ayrılığıydı. Bu süreç ekonominin diğer alanlarında da yaşanıyor. Alman
sermayesi artık Amerikan ekonomik altyapısını gerçekdışı sanal, hantal görüyor ve yeni dönemin yeni
ihtiyaçlarına uygun bulmuyor. Bu gelişme, gelecekte Avrupa Birliği'nin özerk politikalar uygulaması
durumunda, ortak şirketler üzerinden Amerika'nın Avrupa'ya müdahale etme şansını elinden alıyor.
Burada, Bush yönetiminin Irak'a askeri müdahalesine Berlin hükümetinin açıktan muhalefeti sonrasında,
General Motors'un Avrupa'daki bazı üretim merkezlerini kapatacağını açıklamasıyla yaşanan infiali
hatırlamak gerekiyor. Almanya, ülkesindeki Amerikan askeri sayısını 2003’den beri inanılmaz oranda
azalttı. Bir diğer dikkat çeken gelişme de, şimdiye kadar dünya ekonomisinin Suudi sermayesinin
Amerika'ya gittiği yönündeki ezberin de bozulma eğilimine girmiş olmasıydı. Örneğin, Suudi Arabistan
kraliyet ailesi 2.5 milyarlık bir başlangıç sermayesiyle Daimler'e ortak oldu. Almanya’ya 2001’den beri 250
milyar dolar Arap parasının aktığı, açıklanmayan bir gerçek. Alman basını, büyük şirketlerin, Arap petrol
zenginleriyle ortaklık pazarlığı haberleriyle doluydu. Gerçekten de Alman Ekonomi Bakanlığı bu süreci
koordine etmek amacıyla, bakanlık bünyesinde bir özel masa kurmuş bulunuyordu. Petro-Dolar'ın post 11
Eylül döneminde Amerikan piyasasından çekilerek, yeni alanlar aramaya başladığı, burada da yüksek
teknoloji ve altyapıya sahip Alman şirketlerinin cazip olduğunu söylemek mümkündü. Ortadoğu'da siyasi
itibarı yüksek olan Almanya açısından bu gelişmenin Amerika ile rekabette önemli siyasi sonuçlar
doğuracağı açıktı. (11) Almanya’nın Amerikan çıkarlarına hizmet eden Kılıç’tan kurtulma kararı alması
halinde Ergenekon sürecinde olduğu gibi ortaya kirli Alman-ABD derin devlet ilişkileri ortaya
dökülebilirdi. Almanlar, Kılıç’tan kurtulma savaşı vermezse bağımsız devlet olmazlardı. Türkiye’nin
Ergenekon’la mücadelesi onlar için en güzel modeldi.

14
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

En Kanlı İki Gladyo


İtalya’dan başlayan Gladyo temizliği Almanya’da henüz yapılamadı. Ergenekon süreci başladığında ve
yeraltından gizli silahlar, çeşitli mekanlara saklanmış cephaneler bulunduğunda, ‘Dünya’da artık
Gladyo’nun tarihte kaldığı, NATO’nun bu tip yapılanmalardan vazgeçtiği, bunların komplo olduğu’
savunması yapılmıştı. Ancak devam eden hukuk sürecinde toprak altı cephaneliklerin hiç de öyle eski
zamanlardan kalma olmadığı ortaya çıkmıştı. Almanya’da ortaya çıkan durum ise, Gladyo’nun sadece
Türkiye’de değil Avrupa’nın kalbinde bile hala var olduğunu ortaya koydu. Örgüt kendisini yok etmiyor,
sadece şekil değiştiriyordu. Gladyo üzerine en ciddi çalışmayı yapan Danielle Ganser’in ‘NATO’nun Gizli
Orduları’ adlı kitabında, ABD Genelkurmay Başkanlığı’nın 28 Mart 1949’da genel stratejik konseptler isimli
belgesinde Almanya’nın hem yeraltı hem de Secret Army Reserves (gizli ordu güçleri) Stay-Behinds Units
(Cephe Arkası Güçleri) için mükemmel yetişmiş eleman potansiyeli olduğu belirtilmişti. Aynı kitapta
Ganser, Türk Gladyosu için ise bütün yapılanmalar içinde en kanlı, tehlikeli ve halen çözülememiş
olduğunu belirtiyordu. Alman Gladyosu’nun adı: BJD (Bund Deutscher Jugent- Alman Gençlik Birliği) idi.
(14) Bu yapılar tasfiye edilmiş gibi görülse de tıpkı Türkiye’de olduğu gibi farklı biçimlerde kendilerini
revize ederek varlıklarını sürdürüyorlardı. Kritik zamanlarda ortaya çıkarak derin yapılar adına cinayet-
kundaklama-infial benzeri olayları kolaylıkla gerçekleştiriyorlardı. Yunanistan’ın mali krizini üstlenen ve
zor günler geçiren Almanya’da oluşan istikrar sarsılması, BJD için oldukça uygun bir ortam olarak
değerlendirilmişe benziyordu. Avrupa Parlamentosu 1990’da İtalya’daki gibi Gladyo benzeri
yapılanmaların ulusal meclislerce araştırılmasını ve hukuki sürecin işletilmesini istemişti. Ancak bu
neredeyse hiçbir ülkede başarılamadı.Almanya’da, Türkiye’de ve diğer ülkelerde adı değişse de Gladyo
olarak anılan bu yapılanmaların temelini Özel Harpçiler/Gayri Nizami Harpçiler oluşturuyordu. Bunlar
genel olarak istihbarat ve askeri birimlerin güdümünde oluyor ve sivil güçlerle iç içe oluşturuluyordu.
Türkiye’de ulusalcı reflekslerin uzun bir emek harcanarak harekete geçirildikten sonra, tam olarak ne
yaptığının farkında bile olmayan bir çocuğa Rahip Santoro’nun kurşunlatılması neyse; Almanya’da dönerci
cinayeti olarak adlandırılan olaylarda Türklere yapılan oydu. Türkiye’de ulusalcılık denilen refleksle bu
yaptırılırken Almanya’da etnik reflekslerle gerçekleştiriliyordu. Fark sadece buydu. İki ülke arasındaki
diğer benzerlik de bu yapıların yok edildiğine yönelik yaygın hale getirilen kanaatin tuzağına düşmeydi.
Türkiye’de önce Susurluk sonrası şimdi Ergenekon sonrası bu kanaat pompalanıyordu. Ama Gladyo’nun
kalbine girilmediği müddetçe, eski yapılar tasfiye edilirken, yerine hemen yenileri gelecekti. Türkiye’de
Özel Harbe bağlı yapının toplamda beş bini yönetici yüz otuz bin kişiden oluştuğu belirtiliyordu.
Ülkemizde Ergenekon bitirildi havası oluşturulurken, derin yapı Göktürk adlı yeni yapıyı kurmuştu.
Ergenekon’un yeni adı Göktürk’tü. Deşifre olmamış yeni isimler ve kadrolarla donatılan yeni derin
devlet, yapısı içine artık muhafazakarları ve Kürtleri de alıyordu. Çerkezler yine işbaşındaydı! Dinle, azınlık
ve etnik yapıyla barışık yeni sistem, Ergenekon tutuklularının bulunduğu Silivri’de oluşturulan terhis ve
tahliye konusunda bir süredir hükümetle pazarlık yürütüyordu ve pazarlık gereği özel yetkili savcılar ve
mahkemeler kaldırıldı. Yeni ismin babası ve teorisyeni Encümeni Daniş-i ve projeyi onaylanan Milli Birlik
Komitesi’ydi.
Neden Göktürk ismi tercih edilmiş olabilir? Şu yüzden: Göktürk devleti, Türk ifadesini ilk defa kullanan
milli devletimizdi. Saka veya Yakuti Türklerinin kurduğu İskit İmparatorluğu ve hemen ardından kurulan
Hun İmparatorluğu mirası üzerinde şekillenmişti. Çinlilerin Çin setti yapmasına sebep olan Hunlar da Türk
töresi anlayışı sağlam yerleşmiş iken güçlülerdi, halen kullandığımız onlu, yüzlü, binli ordu sistemi
oturmuştu. Çinli prenseslerle Hun hakanlarının evlenmesiyle başlayan yıkılış sürecinden sonra kurulan üç
ayrı Hun devleti, kardeş kavgası ve tefrikalarla yıkılırken, yerini 1. Göktürk Hakanlığı’na bıraktı. Ancak
Türk töresini uygulamayan Kara Han, Çinli eşinin ve Çin’in devletin iç işlerine karışmasını engelleyemedi.
Kara Han, kendi kılıcı ile kendini öldürerek ihanetine son verdi. Azeri şair Bahtiyar Vahapzade’nin ‘
Özümüzü Kesen Kılıç’ tiyatrosu bu gerçeği çok güzel anlatır.
Türk Milliyetçiliği ilk kez Hunlar zamanında ortaya çıkmıştır. M.Ö.1.yüzyılın sonlarına doğru Hun
İmparatoru CU Cİ Yabgu; Atalarından miras olarak yalnızca vatan ve devlet kalmadığını, hürriyet ve
bağımsızlığın da bu miras içinde olduğunu söyledi. Çin kaynaklarında inceleme yapan Alman bilim adamı
Hürth, Çiçi Yabgu nun bu söylemini de kayıt altına almıştır. Hürth; tarihte milliyetçiliği devlet yönetiminde
temel öğe olarak alan ilk devlet adamının Türk Kağanı Çü Çi Yabgu olduğunu belgelemiştir. Daha sonra
ortaya çıkan tüm Göktürk yazıt ve anıtlarında Türk Milliyetçiliği açık olarak tarihe geçmiştir. Bu yazıtlar ve

15
FARUK ARSLAN

anıtlardaki tüm düşünceler açık ve özgündür. Türklük düşüncesi ve millet olma özelliği açık olarak
biçimlendirilmiştir… Türkler, kurdukları Göktürk devletinde; millet olma bilincini ana ilke olarak
almışlardır.
Şu ifadelere bakın: “Başına geçtiğim Türk Milletinin şan ve şerefi için gece uyumadım, gündüz
oturmadım. Ölesiye, bitesiye çalıştım. Tanrı yardım etti, bahtım yar oldu, yoksul milletimi zengin ettim.
Türk Milletini bütün milletlerden üstün kıldım”"Türk, Oğuz beyleri, Türk Milleti işitin.Yukarıda gökyüzü
çökmedikce, aşağıda yağız yer delinmedikce, Türk Milleti, ülkeni, töreni kim bozabilir. Ey Türk milleti
kendine dön.” Bu sözler Göktürklerin Kanuni Sultan Süleyman’ı sayılan Bilge Kağan’a ait
Altay bölgesi: Türk tarihinin en önemli alanlarından birisidir. Çünkü, Türklerin anavatanı da burasıdır.
Hyung-Nu (Hun) Türk İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra 5. Yüzyıl başlarında demirçi Açina (Asena)
boyu bu bölgede ortaya çıkmıştır. Kendilerine “Soylu Kurt” anlamına gelen Aşina diyen bu Türkler, tarihte
Gök Türk İmparatorluğu olarak bilinen devleti kurmuşlardır. Bunlar, düşmanlardan korunmak için
başlangıçta kendilerine ulu sıradağların kesiştiği bu sarp alanı yurt olarak seçmişlerdi. Bulundukları
noktaya da “Dik Yamaç” anlamına gelen Ergenekon diyorlardı. Bu bilgiler dünyaca ünlü Sovyet tarihçisi
Prof. L. N. Gumilev’in Eski Türkler isimli kitabında yer almaktadır. Bu demirci Açinalar; Asya’nın teknolojik
üstünlüğü (demir teknolojisini) ellerinde tutuyorlar ve çok değerli savaş aletleri yapıyorlardı.
Bu dönemde henüz İslam zuhur etmemişti. Göktürklerin resmen Türk Milliyetçiliği yapmalarının
nedenleri vardı.
Emevilerin Arap milliyetçiliği yapmaları nedeniyle Türkler de Türk milliyetçiliği yapmışlar ve İslam’a
geç girmişlerdi. Ömer Bin Abdülazi döneminde Şam’a gelen Türkmen heyetinin Emevi valiyi şikayet etmesi
meşhurdur. Abbasiler döneminde Arap milliyetçiliği azalınca Türkler akın akın İslam’a girdi ve Abbasilerin
ordu yapılanmasını kısa sürede ele geçirdi. Sadece askeriyeyi değil, Mevali denen köle Türklerin çocukları
İslam’ın altın çağında fıkıh, hadis, kelam ilimlerinde, müsbet ilimlerde de zirveye çıktılar, hatta
Zemahşeri’nin ifadesiyle Bedevi Araplara Arapçayı öğretecek kıvama geldiler.

Kürşad Ve 39 Yiğidi
Ergenekon yerine kurgulanan yeni derin devlet Göktürk, işte bu temel öğe üzerine yoğunlaşarak Türk
milliyetçilerini kullanmayı hedefliyordu. Kullandıkları her sembol, her örgütlenme biçimi Göktürk devletini
model olarak aldıklarını gösteriyordu. Mesela, Çin sarayına esir düşen veliaht prensi kurtarmaya çalışan
Kürşat ve 39 yiğidi, intihar saldırısında kahramanca ölür. Ne tesadüf ki, Encümeni Daniş de, derin devletin
40 kişilik yaşlılar konseyidir! Kara Han’ın kardeşleri 50 yıl süren iç savaştan sonra 9 yaşındaki yeğenleri
İstemihan’ı tahta geçirerek Çin’e karşı “iri, diri ve bir” olurlar. Orhun Kitabelerinde anlatılan medeniyeti
kuranlar, Türk töresine sarılan Göktürk hakanlarıdır. “Gök Tengri” inancına sahip Göktürkler, çoğu Budist,
Şamanit ve Mecusi ahaliye tam saygı gösterdiler. Ergenekon merkezli erken dönem Türk kültürü Şamanist
nitelik taşır ve bu kültür (inanç) günümüzde bile yaşamaktadır. Büyük şehirlerimizde bugün bile var olan
babalar inancı bu şamanist inancın en açık örneklerinden birisidir.
Bu inanışta yeryüzü, yeraltı ve gök olmak üzere üç parçadan oluşan tek evren vardır. Yeraltını Ay Tanrı
temsil eder ve olumsuz (kötü) ruhlar inanışa göre orada yığılmıştır. Yeryüzü ve gökte ise olumlu ruhlar
bulunur. Yeryüzü, toprak ve su ruhları ile doludur. Ağaçlar, sular, kayalar o ruhları barındırır. Şaman
toplumundaki din adamları (şamanlar) iyi ruhlarla bağlantı kurarak Yer altı ruhlarının kötü etkisini yok
etmeye çalışırlar. Bunun için kurban keserler. Değişik hareketlerle (dans) kötü ruhları kovmak ve iyi ruhları
memnun etmek isterler. Bu arada şaman davuluna vurup müziksel ritim yaratırlar. Sonunda insan ile doğa
ve ruhlar (Tanrılar) arasında bir uyum kurmaya çalışırlar. Böylece Gök Tanrı’yı (Güneş) memnun ederler.
İlk kırılma noktası, Bizans’ın “Hıristiyan olun” mektubuna Göktürk Kağanı İstemihan’ın ret cevabı
vermesi ve teslisin Türklerin töresine aykırı olduğunu bildirmesidir. İkinci kırılma, Müslüman Arap
ordularının Çin’e karşı verdiği Talaş savaşında Uygurların, Müslümanların tarafını tutmasıdır. Göktürk,
müslüman değildi, Türk derin devleti bu nedenle Göktürk’ü seviyorlardı.
Diğer yandan Türkler gibi Almanlar da benzer biçimde aşırı milliyetçilik tuzağına düştü. Neo-Nazilerin
tamamen bitirildiği düşünülürken, ülkedeki bütün istihbarat ve askeri yapılanma ABD-İngiltere ve NATO
tarafından sil baştan kuruldu. Irkçı akım istenildiği an istenildiği biçimde yükseltilebilir ve Almanya’nın
üzerine çökmek için kullanılabilirdi. Türkiye, Ergenekon davasıyla konuyu hiç olmazsa “hukuki” çerçeveye
çekerek önemli bir adım attı. Almanya, henüz bu noktadan oldukça uzaktaydı. Alman yargısı bu adımı

16
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

atamadı. Türkiye ise Ergenekon davasının ötesine geçerek, Gladyo benzeri yapılanmaların temelini/yaşam
alanlarını yok edecek Anayasa sürecini tamamlamalıydı. Aksi takdirde kendisini yeraltında ve örtülü
biçimde revize edecek Türk Gladyosu, ilk uygun konjonktürde daha çetrefilli ve mücadele edilmesi zor
yöntemlerle geri dönecekti. Almanya'daki 8 Türk'ün öldürülmesi Neo-nazilerin basit bir ırkçılık cinayeti
değildi. Soğuk savaş sonrası bitmeyen ve kendini revize ederek hayatta kalan Derin Gladyo'nun işiydi.
Diğer yandan AK Parti hükümeti, 12 Haziran 2011 seçimindeki zaferin ardından hızla ANAP’laşmaya
başlıyordu. Ergenekon ve Balyoz davaları savsaklanıyor ve süratle ‘Yeşil’leşen ve form değiştiren
Ergenekon’un uzlaşma girişimlerine kayıtsız kalınamıyordu. Turgut Özal dönemi hastalığı olan kısa
zamanda anormal zenginleşmek, hak etmediği halde yüksek görevlere gelmek, ihale takipçiliği, adam
kayırmacılık ve Lale devrini anımsatan sefahat yaşamı zirveye çıkı yordu. Bu durum ise halen beş bin
operasyonel elemanı sahada olan, beş binde elit yöneticisi masa başında olan Ergenekon’un işine geliyordu.
Gücünü illegal olandan alan Ergenekon bu siyasi yozlaşmayı bir avantaj olarak görüyor bir yandan iktidar
partisiyle uzlaşma ama asıl olarak en küçük bir fırsatta Türkiye’yi tekrar arka plandan yönetme fırsatını
arıyordu.
Ergenekon temizlenmiş veya çökmüş değil. Ergenekon’da temizlenenler, içeriye tıkılanlar sadece derin
örgütün, kripto yapının bazı orta boy icracılarıdır; operasyonel elemanlarıdır. Ama bu derin, sinsi yapının
beyni hala ayaktadır. Stratejistlerinden, teorisyenlerinden, ‘esas oğlanlarından’ kimse tutuklanıp içeriye
tıkılamamıştır. Masanın etrafında olduğundan şüphelenilen bazıları yurt dışına kaçmış ise de, asıl masanın
başını tutanlar hala ülkededir; taktik hareketlere devam etmektedirler. Ancak stratejilerinde bir kısım temel
değişiklikler olmuştur. Bundan sonra daha uzun soluklu planlarla, daha sinsi, örtülü, sureti haktan görünen,
daha sofistike taktik ve stratejilerle ilerleyeceklerdir. Bu yapıya hükmeden yönetici ekip, artık Türkiye’de
pek çok dengenin değiştiğinin, Kemalist formlarla, katı laik yönetim paradigmalarıyla oyun
kuramayacaklarının, alan kazanamayacaklarının farkındadırlar.
Artık derin yapıların temel taktiklerinde, stratejilerinde, jargonlarında büyük değişiklikler olmuştur.
Bundan sonra cepheden değil, yandan vurma, dışarıdan değil, içeriden çökertme, uzlaşır gibi görünüp ilk
fırsatta kullanılacak mevziler kazanma, dostlarla vuruşturarak enerjisini tüketme, bol nifak üreterek iç
dengelerle oynama, ahlaki, mali zaafları kullanarak teslim alma gibi yeni taktikler denenecek ve
uygulanacaktır. Bütün bunlar gayet muhafazakar, hatta dindar tavırlar içine girilerek yapılacaktır.
Ergenekon’un icracıları ve uygulayıcıları farklı isimlerdir. Ergenekon’un ve derin yapının beyni, özellikle
taktikler geliştiren, Ergenekoncu askerlere emirler veren sivil beyinleri neredeyse tam kadro dışarıdalar. Şu
anda onlar yeni Türkiye’ye, mevcut şarlara uyum sağlamakla meşguller. Kabuk değiştiriyorlar. Yeni
dönemde hangi zarfın ve kabuğun uygun olacağı, hangi renklerin makbul olacağı noktasında fikir
jimnastikleri yapıyorlar. Yeni stratejilerini daha kurmadılar ve devreye sokmadılar. “Kara Kuvvetler”
sanılan birkaç yüz kişiyi Silivri’de toplamak aldatıcı olabilir. Esas oyuncu ise “Beyaz Kuvvetler” denilen
başka bir kesim, gerekmedikçe silah kullanmayan, daha çok toplum içinde etkin olan ve toplumu, toplumsal
kesimleri manipüle eden kesim. Bunlar toplumda meslek sahibi, etkin, itibarlı; ama derin yapı hesabına
organize edilmiş ve çalıştırılan kimseler; yani gazeteci, yazar, milletvekili, siyasetçi, doktor, öğretim
görevlisi, din adamı, avukat… Ergenekon denilen yapının sadece bir kısmı içeriye alındı. Bu tür yapıların
en tepesinde olan ve Ergenekon’a da hükmeden gayrı milli, kriptolar kontrolündeki derin yapı ise hepten
duruyor.
Avrupa’da artan ırkçılığın yeniden merkezi olan Almanya derin devleti Kılıç, 2000’li yıllarla birlikte
yabancı düşmanlığıyla oynamaya başladı. Çok kültürlülüğe inanmıyor. NATO ülkelerinde kurulmuş
Gladyo’ların hemen hepsi dağıtıldığı halde Almanya’nın Ergenekon’u olan Kılıç’a nedense kimse
dokunamadı. Son Gladyo olarak kalan Kılıç, Ergenekon’dan daha derindir. İş dünyası, istihbarat, bürokrasi,
medya ve yargı ayakları vardır. Türk Ergenekon’u ile ilişkileri, Kılıç’ı ortaya çıkardı. Hatta Türk bir
numaranın Alman kökenli olduğu sanılıyor.
Asıl soru şu: Türkiye’de Alman vakıfları ve derin devleti Kılıç’ın üç atlısı olan BND, BKA ve GSG9 acaba
Türkiye’yi kaosa sokmayı amaç eden Ergenekon soruşturmasının neresinde yer alıyor? Daha doğrusu yer
alıyor mu?
İkinci temel soru: Acaba Türkleri hedef alan cinayetler, Alman makamların söylediği gibi gerçekten
yasadışı faaliyet gösteren bir çetenin işi mi? Yoksa Alman derin devletinin bazı amaçlar için gerçekleştirdiği
bir siyasi ve stratejik seri operasyon mu?

17
FARUK ARSLAN

Üçüncü soru: Tüm NATO ülkelerinde Soğuk Savaş döneminin Gladyoları ortaya çıkarıldığı ve tasfiye
edildiği halde neden Alman derin devleti Kılıç’a kimse dokunamıyor?
Dördüncü soru. Alman derin devleti Kılıç, Gezi parkı olaylarını neden organize etti ve neden ülkemize,
halkımıza kılıç çekti?
Alman Vakıf ve Dernekleri ve derin devleti Kılıç, Gezi Parkı bahanesiyle Türkiye’de gerçekleşen
kalkınma hareketlerini sabote etmeye çalıştı. Alman derin devletinin en önemli öğesi Kılıç, Gezi’de
Türkiye’ye kılıç çekti ve baronların meydan savaşı başladı. Avrupa’da ekonomik olarak ayakta durabilen
ve Türkiye’yi kendine rakip olarak gören sadece Almanya kaldı. Amerika ve İngiltere de Almanya ile
birlikte. Belki de Amerika’nın sözcülüğünü Almanya yapıyor. Almanya ekolünü biz Bergama’dan da
tanıyoruz. Almanya’nın bu kadar sert tepki göstermesinin birkaç sebebi var. Hatta Alman Dernekleri
tarafından Gezi Parkı eylemcileri ekonomik olarak da desteklendi.
Aynı şekilde Bergama’da da bu olayların benzeri görüldü. Altın çıkarma konusunda yine Alman
Vakıfları ve Dernekleri gelip çevre örgütü adı altında örgütleniyorlar. İstedikleri şey ise ‘Altını siz
çıkarmayın, biz çıkaralım, biz kazanalım. Türkiye kendi ayakları üzerinde durmasın’. 3. Havaalanı ve 3.
köprünün yapılması, İstanbul Kanal Projesi’nin yapılması ve son olarak kamu da kıyafet serbestliği bu
olayların büyümesinde ve uluslararası boyut kazanmasında asıl sebeplerdir.
Artık tüm yorumlar içerdeki embedded (iliştirilmiş) gazetecilerin, bu darbe girişimini planladığı
yönünde yoğunlaşıyor. Bu durum Türkiye koşullarında çok doğal. Çünkü Türkiye’de basının yüzde 65’i
Alman sermayesidir. Olayları yönlendirenler de büyük oranda bu sermayedir. 200 yıldır siyasete gerek
direk gerek dolaylı olarak müdahalede bulunan istenen kişinin atanmasını istenmeyen kişinin azledilmesini
sağlayan bir güç söz konusu. Dolayısıyla Gezi olaylarını en başından beri kışkırtarak veren ve olayların
büyümesinden en etkin rol oynayan Aydın Doğan ve medyası, bu kez de ismi açıklanmayan ekonomi
uzmanlarını devreye soktu. Tıpkı 28 Şubat sürecinde olduğu gibi... 2011’den sonra Erdoğan Havuz medyası
kurup Ergenekoncuları ve Balyozcuları Silivri’den çıkartıp Alman Gladyo’sunun yeni adı Türk Göktürk’ü
ile işbirliği yaptı. Ortadoğu’da büyük bir enerji savaşı yaşanıyordu.
Avrupa'nın enerji güvenliğini Rusya'dan kurtarmak için içinde İsrail, Katar, Suriye, Britanya, silah ve
petrol endüstrisi bir Almanya ve ABD oyunu devreye sokulmuştu. Katar, Gazze, Irak, Suriye ve Kıbrıs'ta
bulunan yeni gaz yatakları Kuzey Suriye'den geçecek boru hattı ile AB'ye taşınacaktı. Bütün meseleleri
budur. Gezi’de talep ettiği tavizleri alan Derin devlet, AKP’yi ele geçirmişti, artık yeni bir Gezi protestosuna
ihtiyaçları kalmamıştı. Solcu gruplar Gezi’de kullanıldıklarını ancak 2015’de fark etti.
27 Eylül'de, Alberta Üniversitesinin düzenlediği "Bitmemiş Arap Baharı Davası" uluslararası
konferansında Edmonton'da "IŞİD ve Gençleri Aldatma Taktikleri ve Stratejileri" başlıklı sunumumla ilgili
panelde konuşmacı olarak katıldım. 4 yıllık akademik araştırmalarımın sonuçlarını açıkladım. Yyaınlanan
iki kitabımda ise, bunları daha geniş biçimde belgeleriyle 300 kaynak kullanarak anlattım.
Akademisyenlere "IŞİD'in Sosyolojisi- İhanet Çemberi" ve düz okuyucu için "Global Süfyanın Mehdi
Ordusu" başlıklı kitaplarımla kamuoyunu bilgilendirme görevimi yapmaya çalıştım...

Mantıksızlık olurdu ama bu kadar ihanet olmazdı. Erdoğan ve AKP'nin Vehhabilere satılması enerji
projesindendir. Kanada’da Kitchener’da Hollandalı komşuma IŞİD, Nusra ve AŞİH'i Erdoğan'ın neden
desteklediğini bir gece uzun uzun anlattım. "Erdoğan rejmi de tıpkı IŞİD gibi kullanılıp bir paçavra gibi
atılacak kuklalar" dedim. Zayıf Kürdistan'ı kurup petrol ve gaz işletim hakkı ve boru hattının iletim
kontrolnde imtiyazlar alacaklar. Hollandalı komşuma kitaplarımda detaylı incelediğim konunun özetini
anlattım. "Hitler'in ayrımcı, kinci ve nefret diline bizler engel olamadık, 50 milyon insan öldü, umarım
Türkler bunu başarır, çünkü dünyanın kaderi sizin elinizde" dedi.

"PKK'nın Oslo'da başkanlık yolu için tek muhatap yapılması planı nasıl çöktüyse, Hitler'e dönen Erdoğan'ı
da halkımız çöpe atmayı bilecektir" dedim. Hollandalı komşuma Osmanlı tarihinden Yavuz ve İdrisi
Bitlisi'yi de anlattım: Kürtler ve Türkleri kimse ayıramaz, en Büyük Süfyan bile! Eğer TSK devreye girerse,
Suriye'de 2017'de çıkacak 3. Dünya savaşı öncesi, Kürdistan ve petrol, gaz boru hattı mücadelesi

18
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

değişebilir. "Enerji eksenli vahim global plana ortak olan Erdoğan'ı 1 Kasım'da siyasi mevta yapacak ve
yargılatacak süreç başlarsa, dünya savaşı çıkmaması için bir ihtimal daha var" dedim.

Hollandalı komşum, "2017'de ABD'de Cumhuriyetçiler iktidara gelene kadar IŞİD temizlenmeyecekse,
daha çok insan mağdur olur demek ki!" dedi. Erdoğan'ın halen İslam dünyası lideri olduğunu sananlara
şaşıyorum. El Kaida bağlantılı Tahşiyecileri bile savunan bir dengesizlik sergiliyor. IŞİD ile tüm dünyada
İslamfobiyi yayıp Batı'da Sünni Müslümanlığın yayılmasını engelleme de ayrı bir kuş Global Zındıka
Komitesi için. IŞİD ve selefi militanların temizleneceği aşikar. Enerji hattı için halkı temizletip demografiyi
değiştirdiler, petrolü hiç IŞİD’e ve Erdoğan’a yar ederler mi?

Hollandalı komşuma Erdoğan'ın bir Hitlere, AKP'nin bir Nazi partisine neden döndüğünü yolsuzluk ve
medya düzeni ile anlatınca şaşakaldı. Global kumpascılar yerli işbirlikçilerle herşeyi hesap etmişler, ancak
Hizmet cemaatının bu kadar direnişli çıkacağını öngörememişler. Erdoğan'ın ulusal güvenlik sorunu
haline geldiğini anlamak için gazeteci veya akademisyen olmanıza gerek yok, bunu yaşayarak öğrendiniz.

Erdoğan ve AKP'nin Usame Bin Ladin’i ‘Mehdi’nin Komutanı’, El Kaideyi ‘Mehdi’nin askerleri’ olarak
sunan Tahşiyecileri savunması resmen teröristliktir, teröre destek vermektir. Tahşiyeciler’i masum,
Fethullah Gülen’i ise kumpasçı "terör örgütü lideri" olarak takdim eden bu saçma sapan iddianame
sunulmuş ve kabul edilmişti. Hukukun kalmadığını gösteren gelişmeler 2010’dam beri olağan hale
gelmişti. Alman Gladyosu ülkemizden ne istiyordu?

Global kumpascılar global enerji projesini yapmadan önce ülkemizin kahraman polis, savcı, hakim ve
gazetecilerini Erdoğan ile susturuyorlardı. Erdoğan, PKK ve Suriye konusunda Hizmet cemaatının
uyarılarını dinlemedi, ayrışma kaçınılmazdı, böyle ihanetlere göz yummak ihanettir. Kürtler ile Türkleri
keskin biçimde birbirinden ayırmadan Ortadoğu petrol, gaz, su rezervlerine konamayacağını anlamıştı
global kumpascılar. "Selefi terör gruplarına destek vererek Kürdistana engel oluyoruz" diye milletimizi
uyutan Erdoğan, barış süreciyle 2.5 yıldır PKK'yı güçlendiriyordu. Ülkemizin güvenlik sistemini
Erdoğan’a sıfırlattılar. Erdoğan'ın boğazına kadar battığı Suriye bataklığında Kürt sorununu büyütmesi,
global proje eline teslim etmesi af edilecek bir ihanet değildir.

Rusya, İran ve Çin, Suriye'de Esad rejmini savunduğu için Erdoğan'ın devirme takıntısı anlamsızdı. Zaten
Batılılar da devirmek istemedi. Suriye'de 12 milyon insanın dramı, 37 bin kadına tecavüz, 250 bin ölü, 200
bin yaralıda eline kan bulaşan Erdoğan, birde bunun üstüne silah ve militan ticareti ile Karun kadar servet
edindi. Erdoğan'ın selefi terörü için Katar ve Suudilerden aldığı hibeler AKP'nin kapatılması için yeterli
gerekçedir. Ergenekon bu zafiyetleri ve girdapta boğulan AKP fırsatını kaçırmadı. Cemaat ve tarikatleri,
sivil toplumu, özgür medyayı, temiz Müslümanları yok edecek zındıka planını 28 Şubat sürecinden 10 kat
daha ağır biçimde AKP’ye uygulatıyordu.

Erdoğan ve Fidan, MİT ile selefi terörü ihraç ederek ülkemizin itibarını dünyada beş paralık etti. Silah
satışlarından ve selefilere militan toplanmasından ciddi rantlar sağladılar. Bu kara para ile herkesi satın
alıp bir diktatörlük kurmaya yeltendiler. Oysa Selefi terör örgütleri militanlarının üçte biri Irak ve
Suriye’de 10 hapishaneden toplandı, üçte biri eski Baas ordusu mensubudur, üçte biri 80 ülkeden
uluslararası selefi network ile geldi. 20 bin kişi AKP yardımıyla sınırımızdan geçti, bunları tesbit
edememek diye bir şey olamaz.

Erdoğan Suriye'de avcunu yalayacak, başarısızlığa mahkum bir selefi terörünü kurgulayanların
oyuncağı oldu, istikbali için herkesi sattı. İsrail, Suriye'deki kaostan en fazla yararlanan devlet.
Bölgede tehdit olacak bir ülke kalmadı, bölgenin enerji ve su kaynaklarını da sömürecekler. Suudiler
Vehhabi rejimlerine tehdit olan İhvanı Müslim'i çok güvendikleri Erdoğan'a infaz ettirdiler. İsrail ile
Sisi'yi desteklediler. Ülkemizde ise İslam dinini dünyaya yüz akı ile sunan Hizmet hareketini yok
etmeye çalışıyorlar.

19
FARUK ARSLAN

Bu arada 12 milyon Suriyeli mülteciden soruna sebep olan Katar, Suudiler, Kuveyt ve Bahreyn bir kişi
bile almadı. Petrol krallıklarını koruyorlar. Suudiler petrol fiyatlarını yüzde 30 indirdi, Rusya'nın
zayıflamasını bekliyorlar ve böylece çıkacak bir savaşta Esad'a destek olacak mecali kalmasın
istiyorlar.

Almanya, Yunanistan'ı resmen satın aldı, Kıbrıs'tan Ruslar kaçtı, zira bu boru hattında Almanya AB
içinde dağıtım ve finans sorumlusudur. Müslümanı müslümana kırdırma taktiği izleyenlere destek
veren Erdoğan, Katar ve Suudilerin iki dünyada da yatacak yeri yoktur. Zulüm büyüktür.

ABD, İsrail ve Almanya ordu mensupları ve istihbaratı Erbil'de ve Kuzey Irak'ta IŞİD'e karşı
savaşacak 100 bin kişilik ordu kuruyorlar. Kara savaşında Amerikan askeri ölsün istemiyorlar. IŞİD ve
diğer 10 Selefi terör örgütü ile 12 milyon Suriyeliyi evsiz yurtsuz bırakıp, yaşadıkları topraklardan
zorla kovdurdu, kaçırdılar.

Uluslararası Hukuk masterlı Hollandalı komşum, "bu anlattıklarını neden Batı medyası yazmıyor?"
diye sordu. "Planın sahibi toplumu uyandırmaz" dedim. "Erdoğan’a halk halen yüzde 41 oy nasıl
veriyor?" diye sordu. "Hitler’e nasıl vermişti" diye soruya soruyla cevap verdim. Suriye'yi
Afganistanlaştıran Erdoğan ve Fidan ülkemizi Pakistanlaştırma, Güneydoğu'yu Filistinleştirme,
yolsuzluğu Malezyalaştırmayı başardı! Suriye'de Erdoğan ve Fidan yönetiminin Katar, İsrail ve Suudi
destekli yol açtığı kaos 12 milyon Suriyeliyi evsiz yurtsuz bıraktı. Utanın azıcık, hiç mi insanlığınız
kalmadı? MİT ile Suriye'ye terör ihraç eden devlet kaynaklarını AŞİH gibi selefi terör örgütü kurmak
için kullanan Erdoğan'ın yargılanma zamanı yakındır.

PKK ile mücadele de ipleri eline alan TSK bürokrasisi PKK'yı 2.5 yldır kasten güçlendiren AKP ve
Erdoğan'a acımayacaktır. Kesin yargılanacaklar. Erdoğan, 2012'den beri TSK'yı Suriye'de savaşa
sokmaya çalışıyor. Reyhanlı'dan Suruç'a sayısız provoke yapıldı. Ordu yemedi, yemeyecektir. Erdoğan
başkan olamayacağını anladı, AKP'yi iktidar da tutamayacak. Geriye ne kalıyor? Savaş çıkarmakla 1
yıl seçimi erteleme. Asker yemiyor. Muhafazakar Kürtler, Liberaller, AB destekçileri, Anadolu
Kaplanları ve Hizmet cemaatı AKP'yi terk ederek vebalı olmaktan kurtuldu çok şükür... Erdoğan'ın
hukuksuzluklarına suça bulaşmış bürokratlar soğuk terler döküyorlar, kendi kendilerini tasfiye ettiler,
maskeleri düştü, sevinin ciddi bir hain ve nüfuz ajanı kitlesini tesbit edebildik.

Alman Gladyo, ordumuza kumpas kurdu!

Orduya Gladyo ve onun kullandığı Erdoğan'ın nasıl kumpas kurduğunu Genelkurmay'daki vatansever-
ler Dağlıca ile yeniden anladılar ve emin oldular: İhanet ekibi bitiyor! Cemaatı bitirdim sananların
kendisi kin ve nefretlerinde boğuldu ve bittiler. Ölmüşler ağlayanları yok. AKP ve Erdoğan, ortada
büyük bir enkaz bıraktı. Bunun düzeltilmesi için yolsuzluk yapmayan, ihlaslı, samimi ve mert insan-
lara ekmek su kadar muhtaçız.

IŞİD konusunda akademik düzey akademiye hitap eden 400 sayfa, gazetecilik dili ile normal
okuyucunun anlayacağı 350 sayfa kitaplarım çıktı. Hiç bir statüko, dikta ve sisteme bağlı olmadığım
için sansürsüz özgürce yazıyorum; kamuoyunun doğru bilgilenmeye ihtiyacı var. Arayan buluyor
doğruları! Hem Selefi terörü hem PKK üzerinden kumpas konusunda son dört yıldır 2000 sayfa
yazmışım, 4 kitap. IŞİD kitablarım okuyucu ile buluştu. Hepsi belgeli bilgilerdir.

Türkiye ve Genelkurmay, global silah ve petrol mafyasının Kuzey Suriye enerji nakli ve Kürdistan
projesine nasıl tavır alacak? Asıl cevaplanması gereken soru budur... Türkiye'nin çıkarı Kuzey Suri-
ye'den enerji nakli projesini engellemekten geçer. Bu proje yüzünden 12 milyon insan mağdur edildi,
ediliyor. Neden mi? Katar, Suudi, İsral ve global silah ve petrol sanayinin beslediği Gladyo şebekesine

20
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

satılan Erdoğan ve Fidan asla milli bir karar alamazlar. Rusya'nın pozisyonu olmasa Erdoğan ve Fi-
dan'ı global şebeke çoktan Suriye'de savaşa sokmuştu. Batılıların enerji ihtiyacı Rusya'dan azat olsun
diye Mehmetçik öldürülmez.

Erdoğan ve Fidan'ın Selefi terörünü destekleme projesi çöktü, Büyük Kürdistan'ın kuranlara mükem-
mel bir malzeme sundular. Aptallığa doydular. Global petrol ve silah mafyası, Kuzey Suriye'den boru
hattı geçirmek için IŞİD'i kullanarak halkı kovdu, PKK ve PYD ile zayıf Kürt devleti kuruyorlar. Ku-
rulacak Büyük Kürdistan'da global petrol ve silah mafyası, 30 yıllık petrol ve gaz imtiyaz anlaşması ve
enerji nakil anlaşması yapıyorlar. Global petrol ve silah mafyasının kullandığı Erdoğan ve Fidan
ülkemizi iç savaşa sürükledi. Suriye savaşına engel olan Rusya neyin peşinde? Rusya, Kuzey Suri-
ye'den enerji boru hattının AB'ye uzatılması halinde Rusya ekonomisinin biteceğini görüyor. Buna izin
vermeyecekleri açık!

Rusya, çıkacak Suriye savaşı için Esed bölgesinde hazırlıklarını tamamladı. Katar, İsrail, Suudi Ar-
abistan, İngiliz ve Amerikalılara karşı! Rusya, Erdoğan'ın selefi terörü destekleme politikası ile Batı
Gladyosuna hizmet ettiğinin farkındaydı. Kürdistan kurulmasına TSK'nın karışacağı net bilgidir! Aklı
başında bir iktidar olsaydı, global şebekenin ihanet planlarına karşı Rusya ile denge politikası izler, 12
milyon insanı mağdur etmezdi. Rusya, Türkiye ve İran hattı, Batılı emparyalistlerin enerji kaynakları
ve Avrupa'ya nakil savaşına dur derse, çakma Kürdistan'ı engelleyebilir. Savaş karşıtı cephe tüm dü-
nyada yükseliyor. Global silah ve petrol mafyasının Yahudilerin elinde olduğunu bilmeyen yok.
Erdoğan kuklası oldu ve kaybedecektir.

Bu karanlık süreç sona erdiğinde ülkemizde herkes cemaatın dik, mert ve sağlam duruşuyla ülkemizi
bölünmekten kurtardığını net anlayacaktır. Erdoğan ve Fidan'ı parmağında oynatan Global Zındıka Şe-
bekesi, cemaata operasyonlarla PKK'yla ülkemizi bölme planlarından hedef saptırmaya çalışıyor, buna
kanan kalleşlerdir.

İlginçtir; Erdoğan ve Fidan'ın Alman Gladyo ve PKK ile yürüttüğü başkanlık sistemi ve federasyon
politikasını yine HDP'ye oy veren Kürtler 7 Haziran 2015’de bozmuştu. Doğruları yazdığımı her kesim
iyi biliyor. Hatta PKK içindeki lordlar bile. Erdoğan ile anlaştık diye hava atıyorlardı. Türkiye'deki
Gladyo şebekesini dağıtacak delikanlılar da Genelkurmay da bizde var merak etmeyin. Erdoğan ve Fi-
dan, ağır bedel ödeyecekler! Bazıları nasıl böyle net yazabildiğimi soruyor. Her kesimde dostlarım var,
ülkemizin bölünmesini istemeyen vatanseverler ihaneti durduracaktır.

AKP, dindar Kürtlerden oy aldığı dönemde Türkiye'nin bölünmezliğinin garantisi idi, şimdi ülkemizin
bölünmesinin garantisi oldu. İhanet etti. AKP, dindar Kürtleri HDP'ye kaptırıp başkanlık sistemi hayal
olunca Erdoğan Gladyo şebekesinin eline tamamen düştü. Kandan besleniyor artık! Global şebeke,
AKP'nin dindar Kürtlerden oy almasını kullanıp, PKK'yı tek muhatap yaptırıp bir kumpas kurdular
ülkemize. HDP’ye oy verenler bu tezgahı bozdu. Ancak HDP’nin beyin mimarlarının yine Alman
Gladyosu olduğu da unutulmamalıdır.

PKK'nın Erdoğan ile anayasa metni konusunda anlaşma yaptığını Prof.Dr. Tözün Bahçeli mülakatımla
2011'de kamuoyuna ilk açıklayan gazeteciyim. Tözün Bahçeli, 'yeni anayasaya Türkiye Türklerin
değildir yazdıracaklar, Erdoğanla anlaştılar' demişti. Barış diye dayatılan süreç, bir ihanet süreciydi.
Ülkemizi yakan ve bölmeye çalışan Gladyo ekibinin MİT ve TSK'daki nüfus ajanlarının isimlerini ben
bildiğime göre Genelkurmay da bilmiyor mu?

PKK'nın akademisyen kanadını Alman BND yürütüyor, yoksa bu adamlarda öyle stratejik derinlik
yok, Genelkurmay zekasını yenecek seviyede değildir. Oslo görüşmelerinde arabulucu devlet
İngilizlerdi kısmen sızdırdılar, gerekirse hepsini sızdırırız diye Erdoğan'ı kucağa oturtmuşlardı, anlayın
artık neden Alman BND’nin dinlemelerinden korkuyor? Erdoğan'a Türkiye Federasyonu kuruyoruz,

21
FARUK ARSLAN

Musul, Halep, Erbil, Kerkük, Şam Türkiye'ye bağlanıp Halife kral olacaksın diye aldattı bu Gladyo
ekibi. Kimse ülkemizi maceraya atamaz.

Yeni anasayayı PKK'yı yöneten global şebeke Erdoğan'a Oslo'da dayattı, Erdoğan başkanlık yolunun
açılması karşılığında olur verdi. Sorun işte budur! PKK yöneticilerinin Global şebeke ile 2011'de an-
laştığını PKK Cumhuriyeti kitabımda detaylarıyla yazdım. Erdoğan'a başkanlık şekeri verdiler ve PKK
ile ittifaka ittiler. Bir yandanda Selefi terörüne destek verdirip rant sağlattılar ki, edindiği servetle her-
kesi satın alsın, biat ettirsin, özgür medyayı sustursun.

Dilimde tüy bitti. PKK'yı yöneten Alman Gladyosunu yahudiler yönetir çoğu Amerikalı veya İngiliz
kökenlidir. Ortak global bir plan koordine ile yürüyor. 1993'de 33 askerimizi PKK'ya adres teslim
öldürten MİT Gladyo şebekesi, Erdoğan'ın başkanlık sistemine destek diye ülkeyi yakıyor. Uyanalım.
Erdoğan ve Fidan ülkemizi Gladyo şebekesi ile iç savaşa götürüyor, başkanlık hülyası peşindeki
Erdoğan, her türlü cinayeti meşru görecek kadar delirdi! Halkı sokağa döküp aşırı Türk milliyetçileri
ile Gladyo kontrolündeki Kürt faşizanlar arasında kavga çıksın istiyorlar. PKK’ya BM gücünü bölgeye
getireceğiz sözü verenler, ordumuzun Kürt katliamları yapmasını istiyor, tahrik ediyor.

Twitter ajan kaynıyor, bunları takip ederseniz planlarını öğrenebiliyorsunuz. Hepsi açık istihbaratla iç
savaşı organize ediyor. Büyük bir kumpas var! Dağlıca şehit sayısının 37, kaçırılan askerin 12
olduğunu, bölgede bulunan İngiliz, Amerikan ve Alman ajanlarını takiple ilk gece yazmıştım. MİT
içindeki Gladyo'yu Genelkurmay tasfiye etmeden terör bitmez. Selefi terörü örgütü AŞİH ve KCK'yı
kuran da bunlardır. PKK Türkiye Cumhuriyetinde asfalt yolların yapımı aşamasında bunca bombayı
MİT’den habersiz yerleştirmiş olduğuna kargalar bile güler. Bedelli askerlik yapıp Öcalan'a methiyeler
düzen AKP Milletvekili Abdurahim Boynukalın Mustafa Varank ve Erdoğan’ın emriyle Hürriyet'i
bastı. Devlet kaymağı ve güç ellerinden çıkınca kimbilir neler yaparlar?

Ergenekoncuların elinde Recep Tayyip Erdoğan’ın yolsuzlukları ile ilgili 3600 dosya bulunuyor, bunca
zafiyetleri varken, AKP kurtulur diye beklemeyiniz. Ellerindeki bazı skandal kaset çekimlerinin ne
olduğunu bilmeme rağmen bahsetmek istemiyorum. Abdullah Gül’ün, etliye sütlüye dokunmayan
uyarıları büyük çöküşü engellemeyecektir. Anadolu'nun bölünmesine karşılık kaldırdıkları Balyoz
kendi başlarına inecek inşallah. Son çeyreğin içindeler. Süreci, çürüklerin isim isim ayıklanması olarak
görüyorum. Milyarlarca dolar verseniz böyle kolay temizlik olmazdı! Masumlar için kırmızı bülten
çıkarmayı başaramayan zalimler için yakında kaçacaklar ve haklarında kırmızı bülten çıkartılacaktır.
Buna zerre miktar şüphem yok. Uzanlar gibi iltica ederken siyasi gerekçe uydurur ve kıvırtır bunlar
da…

Ve Erdoğan’ı siyasi mevta yapacak sözler ağzından döküldü, "400 milletvekili alınsaydı bunlar
olmazdı" dedi. Erdoğan, artık yeni bir sürece girildiğini de söyledi. Evet, bu süreç onu ve ekibini tu-
tuklanmaya götürecektir. 400 vekil istendi, ülke 400 şehit vermeye doğru gidiyordu. Sanki birileri öç
alıyorlardı, bu ne hırs! Dağlıca saldırısı anlamlı, özel bir yerdi. 2007 seçiminden de 91 gün sonra PKK
aynı yerde saldırdı. TBMM'de tezkere geçtikten 4 gün sonra aynı yerde 30 şehidimiz var. Tabur
Komutanı pusuya mı düşürüldü? Dağlıca tabur komutanıyla neden irtibatlar kesildi? Ölüme neden terk
edildiler? PKK ne zamandan beri gündüz saldırı yapıyordu? İç savaş provaları algıda yeni/kalleş bir
perdedir. Yerel kaynaklara göre Iğdır’da ölen 13 polis ihaneti belgeledi. Genelkurmay 290 defa
operasyon istemesine rağmen Erdoğan’ın valilerine sadece 8 operasyona izin vermişti. Hakkari’nin
yüzde 80’ü 3 yıldır PKK’nın elinde kurtarılmış bölge idi. Buna Cizre ve Mardin’de eklenmeye
çalışılınca kızılca kıyamet koptu. Tunceli üzerine oynayarak Alevileri kaosa çekme planlarını yanında
İstanbul'dan tüm ülkeye yayma planları vardı. TSK, 2 Ekim 2014’den beri ipleri eline almmaış mıydı?

Yaşananlar dizginlerin kimin elinde olduğu gösteriyordu! Sahi kim muktedir? Ülkeyi kim
yönetiyordu? Millet gerçekleri görüyordu! Bu ülkenin polisi, askeri ceplerinde "Cenazemize gelmeyin"
vasiyetini taşıyordu. Şehit yakınlarını tehdit etmeniz çare değildi.

22
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

PKK artık durdurmayacaktı. Hani Öcalan konuşmuştu, ne oldu? Kandan beslenenlerin sonu geliyordu.
PKK ile başkanlık sistemi anlaşması yapan Erdoğan idi Oslo'da. Anladınız mı? Hem anaları ağlattılar,
hem şehit babaları ve analarına susun dediler. Aylan bebek, Erdoğan, Fidan ve Davudoğlu’nun
stratejik derinliklerinde boğuldu. Cemaatın gücü bir yere kadar yetmişti, bunca ihaneti durduramazdı.
Global şebeke, bir kere Erdoğan’ı kullanmaya karar vermişti.

Tuğrul Türkeş, iki aylık Başbakanlık yardımcılığı için MHP'den ayrılır mıydı? Daha uzun kalacağı
kendisine söylenmiş olmalıydı. AKP’nin seçimle filan gitmeye niyeti yoktu. Yönetimi bırakmamak
için her türlü menfiliğe bulaşacaktı. Kimse AKP ve Erdoğan'dan anayasa ve hukuku tanımasını
beklemiyordu. Kaçışı yoktu, hesap verecekti! "Bastırılacaklar". Kan, kaos, özerklik gibi planlar yapan-
ların bastırılmsına az kaldı. Vicdanları kararmış dindarlar Suriye'yi bu hale getirmemiş gibi utanmadan
Batı'yı suçluyordu. Kimi kandırıyorsunuz? Suriyeli mültecilerin insanlık dramında Erdoğan’ın payı
büyüktü. Aylan bebek vebalinin de kime ait olduğu belliydi.

O fotoğraf global bir vicdan hareketi başlattı. Mülteciler artık her yerde vardı! Artık herkes bir şey
yapmak zorundaydı. Eskimolar bile selefi teröristlere Erdoğan’ın silah gönderdiğini biliyordu! Kanada
Labrador'da babası fok balığı avcısı olan bir talebem söyleyince şok olmuştum. Duymayan kaldı mı?
Neyi gizliyorsunuz, böyle devlet sırrı mı olur? MİT bile mahkemeye cevap vermiyor ve Erdoğan’ın
MİT tırları dediği skandalı sahiplenmiyor. Senin kirli kara ticaretini sahiplenirse nelerin olacağının
farkında! Dün: Cuma namazını Şam'da kılacağız diyen, savaş bölgeseline silah & mühimmat gönderen
bugün vebal Avrupa'nın diyor ve kimseyi inandıramıyordu. Katar, Bahreyn, Kuveyt ve Suudi Ar-
abistan bir tane bile Suriyeli mülteci almazken, Papa, Hıristiyanlara herbiriniz ailesine bir tane Suriyeli
mülteci alsın çağrısı yaptı. AKP’nın yol açtığı insanlık dramının geldiği son nokta devrilmelerine yol
açıyordu!

AKP nerede hata yaptı? Nerede yapmadı ki! Milliyetçi ve güvenlikçi eski Türkiye'ye dönüş kan ve
gözyaşı getiriyordu. Hem PKK ile işbirliği yapıyor; hem ülkeyi El-Kaide ve IŞİD türü örgütlerle
yardımla teröre destek verme suçuna itiyordu. Muhsin Başkanı Gladyo mu öldürttü? Erdoğan fetvasını
da aldı. ÖKK'ye bir cesur yiğidi öldürün diyen cani sizlere hiç acır mı? Büyük seçimde medya
operasyonu yapıldı ve 100 yerel-bölgesel televizyon kanalı SARAY'ın talimatıyla TÜRKSAT
uydusundan indirildi. İpek medya baskını bir gözdağı idi. Doğan medya baskı altına alındı. Zaman ve
Bugün grubundan başka neredeyse özgür medya kalmadı. İHHcıların İsrail ajanı dediği Feridun
Sinirlioğlu Dışişleri Bakanı oldu. Bu İHHcılar için açıklanması zor bir durumdu. Mavi Marmara’nın
Yahudi sanıkları için kırmızı bülten hazırlatmayan Sinirlioğlu ödüllendirildi. İngiliz ajanı Gladyocu
Doğu Perinçek, AKP'nin ve Erdoğan’ın yaptıklarından memnundu. Osmanlı Ocakları ile Gladyo
planını uyguluyordu. İsrail de Feridun Sinirlioğlu'nun bakan olmasından memnundu! Anlayana bu de-
liller bile yeterdi!

Ülkemizde istihbarat ve terörle mücadelenin sıfırlandığı açıktır. Artık merkezi sağ ve merkezi sol diye
bir şey kalmadı. Aşırı Milliyetçilik oy getirmiyor. Tüm eğilimleri toplayacak bir adres gereklidir.
ispiyon eden kişidir. Bu denli dönek davranması fıtratı gereğidir, yeni değildir.
Erdoğan kabusu 2016’da bitiyor. Ancak 3. karanlık tünel bizi kapıda bekliyor. Erdoğan’ın ülkemizi
milletimizi içine ittiği bataklıktayız. Erdoğan’ın Karunlaşma süreci Firavunlaşmaya evrildikten sonra
2. Tünele 2011’de girdik, şimdi bu tünelden çıkmak üzereyiz. Ancak birde 3. tünel var. Erdoğan ve
AKP canavarını 12 yıl beraber oldu, büyüttü, durdurmadı diye cemaata laf atanlara sizin eliniz armut
mu topluyordu denmelidir. Cemaat toplumun yüzde 3'ü ise, geriye kalan yüzde 97 ne yapıyor? Yolsu-
zluk ve ihanetler yapılırken hepiniz oradaydınız, hiç tepki vermediniz.

Şimdi görüyorum ki, zulmeden zalime her zaman karşı çıkacaksın. Kendinize zulmettirmeyin,
zulmedenlere de engel olarak yardımcı olunuz. Tek suçu cemaatın üstüne yıkmak kolaycılıktır.
Hepiniz oradaydınız, iradenizi elinizden zorla alan mı vardı? Haram cennette yaşadınız! Hadi cemaat

23
FARUK ARSLAN

bu konuda ikna edici olamıyor, 77 milyon sadece cemaatten oluşmuyor, geri kalan çoğunluk neden
yolsuzlukla yaşadılar? Neden hep sustunuz? Borçlanılmış konfor yalancı bir cennet yaşattı. Halbuki
herkesin ayağına adeta bir pranga vurulmuş durumda. Statükonun kölesi oldunuz.
Türkiye, 2012'de PKK terörünü bitiren, KCK'nın canına ot tıkayan; paralel bahanesiyle mağdur edilen
kahraman Emniyetçileri, savcıları ve hakimleri şimdi mumla arıyordu. Aslında kilit cümleyi PKK
elebaşı Abdulah Öcalan yandaşlarına gönderdiği mektupda şöyle kurmuştu: 7 Şubat darbesinde polisi
yok edip, savcıları safdışı bırakıp MİT'e yardımcı oldum ve KCK'lıları serbest bıraktırdım. İşte kumpas
buydu. Havuz medyası algı operasyonu ile bunu çarpıttı ve cadı avına dönüşen bir siyasi fahişelik ser-
giledi. HDP'nin 'Seni başkan yaptırmayacağız' sloganı başarılı olunca, MİT'in elindeki oyuncak Öcalan
kullanışsız hale geldi. 6 Haziran’a kadar akmayan kan 8 haziran’da Erdoğan eliyle güdümlerindeki
PKK eli kullanılarak terör kasten azdırıldı. Çakma çözüm sürecinde 2.5 yıl boyunca şehirlere 80 bin
silah yığan PKK'ya ve Öcalan'a melek muamelesi yaptılar, dağa kaldırılan 10 bin genç var dedik, aval
aval seyrettiler! TSK ve polisi etkisiz hale getirip çakma akil adamlarla siyasi şov yaptılar.

Havuz medyası, milli meselelere hep Erdoğan'ın siyasi çıkarlarına ve istikbal hedeflerine göre baktı,
bu nedenle kıvırta kıvırta dansöze, renk değiştire değiştire bukelamona döndüler; ülkeyi bölen ihanet
planlarına karşı çıkan herkes hain ilan edildi ve karakter suikastına maruz kaldı. Kürt sorunu uzmanı
Prof. Dr. Sedat Laçiner’i hazmedemediler, çünkü yaptıkları hataları haykırıyordu. Erdoğan ne yapsa
haklı görüldü, eleştirenler işinden oldu, yetişmiş insan gücümüze, cins beyinlere acımadan kıyıldı.

Bu süreçte toplum vicdanını temsil eden Hizmet Cemaatı, en başından beri MİT ve Erdoğan'ın selefi
terörüne destek ve Kürt sorununda PKK'yı tek muhatap yapma politikasına net biçimde karşı çıktı.
Barışçıl çözme evet dedi ama ortada samimiyetsizlik ve gizli bir ajanda olduğunu da biliyordu.
Cemaat, MİT'in Erdoğan'ı Öcalan ve PKK desteğiyle başkan yapma hain emeline karşı çıktığı için hem
PKK hem MİT hemde Erdoğan'ın hedefi oldu. Bu hakikatı bildikleri halde zalimin tarafına geçen nice
güya aydın sandıklarımızın maskesi düştü, güçten yana oldular.

MİT'in Öcalanlı Erdoğan’ı başkan yapma projesi artık tamamen çöktü. Kürt siyaseti legalize olmuş
Meclis'te güçlü temsil edilirken HDP şiddete neden başvursun? HDP’yi baraj altında bırakma çabası
ve algısı ülkenin ulusal güvenliğine hizmet etmiyor.

Aktrollerin elebaşı Taha Ün KCK içindekilerin yüzde 25'i Fidan'ın adamları diye itiraf etmişti. O halde
PKK terörünü kullanan alçak el bellidir. Havuzun darbe diye pazarladığı 7 Şubat soruşturması durdu-
rulmasaydı, bugün Efgan Ala ve Fidan'ın KCK'nın içindeki MİT'li PKK terörü belkide olmazdı.
Erdoğan'ın başkanlık inadıyla mevcut şartlarda Kürtler fiilen kopuyor. Duygusal kopuşun ötesi
yaşandığı aşamada siyasi hesap yapan alçaktır. Kan üzerinden siyaset yapan Erdoğan rejimi bu defa
çatlamıştır ve acı çöküşe doğru ilerlemektedir.

Şehit yakınlarının yğrekleri dağlayan feryatlara kulak tıkayanlar ancak zalimlerdir. Havuz medyasına
göre bunlar taşkınlıklar. Halkı hissetmiyorlar, acılarını duymuyorlar. Zalimlerin kalıcı yeri cehen-
nemdir. Yaşasın zalimler için cehennem diyorum. Erdoğan'ın bu kez yakayı kin ve nefret popülizmyle
kurtaracağını pek sanmıyorum. Bir arkadaşım rüyasında acı sonunu görmüş, Emine hanım pek
üzgünmüş! Rüyalarla amel edilmez, ancak benzer rüyaları yüzlerce salih insan görüyorsa, sadık rüya
olabilirler. Adnan Menderes'i asan, Turgut Özal'ı zehirleyen KARANLIK GÜÇLER, Erdoğan'ı yar-
gılanmadan kurtarma karşılığı satın aldılar ve tepe tepe kullanıyorlar. Miadı dolduktan sonra bir pa-
çavra gibi buruşturup ebedi cehenneme atacaklarını anlamak için çok yüksek analiz kabiliyetine sahip
olmanız gerekmiyor.

Bir ilin emniyeti, valiliği şehirde olanlardan haberi olmaz mı? Operasyon yapmak istenildiği zaman
gerekli izinler doğuda verilmedi. Bugünler yaşanmasaydı, PKK'yı tehdit olmaktan çıkartıp yerine
cemaatleri birinci iç düşman yazdıran AKP’nin kötü niyetleri tam anlaşılamazdı. PKK'yı kırmızı

24
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

kitaptan çıkaranlar bugün neyi savunuyorlar? Allah sizlerinde evlerine ateş salsın... AKP'nin barış sü-
recinin geldiği nokta, çıkmaz sokak budur. PKK azdırıldı, Erdoğan şehitleri sayarak kan ve oy ticareti
yapıyor şimdi. Özel Harekat polislerimize ateş açan teröristi devlet hastanesinde tedavi ediyoruz hatta
o terörist belediyede çalıştırıyoruz. Şaka gibi.. Daha sonra polisimizi hastanede infaz ediyorlar. PKK
şehir merkezlerinde bu günler için hazırlık yaparken, PKK'ya ses çıkartmayanlar bugünlerin
sorumlusudur. Açık ve net. Bunu defalarca yazdık diye barış değil kan istiyorsun diyen havuz medyası
yazarları bugün ne yazıyorlar? Tam tersini karalayıp güya aptal ve keriz kandırıyorlar. İki gün bir
görüşte sabt dursalar ve bir fikirleri lsa gam yemeyeceğim. İmralı ve Oslo mutabakatları açıklansa,
ülke başkanlık sistemi inadı yüzünden Erdoğan'ın ülkeye ihanetini görecektir. Daha 2 yıl önce 2013’de
PKK/KCK’lılar serbest bırakılmalı diyen Bülent Arınç, güya AKP’nin vicdanıydı.

Öte yandan Alman istihbaratı, Türkiye, Suriye’deki cihatçılara silah gönderdi dedi. Rapor ve belgesini
açıklıyor, patriotları çekiyor, kimse Alman Gladyosu’na bir laf söylemiyordu! Eğer buda skandal
değilse pes doğrusu! Kürt düşmanlığı politikası neden yalan daha iyi anlaşır. Herşey servet için! Kürt
petrolünün gizemli imtiyaz şirketi: Powertrans, sahibi damat Beraat Albayrak. Karamehmetler ve
Barzanı kime petrol satıyordu?

Kürt petrolünün satışından elde edilen paralar Türkiye'deki bankalara değil, Ağustos 2015’den itibaren
Almanya daki bankalara aktarılmaşa başlanmıştı! Bildiğiniz skandaldı! Kürt petrolünün paraları artık
Halk bankasına değil, Alman bankalarına niçin akıyor, damat Beraat Albayrak nedenini kamuoyuna
açıklayabilir mi? Şok haber, Kürdistan Tv Kanalına düştü. Nasıl bir taviz verdiniz Alman BND'ye?
Ortada 48 yıllık bir anlaşma varken neden Kürt petrol paraları Almanya'ya akıyor? 1,3 katrilyon
Dolarlık bir ihanet var. İzahı yok bunun! Kürt petrol parasının artık Almanya bankalarına aktığını
açıklayan Irak Kürdistan bölgesel yönetimi doğal kaynaklar Bakanı Hawrami dir. Yolsuzlukla
suçlanan bakan Hawram, "131 milyon dolar sadece Ağustos ayında aylık kayıp" diye bilerek ağzından
kaçırdı. Barzanilerin adının da karıştığı petrol kaçakçılığı ilk defa sorgulanıyordu.

Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi'nde Neçirvan Barzani'nin Erdoğan ailesi ile yaptığı yolsuzluğu
resmen tartışılmaya başlanmış durumdaydı. Barzani'de Erdoğan'ı kara ticarete aşırı zorlaması
nedeniyle suçluyordu. Erdoğan’ın bir kara para musluğu daha kesildi. Para gidince Erdoğan Kürt
dostluğundan Kürt düşmanlığına geçti. Selefi terörüne desteği işin tuzu biberi, Kürtler için
Erdoğan’dan kurtulmak için işin bahanesi oldu. Düşünsenize, bundan sonra yılda 30 milyar Dolarlık
ticari hacim Alman bankalarına aktarılacaktı. Neden? Erdoğan'ın Kürt düşmanlığı Barzani'yi kızdırdı.

Recep Tayyip Erdoğan'ın kaşıdığı Kürt fobisi ve kan politikası Kürt petrolünü kaybetmemize yol açtı.
Kürdistan bağımsızlığı referandumu için de zemin oluştu. İran, petrol ve gazını Kürdistan ve Suriye
üzerinden Akdeniz'e ulaştırmak istiyordu. Peşmergelere askeri eğitim vererek Alman Gladyosu
irtibatını güçlendirdi. Ankara ne yapıyordu? Kürtleri düşman ilan edip, dimyata pirince giderken
evindeki bulgurdan da oluyordu. Almanlar, Kürdistan'da Barzanilerin iktidarda kalmasını istiyordu.
İran, IŞİD'e karşı savaşta ABD ile anlaştı, bende varım diyor, Ankara ise hızla bölgede kan
kaybediyordu. Erdoğan'ın Kürt barış masasını sırf HDP'yi baraj altında bırakmak için yıkma bedeli
hızla artmaya başladı.

Her yıl Irak petrolünün tamamı; Kürt ve Arap Petrolün tamamı Türkiye’den pazarlansa, her yıl 9,9
milyar dolar gelir demekti. İkisi de şimdi kaybedildi. Erdoğan, Katar ve Almanya oyunu ile pasifize
edildi. Katar’ın katkılarıyla kurulan Irak şirketi SOMO, Katar ile birlikte artık Körfez'den, daha sonra
ise Kuzey Suriye enerji koridorundan dış dünyaya pazarlama yapacaktır. El Nusra, Katar'ın selefi
oyuncağıydı, Irak'ın kaçak petrolünü Somo ile Bağdat üzerinden resmi satacaklar. IŞİD'in elinde 12
kuyu var. Bundan sonra ABD ve koalisyon güçleri ile bu kuyuların geri alınması için Kürtlerle beraber
savaşacaklar. Almanya, Kobani olaylarından beri Kuzey Irak'ta neden Kürt Peşmergelere IŞİD'e karşı
askeri eğitim veriyordu? Erdoğan'ı ve elbette ülkemizi selefi atına oynaması batırıyordu. Katar, El
Nusra’yı IŞİD’ten 2015 Nisan ayında boşatmış ve ayırmıştı. Kürt gruplarla El Nusra’nın bu ittifakı

25
FARUK ARSLAN

IŞİD’e karşı mücadelede ABD’nin de işine gelecektir. Erdoğan'ın kin ve nefret politikası her yerde
patlıyor ve ülkemize büyük zarar veriyordu. Kürt petrolünün Erdoğan yüzünden kaybedilmesi büyük
bir skandaldır. Kürdistan yönetimi ve Erdoğan uzun süredir Kürt petrolü Irak petrolü değildir diyerek
direniyor ve Bağdat’ın petrol payını göndermiyordu. Daha önce Şii Nuri El Maliki hükümeti ile limoni
ilişkiler bahane ediliyordu, ancak Maliki devrileli epey oldu. Bağdat’ın paraları ve faizleri kimin
cebine girdi?

Ve 2015’te Katar, Erdoğan'a bu kazığı göstere göstere attı! Katar, Erdoğan’ın Neçirvan Barzani ile
yatıp kalktığını biliyordu, bu nedenle önce Kürt petrolüne karşı, Irak petrolü restini çekti. Katar emiri,
bunun için Irak petrollerinin tamamının pazarlanacağı SOMO adlı şirketini yeni Bağdat yönetimiyle
kurdu ve Bağdat'a tam yetki verdi. Erdoğan’ı bypass etmekle kalmadılar, Ankara’nın Kürtlerle
ekonomik ilişkisine de darbe vurdular. Irak petrolünü Katarla birlikte pazarlamak isteyen Erdoğan, bu
defa da Kürt petrolünden ülkemizi mahrum bırakmış oldu. Yükseltilen Kürt düşmanlığıyla Türkiye,
kendi ayağına kurşun sıkmaya devam ediyor. Katar'dan El Nusra için Erdoğan rejimine gelen milyar
dolarların, yani hoşafın yağı da kesilmiş gözüküyor. Katar, Kürtleri bölgede yeni oyuncu partneri
olarak seçti. Erdoğan'ın kara para işleri İran'dan sonra Kürdistan'da da işte böyle patladı. Kürdistan'da
tek gaz şirketi Dana-Crescent ile PowerTrans arasındaki kara para ilişkisi kişiselleştirildi. Erdoğan ve
Beraat Albayrak’ın sahibi olduğu PowerTrans üzerinden kara para avantası ve rantı böylece bitti.
Bakan Ashti Hawrami İngiltere'nin kullandığı bir isimdi. Eylül ayında uluslararası tahkim
mahkemesinde görülmeye başlanacak davasında Hawrami petrol kaçakçılığı ve yolsuzluktan
yargılanıyordu. Erdoğan’a açık mesaj vererek, ben yanarsam seni de yakarım demek istedi. Çünkü
Enerji Bakanı Taner Yıldız ile anlaşma yapan Hawrami, Neçirvan'ın kirli para eliydi. Tahkim
davasında 5 milyar dolar ceza alınırsa, Kürdistan’ın ekonomisi batabilir. Büyük ihtimalle Neçirvan
Barzani, Hawrami'nin kellesini tahkim'e verecektir. Legal ticaret yapsanız ve devletimize düzgün vergi
ödeseniz olmaz mıydı?
PKK ve IŞİD ile gerçek mücadeleyi paralel yaftasıyla tasfiye ettiren Gladyo ekibi Erdoğan'ı kafesleyip
gaza getirdiler. TSK, ipleri eline aldı ve bu yanlışa dur demeye 2 Ekim 2014’den beri başladı. PKK’yı
kullananların Kobani bahanesiyle ülkemizi yakması sadece bir maskeydi. Çözümü asla istemeyen
Kandil ve KCK’yı kuran Fidan ekibi son kozlarını oynamıştı. KCK’nın yüzde 25’i MİT personeli iti-
rafı AKP Milletvekili trolcülerin reisi Taha Ün’den geldi. O halde, KCK’ya operasyon yapan Emni-
yetçiler ve yargı mensupları neden sürgün ve emekli edildi, meslekten atıldı, veya halen hapisteler?!...

Erdoğan’ın IŞİD ve türevi salafi cihadcılara verdiği destek ve ticareti nedeniyle dış politikamız çöktü
ve diplomatlarımız son 4 yıldır kara günler yaşadılar. Dışişleri, bundan sonra IŞİD'e karşı destek bul-
mak için yurtdışında göğsünü gere gere konuşabilir, PKK ile mücadele nedenimizi rahatca anlatılabilir.
Elbette ilk karşılacakları soru terör üzerinden servet kazanan siyasilere ve bürokratların ne
yapılacağıdır. Üstü örtülemeyecek kadar büyük ve açık suçlar işlediler, belgeler yabancı istihbaratların
elinde dolaşıyor ve medyaya yavaş yavaş servis yapıyorlar. Türkiye, itibar ve güvenirliğini kaybetti.
Cemaata suçu atmakla Erdoğan kendisini ve seçmeni aldatıyor.

IŞİD ile mücadele edilmesi kaçınılmazdı. Yezid'i kullananlar bunu ıskaladılar veya kasten ülkemizin
olumlu kredisini çizdirdiler. Türkiye yalnızlaştırıldı. Burada onurlu bir yalnızlık yoktu, rezaletler vardı.
Dış düşman fobisiyle ülkemizin açık hapishanesi haline getirilmesi uzun süre yaşatılamazdı.Yeşil
Süfyanizm'in sonu ateşli ve sesli bir yıkımla geldi, geliyor. Erdoğan'ın arkasına saklanan azınlık dar-
beci gruba, bence sessiz bir karşı darbe yapılmıştır.

Genelkurmay, 2 Ekim 2014'den beri PKK ile Ocak 2015'den beri IŞİD ile mücadele ediyor. Erdoğan'ı
destekleyen Gladyocu Karanlık MİT ve TSK ekibi kaybettiler. 3. Grup dediğim çoğunluk kesimin ka-
zanması ülkemizde asıl ulusal güvenlik sorunlarını çözecek, çakma düşman cemaat algısı sona erecek
ve normalleşme süreci başlayacaktır. TSK ve MİT içinde, gerçek ulusal güvenlik sorunları nedeniyle
PKK ve IŞİD'le mücadele eden grupla, bunları yöneten ve destekleyen grubun savaşını izliyoruz. Çok
şükür ki, IŞİD'i PKK'ya karşı kullanma politikasının Kürtlerde kin ve nefreti artırıp Büyük Kürdistan'ı

26
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

kurma projesi olduğu anlaşıldı! TSK, ulusal güvenlik gerekçesiyle ülkemizin adını kirletenleri tasfiye
sürecini başlattı, Aralık ayına kadar bu sürecin etkileri ülkemize net yansıyacaktır.

2009'da Fidan'ı MİT başına getiren İsrail yanlısı, İslam düşmanı Neocon siyonist, Gladyo MİT ve TSK
ekibi, IŞİD ile PKK savaşı kurguladılar. Kürt barışı ile Oslo'dan beri PKK'yı güçlendiren ve Dol-
mabahçe travmasına yol açıp HDP'yi de güçlendiren Yalçın Akdoğan ve Beşir Atalay da siyasi birer
mevta olmuşlardır. 2009'dan beri Fidan ile paralel diye devletten tasfiye edilen emniyet ve yargı
mensupları, PKK ve IŞİD tezgahına karşı çıkanlardır. Fidan'ın karanlık konsorsiyumu ile birikte
Erdoğan, AKP ve Türkiye kaybetti. IŞİD ve PKK'yı temizleyecek gerçek devlet adamları mağdur
edildiler! IŞİD'e yönelik henüz yabancı medyaya yansıyan ve yazdığım bilinen adreslere operasyon
yapıldı, Fidan'ın IŞİD hücreleri yerinde duruyor! Bu sorunu meydana getiren Erdoğan, Fidan, Ala, At-
alay, Akdoğan ve Kasırga ile yola devam edilemeyeceği açıktır.

Cemaat’ın Kürtlerin güvenini kazanması Erdoğan tarafından kıskanıldı ve bugünlere 2009’dan beri
gelindi. Geçmişte de Kürtlerin İslami potansiyelinin ortaya çıkmasının önü çakma İslami yapılarla
kesilmişti. Türk ve Kürt Hizbullah’ını hatırlayınız. Nurcu demeye dilimin varmadığı 120 kişilik
Tahşiyeciler grubu MİT'in bu tür istihbarat çalışmasının ürünüdür. Kumpas çöktü ama Hidayet Karaca
halen içerde tutsak oarak tutuluyor. IŞİD içinde savaşan dindar Kürtlerde bulunuyor. İslam milliyeti ve
kültür, Türk ve Kürtleri birbirine bağlayan kardeşlik bağıdır. Gülen grubunun samimi yaptığı Doğu
hizmeti iyi anlaşılacaktır. Hiç bir devlet, istihbarat teşkilatı, örgüt ve cemaat, sosyolojik realiteleri
gözardı ederek savaşamaz. Sosyoloji uzmanlarına, güvenlik ve terör uzmanı akademisyen ve aydınlara
sözü bırakınız.

Belirsiz Oslo sürecinde, PKK elebaşı Abdulah Öcalan’a verilen sözler tıkır tıkır işliyordu. PKK kur-
duğu mahkemelerde davalara hükmediyordu. Bölgedeki valiler PKK nın isteklerini harfiyen yerine
getiriyordu. PKK her il ve ilçeye atadığı sorumlularla paralel vali kaymakam oluşturdu. 2013'de
Erdoğan'ın başbakanlık genelgesiyle Güneydoğu’da arama listesindeki teröristleri şehrin ortasında dahi
yakalamak yasaklanmıştı!

Erdoğan'ın PKK'yı Kürt sorunu çözümünde tek muhatap haline getirmesi AKP'den dindar Kürtleri
kaçırdı, HDP'nin umut haline geldiğini göremedi. Diktatör ve otoriyer Erdoğan imajının karşısına
geöen HDP Eşbaşkanı Selahaddin Demirtaş, solcular, Aleviler, liberaller, beyaz Türkler ve dindar
Kürtlerden yüzde 5 fazladan emanet oy topladı. Oysa Kürtlerin çoğunluğu PKK'nın modası geçmiş
Marksist-Leninist ideolojisini ve aşırı milliyetçiliğini benimsemiyor. Liberal demokrasi istiyor. PKK'yı
barış güvercini gibi görenler bu terör örgütünün binlerce Kürt'ün ölümünden de mesul olduğunu un-
uttu. IŞİD'i kullanma AKP'yi batırdı. Elbette PKK, Kürtlerin temsilcisi değildir, Kürtler de PKK
demek değildir. PKK uzantısı PYD, IŞİD ile savaşıyor diye PKK'nın terörleri hoş görülemez. TSK
IŞİD terörünü yok etmek için PKK ile işbirliği yapamaz, PKK'yı yok eder diye IŞİDcilere gizli
destekte olamaz. Kamuoyu olanları pek anlamıyor, ancak TSK, Ocak 2015’den beri çok ciddi olarak
IŞİD ile mücadele halinde. Erdoğan'ın yol açtığı pislikleri temizliyor.

Erdoğan ve ekibi irtica yerine paraleli icat etti ve her türlü hırsızlık, yolsuzluk, rüşvet, talan, vatana
ihaneti, örtmeye çalışıyorlardı. Erdoğan'ın yeşil 28 Şubat'ında zulüm 10 kat daha fazla zalimlikte ask-
eri vesayeti çoktan geçti! Toplumsal barış ve birliği paralel komedisi ile parçaladı, kin ve nefret ile
toplumu polarize edip herkesi birbirine düşman yaptı. MİT'in cemaatleri tehditle bazılarını da vaatlerle
Gülen Cemaati'nin karşısında birleştirme gayreti de çökmüştür. Yaşanan kırılma çok büyüktür. El
Kaida ile ülkemin teröriste destekte beraber anılması kanıma dokunuyor. Erdoğan, siyasi istikbali için
İslam düşmanlarına utanmadan istediği tüm malzemeyi verdi. Erdoğan'ın en büyük korkusu tarikat ve
cemaatlerin kendi aleyhine dönmesiydi. Risaleyi Nur cemaatlerinde homurdanma hızlandı, arkası
gelecektir. Türkiye'nin mahkemelerinde savunma yapmak küfürdür diyen IŞİD destekçisi Halis Bayan-
cuk ile MİT cemaata iftara atsın diye özel görüşmüştü. Bayuncuk'un IŞİD operasyonunda tutuklanması
ile karanlık MİT'in bir projesi daha çökmüş oldu.

27
FARUK ARSLAN

PKK, Erdoğan sayesinde koparabildiği kadar taviz kopartıp global güçlerle Büyük Kürdistan pazarlığı
yapıyordu, TSK bu gidişata dur demiştir. Gülen Hocaefendi ve Hizmet cemaatı günah keçisi yapıldı.
İftiralarla yaptıkları tüm çirkinlikleri örtbast için büyük bir şal görevi görüyordu. Deniz artık bitti, kirli
yolun sonuna gelindi. Erdoğan, İslam’ın elmas hakikatları politikaya alet edilirse nasıl doğru yoldan
saptırılacağını her gün ispatlıyor; TSK dine, kültüre ve örfe yapılan bunca saygısızlıkları da görüyor-
dur! TSK, PKK ve IŞİD ile ciddi mücadele etmemeyi ulusal güvenlik sorunu olarak gördü ve gerekeni
Erdoğan'a rağmen yapıyor.

Gazeteci, kamuoyunun vicdanıdır, doğruları yazmazsa vicdan iflas eder. Erdoğan, toplum vicdanını
satın aldı, kirletti, bunun vebali büyüktür. Zeki, donanımlı, iyi eğitimli polis yerine köle ve eğitimsiz
polis sistemine geçildi. Emekli edilen emniyetçiler, kapatılan Polis koleji ve 1 yılda yetiştirilmek
istenen Komiser yardımcıları bu kumpasın birer parçasıdır. Ülkemizdeki bir iktidar kavgası milletimiz
ile mezkûr güçler arasındadır aslında. Ancak, bizler sahnedeki figüranları görebiliyoruz sadece...
Derin devlet operatörü ÖKK eski başkanı Sabri Yirmibeşoğlu, "kirletiriz ve kullanırız" demişti.
Erdoğan ve AKP'nin kirlendiği çok açık, kullanıldığı da! Haram kasayla Havuz medya oluşturma
sürecini görüpte Erdoğan'ın Başkanlık sistemi ile Firavunluğa özendiğini anlamak için gazeteci
olmanıza gerek yok. Erdoğan'ın ülkeyi neden soyduğu net belliydi, Suudi ve Katar krallarına
özeniyordu.
Ne Kürt sorununda nede İslam dünyasındaki derin devlet eksenli şiddet sorunlarında, Hizmet hareketi
ve manevi yol göstericisi Fethullah Gülen Hoca Efendi dinlenmeden başarılı olunması mümkün
değildir. Kardeşlik ve barış projesi baltalandı, AKP 3 yıldır barış süreci diye kamuoyunu uyuturken,
PKK tarihinin en güçlü konumuna derin devlet Ergenelon tarafından getirildi. Global kumpascılar,
MİT ve TSK’da yerli Gladyo ile yeniden dirsek temasında çalışıyorlardı. Erdoğan, 2010’dan beri bu
ekibe tam biat etmişti. Erdoğan'ın Yeni Osmanlı ve Hilafet hayalleri ile Ortadoğudaki ateşe benzin
taşındı ve şimdi o ateş Allah korusun her eve sirayet ediyor, ülkemizi yakıyor. Kimin İslam’a ve
ülkesine ihanet ettiği ve hangi yabancı güçlerin oyuncağı olduğu ortada. Kan politikası ile iktidarda
kalmaktan başka AKP’nin bir düşüncesi kalmadı, ülkemize vereceği herhangi bir vizyonu olmadığı da
ortaya çıktı.

BD ve İngiltere ile Türkiye Özgür Suriye Ordusu çatısında Suriyeli muhalifleri eğit donat programında
ortaktı. Peki neden şimdi kızıyorlar? ABD 2. Başkanı Joe Biden ise açıkca "Erdoğan Al Nusra ve Ah-
rar Al Şam'a silah satıyor, militan gönderiyor" dedi. Bu aslında bir suç duyurusuydu. ABD Başkanı
Obama, Mayıs 2013'de Erdoğan'ın önüne Al Nusra ve Ahrar Şam'la yaptığı silah, militan petrol ti-
caretini ve edindiği serveti masaya koydu. ABD'de Seymour Hersh gibi gazeteciler zaten CIA'nın Vi-
etnam'dan başlayarak terörü finanse etmesini ortaya çıkartarak Pulitzer ödülü aldı. Kimse vatan hain-
liği safsatası yapmasın. Yanlış olarak gördüklerimi kimseden çekinmeden yazıyorum.

Eğer CIA, El Kaida teröründen elde ettiği karanlık paraları Reagan, Bush, Clinton veya Obama’a ver-
seydi, onlarda kendi seçim kampanyalarında bunları kullansaydı, büyük bir skandal ve ulusal güvenlik
sorunu olurdu. Erdoğan işte bunu yaptı. CIA'nın terör ticaretiyle Amerikan silah sanayisini ayakta tut-
tuğu ve karanlık işler için ekstra bütçe oluşturması yeni bir bilgi değil. Size bununla ilgili yazılmış bel-
geli kitaplar, akademik makaleler, filmler ve belgeseler önerebilirim. Ancak Erdoğan'ın MİT'i IŞİD
terörüne bulaştırması ile CIA'nın El Kaida'yı finanse edip, uyuşturucu üzerinden derin faaliyetleri ile
Erdoğan’ın selefi teröründen edindiği büyük şahsi servet aynı mıdır? CIA, arada karakoyunlar çıksada
Amerikan çıkarları için çalışıyor. Kirli işlerini bile dünyaya Hollywood filmlerinde güç gösterisi
olarak kendisi pazarlıyor. Erdoğan’ın edindiği şahsi servet peki Türkiye çıkarları için mi kullanılıyor?
AKP iktidardan düştüğünde bu servete ne olacaktır, devlet hazinesine mi, TSK ve MİT’e mi devredi-
lecektir? Zaten sorunda burada ya! Erdoğan, madem CIA terör ihracı ve ticaret ile güçlü istiihbarata
sahip, neden MİT'i kullanıp bende yapmayayım dedi.

28
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Amerikalılar PYD kartını kullanarak Erdoğan'ı IŞİD ve El Nusra'ya destek inadından yıldırmaya
çalıştı. KKK komutanı anlıyordur ne dediğimi! PYD'ye güvenen Amerikalılar neden şimdi TSK ile
anlaşma yaptı? IŞİD'e operasyonla ilgili TSK ile anlaşmayı Ocak 2015'de yapmıştı. Erdoğan buna 7 ay
direndi. Şimdi yelkenleri suya indirmek zorunda kaldı. Zira ordudaki 3. güçte harekete geçti.
Erdoğan'ın izlediği dış politika iflas etmekle kalmadı, resmen Türkiye'yi yerin dibine batırdı. IŞİD,
Sünni İslam'a global saldırı projesidir. Bir konsorsiyumdur. Erdoğan'ın Türkiye'nin imajına vurduğu
darbe sanıldığından çok daha büyük. Çakma ve göstermelik PKK ve IŞİD operasyonuyla ülkenin
ulusal güvenlik sorunu düzeltilemez. Ne zaman Kandil’i vurarak PKK sorunu çözüldü ki! Eşkiyaya
dağdan obaya şehre indiren sizsiniz. Polis ve askerin elini kolunu bağlamıştınız. PKK'yı yönlendiren
ve yöneten derin MİT, ÖKK, MAK ekipleri, ateşle oynuyor. Oysa Kürt kardeşlerimiz, kan değil barış
ve huzur istiyorlardı.

13 yıldır AKP’liler dün de yanılmaz, hata yapmaz, kusurdan azade, çok bilmiş şaşmazlardı… Bugün
de yüzde 100 her zaman haklılar ve öyle de olmalıdır! Milleti aptal yerine koyuyorlar ve yüzde 41
bundan razı olduğunu sandıkta deklare ediyor. AKP demokratik yollarla asla iktidarı bırakma gibi bir
düşünceyi taşımıyor. AKP, 7 Haziran seçim yenilgisinde faturayı HDP'ye kesti. 30 Mart’daki gibi bu
defa sandığa sokamadığı kedilere cezayı kesse daha mantıklı olurdu! Gazeteci Deniz Zeyrek bam
teline dokunmuş: 13 yıldan beri ülkeyi yöneten AKP Hükümeti ne zaman olumsuz bir durum olsa,
hemen mağdur ayağına yatıp "kandırıldık" diyor. Bindik Erdoğan’ın kıyamet gemisine, hızla Alman
Gladyosu, İsrail ve Amerikan Neoconların Suriye’de kurguladığı Armagedon savaşına doğru
ilerliyoruz. Henüz her şey bitmedi. TSK, bu hain planlara dur diyecektir.

Allah, ülkemizi hainlerden, hırsızlardan, yolsuzluk yapanlardan, PKK ve selefi terörüne destek veren-
lerden korusun. Global şebeke ile yatağa girenlerin devleti temsil ettiğini düşünmüyorum. AKP projesi
ve hikayesi bitti! Kitabımda Alman Gladyo’sunun faaliyetleri ile ilgili pek çok soruya yanıt vermeye
çalıştım. Almanya’nın gezi olayları ile nasıl, neden ve hangi yollarla kılıç çektiğini okumaya var
mısınız? Çünkü büyük çözülme aslında Gezi’de başlamıştı? George Soros’un Açık Toplumu ve Alman
Gladyosu neden Gezi’de bir devrim peşindeydi?

GÖKTÜRK GLADYOSUSU 2011’DE DEVREYE SOKULDU

Türk kamuoyu Ergenekon ve Balyoz yargı dalgaları ve davaları ile uğraşırken, Göktürk Gladyosu
çoktan kurulmuştu. Yeni Gladyo’nun Süfyan lideri Erdoğan ve askeri lideri saldıray Berk oldu. Sivil
yapılanmada başkanlığa TBMM Başkanı İsmail Kahraman getirildi. Mason Büyük Kulüpte Rizeli
avukat İsmail Kahraman’ın başkan yapılması çok ilginçti. AKP ve Masonik yapı işbirliği yapınca
Ergenekon ve Balyozcular Silivri’den salındı ve Yargıtay onanmış cezaları bozdu. Saldıray Berk’in 13
Kasım 2015’de Yargıtay’da beraat ettirilip itibarının iade edilmesinden sonra 15 Temmuz 2015’den
beri 5 aşamalı darbe planına sivil görünümde girildi. Düğmeye basıldı. Erdoğan darbenin komutanı
oldu. Kamuoyuna cemaat öcüsü yemi sunuldu. Kirlenen AKP’liler bu yemi çok sevdiler.

Hilafet, 1924'de resmen Atatürk tarafından kaldırıldı. Müslümanların tek bir merkezi sesi olmaması
Neocon ve İngiliz projesine uymuyor artık! British akademisyen mantığı, Müslümanlar kendilerini
nasıl tarif ediyorsa biz onu esas alırızdır. IŞİD ile radikal fundamentalist kimliği oluşturdular. Buna
yatkın müslüman tipini bulmak zor olmamıştır.

IŞİD ile akademik bir tezin pratik uygulaması proje halinde Neoconlar tarafından deneniyor. Obama,
bu nedenle, ISIS, ISIL yerine artık IS diyor. Neden acaba? Ben orada bir İslam devleti göremiyorum,
hapishane kaçkını bir caniler güruhu görüyorum. IŞİD ile ilgili akademik bir makale yazdığımı an-
lamışsınızdır. Evrensel İslam, lafzı Kuran yorumu, çakma Hilafet ile IŞİD, sosyal inşaattır. Bu çakma
örgütle İslam üzerinde 11 Eylülden daha feci büyük bir oyun oynanıyor. Müslümanlarla kedinin
fareyle oynadığı gibi oynamalarına dayanamıyorum.

29
FARUK ARSLAN

IŞİD'in ardındaki Irak Baascıları Obama ile pazarlık yapıp Şii Nuri El Malik'i devirip, zaten yüzde 40
oranında parsayı, yani devlet kurumlarında mevki elde ederek ganimeti topladı, Ankara ise avcunu ya-
ladı. Irak genelinde 14 askeri üs kuran ABD isterse IŞİD'i 3 günde temizler. Peki kim tüm dünyaya
bakın direk Kuran’dan saf lafzı yorumla ‘İslam barbarlıktır’ mesajı verip, bir enerji güzergahı alıyor?
IŞİD'in başarılı olmasının temel nedeni Saddam'ın eski ordu generalleri ve elit Sünni aşiretlerinin izin,
yol vermesi ve tabi ki bir Bağdat pastası pazarlığıdır. Uyanalım.

IŞİD'in 1700 Şii polisi Tikrit'de öldürdüğü katliamda tetiği çekenler Peştun Taliban Afganlardı. IŞİD,
müslüman olmuş yabancılar ile gurbetçilerin 2. ve 3. neslinden 1700 elemanı Avrupalı Müslüman-
lardan arasından topladı. Evimizde büyüyen terörizm tehditi tartışılmaya açıldı. IŞİD içinde çok sayıda
İngiliz ajanı bulunuyor, yüzleri kapalı olanlar büyük ihtimalle ajanlardır. 1500 eleman Suudi, 3000
Irak, 2000 Suriye hapishanesinden toplanan idam kaçkınlarıdır? Bu mahkumları kim saldı? ABD
Savunma Bakanlığı'nın IŞİD ile 30 yıl savaşmak gerek açıklaması tam bir komedidir. Yani 30 yıl
bölgeyi sömürmek için gerekçe çıkartıyorlar. Aceleleri yok.

2 yıldır Ürdün hapishanesinde yatan 11 Eylül 2001 terörizmi planlayıcılarından Muhammed Atta'nın
hocası Ebu Katade'yi Neoconlar çıkarttırdı! Hani El Kaida tehlikeliydi? Kur'an'dan şiddet, cinayet,
tecavüz, gasp, haksızlık, hukuksuzluk yorumu çıkartan El Nusra, ÖSO ve IŞİD ile Türk müslüman-
larının işi olamaz. Bu oyunla müslümanların başına çorap örmelerine izin veremeyiz. El Nusra ve
ÖSO, Esad'ın Nusayri Alevilerini öldürün fetvasını Yusuf Kardavi'den ve IŞİD ise fetvaları, Ebu
Katade ve Zevahiri'den aldılar. Nedense kimse bunlara laf söylemedi.

El Nusra, ÖSO ve IŞİD, Şii, Hıristiyan, Kürt, Marudi, Dürzi ve Alevi Türkmenleri öldürerek İslam
şeriatının ne olmaması gerektiğini gösterdi. El Nusra ve ÖSO'nu Irak ve Suriye İhvanı Müsliminden
kuran Tiran, IŞİD'in Vehhabi atı olmasına göz yumarak İslam'ın adını tüm dünyada kirletiyor. El
Nusra ve IŞİD'e ortak Politik İslam'ın temsilcileri, Tiran ile Hizmet cemaatının aynı olmadığı son 10
aylık ayrışma ile net ortaya çıktı. Buna ne kadar hamd ve şükredilse azdır.

Ancak Politik İslam'ın temsilcileri ve Tiran'ı tepe tepe kullanan Şamanist ve Nusayri Baas tipi Göktürk
yapılanması, TSK'nın sabrını taşırmıştır. Göktürk yapılanmasına hep karşı çıkmış aydın ordu
kurmayları Müslüman Türk milliyetçisidir, sanırım sonunda hak ettikleri tokadı zalimlere vuracaktır.
Yakoben, diktacı Baas tipi Göktürk yapılanması ülkemizi Suriyeleştirdi. Suriye gibi Afganistanlaştıra-
bilir, hatta Yaşar Büyükanıt’ın genelkurmay başkanı iken dediği gibi Kürdistan'la belki Filistinleştire-
bilirler de. Zaten süreç bu noktaya doğru gidiyor. PKK’nın tek umudu ve beklentisi, bölgeye
uluslararası bir hakem askri güç getirebilmekti. HDP’lilerin tutuklanması ile bu süreç başladı.

Şamanist ve Nusayri Baas tipi Göktürk yapılanması, Hocaefendi'nin 20 milyon insandan özür dile-
mezlerse cehenneme giderler mesajını umarım net olarak almıştır. Göktürk yapılanması içindeki dinsiz
Çerkezler ve Gürcüleri tek tek yazabilirim ama Müslüman Çerkezleri ve Gürcü kökenli halis
dindaşlarımızı üzerim. Göktürk yapılanmasına bağlı ÖKK, MAK ve MİT elemanlarının Hizmet'e daha
fazla yapabileceği bir kötülük kalmadı. 12 Eylül’deki gibi 500 bin kişiyi toplar, işkence yaparız diyen
bir savcı bozuntusu, belirlenen 442 kişiyi bile gözaltına alamadı. Darbe yaptı diye mağdur edilen
polislerin hepsi serbest kaldı, Metris’dekilerde çıkar.

Aslında Göktürk yapılanmasında ayrışma süreci hızlandı. Hizmet'i bitirme planları çatlak meydana
getirdi, ve çok şiddetli biçimde bir kaç parçaya bölündüler. Toplum henüz bunu hissetmiyor, ancak
yakında emareleri görülecektir. Vatanı satmış bir kesimin global amirleri Neoconların dediklerini ya-
pan MAK, ÖKK ve MİT birimleri Tiran projesiyle de Hizmet'i bitiremezse, eninde sonunda pes edip,
teslim bayrağını çekerler. Saç baş yolmaya başladılar.

Bu satılık kesimin Hizmet'in tüm dünyada dimdik ayakta durmasına şaşırmamaları gerekirdi. Allah'ın
izin ve inayetiyle yürüyenleri durduracak sadece Allah'tır. Bir köy muhtarını bile yerinden oynatmak

30
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

güç. Tiran'ı ellerinde oynatanlar, Hizmet'in bir birimini bile sallayamadı, kolay mı yok etmek veya ele
geçirmek? Artık cemaat piramidinin üst tavanı kötü, alt tabanı masum iyi diyen kalmadı. Birileri Ti-
ran’ı çok fena kandırmış, kendi taraflarına masal anlatıp uyuttuğu gibi netice alacağını sandı. Şakirdler,
bu kadar aptallığa çok gülmüştür eminim!

Zalimin zulmü zirveye çıktığında yere çakılma süreci başlar. ÖKK, MAK ve MİT, Tiran'ı kullanarak
Hizmet'i bitirmek için son kurşunlarını da attılar. Cephane tükendi, bu onların bittiklerini resmediyor.
ÖKK, MAK ve MİT'in Hizmeti bitirme umudu bittiğine göre artık şapkayı kelden çıkartıp düşünseler
iyi olur. Zira çoğu Türk, hatta müslüman bile olmayan 20 milyonluk gönüllü takipçiyle savaşılmaz.
Keskin sirke kübüne zarar, çatlayarak çözülürsünüz.

Yok edeceğini, defterini düreceğini sananların defteri elbette dürülecektir. IŞİD aracı ile kirli çamaşır-
ları ortaya çıkan global ve yerli çete ava giderken avlanacaktır. IŞİD belası hepsinin defterini dürmeye
yeter. Bu kara belaya bulaşanlara Ebola virüsü çarpmış kabul ediyorum. Bağıra bağıra, böğüre böğüre,
yara bere içinde öldürüyormuş. Kötü niyetle haset ve kinlerini kusanların bedenine Ebola bulaşmıştır,
boyut değiştiren mikrop hızlı kindar defteri dürüyor.

Özetle, IŞİD ile Neoconlar, ingilizler ve İsrail’in amacı bir halifet merkezi oluşturup tüm Müslüman-
ları ve İslam’ı zan altında bırakmaktı. Halife olacağım diye çok umutlanan BOP projesi eşbaşkanı Ti-
ran havasını alacağını çok geç anladı. Umarım yeni Osmanlı kuracağım, tarihe şanlı biçimde
geçeceğim diye Türkiyemizi sürüklediği maceraya TSK izin vermez. Ancak Rakka’ya kadar gidecek
TSK’nın batırılması süreci Kasım 2016’da başladı. Sivil toplum öldürüldüğü, medya susturulduğu, po-
lis, savcı, hakim sindirildiği, akademisyen, gazeteci, yazar ve aydınlardan gür ses çıkmadığı için
umutsuzluğa kapılmayınız. Mutlu yarınlar yakındır.

Ergenekon olmadı, Göktürk verelim!


Ergenekon yapılanmasının kabuk değiştirdiğini ve yeni bir isim aldığını ilk defa bu kitapda
okuyacaksınız. Patent hakkını tescil ettirmek için açıklıyorum: Ergenekon’un yeni adı Göktürk’tür.
Deşifre olmamış yeni isimler ve kadrolarla donatılan yeni derin devlet, yapısı içine artık alnı secdeye
gelen muhafazakarları ve Kürtleri de alıyor. Çerkezler yine işbaşında! Dinle, azınlık ve etnik yapıyla
barışık yeni sistem, Silivri’de yatanları terhis ve tahliye konusunda 2011’den beri hükümetle pazarlık
yürütüyordu. 2014’de emellerine kavuştular, her şey tersyüz edildi, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan,
Süfyanizm Oligarşisi tarafından zafiyetlerinden yakalandı ve cemaat ile savaşması için ikna edildi.
Yeni ismin babası ve teorisyeni Encümeni Daniş-i ve projeyi onaylanan Milli Birlik Komitesi’ni
kutlarım. İktidar ve muktedir devlet olduğuna kendisini kaptıran AK Parti’ye de “çakma Göktürk”le
uğurlar dilerim.

Neden Göktürk ismi tercih edilmiş olabilir? Biraz tarih anlatayım: Göktürk devleti, Türk ifadesini ilk
defa kullanan milli devletimizdi. Saka veya Yakuti Türklerinin kurduğu İskit İmparatorluğu ve hemen
ardından kurulan Hun İmparatorluğu mirası üzerine şekillenmişti. Ergenekon destanında küllerinden
doğan Türk milletinden hemen sonra Çin kültür ve medeniyeti etkisinde Hunlaşması vardır. Çinlilerin
Çin seddi yapmasına sebep olan Hunlarda Türk töresi anlayışı sağlam yerleşmiş iken güçlülerdi, halen
kullandığımız onlu, yüzlü, binli ordu sistemi oturmuştu. Çinli prenseslerle Hun hakanlarının
evlenmesiyle başlayan yıkılış sürecinden sonra kurulan üç ayrı Hun devleti, kardeş kavgası ve
tefrikalarla yıkılırken, yerini 1. Göktürk Hakanlığı’na bıraktı. Ancak Türk töresini uygulamayan Kara
Han, Çinli eşinin ve Çin’in devletin iç işlerine karışmasını engeleyemedi. Kara Han, kendi kılıcı ile
kendini öldürerek ihanetine son verdi. Rahmetli Azeri şair Bahtiyar Vahapzade’nin ‘ Özümüzü Kesen
Kılıç’ tiyatrosu bu gerçeği çok güzel anlatır.

31
FARUK ARSLAN

Orta-Asya'da birçok Türk Boyu'nun "Asena" Boyu önderliğinde birleşmeleriyle oluşmuş ve 552-742
yılları arasında (180 yıl) hüküm sürmüş ve tarihte ilk kez, adında "Türk" kelimesini bulunan devlettir.
38 harften müteşekkil, ilk Türk alfabesini oluşturmuşlardır. "Gök" adı, Türkler'in o zamanki
inanışlarına göre taptıkları "Gök Tanrı"dan gelir. Göktürkler'in siyasi, idari ve toplumsal alanda
yarattığı geleneğin izleri; daha sonraki Türk Devletlerinde de görülür. Göçebe topluluklarından oluşan
Göktürkler'in bir bölümü; devletin kurulduğu dönemde köyler ve kentler kurarak yerleşik hayata
geçtiler. Göktürkler, çoğunlukla tarım ve hayvancılıkla geçinirdi. Bir bölümü de demircilikte çok
ileriydi. Altay ve Sayın Dağları'ndan çıkarılan demir cevheri işlenerek, savaş ve tarım aletlerini
yapıyorlardı.
552' de başkenti Ötüken yaparak Göktürkler devletini kuran Bumin Kağan'ın oğlu Tapo zamanında
Göktürkler Budizm dinini seçti. Tapo, Çin'den bazı tavizler elde ederek, onların içişlerine de karıştı.
Ancak, onun 581 yılında ölümünden sonra, ağabeyi Kolo'nun oğlu İşbara hükümdar olarak ilan
edildi. Bu kez Çinliler, Göktürkler'in içişlerine karışmaya başladılar. Çinliler, Bumin Kağan'ın küçük
oğlu Muhan'ın oğlu ile Tapo'nun oğlunu hakimiyeti ele alması için kışkırttı. Ülkede büyük bir
karışıklık çıktı, Çinliler'in etkisi giderek arttı.İşbara'nın 587 yılında ölümünden sonra, Göktürkler
Devleti'nin yeni hükümdarını Çinliler belirledi. 630-680 yılları, Göktürkler'in karanlık dönemidir.Bu
yıllarda, Çinliler'in başa geçirdiği Göktürk hükümdarları göstermelik birer kişi olmaktan
öteye geçemediler. Sarayın koruma birliğinde görevli olan Kürşad, 639 yılında Çin hükümdarına
suikast düzenlediyse de başaramadı ve öldürüldü.Vezir Tonyukuk ile Kutluğ (İlteriş) Han birleşerek,
Çin'den bağımsızlığını tekrar elde etti. Kırgızları yenerek genişlediler. En son hükümdar olan Bilge
Kağan yönetiminde vezir olan Tonyukuk'un ölümünden sonra, istikrar bozuldu. Bilge kağan 734'te
öldürüldü. Yönetim, 8 yıl annesi Pofu'nun elinde kaldıktan sonra, Basmıl Başbuğu Kağan olarak ilan
edildi ve Göktürkler Devleti'ne son verildi. (Kaynak Temel Britannica Hürriyet 7. Cilt 198-200. Sayfa)
Türk dilinin en eski ve ilk yazılı örnekleri sayılan Orhun ve Yenisey Yazıtları, bugünkü Moğolistan'ın
bu adla anılan ırmakları yöresinde ve geniş bir alanda yer alır. Bu yazıtlar, Türk Tarihi, toplum hayatı
ve kültürü üzerinde ilginç bir tarih belgesidir. Yazıtlarda Türklük Bilinci oluşturularak, Türk Birliği'nin
sağlanması teması işlenmiş, toplumsal dayanışma ve devletin sürekliliği siyasi mesaj olarak
verilmiştir. Kuzey Moğolistan'da Orhun, Tola ve Selenga ırmaklarının bulunduğu yöredeki yazıtların
başlıcaları: Kültigin (gültekin) Yazıtı, Bilge Kağan Yazıtı, Vezir Tonyukuk Yazıtı, Orgin Yazıtı, Kuli-
Çur Yazıtı, Selenga Yazıtı, Karabalsagun Yazıtı ve Suci Yazıtı'dır. (Kaynak Temel Britannica Hürriyet
Ans. 13. Cilt 199-201. Sayfa)
Bilge Kağan'ın ölümünden sonra oğlu tarafından diktirilen anıtlar ilk yazılı tarihi eserimizdir. Bilge
Kağan'ın asırlar önce Orta Asya bozkırlarındaki taşlara kazınmış vasiyetini, önce kafalarımıza ve
kalplerimize, sonra da büyük mermer kaidelere kazıyarak yurdumuzun her yanına dikilmelidir. Çünkü
vasiyetlerdeki fikirler, sadece Bilge Kağan'ın, Atatürk'ün değil; topyekün bir milletin duygu ve
düşüncelerini aksettirmektedirler.
"Tanrı Türk milletinin adı yücelsin ve yok olmasın diye, babam Kutluğ Kağan ve anam Hatun'u
yükseltmiş, şimdi de beni tahta çıkarmıştır. Ben hali vakti yerinde bir millete hükümdar olmadım. Aç
ve çıplak halkın hanı oldum. Türk Milleti için gündüz oturmadım, gece uyumadım. Öylesine çalıştım.
Başka yerlere göçmüş halkı tekrar yurtlarına topladım. Milletin belini doğrultayım diye, kuzeyde
Oğuz eline, doğuda Kıtaylara, Osnup'ta Çinlilere karşı oniki sefer yaptım. Tanrı yardım ettiği için
ölgün milleti dirilttim. Çıplak halkı giydirdim. Yoksul halkı zengin ettim. Nüfusu azalmış milleti
çoğalttım. Türklerin başka milletler arasındaki mevkiini yükselttim"
Göktürk kitabelerinden öğrendiğimize göre, Türk milletine devletini ve Töreyi veren koyan Tanrı'dır.
Töre, Milletleri yaşatan, yüzlerce yıl ayakta tutan töreleri, gelenek görenekleri ve atalarından kalan
vasiyetleridir. Töre ve devlet öylesine yıkılmaz ve yük olmaz mukaddes varlıktır ki,

32
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

"Üste gök, aşağıda yağız yer yıkılmadıkça Türk Milletinin devletini ve töresini kimse bozamaz ve
yıkamaz."
Göktürk Kitabelerinden öğrendiğimiz bir diğer hakikat ise, Göktürklerin yabancı kültürlere karşı
çıktıkları ve kültür emperyalizmiyle mücadelenin önemini kavramış olmalarıdır. Göktürk yazıtlarında
dikkati çeken en önemli noktalardan birisi de, devletle halk arasındaki ilişkilerdir. Eski Türk töresine
göre, beylerle halk, yani idare edenlerle edilenler anlaşma, uyum içerisinde, yani "Tüz olmak, düz
olmak" zorundaydı. Türkler çok eski çağlardan beri "Devlet, millet", "Aydın halk" kaynaşmasının
önemini biliyorlar ve idare edenlerle idare edenlerin zıtlık içinde olmasını istemiyorlardı.
"Ölümsüz, ebedi anlamındaki "Mengü" veya "Bengü " kelimeleri kullanılarak "Mengü Taş / Bengü
Taş" şeklinde adlandırılan bu yazıtlar, gelecek nesillerin ders alması amacıyla, dikilmiştir.
Ergenekon Destanı veya Bozkurt Efsanesi, derin devletin psikolojik kodlarında vardır. "Ergene" dağ
kemeri, ""Kon" da dik demektir. Ergenekon'un kelime anlamı Dik dağ kemeri oluyor.

Bu destanda, Tatarlar tarafından soykırım uygulanan Göktürkler'in korunaklı bir yer olan Ergenekon'a
sığınmaları ve burada bir süre yaşadıktan sonra, dar geldiği için, 70 yerden dağdaki demir cevherlerini
eriterek çıkması anlatılır. Dilimize, Bozkurt Efsanesi olarak ta yerleşen bu efsane, 13. Yüzyıl
tarihçilerinden Reşideddin'in "Camiüt-Tevarih" (Tarih Mecmuası) ile 17. Yüzyıl tarihçilerinden Ebul
Gazi Bahadır Han'ın "Şecere-i Türki" (Türkler'in Soyağacı) adlı eserlerinde yer alır.
Destan bize neler anlatıyor? Destan, Göktürkler'in çok güçlü olduğu, diğer kavim ve boylara korku
saldığı bir dönemde başlar. O sırada, Türkler'in başında İl Han, Tatarlar'ın başında da Sevinç Han
bulunuyordu. Aralarındaki savaşları İl Han kazanıyordu. Sonunda, Sevinç Han, öteki kavim ve boyları
Göktürkler'e karşı birleştirerek, İl Han'ın üzerine yürür.

Savaş hazırlığı yapan Türkler, çadır ve sürülerini bir araya toplayarak, çevresine bir hendek kazar.
Tatarlar, 10 gün süren bu savaşta yenilerek, geri çekilir. Göktürkler'i ancak hileyle yenebileceğini
anlayan Tatarlar, Hükümdarları Sevinç Han'ın başkanlığında savaş stratejisini belirlerler.
Buna göre, Tatarlar kaçmış gibi yaparak, çadır ve bir kısım mallarını bırakıp-giderler. Göktürkler de
onları kovalamak için peşlerine düşer. Ancak, b,r süre sonra tekrar geri dönen tatarlar, savaşa girişir.
Türklerden büyük olanlar kılıçtan geçirilir, küçük yaştakiler ise esir alınır. Nitekim, Göktürk Hakanı İl
Han ve çocukları öldürülür. Küçük oğlu Kıyan ile yeğenlerinden Negüs esir olarak alınır.
10 gün sonra, eşleriyle birlikte kaçan bu iki kişi; yurtlarına dönerek, deve- at - koyun ve öküzleri de
alarak, düşmanlardan korunabileceği; bir yanı uçurum olan, ancak yabani koyunların yürüyebildiği dik
ve yüksek bir dağın boğazına ulaşırlar.
Çukur kısma girdiklerinde, akarsular- çayırlar- ağaçlar ve av hayvanlarının bulunduğu ve
düşmanlarının ulaşması imkansız olan bu yere Ergenekon adını vererek, yaşamaya başlarlar.
400 yıl sonra, çoğalıp nüfus kalabalıklaştığı için, dışarıya açılmaya karar verirler. Ancak, önlerine
dikilen dağı aşmaları gerekiyordu. Bir yol da bulamamışlardı. Sonunda, bir demirci ustası; dağda
demir madenini gördüğünü, demiri eritirlerse, yol açabileceğini söyler. Bunun üzerine, dağın 70
yerine; yerleştirilen 70 körükle odun ve kömürler yakılmaya başlanır. Bu güçlü ateş, sonunda
demiri eritir ve yüklü bir devenin geçebileceği kadar bir yol açılır. Göktürkler de, başlarında Börte
Çene olduğu halde, buradan eski vatanlarına geri dönmek üzere yola çıkarlar.
(Kaynak: Ana Britannica Hürriyet 6. Cilt,167-168. Sayfa)
Strateji ilminin babası Çinli Sun Tzu, savaşta yenme ve yenilmeyle ilgili olarak şunu söylemişti:
"Düşmanı tanımıyor, kendinizi tanıyorsanız, giriştiğiniz savaşların yarısını kanır, yarısını
kaybedersiniz. Hem düşmanı hem de kendinizi tanıyorsanız, girdiğiniz savaşları kazanırsınız.
Ne düşmanı ne de kendinizi tanımıyorsanız, girdiğiniz tüm savaşları kaybedersiniz.”

33
FARUK ARSLAN

Ünlü Kartaca komutanı Anibal, çıktığı savaşta karşısında büyük bir dağın engel olarak durduğunu
gören ve kendisine ne yapacaklarını soran komutanlarına cevabı şu olur:
"Ya bir yol bulacağız, ya da yeni bir yol bulacağız!"

Mısır'ın fethinden sonra esir Memluk kumandanlarından Kayıtbay Yavuz Sultan Selim'in huzuruna
getirilmişti. Aralarında şöyle bir konuşma geçti:
"- Söyle bakalım Kayıtbay, cesaret ve kahramanlığın ne işe yaradı?"
"- Cesaret ve kahramanlığım hâlâ var ey Sultan! Yalnız, bize ne yaptıysa ordunuzdaki toplar yaptı!"
"- Anlamadım!.."
"- Berberilerden biri, Venedik'ten top getirerek bize satmak istemişti de, Peygamberimizin, "ok ve
kılıç kullanın" şeklindeki emrine aykırıdır diye satın almamıştık. O satıcı bize, "Yaşayan görecektir ki,
memleketiniz top yüzünden elinizden çıkacaktır" demişti. Meğer doğruyu söylemiş!"
"- Din kaidelerine böylesine bağlı idiniz de, Allah'ın, "Düşmanın silahına aynı silahla karşılık
veriniz" emrine neden uymadınız?
Bilmez misiniz ki, "Ok ve kılıç kullanın" demek "Başka silah kullanmayın" demek değildir.
O zaman o silahlar varmış, şimdi de bu silahlar var!"
Kayıtbay başını önüne eğdi ve sustu.

….Türk Milliyetçiliği ilk kez Hunlar zamanında ortaya çıkmıştır. M.Ö.1.yüzyılın sonlarına doğru Hun
İmparatoru CU Cİ Yabgu; Atalarından miras olarak yalnızca vatan ve devlet kalmadığını, hürriyet ve
bağımsızlığında bu miras içinde olduğunu söyledi. Çin kaynaklarında inceleme yapan Alman bilim
adamı Hürth, Çiçi Yabgu nun bu söyleminide kayıt altına almıştır. Hürth; tarihte milliyetçiliği devlet
yönetiminde temel öge olarak alan ilk devlet adamının Türk Kağanı Çü Çi Yabgu olduğunu
belgelemiştir.Daha sonra ortaya çıkan tüm Göktürk yazıt ve anıtlarında Türk Milliyetçiliği açık olarak
tarihe geçmiştir. Bu yazıtlar ve anıtlardaki tüm düşünceler açık ve özgündür. Türklük düşüncesi ve
millet olma özelliği açık olarak biçimlendirilmiştir… Türkler, kurdukları Göktürk devletinde; temel
ögeleri millet olma bilincini ana ilke olarak almışlardır. Tamamen bir milliyetçilik örneği olan ve
tarihte ilk düzenli orduları kuran Hunlardır. Çin kaynaklarında da açıkca belirtildiği gibi Hunlar,
asaletli bir toplumdu. Hun Ordusunun ana çekirdeği süvarilerdi. Onar bin kişilik yirmidört tümenden
oluşan Hun orduları; atlı oluşlarından ötürü süratli ve yüksek manevra gücüne sahiptir. Hun orduları
ok, yay ve kılıç kullanıyordu. Hunlar toplumları ve orduları içine kesinlikle Türk olmayan yabancı
asker sokmadıkları gibi paralı askerde kullanmamışlardı. Orhun yazıtlarında açıkca Türk Milliyetçiliği
vardır.

Şu ifadelere bakın: “Başına geçtiğim Türk Milletinin şan ve şerefi için gece uyumadım, gündüz
oturmadım. Ölesiye, bitesiye çalıştım. Tanrı yardım etti, bahtım yar oldu, yoksul milletimi zengin
ettim. Türk Milletini bütün milletlerden üstün kıldım””Türk, Oğuz beyleri, Türk Milleti işitin.Yukarıda
gökyüzü çökmedikce, aşağıda yağız yer delinmedikce, Türk Milleti, ülkeni, töreni kim bozabilir. Ey
Türk milleti kendine dön.” Bu sözler Göktürklerin Kanuni Sultan Süleyman’ı sayılan Bilge Kağan’a
ait

Altay bölgesi: Türk tarihinin en önemli alanlarından birisidir. Çünkü, Türklerin anavatanı da burasıdır.
Hyung-Nu (Hun) Türk İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra 5. Yüzyıl başlarında demirçi Açina
(Asena) boyu bu bölgede ortaya çıkmıştır. Kendilerine “Soylu Kurt” anlamına gelen Aşina diyen bu
Türkler, tarihte Gök Türk İmparatorluğu olarak bilinen devleti kurmuşlardır. Bunlar, düşmanlardan
korunmak için başlangıçta kendilerine ulu sıradağların kesiştiği bu sarp alanı yurt olarak seçmişlerdi.

34
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Bulundukları noktaya da “Dik Yamaç” anlamına gelen Ergenekon diyorlardı. Bu bilgiler dünyaca ünlü
Sovyet tarihçisi Prof. L. N. Gumilev’in Eski Türkler isimli kitabında yer almaktadır. Bu demirci
Açinalar; Asya’nın teknolojik üstünlüğü (demir teknolojisini) ellerinde tutuyorlar ve çok değerli savaş
aletleri yapıyorlardı.

Bu dönemde henüz İslam zuhur etmemişti. Göktürklerin resmen Türk Milliyetçiliği yapmalarının
nedenleri vardı. Aslında Göktürk devletinin İranlı Sasanilere vurduğu darbeler sayesinde Saad Bin Ebi
Vakkas komutasındaki İslam ordularının Hz. Ömer devrinde Sasanileri yıkmaları ve İran’ı ele
geçirmeleri kolaylaşmıştır. Türkçülük Türkler arasında hemen yayılmadı. Ancak Emevilerin Arap
milliyetçiliği yapmaları nedeniyle Türklerde Türk milliyetçiliği yaptılar ve İslam’a geç girdiler. Ömer
Bin Abdülazi döneminde Şam’a gelen Türkmen heyetinin Emevi valiyi şikayet etmesi
meşhurdur. Cizreden muaf olacaklar diye Türklerin müslüman olmasını istemeyen Emevi valisi,
ayrıca Türklerin ilim aşkından, mertliğinden, cesaretinden ve savaşçı bir millet olmalarından
korkmuştur. Korkunun ecele faydası yok. Abbasiler döneminde Arap milliyetçiliği azalınca Türkler
akın akın İslam’a girdi ve Abbasilerin ordu yapılanmasını kısa sürede ele geçirdi. Sadece askeriyeyi
değil, Mevali denen köle Türklerin çocukları İslam’in altın çağında fıkıh, hadis, kelam ilimlerinde,
müsbet ilimlerde de zirveye çıktılar, hatta Zemahşeri’nin ifadesiyle Bedevi Araplara Arapçayı
öğretecek kıvama geldiler.

Ergenekon yerine kurgulanan yeni derin devlet Göktürk, işte bu temel öğe üzerine yoğunlaşarak Türk
milliyetçilerini kullanmayı hedefliyor. Bu nedenle, nereden koşmak istediklerini analiz edelim. Asıl
hikaye bundan sonra başlıyor. Çin sarayına esir düşen veliaht prensi kurtarmaya çalışan Kürşat ve 39
yiğidi, intihar saldırısında kahramanca ölür. Ne tesadüf ki, Encümeni Daniş de, derin devletin 40
kişilik yaşlılar konseyidir! Kara Han’ın kardeşleri 50 yıl süren iç savaştan sonra 9 yaşındaki yiğenleri
İstemihan’ı tahta geçirerek Çin’e karşı “iri, diri ve bir” olurlar. Orhun Kitabelerinde anlatılan
medeniyeti kuranlar, Türk töresine sarılan Göktürk hakanlarıdır. “Gök Tengri” inancına sahip
Göktürkler, çoğu Budist, Şamanit ve Mecusi ahaliye tam saygı gösterdiler. Ergenekon merkezli erken
dönem Türk kültürü Şamanist nitelik taşır ve bu kültür (inanç) günümüzde bile yaşamaktadır. Büyük
şehirlerimizde bugün bile var olan babalar inancı bu şamanist inancın en açık örneklerinden birisidir.

Bu inanışta yeryüzü, yeraltı ve gök olmak üzere üç parçadan oluşan tek evren vardır. Yeraltını Ay
Tanrı temsil eder ve olumsuz (kötü) ruhlar inanışa göre orada yığılmıştır. Yeryüzü ve gökte ise olumlu
ruhlar bulunur. Yeryüzü, toprak ve su ruhları ile doludur. Ağaçlar, sular, kayalar o ruhları barındırır.

Şaman toplumundaki din adamları (şamanlar) iyi ruhlarla bağlantı kurarak Yer altı ruhlarının kötü
etkisini yok etmeye çalışırlar. Bunun için kurban keserler. Değişik hareketlerle (dans) kötü ruhları
kovmak ve iyi ruhları memnun etmek isterler. Bu arada şaman davuluna vurup müziksel ritim
yaratırlar. Sonunda insan ile doğa ve ruhlar (Tanrılar) arasında bir uyum kurmaya çalışırlar. Böylece
Gök Tanrı’yı (Güneş) memnun ederler.

Kırılma noktası, Bizans’ın “Hıristiyan olun” mektubuna Göktürk Kağanı İstemihan’ın ret cevabı
vermesi ve teslisin Türklerin töresine aykırı olduğunu bildirmesidr. İkinci kırılma, Müslüman Arap
ordularının Çin’e karşı verdiği Talaş savaşında Uygurların, Müslümanların tarafını tutmasıdır.
Göktürk, müslüman değildi, bizim derin devletin cibilli ve ırki İslam düşmanları bu nedenle Göktürk’ü
severler.

35
FARUK ARSLAN

Budist olan Uygur Türkleri, Manas destanından da anlaşılacağı gibi hızla müslüman olmaya başlarlar.
Dede Korkut ve Oğuz destanından çıkardığımız sonuç, İslamiyet’in iki yüz yıl içinde Türk aşiretleri
arasında yaygınlaşmasıdır. İlk Türk müslüman devletler sanılan Samanoğlu ve Karahanlılardan önce
Orta Asya Türklerinin yarısı müslümanlaşmıştı. Musevi Hazar Türk Devleti’nde Ordu Başkomutanı
olan Selçuk bey, oğlu Arslan bey gibi müslümandı. 10 bin atlısı ve dört oğluyla Orta Asya’da,
Azerbaycan ve İran’da delicesine çalışan Arslan beyin dört oğlu, Gaznelilerin babaları Arslan beyin
kahpece tutsak etmesinin intikamını adım adım 1040′da Dandanakan savaşında alarak, Türklerin
müslümanlığın bayraktarlığını devraldılar. Selçukluların Tuğrul ve Çağrı beylerle birlikte İslam’ın
koruyuculuğuna soyunduğu, Alparslan adına Abbasilerin hutbe okuttuğu unutulmamalı. Melikiah ve
veziri Nizamülmülk’ten sonra Sencer döneminde gevşeşen Selçuklular, Irak Selçukluları ve Anadolu
Selçukluları adlı iki büyük devleti kurabilmiş ve Araplara Türklerin iman gücünü kabul ettirmişti.
Aynı dönemde Moğolları dünya devi yapan dinsiz Moğol Cengiz Han’ın yardımcısı Arslan beyin Şii
müslüman olduğu, ikiyüzbinlik Moğol ordusunun yarısının Şii ve Sünni müslüman Türklerden
oluştuğu anımsanmalı. Kara bayrak taşımaları nedeniyle Arap müslümanlarca Ye’cüc ve Me’cüc
ordusu sanılan Moğol ve Türk ordusu, İslam ve Çin medeniyetine, Harzemşah ve Abbasilere son
vererek yıkarken, Oğuz kökenli Büyük Selçuklu Devleti, son İslam karakoluydu.

Farklı tarikatların her Anadolu kentini küçük tarikat devletcikleri haline getirdiği dönemde, Türkleri
birleştiren güç Ahi örgütlenmesi, Mevlana ve Yunus Emre anlayışıdır. Anadolu’da yaşayan 4 milyon
Rum ve 1 milyon Ermeni’nin yarısını iki asırda müslümanlaştıran güç, İslam’ın yumuşak Sufi
yorumudur. Medeniyetsiz ve barbar Moğolları 50 yıl içinde müslümanlaştırarak Türkler içinde eriten
yine Sufizmdir. Farscayı kullanan Selçuklular, İran’dan gelen yüzbin Alevi Alperen’in ve bir o kadar
Hoca Ahmet Yesevi’nin Türkçe kullanan dervişleriyle Anadolu medeniyetlerini harmanladı. Çok
kültürlü, dinli ve hukuklu yapıyı devralan Osmanlı devletinin Türkçülük yapmaması, Roma’dan
esinlendiği devşirme asker ve bürokrasi sistemini İslamlaştırması ve içselleştirmesi, Alevi Türkmenleri
çevrede bıraktı. Tarım ve hayvancılıkla uğraşan Türkmenler cahil kaldı, devletde yer tutamadılar.

Osmanlı beyliğinin ilk 150 yılında Selçuklular adına hutbe okuttuğu düşünülecek olursa, Fatih Sultan
Mehmet’e kadar Anadolu’da mirası devralma sorunun varlığı ortaya çıkar. Zaten Fatih, ‘Ben İslam
Roma İmparatoruyum’ demiş, Ortadoks Hıristiyanların koruyuculuğunu üstlenmiş, Oğuz Avşar
soyuyla asillik taslayan Karamanoğlu belasına son vererek, İslam kardeşliğini yeğlemiştir. 2. Beyazıt,
Bektaşilik, Nakşilik ve Mevlevilik’i imparatorluk politikalarıyla resmi din haline getirip
kurumsallaştırdı. Sultan Yavuz ise, Şii ve Türkçü Şah İsmail’in politik Şii nüfuzunu Anadolu
Türkmenleri arasında kullanarak nifak tohumları atmasını ve Türkleri bölmesini Çaldıran’da kırdı.
Sünni Kürtleri yanına alan Yavuz, hem Şii İran’ı bloke etti, hemde yozlaşan Memluklulardan emaneti
teslim aldı. Kanuni Sultan Süleyman’la muhteşemleşen ecdatımız, Türkiye kuruluna kadar bin yıl
süresince İslam’ın koruyucusu, yayıcısı ve adaletin teminatı oldu. 90 yıllık kesinti döneminden sonra
eski şerefli ve onurlu günlere dönmemiz, Allah’a kalmıştır…

Tarihimizin şuurumuzda oluşturduğu krediyi hatırlatıyorum, çünkü Göktürk adında yeniden yapılanan
Ergenekon, dar ve sığ kalıplara sığdırmaya çalıştığı insanımızın taleplerini karşılamaktan halen çok
uzakta kalıyor. Milli bir derin devlet kurabilmenin tek reçetesi, geçmişte yapılan hatalardan ders
almak, aşırı ırkçılıktan arınmak ve tam bağımsız olabilmektir. Muhafazakar Türkmen ve Oğuz
Türkleri, asırlardan sonra ilk defa son otuz yıl içinde eğitimli, kültürlü hale geldi ve bürokrasiye, yani
devlete talip oldu. Hrant Dink suikastının ardındaki Ergenekon’u ıskalarsanız ve Silivri’de
cezalandırılması gereken darbe heveslilerine hukuki zemin oluşturur, tahliye yolu açarsanız, “Çin

36
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

ejderha”sı geri döner ve tüm kazanımları yutar. Hrant benim çok iyi arkadaşımdı, Bakü ve Ankara’da
iken sık sık telefonda konuşurduk, Ermenistanla ilgili haber ve yorumlarımı Agos gazetesinde
yayımlardı.

Talan edilen Ermeni malları dosyası, evlatlık verilen 150 bin Ermeninin varlığı ve “çakma Aleviliği”
kabul ederek tehcirde gitmeyen üçyüz bin Ermeninin gizli kimlikleri dosyasını benle biraz paylaşmıştı.
O dosyanın Veli Küçük’ün eline geçtiğini bir Başbakanlık Danışmanı bana söylemiş ve dosyayı
sızdırmıştı, ama müslümanlaşan Ermenilerin deşifresini nefreti körükleyen bir ırkçılık görerek
haberleştirmemiştim. Gemi azıya almışlardı, Ermeni kökenli diye bazı meşhur isimleri
yıpratacaklardı. Dink’e ‘sakın bunları yazma, yoksa seni öldürürler’ diye uyardım. Dinlemedi,
Atatürk’ün manevi kızı, Dersim’i bombalayan pilot Sabiha Gökçen’in Ermeni yetimi olduğunu yazdı.
Hem Ermeni diyasporasını hem Ergenekon’u ürküttü. Mahkemenin adaletsiz Dink kararını, Ergenekon
ve Balyoz sanıklarını serbest bıraktırmasını“Ergenekon olmadı, Göktürk verelim” diyen derin
yapılanmanın ne kadar güçlü olduğunu göstermesi olarak algılıyorum.

Üzücü olan, İslam’da ters olan, ama aynı aşırı ırkçı zeminden beslenen muhafazakarların bu oyuna
gelerek, kin ve nefreti ‘milli çıkarlar’ diye satan şeytanın avukatlarına inanması, makam ve güçlerini
devam ettirme adına kuvveti hakka tercih etmeleri. Bu oyuna gelen Erdoğan ve AKP’ye sonunuz öz
kılıcınızın özünüzü kesmesi olur, benden uyarması diye sayısız uyarılarda bulundum.

13 Mayıs 2012’de Mahmut Yıldırım, yani Yeşil’in Romanya yıllarında sağ kolu olan Abdullah
Argun Çetin’den Lübnan’dan eposta, mesaj aldım. Kullandığı yeni pasaport ismini yazmayayım da
deşifre olmasın. Zira söz verdim. ‘Patronlarımız değişti ama yaptığımız çirkin işler değişmedi’
diyordu. ‘Siz Ergenekon’u tasfiye ettiğinizi sanıyorsunuz, oysa yeni bir yapı kuruluyor ve kara para
düzenini yöneten kirli eller sadece el değiştiriyor, yeni derin yapının adı Göktürk’ diye yakındı. Şu
anda ne yaptıklarını sordum. Aldığım cevap korkunçtu: Maalesef ülkemizle Suriye’yi savaşa sokmak
için malum devletin gözetiminde ve emriyle provokasyonlar hazırlıyoruz ve kendimi ülkeme ihanet
ettiğim için çok kötü hissediyorum. Bu yazdıklarım sanal bir dizi senaryosu veya komplo teorisi değil
acı gerçekler… Daha fazlasını yazmaya mezun değilim, mesajı alacak almıştır umarım! Suriye ile
savaş demek ekonominin batmasıdır.
Kurtlar Vadisi Pusu dizisine kahramanlaştırılan Yeşil ve avanesinin piyonluktan öte yaptığı icraat
yoktur. 250. Madde’yı çıkartarak uyuşturucu tacirlerini, mafya babalarını ve Ergenekoncu ve Balyozcu
subaylarımızı, generallerimizi Silivri’den çıkartan AK Parti, nasıl bir aymazlık içindedir? Habur
fiyaskosu ile sonuçlanmış Kürt açılımı oyununda başrol alan İrancı damarın temsilcisi Beşir Atalay’a
PKK ile barış yaptık açıklaması yaptırmak üzere olan AK Parti ve ‘Derin Devlet’dir. O günlerde
PKK’nın Avrupa Sorumlusu Zübeyir Aydar’ın twitter’da buna tepkisini gördüm, şöyle dalga
geçiyordu: AK Parti rüya görüyor…
AK Parti Oslo’da hakem devlet gözetiminde PKK’yı muhatap alarak MİT’e bir yanlış yaptırmıştır.
Oysa isteseler hem MİT hem Polis için bugün PKK’dan ayrılan veya ayrılmayan yüzlerce militanı
yakalamak çocuk oyuncağıydı. Teröristi devlet tarihimizde hiçbir devlet yetkilimiz muhatap almamış
ve masaya oturmamıştır. Eğer KCK’ya af ilan edilirse, işte o zaman Türkiye Filistinleşmeye doğru
gider. Zira İsrail’de Yahudiler devletlerini kurmadan önce yıllarca etnik terör estirmişler ve İngilizleri
hakem yaparak vaat edildiğini iddia ettikleri toprakları koparmışlardı. Oslo’da aracı devlet yine
İngilizlerdi ve Oslo görüşmelerini PKK aracılığıyla yine Büyük Britanya istihbaratı MI6 ve MI5
tarafından basına sızdırıldı. Alman istihbaratı BND’den Profesör Udo Steinbach ise militan Kürtlerin
akıl hocası, bize yüzyıl önce yuttuğumuz benzer bir oyunu oynuyorlar. Eski PKK’lılar başta Irak

37
FARUK ARSLAN

olmak üzere birçok ülkede tek başlarına ve rahatça dolaşıyor. Onları alıp getirmek zor değil. Örneğin
Murat Karayılan’ı almak ne kadar zorsa, Osman Öcalan’ı almak o kadar kolaydır. Irak’ta ABD ve Kürt
liderlerin istedikleri anda, Karayılan başta olmak üzere yakalayıp Türkiye’ye teslim edemeyecekleri
tek bir yönetici yoktur. Avrupa’da Almanya ve Fransa’da PKK’nın uyuşturucu ile kara para aklama
operasyonuna el konuldu ve yılda bir milyar dolar akladıkları ortaya çıktı. Avrupalı güvenliğini
düşünüyor, peki bizim halkımızın canı can değil mi, güvenlik, huzur, barış içinde yaşamayı hak
etmiyor mu?
Terörün beslendiği kaynağı kesersen terör biter. Avrupa Birliği ülkeleri teröre karşı sert önlemler
alırken, ülkemizde özel yetkili savcıların yetkilerini tırpanlamak ve ülkemizi ceset tarlasına
dönüştürenleri yargılamadan azat etmek neden? Yeşil gibiler bu oyunda kasten abartılan küçük
piyonlardır, devlet adına katil olan Yeşil’in icraatlarını anlatmaya kitaplar yetmez. Asıl mesele büyük
balıkları yakalamakta! Savcılar ve polisler pek çoğunu yakaladı yakalamasına ama derin yapıyla
uzlaştığı imajı veren AK Parti gulyabanileri, ekonomiyi batırmak isteyenleri ve iç savaş çıkartmaları
için çaba gösterenleri sanki salacak gibi gözüküyor… Bu adım sadece AK Parti’nin bitişi demek
değildir, eski karanlık yıllara dönüşünde sinyalidir. Allah sonumuzu hayreylesin… AK Parti, yılanları
çıyanları, akrepleri meydana salarsa, oy verenler haklarını helal etmeyecektir.
Rahmetli şehit Muhsin Yazıcıoğlu, “Oğuz veya Türkmen soyundan bir lider ve aydınlanmışlar
grubu ülkemizi milli çıkarlarımıza göre yönetene kadar çakma derin devletçilik ve Ergenekonculuk
oynayanlar güruhunun fitneleri bitmeyecek” derdi. “Yüzyıldır bizi yönetenler milli değil” diye sitem
ederdi ve taşı gediğine koyardı: Türk milleti öksüzdür, zira bu milletin iradesinin vesayetsiz tecellisine
ve milletin manevi değerlerine yürekten bağlı birinin başa geçmesine asla tahammülleri yok... Foyaları
ortaya çıkacak diye onu şehit ettiler. Ne kadar haklı olduğunu 2007’den beri resmen ortaya çıkartılan
sekiz kollu ahtapot Ergenekon sayesinde toplumumuz yeni anladı. Resmen diyorum, çünkü daha önce
kimseyi inandıramıyorduk.
Bu yüzsüzler topluluğunun iç yüzünü 1998’den beri yazıyorum. Yüzlerce haber, köşe yazısı, beş
de kitap yazdım. Bana pek çokları en hafif tabirle, “Donkişot”, “Deli” veya “Komplo Teorici”
yakıştırması yaptı. Yıllarca marjinalleştirilmeye ve yok sayılmaya çalışıldım. Şimdi Ergenekoncular ve
onları sevenler marjinalleşti. Yazdıklarımıza, anlattıklarımıza artık kimse şaşırmıyor! Pandora’nın
kutusu açıldı, hiç bir şey gizli kalmıyor. Yeşil, Kara ve Kürt Ergenekon konusuna kitaplarımda
detaylarıyla değindim. Kırmızı PKK ‘Yeşil’leşirken, bunları kamuoyunun bilmeye hakkı var. Biraz
açayım.
Her ülkeye milli bir derin devlet lazımdır. Dış güçlere bağlı olan ve toplumun ana inancının tersine
giden, kısacası şeytana hizmet edenlere karşıyım! Osmanlı devletinde Fatih Sultan Mehmet dönemine
kadar derin devletin yönetimi ve icraat Çandaroğullarındaydı. İstanbul’un alınmasına karşı çıkınca
Fatih tarafından tasfiye edildiler. Derin devlette Anadolu kliğinin sonu geldi, ‘Türk Rumeliler’ ve
‘Devşirme Rumeliler’ devri başladı. Osmanlının başvezir ve vezirlerine bakınız, çoğu devşirme Rum,
Sırp, Hırvat, Boşnak veya Arnavut kökenlidir. Saray’ı ele geçiren bu klik, ülkeye hizmet ettiği sürece
problem yoktu. Galata Bankeri zengin Ermeniler ve Büyük Pazar’ın esnafı Yahudiler, hep Rumeli
atına oynamış ve hep kazanmışlardır. Türkleri, “idraksız, cahil Türkler”, Arapları “necip millet”,
Türkmen Alevilerini ise Farsa hizmet eden “Şii hainler” olarak gösterdiler. Oğuzlar, askeriyeyi
yöneten ama emir eri memurlardı, Türkmenler ise çiftci köylülerdi... Bizi bölen, merkeze yerleşen
Sünni Oğuz ve çevredeki Alevi Türkmen rekabetiydi. Türk-İslam sentezinden ziyade müslüman
kardeşliği esas iken ayrımcılık azdı.
Cumhuriyeti kuran Atatürk’ün çevresini kuşatanlarda Rumeli kliğiydi! Selanik’ten getirtilen
devşirme Sebataycı güruh, İttihat ve Terakki’nin dışlanmış “B takımı” olarak gruba eklemlendi.

38
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Atatürk,“A takımı”nın çoğunu, 1908 ile 1918 arasında koca imparatorluğu yanlış politikaları ile
uçuruma sürüklemeleri ve iktidarı paylaşmak için darbe hazırlamaları nedeniyle, 1926’da İzmir
suikastı bahanesiyle ipte sallandırdı. Bir kısmını da Teşkilatı Mahsusa’nın Kafkas veya Rumeli kökenli
tetikçilerine veya İstiklal Mahkemeleri’ne temizletti! Rumeliler, Kafkas kökenlileri aralarına almamak
için direnselerde, Atatürk büyük yararlılıklar gösteren, nüfusları kabarık Çerkezlere istihbaratı teslim
ederek ödüllendirdi. Onlarda Gürcü, Azeri, Tatar, Çeçen ve Özbekleri yanlarına çekti ve Rumeli
kliğini dengelemeye çalıştı. Neredeyse bir asır böyle geçti.
NATO üyeliğimiz öncesi İsmet İnönü döneminde başlayan bugünkü Ergenekon yapılanmasında
halkın ana inancı sünni Müslümanlık ve Alevilik dışlandı, Kürtler yok sayıldı. Nüfusun yüzde 80’i iç
düşman kabul edildiler ve devlete yaklaştırılmadılar. Bu yöntem, İngiliz ve Fransızların meşhur
azınlıkların çoğunluğu yönetmesi politikasıdır. İpleri yabancı örgütlerin eline tamamen geçmiş
Ergenekon ahtapotunun bazı kolları son operasyonlarla kesildi, ancak yerine başka kollar monte edildi.
Bazı damarlar ise boşluğu değerlendirerek güçlendi. Çerkezler ve Kürtler, yeni Ergenekon’da güçlenen
kesimlerdir. Kürt Ergenekon’u destekleyen klik, Diyarbakır ve Elazığ grubudur. Rumeliler, her zaman
Ergenekon’un kara gücüydü, Kürtleri sahaya süren Yeşil kodlu Mahmut Yıldırım ise Elazığlı Türk
milliyetçisi bir Kürttü, ama Kürt ve Alevilere düşmandı!
Kurtlar Vadisi Pusu dizisinde ‘Kara’ adıyla simgeleştirilen Yeşil karakteri, yeni klikin sahte
kahramanıdır! Hapiste öldürülen Kaşif Kozinoğlu, yıllarca Perinçekgilleri besleyen istihbarattaki kara
koyundu! Peki Yeşil nerede, neden bugün ortaya çıkartılıyor ve hangi kliğe hizmet ediyor? Yeşil,
yakında kirli çamaşırları ortaya dökülecek Mehmet Ağar grubunun geçmişteki pisliklerini aklamak,
örtbast etmek ve kamuoyunun beynini güya PKK’ya karşı sert mücadele konusunda yıkamak için
ortaya çıkartıldı! 62 yaşında emekli olmuş bir devlet memuru, Ankara’da Yeni Mahallede, tam MİT
binasının karşısında 13 yıldır özgürce yaşıyor! 1998’den beri Arnavutluk, Kuzey Irak ve Afganistan’da
dış görevlerde bulundu. Albay rütbesi verildi ve ordu üniforması giydi. İnanmayan, CHP’nin en üst
organı Merkez Karar Yürütme Kurulu eski üyesi Tunceli Milletvekili Sinan Yerlikaya, Mehmet Ağar
ve Yeşil’i yıllarca kullanan istihbaratçılar Teoman Koman, Veli Küçük, Arif Doğan, Mehmet Eymür,
Hanefi Avcı ve Levent Bektaş’a sorabilir…
Uzun süredir Yeşil’in nerede olduğunu sormuyordum. Temmuz 2011 yazında Toronto’nun polis
şefi William Bill Blair, yardımcıları Kim Derry, Tony Warr, Henry Ford ve eşleriyle, Ontario Eski
Adalet Bakanı David ile eşini Türkiye’de gezdiriyordum. İzmir Emniyet Müdürü Ercüment bey bize
üç tane özel koruma ve özel eskortlar verdi. Eskiden Polis Özel Timinde 1990’larda Yeşil ile beraber
çalışmış bir polis, konu açılınca ben sormadan söyledi: Geçen sene Şanlı Urfa’da bir akrabamın
emeklilik işi vardı, sağ olsun Yeşil o işi çözdü. Yeşil yaşıyor, hatta epey iyi gördüm. Eski günlerini
arıyor. Emekli olmuş, artık hiç bir işe karışmıyormuş, kafasını dinlemek istiyor!
‘Eski günler geride kaldı, artık Yeşil gibilerine yer yok. Terörle mücadelede temiz bir sayfa
açılıyor. Polis gücü, öldürmek için değil halkı yaşatmak için bölgeye geliyor’ diye değişen şartlara
vurgu yaptım. “Beni de çağırdılar, gidip gitmemekte kararsızım. Bu hükümete güvenilir mi sence
demez mi?” ‘Git’ dedim ve ekledim: Artık Yeşil veya Kırmızı gibi kime çalıştığı belirsiz tiplerin faili
meçhul cinayetler işleme devri kapandı. Müsade edilmeyecek, devlet yargısız infaz yapmayacak,
cinayet işlemeyecek…
Şu endişesini dile getirdi: Geçmişte polis güçleriyle askerler ve JİTEM birbirlerine silah çektiler,
çatıştılar. Askerler, ülkenin ve bölgenin hakimi biziz, polis de kim oluyor tavrındaydı. Polisi kimse
takmıyordu. Şimdi devran değişti ama halen koordinede aksaklık olur ve henüz tamamen
temizlenemeyen Ergenekoncu askerlerle bölgede çatışırız gibime geliyor… Haksız sayılmazdı ve haklı
çıktı. Eğer Ergenekoncu askerler ordudan temizlenebilseydi, PKK zemin bulamaz ve çoktan teslim

39
FARUK ARSLAN

olurdu! 2011 başından Türk polisi, PKK’nın uyuşturucu depolarına yapılan baskınlarda gelir yollarını
tıkadı. Fransa’da açılan davada Avrupa’dan yılda bir milyar dolar haraç toplayan PKK’nın adamları
tutuklandı ve peşin para gönderdiği kurye sistemi çökertildi. Hakkâri’deki Kavaklı ve Kazan
Vadisi’nde ana terörist yetiştirme kampları dağıtıldı. KCK operasyonları ile şehir yapılanması
çökertildi. Uyuşturucu ticaretinin merkezi olan Van kentini ise deprem vurdu. Halen Van’ın Başkale
sınır kapısı, Hakkâri, Yüksekova uyuşturucu yollarından katırlarla, eşeklerle uyuşturucu taşınıp Van’a
getiriliyor. İşlenmiş halde Van’a İran ve Irak’tan gelen uyuşturucular, buradan İstanbul’a ve Avrupa’ya
pazarlanıyor. Belki de deprem Allah’ın bize uyarısıydı… Van’ın halkı dindar olmasına rağmen yüzde
80′nin araçları uyuşturucu taşımaktan sabıkalı! Kimin uyuşturucusu bu? Elbette Ergenekon ve
PKK’nın.
2013 yazı ve sonbaharında Yeşil’in ölmediği resmen deşifre oldu. Korkut Eken, Emniyetteki
sorgusunda ‘Yeşil yaşıyor’ dedi ve gözler bu gerçeğe çevrildi. Ancak neredeyse bas bas bağırarak
konuyu gündeme getirdiğim haber ve yorumlarımı ana medya ıskalıyor. NTV gazetecilik başarısı
göstermiş, Eken’in ifadesini diğer medyadan üç gün önce yayınlamış. Günaydın! Eken, elbette
Yeşil’in yaşadığını biliyor, zira Lübnan’da Beka Vadisi’inde Suriyeli muhalifleri eğitirken ve
Suriye’de Özel Harp operasyonlar yaparken yanındaydı! Yeşil’in yaşadığına dair en sağlam bilgiye
ise Lübnan’da beraber görev yaptığı sağkolundan Mayıs 2012′de aldığım bir email sayesinde
kavuştum. Yeşil’in Romanya yıllarında sağ kolu olan vatandaş ile 1999′da Ankara’da röportaj
yapmıştım. Öldürüldüğünü yazdım diye bana kırılmıştı, yaşadığını söylemekle kalmadı, emailde
şunları yazdı:
Sayın Arslan

Ben Abdullah Argun Çetin, müstar ad kullanıyorum. Tesadüfen sitenizde ki `Yeşil yaşıyor mu?
Yaşıyor dedik ya` yazınızı okudum. Yazınızda benden de bahsetmişsiniz, ortadan kaybolduğum
doğrudur ama henüz ölmedim. Görüşmemizde de söylediğim gibi bazı şeyler hep gömülü kalmalı,
yada gömülü kalmaya mahkumdur. Zamanında hepimiz üstümüze düşeni yaptık, deli dediler, yalancı
dediler, ama onların bilmedikleri şey ne derlerse desinler ölü demelerinden iyidir. Bana deli ve yalancı
diyenlere zamanında Aksiyon dergisine söylediklerimi okumalarını söylüyorum, hep söylediğim gibi
beni zaman haklı çıkaracak ki, 11-12 sene önce söylediklerim buna Ergenekon dahil ortaya çıkması
sadece bir delinin yada yalancının salladığı şeyler olarak mı görülecek?. Benim üzüldüğüm bana deli
veya yalancı demeleri değil, sadece bildiklerimizin ağırlığı altında ezilmemdir. Saygılarımla.

Ona cevaben bazı sorular sormak istediğimi yazdım ve yanıt bekledim. Şu cevap geldi:

Sayın Arslan,

Benim yaşama sebebim bana hala ihtiyaçları olduğundandır. Yanlız şunu söyleyebilirim ki, hiçbirşey
ortaya çıkarılmış değil, yukarıdan kimsenin kuyruğu kıstırılmadı. Ortaya çıkanlar sadece onların
çıkmasını istedikleri şeyler. Sizin Ergenekon dediğiniz yapılanma ahtapotun en ufak kolu. Sizler
Ergenekon denen şeyle uğraşırken esas olanı gözden kaçırıyorsunuz. Size araştırmanız için tek bir şey
söyleyeceğim AVRASYA feribotu size neyi hatırlatıyor? Gemiye kimin çıkmasına izin verilmişti
yayın yapsın diye? Kime dosyalar servis ediliyordu o zamanlar? Bu bağlantıyı çözdüğünüzde medya
ayağını zaten çözdünüz demektir. (Gazeteci Fatih Altaylı bota çıkmıştı).

Sayın Arslan, hükümet kararlı olabilir, ülke kararlı olabilir bu yapılanmayı çözmeye ama benim şahsi
fikrim ASLA tam olarak çözülemeyecektir. Bölgede bu kadar önem kazanmış bir ülke olmuşken,
Türkiye üzerinde egemen olan devletler kurdukları bu yapılanmayı asla ve asla deşifre etmezler.

40
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Aradan geçen bu zamanda patronlarım değişti ama yeni patronların amaçları ve niyetleri hep aynı
kaldı. Daha yeni Lübnan’dan geldim, ülkeyi Suriye ve Lübnan bataklığına nasıl sürüklemek
istediklerine bizzat şahit oldum. Demek istediğim şey, sizler gibi ülkenin iyiliğini isteyenler ülke
içindeki Ergenekon dediğiniz yapılanma ile uğraşırken esas yapılanmanın içindeki bizler gibi piyonlar
ülke dışında, ülkenin yararına olmayan işler yapıyoruz. Şimdi diyebilirsiniz ki, ` bırakın, ne işiniz var,
gelin bunları yetkililere anlatın`. Evet doğrudur, ülkesini seven herkesin yapması gerekende budur.
Denedik sayın Arslan. İçimizden deneyenler oldu. Ya trafik kazasında öldüler yada Guatelama
hapishanelerinde El Kaide üyesi diye hapsedildiler. Vaktinizi almak istemem. Size bol şanslar
diliyorum. Bu yazdıklarımı kullanırsanız, benim adımı kullanmamanızı özellikle rica ediyorum.
Yinede sormak istediğiniz, cevaplayabileceğim sorulara cevap vermekten onur duyarım.

Ve zor sorularımı sordum:

Sayın Çetin,

Samimi cevap için teşekkürler. Medyanın kim ve kimler olduğu belli zaten ama nedense henüz
operasyon yapmadılar. Biraz soru sorayım, hepsini bilemeyebilirsin.

Uyuşturucu, kumar, kadın ve insan ticareti, kaçakçılık, kısacası kara paranın yönetimi şu anda kimin
elinde? Mehmet Ağar’ın durumu nedir?

BND’nin istasyon şefini biliyorum, MOSSAD ve CIA’nınkiler şu anda kim? AK Partiyi yeniden
dizayn etmeyi planladıklarını biliyorum. Erdoğan’ın yerine yoksa Hakan Fidan’ı mı düşünüyorlar?
Önümüzdeki 10 yılda kimler parıldatılacak?

Yeşil’in kaydettiği videolar ve belgeler önemli. Karanlık bir dönemim kapatılması için bunlara ihtiyaç
var. Nerede olduklarını biliyor musun? halen JİTEM ve faaili meçhul cinayetlerde yeterli delil
emniyetin elinde yok? İsrail, Türkiye’yi komşularıyla kavga ettirip sıcak savaşa sokmaya, ekonomisine
darbe vurup eskisi gibi yönetmeye hevesli ama o dönem geçti. Hangi provakasyonu planlıyorlar?
Alevilik sorunu konusunda kimler kullanılıyor? Nasıl bir fitne ateşi yakacaklar. Yahudi Alevilik,
Mason Bektaşilik, çakma Kemalist Alevi Solculuk nereye koşuyor? Yeni plan nedir?

CHP’nin başına önümüzdeki dönemde Osman Faruk Loğoğlu’nu mu koyacaklar? Solu nasıl organize
edecekler? Göktürk yapılanması konusunda ne biliyorsun? Miktat Alpay ve MİT ve Özel Harpteki
Çerkez grubu ne planlıyor? MİT ve Emniyet içindeki kara koyunlar kimler? Kürt Hizbullah’ı ve Kürt
İslam Teali grubunu kimler kurduruyor? PKK’ya hangi rol verilecek? Ajan gazetecilerin listesi sende
var mı? Zor sorular sorduğumun farkındayım. Sen kendi açından nasıl görüyorsun merak ediyorum.
Suriye’yi ikiye üçe böleceklerini, MOSSAD’ın planlarını ve İran olayını elbette biliyorum, ülkeyi
karanlığa sürükleyen içteki hainler kimler?

Selamlar

Şu cevap geldi:

Sayın Arslan,

Sorularınızdan bazılarının cevabını biliyorum, bazılarını zaten bilmem mümkün değil. Benim sağ
kalmamın sebebi, daha evvelde söylediğim gibi bildiklerimi kendime saklamam ve hala işlerine
yaramam. 10-15 gün sonra Hongkong ‘da olacağım. Oradan size daha güvenli bir iletişim kuracağımı

41
FARUK ARSLAN

sanıyorum. Oradan bazı bilgiler aktarabilirim, ama daha önemli bir konu ortaya çıktı. Hocaefendi’ye
yada danışmanlarından birine ulaşabiliyorsanız bir mesajım olacak. Simbetin kodlu Şin Bet ve
Lashgare 23 Takavar kisvesinde, kendisine karşe eylem plane var. Umarem bunlareen ne anlama
geldiğini biliyorsunuzdur, Allah yardımcıları olsun. Saygılar.

SİM veya SİMBET, İsrail’in özel infaz grubunun operasyonel adı. Kurumun tam adı İsrail Güvenlik
Servisi Şin Bet. Şin Bet, epey insanımızı casusluk tuzağına düşürmek için her türlü yolu deniyor.
Önceden şebeke sistemiyle çalışıyordu şimdi ise facebook ve twitter gibi sosyal iletişim ağları
üzerinde yoğunlaşmaya başladı. Özellikle ’araştırma merkezleri’ veya ‘hayır kurumları’ gibi adlarla
faaliyette bulunur Şin Bet. En geniş kadroya sahip ve en önemli departmanlardan biridir. Karşı-
casusluk, yabancı diplomatların takibi görevlerinin yanı sıra, komünistlerle ve diğer politik aşırı-
uçlarla mücadele eder. Dezenformasyon, yanlış veya doğruluğu bulunmayan ve kasıtlı olarak yayılan
bilgidir ve Şin Bet’in en başarılı olduğu alandır. Hasmı rencide etmeyi, aşağılayıp küçük düşürmeyi
amaçlayan Karşı propaganda ile benzerlik taşır. Sahte belge, el yazısı, fotomontaj ve montaj filmler ile
fabrikasyon istihbarat ve dedikoduların duyurulması gibi yöntemleri bulunur. Sosyal alanda bireyleri
ve toplumları yönlendirmek amacıyla, yanlış bilgi ve haber vermek için kullanılan en önemli
araçlardan biridir. Espiyonaj veya askeri istihbarat alanında dezenformasyon, düşman kuvvetleri yanlış
kararlar aldırmaya yönelik olarak çıkartılır. Hasım tarafta psikolojik çöküntü oluşturulması ve
motivasyonun kırılması için de kullanılır.

Yanlış bilgi üretme ve yayma yoluyla yapılabileceği gibi mevcut bir bilgiyi kötü maksatla kullanma ve
çarpıtarak verme yöntemi de uygulanabilir. Geleneksel propaganda veya Büyük Yalan teknikleri
toplumsal seviyede hissiyatı motive veya demotive etme amacı taşırken dezenformasyon, makul
seviyede kitleleri kuşkuda bırakan çarpıtma bilgiler veya bu bilgilerin yanlış kasıtlı sonuçlara
bağlanması yoluyla manipüle etme amacına hizmet eder. Eğer hedef kitle bu tip kontrolden
etkilenebilecekse uygulanan diğer bir teknik, gerçeklerin gizlenmesi veya sansürlemedir. Eğer bilgi
alma kanalları tamamen kapatılmadan bırakılabilirse, bu kısıtlı bilgilerin dezenformasyon ile
doldurulabilmesi ve hasmın kolayca ispatlanamaz birçok iddialar ile birlikte kuşkulu bir halde
bırakılabilmesi mümkündür. Bazı gerçek bilgileri ve gözlemleri bazı yanlış yorumlar ve yalanlarla
karıştırmak veya bazı gerçek bilginin sadece bir kısmını vererek yanlış yorumlarla bilgiyi dağıtmak
yaygın dezenformasyon taktiklerdendir. Operasyon bölümü:

1. Koruma ve güvenlik. (İsrail elçiliklerini ve görevlilerini, Başkan’ı ve İsrail Savunma Sanayini


şemsiyesi altına alır.)
2. Arap ülkelerle ilişkileri yürüten teşkilat. (Özellikle İsrail sınırlarındaki Arap ülkeleriyle
ilgilenir.)
3. Araplar olmayan ülkelerle ilişkileri yürüten teşkilat. (En geniş kadroya sahip ve en önemli
departmanlardan biridir. Karşı-casusluk, yabancı diplomatların takibi görevlerinin yanı sıra,
komünistlerle ve diğer politik aşırı-uçlarla mücadele eder.)
1998′de mensuplarını yine İsraillilerin oluşturduğu İşkenceye Karşı Genel Komite adlı
oluşumun İsrail Yüksek Mahkemesi‘nde Şin-Bet’in işkenceleri hakkında dava açması üzerine,
teşkilatın o dönemdeki Genel Müdürü General Ami Ayalon mahkemeye bir rapor sunmuş ve İsrail İç
Güvenlik Teşkilatı’nın Filistinlilere işkence yapmadan edemeyeceğini, Şin – Bet soruşturmaları
açısından işkencenin zorunlu olduğunu ileri sürmüştü. Ayalon aynı raporda, işkenceye herhangi bir
sınırlama getirilmemesini de talep etmişti. Sonuçta Yüksek Mahkeme, Ayalon’un raporunu esas alarak
İşkenceye Karşı Genel Komite’nin davasını reddetti. İsrail güvenlik servisi Şin Bet’in eski başkanı Avi
Dicter, terör zanlılarına yönelik düzenlenen suikast operasyonlarının her birinin başbakanın özel
onayıyla yapıldığını söyledi. ABD’de Brookings Enstitüsü‘ne konuk olan Dicter, İsrail’in terörle
mücadele operasyonlarının perde arkasına ilişkin yaptığı alışılmadık açıklamasında, suikast
operasyonlarının her birinin tek tek başbakan tarafından onaylandığını anlattı.
Sherut-ha-bitachon ha-khali’in kısaltması, İsrail’in ülke içindeki olayları izlemekle yükümlü istihbarat
servisi. genel güvenlik servisi anlamına gelir. Aslında İsrail’in ülke içerisinde istihbarati faaliyet

42
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

yürüten istihbarat kurumudur ama destek ve operasyon olmak üzere iki bölümden oluşmaktadır.
Özellikle devlet görevlilerinin ülke içerisinde korunması bu kurumun görevidir. Yargsız infazlar,
işkenceler, adam kaçırma ve cinayetler sıradan işleridir. Ülkemizdeki pek çok suikastı Uğur Mumcu
cinayeti gibi bu birimin üyeleri bizim kirli birimlerle ortak yapmıştır. Hücreler halinde çalışan bazı
infaz timleri özel harp elemanlarımızla içiçe geçmiştir.

1980’den itibaren İsrail’in gizli servisi Şin Bet’i yönetenler aslında Yahudi Hahamlar Konseyi’dir.
Yani bir bakıma İsrail’i gerçek manada yönetenler bunlardır. Hatta dünyaya şekil verenleri de
denebilir. Şin Bet’in eski yöneticilerinden Avraham Şalom (1980-86), Yaacov Peri (1988-94), Carmi
Gillon (1994-96), Ami Ayalon (1996-2000), Avi Dichter (2000-2005) ve Yuval Dichter (2005-2011)
daha önce hiç röportaj vermemişti. Yönetmen Dror Moreh’in karşısına geçtiler ve bir belgesele içlerini
döktüler. Oscar’a aday gösterilen The Gatekeepers adlı bu belgeseli izleyen İsrail’deki şahinler “Bizim
Şin Bet sol saçmalıklara kurban gitmiş” diye eleştiriyordı. Nedamet getirmiyorlar aslında, daha zalim
olmadıklarına yanıyorlar. Yuval Diskin, yani Şin Bet’in en son taze yöneticisi, şöyle diyor:
“Biliyorum, onlara göre de ben teröristim. Benim düşman bellediğim beni terörist olarak görüyor.
Birinin teröristi, diğerinin özgürlük savaşçısıdır.” Bizler için zafer nedir? Daha çok terörist öldürmek
mi? Daha çok güvenlik mi? Zafer dediğiniz şey… Kim daha iyi bir siyasi gerçeklik yaratırsa onun
olur. Siyasi bir algı yaratma işidir zafer. Bu kadar basit. Şin Bet’in yöneticilerinin genel politikası bu
cümlelerde gizli; toplumda algı meydana getirerek olmazı olur kılmaktır.

Yeşil’in sağ kolu ile bundan sonraki konuşmalarımız sırdır. En son emailleşmemizde aldığım cevap
korkunçtu: Maalesef ülkemizle Suriye’yi savaşa sokmak için malum devletin gözetiminde ve emriyle
provokasyonlar hazırlıyoruz ve kendimi ülkeme ihanet ettiğim için çok kötü hissediyorum. Bu
yazdıklarım sanal bir dizi senaryosu veya komplo teorisi değil acı gerçekler… Daha fazlasını yazmaya
mezun değilim, mesajı alacak almıştır umarım! Suriye ile savaş demek ekonominin batmasıdır.

Yeşil’in sağkolunun telefonunu Emniyet’e verdim ve dinlemeye almalarını tavsiye ettim ki, Yeşil ne
haltlar karıştırıyor öğrenebilelim. 2012 yazında Türkiye’ye gittiğimde abimin telefonundan ona mesaj
çektim. Ertesi gün abimin telefonu bozuldu ve üç gün tamirciden çıkmadı. Elbette kopyalandı. Zavallı
abimin başını derde soktum. Gerçi ‘başının derde girmesini istiyorsan bir mesaj çekeyim, bak sonra
neler olacak?’ dedim de telefonunu bilerek kullandım. MİT’dekiler boş yere abimin telefonu
kopyaladı, abimin telefon konuşmalarında en fazla, ‘Cimbom ne haber’, ‘hey Afrika nasılsın’ diye
arkadaşlarıyla geyik muhabbetleri vardır. Epey gülmüştük. Neyse, bu işin matrak tarafı. MİT ile dalga
geçmeyi seviyorum…

22 gün sonra çektiğim mesaja yanıt geldi, şöyle diyordu: Çok hızlı bir dönem geçirdik, yoğundum. 10
ay sonra 2013 yazında gelen kısa mesajda ise tırsmıştı: Yazdıklarınızla beni çok kötü bir duruma
düşürdünüz, ben size sadece yardım etmek istemiştim. Artık beni de hedef yaptınız, teşekkürler,
saygılar….

Şu yanıtım son mesajlaşmamız oldu: Mesela. Kimse kimseye haybiye yardımcı olmaz, belkide hedef
saptırmak için beni kullanmak istediniz. Her neyse. Verdiğim rahatsızlık olduysa özür dilerim. Vatana
millete faydalı oldu ise çektiğiniz hiç bir şey önemli kalmaz…

Gazeteci ile hamama giren terler…

Faruk Arslan

Waterloo, Kanada

43
FARUK ARSLAN

Ergenekon nasıl Göktürk oldu?!


TSK bünyesinde kurulan Türkiye Ulusal Stratejiler ve Hareket Dairesi (TUSHAD) Genelkurmay’da
bağlı faaliyet gösteren ordu içindeki derin strateji merkezidir. Muharebe Arama Kurtarma (MAK)
birimi Özel Kuvvetlerin en seçkin birimidir. Tıpkı MAK ve TUSHAD gibi Özel Kuvvetler
Komutanlığı (ÖKK) da devlet iradesi ile kurulmuş yasal bir kurumdur. Ankara Gölbaşı’nda hem Polis
Özel Harekat’ın hem de Özel Kuvvetler Komutanlığı’nın eğitim tesisleri bulunuyor. Yeniden
yapılandırılan, Genelkurmay, Jandarma ve Emniyet istihbaratı tek elde toplayan Milli İstihbarat
Merkezi (MİM)’in de merkezi burasıdır. MİT’in çok güçlü hale getirilmesi kamuoyu adına bir yem, bir
aldatmacadır, esasen MAK ve TUSHAD güçlenmiştir. ÖKK ve MAK’ta yasadışı bir yapılanma
olduğu hep inkar edilmiş, Göktürk yapısı saklanmıştır.

NATO’ya üye olmamızın hemen ardından Bakanlar Kurulu’nun 27 Eylül 1952 sayılı kararı ile
“Hususi ve Yardım Muharip Birlikler” adı altında bir kuruluşun oluşturulmasına karar verildi. Söz
konusu karar gereği 4 Kasım 1953 yılında “Seferberlik Tetkik Kurulu Başkanlığı” adı altında kuruldu.
14 Aralık 1970 tarihinde “Özel Harp Daire Başkanlığı” adını aldı. 1992 yılında çevre ülkeler ve İç
Güvenlik Harekatı ihtiyaçlarına bağlı olarak yeniden teşkilatlandı ve “Özel Kuvvetler Komutanlığı”
adını aldı. Özel Kuvvetler Komutanlığı 2002 yılında Kirazlı ve Güvercinlik Kışlalarını devrederek
Gölbaşı’nda inşa edilen yeni kışlasına taşındı. 2006 yılında yeniden teşkilatlanan Özel Kuvvetler
Komutanlığı Seferberlik Tetkik Kurulu Başkanlığı ve Muharebe Arama Kurtarma Alay Komutanlığı
yeniden teşkil edilen Seferberlik Tetkik Daire Başkanlığı kuruluşuna dahil edildi, 1. ve 2. Özel Kuvvet
Tugay Komutanlıklarının isimleri 1. ve 2. Özel Kuvvet Komutanlıkları şeklinde değiştirildi.

Merhum Bülent Ecevit, kendisine İzmir suikastını düzenleyenin CIA Türkiye İstasyon Şefi Graham
Füller’den emir alan kontragerilla adlı yapı olduğunu öğrendi. 1975’e kadar direkt ABD Savunma
Bakanlığı tarafından finanse edilen Özel Harp Dairesinin bütçesini başbakanlıktan almasını talep etti.
1960 darbesinden sonra dönüştürülen Türk ordusundan seçilen en seçkin subaylar NATO özel
eğitiminden sonra Özel Harb’e atanıyordu. Seçilerek iktidar olmakla muktedir olamayacağını Ecevit
geç anladı. Süleyman Demirel ise uyanıktı, bunu 1950’lerde üniversitede okurken anlamış, Özel
Harb’ın sivil unsurları arasında yer almıştı. DSİ Genel müdürlüğünden AP’nin başına paraşütle
indirilmiş ve 40 yıl Türk halkını başarı ile oyalamıştı.

Merhum Turgut Özal, Kartal Demirağ suikastın arkasındaki karanlık elin Özel Harp olduğunu,
başındaki Sabri Yirmibeşoğlu Paşa bulunduğunu anlamış ve dosyayı kapatmıştı. 1990’lı yıllar başında
Ankara’ya Füller’den sonra yeni CIA İstasyon Şefi gelmişti: Martin Lawrence. Halen kartı bende
duruyor, 2000 Ekim’inde kendisi ile röportaj yaptığımda ‘Ankara’da 7 Amerikan büyükelçisi
değişti, ben 20 yıldır buradayım’ diye övünmüştü. Lawrence, Irak savaşına Türkiye’yi ordusuyla
sokmak istiyor, Ankara’nın ilk defa kendilerine karşı çıktığını söylüyordu. ABD Ankara
büyükelçiliği’nin başbakanın ve bakanlıkların telefonlarını dinlediğini anlamam için Lawrence ile iki
saat konuşmam yetmişti. Üstelik beni de izlediklerini, dinlediklerini küçük bir espri eşliğinde sadece
benim bildiğim gizli bir bilgiyi aktararak ima etmişti. Neydi o bilgi?

Merhum BBP başkanı Muhsin Yazıcıoğlu ile yakın dost olduğumu, sırasıyla Gündüz ve Muhalif
gazetelerinde Ali Alperen müstear adıyla köşe yazıları yazdığımı eşim bile bilmiyordu. Yazıcıoğlu,
Amerikalıların en fazla çekindikleri isimdi. ÖKK’nın yapısını biliyordu, Özel Büro adlı MAK
birimleri içindeki CIA, MI5, BND ve MOSSAD nüfuz ajanları ve uşaklarının derin bilgisi, ÖKK
içindeki askeri ve sivil özel dostları tarafından Yazıcıoğlu’na gelirdi. Ergenekon ve Balyoz
davalarında pek çok gizli bilgi ve belge savcılara Yazıcıoğlu tarafından verildi. Daha önce verilse
siyasi konjonktür uygun olmadığı için heba olacaktı. Muhsin başkanı öldürmek için plan yapan ekibin

44
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

içinde kesinlikle MAK ve ÖKK vardı vede NATO Özel Timi onayı vardı. Bu nedenle kimse bana
ÖKK’nın vatan evlatlarını feda ederken milli çıkarlar güttüğünü söylemesin!

Meclis Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Milli Savunma Bakanlığı’ndan, 25 Kasım 1952-12
Eylül 1980 tarihleri arasında darbeler, muhtıralar ve demokrasiyi işlevsiz kılan tüm girişim ve süreçler
ile Milli Birlik Komitesi İrtibat Bürosu olarak çalışan birim, Özel Harp Dairesi ve kontrgerilla
yapılanmalarına ilişkin her türlü bilgi ve belgenin birer örneğini istemişti. Bakanlık bu talebe 17 Eylül
2012’de cevap verdi. Bakanlığın yazısı komisyonun 12 Eylül davası kapsamında Ankara 12. Ağır
Ceza Mahkemesi’ne gönderdiği raporun ekleri arasında çıktı. MİT’in, komisyona 24 Aralık 2012’de
gönderdiği bilgi notu ve ihbar mektuplarında, ÖKK içindeki yasadışı yapılanmanın olduğunu iddia
etmesine karşın, “Özel Kuvvetler Komutanlığı’nda kontrgerilla yapılanması yoktur” denildi.

Bordo bereliler olarak anılan Türk ordusunun yüzakı komando eğitimi almış ekipleri eleştirmek ve
savunmak iki ucu keskin bir kılıç. Derin devlet gücü diye tanımlanan, bazılarının kontragerilla dediği
yapı aslında operasyonel anlamda ÖKK ve MAK’ın içindeki cuntavari yapıdan bahsediyoruz. Yoksa
bu güzide birimi yıpratmak istemem. Göktürk adlı derin devlet yapılanmasının ayakta kalmasını
sağlayan askeri cunta birimi olmasa, İstanbul baronları ve siyasi figüranlar serbest at koşturamazlar,
top toplayıcı bile olamazlar. Darbeciler ilk önce bu birimin desteğini almak zorundadır, aksi halde
başarılı bir darbe mümkün değildir.

Özel Kuvvetler içerisinde ‘asıl işi’ MAK grubu yapar. Bu yapının bünyesi, AK Parti döneminde 13
bölgeden, 24 ayrı bölgeye çıkartıldı ve büyüdü. Beyaz Kuvvetler, bölge yapılanmaları halindedir. Bu
bölgelerdeki hücreler birbirini tanımaz. Bölge başkanları var. Sadece bölge başkanları hücreleri bilir.
Takma isimleri kullanıyorlar. Her bölge emrinde hücre şeklinde yapılanmış ayrı ayrı 20-30 tim vardır.
Toplam 4 bin kişilik bir güçtür. Her timin başında bir yüzbaşı ve bir üsteğmen ile 12 başçavuş
bulunur. Şu an JİTEM tehlikeli olmaktan çıktı, asıl operatif birim MAK’tır. 680 civarında maaşlı sivil
unsuru, yüzbine yakın muhbiri vardır.

Ergenekon’un alt ve orta kadrosundan bazıları yakalanmasına rağmen üst yönetiminden birçok kimse
halen dışarıda. Bunlar güvenlik şirketlerini ele geçirdiler. MAK’ta şöyle bir yapı var: Her generalin
başına bir tane özel astsubay verildi. Şu an ne kadar tugay komutanı varsa, hepsinin yanında emir
subayı olarak bir tane eski MAK’çı vardır. Neden eski MAK’çıları seçiyorlar bunun için? Böylelikle
bütün paşaları kontrol altına alıyorlar. Emir subayı ne demek, emir subayı? Paşa öksürse emir
subayının haberi olur. Paşa çay içse emir subayının haberi var. İstediği zaman paşayı etkisiz hale
getirebilir veya öldürebilir de. Gidin kontrol edin. Herhangi bir tugay komutanını çağırın deyin ki,
‘Komutanım yandaki emir subayın kökeni nedir?’ Komutan, ‘Özel kuvvetten’ diyecektir. Özel
Kuvvetten nereden? ‘MAK’çı’. Hepsinin ağzı sıkıdır, konuşmazlar. Bakın Sabri Yirmibeşoğlu halen
üst düzeyde yetkilidir ama kimse ona dokunamaz. Saldıray Berk paşamıza savcılar dava açtı,
mahkeme kabul etti ama kimse dokunamıyor. Bu yapıya, kendi milleti iç düşman olarak algılatılmasa
CIA ve MOSSAD’ın devri sona erebilir. Çok ciddiyim.

Bugün yaşanan AK Parti ile camia arasındaki çekişmenin fişleme skandalı üzerinden çıkması,
MİT’deki istihbarat baronlarından kaynaklanıyor.
Ergenekon operasyonlarını durdurma kararı alan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, bu talihsiz kararını
Gezi olaylarından önce Mayıs 2013’de gerçekleşen görüşmede AK Parti Genel Başkan Yardımcısı
Bülent Arınç ile Fethullah Gülen Hocaefendi’ye bildirdi.
Tepkisinin ‘bizi arkamızdan hançerliyorsunuz’ olduğunu artık söylememde bir beis kalmadı.
Elbette sayın Erdoğan ‘yok sayıyor’ diye asıl adı Göktürk olan derin yapılanma kaybolmadı.
Eğer birileri kalkıpta istihbarat baronlarının tası tarağı toplayıp Mozambik’te tatile gittiklerini ve bir
daha asla geri dönmeyeceğini söylerse rahatlayabiliriz! Geceye gözünü başbakan yumunca açan
karanlık kurullar faaliyetlerini dondurmadı. Tarihimizde bu yanlışı yapan pek çok Osmanlı

45
FARUK ARSLAN

padişahımız ve başvezir bulunuyor. Bedelini hayatları ile ödediler, ülke silbaştan başa döndü.

AKP kendi kuyusunu kazıyor; toplumu geri dönülmesi zor bir intiharın eşiğine sürüklüyor ama bunun
farkında bile değildi. Camia, askeri vesayetin geriletilmesi için gereğinden fazla AK Parti’ye muhabbet
besledi, 2011’den beri yaşanan tasfiyelere sesini çıkarmadı, dişini sıktı. ‘Emniyet ve yargıda camia
cuntası var’ diyenlerin topu MİT’deki ‘Fişleme Cuntası’na bilerek veya bilmeyerek hizmet ediyor.
Erdoğan kendini devirmek isteyenleri MİT’de arasa bulacaktı ama yanlış yerde arıyordu.
Amerikan ve dünya derin devletinin genel müdürü, ABD eski Dışişleri Bakanı Henry Kissinger’ın
İran-Irak savaşında “hangisinin kazanması Amerika’nın çıkarına olur” sorusuna verdiği cevap bugün
bu anlamsız kavga sonucunda global ve yerli fitne şebekesinin ne istediğini özetliyor: İkisinin de
kaybetmesi…

27 Mayıs 1960 ihtilalinde Amerikalılar aslında ordumuza büyük bir darbe yapmış, 243 general, toplam
7200 subay ve astsubayımızı tasfiye ederek yeni bir Türkiye kurmuştu. Adnan Menderes, son
yıllarındaki tek adam ihtirasının kurbanı olmuştu. Militer demokrasi, askeri vesayet ile yönetilen
ülkemizde siyasetçiler sadece figürandı. O yıllarda ağırlıklı bir Soğuk Savaş paranoyasına girildi.
İstihbarat faaliyetlerimize ağırlıklı olarak mason locaları hakim oldu. O dönemde MİT ve Seferberlik
Tetkik Kurulu’nun beşinci kol faliyeti, Tapınak Şovalyeleri, Sion Tarikatı, Gül ve Haç Kardeşliği
örgütleri ile yakın temasa geçti. Ne var ki bu faaliyetlerin ne kadar milli olduğu ciddi biçimde
tartışmaya açıktır. MİT’in istihbarat elemanları bilinçli olarak Türklerden değil Türkleştirilmiş eski
Sovyet ülkesi kökenlilerden seçildi. Çerkezler, Gürcüler, Çeçenler, Abhazlar, Boşnak ve Arnavutlar
asıllı vatandaşlarımız özellikle istihbarata sokuldu. Türkmen ve Oğuz kökenliler MİT’den dışlandı.
Aksini ispatlayın gazetecilik ve yazarlık mesleğini bırakırım. MİT’den ceza alan bir Ergenekoncu
tanıyor musunuz?

1965′de yasallaşan devlet istihbarat hizmetleri, 1972′den sonra TSK ve MİT içinden bazı kişilerin
angajesi ve bunların dışardaki her türlü yapılanmaları ile başka bir boyut kazandı. 1970′lerden sonra
gizli ittifak hem kurumun içinde, hem dışında milli hassasiyeti olan kim varsa onları ortadan kaldırdı.
MİT’in içinde istihbarat baronları oluştu. Bu baronların hiçbirisinin çalışması asla Türkiye’nin lehine
değildi. ABD’nin büyük politikaları, İsrail’in çıkarları önceliğimiz sayıldı. NATO’ya girmemizin
ardından istihbaratımız ABD tarafından kontrol altına alındı, 1949 yılından sonra eğitilip teçhiz edildi.
Ek ödenekler, 1950- 1975 yıllarına kadar ABD tarafından verildi. Özel Harp Dairesi, Amerikalıların
ordumuzdan seçip yetiştirdiği devşirilmiş elemanlarla dolduruldu. MİT’deki elemanların çoğu Özel
Harp eğitimi alanlardan oluşturuldu. Çerkez ve Gürcü kökenliler, ulusalcı, dinden uzak Türk
milliyetçisi olarak MİT yönetiminde baronluk kurdular. Babadan oğula geçen geleneğimiz MİT ve
Dışişleri bakanlığında çok güçlüdür. Her MİT elemanının 3 akrabasını sorgusuz sualsiz bir referansıyla
MİT’e aldırma yetkisi, avantajı vardır. Bu yapının Hakan Fidan müsteşar olduktan sonra birden
buharlaşıp hükümetin emrine girdiğine inanan saf değilse eğer, basireti bağlanmıştır.

Önce gömleği doğru yerden ilikleyelim. Hukuksuz fişleme eylemi, nasıl Genelkurmay’ın kara
koyunları Balyozcuları ve Ergenekoncular için sabit bir suç oldu ve mahkemece tescillendiyse, MİT
için de görev değil suçtur. Bir hukuk devletinde suç işlemeyen masum kendi milletini fişleyen kimse
ceza alır. Hiçbir kimse veya kurum – MİT’deki cunta fitne şebekesi de buna dahil olmakla kendi
suçunu, başkalarının boynuna sorumluluk ve ceza olarak takamaz. Eğer bir hukuk devletiysek,
üstünlerin hukuku değil hukukun üstünlüğü varsa, vatana ihanetle ve casuslukla suçlanan Taraf
gazetesi ve gazeteci Mehmet Baransu’nun değil, fişleme aktörlerinin başı derttedir. AK Parti yönetimi

46
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

iktidarda bulunmanın yol açtığı savunma refleksiyle hatalar yapıyor. 2010’dan sonra da devam eden
fişleme yanlışını sonuna kadar savunamayacağını bakalım ne zaman anlayacak? 28 Şubatcılar bugün
yargılanıyorsa, Balyoz ve Ergenekon sanıkları müebbet cezalar almışsa bunun temel hukuki nedeni
fişlemelerdir. Susun diyenlere bu nedenle aldırmıyorum. Suçu savunan gazetecilere acıyorum.

Fişlenen her kişi ve sivil toplum grubu, fişleme faaliyetinin yetkililerine karşı tazminat davası açabilir
ve suç duyurusunda bulunabilir. Soruşturma savcısı MGK kararının aslını ve fişlemelerin asıllarını
MGK ve MİT’ten istemelidir, ayrıca fişlemede görevli MİT cunta ekibi veya emir veren istihbarat
baronları hakkında savcılar soruşturma izni istemek zorunda kalacaktır. Siyasi iktidar bugün yargıya
müdahale eder ve bu izni vermezse, elbet ileride bu izni verecek bir iktidar gelecektir. Mahkemece
Taraf ve Baransu’ya bir ceza tertip edilecek olursa, Yargıtay’dan, Anayasa Mahkemesi’nden ve en
nihayetinde AİHM’den dönmesi kesindir. MGK ve MİT’in kendi kanununda var olan devletin
mahremiyeti ve devlet sırrı ile ilgili yasaklama ve yasalar, düşman için geçerli olmalıdır. Kendi
vatandaşını iç düşman sayan kanun zaten yasal olamaz. En azından bu yasalarla Avrupa Birliği’ne
girmemiz mümkün değildir. Türkiye’de hâlihazırda yürürlükte olan bir “Devlet Sırları Kanunu”
yoktur. Özel hayata müdahaleyi engelleyen kanunda yetersizdir, Batı standartlarında birey
özgürlüklerini genişleterek düzenlenmelidir.

Medyamızda yaşanan tekelleşme ve devletleşme eğilimi eski Sovyetler Birliği’ne döndü. Devlet
gazetecileri, MİT yazarları türedi veya bazı kalemler kutsanan yeni devlete çalışmaya ikna edildi.
Özgürlüğünü kaybeden kalemlerden kan damlıyor. Açıkca devletin, MİT’in ne talep ettiğini yazıp
çizen bu kalemşörlerin çoğu maalesef sağ görüşlü, muhafazakâr sandığımız eski arkadaşlarımız. Fitne
kazanına odun taşıdıkları halde, devlete çalıştıklarını varsaydıkları için kendilerini kahraman, ötekini
‘vatan haini’, ‘casus’ hatta ‘terörist’ olarak görmeye başladılar. Vicdanlar cüzdanlara, makamlara,
şöhrete, çıkarlara; belkide bal tuzağına, mutaya, nisaya sıkıştı kaldı.

Gidişat şunu gösteriyor ki, muhafazakârlar-dindarlar demokrasi istemiyorlar. ‘’Kemalist devlet’in


ardından ‘muhafazakâr devlet’ faşist, baskıcı, despot olsada yeterli demek istiyorlar. Kendinden olan
‘Yakoben devlet’ makbul, ötekiler umurlarında değil, gemilerini yürütseler yeter… Sağlam, dik
duralım, bu yanlış yaklaşıma entelektüeller ve camia dur demezse Allah’ın gayretullahına dokunması
kaçınılmazdır.
Yeni Türkiye kurduklarını iddia eden iktidar, her yaptığını caiz görüyor, sivil toplumun ve medyanın
sorgulamasına izin vermiyor. Ağızlardan dökülen iftiralar, birbiri ardına savrulan hakaretler, tehditler
sinelerde biriken nefretin büyüklüğüne, yeni kurgulanan istihbarat devletinin nasıl kurulduğuna dair
net fikirler veriyor. Şiddetli imtihanlarla sarsılıyoruz. Düşmanın husumeti mi, dostun vefasızlığı mı,
yoksa her ikisi birden mi bilemiyoruz. Dudaklarımdan hem milletimizin selameti için dualar
yükseliyor, hemde şiir dökülüyor: Artık vefâya eyledik vedâ. Sızlıyor içim her şeyden cüdâ. Her
çehrede yalancı bir edâ. Ayırmasın bizi haktan cüdâ…

47
FARUK ARSLAN

Göktürk’ün Fitne Merkezi

AKP ile cemaat arasındaki kavga krizini 2009’dan beri kaşıya kaşıya çıkartanlar, en popüler CIA ve
MOSSAD muhalifimiz sanılan, oysa CIA ve MOSSAD ajanları ile organik bağı bulunan siyasetçi-
istihbaratçımız olan Doğu Perinçek ve MİT’deki Aydınlık grubudur. İngiliz-Yahudi Kraliçe Derin
Devleti’nin ülkemizde 40 yıldır kullandığı kirli eli olan Perinçekgiller, ürettiği fitnelerle müslümanları
birbirine düşürmeyi başardılar. Bu nedenle İngiliz-Yahudi fitne merkezini deşifre ediyorum. Zaten
Erdoğan’ın kin, nefret, hased, intikam, ksıkançlık dolu konuşmalarını Perinçek yazıyordu.

Bu tiyatroda asıl hedefin Başbakan Erdoğan olduğunu hatırlatıyorum. 2011 yılında Ottava ve
Toronto’ya gelen Aydınlıkçı ama MİT’e çalışan bir akademisyen, bugün yaşananları bir dostuma kim
olduğunu bilmediği için bir bir anlattı: “Cemaatı iç düşman paralel devlet ilan edip Erdoğan’a
vurduracağız, sonra Erdoğan’ı elimizdeki dosyalarla rahatlıkla vuracağız” demişti. Nasıl bu kadar emin
olduklarını sorduğunda arkadaşıma şu manalı yorumu yapmıştı: “İngiliz Yahudi Kraliçe derin devleti
son sözü söyler.” Perinçekgillere bu sefer, AKP Lideri Recep Tayyip Erdoğan arkasında saklanarak
MİT içindeki İngiliz-Yahudi nüfuz ajanları ekibiyle cemaata operasyon yapma görevi verildi, tüm
becerilerini ortaya döküyorlar.

Bu marjinal gruba operasyon yaptırma acziyetine düşen Başbakan Erdoğan’ın ve AKP şürakasından
kimlerin hangi açıklarını yakaladılar acaba? Kimlerin kasetlerini çektiler, kimlerin yolsuzluk dosyaları
ellerinde, kimlerin rüşvet alırlen görüntüleri var ki, cemaate operasyona sesini çıkartamıyorlar. Üstelik
kendi yaptıkları arsızlığı, ahlaksızlığı cemaat yapmış gibi kamuoyuna pazarlama kabiliyeti olan bu
fitne şebekesi artık çok oluyordu. Gizli Arşiv twitter koduyla bugün başbakandan daha da
sertleşmesini isteyen Perinçek kimdir?

JİTEM davasında yargılanan, eski PKK itirafçısı, İsveç’te yaşayan JİTEM elemanı Abdulkadir Aygan,
şu itirafı dikkatlerden kaçmıştı: “Doğu Perinçek bir İngiliz ajanıdır. Bunu 1983 yılında PKK’lı olarak
Şam’da kaldığım örgüt evinde bizzat halen KCK Başkanı olan Cemil Bayık ve Halil Ataç adlı örgüt
Merkez komite üyesi şahıslardan öğrendim. Yeri ve zamanı gelmişken sizlerle paylaşmak istedim.
Şahsen bu konuşmaya tanık olunca; aklıma Mustafa Kemal’in İngiliz ajanı olduğu yolundaki iddialar
geldi. 1970’li yıllarda ”sıkı solcu, Maocu” olan Doğu Perinçek’in son dönemlerde sıkı ”Atatürkçü”
olması, sürekli ”Amerikan Emperyalizmi” karşıtı görünmesi, 1990’lı yıllarda Beka’ya ve Şam’a
giderek PKK elebaşısı Abdullah Öcalan’a gül vermesi (PKK’yı İngilizlerin hizmetine sokmak için)
Şam’da duyduklarımı teyit ediyor.”

Ünlü istihbaratçımız Mehmet Eymür’ün ifadesiyle Perinçek ve hizmetkarları arkalarındaki karanlık


güçle birlikte Lübnan Nahrel Bared’deki FKÖ Kampında İngilizler ve MOSSAD tarafından eğitildiler.
1978, 1979 ve 1980 yıllarında Aydınlık gazetesinde Perinçek grubu, “Kontrgerilla” kampanyalarıyla
halkta sağ ve sol kutuplaşmasını derinleştirdi ve halkı orduya karşı kışkırttı. 1974 Kıbrıs hareketini
yapan ordumuza “işgalci” diyen dönekler, her siyasi ortama göre renk değiştiren bukelemonlardır.
“Fabrikatör” lakaplı Perinçek grubu, Ordu ve MİT’deki karanlık oligarşik çete ile Türkiye’de yeraltı
dünyasındaki karışık menfaat ilişkileri arasında kapıkulluğu ve fitnecilik yapıyordu.

MİT, bugüne kadar iki CIA ajanı yakalayabildi. Tesadüfe bakın ki, ikisi de Aydınlık’tan
çıktı. Maalesef iki CIA’cı da kurmay albaydi ve MİT personeliydi: Turan Çağlar ve Sabahattin
Savaşman. İkisi de Aydınlıkcıların haber kaynağıydı. Hatta Çağlar, doğrudan maaşlı Aydınlık

48
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

elemanıydı. Peşlerine düşen Türk istihbaratçıların aleyhindeki haberleri Aydınlık’ta yayınlıyorlar ve


adreslerini deşifre ediyorlardı. Bugün yaşanan fitnede benzer bir tiyatro oynanıyor, MİT’de çalışan
özel harp albaylar cemaate örgüt darbesi yapıyor.

1970 sonlarında CIA ajanı olarak afişe ettikleri Kemal Ilıcak’ın Tercüman tesislerinde Aydınlık’ı
bastırmaları gibi ayrıntıları bir tarafa bırakın, Ilıcak’ın bunu ABD büyükelçisinin ricasıyla yaptığı
iddialarına ne diyelim? Ya da, Aydınlık’a sabotaj yapmak isteyen Susurlukçu mafya gruplarını bizzat
Mehmet Ağar’ın engellediğini biliyor muydunuz? Aydınlıkçılar’ın savunmalarını kitaplaştırdığı
Sabahattin Savaşman’ın aynı zamanda İngiliz MI6′ya da çalıştığını duymuş muydunuz? Hani şu,
Aydınlıkçıların ev sahibi olan İngilizlere?

Doğu Perinçek ve Aydınlıkçıların yabancı servislerle irtibatı sadece örgütlerinin bir İngiliz’in evinde
yakalanması ile sınırlı değildi. Suçüstü yakalanarak casusluk suçundan ağır ceza alan iki emekli Türk
Subayı da Aydınlıkçılarla irtibatlıydı. Hele bunlardan Turhan Çağlar, Aydınlık’ın “İstihbarat ve Yazı
İşleri Müdürü” gibi çalışıyor, Aydınlıkçılarla toplantılar yapıyordu. Bugün Aydınlık’ta yazan isimlere
bakarak bile fitnenin İngiliz derin devletine çalışan güya devletçi ayağını görmek mümkün.

Perinçek, açıkladığı MİT raporlarıyla, 28 Şubat Dönemi’ndeki aktif tutumuyla yakın tarihimizde
silinmez izler bıraktı. Dev-Genç’in genel başkanlığını yapacak kadar iyi sosyalistti. Şimdi ise
hafızalarımızda Ulusalcı yani Nasyonalsosyalist olarak yer etti. AKP iktidarının ardından ortaya çıkan
Kızılelma Koalisyonu’nun en önemli isimlerindendi. Ergenekon Terör Örgütü Davası’yla Silivri’de 5
yıl geçirdi, örgüt kurucuları arasında adı geçti ve ağırlaştırılmış müebbet aldı. 2003’de Sedat peker gibi
bir ülkücğyle Kızelelma koalisyonu ve Öztürk Ergenekon yapılanması kuran Perinçek, bugün Osman
Sınav yönetiminde TRT’de yeni başlayan Kızılelma dizisiyle MİT’i yapacakları şeytanlıklardan önce
kutsatıyor ve kamuoyunun kafasını yıkıyor ve zihnini karıştırıyor.

Perinçek, üniversite yıllarında, 1962 ve 1963′te toplam on ay Almanya’da işçilik yaptı ve Almanca
öğrendi. Haziran 1964′te Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. Kamu Hukuku (Devlet
Teorisi ve Kamu Hürriyetleri) kürsüsüne asistan olarak girdi. 1967 yılında Dönüşüm dergisi yazı
kurulu üyesi ve başyazarı idi. Almanya’da Türk Toplumcular Ocağı kurucusu ve ilk genel başkanı
olmuştu. Türkiye İşçi Partisi (TİP) üyesiydi. TİP’in Bilim Kurulu’nda görev aldı ve Güvenlik Komitesi
başkanlığı görevlerini yürüttü. TİP içindeki “Devrimci Muhalefet” hareketinin önderlerindendi.

Perinçek 1968′de hukuk doktoru oldu. Doktora tezinin konusu ve ilk kitabı, Türkiye’de Siyasi
Partilerin İç Düzeni ve Yasaklanması Rejimi’ydi. Aynı yıl daha sonra Dev-Genç adını alacak olan
Fikir Kulüpleri Federasyonu (FKF) genel başkanı olmuştu. Yine aynı yılın Kasım ayında,
arkadaşlarıyla birlikte Aydınlık dergisini yayınlamaya başladı. Aydınlık’ın başlangıçtaki kurucuları
Şahin Alpay, Cengiz Çandar, Gün Zileli, Erdoğan Güçbilmez, Vahap Erdoğdu, Atıl Ant, Münir
Ramazan Aktolga ve Doğu Perinçek’ti.

1969 Temmuz’unda İşçi Köylü gazetesini kurdu ve başyazarı oldu. 12 Mart Muhtırası’nın ardından
başlayan tutuklama dalgasından Doğu Perinçek de nasibini almıştı. Tutuklanmış ve yapılan yargılama
sonucunda yirmi yıl hapis cezasına çarptırılmıştı. Cezasını çekerken 1974 Affı imdadına yetişti ve
Doğu Perinçek serbest bırakıldı. Siyasi hayatına kaldığı yerden başlayacaktı. Bu arada hayatına bir
kadın, Sırma Ersanlı girecekti. 1974 yılında evlenen Doğu Perinçek’in evliliği ancak iki yıl
sürebilmişti. Bu evlilikten Zeynep Perinçek doğmuştu.

49
FARUK ARSLAN

28 Ocak 1978′de Aydınlık Davası’nın aklanmayla sonuçlanması üzerine Türkiye İşçi Köylü Partisi’nin
kuruluşuna önderlik etti ve ilk genel başkanı oldu. Türkiye bu yıllarda sağ-sol çatışmaları içinde
kıvranıyordu. Terör şehirleri teslim almıştı. Silahlı çatışmalar alınan tüm önlemlere rağmen
engellenemiyordu. İşte tam bu ortamda 12 Eylül 1980′de Türkiye’de askeri darbe oldu. Bu Perinçek’in
kişisel tarihi için de çok önemliydi. Perinçek tutuklandı ve 1985 yılına kadar, tam beş sene tutuklu
kaldı. Serbest bırakıldıktan iki yıl sonra, Ocak 1987′de haftalık “2000′e Doğru” dergisini yayınlamaya
başladı. Bu dergide de genel yayın yönetmeni ve başyazarlık görevlerinde bulundu.

Bu defa da neredeyse iç savaş görüntüsü veren etnik çatışma yüzünden başı derde girdi. Güneydoğu
Anadolu bölgesinde muhalif aydınları “te’dib” etmeye yönelik çıkartılan “Sansür Sürgün
Kararnamesi”nin kurbanı oldu. 1990 yılında, Diyarbakır Cezaevi’nde üç ay tutuklu kaldı. 1991 yılında
Türk Ceza Kanunu’nun 141. maddesinin kaldırılmasıyla, yeniden siyasi haklarına kavuştu ve aynı yılın
Temmuz ayında Sosyalist Parti’nin İkinci Büyük Kongresi’nde genel başkanlığa seçildi. Bir yıl sonra
Sosyalist Parti’nin Anayasa Mahkemesi’nce kapatılması üzerine kurulan İşçi Partisi’nin genel başkanı
oldu. Ancak Perinçek hakkında 1991 seçimlerinde TRT’de yapılan Liderler Açık Oturumu’nda yaptığı
konuşma nedeniyle kendisine Terörle Mücadele Yasası’nın sekizinci maddesine dayanılarak on dört ay
hapis cezası verildi. Bu ceza bittiğinde tarihler 8 Ağustos 1999′u gösteriyordu. On ay, on gün
Haymana Cezaevi’nde kalmıştı. Basın suçlarını erteleyen yasayla yeniden siyasal haklarına kavuştu.
19 Ekim 1999′da toplanan İşçi Partisi Olağanüstü Kongresi’nde yeniden genel başkan seçildi. Halen
Şule Perinçek’le evli olan Doğu Perinçek’in bu evlilikten üç çocuğu oldu: Kiraz, Mehmet ve Can
Perinçek. Doğu Perinçek’in hayatında birbirinden ilginç bağlantılar vardı. Dayısı Em. Tümg. Turhan
Olcaytu, 12 Mart Muhtırası öncesinde etkin isimlerden birisiydi. Adı kurulmuş olan cuntaya verilen
Em. Tümg. Cemal Madanoğlu, Perinçek’in ilk eşi Sırma Ersanlı’nın eniştesiydi. Yine Doğu
Perinçek’in teyze oğlu, yani kuzeni Gürbüz Tüfekçi’nin arası TSK mensuplarıyla çok iyiydi. Çevresi
Tüfekçi’yi MİT mensubu olarak biliyordu.

Doğu Perinçek’in sınıf arkadaşları da oldukça önemli isimlerden oluşuyordu. 1964′te mezun olduğu
Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden dönem arkadaşları Mikdat Alpay ve Uğur Mumcu’ydu.
Alpay daha sonraki yıllarda MİT Müsteşar Yardımcılığı görevine kadar yükseldi. 28 Şubat
Dönemi’nde adından en fazla bahsedilen MİT görevlisi herhalde Mikdat Alpay’dı. Hukuk Fakültesi,
Siyasal Bilgiler Fakültesi (SBF) ile yanyana olduğundan, Perinçek’in etkinlik alanı bu okula da
sıçramıştı. SBF, o günlerde siyasi çalkantıların tam odağındaydı. Şahin Alpay, Cengiz Çandar, Nuri
Çolakoğlu, Ömer Madra, Cüneyt Akalın, Halil Berktay gibi o dönemin geleceği parlak SBF ve
Ortadoğu Teknik Üniversitesi asistanları, Perinçek’in etrafında toplandı. Perinçek, 1968′de devrimci
gençliğin en üst kuruluşu olan Fikir Kulüpleri Federasyonu (Dev-Genç) başkanlığına seçildiğinde
Ankara Hukuk Fakültesi’nde asistandı.

Sosyalistlikten ulusalcılığa, ateizmden Müslümanlığa savrulan bir hayatın ortasında Doğu Perinçek,
Ergenekon Davası’nın en önemli mahkumları arasından ordu paşalarıyla beraber Silivri’den kahraman
olarak çıkma planı yaptı. Başbakan Erdoğan’un egosu güçlüydü, parayı seviyordu. AKP içinde “masa,
nisa, kasa” zafiyetlerini tesbit etti ve uzun soluklu bir plan yaptı. PKK ile müzakere cemaat ile savaş,
“PKK sosyal aktivist”, “cemaat Haşhaşinci” iftiraları hep Perinçek’in fitneye, şeytanlığa çalışan
kafasından çıkan komplolar. Başbakan’ın konuşma metinlerini artık Doğu Perinçek, Cem Küçük,
Ergün Poyraz ve Yalçın Küçük yazdığı için Türkiye, 1980 öncesindeki kaos dönemine geri dönüş
yaptı.

50
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Ve Göktürk Sivil Darbe Yaptı

Dostlarım, tanıdıklarım, tanımadıklarım pek meraklı! Sohbetimiz esnasında, hem sosyal medya
üzerinden hemde telefon açıp ülkemizde ne zaman askeri darbe olacağını öğrenmek istiyorlar. Bazen
kendimi darbeleri erken haber vermeden sorumlu gazeteci gibi hissediyorum. Herkes ülkemizde olan
bitenlere bir anlam veremediklerini söylüyor, sitem ediyor ve soruyorlar: “Darbe yakın mı?” Gülsem
mi, ağlasam mı bilemiyorum. Darbe olması için daha ne olması gerekiyor acaba!

“Twitter’da elinde kılıç önüne geleni kesip doğruyorsun, ne oldu sana Allah aşkına?” diyenler halime
pek şaşkın! Takipçim twitter’da bir ayda 4 binden 35 bine çıkmış, her makalemi yüzbin kişi
okuyormuş. 8 yıldır faaliyet gösteren kişisel siteme yoğun girişler olduğu için kapasite artık taşımıyor.
Açık açık yazayım mı, eğer bir darbe olsaydı, ne olurdu! Bir dostum, “sen bir fenomen oldun ama
sakın Türkiye’ye gelme, öldürürler” diyor.

Niye diye sormadım. Ülkeye bir paranoya hakim, aslında bir darbe oldu kimse adını koymak
istemiyor. Başbakan, “dostmodern” diye tanımlamak istedi “post kurtarma” darbesini! Benim tesbitim,
bu bir “Yeşil Neo-28 Şubat ” sivil darbedir ama askerler arkada saklanıyor.

Eğer bir darbe olsaydı, HSYK’da bir değişiklik yapılır, 12 Eylül 2010’da halkın referandumda evet
dediklerine itiraz edilir ve hayır denilirdi. Üstünlerin hukuku geçerli olur, elit bir oligarşi halkla alay
eder gibi tasfiye yapardı. Bir darbe olsaydı, ilk önce HSYK yasası yeniden değiştirilirdi!

Eğer bir darbe olsaydı, darbeleri engelleyen, Ergenekon, Balyoz, casusluk ve 28 Şubat operasyonlarını
yapan 2000 polisi darbeciler hemen sürgün ederdi. Bir darbe olsaydı, Ergenekon’un
intikamını darbecileri soruşturan savcılardan alırlar, savcı ve yargılayan hakimler sürgün edilir,
yetkileri tırpanlanır, tenzili rütbeye uğrarlardı!

Eğer bir darbe olsaydı, medya organlarına devlet el koyardı, devletleştirir, tekel haline getirir, çok
sesliliğe izin vermez, sustururlardı. Bir darbe olsaydı, devlete paralel gazeteci ve yazarlar türer, devlete
yaslanırlar, çirkefleşirler, toptan tüm medya pespayeleşirdi!

Eğer bir darbe olsaydı, Anadolu’nın bağrından çıkmış dindar vatan evladı şeytanlaştırılır, devlet
kurumuna sızdı diye kapı önüne konur, itibarı zedelenirdi. Bir darbe olsaydı, iftira, yalan ve çamur
atmada yarış yapılır, hatta ülkenin en temiz insanlarına ‘Haşhaşin’ denirdi!

Eğer bir darbe olsaydı, ülkemizin yurt dışında medarı iftiharı, alnımızın akı olan Türk okullarını
kötüleme furyası başlatılır, devletin büyüğü büyükelçilerine talimat gönderir ve karalama kampanyası
yapardı. Bir darbe olsaydı, Türk okullarını kötüleyen ‘devletlü’ olurdu!

Eğer bir darbe olsaydı, abuk sabuk kız erkek evler tartışması yapılır, özel hayata karışılır, yasakları
izah için dini terminoloji kullanılır, İslamcılık yozlaştırılır, dünyevileşen müslümanlar dindar sanılırdı.
Bir darbe olsaydı, dershaneler kapatılır veya dönüştürülürdü!

51
FARUK ARSLAN

Eğer bir darbe olsaydı, yolsuzluk, rüşvet, komisyon, hortum, hırsızlıkların üstü örtülür, devleti
yönetenler bizzat yanlışları örtbast eder, yargıya müdahale ederlerdi. Bir darbe olsaydı, dürüst savcı ve
polisler diyar diyar sürülür, hakimlerin gözü korkutulurdu!

Eğer bir darbe olsaydı, MİT tüm cemaatleri eskiden fişlediği gibi fişlemekle kalmaz, despotlaşır,
fişlemelerde “vatan haini”, “devlet düşmanı” ve “casus” gibi notlar düşülürdü. Bir darbe olsaydı, hakkı
söyleyen ve darbecileri takip eden TEM polisleri intihar süsüyle Özel Harp tarafından infaz edilir,
topluma korku, endişe, belirsizlik pompalanırdı!

Eğer bir darbe olsaydı, ülke bir Muherabat, istihbarat ve istibdat devletine döner, birbirinin ayağını
kaydırmak isteyen dönekler, namussuzlar türer, fırsattan istifade müfteri olurlardı. Bir darbe olsaydı,
kardeş kardeşi ispiyonlar, baba oğulu satar, müslüman müslümanı hançerlerdi, herkes birbirine
küfreder, toplum tam ortadan ikiye bölünür, çatlardı!

Eğer bir darbe olsaydı, ülkede muhalefet partisi kalmaz, tek adam zihniyeti hortlar, “dediğim dedik
çaldığım düdük” diyen bir “diktatör”, tüm nimetleri kendinden menkul görürdü. Bir darbe olsaydı, bu
tek adam kendisini halka zorla cumhurbaşkanı seçtirmeye çalışır, seçime hile karıştırmak için devlet
gücünü kullanır, muhalifleri sindirirdi!

Eğer bir darbe olsaydı, devlete göbekten bağlı kılınmış, midesine endeksli, makam düşkünü aydınlar,
akademisyenler susar, gazeteci ve yazarlar devlet kulu olur, makam korkusu, işten atılma endişesi had
safhada olurdu. Bir darbe olsaydı, insanlar zulmü iliklerine kadar hisseder, sıranın kendisine ne zaman
geleceğini kurbanlık koyun gibi beklerdi!

Eğer bir darbe olsaydı, fetva verecek bir hoca mutlaka bulunur, yapılan tüm yanlış işlerin devletin
bekası için gerekli olduğuna vicdanlar inandırılır, gerekirse vatan evlatlarının infazına ses çıkarılmazdı.
Hatta onca devlet ihalesi üzerinden komisyonun ve rüşvetin devlet yararına alındığına halk inandırılır,
zina ve yolsuzluk alenileşirdi! Bir darbe olsaydı, takiye yapanlar, münafıklar çoğalır, doğruları
söylemek elde tutulan ateş, bir kor olurdu!

Eğer darbe olsaydı, sivil toplum öldürülür, sivil toplum örgütleri devletten maliyeleşmemişse ve devlet
tarafından kontrol edilmiyorsa sakıncalı görülür, emir eri olmazlarsa yok edilirlerdi. Bir darbe olsaydı,
ülkenin en büyük cemaatının gözyaşına bakılmaz, gulyabanileştirilir, öcüleştirilir, karalanır, örgüt
davası hazırlanırdı!

Eğer bir darbe olsaydı, hapishanedeki bölücüsü, darbecisi, mafyası dışarı çıkarılarak toplumsal bir
barış olacağına halk inandırılır ama cemaatler tehlikeli görülür hapsedilmeleri için fitneler, yalanlar,
kasetler çıkarılırdı! Mutlaka MİT’in kara koyunlarının ürettiği sahte haberler merkezi olurdu ve
utanmadan yargısız infaz yaparlardı! Bir darbe olsaydı, Fethullah Gülen Hocaefendi’ye sataşmak,
küfür ve hakaret etmek caiz olurdu!

Eğer bir darbe olsaydı, Genelkurmay Başkanlığı Başsavcılığı, 5 yılda 400 celsesi yapılan asrın en
büyük derin devlet davası Ergenekon’dan mahkumiyet yiyenleri, Balyoz davasında kararı Yargıtay’da
onananları kurtarmak için ‘kumpas’ diye suç duyurusunda bulunurdu. Bir darbe olsaydı, milyonlarca
sayfa delile rağmen yargının kararları hiçe sayılır, 28 Şubat davasında sanık kalmaz, 12 Eylül

52
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

davasının içi doldurulmaz, İzmir’de devam eden askeri casusluk davasında yargılananlar Yargıtay
aşaması bypass edilerek serbest bırakılırdı!

Eğer bir darbenin halen olmadığını sanıyorsanız ve askeri darbe ne zaman olacak diye saf saf
bekliyorsanız, ben size daha ne diyeyim!

“Göktürk” adlı yeni derin devlet, fesat oligarşik komite, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan eliyle sivil
bir darbe yaptırdı. Erdoğan, tıpkı Süleyman Demirel’in 28 Şubat sürecinde davrandığı gibi davrandı ve
darbenin yönetimine geçti, iktidarını, yani zevahiri kurtarıyor.

“Uluslararası komplo” filan yok dostlar, darbeyi yapan “paralel devlet” ama adı “Göktürk”. KCK
denen paralel diğer devlet “Kürdistan” ile ortak hareket ediyor. “PYD” denilen “cemaat paralel
devleti” tam bir yalancı hayalet!

Sorun kendinize ve cevabını net olarak düşünün. Eğer bir darbe olsaydı, bugün yaşananlardan daha
fazla ne olabilirdi? Cevabını ben vereyim, bunlar yaşanırdı. Tek farkı olurdu, binlerce insan
hapishanelere alınır ve işkenceden geçirilir veya işlerinden edilirdi. Sakın bana, “olmaz bunlar”
demeyin.

Eğer bu darbe daha da sertleştirilmek isteniyorsa, “Göktürk Komitesi”, bundan sonra ne yapacaktır?
Bir darbe olsaydı, “Türk ordusunda Fethullah Gülen yapılanması” isimli çakma hazırlanmış kurgu bir
yazı dizisi Sabah gazetesinde Ferhat Ünlü ve Abdurrahman Şimşek adlı iki gazeteci ismi kullanılarak
yayınlanır ve kamuoyunda Gülen ve cemaat nefreti patlamaya hazır volkan hale getirilirdi! Ve
casusluk ve vatana ihanet ettikleri gerekçesiyle örgüt davası açılır, MİT tarafından 3 yıldır izlenen
4800 kişiye anında operasyon yapılırdı. 40 gazeteci hapsi boylardı. Savcı ve polisleri devreden
çıkartan soruşturmada MİT mensuplarına özel görevler verilirdi! Kimse sormazdı, 2000 ile 2008
arasında Gülen tam 8 yıl, örgüt davasından yargılanıp tam beraat etmedi mi? Hatta Yargıtay Genel
Kurulu’na kadar giden davada tam aklanmadı mı? Bu nasıl kin ve nefret ki, Hak dostlarını hedef alan
fesat komitesi elbise değiştirip aynı yerden milleti tekrar sokabiliyor ve saçmasapan iftiralarla göz
boyayıp halka yutturabiliyor?

Bir darbe olsaydı, inanın bana bu bile olurdu! Linç edilen hak dostlarının ve son davanın
koruyucusunun Allah olduğu unutulurdu! Gayretullaha dokunan zulüm, Allah’ın kılıçları Hz.
Ömerleri, Hz. Halid Bin Velidleri, Hz. Alileri ve Hz. Ebu Dücaneleri yardıma gönderirdi!

Göktürk’ün Fesat Süfyanizm Oligarşisi

“Büyük Yolsuzluk ve Rüşvet” adı verilen “17 Aralık Operasyon”u sonrası siyasi intiharı seçen AK
Parti’yi seveni, sevmeyeni hayretle izliyor. “Bu bir dış güçlerin komplosu”dur teorisine inanan gittikce
azalıyor. Hastalığa teşhis koyamayan doktor, psikiyatri uzmanı veya psikolog, asla hastayı tedavi
edemez. Toplum doktorları, sosyoloğlardır. Sosyolog gazeteci, Sosyal Hizmetler ve Uluslararası
Hukuk masterları olan yazar olarak teşhisi koydum: Bu bir fesat derin Süfyanizm oligarşisinin
suikastıdır. Üst düzey yapısı beş bin kişiyi bulan bu derin oligarşik fesat yapılanmasından toplam
yüzbin kişi nemalanıyor. Nemalanan kısım, geçişkendir. Nerede menfaati varsa oraya yaslanır ve taraf

53
FARUK ARSLAN

değiştirir! AKP, oligarşiye teslim oldu; cemaatı “paralel devlet” diye tasfiye ettiren şebeke ile dindar
askerimizi ordudan attıran, “bize değil hiyerarşiyi bozup Gülen’e itaat ediyorlar” diye yalan uydurarak
kapı önüne koyan aynı ekiptir. Oyunun fitne cümlesi aynı, maşayı tutan el değişti: AKP ve Erdoğan.

Türkiye’nin ayağına çelme takan oligarşik düzen, halkın bağrından koşup gelen AK Parti ve Fethullah
Gülen grubunu asla sevmedi. Anadolu evladına “devlete sızıyor” yakıştırması yapanlar, “28 Şubat
Post-Modern” darbesinde kim idi ise, bugün yaşanan “Yeşil” görünümlü “Neo-28 Şubat Postu
Kurtarma” darbesinde de aynı fesat merkezi. Bir cemaatı sevmek, hatta mensubu olmak hangi
demokratik ülkede suçtur veya devlet memuru olmaya engeldir? Vatan evladı sızmaz, liyakatıyla
devlet bürokrasisine girer, hizmet eder. Kumpas, Ankara’nın kasvetli elit oligarşisinin en başarılı
olduğu alan. “Bizans Entrikası”da denebilir. Cemaatın “paralel devlet” ilan edilip “örgüt suçu”
kapsamına sokulması eski tezgah. AK Parti’ye daha dün “İslami Terör Örgütü” damgası vuran aynı
şebeke değil mi? Tezgahın nasıl işlediğini, fesat oligarşinin kendi halkına nasıl suikast düzenlediğini
ve AK Parti’nin nasıl tufeye getirildiğini yazmalıyım.

“Yeni Fesat Komitesi”, oligarşik yapının maşasıdır. Emniyeti hallaç pamuğu gibi dağıtan, yargıya
doğrudan müdahale eden, bürokraside cadı avına girişen hükümet, son olarak HSYK’yı kökten
değiştirecek bir yasa teklifi hazırladı. Hakim ve savcıları, Adalet bakanı üzerinden dolaylı olarak
başbakana bağlıyacak yeni sistem, 12 Eylül modelini hortlatıyor. Mesela bugünkü yolsuzluk
soruşturmalarını yürüten savcılar bakan tarafından görevden alınabilecek. Yasa teklifi neresinden
tutsanız sorunlu.

28 Şubat sürecinde yaşadıklarımız aynen yaşanıyor. “12 Eylül diktatörlüğü” geri dönüyor. Bu ülke
“150’lik”ler, “1402’lik”ler, “YAŞ’lık”lar utanç listeleri gördü, hepsi daha sonra çok ayıplandılar ve
iptal edildiler. Pek çok bedeller ödeyerek bu ülke demokrasi yokuşunu tırmandı ve AKP’ye destek
vererek 12 Eylül 2010 referandumunda oligarşik fesatçıları sandığa gömdü. Ancak, oligarşik çete
teslim olmak istemiyor, fitne fesat tohumlarını yeşertip, AK Parti içinden kotardıkları zorlama grupla
koalisyon kurdular. Keşke her şey sadece para ve devlet makamları olsaydı, ama maalesef “devlet
besleme yeşil yandaş medya”, geçmişte düşman olduğu karanlık şebekelerle ortak çalışarak memlekete
çok zarar veriyor.

Bol maaşlı İslamcı yazar ve gazeteciler, hiç utanmadan yolsuzlukların üzerine gidilsin ama
yolsuzlukları kovuşturan polis ve savcılar kovulsun, mahkemeleri biz yönetelim demek istiyorlar.
Neredeyse “istiklal savaşı” veriyoruz, bin kişinin haksız yere yargısız infazla idam edildiği İstiklal
Mahkemeleri kurulsun” diyecekler. “Çakma İslamcı yazarlar”, cemaat yok olunca yeni bir asrı saadet
devrinin başbakan tarafından getirileceğini bile yakında yazabilirler. Aklı başında sandığımız koskoca
“İslamcı yazarlar”, hem her şeyimiz olan Başbakana bir söylesek o her şeyi halleder, kim yolsuzluk
yapıyorsa ona çok kızar bile diyorlar. Ortada duran büyük yolsuzluk kokuşmuşluk ve çürümeyi İsrail
(!) yüzünden görmeyen “İslamcı yazarlar”, yanlışları bir sosyolog titizliği ile mükemmel bir duruşla
yazan Ahmet Turan Alkan, Ali Bulaç ve Mümtazer Türköne’yi linci sevap sanıyorlar! İsrail ve ABD
ile ilişki içinde olan cemaatin tüm mensublarını devletin, yani Başbakanın bekası için yok etmek
vaciptir fetvası nasıl olsa ceptedir.

28 Şubat sürecinde Batı Çalışma Grubu ile, Mart 2003’de ise Balyoz planı ile Çetin Doğan
Kemalizmin ayakta kalması için her şeyi yaptı, suçlu bulundu hapsedildi. Bazı ünlü “İslamcılarımız”,
Başbakanın iktidarda kalması için tozuttu ve “Yeşil bir 28 Şubat” sürecini caiz, vacip hatta galiba farz

54
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

görüyorlar. Meşrepleri meçhul, neye önem verdikleri ise malum. Aile efratları devlet makamlarında
güzel yerlere gelen “İslamcılar” 10 ile 15 bin TL civarı maaşları cebe indirmekle İslama en büyük
hizmeti yaptıklarına inanabilirler. Arpalık devlet postları, bankamatik danışmanlıklar, haybeden gelen
ulufeler, kaynağı sorulmayan oşürler, humus kazançları hep helal oldu. Haram mefhumu müphemleşti,
sanki müslüman için değil sadece münafıklar ve kafirler için Allah sınırları Kur’an’da ve
Peygamberimiz yaşantısı ile hadisinde belirledi. Gulul, kamu hakkı Allah hakkı, yetim hakkıdır
dediniz mi hemen “paralel devlet örgütü” içinde sayılıyorsunuz. Ülkede yanlış giden şeyler olduğunu
iddia ederseniz “yeşil kartel medyası” tarafından hemen Amerika yada “İsrail ajanı” ilan ediliyorsunuz.
Konjoktüre göre, kimi zaman “Gönüllüler Hareketi kötü”, kimi zaman “AK Parti kötü” taktiğiyle iki
grubu birbirine düşürmeyi başardılar. AKP ve Gönüllüler Hareketi’nden intikam almaya çalışan
Ergenekoncuları salarsa, derincilerin dümenine girmiş AK Parti’yi iyi günler beklemiyor.

Ulusalcılar, ülkücüler, PKK ve KCK siyasetçilerinden sonra “siyasi islamcı hareketi” de kendi yanına
çeken derinciler cemaata “örgüt” diyerek kaos çıkartıyorlar. 28 Şubat’da, “irtica bahane vurgun
şahane” manşeti atmıştım bir defa, yerini cemaat kelimesi aldı. “Cemaat bahane yolsuzluk şahane”
manşeti gazetelerde atılmalıydı. “Eski Türkiye”de Atatürk adını kullanarak bankaları hortumlayanlar,
artık her olumsuz şeyde “cemaat yaptı propagandası” ile devlet içinde büyük bir soygun peşinde.
Cemaat kelimesi sihirli bir öcü haline geldi, zina yapsalar cemaat yaptırdı diyecekler ve günahlarını
yıkadıklarını sanacaklar. Bu oyunu erken fark eden cemaat, adını camia yapmak istedi, cemaat
kelimesi oyunu bozuldu. İrtica tehdidi ülkede unutuldu, hatta MGK’da bile tehdit olmaktan güya
çıkardı. Ancak yılmak bilmeyen “oligarşik derinciler”, artık irtica yerine “cemaat tehlikesi paralel
devlet” diye bir fitne uydurdu. Halkı inandırmak için MİT bünyesinde Basın’dan sorumlu Nuh Yılmaz
başkanlığında “Yeşil 28 Şubat’ın Medya Fesat Çetesi” kuruldu. Daha 2007’de “Abdullah Gül’ün eşi
başını açmadan Çankaya’ya çıkamaz, 2013’de Emine Erdoğan başını açmazsa kocasının Çankaya’ya
yolu tıkanır” diyen yazarlar, bugün başbakana “cemaatı yık gazı” veriyor ve “AKP hayranı” olarak el
üstünde tutuluyor.

Gazeteci yazar Nazlı Ilıcak yolsuzluk operasyonu sonrası AKP ve Fethullah Gülen cemaati arasındaki
gerilime dönüşen “paralel devlet” tartışmalarına ilişkin, “Başbakan Tayyip Erdoğan’a bir operasyon
yapıldı. Ama bunu yapan cemaat değil, MİT’in içinde karanlık bir odak! Ergenekon’la da, başka
odaklarla da işbirliği yapmış olabilir. Dış mihrakları da bu paketin içine koyabiliriz” dedi. Ilıcak
Hürriyet’ten Ayşe Arman’a verdiği söyleşide, “şimdi bakın, 28 Şubat operasyonunun tüm
enformasyon bölümünü MİT yürüttü. Ve o MİT hep aynı kaldı. Hiç temizlenmedi. MİT’in içinde
böyle odaklar kalmış olabilir” ifadelerini kullandı. MİT-Medya ilişkilerinin hangi boyutlara ulaştığı,
“MİT’in medyadaki yazar-gazetecileri nasıl denetlediği” hatta “çakma haberlerle yönettiği” artık
deşifre olmalı. Ajanlık yapan gazeteci gazeteci değildir, dejenere devlet gazeteciliğine artık bir son
verin, Sovyet ülkesinde yaşamıyoruz, sivil olun, derin oligarşi emrinde asker bir köle olmayın.

Medya Analiz diye bir blogda çete ortaya çıkartıldı. Postmedya haber sitesi alıntı yaptı, okuyalım:

“MİT’in yönlendirdiği medya ekibi doz açısından derecelendirilmiş düzeyde. Abdurrahman Şimşek,
Ferhat Ünlü, Cem Küçük, Tutkun Akbaş, Ömer Adıyaman, Medyagündem, Sontv gibi isimler ve
siteler, “çete” şeklinde hareket ediyor. Hiçbir kural tanımadan kara propaganda, yalan, iftira, suç
isnadı, delil uydurma, karakter suikastı, masa başı habercilik, yasa dışı takip, izleme, dinleme dahil
tüm imkanları kullanıyorlar. Bu ekibin direct olarak yazı yazdırdığı isimler ise Rasim Ozan Kütahyalı,

55
FARUK ARSLAN

Sevilay Yükselir, Abdülkadir Selvi, Cem Küçük, Elif Çakır, Hakan Albayrak, Hasan Karakaya, Erdal
Şimşek ve Turgay Gülergibi isimler.

İkinci kategoride yer alanlar ise bir derece altta duruyorlar. Hüseyin Yayman, Hilal Kaplan, Celal
Kazdağlı, Alper Tan, Mahmut Övür, Abdurrahman Dilipak, Nasuhi Güngör, Nagehan Alçı gibi isimler
bir doz aşağıdan yayın yapıyorlar. Yıpratma, saldırı, kanaat yönlendirme faaliyetlerini mümkün
olduğunca kriminal dozun bir alt seviyesinde sürdürüyorlar. Ancak tezleri ilk gruptaki “çetenin”
tezlerini yüzde yüz oranında destekliyor.

Üçüncü kategoride ise medya yöneticileri var. Serhat Albayrak, Mustafa Karaalioğlu gibi medya
yöneticileriyle Nuh Yılmaz bizzat görüşüyor. Hükümet politikalarına destek veren bu gazeteler
özellikle “cemaat konusunda” yapılacak yayınlar, izlenmesi gereken politikalar hakkında enforme
ediliyor. Aynı zamanda da Çete’ye bağlı isimlerin önünün açılmasını sağlıyorlar.

Çetenin koç başlığını Abdurrahman Şimşek ve Ferhat Ünlü yürütüyor. Beli silahlı bu iki kişi MİT
üzerinden istedikleri kişinin iletişim bilgileri, adresi, görselleri, takip ettirilmesi, izlemeye alınması
gibi imkanlara sahip. Hayli geniş özel bir bütçeyle donatılmış olan bu iki kişi, aynı zamanda “özel
istihbarat” adı altında bir ekibi de yönetiyor. Hedef belirlendikten sonra bu ekiple ilk yıpratma faslı
başlıyor. Şimşek istihbaratçılığa kendisini o kadar kaptırmış ki, Sabah’ta başında olduğu Özel
İstihbarat Servisi’ne, MİT’teki Kontrterör Dairesi’nin yerini alan Özel İstihbarat Dairesi’nin adını
vermiş. Ünlü ve Şimşek, asıl bombayı daha patlatmadı. Askeriyede cemaat operasyonu yaptırmak
isteyen çetenin patronları ellerine çakma bir yazı dizisi tutuşturdu. Kamuoyunun yeterince cemaat
düşmanı haline geldiğine inandıkları anda Sabah gazetesinde vahim yazı dizisi başlatılacak,
Genelkurmay Başkanı Necdet Özel, aynen 30 Ağustos 2000’de eski Genelkurmay Başkanı Hüseyin
Kıvrıkoğlu’nun dediği gibi vay be devletin altını oyuyorlarmış diye savcılara suç ihbarında bulunacak
ve yeni bir Gülen davası, casusluk ve vatana ihanetten açılacaktır. Gülen haksız değil, değişen bir şey
yok, dün aynı zulmü yapanlar, bugün sadece maşa değiştirdi.

Sabah’ın özel istihbarat müdürü Abdurrahman Şimşek’e bağlı çalışan bu paralel grupta, Vakit-Sabah-
Milat ve şimdi Akşam’da görev yapan Erdal Şimşek, Yeni Şafak’tan Cem Küçük, Medyagündem’den
Tutkun Akbaş, Son TV’den Ömer Adıyaman, Haber TV’den Sinan Tavukçu (Enisteşi İ.H.M, MİT’te
üst yönetici) gibi isimler bulunuyor. Çete’nin arka bahçesinde ise geniş bir internet yelpazesi
bulunuyor. Haber10, Medyagundem, ve Sontv gibi internet siteleri bariz MİT savunmalarıyla dikkat
çekiyorlar. MİT’e yönelik eleştiriler kurum tarafından cevaplanmadan bu siteler üzerinden
cevaplandırılıyor.

Tutkun Akbaş’ın uzun sure yönettiğini inkar ettiği ancak sonunda kabul ettiği finansmanınSerhat
Albayrak tarafından sağlandığı bilinen Medyagundem, tüm ekibin istikametini belirlemede ana
karargah olarak kullanılıyor. MİT’e bağlı ikinci ve üçüncü kategorideki medya yapılanmasının tamamı
hedef alınacak kişi ya da grubu medyagundem üzerinden öğrenip harekete geçiyor.

Hükümete ters düşen kişiler hedef alınmanın yanında Hükümeti yeterli derece savunmadığı düşünülen
kişiler de aynı çark tarafından hedef alınıyor. Mesela bazı konularda“katılmıyorum” gibi naif bir cümle
kuran Akif Beki bile eş zamanlı olarak Medyagundem ve Cem Küçük tarafından “cemaatin
devşirmesi” olarak hedef tahtasına oturtuluyor.

56
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Finansman noktasında devletin imkanlarının devreye sokulduğu görülüyor. Anadolu Ajansı’nın


taşeron şirketi Toprak Ajans burada devreye giriyor ve para muslukları sonuna kadar dolaylı yoldan bu
sitelere açılıyor. Dışarıda “devlet memuru” titrini kullanarak MİT’teki Aydınlıkçıların tuzağına
düşerek Türkiye’yi rezil etme yöntemini izlerken, içeride ise Şimşek Çetesi ve bağlı gruplarını
kullanıyorlar. 90’yıllarda 28 Şubatçılara payandalık yapan Aydınlıkçı MİT’çiler, şimdi AKP’yi içerde
ve dışarda yalnızlaştırmak için çift yönlü bir bitirme operasyonu yürütüyor. MİT’in gazeteci
ajanlarının organizasyon yapısı ve bazı faaliyetleri böyle. Aydınlıkçılar, AKP’nin atadığı MİT’çileri
parmağında oynatıyor. Onlar da devleti ele geçirdiklerini sanıp istihbaratçılık oynuyor.”

Derin oligarşinin patron tanımını, “Ergenekon buzdağının tam resmi!” başlıklı yazımda 1 Haziran
2011 tarihli Canadatürk adlı Toronto’da aylık çıkan gazetemizde yazımda daha önce şöyle yapmıştım:
1960′da kurulan Milli Birlik Komitesi’nin tamamı eski generallerden oluşan 12 asker üyesi günümüze
kadar güncellenerek gelmiştir. 18 İstanbul baronu Sebataycı ve Rum ailesine Türkiye peşkeş
çekilmiştir. CFR’nın resmi Türkiye kolu olan Global İlişkiler Komitesi’nin iş dünyasındaki 12 ismi ve
başındaki Rahmi Koç, askerlerle birlikte askeri vesayeti tepemize Demokles’in Kılıcı olarak
koydurmuştur, asıl derin devlettir beyler! Ergenekon adını 1953′de kod isim olarak NATO eğitimi
aldığı ABD’de ilk kullanan Alparslan Türkeş idi. Albay Ergenekon kod adını 1953 ile 1961 arasında
kullanan Türkeş, Türk ordusunu tasfiye ederek yeni sistem kuran Amerikalılar ile ters düşünce
Hindistan’a 1961′de askeri ataşe olarak gönderilir. Zira Amerikalıların zoruyla Türk ordusundan 7200
subay, toplamda 243 general zorla emekli edilir, tamamen ABD’ye göbekten bağlı olacak sistem
aslında sömürgecilik, militer demokrasi veya Amerikan militarizmi tarzı mandacılıktır.

1961′de Albay Ergenekon kod ismi Turgut Sunalp’a geçer. 1971 muhtırası ve 1980 askeri darbesini
Amerikalı ve İngiliz dostlarının emriyle yerine getiren Sunalp’ın Doğu Perinçek’i İngiliz istihbaratına
eti senin kemiği benim diyerek teslim etmesinden yarım asır geçti. Bu dönek şahsiyetsizi
cezalandırmak yüreğimizi soğutur mu bilemiyorum. Kanlı 1 Mayıs olaylarından Gazi olaylarına,
Madımak’tan Gezi olaylarına kadar Perinçekgilleri her türlü fitne kazanının altında görüyoruz. Eksik
olan onları yöneten, yönlendiren özel harp elemanlarıydı. Sunalp, 1989′da vefat ettiğinde Garanti
Bankası’nın başdanışmanıydı. Görevini 1986′da Veli Küçük’e devrettiği devrede PKK zaten MİT ve
CIA işbirliğiyle ele geçirilmişti. Cumhurbaşkanı Kenan Evren’in ve damadının emriyle İstanbul
Emniyet Müdür yardımcısı Ümit Bavbek operasyonu ile Abdullah Öcalan, rakipleri temizlenerek
plazlandırılacak örgüte lider yaptırılmıştı. Küçük’ün ekibine kurdurulan JİTEM’in zulümleriyle
Kürtler zorla dağa postalandı, terörist yapıldı Kürt gençleri. 1986 ile 2001 arasında PKK’nın macerası,
17 bin faili meçhul cinayet, Sapanca, Kocaeli ve Gebze üçgenini ceset tarlasına çeviren Küçük’ün
Ermenice uzmanı aşırı Türk milliyetçisi bir Ermeni olduğunu unutmayalım.

Veli Küçük’ün görev süresi 2001’de sona erdi. Haziran 2009’da aslında dördüncü ‘Albay
Ergenekon’un kim olduğu ortaya çıktı: Dursun Çiçek. Aralık 2010’da Gölcük Donanma’da ele
geçirilen ‘Proje’ adlı belge Çiçek’in 2003’den beri illegal işler içinde olduğunu ve ‘millete komplo
planı’nı tek başına hazırlamadığını ispatladı. Erzincan davasında konuşan üst düzey bürokrat gizli
tanık Efe’de zaten Çiçek’in ve zamanın 3. Ordu Komutanı Saldıray Berk’in suçunu netleştirdi.
İddianamesi kabul edilen Gölcük belgeleri davasında emekli Koramiral Kadir Sağdıç ‘bir numara’
gözüküyordu! Balyoz davasında yargılanan emekli ve muvazzaf generallerden İbrahim Fırtına, Özden
Örnek, Ergin Saygun, Çetin Doğan, Metin Yavuz Yalçın, Engin Alan, Ayhan Taş, Mustafa Çalış,
Feyyaz Öğütçü, Lütfü Sancar ve Kadir Sağdıç’ın Milli Birlik Komitesi’nde olup olmadıkları

57
FARUK ARSLAN

araştırılmalıdır. Tabi lider Tahsin Şahinkaya yargı önüne çıkartıldığı halde halen neden 12 Eylül
davasının içi boşaltıldı veya doldurulmadı ayrı bir mevzu.

Küçük’ten Çiçek’ten ‘Albay Ergenekon’ misyonunu ‘Paşa’ olarak devralanana kadar Engin Alan neler
yapmıştı, nereden koşuyor? Operasyon birimi halen yönettiği ileri sürülen ‘Paşa Ergenekon’ kodlu
Engin Alan’ın durumu en şaibeli olanıdır. Alan ile 1993′de Bakü’de tanıştığımda askeri ataşe olarak
yeni tayin edilmişti. Henüz tek general yıldızını bile almamıştı. Kısa boylu, sempatik bir komando
izlenimi uyandırmıştı bende. Ebulfeyz Elçibey’in etrafına üç Türk asıllı bakan, başdanışman, özel
korumalar ve Karabağ’da savaşması için özel harp birliği getirtmesini önceleri alkışlamış, onunla
gurur bile duymuştum. Metin yüzbaşının Şamahı’daki Azeri komando yetiştirme kampını, talabelerime
kamp yeri ararken dağda basmış ve Ermenilerin canına okuyan bu özel gücün ardında olan
komutanlarımıza gereken saygıyı göstermiş, her yerde anlatmış ancak gizlilik nedeniyle bugüne kadar
da hiç bir yerde bu konuyu yazmamıştım. Ne olduysa Elçibey’in Rus askerini Gence’den 28 Mayıs
1993′de zorla postalaması ile başladı. Bu kararı Alan’ın aldırdığına emindim, sonuç olarak Elçibey’in
Ruslar tarafından bir hafta içinde indirileceğine de emindim. Kendine çok güvenen Alan’ın ekibi,
Elçibey’in Aliyev’i İngiliz ve Amerikan büyükelçilerinin zoruyla getirmesinden sonra morardı.
Amerikalılarla dirsek teması bozuldu, dipçik yedik… Engin Alan’ın Amerikan karşıtı olduğunu
sanmayın, yedikleri içtikleri ayrı gitmezdi… CIA organizesi MİT’e ihale, başarısızlığa mahkum 1994
ve 1995 Aliyev darbeleri ve suikastlarından sonra kös kös Bakü’den kovuldu. Ülkemizin imajını yerin
dibine batırdı. Ekibine Özel Harbin uyuyan “çakma ülkücü” hücrelerini alan ve uyandıran Alan, ülkeye
dönüşte görev aldığı 1995 Gazi olaylarını organize etmekten henüz yargılanmadı. 1999′de Öcalan’ı
Kenya’dan getiren uçakta olmadığı halde, kahraman olmayı sevdiğinden “ben getirdim” dedi.
MOSSAD ve CIA’nın Öcalan’ı bize asmamız için değil, besleyip siyasi Kürt hareketinin başına
koymamız ve “Büyük Kürdistan”a devlet başkanı yapmamız için verdiğini Alan’dan daha iyi bilecek
ikinci bir isim yoktur.

MHP başına kondurulan MHP Başdanışmanı ve milletvekili Alan, ülkemiz Türk milliyetçileri ile aşırı
Kürt milliyetçilerini 12 Eylül öncesinde olduğu gibi meydan kavgalarına, savaşlarına sürükledi. Türk
ile Kürt kardeşliğini baltalamak isteyen ve araya yeni kan davaları sokmaya çalışan bu fitnenin asıl
gayesi, hükümete ve halka yeni anayasayı yaptırmamaktır. Ergenekon ve Balyozcuları, PKK ve
KCK’lıları genel afla serbest bıraktırmaktır. 12 Eylül ve 28 Şubat davalarının üstünü kapatmaktır.
Askeri vesayetin son kalesi anayasadır, 2016’da değiştiğinde, derin oligarşinin sonu gelecektir.
AKP’den bu dönem için umudumu kestim.

“Yeni Perinçekgiller”i paralel devlet adlı fitne kazanının altında görüyoruz. Başbakan bunu
göremiyorsa, kumpası kuranı yok edemiyor ve milletine suikast düzenleyenleri onaylıyorsa, artık
benim başbakanım olamaz, olmayacaktır. Hikmeti hükümet teraneleri cahillere göredir, teknolojinin
sınır tanımadığı bu bilgi asrında asla özür veya bahane değildir. Aydın namusu, vicdanı dik ve sağlam
durmayı gerektirir, mert olalım lütfen! Madımakta Alevileri yaktıran Doğu Perinçek, Aziz Nesin’in
oğlu Ahmet’in itifaıyla bugün tüm Türkiye’yi nifak ve fitne ateşi ile yakarken sessiz kalamayız.

58
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Birinci Bölüm

GEZİ’DE KILIÇ ÇEKİLDİ

28 Şubat dönemi arkasında pek çok şey bırakarak geçti. Sincan’da yürüyen tanklar, Çevik Bir, gergin
MGK toplantıları, aşağıda ayrıntılarını anlatacağımız çok gizli bir toplantı… Bunların hepsi bu dönemin
hatırlattıkları. Peki ya bu kritik dönemde bir gecede zengin olanlar? Bu kişiler esas fonda bir ayrıntıymış
gibi verildi. Kimsenin aklına o dönemde şu soru gelmedi: Ya bu darbenin asıl amacı zaten ülkenin
ekonomisine darbe vurmaktıysa ve önemli gibi görülen olaylar detaydıysa? 28 Şubat’ta batan ve batırılan
bankalarla ilgili en çarpıcı makaleleri benim yazdığımı takip edenler hatırlayacaktır. Gerçektende ‘21.
yüzyılda, yeni bir 28 Şubat ve batık bankalarda batan paşalar görmek istemiyoruz’ başlıklı yazım
yapılanlara kimsenin ses çıkaramadığı dönemde fenomen haline gelmişti. Bu gün sanki bir deja vu
yaşanmakta. Gezi olayları neticesinde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan iktidarını devirmek isteyenlerin
global sermaye ve medya olduğu ayrıca masonik oluşumların bu ikiliye destek verdiği bir kez daha tecrübe
ediliyordu. Şimdi sadece o dönem için anlamlı olabilen bir soru soralım: Emekli askerlerle bankalar arasında
ne türden bir mesleki ilişki olabilirdi? Cevap o dönemde her şeyin olabilmesinde, normalleşmenin çok
uzakta olmasında gizliydi. 28 Şubat döneminde, batan bankaların önemli bir kısmında yönetim
kurullarında emekli generaller vardı. Banka yöneticileri yargılanırken, askerler davadan muaf tutuldular.
Bu dokunulmazlık zırhı ister istemez akıllara şu soruyu getirdi: 28 Şubat gerçekten demokratik sistemin
kurtarılması adına mı yoksa yeşil sermaye karşısında her geçen gün mevzi kaybeden özel şirketlerin çıkarı
adına mı yapılmıştı? 21 bankanın bir anda batması bu soruyu meşru kılıyordu. Şimdi bu bankaların batış
hikâyesine biraz daha yakından bakalım.

Bankalar, Zengindi Daha Çok Zengin Oldu


Hatırlanacaktır, Şubat 2001′de Türkiye’yi mali iflasa götüren süreçte Merkez Bankası’ndan 5 milyar
dolar hortumlayan bankaların listesi bir türlü çıkarılamamıştı. Halbuki bilindiği gibi Şubat 2001 krizi,
Türkiye tarihinin en önemli dönüm noktalarından biriydi… Birçok banka yapılacak devalüasyonu hissedip
Merkez Bankası’nı hortumlayınca, Türkiye, çok büyük bir mali iflas yaşamış, hatta hükümet bu nedenle
erken seçime gitmişti. O dönemde, Merkez Bankası kasalarına saldıran ve milyarlarca dolar tutarında döviz
çeken bankaları soruşturan bilirkişi Servet Taşdelen tarafından adları verilmeden (1 nolu banka, 2 nolu
banka, 3 nolu banka… şeklinde) olaya adları karışan bankalar listelenmişti. Bu listedeki açık adlar için
bugüne kadar birçok soru önergesi verildi, ancak bu bankalar “bankacılık sırrı” denilerek açıklanmadı.
Halbuki bunlar hepimizin bildiği belki birçok kez kapısından girdiği bankalardı: İşte hortumcu 21 bankanın
adları…
YETKİLİ KATILIMCI
ÜÇ GÜNLÜK NET ALIŞ (USD):
1 NO’LU BANKA (CİTİBANK)

1.063.800.000

2 NO’LU BANKA (DEUTSCHE BANK)

764.000.000

3 NO’LU BANKA KOÇBANK)

59
FARUK ARSLAN

426.000.000

4 NO’LU BANKA (TEB)

411.000.000

5 NO’LU BANKA (YAPI KREDİ)

383.700.000

6 NO’LU BANKA (CHASE&MANHATTAN)

332.600.000

7 NO’LU BANKA (OSMANLI BANKASI)

269.000.000

8 NO’LU BANKA (DIŞBANK)

258.700.000

9 NO’LU BANKA (HSBC)

254.900.000

10 NO’LU BANKA (WLB)

227.200.000

11 NO’LU BANKA (GARANTİ BANKASI)

199.000.000

12 NO’LU BANKA (ABN AMBRO)

135.000.000

13 NO’LU BANKA (FİNANSBANK)

121.000.000

14 NO’LU BANKA (İŞ BANKASI)

95.000.000

15 NO’LU BANKA (TÜRKBANK)

90.900.000

60
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

16 NO’LU BANKA (İKTİSAT BANKASI)

67.700.000

17 NO’LU BANKA (TEKSTİLBANK)

58.300.000

18 NO’LU BANKA (CSFB)

50.000.000

19 NO’LU BANKA (INTERBANK)

42.300.000

20 NO’LU BANKA (AKBANK)

27.000.000

21 NO’LU BANKA (TAIB BANK)

25.000.000

DURUM SANILDIĞINDAN DA VAHİM

Yukaıda görüldüğü gibi Türkiye postmodern darbe sürecinde tam anlamıyla mali bir iflasa
sürüklenmişti. Postmodern darbe Türkiye’nin sadece demokrasisini değil ekonomisini de
vurmuştu.
Başbakan Erdoğan tarafından 2003 yılında hazırlatılan BDDK raporu vurgunları şöyle
açıklıyordu:
* Türk Ticaret Bankası: 777 milyon dolar zararla battı. Hortumcular, 56 milyon dolar götürdü.
* Bank Ekspres: 435 milyon dolar zararda. Korkmaz Yiğit bankadan 311 milyon dolar
götürdü.
* Interbank: 1.2 milyar zarar. Sahiplerinin kullandığı para, 1.1 milyar dolar.
* Yaşarbank: 1 milyar 149 milyon dolar zarar. 103 milyon dolar ortada yok.
* Demirbank: Zararı 648 milyon dolar. Bankanın batmasına ekonomi bürokrasinin sebep
olduğu anlaşılmaktadır.
* Sitebank: Devir zararı 53 milyon dolar. Şirket sahibi 7 milyon dolar kullandı.
* Egebank: 1 milyar 220 milyon zararla battı.
* Yurtbank: Zararı 656 milyon dolar. Balkanerler'in kullandığı kaynak 1 milyar dolar.
* Esbank: Zararı 1 milyar 113 milyon dolar. Sahipleri 478 milyon dolar kullandı.
* Sümerbank: 470 milyon dolar zarar. Sahipleri 293 milyon dolar kullandı.
* Etibank: Devir zararı 698 milyon dolar. Patronu 588 milyon dolar kullandı.
* Bank Kapital: Devir zararı 393 milyon dolar.
* İktisat Bankası: 1 milyar 954 milyon dolar zararla battı. Patronu Erol Aksoy'un kullandığı
para 879 milyon dolar.

61
FARUK ARSLAN

* Bayındırbank: Zararı 116 milyon dolar. Çörtük 95 milyon dolar kullandı.


* Egsbank: Zararı 545 milyon dolar. Hakim gruplar 299 milyon dolar kullandı.
* Kentbank: 681 milyon dolar zararla kapattı. Bürokrasinin yanlış kararlarıyla battı.
* Toprakbank: Zararı 880 milyon dolar. Halis Toprak 485 milyon dolar kullandı.
* Pamukbank: Devir zararı 3 milyar 618 milyon dolar. Patronunu 2 milyar 627 milyon dolar
kullandı.

İLGİNÇ BİR MEKAN, GİZLİ BİR TOPLANTI VE BİR KASET!

İşin bu ksmında ilginç bir kasedin varlığından bahsetmek istiyorum. Kaset 28 şubatta
hortumlanan bankalarla ilgili son derece önemli bir kaset. Öyle bir kaset ki Hürriyet gazetesi
muhabiri kasedin bende olduğunu düşünmüş bu sebeple beni manşete çekmekle tehdit
etmiş ama kasedin bende olmadığını anlayınca vazgeçmek zorunda kalmıştı. Fakat 28
Şubatta yaşanan ekonomik hortumlarla gezi parkı olayları sırasında hükümet tarafından
bahsedilen parasal manipülasyonlar arasında bağ olduğunu düşündüğümden dolayı bu
kasetten bahsetmenin şimdi tam sırası olduğunu düşünüyorum.
Bilindiği gibi Erdoğan’ın bir süre önce gizli kalmış parasal manipülasyonların tek tek ortaya
çıkarılacağını söylemesi ve olası TBMM hortum komisyonu tehditi, faiz lobisi ve yurt dışı
işbirlikçilerini harekete geçirmişti. Baronları korkutan kasedin içeriğini biliyorum ve
kopyasının en az dört yerde bulunduğundan da haberdarım. Kasedin Başbakan Erdoğan’ın
eline de geçtiğini bir dostum söylemişti. 2001 yılında yurt dışına çıkarılan bir kopyası New
York’ta bir posta kutusunda uzun süre kaldı. Daha sonra Mardinli bir Ermeni tarafından
korumaya alındı. Ancak kasedin bu şahıs tarafından Evangelist neoconlara bizzat teslim
edildiğini sanıyorum. Bir kopyası polis istihbaratta olduğu için önemi yok bunun. Bir
nüshası halen okyanus ötesinde olabilir. Bahsettiğim kasedin kahramanı 28 şubat döneminin
merkez bankası başkanı olan Gazi Erçel. Hatırlanacaktır Erçel’in o dönemde bu soyguna
nasıl seyirci kaldığı sorgulanmamış bu durum kuşkuyla karşılanmıştı. Bir çok kişi onun
birileri tarafından korunduğunu düşünüyordu. Bahsettiğimiz kaset ise bu nun sebebini
açıklar mahiyette. 2000 yılında Bilderberg toplantısına Türkiye’yi temsilen Rahmi Koç ile
birlikte katılan Erçel’in küresel patronların Türk ekonomisini batırmasındaki rolü kasette
tüm çıplaklığı ile gözüküyor.

Şimdi bu son derece önemli kasedin çekildiği dönem ve mekana gidelim ve dönemin sır
perdelerinden birisinin nasıl oluştuğuna bakalım. Kasedin çekildiği mekan, Gezi Parkı
olaylarına maddi ve manevi destek veren İstanbul baronlarından Koç ‘baronu’nun yönetim
kurulu odası. Kimin hangi sebeple kasede aldığı meçhul toplantıda üç dünya lideri bankanın
temsilcisi masada ‘baronla’ pazarlık yapıyor. Gazi Erçel, ‘baronun’ sağ yanında, ‘baronun’ sol
yanında ise kartel medyasının Türkiye medya imparatoru oturuyor. (Kızları New York’ta
okurken babalarını böyle tarif edermiş). Toplantı son derece hararetli geçiyor. Toplantıda
Deutchebank, Bank of America ve City Bank yetkilileri, Türkiye’den bir gecede beş milyar
dolar çekeceklerini ve ülkenin devaülasyona gideceğini, Türk parasının ve ekonomisinin
çökeceğini anlatıyor. Paraları kimlerin çekeceği ise çoktan belli. Erçel ve medya
imparatorunun elinde birer liste var, listede 38 adet İstanbul baronunun adı, bankaları ve
aynı gece Merkez bankasından çekecekleri meblağ gözüküyor. En büyük vurgunu en büyük

62
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

baron yapacak, holdingin büyüklüğüne göre hortumun miktarını ‘baron efendi’ belirlemiş.
Pazarlık kızışıyor, son kararı medya imparatoru ile Ergenekon sanığı Veli Küçük’ün biraraya
gelerek birarada netleştirmesi kararlaştırılıyor. Kasedi çeken sanırım Sarı Levent’in ekibi…

Sonrasında ne olduğu ise herkesin malumu. Bu 38 İstanbul baronu aynı gece Merkez
Bankası’ndan beş milyar dolar çekti. Üç yabancı banka da aynı miktarda parasını çekti ve 10
milyar dolarlık gedik nedeniyle ülke ekonomisi battı. Bu yıkımdan sonra siyasete olan
güvenin tamamen çökmesi ve AK Parti’nin tek başına iktidara yürümesine pek de
şaşırmamak gerek her halde. Diğer yandan bu durumu 28 şubat darbe koşullarına bağlamak
gerekiyor. Bu gün ise ekonominin büyüklüğü ve sermayenin belli ellerde toplanmaması
sayesinde bu türden manipülasyonların yapılabilmesi çok kolay değil. Bu da İstanbul
baronlarının kaygılarının en büyük sebebi olsa gerek. Başbakan Erdoğan, söz konusu gizli
kasedin hesabını bugüne kadar sormadı ama 2011’de yaptığı seçim konuşmalarından birinde
dile getirdi ve ne dolaplar döndüğünü bildiğini ima etti. Bu sene içinde hem grup
toplantısında, hemde bir açılışta hortum komisyonu kurup 28 Şubat’ta ülkeyi kasten
batıranlardan hesap soracaklarını dile getirdi. Başbakan muhtemelen bunun yapılmaması
durumunda gezi parkı eylemleri türünden eylemlerin önünün alınamayacağını düşünmüş
olmalı. Dolayısıyla başbakanın müdahale zamanlamasının yerinde olduğu çok aşikar.

Aslına bakılacak olursa ‘Baronları korkutan kaset’ adlı makalemde yukarıda anlattığım
bilgileri vermiştim. Bu makale sosyal medyada büyük yankı uyandırmıştı. Merkez Bankası
Eski Başkanı Gazi Erçel’in öncülüğünde 2001 krizinde
çok sayıda banka döviz kuru üzerinden vurgun yapmıştı. Döviz kuru eski parayla 630 bin
lirayken 5,3 milyar doları satın alıp 1 gün sonra 1 milyon 100 bin liradan satan
bankaların tam listesi ve vurgunun boyutları şöyle:

CİTİBANK: 1 milyar 63 milyon dolar

DEUTSCHE BANK: 764 milyon dolar

TEB BANKASI: 411 milyon dolar

YAPIKREDİ: 385,7 milyon dolar

CHASE MANHATTAN: 332.6 milyon dolar

OSMANLI BANKASI: 269 milyon dolar

DIŞBANK: 258 milyon dolar

HSBC: 254 milyon dolar

63
FARUK ARSLAN

WESTD DEUTSCHE LANDESBANK: 227,2 milyon dolar

GARANTİ BANKASI: 199 milyon dolar

ABN AMRO BANKASI: 135 milyon dolar

FİNANSBANK: 121 milyon dolar

TÜRKİYE İŞ BANKASI: 95 milyon dolar

TÜRK BANKASI: 30,9 milyon dolar

İKTİSAT BANKASI: 58,3 milyon dolar

TEKSTİLBANK: 51,7 milyon dolar

CREDİTSUİSSE FİRST BOSTON: 50 milyon dolar

İNTERBANK: 42,3 milyon dolar

İNTERBANK: 42,3 milyon dolar

TAİB BANK: 25 milyon dolar

ve diğer bankalar ile beraber vurgun'un toplam rakamı 5,338 milyar dolar.. 28 Şubat'ın ülke
ekonomisine toplam maliyeti ise 231 milyar dolar. Peki Gazi Erçel nasıl olmuştu da Merkez
bankası başkanı olabilmişti? Bu sorunun cevabı yine 28 şubatın aktörlerinden Süleyman
Demirel’e uzanıyor. Demirel Erçel’i Yaşarbank’ta keşfetmiş ve merkez bankasının başına
geçirmişti. Erçel bu aşamadan sonra devamlı olarak tartışmalı ekonomik eylemlere imza attı.
Örneğin Türkbank skandalında Korkmaz Yiğit’e bankayı satın almasını salık veren de daha
sonra aynı bankaya el koyduran da Gazi Erçel’di. Bu işlem sayesinde Erçel ve Alaaddin
Çakıcı Korkamaz Yiğit’in 300 milyon dolarını aldılar. Bakanlar Eyüp Aşık ve Güneş Taner’de
bu iş de suç ortağı olarak yer aldı. Bu banka, Mesut Yılmaz, Güneş Taner, Kamuran Çörtük,
Alaaddin Çakıcı, Korkmaz Yiğit'in isimlerinin içinde yer aldığı ilginç bir çarka da konu
oldu. Mesut Yılmaz iktidara emin adımlarla yürüyordu. PKK lideri Abdullah Öcalan’ı
yakalayacak, enflasyonu düşürecekti ama Türkbank gensorusu ile düştü. Korkmaz Yiğit,
ANAP'ın aracılığı ve mafya marifetiyle Türkbank'ı aldı ama herşeyini kaybetti. Alaaddin
Çakıcı, Türkbank ihalesinde komisyon almak için ihaleye girenlere telefon açtı fakat
sonrasında işleri yolunda gitmedi. Mesut Yılmaz'ın Başbakan olduğu,28 Şubat darbe
sürecinde Türkbank'a (1997-2000 yılları arasında) 1 milyar dolara yakın kaynak artırımı
yapıldığı anlaşıldı. Bunda yine Gazi Erçel’in parmağı bulunuyordu.

64
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Geri dönmeyen kredi dağıtma işlemi 1995'ten 1997'ye kadar sürdü. 2001’de yapılan
devalüasyondan önce de banka baronlarına dövizler bozdurularak Hazine bonosu aldırıldı.
Devalüasyonla birlikte bütün bankaların içi böylece boşaltıldı. Bu ‘yağma ekonomisinin’
ortasında, banka soygunları için en ilginç açıklamayı kendine has üslubuyla yine Sakıp
Sabancı yapmıştı: "Gardaşım, hazine bizim, hazine hepimizin, dokunmayın hazinemize!"

Yine o günlerde hatırlanacaktır Demirel sonradan çoğunun adları bir çok yolsuzluk şaibesine
karıştığı anlaşılan bazı işadamlarıyla bir fotoğraf çektirmiş ve fotoğraf karesine girenler için ‘
benim aile fotoğrafım’ demişti. Demirel’in aile fotosu içinde yer alan Çağlar, Çörtük, Uzan,
Sabancı bugün aynı masada bile oturmuyor, zira aralarıdaki "güç" dağılımında Uzanlar hep
sorun oldu. O günler gerçekten de bir ülkenin baştan aşağı hep aynı isimler tarafından
soyulduğu günler olarak bu gün tarihe geçti. Yukarıda adı geçen çok etkili İstanbul
baronlarının isimlerine gelmeden önce özel banka soygunlarının Mesut Yılmaz’ın imzaladığı
kararnameyle özel bankaların kurulmasına izin verilmesi sonrası başladığını belirtelim.

Aşağıdaki tabloda türk ekonomisine büyük darbe indiren bankaların son sahiplerini ve
bankalar bu sahiplere devredildiğinde hangi ismin başbakan olduğu yer alıyor:

2001’DE BATIRILAN BANKALAR SON SAHİPLERİNE DEVREDİLİRKEN KİM HANGİ


GÖREVİ İCRA EDİYORDU?

BANKA - SAHİBİ -YIL - BAŞBAKAN - CUMHURBAŞKANI

Kentbank M.Süzer 1992 Süleyman Demirel Turgut Özal


Bank Kapital Ceylanlar 1995 T.Çiller Süleyman Demirel
EGS Yat.Bank. EGS Holding 1995 Tansu Çiller Süleyman Demirel
Sümerbank H.Garipoğlu 1995 Tansu Çiller Süleyman Demirel
İnterbank C.Çağlar 1996 Tansu Çiller Süleyman Demirel
Yurtbank A.Balkaner 1996 Necmettin Erbakan Süleyman Demirel
Ulusal Bank H.Cıngıllıoğlu 1997 Necmettin Erbakan Süleyman Demirel
EGS Bank EGS Holding 1997 Necmettin Erbakan Süleyman Demirel
Sitebank Y.Sürmeli 1997 Necmettin Erbakan Süleyman Demirel
BankEkspres K.Yiğit 1997 Necmettin Erbakan Süleyman Demirel
Bayındırbank K.Çörtük 1997 Mesut Yılmaz Süleyman Demirel
Atlas Yatırım M.Süzer 1998 Mesut Yılmaz Süleyman Demirel
OkanYatırım Okan Grubu 1998 Mesut Yılmaz Süleyman Demirel
Egebank M.Demirel 1998 Mesut Yılmaz Süleyman Demirel
Etibank Çağlar-Bilgin 1998 Mesut Yılmaz Süleyman Demirel
Türkbank K.Yiğit 1998 Mesut Yılmaz Süleyman Demirel

YEŞİL SERMAYE KARARTILIYOR

65
FARUK ARSLAN

Bu gün geriye dönüp bakıldığında 28 Şubat’ın görünürdeki madurlarının belli olduğu


görülüyor. Ya bilinmeyen madurları? Artık bir çok ekonomist o dönemde ülke ekonomisine
yeni yeni ağırlığını koymaya başlayan dindarların kurduğu büyük şirketlerin yani o
dönemdeki ismiyle ‘yeşil sermaye’nin o dönemin en önemli madurları olarak gösteriyor.
Sonuçta adına "yeşil'' denilerek hedef alınan Anadolu sermayesi oldu, sermayenin el
değiştirmesi, ordu vesayetinde sağlanmaya çalışıldı. Batan bankaların birçoğunun yönetim
kurullarında görev yapan emekli paşalar gerekli mesajı verirken, bankacı komutanlar
dokunulmazlık zırhı ile davalardan muaf tutulmuşlardı. Şimdi bilinen sebeplerle asker
bankacı kullanan dönemin ünlü şahıslarına yakından bir göz atalım. İlk önce Hayyam
Garipoğlu ve bankasını ele alalım. Sümerbank'ı 1995 yılında özelleştirme ihalesi ile satın alan
Hayyam Garipoğlu, 1999'a kadar çeşitli işlere dalmış, ismi, Malki cinayeti ve Türkbank
skandalına karışmıştı.1999 yılında, içi boşaltılan Sümerbank'a el konmak zorunda kalınırken,
devletin sırtına 450 milyon dolar zarar bırakıldı. Garipoğlu'nun Bankasında, 1990-93 yılları
arasında Kara Kuvvetleri Komutanlığı yapan Muhittin Fisunoğlu Yönetim Kurulu üyesi
olarak görev yapıyordu. Dönemin bir diğer çok ünlü figürü olan Cavit Çağlar, 1992 yılında
milletvekili ve bakan olmuş, İnterbank ve Etibank'ı satın almıştı. Meşhur MİT müsteşarı ve
Jandarma komutanı Teoman Koman, İnterbank yönetim kurulu üyesiydi. Dinç Bilgin'in
Etibank'ında ise, Deniz Kuvvetleri eski Komutanı emekli Orgeneral Vural Beyazıt yönetim
kurulu üyesi olarak bulunmuştu.

Şimdi de Demirel ailesinin küçük ferdi olan Murat Demirel’e ve ekonomiye bıraktığı izlere
göz atalım. Murat Demirel'e ait olan Egebank'ın önü, 28 Şubat sürecinde iyice açıldı.
Egebank'a, içi boşaltıldığı gerekçesiyle 22 Aralık 1999'da el konuldu. Bankaya el konmadan
bir gece önce Egebank'ta bir toplantı yapıldığı, toplantının ardından bankadan koliler
çıkarıldığı güvenlik kameralarına yansıdı. Peki, bankaya el konulacağını kim haber vermişti
acaba? İşadamı Kamuran Çörtük, 1997 yılında sonunda Bayındırbank'ı satın aldı. Temmuz
2001'de banka TMSF' YE devredilirken, Çörtük'e, Bankayı 115 milyon dolar zarara
uğratmaktan dava açıldı. İmar Bankası,1994 yılında Uzanlara geçti. Bankaya Temmuz 2003
tarihinde TMSF tarafından el kondu.
Fakat artık çok geçti. 28 Şubat sürecinde(1997-2002 yılları arası) bankanın içinin boşaltıldığı
anlaşıldı. Bankanın batışının ülke ekonomisine 9 Milyar dolar zarar oluşturduğu hesaplandı.
Peki bankaların içi nasıl bu kadar kolay boşaltılabiliyordu ve buna neden engel
olunamıyordu? Her şeyden once buna ilk sesini çıkaracak olan medyanın durumu otadaydı.
Etibank sahibi, eski medya patronu Dinç Bilgin, 28 Şubat sürecinde medyasının nasıl
batırıldığını şöyle anlatıyor: "Mesut Yılmaz iki medya grubu arasında bir tercih yaparak
Hürriyet'i seçmişti. Biz de mecburen Çiller'i desteklemek zorunda kaldık. Türkiye hızla
bozulma sürecine girdi. Gazetecilerle devlet adamlarının ilişkileri olmaması gereken bir
düzeye ulaştı. Ayıp şeyler oldu. İşadamları devletten ihaleler almaya başladılar. Öyle bir
Türkiye ki mesela elektrik dağıtımı özelleştirilecek, bu medya grupları arasında paylaşıldı.
GSM ihaleleri, santral ihaleleri hep bu şekilde paylaştırıldı. Medya medyalıktan çıktı''Dinç
Bilgin, bu sözleri ile Doğan grubunu işaret ediyordu.

Ülkeyi 28 şubat koşullarından devralan AKP kurmayları ise ekonomiye o dönemde yapılan
olağanüstü müdahalelerin farkındaydı. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Müstakil Sanayici

66
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

ve İşadamları Derneği'nin (MÜSİAD) 28 Nisan 2012’de yaptığı 21. Olağan Genel Kurul
Toplantısı'nda bu hortumlama skandalı ile ilgili şöyle konuşmuştu: "28 Şubat aynı zamanda
başarılı iş adamlarına karşı yapılmış bir müdahaledir. İş adamlarının kolunun kanadını
kırmak için yapılmış bir müdahaledir. Müdahalelerin ekonomik gerekçeleri ve sonuçları en
az siyasi, sosyal sonuçlar kadar önemlidir. Bugüne kadar, müdahalelerden, kimler, hangi
rantı sağlamıştır? Müdahaleler, kimlerin ekmeğine yağ sürmüştür? Müdahaleler, kimlerin
önünü kesmiş, kimlerin ocağını söndürmüş, kimlerin kepengini kapatmış, kimleri de
palazlandırmıştır? Bütün bunların artık Türkiye'de sorgulanması gerekiyor'' dedi.

Başbakan Erdoğan yeşik sermaye olarak adlandırılan muhafazakar işadamlarının


oluşturduğu kesime yönelik operasyonların farkında olduğunu şu cümlelerle ifade ediyordu:
"1997 yılında 2 bin 825, 2002'de bin 855'ti MÜSİAD'ın üye sayısı. Ben MÜSİAD üyesi olursam
yandım. Mağdurları görmek isteyenler 28 Şubat sürecine baksınlar. Ne dediler 'yeşil
sermaye' bu şekilde etiketlediler. Şirketleri kamu ihalelerine, özelleştirme ihalelerine
almadılar. Kredi kullanmalarını engellediler. Teşvikler keyfi bir şekilde iptal edildi. Şirketler
firmalar ürünleri özellikle kara listeye aldılar. Belli yerlerde satılması yasaklandı ürünlerin.
Anadolu'da bunlar yaşanırken İstanbul'da büyük firmaların yönetiminde ekonominin 'e'sini
bilmeyen enteresan vatandaşlar görev başında’’

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, 28 Şubat'ın hemen ertesinde gelen ekonomik krizlerin bir
gecede Türkiye'yi yoksullaştırdığını hatırlatarak, ''Gecelik faizin bin 500'e çıktığı dönemi, 8
bine çıktığı anı hatırlayın. Buralara çıktı. Acaba kimler burada vurgunu vurdu? İşte o
vurgunu vuranların aslında hesaba çekilmesi lazım. Suç duyurusu yapıyorum burada'' dedi.

Siyasette, hukukta, ekonomide, dış politikada, ''jakobenlerin, seçkinlerin, elitlerin''


egemenliğinin artık sona erdiğini söyleyen Erdoğan, bugün artık egemenliğin ''belli
zümrelerin, baronların, Galata bankerlerinin, komitacıların, çetelerin, mafyanın, cuntanın''
değil, kayıtsız ve şartsız milletin olduğunu vurguladı. Erdoğan, Türkiye'de hangi müdahale
dönemine bakılırsa bakılsın en büyük darbeyi ekonominin aldığının görüldüğüne dikkati
çekti.

ALMAN BANKALARI PARKTA OYUN OYNUYOR

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın ekonomik vurgun üzerine üstüste yaptığı açıklamaların
hep aynı isimleri ve güç odaklarını hedef alması başbakanın bu açıklamaları sağlam bilgi ve
belgelere dayandırdığını gösteriyordu. Dahası başbakan Erdoğan’ın ekonomik vurgunlar
hakkında suç duyurusu yapması Erdoğan’ın hedef gösterdiği kişileri paniğe sevk ediyordu.
Diğer yandan ülkede meydana gelen siyasi istikrarsızlıkları fırsata çevirmek konusunda eski
alışkanlıklar devam ediyordu. Örneğin 28 Şubat sürecinin tetiklediği 2001 krizinde başrol
oynayan Alman Deutsche Bank, Gezi eylemlerini fırsata çevirerek bir kez daha ön plana çıktı.
Banka, aracı kurumu Deutsche Yabancı aracılığıyla, 7 Haziran'da borsanın en çok işlem
gören 8 şirketinin hisselerini Citi Bank'tan aldı. Şüpheli takasta kar 187 milyon TL'yi geçti.

67
FARUK ARSLAN

Gezi Parkı olaylarının en yoğun şekilde yaşandığı günlere denk gelen 7 Haziran 2013 günü
Borsa İstanbul'un en çok işlem gören hisse senetlerinde, yabancı aracı kurumlar üzerinden
gerçekleştirilen alım satımlar gerçekten de dikkat çekiciydi. Garanti bankası, İş Bankası,
Turkcell ve Yapı Kredi’ye ait olup borsada en çok alınıp satılan hisse senetlerinden 5.8 milyar
TL değerinde hisse senedinin 7 Haziran Cuma günü ABD'li aracı kurum Citibank Yabancı ile
Alman aracı kurum Deutsche Bank Yabancı arasında bir günde el değiştirmesiyle 187 milyon
TL kâr elde edildiği ortaya çıktı. Söz konusu alım satımların, Başbakan Erdoğan'ın 6 Haziran
Perşembe günü Fas seyahati dönüşünde İstanbul Atatürk havalimanında yaptığı
konuşmanın ertesi gününe denk gelmesi ise dikkat çekiciydi. Zira, Erdoğan konuşmasında
Gezi Parkı eylemlerine şiddetle karşı çıkarak borsada spekülasyon yapıldığına vurgu
yapmıştı.

Havaalanında onbinlerce vatandaş tarafından karşılanan Erdoğan konuşmasında faiz


lobisine adeta savaş açarak, 'Şimdi altını çiziyorum, faiz lobisine rağmen buralara geldik. Ve
bu faiz lobisi şu anda borsada spekülasyonlara girmek suretiyle bizi tehdit edeceğini
zannediyor. Şunu bir kere çok iyi bilmeleri lazım. Bu milletin alın terini biz onlara
yedirtmeyeceğiz. Bir bankanın genel müdürü çıkıp da bu vandalizmi organize edenlerin
yanında olduğunu söylüyorsa bunlar karşısında bizi bulacaktır.' demişti. Erdoğan'ın
konuşma yaptığı gün, yüzde 4,5 kayıpla 79 bin 636 seviyesinden 75 bin 895 seviyesine düşen
Borsa İstanbul 100 endeksi, ertesi gün, yani büyük miktarda hisselerin iki yabancı aracı
kurum arasında el değiştirdiği gün yüzde 3,2 yükselerek 78 bin 332 puandan kapandı. Aynı
gün Garanti bankası hisse fiyatı 8,52 seviyesinden 8,80'e yükseldi. Toplamda 34 milyar TL
piyasa değerine sahip olan Garanti bankasının halka açık kısımda işlem gören hisse
senetlerinin yüzde 52,57'si Citibank Yabancı takasında, yüzde 21,16'sı ise Deutsche Bank
Yabancı takasında bulunurken iken Cuma günü sonunda bu oranlarda çarpıcı bir değişim
meydana geldi. Citibank Yabancı'nın payı yüzde 52,57'den yüzde 44,80'e gerilerken,
Deutsche Bank Yabancı'nın payı yüzde 21,16'dan yüzde 29,01'e yükseldi.

Cuma işlem günü sonunda Garanti bankasının 195 milyon adet hissesinin Citibank Yabancı
takasından çıkıp Deutsche Bank yabancı takasına girdiği görüldü. Bu rakamın ne anlama
geldiğini anlatmak için aynı gün diğer aracı kurumların yaptığı Garanti bankası işlemlerine
bakılmalı. Aynı gün 22 aracı kurum arasında el değiştiren Garanti bankası hisse senetlerinin
toplam miktarı 5.2 milyon adet iken sadece bu iki yabancı aracı kurum arasında el değiştiren
hisse senedi miktarının 22 aracı kurumun yaptığı işlemden tam 37 kat daha fazla (195 milyon
adet) olması ilgi çekiciydi. Cuma sabahı 8,52 seviyesinde olan Garanti bankası hisse fiyatının
gün sonunda 8,80 seviyesine çıkarken 195 milyon adet hissenin değeri de bir milyar 661
milyon TL'den bir milyar 716 milyon TL'ye yükseldi. Deutsche Bank takasına geçen
hisselerin sahipleri bu işlem sonucunda günü 55 milyon TL kar ile kapattı. 8 hissedeki
değişim sonucu 187 milyon lira kâr oluştu.

Deutsche Bank'ın 2001 ve 2008 da da buna benzer borsa hareketleriyle çok büyük
miktarlarda kar etmişti. Alman Deutsche Bank’ın bu şekilde elde ettiği astronomik ve
Türkiye’deki siyasi ve toplumsal çalkantılara paralel gerçekleşen kazançları ilk olarak Yeni
Şafak Gazetesi’nin 2008'de yaptığı haberle ortaya çıkmıştı. Deutsche Bank Ekim 2008'de

68
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Türkiye'nin 90 milyar dolara ihtiyaç duyabileceğini açıklamış, ancak Yeni Şafak'ın haberleri
sayesinde ekonomi çevreleri bu açıklamayı dikkate bile almamıştı. Sonraki süreçte
Türkiye'nin böyle bir kaynağa ihtiyacı olmadığı ortaya çıkmıştı. 2008'deki haberlerde
Deutsche Bank'ın gerçek yüzü de ortaya çıkarılmıştı. Haberde, '1994 ve 2001 krizlerinde
Türkiye'deki krizi tetiklemekle suçlanan Deutsche Bank, 2001 yılının Ağustos ayında
'Türkiye'de önümüzdeki 3 ay iç borçların ödenmesinde zorluklar yaşanacak ve hatta borçlar
yeniden yapılandırılacak. Bu moratoryum veya konsolidasyon anlamına geliyor' tespitinde
bulunmuş ve bunun ardından dövize hücum yaşanmıştı.

Gezi parkı eylemleri sırasında benzer olayların olduğu artık gittikçe daha da netleşiyor. Citi
Bank Yabancı'nın 5.8 milyar TL değerindeki satışlarının tamamına yakınının sadece Deutsche
Bank Yabancı tarafından satın alındığı 7 Haziran günündeki alım-satımlar sadece Garanti
Bankası hisseleri ile sınırlı kalmadı. Aynı gün, iki kurum arasında gerçekleşen büyük el
değiştirme operasyonu, işlem derinlikleri itibariyle Borsa İstanbul'un öncü şirketleri arasında
yeralan İş Bankası, Akbank, Sabancı Holding, Turkcell, Yapı Kredi Bankası, Halk Bank, Vakıf
Bank ve Türk Hava Yolları'nın halka açık kısımındaki hisselerinde de yaşandı. Borsada alım
satım yapan onlarca aracı kurumun kendi aralarında gerçekleştirdiği alım-satım
operasyonlarının onlarca kat fazlasının sadece iki aracı kurum arasında yapılması, bu
işlemlerin spekülasyon olup olmadığının sorgulanmasına yol açtı. İki yabancı aracı kurum
takasında, bir gün içerisinde 8 hissede gerçekleşen 5.8 milyar lira değerindeki el değiştirme
işlemlerinin spekülasyon ya da manipülasyon kapsamında olup olmadığına, yapılacak
araştırmalar neticesinde Sermaye Piyasası Kurumu (SPK) karar verecek.

Peki tüm bu olanlardan Başbakan Erdoğan habersiz mi? Yukarıda da değinildiği üzere
Erdoğan her ne kadar spontane konuşmasıyla sivri dilli olmakla suçlansa da Gezi Parkı
olaylarında tamamen doğrulanmış bilgilere dayanarak hareket ediyor. Aşağıda MİT
tarafından hazırlanaran Erdoğan’a sunulan bir rapor yer alıyor. Raporun en ilginç tarafı Gezi
parkı olaylarının göründüğünün aksine bir darbe teşebbüsü olarak kendini göstermesi ve bu
bağlamda bazı isimlere dikkat çekmesi. Erdoğan’da zaten bütün açıklamalarını bu
paradigma üzerinden yaparak olayları bu şekilde analiz ettiğini gösteriyordu.

MİT’in hazırladığı raporda, Erdoğan’ın sürekli sözünü ettiği “uluslararası komplo”nun


ipuçları olarak şu görüşler savunuluyordu:

1. Erdoğan’a yönelik operasyon için aylar öncesinden istihbarat alınmıştı.


2. “Komplo”nun uluslararası boyutunun anlaşılması bakımından CNN’in daha olaylar
tırmanışa geçmeden çeşitli illerde canlı yayın araçları kiraladığı tespit edildi.
3. Olaylar tırmanırken bir kısım yabancı sermayenin Türkiye’den çıkarak, bir ekonomik
kaos yaratmak istediği belirlendi.

69
FARUK ARSLAN

4. “Turuncu Devrim” olarak tabir edilen ayaklanma biçiminin tüm unsurları kullanıldı. Bu
nedenle eylemleri bir darbe olarak nitelendirmek gerekiyor.
5. Türkiye’de benzer olaylarda her zaman başı çeken sermaye gruplarından bazıları,
gerilimin tırmandırılmasında aktif rol oynadı.
6. 28 Şubat’ta adı geçen sivil unsurların bu gerilimde de etkin bir rol oynadığı görüldü.
7. Olayların ilk dört gününde bir algı yanılsaması yaşandı. Sonra niyet görüldü ve gereken
önlemler alındı.
8. Ankara’da ve İstanbul’da Başbakanlık binaları işgal edilmeye çalışıldı. Ankara’da
Jandarma müdahale etmeseydi, isyancı unsurlar binayı ele geçirebilecekti.
9. Olayların tırmandığı sırada koordineli olarak Türkiye’deki birçok hedefe siber saldırı
düzenlendi.

MİT’in sunduğu rapordan da anlaşıldığı üzere ortada planlı, çok kapsamlı ve her adımı detaylı
olarak düşünülmüş bir ‘darbe’ projesi var. Peki böylesi bir projeyi hangi güç ya da hangi güçler
yürütebilecek potansiyele sahip olabilirdi? Aşağıdaki bölümde bu soruya cevap aranacak.

YENİ BİR TÜRKİYE GERÇEĞİ: ALMAN VAKIFLARI

Türkiye’de, Alman derin devleti Kılıç son gladyo olarak Gezi operasyonu ile gençler
üzerinden darbe planladı. Son zamanlarda adını sıkça duyduğumuz Alman Vakıfları bu
olayda yine devreye sokuldu. Türkiye’de faaliyette bulunan Alman Vakıfları burs verdiği
öğrencileri Gezi eylemlerine katılması için çağrıda bulundu. Türkiye’deki birçok toplumsal
eylemlerde aynı rolü üstlendiği ileri sürülen bu vakıfların sicilleri ise oldukça kabarık. Faili
meçhuller cinayetler, şiddet örgütlerine kara para aktarmak, siyasal partileri
şekillendirmek… Bergama ve Karadeniz’de yaptıkları sözde çevre eylemleriyle bölgeye
yapılacak olan yatırımlara engel olan Alman Vakıfları’nın, Güneydoğu’da şiddeti artırmak
için yapılan eylemlerde de aktif rol üstlendiği biliniyor.

Hatırlanacaktır, Başbakan Erdoğan'ın 2011 yılında sarf ettiği "Bazı Alman vakıfları BDP'li
belediyeler üzerinden PKK'ya para aktarıyor" sözleri bir anda gözlerin Türkiye'deki Alman
vakıflarına çevrilmesine yol açmıştı. Bu sözler üzerine Heinrich Böll Vakfı, Kondrad Adenaur
Vakfı, Friedrich Ebert Vakfı, Friedrich Naumann Vakfı mercek altına alınmıştı. Özellikle
Heinrich Böll Vakfı'nın Güneydoğu, Kondrad Adenaur Vakfı'nın Çukurova faaliyetleri ele
alınmıştı. Aslına bakılacak olursa Erdoğan’ın 2011 yılında yaptığı açıklamanın 10 yıl
öncesinde de “Alman vakıfları” gündemdeydi. “Alman vakıfları” konusu, o yıllarda ülkeyi
kasıp kavuran ulusalcılık rüzgarında sıkça gündeme gelmiş, hatta dünyaca ünlü Alman
vakıfları “casusluk” suçlamasıyla dönemin Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nde yargılanmış
ve aklanmıştı.

Gezi olayları sırasında Milli gazeteden Mehmet Seyfettin Erol Türkiye’nin Almanya için
önemine dair bir yazı yazıyordu. Erol’a göre Almanya ve Türkiye arasında olup bitten

70
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

aslında iki kadim imparatorluk arasında olup bitenlerden başka bir şey değildi. Erol’a göre
her iki devlet geçmişin şaşaalı günlerini arıyordu: ‘ Burada, tarihsel kodlarına dönmenin
sancısını yaşayan iki imparatorluk ülkesi arasındaki bir mücadeleye şahitlik etmekteyiz.
Birisi III. Reich’in peşinde, diğeri ise Osmanlı ve Büyük Selçuklu’nun mirasına sahip
çıkmanın…’ Diğer yandan tekrar eski günlere dönmek kolay değildi, bunun bir bedeli
olmalıydı: ‘Fakat her ikisi de bağımlı ve rüştlerini ispatlama alanları sınırlı. Dolayısıyla,
öncelikle “zincirlerinden” kurtulmaları lazım. Zaten, sorun da buradan başlıyor…’ Seyfettin
Erol yazının ilerleyen satırlarında Almanya’nın kaderinin Türkiye’nin nüfuz alanının
kırılmasına bağlı olduğunu yazıyordu: ‘Dolayısıyla, Almanya’nın “Doğu’ya Doğru” (Drang
nach Osten) politikasının geleceği büyük ölçüde Türkiye’ye bağlı. Eğer, Türkiye bölgede
inisiyatifini kaybeder ya da AB üzerinden bu ülkenin etki alanına girerse, o zaman sadece
bölgesel anlamda değil, küresel boyutta yeni bir denklem ortaya çıkar.’ Erol’a gore
Türkiye’den gelecek en büyük tehlike hilafet makamını kullanabilme potansiyeline sahip
olmasıydı: ‘Türkiye’de şu an bu Müslüman kitleyi ve İslam dünyasını harekete geçirecek bir
Halife olmamasına rağmen, bunun geçmişi ve olma olasılığı bile, başta Almanya olmak üzere
tüm Batı dünyasını endişelendiriyor. Dolayısıyla, Almanya da tıpkı ABD gibi İslam
dünyasını harekete geçirebilecek yegane gücün Türkiye olduğunun farkında’ (15)

Dolayısıyla Almanya’nın Gezi parkı olaylarına ilgisine sadece özgürlükçü sokak


hareketlerine verilen basit bir destek olarak algılamamak lazım. Alman Medyası bu olaylar
sırasında tam anlamıyla olağanüstü bir tepki verdi. Gezi Parkı eylemleri Alman medyasında
adeta Türkiye'yi kötüleme yarışına dönüştürüldü. Türkiye'yi Ortadoğu ülkeleriyle kıyaslayıp
"Türk Baharı" yakıştırması yapılırken, Türkiye'de iç savaş havası varmış algısı oluşturuldu.
Başka ülkelerde yaşanan şiddet olaylarıyla ilgili resimler de İstanbul'da yaşanmış gibi
okuyuculara sunuldu.

Türkiye'de Gezi Parkı protestoları, Almanya'daki yüzyılın sel felaketi, 8 Türk'ü katleden
Nasyonal Sosyalist Yeraltı Terör Hücresi (NSU) hakkında devam eden dava, federal seçimler
gibi birçok önemli konuyu geride bırakarak gündemin ilk sıralarında yer aldı. Ülkenin önde
gelen birçok medya kuruluşu, bazı siyasilerin de desteği ile protestoları Türkiye'yi kötüleme
yarışına çevirdi. Bazı medya kuruluşları olayları çarpıtmak ve abartmak için başka ülkelerde
yaşanmış şiddet olaylarını fotoğraflarını kullanmaktan dahi çekinmedi. Bunun en bariz
örneğini yaklaşık 100 bin tirajı bulunan Hamburger Morgenpost gazetesi gösterdi.
Protestolara geniş yer ayıran gazete, Türkiye'deki olayları aktarmak için 2009 yılında ABD'de
bir polisin eli bağlı bir kadına uyguladığı şiddet fotoğrafını yayınlamaktan çekinmedi.
Gazete, olayın fark edilmesi üzerine sosyal medya üzerinden ve bir gün sonraki baskısında
özür diledi. Fotoğrafı Facebook'tan aldığını ve fotoğraftaki olayların İstanbul ile ilgisi
olmadığını belirten gazetenin doğrudan Türk polisinden özür dilediğine dair bir ifade ise yer
almadı.

Almanya'nın ikinci kanalı ZDF'in İstanbul muhabiri Oli Gack ise olayları anlatırken
insanların mutluluk içinde eğlenirken bir anda polisin gaz bombası ve tazyikli suyla vahşice
saldırdığını ifade ederek bir başka manipülatif habere imza attı. Gack, "Bize söylenenlere
göre birçok insan tutuklandı. Akıbetleri bilinmiyor. Özellikle polislere direnenler gözaltına

71
FARUK ARSLAN

alındı ve biz nerede olduklarını bilmiyoruz." sözleriyle gelişmeleri emniyet birimlerine


sorma yerine göstericilerin sözleriyle aktarması objektif yaklaşım sorunu akla getirdi.

Alman basının asıl hedefi ise Başbakan Erdoğan oldu. İlk olarak Almanya'nın en fazla tiraja
sahip Bild gazetesi Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ı 'beton kafalı' başlığı ile okurlarına
tanıttı. Gazete bununla da yetinmeyip sonrasında ‘hükümeti göstericileri orduyla tehdit
etti." ifadelerini kullandı. Türkiye'de polisin doktorları bile gözaltına aldığı şeklindeki
haberleriyle yayınlarına devam eden gazete, daha önceki bir haberinde de "Bütün Türkiye
yanacak mı?" diyerek olayları provoke etmişti.

Focus Dergisi ise Erdoğan'ın akıl sağlığını sorgulayan haberlerinde polisi 'polis denen
vurucu birlikler' olarak tanımladı. Taksim Meydanı boşaltılırken polisin arkasında beliren eli
sopalı şahısları ise 'Erdoğan'ın milisleri' olarak lanse etti. Focus ayrıca Erdoğan'ı ölüm
korkusunun tiranlaştırdığını ileri sürdü. Alman basınının ekonomi çevrelerini 'İşadamları
Türkiye'ye gitmeyecek' şeklindeki haberleriyle korkutması da dikkat çekti. Almanya'nın yurt
dışına yayın yapan kurumu Deutsche Welle (DW), Türkiye'de yaşayan Balkan ülkelerinden
gelen azınlığın Başbakan Tayyip Erdoğan'dan şikâyet etmeye başladıklarını iddia etti. Balkan
göçmenlerinin genel olarak Erdoğan taraftarı olduğunu ileri süren DW, Gezi Parkı
eylemlerine müdahaleden sonra balkan göçmenlerinin Erdoğan'a mesafe koymaya
başladığını yazdı. Son zamanlarda Türkiye'deki gelişmeleri ve sokak aralarında yaşanan
birçok olayı tek taraflı olarak okuyucularına duyuran DW’nin, Erdoğan'ın son mitinglerinde
Balkan ülkelerine selam göndermesi üzerine "Balkan Göçmenleri Erdoğan'dan
uzaklaşıyor" başlığı ile haber yapması dikkat çekti.

Alman basınının gazetecilik ilkelerini hiçe sayan tutumu Gezi parkı protestolarından
hükümeti maksimun düzeyde zor duruma düşürecek bir sonuç alma üzerine kuruluydu.
Fakat Alman basınının hesaba katmadığı bir şey oldu. Gezi parkı protestoları hükümete karşı
bir kalkışma halini alınca AKP’ye bağlı olanlarla birlikte genel olarak muhafazakar kesim bu
hareketin karşısına demokratik bir şekilde çıkmaya başladı. AKP 4 ilde büyük mitingler
düzenleyerek Gezi parkı protestolarının genel halk hareketi olmadığını halkın büyük bir
kesimin bu hareketi desteklemediğini kanıtladı. AKP’nin bu atağı başarılı olmuştu. Gezi
parkı olayları bir anda başarısızlığa doğru evrilmeye başladı. Bu durum Almanları ve
Almanya Başbakanı Merkel’i epey rahatsız etmişti. Merkel ard arda Türkiye’ye yönelik
açıklamalar yapmaya çalıştı. Açıklamalar genelde ekonomi odaklıydı. Türkiye’nin son
yıllarda yakaladığı ekonomik istikrara yönelikti.

72
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Merkel ilk olarak olaylar nedeniyle ‘Türkiye’yi G8 gündemine alabiliriz’ diyerek Ankara’ya
tehdit mesajı gönderdi. Alman medyası da başbakanlarının açıklamalarına paralel haberler
yapmaya başlamıştı. İlk haber ‘Türkiye’deki ekonomik mucize tehlike altında’ yorumuyla
geldi. Alman basını artık yoğun bir Türkiye karşıtı propaganda yapmaya başlamış bir
yandan da Gezi parkı olaylarının ‘Türk baharı’ şeklinde vermeye devam etmişti. Alman
Ticaret Odası’ndan yapılan bir açıklamanın basında veriliş şekli ise basının tavrını iyice
ortaya çıkardı. Basında çıkan haberlere göre Alman Ticaret Odası DIHK dış ticaret
sorumlusu Volker Treier, Türkiye’deki gerginliklere dikkat çekerek Türk hükümetini
uyarıyor Türk ekonomisinin dış sermayeye bağımlılığını hatırlatıyordu.

Almanya Türkiye’ye kaşı ‘korku siyaseti’ ni uygulamaya hızla devam ediyordu. Bunun için
Türkiye’nin yumuşak karnı olduğunu düşündükleri ekonomi üzerinden gidiyorlardı.
Haberlerde Türkiye’de meydana gelen olaylardan dolayı Alman ekonomisinin alarma geçtiği
iddia ediliyordu. Daha sonraki adımda Alman Ticaret Odası DIHK’nın dış ticaret sorumlusu
Treier’in, Türkiye’deki gerginliğin Alman şirketler tarafından endişe ile takib edildiğini,
politik sorunların şimdiye kadar sanıldığından çok daha derin olduğunun görüldüğünü
söylediği aktarıldı. Treier, Türkiye’nin cari açığı nedeniyle Uluslararası yatırımcılara ihtiyaç
duyduğunu kaydediyordu. Türkiye’nin öncelikle Almanya’dan sermaye akışına ihtiyacı
bulunduğunu öne süren Treier, olayların devam etmesi halinde dış sermayenin ülkeyi
terkedeceğini iddia ediyordu. Köln Uluslararası Ekonomi Düzeni IW yöneticisi Jürgen
Matthes de Türkiye’nin ‘ekonomik bakımdan saldırılabilir’ bir pozisyonda bulunduğunu öne
sürerek sistemli ‘korku siyaseti’ ne katkı sağlıyordu.

Alman medyası bir yandan da Türkiye’nin AB’ye üyelik sürecinin aleyhine haberler
yapıyordu. Frankfurter Allgemeine Zeitung gazetesi bu konuyla ilgili en vurucu haberlerden
birisini yaptı. Gazete ‘Şimdi Ankara ile üyelik müzakerelerinin devam ettirilmesinin anlamı
olup olmadığını sormak gerekir’ gibi sert ifadeler kullanmaktan kaçınmamıştı. Gezi
protestolarına yönelik müdahaleler için ‘dehşete düştüm’ diyen Almanya Başbakanı Angela
Merkel’in Suttgart kentinde yapılan 2010 yılındaki eylemler sırasında göstericilere en sert
şekilde biber gazı ve tazyikli su kullandığı ortaya çıkması ise ilginçti. Bununla da yetinmeyen
Merkel, polisin sert müdahalesine tepki gösteren muhalefet partileri hakkında soruşturma
açılmasını istemişti. Alman polisinin sert müdahalesi ile sonuçlanacak olan Stuttgart
protestolarının çıkış noktasının Gezi parkı olaylarından pek farkı yoktu aslında. Her şey
‘Stuttgart 21′ ile ana tren istasyonunun yeraltına kaydırılması kararrıyla başlamıştı. Maliyeti
7 milyar Avro olan projeye karşı çıkan Stuttgart halkı ise inşaat nedeniyle kentin dokusunun
bozulacağını ve 100 hektarlık yeşil alanın projeyle beton altında kalacağını savunuyordu.
Yaklaşık üç ay süren eylemlerde Merkel hükümeti eylemcilere en sert şekilde müdahale
etmişti. Burada Alman Der Spigel dergisine özel bir yer ayırmak gerekiyor çünkü bu dergi
Türkiye ile ilgili olaylara özel ilgisini hemen her olayda gösteriyor. Şimdi bu dergiye biraz
daha yakından göz atalım.

TÜRKLERE İLGİ GÖSTEREN DERGİ: DER SPİGEL

73
FARUK ARSLAN

Gezi Parkı eylemcilerine “devam” mesajı içeren özel bir ek hazırlayan Der Spiegel’in Gezi
parkı ilgisi epey büyük. Alman dergisi Gezi olaylarına ilişkin değerlendirmelerini tarihinde
ilk kez Türkçe bir kapak ile duyurdu. Türkleri yakından ilgilendiren Neonazi cinayetleri ve
ırkçı yangınlara değinmeyi pek tercih etmeyen Alman haber dergisi Gezi Parkı olaylarına
açıktan destek vererek bu tür konulara özel ilgisini belli etti. 10 sayfalık Türkçe ilavesinde
Gezi olaylarını manipülatif bir dil ve kronoloji ile duyuran dergi yine alışılmışın dışına
çıkarak Türkiye için özel baskı da yaptı. Der Spiegel uzun zamandır kullandığı İslamofobik
yayın politikası ile aslında uzun zamandır Almanya’daki Türk ve Müslüman çevreler
yanısıra medya çalışanlarının da tepkisini çekiyordu. Örneğin Batı Avrupa Devlet
Televizyonu WDR’in Yayın Denetim Kurulu (Rundfunkrat) Üyesi olan, Kuzey Ren Vestfalya
(KRV) Uyum Meclisi (LAGA) Başkanı Tayfun Keltek, Almanya’daki İslamofobi’nin
sorumlusunun yüzde 80 oranında medya olduğunu söylemişti. Özellikle Der Spiegel
dergisinin Almanya’da seviyeli geçinip önemli yanlışlar yaptığını belirten Keltek, “Yani sol
gösterip sağ vuruyor. İslam ülkelerinden gelmiş olanlar, terörist olan olmayan ayrımı
yapılmaksızın aynı kefeye konuluyor’ diyerek bu konuda çok net ifadeler kullanmaktan
kaçınmıyordu. Almanya’nın Gezi parkı olaylarına olan ilgisi Türkiye’den bir çok yazarın da
ilgisini çekiyordu. Bunların arasında haberciliğe dış haberler muhabirliği yaparak başlamış
olan Reha Muhtar’ın analizleri özellikle ilgi çekiciydi.

Reha muhtar köşesinde şunları yazdı: Dergi Almanya’daki 3 milyon Türk’ün az Almanca
bildiğini düşünerek, kendi ana dili yerine, tarihinde ilk kez “Boyun Eğme” başlığıyla 10
sayfalık Türkçe bir ek veriyor...

Niye acaba?..

Bir uluslararası Alman dergisinin kapağından Almanya’da ve Türkiye’deki insanlara “boyun


eğme” başlığıyla yayın yapması nasıl bir gazeteciliktir?..

- “İnsanlar Gezi Parkı’nda toplandı dersin... Protesto etti... Biber gazı yedi... Türkiye’nin her
tarafında gösteriler yapıldı, yapılıyor... Hükümet mahkeme kararının bekleneceğini söyledi...
Karar aleyhte çıkarsa plebisit yapacağını açıkladı...” dersin haberi verir, analizini yayın-
larsın...

Uluslararası gazetecilik normları budur...

Hele hele Der Spiegel gibi “tabloid yayın yapmadığını söyleyen; ciddi ve ağır başlı olduğu
iddiasındaki” bir dergi için...

Bunu; böyle yapılması gerektiğini Der Spiegel’in yöneticileri bilmez mi?..

Hele kendi ülkesinde olmayan bir protesto gösterisinde “Boyun Eğme diye pankart
açmanın” değil gazetecilik, asgari ahlak kurallarıyla izah edilemeyeceğini bilmez mi?..

74
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Topçu Kışlası’nın o Taksim’e yapılmasını ne kadar istemiyorsam, onu protesto eden gençleri
ne kadar temiz, nahif ve demokrat buluyorsam, seni de bir o kadar hesaplı, derin bağlantılı,
operasyonel güçlerin bir tür tetikçisi, belki de organizatörü olarak görüyorum Der Spiegel...

Nereye boyun eğmeyeceğim şunu bana bir anlatsana Der Spiegel...

NEREYE BOYUN EĞMEYECEĞİM DER SPİEGEL?.. SAKIN ‘GÜNEYDOĞU’DAKİ BA-


RIŞA OLMASIN?..’

Hayatın görünen gibi değil, görünmeyenlerden oluştuğunu, lobilerin, çıkar gruplarının, de-
vletlerin hayati çıkarlarının, ideolojiler ve ekolojik talepler şeklinde, kamuoyuna sunul-
duğunu yazıyorum günlerdir...

Der Spiegel dergisi aniden, Türkçe olarak “Boyun Eğmeyeceksin” kapağıyla çıkmaya karar
verdi bu hafta...

Nereye boyun eğmeyeceğim Der Spiegel?..

Topçu Kışlası’naysa ona zaten senin deyiminle boyun eğmedik...

Demokratik protesto hakkımızı kullandık, Topçu Kışlası’nın yapımını çıkmaz ayın son
Çarşamba’sına ertelettik...

Mahkeme, bir sonraki mahkeme, daha sonraki mahkeme derken uzun ve çetrefilli bir süreç
sonucu karar çıkacak...

Karar gençlerin istemediği şekilde çıkarsa, bu kez de plebisit yapılacak...

Yani ölme eşşeğim ölme...

Şimdi “Neye boyun eğmeyeceğim”i söyler misin bana Der Spiegel?..

Taksim’e AVM yapılmasına mı?..

Demokratik protestolar sonunda, Taksim’e AVM yapılması fikriyatından vazgeçildi...

Taksim’e AVM falan yapılmıyor...

Peki ben şimdi senin için neye boyun eğmeyeceğim Der Spiegel?..

Ağaçların kesilmesine mi, yeşilin yok edilmesine mi?..

75
FARUK ARSLAN

Bu protestolardan sonra zaten ağaç da kesilmiyor, yeşil de gitmiyor...

Hiçbir şey yapılmıyor...

Mahkeme kararı bekleniyor...

Benim şimdi neye boyun eğmememi istiyorsun Der Spiegel?..

Yoksa Lufthansa, Türk Hava Yolları’na geçilmesin, dünyanın birinci hava yolları THY ol-
masın diye, İstanbul’a yapılacak üçüncü havaalanına mı boyun eğmememizi istiyorsun Der
Spiegel?..

Durup dururken öyle bir istek gelmişti çünkü, Taksim Komitesi’nden...Her nedense birileri
havalanının yapılmasını istemiyordu... Kanal İstanbul projesinin rafa kalkmasını şart olarak
öne sürüyordu......

Bunlara mı boyun eğmememi istiyorsun Der Spiegel?..

Senin Lufthansa’n en iyi havayolları olarak kalsın diye mi üçüncü havaalanına hayır diyeyim
Der Spiegel?..

Kanal İstanbul’u mu rafa kaldırayım?.. Bunları mı istiyorsun?..

Başkaca bir isteğin var mı çekinme söyle!..

Güneydoğu’da sağlanmaya çalışılan “barışa da mı boyun eğmeyeyim istiyorsun Der Spie-


gel...”

Şunu açık söylesene... Şu PKK meselesi bitmesin istiyor olmayasın sakın?..

Şu terör devam etsin, şu savaş bitmesin, şu PKK’nın yıllardır Almanya üzerinden yaptığı ti-
caret bitmesin diyor olmayasın Der Spiegel?..

Açık söylesene?.. Neye boyun eğmemi istemiyorsun Der Spiegel?.. (16)

Tüm bunlar olup biterken Melih Gökçek, Gezi olaylarının ardında Sırbistan merkezli CIA
destekli Otpor örgütünün olduğu yönünde açıklamalarda bulunuyordu. Peki Alman Kılıç’ı
Otpor’u 1998’de neden kurmuştu , nasıl ve hangi amaçlar için Gezi’de kullandı?

76
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

İkinci Bölüm

YENİ DÜNYA ÖRGÜTÜ: OTPOR


Bu bölüme ilginç bir örgütü tanıtarak giriş yapmak istiyorum. Bu, akla gelemeyecek türden
yeni dünyaya ait bir örgüt. Örgtülenme alanı sokaklar, meydanlar, metrolar. Malzemesi, sen,
ben yani sıradan kişiler. Silahları: Cep kitabı,broşür, pankart. Etki alanı 3 dünya ülkeleri.
Amaç: Devrim. Bu örgütün adı OTPOR-CANVAS olarak biliniyor. Sıkılı yumruk amblemle-
riyle ün yapmış OTPOR-CANVAS örgütü dünyanın dört bir yanındaki kitleleri sosyal
medya üzerinden örgütleyerek yönetimlerine karşı ayaklandırmasıyla tanınıyor. Amaç
hükümetleri devirmek veya ekonomiyi güçsüzleştirip Alman sernayesinin sömürüsüne açık
hale getirmek. 1998’de Kılıç tarafundan Belgrad’ta kurulan bu örgütün amacı Miloseviç reji-
mini devirmekti. Böylece Almanlar Sırbıstan’ın ekeonomisini yeniden ele geçirecekti. Bunun
için de bazı cep kitapları ve broşürlerden oluşan reçeteleri var... İlham kaynakları Gandhi,
Martin Luther King ve bir Amerikalı akademisyen, şiddet karşıtı direnişin gurusu Gene
Sharp’tı. Çok basit bir yöntem kullandılar. Mobil telefonlar, sloganlar, sokak mizahı. Sırları
ise daha da basit bir yöntemdi. Birliktelik, planlama ve şiddet karşıtı disiplin. Bu üçünü birli-
kte kullanarak başarılı oldular. Kendilerine Sırpça direniş anlamına gelen Otpor adını veren
bu efsanevi aktivistler artık öğrenci değil. Aralarından bazıları (Srdja Popovic ve Slobodan
Djinovic) CANVAS (Centre for Applied NonViolent Strategies) Şiddet Karşıtı Stratejiler
Uygulama Merkezi’ni kurdular. Bu merkezde dünyanın dört bir yanındaki aktivistler
diktatörleri nasıl devirecekleri konusunda eğitiliyorlar. Kendi internet sitelerinde yer alan ha-
ritaya göre 50’den fazla ülkede demokrasi yanlısı aktivistleri eğittikleri belirtiliyor. Bunların
arasında Türkiye de bulunuyor... Gene Sharp’ın “Bir ihtilal başlatmak” isimli belgeseli hak-
kında bilgi veren internet sayfasında yer alan Devrim Ölçeği alt menüsündeki 2013 hari-
tasında Türkiye işaretlenmiş vaziyetteydi.

Gezi olayları sırasında bir video görüntüsü hızla yayılmıştı. Youtube’da dolaşan meşhur vi-
deoda Otpor'un Belgrad'da görev yapan beş kilit yayıcısından Srdca Popoviç, 37 ülkede de-
vrim yöntemlerini yaydıklarını, beş Ortadoğu ülkesinde başarılı olduklarını anlatıyor. York
Üniversitesi'nde Sosyal Hareketler Profesörü olarak görev yapan Lesley Wood bu videoyu
2010 yılında sosyolog adayı sınıfımıza göstermiş ve ne düşündüğümüze dair tartışma ya-
ptırmıştı. CIA'nın 50 ülkede Otpor aracılığıyla sosyal ayaklanma planladığı, parasını da
George Soros’un ödediği bu gün artık komplo teorisi değil, bir realite olarak karşımızda.
George Soros’un işin içerisinde olması ise işin boyutlarını daha da farklı hale getiriyor.

77
FARUK ARSLAN

George Soros bilindiği üzere Macar ve Yahudi asıllı ABD’li finans spekülatörü. Özellikle ge-
lişmekte olan ülkelere yaptığı büyük mali yardımlarla tanınıyor. Fakat hemen herkes bu
desteğin bu ülkelere iç işlerine karışabilmek için yapıldığında hem fikir.

KOÇLAR BİLDERBERG TOPLANTISINDA

Dolayısıyla Türkiye’den hemen sonra Brezilya’da başlayan sokak olaylarında da Soros par-
mağı var gibi gözüküyor. Soros'un bu ülkenin şeker kamışı tarlaları ve kahve ağaçlarına ne-
redeyse tüm servetinin yarısı, 2 milyar dolar yatırdığını yeri gelmişken belirtelim. 13 yıldır
CANVAS, CIA desteği ve Soros'un parasıyla 3. dünya ülkelerinde sosyal patlama pazarlıyor.
Sosyal patlama hemen hemen her ülkede ortak kavramlar üzerine kuruluyor. Bunlar sosyal
adalet, özgürlük, eşitlik ve mutluluk. Yahudi lobisinin Şubat ayında altı etkili Türk’ün de
katılımıyla 'İstanbul isyanı' adı altında sosyal patlama konusunda planlamalar yaptığı da
henüz iddialar arasında. Bununla birlikte, masonların, Bilderberg'in 6 ve 9 Haziran tarihle-
rinde gerçekleştirdiği Londra toplantılarında Gezi olaylarını görüştüğü haberi doğru, ülke-
mizden ilk defa çok sayıda gazeteci davet ettikleri de doğru, keza Koç grubunun bu to-
plantılarda en üst düzeyde Mustafa Koç ile temsil edildiği de doğru ama bu toplantılarda ne
karar alındığı bilinmiyor. Ali Babacan'ın da toplantıya davet edildiği, ayrıca Habertürk'ten 6
gazetecinin de hazır bulunduğu düşünülecek olursa masonların burada sansasyonel veya
skandal bir karar almaları beklenemez. Ne Hürriyet nede Habertürk'te bu konuda tek kelime
okumadığımıza göre, sonuçlar gizli tutuluyor.

Yukarıda anılan toplantıya en üst düzeyde katılan Koç grubu, hatırlanacaktır, Gezi olayları
sırasında önemli rol oynamış bu durum hükümet kanadında da büyük tepkiye yol açmıştı.
Dolayısıyla Rahmi Koç'un hükümeti ve ekonomiyi öven Koç Üniversitesi mezuniyet töreni
konuşmasını hükümete uzatılan zeytin dalı olarak da görebiliriz. Diğer yandan başbakanın
boykot çağrısından sonra Koç Holdingin borsadaki 10 şirketinin toplam 4.5 milyar dolar eri-
mesi barış için bir başka etken olabilir. Fakat henüz her şey bitmedi. Ülke ekonomisinin halen
yüzde 15'ine hükmeden Koç grubunun bir güç savaşı içerisinde olduğu kesin. Daha önce ya-
ptığı gibi iyice yaklaşan seçimlerde CHP’nin başına geçecek olan ismi belirlemekle işe başla-
yacağı ise neredeyse hemen herkes tarafından biliniyor. Bunun sebebi ise oldukça basit,
İstanbul baronları, son 10 yıldır beş kat daha fazla zengin olsalar da halen muhafazakarların
ülkeyi yönetmesini ve hükümetin başının bir imam hatipli olmasını hazmedemiyorlar. Gezi
olayları sırasında eylemlerin hükümete yönelmesi bu sebeple çok önemli görülüyordu. Fakat
her şey istenildiği gibi gitmedi. Otpor'ın sosyal medya ameliyatının yarıda kesilmesi muh-
temelen kesin başarıya odaklanmış çevreler tarafından beklenmiyordu. Örneğin Levent
Kırca'nın 'biz başardık, onlar kaybetti, başbakanın sonu Menderes gibi olacak' gibi sözleri,
suç niteliği taşımanın yanısıra fazlasıyla kendine güvenin ifadesi olsa gerek. Yıllardır insan-
ları güldüren Levent Kırca bile artık güldürmekten çok idam sehpalarından bahsetmeye
başlamıştı.

78
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

OTPOR’UN KARA İSYANI

Bölümün başında Otpar örgütünün yeni dünya düzenine ait bir örgüt olduğunu ve yöntem-
lerinin klasik yöntemlerin çok ötesinde olduğunu belirtmiştik. İşte bu örgüt Türkiye’de ilk
ciddi sosyal patlama denemesini Gezi olaylarından altı ay önce ODTÜ eylemleri sırasında
yaptı. Bu eylem onlar için aynı zamanda bir labarotuar olma özelliğini taşıyordu. Bu ciddi
denemeden sonra Gezi Parkı’nda daha büyük çapta örgütlenme uygulamaya konuldu. Gezi
parkı eylemine de “direniş” dediler… Çünkü Sırpça-Hırvatça’da “otpor”, “direniş” anlamına
geliyor. Tunus’ta başlayıp Mısır’da zirveye oturan Arap Baharı’nda sokaklar sosyal medya
(facebook ve twitter) üzerinden organize olan gençlerle dolmuştu. İnternette organize olan
Arap gençleri Otpor’la işbirliği içinde insanları sokağa çekmiş ve devrimi gerçekleştir-
mişlerdi. Mısır’da 6 Nisan Gençlik Hareketi olarak ortaya çıkan Mısırlı gençlerin internette
ne kadar aktif oldukları ve gösteri ve isyanı organize ettikleri de sık sık uluslararası medya
kuruluşlarına yansımıştı.

Dolayısıyla Türkiye’deki Taksim olaylarının ilk günlerinde sosyal medyada yaşanan hare-
ketliliğin akla bu organizasyonu getirmesi normaldi. Alman medyası da bu konuda hem
fikirdi. Almanya’nın uluslararası yayın kuruluşu Deutsche Welle, hazırladığı bir programda
Hüsnü Mübarek’in devrilmesinden sonra Şubat 2011′de söz konusu gelişmeleri mercek altına
alıyordu. Programına Mısır devrimiyle başlayan Deutsche Welle, burada Otpor’un izini
sürüyordu. Mısır’da Hüsnü Mübarek’i deviren göstericilerin taşıdığı bayraklarda siyah ze-
min üzerinde sıkılmış bir yumruk göze çarpıyordu. Söz konusu sembol Sırp internet akti-
vistleri Otpor üyelerinin sembolüydü ve bu sembolü kendi ülkelerinde taşıyanlar da onlarla
işbirliği içindeydi. Slobodan Miloseviç rejimi sırasında bir grup öğrenci tarafından kurulan
ve daha sonra para gücünü elinde tutanlar tarafından kendi çıkarlarına hizmet için ku-
llanılan bir örgüttü bu. Örgüt üyeleri, gösteriler sırasında gözaltına alınan üyelerini korumak
ve gözaltına alma tehdidini etkisiz kılmak için “kalabalığın verdiği güven” düşüncesine da-
yalı olan ikincil gösterileri kullandı. Hükümetin baskısından korkan halkın kaygılarını azalt-
mak için mizah ve tiyatrodan da yararlandılar. Hareket, protestolar sırasındaki gözaltına
alınmalara hemen tepki verebilmek için “b planı” olarak karakolların yanında ikincil gösteri-
ler hazırladı. Böylelikle polisin dışarıda gazeteciler ve büyük kalabalıklar beklerken akti-
vistleri dövme ya da içeride tutma olasılığı düşüyor aynı zamanda aldıkları desteğin
farkında olan gözaltındaki aktivistlerin korkularının da azalmasına yardımcı oluyordu.

Otpor’un çaışma yöntemi alışılmışın dışında olduğundan önlem alması da zordu. Örgüt ilk
önce seçtiği gruplara ciddi bir eylem eğitimi veriyordu. İlk ve en önemli aşamalardan birisi
ise sosyal medyada örgütlenme taktikleriydi. Seçilen gruplara Facebook, Twitter ve SMS ku-
llanarak halk yığınlarına ulaşmanın yolu öğretiliyordu. Bir sonraki aşamada ise artık ey-
lemcilerinin halk ile iletişime geçme zamanı gelmiş oluyordu. İlerleyen aşamalarda ise artık
gerekli psikolojik sınırın aşıldığı düşünülüyor ve sokağa iniş işaretini veriliyordu. Yugos-
lavya’nın yok edilmesi söz konusu örgütün ilk önemli çalışmasıdır. Tunus, Mısır ve Libya
çalışmaları ise tepe noktasını işaret etmesi bakımından önemlidir. Suriye’de de aynı oyunu
sahnelemiş, aynı şekilde bütün dünya basını tarafından tek yanlı yalan haberler ile desteklen-
miştir fakat nedense beklediği etkiye ulaşamamıştır.

79
FARUK ARSLAN

Alman Deutsche Welle (DW) televizyon kanalının Arap Baharı’nın sosyal medya ayağını
araştırdığı programı bugünlerde yeniden gündemdeydi. Programda 6 Nisan Gençlik Hare-
keti’nin internet ağını ve üyelerinin nasıl haberleştiğini masaya yatırılıyordu. DW, bu hare-
kete akıl babalığı yapan Sırp Demokrasi Aktivistleri Otpor’un liderini Sırbistan’da bulmuştu.
5 Ekim 2000′de Slobodan Miloseviç’i deviren Otpor’un en önemli silahı kara mizahtı. Progra-
mda ayrıca Miloseviç’in nasıl devrildiği ve hangi araçlar kullanılarak kendisiyle dalga geçil-
diği anlatılıyordu. Aynı model Arap baharında da kullanılmıştı. Alman televizyon kanalına
konuşan Otpor’un kurucularından İvan Maroviç, Mısırlı gençlerle Facebook ve Twitter üze-
rinden nasıl iş birliği yaptıklarını ve onları nasıl organize ettiklerini anlatmıştı. DW’ye
konuşan Otpor aktivisti Maroviç, bir rejimi yıkmak için ilk etapta kara mizah, ardından da
sokaklarda gösteri yapmanın gerekli olduğunu belirtiyordu. “Rejimin komik yanlarını göste-
rirsiniz ve sonrasında onun meşruiyetini kaybettiğini söylersiniz. Sonrasında da neler yapıl-
ması gerektiği konusunda çalışmaya başlarsınız.” diyen Otpor aktivisti örgütün nasıl ulusla-
rarası bir dijital devrim ihraç malzemesine dönüştüğünü aktarıyordu.

Maroviç, Otpor’un CANVAS’a (Uygulamalı Şiddet İçermeyen Eylem ve Stratejiler Merkezi)


dönüştüğünü ve dünyanın diğer bölgelerindeki benzerleriyle internet üzerinden irtibat kur-
duklarını ve onlara akıl hocalığı yaptıklarını belirtiyordu. Ukrayna’da yapılan ‘turuncu de-
vrim’ ve Gürcistan’daki ‘gül devrimi’nde Otpor’un nasıl etkili olduğu da programda anla-
tılıyordu. Otpor’un lideri Ivan Maroviç’in aktardıklarına göre, mali kaynak Amerikalı
işadamı George Soros’un Açık Toplum Enstitüsü Yardım Vakfı’ndan (OSIAF) gelmişti.
DW’nin aynı programına konuşan Sırp gazeteci Jaksa Scekic ise Otpor’un bu eylemlerini şir-
ket haline getirdiğine ve bu işten para kazandığına dikkat çekiyordu. Alman kanalı Scekic’in
“İlk başlarda sivil toplum hareketi olarak başladılar. Şimdilerde büyük paralar kazanıyorlar.
Hizmet sunuyorlar.” şeklindeki ifadelerene yer veriyordu. Sırbistan’ta Otpor’un bir to-
plantısını ekrana getiren Alman televizyon kanalı, dünya genelinden gelen aktivistlerin fikir
alışverişi yaptıklarını aktarıyordu. Gürcistan devriminin öncelerinden Aleksander Maric,
Otpor’un dünyadaki diğer demokrasi hareketlerine örnek olacağını ve misyonunun devam
edeceğini belirtiyordu. Deutsche Welle televizyonu programı, “Otpor, dünyadaki pek çok
demokrasi hareketine örnek oluyor.” cümlesiyle bitiriyordu.

OTPARCILAR KİMLER?

Yukarıda yer alan kısımda OTPAR’ı yeterince tanıdık. Kısaca ifade edilecek olursa bu örgüt
mensupları için profesyonel devrim ihraççıları denilebilirdi. Yine yukarıdaki bölümde Tür-
kiye’nin de bu örgütün ilgi alanına fazlasıyla girdiğinden bahsedildi. Peki Türkiye’de Ot-
par’la ilişkisi olanlar kimlerdi? Örneğin Taksim Gezi Parkı’nın önünde durma eylemi yapan
Erdem Gündüz’ün Otpor üyesi olduğu iddia ediliyordu. Erdem Gündüz diğer adıyla “duran
adam”ın başlattığı sabit durma eylemi herkesi etkisi altına almaya başlamıştı. Gezi Parkı’nın
eski haline dönüştürülmesi ve şiddetli protestoların yatıştırılmasının ardından protestocular
“sabit durma” eylemini başlatmışlardı. Taksim Meydanı’nda yaklaşık 8 saat boyunca hare-
ket etmeden ve konuşmadan bekleyen Erdem Gündüz, sosyal medyayı adeta sallamıştı. Her-
kes bu adamın kim olduğunu merak etmeye başladı. Tabi iddialar da ard arda geldi. İddia-

80
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

lardan birisi ise Duran Adam Erdem Gündüz’ün Sırbistan merkezli CIA destekli Otpor ör-
gütüne çalıştığı yönündeydi. Alman konsolosluğunda eylemden önce üç gün geçirmesi, bu
yöndeki şüpheleri iyice arttırmıştı. Gündüz hakkındaki iddialar bununla da sınırlı değil.

İddiaya göre Erdem Gündüz Otpor’un Türkiye de ki ‘sivil darbe’ için özel eğittiği eleman-
larından. Sırbistan da defalarla bulunmuş.

Twitter da eylemin bir anda bu kadar hızlı yayılması da ayrıca dikkat çekici… Erdem
Gündüz’ün Sırbistan da bulunduğu yerler ve katıldığı etkinlikler şöyle:

“Vucut /body” 22. Festival Grad Theatre City Budva, Ukus Mora Budva, Karadağ

“Scar/ yara” 12. International Festival of Choreographic Miniatures, Raša Plaovic, Belgrad

“Duran Adam”, ünlü olmasından sonra BBC’ye verdiği röportajda “Yarın yine duracak
mısın?” sorusuna ise “Bir anlamı yok. Ben herhangi biriyim. Başka biri gelir, başka biri
durur” karşılığını vermiş misyonunun bittiğine işaret etmişti. Sanatçı Gündüz yaptığı
eylemden dolayı gözaltına alınmadı ama kendisine destek vermek için duran onlarca insan
polisler tarafından alınarak yeşil otobüslere bindirildi. İşin bir başka boyutu bu eylemin
Gündüz’ün sanatçı kişiliğinden ortaya çıkan özgün bir eylem gibi gözükmesinin yanıltıcı
olmasıydı. Sanıldığının ya da medyaya yansıtıldığının aksine bu eylem Gündüz patentli bir
eylem değildi. Bu yöntemin yani “durmanın”daha sonra CIA devrim koçlarının önerdiği
şiddetsiz eylem yöntemlerinden biri olduğu anlaşıldı…

Aralarında Gündüz’ün durma eyleminin de yer aldığı söz konusu eylem yöntemleri listesi
epey zengin. Listenin 163. sırasındaki bu eylemin adı “Ayakta durma eylemi” olarak geçiyor.
Öte yandan, eylemin Trendtopic’te bir numaraya oturduğu sıralarda, Ankara’da Gezi
protestoları sırasında yaşamını yitiren Ethem Sarısülük’ün polis kurşunuyla vurulduğu
noktada da bir kadın “duruyordu”. Mi Miror adlı tiyatro oyununda Gezi Parkı olaylarının
provasını yaptığı iddia edilen Mehmet Ali Alabora’nın bundan iki yıl önce aynı parkta
çektiği kısa filmde ayaklanma çağrısının occupyistanbul olarak seçilmesi, dikkat çekti.
Neticede, Yugoslavya Turuncu devrim ve Arap baharı örneklerinden hareket edenler büyük
benzerliklerden dolayı Gezi Parkı eylemlerinin arkasında Occupy, Otpor/Canvas gibi
oluşumların olduğu iddia ediyordu.

Şimdi de ismi Türkiye’de yeni yeni duyulmaya başlanan Ocupy internet portalına bir göz
atalım. “Occupy”, Gezi Parkı eylemlerinde başından beri süreci yönlendiren portallardan biri
olmuştu. İlk başta “DirenAnadolu” olarak devreye sokulan uzantı eylemler başladığında da
#DirenGeziParkı etiketiyle en etkili mecralardan biri haline geldi. Sayfanın devreye
sokulduğu tarih de oldukça önemli. Aralık 2012′de kurulduğunda “DirenAnadolu” bağlantı
adını seçerken, “livestream” adlı video yayın sitesindeki hesaplarının adı da
“revoltistanbul”du. “Revolt” İngilizce “ayaklan” veya “diren” demek. Bu, aynı zamanda
Gezi parkındaki eylemlerde sağa sola yazılan yazılarda, pankart ve afişlerde sıkça kullanılan

81
FARUK ARSLAN

bir ifadeydi. Ocupy’nin bu faaliyetleri daha da gerilere gidiyor aslında. “Occupy Turkey”
Facebook sayfası Aralık 2012′de kurulmadan önce, Wall Street eylemlerinin başladığı
dönemde “Ayaklan İstanbul / Occupy İstanbul” adıyla bir sayfa oluşturulmuştu. Sayfa
üyeleri çeşitli aralıklarla “Revolt (Ayaklan) İstanbul” eylemleri düzenleyip, Otpor/Canvas
denetiminde bir halk hareketi için nabız yokluyordu. Geçmişte ODTÜ eylemlerinde de süreci
yönlendirmeye çalıştılar. Sadece Duranadam eyleminin değil, bugüne kadar yapılan ve
şiddet içermeyen protestoların tamamı Gene Sharp'ın ayaklanmanın nasıl hayatiyete
geçirileceğine dair hazırladığı listesinde yer alıyordu. Çok ilginçtir Gezi eylemleri sırasında Y
gençliği adı verilen gençliğin zekalarıyla bulduğu sanılan bir çok eylem aslında daha önce bu
liste de bir bir sıralanmıştı. Örneğin İstiklal Caddesi'nde soyunup TOMA'nın üstüne çıkan
kişinin bu eylemi Sharp'ın listesinde 22. sırada yer alırken, 'Orantısız zeka' eylemi, yerlere ve
duvarlara esprili sloganlar yazılması, Taksim'de piyano çalınması ve daha bir çok eylem,
Sharp'ın listesindeki eylem biçimleriyle birebir örtüşüyordu. Şimdi bu listenin en önemli
maddelerine bir göz atalım. Bunları aynı Zamanda CIA’nın devrim koçlarının önerdiği
şiddet içermeyen eylem yöntemleri olduğunu da hatırlatalım.

İŞTE GENE SHARP'IN LİSTESİ

1. Konuşmalar (Mehmet Ali Alabora gibi sanatçıların da dahil olduğu pek çok isim
tarafından yapılan konuşmalar)

2. Muhalefet ya da destek mektupları (Silivri'den gönderilen paşa mektubu, Fatih Akın ve


Sibel Kekilli'nin gönderdiği mektuplar. Bazı yazarların köşelerinde yazdığı "Başbakana
mektup" başlıklı makaleler)

3. Kurum ve kuruluşlar tarafından verilen demeçler (Yabancı ülkeler, Türkiye'deki meslek


kuruluşları v.s.)

4. İmzalı basın açıklamaları (Taksim Dayanışma Platformu şimdiye kadar 20'nin üstünde
basın açıklaması yaptı)

7. Sloganlar, karikatürler ve semboller (Taksimin her yanı bu sembollerle donatıldı.


Türkiye'deki bütün mizah dergileri kapak yaptı)

9. Broşürler, el ilanları ve kitaplar (Şimdiye kadar 2 tane kitap yayınlandı.)

10. Gazeteler ve mecmualar (Gezi parkı bünyesinde gazete çıkarıldı)

11. Kayıtlar, radyo ve televizyon (Çapul Tv. ve Gezi Radyo)

12. Hava reklamları ve yere yazılan yazılar (Yere yazılan yazılar çok yaygın kullanıldı)

13. Temsilciler heyeti (Taksim Platformu ve sanatçılar heyeti)

82
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

18. Bayrakların ve sembolik renklerin gösterimi (Futbol takımlarının renklerinin kullanıl-


ması)

19. Sembollerin giyilmesi (Herkes siyah giyindi)

22. Protesto amaçlı soyunma eylemleri (İstiklalde TOMA üzerinde çıplak eylem)

26. Protesto olarak boya kullanılması (Duvar boyaları)

28. Sembolik sesler (Borozan)

29. Sembolik itirazlar (Taksimde bir almanın piyano çalması)

30. Kaba hareketler (Her türlü küfür ve hakaret kullanıldı)

33. Dost olma (Polislere çiçek verilmesi)

34. Gece nöbetleri (Parkta gece nöbetleri tutuldu)

35. Mizahi skeçler ve eşek şakaları (İnternet üzerinden video servis edildi)

36. Oyun ve müzik performansları (Kardeş Türkiler, Duman gibi pek çok müzik grubu şarkı
besteledi)

37. Şarkı söylemek (Konserler verildi)

38. Toplu yürüyüşler (Çok sayıda yürüyüş yapıldı. sanatçılar, STK'lar yürüdü)

45. Göze çarpıcı cenazeler (Eylemlerde hayatını kaybeden Ethem Sarısülük'ün cenazesinde
pek çok gerginlik çıkarıldı)

48. Protesto toplantıları (Çok sayıda toplantı gerçekleştirildi)

50. Tartışmalar (Gezi parkında çok sayıda forum oluşturuldu)

51. İş bırakmalar (KESK, DİSK ve diğer sendikaların iş bırakması)

53. Ödüllerden feragat edilmesi (Mehmet Ali Alabora Karadeniz Vakfı'nın ödülünü reddetti)

67. İşçilerin iş bırakması (DİSK, KESK ve diğer sendikaların bir günlük iş bırakma eylemi)

68.Sığınma (Camiye, otele sığınma)

97. Protesto amaçlı grev (DİSK, KESK ve diğer STK'ların grevleri)

83
FARUK ARSLAN

146. Adli direniş (Avukatların adliyelerde yaptığı eylemler)

162. Oturma eylemi

180. Alternatif iletişim sistemi (Zello)

163. madde olan Ayakta durma eylemi (Duran adam eylemi), Taksim'deki yeni protesto
şekli. Performans sanatçısı Erdem Gündüz, önceki gün akşam saatlerinden meydanda tek
başına sessiz şekilde ayakta durarak "duran adam" eylemi başlattı. Dün sabaha kadar süren
eylem yeni katılımlarla devam etti. Eylemibaşlatan Erdem Gündüz gerginliği daha fazla
tırmandırmamak için sabah saatlerinde meydandan ayrılırken dün gün boyu benzer
eylemler yapıldı. Eyleme tiyatro sanatçıları Oktay Kaynarca, Selçuk Yöntem ve modacı
Barbaros Şansal'ın yanı sıra bazı avukatlar da İstanbul Adliyesi'nde destek verdi.Buraya
kadar anlatılanlardan Gene Sharp adının çok ön plana çıktığı görülüyor. Aslında bu çok
normal çünkü OTPOR bir çok ülkede bu ayaklanmaları gerçekleştirirken Massachusetts
Dartmouth Üniversitesi Siyaset Bilimi dalının emekli profesörü 1928 doğumlu ve 2009, 2012
ve 2013’te 3 kez Nobel Barış Ödülüne aday gösterilen Gene Sharp’ın yazdığı “Diktatörlükten
Demokrasiye” isimli kitabını esas alıyordu. OTPOR/CANVAS yayınlarında, Gene Sharp’ın
yazdığı kitapta şiddet içermeyen 200’e yakın eylem tekniğine yer veriliyordu. Bu teknikler
arasında diktatörlere karşı toplum ayaklanmalarında yönetimin zayıf noktalarının
belirlenmesi, hangi yöntemlerle direnişçilerin harekete geçirileceği, nerelerde hangi gerekçelerle
bir araya gelinebileceği ya da hangi sembollerin kullanılacağı, hangi bankalardaki mevduatların
çekileceğine varıncaya kadar bir çok konu yer alıyor...

GEZİ’DE KURTARICI SALDIRAY BERK PAŞA

Benim tek endişem, Recep Tayyip Erdoğan için kurulmayan başkanlık sistemi kalıcı olursa,
Erdoğan'dan bizi kurtaracak kurtarıcıdan daha sonra kurtulma sorunudur. Sonuçta eski ÖKK komutanı
Saldıray Berk, NATO onaylı ve Alman Gladyosu destekli global bir proje yürütüyor. Bu planın so-
nunda Erdoğan yerine birini koyacaklardır. Erdoğan'ın Fidan ve Saldıray ile Suriye'de selefi terörüne
desteğine göz yumularak işinin bitirileceğini bir tek anlayamayan Havuz medyası kaldı. Saldıray
gibiler cemaatın 180 ülkede ve ülkemizde bitirilemeyeceğini anlayacak kadar zekidir. Devleti AKP'den
geri alma peşinde bunlar. Cemaat savaşı algısı sadece bir maskeden ibaret...

Neticede cemaat devlete yaslanmadan Anadolu kaynaklarıyla sivil toplumla 180 ülkede eğitim veriyor,
sosyal projeler ve sağlık hizmetleri yürütüyor, mükemmel diyalog çalışmaları ile ülkemizin muhteşem
gönüllü lobi gücü hizmeti yapıyor. Pozitif ve olumlu çalışmalar samimi olduğu için çoktan muhata-
plarına kendisini kabul etirmiş durumda, elli tane Erdoğan olsa, Şeytan bizzat Yahudi milyarderler
olarak nüzul etse, baskı yapsa Hizmet Hareketi’nin Erdoğan’ın desteklediği selefi terör örgütleri gibi
şiddet eğilimli katiller olduğu konusunda onları ikna edemez. AKP ülkemizde sadece devleti daha çok
yemeye talip. Saldıray Berk, önce cemaat ile AKP'yi ayıralım, sonra Cemaatı geriletelim, Erdoğan'ı ve
AKP'yi zaten kirlettik, bitirmesi kolay diyordur şimdi! Saldıray Berk'ten ve arkasındaki derin devletten
korkması gereken bence Erdoğan ve AKP. Berk gibiler cemaatın vatanperver olduğunu bilirler...

84
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Saldıray Berk, Gezi toplantılarında Solcu sosyalist jargonu öğrenmek için epey ders almış, ama hep
dalga geçmiş, aptal bir ideoloji diyormuş! Eşitlik, sosyal adalet ve sonsuz özgürlük saçma geli-
yormuş.Sol jargonu kullananlar davalarını 3 dakikada sloganlarla bitirirler. Mehmet Altan demiş, ger-
isi yok, altı boş, entelektüel derinlikleri yok. Nerede o eski solcular? Saldıray'ı Bakü askeri ataşeliğin-
den tanırım. Şehitler Hıyabanında Türk şehitliğini ZAMAN Azerbaycan olarak epey zorlayarak
yaptırmıştık. Saldıray, bana ‘bizim 4 büyükelçi ve 3 askeri ataşe ile yapamadığımızı siz nasıl yaptınız’
diye şaşakalmıştı. Samimiyet ve ihlas demiştim. Sonra bu başarıyı kendisi yapmış gibi kullandı ve
Berk bununla ÖKK başkanı oldu! Bunun hikayesini yazmıştım, bugünlerde milliyetçilik naraları atan-
lar, cemaatın milliyetçiliğinin zekatını veremez.

En başından beri Saldıray Berk'in mükemmel hazırlanmış psikolojik savaş planı uygulanıyor. Havuz
yazarları aptallıklarına doymasınlar... Saldıray Berk'in Gezi toplantılarında nasıl davrandığını sordum
gazeteci arkadaşıma. Erdoğan'dan intikamı acı alacağız ve kaosdan düzen çıkartacağız diyormuş hep.
Kutlarım, başardı! Erzincan'da 5 yılda hazırlanan AKP ve Cemaatı bitirme planında rol oynayan İlhan
Cihaner ve Saldıray Berk'in Gezi'deki rolü yeni bilgidir, daha önce kimse yazamadı. Erzincan kumpası
olarak bilinen AKP ve Cemaatı bitirme planı olarak 12 Haziran 2009'da Taraf gazetesine yansıyan
planı da Saldıray Berk yapmıştı. Gazeteci Mehmet Baransu, Berk’in intikamı nedeniyle hapiste, yoksa
Baransu AKP ve Erdoğanı ipten almıştı. Eğer Baransu olmasaydı, AKP, 2008’de kapatılmıştı. Hapiste
işkence ile ödüllendiriyorlar!

Eski Özel Hareketler Komutanı Saldıray Berk Erdoğan düşmanlığı etrafında geniş bir kitleyi ÖKK bi-
rimleriyle ustaca Gezide yönetmiş meğer! Şok yaşadım, bunu duyunca.

Gezi'de oyuna düştüklerini organize eden bir sol görüşlü gazeteci arkadaşım söylemese, Saldıray
Berk'ten bahsetmese idi bende asla uyanmayacaktım! Gezi'de ÖKK birimleri polis düşmanlığı pompa-
layarak Emniyetin terörle mücadelede başarısını sıfırlamak istediler, sol gruplar kullanıldı. ÖKK,
Erdoğan’ı cellat olarak kullanıyor. AKP'yi tek başına iktidarda tutup Müslüman mahalleyi yaktıran
ÖKK birimleri, AKP düşmanlarını da organize ettiler, Odatv'yi kullandılar. Halen Havuz medyasının
sol eli olan Odatv, ÖKK maşası olarak AKP’de saflardan insanların ayrılmasını engelliyor. Gezi'yi or-
ganize eden sol görüşlü gazeteciler, ÖKK eski başkanı Saldıray Berk'in neden toplantılarına katıldığını
anlamamışlar, şimdi umarım anlamışlardır. Yoksa 12 Eylül öncesindeki kaosu planlayanları 30 yıl
sonra itiraf edenler gibi mi olsunlar! Gezi sonrası AKP'nin yüzde 5 oy kazanması tesadüf değil. Korku-
tulan kesimler AKPye sevkedildi. ÖKK, Gezide aktif rol oynadı ve AKP’nin iplerini eline aldı.

CHP Milletvekili İlhan Cihaner Gezi'yi kucağında buldu ve dört elle sarıldı. Erdoğan'dan kurtulmak
isteyenlerde aynı duygularla öfke seliydi . İlhan Cihaner gibi pek çok insan Gezi'ye bir umutla Erdoğan
diktatörlüğünden kurtulmak için umutla katıldı. Çapulcu değil, çoğu aydın insanlardı. Özgür bir basın
ve sivil bir toplum kalmayınca Erdoğan ve Fidan'ı yöneten Otokratik güç istediği gibi at oynatıyor,
demokrasi istemiyor. Sol görüşlü, Alevi, liberal, laik, milliyetçi ve dine uzak aydın insanlarımız gibi
gerçek dindar indanlarda muasır medeniyet seviyesine ulaşmış bir ülke istiyorlar. ÖKK,
farklılıklarımızı kullanıp bizi bizle kavga ettiriyor.

Erdoğan'ı yöneten Otokratik klik, sürekli bir düşman oluşturarak AKP'de safları sıkı tutuyor. ÖKK, 28
Şubatı, farklı hiziplerin kin ve nefret ehli aptalları olduğu sürece 1000 yıl daha sürdürebilir. Gezi'de
kullanılan sol gruplar ÖKK tarafından nihai başarıya ulaşmamak üzere planlanmış sivil ayaklanmada
kullanıldıklarını yeni yeni anlıyorlar. Samimi ve dürüst gazeteci arkadaşıma çok teşekkür ediyorum.
Bu bilgiler bir sorgulama süreci başlatabilir ve neden hep kaybediyoruz diyenler belki akıllarını
başlarına alıyorlar. Cemaaatı düşman kefesine koyanlar, büyük gücü bitirince bölük pörçük küçük
balıkları afiyetle yer, sindirir, korkutur. Cemaat dik durarak,sivil toplum liderliğini üstlendiğinin belki
de farkında değil. Erdoğan ve Fidan'ı yöneten global ve yerel gücün tek korkusu, en disiplinli,

85
FARUK ARSLAN

bağımsız ve teröre hiç bulaşmamış Hizmet hareketi kalmıştır. Bunu yıkabilirlerse, önlerinde hiç bir en-
gel kalmayacaktır. Bugün cemaata destek vermek Türkiye’nin geleceğini otokratik zalimlerden kur-
tarmaktır.

Gezi'yi asıl organize edenlerden ÖKK eski komutanı Saldıray Berk ve İlhan Cihaner, Erdoğan'dan inti-
kam alıp, iktidara ortak olmak istediler ve istediklerini aldılar. Yeterli bulmayıp daha fazlasını almak
için uğraşıyorlar. Bu nedenle Doğan ve Ciner medya sessiz belki de. Gezi de dahil boş yere dış
düşman, faiz lobisi filan aramayın. Erdoğan, iktidarı Ergenekoncularla bölüşünce yeni bir Gezi'ye
gerek kalmadı. Oysa Gezi'ye katılan samimi insanlar Erdoğan'ın otokratik sistemine diktasına karşı
çıkmıştı. Gezinin asıl patronları Erdoğan ile anlaştı, artık yeni Geziler olmaz. Cemaatten başka
direnişli kimse çıkmadı. Geziyi asıl organize eden CHP milletvekili eski savcı İlhan Cihaner ve eski
ÖKK Komutanı Saldıray Berk fazla bilinmiyor, zira medyada hiç yazılmadı. Planlarını değiştirdiler ve
AKP’yi sanki bitirmekten vazgeçmiş gibi davranıp AKP ile cemaat ile savaş konusunda anlaşmış gibi
yapıyorlar. Erdoğan, ne yaptığını maalesef biliyor, zafiyetlerinin kendini yargılatabileceğinin farkında.
Ne derlerse yapıyor. Erdoğan ve Fidan, Gezi benzeri yeni bir sivil toplum ayaklanması istemiyor.
Gezi'yi organize edenlerin kullandığı kesimlerde yeni tepkileri organize şevki ve umudu kalmadı.

SELEFİ TERÖRÜNE DESTEK ERDOĞAN REJİMİNİN SONUDUR

Suruç saldırısıyla, savaşa ve teröre karşı çıkan bir sivil toplum inisiyatifi, umudu MİT oyuncağı AŞİH
ile durdurulup, sivil toplumu da öldürmeyi amaçlıyorlardı. Terörün her çeşidi kınanmalı ve karşı olun-
malıdır. Devlet terörü veya PKK terörü ayrımı yapılamaz. Teröre karışmayan terörist yapılamaz.
Cemaata terörist damgası vurmaya çalışanların kendisi terör günahına dibine kadar bulaşmışlar, hedef
saptırmaya çalışıyorlar

Suriye'de selefi terör oyuncak örgütleri ile bir güç savaşı yaşanıyor. Olan ölen gariplere, mağdur edilen
9 milyon Suriyeliye oluyor. CIA, El Kaida'yı, MOSSAD IŞİD'i, Katar, El Nusra'yı, Suriyeli İhvan
Feylak’uş Şam’ı, Suudiler Liva El Tevhid ve diğer selefi örgütleri, Britanya ÖSO'yu kurdu, MİT neden
AŞİH'i kurmasın mantığı yanlıştır. Hepsi terör suçu işliyorlar. Günah ve suç işlemeyi sorgulanamaz
hale getiren yeni MİT kanunu ile selefi terör örgütlerine başta AŞİH olmak üzere silah ve kimyasal si-
lah satan, selefi militan ticareti ile servet edinenlerde, devleti hikmet teraneleri aramayınız, bu maske
ile ihanetleri gizleniyor. Erdoğan ve Fidan, KCK ve PKK içindeki elemanlarıyla terör estirip, AŞİH
terörünü organize ettiklerini örtmeye çalışıyor. Nafile çabadır. PKK teröristdir, ancak bunların yaptığı
da terör faaliyetidir.

Türkiye, selefi terörü ile topyekun milli bir dava olarak mücadele etmek zorunda. Fidan ve Erdoğan
arkasında diye AŞİH cici bir terör örgütü olamaz. Şahsen, AŞİH gibi selefi bir terör örgütünü kuran
Fidan ve kurduran Erdoğan ile aynı safta bulunmak istemem, TSK da aklı başında olanlar da bulunmak
istemez ve istemeyecekleri kesindir. TSK ve MİT içinde Fidan'ın selefi AŞİH terör örgütüne destek
olanlarla olmayanlar bir karar verecekler; ya terör ihracı ile anılacaklar veya gerçek toplumsal barış
seçimi yaparak selefi terörü suçlularının yargılanması için gerekli zemini hazırlayacaklar. Kim olursa
olsun, bu suçlular yargılanmdan toplum vicdanı susmaz, Kürtler yatışmaz ve ülkemizden kopmaları
engellenemez. Global güçlerin planı da zaten selefi terörü ile MİT ve TSK’yı tuzağa düşürmekti,
Erdoğan boğazına kadar pisliğe batırıldı. TSK itibarını ancak ve ancak Fidan ve Erdoğan’ı tasfiye
ederek kurtarabilir ve bu ulusal güvenlik sorunundan milletimizi azade kılabilir. Aksi halde TSK da
çok yıpranacaktır.

86
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Önümüzdeki yıllarda AKP'ye oy verenler AŞİH'i kuran Fidan ve kurduran Erdoğan ile yüzleşecekler.
Teröre destek verenle vermeyenler ayrışacaklar. MİT, komşu ülkelere selefi terör örgütü ihraç edebilir
mi? AŞİH işte böyle bir MİT ürünü. Edebilir diyenler Erdoğan ve Fidan ile bu dünyada yargılanır ve
ukbada beraber haşrolurlar!

Erdoğan ve Fidan için çember daralıyordu. Almanya ve ABD, patriot füzelerini 2015 yazı geri çek-
mişti. Neden? Çünkü AKP, kendi oyuncakları selefi teröristlerle savaşmak istemiyor. Erdoğan ve Fi-
dan'ın selefi teröristlere silah, kimyasal silah ve militan ticareti yaptığı ana satıcı koordinatörü Heysem
Topalca ve Taha Gergerlioğlu Alman BND eline geçti. Tek kurşun atamadan El Nusra eline geçen
MİT'in 30. Tümeni lideri Albay Nedim Hasan da mı Almanya'ya götürüldü? Topalca'nın sağ kol-
uydu! Alman istihbaratının Suriye'den paketlediği Heysem Topalca Erdoğan ve Fidan'ın kirli silah ti-
caretinde kilit ad idi. Herkese silah sattı. Erdoğan ve Fidan, Heysem Topalca'nın son 4 yıl içinde Su-
riye ile Türkiye arasında neden ve nasıl 1100 defa girip çıktığını açıklayabilir mi? Bu soruyu
yöneltebilecek bir gazeteci etraflarında kaldı mı veya cesaret edebilir mi?

Erdoğan ve Fidan'ın selefi teröristlere yolladığı silah ve kimyasal silahları nereden satın aldığı, kimin
ne kadar rant sağladığı BM ve UCM gündeminde. Erdoğan ve Fidan'ın göstermelik gözaltına aldığı
tüm selefi teröristler serbest bırakıldı. Ahrar uş Şam, MİT'in selefi örgütü kucaklarında patlayacaktır!
Zira Topalca Almanya'ya iltica etmiş, itirafcı olmuş deniyor. Erdoğan rejimi dünyada yalnızlaştırılıyor.
Bu kara leke kolay temizlenemez. BM ve Uluslararası Ceza Mahkemesine Heysem Topalca ve Taha
Gergerlioğlunun Erdoğan ve Fidan aleyhindeki itirafları gündeme getirilecek mi? Büyük ihtimalle
planları budur. Erdoğan rejiminin gideceği fazla yol kalmadı. Suriye'de kimyasal ve El- Nusra ile Sarin
gazı kullanan AŞİHcleri BND Reichstag'a taşımış! İsviçre gizli hesaplarında Erdoğan’ın ne kadar
parasının yattığını da BND ele geçirdi. Almanya elinde Heysem Topalca, Taha Gergerlioğlu ve Nedim
Hasan şahitse Erdoğan ve Fidan'ın Lahey'de hiç şansı yok. Ülkemizin adını çok fena kirlettiler.

MİT tırlarını örtbast ettiniz, polis, savcı ve hakimleri hapsettiniz. Ancak BM Savcısı Ponte, Lahey'de
Fidan ve Erdoğan’ın karşınıza çıkacaktır. Savaş suçlarında zaman aşımı da yoktur. Erdoğan ve Fidan,
ABD'ye İncirlik dahil tüm askeri üstlerin kullanım tavizini TBMM izni olmadan verdi ama Alman-
ya'ya rest çekemediler! Topalca'yı BND'ye kaybedince UCM'de yargılanmaktan korktuğu için Fidan
ve Erdoğan ABD'ye yanaştı! Almanya'ya karşı ABD kozunu oynadılar! Ancak ABD’de güvenli bölge
konusunda Erdoğan’ı yalanladı, IŞİD’ten arındırılmış bölgede PYD’ye güvendiğini ortaya koydu.
TSK, ne yapacağını biliyor mu?

Almanya’nın BND’si Suriye'de MİT tarafından piyon olarak kurulan AŞİH'e karşı 2013’dem beri aktif
mücadele sergiliyor, ama Erdoğan ipe un sermeyi sürdürüyor. CIA ve MOSSAD ise Erdoğan’ın selefi
zafiyetini kullanarak talep ettiği tüm tavizleri kolayca alıyor. Acı olan Almanya, Türk ve Kürt gur-
betçileri ve vatandaşlarını selefi teröründen korumak isterken, Fidan ve Erdoğan AŞİH'in sahibi duruy-
orlar. Kimse bunu yalanlayamıyor. Alman BND MİT'in AŞİH'inin Almanya yapılanmasını ortaya
çıkardı, gurbetçilerin Erdoğan ve Fidan organizesi ile tarafından selefi radikal terör örgütlerine kay-
ması istenmiyor. Almanya’nın terörist listesine PKK, 1993’de girdi, Suriye’deki sivilleri öldüren selefi
örgütlerin hepsi terörist sayılıyorlar. Batılılar, selefi terörüne en ciddi biçimde ve yüksek sesle karşı
çıkan ve devlet terörüne direnen Hizmet hareketinin önemini daha iyi anladılar. Hizmet,
marjinalleşmedi, tam tersine değerlendi. Sünni İslam'ın gülen ve barışçıl yüzü olarak tüm İslam dü-
nyası ve Batı alemind ehayranlıkla izleniyor.

87
FARUK ARSLAN

Alman ARD televizyonu BND'nin Almanya Federal Dış İşleri Bakanlığı'na sunduğu AŞİH raporunu
yayınladı ve kıyamet koptu: Fidan ve Erdoğan başroldeler... Suriye'deki insanlık dramı Erdoğan ve Fi-
dan'ın sebep olduğu savaş suçları sanıldığından çok büyük.Tecavüze uğrayan 37 bin kadın bulu-
nuyor. Okuduğum itiraflara ve mağdur beyanlarına göre UCM ve İnsan Hakları Komisyonunda El
Nusra, IŞİD ve AŞİH militanları ve mağdurlar çok net konuşuyorlar. Buna benzer suçları Nazilerin
Yahudi, Çingene, Komünist ve homoseksüellere uyguladığı soykırım, katliam günahları ve devlet ter-
örü ile savaş suçları günlüklerinde okumuştum. 2. dünya savaşınan sonra 50 milyon ölünün kanları
ellerind edururken Nazilerden paçayı yırtan sadece Gestapo başkanı Gehlen ve 300 SS subayı oldu,
CIA himayesine girip Gladyoları kurdular. Fidan’ın ki de böyle bir son umut olabilir...

Kosova’da Haşim Taçi'nin organ mafyasını ortaya çıkartan İsviçreli Hukukçu Ponte, Suriye kimyasal
silah krizinde Erdoğan ve Fidan'ın peşine düştü. 7 Ağustos’da başlatılan inceleme çok hızlı yürüyor.
Taçi’yi 8 yıl takip edipte savaş suçlusu kararı çıkartan Ponte, anlaşılan Suriye dramında deliller çok
sağlam ki fazla beklemedi. Muhtemel Kasım erken seçiminden sonra UCM'de Erdoğan, Davudoğlu,
Ala ve Fidan hakkında başlatılan savaş suçları davası sonuçlandırılacak gözüküyor. Böyle bir karar
AKP’lileri şoke edecektir. AKP oylarında yüzde 5 daha erime olabilir. Yine 4 parti TBMM'ye girer,
harcanacak 2 milyara yazık. Önümüzdeki 3 aylık süreçte Erdoğan ve Fidan'ın selefi terörünü
destekleyerek yol açtıkları bataklığın belgeleri BND tarafından yakında medyaya servis edile-
bilir. MHP Lideri Bahçeli'nin yerinde olsam UCM Kararının çıkacağı 2016 yılına kadar AKP ile
koalisyon kurar, Erdoğan ve çetesinin sonunu beklerdim. Zira UCM karar en erkenı 2016 yılı baharını
bulabilir, Erdoğan ve çetesi böylelikle tamamen direnişini kaybeder ve 2017 Erken seçimi için
mükemmel bir atmosfer oluşur. AKP'nin tabelası bile kalmayabilir...

ABD, Ankara yerine Tahran’ı seçtiği için ve İran bu konudaki belgeleri CIA’ya teslm ettiği için,
Amerikan ve İngiliz medyasında daha fazla belgelerin yayınladığına şahit olacağız. AKP’liler dış
düşman fobisi oluşturup hepsi bize düşman diye yırtınmaya çalışsada, bu sorun Türkiye’yi dünyada
küçük düşürüyor ve itibarını sıfırlıyor. Buna izin veremeyiz... Erdoğan ve derin ekibinin haram para-
larla servet edinenlerin satın alamayacaği düriüst, vatansever, namuslu insanlarda vardır. Elbette
Amerikalılar gibi Almanya da kendi ülke çıkarları için bu konu üzerine gidiyor. BND, zayıf Büyük
Kürdistan projesini Kuzey Suriye'den enerji nakil hattı, AB'yi Rusya'nın enerji tehditinden kurtarmak
için çok istiyor. MİT içinde Fidan ve Erdoğan'ın selefi ticaretinden çok rahatsız olan devlet adamları
var. Fidancılar Erdoğan'ı tek suçlu ilan edebilirler. Fidan kendini daha yukarılara layık gördüğü içim
selefi terör lekesini başkası üzerine yıkmak zorunda kalacaktır. Erdoğan ve Fidan'ın selefi teröristlere
yaptığı yatırım yerine ülke barış ve huzuruna hizmet edecek sosyal projelere para harcanabilirdi.
Güneydoğu’da insanlarımız açlık sınırında yaşıyor. Kürt barışı diye milleti oyalayacaklarına, selefi ter-
örüne oynayacaklarına keşke harcanan milyar dolarları işsizlere iş imkanları kurmak için kullansalardı.
Yazık değil mi?

Stratejik bir çöküntü yaşanıyor, ancak Erdoğan ve Fidan Suriye'de hatalarından dönmüyor, ülkemizi
terörü destekleyen ülke haline getirdiler. Ülkemizde komedi trajedi bir durum var. Selefi teröristler ve
PKK'yı son 3 yıldır besleyen Fidan ve Erdoğan, herkese teröristsiniz diyorlar ve bu imajı uyandırmak
için algı operasyonları yapıyorlar. Havuz medyası, şaklabanlık ve şarlatanlıkla bu ahlaksızlığa
güzellemeler yazıyor ve terör simsarlığı yapıyorlar. TSK'nın Selefi terörüne Erdoğan ve Fidan'ın açık
desteğinden ve rantından rahatsız olmasını beklemek her Türk vatandaşının hakkıdır. Yoksa geniş bir
kitle hayal kırıklığına uğrayacaktır.

Erdoğan ve Fidan, selefilere silah, kimyasal silah ve militan ticaretinden ne kadar para kazandı ve bu
kara paralar nerede stoklandılar? Erdoğan ve Fidan'ın selefi teröristleri silahlandırması terör ihracı
değil mi? Silahlar, Rusya, Sırbistan ve Libya'dan mı satın alındı? MİT selefi terör örgütü kurma
yetkisini kimden aldı, gönderilen silahların parasını kim verdi, kime gebe kaldılar? Bu sorular ana sor-
ulardan. Sorduğum soruların cevabını aslında biliyorum. Suriye'de Müslüman kanı üzerinden rant
sağlayan Erdoğan ve Fidan er geç hesap verecektir.

88
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Erdoğan ve Fidan, eline silah almamış ama AKP'ye muhalif herkesi terörist ilan ediyor, fişliyor,
mağdur ediyor. Selefilere dokunmuyor. Suriye skandalı Havuz medyasında yazılmıyor, zira bu dramın
altında eziliyorlar. İç dinamikler ve hukuk sorunu çözemedi, dış baskıların gelmesi ve yine dış dina-
miklerin ortak aklının ülkemizi uçurumun kenarından döndürmesi kaçınılmaz hale geldi. Eğer MİT tır-
ları yargı önüne çıkartılsaydı, ülkemizin ihanet çemberinden kurtulma ve iç hukukla bunu çözme im-
kanı vardı, heba edildi. Erdoğan ve Fidan'ın az maz aklanma şansı vardı, şimdi hiç kalmadı. Zira MİT
tırları sevkiyatı durmadı, devam ediyor. Erdoğan ve Fidan, kumar oynayıpta sürekli kaybeden ama
kaybetmeye doymayan kumarcı gibiler.

IŞİD ile savaşı AKP asla istemiyor. ABD ve Almanya, Suriye füzelerinden ülkemizi koruyan Patriot
füzelerini geri çekerek mesaj veriyorlar: Erdoğan ve Fidan'a güvenmiyoruz. Suriye elinde Rusya'nın
verdiği ve kontrol ettiği 4800 orta ve uzun menzilli füze var, ülkemizin her tarafını vurabilecek kapa-
sitedeler. Erdoğan ve Fidan, AŞİH'i silahlandırmaya devam ettiği sürece NATO desteğini ve Patriot
füze korunma sistemini geri alamayacaksınız diyorlar. Çin’e bel bağlayan ülke haline geldi Türkiye.
Bu aptallığa mahkum değiliz.

Çok sert ve net yazdığımı düşünebilirsiniz. Kanadalı sosyolog gazeteci Naomi Klein, Şok Doktrini
kitabında, kapitalist yalanlarla, askeri diktayla aldatılan köle milletleri şok ile uyandırabilirsiniz diyor.
Şok terapisi yapıyorum, bunu herkesin anlamasını da beklemiyorum...

89
FARUK ARSLAN

Üçüncü Bölüm

KILIÇ’IN ALEVİ OYUNU

Şimdi de başlangışta yerel bir hareketmiş gibi gözüken ama gün geçtikçe öyle olmadığı
ortaya çıkan Gezi eylemlerinin arka planına biraz daha göz atalım. Almanlar, Gezi
olaylarında Kılıç’ın tüm hatlarıyla savaşa girmişti, keza İran’da tüm hatlarıyla savaşa girdi,
Suriye destek verdi, İngiltere eylemlerin büyümesi ve duyurulması için elinden geleni yaptı.
Aydın Doğan Grubu, medyasıyla-ki asıl sahip Almanlar olduğu için başka türlü yapma şansı
yoktu- Alman vakıfları ilaç ve yemek temin etmesiyle, Migros, katılımcıların insani
ihtiyaçlarını karşılamasıyla, Doğuş grubu ve birçok diğer banka -İş Bankası zaten CHP'nin
olduğu için onların da başka türlü yapması mümkün değildi- orada birikmiş insanlara
hizmet ettiler. Başlangıçta tüm amaç ağaçların kurtarılmasıyken kısa bir süre sonra sloganlar
değişti. Artık tüm eleştiriler yalnız ve yalnızca Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ı işaret
etmeye başlamıştı. Tüm bunlara paralel olarak Almanya’da Aleviler ayağa kaldırıldı ve
2007’de Cumhuriyet mitinglerini düzenleten el yine sahne aldı.

Burada Yeni Şafak gazetesi Genel Yayın Yönetmeni İbrahim Karagül'ün literatürümüze
kazandırdığı bir kavramdan bahsetmek istiyorum: Alman Ergenekonu! Bu kavramı ilk
olarak Ergenekon soruşturması döneminde Almanya'da başlayan gurbetçi evlerinin
kundaklanması meselesi sırasında kullandı İbrahim Karagül. Daha sonrasında 2008 yılında
Almanya'da başlayan Deniz Feneri E.V davası süreciyle ilgili yazılarında da Alman
Ergenekon’u ifadesini gördük. Şimdilerde Türkiye’nin her noktasını harekete geçirmeye
çalışan bir "sokak" var görünüyor. Bu "sokağı" Gezi'ye, Taksim'e, Kuğulu'ya, Kızılay'a,
Dolmabahçe'deki Başbakanlık Ofisi'ne ya da Başbakan'ın Keçiören'deki Konutu'na yönelten
itici gücün ne olduğu sorusu karşımızda önemli bir soru olarak duruyor. Tam da bu sırada
bu soruya cevap olabilecek nitelikte bir takım işaretler beliriyor. Önce Almanya'nın dev
bankası Deutsche Bank'ın Borsa'da yaptığı işlemler tartışılmaya başlanıyor…Ardından
Alman medyası, Taksim ve Gezi'ye kilitleniyor ve Başbakan Erdoğan'ın şahsına yönelik
hakaretler ve aşağılamalar Alman medyasında her gün dozu artırılarak yazılıp çiziliyor.
Bütün bu olup bitenlerin elbette bir anlamı var. Türkiye'nin yakın tarihinden örnekler
vermeden önce iki meseleyi hatırlatmak istiyorum: Birincisi İttihat ve Terakki'nin 1908'de
ihtilal yaparak iktidara gelmesinden sonra Almanya ile kurduğu girift ilişkiler.

İkincisi, İngilizlerin Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulması aşamasında Türkiye’ye dayattığı


Lozan'ın bir uzantısı olarak Tekke ve Zaviyelerin kaldırılması ile nasıl bir fay hattını
oluşturulduğu.

90
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

ALMAN BAŞSAVCISI: ÇİLLER EROİN KAÇAKÇISIDIR, YOK YOK DEĞİLDİR

Şimdi de yakın tarihte Alman derin devletinin Türkiye üzerinde ne tür operasyonlar
yaptığını anlatan alıntılarla devam edelim. İlk olarak, eski Başbakanlardan Tansu Çiller'in
danışmanı Hüseyin Kocabıyık'ın a Haber'de yaptığı çarpıcı açıklamalara yer verelim.
Kocabıyık, a Haber'deki programda 1997'de dönemin Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri
Bakanı Tansu Çiller'e kurulan tuzağı şöyle anlatıyordu: "10 Orta Avrupa ülkesinin NATO
ülkesi olma durumu vardı. Türkiye bunu veto etti. Hemen Almanya'da devlet destekli bir
kampanya başlatıldı. Alman Başsavcısı Çiller'in eroin kaçakçısı olduğunu iddia etti. Bir gün
'Belge sahteymiş, yanlışlık oldu' dediler.’’

Aynı programda Türkiye'deki uluslararası yardım kuruluşları (NGO ) etkisine de değinen


Kocabıyık, "Dünyanın herhangi bir yerinde bir felaket olduğunda bu yardım kuruluşları
gidiyorlar, Türk bayrağını asıyorlar ve büyük kaynakları transfer ediyorlardı. Deniz Feneri
Derneği bunların en başında geliyordu. Bir an geldi o kadar etkili çalışmalar yaptı ki
Almanya bundan rahatsız oldu ve kafasını kopardı, bize geri gönderdi. "

Burada kısa bir parantez açalım ve yine o dönemde Deniz Feneri E.V yöneticisinin Başbakan
Erdoğan'a para verdiğinin iddia edildiğini, daha sonra da tercüme hatası yapıldı açıklaması
yapıldığını dip not olarak belirtelim.

Hüseyin Kocabıyık aynı programda Almanların Alevilere olan ilgisine de vurgu yapıyordu:
"Almanya'da Hz. Ali'den ve Müslümanlıktan koparılmış bir Alevilik düşüncesinin yayılması
için birtakım derneklere olağanüstü Alman yardımlarının olduğu bilinir. Birtakım tuhaf
adamlar çıkar, Aleviliğin Müslümanlıktan ayrı bir din olduğunu söyler. Bunun ardında
Alman derin devleti vardır. Almanlar endüstri devleti olmaktan vazgeçtiler, dünyaya nizam
vermek için Ortadoğu da arzuları var. Türkiye ile işbirliği yapmak istiyor ama Türkiye
bağımsız politika izliyor ve Almanya'nın isteklerine cevap vermiyor. Bu da Almanların işine
gelmiyor."

Hüseyin Kocabıyık’ın bu açıklamaları Hasan Öztürk’e ilham kaynağı oluyor ve Haber 7’deki
yazısında Hüseyin Kocabıyık’ın açıklamalarının Taksim'e çıkan kalabalıkların itici gücünün
ne olduğu konusunda epeyce ipucu verdiğini yazıyordu.

İbrahim Karagül'ün, Gezi olayları sırasında, 21 Haziran'da Yeni Şafak'ta yazdığı yazının
başlığı Alman Ergenekonu idi ve yine Almanya’nın Türkiye’ye olan ilgisi hakkında önemli
ipuçları veriyordu. Yazının son bölümü şöyleydi:

Hatırlatayım-1: Alman Ergenekonu'nun ev kundaklamaları, Türkiye'deki Ergenekon


operasyonlarıyla aynı tarihte başlatıldı. Tuhaf değil mi?

Hatırlatayım-2: 28 Şubat'taki büyük finans operasyonunda Deutsche Bank vardı ve Türk


ekonomisi çöktü. Bu sefer de aynı operasyon yapıldı. Tuhaf değil mi?

91
FARUK ARSLAN

Hatırlatayım-3: Bir zamanlar, Alman örtülü ödeneğinden aldığı paralarla terörü fonlayan
vakıflar, şimdi bir başka toplumsal kesimi harekete geçiriyor, fonluyor. Etnik çatışma biter
bitmez bir başka 'kimlik çatışması'nı besliyor.

Almanya'daki Gezi parkı gösterilerinin özellikle Alevi kardeşlerimiz üzerinden organize


edilmesi gerçekten de manidardı.

Son olarak Almanların sürekli etki altında tutmaya çalıştığı Alevi toplumunun sorunlarına
ilişkin sosyolojik tahliller yapan Müfit Yüksel'in 22 Haziran'da Yeni Şafak'ta yazdığı yazının
şu bölümü çok dikkat çekici:

Son yıllarda, kentlere göçün yoğunlaşmasının neticesi olarak, büyük kentlerde birbiri ardınca
açılan Cemevleri, 677 sayılı yasa (Tekke ve Zaviyeleri kaldıran HÖ) engeli yüzünden Dergâh
ve Zâviye' statüsünde açılamamakta, dolayısıyla, İslam dışı bir zemine itilmesini
kolaylaştırmaktadır. Ayrıca Almanya gibi bir kısım Batı Avrupa ülkeleri bu durumdan
yararlanarak, zamanla ülkelerinde oluşmuş 'Alevi Diasporası' üzerinden Aleviliğin,
Bektaşiliğin İslam'dan ayrı bir din ve Alevilerin 'Gayr-i Müslim Azınlık' olarak tescil
edilmeleri konusunda yoğun bir propaganda kampanyası yürütmektedirler. Bütün bu olup
biteni devletin fark etmemiş olması sanırım mümkün değildi. (19)

Anlaşılan o ki Gezi olaylarının ana planlayıcısı ve finansörlerinden derin Almanya


Türkiye’nin imajını bozma, hükümetini yıpratma oyununu bu kez Aleviler üzerinden devam
ettirmek istiyordu. Diğer yandan Alman istihbarat servisi BND’nin Türkiye uzmanı iki
profesörü ise bu sürece akademik destek sunarak projenin entelektüel yüzünü inşa
ediyorlardı. Alman gizli servisinin adamları Prof. Dr. Tessa Hoffman ve Prof.Dr. Udo
Steinbach Alevileri kullanarak Türkiye’deki iç çatışmaları körükleme niyetini taşıyorlardı.
Hükümet bunun farkında olduğundan Aleviler için kutsal bir değer de taşıyan bataklık
halindeki Gola Çetu Parkı’nın yıkım kararı yeni Gezi parkı olaylarına gebeyken önlemler
alındı. Fakat bu konuda son sözler söylenmiş değil. Dolayısıyla Çorum, Sivas, Malatya,
Hatay ve Mersin gibi seçilmiş hassas illerde Almanlar ve özel harp birimlerinin yeni
hedefleri olabilir. Bu yüzden de bu tür oyunların sona ermeyeceği rahatlıkla söylenebilir.
Türkiye’ye karşı kullanılan Kürt sorunundan sonra bu yeni sinir noktası üzerine gidileceği
muhtemeldir. Aleviler’in İslam dışında bir din olarak lanse edilmesinin ardında da BND
duruyor. Halbuki, Ehli beyt sevgisine dayanan, ehli velayet olan, Alevi dedeliğini bile
peygamberimizin soyundan gelmeye bağlayan Anadolu'daki Alevilik her zaman İslam
geleneği içinde görülmüştür.

Peki Alevilerin İslam dışında bir din olarak lanse edilmesi teorik temelini nereden
almaktadır? İlginçtir bu tür fikirler genelde Türkiye dışında ortaya atılmaktadır. İslam dışı
aleviliğin fikir babası ve teorisyeni de Hamburg’da bulunan Doğu Enstütüsü Başkanı
Prof.Dr. Udo Steinbach’dır. Bu profesör aynı zamanda Taner Akçam gibi Emeni soykırımı
tezini savunan Türk akademisyenler yetiştirmesiyle de ülkemizde tanınmış ve dikkat
çekmiştir. HDP, PKK ve KCK’yı yöneten Steinbach Ankara’ya ve MİT’e PKK lideri Abdullah

92
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Öcalan ile Türkiye arasında arabuluculukta bulunma isteğini defalarca iletmiştir. Halen
Marburg Philipps Üniversitesi Yakındoğu ve Ortadoğu Araştırmaları Merkezi Başkanlığı
görevini yürüten Steinbach, 1994’den beri yasaklılar listesinde, Türkiye’ye giremiyor. Ancak
yıllardır Almanya’da Türkiye’nin Kürt, Laz, Ermeni sorunları konusunda uzman
akademisyen ve istihbaratçı yetiştirdiği konunun uzmanlarınca biliniyor. Almanya’ya iltica
eden Kürtler ve Alevilerin onlara bulunmaz bir laboratuvar sunduğu ise bir başka gerçek.

Projenin teorisyeninden sonra şimdi de uygulayıcısından bahsedelim. Projenin uygulayıcısı,


Türkiye’de yıllarca Konrad Adenauer Vakfı Türkiye Temsilciliği yapmış Wulf Schönbohm.
Schönbohm, Alman vakıfları ile ilgili açılan davadan beraat etse de, Türkiye’nin Kürt sorunu
konusunda müthiş bir bilgiye sahip, ayrıca insan ve finans kaynaklarına hâkim olmasıyla da
dikkati çekiyor. Bu kişi Türkiye uzmanı olarak derin Almanya'yı yönlendiren beş isimden
birisidir. Kendisi ile tanıştışma fırsatım olmuştu. Schönbohm’ün yardımcısı olan Dirk
Tröndle, PKK’nın siyasileştirilmesi başta olmakla Türkiye’nin başına bela edilecek Alevi
sorunu, Laz sorunu, Zaza sorunu gibi konularda uzmandır. Aysbar adlı bir Türk hanımla
evli ve anadili gibi Türkçe konuşuyor.

Özellikle PKK ile ilgili çalışmalarında ötürü neden 16 yıldır Türkiye’de ‘persona non grata’
(istenmeyen adam) ilan edilmediğini ve nasıl olup da Almanya’nın Ankara büyükelçiliğinde
Ekonomiden sorumlu Büyükelçi yardımcılığına kadar yükselebildiğini anlamak ise zor.
Acaba MİT’in Almanya’da faaliyet gösteren 80 istihbarat elemanını sınırdışı etmemesi
karşılığında mı bu tür şeylere göz yumulmaktaydı? Belki de... BDP’nin ve KCK
yapılanmasının asıl mimarlerından Dirk Tröndle Alevi oyununda da önemli görevler
üstlenmiş durumda. Diğer yandan Gezi olaylarında başta Konrad Vakfı olmak üzere Alman
vakıflarının göstericilere lojistik destek sağlaması, oyunda Almanlar’ın başat rol oynadığını
zaten yeterince göstermedi mi? Doğan medyanın resmiyette yüzde 25'ine aslında ise yüzde
60'ına hâkim olan Axel Springer, yani Bild grubu’nun, ve Der Spigel grubunun Türkiye’nin iç
meselelerine bu denli karışması ne kadar normal?

Ülkemizdeki Alman ajanlarının Alman BND'nin Türkiye istasyon şefidir Dirt’e bağlı
olduğunu da bu konuda önemli bir ek bilgi olarak verelim. Alevi oyununda Alman derin
devletinin kullandığı isim ise Turgut Öker’dir. Öker, 1992-1993 yılında Hamburg Alevi
Kültür Merkezi Başkanlığı, 1993'den 1996'ya kadar Avrupa Alevi Birlikleri Federasyonu
(AABF) Genel Sekreterliği yaptı. 2000 yılının Ocak ayından bu yana Almanya Alevi Birlikleri
Federasyonu Genel Başkanlığı'nı yürüten Turgut Öker, 2002 yılından 2013'e kadar Almanya
Alevi Birlikleri Konfederasyonu Genel Başkanlığı yapıyordu, halen fahri başkan. 2007'de
Cumhuriyet mitinglerini Alman gladyosunun parası ile organize eden ve Alevileri
meydanlara döken, gurbetten ülkemize protestolar için taşıyan isimdi. Alevi derneklerini
derin Almanya'nın desteklemesi bu günler içindi. Öker' 2007'de Kanada'da yayımladığımız
Canadatürk'e verdiği röportajda şunları söylemişti: ‘1927 yılında Türkiye çapında bir
araştırma var. Bizim eski nüfus cüzdanlarında inancı İslam, mezhebi Alevi” Bundan
Alevilerin mezheplerini nüfus cüzdanlarına rahatlıkla yazdırabildikleri sonucu çıkıyor. O
zaman Türkiye’nin nüfusu 13,5 milyon, Alevi nüfusu ise 4.5 milyon. Bugün ise nüfus 70

93
FARUK ARSLAN

milyona ulaştı. O anlamda Türkiye’nin nüfusu gelişirken Alevilerin nüfusunun iddia edildiği
gibi 4,5 milyon olarak gösterilmesi doğru değil. Türkiye’nin nüfusuna göre 25 milyon
olmaları gerekir.

1980 öncesi devrimci hareketin içinden gelen ve Türkiye’de bir yıl hapis yatan Öker, başında
olduğu kurumlara da aynı devrimci görüşü aşılıyordu. Konuşmalarında oldukça sert ifadeler
kullanan Öker, sünnilerin büyük bir çoğunluğunu şeriatçı faşistler olarak tanımlamaktan geri
kalmıyor, AKP hükümetinin sinsi planlarla Alevileri sünnileştirdiğini iddia
ediyordu. Aleviliği İslam dışı gördüğünü (Alman derin devleti gibi) ve bu görüşünün
başkanı olduğu kurumlarca da kabul edildiğini söyleyen Öker, buna delil olarak da tekrar
başkan seçilmesini gösteriyordu. Öker her ne kadar son seçimde aday olmasa
başkanlığa Hüseyin Mat seçilse de Alman derin devletinin yardımlarını kuruma o kanalize
ediyor. 2007'deki mülakatta Turgut Öker’in hedefinde sadece AKP hükümeti değil, Fethullah
Gülen ve Aleviliği İslam’ın kendisi olarak gören bir Alevi kuruluşu olan Cem Vakfı’da vardı.
Fethullah Gülen’i Aleviliğin tartışıldığı Abant Platformu toplantısı dolayısıyla eleştiren Öker,
Cem Vakfı ve Başkanı İzzettin Doğan’ı ise bela olarak görüyordu. Almanya’nın bu türden
girişimlerine şahit olduktan sonra denilebilir ki: Son açıklamaları ile Cem Evi ile camiyi
kardeş yapan Gülen, Türkiye’nin Alevilik konusunda sigortası olarak rol oynamaktadır
Alevilik konusunda doğru referans ise İzzettin Doğan'dır.

Bu arada ülkemizdeki mevcut 600 Alevi dedesini İran'a taşıyan, Anadolu Aleviliği yerine
politik Şialık yerleştirmeye çalışanlar da derin Alman istihbarat elemanları ve
akademisyenleridir.

AK PARTİ OYUNU GÖRDÜ

Konunun bu aşamasında şu soruyu sorulabilir; Almanları’ın alevileri kendi siyasi amaçları


doğrultusunda kullandığını AKP bilmiyor muydu? Bu soruya rahatlıkla evet cevabı
verilebilir. Avrupa Alevi Birlikleri Federasyonu Gezi parkı bahanesiyle hükümete karşı 30
bin kişinin katıldığı toplu mitingleri Almanya’nın değişik kentlerinde düzenleyince AK Parti
bu eylemlerin asıl amacının kendisini iktidardan etmek olduğunu görmüştü. Böylelikle
hükümet Bekir Bozdağ'ın sinyalini verdiği düzenlemeler için düğmeye basarak Almanlara
karşı erken bir hamle yapmış oldu. AK Parti Kütahya Milletvekili Hasan Fehmi Kinay da
yine buna paralel olarak Türkiye'de yaşayan bütün mezheplerin, etnik gurupların bir ve
beraber olarak Türkiye'yi muasır medeniyetler seviyesinin üzerine çıkarılmasını
hedeflediklerini söylerken 'Yeni Alevi açılımı üzerinde çalışıyoruz' açıklamasını yapıyordu.

Kınay hükümetin alevi sorunları konusunda atacağı adımlardan bahsederken adeta


Almanların manipüle edebileceği tüm noktaların haritasının çıkarıldığı hissini veriyordu:

"Cemevlerine mali destek paketi hazırlanacak, Alevi dedelerinin mali giderlerinin


karşılanması gündemde. İki ayrı üniversiteye Pir Sultan Abdal ve Hacı Bektaş-ı Veli ismi
verilecek. Alevilik ders kitaplarında daha detaylı işlenecek. Türkiye'de kimse kendini

94
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

'ötekileştirilmiş' hissetmeyecek. Bu doğrultuda, inanç ve kültür vakıfları yasa tasarısı


hazırlanacak. Alevi dernek ve vakıflarının, Hacı Bektaş-ı Veli Vakfı'yla irtibatlandırılmasına
çalışılacak. Cemevleri bu vakıflara bağlı olarak 'inanç vekültür merkezi'
olarak hizmet verecek’

ALEVİ ÇALIŞTAY RAPORU

Alevi açılımının raporu Mart 2011'de açıklanmıştı. Rapor, Aleviliğin röntgenini çekiyor,
devletin hafızasını yenilemeyi amaçlıyordu. Çözüm önerilerinin yanı sıra açılıma uluslararası
ilgi de raporda kendine yer bulmuştu. 2009'da başlayan Alevi açılımının raporuna göre
devlet Aleviler ile yeni bir dil üzerinden konuşuyordu. Alevi örgütlerinin sokaktaki
buyurgan dili ile devletin tepeden bakan anlayışı gitmişti. Her iki kesim de bu yeni dille özel
tarihlerinin dışına çıkmayı denediler. Bu ortamda rapor çözüm önerilerinin yanı sıra
Aleviliğe sosyolojik bir bakış açısı getiriyor, bir bakıma bu inancın röntgenini çekiyordu.
Çözüm önerileri fantastik değildi, ancak yer yer çözümsüz sorunlar sıralanıyordu. Bu
öneriler çoğunlukla devrim kanunlarına takılıyordu. Raporda açıkça ülke ismi ifade edilmese
de, Almanların Alevi açılımına ilgisine işaret ediliyordu.

Alevi açılımının parçası olarak 7 çalıştay düzenlendi; bu çalıştayların ilki 3-4 Haziran
2009’da, sonuncusu ise 28-30 Ocak 2010’daydı. Çalıştayların ilkine dedeler, kanaat önderleri
ve örgüt yöneticileri gibi Alevi temsilciler katıldı. Diğer çalıştaylar akademisyen, ilahiyatçı,
basın mensupları, politikacılar ve sivil toplum temsilcileriyle düzenlendi. Nihai Rapor, bu
çalıştaylar esas alınarak hazırlandı. Çalıştaylarda devlet ile Aleviler ilk defa bu şekilde bir
araya geldi, Alevilik devlet tarafından dikkate alındı. Devletin Alevilerle konuşmak istemesi,
müzakereye açık olması bu diyaloğun nasıl bir zeminde ilerleyeceğinin belli olmasını
zorunlu kılıyordu. 300 kadar katılımcıyla gerçekleşen çalıştayların katılımcı listeleri, örgütsel
yapılardan çok belli başlı söylemlere göre seçildi.

Devlet Bakanı Faruk Çelik’in başkanlığındaki çalıştaylara ilişkin Nihai Rapor’u, Yrd. Doç.
Necdet Subaşı kaleme aldı. Hükümetin toplumsal ve kültürel engellerin ortadan kaldırılması
için kapalı kanalların derhal açılması yönünde adım atma kararlılığında olduğu ise Başbakan
Tayyip Erdoğan’ın rapordaki “Bütün bu çalıştaylar, devletimizin Alevi vatandaşlarımıza
ilişkin tarihsel hafızasını gözden geçirme, hatta yeniden oluşturma konusunda da bir
milattır.” cümlesinde saklı.

Aleviliğin köklerine de inen rapora göre çatışma Aleviliğin bir inanç oluşumu olarak
yapılandırılmasını arzulayanlar ile onu büsbütün seküler bir organizasyona dönüştürmek
isteyenler arasında cereyan ediyor. Rapor muhalif dilin Marksist-sosyalist kökenli
ideolojiden alındığını dillendiriyor ve bu dilin temsilcilerinin ise Alevi Bektaşi Federasyonu
çevresinde örgütlenmiş durumda olduğunu ifade ediyor. Muhafazakâr Aleviler kendi inanç
ve uygulamalarını nasıl sürdüreceğini tartışırken, radikal Aleviler ise daha seküler yeni bir
kimlik inşası içinde.

95
FARUK ARSLAN

Rapora göre Aleviliği dinî, kültürel, etnik ya da her üçünün karışımı bir yapılanma olarak
görenler arasındaki ayrışma hızla çoğalıyor. Temel değerlerin hangi referanslar eşliğinde
gelecek kuşaklara aktarılacağı belirsiz. Bu ayrışmalara rağmen Alevilikte baskın özellik Hz.
Muhammed ile Hz. Ali ve soyuna, onların yol ve erkânlarına göre şekilleniyor. Raporda
“Hak-Muhammed-Ali” söylemi İslam çerçevesinde kendine yer buluyor. Ancak Aleviliğin
çeşitli inanç ve fikirlerin eriyip birbirine kaynaştığı bir anlayış, yeni bir bileşim olduğu da
ifade ediliyor. Raporda Aleviliği ayrı bir din olarak görenlerin marjinal düzeyde kaldığı
vurgulanıyor.

Raporun ilk üç bölümünde Aleviliğin tarihsel geçmişi ve bugün karşı karşıya olduğu
sorunlar ile kimlik sorunları ele alınıyor. Dördüncü ve son bölümde ise mevcut sorunlar,
sorunların önündeki engeller ve çözüm önerileri sıralanıyor. Temmuz 2010’da tamamlanan
rapordan önce Alevi açılımında Madımak, din dersi gibi konularda adımlar atılmaya
başlanmıştı. Bu yüzden rapor, kamuoyu tarafından yeni olarak algılanmayabilir.

Raporda dikkat çeken hususlardan biri de Alevilere olan uluslararası ilginin oldukça yüksek
olması. Alevi açılımıyla ilgili özellikle Almanya, açılımın muhataplarıyla temas kurmak
istemişti. Alevilerin tanınır isimleri bu ülkede faaliyetlerini sürdürüyor. Raporda ülke ismi
açıkça ifade edilmiyor ancak “Uluslararası desteklerin de siyasetlerine eklenmesi söz
konusudur.” denilerek Türkiye’deki Alevilerin Avrupa’dakilerin etkisine girdiği anlatılıyor.
Bu ülkenin Almanya olduğunu söylemek çok zor değil. İlginin bazı ülkelerin devlet katına
kadar yükseldiği, Alevilerinse bu ilgiyi kullanılmaya müsait bir fırsat olarak gördükleri
belirtiliyor.

Alevileri tek yapı olarak ele almayan raporda Türkmenler, Tahtacılar, Abdallar gibi farklı dil,
söylem ve dünya görüşüne sahip çeşitlilikten söz ediliyor. Rapor, Aleviler arasındaki
sorunların kendi inisiyatifleriyle çözülemeyeceğini, bu grupların birbirlerine saygısının
kalmadığını, devletin önayak olması gerektiğini belirtiyor ancak somut adımların ne olması
gerektiği yer almıyor. Aleviliği İslam’ın dışında bir din gibi algılama konusunda ise çarpıcı
tespitler var. Fitne ve fesat olarak değerlendirilen bu tartışmanın Aleviler arasında şaşırtıcı
bir kırılmaya neden olduğu anlatılıyor; “Çoğu seküler ve din karşıtı eğilimlerle hareket eden
araştırmacı yazarlar, Alevilik içinde gelişen bu yeni kanalları neredeyse ana damar bir akım
ve çizgi olarak görmekte âdeta birbirleriyle yarış hâlindeler. Bu bağlamda Aleviliği İslam
içinde sayan yaklaşımlar da çoğu zaman çekingen, bu eğilimlerini gizlemeye çalışmaları söz
konusudur.”

ACEM OYUNU

Şener Şen'in başrolünü oynadığı "Züğürt Ağa" filminde bir sahne vardır ve bu sahne komik
olduğu kadar olayları yorumlamada bir yöntem sunacak kadar derinliklidir.
Sahne şöyle gelişri: Kuraklık vardır, ekin perişandır. Züğürt Ağa tarlaya çömelir ve Allah'la
konuşur, "Yarabbi bize bunu niye reva görüyorsun" diye sorar. Ardından da hiç uslu
durmayan çapkın babasını kastederek şunları söyler: "Valla ben babadan şüpheleniyorum."

96
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Bu sahnenin kitabın konusuyla olan ilgisine gelince, Gezi olayları olduğunda bir süre sonra
bu olayların arkasındaki saikler ve dış etkiler bir bir ortaya çıkmaya, bıraktıkları parmak
izleri tespit edilmeye başlanmıştı. Dış etkenler deyince ilk önce Almanya'dan şüphelenmeye
başladım. Neden böyle? Çünkü hafızam bu devletle ilgili bunu yapabileceğine dair bir arşivi
barındırıyor. Bu devletin yapısındaki o "kötü gen" hiç yok olmuyor, hep başka formlarda
ortaya çıkıyor.
Mesela Almanya'daki Türklere yapılan saldırıların arkasında Alman devlet istihbaratının
olduğunu bilmek bile bu devletten kuşkulanmaya yetiyor.
Ya da yıllar boyunca PKK'ya verdiği destek. Bugün hemen herkes PKK'nın Avrupa'da
himaye gördüğü başlıca ülkenin Almanya olduğunu biliyor. Bir bakıma PKK, Almanya'dan
giden paralarla bu finansal yapıya kavuşabilmiştir.
Almanya hakkında analiz yapmaya başlamadan önce şunları bilmek gerekiyor: Bu devlet
soğuk savaş biter bitmez bir endüstri devleti olmaktan vazgeçip emperyal devlet olmaya
karar verdi. İlk yaptığı iş Doğu Almanya'yı Rusların elinden parayla almak olmuştur.
Nitekim yeni dış politikasının ilk eylemi olarak Balkanları bölmüştür. Almanya bütün
dünyanın itirazına rağmen Hırvatistan'ın bağımsızlığını tanıyarak Balkan faciasını
başlatmıştır. Şimdi Hırvatları AB'ye hazırlayan Almanya Balkanlara politikasını sokmayı
başarmıştır.
Aynı şekilde Ortadoğu ve Orta Asya'daki enerji bölgelerine dönük yakın ilgisi de bilinen bir
konudur.
İşte bu ülkenin Türkiye ile problemi de burada başlamaktadır. Almanya Türkiye ile çalışmak
istemektedir ama hangi Türkiye'yle?
Almanya kendisine bu bölgede Macaristan ve Romanya gibi bir partner istemektedir. Oysa
Türkiye artık bağımsız politikalar izleyen bir ülkedir ve Alman çıkarlarını korumak gibi bir
duyarlılığı da yoktur. İşte bu noktada Türkiye, Almanya için sevimsiz ve burnu behemahal
sürtülmesi gereken bir devlete dönüşmektedir. Merkel'in partisinin siyasi belgelerine
yansıyan "üyeliğe hayır, imtiyazlı ortaklığa bile hayır" görüşü yukarıdaki durumun sonucu-
dur.
Türkiye'deki altın madenlerine dönük ilgisi ve yaptıkları, yeni İstanbul havaalanı ile ilgili
kaygıları bilinen hususlar. Ama bazı Türk yetkililere göre Almanya öyle bir şey yapıyor ki bu
yaptığı önümüzdeki dönem Türk-Alman ilişkilerini de Türk-AB ilişkilerini de müttefiklik
ilişkilerini de çok etkileyecek önemdedir.
Almanların artık açıkça Türkiye'ye karşı Alevi kartını oynadığı dile getiriliyor. Almanların
Almanya vatandaşı olan Alevilere ve Alevi derneklerine büyük destekler verdiği neredeyse
herkesin bildiği bir durum. Bu desteğin de özellikle Müslümanlıktan yalıtılmış, yani Alisiz
Aleviliği savunan örgütlere verildiği biliniyor.
Son Gezi Parkı olayına en sert tepkiyi Almanya'nın verdiğini düşünülecek olursa, ardından
sokaklara dökülen insanların ağırlıklı olarak Alevi kökenli insanlar olduğu da hatırlanırsa
bu durum daha da somut olarak ortaya çıkar. Daha önce yerli provakatörlere para dağıtırken
kameralara yakalanan İranlı casuslar olmuştu. Son olarak Gezi Parkı Olayları'nda
görüldü İran... Prof. Dr. Osman Özsoy Haber 7’deki yazısında Acem oyununu irdeledi.
Gezi Parkı'ndaki eylemlerin haberini "Türk Baharı" diyerek anlatması için Tahran'dan baskı
gören İranlı muhabir Muhammed El Abbasi, 20 yıldır Türkiye'de yaşadığını ve bu olayları
İran'ın istediği gibi okumanın ve yansıtmanın imkansız olduğu düşüncesi ile bu ısrarlı iste-
kleri reddedince, görevinden istifa etmek zorunda bırakıldı.

97
FARUK ARSLAN

İran, Türkiye'nin bir baştan bir başa isyan ve ayaklanmalarla sarsılmakta olduğunu dünyaya
yansıtmak istiyor ve hükümetin devrilmek üzere olduğu havasını vererek Türkiye’yi köşeye
sıkıştırmanın tüm avantajlarını yaşamak istiyordu.

Habertürk TV'ye konuşan Abbasi, Tahran'dan kendisine yapılan tüm bağlantılarda kendi-
sinden Türkiye'nin karıştığı, uçakların havalandığı ve göstericilere havadan ve karadan sert
müdahale edildiği gibi yorumlar yaparak olayın ''Türk Baharı'' olarak yansıtmasını istedikle-
rini, baskı gördüğünü anlattı.

Kendisinin ise, 'Hayır, Türkiye'de demokrasi var. Burası Arap ülkeleri gibi değil, burada
bahar olmaz'' dediğini belirten Abbasi; "Ben yalan söylemem, burada sizin dediğiniz gibi
şeyler yaşanmıyor'' diyerek istifa ettiğini açıkladı.

İran medyası bu süreçte Taksim Gezi Parkı eylemlerine büyük destek verdi. Hatta İran bu
desteği pratiğe de döktü. Taksim'de polisin göstericilere müdahaleleri sırasında yaralanan
İranlı eylemciler oldu.

Bir başka olayda Taksim Gezi Parkı nedeniyle Ankara'da yapılan eylemlerde güvenlik
güçlerine taşlı sopalı saldırılar yapan Saman Mohaghegh adında bir İranlı gözaltına alındı.
İranlı'nın Facebookta Türkiye topraklarını Pers İmparatorluğu içinde gösteren bir harita
resmini paylaştığı öğrenildi.

Aleviler sorunu üzerinden AK parti hükümetinin köşeye sıkıştırılmasında Almanya ile


birlikte başrol oynayan İran’ın bu tutumu Türkiye’deki bir çok alevi kanaat liderinin de
dikkatini çekiyordu. Bu kişilerden Türkmen Alevi Bektaşi Derneği Başkanı Özdemir
Özdemir, İran'ın Türkiye'de Alevi-Sünni çatışması çıkarmak için yoğun faaliyet
içinde olduğunu, Gezi Parkı eylemlerinin de bu senaryonun bir parçası olduğunu,
faaliyetlerin, tabelasında ‘Alevi derneği' yazan 4 kuruluşla yürütüldüğünü en önemlisi de 3
yılda yaklaşık 700 Alevi dedesinin İran'a götürülüp dinî lider Ali Hamaney ile
görüştürüldüğünü iddia ediyordu.

Taksim Gezi Parkı eylemlerine açıktan ve coşkulu destek veren, hükümetin devrileceğini
umuduna kapılan İran, Gezi Parkı'ndaki eylemcilerin dağıtılmasından ve AK Parti'nin
yaptığı 2 mitingden sonra zor durumda kalarak söylem değişikliğine gitmek zorunda
kalıyordu.

Böylelikle İran Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Abbas Irakçi Gezi olaylarının hemen sonrasında
yaptığı basın toplantısında, Türkiye'deki protesto olaylarının ülkenin iç meselesi olduğunu
ve yabancıların bu olaylara karışma hakkının olmadığını söylemek zorunda kaldı.

İran, "çözüm sürecinde" PKK'nın Türkiye sınırları dışına çekilmesinden de rahatsız olmuş,
açıkça tepki göstermişti. Milliyet'ten Aslı Aydıntaşbaş, ‘İran'dan Kandil'e çekilmeyin
baskısı'başlıklı yazısında bu durumu net bir şekilde ortaya koymuştu.

98
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Yine bununla ilgili olarak hatırlancaktır, Türkiye'nin bugüne kadar karşılaştığı en ağır
bombalı eylem olan Reyhanlı patlamasında Suriye Muhaberatı ile Acilcilerin parmak izleri
olduğu, bunların arka planında da İran'ın varlığının bulunduğu ortaya konulmuştu.

Yeni Şafak'ta Abdülkadir Selvi’de yazısında buna paralel iddialar dile getiriyordu: "PKK'ya,
başta Şemdinli olmak üzere kalabalık gruplar halinde şehirlere saldırdığı ve final yılı olarak
ilan ettiği 2012 yılında en büyük desteği İran vermişti. Sınırımızın
yakınındaki Şehidan kampını yeniden açıp, kış döneminde boşalttığı sınır karakollarını
PKK'ya devretmişti"

Doç. Dr. Hüseyin Özcan, Zaman Yorum’da yayımlanan makalesinde hükümetin Alevi
açılımını masaya şöyle yatırıyordu: ‘Yıllardır Alevilik Bektaşilik çalışmalarında bulunan bir
akademisyen olarak projeyi heyecan verici ve tarihi bulduğumu baştan ifade etmeliyim.
“Alevilik nedir?” sorusuna herkes farklı bir pencereden karşılık vermektedir. Öncelikle
Aleviliğin ne olduğunu doğru tanımlamak gerekmektedir. Alevilik, İslam inancının içinde
yer alan tasavvufi bir yorum ve yoldur. Yani Aleviler de Allah’a, Kur’an’a, Hz. Peygamber’e
inanmaktadır. Kur’an’ın hükmüyle Alevi-Sünni mü’min ve kardeştirler. Aleviler, tarih
boyunca birçok mağduriyetler yaşamıştır. Aynı mağduriyet Cumhuriyet’ten günümüze
devam etmektedir. Tekke ve zaviyelerin kapatılmasıyla kurumları ellerinden alınmış, harf
inkılabıyla yolun kaynak kitaplarından uzaklaştırılmış, ulus devlet anlayışının
uygulanmasıyla tek tipleştirme politikaları gereği inancıyla ilgili pratikleri açıkça
uygulayamamış, inancını ve ritüellerini gerçekleştireceği mekânlar devletçe sağlanmamıştır.
Türkiye’nin azımsanmayacak bir bölümünü oluşturan Aleviler, sonuç olarak kaderine terk
edilmiştir. Bütün bu sıkıntılara ek olarak birtakım şer güçlerce organize edilen itiraflarla
Alevilik yıpratılmak istenmiş, provokasyonlarla yakın tarihimiz içinde bazı elim kanlı
hadiselerle Alevi-Sünni toplum birbirine düşürülmüştür.’

TALEPLERİN GÖZ ARDI EDİLMEMESİ

Gezi Parkı protestolarıyla tetiklenen eylemler göstermiştir ki küçük bir kıvılcım


profesyonelce yapılmış bir müdahaleyle büyük bir kitle hareketine dönüştürülebiliyor.
Günümüzde bunu yapabilecek bir çok güç odağının kuvve olarak mevcut olduğunu
biliyoruz. Bilindiği gibi Selçuklu ayaklanmaları da Osmanlı’da belli başlı ayaklanmalar da
basit bir bahane ile başlamış, kısa sürede kitleleri arkasına almıştı. Tarihimizde ayaklanmalar
sonuçta hep devlet tarafından bastırılmıştır. Fakat sonuçta birçok insanın hayatına mal
olmuştur.

Hükümete düşen, muhalif halkının da makul taleplerini olabildiğince yerine getirerek


gönüllerine girmek olmalıdır. Bugün azımsanmayacak bir grup olan Alevilerin öne çıkan
ortak talepleri; cemevlerine inanç merkezi bağlamında statü tanınarak arsa tahsisi vb.
imkanlar sağlanması, bütçeden makul bir pay ayrılarak aktif görev yapan dede ve zakirlerin
desteklenmesi olarak özetlenebilir. Devlet bunu bir düzenleme ile yapabilecek güce sahiptir.
Son günlerdeki üçüncü köprüye Yavuz Sultan Selim adının verileceğinin açıklanması da

99
FARUK ARSLAN

Alevileri rencide etmiştir. Tarihte yaşanan hadiseleri o zamanki sosyal şartları bugünden
doğru yorumlayabilmek zordur. Ama algıları yönetemediğimiz de bir gerçektir. Bugün
Alevilerin Yavuz Selim algısı da ortadadır. Sonradan yapılan açıklamalarla Nevşehir’deki
üniversitenin adının Hacı Bektaş Veli Üniversitesi, Tunceli’deki üniversitenin Pir Sultan
Abdal Üniversitesi olarak değiştirilmesinin gündeme gelmesi bir iyi niyet yaklaşımı olarak
değerlendirilebilir.

Köprünün ismi vesilesiyle yaptığı değerlendirmelerde “Bir köprü ile aramızdaki bir sürü
köprüyü yıkmayalım.” diyerek Allah, Peygamber, Kur’an gibi güçlü ortak paydalara dikkat
çeken muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi de cami-cemevi projesinin Alevi-Sünni
toplulukları birleştiren bir köprü olabileceğine işaret etmiştir. Onun bu sözleri birçok Alevi
inanç önderi tarafından da takdir ve ilgiyle karşılanmış, desteklenmiştir. Gezi Parkı
hadiselerini de kaygıyla izleyen Hocaefendi, orada toplanan vatandaşlara sıkılan gazdan
gözleri yaşarmış, polisimize atılan taş ve molotofkokteylinden yüreği yanmış, milletinin bir
ferdinin bile burnunun kanamasına bile gösterdiği duyarlılığıyla her zaman birlik ve
beraberlik içinde herkesin kendi konumuna saygılı davranılması gerektiğinin altını çizmiştir.
Cami-cemevi yan yana projesi gerçekleşirse her iki kesim bu vesileyle bir araya gelerek
birbirlerini daha iyi tanıyacak, oluşan önyargılar kırılacaktır. (21)

100
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Dördüncü Bölüm

ALMAN KAYNAKLARINDA BEKTAŞİLİK-


ALEVİLİK
Şimdi Alman derin devletinin Aleviliği nasıl gördüğüne ve tanımladığına biraz daha
yakından göz atalım. Almanya’da yaşayan Alevi ve Sünni Zazaları bölmek için bile 11 site
kurduran Derin Gladyo Kılıç, Almanya’daki Türk ve Kürt nüfusunun dörte birini oluşturan
Alevileri anlamak için pek çok akademik araştırma yaptırmıştır. Türk Kültürü ve Hacı Bektaş
Veli Araştırma Dergisi’nin 65. sayısında 2013’de yayınlanmış bir araştırmada buna değin çok
doyurucu bilgiler yer alıyor. Gazi Üniversitesi, Alman Dili Eğitimi Bölümü’nden
Muhammet Koçak, bu makalesinde, Alman kaynaklarında Bektaşilik ve Alevilik hakkında
yazılmış olan araştırmaları ele alıyor. Bu bağlamda, kronolojik olarak 20. yüzyılın başından
günümüze dek Almanca yazılmış olan araştırmalar incelenmiş.

Konu ile ilgili olarak Almanya’nın Berlin ve Hamburg şehirlerindeki kütüphanelerden elde
edilen 21 kitap incelenmiş ve bu kitapların Bektaşilik- Alevilik ile ilgili hangi konuları
irdeledikleri, neleri araştırdıkları hakkında bilgiler verilmiştir. Betimleme yöntemi kullanılan
araştırmanın sonucunda Bektaşîlik ve Alevîlik kavramlarının bir bütün olarak kabul edildiği,
Bektaşilik ve Aleviliğin inanç sistemlerinin, ritüellerinin, mizahının, tarihî geçmişinin yanı
sıra Anadolu’daki Bektaşi tekkelerinin mimarilerine kadar ayrıntılarının incelendiği
görülmüştür. Aratırmaya konu olan kitapların bir çoğunda ise Bektaşilik-Alevilik konusu
nun özellikle siyasi yönünün ön plana çıkarıldığı, Alevi ve Bektaşilerin toplum ve devlet
tarafından sürekli baskı altında tutulan ve yok edilmeye çalışılan bir topluluk olarak
gösterilmeye çalışıldığı ile karşılaşılmıştır. Ayrıca, söz konusu Alman kaynaklarında,
hoşgörünün sembolü olarak görülen Bektaşilik ve Aleviliği ayrı bir din olarak görüp
Zerdüştlükle ve Hristiyanlıkla bağdaştırmaya çalışan araştırmaların fazlalığı da dikkat
çekmiş; Bektaşilik-Aleviliğin bir din mi, mezhep mi, kültür veya bir cemaat mi olduğu
konusunda kafaların karışık olduğu ve bu konuda birbirinden farklı ve çelişkili
tanımlamaların yapıldığı tespitinde bulunulmuştur.

Hacı Bektaş Velî’nin düşünceleri etrafında XIII. yüzyılda kurulan Bektaşilik tarikatı ve
beraberinde getirdiği Bektaşilik düşüncesi, Türk tarihinde önemli bir rol oynamış ve Türk
kültürüne önemli katkılarda bulunmuştur. Bektaşiliğin ne olduğunu tanımlamak için
öncelikle kurucusu olan Hacı Bektaş Velî’yi kısaca tanımak gerekmektedir. Aytaş (1999: 54),
Hacı Bektaş Velî’yi, Türk kültür hayatına damga sını vuran, Türklüğün hamurunda mayası
bulunan önemli bir şahsiyet olarak tanıt maktadır ve onun Anadolu bozkırında yeşerttiği
hoşgörü ve sevgi tohumlarının gün geçtikçe yeşerip büyüyerek batıda Macaristan, doğuda
Çin sınırlarında meyvelerini verdiğini ifade etmektedir. Bektaşilik, olgun insan yetiştirmek

101
FARUK ARSLAN

amacıyla hoşgörüyü ve muhabbeti kendisine ilke edinen bir tarikat olarak, Alevilik ise
sözlükte “Halife Ali’yi ilk halifeden üstün tutan mezhep ve tarikatların genel adı.” şeklinde
tanım lanmaktadır (TDK Türkçe Sözlük, 1988: 49). Bektaşilik ve Alevilik arasında farklar olsa
da toplum tarafından aynı olarak görülmektedir. Günümüze dek Bektaşilik ve Alevilik
kavramları Türk toplumu içerisinde sürekli tartışma konusu olmuştur. Bektaşiliğin ve
Aleviliğin kimi çevrelerce bir kültür, kimilerince bir mezhep hatta kimilerince bir din olarak
tanımlanması tartışmaların odağını oluşturmaktadır. Bunun yanı sıra Bektaşi ve Alevilerin
toplum tarafından dışlandıkları, ezildikleri, şiddete maruz bırakıldıkları, yok edilmeye
çalışıldıkları söylemleri de gündemde sürekli yer tutmaktadır. Bektaşilik ve Alevilik ile ilgili
ulusal ve uluslararası alanda birçok araştırma yapılmıştır. Bu çalışmada ise sadece Alman
kaynaklarında Bektaşilik-Alevilik ile ilgili yapılmış olan araştırmalar üzerinde durulmuştur.
Alman araştırmacıların ve Türk araştırmacıların Almanca olarak yayımladıkları kitaplar ve
kitaplarda ele alınan konular betimleme yöntemiyle ve kronolojik olarak aktarılmaya
çalışılmıştır.

Bektaşilik kavramı Eigennamen im Deutschen Wortschatz adlı Alman ansiklopedide


(Köstler, 2003: 17) “Hacı Bektaş Velî adlı bilginin yolundan giden ve Alevilik ile benzer olan
İslami bir mezhep.” olarak yer almakta, burada ayrıca 1925 yılında Türkiye’de Bektaşi
tekkelerinin yasaklandığı bilgisi de verilmektedir. Alevilik ise aynı ansiklopedide “Tutucu
olmayan, tolerans sahibi bir İslami inanç hareketi.” (Köstler, 2003: 3) olarak tanımlanırken
Aleviler namazı, zekâtı ve haccı reddeden kişiler olarak tanıtılmaktadır. Alevilerin Şii
oldukları ve Sünni düşüncenin dışında yer aldıklarından dolayı sıklıkla Sünnilerin zulmüne
uğradıkları da ilgili tanımda yer almaktadır. Bu yaklaşım, (gerçekle ilgisi olmadığı halde)
Şiilerin de namaz kılmayan, hacca gitmeyen, zekât vermeyen insanlar olarak algılanmasına
neden olabilecek mahiyettedir. Almanya’nın Berlin ve Hamburg kütüphanelerinde
yaptığımız araştırmalar sonucu ulaştığımız Almanca kitaplarda, Alman ve Türk
araştırmacıların XX. yüzyılın başından günümüze dek Bektaşîlik ve Alevîlik konusunu
inceledikleri görmekteyiz. İncelenen kaynakların ilki Erlangen Üniversitesinden Georg Jacob
tarafın dan kaleme alınan “Beiträge zur Kenntnis des Derwisch-Ordens der Bektaschis” adını
taşımaktadır. Türkçe karşılığı “Bektaşilerin Dervişlik Tarikatı Hakkında Bilimsel Yazılar”
olan araştırma Berlin’de yayımlanmıştır. 58 sayfalık çalışmada İslam dininin yazılı
kaynaklara dayanan tarafının, Batı’da bugüne kadar birçok araştırmanın konusu olduğu
buna karşın dervişliğe dayanan kısmının ihmal edildiği belirtilmektedir. 1908 yılında
yayımlanan araştırmada Hacı Bektaş Velî hakkındaki güvenilir kaynakların neredeyse yok
denecek kadar az olduğu üzerinde durulmaktadır. Bektaşilerin yeniçeriler ile ilgilerine
değinen yazar, yeniçeriler ile olan bağlantılarının Bektaşilere dünyevi bir önem sağladığını
ve Bektaşilerin fetih ordularının vaizleri konumunda olduklarını dile getirmektedir.
Bektaşilerin daha sonra ortaya çıkan ve imparatorluğu sarsan birçok huzursuzlukta da ara
buluculuk rolü oynadıklarına; buna rağmen 1826 yılında II. Mahmut’un yeniçerileri ortadan
kaldırması sırasında yeniçerilerin ruhani liderleri konumundaki Bektaşilerin de ferman ve
fetva ile sapkın ilan edildiklerine, İstanbul’daki 14 tekkenin yıkılarak sadece mezarlıklara
dokunulmadığına, mensupların ise Anadolu’ya sürgün edilerek ya da yolda boğularak
öldürüldüklerine yer vermiştir.
Öte yandan Jacob, Bektaşilerin tam olarak açıklanamayan bir biçimde, Hristiyanlıkla

102
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

bağdaştırıldığına değinerek Anadolu’da 1416 yılındaki ayaklanmaya önderlik eden


dervişlerde de bu eğilimlere rastlandığını ifade etmektedir. Konu ile alakalı olarak
ayaklanmadan önce bir dervişin ortaya çıkarak Kuran’ın “Biz Peygamberler arasında ayrım
yapmayız.” ayetini okuyarak Hz. Muhammed’in Hz. İsa’dan daha üstün olmadığını vaaz
ettiği rivayetini aktarmaktadır. Bunun yanı sıra evli Bektaşilerin kadınların örtünmesine
hassasiyet göstermemeleri, şarap içmeleri, domuz eti yemeleri (1908: 20) gibi özelliklerinin
Müslümanların gözünde Hristiyanlığa ait olgular olduğunu ve Bektaşilerin toplandıklarında
şarap içip, ekmek ve peynir yemelerinin ise Hz. İsa’nın son akşam yemeğinin devamı gibi
algılandığını belirtmektedir. Özetle, Alman kaynaklarında Bektaşilik ile ilgili rastladığımız
en eski araştırmada Bektaşiliğin Türkiye ve Balkanlardaki tarihî, Bektaşilerin giyim tarzı vs.
yanı sıra çeşitli araştırmacıların görüşlerine de dayandırılarak Bektaşilerin İslam dinî ile ilgili
bir hassasiyetlerinin olmadığına vurgu yapılmış; Bektaşiliğin, Hristiyanlık ile
bağdaştırılmaya çalışıldığı göze çarpmıştır. Bektaşilik ve Bektaşi tekkeleri ile ilgili bir başka
araştırma da 1913 yılında yayımlanmıştır. “Phrygia Bölgesinde Üç Bektaşi Tekkesi” (Drei
Bektaschi-Klöster Phrygiens) anlamında olan 85 sayfalık çalışmada Karl Wulzinger,
Eskişehir’in Seyitgazi ilçesinde yer alan Seyitgazi, Sücaattin ve Üryan Baba Tekkelerini ele
almıştır. Seyitgazi’nin tarihî geçmişi ile ilgili bilgiler verildikten sonra adı geçen tekkeler
detaylı olarak incelenmiştir. Bu bağlamda adı geçen türbelerin mimari planları ve
fotoğraflarına da yer verilmiştir. 1914 ve 1927 yıllarında Bektaşi Velâyetnamelerinin Alman
diline kazandırılması kapsamında çalışmaların yapıldığı görülmektedir. Rudolf Tschudi
tarafından 1914 yılında Hacim Sultan Velâyetnamesinin “Das Vilajet-name des Hadschim
Sultan” adıyla Alman diline ilk kez çevrildiğini görmekteyiz. Türkçe dinî menkıbelerin
orijinallerinin çevirileri konusunda birçok eksikliğin bulunduğuna değinen Tschudi, bu
yayının bu konudaki boşluğun doldurulmasında az da olsa bir katkı sağlayacağını
belirtmektedir. Bir diğer çeviri ise Hacı Bektaş Velî Velâyetnamesidir. Söz konusu
Velâyetname Erich Groß tarafından 1927 yılında “Das Vilajet-Name des Haggi Bek- tasch”
başlığıyla Alman diline kazandırılmıştır. Anadolu’daki Bektaşi tarikatlarını araştıran Suraiya
Faroqhi, büyük ölçüde arşiv materyallerine dayandırdığı “Der Bektaschi-Orden in
Anatolien” adlı araştırmasını 1981 yılında yayımlamıştır.“Anadolu’daki Bektaşi Tarikatları”
başlıklı çalışmada XV. yüzyılın sonlarından 1826’ya kadar “Bektaşi tekkelerinin coğrafi dağılı
mı”, “Ekonomik bir birlik olarak Bektaşi tekkeleri”, “Toplumsal ilişkilerde Bektaşi tekkeleri”
ve “Bektaşi tekkelerinin kapatılması” gibi konular yer almaktadır. Anton Josef Dierl’in
Bektaşilik ile ilgili 1985 yılında kaleme aldığı “Geschichte und Lehre des anatolischen
Alevismus-Bektaşismus” “Anadolu Aleviliğinin-Bektaşiliğinin Tarihî ve Öğretisi“ isimli 144
sayfalık bir araştırması bulunmaktadır. Söz konusu kitapta Dierl, Mustafa Kemal ile birlikte,
Türkiye’nin laik ve dine bağlı olmayan bir cumhuriyete dönüştüğünü belirtmekte ve
Atatürk’ün; Sünni halifeliği istemeyen, şeriat karşıtı ve laiklik yandaşı olan farklı güçleri ve
etnik grupları yanında bulundurduğundan söz etmektedir. Bu nedenle Mustafa Kemal’in
getirdiği değişimi sihir ile yapmış olamayacağını, arkasında Sünnilerin değil, aksine farklı bir
etnik grup olan Alevi ve Bektaşilerin olduğunu savunmaktadır. Ayrıca Aleviliğin ve
Bektaşiliğin ideolojik olarak Hristiyan Ortodoksluğundan ve bağnaz bir İslam anlayışından
şiddetle ayrıldığından söz eden Dierl, Alevilik ve Bektaşiliğin, idealizm ve materyalizmin bir
karışımı olduğundan dolayı mensuplarını oldukça modern ve bilimsel bir kişiliğe
dönüştüren bir ideoloji olduğundan söz etmektedir. Bu bağlamda ilgili kitapta Alevilik ve
Bektaşiliğin tarihinin yanı sıra, öğretilerinin ve ibadetlerinin detaylı olarak ele alındığını ve

103
FARUK ARSLAN

Alevilerin Kur’an’ın bozulması hakkındaki düşüncelerinin de aktarıldığını görmekteyiz.


Mehmet Fuat Bozkurt’un “Buyruk” adlı eserinin “Das Gebot” adıyla tercümesi ise bir başka
eser olarak karşımıza çıkmaktadır. İnci Orhun Alpay ve Carl Koß tarafından Almancaya
çevrilen kitap, 1988 yılında Hamburg’da basılmıştır. Kitabın ilk bölümünde kitap hakkında
bilgi verilmektedir. Burada, bu eserin Aleviler arasında en çok okunulan kitaplardan birisi
olduğu ileri sürülerek Kuran’ı yorumlayan ve tamamlayan bir eser olarak kabul gördüğü
belirtilmektedir. Kitabın Alevilerin dinî hikâye ve törenlerini, gelenek ve göreneklerini
içermesinden dolayı Alevi toplumu tarafından büyük bir saygı gördüğü ifade edilmektedir.
1989 yılında yayımlanan “Achte die Älteren, liebe die Jüngeren” “Büyüklerini Say,
Küçüklerini Sev“ başlığını taşıyan araştırma Türk Alevilerinin vatanlarındaki ve
göçmenlikteki sosyalleşmelerini konu edinmektedir. Ingrid Pflluger-Schindlbeck tarafından
yapılan çalışma, Almanya’daki Türk ailelerinin çocuklarını artık geleneksel kurallara ve
şekillere göre yetiştirmelerinin mümkün olmadığını ileri sürmektedir. Bu düşünceden yola
çıkan Schindlbeck, Batı Berlin ve Akköy’de yaşayan Alevi ailelerin çocuklarını “saygı”,
“şeref” ve “namus” gibi kavramların ışığında nasıl yetiştirdiklerini incelemiştir. Bektaşilik
ile ilgili bir diğer araştırma da “Der Weg Der Aleviten (Bektaschi- ten)” adını taşımaktadır.
Türkçe anlamı “Alevilerin (Bektaşilerin) Yolu” olan kitap Ali Duran Gülçiçek tarafından 1994
yılında yayımlanmıştır. Yunus Emre, Hazreti Ali, Hacı Bektaş Velî, Terentius ve Muhiddin
Arabî’den sözlerle başlayan kitap on bölümden oluşmaktadır. Alevilik kültür ve inancına
genel bir bakıştan sonra Alevîlik- Bektaşîliğin doğuşu, diğer inanç sistemleriyle ve özellikle
de Sünnilikle ilişkileri, Alevi ve Bektaşilerin Anadolu’da adlandırılması, Alevilik ve
Bektaşilikte kadın-erkek eşitliği, Alevilik ve Bektaşilikte kutsal şahsiyetler, ayinler, Alevilik-
Bektaşiliğin günümüzdeki durumu ve tanınmış halk ozanlarının konu edildiği kitabın
ekinde Alevi terminolojisi hakkında bir sözlük, Alevi dergi ve gazetelerinin sıralandığı bir
liste de yer almaktadır. Yüzyıllardır Aleviliğin baskı altına alındığını ve lekelendiğini, yazılı
kaynaklarının sürekli yok edildiğini savunan Gülçiçek (1994: 11), günümüzde hoşgörüye ve
insan sevgisine ihtiyaç duyulduğunu ve insanları insanlarla ve doğayla barıştırmanın gerekli
olduğunu belirtmektedir. İnsanlığın nefret yerine barışa, düşmanlık yerine kardeşliğe, savaş
yerine barışa ihtiyacı olduğuna değinen yazar, bu düşüncelerden dolayı Anadolu Aleviliğini
araştırma ihtiyacı hissettiğini söylemekte ve Anadolu Aleviliğinin insanlığa büyük
hizmetlerde bulunduğuna ve bünyesinde aktarılabilecek birçok değer barındırdığına dikkat
çekmektedir. Yine Bektaşiliğin en tanınan ritüeli olan “Cem Ayini” ile ilgili bir araştırmanın
“Der rituelle Gottesdienst CEM des Anatolischen Alevismus” adıyla yayımlandığını
görmekteyiz. Manfred J. Backhausen ve Anton Josef Dierl’in Cem ritüelini araştırdıkları kitap
1996 yılında yayımlanmıştır. Cem ritüelinin, Şiiliğin bir kolu olarak tanımladıkları Aleviliğin
en önemli ayini olduğuna ve Alman toplumuna tanıtılması gerektiğine değinen yazarlar,
kitabın ön sözünde 1993 yılındaki Sivas olaylarından ve 1995 yılında Alevilere karşı katliam
gibi eylemlerin gerçekleşmesinden bahsetmekte ve kitabı Türkiye’de dinî çevreler ve devlet
tarafından kurban edildiklerini belirttikleri Alevilere ithaf ettiklerini belirtmektedirler. “Cem
Ritüeli- Anadolu Aleviliğinin İbadeti” olarak çevrilebilecek kitapta Cem hakkında bilgiler
verdikten sonra Almanya ve Avusturya’nın kimi şehirlerinde gerçekleşen Cem ritüelleri
takip eden yazarlar, söz konusu ritüellerin tanıtımının yanı sıra orada hissettiklerini de
aktarmışlardır. Bektaşiliğin mizahi yönünün ele alındığı “99 Bektaschi Witze/ 99 Bektaşi
Fıkrası” adlı kitap Türkçe ve Almanca olarak karşımıza çıkmaktadır. Ali Duran Gülçiçek ve
Rüdiger Benninghaus tarafından derlenen Bektaşi fıkralarının yer aldığı kitap, Hacı Bektaş

104
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Velî’nin “Okunacak en büyük kitap insandır.” sözüyle başlamaktadır. 1996 yılında


okuyucuyla buluşan kitap; “Namaz”, “Oruç”, “Dünya Görüşü”, “Softa”, “İçki”, “Cami”,
“Tanrı ve Evliya İlişkileri”, “Diğer Tarikatlarla İlişkileri”, “Yöneticiler” ve “Hazırcevaplık ve
Özeleştiri” adlarını taşıyan on bölümden oluşmaktadır. Kitapta Alevi-Bektaşi edebiyatında
şiirin yanı sıra fıkraların da önemli bir yer tuttuğu, baskı nedeniyle açıkça ifade edilemeyen
sorunların saz ve fıkra ile dile getirildiği (1996: 20) belirtilmektedir. Bunun yanı sıra, giriş
bölümünde Bektaşi fıkralarının ana temasının ne olduğuna, Bektaşilerin nasıl insanlar
olduğuna, kitabın niçin Türkçe ve Almanca olarak iki dilde yazıldığına, Bektaşi fıkralarının
tarihî gelişimine değinildikten sonra taranan 550‘ye yakın fıkra arasından seçilen ve konu
başlıklarına göre tasniflenen 99 fıkra her iki dilde yazılarak okuyucuya sunulmuştur. Mizah
ile ilgili bir diğer kitap da “Humor in Islam” adını taşımaktadır. “İslam’da Mizah”
anlamındaki kitap 1997 yılında Atilla Yakup tarafından yayımlanmıştır. İslam dininin Batı
Avrupalı ülkeler tarafından az anlaşılmasından dolayı kitabın başlığıyla karşılaşan
okuyucuların kendilerine “Acaba İslam’da mizah var mı?” sorusunu sorabileceklerine
değinen yazar, bunun önüne geçebilmek için söz konusu kitabı yazdığını belirtmektedir.
İslam kültürünün bütün İslam ülkelerinde aynı olmadığı, ortak kabul gören unsurların
sadece ayet ve hadisler olduğuna değinilen kitapta (1997: 13), Nasrettin Hoca ve Bektaşi
dervişlerinin, mizah anlayışlarıyla dünyanın birçok yerinde tanındıkları aktarılmaktadır.
Bektaşi tarikatının tarihî geçmişi ile ilgili kısa bir bilgi veren Yakup, cumhuriyetin kuruluşu
ve laik bir sistemin benimsenmesi ile birlikte Bektaşi tekkelerinin kapatılmasına rağmen
Bektaşi fıkralarının halk tarafından korunduğuna ve günümüzde bile kullanıldığına
değinmektedir. Özetle ilgili kitap, İslam’da mizah unsurunun varlığına dikkat çekmek
amacıyla Nasrettin Hoca ve Bektaşi fıkraları gibi mizah unsuru içeren metinlerin
Almancalarına yer vermektedir. Manfred J. Backhausen ve Anton Josef Dierl tarafından
“Einführung in den Alevismus-Bektaschismus” adıyla kaleme alınan bir başka kitap ise 1998
yılında basılmıştır. “Aleviliğe-Bektaşiliğe Giriş” başlığı taşıyan kitabın yayımlanma
amacının, Almanya’da yaşayan Alevi gençlerin Alevilikle ilgili Almanca küçük ve anlaşılır
bir kitap yazılması hususundaki dileklerini gerçekleştirmek olduğu belirtilmektedir (1998: 4).
Almanya’da yaşayan Türklerin en az dörtte birinin Alevi olduğunu Alman kamuoyunda
neredeyse kimsenin bilmediğine değinen yazarlar, Aleviliğin birçok tanımının yapıldığını
ifade etmektedirler. Bu bağlamda Aleviliğin Şamanizm olduğu, İslam dinî olduğu, din
olmadığı, aksine bir düşünce sistemi olduğu gibi ana tezlerin yanı sıra Aleviliğin ne
Türklerle ne de Kürtlerle ilgisinin olduğu, aksine Zazalara ait olduğu ya da sadece Türklere
veya sadece Kürtlere ait olduğu gibi yan tezlerin de mevcut olduğu (1998: 118)
belirtilmektedir. On beş farklı konu başlığının yer aldığı kitapta Aleviliğin-Bektaşiliğin tarihî,
Türk Şiiliği, Aleviliğin Sünnileştirilmekten kurtarılması gerektiği, Alevilik-Bektaşilik
inancının şematik bir şekilde gösterilmesi, Bektaşilerde lirik, Semah, On İki İmam, yoğun
olarak kullanılan semboller, Alevilik ile ilgili kurumlar ve Alevi bayramları gibi konular yer
almaktadır. “Die Alevitische Religion” başlığıyla Alman literatüründe yer alan bir başka
araştırma da Markus Dressler tarafından yazılmış olan doktora tez çalışmasının
kitaplaştırılmış halidir ve Türkçe çevirisi “Alevilik Dinî” şeklinde karşılık bulmaktadır. 2002
yılında Ergon Yayınevi tarafından basılan kitapta Dressler, ciddi araştırmaların Türk
vatandaşlarının % 20 sinin Alevi kökenli olduğunu, Alevilerin ise en az üçte ikisinin Türkçe,
geri kalanının Kürtçe konuştuğunu ortaya koyduğunu aktarmaktadır (2002: 10). “Kızılbaş
Geleneğinin Oluşumu”, “Kızılbaşlıktan Aleviliğe”, “Modern Türkiye’nin Dinî-Politik

105
FARUK ARSLAN

Söylemi ve Aleviler” ile “20. Yüzyılda Kızılbaşlık” şeklinde dört ana başlık halinde yapılmış
olan araştırma Kemalizm’in din algısının Alevilere hem Kemalist kimliklerini korumayı, hem
de dinî geleneklerini yerine getirmeyi kolaylaştırdığını vurgulamaktadır. 03-05 Aralık 2003
tarihinde Almanya’nın Heidelberg şehrinde gerçekleştirilen “Göç ve Ritüel Aktarımı: İslam
Dünyası ile Batı Diasporası Arasında Dinî Azınlıklar” adını taşıyan sempozyumun
bildirilerini içeren bir diğer kitap ise “Migration und Ritualtransfer: Religiöse Praxis der
Aleviten, Jesiden und Nusairier Zwischen Vorderem Orient und Westeuropa” adını
taşımaktadır. Kitabın Türkçe adı “Göç ve Ritüel Aktarımı: Yakın Doğu ve Batı Avrupa
Arasındaki Aleviler, Yezidiler ve Nusayrilerde Dinî Uygulamalar” şeklindedir. Söz konusu
sempozyumun ana konusunun “Köy, şehir ve göç bağlamında Aleviler, Yezidiler ve
Nusayrilerde ritüel aktarımı” olduğu ifade edilen 341 sayfalık kitap 2005 yılında
yayımlanmıştır ve aşağıdaki 14 farklı araştırmadan oluşmaktadır: - Ritualtransfer (Ritüel
Aktarımı). Yazarlar: Robert Langer, Dorothea Lüd- deckens, Kerstin Radde, Jan A.M. Snoek

- Religious Minorities in the Middle East and Transformation of Rituals in the Context of
Migration (Ortadoğu’da Dinî Azınlıklar ve Göç Bağlamında Ritüel Aktarımı). Yazar: Philip
G. Kreyenbroek. - Ritual Transfer and the Reformulation of Belief Amongst the Turkish Alevi
Community (Ritüel Aktarımı ve Türk Alevi Topluluğu Arasındaki İnanç Sisteminin Yeniden
Formüle Edilmesi). Yazarlar: David Shankland, Atila Çetin. - Alevitische
Kongregationsrituale: Transfer und Re-Invention im transnati- onalen Kontext (Alevi Cemaat
Ritüelleri: Uluslararası Bağlamda Aktarım ve Yeniden Buluş). Yazarlar: Raoul Motika, Robert
Langer. - Ayin-i Cem- das alevitische Kongregationsritual: Idealtypische Beschrei- bung des
Ibadet ve Öğreti Cemi (Cem Ayini – Alevi Cemaat Ritüeli: İbadet ve Cem Öğretisinin Örnek
Tanımlaması). Yazar: Janina Karolewski. - Das alevitische Dede-Amt (Alevi Dedelik
Makamı). Yazar: Hüseyin Ağu- içenpoğlu. - Alevilik als Lied und Liebesgespräch: Der
Dorfweise Melûli Baba (1892- 1989) (Bir Türkü ve Sevgi Konuşması Olarak Alevilik: Köy Piri
Melûli Baba (1892- 1989). Yazar: Hans-Lukas Kieser. - Transformationsprozesse des
alevitischen Cem: Die Öffentlichkeit ritueller Praktiken und Ritualhandbücher (Alevi
Cem’inin Dönüşüm Süreçleri: Ritüel Uy- gulamaların ve Ritüel El Kitaplarının Açıklığı).
Yazar: Refika Sarıönder. - Zur Funktionalität des Cem-Rituals als Instrument alevitischer
Identitätsstiftung in der Cem Dergisi (Cem Dergisinde Aleviliğin Kimlik Aracı Olarak Cem-
Ritüelinin İşlevine Dair). Yazarlar: Ina Paul, Johannes Zimmermann. - Cem in Deutschland:
Transformationen eines Rituals im Kontext der alevi- tischen Bewegung (Almanya’da Cem:
Alevi Hareketi Bağlamında Bir Ritüelin Dönüşümü). Yazar: Marin Sökefeld. - Erfundene
Feste, falsche Rituale? Die Gedenkfeier von Hacıbektaş (Uydurulmuş Şenlikler, Yanlış
Ritüeller? Hacı Bektaş’ı Anma Törenleri). Yazar: Beatrice Hendrich. - Friedhöfe als Quellen
für Fragen des Kulturwandels: Grabkultur von Ye- ziden und Aleviten in Deutschland mit
Seitenblick auf die Türkei (Kültür Değişiminin Sorularına Kaynak Olarak Mezarlıklar:
Türkiye’ye Yan Bakışla Almanya’daki Yezidi ve Alevilerin Defin Kültürü). Yazar: Rüdiger
Benninghaus.
- Zwischen Taufe und Beschneidung: Rituale im Yezidentum in der Heimat und im Exil
(Vaftiz ve Sünnet Olmak Arasında: Anavatanda ve Sürgünde Yezidilik Ritüelleri). Yazar: Se-
bastian Maisel. - Die Nusayrier und ihre Rituale. (Nusayriler ve Ritüelleri). Yazar: Werner
Arnold. Türk Aleviliğinin tarihî sürecini ele alan “Türkische Aleviten: Vom Osma- nischen

106
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Reich bis zur Heutigen Türkei“ adlı araştırma Burak Gümüş’ün 2001 yılında Konstanz Üni-
versitesinde hazırladığı yüksek lisans tezinin kitaplaştırılmış halidir ve 262 sayfadan oluşma-
ktadır. “Osmanlı İmparatorluğundan Günümüz Türkiye’si ne Türk Alevileri” başlığını
taşıyan araştırmada, Alevilerin Osmanlı’dan günümüze kadar olan tarihî ele alınmıştır. İlgili
araştırma “Osmanlı Döneminde Aleviler”, “Tek Parti Döneminde Aleviler” ve “1946 Yılı
Sonrası Aleviler” olmak üzere üç ana başlıkta düzenlenmiştir. Gümüş, ilgili kitapta Os-
manlıdan günümüze 700 yıllık süreçte Türk Aleviliğinin doğuşunun, gelişiminin, yaşadığı
baskıların, yok edilme uğraşlarının, başkaldırıların vb. yansıtıldığını belirtmektedir.
Günümüzdeki Aleviliği konu edinen “Türkische Aleviten Heute” başlıklı çalışma ise John
Shindeldecker tarafından 2001 yılında kaleme alınmıştır. Türkçe çevirisi “Günümüzdeki
Türk Alevileri” olan kitap, on iki bölümden oluşmaktadır. Birçok ansiklopedide Türkiye’nin
% 99’unun Sünnilerden oluştuğunun belirtildi- ğine, Alevilerin varlığından ise kamuoyunun
yeni yeni haberdar olduğundan bahseden yazar, bu kitabın bu boşluğu doldurmak amacıyla
kaleme alındığını ifade etmektedir. Yahudi, Hıristiyan, Budist ve Hindularda olduğu gibi
Alevilerde de çok geniş bir yelpazeye dayanan inanç şekilleri ve ibadet tarzlarının bulun-
duğunu ileri süren Shindeldecker, araştırmasında “Aleviler kimlerdir?”, “Alevilerin sayısı ve
dağılımları”, “Aleviler ve İslam”, “Alevilerin gelenekleri ve bayramları”, Hz. Ali’nin Alevi
bakışı”, “Aleviler, Hacı Bektaş ve Bektaşiler”, “Aleviler ve tasavvuf”, “Aleviler ve halk din-
darlığı”, “Aleviler, önyargılar ve zulüm”, “Alevi-Bektaşi mizahı”, “Aleviler ve güncel
toplumsal konular” ve “Alevilerin günümüzdeki kimlikleri” konularına yer vermektedir. Al-
manca yayımlanan bir diğer kitap ise “Mythen und Rituale des Aleviten- tums” adını taşıma-
ktadır. “Alevilerin Efsaneleri ve Ritüelleri” anlamındaki 256 sayfa- lık kitap, Haki Gürtaş ta-
rafından 2005 yılında yayımlanmıştır. Aleviliğin günümüze dek teoloji ve din sosyolojisi
bağlamında ele alınmadığına ve yakın zamana kadar bilim için yabancı olduğuna değinilen
araştırmada, mevcut yayınların ise Aleviliği siyasi, milli ve geleneksel İslami bakış açısıyla
ele aldıklarından yakınılmaktadır. Söz konusu eserde ise Aleviliğe bağımsız bir dinî cemaat
gözüyle bakıldığını belirten Gürtaş, Aleviliğin Zerdüştlükle olan benzerlik ve bağlantılarına
değinmektedir. Burak Gümüş’ün “Die Wiederkehr des Alevitentums in der Türkei und in
Deutschland” başlıklı araştırmasının 2007 yılında yayımlandığı görülmektedir. Türkçe an-
lamı “Türkiye’de ve Almanya’da Aleviliğin Geri Dönüşü” olan kitabın giriş bölümünde
(2007: 1), Alevilerin kendilerini İslam’ın bir parçası olarak görmelerine rağmen, Sünnilerin
onları İslam dinini tutucu olmayan şekilde yorumlamalarından ve ayinlerindeki “pa-
gan”lıklardan dolayı kâfir olarak algıladıkları belirtilmektedir. Türkiye’de Alevilerin resmi
olarak halen bir inanç topluluğu olarak sayılmadıklarına ve Çorum, Kahramanmaraş ve Si-
vas olaylarında olduğu gibi katliamlara uğradıklarını ifade eden Gümüş, 1990’lı yıllardan bu
yana Alevi hareketinde bir canlanma olduğundan söz etmektedir. Bu bağlamda Alevilikle
ilgili kitap, dergi, türkü, genel ağ sayfaları, radyo ve televizyonların yoğunlaştığını bildirme-
ktedir. Bütün bu canlanmanın ise Alevi kuruluş ve federasyonları vasıtası ile gerçekleştiği te-
zinden yola çıkan yazar, çalışmasını Alevililiğin Türkiye ve Almanya’da yeniden canlan-
masında dernek ve üst çatıların oynadığı rol üzerinde yoğunlaştırmıştır. Aleviliğin Al-
manya’daki durumunu konu edinen bir diğer kaynak ise Martin Sökefeld tarafından 2008
yılında yayımlanan ve içerisinde sekiz farklı araştırma yer alan “Aleviten in Deutschland”
adlı kitaptır. “Almanya’daki Aleviler” olarak çevirebileceğimiz kitapta ilk olarak kitabın ya-
yıncısı Martin Sökefeld’in “Aleviten in De- utschland- von Takiye zur Alevitischen Bewe-

107
FARUK ARSLAN

gung” (Takiyeden Alevi Hareketine- Almanya’daki Aleviler) adlı araştırması karşımıza çık-
maktadır. Bunun yanı sıra adı geçen kitapta sırasıyla Beatrice Hendrich’in “Alevitische Ges-
chichte Erinnern- in Deutschland” (Almanya’da Alevilik Tarihini Hatırlamak), Robert Lan-
ger’in “Ale- vitische Rituale” (Alevi Ritüelleri), Kira Kosnik’in “Mit eigener Stimme? Migran-
tische Medien und Alevitische Strategien der Repräsentation” (Kendi Sesiyle mi? Göçmen
Medya ve Alevi Temsil Stratejileri), Hülya Taşçı’nın “Die zweite Genera- tion der Alevitin-
nen und Aleviten Zwischen Religiösen Auflösungstendenzen und Sprachlichen Differen-
zierungsprozessen” (Dinsel Bozulma Meyli ile Dilsel Farklılık Sürecinde İkinci Nesil Alevi-
ler), Halil Can’ın “Außenseiter wider Willen: Das ‚coming-out‘ des Alevitentums in der Dias-
porischen Enkelgeneration oder Erin- nerungs- und Identitätsarbeit über das Digitale
Gedächtnis des Internets“ (İsteği Dışında Marjinal Kalan İnanç; Türkiye’nin Dört Bir Yanına
Dağılmış Olan Aleviliğin Üçüncü Kuşakta Yeniden Tezahür Etmesi ve/veya Genel Ağın Diji-
tal Hafızası Vasıtasıyla Kimliklerini Yeniden Hatırlamaları ve Özlerine Dönüşleri), Martin
Sökefeld’in “Sind Aleviten Muslime? Die alevitische Debatte über das Verhältnis von
Alevitentum und Islam in Deutschland” (Aleviler Müslüman mı? Aleviliğin ve İslam’ın
Almanya’daki Durumu Üzerine Alevi Tartışması) ve David Shankland ile Atila Çetin’in
“Aleviten in Deutschland“ (Almanya’da Aleviler) başlıklı araştırmaları yer almaktadır.
Bektaşilik ile ilgili en son yapılan araştırmalardan birisi olarak “Bektaschi- tum und
Griechisches Orthodoxes Mönchtum” başlıklı çalışma göze çarpmaktadır. 2010 yılında
yayımlanan 79 sayfalık kitabın yazarı Andreas Kiriakidis’dir. “Bektaşilik ve Yunan Ortodoks
Keşişliği” şeklinde tercüme edilebilecek kitap, din konusunu ele almakta ve iki mistik
geleneği karşılaştırmaktadır. Bektaşi tarikatlarının Osmanlı dönemindeki rolüne değinen
yazar, fethedilen yerlerde Bektaşilerin halka ciddi olarak etki ettiklerinden söz etmektedir.
Bugüne kadar çok hesaba katılmasa da Bektaşilerin Yunanistan’ın tarihinin
aydınlatılmasında da çok önemli katkıları olduğuna değinilen araştırmada XV.-XX. yüzyıl
arasında Bektaşilerin Yunan halkıyla geniş ölçüde temas kurmaları ve karşılıklı etkileşimleri
konu edilmektedir. Sonuç olarak Alman kaynaklarında Bektaşiliğin ve Aleviliğin ele alındığı
bu araştırmada Almanca yazılmış olan 21 kitap incelenmiştir. XX. yüzyılın başlarından
itibaren Bektaşilik ve Alevilik konularının Almanya’da çeşitli araştırmaların konusu olduğu
görülmektedir. Türklerin Almanya’ya göçünden sonra Alevi kökenli Türk vatandaşların da
Almanya’da yaşamaya başlamasıyla birlikte araştırmalarda çoğalma olduğu hatta konu ile
ilgili sempozyumların düzenlendiği görülmektedir. Kitap ve çevirilerin yanı sıra çeşitli
yüksek lisans ve doktora tezlerinin de Bektaşilik-Alevilik konusunu irdeledikleri
görülmektedir. Araştırmaların geneline şöyle bir göz attığımızda Bektaşilik ve Alevilik
kavramlarının bir bütün olarak kabul edildiğini, Bektaşi ve Alevilerin inanç sistemlerinin,
ritüellerinin, mizahlarının, tarihî geçmişlerinin yanı sıra Anadolu’daki Bektaşi tekkelerinin
mimarilerine kadar incelendiğini görmekteyiz. Araştırmaların çoğunda Bektaşilik-Alevilik
konusunun özellikle siyasi yönünün ön plana çıkarıldığıyla ve, Alevi ve Bektaşilerin toplum
ve devlet tarafından sürekli baskı altında tutulan ve yok edilmeye çalışılan bir topluluk
olarak gösterilmeye çalışıldığıyla karşılaşmaktayız. Öte yandan hoşgörünün sembolü olarak
görülen Bektaşilik ve Aleviliği ayrı bir din olarak gören, Zerdüştlükle ve Hıristiyanlıkla
bağdaştırmaya çalışan araştırmaların fazlalığı da dikkat çekmektedir.
Özetle, Alman kaynaklarında Bektaşilik ve Alevilik ile ilgili yapılmış olan araştırmalarda
Bektaşilik ve Alevilik ile ilgili geniş çaplı bilgiler verildiğini, araştırmaların çoğunda Bektaşi
ve Alevilerin şiddet ve baskıya maruz kaldığı şeklinde söylemlerde bulunulduğunu ve

108
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Bektaşilik-Aleviliğin bir din mi, mezhep mi, bir kültür veya bir cemaat mi olduğu konusunda
kafaların karışık olduğunu ve bu konuda birbirinden farklı ve çelişkili tanımlamaların
yapıldığını söyleyebiliriz.

* Dr., Gazi Üniversitesi, Alman Dili Eğitimi Bölümü, Ankara/Türkiye,


muhammetkocak@gazi.edu.tr
TÜRK KÜLTÜRÜ ve HACI BEKTAŞ VELÎ ARAŞTIRMA DERGİSİ / 2013 / 65
Muhammet KOÇAK

Kaynakça

AYTAŞ, Gıyasettin. (1999). “‘Bektaşi Kız’ Adlı Roman Hakkında Bazı Tespitler”. Hacı Bek-
taş Velî Dergisi, 11: 53-60.

BACKHAUSEN, J. Manfred & DIERL A. Josef. (1996). Der rituelle Gottesdienst CEM des
anatolischen Alevismus. Wuppertal: Holger Deimling Verlag.

BACKHAUSEN, J. Manfred & DIERL A. Josef. (1998). Einführung in den Alevismus-Bek-


taschismus. Düsseldorf: Manfred Johannes Backhausen Verlag.

BOZKURT, M. Fuat. (1988). Das Gebot. Mystischer Weg mit einem Freund. Hamburg: E.B.-
Verlag Rissen. DIERL, A. Josef. (1985). Geschichte und Lehre des anatolischen Alevismus-
Bektasismus. Frankfurt: Dagyeli Verlag.

DRESSLER, Markus. (2002). Die Alevitische Religion. Traditionslinien und Neubestim-


mungen. Würzburg: Ergon Verlag. FAROQHI, Suraiya. (1981). Der Bektaschi-Orden in
Anatolien. Wien: Verlag des Instituts für Orientalistik.

GROSS, Erich. (1927). Das Vilajet-Name des Haggi Bektasch. Ein Türkisches Derwische-
vangelium. Leibzig: Mayer & Müller.

GÜLÇİÇEK, A. Duran. (1994). Der Weg Der Aleviten (Bektaschiten). Köln: Ethnograp- hia
Anatolica Verlag. GÜLÇİÇEK, A. Duran & BENNINGHAUS, Rüdiger. (1996). 99 Bektaschi
Witze/ 99 Bek- taşi Fıkrası. Köln: Ethnographia Anatolica Verlag.

GÜMÜŞ, Burak. (2001). Türkische Aleviten: Vom Osmanischen Reich bis zur heutigen
Türkei. Konstanz: Hartung-Gorre Verlag.

GÜMÜŞ, Burak. (2007). Die Wiederkehr des Alevitentums in der Türkei und in Deutsc-
hland. Konstanz: Hartung-Gorre Verlag.

109
FARUK ARSLAN

GÜRTAŞ, Haki. (2005). Mythen und Rituale des Alevitentums. Konstanz: Hartung-Gorre
Verlag. JACOB, Georg. (1908). Beiträge zur Kenntnis des Derwisch-Ordens der Bektaschis.
Berlin: Mayer & Müller.

KIRIAKIDIS, Andreas. (2010). Bektaschitum und griechisches orthodoxes Mönchtum. Re-


ligionskontakt und Vergleich zweier mystischer Traditionen. Berlin: EB Verlag.

KÖSTER, Rudolf. (2003). Eigennamen im deutschen Wortschatz. Berlin: Walter de Gruy- ter.

LANGER Robert, MOTIKA Raoul & URSINUS Michael. der. (2005). Migration und Ri-
tualtransfer: Religiöse Praxis der Aleviten, Jesiden und Nusairier zwischen Vorderem Orient
und Westeuropa. Frankfurt: Peter Lang Verlag.

PFLUGER-SCHINDLBECK, Ingrid. (1989). Achte die Älteren, liebe die Jüngeren. Frank- furt:
Ahtenäum Verlag.

SHINDELDECKER, John. (2001). Türkische Aleviten Heute. İstanbul: Anadolu Ofset.

SÖKEFELD, Martin. der. (2008). Aleviten in Deutschland. Identitätsprozesse einer Religi-


onsgemeinschaft in der Diaspora. Bielefeld: Transcript Verlag.

TSCHUDI, Rudolf. (1914). Das Vilajet-name des Hadschim Sultan. Berlin: Mayer & Mül- ler.

TÜRK DİL KURUMU. (1988). Türkçe Sözlük. Ankara: Türk Tarih Kurumu Basım Evi.

WULZINGER, Karl. (1913). Drei Bektaschi-Klöster Phrygiens. Berlin: Verlag von Ernst
Wasmuth A.G.

YAKUP, Atilla. (1997). Humor im Islam. Frankfurt: Yvonne Landeck Verlag.

110
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Beşinci Bölüm

ALMAN VE AMERİKAN GLADYOLARIN


TÜRKİYE SAVAŞI?

DÜNYAYI ELİTLER Mİ YÖNETİYOR?

Buraya kadar olan bölümde Türkiye’nin hassas sorunlarının bölgesel ve küresel güce sahip
devletler tarafından nasıl kullanıldığını gördük. Tabiiki bu devletler bunu elle tutulur gözle
görülür bir şekilde yapmıyorlar. Fakat unutmamak gerekir ki her devlette o devletin
politikalarını etkileyen elit bir kesim bulunuyor. Bu kesim sayısal olarak çok az olsa da
etkileri bununla ters orantılı olarak çok büyük. Bu aynı zamanda onlara karşı neden kolayca
önlem alınamadığını da gösteriyor.

Türkiye, bölgesel güç olmaya doğru ilerlerken, Almanya, İngiltere, Fransa, ABD ve İsrail’in
bazı baronları bundan rahatsızlık duydular. Her ne kadar Obama’nın arkasındaki lobi gücü
AK Parti’nin yanında olsa da Cumhuriyetçi Amerika derin devleti ve Londra’nın gücünü
Kraliçe’den alan derin yapısı bu partiye karşı. Dolayısıyla da “Başbakan Recep Tayyip
Erdoğan bir şekilde gitsin de Türkiye’yi durduralım” görüşündeler. Altın, döviz kuru ve
borsalardaki oyunlar bu isteğin delili olarak gösterilebilir. Diğer yandan, şurası bir gerçek ki
son bir yılda Avrupa’dan 300 milyar dolar çalan faiz çetesi gözünü ekonomik darbelerin
yıkamadığı Türkiyeye çevirdi. Bu anlamda Gezi olayları aslında Türkiye’nin
öngörülemeyecek biçimde büyümesinden rahatsız olan devlerin apolitik Y gençleri
üzerinden teşebbüs ettiği sosyal bir darbe girişimi. Olayların arkasındaki güç ise
küçümsenecek gibi değil. 2001 ekonomik krizini kasten çıkardığı bilinen Bilderberg
seviyesindeki yerli mason baronları Gezi olaylarına finansör olarak perde arkasından destek
verdiler.

Bu grup Türkiye’nin Ortadoğu’nun yükselen yıldızı olmasını Osmanlı’nın yeniden dönüşü


olarak algıladığından Erdoğan’ı cumhurbaşkanı olarak görmek istemiyor. Bu sebeple Gezi
olayları yoluyla imaj yıkma operasyonun hedefi sadece Türkiye değil aynı zamanda
Başbakan Erdoğandı. Bu imaj zedeleme girişimi bilindiği gibi büyük oranda sosyal medya
üzerinden yürümüştü. Peki sosyal medyayı organize edenler kimlerdi?
Derin Almanya’nın Türkiye medyasının yüzde 60’ını elinde bulundurduğu gerçeğini
görmeden sosyal medya devriminin aktörlerini görmek mümkün değil. Bu durumda şu
soruyu sormak gerekiyor: Alman vakıflarının Gezi eylemcilerini desteklemelerini ve Alman
medyasının olaylara daha once görülmedik bir biçimde sahip çıkmasını neye bağlamak
gerekir? Aslında cevap İstanbul’un son senelerde şahit olunan yükselişinde gizli. Berlin,
Paris, Londra ve Washington’dan gelen ve İstanbul’un finans merkezi olmasını çıkarlarına

111
FARUK ARSLAN

aykırı gören baronlar yerli çıkar ortaklarıyla bir yıl boyunca boğazda bir çok plan yaptılar.
Tam bağımsız bir Türkiye’nin baronları korkutuyor olması ise planların odak noktası.
Hatırlanacaktır Gezi’de üç sosyoloğun düşünceleri ön plana çıkmıştı. İtalyan yazar
Gramsci’nin ‘Hapishane Mektupları’ kitabının bu konuda önemli bir kitap olarak ele
alınabilecğini düşünüyorum. Tam da onun dediği tarzda hegemonik amaçlar taşıyan güçler
ekonomik işgal ve kültür emperyalizmi için hedef seçilen kapitalizmin odak noktası
Taksim’de sosyal patlama oyunu kurguladılar. Fakat bu kadarı, yani sol görüşlü olanla
olmayanı aynı çatı altında birleştiren söylem Gramsci’nin bile aklına gelmemişti
muhtemelen! Türkiye’de birbiri ile yakınlaşan bir çok farklı görüşü ortak düşman veya dost
etrafında birleştiren Gezi olayları sırf bu yüzden bile fenomen olmayı hak ediyor.

Farklı grupların bir eylem etrafında birleşmesi tabii ki tesadüfi olamazdı. Bu durumun teorik
yapısı titizlikle hazırlanmıştı. Böylelikle Gezi’de aktif sivil toplum örgütlerinin organize ettiği
hareketlerin teorik alt yapısı, Avusturyalı düşünür Karl Popper’in “Açık Toplum ve
Düşmanları” kitabındaki düşüncelere dayandırıldı. Uygulanan yöntemler ise dünyaca ünlü
siyaset bilimci Gene Sharp’ın yazdığı “Şiddet İçermeyen Hareketin Politikası” ve
“Diktatörlükten Demokrasiye” adlı kitaplarından alındı. Kendisini savaş karşıtı olarak
tanımlayan Sharp kitaplarında etkili bir sivil itaatsizlik hareketi için 189 farklı eylem metodu
öneriyor. Dolayısıyla Geziciler, duranadam ve soyunan kadın eylemleri ile akıl hocalarını
ilan etmiş oldular.

Gezi olaylarının bu kadar etkili olmasında NATO’ya bağlı gladyoların halen aktif olmasının
da büyük rolü bulunuyor. Bilindiği üzere soğuk savaş döneminde kurulan NATO’nun
Gladyoları, Türkiye, Almanya ve Kanada dışında tasfiye edildi. Tüm gladyoların finansörü
olarak ise Rockfeller ve Rothchild Grubları başı çekiyor. Bu gladyoların en güçlüsü
Almanya’dadır. O kadar ki eğer çökertilmek istenirse Almanya ekonomisi batar ve Avrupa
Birliği dağılır. Daha ilginç olan bilgi ise uzun yıllar Alman Gladyosuna Türk Gladyosu
Ergenekon’u kontrol ve idare görevi verilmesiydi. Bu nedenle Türkiye’de en fazla ajana sahip
ülke Almanya’dır. Fakat Alman gladyosuna bağlılık Türk galdyosu için tehlike çanlarının
çalması anlamına geliyordu. Yıllardır etkisi altında kaldığı CIA’dan bağımsızlığını ilan etmek
isteyen Alman Gladyosu, Türk Ergenekon’unu da bu yola sürükleyerek onları da hedef
haline getirmiş oldu. Kalemleri okyanus ötesinde kırıldı! Türkiye’deki Ergenekon’un Alman
ve Amerikan kanadı hep rekabet halindeydi. Bugün bir kanadı hapse girerken, diğer kanadı
Amerikan ve Alman Gladyoları arasında ortada kaldı.

Alman ve Türk gladyoları arasındaki ilişkinin ortaya çıkması ise Türkiye’de başlatılan
Ergenekon operasyonu sırasında su yüzüne çıkmıştı. Ankara’da Ergenekon operasyonu
soruşturması yeni gözaltılar sürerken, Türk Emniyet Genel Müdürlüğü Alman
istihbaratından Ergenekon’la ilgili bilgiler istemişti. Her şey işte bu bilgi isteme neticesinde
başladı. Cumhuriyet Gazetesi Başyazarı İlhan Selçuk, İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu
Perinçek ve İstanbul Üniversitesi eski Rektörü Kemal Alemdaroğlu'nun Ergenekon örgütüyle
ilişkisi tartışmaları sürerken, Emniyet Genel Müdürlüğü’nün, Alman İstihbarat Teşkilatı
(BKA)’dan Ergenekon’la ilgili elindeki bilgileri Şubat 2008’de talep etmesi ortalığı
karıştırmıştı. Önce yanıt gelmedi. Ancak Türk emniyeti Almanya’dan Ergenekon’un
uyuşturucu ticareti konusunda telefon dinlenmelerinden elde ettiği bilgileri, 2008 boyunca

112
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

ısrarla resmen istemeyi sürdürdü. Alman istihbaratı, nihayet 2009’da Türk makamlarına
belgeleri sundu. Bu belgeler arasında Emekli yüzbaşı Muzaffer Tekin ‘in uyuşturucu
kaçakçısı Yılmaz Tavukçuoğlu ile yaptığı telefon görüşmelerinin kayıtları da bulunuyordu .
PKK’nın haber örgütü ANF’ye bilgi veren yeminli bir tercüman Türk makamlarına verilen
belgelerin Türkçe’ye çevrildiğini de belirterek, ‘’Belgelerin hem Almanca hem de Türkçe
çevirileri Türklere teslim edildi’’ dedi. (22)

BKA, yani İç Alman istihbaratı, 19 Kasım 2003 tarihinde Tavukçuoğlu ile Tekin arasında
geçen 14 dakikalık telefon görüşmesini saniye saniye kaydetmişti. Kayıtlara göre Muzaffer
Tekin, kendisine "dikkat et, arsanın bizimle bağlantısı olduğu anlaşılmasın" diyen Yılmaz
Tavukçuğlu'na, "Problem olmaz abi. Arsa kimin üzerine kayıtlı, bunu kimse araştırmaz
burada" yanıtını veriyordu. Almanya'da inşaat işleriyle uğraşan Yılmaz Tavukçuoğlu,
Muzaffer Tekin'in de ortağı olduğu Doğuş Faktoring'in sahibi Ertuğrul Yılmaz'ın
Almanya'daki iş ortağıydı. Birlikte uyuşturucu ticareti yaptıklarına ilişkin bilgilerin Alman
istiharatının elinde olduğu tahmin ediliyordu. Ayhan Parlak'ın kuzeni olan Ertuğrul Yılmaz,
2003 yılının Nisan ayında Almanya'da uğradığı silahlı saldırıda öldürüldü.

ERGENEKONUN GÖLGESİ ALMANYA’YA DÜŞÜYOR

İlgnçtir, Alman Anayasayı Koruma Teşkilatı'nın (BFV-İç İstihbarat Servisi) 2001 ve 2002 yıllık
raporunda, Almanya'da faaliyet gösteren aşırı sağcı Türk gruplar arasında, Ergenekon
örgütüne de yarım sayfa yer veriliyordu. Raporda, teşkilatın Almanya’nın Mannheim ve
Münih şehirlerinde 40-50 arası üyesi olan bir grup olduğu belirtiliyordu. Rapordaki sağcı
kuruluşlar arasında, Ergenekon, Ülkü Ocakları, Atatürkçü Düşünce Derneği ve dinci sağ
teşkilatlar yer alıyordu. (23)
Ergenekon’un izlerine Almanya’da da rastlanması gösteriyordu ki, elbette Ergenekon kolay
çökecek bir yapılanma değildi. Türkiye’deki dava sürecine dahil edilenler örgütün çökmesi
için yeterli değildi. Ergenekon siyaset, yargı, medya ayağıyla hâlâ faaliyetlerini yürütüyordu.
Jitem –PKK-Ergenekon ilişkisi gerçekti ve henüz tam anlamıyla ortaya çıkarılamadı.
Ergenekon’un dış bağlantılarından Almanya ayağı dimdik ayakta duruyordu. Türkiye'de
Alman İstihbaratının konumu çok güçlüydü. Almanlar dünyada en iyi bilgi bankasıydı.
İngiltere, İsrail ve ABD'nin adı vardı ama Almanlar daha güçlüydü. Eğer Ergenekon
sayfaları daha çok açılırsa altından Almanya çıkacağı kesindi. Bu yüzden de ikide bir Deniz
Feneri dosyasını çıkarmaları şantaj içindi. Yaptıklarında şu ana kadar başarılı da oldular,
Almanya, Ergenekon ilişkisi ve Kürt-Alman ilişkisi dosyası henüz daha açılamadı.

Ergenekon’un Almanya’da da çıkması tesadüfi değildi. Sistem kurma dehası Almanlar’ın bu


oluşumlarla ilgisini tesadüfe bağlamak gerçekçi değildi. Bir çok olayda bu çok açık
görülüyordu. Mesela, Beyrut'tan Lübnan'dan Abdullah Öcalan'la kavgalı olan Selim
Çürükkaya'yı sözde Kızılhaç kaçırmıştır Avrupa'ya. Oysa Çürükkaya'yı yurtdışına Veli
Küçük’ün yardımıyla Almanlar çıkarmıştı. Yoksa Öcalan, Selim'i de öldürtebilirdi.
Ergenekon etnik bir gruptu: Almanya'nın Ortadoğu'da halen ekonomik bir savaşı vardı ve
bu savaşı Kürtler gibi etnik grupları yönlendirerek yapıyordu. Fakat sadece etnik gruplar
değil Cemalettin Kaplan gibi gruplar, sol gruplar da bu iş için kullanılıyordu. Oyunun

113
FARUK ARSLAN

genelini yöneten ise Almanlardı. Sadece Türkiye üzerinde değil, İran üzerinde de aynı
şekilde etkiliydi Almanlar. İran istihbaratını Almanlar eğitmişti. Almanlar, Ergenekon içinde
paralel bir örgüt kurmuştu. (24) Ancak Almanlar askeri ihale söz konusu olunca Metin
Kaplan’ı pazarlıkla ihale karşılığı Ankara’ya 2004’de teslim etmekten çekinmedi. Vermeden
öncede hapishanede çırılçıplak soyup, onurunu, gururunu zedeleyip, alay edip, Kaplan’ın
intihar etmesini sağlamaya çalıştı.

CEMALETTİN KAPLAN ASKERİ İHALEYE KURBAN

Metin Kaplan'ın Alman avukatı Ingeborg Naumann , Kaplan'ın Türkiye'ye iade sürecini ve
Almanya'daki Müslümanların sorunlarını anlatırken verdiği şu bilgiler çarpıcıydı:
‘Metin Kaplan, sınırdışı edildiği gün, polis karakolunda nezarethaneye atılarak çırılçıplak
soyuldu. Adeta intihara teşvik ettiler. Almanya'da yasalara 'yabancı', 'Müslüman' ve 'terörist'
kavramlarını eklediler. Müslümanları göndermek için bunu yaptılar. Almanya'da birçok
Müslüman sınırdışı edildi. Eğer bir insan Müslüman ise tamam. Müslümanlar hakkında
verilen kararlar hazır. Onu hemen sınırdışı ediyorlar. Suçlu olup olmadığı araştırılmadan
suçlu muamelesi yapılıyor. Şartlar eskisi gibi değil. 'Müslümansan teröristsin' anlayışı var.
Bir insan 'Allah'ın kanunlarını benimsemiyorum, elimin tersiyle itiyorum' diyorsa kimse
buna dokunmaz. Allah'ın kanunlarını inanç olarak benimseyenler ülkelerine gönderiliyor.
Metin Kaplan'ın, 12 Ekim 2004 tarihinde özel bir uçakla Türkiye'ye iade edilmesi "siyasi bir
karar" dı. Kaplan Almanya'da adil yargılanmadı. İadesi kanunlara uyduruldu. Kaplan'ın
suçlu olduğuna dair mahkemenin vermiş olduğu kesin bir karar yoktu. Olaya hukuk
çerçevesinden baktığımız zaman Kaplan'ın mevcut şartlarda Türkiye'ye iade edilmesi
mümkün görünmüyordu. Ama ilginç bir şekilde apar topar Türkiye'ye iade ettiler. Kaplan
sınırdışı edilirken her şey kanuna uydurularak yapıldı. Kaplan'ın Türkiye'ye iade edilmemesi
gerekirdi. Metin Kaplan Türkiye'ye iade edilmeden önce Alman İçişleri Bakanı Otto Schilly,
Türk İçişleri Bakanı Abdulkadir Aksu ile bir görüşme yaptı. Bu görüşmelerden sonra askeri
ihaleler gündeme geldi. Askeri ihaleler karşılığında Kaplan'ın Türkiye'ye iade edildi. Schilly,
Metin Kaplan'ın iade edilmesi için Türkiye'ye geldi. Kaplan’a psikolojik baskı yaparak adeta
intihara teşvik ettiler. Gardiyanlarla konuştuğumda geceleri Kaplan'ı sürekli kontrol ederek
intihar edip etmediğine baktıklarını söylediler. Kaplan Almanca bilmediği halde bazı
evraklar imzalatmaya çalışmışlar. Mahkeme süreci devam ederken bile polislerin sürekli
kendisine 'Seni yurdışına göndereceğiz' demesi çok üzücü. Yurtdışına çıkarılma belgeleri
Kaplan'ın ellerine tutuşturularak, uçağa bindirilip Türkiye'ye gönderildi. Bu süreçte avukatı
ile de görüştürmediler. Bu olayın yaşandığı güne kadar kimseyle konuşmadım. Ama bu olay
yaşandıktan sonra olup bitenleri kamuoyuyla paylaşmaya başladım. Kaplan'a yapılanlardan
sonra patlama safhasına geldim. Ve basına konuştum. Metin Kaplan davasını üstlendiğim
için anayasal kurumlar tarafından sıkıştırıldım. Hayatımın en zor davası oldu. Bu davadan
dolayı tehdit telefonları aldım. Sekreterlerim rahatsız edildi. Sürekli telefon açarak 'Niye
Metin Kaplan'ı savunuyorsun?' diye tehdit ediyorlardı. Telefonlarımı dinliyorlardı. Şimdiye
kadar birçok Müslümanın avukatlığını yaptım. Ama beni en çok zorlayan Kaplan davası
oldu. Kişisel bilgilerimi sordular. Ben de avukat olduğumu söyleyerek sorularına cevap
vermedim. 11 Eylül olayı ile Almanya'nın Müslümanlara karşı olan politikaları değişti.
Müslümanların aleyhine birçok yasa çıktı. 11 Eylül'den sonra Avrupa'da ilk hedef olarak
Müslümanların seçildi. Hatta bir insan 'Ben demokrasi değerlerine bağlı kalacağım. Ama

114
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

inançlarımı da yaşayacağım' dese yine de sınırdışı ediliyor. Düşünsenize Müslümanlar


camiilerde namaz kılarken bile polisler namaz kılan insanların başında bekliyor. Her camii
de namaz kılamıyorlar. Sadece Diyanet'in camiilerinde namaz kılınabiliyor’ (26)

Almanya Alman avukatın anlattığı gibi müslüman olanlara bu türden baskılar uyguluyordu.
Diğer yandan Deniz Feneri e.V'deki mali aykırılıkları fevkalade önemseyen Almanya,
PKK'lıların çoğunu tehditle toplayıp örgüte transfer ettiği milyonlarca eurosunu görmezden
geliyordu. Bu tip tuhaf bağlantıların küçük bir örneği de şuydu: Ergenekon ve Balyoz
davalarının çürük olduğunu ispatlamak için didinen "angaje" gazeteci Gareth Jenkins'e
destek verenler arasında Alman Friedrich Naumann Vakfı da vardı. Almanya'daki liberal
Hür Demokrat Parti'ye yakın olan ve demokrasiyi savunduğunu söyleyen bu vakfın, darbeci
zihniyete göz kırpması çok ilginçti. Darbe hazırlığını "girişim özgürlüğü" olarak görüyorlardı
herhalde!

AYDIN DOĞAN’A ALMAN LİYAKAT ÖDÜLÜ

Mesela 12 Haziran 2011 seçimlerine kadar, elindeki tüm medya organları aracılığıyla
Ergenekon soruşturmasını sulandırmaya çalışan Aydın Doğan'a, Temmuz 2009'da
Almanların, Federal Liyakat Nişanı vermesi tuhaftı... Doğan Grubu ile Alman Axel Springer
Grubu arasındaki ilişkiler de ilginç. Mesela Bild gazetesinin Yayın Yönetmeni Kia Diekmann
aynı zamanda Hürriyet'in yönetim kurulu üyesiydi. Yapboz oyunu gibiydi. Önce dağınık
parçalar kafanızı karıştırıyor, derken iki parça birleşiveriyordu. Uyumlu başka parçalar
bulduğunuzda da büyük resim ortaya çıkmaya başlıyordu. (27)

LEOPAR TANKLARI VE KUNDAKLANAN TÜRK AİLE

Türkiye tarafından yeterince sahiplenilmeyen Almanya’daki Türk toplumu, zaman zaman


iki ülkenin de iç ve dış siyasetini şekilendirmek için karşılıklı olarak kullanıyorlardı.
Almanya, Ankara’nın yönetim zafiyetinden yararlanarak Almanya’daki Türk toplumunu
zaman zaman hem Almanya’nın hem de Türkiye’nin iç ve dış siyasetini şekilendirmek için
kullandı. Ankara ise sadece tepkisel olarak buna karşılık verdi. Gurbetçiler, Almanya ve
Türkiye çatışmalarında her iki devlet tarafından da ortaya konan iyi bir koz olarak
görüldüler. Örneğin 1990 lı yıllarda Almanya ile Türkiye arasında Alman yapımı Leopar
tanklarının güneydoğu da PKK terör örgütüne karşı kullanılıp kullanılamayacağı konusunda
diplomatik alanda tartışmalar devam edip giderken, Almanlar tankların satış sözleşmelerine
göre kendilerinin istemediği yerlerde bu tankların kullanılamayacağını öne sürüyordu.
Türkiye ise parası verilip alınmış tankları ve silahları istediği her yerde kullanabileceğini
iddia etmekteydi.

Diplomatik alanda bu tartışmalar devam edip giderken Türkiye, Almanya’nın yumuşak


karnı olan Almanya’da ki Türkleri sahaya sürmeye karar verdi. Bir ‘yerler’ tarafından
organize edilen gruplar Almanya’nın birkaç şehrinde Almanya’yı protesto gösterileri
yaptılar. Almanya’nın cevabı yine aynı yerden yani Türkiye’nin yumuşak karnı olan
Almanya’da ki Türk nüfusu üzerinden oldu. 29 Mayıs 1993 de Solingen şehrinde Türklere ait
Genç ailesinin evi kundaklandı ve ailenin 5 bireyi acı bir şekilde can verdi. Almanya ile

115
FARUK ARSLAN

Türkiye’nin sahaya inmiş bu ilk düellosu ilerleyen yıllarda da devam etti. Zaman zaman AB-
Türkiye ilişkileri, Kıbrıs konusu, azınlıklar, Kürt sorunu v.s gibi her konuda çatışan iki devlet
hesaplaşmalarını daha çok Almanya’da ki Türk toplumu üzerinden yaptılar. Yine şöyle bir
örnek verecek olursak Bergama’da ki altın madeninin işletilmesi meselesinde Bergamalı
köylülerin organize edilip sokaklara dökülmesi, orada ki altın madeninin Türkiye tarafından
işletilmesinin engellenmeye çalışılması yine ‘müttefik’ Almanya’nın işiydi. O madenin
Türkiye tarafından işletilmesi demek hiç altın madenine sahip olmayan ama ABD de sonra
dünyanın ikinci büyük altın rezervini merkez bankasında muhafaza eden Almanya‘nın,
Hindistan’dan sonra en büyük müşterisi olan Türkiye’yi kaybetmesi ve senelik 10 milyar
dolarlık bir altın ihracatı zararına uğraması demekti. (28)

BİR AÇIKLAMAYA BİR KUNDAKLAMA

Bergama olaylarının yoğun olduğu günlerde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan Almanyayı
kast ederek “Bazı dost bildiğimiz ülkeler, ülkemizde ki vakıf ve dernekleri aracılığıyla
(Frederic Ebert vakfı ve Goethe Enstitüsü nü işaret ediyor) topaklarımızda çeşitli yıkıcı
faaliyetlerde bulunuyorlar” dedi. Ve bu vakıfların bundan sonra daha sıkı denetleneceğini
faaliyetlerinin kontrol altına alacağını açıkladı. Bu açıklamanın üzerinden çok zaman
geçmeden 3 Şubat 2008 günü Ludwigshafen kentinde yine Türklere ait bir bina kundaklandı
ve 9 kişi yakılarak öldürüldü. Ne Solingen nede Ludwigshafen katliamlarında Alman
makamları tarafından doğru düzgün bir soruşturma yapılmadı, olay bir iki alkolik sokak
serserisinin üzerine yıkıldı ve onlar da zaten kısa bir süre sonra salıverildiler. 2000’li yıllara
kadar hep savunma pozisyonunda kalan Türkiye AK Parti hükümetleri döneminde ve
özelliklede dışişleri bakanlığına Başbakan Tayyip Erdoganin dış siyaset başdanışmanı Ahmet
Davutoğlu’nun getirilmesinden sonra çok aktif bir dış siyaset politikası takip etmeye başladı.
Sınır komşularıyla olan birçok problem ortadan kaldırılırken Türkiye Orta Asya Türk
Cumhuriyetleri, Balkanlar ve İslam dünyası üzerinde büyük söz sahibi oldu. Bİr başka
deyimle yönetilen-yönlendirilen konumundan yöneten-yönlendiren konumuna geçmişti
Ankara. Tabii bu durum sadece Ortadoğu ile sınırlı kalmadı ve AB politikalarını da derinden
etkiledi.1990’lı yılların başından bu yana sırasıyla Mölln, Solingen, Rostock, Lübeck,
Karlsruhe, Friedrichshafen, Ludwigshafen’da doğrudan konutlara yönelik kundaklama
eylemi ve dokuz masum vatandaşımızın katledilmesinin ardından Türkiye, güçlü bir
hükümetin de verdiği özgüvenle olaya doğrudan müdahil oldu. Olayı soruşturma
komisyonlarına bizzat Türk emniyet ve adli makamlarını da katarak daha önceki yıllarda
sergilenen içine kapanık, pısırık, politikaları terk ettiğini ve yabancı ülkelerdeki
vatandaşlarının arkasında olduğunu o ana kadar konuyla ilgili umursamaz hatta kibirli
yaklaşan Alman politikacılara göstermiş oldu. Ludwigshafen olayının hemen ardından AK
parti kabinesinden bakanların ve sonrasında da bizatihi başbakanın olay yerine gelerek
Alman makamlarına hesap sorar bir şekilde konuşması ve davranması Türkiye’nin bu
konuda ne kadar hassas oluğunu göstermişti. Ludwigshafen katliamının üzerine Türk
Başbakanının ve hükümetinin bu denli düşmeleri Alman makamlarını ve Alman medyasını
bir anda şaşırttı ve adeta ne yapacaklarını, olaya nasıl yaklaşacaklarını bilemez bir hale
soktu. Artık her kafadan bir ses çıkıyordu. (29)

116
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Başbakan Recep Tayyip Erdogan in 11 Şubat 2008’de Köln kenti Arena spor salonunda 20 bin
Türk vatandaşına (bir o kadar da salon dışında kalabalık olduğunu belirtelim) “Asimilasyon
bir insanlık suçudur. Sizleri asimile etmek isteyenlere asla müsaade etmeyiniz. Entegrasyona
evet ama asimilasyona kesinlikle hayır” şeklinde konuşması, Alman siyasiler ve medya
tarafından günlerce tartışıldı. Konuşma hep bir ağızdan “paralel toplum istemiyoruz”
şeklinde karşılık bulmuştu. Başbakan Erdoğan’ın 27 Şubat 2011’de Düsseldorf yine aynı
söylemleri tekrarlaması ve Almanya’da yaşayan Türkleri Alman vatandaşlığına geçmeye ve
bu ülkede siyaset yapıp söz sahibi olmaya teşvik etmesi, Almanya‘ tarafından Türk
başbakanının Almanya’nın iç işlerine karışması olarak değerlendirildi ve günlerce eleştirildi.
Başbakanın verdiği mesajlar, sadece Almanya ile sınırlı kalmadı. Erdoğan’ın, 12 Nisan 2011
tarihinde Fransa’nın Strasburg kentinde yine Türklere yönelik yaptığı miting de “Şunu açık
açık söylüyorum; Sizler asla ve asla yalnız değilsiniz. Sizler gurbette tek başına değilsiniz,
kendi kaderine terk edilmiş asla değilsiniz. Sizin arkanızda Türkiye Cumhuriyeti var
kardeşlerim. Sizin arkanızda güçlü ekonomisiyle, dış politikasıyla itibarlı bir ülke var. Sizin
arkanızda şanlı bir tarih, köklü bir medeniyet, zengin bir kültür var” demesi Avrupa
Birliğinin iki güçlü ülkesi Almanya ve Fransa’yı sarstı. Bu iki güçlü ülke üzerinden tüm
Avrupa Birliğine ve hatta dünyaya ince bir mesaj verilmişti. Senelerce Türkiye’yi ‘hasta
adam’ sınıfına koyan Avrupa ülkeleri Türkiye’nin hafiften silkinip kendine gelmesi
karşısında bile ‘Osmanlılar geliyor’ korkusu ve sendromunu yeniden yaşamaya başladılar.
(30) Avrupa’da yaşayan Türklerin oranının Avrupa’daki bir çok devletin nüfusundan daha
fazla bir orana erişmiş olması bu korkuyu daha da körüklüyordu. Bazı AB ülkelerinde ki
Türk nüfusu yaklaşık olarak şu şekildedir:

ALMANYA: Toplam nüfusu 80 milyon, Türk nüfusu 4,5 milyon

HOLLANDA: Toplam nüfusu 11 milyon, Türk nüfusu 500 bin.

BELÇİKA: Toplam nüfusu 11 milyon, Türk nüfusu 500 bin.

FRANSA: Toplam nüfusu 66 milyon, Türk nüfusu 750 bin

İNGİLTERE: Toplam nüfusu 58 milyon, Türk nüfusu 100 bin.

İSVİÇRE: Toplam nüfusu 4.5 milyon, Türk nüfusu 50 bin.

AVUSTURYA: Toplam nüfusu 11.5 milyon, Türk nüfusu 80 bin.

İSVEÇ: Toplam nüfusu 10 milyon, Türk nüfusu 70 bin.

Balkan ülkelerinde kalan birkaç milyon Türk nüfusunu da eklediğimizde; Türklerin


Avrupa’da en büyük nüfusa sahip milletler arasında ilk beş milletten birisi olduğunu
söylersek hiç de mübalağa yapmış olmayız. Bu kadar büyük bir nüfus potansiyelimizin
olduğu bu kıta da bizim devletimiz bunun la ilgili ne yapmaktadır diye sorduğumuzda ise
rahatlıkla şunu söyleyebiliriz ki bu cevap kocaman bir hiçtir.

117
FARUK ARSLAN

HERŞEYİN BAŞLANGICI: EFSANEVİ İSTİHBARATÇI TÜRK ÖZEL HARP’E EL


ATIYOR

Yukarıda anlatılan ve Almanların Türkler üzerinden uyguladığı politikalar ne anlama


geliyordu? Aşağıdaki hikayede birbirinden bağımsız gibi gözüken olayların aslında ne
kadar bağlantılı olduğu anlatılacak. Hikayedeki adli olay gibi gözüken bazı olayların
uluslararası güç çekişmelerinin konusu olması ise işin ilginç tarafı. Almanya’da yaşanan
Türk ailelerinin kundaklanması olaylarının bu gün hangi politik çekişmelerin sonucu olduğu
daha da açıklıklaortaya çıkıyor. Dahası bunlarda Alman derin devletinin parmağı olduğu da
artık aşikar. Biz şimdi hikayeyi baştan alalım ve işe ‘efsane’ bir Alman istihbaratçıdan
başlayalım.

Almanların BND’sini ve derin devletini 1952’de kuran Gehlen, tüm NATO ülkelerinde de
Gladyoları örgütleyen en derin istihbaratçıydı. Aralık 2000’de açılan CIA’nın gizli
belgelerinde Gehlen ve eski Nazi subaylarının hangi örtülü operasyonlar gerçekleştirdiği
ortaya çıktı. Yazılan bilgiler artık açık bilgi olduğundan kolaylıkla ulaşılabilir. Yıllarca
kamuoyunun dikkatinden kaçırılan bu bilgilerin yazılmasının gazetecinin çok önemli bir
kamu görevi olduğunu düşünüyorum.

Peki Alman derin devleti Türkiye’ye nasıl girdi ve hangi metodlarla çalıştı ? Aşağıda
anlatacağımız öykü Türkiye Özel Harp Dairesi’nin nasıl CIA güdümüne girdiğini anlatıyor.
İşin içersinde CIA hizmetine giren bir Alman istihbaratçı bir de Rus kızıl ordu firarisi var. Biz
en iyisi hikayeye yine baştan başlayalım. Hikaye Reinhard Gehlen’in CIA’ya sığınmasıyla
başlıyor. Henüz 60 yıl once Reinhard Gehlen, Nazi Almanyasının ve Hitler’in Doğu cephesi-
nden ve komünist Sovyetlerden sorumlu casus şefi, 22 Mayıs 1945’de Amerikan ordusunun
CIC(Counter Intelligence Corps: Kontra İstihbarat Birlikleri)’ne teslim olduğu ana kadar her-
halde hiç kimse Nazilerin bu efsanevi istihbaratçısının kariyerinin geri kalan kısmını düşman
örgüt CIA ve onun evsahipliğini yapan ülke ABD ile işbirliğine sarf edeceğini tahmin ede-
mezdi. Bu konuya önümüzdeki bölümlerde derinlemesine gireceğiz. Biz şimdi Gehlen’in
Türkiye bağlantısı neydi bu konuya eğilelim…

80 darbesi öncesi Türkiye’de komünist-ülkücü kavgasında ülkücü saflarında dikkati çeken


birisi vardı. Bu isim Murat Bayrak’tı. Ülkücüleri galeyana getirmekle görevli Murat Bayrak,
Türkiye’deki tüm faaliyetlerini “Hançer Birliği” adına yürütmüştü. Bayrak, 12 Eylül darbesi
sırasında MHP Genel Yönetim Kurulu Üyesi olmasına karşın tutuklanmayan tek isimdi.
Onun gibi serbest bırakılan diğer isimler de Özel Harpçiydi ve Gladyo’ya çalışıyordu. Yugos-
lavya göçmeni Bayrak, CIA ajanları olan ve gladyo yapılanmasında kilit rol oynayan Paul
Henze ve Frank Terpil’le de bağlantılı idi. Bayrak MHP’den önce Adalet Partisi’nde de mi-
lletvekilliği yapmıştı. Diğer yandan, Türkeş’e NATO kamplarında eğitim verilirken, kendi
isteği üzerine ‘Ergenekon’ kod adını aldı. Bütün bu bağlantıların öncesine gidecek olursak; 2.
Dünya savaşından sonra, Gehlen ile sonradan Alparslan Türkeş’in yakın dostu olacak olan
Ruzi Nazar ABD’ye götürüldü. Özbek kökenli Ruzi Nazar, savaş sonrasında Alman ordu-
larına sığınmış bir isimdi. General Gehlen ve Nazar ikilisi, CIA içerisinde görevlendirildi.
Nazar bu görevde CIA Türkiye İstasyon Şefliği’ne kadar yükseldi. Nazar Enver Altaylı gibi
Özbek kökenlileri MİT’de kritik görevlere getirdi. Ruzi Nazar’ın dikey yükselişi gerçekten de

118
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

incelemeye değer. Nazar İkinci Dünya savaşında Kızılorduda savaşırken Almanlara esir
düşen bir Özbekti. Almanların safına geçerek Türkistan taburlarında Kızılorduya karşı sa-
vaştı, savaşın sonunda içinde yeraldığı Gehlen Organizasyonu sayesinde kesin ölüm demek
olan Ruslara teslim edilmek yerine Gehlen ile birlikte ABD’ye sığındı. Amerikan vatandaşı
oldu ve kararlı bir antikomünist olarak CIA'de görev aldı. 1950 sonrası kontrgerilla eğitimi
almak üzere ABD’ye gönderildi. Alparslan Türkeş'in de dahil olduğu, Özel harpci seçilmiş
Türk subaylarla bizzat ilgilenen eğitimcilerden birisiydi. 1960'larda Türkiye'de görev aldı.
Türki kökeni sayesinde Ankara'da CIA ajanı gibi değil, Türk bir vatanperver gibi görüldü.
Bu ekstra güvenle tüm yöneticilerle dost oldu. Türkeş, kendi evinden çok onun evinde
kalırdı. Beraber dokuz ışıkçılık oynarlardı. Bu sıkı fıkı ilişki o kadar çok dikkat çekerdi ki,
MHP içinden bile itirazlar yükselirdi. Türk antikomünist örgütlenmesi kendisine
müteşekkirdi. Hatta Türk medyasından bir yazar, kızı `Sylvia Nasar`, filmi oscar ödülü alan
`a beatiful mind` romanı ile ünlü olduğunda kızını tanıtma bahanesiyle Ruzi amcaya ve
onun Türkiye faaliyetlerine dair, içimizden biri temalı övgü yazıları yazdı. Yazan gazeteci Er-
genekon davasında suçlu bulunarak hüküm giyen `Güler Kömürcü`'dür. Ruzi nazar ve kızı
Sylvia, Türk gençliğinin ünlü çizgi romanı Yüzbaşı Volkan’da da karşımıza çıkarlar. Çocuk
yaşta kadın memesi ile tanıştırarak inkar edilemez bir hizmette bulunan `Yüzbaşı Volkan`'ın
bir macerasına konuk olurlar. Bu macerada pos bıyıklı Ruzi ve kızı, Ruzi'nin Kızılordu
yılllarından başlayarak yaptığı işleri okuyanı kararlı bir antikomünist yapacak duyarlıkta an-
latırlar. Ruzi Nazar'ın CIA ajanı olarak görev yaptığı bir ülkede gençlere meme ve millet bi-
linci kazandırmak için uğraşan bir çizgi romana konuk oyuncu olarak girmesi onun Tür-
kiye'de ne kadar içselleştirildiğinin komik bir göstergesidir. Bu arada Ruzi Nazar ve Türk
Kontragerillasını finanse eden Rockfeller, Özel Harp Dairesi ile özel ilişkiler geliştirdi. Üst
düzey subaylarımızı eğittiler, beyinlerinı yıkadılar ve kendi halkını ve dinini dahi düşman
görecek kodlarla robotlaştırdılar. (32)

ALMAN VAKIFLARI VELİ KÜÇÜK’E VELİ KÜÇÜK KİME ?

Görüldüğü üzere Alman istihbaratçıların CIA adına çalışmaya başlamasının bir çok sonucu
olmuştu. Bu sonuçların Türkiye’ye etkisi ise epey fazlaydı. Bu ajanlar sayesinde Türkiye poli-
tikalarını rahatlıkla etkileyebiliyorlardı. Aşağıda göreceğimiz gibi ABD etkisinden kurtulma
çabaları ise daha sert cezalandırılıyordu. Alman istihbaratı ülkemizde altı vakfı, şirketleri ve
diplomatik dokunulmazlığa sahip ajanlarıyla mükemmel çalışıyordu.Türkiye’de Alman
vakıfları ve Alman derin devleti (BND, BKA,GSG9), Türkiye’yi kaos ortamına sürüklemeyi
amaç eden Ergenekon’ın tam ortasında, yönetici kısmında yer alıyorlardı. Kürt sorununun
siyasileştirilmesi ve Aleviliğin İslam’dan ayrılarak ayrı bir din haline getirilmesi üzerine öze-
llikle yoğunlaştılar. Dünya altın borsasını elinde bulunduran Almanların bir hedefi de Tür-
klerin kendi altın madenini çıkartıp, işlemesini engellemekti. Alman vakıflarının istihbarat
faaliyetleri ve altın hesabı konusunda kitap yazan Necip Hablemitoğlu’nu öldürtmesi için

119
FARUK ARSLAN

Veli Küçük’e kimin emir verdiği ortadaydı! Küçük artık, Almanların sırlarına sahip kilit
öneme sahip bir Silivri sanığıydı...

Peki Alman BND’si nasıl çalışıyordu? 1970 ile 2005 arasında Almanya’da 42 bin 664 kişi, Al-
man derin devleti için ajanlık, muhbirlik ve köstebeklik yaptı. Bunlar arasında Doğu Alman
sayısı 9 bin 822’dir. Yine BND’nini Almanya’da yararlandığı gurbetçi ve ülkemizde ku-
llandığı ajan sayısı onbinleri geçti. Hedefledikleri Türk veya Kürtleri, Alman sempatizanı,
etki ajanı ve ücretli ajan yapma kategorileri bulunuyordu. Kadın kullanma, zenginleştirme
ve kasetli şantaj en fazla kullandıkları yöntemlerdi. Almanlar uzun yıllardır telefonlarımızı
dinliyordu. Kimin ne gibi zafiyeti olduğunu, nasıl ele geçirilebileceğini biliyordu. Türkiye’de
kullandıkları üst düzey üç ajana verdikleri kod lakap isimler, “Baron”, “Kumarbaz” ve
“Tilki” idi.

SELAHADDİN DEMİRTAŞ’IN MOSSAD’DAN PARA ALDIĞI BELGELENDİ

Alman derin devleti Türkiye’nin önemli meselelerini karıştırmak için olmadık şeyler ya-
pıyordu. Jürgen Elsasser adında bir Alman yazar sonrasında tüm bu faaliyetlerin CIA
güdümündeki Alman derin devletinin işi olduğunu söyleyecekti. Elsasser’in açıklamalarına
geçmeden once bu faaliyetlere kısa bir göz atalım. Ülkemizin doğusunda faaliyet gösteren
yabancı ajan sayısı beş bini geçiyordu. Almanlar doğu illerimize su arıtma tesisi, küçük baraj-
lar yapma bahanesiyle çok sayıda ajanını yerleştirdi.
Bunların pek çoğu Türkçe ve Kürtçeyi ana dili gibi biliyordu. İstihbarat organlarımız, bu
ajanların çoğunun aslında kim olduğunu kısa sürede fark ediyor, ancak yakalamıyor ve
sınırdışı etmiyor veya edemiyordu. 5 Haziran 2011’de rutin dışına çıkılarak 10 yılı Diyarbakır
merkezde olmak üzere doğu illerimizde Mossad adına casusluk yapan bir İsrail vatandaşı,
askeri istihbarat ve polis ortak operasyonu ile yakalandı. Bu bilgi ve haberi Türk medyasında
okunamadı çünkü kimseye servis yapılmadı! Özel kaynaklarım vasıtasıyla elde ettiğim bu
bilgiyi paylaşmayı tarihe düşülecek bir not olarak görüyorum. Mossad ajanı, ana dili gibi
Türkçe ve Kürtçe biliyordu. Sabaha kadar süren sorgu sonrası çözülmüştü. Anlattığı bilgileri
hemen yazsaydım 12 Haziran 2011 seçimi yapılamazdı. Konu sadece Yüksek Seçim Ku-
rulu’nun adaylığını iptal ettiği, sonrada yeniden onayladığı adaylardan ibaret değildi. Böl-
gede milletvekilliğine bağımsız aday olan Kürt kökenli milletvekillerinden bazıları yabancı
istihbarat örgütlerine çalışıyordu. Mesela BDP Lideri Selahattin Demirtaş’ın MOSSAD’dan
aldığı paralar belgelenmişti. Bu bağımsız milletvekili adaylarının kimi sempatizan, kimi etki
ajanı, kimi ise kadrolu ajandı. En fazla milletvekili adayı devşiren istihbaratlar Alman BND,
CIA ve Mossad idi. Bu adayların bir kısmı parlamentoya girdi ve çalıştıkları yabancı ülkenin
politikalarını ülke gündemine taşıdılar.

Alman derin devleti üzerine yazdığı kitaplarla tanınan yazar Jürgen Elsasser, Almanya ve
Türkiye’de 'uyuyan gladyo/kontrgerilla hücreleri' bulunduğunu ve Türklere yönelik cina-
yetlerde bu hücrelerin parmağı olduğunu savunuyordu. Neo Nazi katillerin daha büyük ör-
gütleri saklamak için kılıf olarak kullanıldığını söyleyen Elsasser net konuşuyordu: 'Hatta
hiç Nazi bile olmayabilirler.' Elsässer, “Dönerci cinayetleri”nde ölen Türklerden sorumlu tu-
tulan Neo Nazilerin, gizli servis operasyonları için sahte bir kılıf olduğunu vurguluyordu..

120
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Gurbetçi cinayetlerinden sorumlu tutulan iki Alman’ın belki de Nazilikle hiçbir ilgisi bile ol-
mayabileceğini savunan Elsässer, Almanya ve Türkiye’de “uyuyan Gladyo hücreleri” ol-
duğunu ve cinayetlerde bu hücrelerin parmağı olduğundan emindi. Elsässer, bu konuda
şunları söylüyordu: ‘8 Türk ve bir Yunan’ın öldüğü Almanya’daki olaylar bir Neo Nazi
üçlüsü ile bağıntılıdır. Burada Anayasayı Koruma Örgütü (BfV) adındaki gizli servisin ele-
manlarını bulmak mümkün. Çılgın Neo Naziler, amacı belli olmayan gizli servis operasyon-
ları için sahte bir kılıftır. Bu seri cinayetlerde elimizde 3 olgu var: Nazi Bağlantısı, Gizli Servis
Bağlantısı, Türklerin bağlantısı. 2001 yılının Ağustos ayında bir Türk tanık Alman polisine
seri cinayetlerde kullanılan silahı teslim edeceğine dair söz verdi. Anlaşma iptal oldu. 2007
yılında bu cinayetlerin ardında Diyarbakırlı bir aşireti de içeren bir uyuşturucu meselesi ol-
duğuna dair bir dosya olduğu da yazıldı. Belki Nazi bile olmadılar. Belki de bu üçlünün
dönerci cinayetleriyle hiçbir ilişkisi yoktur. Karavanlarında öldürüldüler (karavandan bir
adamın çıktığını gören tanıklar var), sonra da ne kadar kanıt varsa bunların bulundukları
yerlere bırakıldı. Ama bir başka faraziye de mümkün: Bu üçlü hiç Nazi olmadı. Devletin
ajanlarıydılar ve sonuna kadar da öyle kaldılar. O nedenle profesyonelce hazırlanmış, devlet
istihbaratının kendilerine verdiği sahte kimlik belgeleri bulundu. Bunlar 90’larda sağ çevre-
lere sızdırıldılar. Ancak hiçbir şey çıkmayınca buradan çekildiler. O zamandan beri de çok
başka bir iş üzerinde çalışıyorlardı ve öldürülmeleri bu olaydan kaynaklanıyor olabilir. Bu iş
üzerinde hiç konuşulmuyor. Gladyo, Amerikan kontrolünden çıkmak üzere olan ülkeleri ve
devletleri istikrarsızlaştırmayı amaçlar. 1970 ve 80’lerde İtalya’daki sahte bayrak operasyon-
larıyla Gladio sağ ve sol terör örgütlerini bir kılıf olarak kullandı. (Brigate Rosse) Türkiye ve
Almanya kendi yollarını bulmayı amaçladılar. Almanya, Libya savaşında geri durdu. Tür-
kiye ise İran’a karşı saldırıyı engelledi. Gladyo'nun bir çok uyuyan hücresi var. Bence Al-
manya ve Türkiye’de de mevcutlar. Alman ve Türk gizli servislerindeki Amerikan hücrele-
rini araştırmalı. Gladio ulusal değildir. Angloamerikan aracıdır. (33) Bu gözaçıcı ifşaatdan
sonra Alman Kılıç’ı ile Türk Ergenekon’un paslaşması kimseyi şaşırtmayacaktır.

TÜRK VE ALMAN ERGENEKONLARI ARASINDA İRTİBATLAR

1990 yılında İtalya'da patlayan Gladio skandalıyla tüm NATO üyesi ülkelerde örgütlendiği
ortaya çıkan Kontrgerilla örgütlerinin Batı'yı komünizmden korumak amaçlı hareket ettikleri
ve bu amaçla her ülkedeki sağcı-faşist grupların birbiriyle yardımlaştığı anlaşılmıştı. Alman
Ergenekonu 1952’de kuruldu, Kuranlar eski Naziler ve General Gehlen’di. 1990 yılında İtal-
ya'da patlayan Gladio skandalı tüm NATO üyeleri gibi Almanya'yı da sarstı. İtalya'daki ör-
gütün adı Gladyo iken Almanya'dakinin adı 'Gehlen Harekatı' idi. Tüm NATO üyeleri gibi
Almanya da Sovyet işgaline karşı NATO anlaşmaları çerçevesinde ABD'nin CIA istihbarat
servisi öncülüğünde ülkesinde bu gizli örgütlenmeye gitti. Bu örgütün ülke siyasetini yön-
lendirmek için yürüttüğü illegal faaliyetler aslında ilk kez 1960 yılında faşist özellikli Alman
gençlik yapılanması BVJ'ye karşı yapılan bir operasyonla ortaya çıkarılmıştı. Bu örgüt ta-
rafından Alman Komünist Partisi (KPD) ve Alman Sosyalist Partisi’ne (SPD) karşı, aynen
Türkiye’de 12 Eylül öncesini hatırlatan şekilde tezgahlar kurulmuştu. Alman Gladyosu bu-
nun için 17 bin üyeli BVJ'yi (Bundes Vaterländischer Jugend / Alman Gençlik Federasyonu)
kullanmıştı. BVJ aslında paravandı bir yapılanmaydı; arkasında Technischer Dienst (TD-Tek-
nik Hizmetler Birim) vardı. Bu TD, paramiliter bir örgüttü. Ancak Alman muhafazakar CDU
Partisi, Amerikalılarla uzun süren görüşmeler sonucu, açılan soruşturmaları durdurdu,

121
FARUK ARSLAN

herşey örtbas edildi. 12 yıl sonra, 1972’de, ülkenin çeşitli yerlerinde toprağa gömülü silahlar
bulunmaya başladı. Hükümet panikle, Sovyet işgali gerçekleşirse geriye kalanların bunları
kullanacağını ama artık tümünün imha edildiğini açıkladı. Gelin görün ki, 6 Ekim 1981’de
Uelzen Kasabası yakınlarında müthiş bir yeraltı silah deposu bulundu. Bunun üzerine BVJ'yi
kuran aşırı sağcı Heinz Lembke tutuklandı. Soruşturma Alman polisini 33 ayrı yer altı silah
deposuna daha götürdü. 13 bin 520 mermi, 50 roketatar, 156 kg patlayıcı ve 258 el bombası
ele geçirildi. Soruşturma daha ileriye gitmedi. 9 yıl sonra ise Gladio skandalının patlamasıyla
tüm Nato ülkelerinde olduğu gibi örgütün Almanya'daki varlığı da resmen ortaya çıkarıldı.
Gladyo'nun Alman koluna dair en geniş araştırmaları yapmış olan ünlü Alman araştırmacı-
gazeteci Leo Müller, "Avrupa’da, şeffaflıktan en uzak, gladyoya en büyük destek veren,
başka ülkelerdeki uzantılarıyla bağlantı içinde çalışan tek ülke Almanya’dır" diyor, çok ağır
bir suçlama yöneltiyordu.

Alman İç İstihbarat Servisi (BFV)'nin 2001-2002 raporlarında 'Ergenekon Türk Sağcı Grubu'
adıyla yer alan Almanya'da da örgütlenmiş Ergenekon oluşumunun, yapısal olarak Alman
faşist gruplarının oluşturduğu derin devlet yapısıyla aynı özellikte olduğu belirtiliyordu. Al-
man istihbarat raporlarında Ergenekon oluşumu ile ilgili olarak 2001 yılındaki değerlendir-
mede; "Baden Württemmberg'in Mannheim Şehrinde 23-25 kişilik bir oluşumun, Bavyera'nın
Nürnberg şehrinde ise 30-35 kişilik yeni bir Türk Milliyetçi oluşumun belirlendiği ve bu
oluşumun Ergenekon adında olduğu tespit edilmiştir. Bu gurubun siyasi ideolojisi olup ol-
madığı henüz bilinmemektedir. Ama genellikle Türk Ülkü Ocakları'ndan ayrılan şahıslar bu
oluşumun içinde yer almaktadır. Biz muhtemelen bu oluşumdaki şahısların Ülkü Ocakları ile
olan ideolojik tartışmalarından ve farklılıklardan ötürü ayrıldıklarını ve böyle yeni bir
oluşum kurduklarını düşünmekteyiz" deniliyordu.Azerbaycan-Alman Dostluk Derneği çatısı
altında bir araya gelen Almanya'daki Ergenekon oluşumunun Almanya'da da kaos eylemleri
planladığı da iddialar arasındaydı. İddiaya göre, Köln şehrindeki Kürt Kültür Merkezi ha-
vaya uçurularak olay Türk istihbarat birimlerinin üzerine yıkılmak ve İstanbul Ermeni Pa-
trikhanesi'ne canlı bomba gönderilerek kaos çıkarmak isteniyordu.

Türkiye’deki Ergenekon davası sürecinde savcılar Almanya’daki bu durumu da göz önüne


aldılar. Ergenekon soruşturması sürecinde ortaya çıkan bulgular, örgütün, Kıbrıs ve Azer-
baycan'dan sonra Almanya'da da örgütlendiğini gösteriyordu. Sanıkların Almanya'daki
güçlü bağlantıları olduğuna dair bulgular savcıların ve mahkeme heyetinin de dikkatini
çekmişti. Ergenekon davasına bakan İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi, Ergenekon davası
sanıklarının Almanya'daki finans kaynaklarını mercek altına aldı. Bu girişim, dikkatleri bir
kez daha Alman ve Türk Kontrgerilla örgütlerinin işbirliği iddialarına çevirdi. 2001-2007
yılları arasında, Türk Ortodoks Kilisesi'ne, Noel Baba Barış Derneği'ne, Vatansever Kuvvetler
Güç Birliği Hareketi'ne veya başkanı Taner Ünal'a, sanıklardan Ümit Sayın, Kemal Kerinçsiz,
Sevgi Erenerol ve Veli Küçük'e Almanya'dan herhangi bir ödeme yapılıp yapılmadığının so-
rulmasına karar veren mahkeme heyeti, ödeme yapılmışsa ödenen meblağ ile ödeme tarihleri
ve ne şekilde ödeme yapıldığının sorulmasına hükmetmişti.
Ergenekoncuların 2001'den 2007 yılına kadar Almanya'daki oluşumlardan 1 milyon Euro
para yardımı aldığı iddia ediliyordu. Ergenekon sanıklarının banka hesaplarını inceleme al-
tına alan savcılık, Almanya'dan ciddi miktarda para transferi yapıldığı, bazı sanıkların bu ül-
keden paravan şirket ve sahte belgeyle para transfer ettiğini belirledi. Ergenekon tutukluları

122
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Veli Küçük ve Kemal Kerinçsiz'in Almanya'daki Türk düşmanı Nazilerle kurduğu yakın
ilişkiler neticesinde, Ergenekoncuların en önemli merkezlerinden Türk Ortodoks Kilisesi'ne
380 bin, Noel Baba Derneği'ne 90 bin, Vatansever Kuvvetler Güç Birliği Hareketi Genel
Başkanı Taner Ünal'a 15 bin Avro yardımın yanı sıra, Veli Küçük'e de Hollanda ve Almanya
gezileri için para ödendiği ortaya çıkarıldı. Vakit gazetesi, Veli Küçük'e ödenen paraların
dekontunu yayınladı. Bu belgelerle, Ergenekoncuların Almanya'dan para aldığına dair iddia-
lar doğruluk kazandı.
Ergenekon sanığı Kemal Kerinçsiz'in Almanya bağlantıları da gündeme geldi. Büyük
Hukukçular Birliği Derneği Başkanı Kemal Kerinçsiz'in bu birliği kurarken Alman NPD Par-
tisi Genel Başkanı Günter Deckert'le internet ortamında tercüman vasıtasıyla irtibata geçtiği
ve aynı oluşumu Türkiye'de kurduğu ileri sürülüyordu. Bu iddiaya göre, Günter Deckert, Al-
manya'da 1994 yılında Türkleri kundaklayan Nazi gençleri mahkemelerde savunmak için Al-
man Ulusal Hukuk Birliği adında bir dernek kurdu. Bu dernek 1998 yılında Anayasa Mahke-
mesi tarafından kapatıldı. Kerinçsiz de Büyük Hukukçular Birliği'ni kurarken 2001 yılında
Deckert'le mail ortamında iletişim kurdu ve Almanya'daki oluşumun aynısını Türkiye'de
kurdu. Ergenekon sanığı Veli Küçük'ün, Alman gladyosunun subaylarıyla buluşup istişare-
lerde bulunduğu da iddia edildi. Veli Küçük'ün sık sık gittiği Hollanda ve Almanya'da Al-
man, Hollanda ve Danimarka'dan gelen aşırı milliyetçi kişilerle buluştuğu iddia edilerek,
"Bunlardan en ilginç buluşma Mölln ve Solingen katliamlarını organize eden DVU Partisi
Genel Başkanı Dr. Gerhard Frey ile buluşmasıdır" deniliyordu. Bu buluşmada, Alman Özel
Harp Dairesi'nde (ÖHD) uzun yıllar görev yapan Yarbay Wilhelm Hillek'in de olduğu ifade
edilerek "Hillek, Türklerin hepsini karantinaya alalım, Türklerin olmadığı bir Almanya temiz
bir Almanya olacaktır sözleriyle tanınıyor" ifadeleri mahkeme kayıtlarına geçti.
2003 yılında aşırı sağcı bir Alman gazetesinde emekli Tuğgeneral Veli Küçük'ün çarpıcı bir
açıklaması yayınlandı: "Türkiye'de En kısa zamanda bir askeri müdahale gereklidir." Küçük,
2007'de başlatılan Ergenekon soruşturmasında tutuklandı. Halen de Ergenekon davasının en
önemli sanıkları arasında yer alıyor. Veli Küçük, Alman gazetesine verdiği iddia edilen bu
'darbe yapılmalı' açıklamasını duruşmalarda reddetti ve gazeteye böyle bir demeç verme-
diğini iddia etti. Ancak Ergenekon davasına bakan mahkemenin yaptırdığı bilirkişi incele-
mesi haberin yayınlandığını doğruladı. Veli Küçük'ün Alman faşistlerinin önde gelen
gazetesi 'National Zeitung'a verdiği ve Veli Küçük tarafından şiddetle yalanlanan “En kısa
zamanda bir askeri müdahale gereklidir” beyanını araştıran bilirkişi, ifadelerin gazetede ay-
nen yer aldığını bildirdi. Bilirkişi, 20 Kasım 2003 tarihli Alman National Zeitung gazetesinin
Genel Yayın Yönetmeni Dr. Gerhard Frey imzalı makalenin orijinalini temin ederek inceledi.
Vakit'in ele geçirdiği 1.5 sayfalık inceleme yazısının başlığı ise “Almanları şimdi ne tehdit et-
mektedir” şeklindeydi. Makalenin sonunda şu ifadeler yer alıyordu: “Biz emekli bir general
ile Türkiye'nin durumu hakkında konuştuk. Emekli General Veli Küçük, ‘Türkiye'de 25
yıldır hiçbir askeri el koyma olmamıştır. Bu büyük bir yanlıştır. Fakat gelecek en kısa za-
manda bir askeri müdahale gereklidir. Çünkü politik konjonktür bu yöne zorlamaktadır'
dedi.”
Veli Küçük’ün darbe yapılmalıdır ifadelerini yayımlayan National Zeitung, 1951'de Alman
Askerleri Gazetesi adıyla kuruldu. 1958'de Gerhard Frey tarafından satın alınan gazete,
1963'te bugünkü adına kavuştu. Aşırı sağ yayın politikasıyla bilinen gazetenin Genel Yayın
Yönetmeni Gerhard Frey. Aynı zamanda aşırı sağcı Alman Halk Birliği Partisi'nin kurucusu

123
FARUK ARSLAN

ve lideri olan Frey, yine aşırı sağcı Almanya Milliyetçi Demokratik Partisi ile 2005 seçimle-
rinde ittifak yapmış, ancak her iki parti yüzde 5'lik ülke barajının altında kaldığı için parla-
mentoda koltuk sahibi olamamıştı. Veli Küçük ile Alman Kılıç’ın ilişkisi araştırmacı Necip
Hablemitoğlu ölümünde belirginleşti. Ölümüne yakın süreçte, Alman Vakıflarının Tür-
kiye'deki nüfuzunu, altın madenlerinin işletilmemesinde bu vakıfların etkisini ayrıntılı ince-
leyen Hablemitoğlu, Kılıç’ın ölüm listesinde ilk sıraya yükseldi. Ömrünü Alman vakıflarının
Türkiye'deki faaliyetlerini araştırmaya adayan ve bu konuda kitaplar yazan Necip Hablemi-
toğlu sağ gözüne kurşun sıkılarak 2002'de öldürüldü. Cinayetin ardından soruşturma Alman
vakıfları üzerinde yoğunlaştıysa da bir süre sonra bundan vazgeçildi. Başbakan Recep
Tayyip Erdoğan'ın, Alman vakıflarının Türkiye'de iç siyaseti dizayn etmek ve teröre destek
vermek amacıyla bazı belediyelere, siyasi partilere ve STK'lara yaptığı hibelere dikkat çek-
mesi, Necip Hablemitoğlu cinayetini yeniden Türkiye gündemine getirdi.

Alman Vakıflarının Türkiye'deki nüfuzunu, Türk altın madenlerinin işletilmemesinde bu


vakıfların etkisini ayrıntılı biçimde deşifre eden Necip Hablemitoğlu'nun öldürülmesi, Erge-
nekon kapsamında da soruşturulmaya başlandı. Ergenekon soruşturmasını yürüten İstanbul
Cumhuriyet Başsavcılığı, 18 Aralık 2002’de suikasta kurban giden Ankara Üniversitesi öğre-
tim görevlisi Doç. Dr. Necip Hablemitoğlu’nun, emekli Tuğgeneral Veli Küçük’ün azmettir-
mesiyle Osman Gürbüz tarafından öldürüldüğü iddiasına ilişkin dosyayı Ankara Cumhuri-
yet Başsavcıvekilliği’ne göndermişti. Hablemitoğlu dosyasına girecek olan yeni belgeler,
ikinci Ergenekon iddianamesinin 124. sayfasında şöyle yer aldı:
“Şüpheli Osman Gürbüz’ün, 2002 yılında Necip Habemitoğlu’nun öldürülmesi işini Veli Kü-
çük’ün huzurunda ‘Gizli Tanık 9’a teklif ettiği, tanığın kabul etmemesi sebebiyle şüpheli Veli
Küçük’ün Osman Gürbüz’e hitaben ‘bu iş yine sana kaldı’ dediği, aradan geçen zaman sonu-
cunda şüpheli Osman Gürbüz’ün aynı tanığa ‘Necip Hablemitoğlu’nun paralarını kumar
masalarında bitirdik’ diyerek kendisinin bu cinayeti işlediğini itiraf ettiği, bu husustaki
evrakın tefrik edilerek Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na gönderildiği anlaşılmıştır.”

HABLEMİTOĞLU’NA ÖZEL ALMAN TİM

Necip Hablemitoğlu’nun öldürülmesinin ardından, Ankara’da polise başvuran bir kişi, cina-
yeti üstlenmiş, azmettirenin İbrahim Çiftçi olduğunu iddia etmişti. İfadesi alınan Çiftçi,
kanıt elde edilemeyince serbest kalmıştı. Hablemitoğlu'nun katil zanlısı olduğu iddia edilen
İbrahim Çiftçi, İzmir'deki kafesine atılan el bombasıyla öldürülmüş ve bu el bombasının da
Ümraniye'de ele geçirilen 27 adet bombayla aynı kafile numarasına sahip olduğu ortaya
çıkmıştı. Bu cinayet üzerine, Çiftçi'nin Hablemitoğlu'nu çetenin talimatıyla vurduğu, ancak
parasını alamadığı için itirafta bulunduğu, bu nedenle de çetenin Çiftçi'yi el bombası atarak
ortadan kaldırdığı iddia edilmişti.
Öte yandan Hablemitoğlu cinayetinde bugün Çeçenlere yönelik Rusya'nın yaptığı yargısız
infazların bir benzerinin yapılmış olabileceği üzerinde de duruluyordu. Hablemitoğlu cina-
yetinden 3 gün önce Alman BND bağlantılı 9 kişilik GSG9 timinin İstanbul'a geldiği, bu timin
Havaalanı'ndan diplomatik pasaportlarla giriş yaptığı öne sürülüyordu. Ayrı timin Hablemi-
toğlu öldürüldükten iki gün sonra gizli bir biçimde Türkiye'den ayrıldığı tespit edilmişti. O
dönem bu grubun Türkiye'ye neden geldiğinin üzerine gidilemedi.
Hablemitoğlu, Alman hükümetinin söz konusu vakıflara doğrudan bütçe ayırdığını ve

124
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

milyar euroları bulan bu bütçelerin önemli bir kısmının Türkiye'de hibe yoluyla ku-
llandırıldığını da ilk olarak belgeleriyle yazan isimdi. Hablemitoğlu neredeyse dağa çıkan
her PKK militanının bu vakıflar tarafından maaşa bağlandığını belirterek, söz konusu hibele-
rin birtakım sivil toplum kuruluşları ve belediyeler vasıtasıyla örgüte ulaştırıldığını da dile
getiriyordu. Ergenekon Terör Örgütü soruşturmasını yürüten İstanbul Cumhuriyet Savcısı
Zekeriya Öz, Veli Küçük'ün ifadesini aldıktan sonra İstanbul'da bulunan Almanya Başkonso-
losluğu'ndan bir kişi tarafından tehdit edilmişti. Başsavcılığı telefonla arayan konsolosluk
görevlisi, Öz ile görüşmek istediğini bildirmiş ancak görüşme gerçekleşmeyince santral
görevlilerine Savcı Öz'ü hedef alan tehditler yağdırmıştı. Telefonda Zekeriya Öz'ü ölümle
tehdit eden kişinin Almanya Başkonsolosluğu'ndan aradığı resmi kayıtlarca belirlenmişti.
Başsavcılık, konsolosluktan kimin aradığını bulunmak için soruşturma açmıştı. Tüm bu ge-
lişmeler doğrultusunda, Başsavcı Zekeriya Öz'ü Alman istihbaratçıları yada onların
görevlendirdiği bir kişinin tehdit etmiş olabileceği üzerinde duruluyordu. (34)

Gazeteci ve Yazar İbrahim Karagül, Yenişafak’ta Alman Ergenekonu’na ilk dikkati çeken
isimlerdendi. Şunları yazdı: Almanya'da Türkler'in oturduğu evler ateşe verildiği günlerde
"Alman Ergenekonu"na dikkat çekmiş, bir derin devlet yapılanmasının, sistemik bir odağın,
Alman ulusal iç ve dış politikası ekseninde örtülü operasyonlar yaptığını, bu operasyonları
da aşırı sağ çetelerle kamufle ettiğini ifade etmiştim. Evlerin kundaklanmasına ses çıkarma-
yanlar, "Alman Ergenekonu" ifadesinden son derece rahatsız oldular. Yıllardır dikkatimi çe-
kerdi, izlerdim ama bu olaylardan sonra Alman istihbaratının Türkiye operasyonlarına daha
bir dikkatle bakar oldum. (35) Almanya ile Türkiye’nin ekonomik ilişkileri ve bu ülkede
yaşayan 3 milyondan fazla gurbetçinin durumu politikacıların ağzını bağlıyordu. Herkes su-
suyordu. Oysa Türkiye’deki her ekonomik krizde Alman parmağı dikkat çekiyordu. Her fır-
satta karamsar Türkiye raporları açıklayarak krizi tetikleyen, yada kriz ortamı hazırlayan
Deutsche Bank, 1994 ve 2001 krizini de tetikledi. Alman Axel Springer’la (AS) ortaklığı bulu-
nan Aydın Doğan’a ait gazete ve TV’lerinin, Almanya’nın Türk ekonomisini hedef alan ope-
rasyonlarıyla paralel yayın yapması dikkatlerden kaçmıyordu. ABD’de başlayıp tüm
dünyaya yayılan ekonomik krizin başlarında, Türk ekonomisi için sürekli felaket senaryoları
çizen Doğan Grubu’na bağlı gazete ve TV’ler Deutsche Bank’ın felaket raporlarını büyüterek
verdi. Doğan Grubu’nun Türkiye’deki krizi tetikleyici açıklamalarıyla eleştirilerin hedefi olan
Deutsche Bank’la ortak bir şirketi de bulunuyordu. Deutsche Bank ile Doğan Grubu’nun or-
taklığında kurulan Türkiye’nin ‘ilk’ konut finansmanı şirketi DD (Deutsche & Doğan)
Haziran 2008′de faaliyete başlamıştı.

Ergenekon davasının ikinci iddianamesinde de yer alan Aydın Doğan’ın Alman istihbaratı
ile olan sıkı işbirliği gözden kaçmadı. İddianamede SESAR Başkanı İsmail Yıldız’ın, emekli
Tuğgeneral Levent Ersöz’e, “Aydın Doğan, Alman istihbaratıyla olan ilişkisinin deşifre edil-
diğini düşündüğü için zor durumda” şeklinde ifadeler kullandığı yer aldı. 3 Nisan 2009’da
Anayasayı Koruma Teşkilatı Başkanı Heinz Fromm imzasıyla Alman İçişleri Bakanlığı’na
gönderilen, “Türk Medyası” başlıklı yazıda, Alman Axel Springer’in ortağı olan Doğan Ya-
yın Grubu’na övgüler dizilirken, ‘dinci’ olarak nitelendirilen Kanal 7 ve Samanyolu TV için
“Deniz Feneri e.V davasında Anayasamıza aykırı haberler yayınlamışlardır” şeklinde ifade-
ler kullanılıyordu. Almanya, hem kendi milletiyle bizim aramızı açan politikalar üretiyor,
hem de bizi iç savaşa sürüklemek isteyen İsrail´e en büyük desteği sağlıyordu.

125
FARUK ARSLAN

Almanların pek çok mağduru var ama en meşhuru şüphesiz bir suikata kurban giden Necip
Hablemitoğlu’dur. Bir sonraki bölümde Kılıç’ın derin gücü, akıncıları Alman vakıflarının
Türkiye’nin iç meselelerine nasıl karıştığını masaya yatıracağız.

126
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Altıncı Bölüm
KILIÇ’IN AKINCILARI: ALMAN VAKIFLARI

Şimdi de bir Alman akademisyenden bahsedelim. Bu, Türkiye’deki Laz’larla ilgilenen bir
akademisyen. Bu akademisyenin adı Wolfgang Feuerstein. Bu Alman akademisyen Lazların
ayrı bir ulus olduğunu kanıtlamak amacıyla BND içinde bir birim meydana getirmişti. Bu bi-
rimin desteklediği, yayınladığı dergi ve kitaplar Türkleri bu konuda yönlendirmek manipüle
edebilmek için Türkiye'ye gönderilmişti. Burada küçük bir parantez açalım ve Feuerstein de
bir diğer Alma akademisyen Udo Steinbach gibi Türkiye'ye giremediğini belirtelim. Nedeni
basit: Steinbach, PKK lideri Öcalan ile Ankara arasında arabuluculuk önerisini resmen ileten
bir başka ‘derin’ akademisyen. 1994’den beri yasaklılar listesinde. Steinbach ile 1 Ekim
2000’de Hamburga’ta yapılan görüşmede bu satırların yazarına, "İslam'a yapılan saldırıları,
Müslümanlara yapılan baskıları merak edenler, Kemalist sistemin 80 yıldır Türkiye'de ya-
ptığına bakabilirler" ifadelerini kullanmıştı. Yine görüşmenin bir yerinde Müslümanlar'ın
yaşadıkları her yerde elbette cami inşa edebileceklerini söyleyen Steinbach, "Batılı aydınlar,
profesörler, siyasetçiler hep Müslümanlar'ın özgürlüklere nasıl karşı olduğuna kafa yoruyor.
Neden Müslümanlar'ın özgürlüklerinin nasıl gasp edildiğini, ne tür baskılar gördüklerini
kimse düşünmüyor?" diye sormuştu.

Bugünlerde 2012 itibariyle Marburg Philipps Üniversitesi Yakındoğu ve Ortadoğu


Araştırmaları Merkezi Başkanı olan Prof. Dr. Udo Steinbach, "Müslümanlar'a demokratik bir
ortam hazırlamadan, onlara demokratik haklarını vermeden onlardan entegrasyon bekle-
mek, haklı bir talep değildir, bir dayatmadır" görüşünü savunmaya devam ediyor ve Batı'nın
İslam'a karşı çok önyargılı olduğunu ve Batı medyasının tamamen kötü niyetli bir şekilde
Müslümanlar'ı karalayan yayınlar yaptığını her fırsatta dile getiriyordu. Batılı devletlerin ve
elitlerin "İslam'da reform" gibi taleplerinin gülünç olduğuna da işaret eden Steinbach, "Müs-
lümanlar'dan, İslam Peygamberi'nin yaşamadığı, kabul etmeyeceği bir hayat yaşamaları iste-
niyor. Bu dürüst bir davranış değildir" diyor ki, gerçek müslümanların kafasını okuyor.
Dünyanın her yerinde olabilecek adi vakaların İslam toplumunda yaşanması halinde bunun
İslam'a mal edildiğine de işaret eden ediyor ve şu tesbitlerde bulunuyordu: "Bu açıkça saptır-
madır, af buyurun ama İslam düşmanlığıdır. Zoraki evlilikler dünyanın her yerinde var. Ci-
nayet, gasp, anarşi her toplumda var. Lübnan'daki, Türkiye'deki, Suriye'deki namus cina-
yetleri her toplumda var. Peki bu tür vakalar Müslümanlar arasında olduğunda neden di-
nine mal ediliyor? Adam karısını öldürmüş, kadın kocasını aldatmış, anne baba kızını iste-
mediği biriyle evlendirmiş. Bunun İslam'la ne alakası var? " Şimdi Steinbach’ı biraz daha
yakından tanıyalım.

Udo Steinbach, Almanya'da politika ile ilgilenen herkesin tanıması gereken, özel istihba-
rat teşkilatının yöneticisi, Ermenilerin soykırım konusunda kullandığı tezleri Ermeni

127
FARUK ARSLAN

diasporası adına Türkiye aleyhine kullanan akademisyen Taner Akçam'ın işvereni, Al-
man İslamı projesinin kuramcısı, PKK’lı Kürtçülere çok yakın olması yanısıra onların teo-
rik destek vericisi bir isimdir. Defalarca Suriye'ye giderek, Abdullah Öcalan ile görüşme-
ler yapmıştır. Alman’ya da alınan Prof.Dr. ünvanına sahip olduğunu ve ayrıca emekli yar-
bay olduğunu da belirtelim. Klasik filoloji ve Arap edebiyatı okuyan ve doktorasını ano-
nim Arap masalları üzerine yapan Steinbach, 1966 yılında yayınlanan "20.yüzyılda Tür-
kiye. Avrupa’nın Zor Partneri" kitabı ile meşhur oldu. 1971-75 yılları arasında Alman
İstihbarat Teşkilâtı’na (BND) "yakın bir kurum" olduğu söylenen Ebenhausen (şimdi Ber-
lin) Bilim ve Politika Vakfının Orta Doğu Masasını yönetti. 1975 yılında Almanya’nın
sesi radyosunun Türkce bölümüne müdürlük yapan Steinbach, 1976'da Hamburg’daki
Doğu Enstitüsü müdürlüğüne getirildi ve 2012 itibariyle halen burada müdürüdür. Ana-
dili gibi Türkçe konuşuyor ve yazıyor.

Türkiye’nin iyiligini (!) isteyen Emekli Alman Yarbay Türk gazetecilere şunları yapın di-
yor:
1- Laiklik kaldırılsın.
2- Türk ulusalcılığı kaldırılsın.
3- Bunları Atatürk getirdi, dikte etti, zorladı; dolayısıyla yapay bunlar, Atatürk’u de
kaldırın.
4- Atatürk zaten dinsizdi. Kaldırın gitsin Kemalizmi.Yoksa AB’ye almayız.
5- Kürtler Türklerden çok Almanlara benziyor. Sonuna kadar arkalarındayız.
6- Kürtlerle Konfederasyona gidilsin, Türkiye’de Almanya’da olduğu gibi eyaletler kurul-
sun.

Kemalizmi kurduran Almanlar acaba bugün neden kaldırmak istiyor olabilir? Almanların
Türkiye’nin kimliğini değiştirme girişimini Atatürk döneminde de görmek mümkündü. Ata-
türk’ün çocukluk arkadaşı ve yaveri Hasan Rıza Soyak’a göre CHP Genel Sekreteri Recep Pe-
ker, 28 Haziran 1935’te İtalya ve Almanya’ya yaptığı seyahat sonrasında faşizm ideolojisini
esas alan bir tüzük hazırlamış, sabaha kadar tüzüğü inceleyen Atatürk, sabahleyin hışımla
odasından çıkarak “Kim bu zorbalar, bu kuvveti kimden alıyorlar, kendilerini milletin ira-
desinin üstünde zannediyorlar, İsmet bunu okumamış herhalde” demiştir. Soyak’ın “Efen-
dim imzası var okumamış olması mümkün değil” sözleri üzerine, “Okumamış, okumamış,
geri verin iyice okusun” diye cevap verecektir. Soyak ayrıca Peker’in “Her partinin bir ideo-
lojisi var, bizimki Kemalizm olsun” dediğini Atatürk’ün de Peker’in tüzük taslağındaki
faşizm terimini kastederek “Sen bana hakaret mi ediyorsun” diye azarladığını ileri sürer.
Atatürk’ün faşizme hiç sıcak bakmadığının kanıtı olarak gösterilen bu hikâyeyi tamamlayan
unsur ise, Recep Peker’in 15 Haziran 1936’da CHP Genel Sekreterliği’nden bizzat Atatürk ta-
rafından uzaklaştırılmasıdır. Hâlbuki bu tasarruf uzun süredir gündemde olan liberalizm-
devletçilik çekişmesiyle ilgilidir. Nitekim 1936’dan itibaren, aynen İtalya ve Almanya’da ol-
duğu gibi, parti teşkilatlarıyla devlet teşkilatları birleştirilecek, dâhiliye vekili, CHP genel
sekreteri olurken, valiler bulundukları vilayetlerde CHP başkanlığına atanacaklar, Umumi
müfettişler ise hem parti teşkilatının hem de devlet işlerinin denetleyicisi olacaklardır.

128
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

İsmet Paşa, Mustafa Kemal'le hep aynı düşünmüyordu. Ataürk, ordunun siyasete
karışmasına karşıydı. Yazar Atilla İlhan bu durumu şöyle izah ediyordu: ‘İsmet Paşa ile
Mustafa Kemal arasındaki beraberlik çok ciddi bir dostluk sanılıyor ki, değil... 1935'li yıllarda
İsmet Paşa yeni bir Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) tüzüğü hazırlamaya karar veriyor. İsmet
Paşa, o zaman hem Başbakan hem CHP'yi idare ediyor. Genel sekreteri de bildiğimiz Recep
Peker. Yeni tüzük hazırlansın diye İsmet Paşa Recep Peker'i Avrupa’ya gönderiyor, Avru-
pa'daki partileri incelemesini istiyor. Tüzük geliyor, İsmet Paşa ve Recep Peker İmzaladıktan
sonra Mustafa Kemal'e sunuyorlar, tüzüğü önce katipi olan Hasan Rıza bey alıyor. Hasan
Rıza Bey de akşam Mustafa Kemal'e takdim ediyor. Ertesi sabah geldiğinde Hasan Rıza Bey,
Mustafa Kemal'i daha banyodan yeni çıkmış bornozu sırtında elinde o belge ile görüyor,
Mustafa Kemal soruyor, "Kimmiş bu zorbalar?" diyor. Tabir aynen bu. "Hangi zorbalar?"
diye soruyor Hasan Rıza Bey. M.Kemal diyor ki, "Bu tüzüğün söylediği zorbalar.’ Çünkü
tüzüğü hiç beğenmemiş, hatta kızmış, neden? Nedeni çok basit. İsmet Paşa, Recep Peker'i Al-
manya ve İtalya'ya göndermiş. İncelediği partilerse biri Nazi Parti, biri Faşist Parti. CHP
tüzüğü bir Nazi ve Faşist parti tüzüğü. Tüzükte bir yeni kuruluş var, o da Büyük Millet Me-
clisi'nin üstünde bir yüksek konsey. O yüksek konseyin, Almanya ve İtalya'daki ismi
"Yüksek Faşist Konsey." Yani Meclis onların işine gelmeyen bir karar alırsa, o konsey bunu
reddedebiliyor. Yani Cumhuriyet fikri, halk hakimiyeti hepsi anlamsız bir hale geliyor. Mus-
tafa Kemal, "İsmet bunu görerek mi imzalamış?" diyor. 6 ay sonra Recep Peker'i 1 yıl sonra
da İsmet Paşa'yı görevden alıyor. İsmet Paşa'nın o tüzüğü yaptırmasının nedeni; Mustafa Ke-
mal'in hasta olduğunu bilmesidir. Gazi'nin öleceğini de biliyorlardı. Nasıl olsa ölecek kendi
iktidar olacak, iktidar olunca da uygulayacaktı. Tüzüğün bir kısmını Mustafa Kemal Atatürk,
Kurultayda değiştirse de tamamı değişmemiştir. Dolayısıyla CHP tüzüğü Nazi ve Faşist
tüzüktür. Hiçbir şey de değişmemiştir. Almanya'da da İtalya'da da devletle parti birdir.
Bizde de öyleydi.

Aslında Kemalist kadroların faşizme sempati duymalarının tarihi epey eskidir. Örneğin daha
1923’te Dersim Milletvekili Feridun Fikri (Düşünsel) Bey, Yenigün gazetesinde yayımlanan
bir röportajında “Bütün Avrupa faşizmin cihana getirdiği emniyet ve neşe ile ona doğru
atılırken, faşizmin bu suretle sanki pek tehlikeli bir şeymiş gibi görülmesi beni derin düşün-
celere sevketti. Faşizm korkulacak bir şey addolunamaz. Bilakis bizim gibi inkılâp yapmış ve
onu yaşatmaya azmetmiş milletler için faşizmden çıkarılacak düsturlar vardır” diye yazar.
Halkevleri’nin selefi Türk Ocakları’nın Büyük Reisi, iki kere Maarif Vekili Hamdullah Suphi
(Tanrıöver), 1930’da Türk Yurdu dergisinde “Faşizm bir vatan ideali etrafında iktisadi re-
fahı, siyasi ve içtimai ahengi tesis etmeyi düşünür. (...) Biz faşist milliyetperverliğin dünkü
galeyanında hem mazimizi hem istikbalimizi görürüz” der. Hakimiyet-i Milliye (Ulus)
Başyazarı Falih Rıfkı (Atay), 1931 yılında yazdığı “Faşist Roma, Kemalist Turan” başlıklı ma-
kalesinde “Türk yığınlarının terbiyesi için Moskova’nın yığın terbiyesi metotları, devletçi
Türk iktisatçılığı için faşizmin korporasyon metotları benimsenmelidir” diye akıl verir. Ya-
kup Kadri (Karaosmanoğlu) Kadro’nun 11. sayısındaki “Ankara-Moskova-Roma” adlı maka-
lesinde “Mussolini sayesinde, daha doğrusu Faşizm sayesinde bütün İtalya kronometre gibi
işleyen bir memleket halini almıştır” der. 22 Mayıs 1932 tarihli Cumhuriyet gazetesinde Yu-
nus Nadi, “faşist İtalya ile devrimci Türkiye arasındaki dostluğun” doğal olduğunu belirtir-
ken, makalenin Fascio (Mussolini faşizmini simgeleyen baltalı değnek demeti) ile Ay Yıldız’ı
çevreleyen defne dalından bir taç bulunan büyük, renkli bir kenar süsü ile kuşatılması dikkat

129
FARUK ARSLAN

çeker. Bu sevgi karşılıksız değildir elbette. Bunu Mahmut Soydan’ın çıkardığı Milliyet
gazetesinin 16 Temmuz 1933 tarihli sayısında yer alan şu beyanattan anlayabiliriz: “Alman
Başvekili [Hitler] diyor ki: Türkiye’de doğan ve parlayan yıldız bize takip edilecek yolu
gösterdi. Gazi öyle bir şahsiyettir ki ebediyen asrımızın en büyük adamlarının en ön safhında
bulunacaktır. Bu mevki, tarihin ona verdiği bir haktır.” Soydan’a göre Hitler kendisine, “Tür-
kiye’nin hayrete şayan inkişafından takdirle bahsetmiş” ve “Faaliyet gayeleri aynı olan
Büyük Türk milleti ile Alman milleti arasında sempati çok kuvvetlidir” demiştir. Bu karşılıklı
sempatinin eseri olduğu anlaşılan 1936 sonrası faşizan uygulamalardan ancak İkinci Dünya
Savaşı’nda Almanya’nın yenileceği anlaşılınca vazgeçilecek, ancak rejime sinen faşist ruhu
söküp atmak yakın tarihlere kadar mümkün olmayacaktır. (36)

Steinbach’ın Türk faşizmini salık verip Kemalizmden kurtulmamızı tavsiye ederken Alman-
ların kendi üllkelerini faşizmin esaretinden henüz kurtaramaması manidar ols a gerek. Her
devlet, topraklarında yaşayan insanlara hükmetmek ister. Bu temel istek Alman devleti için
de geçerlidir. Dolayısıyla Almanya’nın ülkesinde yaşayan Türklere her zaman kuşkuyla ya-
klaştı. Dönemin Federal Alman İçişleri Bakanı Otto Schilly bile, Almanya'da homojen ve milli
bir Türk azınlıktan rahatsız olmaktaydı. Hatta Türk dernekleri Alman siyasetçiler tarafından
toplumsal barışı tehlikeye sokan etnik çıkar örgütleri olarak tanımlanıyordu. Belki de bu yüz-
den Almanya'da Türk Ulusal Kimliği'ne karşı çıkan bölücü, mezhepçi yıkıcı derneklere müs-
amaha ediyordu.

Yukarıda biraz olsun tanıttığımız Steinbach ise şöyle diyordu: "Türkiye'nin AB’ye üye olması
halinde, AB'deki Müslüman nüfus artacak... AB şimdiden 15 milyon Müslüman'a sahip ve
'İslamlaşmaya' devam edecek. Bu durum kaçınılmaz. Sonuçta giderek daha güçlü şekilde
Avrupa'ya doğru bastıran bir İslam dünyasıyla komşuyuz. Eğer Türkiye, AB üyesi olursa
artık Türklerle Müslüman sayısının 90 milyon olduğu ve böylece Avrupa'da yaşayan Müs-
lüman sayısını önemli ölçüde artırdığı sorusu ortaya atılmayacak. Sorulacak olan, daha çok,
AB'nin dönüşüm sürecine bağlı olarak Avrupa'nın kültürel dönüşüm sürecini gerçekleştirip
gerçekleştiremeyeceği. Avrupa bunu yapabileceğine inanmıyorsa tüm bunlardan vaz-
geçmeli, çünkü bu durumda bir gelecek söz konusu değil."

Almanya gezimizin ana sebebi sanırım Almanların kendilerini anlatma ve kendi lehlerine
yazacak Türk gazeteci kazanma girişimiydi. Gezi bende tam tersi etki yaptı doğrusu. Al-
man vakıflarının Türkiye'deki faaliyetleri konusunda önemli bilgiler, 1999 ve 2000 yılında
ortalığa saçıldığında Ankara’daydım. Hablemitoğlu’nun yaptığı faaliyetleri de detay-
larıyla biliyordum. Türkiye’yi kaosa sokmayı amaç eden Ergenekon, geçmişte hep Alman
derin devleti Kılıç ile dirsek temasında çalıştı. Asıl sorulması gereken sorular şunlardır:
Hablemitoğlu cinayetini Ergenekon soruşturma kapsamına alan savcılar bu cinayette par-
mağı olduğu bilinen Alman vakıflarını da soruşturma kapsamına alacak mıdır? Yeniden
Ergenekon kapsamında görülecek Hablemitoğlu cinayetinde Türkiye’deki Alman
vakıfları başkanları ve yöneticileri sorgulanacak mıdır? Hablemitoğlu cinayetinde par-
mağı olduğunu düşünülen Alman Gizli İstihbarat Servisinin bu olayla ilgili arşivleri Al-
manya’dan istenilecek midir? Türkiye’yi bölmeyi amaç edilen Alman gizli istihbaratının
ve vakıflarının Ergenekon soruşturmasıyla ilişkisi olup olmadığı araştırılacak mıdır? So-
rulması gereken bu soruların hasıraltı edildiğini rahatlıkla söyleyebilirim. (37)

130
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Kuşku yok ki, Necip Hablemitoğlu, Alman ve Amerikan gladyosu arasında kalmıştı. Yeni
düzenin ilk kurbanıydı. Suçu basitti: Avrupa Parlamentosunun A4-0432/98 sayılı kararından
sonra AB ülkelerinin neden Bergama'daki altın üretimiyle ilgilendiklerini araştırdı. Uzun
araştırma sonunda bu kararın arkasındaki ülkeyi ortaya çıkardı: Almanya... Sonra Berga-
ma'da, Havran'da, Sivrihisar'da, Uşak'ta ve daha pekçok altın yatağına sahip yerleşik merke-
zde karşısına hep Alman Vakıfları ve örgütleri çıktı. Almanya'daki Türkleri biliriz de, Tür-
kiye'deki Almanları bilenimiz var mıdır? Türkiye'de her türlü etnik, dinsel-mezhepsel aji-
tasyonu gerçekleştiren, toplumsal, siyasal, ekonomik ve hatta genetik alanlarda hazırlattığı
projelerle her türlü espiyonaj faaliyetini sürdüren, yerel basında, yerel yönetimlerde, üniver-
sitelerde, sendikalarda, kamu kurum ve kuruluşlarında, kısaca stratejik öneme sahip birim-
lerde "etki ajanı" ve "Alman sempatizanı" yetiştiren, radikal yapılanmalardan çevreci ör-
gütlere, bölücü yapılanmalardan terör örgütlerine, legal derneklerden siyasi partilere kadar
uzanan çizgide, Türkiye'nin tüm değerlerine karşı olan, ulus devletin parçalanmasını isteyen
tüm rejim karşıtlarına lojistik destek veren, bu bir avuç Alman istihbaratçısı, Türkiye'de
Vakıf temsilcisi statüsünde görev yapmakta ve Türkiye'deki Sivil Toplum Örgütleri (NGO)
olgusunu çok iyi kullanmaktaydı...
Dr. Necip Hablemioğlu, alanında ilk olan bu araştırmasında, Türkiye'deki Alman yıkıcı
etkinliklerini belgeleriyle gözler önüne seriyordu. Ancak bu araştırma hayatına mal oldu. Bu-
gün artık Almanya’nın dünya altın piyasasını kontrol etme çabaları biliniyor. Aynı şekilde
Bergama’da altın aranması olayına organize bir şekilde karşı çıkan köylülerin sistemli protes-
tolarının arkasındaki güç de biliniyor: Alman Vakıfları. Dr. Necip Hablemitoglu'nun Berga-
ma'da siyanürle altın aranmasına direnen köylülerin aslında Alman komplosunun birer pa-
rçası oldukları, Almanya’nın bu köylüleri kendi ekonomik çıkarları için çevrecilik hassasiyeti
altında ayaklandırdığı, bunu da siyasi parti uzantısı olan vakıfları kullanarak gerçekleştirdiği
ile ilgili iddialarının hemen ertesinde, 18 Aralık 2002 ‘de suikasta kurban gittiği artık çok açık
bir gerçek.
Dr. Hablemitoglu, Alman vakıfları ile ilgili yeni ve çok önemli bilgileri, Ankara 1. Nolu De-
vlet güvenlik Mahkemesinde görülmeye başlamadan, Alman vakıfları davasında açıkla-
masına bir hafta kala öldürülmüştü. Halen Türkiye’deki faaliyetlerine düşünce kuruluşu
pozisyonunda devam eden bu Alman vakıflarının, Almanya’daki her bir siyasi partinin çiz-
gisini temsilen birer temsilci gibi bulunduklarını söylemek mümkündü. Bunların önde gelen-
lerinden Konrad Adenauer vakfı, Angela Merkel’in Hristiyan Demokrat partisinin, Heinrich
Boll vakfı, Yeşiller partisinin, Feridrich Naumann vakfı, hür dekokrat ve liberallerin, Frie-
drich Ebert vakfı ise sosyal demokratların çizgisine paralel faaliyet yürütmektedirler.
Öldürülmeden birkaç gün öncesinde Yasemin Güneri ile röportaj yapan Dr. Hablemitoğlu şu
son uyarıyı yapmıştı; “Bergama'daki 'sivil itaatsizlik' eylemlerinin finansmanı, merkezi Al-
manya'da bulunan ve sadece posta kutusunu adres gösteren FIAN Vakfı'nca karşılanma-
ktadır. FIAN Vakfı'nın denetimi, Almanya Temsilcisi Petra Sauerland üzerinden yapılma-
ktadır. FIAN'ın yanı sıra, Almanya İzmir Başkonsolosu Manfred Unger, yerli işbirlikçilere
para dağıtımında en üst karar verici konumundadır. Bu, Türk makamları tarafından da bili-
niyor. Unger, Bergama'nın yanısıra, Eşme, Salihli, Sındırgı ve Sivrihisar'daki 'altın karşıtı'
diğer yerli işbirlikçileri de parasal yönden desteklemektedir.”

131
FARUK ARSLAN

Dr. Hablemitoğlu, Merkezi Almanya'da bulunan tüm aşırı sol ve aşırı sağ yapılanmaların
Türkiye'deki uzantılarının Almanya'nın çıkarları doğrultusunda kullanıldığını, Türkiye’deki
Sivil Toplum Örgütleri olgusunu çok iyi kullanan, zaafları ve mevzuat açıklarını çok iyi
değerlendiren Alman istihbaratçılarının, Türkiye’de vakıf temsilcisi statüsünde de olsa görev
yapmalarına mevzuatı olanağı olmadığından, gerçekte Alman Dış İstihbarat Servisi olan
“Bundesnachrichtendienst” (BND) mensubu olan Türkiye’deki Alman “Derin Devleti”nin
temsilcilerinin, diplomatik dokunulmazlık kapsamında, gazeteci, akademisyen (arkeolog, di-
lbilimci, Türkolog, siyaset bilimci, çevrebilimci, ekonomist, sosyolog, etnolog ve ilahiyatçı
ağırlıklı), serbest araştırmacı, sendikacı kimliğinde ve diğerlerinin de vakıf temsilcisi olarak
kesintisiz faaliyet gösterdiklerini anlatmıştı. (38)
Hablemitoğlu’nun kitabında yazdığı "Türkiye"de faaliyet gösteren Alman vakıfları ve ens-
titüleri, gerçekte Alman İstihbarat servisi BND"nin kontrolünde çalışan, tüm masrafları Fede-
ral Bütçeden karşılanan taşeron NGO"lardır." sözleri üzerinde durulmalı ve düşünülmelidir.
Yine aynı araştırmada Alman Doğu Enstitüsü için şu değerlendirmede bulunulmaktadır:
"Türkiye"deki Alman kökenli etnik bölücülüğün en önemli lojistik merkezlerinden biri olarak
kabul edilen Orient (Doğu) Enstitüsü ,1961 de Beyrut ta kurulmuştur. Udo Steinbach bir süre
müdürü olmuştur. Enstitünün tüm masrafları Federal Hükümet (Eğitim ve Araştırma Ba-
kanlığı) tarafından finanse edilmektedir. Almanya"nın Türkiye dahil Ortadoğu"da gözü-ku-
lağı olan ve BND"nin kadrolu elemanlarına "Bilimadamı" kamuflajı sağlayan; 1987 de
Lübnan"daki iç savaş nedeniyle tüm ajan kadrosunu İstanbul"a nakleden enstitü, 1994"ten
itibaren tekrar Beyrut'a taşınmıştır. Alman Dışişleri Bakanlığı bünyesinde faaliyet gösteren
Ebenhausen Bilim ve Politika vakfının yanısıra, Volkswagen Vakfı, Fritz-Thyssen Vakfı gibi
BND ile koordineli ilgili Alman vakıfları, söz konusu enstitüye ek kaynak oluşturmaktadır-
lar. Türkiye"de Cumhuriyet karşıtı tüm bölücü unsurların 'entellektüel' düzeydeki yazar, sa-
natçı ve gazetecileri, enstitünün İstanbul şubesi tarafından desteklenmekte,sevk ve idare edil-
mektedir." (39)

Türkiye Cumhuriyeti yasalarına göre kurulan vakıflar siyasi faaliyet gösteremezler ve siyasal
partilerin uzantısı olan bir statü içinde olamazlar. Anlaşılan iş Alman vakıflarına gelince,
üstelik izinsiz olarak yasa dışı bir biçimde ülkemizde özgürce faaliyette bulunmalarına hiçbir
engel söz konusu değildi... Dostumuz Almanya’nın ülkemizde cirit atan, etnik ve mezhepsel
haritamızı çıkaran vakıflarının Yücel Sayman yönetimi dönemindeki İstanbul Barosuyla orta-
klaşa gerçekleştirdikleri bir kaç faaliyete göz atmak yeterli bir fikir verecektir:

A)Türkiye ve AB Ulusal Egemenlik Haklarının Devri

KONRAD ADENAUER VAKFI

29 Ekim 2000 (tarihe dikkat...) Armada Oteli İstanbul

B)AZINLIK HAKLARI

(İngiliz konsolosluğunun katkılarıyla) HEINRICH BOLL VAKFI

132
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

24-25 Haziran 2000 Dorint plaza oteli İstanbul

C)TÜRKİYENİN AVRUPA BİRLİĞİNE TAM ÜYELİK SÜRECİNDE KIBRIS KONUSU

KONRAD ADENAUER VAKFI

30 Haziran 2001 Mercure Oteli Tepebaşı İstanbul.

CASUSLUKLA YARGILANAN BARO BAŞKANI

Etkinliklerin ortak paydası, ulus devletin, bağımsızlık ve ulusal konulardaki duyarlılığın,


Atatürk ilkeleri ve Cumhuriyetin kazanımlarının tartışılır hale getirilmesi ve süreç içinde
aşındırılmasıdır. Etkinlikleri Alman vakıflarının finansal desteği ile düzenleyen İstanbul Ba-
rosu"nun o dönemdeki başkanı Yücel Sayman, Ankara DGM de açılan Alman Vakıfları ve
işbirlikçileri aleyhindeki davanın sanıklarındandır." (40)

Yücel Sayman"ın casusluk ile yargılandığı davaya, Alman devlet görevlilerinin ilgisi gerçek-
ten çok büyüktü. Türkiye'deki Alman Vakıfları hakkında yürütülen soruşturma çerçevesinde
polisin bazı merkezlere baskın yapması üzerine harekete geçen Dışişleri Bakanlığı'nın, Ada-
let Bakanlığı'nı gizli bir yazıyla uyararak "Alman hükümeti soruşturmadan rahatsız.
Vakıflara yönelik soruşturmadan vazgeçilsin" dediği ve dönemin DGM Savcısı Nuh Mete
Yüksel tarafından sürdürülen soruşturmaya siyasi baskı yapıldığı ortaya çıkmıştı.
Büyükelçi Uğur Ziyal imzalı 25 Aralık 2002 tarihli yazıda, Türkiye'deki bazı Alman
Vakıfları'na yönelik polis operasyonlarının Alman Hükümeti nezdinde büyük rahatsızlık
verdiği, Almanya Büyükelçiği Müsteşarı Dr Gerhard Nourney'in sık sık bakanlığa gelerek
rahatsızlıklarını ilettiğine dikkat çekilerek,"Malum olduğu üzere Alman Vakıfları köklü ve
prestijli kuruluşlardır. Friedrich Ebert Vakfı iktidardaki Sosyal Demokrat Parti'nin, Henrich
Böll Vakfı Yeşiller Partisi'nin, Konrad Adenauer Vakfı anamuhalefet Hristiyan Demokrat Bir-
liği'nin Friedrich Naumann Vakfı ise Liberal Parti'nin özerk vakıflarıdır. Bu vakıfların yıllık
bütçeleri 200'er milyon DM olup her birinin yüzü aşkın ülkede temsilcilikleri vardır" denildi.
Üç sayfalık yazının sonuç bölümünde ise şu görüşlere yer verilmişti:
"Alman Vakıfları'nın irtibat bürolarının polis tarafından ziyaret edilmelerinin siyasi açıdan
iki ülke ilişkilerinde sorun yaratma ve Almanya'daki Türk menfaatlerinin zedelenmesi sonu-
cunu doğurabileceği değerlendirilmekte olup mümkünse bu uygulamadan sarfinazar edil-
mesinin yararlı olacağı değerlendirilmektedir." (41)
Şimdi biraz geriye dönelim ve filmin koptuğu noktaya bakalım., Ankara DGMde Alman
vakıflarına ilişkin yürütülen soruşturma kapsamında, 24 Nisan 2002’de Konrad Adenauer
Vakfı Türkiye Temsilcisi Wulf Schönbohm ile Yardımcısı Dirk Tröndle DGM Savcısı Nuh
Mete Yüksel’e ifade verdi. Vakfın Türkiye temsilcisi Wulf Schönbohm, Suçlamalar yersiz ve
asılsız dedi. Aynı soruşturma kapsamında, Konrad Adenauer vakfı yanı sıra, Heinrich Böll,
Friedrich Naumann, Körber Vakfı, Orient Enstitüsü bulunuyordu. Konrad Adenauer Vakfı
Türkiye Temsilcisi Wulf Schönbohm, bianet'e yaptığı açıklamada, "Alman makamlarının,
Türkiye'deki Alman vakıflarına yöneltilen suçlamalardan dolayı tedirginliklerini Türk ma-
kamlarına ilettiklerini" söyledi. Wulf Scönbohm açıklamasında şu noktalara dikkat çekti:

133
FARUK ARSLAN

‘’DGM tarafından yöneltilen ‘Türkiye aleyhinde faaliyette bulunmak, casusluk faaliyetle-


rinde bulunmak’ gibi suçlamalar tümüyle yersiz ve asılsızdır. Alman makamları, Tür-
kiye'deki Alman vakıflarına yöneltilen suçlamalardan dolayı tedirgin olduklarını Türk ma-
kamlarına ilettiler. Ancak adli merciler ve devlet güvenlik mahkemesi bağımsız ku-
ruluşlardır. Onlar üzerinde etkileri olamaz. Gazetelerde çıkan ve bize yöneltilen suçlamalara
ilişkin açıklamaları biz de esefle kınıyoruz. Bize yöneltilen suçlamaları biz de maalesef gaze-
telerden öğreniyoruz. Bu gibi olayları resmi makamlardan değil gazeteler aracılığıyla öğren-
memize anlam veremiyoruz. Bu gelişmelerin doğru olup olmadığını bilmiyoruz.’’ (42)

2002 yılında Alman vakıflarına yönelik casusluk iddiaları üzerine açılan davanın iddianame-
sinde, Konrad Adenauer Vakfı Türkiye Temsilcisi Wulf Schönbohm ve yardımcısı Dirk
Tröndle, Heinrich Böll Vakfı Türkiye Temsilcisi Fügen Fatma Uğur, Frederich Ebert Vakfı
Türkiye Temsilcisi Hans Schumaher, Frederich Naumann Vakfı Türkiye Temsilcisi Wolfgang
Sachsenröder, Şarkiyat Enstitüsü Başkanı Claus Schönig ve yardımcıları Astrid Menz ve
Börte Sagaster, FİAN örgütü Başkanı Petra Sauerland, FİAN temsilcisi Birsel Lemke, eski
İstanbul Barosu Başkanı Yücel Sayman, Bergama köylülerini temsil eden Oktay Konyar, eski
Bergama Belediye Başkanı Safa Taşkın, avukat Senih Özay, Lemke ve Konyar'la bağlantılı
çalıştığı bildirilen Özcan Durmaz hakkında, TCK'nın "devletin emniyetine karşı gizli an-
laşma" başlığını taşıyan 171. maddesine göre 8 yıldan 15 yıla kadar ağır hapis istenmiş ve
sonrasında sanıklar beraat etmiştir. Görüldüğü gibi Alman devletinin desteğini arkasına
alan Yücel Sayman, casusluk suçlamasından beraat etmiştir. 4 Mart 2003’de yapılan son
duruşma neticesinde Ankara 1 No’lu DGM, Alman vakıfları soruşturması kapsamında ha-
klarında dava açılan onbeş kişinin hepsinin beraatine karar verildi.
Dış İşleri Bakanlığımızdan aynı gün yapılan açıklamada, “Türk adaletinin tarafsız ve objektif
karakterini vurgulayan bu karar, Türkiye’nin Almanya ve AB ile ilişkilerinin geliştirilmesine
katkıda bulunduğuna öteden beri inandığımız Alman vakıflarının bu niteliklerini de doğru-
lamaktadır. Alman vakıfları aleyhine açılan davanın tüm sanıklarının beraat kararıyla, ül-
kelerimiz arasındaki köklü dostluğun ve yakın ilişkilerin bu süreçten daha da güçlenerek
çıkmış oldukları değerlendirilmektedir.” denildi. (43)
Bu açıklamadan da anlaşıldığı üzere mesele örtbast edilmiş oldu ve üstü kapandı. Oysa ahir
ömrünü Alman vakıflarının Türkiye'deki faaliyetlerini araştırmaya adayan ve bu konuda ki-
taplar yazan Hablemitoğlu Almanlar ifade verdikten 7 ay sonra Aralık 2002'de
öldürülmüştü. Cinayetin ardından soruşturma Alman vakıfları üzerinde yoğunlaşmış ancak
bir süre sonra bundan vazgeçilmişti.

Hablemitoğlu suikastını Gülen grubu üzerine yıkma çabası ise Alman istihbaratının mahare-
tiydi. Veli Küçük’e Ergenekon veya Kılıç’tan emir geldi, verildi, o da talimatı HSYK'nın
kınama cezası verdiği Nuh Mete Yüksel’e verdi. DGM Cumhuriyet Savcılığı görevinden
alınarak Ankara Cumhuriyet Savcılığına atanmıştı. DGM Cumhuriyet Savcısı Nuh Mete
Yüksel'in bir kadınla yatakta çekilen video kasedini inceleyen Hakimler ve Savcılar Yüksek
Kurulu, görüntülerin montaj değil gerçek olduğuna karar verdiği günlerdi. Kurul'un kınama
cezası verdiği Yüksel, DGM Savcılığı'ndan ayrıldı. Türkiye'nin en tartışmalı davalarının sa-
vcısı olarak bilinen Yüksel, hakkındaki iddiaları kabul etmedi. Kasetin montaj olduğunu ve
kendisine komplo düzenlendiğini söyledi.Yüksel, son olarak Fetullah Gülen ve Alman
Vakıfları ile ilgili dosyalar hazırlamış davaların açılmasına önayak olmuştu. İlginç durum ise

134
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

şantaj kasedinin Çağdaş Eğitim Vakfı ÇEV) Başkanı Gülseven Yaşer'in başkanlığı yaptığı
vakıfta bulunması idi. Yeni Şafak gazetesi ise, savcıyı çiçek suladığı (!) evden çıkarken
görüntülemişti. ÇEV ve Ergenekon, Alman istihbaratıyla koordineli çalışıyordu.

Türkiye'de faaliyet gösteren Alman vakıfları yöneticileriyle Bergama'da siyanürlü altına


muhalefet eden köylülerin temsilcileri mahkemede 'beraat etti'. 'Türkiye'nin bütünlüğü
aleyhine legal casusluk faaliyeti yürütmekle' suçlanan sanıklar için DGM'den oybirliğiyle be-
raat kararı çıktı. Dava eski DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel tarafından, öldürülen Dr. Necip
Hablemitoğlu'nun 'Alman Vakıfları Bergama Dosyası' kitabına dayanarak açılmıştı. Almanya
Dışişleri Bakanlığı ve Türk Dışişleri Bakanlığı birer açıklama yaparak beraatten duydukları
memnuniyeti dile getirdi. Bu dava açıldığı günlerde Almanlar da ülkelerindeki Türk
vakıflarına baskın düzenleyerek 300 kişiyi gözaltına almıştı.

Bu konuyu ülkemizde pek az yazar ve gazeetci yazma cesaretini gösterdi. Bunlardan en


medyatiği olan Alman Narkotik İstihbaratı'nda görev yapmış Talip Doğan Karlıbel, Alman
faşistlerle Türk Ergenekon'u arasındaki ilişkiyi deşifre etmişti. Karlıbel Alman faşistlerle Er-
genekon çetesinin bağlantısını ortaya koyan sansasyonel açıklamalar yaptı. Birde kitap yazan
Talip Doğan Karlıbel, bu ilişkinin temelini ideolojik birliktelik olarak ortaya koyuyordu.

VELİ KÜÇÜK VE ALMAN FAŞİSTLERİ

Karlıbel, Alman faşistlerin, Türkiye'nin AB sürecini bloke etmek için Ergenekoncularla birli-
kte hareket ettiğini, Ergenekoncuların da kendi çıkarları çerçevesinde bir devlet yapılanması
kurmak için Almanya'daki faşistlerden destek almak istediğini söylüyordu. Karlıbel'in ver-
diği çok önemli ve şaşırtıcı bilgi ise; Alman ve Avusturya Özel Harp Dairesi'nde uzun yıllar
görev yapan Yarbay Wilhelm Hillek'le, Veli Küçük'ün özel günlerde bir araya geldiklerini sö-
ylemesiydi. Bununla ilgili birçok belgenin Alman Güvenlik birimlerinde bulunduğunu belir-
ten Karlıbel, şunları söylüyordu; "Birçok buluşmaları olmuş. Bununla ilgili bir sürü belge var.
Gerhard Frey'in başında bulunduğu, Mölln ve Solingen katliamlarını organize eden DVU
Partisi'nin geleneksel çadır günleri yapılır. Bu çadır gününe dünyadaki faşist liderler gelir.
Buraya Türkiye'den Veli Küçük katılıyor." (44)

İşte bu vakıflardan birkaçı ve saptanan faaliyetlerinden bazıları:

KONRAD ADENAUER VAKFI

Halihazırda Dr. Wulf Schönbohm ve yardımcısı Dirk Tröndle gibi iyi derecede Türkçe bilen,
Türkiye’nin etnik-dinsel-ekonomik-siyasal ve de toplumsal sorunlarını çok iyi bilen iki servis
elemanı tarafından yönetilen bu vakıf, 1984’den bu yana ülkemizde faaliyet göstermektedir.
Vakıf Temsilciliği, Ankara’da müstakil bir binaya sahip olup, İstanbul’da da şube düzeyinde
temsil edilmektedir. Vakıf, faaliyetlerini, Türk yasaları izin vermediğinden dolayı, Türk De-
mokrasi Vakfı’nın işbirliği çerçevesinde kamufle etmeye çalışmaktadır. Vakıf Temsilcisi Dr.
Wulf Schönbohm’un ülkemizdeki etkinliği konusunda, bizzat kendi yazdığı şu satırlar, bir
fikir verecek düzeydedir: “Bu yılın 6 Temmuzu’nda Ardahan Subay Gazinosu’nda akşam ye-
meğindeydim, telefonla arayıp Cumhuriyet Gazetesinde Türkiye’deki Alman vakıflarının

135
FARUK ARSLAN

çalışmalarını kötü bir biçimde yansıtan bir makale yayımlandığını bildirdiler. Bize ev sahi-
pliği yapan Ardahan Valisi, nezaket gösterip kendi özel Cumhuriyet nüshasını bana verdi,
böylece ben de bilgi sahibi olabildim. TBD ve Konrad Adenauer Vakfı (KAV), iyi işleyen bir
yönetim ve demokrasi için yerel düzeyde nitelikli yöneticilerin bulunmasını ve bağımsız
yetkilerle donanmış bir yerel yönetimin varlığının önemli bir önkoşul olduğu görüşünde bir-
leşiyorlar.

Bu ziyaret vesilesiyle Ardahan ve Artvin il merkezleri ve ilçelerinden sayısız memurla


konuşma fırsatı da bulmuş, açık yüreklilikleri, ehliyetleri ve coşkuları karşısında etkilen-
miştim. Bu konuşmalar, daha sonraki çalışmalarımız için bana bir esin kaynağı oldu. Aynı
zamanda bu yöredeki doğanın güzelliği, Türkiye’nin bu ücra köşesindeki insanların özel
dostluk ve candanlıklarını da tanımak fırsatını buldum”.

Wulf Schönbohm’un yazdıkları, dev bir gerçeğin küçük bir yansımasıdır. Alman vakıfçıları,
deyim yerindeyse, ellerini kollarını sallayarak, Türkiye’nin hemen her yerine rahatça girebil-
mekte; faaliyet gösterebilmektedirler. Diğer yandan biliyoruz ki, Almanların Artvin, Ar-
dahan ve Rize illerine olan özel ilgisinin geçmişi 1960’lı yıllara dayanmaktadır. Wolfgang
Feurstein adlı bir istihbaratçı akademisyen (halkbilimci) bu yıllarda bölgede çalışmış ve
sonuçta “kaybolan laz ulusunu kurtarmak” misyonu adına, özel bir alfabe (Lazuri Alfabe)
yaratmıştır. Almanların bölgedeki etnik çalışmaları, daha sonra giderek yoğunlaşmıştır. Tür-
kiye’de 47 ayrı etnik halk söyleminden yola çıkan Alman istihbaratçı akademisyenleri, kendi
ülkelerinde iki laz örgütünün yanısıra, üniversitelerde kürsüler oluşturmuşlardır. Önceleri,
Almanya’da basılan Laz alfabesiyle yazılmış kitapları valizlerine gizleyerek bölgeye getiren
bu istihbaratçılar, artık Alman vakıfları sayesinde örgütsel faaliyetlerini alenen yürütmek-
tedirler, hem de konaklamalarını orduevlerinde yaparak, valiler tarafından ağırlanarak…

K.A.V.’NIN BASIN VE KAMUSAL İLİŞKİLERİ

Dr. Schönbohm ve yardımcısı Tröndle’nin ilişki kurmadığı, kuramadığı sivil toplum ku-
ruluşu ya da resmi kurum ve kuruluş neredeyse söz konusu değildir. Örneğin, sadece Türk
Belediyecilik Derneği değil, tabelâsı ardında faaliyet gösterdiği Türk Demokrasi Vakfı, Tür-
kiye Gazeteciler Cemiyeti, Arı Hareketi, TİSK, TOSYÖV, KA-DER ve daha yüzü aşkın sivil
toplum örgütünün yanısıra, üniversiteler ile de Konrad Adenauer Vakfı (KAV) müşterek
etkinlikler düzenlemişlerdir. Eski ANAP’lı bakanlardan Bülent Akarcalı en önemli deste-
kçileri…

Vakıf, asıl gövde gösterisini 29-30 Haziran 2000’de düzenlediği “Türkiye’de Anayasa Re-
formu-Prensipler ve Sonuçlar” adını taşıyan kongrede yapmıştır. Bu kongreye, Cumhur-
başkanı Ahmet Necdet Sezer, Yargıtay Başkanı Sami Selçuk gibi kamuoyunun yakından
takip ettiği isimler katılmıştır. Katılımcıların temsil düzeyi, vakıf için adeta “aklanma”, “pres-
tij artırma”, “dokunulmazlık sağlama”, “ilgi odağı olma” yorumlarına yol açmıştır. Tıpkı bil-
dirilerin toplandığı kitapçığın önsözünde Dr. Schönbohm’un yazdığı gibi: “… Yeni seçilen
Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Türkiye Cumhuriyeti Adalet Ba-
kanı Hikmet Sami Türk ve Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Yıldırım Akbulut’un kon-
grenin açılışı ile ilgili olarak Türkiye Büyük Millet Meclisindeki siyasi bir takdim konuşması

136
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

yapmaları konunun önemini vurgulamış ve etkinliği düzenleyenleri ve katılanları onore et-


miştir”.

Kongreya hiç de şaşırtıcı olmayacak şekilde Alman derin devletinin ilgisi de büyüktü. BND
danışmanlarından Prof.Dr. Kay Hailbronner, Türkiye açısından en kritik konulardan biri
“AB Üyesi Olarak, Egemenlik Haklarının Devri Sorunu” üzerine katılımcıları Almanya’dan
edinilen deneyimler (!) çerçevesinde bilgilendirmişti. Alman iç istihbarat örgütü olan “Fede-
ral Anayasa’yı Koruma Teşkilâtı”nın (BfV) en gözde hukukçularından Avukat Dr. Christian
Rumpf ise, tebliğleri değerlendirirken şu mesajları vermeyi ihmal etmemişti:

“Temel haklar konusu herhalde Türk anayasa sistemindeki en ağır yaradır…. Ordunun Türk
anayasa düzeni içerisindeki rolü, sıkça Türkiye’nin gizli iktidarı olarak görülen Milli Güven-
lik Kurulu’yla bağlantılı olarak dile getirilmiştir. Öncelikle anayasanın birçok bağlamda or-
duyu da kattığı tespit edilmelidir…. Milli Güvenlik Kurulu kararlarının hukuki açıdan
bağlayıcı kararlar değil, sadece hükümete ‘tavsiye’ niteliğinde olması da önemli değildir.
Gerçekten bugüne kadar Milli Güvenlik Kurulu’nun tüm tavsiyelerinin yerine getirildiğini
ve 28 Şubat 1997 tarihli köktenciliğe karşı mücadele hususundaki ‘tavsiyelerinin’ çok ağır
gerçekleştirilmesinin de o zamanki Erbakan hükûmetinin sonu olduğu görülmüştür. Aslında
ordu Türk siyaset sisteminin Avrupalılaşması konusunda pek çok siyasal parti veya
hükümetten daha fazla katkıda bulunmuş olsa da, böylece egemen bir ordunun Avrupa’nın
özgürlükçü demokratik temel düzeniyle bağdaşamayacağı şüphesizdir. Oturumlarda
gözüken yaklaşımla doğal olarak Milli Güvenlik Kurulu yapısının yeniden düzenlenmesi is-
tenmiş, ‘sivillerin’ etkili egemenliği talep edilmiştir…. Kemal Atatürk’ün kendisinin ve o za-
manki partisinin temel düşüncelerini bugünkü Avrupa’nın entegrasyon gelişmeleriyle
bağdaştırmak zorunludur. Zira bu temel düşüncelerin, özellikle Kemalist milliyetçiliğinin
çağın gereksinimlerine aykırı olan yorumu, AB’ye entegrasyonun beraberinde getirdiği mi-
lliyetçi strüktürlerin bir kısmının tasfiyesine çelişki arz etmektedir” .

Konrad Adenauer Vakfı, 2000 yılı içinde aşağıdaki uluslararası kongreleri düzenlemiştir:
“Turkey on Her Way to EU-Membership” başlıklı bir yuvarlak masa tartışması; “Türkiye’de
Okul Reformu Sonrasında Yabancı Dil Dersi Reformu” konulu sempozyum; “Küreselleşme
ve Modernleşme Sürecinde Kültürel Kimlik” konulu kongre; “Türkiye’de Anayasa Reformu-
İlkeler ve Sonuçlar” konulu kongre; “Karadeniz/Ereğli’de Bölgesel Gelişme” konulu kongre;
“Almanya’nın Birleşmesinin 10. Yılı” konulu etkinlik; “Alman Okullarında İslâm Din Dersi”
konulu kongre; “Türkiye ve AB-Ulusal Egemenlik Haklarının Devri” konulu kongre; “Globa-
lleşme-Türkiye İçin İktisadi Zorluklar ve Şanslar” konulu kongre; “Türkiye’de Yerel Yöne-
timlerin Sınırötesi İşbirliği-Strateji ve Projeleri” konulu kongre vd. Vakıf, bu etkinliklerle
ulaşmak istediği hedefi ise şu cümlelerle ifade etmektedir: “Partnerimiz TDV sayesinde, An-
kara’daki Alman Büyükelçiliği ile birlikte organize edilen ‘Almanya’nın Birleşmesinin 10.
Yılı’ konulu etkinlikte olduğu gibi geçen yıl düzenlediğimiz etkinlikler için konuşmacı olarak
önemli siyasetçiler kazanılmıştır. Bahsi geçen bu etkinlik için, Almanya birleşmesini Türk ba-
kış açısından inceleyen Başbakan yardımcısı Mesut Yılmaz kazanılabilmiştir.”

137
FARUK ARSLAN

Gerçi Vakıf, Mesut Yılmaz’ın kazanılmasıyla ilgili bilinenlere yeni bir ekleme yapmama-
ktadır. Ancak önemli olan, bu etkinlikler sayesinde önemli siyasetçilere kanca atılarak ka-
zanılması hedefinin alenen ifade edilmesidir. Kaldı ki, yukarıda da ifade edilen, Federal İkti-
sadi İşbirliği ve Kalkınma Bakanlığı’nca hazırlanan “Alman NGO’larının 2001 Türkiye Kon-
septi”nde Konrad Adenauer Vakfı’ndan “ANAP merkeziyle ve taşra bürokratlarıyla ilişki ağı
kurması” istenilmektedir. TDV yani Türk Demokrasi Vakfı’nın Başkanının ANAP milletve-
kili Bülent Akarcalı olduğu, keza Vakıf Yönetim Kurulu’nda iki ANAP milletvekilinin Emre
Kocaoğlu ve Türkiye’de etnik ilgileri ile tanınan Yılmaz Karakoyunlu’nun da bulunduğu
gözönüne alınacak olursa, KAV’nın Almanya’dan gelen resmi direktiflere bağlı kalmakta ne
kadar duyarlılık gösterdiği anlaşılacaktır.

KAV, önemli politikacıların yanısıra, gençlerin de “kazanılmasına” büyük önem vermekte bu


konuda çeşitli etkinlikler düzenlemektedir. Zaten kitabın ilk bölümünde Gezi olaylarına Al-
man devletinin ilgisi yeterince açıklanmıştı. Bir gençlik hareketi olarak algılatılmak istenen
bu olaylara Alman hükümeti Merkel düzeyinde, Alman medyası ve Alman derin devleti
büyük ilgi göstermiş ve desteklemişti.

Konrad Adenauer Vakfı’nın Güneydoğuya ilgisi, farklı menşelerle ilgilenmesi, Büyükelçi Dr.
Rudolf Schmidt’in daha güven mektubunu sunmadan KDP Temsilcilik Resepsiyonuna katıl-
ması; Diyarbakır’da “biji Apo”, “kürdara azadi” pankartları ve sloganları altında şehir içme-
suyu tesislerinin temelini atması gibi ayrıntılar Türk istihbarat kurumlarının anlaşılamayan
hoşgörüsü altında yeni yeni etkinliklerin davetiyesini çıkarmaktadır (22). KAV’nın Tür-
kiye’ye, Türkiye’nin sorunlarına (!) ilgi yelpazesi öylesine geniştir ki, kimi zaman faaliyetler
ülke dışına taşmaktadır: “KAV’ın faaliyetleri sadece Türkiye ile sınırlı kalmamıştır. KAV,
diğer partnerleri ile birlikte Almanya ve Belçika’da üç etkinlik düzenlemiştir.

Hablemitoğlu’nun yazdığı bu raporu oldukca paranoyak bulabilirsiniz. Mehmet Eymür’ün


savunduğu gibi daha çok MİT mensubu bir istihbaratçının kaleminden çıkmış gibi duruyor.

HABLEMİTOĞLU YAZDI MI YAZMADI MI?

Ünlü eski MİT mensubu Mehmet Eymür, faili meçhul kalan araştırmacı Necip Hablemitoğlu
cinayeti ile Danıştay baskınındaki ilginç bağlantılara dikkat çekiyordu: Hablemitoğlu, askeri
ihalelerle ilgili bilgi sızdıranca Ergenekon'un hedefi haline gelmiş olabilir... Hablemitoğlu Al-
manların ve Alman vakıflarının Türkiye üzerindeki faaliyetlerini açığa çıkaran yayınlar ya-
pıyordu. Görünen hedefi, Almanların Türkiye üzerindeki etkinliğini kırmaktı. Ben o yayın-
ların hiçbir zaman Hablemitoğlu'nun kendisi tarafından kaleme alındığını sanmıyorum.
Çünkü onu aşan bilgilerin olması yanı sıra yazılar, resmi yazışma dilini andırıyordu. Hable-
mitoğlu cinayetinden hemen sonra çok dikkatimi çeken bir yayın yapıldı. Kimin tarafından
hazırlandığı bilinmeyen ve ordudaki yolsuzlukları teşhir eden 'yolsuzluk.com' isimli bir site
de yer almıştı. Bu site cinayetin ardından "Alçaklar" diye başlık atmıştı. Açıklamada, siteleri-
nin en büyük destekçisi olan vatansever Necip Hablemitoğlu'nun vahşi bir şekilde
öldürüldüğü belirtiliyor, askeri ihalelerle ülkeyi sömüren ve rütbesini şahsi çıkarlara alet
edenler, ağır dille cinayetin sorumlusu olarak suçlanıyordu. Bu cinayeti incelerken bu gibi
önemli noktaları dikkate almak gerekir. Bu sitede yayınlanan ordu mensupları ile ilgili bilgi

138
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

ve belgelerin içeriden elde edildiği ve istihbari çalışmalara dayandığı bellidir. O dönemde


Hablemitoğlu'nun bazı kuvvet komutanlarının danışmanlığını yaptığı da söyleniyordu. Ha-
blemitoğlu bu süreçte hem askeriyeye yakın görünüp, hem de yolsuzluk. com adlı internet
sitesine askeri ihalelerle ilgili bilgi sızdırınca Ergenekon'un hedefi olmuş olabilir. Almanya,
en geniş istihbarat ağına sahip ülkelerden birisidir. Alman istihbaratı Türkiye'de çok etkin-
dir. Hablemitoğlu benim ABD'de bulunduğum dönemde CIA'e çalıştığımı iddia eden ağır
yazılar yazdı. Beni tanımıyordu. Bir tesadüf neticesinde onu yönlendirenin Tuğrul Keskin-
gören isimli kişi olduğunu öğrendim. Keskingören her taşın altından çıkan bir kişi. Zanne-
dersem halen ABD'de Virginia'da sosyoloji doktorası yapıyor. Ben ABD'de iken oradaki
PKK'lılarla ilgili istihbarat çalışmaları yürütüyordu. Büyükelçilikle, askeri ataşelikle ve be-
nimle ilişkisi vardı. Elçibey gibi önemli kişiler geldiğinde onları evinde ağırlıyor, Ameri-
ka'nın öbür ucunda da olsa her etkinliğe katılıp, Türkçü web siteleri kuruyor, makaleler
yazıyordu. İnternetteki yazılarında bazen açık ismini, bazen de "Atilla Ongun" takma adını
kullanıyordu. Bu nedenle Hablemitoğlu onu iki ayrı kişi olarak tanıyordu. "Açık İstihbarat"
isimli sitede de yazıları var. Milliyetçi bir görüntüsü olan Keskingören, Yahudi asıllı bir
Amerikalı ile evlendi. 2001 veya 2002'de Aydınlık Dergisi ABD Temsilcisi oldu. Tuncay
Güney, ABD'ye gidişini Aydınlıkçı Adnan Akfırat'ın sağladığını söyleyince Güney'i ABD'de
karşılayacak ilk isim olarak Keskingören geldi aklıma. Türkiye’de yabancı servislerle çalışmış
önemli noktalarda bir çok insan bulunuyor. Mesela Danıştay'ı koruyan şirketin müdürü, bir
özel harpçiydi. Danıştay cinayeti sırasında binayı korumakla görevli güvenlik şirketinin ka-
meraları bozuktu. Cinayet sonrası şunları söylemişti: ‘Bu şirketin oradaki güvenlik şirketinin
başında, benim yanımda da çalışmış olan O.Ç. isimli emekli albay var. (1990'lı yıllarda MİT'te
çalışan Orhan Çoban'ı kast ediyor.) Kaşif Binbaşı (Kozinoğlu) ile birlikte bize gelen grubun
en kıdemlisiydi. Olay günü kameraların bozuk olması benim de dikkatimi çekmişti. Hable-
mitoğlu cinayetinde dee yabancı servislerin parmağı olabilir, ama eylemi yapanlar bu servis-
lerin içimizdeki uzantılarıdır.” (46)

Devam eden Ergenekon ve bağlı unsurların soruşturmasıyla mahkeme safhasına taşınmış


dâvâlarda eksik ayaklardan biri de finans kaynağıdır. Bu anlamda ya zamana yayılmış bir
süreç söz konusu ya da bu kaynaklardan kiminin devlet olanaklarına dayanmasından doğan
bir sıkıntı söz konusuydu. Bakınız İtalya’da Gladyo’nun finans kaynağı konusunda netleşmiş
bir görüş ve dâvâ kararı olmamakla birlikte, birçok hukuk dışı eylemin devlet olana-
klarından, bazılarının da ülkenin yüksek sermaye şirketlerinden temin edildiği durum or-
taya çıktı. Bu arada Gladyo’ya bağlı faaliyet gösteren yapıların, silâh ticareti, kara para
aklama, uyuşturucu trafiğini yönetme, fuhuş sektörüne hakim olma gibi yollarla da finans
sağladıkları biliniyordu. Bütün faaliyetlerinde bu tarz bir örgütlenmeyi model alan Erge-
nekon için de finans kaynağına dair çok kafa yormaya gerek yoktu. Hatta, ekstra olarak, Er-
genekon’un finans kaynaklarından birinin TSK’nın ihtiyacı olan silâh ve teknolojik resto-
rasyon sürecinde, uluslar arası şirketlerden hatırı sayılır komisyonlar aldığına dair ciddî
emareler olduğunu söyleyebiliriz. Yine bizzat yapının kontrolüne girmiş büyük sermaye gru-
plarının varlığına dair şüpheyi aşan bilgiler de yok değil. Kim bilir, belki siyaset ve medya
ayağına yönelik ciddî bir operasyonla savcılar bu kaynakları da deşifre etme şansı bulabilir.
(47) Mesela spor mafyası ve şike operasyonunun bu anlamda ilginç olduğu söylenebilir.

AZİZ BAŞKAN ALMAN FİRMASIYLA ORTAK

139
FARUK ARSLAN

Spor yöneticiliği ile tanınan ve şike davasıyla ilgili tutukluluğu devam eden Aziz
Yıldırım aynı zamanda büyük şirketlerin yöneticiliğini yürüten bir işadamıydı.
Yıldırım’ın inşaat, savunma, denizcilik, turizm, beton ve hayvancılığa kadar uzanan sektör-
lerde önemli yatırımları var. Bunlardan Maktaş Makine, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin muha-
bere entegre sistemini Alman Siemens ile birlikte kurmuştu. Dolayısıyla birçoğunun internet
sitesi bile olmayan şirketleri ile Fenerbahçe Başkanı, Türkiye’deki iş dünyasında kayda değer
bir ağırlığa sahip. Forbes Dergisi, Fenerbahçe Başkanı’nın iş hayatını incelediği dosyada,
Yıldırım’ın girdiği savunma ihalelerine dikkat çekiyordu. Fenerbahçe Başkanı’nın yüzde 93
hissesini elinde bulundurduğu Maktaş Makine’nin en büyük müşterisinin NATO olduğu bi-
liniyor. Yıldırım, dayısı Faruk Yalçın’ın 1963’te Makyal İnşaat’ı kurarak NATO ihaleleri al-
maya başlamasından 10 yıl sonra Maktaş Makine ile iş hayatına girdi. Şirket, 1973’ten bu-
güne çoğu NATO için olmak üzere toplam 650 milyon dolarlık iş üstlendi. En büyük işi ise
TAFICS projesi için kazandığı ihale oldu. Maktaş, 1996’da TAFICS ( Türk Silahlı Kuvvetleri
Entegre Muhabere Sistemi) projesinin birinci aşaması için yapılan ihaleyi Alman Siemens ile
birlikte 223 milyon dolara kazandı. Aynı projenin ikinci aşaması için yapılan ihaleyi de
2003’te yine Siemens-Maktaş ortaklığı 177 milyon dolara aldı. Diğer yandan TAFİCS projeleri
2006’da dünyada Siemens’in uluslararası ihaleleri kazanmak için rüşvet dağıttığı suçla-
masıyla gündeme gelmişti. Siemens’i dünyada zora sokan bu konu Türkiye’de ise gündeme
gelmedi. Sahibi olduğu Gülhan Denizcilik’in Dearsan tersanesiyle imzaladığı iş ortaklığı ile
Türkmenistan’a 100 milyon dolarlık iki karakol botu sattığına ilişkin haberlerde, önemli bir
ortak olmasına karşın Aziz Yıldırım’ın adı geçmedi. Aziz Yıldırım Maktaş Makine’nin yanı
sıra İmsak Savunma, Savtem Savunma, As İnşaat, Asbeton İnşaat, Aly İnşaat, Gülhan Deniz-
cilik, AG Denizcilik ve Şahdem Süt Entegre Hayvancılık şirketlerinin de hissedarıydı. Der-
gide yer alan dosyada Aziz Başkan’ın Fenerbahçe yönetiminde yer alan isimlerle de sağlam
iş ilişkileri olduğu hatırlatılıyordu. Fenerbahçe’nin küme düşmesi ve Yıldırım’ın önderliğini
kaybetmesi halinde Aziz Başkan’ın ’iş liginde’ eski gücünü sürdürüp sürdüremeyeceği me-
rak konusuydu. (48)

Netice itibarıyla, Hablemitoğlu’nun askeri ihalelerle ilgili ne kadar sır bildiği araştırılması ge-
reken bir konu. Sıra Alman derin devleti Kılıç’ın akıncıların olan Alman vakıflarını ve Tür-
kiye’deki faaliyetlerini mercek altına almaya geldi.

Federal Almanya'da Türkiye'yle ilgili ''kültür hizmetleri'' büyük ölçüde Alman vakıfları
aracılığı ile gerçekleştirilir. Söz konusu hizmetler, ''Türk halkına ve politikacılarına
demokratik tartışma kültürünü öğretmek''ten ''Elmalı kereste sanayisini teşvik'' e,
''özelleştirme ve serbest piyasa ekonomisi dersleri'' nden ''gazeteci eğitimi''ne kadar çok
renkli bir programı içerir. Türkiye'de ''araştırma kurumu'' kisvesi altunda çalışmalarını
sürdüren Alman vakıflarının hemen hemen tamamı parti vakfıdır. Aşırı sağcı CSU ve sözde
solcu PDS dışında Alman Parlamentosu'nda grubu bulunan dört partinin tamamının
Türkiye'de vakıfları vardır. Ülkemiz ile ilk ilgilenen, Almanya'nın en büyük partisi CDU 'nun
Konrad Adenauer Vakfı olmuştur. 1984'te ilk şubesini açmıştır. SPD partisinin Friedrich
Ebert Vakfi 'nın İstanbul'a gelişi 1988'de olmuştur. Bunu, 1991'de FDP 'nin Friedrich
Naumann Vakfi izlemiştir. Birlik 90/Yeşiller 'in Heinrich Böll Vakfı‘ da doksanlı yılların
ortasında İstanbul'da faaliyete geçmiştir. Alman Parlamentosu'nda grubu bulunan partilerin
vakıflarının tümü, federal hükümetin 'Politik Eğitim Fonu' ndan finanse edilmektedir.

140
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Yurtdışı etkinlikleri de yine yüzde yüz federal hükümetce karşılanır. Konunun


uzmanlarından sosyolog Ute Paschner 'e göre, Alman parti vakıfları, devlet finansmanlı çok
özel NGO'lardır ve Alman dış politikasının önemli bir aracı durumuna gelmişlerdir. Alman
Dış İşleri Bakanlığı'nın elimize geçen bir yayınında, ülkelerin içişlerine sorun yaratmadan
karışabilmek için ne tür ''kamuflaj projeleri'' kullanabileceği üzerine bir dizi ''pratik örnek''
verilmektedir. ''Politik vakıflar''ın bu bağlamda ''diyalog programları ile yapıcı bir rol
oynayacakları'' en yetkili agızlardan itiraf edilmektedir. Ankara ve İstanbul'da şubeleri
bulunan tüm Alman parti vakıflarının programları kabaca şu üç maddeden oluşur:
Birinci maddedeki etkinlikler, Kemalizmin iflas ettiğini ve sorunun geçici bir hükümet
sorunu değil, ''yapay ve uyduruk Türk ulusunu tepeden inme yöntemlerle yaşatmaya çalışan
Türk devleti'' olduğunu kanıtlamayı amaçlar. Bu çerçevede üçlü bir strateji izlenir:
A- ''Toplumun değişik katmanlarını Kürt sorunu üzerine tartışmaya ve çözüm üretmeye
alıştırmak'' ve buna paralel olarak ''Kürtcü gruplar'' ile Almanya arasında köprü kurmak.
B- ''Toplumun değişik katmanları ile siyasal İslamcıları bir araya getirmek'' ve buna paralel
olarak ''İslamcılar'' ile Alman devleti arasında köprü kurmak.
C- ''Alevilerin aşırı İslama karşı oluşlarını dikkate alarak, Aleviler ile özel görüşmek ve
konuyu gerektiğinde Kürt sorununa kaydırmak.''

İkinci maddedeki etkinlikler, ''Türkiye'de yerel yönetimlere işlerlik kazandırmak'' amacıyla,


Almanya'da adı var, kendi yok ''federal sistem''i Türkiye'ye tanıtmayı hedefler. FDP'nin
Friedrich Naumann Vakfi ''federalizmi tanıtma'' çabalarını genelde Batı Anadolu'da
yürütürken, Yeşiller'in Heinrich Böll Vakfi ''federal yönetimin nimetleri''ni Doğu Anadolu
konusunda gündeme getirmektedir. Yeşiller'in bu vakfı, Türkiye'nin etnik çetelesini tutmakla
meşguldür ve hem Alman Dışişleri Bakanı ile hem de aynı bakanlığa bağlı Alman resmi
''araştırma'' enstitüleri ile ortak çalışmaktadır.

SPD'nin Friedrich Ebert Vakfi da, daha ''global'' bir yaklaşımla ''Türkiye'de sivil toplumun
kurulabilmesi'' için çaba gösterirken, daha çok ''ekonomi ağırlıklı diyalog arayışı''nda olduğu
izlenimini vermek istiyor. Türkiye'de ''İslamı demokrasiyle barıştırmak'' yolunda en
kapsamlı projeler ise CDU'nun Konrad Adenauer Vakfi'nca yaşama geçiriliyor. Vakıf
ajandasının üçüncü maddesi ''yerli köprübaşları oluşturmayı'' öngörür. Almanya'ya davet
edilen Türk akademisyenleri, aydınlar, burs verilen doktora öğrencileri, vakıf şubelerine
alınan Türk elemanlar için ödenen Alman ''kalkındırma yardımı'', bazı duyumlara göre
yıldan yıla katlanarak arttırılmaktadır. Etkinlik alanlarının farklılığı, parti programlarının
farklılığından değil, aralarındaki görev dağılımından kaynaklanır. Vakıfların tek merkezden
yönetildiğine, birbirleriyle oldukca karışık ilişkiler içinde oldukları üzerine bir örnek verelim.
Konrad Adenauer Vakfı'nın Türkiye şefliğini bir süre, Alman ordusu kökenli Dr. Wulf
Schönbohm yaptı. Vakfın aylık dergisinin Ağustos 1997 sayısında, sekiz yıllık eğitim
reformuna ''Türk ordusunun İslam düşmanlığı'' derken Türkiye Cumhuriyeti'ni de,
''kuruluşundan günümüze İslamın inanç esaslarını ve dini duyguların belirtilmesini ezmek''
ile suçlamıştır. Konrad Adenauer Vakfı'nın Türkiye danışmanı, Alman Dışişleri Bakanlığı'nın
finanse ettiği Alman Doğu Enstitüsü'nün Müdürü Udo Steinbach 'tır. Daha önce
Almanya'nın Paris'teki büyükelçiliğinde askeri ataşe olarak görev yapmıştır.
Vakfın kurucusu olan Konrad Adenauer, Katolik bir hakimin oğludur. Aynı zamanda,
Alman İmparatorluğu'nun birliği çerçevesinde bir Batı Alman Federal Devleti'nin

141
FARUK ARSLAN

kurulmasını öneren isimdir. Prusya Devlet Konseyi'nin başkanlığını yapmıştır. Nazi


Almanyası'nda Gestapo tarafından tutuklanmış ama sonra serbest bırakılmıştır. Adolf
Hitler'e yönelik 1944'teki 20 Temmuz Suikastı sonrası bir kez daha tutuklanmıştır. 1945
yılında ise Amerika tarafından Köln Belediye Başkanlığına getirilmiştir. Hıristiyan
Demokrat Parti'nin (CDP) Kurucu-Yönetim Kurulu Üyesi ve Almanya Federal
Cumhuriyeti'nin de ilk şansölyesidir.
Böyle birinin kurduğu vakıf, sahi Türkiye'nin yararına ne yapar?
Konrad Adenauer Vakfı uzun yıllardır Türkiye'de faaliyet göstermektedir. Özellikle basına
yaptığı maddi destekler, verdiği eğitimler bu kitabın yazarını hep dikkatini çekmiştir. Vakıf
senedinde amacını, barışı, özgürlüğü kollamak, demokrasiyi ve insan haklarını hayata
geçirmek, kendi kendine yardım olanaklarını güçlendirerek yoksulluğa karşı savaşmak ve
doğal yaşam kaynaklarını korumak olarak açıklar.

İşin gerçeği ise pek öyle görünmüyor. Alman vakıfları Türkiye'de cirit atıyor ve binlerce aktif
ajan veya nüfuz ajanı çalıştırıyorlar. Yakından tanııdğım ve Hamburg’da ofisini ziyaret
ederek röportaj yapma imkanı bulduğum Steinbach, 1971-1975 yıllarında ''Ortadoğu masası''
şefi olduğu Ebenhausen Vakfi ile tanındı. Bu vakıf, Alman dış istihbarat örgütü BND'ye
yakınlığı ile bilinir. Ülkemizdeki Alman vakıflarının programını en özlü ifade eden kişi
sanırım Steinbach'tır.
15 Eylül 1998 günü Katolik kilisesine bağlı Lingen Akademisi'nin çagrısı üzerine verdiği
''İslam‘ın Avrupa için önemi'' konferansında şöyle demiştir:
''Sorun, Atatürk'ün bir paşa fermanıyla yarattığı yapay ürün Türk devleti ve Türk ulusudur.
Sorun, Kemalizm ve Kemalizmin ulusculuk ve laiklik ilkeleridir. Sorun, uyduruk, zorlama ve
yapay Türk ulusudur. Böyle bir ulus yoktur. Olmadığını, Türkiye'de yaşanan Kürt/Türk,
Müslüman/laik, Alevi/devlet çatışmalarında görmekteyiz. Bu uyduruk ulusu Atatürk nasıl
kurdu? Önce Ermenileri yok ettiler, sonra da Rumları. Kürtleri şu güne kadar neden yok
etmediler, bilinemez...''

Karanlık güçlerce katledilen bu ülkenin aydını Hablemitoğlu’nun Alman vakıfları ve


Bergama dosyası isimli eserinde Türkiye’de faaliyette bulunan Alman vakıfları ve
enstitülerinin, Kültür merkezlerinin Alman İstihbarat servisi BND’nin kontrolünde olduğunu
ve finansmanlarının da Almanya tarafından karşılandığı iddia edilmektedir. Alman
Vakıflarının Almanya’nın kontrolünde faaliyet yürüttüğünü söyleyen sadece Hablemitoğlu
değildir. Vakıflar sadece demokrasi, piyasa ekonomisi vb. amaçlarını gerçekleştirebilecekleri
ya da Alman modelini ihraç edebilecekleri ülkelerde faaliyet göstermezler. Alman
hükümetinin faaliyet göstermesini istedikleri her ülkede çalışmaya hazırdırlar. Alman Gizli
Servislerinin Türkiye Operasyonları adlı kitabın yazarı Talip Doğan Karlıbel, “Almanlar
istihbarat veya misyonerlik faaliyeti yürütmektedir. Almanya demokrasiye geçiş sürecinde
olan devletlerde, kendi ekolüne dayalı bir sistem yerleştirmeye çalışmaktadır. Nesin Vakfı,
yıllardır Almanya tarafından örtülü bir şekilde desteklenmektedir. Friedrich Ebert Vakfı ve
Heinrich Böll Vakfı, 1990′lı yıllarda vakfa 244 bin marklık yardım yapmıştır. ” diyor ve
şunları savunuyor: Son yüzyılda Türkiye’nin yok olma eşiğine gelmesinin, milyonlarca
insanını kaybetmesinin ve acılar çekmesinin nedeni Almanya ve onun emperyalist isteklerine
alet olmasıdır. Almanya, Türkiye’nin bu vefakâr davranışını kendi topraklarında birçok

142
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

yıkıcı ve bölücü örgüte destek vererek göstermiştir. Türkiye’nin tüm anayasal sistemini
çökertmek isteyen veya bölmek isteyen tüm siyasi ve askeri güçler, Almanya topraklarında
yeşermiş, büyümüş ve tehdit edici boyutlara erişmiştir. Alman istihbaratının bağlantılı
olduğu tarikatlar vardır. NGO’ların içimizdeki yerli ve yabancı temsilcileri bulunur. Örneğin
Ergenekon sanığı Semih Tufan Gülaltay, Alman Narkotik İstihbaratı’yla bir işbirliği
içindeydi. Doğu Alman Gizli Servisi STASİ (Staat Sicherheits Dienst) PKK’ya destek sağladı.
Almanlar ile ortak çalışan “Ulusalcı Çeteler” bugün içeride.Türkiye’deki illegal örgütlerin
Alman ayakları vardır. (50)

DSP’Lİ EROL AL: ALMAN VAKIFLARI ALMAN İSTİHBARATIYLA İLİŞKİLİ

Türkiye’de Almanya adına faaliyet yürüttüğü iddia edilen Alman Vakıflarının yasal statüsü
de tartışmalıdır. Hulki Cevizoğlu Ceviz Kabuğu programında Alman Vakıflarının yasal
durumunu gözler önüne seren bir program yapmıştı. Programda, Konrad Adanuer Vakfı
temsilcisi DPT ve Hazine Müsteşarlığından izin aldıklarını ve yasal olduklarını iddia etmiş
canlı yayına katılan Vakıflar Genel Müdürü Nurettin Yardımcı ise, Alman Vakıflarının
Vakıflar Mevzuatına göre Türkiye’de temsilcilik açma ve çalışma haklarının bulunmadığını
belirterek bu vakıfların ülkemizde yasa dışı faaliyet gösterdiğini açıkça ortaya koymuştu.
Hazine Hukuk Müsteşarlığı yapmış Fetih Özdemir’de ne DPT’nin ne de hazinenin Alman
Vakıflarına böyle bir müsaade veremeyeceğini söylemişti. Programa telefonla katılan ve
konuya ilişkin soru önergesi de vermiş olan o dönem DSP İstanbul Milletvekili Erol Al,
Alman Vakıflarının Alman İstihbarat Örgütü BND’nin uzantısı olarak Türkiye’de faaliyet
yürüttüklerini ve Türkiye’deki partner kuruluşları ile ilişkilerinin sorgulanması gereğini
belirterek,”konu ile ilgili Türkiye’nin ulusal güvenliğini ilgilendirdiği için
ilgileniyorum”dedi.

Gerçekten de özelllikle bir dönem yani 90 lı senelerde Almanların Türkiye’ye ilgisi ülkenin
ulusal güvenliğini tehdit eder boyutlara gelmişti. Örneğin merkezi Bonn'da olan ve
kurucuları arasında Alman Federal Parlamento üyelerinin de bulunduğu Şeyh Said Vakfı
'nın da (1996) çalışmaları doğrudan ülkemiz ile ilgiliydi. Şu anda Türkiye'de şubesi olmayan
vakıf, amaçlarını şöyle açıklamaktadır:
''Almanya'da yaşayan tüm Müslümanlara dini, sosyal ve kültürel hizmetler sağlamak... Kürt
halkı ile Alman ve Avrupalı halklar arasında diyaloğu geliştirmek.... Kürdistan'daki savaş
kurbanlarına destek sağlamak... Almanya'da yaşayan Kürtlerin yaşam standardının
yükselmesi için çaba harcamak... Kürt çocukları ve gençleri için gençlik örgütleri kurmak...''
(52)
Zaten vakfın Başkanı Ali Homam Ghazi’nin , ''Apo'nun Bonn temsilcisi'' olarak tanınması
vakfın niteliğini de daha açık kılıyor. Bu kişi Udo Steinbach'la da çok yakın ilişki içinde
bulunuyor. Kurucu üyelerden Heinrich Lummer ise, Alman Parlamentosu'nda CDU
milletvekilliği ve Berlin İçişleri senatörlüğü görevlerinde bulunmuştur.
Şeyh Said Vakfı kurulmadan önce, 1995 yılında, Abdullah Öcalan ile ikili görüşmeler
yapmıştır.

143
FARUK ARSLAN

Ayrıca 31 Eylül 2000’de Prof.Dr Udo Steinbach’la, Hamburg’daki ofisinde yaptığım


görüşmede, 1994'de PKK lideri Öcalan ile görüştüğü için "istenmeyen adam" ilan edilerek
Türkiye'ye giremediğini hatırlatan Steinbach, arabuluculukta bulunduğunu itiraf ediyordu.

Peki Almanlar neden Kürt meselesiyle bu kadar yakından ilgileniyordu? Aslında bu ilginin
yeni bir ilgi oduğunu söylemek çok zor. Almanların Kürt sorununu kullanma tarihi eskiye
dayanır.

Burada işin bir başka boyutunu daha vurgulamakta fayda var. Kitabın şu ana kadar olan
bölümlerinde Alman vakıflarının Türkiye’de etnik konulu bir çok araştırma yaptırdıkları
belirtildi. Halbuki batılı araştırmacıların Türkiye'de yaptıklarına benzer etnik esaslı bir
araştırmayı kendi ülkelerinde yapmaları yasal olarak mümkün değildir.
İspanya'da, Belçika'da, Fransa'da da aynı yasak vardır. İtalya'da ise yalnızca yabancılar için
serbesttir. (59) Fransa’da olduğu gibi, değil böyle bir araştırmanın yapılması, tartışılması bile
ülkeyi karıştırmaya yeterli olarak görülür.

Halbuki bu konuda Türkiye’de henüz yasal bir düzenleme yapılabilmiş değil. Hal böyle
olunca da Başbakan Erdoğan örneğinde olduğu gibi bir çok politikacının bu faaliyetler
konusunda kuşku taşımaları normal. Vakıflar ise bu kuşkuların haklılığını reddetmeye
devam ediyordu. Örneğin Friedrich Naumann Vakfı ve Heinrich Böll Vakfı, Başbakan
Recep Tayyip Erdoğan’ın bazı Alman vakıflarının PKK’ya destek verdikleri yönündeki
suçlamalara yanıt veriyor ve kendilerini savunuyorlardı. Bilindiği üzere, Başbakan Recep
Tayyip Erdoğan’ın bu sözleri üzerine gözler bu vakıflara çevrilmişti. Türkiye’de faaliyet
gösteren vakıflardan birisi de Friedrich Naumann Vakfı olduğundan onların görüşleri
önemliydi. Telefon ile İstanbul’dan sorularımızı yanıtlayan vakıf temsilcisi Jörg Dehnert
iddialara tepkiliydi. Dehnert’e göre Başbakan’ın adres gösterdiği vakıflar siyasi değil.
Dehnert görüşmede şunları söylüyordu:

“Öncelikle Başbakan Erdoğan Alman vakıflarından söz etti, ancak Türkiye’de yalnızca siyasi
Alman vakıfları yok. Türkiye’de, diğer ülkelerde ve Almanya’da başka diğer siyasi olmayan
Alman kuruluşları da var. Bu birinci konu, ikinci konu ise Başbakan ve Türk hükümeti
bizleri yani siyasi vakıfları ve ne yaptığımızı çok iyi biliyorlar, bu sır değil ve bizlerin
yaptıkları şeffaf. Türk hükümetini aktivitilerimiz hakkında bilgilendiriyoruz. Herşeyden
haberleri var, benim izlenimim bizi yani siyasi vakıfları adres göstermediği şeklinde yoksa
ismi açıklardı. Sanırım siyasi vakıflardan değil diğerlerinden bahsediyor. İkinci olarak bunlar
son derece ciddi iddialar çünkü bu yalnızca Türkiye için değil Almanya için de suçtur. PKK,
Almanya Federal Cumhuriyeti için de bir terörist örgüttür dolayısıyla bu işle bağlantısı
olanvakıflar bu konuda aktif ya da aktör ise bunun cezasını çekmeliler. Sonucuna katlanmalı.
Biz PKK ile çalışmıyoruz bu insanlar ile konuşmuyoruz.”

Heinrich Böll Vakfı da Başbakan Erdoğan’ın suçlamalarını reddediyordu. Yeşiller partisine


yakınlığı ile bilinen Heinrich Böll Vakfı Başkanı Ralf Fücks, Deutsche Welle Türkçe Servisi’ne
yaptığı açıklamada, suçlamaların kabul edilemez olduğunu söyledi. Fücks, “Diğer Alman
vakıfları da biz de Türkiye’deki belediyelerin alt yapı projelerini desteklemiyoruz. Kredi de

144
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

vermiyoruz, yasalar uyarınca kredi vermemiz zaten mümkün değil. Siyasi açıdan
bakıldığında da PKK’ya yakın bir tavır izlemek son derece saçma. Çünkü Heinrich Böll
Vakfı, sorunların şiddete başvurulmadan çözülmesi için çaba gösteren bir kuruluş. PKK’nın
silahlı eylemlerine hiç bir şekilde anlayış gösteremeyiz. Ancak sivil Kürt muhalif gruplarla
diyalog arayışı içindeyiz, bunu da doğru buluyoruz” şeklinde konuştu. Hırıstiyan Demokrat
Birlik (CDU) partisine yakınlığı ile bilinen Konrad Adenauer Vakfı’nın Türkiye
temsilciliğinden yapılan yazılı açıklamada, “hiç bir Türk belediyesine, il idaresine, başka
kurumlara veya örgütlere kredi olanağı sunmadıkları ve ödeme yapmadıkları” ifade edildi.
Açıklamada, Konrad Adenauer Vakfı’nın Türkiye’deki etkinliklerinin Dernekler Kanunu’na
tabi olduğu ve çalışmalarının Türk makamları tarafından denetlendiği belirtildi. (61)

Gelen tepkiler üzerine Erdoğan, ifşatına şöyle açıklık getiriyordu: ’Benim ne konuştuğumu
maalesef medya tam manasıyla aynen söylediğim gibi yansıtmıyor burada da bu yansıtmada
bazı cımbızlamaların olduğunu ifade edeceğim. O sohbetin kaydını şimdi size okuyorum: Bu
vakıf altında fon bunlarınki. Bu vakıfların kendi fonları var. Krediler hibeler veriyorlar ve bu
kredi nedir borçlandırmadır. Hibe borç değildir. Türkiye’de de bazı CHP belediyeleri kredi
talebinde hazine talimatı gerektiği için hazineye başvurmuşlardır. BDP’li belediyeler
noktasında aldıkları krediler vardır ve yatırım devam ediyor. Bir gazeteci arkadaşımız
“PKK’ya para gönderiyorlar” lafını kullanıyor. Ben ise “Para değil belediye ile kredi
anlaşması yapıyor. Sözleşmede şu müteahhide verilecek şartı konuyor” diyorum. Gazeteci
arkadaş, “Şüpheli bir firma” diyor. Ben de “Yani işi öyle bağlıyorlar” diyorum. Konunun aslı
çerçevesi bu. Bu söylenen vakıflar benim konuşmamla da gündeme gelmedi. Bu konu
medyamız vasıtasıyla da gündeme gelmiş konular. Alman vakıfları maalesef daha önce de
buna benzer konularla gündeme geldi. Özel bu konuda bilgi isterse lütfederler kendisiyle bu
konuyu ayrıca görüşürüz. Kapıya koyup koymaması kendi bileceği bir iştir. Türkiye’de bu
tezgah yeni çalışmıyor. Benim anlattığım konu budur. Özellikle ağırlıklı BDP’li belediyelere
bu vakıflar kredi ve hibe mekanizmasını çok sık çalıştırıyorlar. (62)

BURDUR’LU İŞÇİ ÇOCUKLARDAN AJAN

Başbakan Erdoğan Alman vakıflarıyla ilgili açıklamalarıyla kamuoyunun dikkatini buraya


çevirmişti. Peki neydi başbakanlık düzeyinde yapılan bu açıklamaların sebebi? Yine
başbakanın açıklama yaptığı dönemde özellikle doğu bölgelerinde gelişen bazı olaylar bu
sorunun en açık yanıtıydı. İlk örnek Burdur’dan. Burdur’da kısa dönem paralı askerlik yapan
Almanya’daki işçi çocuklarına istisnasız olarak her birine ajanlık teklifi ve telkini
yapılmaktaydı. Ki, bu Almanya anayasası ve yasalarına karşı ağır bir suçtu. Diğer yandan
PKK’lı bölücülere veya sol örgütlere karşı ajanlık Alman Kılıç’ın işiydi. Diplomatik
dokunulmazlık zırhı altında Almanya’da görevli 80 MİT elemanı tarafından bazı gurbetçi
vatandaşlar adım adım takip edilmekteydi. Bir gün, takip edilmekte olduğundan kuşkulanan
iki Kürt, bir Alman TV ekibini haberdar ederek bir eylem tasarlamıştı. Sonradan olay
Almanya TV ekranlarına yansıyınca konu anlaşıldı. Takip edilmekte olan o iki kişi, bazı
arkadaşlarını da harekete geçirerek, belli ettirmeden kendilerini takip ettirmişlerdi. Bir
parkın içinden geçerken, biraz kuytu bir yere gelince geri dönüp onları takip eden olası MİT
ajanlarına saldırarak, TV kamerası karşısında bir hayli hırpaladılar. Aldıkları darbelerle
çeşitli yerlerinden yaralanan o şahısların saldıranlara karşı davacı bile olmadıklarını Alman

145
FARUK ARSLAN

TV’si saptamıştı. Bu TV haber Almanya savcılığınca ihbar telakki edildi o zamanlar


Almanya’nın çeşitli illerindeki Türkiye Konsolosluklarında görevli sekiz diplomatın sınırdışı
edilmelerine karar verildi. Buna Türkiye’de bir misilleme yapacaktı elbet. Soruna kolaylıkla
bir çözüm bulundu. Almanya’nın Friedrich Ebert Stiftung veya Konrad Adenauer Stiftung
gibi vakıfların Türkiye’de yardım maskesi altında casusluk faaliyetleri sürdürdükleri
gerekçesiyle işlem yapılmalıydı. Ergenekon’un bir kanadı Doçent Necip Hablemitoğlu’na bu
görevi verdi. Düzenlediği rapor gerekçe gösterilerek Almanya’nın Türkiye
konsolosluğundan dört diplomat sınır dışı edildi. Kısa bir süre sonra da ağzından laf
kaçırmasın diye Hablemitoğlu öldürüldü. Cinayet organizasyonunu da zamanın güçlü
Ergenekon generali Veli Küçük’e havale edildi. (66)

Bir başka casusluk olayı yine Başbakan Erdoğan’ın açıklaması üzerine yaşandı. Başbakan
Erdoğan'ın "Alman vakıfları belediyeler üzerinden PKK'ya dolaylı olarak yardım aktarıyor"
iddialarının ardından, olaya sert giren Habertürk Gazetesi'nde "Güneydoğu'da Alman
Ajanslar cirit atıyor" şeklinde bir haber yer aldı. Ancak habere, BDP ve Almanlardan değil de
Radikal gazetesinden cevap geldi.Gazete Habertürk’ün manşetinde, istihbarat birimlerinin
fotoğrafladığı Güneydoğu illerini üs edinen Almanlar’ı gündeme getirdi. 4 PKK’lının cenaze
töreninde görülen, gazeteci gibi davranan Almanlar’ın Güneydoğu Anadolu’da bir “ajanlık”
faaliyeri yaptıklarına ilişkin habere, Radikal hemen “Ajan değil aktivist” diyerek karşılık
verdi. Habertürk’le Radikal arasında ajan kavgası çıkaracak olan haberde Radikal, açıkça
Almanlar’ı savunuyordu. (76)
Radikal’in haberinde Alman ajanlarının ajan değil aktivist olduğu savunuldu. Gazeteye göre
her PKK eyleminde görüldüğü' öne sürülen Alman Michael Knapp, Alman parlamenterlerle
yaptığı temaslardan sonra hazırladığı raporları Türkiye'ye de iletiyordu. Michael Knapp ın
Avrupa Parlamentosu ve Almanya milletvekilleriyle Türkiye’de bulunduğu 2010 temmuz
ayında Şemdinli’de, çatışmayla sonuçlanan pek çok protesto gösterileri düzenlenmişti.
Habertürk gazetesinde, ‘PKK’nın her eyleminde Almanlar var’ başlıklı haberde
fotoğraflarına yer verildi ama Radikal’e göre ‘gazeteci kılığında’ hareket etmekle suçlanan
Micheal Knapp’ın insan hakları savunucusu ve tarihçiydi. Knapp’ın 2010 aralarında Alman
milletvekillerinin de olduğu bir heyetle İstanbul, Diyarbakır, Van ve Hakkari’de incelemeler
yaptığı, polislerle de görüştüğü ve hazırlanan raporun da Avrupa ve Alman
parlamentolarına gönderdiği biliniyordu. Knapp 15 Ekim 2010’da 10 günlük bir inceleme için
Türkiye’ye geldi. Beraberinde Avrupa Parlamentosu, Almanya Federal Meclisi ile kimi
eyaletlerin milletvekilleri ile avukatlar ve insan hakları aktivistleri de vardı. İlk olarak
Diyarbakır’a gidildi. Ardından Van, Hakkari, Şemdinli ve Yüksekova’da inceleme yapıldı.
İnceleme kapsamında bölgedeki avukatlar, baro ve belediye başkanları, BDP’li milletvekilleri
ve siyasetçiler, kimi dernekler ile yerel idarecilerle ve polis yetkilileriyle görüşüldü.
Kendisine ‘Brüksel, Berlin, KRV ve Hamburg İnsan Hakları Heyeti’ adını veren topluluk
daha sonra da bir rapor hazırladı. Bu rapor Avrupa Parlamentosu, Almanya Federal Meclisi
ve Almanya’nın Ankara Büyükelçiliği’ne iletildi, Türkiye’de yayınlandı. Micheal Knapp yine
2010’un temmuz ayında Berlin Demokrasi Evi’ndeki bir toplantıda bir Alman milletvekili ve
bir sosyologla birlikte, TSK’nın Güneydoğu’da kimyasal silah kullandığı iddiasına ilişkin
açıklamalarda bulundu. Knapp’ın da aralarında olduğu bir başka heyetin yine 2010’un ekim
ayında KCK Davası’nın görüldüğü Diyarbakır 6. Ağır Ceza Mahkemesi’ndeki yargılamayı
izledi. Knapp ve bir grup Alman parlamenteri, Alman ve Türk yetkililere açık mektup

146
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

yazarak, Hakkari’de tutuklanan BDP’lilerin bırakılmasını ve ‘çocuklara yönelik polis


şiddetinin durdurulmasını’ istemişti. (77) Almanlar bu şekilde Türkiye’nin işlerine karışma
olarak nitelendirilecek eylemlerde bulunmaktan çekimemeye başlamıştı. Bunun altında
yatan sebeplerden birisi de Almanya’nı Türkiye’nin artık bölgenin büyük devletlerinden
olduğunu kabullenememesiydi elbette.

ALMANYA, VAKIFLAR VE CHP İLİŞKİSİ

Başbakan Erdoğan’ın, Türkiye’de faaliyet gösteren Alman vakıflarından duyduğu


rahatsızlığı dile getirmesi ve bu vakıfların PKK’ya destek verdiklerini belirtmesi, gerçektende
Almanların alışık olmadığı bir durumdu. Başbakanın "Bir Alman vakıf var. CHP ve BDP'li
belediyelerle çalışıyor” şeklindeki açıklaması, dikkatleri dost ve müttefik gözüken ancak her
fırsatta Türkiye'nin aleyhine faaliyetlerde bulunan Alman vakıflara çevirmişti. Akit'e
konuşan araştırmacı-yazar Talip Doğan Karlıbel, bu konuda çok çarpıcı açıklamalarda
bulunarak işin boyutlarını ortaya seriyordu. CHP'nin Friedrich Ebert Vakfı'ndan 85 bin
euroluk para yardımı aldığını belgeleriyle ortaya çıkaran Karlıbel, Türkiye'de 53 Alman
vakfının bulunduğunu, bu 53 vakıftan 5'inin siyasi vakıf olduğunu belirtirken, “Bu vakıflar,
Alman dış istihbarat servisi BND'nin sivil toplum ayağıdır. Bu vakıflar ne zaman bir yere
gittiyse o devlette kısa bir süre içerisinde terör odaklı oluşumlar oluşmuştur. Bu vakıflar
cuntalar yaşamış demokrasiye geçiş sürecindeki devletlerde, Alman ekolü bir siyasi sistem
oturtmak amaçlı vakıflardır” diyordu. Türkiye'deki bu 5 siyasi vakfın derhal Türkiye sınırları
içerisinden çıkarılması ve yasaklanması gerektiğini ifade eden Karlıbel, bu vakıfların 25
yıldır Türkiye'nin üniter yapısını bozacak faaliyetler içerisinde bulunduğunu vurguladı.
Talip Doğan Karlıbel’de, PKK sorurunu çözmek isteyen siyasi iradenin, teröre destek veren
bu vakıfların faaliyetlerini engellemesi gerektiğini dile getiriyordu.Alman vakıfların Aleviler
üzerinde de büyük oyunlar oynadığına dikkat çeken Karlıbel, “Türkiye'de mezhep sorunu
çıkarıp aynı Irak'daki Şii-Sünni çatışmasını tetiklemek amaçlı faaliyetler içerisindeler.
Aleviliğin İslam dışı olduğu tezini yoğun bir şekilde işliyorlar” diye konuştu. Kolayca
Türkiye'de temsilcilik açan bu vakıfların, Avrupa'da Türkiye aleyhine kamuoyu
oluşturduğuna işaret eden Karlıbel, “Yurtdışında PKK propagandası yapıyorlar” şeklinde
konuştu. Erdoğan'ın rahatsızlığını dile getirdiği vakfın Friendrich Ebert olduğunu da
kaydeden Karlıbel, bu vakfın CHP'ye para yardımında bulunduğunu ortaya çıkardığını
hatırlattı.
Karlıbel, Ebert'in yaklaşık 20 yıldır CHP ve BDP'ye para yardımında bulunduğunu iddia
ederek, “Bu vakıflara Türkiye'de sadece AK Parti ve MHP karşı çıkıyor. CHP ve BDP ise
zaten bu vakıflarla iç içe faaliyet yürütüyor” değerlendirmesinde bulundu. Friedrich Ebert
Vakfı'nın Türkiye aleyhine yürüttüğü faaliyetlerin artık iyice deşifre olduğunu vurgulayan
Talip Doğan Karlıbel, bu yüzden Ebert'in misyonunu fiilen Türkiye'de gözükmeyen aşırı
komünist Sol Parti DIE Linke'nin Rosa Luxemburg Vakfı'nın üstendiğini belirtti. Karlıbel
şöyle konuştu: “Alman Sosyal Demokratlardan kopma aşırı komünist DIE Linke'nin vakfı
Rosa Luxemburg, fiilen Türkiye'de gözükmese de 3-4 yıldır İstanbul, Ankara ve İzmir'de
faaliyetlerini sürdürmektedir. İlginçtir bu vakıf Ebert Vakfı'nın faaliyetlerini üstlenmiştir.”
(67)

147
FARUK ARSLAN

Vakit gazetesin de yayımladığı haberde bu doğrultuda bilgiler veriyordu. “Alman


Vakfı’ndan CHP’ye para yardımı!” başlıklı haberin ayrıntısı, özetle şöyleydi: “CHP’nin
Alman istihbaratı ve partileri tarafından desteklenen Friedrich Ebert Vakfı’ndan 2005’te
85.000 Avro para yardımı aldığı ortaya çıktı.” Vakit’in Alman Ebert Vakfı’nın CHP’ye para
yardımı yaptığını gösteren belgeli haberini destekleyen tespitler ortaya çıktı. Aralık 2002’de
faili meçhul bir cinayete kurban giden tarihçi yazar Necip Hablemitoğlu, Alman vakıflarının
Türkiye ile neden yakından ilgilendiğini anlattığı kitabında şu tespitte bulunuyordu: “Ebert
Vakfı, Türkiye’deki siyasi partiler içinde en çok CHP ile ilişki içindedir.”

CHP bu iddiaları çürütmek bir yana dursun iddiaları destekleyecek faaliyetlerde


bulunuyordu. Örneğin CHP’li yöneticilerin sık sık Friedrich Ebert Vakfı’nın Almanya’daki
davetlerine katıldığı, Şubat 2011’de 14 kişilik bir heyetle vakfın sponsorluğunda bir hafta
Almanya’da ağırlandığı medyaya yansımıştı. CHP PM Üyesi Didem Engin, Friedrich Ebert
Vakfı’nın düzenlediği yuvarlak masa toplantısında yaptığı konuşmada; Türkiye ve AB
ilişkilerini sağlıklı bir zeminde yürütecek tek partinin CHP olduğunu belirterek, CHP’nin tek
başına iktidar için yürüttüğü çalışmalar konusunda bilgi aktarmıştı.

DENİZ FENERİ KILIÇ’IN BİR OYUNU

Şimdi ülkeyi çok sarsan Deniz Feneri olayına bir kez daha dönelim. Kitapta şu ana kadar
anlatılanlar bu bölümü daha da anlamlı kılacaktır. Bir zamanlar ülke gündemini sarsan
Deniz Feneri olayının herkesin bilmediği bir başka anlamı daha vardı. Aslında bu olay
Türkiye ve Almanya arasında cereyan eden güç savaşlarının bir yansımasıydı. Almanlar bu
kez tüm kozlarını oynamıştı. Sonuç: Almanların derin devleti Kılıç, Deniz Feneri skandalını
üreterek AK Partiye Almanların neler yapabileceğini göstermiş oldu. Aydın Doğan
medyasında sık sık Deniz Feneri olayını soruşturan Türk savcılarının konuşmasının
engellendiği, Alman savcıların Türkiye’ye gelmelerine mani olunduğu ve Türk savcıların
belge toplamak için Almanya’ya gitme taleplerinin geri çevrildiği yazılıyordu. Hatta
Almanya’ya gitmek isteyen savcılara uçak paralarını kendilerinin karşılamaları istendiği
şeklindeki iddialar gündeme Doğan medyası tarafından sık sık dile getiriliyordu. İşin aslında
bunların hepsi Alman Kılıç ile organik ve inorganik bağı olanların medya metodlarını
kullanarak yaptığı saldırıydı. Bu taktik atakların hükümeti ve yargıyı yıprattığı kesindi.
Fakat her şey planlandığı gibi gitmedi. Gazeteci ve yazar Fehmi Koru, Almanların niyetini
net bir biçimde ortaya çıkardı. Habertürk’te Akşam Raporu programına katılan gazeteci ve
yazar Koru, bunların söylenip yazılmasında bir mahsur bulunmadığını belirterek, şu çok
önemli konuşmayı yaptı: “Böyle bir şeyler varsa ortaya çıkmasında yarar var ama, bunlar
için harcanan zaman kadar asıl öğrenilmesi gerekenin Almanların böyle bir operasyonu niye
başlattığıdır. Hiç kimse bu konu ile ilgilenmiyor. Almanlar bunu hep yapıyorlar. 1997 yılının
Ocak ayında Denizfeneri e.V. davasını gören Frankfurt Eyalet Mahkemesi, ikisi eski
Yugoslav biri Türk vatandaşı olan 3 kişiyi yargılarken birden bire mahkemenin reisi Tansu
Çiller’in adını ortaya attı. Mahkeme Reisi, bunların arkasında Türkiye’de bir siyasetçi var ve
o siyasetçi izleri yok ediyor dedi. Türkiye karıştı. O günün gazeteleri günler boyu bu olayı
manşetlerden verdi. O zaman da Köstebek tarzı manşetlerle Alman yargıcın sözleri ile Tansu
Çiller manşetlere çekildi. 1998 yılının Şubat ayında MGK toplandı ve ondan sonra 28 Şubat

148
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

süreci başladı. Almanlar sonunda böyle bir yanlış yaptıkları için özür dilediler. Ancak özür
dilediklerinde ama ortada bir Refahyol hükümeti kalmamıştı. 28 Şubat’a Almanların
katkısıydı o. Aynı eyalet mahkemesi şimdi de tıpkı o zamanki gibi bir istihbarat biriminin
yardımı ile bu işi yapıyor. Almanya’da Anayasa’yı korumaya yönelik olan bu örgüt
Almanya’da kurulu olan Deniz Feneri derneğinin oradan topladığı paraları hizmet olarak bir
yerlere taşımasından rahatsız olmuşlar. Olayın içine kendi adamlarını sokarak köstebek
oluşturmuşlar bugün de karşımıza o mu bu mu yapıldı diye karşımıza çıkıyorlar. “ dedi.
Ayrıca Fehmi Koru, ‘Almanya’da mahkemelerde anlaşmalı cezalandırma diye bir sistem var
tıpkı ABD’de olduğu gibi, sanığın suçunu kabul etmesi sonucu daha düşük bir ceza veriliyor
ve mahkeme görülmüyor. Almanya sanık olarak karşılarına gelenlerle pazarlık yaptılar, 2-3
yıl cezalar verildi ama Almanlar yargılamadan vazgeçmedi. Aynı dönemde Türkiye’de
medya günlerce cezası belli olan yargılamayı manşetlere neden taşıdı kimse merak
etmedi.”dedi. Koru, bu olayın bir istihbarat operasyonu olduğunu bunu defalarca yazdığını
ancak Almanya’dan tek bir yalanlama gelmediğini söyledi. Koru bu dava ile Almanya’nın
tıpkı Sarkozy’nin Ermenistan’daki soykırım çıkışı gibi Türk siyasetinin içine müdahale
ettiğini savunuyordu. (68)

Almanya'nın Türkiye'deki istihbarat faaliyetleri zaten hiçbir zaman sorgulanmadı. ABD


sorgulanır, İsrail sorgulanır, bütün boyutlarıyla tartışılır ama konu Almanya olunca herkes
sessizliğe bürünürdü. Alman istihbaratının bu ülkenin kılcal damarlarına kadar işlediği
bilindiği halde, Mossad, CIA ve Rus istihbaratının en gizli operasyonlarından bir şekilde
haberdar olunurken bu konuda neden kimse bir söz söyleyemezdi? Bu güne kadar bir çok
sarsıcı olay oldu, suikastler işlendi, etnik ve mezhep eksenli çatışmalar çıkarıldı ama Alman
istihbaratına tek söz söylenmedi. Mesela; Alevi-Sünni meselesinin merkezinde hep Almanya
vardır ama herkes bunu bilmezlikten geldi. Başbakan Tayyip Erdoğan'ın; "Bazı Alman
vakıflarının belediyeler ve müteahhitler üzerinden teröre dolaylı para aktardığı"na dair
cümleleri, sadece PKK'nın para kaynaklarını değil, Alman istihbaratının, derin devletinin
Türkiye operasyonlarını da tartışmaya açması gerekiyordu. Bu fırsat da suskunlukla
geçiştirilirse Türkiye adına gerçekten talihsizlik olacaktı.

Almanya her fırsatta Türkiye ile ilgili her meseleye karışıyordu ve bunun önü alınamadığı
gibi karşılık dahi verilemiyordu. 2010’da Almanya Cumhurbaşkanı Christian Wulff "İslam
Almanya'nın parçası" diyerek bir tartışma başlatmıştı. Türkiye'yi ziyaret ederken Angela
Merkel keskin açıklamalarıyla tartışmayı bitirdi. "İslam'ın ve Müslümanların Avrupa'nın
parçası olmadığını, olamayacağını, bu gerçeğin hiçbir zaman kabul edilmeyeceğini, bu güne
kadarki sessizliğin ve bir arada yaşama söyleminin yanılsamadan ibaret olduğunu, Batı'nın
bu yöndeki gerçek niyetinin hep izlendiğini" söylüyordu Merkel. Aslında bu sözlerin altında
başka bir şey vardı: Almanya ve üzerinden Avrupa Birliği, İslam karşıtlığı tezini ABD'den
devralıyordu. Bu sefer Atlas Okyanusu'nun doğu yakasında şiddetli bir İslam karşıtlığı
yükseliyor, beraberinde aşırı sağın yükselişini, yabancı düşmanlığını tetikliyordu. Eskiden
bunu aşırı sağ gruplar yaparken şimdi, özellikle de ekonomik krizin sarsmasıyla,
hükümetler, devletler yapıyor, yabancıların bir an önce Kıta'dan sürülmesi planlanıyordu.
Tartışma Almanya olunca, konu sadece PKK ile sınırlı kalmıyordu. 2011’in Şubat ayında,
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nde (KKTC) yapılan Türkiye karşıtı protestoları yaptıranlar,
"Türkiye defol" sloganları attıranlar da onlardı. Yani Almanya işin merkezindeydi. Bu

149
FARUK ARSLAN

konuda bir diğer çarpıcı örnek daha var: Türkiye'de tam Ergenekon operasyonları başladığı
günlerdi. Almanya'da bir anda Türkler'in oturduğu evler yakılır oldu. Almanya'nın bir çok
eyaletinde, Avusturya'ya kadar yüzün üzerinde ev kundaklandı. Birkaç somut örnek vermek
gerekirse: 3 Şubat 2008: Ludwigshafen'deki yangında 9 kişi öldü, 60 kişi yaralandı. 14 Şubat
2008: Aldingen'de bir Alman, Türklerin apartmanını ateşe verdi. 19 Şubat 2008: Marburg'da
yine bir Türk ailenin evi 2 saat arayla 2 kez kundaklanmak istendi. 21 Şubat 2008: Münih'te
evleri kundaklanan Türk aile ölümden döndü. Olaylar o kadar çoğalmıştı ki Almanya'dan
Türkiye'ye sürekli cenazeler geliyor, kundaklamalar hız kesmiyordu. Oysa aynı dönemde
ışırı sağ grupların bir taşkınlığı, yürüyüşü izlenmiyordu. Kim yapıyordu bunları? Neden hiç
kimse yakalanmıyordu? Tam bir derin devlet operasyonuydu bu.

Uzun süre devam eden yangınların failleri bulunamadı, gizlendi. Bir kişi bile ceza almadı. En
son Alman Federal Savcılığı, bir açıklama yaptı ve bütün dosyaları kapattı. Türkiye'de onca
dernek, vakıf, insan hakları örgütü, medya organı, yazar-çizer sadece sustu. Saldırılarla ilgili
bütün dosyalar kapatıldı. Belki, Başbakan'ın bu açıklamasının başlattığı tartışmalarla bu so-
ruların cevapları da ortaya çıkar. Sorular şöyleydi:

Alman devleti ya da AB, Türkiye'deki STK'ları da mı susturuyor? Türkiye kamuoyunun te-


pkisi satın mı alındı? Yıllardır suskun kalan Alman aşırı sağı, çeteleri, neden Ergenekon ope-
rasyonu başladıktan sonra harekete geçti? Kontrolden çıkmış ırkçı tahrikler sokaklarda his-
sedilmezken, saldırılar devlet içinde bir yerlerden mi yönetiliyor? Avrupa'da yabancı
düşmanlığı eskiden halk kesimindeydi. Şimdi yönetimler bunu yapıyor. Öyleyse, devlet
böyle tehditlerle bu "sorun"dan kurtulma yolunu mu tercih ediyor? Türkiye'deki saldırılarla,
operasyonlarla Almanya'daki saldırılar arasında bir bağ var mı? Birileri Türkiye'de Alman
derin devletine yakın unsurları tasfiye etmeye girişti de, bunun intikamı mı alınıyor?

Fakat her şeye rağmen Almanya'nın Türkiye operasyonları üzerindeki sis perdesi daha
doğrusu perdeleme kaldırılamıyordu. Türkiye'yi her alanda köşeye sıkıştırmaya çalışan bu
ülkenin, sivil toplum kuruluşları üzerindeki kontrol edici pozisyonu nedense tartışmaya bile
açılamamıştı. Sivil Türk vatandaşları yanarken, cenazeleri Anadolu'ya taşınırken bile, bu ci-
nayetlerden sorumlu Alman derin devletinin, "Alman Ergenekonu"nun sorgulanamadığı
gerçeği ortada dururken, PKK'ya para transferinin önüne geçmek pek tabiki mümkün
olamıyordu. (69)

Beşi çocuk dokuz kişinin yandığı o dehşet saldırıyı hatırlayan var mı bugün? Camdan atılan
sekiz aylık bebeğin görüntüsünü, karnındaki beş aylık bebeğiyle can veren anneyi. Ludwigs-
hafen'dan Gaziantep'e uzanan trajedi ne çabuk unutuldu? Ya da nasıl oldu da bu kadar ko-
lay unutturabildiler? Hem Almanya'da hem de Türkiye'de olayın üstünü nasıl örtebildiler? O
korkunç saldırıdan sonra, haftalarca devam eden, onlarca saldırıyı da, yangını da unutturdu-
lar. Almanya'nın hemen her bölgesinden Viyana'ya kadar, Türklerin oturduğu binalara yöne-
lik son derece sistematik saldırılarla ilgili şu ana kadar hiçbir gelişme olmadı. Saldırganlar
bulunamadı. Olayın aslı çözülemedi. Hiç kimse tutuklanmadı, yargılanmadı, mahkum ol-
madı. Onlarca saldırı olur ve bunların hiç biri çözülemezse, çözülmezse ne düşünmek gere-
kir? Aynı saldırılar Türkiye'de olsaydı, “yabancı”lara karşı olsaydı bütün Avrupa birleşip
Türkiye'ye hangi türden yaptırımlar uygulardı tahmin etmek dahi güç.

150
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Dosya tamamen kapatıldı, soruşturma durduruldu. Soruşturmayı yürüten Frankenthal Sa-


vcılığı, yangının nedeninin çözülemediğini, bu halde soruşturmanın yürütülmesine gerek
kalmadığını açıkladı. “Kundaklama” olmadığını ise ısrarla vurguladı. Savcıya göre ev hataen
yakılmış olabilirdi! Oysa görgü tanıkları binayı yakan kişiyi görmüştü. Daha sonra ifadeleri
değiştirildi. Nasıl değiştirildi, neden değiştirildi, bilinmiyor. İyi niyetli düşünelim. Peki he-
men ardından hemen her şehirde benzer saldırılar oldu, yangınlar çıktı. Onlar nasıl oldu? Bu
Türkler, hep birlikte evlerini yakma kararı mı aldı!

Acaba saldırılar münferit olaylar mıydı? Aşırı sağcı/ırkçı kesime mensup kişi veya küçük
grupların kendi tasarrufları mıydı? Yoksa çok daha derinden, sistemin içinden güçlerin
yönettiği, yönlendirdiği çeteler miydi? Bir derin devlet operasyonu muydu? Sadece aşırı
sağcı demek tanımlama için yetmez. Aynı dönemde aşırı sağ gösteriler, taşkınlıklar olmu-
yordu. Ama kundaklamaların son derece sistematik ve belli bir amaca yönelik olduğu be-
lliydi.

Öyleyse ortada gerçekten başka bir hesap vardı. Bu hesap görüldü ya da politika değiştirildi.
Bu yüzden bu süreci “Alman Ergenekonu” olarak niteledim. Öyle inanıyorum. Sadece
sonuçlardan hareket edilse dahi, sadece saldırıların şekline bakılsa dahi bu sonuç çıkıyor or-
taya. Soruşturma dosyası kapatılarak, saldırılar çözümsüz bırakılarak Almanya kendisini bir
şekilde sıkıntıdan kurtarmış oldu.

Şimdi İbrahim Karagül’ün Yeni Şafak gazetesinde yazdığı çok önemli iki yazıdan alıntılar
yaparak bu olaylara bir kez de onun gözünden bakalım.. İbrahim Karagül, Deniz Feneri da-
vasının neden o dönem için bir yıl sonra başladığını sorgularken aynı zamanda Almanya’da
o dönemde yaşanan meşum vakayı da hatırlatıyordu. Hani o Türklerin evlerinin
yakıldığı,bebeklerin camlardan atıldığı ve sonunda tabutların Almanya’dan Gaziantep’e
taşındığı o soru işaretleriyle dolu kötü hadiseyi… 9 Eylül 2008 tarihinde Yeni Şafak’ta ya-
yınlanan İbrahim Karagül’ün başka bir yazısının bir bölümünü okuyalım tekrar:

“… Davanın (Deniz Feneri e.v H.Ö) bu denli gürültü koparmasının sebebi sadece; Türkiye’de
iç siyaseti etkilemesi, içeride birilerinin bunu birilerine karşı kullanılması değildi elbet. Da-
vanın kendisi, böyle kurgulandı. Yolsuzluk davası olarak değil, Türk iç siyasetini etkile-
meye, belli bir siyasal çevreyi yıpratmaya dönük olarak kurgulandı. Tartışmanın tarafları
da sadece Ak Parti ya da Başbakan Tayyip Erdoğan’la Aydın Doğan ya da Doğan Grubu
değil. Almanya gerek davanın hazırlanış biçimi, gerek kamuoyuna sunuş biçimi, ge-
rekse Türkiye’nin iç siyasetini etkileyecek hatta bir hınç kampanyasına dönüştürecek şe-
kilde pazarlanması açısından tartışmanın en önemli tarafı oldu. Hatta tartışmayı yönlen-
diren taraf durumunda. Türkiye’de kendine yakın olanlar üzerinden Türk siyasetine bir de-
rin “Alman müdahalesi” izliyoruz. İşte burada bizim de söyleyeceklerimiz var.

Alman yargısı ile Alman dış politikası arasındaki bağ oldukça kaba bir şekilde kendini his-
settiriyordu. Sadece bu olayda, Deniz Feneri davası üzerinden AK Parti iktidarını hırpa-
lama girişiminde değil, çok acı bir olayda daha gördük bunu biz.

151
FARUK ARSLAN

Almanya’daki yangınları hatırlayın. Hani Ludwigshafen’dan Gaziantep’e uzanan acıyı,


beşi çocuk dokuz kişinin nasıl yakıldığını, pencereden atılan bebeği hatırlayalım.
Ardından Almanya’nın her köşesinde, her kentinde, her kasabasında Türklerin oturduğu
evlere yönelik kundaklama faaliyetlerini hatırlayın. Hatta bu saldırıların Viyana’ya kadar
yayıldığını.. Yangınlar son derece sistematikti. Belli bir haritaya göre saldırılar
gerçekleşiyordu. Bildiğimiz neonazi saldırılarına hiç benzemiyordu. Ne tuhaf, saldırganlar,
Türkiye’de bile hemen her sokakta olan, kameralar tarafından bile görüntülenmiyordu.
Dokuz kişinin can verdiği Ludwigshafen olayıyla ilgili elli uzman aylarca çalıştı. Görgü
tanıkları nedense ifadelerini değiştirdi. Hiç kimse yakalanmadı, gözaltına alınmadı, tutu-
klanmadı, yargılanmadı. Sadece bu olayda değil, hemen sonrasında başlayan kundaklama
olayları ile ilgili de (belki sayısı yüzü geçmiştir) hiç kimse yakalanmadı, sorgulanmadı,
yargılanmadı.Diyelim yüz tane ev yakıldı. Alman polisi kimseyi bulamadı. Alman savcılığı
hiç kimseyi mahkemeye sevk etmedi. Böyle adalet teşkilatı, böyle polis teşkilatı, böyle is-
tihbarat teşkilatı mı olur? Oysa böyle olmadığını, Almanya’nın bu kurumlarının ne ol-
duğunu biliyoruz. Aynı adliye sistemi bakın Deniz Feneri Davası’nda ne kadar becerikli.
Neden? Çünkü bu davanın başka hedefleri de var. Alman Federal savcılığı doğru dürüst
hiçbir açıklama yapmadan dosyaları kapattı. Hem de büyük bir pişkinlikle. İşin daha da
tuhafı, kimse; “yahu neler oluyor” diye sormadı.

Ben Almanya’nın bu tuhaf tutumunu sorgulayan yazılar yazdım. Olayı “Alman Erge-
nekonu” olarak niteledim. Yangınların; Türkiye’deki Ergenekon davasından bir hafta
sonra başlamasına dikkat çektim. Şimdi “Alman Ergenekonu” kavramını yeniden
düşünüyorum. Türkiye’deki Ergenekon operasyonu sonrasında Almanya’daki sistematik
derin devlet operasyonlarını yeniden düşünelim. Türkiye’deki Ergenekon operasyonunun
taraflarını da bir kez daha hatırlayalım. Her hangi bir yolsuzluk davası üzerinden, Erge-
nekon tasfiyesinin de içinde bulunduğu, nasıl bir siyasi kampanya yürütüldüğünü, bu kam-
panyanın Türkiye’deki iktidar aygıtlarını ne yöntem sarsma hedefinde olduğuna özellikle
dikkat edelim. Ama özellikle taraflara, hangi operasyonun hangi ülkeleri rahatsız ettiğine ba-
kalım derim ben.…” (71)

Bu yazının öncesinde İbrahim Karagül Alman Ergenekonu ile Türkiye’deki Ergenekon ya-
pılanmasını konu alan başka yazılar da yazdı ve birçok soruyu köşesine taşıdı. İbrahim bu
yaptığı ile bazı çevreler tarafından eleştirildi. Ancak o iddialarında ve rahatsızlık veren
yazılarında ısrar etti. Israr ettiği konuların çoğunda zaman Karagül’ü haklı çıkardı. Gerçek-
tende Almanya'ya ne oluyordu? Avrupa kimleri yakacaktı? Ekonomik krizle sarsılan
Avrupa, inanılmaz bir şekilde korumacı, dışlayıcı, hoşgörüsüz, agresif bir hal alıyor ve hızla
aşırı sağa kayıyordu. Son altmış yılda biriktirdiği değerlerden uzaklaşıyor ve İkinci Dünya
Savaşı dönemindeki tehlikeli ruh haline dönüyordu. Yıllardır birlikte yaşadığı insanları
tehdit görüyor, onlarla aralarına kalın duvarlar örüyor, sahiplendiği, övündüğü, model ola-
rak dünyaya sunduğu her şeyi elinin tersiyle itiyordu. Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne tam
üyeliğinin ötesinde bir sorundu bu. Tam üyelik artık her iki tarafta da sorgulanıyor ve "özel
ortaklık" denemesi etkisi kaybediyordu. Türkiye kendini merkeze alan uzun bir yürüyüşe
çıkarken Avrupa, bırakın kültürel sınırlarının ötesine taşmayı, kendi içindeki "farklılıklar"ı
bile yok etmeye dönük politikalara yöneliyordu.

152
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

ABD ve İngiltere'den periyodik olarak yükselen "yeni terör tehdidi"ne yönelik uyarıları cid-
diye almayan, İçişleri Bakanı'nın açıklamasıyla kendileri için böyle bir durumun söz konusu
olmadığını duyuran Almanya, son günlerde ısrarlı biçimde terör tehdidi konusunu işliyordu.
Sanki bir şeyler için böyle bir tehdit algılamasından medet umuluyordu. Alman Federal Me-
clis binasına biri Türk altı kişinin saldırı düzenleyeceği iddiaları bizzat Başbakan Angela
Merkel tarafından teyit edildi. "Tehdit maalesef gerçek" açıklamasından sonra ülkedeki Müs-
lümanlar ve Türkler adeta göz hapsine alındı. Bazı siyasiler, Müslümanların muhbir olması
gerektiğini bile söyler oldu. Ardından camilere yönelik tehditler başladı. Alman siyasilerin
ve karar alıcıların böyle bir tehdit algılamasına yönelik tutumları, sokakları belli bir
"düşman"a karşı harekete geçiriyordu. Almanya için Türkler ve Müslümanlar tehdit sırala-
masında listenin en üst sıralarına yükseliyor. Yabancıların Almanya'yı terk etmesine, bu so-
runun temelden çözülmesine yönelik bir psikolojik operasyon hali söz konusuydu.

Asıl sorun veya soru şuydu: Almanya 'Ergenekon'u ne zaman çökertilecekti? Zamanla
Almanya'nın Ludwigshafen kentinde 2 Şubat'ta meydana gelen yangınla ilgili
ayrıntılar ortaya çıkmaya başladı. Beşi çocuk dokuz kişinin can verdiği trajik olayla
ilgili elli uzman dört hafta çalıştı. Ama ulaşabildikleri tek bir sonuç yangının bir kun-
daklama olduğuydu. Yangın, bodrumdaki merdivenlerin ikinci basamağında
çıkmıştı. orada her hangi bir elektrik tesisatı olmadığından yangının dışarıdan bir
müdahale sonucu çıktığı kesindi. Verilen bilginin hepsi bu kadardı. Şüpheli ya da
şüphelilerle ilgili araştırma sonuçlarına ilişkin merak edilen diğer konularla ilgili
hiçbir şey söylenmiyordu. Oysa yangından hemen sonra, olaya şahit olan iki kız ço-
cuğunun birbirini teyid eden açıklamaları yetkililerin söyleyemediğini gayet açıklıkla
anlatıyordu: "Dışarıda bir adam vardı. Genç gibiydi. Saçı siyahtı. Değnek, kağıt ve
çakmak vardı. Kuzenim kapıyı kapamaya çalışıyordu. Adam ayağını soktu. Kağıdı
yakıp bebek arabasının yanına attı. Biz de korktuk yukarı gittik. Bedriye dedesine
'aşağı yanıyor' dedi. Dedesi yangını söndürmeye çalıştı başaramadı. Sonra itfaiyeciler
geldi..."

İki ülkeyi de derinden yaralayan bir cinayetti bu. 1993'te beş kişinin hayatını kaybet-
tiği Solingen saldırısından çok daha vahimdi. Türk ve Alman kamuoyu acıyı birlikte
paylaştı. Ancak, camdan atılan sekiz aylık bebeğin görüntüsü, Türkiye toplumunun
hafızasından kolay kolay silinmemişti. Karnındaki beş aylık bebeğiyle yanan annenin,
2 ve 3 yaşlarındaki çocukların ve diğer kurbanların Gaziantep'e taşıdığı acı da hiç bir
zaman unutulmadı.

Fakat henüz her şey bitmemişti. Türk ve Alman toplumu çok geçmeden aynı şeylerle
tekrar yüzleşmek zorunda kaldı. Ludwigshafen'daki saldırının ardından Almanya'nın
başka bölgelerinde de Türkler'in oturduğu binalarda yangınlar çıkmaya başladı.
Yangınların çıkış tarzı, çıktığı bölgeler, yangınların mağdurlarının kimliği, hepsinin
kundaklama olduğunu gösteriyordu. Olaylar çok geçmeden Avusturya'ya bile sıçradı.

Kundaklamalar ardı ardına geliyor fakat resmi soruşturma ve kamuoyunu bilg-


ilendirme aynı hızla ilerlemiyordu. Sanki olayların belli bir hedef gerçekleşene kadar
sürmesi gerekiyor gibi bir izlenim dahi oluşmaya başlamıştı kamuoyunda. Halbuki

153
FARUK ARSLAN

hem Türk hem de Alman kamuoyunda hemen herkes saldırıların faillerini bulmak bir
yana, cinayet şebekesini besleyen bataklığın kurutulması için köklü adımların atıl-
masını isiyordu. Acaba saldırılar münferit olaylar mıydı? Aşırı sağcı/ırkçı kesime
mensup kişi veya küçük grupların kendi tasarrufları mıydı? Yoksa çok daha derin-
den, sistemin içinden güçlerin yönettiği, yönlendirdiği çeteler miydi? Sadece aşırı
sağcı demek tanımlama için yetiyor mu? Yetmediği kesindi. Bu soruları sormak,
cevaplarını aramak öncelikle Alman yönetiminin göreviydi. Burada Malatya'daki
saldırıyı hatırlamak tam sırası olabilir. Zirve Kitabevi'ne yönelik saldırıyı. Bir Alman
misyonerin boğazlanmasını. Bu vahşi cinayet Avrupa'da nasıl algılandı? Tahammül-
süzlük, höşgörüsüzlük, barbarlık, Türkiye'de ulusalcı çeteleşme olarak algılandı.
Ludvigshafen'daki saldırı Malatya'daki cinayetten daha mı az barbarcaydı? Aynı
değerlendirmelerin Almanya'daki saldırılar için de yapılması gerekiyordu. Alman-
ya'nın da bunları sorgulaması gerekiyordu. Sadece aşırı sağcılar demek yetmiyor,
örgütsel bağlantılarının çökertilmesi, sistem içindeki uzantılarının deşifre edilmesi
gerekiyordu. Türkiye'deki Ergenekon operasyonunun benzerinin orada da yapılması
gerekiyordu.

DENİZ FENERİNİ ALMAN MİSYONERLİĞİ Mİ SÖNDÜRDÜ?

Şimdi tekrar Deniz Feneri olayına dönelim ve bu konunun arka planına göz atalım.
Almanya gibi büyük bir devleti neticede bir yardım kuruluşu yolsuzluğu olan Deniz
Feneri olayıyla ilgilenmeye iten ne olabilirdi? Cevap aslında basit: Misyonerlik. Misy-
onerlik faaliyetlerinde en radikal adımları atan, en geniş coğrafyada çalışmalar yapan
ve bunu bizzat devlet politikasına dönüştüren ülkelerden biri Deniz Feneri id-
dialarının odağında bulunan Almanya’dır. Bu bakımdan Avrupa'daki Türk isçiler de
misyonerliğin ilgi alanlarından biri olmuştur hep. Onlara yönelik çalışmalar, bilhassa
OM (Operation Mobilization), WEC (WEC International), “Friends of Turkey” ve
“Orientdienst” isimli kuruluşlarca yürütülmüş ve yürütülmektedir. Bu çaba aslında
çok gerilere uzanmaktadır. Almanya Musnter´de bulunan İlahiyat Fakültesi, 1910
yılında devletten misyonerlik ile ilgili bir bölüm kurulmasını isterken, “Misyonerlik
ile Yüksek Okullarımızda hem teolojik, hem de ilmî olarak uğraşmak, Alman
devletinin çağımızda sürdürdüğü kolonileştirme gayret ve çabalarını başarılı kılmak
için bir zaruret halini almıştır” gerekçesini öne sürer. Öte yandan, son yıllarda Tü-
rkiye ve Türk dünyasına yönelik misyonerlik faaliyetlerini Almanya merkezli olarak
inceleyen araştırmacılar, bu ülkedeki gerek Katolik, gerekse Protestan misyonerlik ku-
ruluşlarının, bağışlar, kilise gelirlerinden kesintiler ve gayrı menkullerinin kiraları
gibi gelirlerinin yanı sıra, Almanya hükümetinin gizli ödeneklerinden de finanse
edildiklerini belgeleri ile ortaya koymuştur. İşlerde zaten bu noktadan itibaren
karmaşıklaşmaya başlamıştır, çünkü hıristiyanlığı yayma faaliyeti olan misyonerliğin
karşısına başka bir hareket çıkmaya başlamıştır.

Deniz Feneri ve Deniz Feneri eV. “Yüzyılın İyilik Hareketi” sloganıyla misyonerlik
amacı taşımadan, bu Alman misyonerlik kuruluşlarının çalışma sahalarının ta-
mamında, yoksullar, afetzedeler, kriz mağdurları ve iç kargaşalarla yaşamını
sürdürme zorluğu çeken milletlere hayırseverlerin bağışlarını ulaştırdıkça, bu hareket

154
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

misyonerlerin hedefine oturur. Türkiye merkezli Deniz Feneri, Almanya adresli Deniz
Feneri eV., cemaat odaklı Kimse Yok Mu gibi; kimi cemaat, kimi ise bağımsız girişim
hareketi olan yardım kuruluşları, kimi zaman Uganda’da, kimi zaman Somali’de,
kimi zaman Avustralya’da, kimi zaman Çin’de, kimi zaman Japonya’da, Tacikis-
tan’da, Kırım’da, Azerbaycan’da, Yunanistan’da kısaca dünya coğrafyasının her
noktasında yardıma muhtaç insanlara el uzattıkça, başta Almanya olmak üzere Hıris-
tiyan misyonerlerin hedefine oturdu.

TÜRK MEDYASININ TAVRI

Ülke TV’deki Sıradışı’nda ise, CHP ile Almanya’nın Türkiye’deki vakıfları arasındaki ilişkiler
ve CHP’ye bu vakıflardan yapılan yardımın belgesi ortaya kondu. Turgay Güler’in konuğu
Talip Doğan Karlıbel, CHP ile Alman Vakıfları arasındaki bağlantıları ortaya koydu. CHP
MYK üyesi Ali Kılıç’ın Alman vakıflardan aldığı yardımın belgesi programda gösterildi. Bu
yayınlar sonrasında, Yargıtay Başsavcılığı CHP ile Alman Vakıfları arasındaki ilişkiye
yönelik soruşturma açtı. Cumhuriyet ve Milliyet gazeteleride geçmişte yabancı vakıflarına
karşı yayınlar yaptı. Şimdi ise Kanal 7 ve Vakit gazetesi yabancı vakıflara yönelik yayın
yapabiliyordu. Bunun nedeni menfaat ilişkileridir. Aydın Doğan medyası tamamen olayları
örtpas peşindeydi. Alman vakıflarının Türkiye’deki faaliyetleri sonrasında ya birçok insan
öldürülmüş, ya pasivize edilmiştir. Bazı gruplar bazı sivil toplum kuruluşları kullanılarak
ciddibir etki ajanlığı yapılmıştır. Bu şahısların Türkiye’de yarıgılanmalarını sağlayacak
deliller toplandığı halde bu kişiler tahliye edilmiştir. Bu vakıflar Atatürk aleyhtarı faaliyetler
yapmasına karşın CHP bu vakıflarla işbirliği içinde olmuş, hatta CHP’li Şahin Mengü bu
vakıfların avukatlığını yapmıştır. 2002 yılından sonra bu vakıflar örtülü bir şekilde ödemeler
yapmaya başlamıştır. Bu konu 2009’da medyada gündeme getirilmişti. Ali Kılıç aynı
zamanda bir Alman vakıfının üyesidir. Alman Vakfı’nın da Ali Kılıç’a yaptığı yardıma dair
banka dekontu da mevcuttur. Bu belge savcılarımızın emrindedir. İşin ilginci CHP tüm bu
ilişkileri yayınlıyordu. Ancak arşivler bu ilişki bağının çok ciddi olduğunu ortaya
koymaktadır. Alman düşmanlığı yapmak niyetinde değiliz. Ancak Türkiye’nin önde gelen
bir parti veya kurum Almanya’dan demokrasi dersi alacak değildir. Biz soykırım yapmamış
bir milletiz. Soykırım yaptığı belgeli bir ülkeden de ders alacak durumda değiliz. Almanya
en büyük altın ihracatçısı, Türkiye’nin de altın üretimini önlemek için de elinden geleni
yapıyor. Almanya’da altın üretimi olmamasına rağmen başka ülkelerden aldığı altını
işleyerek en büyük altın tüketicisi konumundaki Türkiye’ye sattığı için bu ticaretin
bozulmasınını istemiyor. (78)

155
FARUK ARSLAN

Yedinci Bölüm
KILIÇ’IN KÜRT VE SURİYE POLİTİKASI
Buraya kadar olan bölümde Almanların Türkiye’nin kadim sorunlarına yoğun ilgisinden
bahsedildi. Bunların arasında en önemlileri Alevi ve Kürt sorunuydu. Peki Almanların
Kürtlere olan ilgisi nereden geliyordu ve neden PKK sorununu bu denli kaşıyorlardı? Sıra bu
konunun geçmişine göz atmaya geldi. Burada, 1990’lı yılların başına geriye dönelim ve
Almanların Kürtlere olan ilgisinin kilometre taşlarına göz atalım. 1991 yılıydı, Almanya ve
Batı medyasında PKK'yla çok sıkı bir şekilde tartışılıyor ve şu konular gündeme geliyordu:
PKK ayrılıkçı bir silahlı güç olarak siyasi mücadelesini silahla veriyor ve ülkede gördükleri
baskı rejimine tepki olarak Kürt bölgesini Türkiye sınırlarından ayırmak ve bağımsız bir
Kürdistan devleti kurmak istiyordu. Türkiye medyası ise buna karşılık, genelde Kürtleri hiç
bir bakımdan önemsemiyor ve PKK'yı da gözü dönmüş üç beş kişilik bir terör gurubu ve bir
papulcu takımı gibi horlayıcı bir dille lanse ediyordu ve henüz ülkede öldürülen insanların
sayısı 40 binlere ulaşmamıştı.
Türkiye kendi tezini demokratik batı ülkelerine kabul ettirmek için olağanüstü çaba
harcıyordu. Bu çerçeveden Türkiye genelkurmayı Almanya genelkurmay başkanını
Türkiye'ye davet etmişti. Resmi ziyaret çerçevesinde Alman general Diyarbakır da dahil
birkaç yere götürülerek bazı gerçekleri bizzat yerinde görmesi ve ona göre bir değer
yargısında bulunması istenmişti. Almanya genelkurmay başkanı Türkiye'de iken DPA
ajasına demeç vererek „Türkiye'nin teröre karşı haklı bir mücadele verdiğini ileri sürünce her
şey bir anda karıştı. Almanya savunma bakanlığı, emrindeki genelkurmay başkanını resmi
ziyareti henüz tamamlayamadan geri çağırdı ve görevine derhal son verdi. Gerekçe: Yetkisi
olmadığı halde siyasi konularda kişisel görüşünü açıklamasıydı. Çünkü Almanya'da herkese
her konuda oldukça geniş bir kapsamlı görüş açıklama özgürlüğü olduğu halde askerlere
yasaktı. Türkiye’deki bazı aydınlar PKK siyasallaşmak istiyor iddiasında bulunurken,
Almanya devleti ve hükümeti konuyu zaten siyasi olarak algıladığı için kendi
genelkurmaybaşkanı görev ve sorumluluklarının dışına çıkmakla itham etmiş ve görevine
son vermişti.

O halde şu soru sorulabilir: Almanya neden PKK sorununu terör sorunu olarak değil siyasal
bir sorun olarak algılanmasını istiyor ve buna aykırı hareket eden genelkurmay başkanıyla
dahi ters düşebiliyordu. Aslında bu soruya cevap verebilmek için PKK’nın kuruluş yıllarına
gitmek gerekiyor. Daha 40 yıl öncesine kadar ortalarda yokken PKK Almanya’nın da
içerisinde olduğu üçlü bir ittifakla kurulmuştu. PKK´yı kuran, Sovyet KGB’sinden
devralarak 1990 sonrası destekleyen İsrail + ABD + Almanya üçlüsüydü. Eşzamanlı olarak
Ergenekon´u besleyerek, ‘mason darbeci paşalara’ güneydoğuyu bombalatmış, faili
meçhuller cinayetler işlettirip, uyuşturucu kaçakcılığında rol aldırıp, PKK´nın zemin

156
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

bulmasını ve büyümesini sağlamışlardı. BND ve PKK bağlantısı oldukca belirgindi. Alman


derin devletinden bahsederken, BND’nin Alman şirketleri ve Türkiye’deki enerji ihalelerine
göz atmak gerekiyordu. Sadece Almanya’dan Ankara’ya uçan Almanların nereden
geldiklerine bakılsa yeterliydi. Almanlar, Ergenekon’la yaptıkları işbirlikleri sayesinde
Ankara’dan rahatlıkla ihale alabilmeye başladılar. İşin asıl ilginç tarafı Bu derin Almanların
neler yaptığını gözetenin, soruşturanın olmamasıydı. HalbukiTürkiye’de yabancı ajanların
gayri resmi faaliyette olması anayasamıza aykırıydı. Bu ajanların toplanması, deşifre ve
sınırdışı edilmesi gerekiyordu. Diğer yandan Türkiyenin Almanların BND’si kadar başarılı
bir örgütü yoktu. 1990’larda Almanya’ya PKK’lı ailelerin göç etmesinin sadece ekonomik
nedenlerden dolayı olduğunu bile bile onları ilticacı statüsünde Almanya’ya kabul ettiler.
Göçü siyasi bir olgu gibi göstermeye çalıştılar. Hatta onlara maaş bağladılar. Kağıt üstünde
hakimlere gerekenleri söyleyen ve Türkiye’yi şikayet eden Kürtler, Türkiye’den rüşvetle
aldıkları sahte mahkeme belgeleri ve evraklarla yıllarca Almanları kandırdılar. Almanya’ya o
dönemde 11 binden fazla direk PKK’lı olduğunu söyleyerek iltica eden Türk vatandaşı
bulunuyordu. Bunlar Kürdistan’dan geldiklerini ifade ediyor ve Almanlar da olmayan bir
devleti kabul ediyordu.

2000’li yıllarda Türkiye’nin Kürtlerle ilgili bir etnik sorun olmadığını bildirmesi yüzünden
Kürt sığınmacılar, Almanya’dan sürülme korkusuyla yaşıyorlardı. Geçmişte oturum ve
vatandaşlık almış, aşırı militanlaştırılmış, siyasileştirilmiş Kürtlerin Türkiye’ye geri
dönmesinde Türkiye’nin bir faydası olmadığı için Ankara sessiz kalıyordu. Ancak 2002
yılından beri Türkiye’den iltica taleplerinin yüzde 92’si ret edildi. Gittikce bu nüfus
Almanya’nın başına bela olmaya başlamıştı. Hatta Alman polisi Türk polisinden yardım
istemek zorunda kaldı. Berlin’de 2010 yılından beri Türk polisi Alman polisi ile birlikte
çalışıyordu. Alman makamları, Kürtlerin Alman sosyal devlet sistemine pahalıya patladığını
anladığında artık çok geç kalmıştı. Kürt politikalarında değişiklikler yapmak kaçınılmaz hale
geldi. Alman medyasına halen PKK’lıların yönlendirdiği asker düşmanlığını yansıtan azgın
nefret ve düşmanlık dili hakimdi. ABD’nin ardından Almanya’da 1993’de PKK’ yı terör
örgütü ilan etti. Almanya Adalet Bakanlığı ve İç İşleri Bakanlığı Müsteşar Yardımcıları ile
Ekim 2000’de bu konuları görüşmüştüm. Yetkili isimlere, eline kan bulaşmış, PKK’lı 11 bin
katil militanı neden göz göre göre sığınmacı olarak kabul ettiklerini sormuştum. Verdikleri
cevap ilginçti: Yıllarca Türkiye’de idam cezası vardı, ayrıca bu PKK’lıları Türkiye’ye iade
etsek hapishanelerde onları bekleyen işkence vardı. İşin gerçeği ise, Almanlar PKK’lılardan
korkuyordu. Hiç bir Alman mahkemesi PKK’nın aktif militanlarını doğru şekilde
yargılayamıyordu. Sebebi, PKK’lıların Almanya’da dava hakimlerini tehdit etmesi ve
korkutmasıydı.

Diğer yandan Almanlar ülke içinde yükselen Dazlak ve Neonazi eylemleri ve şiddetini
durdurmaktan dahi acizdi, Türkiye ise kendi içinde PKK’ lılarla mücadelede başarısız
kaldığından Almanya’daki PKK’lılara sıra gelemiyordu. Diğer yandan Almanya her ne kadar
PKK lılardan rahatsız olsa da Türkiye’ye karşı oluşmuş bu diaspora işine geliyordu.
2011 Ekiminde Erdoğan’ın, Alman Vakıfları ve Alman Kalkınma Bankası’nın kredi ve
hibelerinin yanlış yerlere gittiğini, ülkenin bölünmesi için kullanıldığını yüksek sesle ortaya
atması bir anda üllkeyi ayağa kaldırdı. Bu iddia sahibi ülkenin başbakanıydı ve çok ciddi bir
iddia ortaya atmıştı. Neredeyse iki ülke arasında savaş çıkaracak kadar, büyük bir olaydı bu.

157
FARUK ARSLAN

Peki hükümet bu iddiayı neden ortaya atmıştı? Sebep aslında çok basitti, Almanya’da
yaşayan Kürtler Ağustos 2011’de bir takım militanca faaliyetlarde bulunan dernek ve
kurumlara ulusal statü elde etmek üzere imza kampanyası başlatmışlardı. Toplanan yeterli
sayıda imza Alman Parlamentosu’na sunulmuş ve yasal süreç işlemeye başlamıştı. İşte
birçok faktör öne çıksa bile belirleyici factor PKK’lı Kürtlerin Avrupa ayağının statüsü elde
etme çabasıydı. Almanlar Kürtler yerine Türkiye’yi seçecekti elbette…

MİT GÖRÜŞMESİNİ ALMANLAR MI SIZDIRDI?

Almanya’nın PKK’nın siyasallaşması konusunu tamamen kendi çıkarları konusunda


yönetmeye başladığı çok geçmeden belli oldu. PKK’nın siyasallaşmasının kendi çıkarları
aleyhine veya kendi istemedikleri bir zamanda olmasını istemiyorlardı. Bu sebeple 2011’de
patlayan MİT Müsteşarı Hakan Fidan ile PKK’nın Avruapa sorumluları arasında yapılan
gizli görüşmelerin haberini kayıtlarıyla basına sızdıranın Alman Gladyosu Kılıç veya BND
olduğu neredeyse kesindi. Almanlar ise görüşmeleri medyaya sızdıranın İngiliz istihbaratı
MI6 olduğunu yaydı. Ortak amaçları belliydi: PKK ile Türkiye’nin barış yapmasını
engellemek. Türk milliyetçiliğini körükleyerek Türk ve Kürtleri birbirinden ayırmak.

Dolayısıyla Alman vakıfları dosyası ve MİT’in Oslo fiyaskosu konusunda Başbakana doğru
bilgiler geldiği kesindi. Hakkâri ve Diyarbakır’dan 12 Haziran 2011 seçimi öncesi gelen bir
başka bilgi gelişmeleri teyid ediyordu: Global Ergenekon’un Suriye’de başlattığı Baas
rejimini devirme hamlesiyle eşgüdümlü olarak gelişecek olan Hakkari’de oynanan büyük bir
oyun söz konusuydu. Çünkü kriz düğmesine aynı merkezden basıldı. Ergenekon’un baronu
ve ejderi, global Ergenekon’dan aldıkları cesaretle ‘Kürt kozunu’ sahneye koydu. Kandil ve
İmralı’nın emirlerini CIA ve Mossad’dan aldığı talimatlarla yerine getiren Demokratik
Toplum Kongresi (DTK) ve BDP, “sürgünde Kürdistan parlamentosu” adı altında özerklik
kurmaya hazırlanıyordu. Mesele Kürt sorununu çözmek değil, çözdürmemekti...
Peki bu noktaya nasıl ve neden gelindi? 10. Ergenekon dalgasında mason localarına
ulaşılması, global Ergenekon’u rahatsız etmişti. İstanbul baronları ve medya ayaklarına
dokunulmaması için hükümetle pazarlığa giriştiler. Başarılı da oldular, Ergenekon
soruşturması sadece ordudaki suçlulara yönelirken, işin finans kısmı bilerek görmezden
gelindi. Medyanın propaganda ayağında tutuklananlar ise deyim yerindeyse devede kulaktı.
Seçimde zoraki seçtirilen Silivri ve PKK adaylarının oluşturacağı kaos da planlıydı. Amaç
seçim sonuçlarına gölge düşürmekti ve “Baron” ve “Ejder” ikilisinin global Ergenekon’dan
aldığı onayla tasarlanmıştı. İşin aslında, seçtirilen bu kişiler kendilerine dokunulmaması ve
ihalelerden daha fazla pay kapmak amacıyla hükümete şantaj için kullanıyorlardı.

HAKKARİ’DE NELER OLUYOR?

Hakkari’de oynanan oyun ise çok daha önemli. Şimdi de bu oyunun şifrelerini çözelim.
Hakkâri için 2006’da alınan global Ergenekon kararı, 12 Eylül 2010 referandumu ve 12
Haziran 2011 seçiminde başarı ile uygulandı. Hakkari’de yaşayan her vatandaşımızın

158
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

evinden baskıyla, zorbalıkla, şantajla dağa, PKK’ya en az bir adam kaçırma projesi, bölgedeki
Ergenekoncu komutanların göz yumması ile gerçekleştirildi. 2008 yılına kadar PKK’ya
Hakkâri’den katılan insan sayısı yılda elli iken, son üç yılda bu rakam yılda beş yüze
çıkartıldı. Elimdeki sağlam bir istihbarat raporuna dayanarak bunları söylüyorum. Karakol
baskınları ile hükümet küçük düşürüldü. Halk korkutuldu. Silah zoruyla yapılan seçimde
BDP, Hakkâri’de tamamı, 36 bağımsız adayını seçtirdi. Böylece planın ilk aşaması olan
“kurtarılmış” Hakkâri hayata geçirildi. Planlara göre bundan sonraki süreçte Şırnak ve Cizre
başta olmak üzere başka iller Türkiye’den kopartılacak ve dört yıl içinde bölge halkının tüm
oyu sadece PKK’nın gösterdiği aday veya partiye kaydırılacak.
Burada bir bilgi daha vermek gerekiyor: Diyarbakır’da seçim öncesi ele geçirilen ve
çözülmesi sağlanan Mossad ajanından elde edilen bilgiler ve belgeler kamuoyuna
açıklanacak mı acaba? En kilit sorular ise şunlar: Hakkari’den ve diğer Doğu illerimizden
zorla seçtirilen BDP’li milletvekillerinden kimler hangi yabancı istihbarata ve devlete
çalışıyorlar? Nereden mali destek alıyorlar? Bu durum, milletvekilliğinin düşmesine sebep
değil midir? Türkiye’de bu işleri koordine eden yabancı diplomatlar kimlerdir? Neden
sınırdışı edilmiyorlar? En önemlisi Kürt sorunu, bu karmakarışık, çapraz, ilişkilerin olduğu
bir ortamda nasıl çözümlenecek? Mossad ajanından elde edilen istihbarat, bu sorulara ve
fazlasına açıklama getiriyor. Irak, İran ve Suriye’deki Kürtleri kapsayan plan çerçevesinde
global Ergenekon, “Büyük Kürdistan” için devrede. Suriye’deki Baas rejimi iktidarı,
Türkiye’deki Ergenekoncu ekiple aynı düşünce yapısına (Nusayri Alevileri dine oldukça
uzak bir Şiilik koludur) sahip olduğu halde neden tasfiye ediliyorlar? Çünkü İran’ın Suriye
ve Lübnan’daki Şii bağlantılarını sağlayan Şam rejimi artık işlevini yitirdi, miadı doldu.
Türkiye’de de Baas benzeri cunta kurmaya çalışan Mason Bektaşi çetenin savunduğu
azınlıkların çoğunluğu yönetme stratejisi çöktü. Global Ergenekon, oyun ve oyuncu
değiştirdi. Yüzde 80’i Sünni Suriye halkının, AK Parti’yi ve liderini sevmesi bunda en büyük
etken.
Yukarıda belirtildiği gibi Ergenekon’un en tepedeki isimleri kendilerine ulaşılmasını
engellemek için bu tür planları organize etmekteydiler. Ergenekon’da kod adı “Ejder” olan
şahıs, 9 Haziran 2011 günü AK Parti Genel Merkezi’ne giderek Başbakan Recep Tayyip
Erdoğan’la görüştü ve helâlleşti. CHP’nin birinci parti olarak çıkacağı kehanetinde bulunan
bu işadamı İnan Kıraç, aslında baronun sağkoludur, özel ulağıdır. Vehbi Koç’un milyon
dolarlarını Milliyet gazetesini satın alması için 1979’da Aydın Doğan’a getiren isimdir aynı
zamanda. Gazeteci ve yazar Avni Özgürel, Radikal’daki köşe yazısında o şu şekilde
geçiyordu: ‘’Yurtbank patronu Ali Balkaner’in mahkeme ifadesinde “Bizler 18 büyük aileyiz.
Hepimizin bağlı olduğu bir başkanımız var. 18 büyük aile bir havuz oluşturduk. Tüm
ekonomi bunların elinde toplanıyor. İstanbul Menkul Kıymetler Borsası’nı manipüle eden
kişi, bizim bağlı olduğumuz başkanımızdır. Tokyo Borsası’nda 800 milyon dolar kaybetti,
bana mısın demedi’ diye tarif ettiği kişi’’
AK Parti’den ilk yerli otomobil projesini Karsan adına kapacak kadar maharetli bir
işadamıydı

O halde PKK kime güveniyordu? Elbette, 1998’den beri PKK’yı taşeron örgüt olarak kullanan
ve denetimine alan Mossad’a ve Alman BND’ye ve Kılıç’a bel bağlıyorlardı.

159
FARUK ARSLAN

.
Dolayısıyla Ergenekoncu askerler, Mossad ve Kılıç ile PKK işbirliği olmasaydı, çoktan
terörün kökleri kurutulmuştu. PKK, 1980 ile 1987 arasında Diyarbakır Cezaevinde yapılan
işkencelerle zorla doğurtulmuştu. Kasıt vardı. Daha sonraki süreçte devlete kin dolu
PKK’nın istihbarat örgütlerince kullanılması artık daha kolaydı ve öyle de oldu. İstihbarat
örgütlerine bir sure sonra devletin karanlık yüzü de katıldı. Bu yeni katılımdan doğan
uyuşturucu, insan kaçakçılığı, silah ticareti bitirilmeden PKK veya Kürt sorununun bitiril-
mesi mümkün değildi. Ergenekoncu askerlerin orduya sızmaları PKK’nın zemin bulmasını
sağlıyor işleri daha da karmaşıklaştırıyordu. Ta ki 2011 yılına kadar. Bu sene daha once ya-
pılamayan ya da yüzeysel olarak yapılan şeyler yapılmaya başlandı. İşler artık PKK aleyhine
değişmişti. Ekim , Kasım ve Aralık 2011’de PKK’nın uyuşturucu depolarına yapılan baskın-
larla gelir yolları tıkandı. Fransa’da açılan davada Avrupa’dan yılda bir milyar dolar haraç
toplayan PKK üyeleri tutuklandı ve PKK’nın peşin para transferini sağladığı kurye sistemi
çökertildi

Hakkari’deki Kavaklı ana terörist yetiştirme kampı dağıtıldı. KCK operasyonları ile şehir ya-
pılanması çökertildi. Halen Van’ın Başkale sınır kapısından, Hakkari, Yüksekova uyuşturucu
yollarından katırlarla, eşeklerle uyuşturucu taşınıp Van’a getiriliyordu. İşlenmiş halde Van’a
İran ve Irak’tan gelen uyuşturucular, buradan İstanbul’a ve Avrupa’ya pazarlanıyordu. İşin
ilginç tarafı dindar olmasına rağmen Van halkının yüzde 80’inin araçlarının uyuşturucu
taşımaktan sabıkalıydı. Peki bu uyuşturucusu maddeler kime aitti? Bu güne kadar yapılan
operasyonlardan elde edilen bilgiler bu konuda Ergenekon yapılanmasını, PKK’yı, MOS-
SAD, CIA ve BND’yi işaret ediyordu. Buradan çıkan bir başka anlam politik gözüken güç
elde etme savaşının arkasında aslında hep ekonomik bir savaşın olmasıydı.

Fakat yukarıda değinildiği gibi son zamanlarda yaşananlar, özellikle ordunun Ergenekoncu
subaylardan temizlenmesi her şeyin bir anda değişmesine sebep olmuştu. Fakat PKK sorunu
bir çok farklı actor sayesinde devam ediyordu ve bu planın karşısında duran iki ülke ve iki
istihbarat karşımıza çıkıyordu: Almanya’nın BND’si ve İsrail’in MOSSAD’ı… Özellikle Al-
man vakıflarının Kürtlerin siyasileştirilmesinde rolü büyüktü.

SURİYE OYUNU

CHP’nin ülkemizde muhalefet partisi olmayı beceremediği ve zayıf kaldığı dönemde, Su-
riye’de yaşanan Arap baharı değil bir NATO baharıydı. Özgür Suriye Ordusu’nun liderleri
Suriyeli değildi. Bu kişi Iraklıydı ve MI6, CIA ve MOSSAD tarafından Irak’ta yetiştirilmişti.
Libya’da Kaddafi’yi yok eden sivil gerilla modeli Suriye’de uygulanıyordu. Suudi Arabistan
ve Katar, Esed’i devirme projesinin bütçesini veriyor, Türkiye Suriyeli muhaliflere 2011 ve
2012 arasındaki periyodda hem siyasi hem askeri lojistik veriyor eğitim açısından da ev sahi-
pliği yapıyordu. 2012 başından beri ise eğitim merkezi Özel Harp subayları tarafından
Lübnan’da Beka Vadisi’ne kaydırıldı. Şam yönetimi buna yanıt olarak PKK ile organik ilişki
içinde olan PYD’ye tam destek verdi, Kandil kamplarının Afrin’e getirilmesine, en sonda böl-
genin Kürtler tarafından yönetilmesine gözyumdu. Türk ordusunun Suriye’ye girmesi için
tüm dünya güçleri ve Şam elinden geleni yapıyordu. Peki bu plan kimindi ve sonuçta
meyvesini kim toplayacaktı? Biz buna bakalım.

160
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Bilindiği üzere Suriye’de dış destekli iç savaş ve terörü tırmandıran Amerika ve NATO ül-
keleri, muhaliflere geçici hükümet kurma çağrısı yapmıştı. Geçici Hükümet için, Arap Birliği
ve Katar’dan destek istendi. Fakat olaylar batının istediği gibi gelişmemişti. Suriye’deki rejim
kolay pes etmemeye kararlıydı. Esad’ın beklenilmeyen direnişi, batıyı yeni çözümlere
sürükledi. BM ve Cenevre kararlarını tanımayan Batı, terör sopası ile geçici hükümet
çözümünü aynı anda piyasaya sürerek çözüm aramaktaydı. Böylelikle kamuoyundan us-
talıkla kaçırılan Evanjelist, eski ABD Başkan Adayı olan ‘John Mccain’in planı, yani Neocon-
ların projesi gerçek oluyor, saklanan global proje ortaya çıkıyordu. BM Güvenlik Kon-
sey’inde Şam rejimine müdahale ettirmeyen Rusya ve Çin’in Beşşar Esed’in kovulmasına ve
Nusayrilerin kaderlerine terkedilmesine karşı çıkması danışıklı bir dövüştü. Dünya kamuoyu
hazırlanıyordu., hem Türkiye hem de ABD, İngiltere ve İsrail üçlüsünün ısrarla talep ettiği,
Rusya ve Çin’i de tatmin edecek i ‘win win’ formulü tekrar devredeydi…

Almanya ise 2. dünya savaşı sonrası dönemde ilk defa NATO bloku dışında kalarak Rusya
ve Çin cephesine geçti ve Esedsiz rejimi değil zayıflatılmış Nusayristan’ın devlet Başkanı
Beşşar Esedli yeni dönemi destekledi. Almanya ve Rusya, rejime karşı savaşan sivil gerilla
güçlerini Selefi radikallerin, El Kaide’nin desteklediği iddiasını ortaya atarak terörist ilan etti.
Almanya artık açık bir şekilde Esed rejimini ayakta tutmaya çalışıyordu. Sıcak denize indiği
tek üssü olan Tortum limanını kaptırmaya niyeti olmayan Rusya ise Nusayristan’ı kopara
kopara alacaktı. Üçe bölünmüş Suriye planında Esed’in ülkeyi terketmesine gerek kalmıya-
caktı. Türkiye bu gelişme ittifaklar sonucunda, NATO‘dan Suriye’de tampon bölge ya-
pmasını bile istedi. Özgür Suriye Ordusu’na Türkiye ve diğer uluslararası güçlerden daha
fazla destek geleceğini düşünürsek Suriye içerisinde daha da güçlenecek ve daha iyi ope-
rasyonlar yapacaktı. Bu operasyonun hedefi Suriye Özgür Ordusu’na destek vererek, tam-
pon bölge oluşturmaktı. Dünya, -Amerika ve İsrail’in de bloke etmesi sonucu- Özgür Suriye
Ordusu’na gerektiği kadar yardım etmedi. Halbuki muhalifler ağır silahları edinebilseydi sa-
vaşın seyri hemen değişirdi. Çünkü Suriye ordusu çözülmeye hazırdı, sadece karşı tarafın
güçlenmesini bekliyordu. Karşı taraf güçlendikçe Suriye ordusu darmadağın olacaktı. Rejim
de darmadağın olacaktı.

Türkiye’de Suriye ile savaş tam tamları çalarken, İngilizlerin, İsrail’in ve Amerikan Neocon-
larının Suriye ve Türkiye’yi bölme planı gözardı ediliyordu. Suriye’nin etnik haritası incele-
necek olursa elit Nusayri rejiminin deniz kıyısına yakın bölümlerdeki kendi taraftarlarını
içine alan bölgede yoğunlaştığı görülebilir. Esed’e Nusayristan kurdurulacaktı. Hıristiyan
nüfus da bu bölgede yaşıyor ve Nusayrilerle iktidarı yıllardır bölüşüyordu. Şam yönetimin
ısrarla yürüttüğü etnik katliamların amacı, Sünni nüfusun bu bölgeyi terk etmesini sağlama-
ktı ve bu da başarılmıştı. Zaten Ruslar da bu plana destek veriyordu.

Rus Pravdası olaya şöyle bakıyordu: Silahlı muhalifler Suriye halkı demek değildir. Suriye
muhalefetinin söylemlerinin aksine Suriye hükümeti geniş halk kitlelerince desteklenmek-
tedir. Suriye Ulusal Konseyi, Libya’da toplanan tacizcilerden, ırkçılardan, işkencecilerden ve
hırsızlardan oluşan Ulusal Geçiş Konseyi’nin kopyasıdır. Suriye Ulusal Konseyi; tam da Yeni
Osmanlıcılığın gündeme geldiği, Türkiye ve Katar gibi Batı sempatizanı iki ülkenin Orta
Asya ve Orta Doğu bölgesinde ön plana çıkarıldığı bir dönemde Türkiye’de konuşlandırılmış

161
FARUK ARSLAN

bir örgüttür. Bunların yanı sıra bu Konsey, İran İslam Cumhuriyeti, Rusya ve Çin ile yapıla-
cak olan savaş için atlama tahtasıdır. İşin en kötü yanı bu teröristler İstanbul’da FUKUS
Eksenince eğitildiler ve buradan Suriye’ye onların eliyle sızdırıldılar. Ve aynı güçler
BMGK’da yapılacak oylamayı etkilemek için iddialar ortaya attılar. Fakat bu iddiaları ortaya
atanların unuttuğu şey Çin ve Rusya’nın bu tür aldatmacalara inanmayacak kadar güçlü ve
kadim devletler olduğuydu.

Ruslar, Almanlar, Fransızlar ve Çinliler paylaşım savaşı dışında kalma endişesiyle çok agre-
sif davranıyorlardı. Bu denklemde en kötü tablo bir mezhep çatışmasının çıkması ve Şii Hi-
lal’inin kırılması adına bu savaşın komşu ülkelere sıçratılmasıdır. İran ile Türkiye’nin ilişkile-
rini bozacak potansiyele sahip olan mezhep savaşına karşı uyanık olmak gerekiyor. Tam da
İran ile beş yılda ticaret hacminin 30 milyar dolara çıkartılması ve iki ülke arasında serbest
bölge kurulması projesinin onaylandığı bu aşamada Suriye kartını oynayanların Türkiye’nin
iyiliğini istediğini düşünmek çok zor.

STRATFOR’UN HARİTASI

Konunun burasında bir haritanın varlığından bahsetmek Suriye üzerinden oynanan oyun-
ların daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır. Stratfor tarafından 2011′de hazırlanan bu haritada
Suriye’nin etnik haritasında kurdurulacak Nusayristan ve Sünni bölgenin sınırları net
biçimde görülüyor. Haritayı asıl önemli kılan ise Nusayristan’ın Türkiye’nin Hatay ve Adana
illerini de içine alıyor olması. Dolayısıyla Karıştırılmak istenen ve bölünmek istenen ülke
sadece Suriye değildir, Türkiye’de hedeftir. Türkiye bu kurtlar sofrasının tam ortasında yer
alıyor. Suriye, petrolü olmasa da stratejik konumu nedeniyle süper güçlerin göz diktiği bir
ülke. Suriye’deki Kürtlerin bir kolunun PKK’nın üst düzey yöneticisi olduğu ve PKK
teröristlerinin üçte birinin Suriyeli Kürtlerden oluştuğu da unutulmaması gereken bir gerçek.
Hatay, Adana ve Mersin’de yaşayan 300 bin Arap Alevisinin varlığı, Nusayri veya Fellah ola-
rak adlandırdırılan Türk vatandaşlarını tahrik etme kabiliyeti olan Suriye istihbaratı, bir
mezhep savaşında en fazla Türkiye’yi karıştıracağının çok açık bir göstergesi. Ekonomisi
büyük çıkış sergileyen Türkiye’nin savaş ekonomisine sokularak geriletilmesi ise kötü senar-
yoyu daha da kötü hale sokuyor. Diğer yandan savaş halinde Türkiye’de ordunun sıkıyöne-
tim ilan etmesi kaçınılmazdır; bu senaryo Ergenekon ve Balyoz sanıklarının sessizce salıveril-
mesi için çaba harcayan global çetenin kusursuz planının diğer parçasıdır. Bu durumun böl-
gede en çok İsrail devletinin işine yarayacağını tahmin etmek de pek zor olmasa gerek.
Tüm bunlara Suriye’nin iç yapısı konusunda bilinmeyen önemli bir husus olarak şu da ekle-
nebilir: Suriye’de eski KGB’nin kurduğu tam 16 ayrı istihbarat örgütü var ve her yedi kişiden
biri en az bir istihbarat örgütüne çalışıyor, dolayısıyla da kimse kimseye güvenmiyor. Fransız
mandasından kurtulduğundan, yani 1946′dan beri Suriye halkına zulmeden azınlık güç
Nusayrileri düşman olarak gören kızgın halk kitleleri bulunuyor. Yüzde 12′lik nüfusa sahip
zengin Nusayriler ancak keskin sınırlarla çizilen, BM Barış Gücü’nün koruduğu veya
oluşturduğu tampon bölge sayesinde özgür Nusayristan’da güvenlik içerisinde olabilir.
Başka bir deyimle Batıdaki Esad müttefikleri, Nusayrileri gözden çıkarmayacaktır. Diğer
yandan Rusya ve Çin buna zaten izin vermeyeceği açıktır.

162
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

AK Parti, global Ergenekon’un Türkiye’deki ordu içerisindeki uzantısı olan Türk subay-
larıyla ortaklaşa hazırladığı Suriye’yi üçe bölme, ardından Silivri’yi boşaltıp, kendilerini kü-
çük düşürenlerden intikam alma planına dur diyemezse, ilk önce Türkiye’de Kürt ve Türk iç
savaşı başlatılacak. 2 yıldır hazırlanan ‘Serhildan’ planı ile Türk ordusuna zorla Diyarba-
kır’da ikinci bir Dersim katliamı yaptırılacak ve militan Kürtlere bölgeye BM Gözetimi yani
Barış Gücü adı altında bir güç getirilmesi için uluslararası çağrı yapması doğrultusunda ge-
rekli malzeme verilecektir. Bu bağlamda Suriye’de yaşanan NATO baharının bir sonraki du-
rağının Türkiye olacağı söylenebilir.

YEŞİLİN SAĞ KOLUYLA GÖRÜŞME

Suriye’de durum bu kadar karışıkken yapmış olduğum çok öenmli bri görüşmeden bahset-
menin yerinin geldiğini düşünüyorum. Suriye'de durum gerçekten de çok ciddiydi. 30
Mayıs 2012’de Yeşil kodlu Mahmut Yıldırım'ın sağ kolundan mesaj aldım. Kendisi ile 13 yıl
önce röportaj yaptığım için beni tanıyordu. Suriyeli muhaliflerin Beka vadisinde Özel Harp,
MOSSAD ve CIA işbirliğiyle eğitildiklerini söylemekle kalmadı, görevlerinin ve planın asıl
amacının Ergenekoncuları Silivri'den çıkartmak, Türk ordusunu Suriye ile savaşa sokmak
için provokasyonlar yapmak ve Fethullah Gülen başta olmak üzere cemaatin beyin takımı
yöneticilerine suikastlar düzenlemek olduğunu bildirdi. Yeşilin yardımcısı daha sonra
şaşırtıcı bir teklifte bulundu. Kendisinin telefon numarasını vererek polise dinletmemi, ve de-
tayları ortam dinlemesi ile öğrenmemi talep etti. Bende öyle yaptım. The cemaatın liderine ve
ülke hadimlerine yönelik yapılacak suikastın ABD topraklarında olacağını ve operasyonu İs-
rail'in Özel İnfaz Komandaları Birimi Simbet ve İran'ın Özel Suikast Birimi Laşgavar 23 Taka-
var'ın ortaklaşa yapacağını ve gerekli önlemleri almamızı istedi. Ülkelerine mecburen içine
düştükleri çirkin daireden dolayı ihanet ettiklerini ve global derin güçlerle ve yerli işbirli-
kçileriyle AK parti liderinin anlaşma yapması nedeniyle ülkemizi içinde bulunduğu tehdit-
ten sadece tek temiz kalan vatansever güç merkezi cemaatın kurtarabileceğini, bu nedenle
başını derde sokma riskini göze alarak bana bilgi uçurduğunu ve uçuracağını kaydetti. Bu-
rada şunu söylemekte fayda var: yukarıdaki bilgilerde olabileceği gibi bazı bilgiler hedef
saptırma, manipüle etme için verilebilir ama bu gelen bilgilerin değerli olduğu gerçeğini
değiştirmez.

163
FARUK ARSLAN

Türk medyası Suriye’nın üçe bölündüğünü Lazkiye Merkezli Şii Nusayristan ve Batı Kürdis-
tan ile Türkiye güdümlü Halep merkezli Sünni bir devlet daha kurdurulduğunu 25 Temmuz
2013 de fark etti. Halbuki burada yer verdiğim bilgilerin bir kısmı 12 Nisan 2012′de kişisel
web sayfam da yayınlanmıştı. Kamuoyundan ustalıkla kaçırılan John Mccain planı yani Neo-
conların projesinin gerçek olduğu geç de olsa anlaşılıyordu. Başka bir deyimle saklanan glo-
bal proje ortaya çıkıyordu. Şam yönetimin 2011 ve 2012’de öldürdüğü 20 bin mazlumla
ısrarla yürüttüğü etnik katliamların amacı, Sünni nüfusun bu bölgeyi terk etmesini sağlama-
ktı ve bu başarıldı.

Gaye Suriye'yi değil Türkiye'yi bölmek: Ya Zayıf Türkiye ya da Anadolu Türkiye Fede-
rasyonuydu. Üçlü istihbarat şebekesinin Suriye projesini hayata geçiren Neoconları temsil
eden MOSSAD ekibi, Türk Özel Harp ekibiyle birlikte aylardır Lübnan'da Beka Vadisi'nde
Suriyeli muhaliflere iç savaş eğitimi veriyordu. Bu istihbaratı bana veren Beka vadisinde Su-
riyeli muhalifleri MOSSAD adına askeri eğitimden geçiren bir Özel Harp subayımız. Ülke-
mize ihanet içinde olduklarını fark etmiş ve bunu yazdıracak Türk medyasında cesur bir ka-
lem bulamadığı için bu tehlikeli makaleyi yazma görevi bana düşmüştü.

Aslında o sırada doğu bölgelerinde gelişen olaylar da anlatılanları teyid eder mahiyetteydi.
İlk once Dağlıca olayı oldu, sonra Suriye'de düşürülen Türk keşif uçağı, sonra Şam'da yok
edilen Suriye devletinin önemli istihbarat, asker ve bürokratlar. Bu olayların arkası gelecek-
tir. Bunları planlayan ve organiz eden ekip Beka vadisinde, Lübnan'da konuşlanmış
durumda. Ekibi Türk özel Harpçiler, Yeşiller yönetiyor. Bana da zaten mesajı gönderen Yeşil
kod adlı Mahmut Yıldırım'ın sağ kolu. 13 sene önce onunla yaptığım ve yayınlayamadığım
röportaja rağmen, bir umut bana bu bilgiyi hayatı pahasına sızdırdı. Belki de Yeşil'de orada.
Zaten son 13 yıldır askeri üniformayla askeri ateşe kisvesinde değişik ülkelerde do-
laştırılıyor, Elbette Yeşil'i kimse yakalamak için aramıyor. Diğer yandan bu kitabın okuru
için artık şaşırtıcı olmayacak bir biçimde, PKK’nın Fehman Hüseyin yönetimdeki Suriye
kolu, Kandil’i Suriye ile Türkiye sınırında Afrin’e taşımayı tamamlar tamamlamaz ilk ses
getiren terör eylemini Dağlıca'da Beka'daki Ergenekoncu Türk Özel Harp uzmanları kon-
trolünde ve bilgisinde yaptı.

GLOBAL PLAN

164
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Bu sırada ‘Global Ergenekon’un yerli işbirlikçilere uygulatacağı planı deşifre etmek gerekir.
Bu ittifak, Beka’da hazırlanan Suriyeli muhaliflerin ve PKK’lıların Suriye ordusu kıyafetiyle
başta Hatay, Adana ve Mersin olmak üzere Türk askerlerini, polisini ve sivil vatandaşları
öldürmesini sağlayarak büyük provokasyonlara imza atacak. Olayların faturası PKK’ya ku-
cak açan Şam yönetimine kesilecek. Rejim PKK karşıtı tüm Kürt liderleri yabancı istihbara-
tların tetikçilerine ve yerli ajanlarına Suriye’de öldürttü. İsrail’in Simbet ve İran’ın Lashgare
23 Takavar özel saldırı infaz timleri birlikte çalışıyor. İnfaz listeleri kabarık, Türkiye’de de
yeni gazeteci, aydın, politikacı suikastları yapacaklar. Dertleri Suriye’de Esed rejimini devi-
rip, akan müslüman kanını durdurmak değil, gayeleri ülkemizde müslüman kanı akıtmak ve
10 yıllık kazanımların kaybedilmesini sağlamak. Ayrıca İsrail’in kaybettiği konumu tekrar
istediği de biliniyor.
Aslında, AK Parti’nin “Yerli ve Global Derin Devlet” ile anlaşma yapması derin devleti tas-
fiye sürecinin sonlandırılacağı anlamına geliyordu. 250. Madde krizi çıkartarak özel yetkili
savcıların yetkilerini budamak isteyen AK Parti’nin asıl amacı yakın vadede bu değil. Savcı
ve hakimlerin tepki göstererek tayinlerini istemesi bunu gösteriyor. HSYK’nın 2012 Yılı Adli
ve İdari Yargı Kararnamesi ile 2 bin 335 hakim ve savcının yerini değiştirmesi yanlış
yorumlandı medyada. Star yazarı, AK Milletvekili Şamil Tayyar’a bakılacak olursa, “yargı
AK Parti’ye darbe yapıyor.” İşin aslında ise, yargı AK Parti’ye derin devletle anlaştığı ve
yargıya müdahale etmek istediği için rest çekiyordu. Yeni hakim ve savcıların atanmasıyla
Ergenekon, Balyoz, KCK, Şike gibi davalar zarar görecek ve yeni gelenlerin en az altı ay süre-
since davalara vakıf olması gerekecekti.

Bu gelişmelerin ardından hayata geçirilecek ikinci aşama ise çok daha korkunç sonuçlar
doğurabilecek nitelikteydi.
Lübnan’da Beka’da aylardır askeri eğitim gören provakasyon ekibine beş koldan inanılmaz
provokasyonlar yaptırılacak ve Türk medyasında buna parallel olarak savaş tamtamları çala-
cak. Sonunda toplum Türk milliyetçilerinin isyanıyla patlayacak, Genelkurmay ve Başba-
kanlık anlaşarak, vatandaşını koruma hakkını kullanıp, Şam’a hak ettiği dersi vermek için
Suriye’ye girecekti. Uluslararası camiada da buna kimse karşı çıkmayacak, hatta alkışlana-
caktı. Fakat işler istenildiği gibi gitmeyecekti.

Savaş, Ankara’nın tahmin ettiğinden uzun sürecek, kayıplar artacaktı. Genelkurmay, ülkede
olağanüstü hal ve sıkıyönetim ilan edecekti. Bu durumda askeri bir darbenin kapılarını
sonuna kadar açacaktı. Hükümet başkanı ve cumhurbaşkanı ordunun sembolik olarak başı
olsa da tüm güç merkezleri ve kaynakları yönetim askeri bürokrasinin eline geçecekti. Bu da
Silivri’deki yargılanan askerlerin intikamının alınacağı anlamına geliyordu.

165
FARUK ARSLAN

2012’nin Haziran ayında internete düşen 4 ses kaydının sahiplerinin ve bunların hitap ettiği
astlarının, içinde bulundukları psikolojik durumun normal olmadığı ortadaydı. Diğer yan-
dan bu kişiler mahkeme sürecinde illegal işler yaptıklarını itiraf etmişlerdi Polisin topladığı
milyonlarca belge ne olacak peki? Yargı mensupları kaarlarını bu belgelere göre vermişlerdi,
yani ortada subjektif bir yargılama süreci yoktu.

BÜYÜK OYUN NEDİR?

AK Parti, 250. Madde’yi bu dönem çıkartarak, özel yetkili savcıların yetki alanını kaldırdı ve
global büyük oyunda Batılı dostlarına beni oyundışı bırakmayın mesajı gönderdi. Nur ce-
maatinin size oyun oynuyorlar, amaçları sizi de bizide budamak, kesmektir uyarılarına, ikaz-
larına Başbakan Recep Tayyip Erdoğan aldırmadı. Peki bunun sebebi nedir? Sebep, izinsiz
dinlemelerle kayıt altına alınan hem Ergenekoncu hemde AK Partililere ait ses kasetlerinin
yayınlanmasını durdurmak, engellemek. AKP Basına sansür yasası çıkartarak bunu yapabi-
leceğini sanmıştı. Böylelikle bugünkü hükümet ülkenin geleceği için önemli konuları ihmal
etmiş, kontrol edemediği her durum ve alan için kanun çıkarmaya başlamış sadece kendini
düşünmekten çekinmemişti. Bu sebeple eğer AK Parti, bir suçu deşifre eden, suçüstü yapan
bir gazeteciyi hapse atmak istiyorsa, bunu kendi suçlarının ortaya çıkmasından korktuğu için
yapıyor demektir.

Dolayısıyla üç aşamalı darbe planına AK Parti dur diyemezse, Türkiye'de Kürt ve Türk iç sa-
vaşı başlayacak, Diyarbakır'da başlatılması 2 yıldır planlanan 'Serhildan' ile Türk ordusuna
zorla Diyarbakır'da ikinci bir Dersim katliamı yaptırılacak ve militan Kürtlere bölgeye BM
Gözetimi yani sözde Barış Gücü getirilmesi için uluslararası çağrı yapması doğrultusunda
gerekli malzeme verilecektir.

BASKIN BASANIN OLDU PKK MUHALİFİ KÜRTLER TEMİZLENDİ


Buraya kadar anlatılanlardan da ortaya çıktığı gibi Kürt sorununu çözemeyen bir Tür-
kiye’nin bölgesel lider olması mümkün gözükmemektedir. Almanya da zaten bu karta
oynuyor. Dünya, terör örgütü PKK’nın Suriye’nin Kürt bölgesine yerleştiğini, ocak ayında
meydana gelen ‘Bedro’ ve ‘Temo’ saldırısıyla öğrendi. Baas rejiminin desteğiyle bölgeye
gönderilen bir grup PKK’lı, muhaliflere verdiği destekle bilinen Kamışlı’daki ‘Bedro aşireti-
nin lideri Abdullah Bedro’nun evine baskın düzenledi.

Bedro’nun ağır yaralandığı, 3 oğlunun ise hayatını kaybettiği saldırıdan sonra terör ör-
gütünün muhalif Kürtlere yönelik baskısı devam etti. Örgüt daha sonra Geleceğin Hareketi
Partisi lideri Meşal Fazıl Temo’yu, onun yerine geçen yeğenini ve birçok muhalif siyasetçiyi
daha bu süreçte öldürdü. Aylarca yoğun bakımda kalan Abdullah Bedro’nun sağlık durumu

166
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

ise Ağustos 2012’de düzeldi. Suriye’de yaşanan gelişmeleri değerlendiren Bedro’ya göre Kürt
bölgesinin PKK’nın uzantısı Demokratik Birlik Partisi’nin (PYD) eline geçmesi rejimin uygu-
ladığı zulmün devam edeceği anlamına geliyordu. Bedro, PKK’nın bu bölgeye Suriye yöneti-
minin desteğiyle yerleştiğini ve istihbaratla birlikte çalıştığını Zaman gazetesinin Diyarbakır
muhabiri İsmail Avcı’ya 26 Temmuz 2012’de hasta yatağında anlattı. Ayrıca, örgütün hiçbir
coğrafyada Kürtlerin yeni haklar elde etmesini istemediğini belirtti. Suriye’de 17 Kürt partisi
olmasına rağmen hiçbirinin şiddeti bir yöntem olarak kullanmadığını vurgulayan Abdullah
Bedro, “Planlı bir şekilde buraya gelen birileri, ellerine silah alıp buranın sahibi olduğunu id-
dia etti. Güvendikleri rejim olmasaydı böyle yapamazlardı.” dedi.

Suriye Kürtlerinin ülkenin bütünlüğü içinde bir çözümden yana olduklarını ve bu amaçla bir
araya gelerek konsey kurduklarını anlatan Abdullah Bedro, bu konsey bünyesinde bulunan
PYD’nin sanki bütün oluşumun başkanıymış gibi hareket ettiğini söylüyor: “İki ay öncesine
kadar Kürt muhalifleri öldüren, El-Muhaberat’la çalışan ve Baas’ı destekleyen bir yapı (PYD)
nasıl oldu da hemen değişti? Bugün özerklik diyen PYD yarın Baas buraya tekrar gelirse alın
size, sizin için buradayız diyecekler. Çünkü PYD şu ana kadar Suriye rejimine karşı bir söz
bile söylemiş değil.”

Bu gelişmeler yaşanırken Suriye’de Kürtlerin çoğunlukta olduğu ‘Serxet ya da Binxet’ olarak


bilinen bölgede ilginç gelişmeler yaşanıyordu. Suriye ordusu Kürtlerin yaşadığı Kobani böl-
gesini terk etti. Suriye’deki bütün Kürt parti ve grupları kapsayan Suriye Kürt Ulusal Kon-
seyi, herhangi bir otonom ya da federal ilan etmekten ısrarla kaçındı. Ancak PKK’nın Su-
riye’deki yapılanması PYD, konseyin aksine, Esed ordusunun çekildiği bölgeye bayraklarını
asarak ‘özerklik’ ilan ettiğini duyurdu. Türkiye ve Kuzey Irak Yönetimi ile iyi ilişkileri bulu-
nan Suriye Kürt Ulusal Konseyi’nin bu geçici ve gerekli hareketi böylece terör örgütü PKK
tarafından ısrarla ‘provoke’ edilmeye çalışılıyor. PKK’ya yakın internet siteleri de Suriye
Kürt Ulusal Konseyi’nin bu geçici kararını görmezden gelerek terör örgütü PKK’nın bölgede
özerklik ilan ettiğini duyuruyordu.

Suriye Kürt Birlik Partisi Politbüro üyesi Fuad Eliko ise yaptığı açıklamada, rejim güçlerinin
şu ana kadar sadece Kobani’nin bazı bölgelerinden çekildiğini söyledi. Eliko, Suriye Kürtle-
rin bu şehir dışında hiçbir şehri kontrol altında tutmadıklarını ileri sürdü. Eliko, “Şu ana
kadar hiçbir şehir kurtarılmadı. Kobani’de asker çekilmiş yönetimi Kürtlerin eline geçmiştir.
Ancak Afrin ve diğer şehirlerde Esed güçleri kısmen bulunuyor. Kürt şehirlerinin kur-
tarıldığını PKK dışında kimse söylemiyor. Önceki gün Kamışlı’da ise PKK güçleri evlere bas-
kın düzenledi, araçları yaktı.” dedi.

Kürt siyasetçi ve yazar İbrahim Güçlü, muhalefetin mücadelesi karşısında Baas rejiminin
sıkıştığını ve aralarında Kürtlerin yaşadığı bölgelerin de bulunduğu bazı yerleri terk ettiğini
söylüyor. PKK-PYD’nin provokasyon yaptığını kaydeden Güçlü, örgütün kendi sembollerini
ve bayraklarını asarak, Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi varmış gibi gösterilmesini ‘tehlikeli’
buluyor. Suriye Kürtlerinin siyasal yol dışında hiçbir yola başvurmadığını aktarıyor. Kamuo-
yunda dile getirilen spekülasyonlara dikkat çekerek şunları söylüyor: “Bunu PYD oluşturur.

167
FARUK ARSLAN

PYD silahlı bir güçle bunu kuramaz. Aklı başında olan Suriye Kürtleri Ulusal Meclisi bu tu-
tum içinde yani otonomi ve federalizmi zorla kurabilecek durumda değil, uzlaşma ile olabi-
leceğini söylüyor. Bunun için de rejimin değişmesini destekliyor.”

Kürt yazar Süleyman Akkoyun ise medyanın olayları çarpıtarak, kamuoyunu yanlış yönlen-
dirdiğini anlatıyor. Akkoyun, “PYD ile rejim arasında yapılan anlaşma gereği, PYD Kürtlerin
Esed karşıtı mücadelede yer almasına engel olacak ve Kürtlerin ulusal sorununu da tekeline
alarak ulusal talepleri bastıracak. Bu amaçla yakın zamanda Batı Kürdistan’da PYD hem
muhalif Kürtlere saldırmaya başladı hem de her türlü serbestîye sahip oldu. Bütün gücünü iç
çatışmalarda kullanan Esed rejimi, Kürdistan’da olası hareketleri engellemek için PYD’yi
yetkili kıldı, bekçi yaptı.” diyor. Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yönetimi Peşmerge Bakanlığı Sö-
zcüsü Cebar Yawer ise Suriye’ye Peşmerge gönderildiği iddialarını yalanladı.

Bu sırada tüm bu yorumları doğrulayan bir bilgi doğrulandı. Bedro’nun ağır yaralandığı, 3
oğlunun ise hayatını kaybettiği saldırının altından PKK çıktı. Eylemi önce üstlenmeyen ör-
güt, saldırı sırasında PKK’nın üst düzey yöneticisi ‘Xebat Derik’ kod adlı Mahmut Muham-
med’in öldüğü anlaşılınca geri adım attı. Esed yönetimiyle hareket ettiğinin ortaya çık-
masından endişe eden PKK, ilk başta saldırının Türkiye’nin kontrgerilla birlikleri tarafından
gerçekleştirildiğini ileri sürdü. Ardından eylemi Suriye ordusunun düzenlediği iddia edildi.
Ancak çok geçmeden Esed rejimine destek için bölgeye intikal eden Xebat Derik’in, saldırıyı
düzenlediği anlaşıldı. Baskında Abdullah Bedro ile oğlu Ahmet Abdullah yaralandı. Ya-
ralılar Kamışlı Hastanesi’ne kaldırıldı. Hastaneyi basan PKK’lılar, Ahmet Abdullah’ı
öldürdü. Kardeşlerinin cenazesini almaya giden Nidal ve Ammar da, PKK’lılar tarafından
hastane bahçesinde kurşun yağmuruna tutuldu. 3 oğlunu kaybeden Abdullah Bedro yoğun
bakımda tedavi görüyor.

Bedro ailesi ile PKK’nın ilişkisi 1980′li yıllara dayanıyor. 12 Eylül darbesinden hemen önce
Suriye’ye geçen Abdullah Öcalan, bir süre sonra Şam’a yerleşir. Bedro ailesi, Şam’daki evle-
rini kullanması için Öcalan’a tahsis eder. Öcalan, bu evi bir süre sonra Suriye’nin siyasi istih-
barat ve siyasi polis şubesi başkanı General Adnan Bedir Hasan’a hediye eder. Abdullah
Bedro, tapusu kendisinde olan evi geri ister. Ama PKK, evden vazgeçmesi için Bedro’ya
baskı yapar. 1986 yılında Abdullah Bedro’nun kızı Kurdê, PKK’ya katılır ve Öcalan’ın evinde
bir süre kalır. Tacize uğradığı ileri sürülen Bedro’nun kızı, örgütten kaçarak olayı ailesine an-
latır. Bundan sonra aile ile PKK’nın ilişkileri bozulur. Abdullah Bedro, PKK’dan ayrılan Vejin
(diriliş) grubunun lideri Mehmet Şener ve arkadaşlarına kucak açar. Şener, Öcalan tarafından
‘hain’ ilan edilir ve öldürülür.

PKK’nın Beşşar Esed yönetimine destek amacıyla Suriye’ye dönmesi üzerine Bedro ailesi ye-
niden örgütün hedefi durumuna geldi. Kamışlı kentinde Baas yönetimine muhalefetiyle bili-
nen bölgenin en büyük aşiret liderlerinden Abdullah Bedro’nun evine baskın yapıldı. Terör
örgütü, saldırıyı haklı göstermek için ailenin ‘kontra’ olduğunu yayarak, saldırıda öldürülen
PKK yöneticisi Xebat Derik kod adlı Mahmut Muhammed’i kahraman ilan etti. Ancak inter-
net üzerinden açıklama yapan Suriyeli Kürtler, bu iddianın gerçeği yansıtmadığını belirtti.
Nasname.com adlı sitede olayla ilgili detaylı bilgiler yayınlandı. Toplumsal muhalefetin
gücünü kırmak için Kürtleri etkisizleştirmek isteyen Suriye lideri Esed’in bu amaçla PKK’yı

168
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

kullandığını belirten site, Öcalan’ın destek talimatından hemen sonra PKK’nın birçok mili-
tanını Kandil’den Suriye’ye kaydırdığını belirtti.

Sitede yayınlanan haberde şu bilgilere yer verildi: “Suriye devleti, PKK’nin yedek gücü olan
PYD’ye sınırsız olanaklar sağlayarak Kürtler üzerinde mutlak bir denetim sağlamaya çalıştı.
Bu amaçla PYD’nin ömür boyu hapse mahkûm olan cezaevindeki liderini (Salih Müslüm) ani
bir kararla salıvererek serbestçe faaliyet göstermesinin tüm koşullarını oluşturdu. Meşal
Temo’nun katledilmesi de bu şer ittifakın karanlık bir eylemiydi. PKK, tereddüt etmeden
kanlı Baas rejiminin ömrünü uzatmaya çalışıyor. Birçok Kürt’ü hala vatandaş bile görmeyen
ve bu amaçla kimlik dahi vermeyen Suriye gibi bir devletin, PKK’ya katılanları askerlikten
muaf tutacak kadar koruması, tek başına PKK’nın misyonunu açıklamaya yetiyor.”

Netice itibarıyla PKK’nın Suriye’de oluşan durumdan kendisine avantajlı bir konum elde
etmeye çalışıyor bu kesin. Amacı Ortadoğu bölgesindeki tüm Kürtlerin lideri konumunu
elde edebilmek. Bunun içinde global Ergenekon’un yanı sıra bu Ergenekon’a bağlı Türk
Ergenekon’uyla, Esad rejimiyle, Alman derin devletiyle işbirliği yapmaktan çekinmiyor.

169
FARUK ARSLAN

Sekizinci Bölüm

OSMANLI’DA ALMAN DERİN DEVLETİ

1900'lü yılların başından Osmanlı devletini kontrol etmeye çalışan ve özellikle 1911'den
itibaren orduya sızan bir Alman örgütlenmesinin var olduğu kesindi. Bunun adı "Ergenekon"
değildi, ama gizli örgütü kuran Baron Rudolf Von Sebottendorff bir Osmanlı Almanı idi. Bu
örgüt 1914 sonrası öyle güçlü bir hale geldi ki, Osmanlı Genelkurmay Başkanı ve 2. Başkanı
bile Alman generallerden atanıyordu. Yüz yıl sonra bugün Ergenekon zincirinin en güçlü
halkaları olan "Alman malı" diyebileceğimiz bölümler geleneğin Osmanlı’dan beri devam
ettiğini gösteriyordu. Bu konu bu güne kadar sadece birkaç kişinin üzerine gidebildiği kadim
bir sır olarak kalmıştı. Ne zaman ki Başbakan Erdoğan Alman vakıflarıyla ilgili açıklama
yaptı konu üzerinde bu kez herkes analiz yapmaya başladı. Halbuki bu konunun köklerinin
geçmişe uzanması ve karmaşıklığı bu analizlerin yüzeysel olmasını sağlıyordu.

Namık Kemal Zeybek’in eski damadı gazeteci Yiğit Bulut, Habertürk’te sonunda patladı ve
şunları yazdı: ‘Murdoch'un yakın çevresinde, yönetiminde, Rebakah'nın yanı başında, "411 el
kaosa kalktı" manşeti atıldığında; öncesinde ve sonrasında Türkiye'de ve o manşeti atan
gazetenin yönetiminde! Şaka yapmıyorum; aynı adam Murdoch ve Türkiye'deki bazı basın
kuruluşlarının ortak paydası! Tekrar ediyorum: İngiltere'deki skandalları yaratanların
odağındaki isim ile Türkiye'de "411 el kaos'a kalktı" manşetini atan ve öncesinde-sonrasında
halkın iradesine kastedenlerin en yakınındaki isim hep aynı; Kai Diekmann. Sonuç:
"Ergenekon nedir" sorgulaması içinde Alman bağlantısına dikkat çekmiş özellikle Baron von
Sebottendorff isminden yola çıkarak Türkiye'deki yerleşik düzenin nasıl tesis edildiğini
analiz ederken çok önemli bir de not düşmüştüm; Ergenekon diye bir örgüt varsa ve bunun
da "bir" numarası varsa; bu kişi Türk değil... "Ergenekon" olarak düşündüğüm yapılanma
"Osmanlı'nın 1900'lü yılların başından 1919'a kadar etkisinde kaldığı" Almanlar tarafından
tesis edilen "iskelet" üzerinde şekilleniyordu’ (81)

Osmanlı devleti, l. Dünya savaşına ittifak devletleri grubunda ve Almanya'nın yanında


katıldı. Önceleri, Osmanlı devleti savaşa katılmak istemedi. Tarafsızlığını ilan etti. Fakat
Almanların baskısı üzerine özellikle İttihat ve Terakki Partisi'nin baskısı sonucu savaşa
katıldı. Osmanlı Alman ilişkisi 1718 Pasarofça antlaşması ile başlamıştır. Fakat Almanlarla
ilişkilerin asıl gelişmesi 1878 Berlin antlaşması sırasında oldu. Ev sahibi Almanya, burada
Osmanlı devletini destekledi. Bu olay, iki devletin birbirleriyle yakınlaşmasına yol açtı. 2.
Abdülhamit, Avrupalı devletler arasındaki rekabetten yararlanarak bir denge politikası
oluşturmaya çalışmıştı. Özellikle Almanların anti İngilizci tavırlarından yararlanmaya çalıştı.

170
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Hatta ilişkiler daha da geliştirilerek Bağdat demiryollarının ihalesi Almanlara verildi. Bu


ticari ilişki, Almanlarla ilişkilerin gelişmesine yaradı fakat İngilizlerin tepkisine neden oldu.
Çünkü, Almanlar İngilizlerin yayılma alanlarına doğru sarkıyordu.

l. Dünya savaşında Osmanlı orduları komutanlıklarına Almanlar getirildi. Bu durum aslında


Osmanlı için bir yıkım oldu. Çünkü Almanlar, Osmanlı'nın kazanıp kaybetmesi ile
ilgilenmiyor, hatta Osmanlıların doğuda yenilmesini veya zayıflamasını arzu ediyorlardı.
Çünkü zayıf bir Osmanlı Almanların egemenliğine girmesi demekti. Bu konuda Avusturya-
Macaristan İmparatorluğu'nun İstanbul'daki o zamanki askeri ataşesi Joseph Pomiankowiski
hatıralarında şunları söylemektedir. "Mareşal Liman ile Baron Wangenheim, Berlin'den
aldıkları emirleri uyguluyorlar ve herhangi bir itirazda bulunmaya cesaret
edemiyorlardı" Joshp Pomiankowiski Almanların savaş politikasını şu şekilde özetler:
"Alman savaş planlarının en önemlisi, Berlin-Bağdat demiryollarının açılması ve oradan
Hindistan'a ulaşılmasıydı. Bunun için zayıf bir Türkiye gerekiyordu. Türkiye'nin mağlubiyeti
ve zayiatı, Alman politikasının ekmeğine yağ sürerdi. Yalnız bu arada şunu da belirtmek
gerekir ki, bunlar Avrupa'daki harbin seyrini etkileyebilecek durumda değildi. Hele
Çanakkale Boğazı'ndaki duruma hiç tesir etmezdi. Buna mukabil doğudaki yenilgiler,
Türkiye'nin Almanya'ya olan bağımlılığını artırır ve böylece de Alman kuvvetlerinin
Türkiye'ye yaklaşmasına sebep olurdu." (82)

Çanakkale savaşının uzamasının temel nedeni de bu Alman politikasıdır. Çanakkale savaşı


komutanı General Liman Von Sanders savaşı uzatmış ve bu savaşı Almanya'nın Avrupa'daki
durumuna göre ayarlamıştı. Öyle ki Alman genel kurmayı bu konuda Liman'ı sürekli
sıkıştırıyordu. Hatta onun davranışlarını gözetlemek için Von Lassow adlı bir kurmay
Albayı'nı görevlendirmişti. Çanakkale savaşının uzaması Almanya için hayati öneme sahipti.
Çünkü bütün itilaf devletleri boğazlardan geçmek için buraya yüklendiğinden Almanya
Avrupa'da rahat nefes almıştı. Eğer bu cephe kapanırsa, Avrupalı devletler Almanya'nın
üzerine yükleneceklerdi. Bundan dolayı, savaşın uzaması için ellerinden gelen her şeyi
yapıyorlardı. Hatta, Liman paşa düşmanın Saros körfezinden çıkarma yapacak diye askerleri
oraya kaydırıyor veya gündüz gözüyle Türk askerlerini düşman üzerine plansız programsız
bir şekilde göndererek ağır kayıplar verilmesini sağlıyordu. Kendisine karşı çıkan Albay
Halil Sami Bey ve Albay Fevzi Bey'i görevden alıyordu. (83)

Yine aynı mantık çerçevesinde Irak cephesine bakabiliriz. Burada Kutul Amara denilen yerde
Osmanlı Ordusu büyük bir başarı elde etti ve 11000 İngiliz askerini komutanlarıyla birlikte
esir aldı. Fakat Almanların Hindistan'a ulaşma hırsı yüzünden bölgede bulunan bu tecrübeli
birlikler İran üzerinden Hindistan'a gönderildi. Bu durumda Irak savunmasız kaldığından
İngilizlerin ikinci bir taarruzu sonucu Irak ve Bağdat düştü. Kafkas harekâtı da aynı şekilde
Almanların sıkıştırması sonucu başarısızlığa uğradı. Almanlar, Orta Avrupa'da İngiliz,
Fransız ve Rus kıskacından kurtulmak için Osmanlıları Ruslara karşı yönlendirdi.
Almanların sıkıştırması sonucu doğru düzgün hazırlanmayan Osmanlı ordusu Aralık ayında
Sarıkamış'tan Kafkasya'ya hareket etti. Mevsim savaşa uygun olmaması ve kış olması
nedeniyle 90.000 askerimiz Sarıkamış'ta donarak şehit düştüler. Fakat bu durum Almanların
hiç umurunda değildi. Onlar, sadece kendilerini kurtarmak istiyorlardı. Onların

171
FARUK ARSLAN

yönlendirmesi sonucu Osmanlı askeri Almanları doğu yönünde rahatlattı ama aynı zamanda
büyük kayıplar verdi.

Kanal cephesi de yine Almanların isteği üzerine açıldı. Almanlar, İngiliz baskısından
kurtulmak ve İngilizlerin dikkatini sömürgelerine çekmek ve ayrıca, İngilizlerin Hindistan
sömürge yollarının denetimini ele geçirmek amacıyla Osmanlı Ordusunu Mısır üzerine sevk
ettiler. Sonuç hüsranla bittiği gibi, İngilizler Osmanlı Ordusunu takip ettiler. Hicaz, Filistin,
Suriye Osmanlıların elinden çıktı. Görüldüğü gibi l. Dünya savaşına Osmanlılar Almanların
bir oyunu neticesinde girmiş olmalarına rağmen, yine onların emperyal çıkarları uğruna
yenilgiye sürüklenmişlerdi. Bu da bir ülkenin ordusunun komutanlığının yabancılara
verilmesinin sakıncalarıdır. (84)

HARBİYE’DE ALMANYA DÖNEMİ

Harbiye'nin Osmanlı Sultanı Abdülaziz'in tahttan indirilmesinde oynadığı rol sürekli bir
kuşkuya neden olmuştur. Osman Nuri Ergin'in Türk Maarif Tarihi'nde vurguladığı üzere:
Askeri Mektepler, bilhassa Harbiye talebesi Abdülaziz'in hal'ine iştirak etmişlerdir, manevra
ve talim için pek nadir olarak çıkmaya mecbur oldukları zaman ise tüfeklerinde kurşun
bulundurmazlar. Ergin, bu noktada Alman askeri heyetinin başında bulunan Goltz Paşa
sayesinde yasağın kaldırıldığını ve onun "Asker Mekteplerinin namus ve haysiyetini
kurtarmış ve yükseltmiş" olduğunu belirtiyor. Ergin, "Osmanlı ve bugünkü Türk ordusunun
modernleşmesinde bu paşanın büyük bir hissesi olduğunu söylemek fazla bir metih olmaz
sanırım" diyor. Prusya Genelkurmayı’nın ve Alman silah endüstrisinin temsilcisi Goltz Paşa
ilk iş olarak ordu müfettişi sıfatıyla Askeri mektepleri ele almış olduğu gibi Erkan-ı Harbiye-i
Umumiye İkinci Reisi sıfatıyla da orduların taksimatı ve seferberlik teşkilatıyla meşgul
olmuştur. İttihat ve Terakki ile Cumhuriyet'in önde gelen askeri liderlerinin zihni açıdan
yoğrulduğu ortama Goltz Paşa'nın katkısı büyüktür. I. Dünya Savaşı sırasında "Türk
ordusuna kumanda mevkiinde bulunanlar kamilen paşanın yetiştirmiş olduğu kimselerdi."
Prusya militarizmi, II. Meşrutiyet ve Cumhuriyet kadrolarının entelektüel birikiminde derin
izler bırakıyordu. II. Meşrutiyet'e açılan süreçte "Cihet-i Askeriyye"nin durumunu saptamaya
Goltz'la başlıyor ve devam ediyorum. Bu çerçevede, ordunun içinde bulunduğu koşulları
değişik çizgilerle incelemek, İttihat ve Terakki'nin militarist temellerinin kavranması
açısından önemlidir.

Harbiye'nin istibdat Rejimi altında içerdiği çelişkilerin başlıcası "Zadegan Sınıfları"dır.


Harbiye'nin bağrında "tufeyli" olarak yerleşen bu sınıflarda egemenlerin çocukları eğitim
görüyorlardı. 1834'de Harbiye'nin açılmasından sonra burada eğitim görüp orduda büyük
mevkilere geçenlerin çocukları, "mümtaz bir sınıf" teşkil ettiler ve bu paşazadeler istibdat
döneminde Yıldız'da "Şehzadegân Mektebi"nde Sultanın ve hanedanın çocuklarıyla birlikte
okumaya başladılar. Bu "mektep" Osmanlı aristokrasisinin özel eğitim kurumu
niteliğindedir. Derviş, Namık, Gazi Osman ve Tunuslu Hayrettin Paşaların oğullan bu
okulda eğitim gördüler. Sonraları, Serasker Rıza, Bahriye Nazırı Hasan Hüsnü, Sadrazam
Kamil Paşaların çocukları da burada eğitim görmüşlerdir. Bir süre sonra II. Abdülhamit,
"zadegânlar şehzadelerin ahlakını bozuyor" gerekçesiyle onların bir kısmını Harbiye ve
Bahriye Mekteplerine gönderiyordu. 1889'da II. Meşrutiyet'in ilanına kadar bu imtiyazlı

172
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

eğitim devam ediyordu. Bu dönemde, yüksek ulema sınıfı mensuplarının çocuklarına daha
beşikte iken "Rüus" denilen rütbeler ve "Arpalık" olarak bilinen aylıklar verildiği gibi
paşaların oğullarına da henüz okul sıralarında iken livalığa ve ferikliğe (korgeneral) kadar
askeri rütbeler ihsan ediliyor ve bir kısmı da Hünkâr yaverliği unvanını alıyorlardı.
Zadegânlar, mektebin Hünkâr dairesinde yani Sultana mahsus binada kalırlar, yemeklerini
halk çocuklarından ayrı bir yerde yerlerdi. 1895'te Harbiye'de 100 kadar zadegân çocuğu
eğitim görüyordu. Harbiye'de zadegân sınıfı açıldıktan sonra ilk mezun olanlar arasında şu
isimler yer alıyordu: Derviş Paşa'nın oğlu yaver ve Damat Halit Paşa, İsmail Hakkı Paşa'nın
oğlu yaver ve damat Ahmet Paşa, Tunuslu Hayrettin Paşa'nın oğlu Tahir Bey. Bu askeri
aristokrasiye Harbiye öğrencileri tepki duyuyorlardı. Bu suretle zadegân sınıfında okuyup
mezun olanlar orduda fiili hizmetlerde görev almazlar; İstanbul'da veya babaları yüksek bir
memuriyetle nerede ise onların yanında işsiz ve güçsüz vakit geçirirlerdi. Bu paşazadeler sık
sık rütbeler alırlar ve daha küçük yaşta paşa olurlardı. Paşalık böylece babadan oğula geçen
aristokratik bir mevki haline geliyordu.

İttihad ve Terakki'nin kurulduğu Askeri Tıbbiye, Alman İmparatoru'nun "Padişah üzerinde,


bizzat tesiri" sonucunda ve Gülhane'yi tesise memur edilen Rider Paşa'nın çabalan ile
açılıyordu. Askeri Tıbbiye için Haydarpaşa'da büyük bir bina yaptırılıyor ve İstanbul'da
bulunan tıp öğrencileri buraya naklediliyordu. 600 bin altın liraya mal olan yeni mektep
binası yalnız öğrencinin yatmasına mahsus kışla kısmı ile bir eğitim binasından
müteşekkildi. Bu 600 bin altın lira gibi muazzam bir rakama mal olan bina İstanbul'daki
mekteplerden taşınan kırık dolaplar, harap karyolalarla döşeniyordu. Dershaneler, koğuşlar,
tüm bina aksamı uydurma yapılıyordu. Okulda çamaşırhane, mutfak, banyo, dezenfeksiyon,
poliklinik daireleri hatta teşrih enstitüsü binaları yapılmamıştı. Binaya muazzam para
harcanıyor ancak öğrenciler önemsenmiyordu. Askeri tabiplerin eğitimi alabildiğine
yetersizdi. "Hastane ve laboratuvarlara yapılan masraf hemen hiç hükmünde idi. "Binlerce
Anadolu köylüsünün omurgasını oluşturduğu orduda neferlerin sağlığı önemsenmiyordu.
Ancak, Prusya Genelkurmayının, Rusya karşısında tutunabilecek güce sahip bir Türk
ordusuna stratejik çıkarları doğrultusunda bakması bu alana Alman uzmanların el atmasını
getirdi. Rider Paşa, Askeri Tıbbiye'yi yeniden organize etti. Almanlar, daha sonra orduda ve
tıp alanında yüksek mevkiler işgal edecek olan beş hekimi bu ülkeye eğitime götürdüler.
Bunlar; Süleyman Numan, Asaf Derviş, Ziya Nuri, Kerim Sebati, Eşref Ruşen idi. 1900
yılında Almanya'ya gönderilen genç askeri tabiplerin bu ülkedeki tüm çalışma programları
Rider Paşa tarafından adım adım izleniyor, ülkeye dönüşlerinde Gülhane'de kendilerine
birer hocalık veriliyordu. Ordunun tüm önemli eğitim kademelerinde Alman askeri
uzmanların etkinliği varlığını duyuruyordu. 1904'e kadar Gülhane Askeri Tıbbiye Mektebi,
Rider Paşa'nın, 1904-1907 arası yine Alman Dayke Paşa'nm idaresinde faaliyetlerini
sürdürüyor, 1907'de ise Almanya'dan gelen Viting Paşa yönetimi devralıyor ve 1914'e kadar
görevini sürdürüyordu. 1914-1918 zaman aralığında ise Almanya'dan gelen Zelling ve
Browning bir "Tababet-i Askeriye Tatbikatı Mektebi" halini alan Gülhane'yi yönetiyorlardı.

İttihad ve Terakki kurucularından İbrahim Temo, "Mekteb-i Tıbbiye-i Askeriye"ye 1887'de


kaydolduğunu belirtiyor ve "müdür-i umumi" Miralay Namık tarafından kendilerine yapılan
baskıdan söz ediyor. Bu baskılar dayanılmaz bir hal almış olmalı ki Temo "anılar"ında,
İstibdat rejimine rağmen nasıl harekete geçtiklerini anlatıyor:

173
FARUK ARSLAN

'Bu baskıya karşı talebe grev yapmaya karar verdiğinden mesele büyüdü. Hep birlikte
mektep binasını izinsiz terk ettik ve mektebi boşalttık. İş fena bir şekil aldı. Demirkapı ile
mektep binası ciheti askeri birlikler tarafından abluka altına alındı. Bir hafta sonra çıkan
irade-ı Padişahı ile talebe mektebe kabul olundu. Fakat mektep idaresi, mesuliyetten
kurtulmak için, güya hepsi değil de, 340 talebeden yalnız 32 kişinin kabahatli olduğunu
Saraya rapor etmişler. Padişah da talebenin bu hareketinden ürkmüş olmalıdır ki, ikinci bir
yemin etmek şartile affetmiş.’ (85)

Askeri okullardan yükselecek bir muhalefetten çekinen II. Abdülhamit, uzlaşma yolunu
tercih ediyordu. Bunda söz konusu okullardaki örgütlü muhalefetin çapı hakkında yeteri
kadar istihbarat akışının bulunmamasının da etkisi olmalıdır. Temo, "hükümet-i
müstebidenin" yaptığı baskının, "ufak bir propaganda" ile "bir hareketi milliye ve hürriyet
fikri" temelinde "siyaset muhiti" oluşturduğunu belirtiyor. İbrahim Temo, Sarayburnu'nda
bulunan "tıbbiye-i askeriyye"de arkadaşları ile kurdukları "cemiyet"ten söz ediyor. Bu gizli
örgütte, İbrahim Temo, İshak Sukuti, Mehmet Reşid, "o zaman çok sofu olan" Abdullah
Cevdet kurucudurlar. Arnavut, Kürt ve Çerkez kökenli bu şahsiyetler, 1889 senesinin 21
Mayıs günü ellerini birleştiriyorlar. Temo'nun "Etnik-i Eterya" komitesine benzettiği bu
oluşumun amacını belirlerken, "aziz vatanın bugünkü durumu ve idare tarzıyla yok olup
gideceğini hepimiz biliyoruz" diyordu. Temo, "çok ihtiyatlı olarak çalışmaya başladık ve
mensubunun çoğalmasına gayret sarf ettik. Güvenilir ve hür fikirli birçok vatansever
talebeden İstanbul dâhilinde epeyce vatandaşı cemiyete dâhil ettik" diyor. İbrahim Temo,
kurdukları gizli örgütün ilk toplantısına katılanları şöyle sıralıyor: O zamanki adliye yüksek
memurlarından Hersekli Ali Ruşdi, gazete muharrirlerinden İzmirli Ali Şefik, tıbbiyeli Asaf
Derviş (Paşa) (müderris), Muharrem Girid (Şam Tıp Fakültesi muallimi), Dr. Abdullah
Cevdet, İshak Sukuti, Şerafeddin Mağmumi, Çerkez Mehmed Reşid (86) Bu toplantıda
bulunan isimlerden Asaf Derviş Almanya'ya eğitime gönderilen beş hekimden biridir.
Kendisine "cemiyet"in kasadarlığı görevi veriliyor. Osman Nuri Ergin Türk Maarif Tarihi'nde
Asaf Derviş'in de aralarında bulunduğu bu beş kişilik grup için şunları yazıyor:

‘Rider Paşa bu hekimlerin burada yaptığı gibi Almanya'da tahsildeyken de peşlerini


bırakmıyordu. Orada tahsil edeceklere dersleri ve takip edecekleri yollan bizzat tespit ve
takip ediyordu. Gönderilen hekim hangi şubede tahsil edecekse İstanbul'da Rider Paşa'dan
emir alır ve gittiği yere kendisinin daha önce tavsiye edilmiş ve yerinin hazırlanmış
olduğunu görürdü. Bu hekimler bütün hatları tafsilat ve teferruatına kadar çizilmiş, bir
program mucibince Almanya'da hocaları, İstanbul'da Rider Paşa tarafından adım adım takip
edilmek suretiyle tahsil görmüşlerdir.’

Alman askeri heyetinin ordunun genç kadroları üzerinde nüfuzlarını artırma, politik
istihbarat edinme gibi işlevleri olduğu biliniyor. Bu askeri heyete ve Alman elçiliğine bağlı
çalışan Alman paşaların bilimsel amaçların ötesinde faaliyetler yürüttüğü şüphesizdir.
"İttihad-ı Osmanî"nin "kasadarı" Asaf Derviş'in "Rider Paşa tarafından adım adım takip
edilmek suretiyle tahsil" gören beş kişilik seçkin grubun içinde eğitimini sürdürmesi kayda
değer.

174
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Yine Temo örgütlenmenin çelik çekirdeğine de işaret ediyordu: ‘Daha sonra cemiyet, harbiye
talebesi ve subaylar arasına, mülkiye mektepleriyle medreselere yayıldı, hatta tekkelere
kadar dal budak saldı. Çoğalan partizanların vasıtasıyla mensup oldukları vilayetlere
uzanmaya başladı.’

"İttihad-ı Osmanî Cemiyeti" yaklaşık beş yıl sonra "Osmanlı İttihad ve Terakki Cemiyeti"
adını alıyordu. "İttihad-ı Osmanî Cemiyeti" önemli bir başlangıç olmakla birlikte, İttihad ve
Terakki Cemiyeti çapında siyasi örgütlenmeye sahip bulunmayan bir nitelik taşıyordu.
Okuldaki felsefi tartışmalar, politik arayışlar öğrencileri etkiliyordu. Pozitif bilimleri
toplumsal olgulara uygulama isteği ve bundan dolayı, "Tıp talebesinin mesleği doktorluk
olduğu için siyaset nabzına el uzatmamaları iktiza eder, hâlbuki millet hasta olsa nabzını
kimin eline verecek, tabiidir ki doktorların" tarzında görüşler temelinde, Askeri Tıbbiye
öğrencileri siyasal yaşamda aktif bir rol oynamayı istiyorlardı.(87) "Biyolojik materyalizmi,
dinsel dogmaları yıkarak toplumu ileri götürecek bir itici güç olarak", benimseyen Askeri
Tıbbiye öğrencileri siyasal sisteme büyük tepki duyuyorlardı. Bu dönemde biyolojik
materyalizmin yanı sıra, 1889'da "Mekteb-i Tıbbiye-i Askeriye"ye kaydolan Hüseyinzade Ali
Bey, Rusya'da popülistlerin en güçlü olduğu Petersburg Üniversitesi'nde 1887 yılına kadar
okumuştu. Abdullah Cevdet'in anlatımıyla mektebe kaydolduğu "zaman ulum ve fünun-u
Aliyeyi Petersburg Darülfünunda görmüş tam bir sahib-il ilm-ü kemal" olan Hüseyinzade
Ali Bey, öğrenciler üzerinde "bir resul tesiri icra ederdi. Evet, o Resulullah değildi, fakat bir
resul-ül-hak idi." Böylece batılılaşmanın yoğun etkilerine açık olan bu okulda, Rusya
kaynaklı popülizmin tartışılmaya başlanması ile birlikte mevcut yönetime karşı
örgütlenmenin entelektüel kaynakları olgunlaşmaya başlıyordu. Kendilerini, "modernleşme"
taraftarı olarak gören bu şahsiyetler, birçok yerde Avrupa'nın üstünlüğünü vurgulayarak,
Batı'nm örnek alınmasını "kurtuluş" çaresi olarak sunuyorlardı. İttihad-ı Osmanî
Cemiyeti'nin ilk dört kurucusundan biri olan Abdullah Cevdet, ileriki yıllarda bir tek
medeniyet olduğunu onunda Batı'ya ait bulunduğunu, bunun gülü ve dikeni ile birlikte
alınmasının tek çare sayılmasının zorunluluğunu açıklayacaktı.

Askeri mekteplerdeki bu kaynaşma, tartışma ve hareketlilik batılı sefaretler tarafından


dikkatle izleniyordu. Hükümet ise gelişmelerden haberdar olmakla birlikte tüm yapıyı
çözecek düzeyde istihbarata sahip bulunmuyor, öğrencileri kışkırtacak ölçüde şiddet
kampanyalarını uygulamaya koymadan, okulların kurumsal baskı mekanizmalarını
kullanmakla yetiniyordu. Fakat 1895'de, saray destekli bir komplo düzeneği içinde "İttihat ve
Terakki Cemiyeti"nden tamamen bağımsız olarak hareket eden ancak Jöntürkler'e yakın olan
Osmanlı aristokrasisi mensuplarının da yer alması rejimi sertleştiriyordu. 1895 komplosunu
1876 benzeri koşullar içinde algılayan rejim, harekete geçiyordu. İttihat ve Terakki
çerçevesinde yeni bir zemine oturmaya başlayan muhalif Jöntürk hareketinin bu saray
darbesi ile bağlantısı bulunmuyordu. O arada sarayda çeşitli egemenlik partileri arasında
kıran kırana bir mücadele yaşanıyordu. Hatta Abdülhamit'in saray içinde "La İlahe İllallah
Cemiyeti" adı altında bir örgüt kurduğu iddiaları yayılıyordu. Sultan kendisini güvence
altında görmüyor ve muhalif egemenlik partilerine karşı tedbir almak zorunda kalıyordu. Bu
egemenlik partileri, muhtelif şehzadelerin taraftarları sıfatıyla meşruiyet kazanmaya
çalışıyorlardı. Ancak asıl muhalif çekirdeği Babıâli bürokrasisi oluşturuyordu. Sait Paşa'nın
planı doğrultusunda, iktidar yetkileri sarayda ve komisyonlarda merkezileştirilirken, Babıâli

175
FARUK ARSLAN

gücünü yitiriyordu. İşte bu kesim, bunun üzerine bir askeri darbenin şartlarını oluşturmak
için harekete geçiyordu. Söz konusu kimseler yapılması düşünülen bir saray darbesinin; en
azından önemli bir kısım askeri paşaların desteğinin alınmaması halinde ölü doğacağının da
farkındaydılar. Nitekim 1895 başlarından itibaren, saray mensuplarından bir kısmı, eski
önemli bürokratlar ve bir kısım paşalar arasında 1876 koşullarını tekrar oluşturma
konusunda fikir birliğinin sağlandığı görülüyor."(88) Bu dönemde, yabancı raporlar,
İstanbul'da artan olayların "saraydan destek ve kuvvet alan" hareketler tarafından
düzenlendiğine ilişkin tespitler içeriyordu. Dış destek oluşturmak ve 1876 koşullarını
sağlayacak planı yürürlüğe sokmak için "risaleler" hazırlanıyor, İngiliz gazetelerine
açıklamalar yapılıyordu. 2 Temmuz 1895 tarihli Pall Mall Gazette'de "Yüksek mevkide"
bulunduğu anlaşılan bir Jöntürk'ün açıklaması yayınlanıyordu. Bu açıklamaya göre:

‘Türkiye'deki Müslüman kitle, rejimden bıkmıştır. Ve İngiltere'nin makul ve akıllı bir şekilde
müdahalesini memnuniyetle karşılar. Fakat Islahat, İmparatorluğun içindeki her vilayet ve
sınıfa kadar yaygınlaştırılmalı ve kaynağın başı olan İstanbul'dan başlamalıdır... Şu an,
Türkiye için gerekli olan şey, İngiltere'de güçlü bir hükümetin Türkiye sorununu ciddi bir
şekilde ele alması ve ılımlılık ve kararlılık ile en gerekli olan yerde ıslahat için ısrar etmesidir.
Fakat Türkiye'deki ıslahat vetiresi İstanbul da başlamalı ve Sultan bu saltanatın ve kendi
mevcudiyetinin Avrupa'nın ikazlarını dinlemesine ve imparatorluğun adına yaraşır bir
hükümet meydana getirmek için çaba sarf etmesine bağlı olduğuna inandırılmalıdır.’ (89)

1898 yılında, İttihat ve Terakki'nin Cenevre merkezinin hazırladığı ve İstanbul'da bulunan


Cemiyet taraftarı subaylara gönderilen "talimat" doğrudan Saray'a yönelik bir askeri hücum
planını içeriyordu. Saray'dan bir kişi tarafından verildiği belli olan bilgiler oldukça
ayrıntılıdır. Yıldız Sarayı planını içeren belge daha sonra II. Abdülhamit'in özel arşivinde
bulunuyordu. 1895'den itibaren süregelen darbeler zincirine eklenen bu girişim de
bastırılıyordu. Mekteb-i Harbiye öğrencilerinin de aralarında bulunduğu pek çok asker
tutuklanıyordu. Yürütülen "askeri tutuklama kampanyası" bazı sivil görevlileri de
kapsıyordu. Bu arada Cenevre merkezi İngilizce ilave yayınlamaya başlıyor ve 1895'ten
itibaren müdahale taraftarlarının "gemilerini Boğaz'da görmeyi arzuladıkları süper güce"
böylece çağrı yapılıyordu. Bu ilavede yayınlanan yazılarda Sultan taraftarı olmak "İngiliz
aleyhtarlığı" buna karşılık Jöntürklük ise "İngiltere destekleyiciliği" olarak sunuluyordu. 20
Kasım 1899 tarihinde Jöntürklerin önde gelenlerinden İsmail Kemal Bey, İngiliz Büyükelçisi
Sir Nicolas O'Conor'dan görüşme talebinde bulunuyor. Elçi ise herhangi bir muhalif ve
"Jöntürk" heyetini kabul etmesinin imkânsız olduğunu belirtiyor ancak kendisine sadece bir
"sempati ziyareti" yapılacağı güvencesi veriliyor. Bunun üzerine İsmail Kemal Bey'in
liderliğinde bir grup yazar, ulema ve devlet memuru ziyareti gerçekleştiriyorlardı. Bu ziyaret
"aleni bir siyasi gösteri" olarak yorumlanıyor ve diğer emperyalist devlet temsilcileri
tarafından dikkatle izleniyordu. Avusturyalı diplomatlara göre, "İngiliz yanlısı gösteri geniş
bir hareketin yalnızca bir parçasıdır. Hareketin arkasında yüksek kademedeki devlet
yöneticilerinin desteği vardır ve her an bir "komplo" mümkündür. Bu arada sefaret
gösterisinden kısa bir süre önce, "İngiliz taraftarlığı açıkça gözüken" Ali Haydar Mithat
(Mithat Paşa'nın oğlu) yurt dışına kaçıyordu. İsmail Kemal daha sonra İngiltere'de bir askeri
darbe planı ile ortaya çıkıyordu. Sultan II. Abdülhamit'in yeğeni ve "Teşebbüs-ü Şahsi"

176
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

programının öncüsü Prens Sabahattin ile ortak hareket eden İsmail Kemal, hazırladıkları
darbe plânını İngiliz makamlarına sunuyordu. (90)

II. ABDÜLHAMİT HAN’IN ALMAN POLİTİKASI

Avrupa devletlerine tanıdığı imtiyazlar, aldığı borçlar ve iflasıyla bir yarı sömürge haline
gelen Osmanlı, sömürgeci devletler için her parçası tutanın elinde kalan bir ülke haline
gelmişti. Fransa, İngiltere, Rusya ve sahneye biraz geç girse de Almanya başta olmak üzere
sömürgeci devletlerin iştahını kabartan bir ülkedir artık Osmanlı... Hemen hepsi de
kapitülasyonlarla önemli imtiyazlar elde etmişlerdi. 1882’de Düyun-u Umumiye’nin
kurulması ile de adeta bir sömürge yönetimi kurmuşlardı. Şimdi sıra sömürüyü daha da
arttırmaya ve Osmanlıyı paylaşmaya gelmişti. Almanya diğer emperyalist devletlerin
ardından girmişti paylaşma yarışına. Tepside Osmanlı’nın olduğu masaya diğerlerine
oranlar biraz geç oturmuştu ve politikaları da biraz farklıydı. Kurbanına diğer avcılardan
farklı yaklaşıyor ilgi ve şefkat göstererek, onu parçalamak yerine tümden yutmak istiyordu.
Almanya bu doğrultudaki politikasına 1880 yılında start verdi. 1880 yılında imzalanan bir
anlaşmadan sonra, çok sayıda Alman uzman, mülki idarede, tıpta, eğitimde, örgütte reform
yapmak amacıyla İstanbul’a geldi. Bunun ardından 1882 yılında Osmanlı ordusunun
yönetiminde görevlendirilecek bir Alman heyeti geldi. Alman emperyalistlerinin amacı,
Osmanlı’yı, askeri yapısını, modernleştirme, askeri yardım görüntüsü altında kendine
bağlamaktı.
1883’de heyetiyle beraber Osmanlı’ya gelen ve 1895 yılına kadar Osmanlı Genel Kurmayının
2. başkanı görevini yürütmüş olan General Von Der Goltz (Osmanlı’daki lakabı Golç
Paşa’dır) Almanya’nın sözde askeri yardım ve reform çabalarının asıl amacını bir Alman
Askeri yetkilisine yazdığı mektupta şöyle dile getirmektedir:
“... Öte yandan bu askerler (300 bin kişilik Redif Kuvvetleri) üzerinde doğrudan
nüfuzumuzu kullanarak Osmanlı ordusunun idaresini, evvelkinden ziyade ve artık
elimizden bir daha geri alınamayacak biçimde, ele geçirebileceğiz.. (91)

Osmanlı askeri yapısını ele geçirmenin altında yatan nedeni ise bir başka Alman yetkilisi,
Almanya’nın İstanbul’daki büyükelçisi Von Wangenheim şöyle itiraf ediyordu:
‘Türkiye’de orduyu kontrol eden güç biz oldukça, Almanya’ya muhalif hiçbir hükümet
iktidarda kalamaz. (92).
Almanya’nın, Osmanlı’daki girişimleri bir yandan da büyük oranda askeri amaçları da olan
demiryolu (yüzde 86 gibi büyük bir oranda) gibi altyapı projeleriydi. 1888’de bu ülke
Haydarpaşa-İzmit demiryolu işletmesi ve İzmit-Ankara demiryolu inşası için çeşitli
imtiyazlar aldı. Bunu 25 Ağustos tarihinde imzalanan Osmanlı-Alman Ticaret Anlaşması,
stratejik bir önemi olan Bağdat demiryolu için görüşmelerin başlaması, 1900’de sekiz yıl
sürecek olan Hicaz demiryolu inşaatının başlaması, 18 Mart 1902’de demiryolu imtiyazının
Almanlara verilmesi, 3 Mart 1903’de çıkarılan bir kararla da görülmemiş ek imtiyazlar
verilerek demiryolu inşaatının Türk-Alman ortaklı Bağdat Demiryolu Şirketi’ne verilmesi
izledi. Emperyalist Almanya’nın, Doğu’ya mal pazarlamasını ve hammadde taşımacılığını
kolaylaştıracak olan ciddi bir öneme sahip Bağdat demiryolu’nun yapımının, büyük
imtiyazlarla Almanlara verilmesi, İngiltere’nin muhalefetine yol açtı. Sonunda demiryolu
inşaatının Alman kontrolü altında uluslararası bir Osmanlı teşebbüsü olduğu yalanıyla,

177
FARUK ARSLAN

Deutsche Bank’ın öncülüğünü kabullenen Fransız ve Avusturyalı girişimciler de projeye


dahil edilerek inşaata başlandı.
Almanya’nın Osmanlı’ya himayeci yaklaşımı ticaretteki payının artmasını da sağladı. 1880-
1909 yılları arasında Almanya ve Avusturya’nın, Osmanlı dış ticaretindeki payı yüzde 18’den
yüzde 42’ye yükseldi. Ayrıca Almanların Deutsche Bankı (Alman Bankası), Deutsch-Orient
Bank (Alman-Doğu Bankası) adıyla İstanbul’da açıldı.
Almanya emperyalizminin niyeti açıktı. Osmanlı’yı kendi sömürgesi haline getirmek ve
başta Bağdat Demiryolu olmak üzere ördüğü ağlarla sömürüsünü Doğu’ya doğru yaymak;
buralarda İngiliz, Fransız emperyalizmiyle girdiği paylaşım yarışından üstün çıkmak. Bunu
en azından Osmanlı üzerinde adım adım başarmaktaydı da. Bir yandan Osmanlı’yı giderek
kendisine bağlarken diğer yandan İngiliz-Fransız vd. emperyalistlerin paylarına da el
atıyordu. Örneğin Alman tekstilciliği Yakındoğu’da İngiltere’nin pazarını elinden almıştı.
Osmanlı ise emperyalistler arası çelişkileri ve çekişmeleri göz önünde bulundurarak
politikalarını belirlemeye çalışmış fakat Alman emperyalizminin eline düşmekten
kurtulamamıştı. 2. Abdülhamid’in tahtta olduğu Osmanlı için Alman emperyalizminin
görünüşte himayeci yaklaşımı saldırgan bir tutum izleyen diğer emperyalistlere oranla daha
yapıcıydı. Artık dağılmaya yüz tutmuş imparatorluk denize düşen yılana sarılır misali
ordusunu modernleştirmeyi, altyapı çalışmalarını üstlenmeyi öneren Alman emperyalizmine
sarılmıştı. Ve o yılan Osmanlı’yı her gün biraz daha sarmalamış kanını emmeye
zenginliklerini talan etmeye başlamıştı. Alman emperyalistleri bir yandan, Alman Kralı
2.Wilheim’ in 13 kasım 1898 de Şam’da söylediği gibi ‘Gerek Majeste Sultan, gerekse Halifesi
olduğu dünyanın her tarafındaki 300 milyon Müslüman bilsinler ki, Alman İmparatoru
onların en iyi dostudur.’ diyerek hamilik rolünün gereğini yerine getirirken, diğer taraftan
kapalı kapılar ardında Osmanlı’yı paylaşmak için diğer emperyalist devletlerle anlaşmalar
yapmaktan geri kalmıyorlardı.

1910’da Almanya, Rusya iIe Potsdam Anlaşmasını imzalar ve Rusya’nın İran’daki nüfuzunu,
Almanya’nın Osmanlı üzerindeki nüfuzlarının tanınması karşılığında kabul eder. Rus tehditi
bu şekilde artar. 15 Şubat 1916 tarihinde ise Fransa ile Osmanlı’nın nüfuz bölgelerine
ayrılmasını kabul ettikleri bir anlaşma imzalarlar. Bu anlaşmaya göre Kuzey Anadolu ve
Suriye Fransız nüfuz bölgesi olarak kabul edilir ve bölgenin demiryollarının Bağdat
demiryollarına bağlanması kararlaştırılırken Bağdat demiryollarının geçtiği bölgeler ise
Alman nüfuz bölgesi olarak kabul edilir. 15 Haziran 1914 tarihinde ise Londra’da İngiltere ile
Bağdat Demiryolu Kumpanyası’nın yönetim kurulu üyeliğine iki İngiliz’in alınması ve
demiryolunun Basra’da bitmesi üzerine bir anlaşmaya varırlar. İmtiyazlarla başlayıp,
borçlanmalarla devam eden ve iflasa oradan da Düyun-u Umumiye’ye kadar ulaşan seyirle
emperyalizmin bir yarı sömürgesi haline gelen ve Balkanlar başta olmak üzere toprak
yitirmeye başlayan Osmanlı artık üzerinde emperyalistlerin pay kapma yarışı yaptığı bir
ülke haline gelmiştir. Daha 1913’te ABD Başkanı Wilson, kendisine İstanbul’a bir elçi
gönderilmesini öneren ABD Dışişleri Bakanı’na şaşırıp, ‘Ne için? İmparatorluk nasıl olsa yok
olup gidecek’ diye cevap vermiş, Dışişleri bakanı da şu cevabı vermişti. ‘Nasıl yok olup
gittiğini görmek için’. (93) Parçalanmasına, emperyalistler tarafından paylaşılmasına kesin
gözüyle bakılan Osmanlı, emperyalistlerin çelişkilerinin giderek savaşı dayattığı koşullarda
Sultanın damadı Enver paşa’nın baskısıyla Almanların yanında 1. Paylaşım Savaşı’nda yer
almıştır. O yıllarda ülkenin adı zaten ‘Enverland’ olmuştur. 1. Paylaşım Savaşı’ndan

178
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

yenilgiyle çıkmasının ardından ise topraklarının tamamen paylaşılmasını gündeme getiren


Sevr’le karşı karşıya kalmıştır.

Bu devrede 2.Abdülhamid Han'ın ısrarla yapılmasını istediği ve yaptırdığı demiryollarının


devleti ayakta tutma girişimi olarak görmek gerekir. Şimendifer politikasının gayesi birinci
derecede askeri ve siyasi, ikinci derecede de iktisadi ve ticariydi. Vatanın müdafası için
herşeyden önce demiryolu inşaası zaruret teşkil ediyordu. Bu zaruret 1877 Türk-Rus har-
binde büyük çapta ortaya çıkmıştı. Balkan isyanlarıyla bu harpten alınan dersler, ondan
sonra Rumelide hemen iki hattın yapılmasını gerektirmiş ve ilk olarak Selanik-İstanbul
hattıyla, Manastır-Selanik demiryolu vücuda getirilmişti. Demiryolları o kadar önemliydi ki
Abdülhamid düşmanları bile; "eğer bu hatlar Abdülaziz devrinde yapılmış ve 300 milyon al-
tın borcun onda biri bu işe harcedilmiş olsaydı, 1875 Balkan ayaklanmalarını hemen bas-
tırmak ve belki de Türk-Rus harbini önlemek mümkün olurdu." şeklinde düşünüyordu.. Ni-
tekim bu hatların 1897 Türk-Yunan Harbinde muazzam faydaları görüldü. II. Abdülhamid
Han zamanında Türk topraklarına döşenen demiryolları, evvela Rumeli'de 1993, sonra
Anadolu'da 2507 kilometreye yükselmişti. Halbuki Berlin muahedesinden evvel demir-
yollarının uzunluğu toplam 1145 kilometreden ibaretti. Abdülhamid Han'ın demiryolu siya-
seti, dış politikası ile içice idi. Batılı teşebbüs ve sermaye ve teknik merkezlerinin Türk demir-
yollarını doğrudan doğruya üzerlerine alamayacaklarını başka tavizler talep edeceklerini an-
layarak demiryollarının inşası için işi siyasi bir faydaya bağlayarak hem devlet emniyetini
garinti altına almayı, hem de memleketi büyük bir askeri ve iktisadi kıymete kavuşturmayı
düşünerek harekete geçti.

Bu politika gereği II. Abdülhamit yükselen endüstrisiyle İngiltere'nin karşısına dikilmekte


olduğunu gördüğü Almanya'ya kucak açtı ve karadan Hindistan demiryolunun en hassas
istikametini çizen Anadolu-Bağdat demiryolunu Almanlara ihale etti. Böylece, bir yandanda
Batılı iki büyük ve rakip devleti, kendi topraklarında doğacak bir karşılaşmaya davet ederek
rekabeti kızıştırmayı başarmıştı. Birinden birini tutmakla öbüründen korunuyor ve böylelikle
hem devlet emniyetini sağlayıyor hem de yukarıda bahsedildiği gibi ülkeyi büyük bir de-
miryoluna kavuşturuyordu. Avrupa'daki sanayi inkılabı sonucunda ulaşımda demiryolu te-
knolijinin ortaya çıkması, bunun ulaşımda meydana getirdiği kolaylık, Doğu Akdeniz'i Basra
Körfezi'ne demiryolu ile bağlama projesini gündeme getirmişti. İngilizler, Hindistan hakimi-
yeti için 1840'lı yılların başından itibaren yoğun bir çalışma başlattılar ve projeler hazır-
ladılar. 1856'da William Andrew, İskenderun'dan başlayıp Fırat Vadisi'ni geçerek Hindis-
tan'a ulaşacak bir demiryolunun İngiltere'nin Hindistan'daki hakimiyetini iyice artıra-
cağından bahsediyordu. Ne var ki 1869'da Süveyş kanalının açılması ve buranın kontrolünün
1881 'de İngilizlerin eline geçmesi, deniz yolunun daha rahat olması hasebiyle İngilizler bu
projeden vazgeçirtti. Bunun sonra projeyle Almanya ilgilenmeye başladı. Almanya, Ber-
lin'den başlayıp, Bağdat -Basra'ya kadar uzanacak 3B (Berlin-Bosfor-Bağdat) demiryolu Pro-
jesi ile hem Anadolu ve Mezopotamya'nın ekonomik zenginliklerinden faydalanmak hem de
Basra limanına kadar uzanacak bu demiryoluyla İngiltere'yi Hindistan'da tehdit etmek is-
tiyordu. Kısacası bu demiryolu Almanlar için büyük bir önem arzediyordu.

Alman İmparatoru 2. Wilhelm, Bağdat demiryolunun imtiyazını almak için 1888 ve 1898'de
iki kez Sultan'ı ziyarete gelmiş ve neticede Bağdat Demiryolu imtiyazı Almanlara verilmişti.

179
FARUK ARSLAN

İngiliz ve Fransızlar, bu hattın, Doğu Akdeniz-Suriye-Irak hattında yer almasını isterlerken,


Almanlar Anadolu içlerinden geçmesini istiyorlardı. Sultan, İngiltere ve Fransa'ya verilecek
yukardaki hat imtiyazının, güneydeki Osmanlı vilayetlerini devletten koparacağı endişesini
taşıyordu. Bu nedenle Anadolu içlerinden geçmesini isteyen Almanlar'ı tercih etti. II. Abdül-
hamid Han Bağdat demiryolunun Osmanlı devletine faydasının ekonomik ve askeri alanda
büyük olacağına inanıyor, kalkınmanın özellikle İmparatorluğun Asya topraklarına yönele-
rek İslam birliğini gerçekleştirmesi politikasına uygun olacağına ve buradaki Müslümanlarla
kaynaşmanın daha kolay ve rahat olacağına inanıyordu. Demiryolunun Anadoludan geçerek
Bağdat'a ulaşması ile zirai ürünlerinin çürümesi önlenecek, yok pahasına satılmayacak, ma-
denler atıl kalmayacaktı. Askeri yönden faydalarına gelince; bunların başında askerin intika-
linin ve ihtiyacının daha çabuk ve seri sağlanması, geçtiği yerlerde kuvvetin sağlamlaştırıl-
ması geliyordu.

Bağdat Demiryolu Projesi Avrupa'da Hasta Adamı tedavi edici ve kuvvetlendirici bir unsur
olarak değerlendirildi. Ayrıca Ortadoğu'ya Alınan emperyalizmini tesis edici bir yol olarak
da görülen Bağdat Demiryolu, İngiliz ve Fransız koloniyalizmi içinde bir tehdit olacaktı. Bu
tehdit, 1904'den sonra İngiltere, Fransa ve Rusya'yı biraraya getirdi. Almanya'nın Drang
Nacy Osten (Şark'a doğru) yolu kesilmek isteniliyordu. Bağdat Demiryolu Projesi, Avrupa'da
1. Dünya Harbinin önemli sebeplerinden birisini teşkil etti. Sultan II. Abdülhamid, İngiliz,
Fransız ve Ruslar'ı da tatmin edecek, seslerini kısacak bir demiryolu imtiyazı verdi. Böylece
dengeli bir politika ile düşmanlıklarını engellemeye çalışıyordu. İngilizlere Batı Anadolu'da
İzmir-Kasaba arasındaki demiryolu yapımı, Fransızlar'a Suriye ve Lübnan'da imtiyazlar ve-
rildi. Ruslara ise "Karadeniz Andlaşması"yla Doğu Anadolu ve Karadeniz Bölgelerinde de-
miryolu yapımı imtiyazları verildi.

Yine de Bağdat Demiryolu ile emperyalist devletlerin emelleri altüst olmuştu. Sultan II. Ab-
dülhamit Bağdat Demiryoluyla, Hindistan korkusunu aşılayarak İngilizleri dize getirmiş,
Rusları İskenderun istikametinde "ılık denize inme" politikasından vageçirtmiş, Hicaz demir-
yoluyla da İslam birliği idealini harekete geçirerek fevkalade korkutmuş ve Rusları Filis-
tin'deki "Makamat-ı Mukaddese" koruyuculuğundan dönmeye mecbur bırakmıştır. Abdül-
hamid Han'a düşmanı dahi onun bu dahiyane politikasını şöyle dile getirecektir: "Artık
Büyük Petro'ların, İkinci Katerina'ların emelleri altüst olmuştu. Çar, Avrupa 'da,Osmanlıların
tarihi mirasçısı olma sevdasından vazgeçtiği gibi, Filistin'de Mukaddes toprakların koruyu-
cusu olmak fikrinden de yavaş yavaş vaz geçiyordu. Büyük bağdat hattı Rusya'nın bütün
siyasi teşebbüslerine mani oldu."

HICAZ DEMIRYOLU

Abdülhamid Han'ın en önemli hizmetlerinden birisi de Hicaz demiryolu olmuştur. Bu de-


miryolu projesi ile Şam ile Medine ve Mekke şehirleri birbirine bağlanıyordu. Yine bu yol ile
Hicaz ve Yemen'de Sultan'ın otoritesi kuvvetlenecek, Mısır'da nüfuzunu artıracaktı. Demir-
yolu ile Hicaz ve Yemen'e Osmanlı askerini emniyet içinde sevetmek mümkün olacak, hac
farizasının yerine getirilmesi de kolaylaştırılacak, az da olsa geçtiği yerlerin ziraat ve ticareti
canlanacaktı.

180
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Hicaz Demiryolu, askeri ağırlıklı hat olması sebebiyle bölgede en çok İngiltere'yi tehdit ede-
ceği için, özellikle adı geçen devlet, demiryolunun yapılmasını istemiyordu. İngilizler sabote
için Arab kabileleri arasında, eski anane ve adetlerin bozulacağı, her sene hazineden aldıkları
avaitin (gelir, irat) kesileceği, deve ve at kervanlarının ortadan kalkacağı vb. gibi propagan-
dalar yapıyorlardı. Üstelik, Şeyhlere bol para hediye ve silah dağıtarak onları inşaat aleyhine
tahrik ediyorlardı. Osmanlı ise bir yandan bu proje için kaynak oluşturmaya çalışıyordu. Sul-
tan'ın özel sekreteri olan Suriyeli Arap İzzet Paşa'nın Demiryolu yapımı için madalya çıkara-
rak İslam dünyasından yardım toplama talebi kabul edildi. II. Abdülhamid Han, 50 bin lira
ödeyerek yardımda bulunanlar listesinin en başında yeraldı. Bütün Müslüman ülkelerinden
özellikle Hindistan Müslümanları, İran,Tunus, Cezayir, Rusya Müslümanları, Doğu Türkis-
tan, Sumatra, Java, Malezya'dan büyük yardımlar gelmiş, Afganistan Sultanı Amir Han da
en yüksek yardımı yapan kişiler arasında yeralmıştı. Ve nihayetinde bu yardımlar son-
rasında Eylül 1900'da hicaz Demiryolu inşaatına başlanıldı.
Osmanlı devleti, Hicaz demiryolu için yardım kampanyası başlatınca İngilizler Hindistan ve
Mısır'daki gazeteleriyle bunu baltalamaya çalışarak Türkler'in Hicaz Demiryolunu yapacak
kabiliyet ve iktidarda olmadıklarını, Müslümanları soymak için yeni bir bahane uydur-
duklarını, Müslümanlar'ın boş yere aldanıp para vermemelerini söyleyerek propaganda
yürütüyorlardı. Mısır'daki İngiliz konsolosu da halkı demiryolu aleyhine tahrik etmiş, fakat
bütün bu İngiliz propaganda ve tahrikleri bir netice vermemişti.
30 Ağustos 1908'de Hicaz demiryolu faaliyete geçti. İstanbul'dan kalkan tren Medine-i
Münevvere'ye kadar ulaşabiliyordu. İlk tren, İstanbul'dan gelen misaferlerle birlikte 27 Ağus-
tos Perşembe günü, Şam şehrinden Medine istikametine hareket etmişti. Trende, devlet
adamlarından müteşekkil kalabalık bir heyetten başka, yerli ve yabancı pekçok gazeteci bu-
lunuyordu. Özel trenin bir büyük salon-vagonu, bir lokantası, bir cami vagonu ve üç yolcu
vagonu vardı. Hız, o zaman için mükemmel sayılabilecek olan 40-60 km arasındaydı. Tren
yalnızca iki şey için duruyordu. İkmal ve namaz...Çöl kumlan üzerinde cemaatle namaz
kılınırken, ikmal için develerle su getiriliyordu. Tren 30 Ağustos Pazar günü öğleden sonra
saat iki sularında Medine-i Münevvereye vardı.
Abdülhamid Han'ın bu demiryolu politikasıyla ince siyasetinin dehasını ortaya koyduğunu
düşmanları tarafından itiraf edilmiş bir gerçek oldu. Aradan birkaç yıl geçtikten sonra İngiliz
casusu Lawrance, peşine taktığı bedevilerle Hicaz demiryoluna sabotajlar yaptı. Hicaz'daki
isyanlar için bölgeye asker sevki yapılamadı. Ve nihayetinde Medine İngilizlerin komutasına
girmiş, Osmanlının elinden çıkmıştı. (94)

ALMANLARIN KAÇIRDIĞI ARŞİV

Almanlar 20 yüzyılın başlarında Osmanlıyla ilgili olan herşeyle ilgileniyorlardı. Bu ilgilenme


müttefik ülke görünümünde gerçekleşse de Almanlar her meseleye kendi çıkarları doğrul-
tusunda yaklaşıyorlardı. Azınlıklar meselesi de aynı şekildeydi. Türk Genelkurmayının
arşivinİ 1918’de ülkelerine kaçıran Almanlar, 2005 yılında Türkler Ermenilere soykırım yaptı
demişti. Oysa Osmanlı ordusunun kontrolü ve komutası 1914-1918 yıllarında Alman Genel-
kurmayındaydı. Dolayısıyla Ermeni iddiaları ile ilgili tartışmaları Osmanlı genelkurmayının
1913-1918 tarihleri arasında Almanya'nın kontrolünde olduğunu ve Hans Von Seeck 5 Kasım
1918 tarihinde giderken bütün arşivi yanında götürdüğünü bilmeden doğru bir şekilde
yürütmek imkansızdır. Nihayetinde Genelkurmay arşivini kaçıran Almanya, suç Almanların

181
FARUK ARSLAN

üzerine kalmasın diye 2005 yılında "Türkler Ermeni soykırım yaptı" bile demiştir. Peki neden
bugüne kadar hiçbir tarihçi veya yetkili "bizim komutamız Almanlardaydı, bütün arşivi de
onlar çaldılar" demedi? Şimdi O dönemi kısaca hatırlayarak, arşivin neden kaçırıldığına bir
göz atalım. Ordusunda reform yapmak isteyen Osmanlı yüzyılın başında Almanlarla bir
takım anlaşmalar imzalamış, bu anlaşmalar sonucunda Osmanlı ordusunun bütün kritik
noktalarını Alman subaylar komuta etmeye başlamıştı.
Yapılan düzenlemeler ile Enver Paşa yetkisizleştirilmiş ve Alman von Schellendorf fiilen Ge-
nelkurmay Başkanlığı görevine getirilmişti. Hatta bu tarihten sonra bazı belgelerde Alman
kumandan Von Schellendorf'tan ‘Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Reisi' şeklinde bahsedilmeye
başlandı. Aynı iradeyle Genelkurmay teşkilatı yeniden değiştirildi ve Kritik Merkez Şube
Müdürlüğü doğrudan Von Schellendorf'a bağlandı. Bundan da anlaşılacağı üzere, 1914
yılından itibaren Osmanlı ordusundaki bütün yazışma, plan ve evraklar Almanların kon-
trolüne geçti.
Osmanlı Genelkurmay başkanı von Schellendorf , 20 Ağustos 1914 tarihinden itibaren "olası
savaş durumunda açılacak cephelerle ilgili planları" hazırladı. Almanların Osmanlı ordusu
üzerindeki mutlak ağırlığı ordu içerisinde bazı subayları rahatsız etmişti. Fakat devlet poli-
tikasına karşı yapabilecekleri fazla bir şey yoktu. Böylelikle, Osmanlı’da Alman komutasına
muhalif subaylar istifa etti veya pasif görevlere getirildi. I. Dünya savaşı başladığında ise
"artık denetim mutlak olarak von Schellendorf', dolayısıyla Alman Genelkurmayı'na
geçmişti. Alman denetimindeki Osmanlı Genelkurmayı bütün önemli kararları, sefer plan-
larını ve her tür yığınağı Alman Genelkurmayı'nın emir ve denetimi altında yapmaktaydı.
İlgili plan, yazışma ve arşiv kayıtlarına Osmanlının en üst düzey komutanlar dahil, hiçbir
Türk subayı ulaşamıyordu. Bu uygulama savaşın son dönemine kadar titizlikle devam etti-
rildi.
Alman Genelkurmayı’nın kontrolüne giren Osmanlı ordusuna en dikkat çekici tavır ve uyarı
20 Eylül 1917 tarihli raporu ile 7. Ordu Komutanı Mustafa Kemal Paşa'dan geldi. Mustafa Ke-
mal, Enver Paşa ve Talat Paşa'ya gönderdiği raporda Suriye-Filistin cephesindeki durumu
vurgulayarak acilen, "içinde bulunduğumuz bataklıktan Almanlar'la beraber bulunarak kur-
tulmak zaruri ise de, Almanlar'ın bu zaruretten imdadı ve harpten istifade ederek bizi müs-
temleke şekline sokmak ve memleketimizin bütün menabiini (kaynaklarını) kendi ellerine
almak siyasetine muarızım (karşıyım) ve rical-i devletin bu hususta hiç olmazsa Bulgarlar
kadar müstakil ve kıskanç olmalarını lüzumlu görürüm..." diyecekti. Bunun üzerine Alman
Genelkurmayı birlikte savaştığı daha doğrusu savaştırarak öldürttüğü Osmanlı askerlerinin
başına von Schellendorf'un yerine 17 Aralık 1917 tarihinde İstanbul'a gelen Tuğgeneral Hans
von Seeckt (22 Nisan 1866 - 27 Aralık 1936) atadı. Hans von Seeck ise Osmanlı Genelkur-
mayı’ndaki belgelere göre "5 Kasım 1918 günü sabah saatlerinde" , 1914 yılından itibaren ya-
pılan bütün yazışma ve evraklar ile Alman Genelkurmayı ile yapılan yazışmaların tamamını,
üstelik 1 Kasım 1918 tarihinde Genelkurmay ile ilgili tüm sorumluluklarını devretmesine ve
"31 Ekim 1918 gün ve 6083 sayılı tamim gereğince bu evrakların Merkez Şubesi'nde veya Ri-
yaset Yaverliği makamında bulundurulması" gerektiği halde Almanya’ya götürmüştür.
Neden götürmüştür?
Bu sorunun yanıtını, bugün artık yalan olduğu ortaya çıkan Ermeni soykırım iddiaları ile
Türkiye'yi parçalamak isteyenlerin, Türkleri nasıl birbirlerine düşürdükleri ve topraklarını
elinden nasıl aldıkları konusunda ortada "belge ve akıl" bırakmak istememesinde aramak
lazım.

182
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Tarihte, zamanın kendisi çok önemlidir. Bazı Ermeni veya taraflı tarihçiler, İngiliz ve Fransız
kuvvetleri 19 Şubat 1915 tarihinde ikinci büyük bir taarruzla Çanakkale'yi topa tutarken, Os-
manlı topraklarında, tehcir veya kıyım adı ne olursa olsun 2 Şubat 1915 yılında soykırımı
başlatırlar ve son aylara kadar devam ettirirler. Çanakkale savaşı da 19 - 20 Aralık 1915 tarih-
leri arasında, Arıburnu ve Suvla'nın boşaltılması sonrası 8-9 Ocak 1916 tarihinde tamamen
sona erer ve diğer tarafta ise aynı ordu Ermeni vatandaşlarına kıyım uygular! Bugün, ABD
gibi çok donanımlı bir ordunun Irak'ta başına gelenleri gördükten sonra buna inanmak çok
zor. Fakat bunu kanıtlayacak olan, Osmanlı ordusunun hafızası olan arşivler Almanlar ta-
rafından kaçırılınca bu gerçekleri kanıtlamak mümkün olamadı. Böylelikle, 1914-1918 tarih-
leri arasında Alman Genelkurmayın emri ve komutasında olan Osmanlı ordusunun başına
gelenleri, ayrıntıya girmeksizin şu şekilde sıralayabiliriz;
- 19 Aralık 1914 Sarıkamış harekatı,
- 1914 -1915 tarihleri arasında Çanakkale savaşı,
- 1916 Irak ve
- 9 Aralık 1917 Kudüs işgali
Bu ön bilgilerden sonra Almanya'nın 2005 yılında nasıl ve hangi hakla soykırımı tanıdığını
düşünmek daha farklı sonuçlara götürecektir.
Ayrıca, "...Enver Paşa hariç bir kısım İttihat Terakki ileri gelenleriyle birlikte, 8/9 Kasım 1918
gecesi U-67 numaralı Alman denizaltısı ile İstanbul'dan kaçtı. İşin ilginç tarafı, bu grubun
Türkiye'den kaçmadan önce İttihat Terakki arşivinin önemli bir kısmını yok" (95) etmesini ise
not olarak bir yerlere yazalım ve günümüzün ittihatçılarını tespit edelim... Tabii ki savaş,
"yönetme siyasetinin iflasıdır." Hiç kuşku yok ki yaşanan acıların başlangıcında, ABD ta-
rafından Anadolu'da Protestanlaştırılan Ermenileri hatırlamakta fayda var. Aslında bu tür
şeyler bu gün de devam ediyor. Mesela Türkiye, son zamanlarda gelişen Yahudi-Kürt
müttefikliğine şahit oldu ve buna yönelik bir politika geliştiremedi. Filistin ve İsrail topra-
klarında, 400 bin Yahudi Kürt olduğunu çok kişi bilmez. Eski Genelkurmay Başkanlarından
Moşe Yalom da, Türk vatandaşlığından atılmış ve Mardin'li bir Kürt'tür. Bunu köşe
yazısında Hürriyet gazetesi’nde 10 Ekim 2007’de ilk defa kaleme alan gazeteci Yalçın Ba-
yer’dir. Fakat, Türkiye'de 25-30 bin civarında Yahudi vatandaş varken, Kürdistan'ı 19.
yüzyılın ortalarına doğru gezen Haham David 1827 yılında aktardığı verilere göre, "toplam
15 sinagog ve 1.875 ailenin varlığından" söz eder. O zaman, 400 bin Yahudi Kürt nüfus nasıl
bulundu ki? Elbette Kürtsüz bir Kürdistan kurmak için bulundu! Önemli olan, ABD'lilerin
Türklere, "bu sefer de Kürtlere soykırım yaptı" dememeleri için, ilk önce 1914-1918 yıllarında
dökülen insan kanı ile kaybedilen Osmanlı topraklarının hesabını Alman Genelkurmay arşi-
vlerinde mutlaka aramamız gerekiyor... (96)

1916 YILINDAN İTİBAREN ALMANYA’DAN GÖNDERİLEN UZMANLAR

Birinci dünya savaşı sürerken, 1916 yılından itibaren, Almanlar, birçok bakanlığın
çalışmasını yeniden düzenlemek ve yapılandırmak için bir çok uzmanı danışmanı (müsteşar)
olarak Türkiye’ye yollarlar. Ordudaki Tümgeneral rütbesine eşit bir konumla görevlerine
başlayan bu uzmanların çoğu savaş sonuna kadar Türkiye’de görevlerinde kalırlar. Prof. Dr.
Franz Schmidt Eğitim ve öğretim bakanlığında başdanışman, Türk Kültür politikalarının be-
lirleyicisi, Fransızca yerine Alman kültürü ve dilinin Türk okullarına girmesinden sorumlu
kişidir. Dr. Gräve Türk Maliye Bakanlığında, demir para basımı bölümünde, Dr. Albert Hahl

183
FARUK ARSLAN

tarım bakanlığındadır. Bu kişinin daha önce Alman Koloni dairesinde Samoa adaları genel
valisi olduğunu da belirtelim. Dr. Vassel Türk Maliye bakanlığında, genel müfettiş, sonra
maliye Reformu komisyonu Başkanı, daha önce ise Yüzbaşı rütbesi ile 6. Ordu’da İran’a ya-
pılacak operasyonlarda Mareşal Golz’un kurmayında, 7/1916’ya kadar İran’da çeşitli yerlerde
Konsolostur. Dr. Karl Rudolf Heinze Türk Adalet bakanlığında danışmandır. Karl Orth Türk
Posta ve Telgraf Bakanlığı’nda görevlidir. Albert Hopman, Tümamiral, Türk Donanma Ba-
kanlığında iyileştirme/geliştirme tasarımcısıdır. Emil Kautz Ziraat Bankası Başkanlığına geti-
rilmiştir. Hugo Mayer Savaş Bakanlığına bağlı Gıda işleri dairesinde Başdanışman olur. Frie-
drich von Fürstenberg Süvari Yüzbaşı, 1916-1917’de Osmanlı Tarım bakanlığı Traktör biri-
minde, Gıda işleri başkanıdır. Yüzbaşı Prof.Dr. Weickmann(Weichmann) 1916 Türkiye'deki
meteroloji, hava gözlem istasyonları sorumlusu, Leipzig üniversitesinden gelir ve İstan-
bul’daki merkezi yönetir. Veit Ticaret Bakanlığında Orman işlerinden sorumludur. Dr. Karl
Rudolf Heinze 1916-1918 yılları arasında İstanbul’da Türk Adalet bakanlığında
Başdanışmanı olarak çalışmış ve Talat Paşa dahil o dönemin bütün siyasileri ile çok iyi ilişki-
leri olmuştur. (97)

Alman Korgeneral Bronsart Schellendorf, Türk K.K.Komutanlığının baş komutanıdır. Sadra-


zam (Başbakan) Talat paşa ise yakın dostudur. Birinci Dünya harbinde Osmanlı ordusuyla,
İngiliz ve Fransız ordularına, doğu ve güney doğu Anadolu bölgelerinde ise Rus ordularına
karşı savaşıyordu. Tabii olarak savaşın cereyan ettiği bölgelerde Ermeni nüfusu da
yaşıyordu. İlerleyen Rus ordusuna çeşitli bölgelerde Ermeni’ler destek veriyor, daha da ileri
giderek bağlı oldukları Osmanlı ordusunu arkadan hançerliyorlardı. O arada Van –Bitlis-Ma-
raş ve Adana’da Ermeni isyanları başladı. Ermeniler Türk Kürt köylerini basıyor korkunç
katliamlar gerçekleştiriyorlardı. Ayaklanmalarda maddi destek ise Ruslardan geliyordu. Eli
silah tutan 15-16 yaşındaki gençler askere alındığı için köy, kasaba ve şehirlerde bulunan bir
yığın sivil, güçsüz Türk insanı , fırsat kollayan Ermenilerce katlediliyordu. (98)

Amerikalı tarihçi Justin McCarthy’nin “Ölüm ve Sürgün” (“Death and Exile”) adlı kitabında
sözünü ettiği “Archives des Affaires Etrangères de France, Levant, Arménie. 1918-1919” bel-
geleri şunları ortaya çıkarmıştı: 1 Kasım 1918 tarihinden itibaren Çukurova bölgesini işgal
eden Fransa, bölgede bir Ermeni devleti kurma vaadiyle Ermenileri kandırdı. Önce gönüllü
Ermeni taburları oluşturuldu. Daha sonra, ABD, Mısır, Suriye ve Fransa’dan 200 bin Ermeni
gelmesi üzerine, Fransız Doğu Lejyonu’na bağlı Ermeni Lejyonu kuruldu. Bu özel birliğe
Fransız üniforması giydirildi ve ellerine Fransız silahı verildi. (Aynı şeyi Çarlık Rusya 1914-
1915’te Doğu Anadolu’da yapmıştı). Adı geçen birlik 1921 yılına kadar bölgede akıl almaz
katliamlar yaptı. Fransa için utanç verici olan bu günleri Çukurova halkı “Kaç-Kaç Dönemi”
olarak adlandırdı. 20 Ekim 1921’de TBMM hükümeti ile Fransa arasında imzalanan Ankara
Antlaşması’ndan sonra Fransız işgal kuvvetleri Suriye ve Lübnan’a çekilirken yanlarında 50
bin Ermeni götürdü. Ardından, Fransızların Çukurova’da (Kilikya’da) yüzüstü bıraktığı Er-
meniler önce Suriye ve Lübnan’a, daha sonra da Fransa’ya gittiler. Bugün Fransa’da yaşayan
600 bin Ermeni asıllı Fransız seçmenin öyküsü böyledir.

Hızını alamayan Ermeniler, kovulmalarının ardından ülkenin seçkin ve yetkin kişilerini


katlederek hedeflerine ulaşma gayreti içine girdi. 15 Mart 1921 de Almanya’da bulunan Talat

184
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

paşa NEMESİS örgütüne (ASALA’ dan dan önce Ermeni TAŞNAK partisine bağlı bir alt ör-
güt olarak 1920’lerde , adını her nedense Yunan mitolojisindeki “Adalet ve İntikam Tan-
rıçası”ndan alan ilk gizli Ermeni terör örgütü) bağlı yaşlı bir militan olan Tehliryan ta-
rafından şehit edildi. Daha sonra aynı örgütçe 05 Aralık 1921de Roma’da hariciye nazırı Sait
Halim paşa şehit edildi… Gelişen bütün olayları bilen Alman Korgeneral B.Schellendorf,
1916 da bildiği bütün gerçekleri, baskılar nedeniyle ancak Temmuz 1921 de açıklayabilmiştir.
Bütün bu olaylara paralel olarak Ermeni ayaklanmaları devam etti. Talat paşa kendi or-
dusunu arkadan vuran Ermeni’lerin Kuzey Mezopotamya denilen Dicle ve Fırat’ın birleştiği
yer olan Suriye- Irak bölgesine nakledilmesi (Tehcir) kararını verdi. Talat paşanın emirleri
öldürme ve kötü davranmayı içermiyordu. Talat paşa verdiği kararla Ermeni’ler tarafından
düşman ilan edilerek 1921 yılında yukarıda bahsedildiği şekilde şehit edilmişti. Göç
sırasında Ermeni’lerin Mezopotamya’ya gidebilmek için Türk’lerin yaşadığı bölgelerden
geçmeleri gerekiyordu. Müslümanlara karşı zulüm yapan Ermeni’ler bu bölgelerden geçer-
ken öç almak üzere burada bulunan Kürt’lerin baskılarıyla kan davası bedeli öldürülmüştür.
Geri kalanlar ise hastalık, açlık ve soygun gibi doğal nedenlerle ölmüştür. (99)

Talat Paşa 15. Mart 1921 Berlin’de öldürüldüğü sırada, İngilizlere Talat Paşayı bağlayan üç
neden var. Birincisi; Mart başında Sevr anlaşmasının iyileştirilmesi içindir. Çünkü, Ermeniler
dahil bütün dünya ve Talat Paşa bu olayları takip ediyordu. İkincisi; Talat Paşanın öldürül-
mesinden bir kaç gün önce bir İngiliz casusu olan Herbert Aubrey ile Londra’daki bu
görüşmeler de dahil kapsamlı bir görüşme yapmıştır. Üçüncüsü; Ingilizler Almanlardan Ver-
say anlaşması gereği savaş suçlularının cezalandırılması veya geri gönderilmelerini is-
tiyordu. Talat Paşa da kağıt üzerinde ceza almış ve savaş suçlusu sayılıyor, bu yüzden başka
bir kimlikle kaçak olarak Almanya'da kalmasına göz yumulmasına rağmen, resmen
aranıyordu. Versay anlaşması savaş tazminatı verilmesi, askersizleştirme ve Alman savaş
suçlularının yargılanmak üzere kendilerine( İngilizlere ve Fransızlara) verilmesini öngörür.
Talat paşa cinayetinden sonra 5 Mayıs 1921 tarihinde Ingilizler Londra ultümatomunu verdi-
ler. Ya bu dediklerimizi 6 gün içinde yaparsınız, ya da Ruhr bölgesini işgal ediyoruz dediler.
Bunun üzerine hükümet değişikliği oldu. 10. Mayıs'ta Wirth başkanlığında yeni bir hükümet
kuruldu. 11. Mayısta İngilizlerin istedikleri kabul edildi. ( Erfüllungspolitik). Bunu askerler
ve aşırı sağ partiler kabul etmedi ve Almanya`da siyasi cinayetler devri başladı bir çok siyasi
lider öldürüldü. Talat Paşa cinayeti sanığı 3 Haziran 1921’de yapılan ikinci celsede serbest
bırakıldı. (100)

ERMENİ KIRIMINDA ALMAN ROLÜ

Yukarıdaki bölümde Osmanlı ordusunun en azından belli bir dönem boyunca Almanyanın
tekelinde olduğu anlatıldı. Dolayısıyla Ermenilerin tehciri meselesinde bu durumun bir
yansıması olmalıydı. Vardı da zaten.

Ermeni Araştırmaları Enstitüsü`nün belgesinde Almanların Ermeni kırımında rolü şöyle an-
latılıyordu:

`...1915 yılı başlangıcından itibaren Alman Büyük Karargâhında yapılan değerlendirmeler,


üst komuta kademesi tüm savaş boyunca Almanlara teslim edilen Osmanlı ordusu ve en

185
FARUK ARSLAN

önemlisi bir Alman tarafından yönetilen Osmanlı Genelkurmay Başkanlığı gibi etkenler so-
nucunda Osmanlı Ordusu kendi ülkesini korumaktan çok, Alman ütopyasına hizmet eder
hale gelmişti... Bu süreç `Ermenilerin geçici bir süre zorunlu göç ettirilmesiyle` sonuçlanan
1915 Geçici Yasası`nın çıkarılmasına kadar net olarak devam etti... Bu dönemde Osmanlı Ge-
nelkurmay Başkanı ve ikinci başkanı dahil olmak üzere komuta kademesinin büyük bir
bölümü Alman generallerden oluşuyordu... Dönemin en güçlü ismi şüphesiz Enver
Paşa`ydı...`

Diğer yandan Almanlar, yeri geldiğinde Ermenilerin tarafını tutmuştur. Örneğin Berlin`de 15
Mart 1921 tarihinde Talat Paşa`yı şehit eden Ermeni teröristi, Alman Mahkemesinde
yargılandıktan sonra ilginç bir şekilde, haklı görülüp beraat etti. Bu karar gerçekten Al-
manya’nın Osmanlı ordusunu Ermeni tehciri yapmaya zorlamasıyla tamamen zıt bir karardı.
Almanlar önce Osmanlı ordusunu tehcire yönlendirmiş daha sonra da tehcirden madur olan-
ların bir Osmanlı paşasını vurmasını suçtan bile saymamıştı.

Almanya’da bu sırada bir devrim gerçekleştiğini de unutmamak gerekir. Almanya'nın sa-


vaşı kaybedeceği anlaşıldığında 40 bin denizcinin 29 Ekim-3 Kasım 1918'de Kiel limanını
işgal etmesiyle başlayan devrimci ayaklanma sonucu Osmanlı Devleti'nin müttefiki Kayzer
II. Wilhelm, Almanya'yı terk ederek Hollanda'ya yerleşmiş, iktidarın gerçek hâkimleri olan
ve Almanya'nın yenilmediğini, aksine Masonlar, Yahudiler ve Cizvitler tarafından 'arkadan
vurulduğunu' söyleyen Ludendorff ve Hindenburg görevlerinden ayrılmışlardı. Tarihe
'Kasım Devrimi' olarak geçen hareketin önderi Almanya'nın Birinci Dünya Savaşı'ndaki
konumuna şiddetle karşı çıkan ve sosyalist bir devrim öngören Spartakistler adlı gruptu.
(Grubun adı Spartakusbriefen = Spartaküs'ten Mektuplar başlıklı risaleden geliyordu, Spar-
taküs ise tarihin ilk devrimcisi idi.) 1919'dan 1933'e kadar sürecek bu yeni döneme 'Weimer
Cumhuriyeti' denildi. Ancak sosyalistlerin iktidarı ılımlılarla paylaşmayı reddetmeleri üze-
rine işler ters gitmeye başladı. 4 Ocak 1919'da Berlin'de Spartakistlerin ayaklanma teşebbüsü
19 Ocak 1919'da aşırı sağcı Berlin Muhafız Tümeni tarafından bastırıldı, Karl Liebknecht ve
Rosa Luxemburg 1919'un 15 Ocak'ı 16 Ocak'a bağlayan gecesi işkence ile öldürüldüler. 13
Mart'ta Wolfgang Kapp adlı aşırı sağcı bir gazetecinin önderliğindeki 'Kapp Darbesi'
yaşandı. Darbe başarısız oldu ancak 1920 Ocağından itibaren uygulanmaya başlayan
aşağılayıcı Versailles Antlaşması yüzünden Almanya adeta İngilizlerin kontrolüne girmişti.
İşte böyle karanlık bir ortamda, Berlin'de gündeme bomba gibi düşen bir olay yaşandı.

ALMANYADA BİR OSMANLI PAŞASI CİNAYETİ

1/2 Kasım 1918 gecesi bir Alman denizaltısı (ya da torpidosuyla) İstanbul'dan kaçan Talat
Paşa ve bağlıları önce Sivastopol yakınlarındaki Gözleve'ye (Evpatorya), oradan Almanların
hazırladığı bir trenle Almanya'ya geçmiş, Alman Hükümeti'nce önce Berlin'in 50 km.
uzağında, Postsdam kenti yakınlarında ünlülerin sayfiye yeri olan Neubabelsberg'e yerleşti-
rilmişlerdi. Olay İstanbul'da duyulunca, yeni hükümeti kuran Ahmet İzzet Paşa Almanlar-
dan İttihatçıların hiç değilse askerî kanadından olan Enver ve Cemal Paşaların iade edilme-
sini talep etmişti. Ancak Alman Hükümeti özellikle Talat Paşa'yı iade etmeyi
düşünmüyordu. Çünkü Talat Paşa hem üst düzey Alman yöneticileriyle dostluklar kur-
muştu, hem de Alman kamuoyu kendisini, Osmanlı Devleti'ni modernleştirmek için uğraşan

186
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

bir devrimci ve kadim Alman dostu olarak tanıyordu. Talat Paşa bir süre sonra eşi Hayriye
Hanım'la birlikte Berlin'in şık semti Charlottenburg'daki dokuz odalı geniş eve yerleşti.

'Cafer Saî', 'Ali Saî', 'Mehmed Saî' gibi takma adlar altında bu adreste üç yıl yaşayan Talat
Paşa İstanbul'dan kaçarken 'Bizim siyasi ömrümüz artık sona ermiştir' dediğini unutmuşa
benziyordu. Çünkü bu üç yıl içinde evi yalnız Almanya'daki değil, Avrupa'daki eski Jön Tür-
klerin buluşma yeri olmuş, Talat Paşa Avrupa'nın çeşitli köşelerine dağılmış olan İttihatçıları
örgütlemeye çalışmış, İsviçre ve İtalya'da üst düzeyde siyasi temaslarda bulunmuştu. Ban-
keri Davidoff aracılığıyla İngilizlerle Anadolu hareketinin başına geçmek için pazarlıklar ya-
pmış, Mustafa Kemal'e ve TBMM'deki bazı İttihatçılara mektuplar yazmıştı. O Salı sabahı Ta-
lat Paşa son nefesini verirken yıllardır sarf ettiği 'Ben yatağımda ölmeyeceğim' cümlesinin acı
bir şekilde doğrulandığını aklından geçirmiş olmalıydı. İki saat kadar yerde kalan cesedin
üzerinden 'Mehmed Saî' adına düzenlenmiş bir kimlik çıkmıştı ancak gerçek kimliğini yakın-
lardaki tütüncü dükkânını işleten eski İttihatçılardan Dr. Nazım ve Dr. Bahaeddin Şakir
teşhis ettiler. Ceset morga kaldırıldı ve tahnitlenerek geçici olarak Neukölln'deki Türk me-
zarlığına defnedildi.

Olay Lübnan'dan ABD'ye kadar Ermenilerin yaşadığı coğrafyada büyük heyecan, Türk ve
Müslüman dünyasında ise büyük üzüntü uyandırmıştı. Fransa'daki La Figaro, İngiltere'deki
The Outlook, The Times, ABD'deki The Public Ledger of Philadelphia, Osmanlı Devleti'ndeki
Peyam-ı Sabah ve Journal d'Orient gibi gazetelerde suikastı onaylayan yazılar çıkmıştı. AB-
D'deki New York Times ise16 Mart tarihli sayısında tehciri eski büyükelçisi Morgenthau'nun
ağzından özetliyor, 18 Marttaki sayısında Talat Paşa'nın Berlin'de çok konforlu bir hayat
sürdüğünü, iddialara göre bir Berlin bankasında 10 milyon markının olduğunu belirtiyordu.
(Bu iddia, İttihatçıların yanlarında büyük miktarda para ile kaçtıkları iddiasıyla örtüşüyordu.
Ancak eşi Hayriye Hanım yıllar sonra 'Berlin'de beş parasız kaldığımız günlerimiz oldu. Par-
mağımdaki yüzükleri sattık. Nihayet kendisine verilen son hatıraları ve nişanları bile' diye-
cekti.)

Cinayeti işleyen Soghomon Tehliryan, 24 yaşında bir üniversite öğrencisiydi. Yakalandığında


cebinde 12 bin mark bulunmuştu. Bir bastonun başında yol açtığı 20 santimlik derin yaradan
dolayı kan kaybeden ve o geceyi ateşler içinde kıvranarak geçiren Tehliryan ertesi gün, cina-
yet masasından Müfettiş von Manteuffel tarafından bir tercüman aracılığıyla sorgulanmış ve
sorgusunda '...Almanya'ya sadece Talat Paşa'yı öldürmek için geldim... Ailem Ermeni tehci-
rinde öldü. Ben tesadüf eseri ölümden döndüm. Daha o zaman Talat Paşayı öldürmeye ant
içtim... Ermeni asıllı bazı vatandaşlar bana Talat Paşa'yı öldürmem için para verdi... Talat
Paşa'nın öldüğünü duyan vatandaşlarım, rahat bir nefes alacak ve bu başarımdan ötürü be-
nimle iftihar edeceklerdir. Bunu düşününce seviniyorum. Cinayeti sadece bu duyguyu tat-
mak için işledim' demişti. Tehliryan 2 Haziran 1921 günü saat 9.30'da Charlottenburg
Üçüncü Eyalet Mahkemesi'ne çıkarıldı. Onu savunmak için, büyük bir bölümü Avrupa'daki
ve ABD'deki Ermeni diasporası tarafından toplanan 426 bin Mark ile Almanya'nın en ünlü üç
avukatı tutulmuştu. Yargıç Dr. Lehmberg şahitlere ve avukatlara, davanın Ermenistan'da
değil Berlin'de görüldüğünü hatırlatıp, politik yorumlara girmemelerini, iddialarını hukuk
sınırları içinde tutmalarını söyledikten sonra duruşma başladı. Yargıç, Tehliryan'a 'Talat
Paşa'yı öldürmek istediniz mi,' diye sorduğunda, Tehliryan'ın cevabı 'Soruyu anlamıyorum.

187
FARUK ARSLAN

Öldürdüğümü söyledim ya!' olmuştu. Yargıcın 'Pişman mısınız,' sorusunu ise sanık, 'Hayır'
diye yanıtlamıştı, 'bir insan öldürdüm, ama katil değilim.' Sanığın o güne dek yaşadıkları,
tanık ve uzman tanıkların ifadeleri dinlendikçe davanın rengi değişmeye başladı. 3 Haziran
1921 tarihli New York Times gazetesinin yazdığı gibi, sanık sandalyesinde artık Soghomon
Tehliryan değil İttihat ve Terakki'nin güçlü adamı, son Osmanlı Sadrazamı Talat Paşa ve İt-
tihatçı zihniyet oturuyordu. Nitekim dava o günden sonra 'Tehliryan Davası' olarak değil
'Talat Paşa Davası' olarak bilinecekti. Mahkemede anlattığına göre Soghomon Tehliryan 2
Nisan 1897'de İran'daki Pakariş'de doğmuştu. Dört yaşına geldiğinde, tüccar olan babası Er-
zincan'a göç etmişti. O zamanlar Erzincan 20 bin kadar Ermeni'yle 20-25 bin civarında
Türk'ün yaşadığı bir şehirdi. Protestan olan Tehliryan ailesi Erzincan'da 14 yıl boyunca rahat
bir hayat sürmüştü. Soghomon'un iki ağabeyi, evli ve bir çocuklu bir ablası, biri 15, diğeri 16
yaşında iki kız kardeşi vardı. Birinci Dünya Savaşı başladığında ortanca ağabeyi askere
alınmış, 1915'te Sogomon 18 yaşındayken, Tehliryan ailesi Erzincan'daki ve ülkenin diğer
bölgelerindeki Ermenilerle birlikte Der Zor'a doğru ölüm yolculuğuna başlamıştı. Kafile
şehirden henüz ayrılmıştı ki, jandarma ve ahaliden oluşan gruplar konvoyu soymaya
başlamış, ardından da jandarma konvoya ateş açmıştı. Kız kardeşlerinden biri jandarmalar
tarafından çalılıklara götürülmüş, orada tecavüze uğramıştı. Başına bir darbe yiyen Sogomon
iki gün sonra kendine geldiğinde ağabeyinin ölüsünü üzerinde bulmuştu. Başı baltayla pa-
rçalanmış olan ağabeyinin bütün kanı üzerine akmıştı. Yol cesetlerle doluydu. Cesetlerin
arasında annesi de vardı. Kafilenin ön taraflarında yürüyen babasının ve ağabeyinin, ku-
cağında bebeği ile yürüyen ablasının akıbetlerini ise o günden beri bilmiyordu.

Sonrası uzun hikâyeydi. Yaşlı bir Kürt kadını onu saklamıştı. Yaraları iyileştikten sonra, Kürt
giysilerine bürünmüş ve İran'a doğru yola çıkmıştı. Dersim'de iki ay saklanmış, Harput
katliamından kurtulan iki Ermeniyle birlikte gündüzleri saklanıp geceleri yol alarak, ot ve
bitki kökleriyle karınlarını doyurarak sürekli doğuya yürümüşlerdi. Arkadaşlarından biri ot
zehirlenmesinden ölmüş, kalan iki arkadaş iki ay yürüdükten sonra Rus askerlerine
sığınmışlardı. Önce İran'da Salmast'a, sonra Gürcistan'da Tiflis'e geçmişlerdi. Tiflis'te uzun
süre hasta yatan Soghomon bir yıl sonra Rus ordularının Erzincan'ı işgal etmesi üzerine ce-
saretlenip Erzincan'a gelmiş, harabe halindeki evlerini bulmuş, ailesinin eve sakladığı 4.800
altını alıp Tiflis'e geri dönmüştü. 1919 Şubat'ında İstanbul, Selanik, Sırbistan, tekrar Selanik,
Paris, Cenevre yoluyla 1920 başında Berlin'e varacak olan Soghomon Tehliryan bu
seyahatleri sırasında sık sık sara nöbetleri geçirmişti. İddiasına göre ilk nöbet Erzincan'daki
yıkılmış evlerini gördüğünde gelmişti. Tehliryan mahkemedeki ifadesinde, polis sorgusun-
dayken söylediklerini hatırlamadığını belirterek, Talat Paşa'nın Berlin'de yaşadığını bilme-
diğini, kendisini cinayetten beş hafta önce tesadüfen gördüğünü, o tarihten beri annesinin sık
sık rüyasına girerek 'Biliyorsun, Talat burada, ama sen buna aldırmıyorsun. Artık benim
oğlum değilsin' dediğini anlattı. Rüyalar sıklaşınca 5 Mart 1921'de Talat Paşa'nın Hardenber-
ger Sokağı'ndaki evinin tam karşısındaki 37 numaralı Bayan Dittman'ın evine taşınmıştı. 15
Mart Salı sabahı, odasında kitap okuyup volta atarken, Talat Paşa'yı önce balkonda, sonra
sokağa çıkarken görmüştü. Annesinin hayali tekrar gözünün önüne gelmiş ve bavulundaki
silahı kaptığı gibi yola düşmüştü. Hayvanat Bahçesi'ne doğru yürüyen Talat Paşa'yı tek
kurşunla öldürmüştü. Tutuklandığında cebinde bulunan 12 bin mark, Erzincan'dan getirdiği
4.800 altından arta kalmıştı. İlk gün suikastın görgü tanıkları, Tehliryan'ı tanıyanlar ve uz-

188
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

man tanıklar dinlendi. Tehliryan'ın iki ev sahibi sanığın sessiz, terbiyeli, düzenli bir genç ol-
duğunu, dans ve dil dersleri aldığını, geceleri karanlıkta mandoliniyle acıklı şarkılar söyle-
diğini, arada düşüp bayıldığını, bazı geceler uyuyamadığını söylediler. Uzman tanıklardan
1890'lı yıllardan beri Doğu Anadolu'da görev yapan Protestan rahibi Johannes Lepsius,
1890'lardan başlayarak 1915'e kadarki dönemi özetleyen uzun konuşmasında Osmanlı Devle-
ti'nde yaşayan 1.850.000 Ermeni'den 1.400.000'inin tehcir edildiğini bunların yüzde 80'inin
yollarda ve Der Zor'da imha edildiğini anlattı. Ardından, tehcir sırasında İzmir'de ordu ku-
mandanı olan Alman General Liman von Sanders dinlendi. Sanders, Talat Paşa'nın tehcirin
sorumlusu olduğunu ancak Talat Paşa'dan öldürmelerle ilgili herhangi bir emir almadığını
söyledi. 24 Nisan 1915'te İstanbul'da tutuklanarak Çankırı ve Ayaş'a gönderilen 280 Ermeni
toplum liderinden biri olan Metropolit Krikoris Balakian ise, sadece 16 kişinin sağ kurtul-
duğu o ölüm yolculuğunu anlattı. Aram Andonyon adlı tanık, Halep'te iken Talat Paşa'nın
imzaladığı tehcir emrini gördüğünü anlattı.

Mahkemenin tayin ettiği Berlin'in en ünlü psikolog ve nörologları Tehliryan'ın sara hastası
olduğunda mutabık kalmakla birlikte, cinayet sırasında bilincinin yerinde olup olmadığı
konusunda çelişik görüşler bildirdiler. Bu konu önemliydi çünkü yürürlükteki 1870 tarihli
Alman Ceza Kanunu'na göre öldürme fiili kasten işlendiyse 211. maddeye göre ölüm cezası
verilirdi. Öldürme kasıtlı değilse 212. maddeye göre beş yıldan hafif olmamak kaydıyla ağır
hapis cezası, öldürme ağır tahrik altında işlenmişse 213. maddeye göre altı aya kadar hapis
cezasına hükmedilirdi. 51. maddeye göre ise, sanık cinayeti işlediği anda şuursuz veya ağır
akıl hastası ise 'özgür iradesinin çalışmadığı' (cezai ehliyetinin olmadığı) kabul edilerek ser-
best bırakılabilirdi. Ertesi gün 12 kişilik halk jürisi kararını açıkladı: Sanık 51. maddeye göre
beraat ettirilmişti.
Yargılamanın çok kısa sürmesi, tanık seçimi ve bunların çok azının dinlenmesi, sanığın polis
sorgusundaki ifadeleriyle mahkemedeki ifadeleri arasındaki çelişkilerin üzerine gidilmemesi,
olayın arkasında bir örgüt olup olmadığının sorgulanmaması, sanığın ruh sağlığı konusun-
daki çelişik bilirkişi raporlarına rağmen katilin suçsuz bulunması, savcının temyize gitmekle
birlikte daha sonra yeterli belge olmadığı ve Tehliryan Almanya'yı terk ettiği için temyizden
vazgeçmesi Alman yargısıyla ilgili kuşkular oluşturmuştur. Ancak bu kararın Birinci Dünya
Savaşı sonrasında ortaya çıkan yeni dünya düzeniyle ilişkisi olduğu açıktır. Bunun bir kanıtı
savcılık makamının Prusya Adalet Bakanlığı'na gönderdiği 26 Mayıs 1921 tarihli yazıdır.
Yazıda savcı davanın politik bir boyut kazanabileceği, savunma makamı tarafından suikasta
yol açan motifin öne çıkarılacağı, hatta Almanya'nın 1915 Tehciri'ndeki rolünün bile sorgula-
nabileceği, bununsa Almanya'yla Türkiye arasındaki ilişkileri zedeleyeceği ihtimalinin altı
çiziyordu. Nitekim sanık avukatları müvekkillerini savunurken, Alman İmparatorluğu'nun
çıkarlarını da kollayan bir yol izlemişlerdi. Ayrıca, Tehliryan'ın, arkadaşlarının ve uzman
tanıkların anlatımları jüri üyelerini derinden etkilemişti. Bu arada eklemek lazım: Jüri siste-
minin yargılama usullerine eklenmesi 1919'da olmuştu yani henüz bu konuda hukuksal
normlar oluşmamıştı. Jürinin kararını gerekçe göstermeden alabilmesi de kararı etkilemiş ol-
malıydı.

Peki, Tehliryan'ın şu veya bu nedenle hukuk ilkelerine aykırı biçimde beraat ettirilmesi, Talat
Paşa'nın Ermeni toplumuna karşı işlediği korkunç suçu geçersiz, Talat Paşa'yı masum mu

189
FARUK ARSLAN

kılardı? Ülkesinde yargılanmamak için Almanya'ya kaçan, gıyabında idama mahkûm ol-
duğu halde Almanya tarafından ülkesine iade edilmeyeceğinden emin olan, mimarı olduğu
trajediden zerrece pişmanlık duymadığı her davranışından belli olan birinden kim, nasıl he-
sap soracaktı?
Bunun soruyu mahkemeyi yakından izleyen, sıhhiye subayı olarak Türkiye'de bulunmuş
olan ve tehcir sırasında sekiz bin fotoğraf çeken yazar Armin T. Wegner 'Adil Bir Karar'
başlıklı yazısında şöyle cevaplamıştı: '...Çelimsiz Ermeni öğrenci ve geniş omuzlu Talat Paşa
bu davada arka plânda kalmışlardır. Ön plâna çıkan yarısına yakını imha edilmiş bir halkın
mezarından ayağa kalkıp, savaşın çirkinliğine ve onun cellâtlarına çürümüş elleriyle uzan-
maları ve bu mahkemenin tribünlerinde o tanımlanamaz acıyı dünyaya haykırmalarıydı. İşte
bu durum, bu davayı Almanya'nın bu güne dek gördüğü en önemli davası haline getirmiştir.
Burada anlatılan olayların gücü öylesine büyüktür ki, jüri apaçık bir cinayete rağmen beraat
kararı vermiştir... Türk devlet adamının Ermeni halkının yok edilmesindeki suçtan payına
düşeni hayatıyla ödemesi haksız bir yargı gibi görünmekle beraber, kendisinin yol açtığı fela-
ket öyle korkunçtur ki; katilin, bütün benzer olaylarda olduğu gibi kınamamız gereken suçu,
bir halkın umutsuzluktan kurtulma çabası olarak algılanmıştır... Öldürülen bakanın kara
çarşafı, kalkık peçesiyle adliye koridorlarında hayalet gibi dolaşan karısı için de, en az
kocasının felakete sürüklediği yüz binlerce kadın kadar üzüntü duymaktayız. Ne var ki hal-
klardan da üstün olan tarihin iradesi, Talat'ın idamını, kendi kurbanlarından biri aracılığı ile
infaz ederek yerine getirmiştir.'
Talat Paşa'dan dokuz ay sonra, 18 Temmuz 1921'de eski Bağımsız Azerbaycan Cumhuri-
yeti'nin Dahiliye Nazırı Behbud Han Cevanşir, İstanbul Beyoğlu'nda Pera Palas Oteli önünde
Misak Torlakyan adlı bir Ermeni tarafından öldürüldü. Torlakyan İstanbul'da İngiliz subay-
larından oluşan bir mahkemede yargılandı ve aynen Tehliryan davasında olduğu gibi, Ce-
vanşir'in Dahiliye Nazırlığı sırasında Ermenilere karşı işlediği suçlar vurgulandı ve Torlak-
yan'ın cinayeti sara hastalığının etkisi altında işlediği kabul edilerek beraat ettirildi. 6 Aralık
1921'de, Talat Paşa'dan önceki Sadrazam Said Halim Paşa, Roma'da faili meçhul bir cinayete
kurban gitti. Daha sonra bu olayı Arşavir Şıracıyan üstlendi.Ancak 1931'de Kuşçubaşı Eşref,
Atina'da kendisini ziyaret eden Mısır Hıdivi Abbas Hilmi Paşa'nın mutemedi Nafi Bey'e,
1914'te Abbas Hilmi Paşa'ya yönelik suikast girişimiyle ne Said Halim Paşa'nın ne de İt-
tihatçıların rolü olduğunu söylediğinde, Nafi Bey'in üzüntü içinde 'Vah vah... Bir masumun
kanına girildi... Yazık oldu... Hata ettik' dediğini anlatacaktı. Said Halim Paşa'yı, İtalyan Kar-
bonari örgütü tarafından yetiştirilmiş, İtalyan uyruğuna geçmiş bir Bulgar öldürmüştü. Bu iş
için Bulgaristan hükümetine de bir miktar para ödenmişti. 17 Nisan 1922'de Teşkilat-ı
Mahsusa liderlerinden Dr. Bahaeddin Şakir ve Trabzon'un 'Sopalı Mutasarrıf' lakaplı valisi
Cemal Azmi, Berlin'de, Talat Paşa'nın karısı Hayriye Hanım ve Dr. Rusuhi adlı bir İttihatçı
ile çıktığı bir akşam gezisi sırasında kimliği belirlenemeyen kişiler tarafından öldürüldü.
Suikastçıların Ermeni İntikam Birliği'ne bağlı olduğunu tahmin ettiğini söyleyen Alman po-
lisi failleri bulmak için 50 bin Mark ödül koydu ama kimse yakalanamadı. Daha sonra
suikasti Aram Yerganian ve Arşak Şıracıyan üstlendi.

'Ermeni Ulusal Kahramanı' ilan edilen Tehliryan beraat ettikten sonra Soghomon Melkian
adını alarak izini kaybettirdi. 1956 yılında, Taşnakların 1919 baharında Erivan'da yapılan 9.
Dünya Kongresi'nde Ermeni toplumuna karşı suç işleyen 101 kişinin listesinin çıkarıl-

190
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

masından sonra bu konuda üstüne düşeni yapmanın kendisinde bir obsesyon haline gel-
diğini açıkladı. 64 yaşındayken 23 Mayıs 1960'da ABD'nin San Fransisco şehrinde öldü ve
Fresno şehrindeki Ararat Mezarlığı'na gömüldü. Bugün bazı Ermeni kaynaklarında, Tehli-
ryan'ın 1920'de İstanbul'a uğradığında, Mıgırdıç Harutunyan (veya Harutun Mıgırdiçyan)
adlı Ermeni'yi de öldürdüğü belirtiliyor. İddialara göre Harutunyan Osmanlı gizli polisine
bağlıydı ve 24 Nisan 1915'te İstanbul'dan sürülen Ermeni liderlerinin adını o polise vermişti.
Murat Bardakçı'nın aktardığına göre, Talat Paşa'nın eşi Hayri Hanım, 1931'de aile dostları,
eski Deutche Bank Müdürü Wasserman'dan bir mektup aldı. Wasserman, Alman kanun-
larına göre bir cenazenin gömülmeden en fazla on sene bekleyebileceğini söyleyerek, müdde-
tin dolmak üzere olduğunu hatırlatıyordu. Hayriye Hanım, mektubu alıp Şükrü Sa-
raçoğlu'na gitti. Saraçoğlu 'Konu beni aşar' diyerek kendisini Atatürk'le görüştürdü. Çan-
kaya'da başlayan görüşme akşam Tahsin Uzer'in evinde devam etti. Bazı bakanların da işti-
rak ettiği konuşmanın sonunda Atatürk 'Cenazesinin naklini benden şu anda istemeyin, Al-
manya ile bu konuda görülecek hesabımız var, izin verin şimdi gömülsün, zamanı gelince
onu bizzat ben getirtirim' dedi ama sözünü tutamadı. Talat Paşa'nın kemikleri İkinci Dünya
Savaşı sırasında, Adolf Hitler'in Türk-Alman ilişkilerini sıcaklaştırmak istemesi sayesinde Al-
manya'dan getirildi. 25 Şubat 1943 günü Sirkeci Garı'ndan alınan tabut önce Şişli Sıhhat Yur-
du'na getirildi, ertesi gün görkemli bir askerî törenle Şişli'deki Hürriyet-i Ebediye Tepesi'ne
gömüldü. Tören kıtasının önünde Reisicumhur İsmet İnönü'nün çelengi vardı. (101)

Buraya kadar olan bölümde Almanya’nın Osmanlı devletine ne denli nüfus ettiği belgeleriye
gösterildi. Diğer yandan, Almanyanın Osmanlıyla ilgili politikalarının hayata geçirilmesini
sağlayan kilit isimler vardı.

Osmanlı’da ve Türkiye‘de Alman derin devletini kökleştiren isim bir Osmanlı vatandaşı olan
Sebottendorf idi. Şimdi sıra Osmanlı Almanı Baronunu tanımaya geldi.

191
FARUK ARSLAN

Dokuzuncu Bölüm

Alman Derin Devletinin Baronu:

RUDOLF VON SEBOTTENDORFF

1923’de kurulan genç Türkiye’de de Alman devletinin etkinliği 1945’e kadar açıktan devam
etmiştir. Daha sonra Soğuk Savaş döneminde, derin yapılanmalar dönemi başlar.
Türkiye’nin bu yıllarda ekonomik ve siyasi ilişkilerinin en yoğun olduğu ülke Almanya’dır.
O yıllarda aldığı en büyük borç 150 milyon Mark tutarıyla Almanya’dan aldığı borçtur. 1942
yılında da 100 milyon Mark askeri malzeme sağlanması karşılığında Almanya’dan kredi
alınır. Burada Alman emperyalizminin, 1933 yılında faşist Nazi’lerin iktidara gelmesiyle
yeniden gündemine aldığı Yakındoğu, Kafkaslar, ve Balkanlar’ı içeren egemenlik programı
çerçevesinde Türkiye ile geliştirdiği ilişkiler söz konusudur. Bu amaç doğrultusunda
ekonomik ilişkiler geliştirilmiş ziyaretler sıklaştırılmış, Alman heyetlerinden biri gelir biri
gider olmuştur. Almanya ile ilişkiler sadece ekonomik alanla da sınırlı değildi. Osmanlı’nın
son yıllarında bu ülkeyle kurduğu askeri ilişkileri aratmayacak bir yakınlaşma başlamıştı.
Türkiye’nin ordusunda görevli Alman subaylar vardır ve Almanlar, Türkiye devletinin
ordusunun ihtiyaçlarını karşılamak için girişimlerde bulunmuştur. Amaç orduyu Alman
askeri sanayine bağımlı kılmaktır. Yine Osmanlı’nın son dönemlerinde olduğu gibi ordunun
üst kademelerinde de Almanlar vardır. Hatta bunlar ordunun ve gizli servisin
örgütlendirilmesi işini üstlenmişlerdir. Alman Piyade Generali Mittelberger Türkiye
Genelkurmayı’nı organize ederken, birinci Paylaşım Savaşı’nda Alman Askeri Gizli
Servisi’nin Başkanı olan General Nicolai ise Türkiye Genelkurmayı’nın askeri istihbarat
örgütünü organize etmiştir. Ayrıca Alman ordusu içinde eğitim gören Türkiyeli subaylar da
vardır. Almanya’nın emperyalist emelleri doğrultusunda özellikle de Sovyetler Birliği
sınırları içinde yaşayan Türk kökenli halkı da göz önünde bulundurarak Türkiye’de öne
çıkardığı, telkin ettiği politika ‘Turancılık’ olmuştur. Almanya, yayılmacı siyaseti içerisinde
Türkiye’ye özel bir misyon biçmiş ve bu rol Almanların 2. Paylaşım Savaşı yıllarında
yenilgiye uğrayacağı belli olana kadar karşılık da görmüştür. Almanların Türkiye’ye biçtiği
misyonu Alman Büyükelçi ve Türkiye Masası Şefi Hentig şöyle ifade etmiştir: ‘Volga
nehrinden Çin’e kadar, Rusya’nın Türk kökenli halklarını Türkiye’nin siyasal önderliği
altında toplama.’ (103)
Bu politikanın bir yansıması sayılabilecek olan 2.Paylaşım Savaşı sırasında Türk kökenli
Müslüman savaş esirlerinden birlikler kurma meselesi de ilginçtir. Sayıları 180.000 civarında
olan Türk kökenli Müslüman savaş esirlerinden 1942 yılında gönüllü kıtalar oluşturulmuş,
bu kıtaların eğitimiyle Türk subaylar ilgilenmiştir. Bu kıtalar şunlardır:
a- Türkmen, Özbek, Kazak, Kırgız, Kalpak ve Tacikler’den oluşan Türkistan Gönüllü Kıtası.
b- Azerbaycanlı, Dağıstanlı, İnguş, Lezgi ve Çeçenler’den oluşan Kafkas Gönüllü Kıtası.

192
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

c- Gürcü Gönüllü Kıtası


d- Volga-Tatar ve Kuzey Kafkasya Gönüllü Kıtası.
19 bağımsız tabur ve 24 bölükten oluşan bu kıtaların komutasında sadece 4 Alman subay
görev yapmıştır. Geriye kalan komuta kademesi Türklerden oluşmaktadır ve bölüklerin
eğitimleriyle Türkiye’den subaylar ilgilenmiştir.
Türkiye’nin Alman emperyalizmiyle olan yakınlığı Alman ordularının Stalingrad önlerinde
bozguna uğramasıyla gerilemeye başlar. Aynı yıllarda Anadolu topraklarında faaliyet
yürütenler bir tek Almanlar da değildir. İngilizler’in M16 istihbarat teşkilatının İstanbul’da
birçok ajanı vardır. İngilizler için Balkan istihbarat operasyonlarında İstanbul vazgeçilmez
bir üs haline gelmiştir. ABD’nin ise Türkiye’de güçlü bir casusluk ağı vardır. Balkanlar,
Ortadoğu ve SSCB’ye yakınlığı Türkiye’yi ABD için önemli bir üs haline getirmiştir. Office
Of Strategie Servises (OSS), ABD’nin istihbarat örgütü olarak bölgeyi mesken edinmiştir.
ABD’nin Türkiye’deki istihbarat ağlarını kurduğu dönem asıl olarak 2. Paylaşım Savaşı
yıllarıdır. ABD emperyalizminin oluşturduğu bu istihbarat ağının odağında Savaş
Enformasyon Bürosu (OWI) bulunmaktadır. OWI’nın bürosu İstiklal caddesindedir ve
burada 20 Amerikalı yaklaşık 100 civarında da Türk çalışan vardır. Bu büronun asli
görevlerinden biri Türkiye basınına ABD’nin istediği haberleri aktarmak ve Amerikan yaşam
tarzını ifade eden dergilerin, Holywood filmlerinin dağıtımını yapmaktır.
ABD ile ekonomik ilişkiler de 2. Paylaşım Savaşı yıllarında artmıştır. Sadece savaş sırasında
ABD’den alınan borç miktarı 95 milyon dolar tutarındadır. Kurtuluş Savaşı’nın ardından
bağımsızlık kazanılmış olsa da sömürgecilik ilişkileri devam ettirilmiş emperyalistlerden
borçlar alınmış ve yeniden emperyalizme bağımlılığın adımları atılmıştır. Fakat asıl
bağımlılık ilişkileri 2. Paylaşım Savaşı’nın ardından emperyalizmin geliştirdiği yeni
sömürgecilik ilişkileri dâhilinde kurulacaktır.
Türkiye’de Alman Derin devletini kuran Alman: Sebottendorf idi. Onun dönemini bitiren
DP’nin iktidara gelmesi oldu. DP’nin gelir gelmez yaptığı işlerden biri de istihbarat
teşkilatını Almanların kontrolünden alıp CIA’ya bağımlı hale getirmek olmuştur. Bunu
ustalıkla beceren DP Hükümeti istihbarat çalışanlarının aylıklarının dahi CIA tarafından
ödenmesini sağlar. DP iktidarı döneminde kurulan bu ilişkiler daha sonra 1960 ihtilalinin
ardından Yassıada duruşmaları sırasında açığa çıkar. Yassıada duruşmaları sırasında ifade
veren Milli Eğitim Bakanlığı’na vekâlet etmiş olan Başbakanlık Müsteşarı Ahmet Fatih Korur
bu ilişkilerin örgütün eski başkanlarından General Behçet Türkmen zamanında kurulduğunu
söylemiştir.
Genelkurmay istihbarat Başkanlığı’nda görevli bir albayken 1953 yılında Milli Emniyet
Başkanlığı’na getirilmiş olan Behçet Türkmen’in ilk uygulamalarından birisi 6 kişilik
çekirdek kadroyu eğitim amacıyla ABD’ye göndermek olur. Aralarında daha sonra MİT
Müsteşarı da olacak Fuat Doğu’nun da bulunduğu bu 6 kişi ABD’de eğitimini
tamamladıktan sonra Türkiye’ye dönmüş ve Amerikalılarla birlikte İstanbul Emirgan’da
açılan bir okulda dönemin istihbarat kurumu olan Milli Amele Hizmet (MAH) personelini
eğitmiştir.
MAH ile yabancı istihbarat teşkilatlarının ilişkilerine dair eski bir ABD ajanı Philip Agee
şunları anlatıyor:
“... CIA uzun yıllardan beri Türk Milli İstihbarat Teşkilatı ile çok yoğun bir işbirliği içindedir.
Bu örgütün eğitimi, ilerlemesi ve donatılmasını CIA sağlar. CIA’nin Türkiye’deki görevi,
Doğu Bloku ülkelerinin misyon ve operasyonlarını’ kontrol etmek, bu ülkenin NATO ile

193
FARUK ARSLAN

bağlarını güçlendirmek ve ‘ Amerika’nın kapitalist hegemonyasının devamını sağlamaktır.


Tabii bu arada her yerde olduğu gibi komünizm ve aşırı sol hareketi kontrol ederek’ ABD
çıkarları için tehlikeli hale gelmelerini önlemektir... (104)

EBCED HESABI ÖĞRENEN ALMAN

Türkiye’nin Almanların elinden çıkması ve ABD kontrolüne girmesi en fazla Thule


Örgütünün kurucusu, Büyük Üstad Sebottendorf olarak tarihe geçen şahsı rahatsız eder.
Yine de Gehlen sayesinde Türkiye’de Alman derin devletinin paralel kolunu yerleştirmeyi
başarır. Peki, kimdir bu Osmanlı Almanı? 9 Kasım 1875’de Dresden’de Adam Alfred Rudolf
Glauer adıyla dünyaya geldi. Aristokrat bir ailenin değil, bir lokomotif sürücüsünün oğlu idi.
Genç Glauer, yarım bıraktığı yüksek öğrenimini tamamlayamadan gemilerde çalışmaya
başladı. Üç yıl süre ile Avustralya dâhil, bir çok ülkeyi dolaştı. Gemilerde elektrikçi olarak
çalışan Glauer, Kahire’de Hidiv Abbas Paşa’nın hizmetindeki etkili ve büyük toprak ağası
olan Hüseyin Paşa’nın maiyetine girdi. Glauer bir yıl süre ile Paşa’nın Bandırma ve
Bursa’daki çiftliklerinde çalıştı. İşte ilk kez Bursa’da Glauer, okültizmin sırlarıyla tanıştı.
Hüseyin Paşa bir Bektaşi idi ve kendisine emanet edilmiş bazı bilgiler vardı. Genç Alman
Glauer’i Mevlevi tekkelerine sokan adam o oldu. Kahire’de ise Paşa’nın adamları tarafından
ebced ve numeroloji alanlarında eğitildi. Glauer Bursa’ya dönünce Hüseyin Paşa’nın isteği
üzerine Bursalı ipek tüccarı yahudi Termudi ailesinin yanına gönderildi. Termudi ailesinin
gerçek uğraşları Kabbalizm ve Okültizm’di.Termudi’ler, Ortadoğu’nun ve Levant’ın en gizli
okült örgütlerinden birini yönetiyorlardı. Ortaçağdan kalma simyacılığı ve okültizmi çok iyi
incelemişlerdi. Baba Termudi, oğlu gibi sevdiği Glauer’e bazı özel bilgiler aktardı. İşte bu
bilgiler, Glauer’in ilk kez Bektaşilik ile, tüm gençliği boyunca öğrendiği Aryanizm ve “Rune”
yazıtları arasındaki bağ kurmasını sağladı. Termudi, onu Akdeniz ülkelerinde çok yaygın
olan ve Fransız Menfis Ritine göre çalışan bir mason locasına soktu. Ayrıca kıymetli
kitaplığını ve okült çalışmalarına ait yazıları Glauer’e miras bıraktı. 1908 yılı sonunda Glauer
yeniden İstanbul’a döndü. Bu sırada Meşrutiyet devrimi olmuştu. Glauer, İttihatçılarla iyi
dostluklar kurdu. Glauer’in 1901’de girdiği loca, devrimci ve Abdülhamit zamanında liberal
düşüncenin propagandasını yapan bir loca idi. Glauer bu zaman aralığında özellikle Bektaşi
dervişleri ile yakın ilişkiler kurdu. O günlerin Türkiyesi’nde çok yaygın olan tarikat, Avrupa
masonları ile ilişki halindeydi. 1908’den itibaren İstanbul’da simyacılık ve bununla bağlantılı
okültizm konularında konferanslar vermeye ve çevresini genişletmeye başlamıştı. 1911’de
Osmanlı vatandaşlığına geçmiş ve ilginçtir ki, bu olaydan çok kısa bir süre sonra, Almanların
en köklü ve soylu ailelerinden biri sayılan “Sebottendorf”lar tarafından evlat edinilmişti.
Böylelikle Sebottendorf, hem Osmanlı hem de Alman ilk ve tek Baron oluyordu. Bu evlat
edinme işlemi Alman makamlarınca tanınmadığı için, bu işlem Siegmund von Sebotendorf
von Rose (1843-1915) tarafından 1914 yılında Wiesbaden de tekrarlanmıştı. Glauer’in
Türkiye’deki ikameti 4 yıl sürdü. II. Balkan Savaşı'ndan sonra –ki Glauer gönüllü olarak Türk
ordusu saflarında savaşmış ve ağır yaralanmıştı-. Almanya’ya geri dönmüştü. Üvey babası
Siegmund 1915’de ölünce Elbe nehri kenarındaki Kleinschachwitz’de yaşamaya başadı ve
orada kendine 50.000 altın marklık bir villa yaptırdı. 15 Temmuz 1915’de ise Berlin’li zengin
tüccar Friedrich Müller’in kızı Berta Anna Ifland ile evlendi. Yaşamının yarısı Türkiye'de
geçen ve Türk vatandaşı olan Sebottendorf, Birinci Dünya Savaşı’nda bir süre Kızılay'ın
başkanlığını yaptı ve Balkan savaşlarında Türklerin yanında çarpışarak yaralandı. Türkiye'de

194
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Bektaşiliğe, Gülhaç'a ve Masonluk gibi pekçok örgüte giren baron, 1924 yılında ünlü ‘Eski
Türk Masonları’nın Uygulamaları’ kitabını yazarak sırlarını açıkladı. Bir süre Almanya'da
kalıp ünlü Thule örgütünü kurdu, ancak 1934 yılında Hitler'in emriyle Gestapo tarafından
tutuklanıp toplama kampına gönderildi. Çok geçmeden Türk vatandaşı olması dolayısıyla
Türkiye'ye iltica etti. Onun burada 1945 yılında esrarengiz bir şekilde öldüğü kaydedilir.
Ancak ölmediğini iddia edenler de vardır. Thule, “Germanen Orden” denilen gizli tarikatın,
yeraltından yerüstüne çıkmasını sağlayan bir kuruluştu. Birçok Alman soylusu buna üye
idiler.

HİTLER HAZIRLANIYOR

Thule, 1919’den önce DAP’ı (Alman İşçi Partisi) kurmuş ve partiye Hitler üye yapılmıştı. Bu
parti sonradan NSDAP (Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi) olmuştu. Sebottendorf,
monarşist ve yahudi düşmanı idi. Ama aynı zamanda “Memfis” adlı Mason locasına kayıtlı
idi. Daha sonra da “İmparator Konstantin Tarikatı” olarak bilinen ve Rusya’da çarlığı devrim
sonrası yeniden tesis etmeye çalışan gizli bir Ortodoks örgütünün de üyesi olmuştu. Malta
şövalyeleriyle bağlantılı olan bu tarikatta Sebottendorf çift taraflı ajan olarak çalışmıştı.
Sebottendorf, Hitler iktidara gelince aralarındaki anlaşmazlık nedeni ile İstanbul’a kaçmıştı.
Sebottendorf, 1926’da İstanbul’da Türkiye’nin Meksika fahri konsolosluğunu yapmış ve
Meksika’ya gidip gelmişti. Ayrıca iddialara göre, 1934-1945 yılları arasında “SS”lerin gizli
istihbarat örgütü olan “SD” (Sicherheitsdienst) hizmetinde çalışmıştı. İngiliz istihbarat
kaynaklarına göre de Almanya’nın teslim olması üzerine 9 Mayıs 1945’de intihar etmişti.
Diğer bir iddiaya göre, Sebottendorf, II. Dünya Savaşı sırasında Alman Gizli Servisi için önce
P. Leverkuehn (I. Dünya Savaşı’nda İran Cephesi’nde Türk Teşkilat-ı Mahsusası ile birlikte
görev yapan Alman Subayı) sonra da Herbert Rittlinger’in emrinde çalışmıştı. Rittlinger,
Sebottendorf’un çalışmalarını dengesiz bulmuş, hatta onun bir İngiliz ajanı olduğundan
şüphelenmişti. Rittlinger’in daha sonra öğrendiğine göre, Sebottendorf, 9 Mayıs 1945’de
Boğaz içinde boğulmuş olarak bulunmuştu. Thule'nin lideri Rudolf von Sebottendorf, bir
iddiaya göre, Türk derin devleti Ergenekon'u kurması için öldü gösterildi, 1945-1957
arasında Türkiye'de 'Görünmeyen eller' tarafından korundu. Balıkesir ve Adana'da saklandı.
Thule örgütü ve üyeleri Hitler’in hem bilgisel, hem de siyasi hayatta başarı kazanmasında
birinci derece rol oynamışlardı. Hitler’i ajan olarak geldiği yerden alıp siyasete sokan ve
Hitleri gizli polis yoluyla koruyanlar onlardı. Gamalı Haçlı bayrağı bile bir Thule üyesi
hazırlayıp, Hitlere vermişti. Kısacası 1500 kişilik güçlü, zengin ve deneyimli kadrosu ile
Thule, Hitler’in iktidara yürümesinde birinci dereceden sorumlu bir kuruluştu.

MANEVİ CİHAZLANMA DERNEĞİ

Neo-Nazilerin Thule’si Manevi Cihazlanma Derneği adıyla Türkler tarafından 1958'de


Ankara'da kuruldu. 40 kişilik kurucu kadrosunun toplantıları Bulvar Palas'ta yapılırdı.
Derneğin onursal başkanı, dönemin İstanbul Valisi Fahrettin Kerim Gökay'dı. Ünlü mason
Ekrem Tok ve İstanbul'da yaşayan bazı Alman, Avusturyalı ve Polonyalılar da üyeler
arasındaydı. Bunların bir kısmı, geçmişte Nazi Partisi'nin babası olan gizli Thule örgütüyle
sıkı ilişkileri olan kişilerdi. 27 Mayıs'ta çok etkili oldular. Dernek, Fener Patrikhanesi'ne

195
FARUK ARSLAN

Vatikan gibi 'Devlet içinde devlet' statüsü verdirmek için ugraştı, Menderes'e tavsiyede
bulundu. 60'larda ordu içinde de etkiliydi. (105). Altındal derneğin amacını şu şekilde
açıklıyordu: "1920'de bir rahip tarafından kurulan bu dernek, 1936'da İngiliz İstihbaratı'nca
gizli Nazi sempatizanı olmakla suçlandı. Yıkıcı faaliyetlerle bulunmakla da... İngilizler,
derneği 'Beşinci Kol faaliyetlerinde bulunan 'yıkıcı kuruluşlar listesi'nin en başındaki ilk üçe
soktular. Dernek, Hitler'in yenilgisinden sonra 1945'te Fransız ve Alman önde gelenlerini
gizlice buluşturarak, 5 yılda 3 bin kişiyi biraraya getirdi. Avrupa Topluluğu'nun da nüvesi
bu görüşmelerde atıldı. Derneğin ilkesi, Hristiyan ahlakının üstünlüğü çerçevesinde
Katolikleri, Protestanları ve Ortodoksları birleştirmekti..." Aytunç Altındal, derneğin bugün
de çok etkin olduğunu ileri sürüyor: "Manevi Cihazlanma Amerika'da en etkili kurumlardan
biridir. Bill Clinton yönetiminde çok etkiliydiler. Butros Gali, Zbigniew Brzezinski gibi ünlü
şahsiyetler de derneği övüyordu ve Clinton'dan özellikle İslam ve AT konusunda örgütle
temas halinde olmasını istiyorlardı. Yakın bir gelecekte derneğin Türkiye-Yunanistan
ilişkilerinde arabuluculuk görevine soyunduğunu görürseniz, hiç şaşırmayın!" Aytunç
Altındal bu iddialarını Sabah'ta yayınladığı "Mitler Doğmadan Önce" yazı dizisinde,
"Türkiye ve Ortodokslar" adlı kitabında ve Aktüel'le yaptığı söyleşide dile getirdi. Yazar
Aytunç Altındal'ın 9 yıl araştırarak yazdığı "Bilinmeyen Hitler" adlı kitabındaki belgeler,
tarihteki karanlık ilişkilere ışık tutuyordu. Altındal'a göre Alman diktatör Adolf Hitler'i
dünya siyaset sahnesine taşıyan gizli örgütün kurucusu Türk vatandaşı olmuş bir
'Bektaşi'ydi!
Milyonlarca insanın ölümünden sorumlu olan Alman diktatör Adolf Hitler'i dünya
siyasetine sokan gizli örgütün başındaki kişinin bir Türk vatandaşıydı. Bu gizli örgütün adı
"Thule Gesellschaft"tı (Thule Cemiyeti) ve başındaki kişinin adı Baron Rudolf von
Sebottendorff'tu. Bu örgütün ve Baron'un dünya tarihinde önemi ise führerini (başbuğ)
arayan Almanya'nın başına özel olarak eğittikleri Adolf Hitler'i getirmeleriydi. Baron ise hem
bir Türk vatandaşı hem de bir Bektaşiydi! Hayatı ve gerçek kimliği tamamen sis perdesi
içinde olan Sebottendorff'un ölümünün de nasıl, nerede ve ne zaman olduğu bilinmiyor.

KARANLIK BİR KİŞİLİK VE ÖLÜMÜ

Peki kimdi bu Baron? Neden Türkiye'deydi? Burada ne tür faaliyetler yürüttü? Altındal, "Ki-
tabın en can alıcı noktalarının başında bu soruların cevabını şöyle veriyor: "Bilinmeyen Hitler
kitabı, birçok tarihçinin belirttiğinin aksine Hitler'in 'bir iş kazası' olmadığını, gizli bir örgüt
tarafından dünya siyaset sahnesine nasıl sunulduğunu anlatıyor." Baron Rudolf von Sebot-
tendorff kitapta anlatılanlara göre gazete patronu, tanınmış bir astrolojist ve 'palmist'ti (el fal-
cısı). Ayrıca kadınlara düşkünlüğüyle de biliniyordu. Türkiye'de casusluk faaliyetleri
sürdüren Baron, 1917 Bolşevik İhtilali'nden kaçarak Münih ve İstanbul'a sığınan Rus mülteci-
lerle ve soylularla ilişkiye girdi. Bunları Sovyet rejimine karşı örgütledi. Daha sonraki
yıllarda ise anti-Bolşevik faaliyetlerini yine Türkiye'de sürdürdü. İstanbul'da kaldığı müd-
detçe bir de Almanca-Türkçe sözlük yazdı. Ayrıca Meksika'nın İstanbul fahri başkonsolu-
sydu.
Baron'un yaşamı kadar ölümü de esrarengiz. Bir iddiaya göre savaş bittikten sonra 9 Mayıs
1945'te İstanbul Boğazı'na atlayarak intihar etmişti. Ya da onu birisi atmıştı. Diğer bir iddia
ise 1934'teki kritik Bamberg toplantısından sonra Hitler tarafından öldürüldüğüydü.
Altındal ise her iki iddianın da gerçekleri yansıtmadığını söylüyor: "1956'da İsrail'in Mısır'ı

196
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

işgal etmesinden 6 ay sonra Adana'ya üç Alman vatandaşının geldiği tespit edildi. Bu kişiler-
den birinin adı Rudolf Freiherr von Sebottendorff'tu. Sebottendorff, Türkiye'den ayrıldığında
ise 82 yaşındaydı..." Kitapta Baron Rudolf von Sebottendorff'’la ilgili Türk Dış İşleri Ba-
kanlığı ve Emniyet Genel Müdürlüğü'ne dayandırılan belgeler de yer alıyor. İstanbul Valiliği
tarafından 20 Aralık 1968 tarihli yazıda Hitler'i dünya siyasetine sokan örgütün kurucusu Ba-
ron Rudolf von Sebottendorff'un asıl adının Adam Alfred Rudolph Glauner olduğu belirti-
liyor. 9 Kasım 1875'te Hoyerswerda'da doğan Sebottendorff, 1911'de Osmanlı-Türk vatan-
daşlığına geçiyor.
Aytunç Altındal'ın açıkladığı bir diğer gizli kalmış gerçek ise Almanlar'ın I. Dünya Sa-
vaşı'ndan 3 yıl önce, 1911 yılında planladıkları Osmanlı'yı yutma planıydı. Kitapta Alman-
lar'ın bu gizli planını gösteren bir de harita bulunuyor. Altındal bu haritanın önemini şu söz-
lerle açıklıyor: "Bu harita dünya kamuoyunun önüne ilk defa bu kitapla getiriliyordu. Bu ha-
ritanın özelliği ise şu: 1911 yılında Alman Genelkurmay Başkanlığı gizli bir plan hazırlıyor.
Gizli planda deniyor ki, 'Önümüzdeki 50 yıl içinde barışçı ya da savaşçı yollardan Osmanlı
İmparatorluğu ve Fas'ı Alman İmparatorluğu topraklarına katacağız.' Bu plan uyarınca da
Alman Genelkurmayı bir harita hazırlıyor. (106) Bu haritada, Anadolu dahil tüm Osmanlı
toprakları ve Fas; gelecekteki Alman İmparatorluğu'nun toprakları içinde gösteriliyor. Ama
çok ilginçtir, bu plandan iki yıl sonra Osmanlı İmparatorluğu, Almanlarla müttefik olarak I.
Dünya Savaşına giriyor!" Kitapta Hitler'in 1933'e, yani iktidara getirildiği yıla kadar olan ha-
yatından kesitler var. Ağırlıklı olarak Hitler'in ailesi ve bu ailenin geçmişi var. Hitler'in haya-
tındaki bazı garipliklere de yer veriliyor. İşte onlardan sadece ikisi: "Askerlik tarihinde kabul
edilen bir gerçek vardır. Süngü savaşına giren erler, en fazla 5 süngü savaşına girip sağ
çıkabilir. Hitler ise 35'i süngü olmak üzere 42 savaşa girmiş; ancak bu savaşlardan sağ çık-
masını bilmiştir. Zaten Hitler, bu özelliği ile Alman gizli örgütünün dikkatini çekmiştir."
"Adolf Hitler'in hayatına giren 6 kadın var. Bu kadınlardan 5'i 7 kez intihara teşebbüs etmiş
ve 3'ü de ölmüştür." (107)
Altındal'a göre derneğin bir de Türkiye kolu vardı. "1950'lerde NeoNazi hareketler yeni
isimler aldılar. 1954-55'lerde İstanbul'u ve büyük şehirleri güzelleştirme dernekleri sardı.
Birçok işadamının Avrupa ve İsviçre ile bağlantıları, bu dernekler aracılığıyla oldu" diyen Al-
tındal’un bahsettiği ‘Türkiye'de Manevi Cihazlanma Derneği’ kayıp. Emniyet Genel
Müdürlüğü ve Dernekler Masası'ndaki kayıtlara göre, dernek 1967'de feshedilmiş, evrakları
da SEKA'ya gönderilmiş gözüküyor. Oysa gerçek farklı. Manevi Cihazlanma Derneği'nin
kurucuları ve bugünkü üyelerinin hemen hepsi Mason veya Bektaşi. İsim listesini merak
edenler Kara Kutu: Ergenekon’un Karanlık İsmi Tuncay Güney kitabıma bakabilir. Kurucu-
ların çoğu yaşamıyor. Ama derneği çok iyi hatırlayan biri var: 27 Mayıs döneminin devrimci
gençlik lideri Dr. Memduh Eren. 12 Mart döneminde sol cunta davalarından yargılanan ve
ağır işkenceler gören Eren, dernekle ilgili duyduklarını şöyle anlatıyor: "Dönemin ihtilalci
subaylarından, rahmetli Celil Gürkan Paşa'nın en yakın dostlarındandım. Paşa ve eşi 1972'de
bana derneğin kendileriyle ilgilendiğini anlattılar. 1960'da; ihtilalden 10 gün sonra Celil Paşa
Kıbrıs'ta görevli iken, İstanbul'dan komsuları olan iki Yahudi aile ziyaretlerine geliyor. Ve
birlikte İsviçre seyahati yapmayı teklif ediyorlar. Paşa 'Mümkün değil. İhtilal oldu, görevimi
terkedemem' diyor. Bunun üzerine İstanbul'daki 1. Ordu Komutanının telefon emriyle Celil
Gürkan'a 3 ay izin çıkartılıyor. Gürkan ve eşi, Yahudi ailelerle beraber derneğin İsviçre’deki
şatosuna gidiyor. Orada 15 gün boyunca, günde 6 saat ders altında, beyin yıkamaya maruz
kalıyorlar. Sonunda da "Spor elbisesi alacağız' diye şatodan kaçıp Paris'e, yakınlarının yanına

197
FARUK ARSLAN

gidiyorlar..." Prof. Mahir Kaynak, teoriyi kısmen doğrulayarak şunları ekliyor: "2. Dünya Sa-
vaşından sonra Alman gizli servisinin artıklarını Amerika devraldı. Bu kadroların büyük
bölümünü Güney Amerika'ya kaçırdılar. Hatta buna 'Odessa Operasyonu' adı verildi. AB-
D'nin Güney Amerika'daki operasyonlarını bunlar yürüttüler. Bunlar, yenik, esir ve suçlu
eski Nazilerdir. Ve Amerika bunları istediği gibi kullanır. Çünkü istendiği an idam edilebilir-
ler! NeoNazizm'i de Almanya'nın hareket alanını sınırlamak için ABD hortlattı. Şu anda Al-
man gizli servisi, Nazi aleyhtarı ve sosyal demokrat ağırlıklıdır."
Alman tarihçileri "Baron 1934'te Hitler'le çelişkiye düştü ve öldürüldü" dedilerse de, ölmemiş
ve İstanbul'a kaçırılarak 1934-45 yılları arasında Alman istihbaratı görevlisi olarak çalışmıştı.
Burada Taksim ve Teşvikiye'de yaşamış, Türk önde gelenleriyle dostluklar kurmuştu. İngiliz-
ler "1945'te Almanya teslim olunca baron intihar etti" diyorlardı. Aytunç Altındal ise tersi
görüşteydi: "Baronun hayatını araştırdım. Ve Baronun 'öldüğü' söylenen tarihten 12 yıl
sonra, bir başka soyadı ile 1957'de Balıkesir'den Antalya'ya gelen 3 kişilik bir Alman
heyetinde yer aldığını, Antalya'da iki gece Cumhuriyet Oteli'nde kalarak Adana'ya geçtiğini
saptadım. Sebottendorf'un 1945-57 yılları arasında Türkiye'de 'Görünmeyen eller'ce korun-
duğu sanılıyor..." (108). Aytunç Altındal’ın ‘Bilinmeyen Hitler’ adlı kitabında Hitler’i iktidara
getiren Baron’un, Mason ve Bektaşilerle bağlantısı, 2. dünya savaşı sırasında Türkiye’de bu-
lunduğu sırada bazı ilişkileri ile ilgili çarpıcı bilgiler bulunuyor. Tüm dünyayı kasıp kavuran
2. dünya savaşının en önemli aktörü Hitler’in okült bir örgüt üyesi olduğunu, gizli bir ör-
gütün o daha doğmadan kendisi ile ilgili planlar yaptığını, bu örgütün İstanbul’da kurul-
duğunu, örgütü kuranın da Türk olduğunu ilk önce yazan Aytunç Altındal ve sonra da on-
dan alıntıyla yazan Serdar Turgut’tu. Turgut bu kitapla ilgili şunları yazdı: ‘Hitler'e ve Nazi-
lere iktidar yolunu açan esrarengiz bir okült örgütü var. Bunun adı 'Thule Gesselscahft'.
İstanbul'da kurulan bu gizli örgütün kurucusu bir Türk vatandaşı olan Baron Rudolph Von
Sebottendorf'tu. Sebottendorf ile ilgili bilgilerin devlet arşivlerinde derin bilgi olarak sa-
klandığı da araştırmacı Altındal tarafından öne sürülüyor. Bu bilgiler, tarihin gerçekten
yazılmamış olduğunu, çünkü bu tür gizli bağlantıların atlanmasının tercih edildiğini gösteri-
yor. Hitler ile İstanbul'da bir Türk vatandaşı tarafından kurulmuş gizli bir örgütün bağlantısı
tarihe tamamen farklı gözlerle bakmamıza yol açacak kadar önemli bir gerçek. Tarih aslında
bu tür bağlantılar ve gizli ilişkiler tarafından yazılıyor, ama resmi tarih inceleyicileri bunları
gözden kaçırmayı yeğliyorlar. Onların bu tavrı nedeniyle resmi tarihte birçok açıklanamayan
nokta ortada kalıyor.
Gazeteci yazar dostum Aydoğan Vatandaş da, kitaplarında Ergenekon ile Thule arasında
şaşırtıcı bağlantılar kuranlardan ve kitaplarında yazanlardan. Bunu şöyle açıyor: Ergenekon
ve Thule’nin birbirine çok benzeyen örgütler oluğunu düşünüyorum. Thule, kurulduğu ilk
günden beri karanlık bir örgüttü. Alman aristokrasisinden oluşan, karanlık amaçlar güden
bir örgüttü. Arkalarında Germonerden adında bir başka örgüt vardı. Tapınakçılardan fazlaca
etkilenmişlerdi. Okültist, simyacı ve Kilise karşıtıydılar. Sembol olarak gamalı haçı benimse-
mişlerdi. Şaşırtıcı bir şekilde bu sembol daha sonra Nazilerin de resmi amblemi olmuştu. Ari
ırkın üstünlüğünü ve pan-Cermenik bir Alman imparatorluğunun kurulmasını savunuyor-
lardı. Pagan antik Alman kültürünün yeniden uyandırılması en büyük hedefleriydi. Bu
bağlamda Ergenekon"un da Türkleri İslam öncesi Şaman köklerine götürmek isteyen bir ör-
güt olduğunu değerlendirmek mümkün. Zaten basında çıkan kimi haberlerden bunun
ipuçlarını da görebilmekteyiz. İlginçtir ki, Alman ordusu içinde nasyonal sosyalizmi örgütle-

198
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

yen Thule örgütünün kurucusu Baron Rudolf von Sebottendorff"tu. Uzun yıllar doğu ülkele-
rinde bulunmuş, araştırmalar yapmıştı. Baron Rudolf Von Sebottendorff hem Osmanlı, hem
de Alman vatandaşıydı, hem Bektaşi hem de Mason"du. Akşam Gazetesi"Hitler`in arkasında
bir Türk vatandaşı vardı" başlıklı 1. sayfadan duyurdukları bir yazıya yer vermişti.Kim yaz-
mıştı o yazıyı? Serdar Turgut yazmıştı, Aytunç Aktındal`ı kaynak göstererek. Türk vatandaşı
olduğu söylenen Baron, Almanya"da Hitler"i iktidara getiren bir örgüt kurabildiyse, 1933-45
yılları arasında Türkiye"de olduğuna göre, neden benzeri bir örgütü de Türkiye"de kurmuş
olmasındı? Baron herhalde Türkiye"de çelik çomak oynamadı! Baron Mısır ve İstanbul"da da
uzun süre kalmıştı. Bu gezileri sırasında simya, astroloji ve Kabala ve İslam sufizmi üzerinde
çalışmalar yapmıştı.Burada dikkatimi çeken bir başka nokta ise Baron ve adamlarının bir
müddet sonra zamanın İçişleri Bakanı Şükrü Kaya vasıtasıyla o zamanki adıyla MAH bu-
günkü ismi ile MİT"le bağlantılarının olmasıydı. Şükrü Kaya o dönemin en kritik adam-
larından biridir. O dönem Alman nüfuzunun Türkiye üzerinde en yoğun olduğu dönemdir.
Varlık Vergisi"nin uygulandığı yıllar. Nazi etkisi açıktır. Bu döneme ışık tutan en değerli ki-
taplardan biri ise şu an nedense piyasada bulunmayan Uğur Mumcu"nun "40"ların Cadı Ka-
zanı" adlı kitaptır. Baron o dönemde Türkiye"de ne yapıyordu? Nisan 2006 tarihinde çok
önemli bir kitap yayınlandı. Adı "Eski Türk Masonları"nın Uygulamaları."Kitabın yazarı Ba-
ron Rudolf Von Sebottendorf"tu. Kitabın yayıncısı ise Namık Kemal"in torunu Numan Me-
nemencioğlu"nun yeğeni olan Kemal Menemencioğlu"ydu.Menemencioğlu önsözde şöyle
diyordu:"Bu sıralarda Sebbottendorf Türkiye"de çalışıyordu. O sırada casuslukla ilgisi olup
olmadığını bilmiyoruz ama Türkleri ve Türkiye"yi çok sevdiği eserin her sayfasında açıkça
belli. İkinci dünya savasında ise Türkiye"de casusluk faaliyetlerinde bulunduğu kaydedil-
miştir."Anti-Bolşevik bir Monarşist olan ve aynı zamanda Hilafetçi bir Osmanlıcı olduğu söy-
lenen Sebbottendorf"un her ne kadar Nazilerle arası açılmışsa da, Hitler"in iktidara geçme-
sinde rolü kesindir. (109)
1897 yılında Mısır"ın İskenderiye şehrine gelen Sebbottendorf, Hüseyin Paşa ile görüştükten
sonra 1900 yılına kadar, Hıdiv Abbas Hilmi"nin hizmetinde çalışmıştır. 1900 yılında İstan-
bul"a gelerek Hüseyin Fahri Paşa"nın Beykozdaki (Çubuklu) köşkünde misafir kalmıştır.
Hüseyin Paşa hem Bektaşi, hem de Mason"du. Aynı kitaba bir açıklama yazan, araştırmacı
Erhan Altunay ise şöyle demektedir: "Bu bağlamda incelersek Sebbottendorf"un sözünü et-
tiği "Türk Masonları"nın aslında bu Masonik kuruluşlar ile alakası olmadığını görürüz. Se-
bbottendorf olsa olsa başka bir İslami tarikattan bahsetmekte, bu da büyük olasılıkla Mason-
lukla benzerlik gösteren Bektaşiliğin bir kolu olmaktadır." (110) Kemal Menemencioğlu,
Mehmet Sabahattin adlı bir yazarın konu ile ilgili bir makalesini tercüme eder ve kitaba
koyar. Kitabin 111. sayfasındaki şu ifadeler önemlidir:
"Thule kısa bir surede komünist karşıtlığı ve milliyetçilik mücadelerinin odak noktası haline
gelmişti." (111)
Yani tıpkı Ergenekon gibi. Hilal ve Gamalı Haç dövmesi bu örgütün sembolü olabilir miydi?
Bu bilinmiyordu. Ancak bilinçdışı, bilincin konuştuğu dili anlar. Bunun sebebi, bilinçdışı dili,
bilincin tersine kelimeler kullanmaz, onun dili sembollerdir ve iletişim tarzı yazılı kelime
veya konuşma değil, imgelemedir. Bunun kuşkusuz bir anlamı vardır. Dolayısıyla bu tür
sembollerle kişiler aslında farkında olarak ya da olmayarak faaliyetlerine büyüsel-törensel
bir anlam yüklemek istemektedirler.Bu bağlamda Almanya"da birbiri ardısıra yaşanan Tür-
klere yönelik Nazi bağlantılı kundaklama olaylarının zamanlamasının özel bir anlamı olabi-
lirdi. Son derece ilginç bir durumdu doğrusu. Üstelik, ilginçlik bununla da sınırlı değildi.

199
FARUK ARSLAN

Görgü tanığı küçük bir kız çocuğu elinde baston olan bir adamı olay yerinden uzaklaşırken
görmüş, kendisine "ne yaptığını sorusuna ise "ben Almanım" yanıtını aldığını aktarmıştı.
Şimdi, Hrant Dink cinayeti ile Ergenekon örgütü suçlanıyordu. Bu suikastla ilgili klip yapan
bir genç vardı, elinde ise bir asa bulunuyordu. İki olay arasında, örgüt sembolizmi ba-
kımından bir bağlantı olabilirdi.
Bu mümkün görülüyordu. Öncelikle bu genç, o asayı neden eline almıştı? Bu davranış bi-
linçli mi yoksa bilinçaltı ya da bilinç dışı bir davranış mıydı? Üzerinde Trabzonspor armalı
eşofmanı, Türk Bayrağı"nın önünde "amatörce" poz veren bu genç neden elinde bir "asa "
tutmuştu? Nereden gelmiştir aklına bu? Bu yaşta genç bir adam için bu tür bir asa kolayca
bulunacak birşey miydi?Bu genç aslında asayı yani sihirli değneğini eline aldığı zaman bi-
linçaltına iradenin devreye geçmesi gerektiğini söylüyordu. Zira asa iradeyi temsil eder. Bu
gencin tamamen milliyetçilik duygularıyla verdiği bu pozda bu asa o çocuğun elinde sanki
bir emanet gibi durmaktadır. Aslında Ergenekon’un ideolojik temeline göz atıldığı zaman bu
sembolizmin işaret ettiği şeylere çok da şaşırmamak gerekiyor.
Aydoğan Vatandaş’a göre Ergenekon’un ideolojik temelleri Almanya’yla doğrudan ilişkili-
ydi: Ergenekon tarihsel kökleri olan, ideolojik temelli, nasyonel sosyalist eğilimler taşıyan
ama iktidarını kaybetmemek için hemen herkesle de ittifaklar kurabilecek bir örgüttü.
Kanımca Kemalist çizgiye değil daha çok Enverist çizgiye, İttihatçılara yakındır. İttihatçıların
da Alman nüfuzu altında olduklarını, Enver"in Kafkaslar"da İngiliz aleyhtarı bir siyaset izle-
yerek Alman-Rus jeopolitiğine uygun bir konum aldığını biliyoruz. Demek ki Enver"le Mus-
tafa Kemal arasındaki mücadele sadece liderlik mücadelesi değil aynı zamanda jeopolitik bir
mücadeledir. II. Dünya savaşı yılları arasında Alman etkisinde olan örgüt, değişen dünya
konjonktürüne göre kendini yeniden tanımlamış olmalı. Dikkat ederseniz II. Dünya savaşı
sonrasında Alman istihbarat elitinden bazı isimler de Amerika"ya gidip CIA"nın organi-
zasyonunda görev aldılar. Türkiye’deki elit de Amerikan etkisi altında kaldı. Eşit olmayan 2
güç stratejik işbirliğine girdiğinde, bu, zayıf gücün güçlü olanın uydusu olmasıyla
sonuçlanır. Soğuk savaş süresince Ergenekon ve ABD arasındaki ilişkinin pozitif yönde sey-
rettiğini analiz edebiliriz. Diğer taraftan, bu tür örgütlerde motivasyon çok önemlidir. Erge-
nekon her örgütte, her partide, her gazetede, her kurumda vardır. Devlet içerisinde bir para-
lel devlettir. Kanımca ordu içerisinde bazı kurumlarda da çok etkilidir. Özellikle de görevi
zaten örtülü operasyonlar yapmak olan bir kurumda. Yani Türkiye"nin bir işgal durumunda
yeniden organize olmasını sağlamakla görevli bir kurum barış zamanında her halde boş
duruyor olmamalıdır. Önceleri daha çok sol çevrelerin Gladyo, Kontrgerilla kavramları ya-
ygındı ve Genelkurmay"a bağlı Özel Harp Dairesi ve Özel Harp Dairesi"nin atası sayılan
Seferberlik Tetkik Kurulu için kullanılırdı. Sonraları Daire’nin adı Özel Kuvvetler Komu-
tanlığı oldu.
Derin devletin daha çok bu kurumlarla irtibatlı olduğu düşünülürdü. Sonra Deniz
Kuvvetleri"nden emekli bir binbaşı, Erol Mütercimler, Ergenekon adlı bir örgütten
bahsedince işler değişti. Derin devlet tartışmaları bu kez, Ergenekon kelimesi üzerinde
yoğunlaştı. Mütercimler’e göre soğuk savaş döneminde Komünizme karşı Avrupa"da kurul-
duğu söylenen Gladio örgütünün bizdeki karşılığı Ergenekon"du. Mütercimler’in adını mer-
hum Memduh Ünlütürk Paşa"dan duyduğunu söylediği Ergenekon, ülkeyi 1971`den sonra
12 Eylül`e kadar planlı programlı şekilde terörün, anarşinin içine sokmuştu. Sonunda gelinen
noktada, artık sokağa çıkamayan, can güvenliği olmayan, beş dakika sonrasından emin ola-
mayan Türk halkı darbeyi, askerleri yalvar yakar ister hale getirilmişti. Mütecimler"in o

200
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

yıllarda Ergenekon ile ilgili açıklamaları, Can Dündar’ın kitabından ayrıntılarıyla okunabilir.
2005 yılında "Derki" adlı internette yayın yapan haber aktüalite dergisinde Dr. Mütercimler
Metin Under"e şöyle der:
"Altını çiziyorum, derin devlet diye birşey yoktur. Bizde derin devlet diye bir olgu yok. Ne
var, çıkar çeteleri var. Devletin içinde kurulmuş çıkar çeteleri var. Bunlar çete, bunlar eşkiya."
Muhabir Metin Under dersine iyi hazırlanmıştır ve soruyu patlatır: "Ergenekon adlı Derin
Devlet yapılanmasıyla ilgili bildikleriniz neler?"
Yanıt son derece ilginçtir. "Ergenekon bana Tümgeneral Memduh Ünlütürk tarafından anla-
tıldı. Açıklamayacağım. Çok büyük bir hadisedir. Toplam üç nüshası vardır. Birisi bendedir
ve de ölene kadar gizli kalacaktır. Bir nüsha banka kasasında gizleniyor. Muazzam bir derin
devlet örgütüdür. Ama ben ölene dek gizli tutacağım, açıklamayacağım. Benden sonra biri-
leri doğru olduğuna kanaat getirirse açıklar." (112)

THULE ÖRGÜTÜ

Tüm bilimsel yasalara karşı amansız bir savaş açan Hitler, acaba bu gücünü nereden alma-
ktaydı?. Bu büyülü ve gizemli gücün adı, Thule Örgütü idi. Bu örgütün kurucularından, şair
ve gazeteci, Dietrich Eckart, 1920"lerde, mimar Alfred Rosenberg ve Karl Haushofer ile birli-
kte, Hitler"e, mistik Doğu"nun gizemlerini öğretmiş ve Hitler’in, o yıllarda bu örgüte katıl-
masını sağlamıştır.Örgüt, adını "Thule Kornen"den almıştı. "Thule", İzlanda efsanelerindeki
batık bir kıtanın adıdır. Ayrıca, Grönland"ın batısında, halen bir Thule kenti bulunmaktadır.
"Kornen" ise, hem yarımada, hem de "boynuz" anlamına gelmektedir. "Thule Kornen", Thule
Yarımadası anlamına gelmekle beraber, Thule kentinin gerçek adı Qaanaak`tır. İki ismi bera-
ber okuduğumuzda "Zülkarneyn" (K165) kelimesi açıkça görülmektedir. Thule Örgütü"nün
sembolü, çift boynuzlu Viking miğferidir. Kökleri, kayıp kıta "Mu" uygarlığına dayanan bu
öğretinin temel taşları, insan psikolojisinin bilinmeyen yanları ve zaman boyutları idi.
Amaçları, "zamanda insan ve taşıt naklini" gerçekleştirerek, dünya"nın kaderini değiştirip
üstün bir ırk meydana getirmek ve "üst zekâlılarla" diyaloga geçmekti. En büyük hedefi, za-
man yolculuğunu gerçekleştirerek Dünya"nın kaderini değiştirmek olan Thule Örgütü"nün,
bu amaca ulaşacak teknolojiye erişebilmek için, tarih öncesi üstün Aryan uygarlığının
yaşadığı Hindistan ve Tibet"e kadar uzandığı ve Hazreti Hızır"ın öğrencisi olarak zaman
yolculuğunun sırrına eren Mevlana Halid-i Bağdadi"nin de, Mekke-i Mükerreme"de kendi-
sine söylendiği üzere, Hindistan yollarına düştüğü ve Cihanabad’da irşad edildiği iddia edi-
lir.

Türkiye’de neredeyse bir asırdır CIA, Fransız, MOSSAD, KGB gibi bütün İstihbarat örgütleri
zaman zaman sorgulanır. Alman istihbaratları BND, BKA’nın ülkenin her yerinde etkin ol-
duğu bilinmesine rağmen şimdiye kadar nedense gündeme getirilmez? Göz ardı edilmesinin
sebebi acaba Türkiye’deki derin devletle olan derin bağlantıları mıdır? Ergenekoncuların en
büyük destekçisinin Alman derin devleti ve onun uzantıları olduğu artık deşifre olmuştur.
Ergenekonculara karşı Türkiye’yi Deniz Feneri davasıyla vurmak, zora düşürmek için
PKK’yı kollayıp gözetmek, para yardımı yapmak onların marifetidir. 12 Eylül darbesinden
sonra Almanya’da PKK’nın örgütlenmesi, para kaynaklarının ve kasalarının Almanyada ol-
ması, 500 bin kadar Kürt kökenli vatandaşın Almanya’ya iltica edip PKK ile ilişkisi olanların

201
FARUK ARSLAN

ilticalarının hemen kabul edilmesi, bu ülkede PKK’nın siyasi, ekonomik, sosyal, kültürel,
basın, yayın alanlarında örgütlenmesine göz yumulması tesadüfi değil, büyük bir plan ve he-
sabın bir parçasıdır. Türkiye’nin kağıt üzerinde dost ve müttefiki olan bir Almanya’nın
NATO ülkesi olarak Türkiye’nin Avrupa Birliğine girmesine Fransa ile birlikte şiddetle karşı
çıkmasının gerçek nedenleri hiçbir zaman gündeme getirilmemektedir. Türkiye’de ki Alman
Vakıflarının Almanya’daki bağlı bulundukları siyasi partilere düzenli olarak gönderdikleri
raporlarda Aleviler, Kürtler, Azınlıklar ile ilgili sorunları kaşıdıkları görülmektedir. Alman
Politikacılar bu raporlara göre Avrupada Türkiye’ye karşı politikalar üretmektedirler. (113)

Cumhuriyet Gazetesi Ergenekon'la ilgili haberleri neden görmüyor deniliyor. Göremez. Zira,
Cumhuriyet Gazetesi'nin kurucu felsefesinde Nazi ideolojisi, Nasyonel Sosyalizm vardır.
Cumhuriyet Gazetesi'ni kuran Yunus Nadi'nin hayat hikâyesi biraz da Türk basın tarihinin
hikâyesidir aslında. 1879'da Fethiye'de doğan İttihatçı Yunus Nadi, Alman yanlısı yayın-
larından dolayı da 'Yunus Nazi' olarak anılırdı! Johns Hopkins Üniversitesi Siyasal Bilgiler
Okulu Dış Politikalar Profesörü Barry Rubin, Milliyet Yayınları'ndan çıkan "İstanbul Entrika-
ları" adlı kitabının 58-59 sayfasında şunları yazıyor: "Türk gazetecilerin desteğini sağlamak
için, 'Nazi'lerle müttefikler arasında çekişme büyüktü. Alman Büyükelçi Von Papen, en etkili
gazete yapımcılarından biri olan Cumhuriyet'in toparlak yüzlü sahibi Yunus Nadi'ye ulaştı.
Kendisi aynı zamanda milletvekiliydi ve arazilere, madenlere, çiftliklere sahipti. Alman
hükümeti özel ticari ayrıcalıklar tanıyarak Nadi'yi daha da zenginleştirdi. Alman göçmenler
ve müttefik diplomatlar kendisini, 'Yunus Nazi' diye adlandırıyordu. "Bazı günler Cumhuri-
yet dengeliydi, ancak çokluk, yenilmez Almanya'nın karşı konulmayacak kadar güçlü ol-
duğunu savunuyordu.''

Aydoğan Vatandaş'ın Kayıp Kitap Barnabas'ın Sırrı adlı kitabında aslında Türkiye'de Alman
yanlısı yeraltı faaliyetlerini organize eden bir Alman Baron'a ve onun Türkiye'deki ilişkile-
rine ve geçmişe dönük olarak Almanların İttihat Terakki üzerindeki etkilerine değiniliyordu.
Roman'a göre Hitler'i iktidara getiren Thule örgütünü anlayamazsanız, Ergenekon'u asla an-
layamazsınız. Thule'nin ideolojik, ezotreik dünya görüşünü anlayamazsanız, Ergenekon'u
anlayamazsınız. Thule askeri bir inisiyeler tarikatıydı. Ergenekon da öyledir. Thule, Alman-
ya'yı pagan köklerine götürmeye çalışıyordu, Ergenekon da Şaman köklerine götürmeye
çalışıyor! Ergenekon'un sınıfsal, ekonomik ve de dinsel boyutunu anlayamadan bu konuyu
çözemezsiniz! (114)

202
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Almanya’da aklı başında, vicdanı yerinde herkes bir süredir aynı şeyi soruyordu: “Bu ülkede
legal terörizm mi var?” Sorunun meali belli: Alman devleti, aşırı sağ örgütlerin sivillere
yönelik şiddet eylemlerine bilerek mi göz yumdu? Alman polisinin, faillerin Türkiyeli ol-
duğuna ilişkin önyargısını ele verircesine “Boğaziçi Operasyonu” adıyla yürüttüğü ve kur-
banların ailelerine “Öldürülen yakınınız muhtemelen mafya ya da uyuşturucu bağlantısı ne-
deniyle hedef seçildi” türünden hiçbir somut bulguya dayanmayan açıklamalar yapmaktan
çekinmediği seri cinayetlerin, neo-Nazilerin marifeti olduğu ortaya çıktı. BfV (Türkçe
açılımıyla “Anayasa’yı Korumak İçin Federal Teşkilat”) kuruluş yasası itibariyle, Al-
manya’da demokratik düzeni tehdit edebilecek oluşumlara karşı bir istihbarat ve kontr-sabo-
taj örgütü olarak çalışıyor. Ancak BfV’nin özellikle göçmenlere yönelik bir “fişleme” merkezi
olduğu da, Almanya’yı biraz bilen herkesin malumudur. Şimdi, BfV’nin Thüringen eyaletin-
deki bürosunun, göçmenleri hedef alan seri cinayetlerden sorumlu neo-Nazilere pasaport ve
kimlik belgesi verdiği, BfV’nin Hessen eyalet bürosu ajanlarının ise dokuz cinayetten al-
tısında suç mahalinde bizzat hazır bulundukları gibi, vahameti azımsanamayacak bilgiler
kamuoyuna yansımış durumda. Velhasıl, Commerzbank’ını ayakta tutmaya çalışan Al-
manya’nın, günyüzüne çıktı çıkacak izlenimi vermeye başlayan “derin devleti” ile he-
saplaşmak zorunda kalacağı dönem yakındır. “Tiefer Staat in Deutschland” yani Al-
manya’daki derin devlet meselesi, Ergenekon’un dönüm noktasıdır ve sanıldığından daha
derin bir mevzudur. Çünkü Türkiye'deki Ergenekon'un bir ayağı da Derin Almanya'dır.
(115)

Alman istihbaratının nereden koştuğunu incelersek, Nazileri, Dazlakları ve ırkçılığın esir


aldığı zihniyeti anlamamız mümkün olur. Ve Nazilerin gizemli örgütlerini masaya yatırabili-
riz.

203
FARUK ARSLAN

Onuncu Bölüm

KILIÇ’IN GİZEMLİ ÖRGÜTLERİ

Prusya’yı, Avrupa’nın büyük devletleri arasına sokan Kral Büyük Frederik (1712-1786) bir
devletin iç ve dış güvenliğinin istihbarat olmadan olmayacağını o zamanlardan anlamış ve
önlemler almıştır. Frederic özellikle de askeri istihbarata çok önem vermiştir. Dönemin
kusursuz örgütleri arasında sayılan istihbarat servisini özenle oluşturmuştur. Alman Bir-
liğinin kurucusu ve Avrupa’nın şekillenmesinin mimarlarından Bismark’da (1815-1898) Fre-
derik in yolundan yürümüş, ayrıca siyasi istihbarat açığını da bu alana verdiği büyük önem
sayesinde kapatmayı bilmiştir. Yani Hitler’in iktidara gelişine kadar Almanya’da güçlü ve
kusursuz çalışan iki büyük istihbarat oluşumu gerçekleştirilmiştir. Bunlardan birisi Genel-
kurmay istihbaratı (Abwehr), diğeri siyasi istihbaratı yönlendiren Alman Dışişleri Bakanlığı
İstihbarat Servisi’dir. Bu iki kuruluş organize halde ve beraberce çalışmışlardır.
Hitler’de istihbarata son derece önem vermiştir. Abwehr onun döneminde 5 şube olarak
şöyle organize olmuştur:
1- Geheimer Meldedienst adı verilen organizasyon. Bu şube espiyonaj ve kontrespiyonaj (ca-
susluk ve karşı casusluk) ile görevliydiler. Bu şubenin emrinde kara, hava ve deniz birlikleri
ve olanakları vardır. Ayrıca bu alanlarda uzmanlaşmış çok sayıda personele sahiptiler.
2- Sabotaj işleri: Bu şubece yerine getirilmiştir. Bu alanda uzman bombacılar, özellikle elde
tutulabilen, bunların rahat kullanabilecekleri bomba türleri geliştirmişlerdir. Özelikle bomba
patlatma ve yerleştirme konusunda bu şube uzmandır. 1960 dan sonra Almanların bu konu-
daki uzmanlıklarından Türk asker ve sivil istihbaratçıları eğitimler yoluyla yarar-
landırılmışlardır.
3- Güvenlik olarak adlandırılan bu şube Almanlara karşı girişilecek sabotaj ve diğer casusluk
faaliyetlerinin eylemlerine karşı organize olmuştur.
4- Bir diğer şube dış ülkelerdeki faaliyetlerle ilgilidir. Bunlar adam kaçırma, elde etme ve or-
ganizasyonları sağlamakla görevlidiler.
5- Bu şubenin görevi ise merkez koordinasyonunu sağlamak ve eşgüdüm içinde sorunsuz
çalışılmasını gerçekleştirmektir.
Almanlar istihbaratı hep çok önemsemiştirler. 1939 yılında yalnız Berlin’de Abwehr’de ünlü
casus şefi Canaris’in emrinde çalışan ajan sayısı ( Bunlara V= Vertrauen= mutemet denirdi)10
binin üzerindeydi. Bunlara hizmet veren teknik uzman kadrosunun sayısı ise 18 bini
aşıyordu. Ajan V ler ünlü Majino hattı planlarını ele geçirmişlerdir. Canaris’in emrindeki bu
kadro ayrıca 1937-1939 yılları arasında İngiliz, kara, deniz ve hava kuvvetlerine ait çok
önemli planları , bilgileri, savaş düzenlerini öğrenip bu güçlerin hareket ve idari yapılarına
kadar bütün bilinmeyenleri çözmüşlerdir.

204
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Hitler Abwehr’e ilaveten 1933 yılında saldığı dehşetle ünlü olan Gestapo ( Geheime Staatspo-
lizei) adlı devlet gizli polis teşkilatını kurmuş ve 1939 da bütün polis servislerini merkezi-
leştirme yoluna giderek bu yapıyı dev bir organizasyon haline getirmiştir. Buna da RSHA (
Reichsicherheitshauptamt) adı verimiştir.Ancak Abwehr de çalışmalarına devam etmiştir.
Alman Güvenlik Yüksek Dairesi olarak adlandırılabilecek olan RSHA veya Alman casusluk
ve mukabil casusluk teşkilatı başlıca 7 daireden oluşmuştur. Bunlar:
1. Daire: Personel
2. Daire: İdari ve ekonomik işler
3. Daire: Parti işleri
4. Daire: Gestapo ( rejim düşmanları, kilise ve yahudilerle mücadele ve yurda girip çıkanları
kontrol)
5. Daire: Kripto- cinayet polisi, devlet organizmasıyla ilgili işler
6. Daire: Dış istihbarat espiyonaj
7. Daire: Dini ve ideolojik çalışmalar-belgeler, biyografiler, arşiv.

Hitler ordularının 2. Dünya Savaşında yenilmelerinin ardından Almanya’nın ikiye bölün-


mesi üzerine zafer kazanan devletler öncelikle RSHA’yı dağıtmışlardır. Ortadan kalkan
RSHA’nın yerine ikiye bölünen Almanya’da Doğu ve Federal Alman istihbarat teşkilatları
yeniden örgütlenmiştir. İki Alman istihbaratı artık iki düşmandır.
Kapitalizmin başarısı, Avrupa devletlerinin koloniyal politikaları ve ucuz işçi kullanımıyla
büyümüştür. Endüstrileşme ve aydınlanma paradigmalarını gerçekleştiren politik ve ekono-
mik güç, göçmenlerin sömürülmesine dayanır. Global sömürüyü ve çok uluslu devletlerin
hegemonyasını ilk temsil eden 17. ve 18. yüzyıllarda Dutch East India Company idi. Bu şir-
kette çalışanlar Hollandalı değildi, taşradan toplanmış fakir Alman köylülerdi. Almanya, sö-
mürgeciliğe ve aşırı milliyetçiliğe dayalı ulus devlet oluşturmaya geç başladı. İngiltere,
Fransa, İspanya, Portekiz ve Hollanda, üçüncü dünya ülkelerini köleleştirip kolonileri haline
getirirken, Almanya deyim yerindeyse uyuyordu. Almanya’nın daha sonraki süreçte göçmen
veren bir millet konumundan göçmenleri ezen bir konuma geçmesini incelemek gerekiyor.
Diğer yandan Almanların kapıldığı aşağılık kompleksini anlamadan 1. ve 2. dünya sa-
vaşlarında takındıkları ‘üstün ırk’ söylemlerini kavrayamayız.
Endüstri reformunun düşüş yaşadığı 1800 ile 1860 periyodunda fakir Almanların yeni vatanı
Amerika oldu. Bu dönemde Amerika’ya Avrupadan göç edenlerin yüzde 66’sı İngiliz ise,
yüzde 22’si Alman kökenliydi. 1860 ile 1920 arasında İrlandalılar, İtalyanlar, İspanyollar ve
Doğu Avrupalılar, özellikle Yahudiler her Avrupa ülkesinden toplu halde Kuzey Amerika’ya
göç ettiler. 1876 ile 1920 arasında 15 milyon kişi göç ederken, bunun 6.8 milyonu Fransa, İs-
viçre ve Almanya’dan gerçekleşiyordu. Boşalan Avrupa’da en ağır işlerde çalışan tarım ve
endüstri işçiliğini artık Polonyalılar, İtalyanlar ve İrlandalılar yapıyordu.
Bunlar deyim yerindeyse Avrupa’nın siyahlarıydılar. Yahudiler ve İrlandalılara İngiltere’de
özgür işçi hakları verilmedi. 1875 ile 1914 arasında Rusya’dan gelen 120 bin Yahudi, en altta-
kilerdi. Fakat bu durum hep böyle devam etmedi. 1905 ve 1914’deki Yabancı Sınırlama Ya-
saları’na rağmen Yahudilerin ikinci nesilleri, iş veren konumuna yükseldi, meslek ve sanat
sahibi oldu ve 3. nesillerinin profesyonel mesleklerde zirveye çıkması için adeta asfalt yol
hazırladı. Bu devrede Fransa ve Almanya’da işçilere ayrımcılık ve ırkçılık uygulanmasına
başlandı.

205
FARUK ARSLAN

19. yüzyılın ortalarında ağır sanayi hamlesi yapan Almanya, Doğu Prusya’nın fakir tarım
işçilerinin dikkatini çekti ve büyük kentlere taşıdı. Polonyalılar ortada kalmışlardı. Prusya,
Rusya ve Avusturya Macar İmparatorluğu arasınd a toprakları bölüştürülen Polonyalılar, Al-
manya’nın ağır işci gücü oldu. 1913’e gelindiğinde Alman maden yataklarında çalışan 410
bin işçiden 120 bini Polonyalıydı. Prusya, sınırdaki 40 bin Polonyalıyı daha kovdu. Ucuza,
geçici, mevsimlik çalışan Polonyalılar, Almanya’da itilip kakılan, her an sınırdışı edilebilen
en alttakiler oldular.
1907’de Almanya’da İtalyan, Belçikalı ve Hollandalılarla birlikte toplam 950 bin yabancı işçi
vardı. Almanlar, aile birleşmesine izin vermiyor ve daimi iskanlarını engelliyordu. Yaklaşık
300 bin işçi tarım sektöründe, 500 bin işci endüstri alanında, 86 bin kadarı ise ulaşım ve tica-
rette çalışıyordu. Aynı sistem Nazi ekonomisindede sürdü, ancak 1955’de Federal Al-
manya’da misafir işçi kanunu çıkartılmasıyla sonlandı. (116)
Almanya’nın zorlamasıyla büyüyen 1. Dünya savaşı, işci politikalarını değiştirdi. Askerlik
hizmeti için Avrupalılar ülkelerine dönerken, Almanya yabancı işçilerin ülkelerini terketme-
sini istemedi. Yabancı Polonyalı işçiler, Rusya ve Belçika’da işci gücü olarak istihdam edildi.
Almanya, Doğu Afrika ülkelerindeki kolonilerinden getirdiği sivil Afrikalıları köle asker ve
taşımacı olarak kullandı. Bunlardan 650 bini hayatını kaybetti. 1918 ile 1945 arası uluslararası
işçi göçünün durduğu yıllardır. Savaş esirleri, ücretsiz iş gücü olarak kullanılmıştır. Al-
manya’nın aşırı ırkçılık bataklığına saplandığı bu dönemi masaya yatıralım.

NAZİZM’İN KÖKENİ VE TARİHİ

Nazizm, özellikle Faşizmin benzersiz bir örneği olarak yakından incelenmeli, tanınmalı ve
Nazizmin tarihsel soyağacı belirlenmelidir. İki Dünya Savaşı arasındaki dönemde varlığını
sürdüren “Germanorden”, “Thule Gellenschaft”, “Ariosophy” ve “Neo-Tampliyeler” gibi Gi-
zlici Örgütler gerçekten Alman Nazizminin en önemli köklerinden birini oluşturmuştur. Ne
yazık ki, Nazizm üzerine yapılan araştırmaların çoğu, Nazizmin çok çeşitli Gizlici ya da Gi-
zemci köklerinin hepsini Helena Blavatsky adlı zavallı yaşlı bir Rus kadının kapısının önüne
yığmışlardır. Gizlici Alman örgütlerinin bazı “teozofik” düşünceleri özümsemiş oldukları bir
gerçektir. Üstelik aynı hevesle Nietzsche’nin bazı öğretilerini de çarpıtmışlardır (Alman
ulusçuluğunu bir “budalalık uçurumu” olarak nitelendirdiği ve anti-Semitizme karşı çıktığı
bölümler, Nietzsche’nin kendi kız kardeşi tarafından titizlikle ayıklanmıştır). Nietzsche,
“Üstün İnsan”dan söz ederken, onun Ari ırktan ya da Alman olacağını asla söylememişti.
Benzer biçimde, Blavatsky’nin “Altı Kök Irk” öğretisi – Astral, Hyperborean, Lemurian,
Atlantean, Ari ve Geleceğin Irkı – de, Ari ırka pek fazla önem vermiyordu. Blavatsky’e göre,
tüm var olan ırklar ve uluslar arasından “mutant” bir nesil gibi yükselecek olan “Altıncı Irk”,
diğerleri gibi Arilerin de yerini alacaktı. Unutulmamalıdır ki iktidara geçen Naziler, aynen
Masonlara yaptıkları gibi, Almanya’da bulunan “Teozofik” locaların çoğunu ve sayısız Giz-
lici ve Gizemci Derneği de kapatmışlardır.

Blavatsky dışında, Gizlici rol dağılımında sık sık adı geçen başka kişiler de vardır. Örneğin
Jung, mitolojiye olan ilgisi, ırksal bilinçaltı üzerine çalışmaları ve özellikle başlangıçta,
“Töton” ayinlerini ve gizemci düşünceyi canlandırma çabaları nedeniyle Nazilere destek ol-
ması yüzünden en çok suçlanan kişilerdendir. Ne var ki, 1930 yılında hastalarının gördükleri

206
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

düşler üzerinde yaptığı çalışmasında Jung, düşlerde beliren “büyük sarışın hayvan” arketi-
pini geleceğe yönelik bir uyarı olarak kullanmıştır. Jung Nazizmi, “önderi –Hitler- bi-
linçaltının arketipleri tarafından ele geçirilmiş olan bir kitle psikozu” biçiminde nitelendir-
miştir. Gurdjieff ve Crowley de, olası Nazi destekçileri arasında sözü edilenlerdendir. An-
cak, her ikisinin de Fransa’daki direniş hareketinde gizlice çalıştıkları hakkında kanıtların bu-
lunması, bu savı tümüyle anlamsızlaştırmaktadır. “Prieuré de Sion” gibi bir çok gizli örgüt,
Nazi Partisi çizgisinde görünmekle birlikte, müttefiklere bilgi sızdırmaktan geri kal-
mamışlardır. Yine de, “Vichy” Fransa’sı gibi yerlerde Gizlici örgütlerin Nazi taraftarı olarak
görünmekten başka çarelerinin bulunmadığını da vurgulamak gereklidir.

Şimdi gizlici Alman Tarikatlarına biraz daha yakından göz atalım. Alman Gizlici örgütlerinin
bir çok temel öğretiyi İngiltere’deki Hermetik gruplardan ve kıta Avrupa’sındaki Teozofik
örgütlerden aldıkları bir gerçektir. Yine de bazı ilkelerde önemli farklar vardır. Özellikle, Ari
ırkın gizemci güçlerine verdikleri önem ve alt düzeydeki ırklarla karışması sonucunda Ari
ırkının yozlaşmaya başladığı düşüncesi daha önce görülmemiş benzersiz birer yaklaşımdır.
“Töton”lara olan düşkünlükleri (Töton uygarlığının Hıristiyanlık tarafından geriletildiğine
inanıyorlardı), Kuzey mitlerine, “Rune” yazılarına ve “Svastika”ya olan ilgileri yeni pan-Cer-
men ulusçuluğun oluşturduğu atmosferden kaynaklanmaktaydı. Avrupa’daki tüm dillerin
tek bir Hint-Avrupa kökeni bulunduğu, ve Hindulardan Helenlere kadar birçok mitin Ari
kaynaklı olduğu düşüncesi saygı duyulan dilbilimciler arasında giderek kabul görmekteydi.
Diğer taraftan 1905 yılından beri Ruslar, “Protocols of the Elders of Sion” (Zion Bilgelerinin
Protokolleri) adlı broşür sayesinde, aşağılık Sami ırkların Bolşevizmi yayarak Avrupa
uygarlığının sonunu hazırladıklarını kanıtlamak çabasındaydılar. Nazi panteonunun önde
gelen kişileri olan Oswald Spengler ile Alfred Rosenberg ve onlar kadar önemli olmasa da
“Germanorden” örgütünün kurucusu Guido von Liszt gibi düşünürler, Batı’nın giderek geri-
lediği düşüncesini yaymaktaydılar. Onlara göre bu gerileyişin nedeni, Ari ırkları yönlendiren
Faustçu ‘sınırsız’ ilke ile taban tabana karşıt olan ve sürekli olarak Batı’da etki alanını genişle-
ten Doğu Sami ırklarının felsefesiydi. Bu kişiler ayrıca, Picasso ve Gaugin gibi ressamların
Avrupa sanatına taşıdıkları ilkel Afrika, Latin ve Polinezya unsurları karşısında dehşete
düşmekte ve bunu yozlaşmanın kanıtı olarak görmekteydiler. Modern müzikte ve özellikle
caz müziğinde “vahşi ormanların tamtamlarını” sezmekte, buna karşılık Wagner operalarını
kendi beğenilerinin örneği kabul etmekteydiler. Gizlici Alman dernekleri, materyalizmin ve
rölativizmin güçleri ile gerçek tinsel Ari uygarlığı arasında yaklaşmakta olan bir savaşı bekle-
mekteydiler. Bu mahşeri savaşta düşmana acımanın yeri hiç yoktu. Nazizmin ve gerçekleştir-
diği katliamın kökleri işte burada yatıyordu.

Nazilerin, çok daha karanlık ve gizli bir örgütün görünen yüzü olduklarını ileri süren birçok
yazar vardır. Yeşil şapka takan, şeytani görünüşlü doğulu bir keşişin sık sık Nazi Partisi ileri
gelenleri ile birlikte görüldüğü hakkında çeşitli söylentiler yayılmıştır. Gizlice Nazilerin iple-
rini elinde tutan Tibetli gizemci din adamları (lamalar) bulunduğu öyküsü de bu söylentilere
eklenmiştir. Henüz 1840’larda bile, “Agartha” efsanesi Almanya’da ilgi çekmeye başlamıştı.
Agartha efsanesi, yeraltında bulunan bir krallıktan söz etmekte, yeryüzündeki birçok kralı
denetiminde tutan ve “Dünyanın Efendisi” olan Agartha kralının çok yakında dünyayı kesin
olarak işgal edeceğini anlatmaktadır. Napoleon kendini tüm Avrupa’nın efendisi olarak
düşlerken, jeopolitik uzmanı Naziler dünyaya egemen olma düşleri içindeydiler (Hitler’in

207
FARUK ARSLAN

elinde Amerika’nın işgali ile ilgili hazırlanmış planlar bulunuyordu; İtalyanlar Afrika’yı, Ja-
ponlar ise Asya’yı yöneteceklerdi).

George Bush, 1990 yılında “Yeni Dünya Düzeni” sözlerini kullandığı zaman, dünyanın dört
bir yanındaki komplo kuramcıları çılgına döndüler. Bu sözler, OWG şifresiyle (One-World-
Government = Tek Dünya Yönetimi) çoktandır komplo kuramcıları arasında sıkça ku-
llanılıyordu. Ancak, bu sözleri Hitler’in “Bin Yıllık Reich” düşünden anımsayanlar da vardı.
Aynı sözler çok uzun zamandan beri “İlluminati” örgütü ve bu örgütün kuracağı dünya de-
netimi ile de özdeşleşmişti. Kuşkusuz Naziler, düşmanları olan Yahudilerin, Masonların,
uluslararası bankacıların ve Bolşeviklerin dünyayı ele geçirmek için planlar yaptıklarını bi-
liyorlardı! Zaten tüm bu planlar “Zion Bilgelerinin Protokolleri”nde yok muydu?

Aslında tarih boyunca yinelenen bir olgudur bu: çeşitli komplocu örgütler, gerçek ya da ha-
yali diğer komplocu örgütlere karşı durmak için ortaya çıkarlar. Bunun en çarpıcı örneği
“Kutsal Vehm” örgütüdür. Ortaçağ’da Almanya’daki gizli örgütlerden biri olan Kutsal Vehm
üyeleri, kimliklerini gizlemek için keşiş başlıkları takarlar ve devlete baş kaldırdıklarını var-
saydıkları komplocu din sapkınlarını ve cadıları öldürürlerdi. Hitler, bazı yazılarında Kutsal
Vehm’den övgüyle söz etmiştir.

Akıldışı düşüncelerin Üçüncü Reich yönetimi sırasında ne ölçüde güçlendiğini belirten bir
çok araştırma vardır. "Oyuk-Dünya" kuramları ve "Buz-Dünyası" kozmolojileri geliştirilmiş;
devler, cinler ve kozmik savaşlarla ilgili garip inançlar yayılmıştır. 1930’larda, tümüyle
"Atlantis" ve diğer kayıp kıtaları araştırmaya, Kuzey halklarının kökenini Atlantis’te ara-
maya adanmış dergiler yayınlanmıştır. Hitler, açıktan açığa kendini “burjuva aklı”nın
düşmanı ilan etmiş ve “kan ile düşünmek” kavramını ortaya atmıştır. Aynı yılların “Le-
bensraum” (Toprak Reformu) hareketi modern endüstri, teknoloji ve kentleşme eğilimlerine
şiddetle karşı çıkmış; basit, saf, soylu köylü yaşamını kutsallaştırmıştır. Kentleri terk edenler,
köylerde komün yaşamına kalkışmışlar ve ekoloji, folk müziği, doğal yaşam, çıplaklık olgu-
larını yüceltmişlerdir. El sanatları, alternatif tıp, meditasyon ve hatta hayvan hakları bile
gündemdeki konular olmuştur.

Ne var ki Nazizmi, yalnızca bilimsel özdekçilik ve modernleşmeye karşı bir tepki olarak
görmek hatalı olur. Naziler, bilimin Prometheusçu gücünün bilincindeydiler ve Pee-
nemunde’de bulunan V2 üssünü Alman biliminin zaferi olarak yüceltmişlerdi. Atom enerjisi
ve radar üzerinde müttefikler kadar çaba harcamışlardı. Daha sağlıklı nesiller yetiştirme bi-
limi ve uygulamalı sosyal Darvinizm 1930’larda Almanya'da büyük rağbet görmekteydi.
Birçok saygıdeğer sağlık kuruluşu, alt sınıf üyelerini ve özürlüleri zorla kısırlaştırma progra-
mları öngörüyor, Güney ve Doğu Avrupalılarla evlikleri yasaklamayı planlıyordu. Nazilerin,
kitlesel kıyımları bile endüstriyel ve bilimsel yöntemler açısından en etkin kesinlikteydi. Na-
zilerde eksik olan zeka değil, şefkat ve insanlıktı.

Üçüncü Reich’ın gizli tarihine merak duyanların özel ilgi alanlarından biri de, Hitler’in
“Spear of Destiny”e (Kader Mızrağı) olan düşkünlüğüdür. Longinus’un mızrağı olarak da
bilinen bu silah, Avusturya İmparatorluk Müzesinde bulunmaktadır ve iddialara göre
çarmıhtaki İsa’nın böğrünü deşen mızrak budur. Bu mızrağı tüm Avusturyalı Kutsal Roma

208
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

İmparatorları yanlarında savaşa götürmüşlerdir. Walter Stein, Hitler’in bu silah tarafından


adeta büyülendiğini ve Longinus’un mızrağına sahip olunca Nazilerin dünya egemenliğinin
ve Hıristiyanlık üzerindeki zaferlerinin kesinleşeceğine inandığını yazmaktadır. Bu silahın
Hitler için ne denli önem taşıdığı belli değildir, zira sonunda mızrak Nazilerce ele geçiril-
diğinde Hitler, en azından herkesin arasındayken hiçbir ilgi ve sevinç göstermez. Nazilerin
kayıp kutsal eşyalara, özellikle Hıristiyanlığa ait olanlara, özel ilgi besledikleri bilinmektedir.
Edilgenlik, eşitliğe inanç gibi Batı uygarlığını yozlaştırdıklarına inandıkları tüm değerlerin
yabancı ve Doğulu bir din olan Hıristiyanlıkça Ari ırka zorla yutturulduğunu düşünen Nazi-
lerin, Hıristiyanlık karşıtı bu güdüleri göz önüne alınınca, Hıristiyanlığın kutsal eşyaları için
bu ilgileri oldukça şaşırtıcı duruma gelir.

Diğer taraftan Hitler’in kendi SS birliklerini, Cizvitler, Tampliyeler ve diğer Haçlı tarikatleri-
nin modellerine uygun örgütlediği aşikardır. 1937’den kalma ünlü bir poster Hitler’i bir
Tampliye şövalyesi kılığında, kutsal zırhı kuşanmış olarak, şeytanla savaşa hazırlanırken
göstermektedir. Nietzsche, içerdiği hastalıklı Hıristiyan şövalye ülküleri nedeniyle, Wag-
ner’in “Parsifal” operasından nefret etmişken, Nazi kadroları bu yapıtı büyük coşku ile
karşılamışlardır. Otto Rahn, 1938 yılında Güney Fransa’da “Holy Grail”i (Kutsal Kase) ara-
maya koyulmuştur. Ne var ki, İsa’nın soyundan gelenleri ya da “Son Yemek”te kullanılan bir
şarap kadehini aradığını unutmuş görünmektedir, zira Kahn’a göre Grail, “tanımlanması
olanaksız büyüklükte bir güç kaynağıdır”. Nazilerin gerçekten “Ahit Sandığı”nı arayıp ara-
madıkları ise bilinemiyor, ancak Yahudilerin bu kutsal eşyasını ele geçirmek için Kuzey
Afrika ve Mısır’da araştırmalar yapmak üzere planlar hazırladıkları hakkında kanıtlar mev-
cut.

Parapsikoloji ve Paranormal, Naziler için çok önemliydi. Naziler, çeşitli paranormal olgulara
büyük ilgi duymaktaydılar. Albert Speer, açıkça “Geomancy” (toprakla ilgili bir tür falcılık)
ile ilgilenmiş, Almanya’da bulunan kutsal yöreleri listelemişti; Speer’in bazı mimari yapıtları,
onun “Nümeroloji” (sayılarla ilgili bir fal türü) ve gizemci geometrinin ilkeleri hakkında bilgi
sahibi olduğunu ortaya koymaktadır. “Vril” örgütü ise, toprağın derinliklerinde gizemli bir
enerji bulunduğu ve Alman halkının bu enerjiden yararlanabileceği düşüncesini ısrarla yay-
maya çabalamıştı. Hitler’in askeri harekatlar öncesi falcılara danıştığı çok bilinen bir özelliği-
dir. Naziler arasında, bir casusluk yöntemi olarak parapsikolojiden yararlanma konusu da
çok ilgi çekmekteydi (bu yöntem savaş sonrasında CIA ve KGB tarafından yoğun biçimde
kullanılmıştır). Ayrıca Naziler, yerçekimine karşı durabilen (anti-gravity) aygıtlarla da
uğraşmışlardı; bir Nazi bilim adamı olan Viktor Shauberger tıpkı bir uçan daireyi andıran bir
hava taşıtı dizayn etmişti.

Ancak, Hitler’in en çok üzerinde durduğu konu “Hipnotizma”ydı. Nuremberg mitinglerinin


tanıkları, gösteriye katılan bir çok kişinin trans durumuna girdiklerini, cam gibi gözler ve
açık ağızlarla kalakaldıklarını aktarmışlardır. Hitler’in, eski önderlerin gizemli karizmatik
güçlerini incelemiş olduğu ve Cizvitlerin dikkati odaklama teknikleri hakkında araştırmalar
yaptığı ileri sürülmüştür. Goebbels’in azami propaganda için, ışık, ses ve tonlama, kitle psi-
kolojisi gibi toplumsal denetim tekniklerini titizlikle uyguladığı kuşkusuzdur. Trevor Ra-
venscroft’a göre, Naziler yalnızca usta propagandacılar değillerdi, onlar aynı zamanda bin-
lerce insanın iradesini ele geçirebilen gerçek büyücülerdi.

209
FARUK ARSLAN

Bir süreden beri, kuşku duyulması gereken, oldukça kaygan bir görüş rağbet kazanıyor. Bu
görüş pek basit bir akıl yürütmeye dayanmakta: Naziler akıldışına, paranormal olaylara ve
Gizliciliğe kendilerini adamışlardı; Naziler korkunç işler yaptılar; Ergo, eğer paranormal ol-
gulara ve Gizemciliğe, Gizliciliğe olan ilgiyi durdurmazsak, özgürlük ve demokrasi tehdit
altına girer, bir başka Nazi rejimi iktidara gelebilir. Bu akıl yürütme bir süredir azami etkiyle
kullanılmaya çalışılıyor. Halbuki, Nazilere karşı çıkan ve özgürlüğü korumaya çabalayan bir
çok Gizlici de var olmuştu. Britanya Adaları çevresine bir “gizemci güç alanı” yerleştirerek
(!), Alman uçaklarından ülkelerini korumaya çalışan Coventry cadıları buna en iyi örnektir.
Ne yazık ki, çabaları V2’ler karşısında boşa gitmişti. Nazilerin, kendi ideolojileriyle uyuşma-
yan gizemci ve gizlici örgütleri kapattıkları herkesçe biliniyor. Naziler iktidara gelince ilk iş
olarak halka falcılığı ve Tarot kartlarını yasaklamışlardı; belki de bu etkinlikler nefret ettikleri
Çingenelerle özdeş olduğu için. Paranormal, metafizik, gizemci ve gizlici olgulara ilgi duyan
herkes Nazi değildir. Zaten Naziler, bir çok gizemci felsefeyi, kendi işlerine ve amaçlarına
uydurmak için, değiştirmişlerdir. İnsanoğlunun akıldışı ve bilinçaltı yönlerini açığa çıkarmak
amacını taşıyan Sürrealistlerin bir çoğu, Nazilerin “doğal gerçekçiliği” iktidar olunca Al-
manya’dan ayrılmışlardır. Önceleri Nazi fikirlerine hoşgörü ile bakan Heidegger ve Thomas
Mann gibi metafizik düşünürler, sonunda Nazilerden nefret etmişlerdir. Nazizmi yalnızca
bilime, akla, teknolojiye, Aydınlanmaya ve Batı uygarlığının temeli olan Hıristiyanlığa karşı
bir tepki olarak değerlendirmek çok yanlış ve haksız bir tutum olur. Evrim olgusuna karşı
çıkan diğer toplumsal akımları Nazi olarak görmek de büyük bir hatadır. (117)

NAZİLERİN POLİS DEVLETİ VE SAVAŞ EKONOMİSİ

Faşist dönemle ilgili olarak akla hep, Gestapo (Hitler’in Gizli Polisi) ve Nazi partisinin silahlı
gücü olan SS (Schutzstaffel der NSDAP-NSDAP’ın koruma timi) gelirdi. Alman ordusu ve
polisi, faşizmin vahşetiyle anılmaktan uzak tutulurdu. Hem içerde hem de işgal edilen ül-
kelerde aynı Gestapo ve SS birlikleri gibi etkindi. Alman polis vahşeti, Yahudi soykırımı, di-
renişçilere, solculara, sosyalistlere uygulanan zulüm ve sivil esirlerin çalışma kamplarında
daha belirgindi. Vahşetin nasıl örgütlendiği ve yasayı koruması gereken görevlilerin nasıl
katil sürüsü haline geldiğini anlamak için polisin tavrına bakmak yeterliydi.
Peki, Almanya’da, Hitler dönemindeki polis terörü gerçekten bilinmiyor muydu? Münster
Polis Yüksek Okulu Kurucu Başkanı sosyolog Klaus Neidhardt’ın bu soruya verdiği yanıt il-
ginçti: “Konunun uzmanları bunları bilir. Ama önemli olan polis eğitiminde bunların anlatıl-
maması ve polisin bunları bilmemesidir. Bütün bunları önce polisimizin öğrenmesi gere-
kiyor. Genç bir polis, bir gösteride görevliyken, göstericilerin ‘Alman polisi, koruyor faşisti’
sloganı attığında bununla ilgili hiçbir şey bilmediği ortaya çıkıyor…”
1918/19-1933 arasındaki Weimar Dönemi’nde Alman polislerin işkenceleri zirveye çıkmıştı.
Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht’i öldüren ‘Freikorps’lar, aşırı sağcı çeteler ‘polis’ ünifor-
ması içindeydi. Daha sonra bu polislerin hepsinin hiyerarşi içinde, Hitler’in iktidara gelme-
sini alkışladığı, Hitler’le birlikte polisin toplumdaki gücünün ve maddi durumunun arta-
cağına inandığı belgelerle yazılıydı. Polis, sanki beklenen an gelmiş gibi hemen Hitler
döneminin havasına girmişti. Burada bahsedilen ‘faşist’ siyasi gizli polis Gestapo değil, sa-
yıları o dönem 355 bini bulan bildiğimiz karakol polisi, toplum polisiydi. Polisin en büyük
hedefi suç işlenmeyen bir toplum yaratılmasıydı. Özellikle aynı suçu mükerrer işleyenlerin

210
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

toplama kampına götürülmesi fikri filizleniyordu. Bu ideoloji, kısa zamanda polisin ‘asosya-
lleri’ ve siyaseten ‘düzgün olmayanları’ da toplamasına yol açtı. Yani polis, suç işleme potan-
siyeli gördüğü herkesi almaya çalıştı. İnsan olarak herkesin suç işleme potansiyel olduğuna
göre, suçtan arındırılmış toplum bir tek demir gibi faşistlerle kurulabilirdi.
1935’te getirilen, “Almanların Alman olmayanlar dışındakilerle evlenme ve seks yasağı”,
Yahudilerin nüfus cüzdanına vurulan ‘J’ damgası ve toplu taşıma araçlarına binebilmek için
polisten özel izin alması zorunluluğu gibi kural ve uygulamalar, polislere geniş yetki veri-
yordu. Benzeri yetkilerle Almanya’da faşizmin polisi güçlendirdiğini, polisin de faşizmi
desteklediği açıktı. Faşizan uygulamaların önemli bir kısmı da yasayla gerçekleşmiyor ve
uygulamalar yasayla denetlenmiyordu. Reichsführer-SS ve Alman polis birlikleri şefi Hein-
rich Himmler, konuyla ilgili 1937’de şunları yazıyordu: “Alman nasyonal sosyalist polisler,
görevlerini tek tek yasalardan aldıkları yetkilere göre değil, nasyonal sosyalist devletin
gerçekliklerine göre yapar… Bu nedenle polislerin gücü, yasal-formel engellerle kırılamaz…
” Bizdeki ‘polisin şevkinin kırılmaması gerektiği’ meselesi yani. Himmler’in bu
konuşmasından iki yıl sonra Alman polisi kitle katliamlarında etkin rol almaya başladı.
İçerde görevli polisler, savaşla birlikte ‘polis taburu’ haline getirilerek dış göreve de gönderi-
liyordu.
Hitler’in partisi NSDAP’nın haftalık yayın organı Illustrierte Beobachter’de çıkan haberler
önemli belgelerdi. Örneğin işgal altındaki topraklarda ‘düzeni sağlayan’ polisin Polonya’daki
Yahudi şehri Bialystok’te görevli olmadığı halde 800 Yahudi’yi sinagoga doldurup canlı canlı
yaktığını buradan öğreniyorsunuz. Bialystok katliamı ile ilgili hiç kimsenin yargılanıp ceza
almadı. Yine Sovyetler Birliği’nde binlerce Bolşevik kurşuna dizilmiş ve toplu mezarlara
gömülmüştü.
Beyaz Rusya’nın Mogilew kentinde 2./3.10.1941’de gerçekleştirilen ‘Yahudi Aksiyonu’ son-
rası polis raporunda şunlar yazılıydı: “Eylemin gerçekleşmesi sırasında tespit ettik ki, Yahu-
diler ödlek ve sinsi bir korkaklık içinde bir köşeye siniyor ve çoğu kez pislik gibi bakan bu
elemanları sindikleri köşeden çıkarmak çok zor oluyor. Bu koşullar altında, bu ortamda 65
Yahudi’nin kurşuna dizildiğini belirtmek gerekiyor.” Raporun altında başka bir yerde
gerçekleşen eylemden de haber veriliyor: “9./III. Pol.-Rgt. Mitte’de, her iki cinsiyetten 555
Yahudi kurşuna dizildi…”
Savaş sonrasında Gestapo, SS ve diğer silahlı-silahsız Alman birlikleri Nürnberg mahkeme-
sinde yargılanıp ‘suç örgütü’ ilan edilirken, Alman polisi böyle sınıflandırılmıyordu. Çok az
sayıda polis şefi görevden el çektirilirken, hemen hiçbir polis ciddi ceza almadı. İkinci Dünya
Savaşı sonrasında Alman polisi, sanki savaşta yokmuşçasına, elbisesinin rengini değiştirerek
görevine devam etti. Yıllar içinde birkaç istisna dışında savaş dönemiyle ilgili herhangi bir
yargılama olmadı. (118).

NAZİLERİN YABANCI İŞÇİ POLİTİKASI

1929’da başlayan Büyük Ekonomik Depresyon, ekonomilerini kurtarmak isteyen Almanların


faşistleşmesine kapı aralarken, iç ve dış düşman üretmelerine yol açtı. Nazi rejimi, inanılmaz
miktarda yabancı işçi gücünü sömürmeye başladı. Çünkü Avrupa’yı işgal planları yapan
Adolf Hitler, 11 milyon Almanı askere almıştı. Boşalan işci gücüne yenisi konmadan sa-
vaşamazdı. Bu nedenle öncelikle geleneksel işci gücü tarlası, hazır rezervi olarak gördüğü

211
FARUK ARSLAN

Polonya’yı işgal etti. İşgal edilen topraklarda bir hafta içinde kurulan İşçi Alma Ofisleri, po-
lis ve asker kolluk kuvvetiyle, çalışacak tüm genç erkek ve kadınları topluyordu. Hitler,
sadece bazı Avrupa ülkelerinde biraz dostca davrandı ve gönüllü işcilik metodunu tercih
etti. İspanyol, İtalyan ve Hırvatlara kibar davrandı. Savaş sonunda 7 buçuk milyon yabancı
işçi gücü kullanılıyordu ve bunun 1.8 milyonu savaş esiriydi. 1944’de endüstriyel üretimin
dörtte biri yabancı işciler tarafından sağlanıyordu. Nazi rejimi ve savaş makinesi, yabancı işci
sömürgeciliği olmasaydı, daha erken çökebilirdi.

Yabancı işçilere nasıl davranılacağının prensiplerini yazan ve yöneten Alman Sauckel idi. Fi-
lozofisi özetle şöyleydi: “Tüm işçiler mutlaka beslenecek ve barınacak yer verilecek ki, maksi-
mum seviyede sömürülebilsinler ve yüksek seviyede verim alınabilsin.” Bunun anlamı ya-
bancı işçilerin asker gözetimi altında çalıştırılmasıydı. Kaldıkları barakalar da kontrol al-
tındaydı. Sosyal hayatları ve sivil hakları yoktu. Sağlık sigortaları bulunmuyordu. Polonyalı,
Rus ve Yahudiler, etnik aidatlarını gösteren özel bir kimlik taşıyordu. Pek çok yabancı işci,
kötü beslenme, ağır iş şartları, bakımsızlık, hastalıklar ve ağır cezalardan dolayı öldü. Sau-
ckel’in sert disiplin kurallarının temelinde insanlıktan yoksun şu emri ve tavrı vardı: “Ya-
bancı işçiler bir nebze olsun umurumda değil. Eğer iş yerlerinde en küçük bir hata yapar
veya suç işlerlerse, önce hemen polise bildirin. Asın, kurşuna dizin onları. Umurumda deği-
ller. Eğer tehlikeli iseler yok edilmeleri gerekir.”

Nazilerin yabancı işcilere yaptıkları zulüm sadece kölelere yapılan eziyet ve işkencelerle
kıyaslanabilir. Aynı zihniyetin yansımalarını, izlerini daha sonraki dönemde de görmekteyiz.
1955 ile 1973 arasında Almanların uyguladığı misafir işçiyi kabul etme düzeni, aile birleşme-
sine karşıydı ve göçmenlerin sürekli yerleşmesini engelliyordu. Ancak ailelerin birleşmesini
engelleyemediler, başaramadılar. 1973’de Alman hükümeti, yabancı işçilerin ülkelerine dön-
mesi için elinden geleni yaptı. Türkler ve Kuzey Afrikalılar gitmediler. 1974 ile 1981 arasında
yabancı göçmen kadınların oranı yüzde 12 arttı. Yabancı çocuklarda yaşı 15’i bulanların oranı
yüzde 52’ye çıktı. 1970’lerin sonunda yabancı göçmen yerleşimcinin nüfusu 4 milyondan
1980ların ilk yıllarında Türklerin sayesinde beşyüzbin birden arttı. Bu durum Almanları
rahatsız etti.

Bu gün Alman istihbarat birimleri gurbetçilerimize karşı karanlık bir proje yürütüyor. Şimdi
de onları tanıyalım.

FEDERAL ALMAN İSTİHBARAT TEŞKİLATI BUNDESNACHRİCHTENDİENST ( BND)

Yukarıdaki bölümlerde efsane Alman istihbaratçı Gehlen’den bahsedilmişti. Bu istihbaratçı


Alman istihbaratının çevresini değiştirmişti. Fakat bu değişimlerin hemen hepsi Alman derin
devlet anlayışının lehine oldu. Federal Almanya İstihbarat Servisi’ne gelince. Bu servis =
Gehlen teşkilatıdır. Münih’e bağlı Pullach’da, General Von Gehlen’in idaresinde kurulan Fe-
deral İstihbarat Servisinin emrinde 10 bin uzman ve ajan çalışıyordu ve bütçesi de, 1952’de 40
milyon markın üzerindeydi. General Gehlen’in çok kısa bir süre önce teşkilattan ayrılmasına
rağmen Gehlen Teşkilatı adıyla da anılan Federal Almanya İstihbarat Servisi, küçük hücreler
şeklinde örgütlenip çalışmıştır. Dost veya düşman ayırd etmeden aynı titizlikle çalışan

212
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

teşkilat Almanya’nın özel statüsü gereği bu yıllarda CIA ile de büyük paslaşmalar ve da-
yanışmalar içinde çalışmıştır.
Almanlar iç istihbarat konusunda ise özel olarak oluşturdukları “Batı Almanya Anayasasını
Koruma Ajansı”ndan yararlanmaktadırlar. Bu kuruluş aynı zamanda karşı casusuluk örgütü
olarak da faaliyet göstermektedir.Amerika’daki FBI’ya denk olan kuruluşun karargahı
Köln’e bağlı Ehrenfeld’de çalışmalara başlamıştır. Merkez teşkilatında bine yakın görevlinin
bulunduğu kuruluşa o zamanlar polis teşkilatı ile askeri istihbarat da yardım vermiştir.
Alman istihbaratında askeri bölüm çok önemlidir. Çünkü burada oluşturulan ve FOİ ( Field
Operations İntelligence) adı ile anılan grup vurucu güçtür ve eylemleri bu grup yapar. Ey-
lemlerinde ünlü ve acımasızlığıyla bilinen bir güçtür.

DOĞU ALMANYA İSTİHBARAT SERVİSLERİ

MFS = Doğu Almanya Devlet Güvenlik Bakanlığı.


Almanların ayrılması sonrası Sovyet nüfuz alanında kalan Doğu Almanya casusluğun adeta
kalbi olmuştur. Doğu ve Batı Almanya arasında öykülerin gerçeklerle karıştığı casusulukla
ilgili olaylar yaşanmıştır. Doğu Almanya’da gizli servis geleneğini geliştiren ve burasını
Avrupa yani Batı dünyası içinde bir ileri karakol gibi kullanan Moskovadır.
1950 yılında mevcut oluşumların tek çatı altında toplanmasıyla Doğu Almanya Devlet
Güvenlik Bakanlığı kurulmuştur. KGB bu bakanlığın oluşturduğu bir konseyle kontrol al-
tında tutmuştur. Bakanlığın emrinde 22 bin subay, 5 bin polis, 3 bin komünist partili memur
çalışmıştır. karargahı Doğu Belirlin’de Normannenstrasse’de bulunan MFS’in Batı Almanya
‘da adam kaçırma ve öldürme , yıkıcı faaliyet ve propaganda işlerinde kullandığı 16 bini
aşkın ajanının bulunduğu bilinmektedir. İstihbarat bakanlığının başlıca daireleri ve görevleri
şunlar olmuştur:
1. Daire : Doğu Almanya ordusu içinde iç istihbarat yapmak, askerlerin rejime sadakatini
sağlamak.
2. Daire : Batılı ülkelerde casusluk faaliyetlerinde bulunmak.
3. Daire : Sovyet işgal bölgesinde her türlü ekonomik faaliyet sahasında casusuluk çalışması
yapmak.
4. Daire : Din ile mücadele müesseleri ortadan kaldırma.
“R” Dairesi : Berlindeki müttefik askeri misyonların faaliyetlerini izlemek.
MFS ayrıca idarecilerin güvenliğini sağlamak amacıyla 6300 kişilik bir muhafız kıtası da
oluşturmuştur.
Ayrıca HVA= Ana İstihbarat Dairesi adı altında Doğu Almanya Komünist İstihbarat Teşkilatı
adı altında Batılı ülkelerde casus şebekeleri kurmak ve istihbarat işleriyle görevli bir birim
daha vardır. HVA MFS’e bağlı bir birimdir ama ayrıca bir casusuluk okulu da vardır. Bu
teşkilatların koordinasyonundan ise VFK = Koordinasyon Dairesi adı verilen birim sorumlu-
dur. Bu da bir gizli servis gibi çalışır. Elbe nehri üzerindeki Klietz’de bir casus okulları faali-
yet göstermiştir. Bunların teknik laboratuvarlarında gizli mürekkepler ve sahte belgeler üre-
timi gerçekleştirilmiştir. Doğu Alman gizli servisi belge üretiminde oldukça başarılı ve ünlü
bir servis olmuştur. Bu konu gizli servislerde büyük önem taşımaktadır.
Ancak bu iki servisin kanlı bıçaklı günleri Doğu ve Batı Almanya’nın birleşme kararının
ardından tek çatı altında ortak çalışmaya dönmüştür. Bu birleşme sırasında Doğu Alman ca-

213
FARUK ARSLAN

suslarla Batı Alman muhbirler büyük sıkıntılar çekmişler ama Batı Alman istihbarat çatısı al-
tında birleşmeyi başarmışlardır. Çok geniş bir arşivi bulunan MfS ile 1991 birleşmesinden
sonra çıkan durum sonucunda Alman Anayasayı Koruma Teşkilatı sorumlu kılınmıştır.
Arşiv bilgilerinin incelenmesi görevi bu teşkilata verilmiştir.
Bu birleşmeden ortaya çıkan bilgi ve ilişkiler ağı dünyanın en büyük istihbarat arşivini or-
taya çıkarmıştır. Önümüzdeki dönemde Almanların bundan kaynaklanan güçlerini diğer ül-
keler üzerinde kullanacaklarından hiç şüphe yoktur. Arşiv bulgileri içinde Türklere ait bilgi-
lerin çokça olması da doğaldır. Yani önümüzdeki günlerde Almanya hesabına casusluk ya-
pacak Türklerin sayısında bir artışın olması da doğaldır.

Necip Hablemitoğlu’nun kaleminden Almanya tarihine göz atmakta yarar var:

XIX.Yüzyılın ikinci yarısında Bismark ile kurumsallaşan, XX. Yüzyılın hemen başlarında II.
Wilhelm döneminde emperyalizm ve devlet kavramlarıyla özdeşleşen Alman faşizmi -kabul
edilebilir milliyetçilik anlayışının da ötesinde- iki temel hedefin gerçekleştirilmesini ön-
görmekteydi: Ekonomik açıdan yeni “hayat alanları”na yani ürettiklerini pazarlayabile-
cekleri sömürgelere sahip olurken, siyasal açıdan da “arka bahçe”de yani Avusturya-Maca-
ristan, Romanya, Çarlık Rusyası gibi ülkelerde yaşayan Alman ırkını bir bayrak altında to-
plamak yani pan-germenizm!..

1. Birinci Dünya Savaşı Dönemi (Öncesi ve Sonrası)

Fas başta olmak üzere sömürge arayışlarından somut bir sonuç elde edemeyen II. Wilhelm
Almanya’sı için, Osmanlı İmparatorluğu, stratejik açıdan hayati bir önem taşımaktaydı. Ör-
neğin, Bağdat Demiryolu Projesi, ekonomik getirilerinin yanısıra, İngiltere’nin Hindistan yo-
lunu tehdit etmesi açısından da planlanmıştı. Ancak, Kayzer Wilhelm’in iki kez Osmanlı ül-
kesine gelmesi ile gelişen ikili ilişkiler, Kerkük-Musul bölgesinde arkeolojik çalışma yapma
izini ile gelen sözde arkeologların jeolojik çalışma yaptıklarının anlaşılması ile ortaya çıkan
kuşkuları giderememişti. Sözkonusu bölgede zengin petrol yataklarının bulunması, Osmanlı
İmparatorluğu üzerinde emperyalist paylaşım kavgasında İngiltere, Çarlık Rusyası ve
Fransa’yı da harekete geçirmişti. Bu nedenle ortaya çıkan Trablusgarp ve Balkan Sa-
vaşları’nda, Almanya, tüm bu olumsuz gelişmelere sadece seyirci kalarak ikiyüzlülüğünü,
bir başka ifadeyle güvenilmezliğini ortaya koymuştu. Almanya’nın emperyalist politikasının
bir yansıması olan vefasızlığın bedelini, Trablusgarp’ı, 12 Adayı ve Rumeli’deki topra-
klarımızın önemli bir kısmını kaybederek ödeyen Osmanlı yöneticileri, özellikle de İt-
tihatçılar, 1911’den itibaren İngiltere ve Fransa’ya ittifak önerisinde bulunmuşlardı. Hatta, I.
Dünya Savaşına girilmezden kısa bir süre önce, Mayıs 1914’de, Sadrazam Talât Paşa bizzat
Kırım’a giderek Rus Çarı II. Nikola’ya ittifak teklif etmişti. Bu üç emperyalist ülkenin
yanısıra, Yunanistan ve Bulgaristan gibi küçük ülkeler bile Osmanlı Devletinin ittifak öneri-
sini reddettikten sonradır ki, Almanya, yeniden -bu defa alternatifsiz olarak- gündeme gel-
mişti. İttihatçıların kendilerine güvenmediğini bu ittifak arayışları nedeniyle anlayan Alman
Hükûmeti, savaşa birlikte girme karşılığı resmen iki temel konuda “açık çek” talep etmişti:
Birincisi, İngiltere’yi sömürgelerinde meşgul etmek ve hammadde kaynaklarını zaafa uğrat-
mak için Padişah-Halifenin tüm müslümanlara yönelik olarak “Cihad-ı Ekber” (kutsal savaş)

214
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

çağrısında bulunması. İkincisi, Osmanlı Ordusunun en az % 25’sinin Alman Genel Kurmayı


emrine verilmesi. Almanya’nın istekleri tartışılmaksızın yerine getirilmişti.

Osmanlı Devleti, 2 Ağustos 1914 tarihli Osmanlı-Alman İttifak Anlaşmasının tüm


yükümlülüklerini yerine getirirken, Almanya’nın ikiyüzlü ihaneti yeniden sahneye çıkmıştı.
Şöyle ki:

I. Almanya, taahhüt ettiği silâh ve malzemeyi, özellikle de Çanakkale ve İstanbul


Boğazlarının savunması için elzem olan uzun menzilli topların teslimini geciktirmişti. Bu
gecikmenin bedeli Çanakkale muharebelerinde Türk askerinin kanıyla ödenmişti.

II. Alman Genelkurmayı, Galiçya’da ve Kanal Harekâtında, Osmanlı Devletini doğrudan


ilgilendirmediği halde Türk Ordusunu kullanırken; kendi çıkarları için en seçkin Türk
birliklerinin ağır kayıplar vermesine neden olmuştu. Türk askerini canlı kalkan olarak
kullanma oyunu, Hıristiyan İtilâf askerlerini de kollamak (imhasını önlemek) amacına
yönelik olarak Çanakkale’de sahnelenmişti. İtilaf birliklerini en az 6 ay Çanakkale’de
oyalamayı hesaplayan Alman Genel Kurmayı, bu doğrultuda General Liman Von Sanders
vasıtasıyla planını uygularken, Türk tarafının ikiyüzbini aşkın asker kaybının başlıca
sorumlusu olmuştu. Ta ki, Yarbay Mustafa Kemal’in ünlü müdahalesine kadar…

III. Almanya’nın samimiyetsizliği daha I. Dünya Savaşı’nın hemen başlarında belli olmuştu.
Osmanlı Hükûmeti’nin İtilâf emperyalistlerine karşı tepki olarak, 1 Ekim 1914’den itibaren
geçerli olmak üzere Kapitülâsyonları kaldırdığını açıklayan (9 Eylülde İstanbul’daki
Büyükelçilere tebliğ edilen, 17 Eylülde de resmen yayınlanan) kararına öncelikle ve en sert
karşı çıkan ülkeler, Almanya ile diğer savaş müttefiğimiz Avusturya-Macaristan
İmparatorluğu olmuştu. İttihat ve Terakki Partisi liderlerinin sert eleştirileri sonrasında bu
iki ülke kapitülasyonlarla doğan haklarını her ne kadar daha sonra reddetseler de, kendileri
ile ilgili kuşku ve güvensizliğin bu vesileyle bir kez daha pekişmesine engel olamamışlardı.

IV. Almanya’nın güvenilmezliği ve hatta hainliği, Kafkas Cephesinde açık biçimde ortaya
çıkmıştı. Hazar petrolleri ile ilgili olarak Kafkasya ve Azerbaycan’ın Osmanlı kontrolü altına
girmesini istemeyen Almanya, Galiçya ve Ukrayna’da savaştığı can düşmanı Ruslarla
işbirliğine gitmiş ve bu gelişme Teşkilât-ı Mahsusa tarafından belgelenmişti. Keza, stratejik
açıdan önemi büyük olan Kudüs, düşman İngiliz birlikleri tarafından işgal edildiğinde,
Alman Kiliselerinde şükran ayinleri düzenlenmişti.

Aynı şekilde, Savaş sona erdikten sonra Almanya, kendisine sığınan Talât Paşa başta olmak
üzere önde gelen İttihatçı liderlerin Ermeni teröristler tarafından vahşice öldürülmelerine
seyirci kalmıştı. Hatta, Talât Paşa’nın katili, Türk Milleti ve de Hukukun temel kuralları ile
alay edilircesine Alman yargısı tarafından beraat ettirilmişti. İşte, Mustafa Kemal Atatürk,
Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra, tüm bu deneyimleri unutmayarak Almanya ile
mesafeli durmaya gayret etmiş; bu arada Hitler’in yükselişini kuşku ve endişe ile izlemişti.
Atatürk, Almanya’nın dostu olunamayacağını; dostluk ya da düşmanlık kavramlarını ancak
bu ülkenin çıkarlarının ve de üstün ırk nazariyesinin belirlediğini çok iyi bilmekteydi.

215
FARUK ARSLAN

2. II. Dünya Savaşı Dönemi (Öncesi ve Sonrası)

Alman toplumunda zaten var olan şoven ve saldırgan (irredantist) milliyetçilik duyguları,
Versay Barış Antlaşması’nın Almanya’ya yüklediği 56 Milyar Dolar savaş tamirat borcunun
neden olduğu ekonomik çöküntü ortamında daha da gelişerek yükseliş trendine girmişti.
İtilaf Devletlerinin daha sonra ödenmesi mümkün olmadığı anlaşılan bu borcu 33 Milyar
Dolara çekmesi, sonucu değiştirmemiş; yalnızca Hitler’i iktidara getirmeye yetmişti. Hitler’le
birlikte, pan-germenizm bir devlet politikasına dönüşerek hayata geçirilmiş; hatta daha da
ileri gidilerek “ari ırkın dünya egemenliği” söylemleri açıkça ifade edilmişti. Hitler
Almanyası’nın ilk hedefi, Alman dilinin konuşulduğu Alsas-Loren bölgesinden başlayarak
İdil (Volga) nehrinin boylarında yaşayan küçük Alman kolonilerini kapsayacak bir “germen
vatanı” oluşturmaktı. Bu vatan kapsamına, Türk bölgelerinden Kırım, Gence şehrindeki
birkaç yüz kişilik küçük bir Alman kolonisinin varlığı nedeniyle bu şehre kadar tüm Kuzey
ve Güney Kafkasya ile iç Rusya’nın önemli bir bölümü girmekteydi. İşte, İkinci Dünya
Savaşı’nda Alman Ordularını Stalingrad (Volvograd) önlerine kadar getiren neden buydu.
Eğer Almanlar savaştan zaferle çıkmış olsalardı, sıra tüm dünyanın Alman “hayat alanı”na
dönüşmesine gelecekti.

3. Soğuk Savaş Döneminde Alman Milliyetçiliği

2. Dünya Savaşı’nın Almanya’da yarattığı ekonomik, toplumsal ve siyasal tahribat, savaşta


kazanılan tüm toprakların yanısıra Doğu Almanya’nın da kaybedilmesi ve ülkenin müttefik
devletler tarafından işgal edilmesiyle daha da büyük boyutlara ulaşmıştı. Ancak, bu
olağanüstü zor koşullarda Alman milliyetçiliğinin gelişimini önlemek asla mümkün olmadı.
İşte bu noktada Almanya yöneticileri, milliyetçiliklerini gizleyerek hatta ırkçı parti
kurulmasını kâğıt üzerinde yasaklayarak dış dünya önünde farklı bir imaj yaratmaya
yöneldiler. Bir yandan A.B.D.’nin baskılarına boyun eğerek Münih’de C.I.A. tarafından
finanse edilen “Sovyetler Birliği’ni Araştırma Enstitüsü”, “Hürriyet Radyosu”, “Hür Avrupa
Radyosu” na izin verirken; diğer taraftan Macaristan, Romanya, Sovyetler Birliği ile gizli
pazarlıklar sürdürürerek soydaşlarını kişi başına ortalama 35.000 Marktan başlayan ve
eğitim durumuna göre yükselen bedel karşılığı “satın almaya” başladılar. Alman
Hükûmetinin bu girişimi elbetteki salt milliyetçilik duygularıyla izah edilmezdi; konunun
insani boyutu da kuşkusuz mevcuttu: II. Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle birlikte, Stalin,
Alman Ordusu ile işbirliği yaptıkları gerekçesiyle, Türkiye sınırında yaşayan “güvenilmez
halklar” kapsamında Kırım, Karaçay, Balkar ve Mesket (Ahıska) Türklerini, Çeçenleri,
İnguşları ve de Volga boyunda yaşayan Almanları, -bebeğinden yaşlısına kadar cinsiyet
ayırımı yapmaksızın tümünü- Urallar, Sibirya, Özbekistan, Kazakistan ve benzeri sürgün
bölgelerine göndererek cezalandırmıştı. Örneğin, sadece Kırım Türklerinin hayvan
vagonlarında, en ilkel koşullarda ve yaklaşık iki ay süren yolculuklarında toplam nüfusunun
% 46’sını kaybettiği gözönüne alındığında, Alman asıllı sürgünlerin kayıpları hakkında bir
kıyaslama yapmak mümkün olabilir. İşte Alman Devleti, sürgündeki soydaşlarının yanısıra,
Macaristan ve Romanya gibi komünist rejimin esareti altındaki soydaşlarına sahip çıkmak,
onların mağduriyetini gidermek yolunda bu ülkelere büyük meblağlar akıtmıştı… Ya
Türkiye?!.

216
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

ALMANLARIN TÜRK LEJYONU

Birinci Dünya Savaşı’nda büyük bir yıkıma uğrayan Almanya’ya “bin yıllık bir gelecek” vaat
eden Hitler, 1800’lerin felsefe akımlarının öncüsü Almanya’nın yerine büyük bir disiplinle
ilerleyen askeri Almanya’yı koyabilmiş ve bu şekilde askeri anlamda çok büyük başarılar
göstermişti. Neredeyse 3 yıl içinde tüm Avrupa’ya ve Mısır hariç Kuzey Afrika’nın
tamamına “Gamalı Haç”a boyun eğmeyi öğretmişlerdi. Alman ordularını uçsuz bucaksız
Rus cephesine yönelten Hitler’in bilinen hataları olmasaydı, III. Reich uzun yıllar hükmünü
sürdürürdü. Biliyoruz ki durum böyle olmadı. Schutzstaffel; Türkçe karşılığı ile “Koruma
Timi” anlamına gelen bu mutantan harp makinesini yaygın kullanımıyla “SS” olarak
biliyoruz. Kuruluş amaçları Adolf Hitler’in şahsi güvenliğini sağlamaktı. Toplama kampları
kurulana kadar polis görevi de yapan silahlı parti militanlarından oluşuyordu. Bundan sonra
Waffen-SS ve Allgemeine-SS olarak 2 gruba ayrıldılar. Allgemeine-SS isimli grup polis görevi
yaptı. Genellikle ordu kökenli olmayan subaylar tarafından idare edildi. Çok büyük savaş
suçları işleyen SS bölümü Allgemeine-SS kuvvetleridir. Waffen-SS ise ordu eğitimi almış
subaylar tarafından yönetiliyordu. 1942’den sonra gençler askerlik vazifelerini burada
yapmaya başlayınca da parti muhafızı gibi bir özelliği kalmadı. Naziler Paris’ten Moskova’ya
kadar çok büyük toprakları işgal ettikleri için işgal ettikleri bölgelerin halklarından da asker
temin etmişlerdir. Waffen-SS toplamda 38 tümene sahipti ve bunların 26 tanesi Alman
olmayan kavimlerden oluşmuştu. Öncelikle Alman kavmine akraba kavimlerden askere alım
olsa da, daha sonra diğer kavimlerden de tümenler oluşturulmuştur. Bunlar: Macaristan,
Letonya, Estonya, Arnavutluk, Hırvatistan, Hollanda, İtalya, Flamanya, Valonya, Rusya ve
Belarus birlikleriydi…

Bu 38 tümen haricinde gönüllü birlikler de Naziler için savaşmışlardır. 31 farklı isme sahip
olan bu gruplar arasında Türk Dünyası’na akraba halklar da vardır. Özbek, Kazak, Kırgız,
Azeri, Çerkes, Çeçen, Kırım Tatarı, Gürcü, Ermeni, Türkmen, Dağıstanlı, Karakalpaklar,
İnguşlar, Çuvaşlar, Udmurtlar’dan oluşan bu gönüllü birliklere Doğu Lejyonları diyoruz.
Stalin’in ordusunda Rus iklimine uygun olmayan teçhizatla görev yapmak mecburiyetinde
kalan bu halklar gerek Sovyet baskısı gerekse uzayan savaş sebebiyle milyonlarca kurban
verdiler. Aileler bir daha birleşmemecesine parçalandı ve büyük acılar yaşandı. Kırgız yazar
Cengiz Aytmatov “Toprak Ana” isimli eserinde o dönemde yaşanan drama ışık tutarken her
açıdan baskı altındaki bir halkın simgelerle konuşan dili olmayı da başarmıştı. 22 Haziran
1941 günü başlayan Barbarossa Harekâtı’nın başında, Doğu Cephesine yönelirken, Baltık
halklarının, Ukraynalıların ve Sovyet zulmünden yılan onlarca ulusun Nazi ordularını
çiçeklerle karşılamasını görerek, Sovyetler için, “Biz sadece kapıyı tekmeleyeceğiz ve tüm
çürük bina yıkılacak.” diyen Führer savaşın muhtemel süresi hakkında yanılıyordu.
Başlangıçta Führer’in sözü doğru çıkacak gibi görünmekteydi. Zaten zorla cepheye sürülen
Kızıl Ordu’nun binlerce askeri ya firar ediyor ya da subaylarını öldürerek teslim oluyorlardı.
Kış mevsimi başladığı vakit iki milyonu aşkın esire sahip olan Almanya bu gönüllü tutsakları
SS Birlikleri’nin içine serpiştirmişti. Zaman geçtikçe sayıları ve etnik çeşitlilikleri artan bu
askerler Waffen-SS yönetiminde örgütlendiler.

217
FARUK ARSLAN

Bu örgütlenmeyi Türkistan Milli Birlik Komitesi’nin kurucusu olan ve Alman-Sovyet Savaşı


başladığı dönemde Almanya’da olan Türkistanlı Veli Kayyum Han sağlamıştı. Türkistanlı
esirleri kamplardan kurtarmak için Alman genelkurmayı ile görüşmüş ve Türkistan
Lejyonu’nu kurdurmayı başarmıştı. 4 Ocak 1944 tarihinde Berlin’de yapılan bir toplantıda SS
İdari Merkezi’nin temsilcisi SS Binbaşı Schulte 1 Ocak 1944 tarihinden itibaren geçerli olmak
kaydıyla 450. Türk Taburu’nun ve subaylarının SS kadrosuna alındığını ve birliğin ilk
komutanı olan Andreas Meyer’in yarbay yapıldığını bildirmiştir. Bu lejyonda Rus ve Slav
ırkına dâhil olmayan, Kırım’dan Kafkasları da içine alarak Orta Asya’ya kadar uzanan
topraklarda yaşayan halklar görev yaptı. Türkistan Lejyonu, Özbekler, Kazaklar, Kırgızlar,
Türkmenler, Karakalpaklar, Balkarlar, Karaçaylar, Azeriler, Dağıstanlılar, İnguşlar ve
Çeçenlerden müteşekkildir.

Kur’an-ı Kerim ve iki kılıca el basarak, Türkistan Bayrağı’nın önünde yemin eden gençler sağ
kollarında “Türkistan, Allah Bizimle” yazılı askeri üniformalarını giyerlerdi. Lejyonun siyasi
ve milli tüm işlerini Türkistan Milli Birliği Komitesi yönetirdi. SS Şefi Heinrich Himmler bu
tümenin hava yolu ile Orta Asya’ya gönderilip burada bir ayaklanma başlatma fikrine büyük
destek vermiştir. Her ne kadar tümen olarak geçse de Türk Silahlı Kuvvetleri ölçülerine göre
alay seviyesindedir. Bu birliğe Trawkini’deki SS Birlik Eğitim Kampı’nda eğitim verilmiştir.
Yeterli üniforma, çizme ve donanım yoktu. Birliğin fotoğraflarında çok farklı Waffen-SS
üniformalarının görünmesinin sebebi budur. Beyaz Rusya’nın başkenti Minks’de örgütlenen
partizanlara karşı yapılan operasyonlara katılırken ileri düzey eğitimlerini de almaya devam
ediyorlardı.”Bu sırada alay komutasında da değişiklikler yapılmıştır. Binbaşı Meyer-Mader
alay komutasını bırakmıştır. Bu değişikliğin sebebi konusunda çeşitli rivayetler mevcuttu.
Bunlardan birine göre, Binbaşı, anti-partizan operasyonlarından birinde, bir düşmanın
keskin nişancı ateşiyle öldürülmüştü. Başka bir rivayete göre de, 1944 yılının Mart ayında
alayda çıkan bir isyan sırasında ölmüştü. Ancak büyük ihtimalle, Wehrmacht’a haber
vermeden yeni Türk Birliği için kara kuvvetlerinin diğer birliklerinden asker toplamaya
çıktığı için kendisi askeri mahkemeye çıkarılmış ve firar suçundan yargılanmıştı. Rütbesi
binbaşılıktan indirilmiş ve 1944 yılının Mart ayında SS-Sonderregiment Dirlewanger’e
(Dİrlewanger Ceza Alayı) gönderilmişti. 2 Mayıs 1944’de de çatışma sırasında öldürülmüştü.

28 Mart 1944’de Yuratishki’de, eski bir ordu yüzbaşısı olan ve 5 Şubat 1944’de Waffen-SS
yüzbaşısı rütbesiyle görev yapan SS-Hauptsturmführer Billig tarafından alay komutası
devralındı. Bu dönemde bazı düzensizlikler yaşanmış olmalı ki, Yüzbaşı Billig 78 isyancıyı
kurşuna dizdirtmiştir. Bu olay ve alkol sorunu yüzünden, 6 Nisan 1944’de Billig komutadan
alındı. Onun ardından SS-Hauptstmführer (Yüzbaşı) Hermann 27 Nisan 1944’de alay komu-
tasını devraldı. Bu komuta boşluğunda alaydaki isyankâr davranışlar kontrol altına alınmış
ve alay tekrar düzene sokulmuştu. Bu huzursuz dönemde alayda yüksek miktarda firar
yaşanmış fakat bunların çoğu 7–12 Nisan tarihleri arasında alayın hareketinde tekrardan
gönüllü olarak alaya teslim olmuşlardı. Yüzbaşı Hermann’ın 2 Mayıs 1944’de alay komu-
tasını fiilen devralmasına kadar neden alay kadrosunun yerlerinden ayrılmadıkları ve yeni
komutanın gelmesini bekledikler ise bilinmemektedir.”

218
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Birlik Rusların Minks’deki cephe gerisi sabotaj faaliyetlerine karşı mücadele ettikten sonra 22
Haziran 1944 tarihinde çökmüş olan Merkez Ordular Grubu’nun savaş bölgesinden, önce
Lomza’ya oradan da Bialystock yönüne gönderildi.

“26 Ağustos 1944’de Doğu Müslümanları SS Alayı 9. Ordu’nun Emrine alındı. Bu tarihte te-
krar Von der Bach’ın kolordu grubuna dâhil oldu. Dış Mahallelerdeki çatışmalar 27 Ağustos
1944’e kadar sürmüştü. Sonuç olarak Weichselviertel’deki çatışmalar 3-10 Eylül arasında,
Mokotow’daki çatışmalar 11-23 Eylül arasında, Zoliborz’daki çatışmalar da 29 Eylül-2 Ekim
1944 tarihleri arasında sürmüştü. 15 Eylül 1944’de alaya, Radom bölgesi üst SS şefliği ve polis
şefliği komuta etmişti. 24 Eylül 1944’de Alayın bazı kısımlarıyla, Albay Lang Muharebe
Grubu’na bağlı 3. Panzer Grenadier Taburu bünyesindeki Staufer Muharebe Grubu yer
değiştirdi. 29 Eylül 1944’de 9. Ordu’nun komutasında olan bölgeye ‘Varşova Muharebe Böl-
gesi’ adı verildi. Bölgede Dirlewanger Alayı’nın yanı sıra, Polis Taburu ‘Brückhardt’, Polis
Taburu ‘Krabbe’ ve Müslüman SS Taburu ‘Kalus’ bulunmaktaydı. Bunun dışında Doğu Müs-
lümanları Alayı’ndan bahsedilmiyor. 3 Ekim’de Polonya Anavatan Ordusu teslim oldu. Bu
sırada alayın herhangi bir kısmının görev alıp almadığını, belge yetersizliği yüzünden bilmi-
yoruz.”

Bu birlikler tüm Nazi geri çekilişinde ve hatta Berlin Müdafaası’nda görev yapmışlardır. Bu-
gün tam sayısından emin olamasak da takriben bir buçuk milyon asker Kızıl Ordu’dan
ayrılarak Naziler için savaşmıştır. Bunlar ideolojik olarak Nazi yanlısı olmasa da Rus işgalini
önlemenin Almanya’ya destek olmaktan geçeceğini hesaplayan insanlardı. Dönemin
şartlarını dikkate alan bir değerlendirme bizi bu bakış açısının da yabana atılmaması sonu-
cuna ulaştırır. Birçoğu uzayıp giden savaşlarda ölen bu insanların bazıları da Stalin’in ta-
rafından idam edilmiştir. Müttefiklere esir düşen bir kısmı ise savaş sonrasında Stalin’e tes-
lim edilmişlerdir. Onların yolculuk güzergâhında bulunan Türkiye bu insanlar için sahte bir
ümit ışığı olmuş, Türkiye’nin kendilerini salıvereceği umudunu taşıyan bu askerler hayal
kırıklığı içerisinde Stalin’in idam mangalarının önüne sürülmüşlerdir.

İkinci Dünya Savaşı sırasında Sovyet Rusya’ya karşı oluşturulan tugaylar bugün dahi bir tar-
tışma ve karalama kampanyasının konusudur. Balkanlarda Boşnak ve Arnavutlar, Orta
Asya’da Türk halkları halen Nazi işbirlikçisi olmakla itham edilir haldedirler. Bu kara propa-
gandanın altında tüm halkları baskı altında tutmaya yönelik siyonist hesabı görmemek
mümkün değildir. Biz konu ile ilgilenen herkesi bugünden geriye doğru bakarken o günün
şartlarını hesaba katmaya ve kendi vatanlarına yönelen birinci derecedeki bir tehlikeyi atlat-
mak için kendilerine daha uzak bir tehlike ile ortak mücadele yürütmelerinin gerçek sebeple-
rini daha dikkatli tahlil etmeye davet ediyoruz. (119)

Bugünkü Almanya aslında Hitler’in eski sağkolu, CIA’nın Soğuk Savaş dönemindeki has
adamı Gehlen’in eseridir. Bu nedenle Gehlen Organizasyonu’nu anlamadan Kılıç’ı çözeme-
yiz.

219
FARUK ARSLAN

On Birinci Bölüm

GEHLEN’IN KILIÇ’I

Kitabın ilk bölümlerinde Almanların efsane istihbaratçısı Gehlen’den sıkça bahsedilmişti.


Onun hakkındaki en ilginç bilgi şüphesiz Alman istihbaratından ABD istihbaratına yaptığı
geçişti. Birbirine tamamen zıt ve düşman ülkeler arasında yapılan bu geçiş çok önemli
sonuçlar doğurdu. Hem Almanya hem ABD için ama en önemlisi Türkiye için...

Alman Gizli Servisi’nin (BND) arşivleri 2011 yılbaşından itibaren tarihçilerden oluşan 4
kişilik bir ekibin araştırmasına açıldı. Araştırmacılar, öncelikle kuruluşundan 1968’e kadar
başkan olan, faşist Reinhard Gehlen zamanında ne kadar Nazi’nin kurumda görev aldığını
ortaya çıkaracak. Yayınlanan belgeler ve bazı mahkeme kararları BND’de sanıldığından çok
daha fazla eski faşistin çalıştığını ortaya çıkarmıştı. Bu araştırma, CIA ve İngiliz gizli servisi
MI.5 ve MI.6’nın eski faşistlerle Soğuk Savaş dönemindeki ilişkisini, eski Nazi kadrolarının
üç ülkenin gizli servislerinde ne ölçüde görev aldığını ve batı dünyasının anti komünist
mücadele amacıyla hangi karanlık ilişkiler içinde olduğunu da ortaya çıkaracak. Ancak, Al-
manların çıkan her belgeyi önce, ABD ve İngilizlere gösterecekleri belirtiliyor.

BND, 1956’da ‘Organisation Gehlen’in devamı olarak kuruldu. Hitler’in generallerinden


Reinhard Gehlen, savaşta Hitler’in hizmetine sunduğu teşkilatını, 1947’de ABD’nin isteği
üzerine ‘Organisation Gehlen’ adıyla Federal Almanya için kurdu. Gehlen, generalken de is-
tihbarattan sorumluydu. Kariyerini, toplama kamplarında tutsakları sorgularken yaptı. Asıl
başarısını, Hitler’in işgal ettiği ülkelerde yakalanan gizli servis elemanlarının, subaylarının
taraf değiştirmeye zorlanmasında ve beyin yıkama faaliyetlerinde gösterdi. Gehlen, Doğu
Yabancılar Birliği Komutanı iken, bir ilke imza atmış ve devşirdiklerinden antikomünist, ‘çok
uluslu bir gizli servis’ kurmuştu. Gehlen, Almanya yenildiği, faşistler yargılandığı halde bu
işten sıyrılmasını da bu organizasyon yeteneğine borçluydu. Bir keresinde şunları söylemişti:
“Batı cephesi savaştan sonra Rusya’ya karşı olacaktır. Burada batı güçleri komünizmle müca-
delede, bana, ajanlarıma, bilgilerime büyük ihtiyaç duyacaktır. Çünkü ben her milletten in-
sana taraf değiştirttim ve ajanlaştırdım. Kimsenin benim kadar bilgisi ve adamı yok…”
Batı Almanya’nın ve ABD’nin bu antikomünist kadroları özellikle Sovyetler Birliği’ne karşı
kullandığı kesindi. Gehlen’in tam da Truman Doktrini’nin hayata geçtiği, komünizm tehli-
kesi altında olan ülkelere maddi ve manevi yardım yapılacağının açıklandığı dönemde tekrar
iş başına getirilmesi de hiç tesadüf değildi. Gehlen’ın adamlarının Truman Doktrini gereği
Türkiye’de çalışmalar yürüttüğünü tahmin etmek de zor değildi. Bakalım, bu araştırmalar

220
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

sonucunda tarihçiler Türkiye’den de bahsedecek miydı?


Aslında BND’nin Nazilere sahip çıktığına dair çeşitli belgeler bulunuyordu. Örneğin,
BND’nin Yahudi soykırımı sorumlularından ve Hitler’in önemli adamlarından Adolf Eich-
mann’ın Arjantin’de takma isimle yaşadığını, 1952’den beri bildiği ama hiç bir şey yapmadığı
ortaya çıkmıştı. Ta ki, İsrail, Eichmann’ın Mısır’da yaşadığına inanırken, 1957’de bir tesadüf
sonucu Arjantin’de olduğunu öğrenene ve 1960’da da MOSSAD Eichmann’ı İsrail’e
kaçırmayı başarana kadar. İsrail’de yargılanan Eichmann, 31 Mayıs 1962’de ‘insanlığa karşı
suç işlemekten’ idam edildi. Bu zamana kadar İsrail’de idam edilen tek isim Eichmann oldu.
Araştırma, devlet yöneticilerinin faşistlerle ilişkisini, kimlerin gizli servise çalıştığını ya da
gizli servisçe izlendiğini açığa çıkarması açısından da ilginçti. Örneğin Almanya’nın
1959’dan 1969’a kadar Cumhurbaşkanı olan Heinrich Lübke’nin, toplama kampı planlarında
bulunan imzasının sahte mi gerçek mi olduğu da ortaya çıkacaktı. Lübke, sahte olduğunu id-
dia etse de diğer belgeler Hitler’e çalıştığını kanıtlamıştı.
Ancak basın, BND’nin ‘asıl sırlarının’ hiçbir zaman açık edilemeyeceği endişesini taşıyordu.
Çünkü tıpkı bizdeki gibi Almanya’da da ‘devlette süreklilik esastır’ kuralı işliyordu.
BND’nin 1956’da Başbakanlığa bağlı olarak kurulması ve zamanın Başbakanlık Müsteşarı
Hans Globke’nin, Hitler’in İçişleri Bakanı ve 1935’te çıkarılan Yahudi düşmanı ve polisin
yetkisini artıran Nürnberger Rassengesetze’nin mimarı olması, buna yeterince iyi bir örnek
oluşturuyordu.
Lyon Kasabı Klaus Barbie de BND’de çalıştı. Birçok kez savaş suçlusu olarak mahkûm olan
Klaus Barbie’nin de aranırken BND’de çalıştığı ortaya çıkmıştı. Gestapo yöneticilerinden
ünlü komünist avcısı Barbie, Hitler’in önde gelen işkencecilerindendi. İşkencelere bizzat
katılacak kadar hırslıydı da. Ancak savaştan sonra, basının 2010’da ortaya çıkardığı belgelere
göre Barbie, 1966’da BND için çalıştı.
Klaus Barbie adı, Almanya’nın Hollanda ve Belçika’yı işgal etmesiyle, ‘işkence uzmanı’ ola-
rak gündeme gelmeye başlamıştı. Fransa’da direniş önderi Jean Moulin’in öldürülmesinden
de bizzat sorumlu tutuluyordu. Kayıtlara göre Barbie, Fransa başta olmak üzere birçok ül-
kede direniş üyelerine, Yahudilere, partizanlara, komünistlere, kadın ve çocuklara işkence
yaptı. Sorgulananların dişlerini kırmak ve söküp çıkarmak için kerpeteni bizzat ku-
llanıyordu. Sıcak su banyosu işkencesini icat etti. İnsanları ölünceye kadar parmaklarından
astırdı. Fransa’da yetimhanede kalan Yahudi çocuklarının öldürülmesi olayından sonra
‘Lyon Kasabı’ olarak anılmaya başlandı.
Savaş bittikten sonra ABD gizli servisi, Barbie’yi ‘antikomünistliğinden yararlanmak için’ işe
aldı. ABD, Sovyetlere karşı gizli servis elemanı arıyordu ve elbette eski faşistler bunun için
biçilmiş kaftandı. ABD Karşı İstihbarat Birimi'nin (Counter Intelligence Corps-CIC) ajanı Ro-
bert S. Taylor, Barbie için üstlerine “Kesin kararlı bir antikomünist. İdealist bir Nazi. Barbie
bize, hapiste olduğundan daha yararlı olacaktır” diye yazmıştı. ABD, Barbie’ye önce ‘Orga-
nisation Gehlen’de iş verdi, sonra da kendi himayesine aldı.
Değerli bir antikomünist olan Barbie’yi ABD, arandığı Avrupa’da bırakmadı ve 1951’de Boli-
vya’ya gönderdi. Barbie, Klaus Altmann adıyla Bolivya vatandaşlığına geçti. 1964'te, General
René Barrientos Ortuño darbeyle iktidarı ele geçirmişti. Barbie, Ernesto Che Guevara’nın Bo-
livya’ya gelmesi üzerine İçişleri Bakanı’nın ve darbeci Başkan’ın danışmanı olarak çalışmaya
başlamıştı. Paramiliter faşist güçlerle polisleri eğitti. Bolivya Özel Harekât Birliği'ni dizayn
etti. 1967'de, Barrientos'un birlikleri Che 'yi pusuya düşürdü ve katletti. Alman gazeteci Kai

221
FARUK ARSLAN

Hermann, Barbie’nin Che’nin yakalanmasında ve öldürülmesinde ‘kesinlikle’ parmağı ol-


duğunu dile getiriyordu.
Bolivya’da kalan Barbie, Vietnam savaşında yaralıların ihtiyacı artınca, ABD’ye kinin ihracı
yaptı ve sonra diktatör Suárez ile uluslararası silah ticaretine başladı. 1970’te Nazi avcısı
Beate ve Serge Klarsfeld, Klaus Barbie’nin Bolivya’daki yerini tespit etti. 1972’de ünlü Fransız
devrimci ve kuramcı Régis Debray ve Alman kökenli Bolivya vatandaşı Monika Ertl, Bar-
bie’yi kaçırıp Fransa’ya getirmek için plan yaptı. Ertl, Che’nin öldürülmesinden sonra yeni-
den kuruluş dönemi yaşayan Bolivya Kurtuluş Ordusu (ELN) militanıydı ve örgüt Barbie’nin
Fransa’da yargılanmasını sağlamak istiyordu. Ancak eylem başarısız oldu. Bolivyalı de-
vrimci Monika Ertl, 12 Mayıs 1973’te kurşuna dizildi. Herkes Monika’yı Klaus Barbie’nin
öldürdüğünü biliyordu. Ama öldürmeden önce işkenceye uğrayıp uğramadığı anlaşılamadı,
çünkü cenazesi ailesine verilmedi. Hernán Siles Zuazo devlet başkanı olunca, Bolivya polisi
Barbie’yi 19 Ocak 1983’te yakaladı. 1987’de Fransa’ya verdi. Barbie, Fransa’da 842 insanın
ölümünden sorumlu tutuldu Yargılanırken, “O zamanlar savaş vardı, ben sadece görevimi
yaptım” dedi. 1991’de Lyon’da hapiste, görevini tamamlamış bir paçavra gibi öldü. (120)

Almanlar Agharta efsanesine inanmıştı ve uçuruma sürüklendiler. Aynı biçimde Ergenekon


iddianamesi kamuoyuna yansıyınca ortaya yeni bir Agarta Efsanesi çıktı. Aslında Agarta ile
Ergenekon arasındaki bağlantı o kadar zayıf değildir. İtalya’da 1990’larda parlamento
soruşturması sonucu ortaya dökülen kanıtlar, Avrupa ve Amerika’da konuyu araştıran bazı
gazeteci ve yazarların bulguları, Gladyo içinden bazı fraksiyonların özellikle böyle bir mistik
zırhı üzerlerine geçirdiğine işaret ediyordu. ‘Vatan söz konusuysa gerisi teferruattır’ diye
özetlenebilen, tam olarak ne sağ ne sol olarak adlandırılabilecek, salt güce dayalı bir ideolojik
anlayışla siyaseti ve toplumu kukla gibi oynatan bu gruplar, kendi başlarına hareket ederek
Gladyo içinde Gladyo oluşturdu. Siyasi kökenleri nasyonal sosyalizm ve faşizme dayanan
Gladyo ortaklarının oluşturduğu bu gruplar, bombalamalar ve suikastler yoluyla toplumları
sindirmeyi amaçlıyordu. Eski patronları olan dış istihbarat örgütleriyle de pazarlık edecek ve
onların da gözlerini boyamaya çalışacak güce ulaşmışlardı.

Gladyo'nun şekillendirilmesinde rol oynayan önemli şahıslardan General Reinhard Gehlen


aynı zamanda bir Naziydi. İşin ilginç tarafı ise bu kişinin İsrail'in gizli servisi MOSSAD'la da
bağlantısının olmasıydı. Bütün bu bağlantılar Gizli Dünya Devleti'nin geri plandaki faali-
yetleri hakkında önemli ip uçları veriyordu. General Gehlen, Gladyo'nun oluşturulması ve
şekillendirilmesi merhalesinde önemli rol oynadı ve bu konuda Hitler'in yanında edindiği
tecrübeden yararlandı. Gladyo'nun siyonizmle bağlantısı hakkında Richard Deacon, ‘The Is-
raeli Secret Service’ adlı eserinde şu işaretleri veriyordu: "Almanya'daki kontrgerilla hareketi
Gehlen Organizasyonu savaş sonrası dönemde istihbarat toplamak üzere kurulan bir örgüt.
Örgütün başı Reinhard Gehlen, CIA yoluyla ABD'den destek alıyor. Bu örgüt için çalışan Al-
man yetkililerden biri Nasır'ın (Mısır'ın eski cumhurbaşkanı Abdünnasır'ın) danışmanlığını
yapıyor. Gereken bilgileri yetkililere aktarıyor. Organizasyonda İsrail'le bağlantıdan haberi
olan çok az kişi vardı. Bağlantılar daha ileriki safhalarda Fransız istihbarat servisindeki MOS-
SAD ajanına haber verilerek Paris'te yürütüldü. Fransa bir NATO üyesiydi ve bu MOSSAD
ajanının da NATO ülkeleri arasında askeri istihbarat edinme yolları vardı." Aynı eserde Ge-
neral Reinhard Gehlen'in MOSSAD hesabına çalıştığı da özellikle vurgulanıyordu. Richard

222
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Deacon'a gore, Gehlen 1950'lerde Soğuk Savaş konusunda Amerika'nın en önemli eleman-
larından biriydi. "İngiliz yazar Sefton Delmer de şöyle diyordu; İsrail öyle bir pozisyondadır
ki, Mısır'la Federal Almanya arasındaki belgeleri ele geçirebilmektedir. Bundan hiç şüphem
yok. Üstelik İsrail'in bu iki ülkede de elçiliği yok. "İsrail, Gehlen Organizasyonu'yla sadece
Mısır hakkında bilgi toplamıyor, aynı zamanda Batı Alman İstihbaratı'nın işleyişini ve
CIA'yle sağlam bağlantılarını da inceliyordu." "Mossad hesabına çalışan BND şefi Reinhard
Gehlen, ellilerde, Soğuk Savaş sırasında Amerikalıların en önemli adamıydı. 1953'te Berlin
direnişi ve 1956'da Macaristan olayları gibi pek çok devrimin organize olmasına yardımcı
oldu. Ayrıca Sovyetler Birliği'ne yüzlerce ajan soktu." (121)

Gladyo'nun İtalya kanadının ise bu ülkenin en çok ismini duyuran P-2 Mason locasıyla yakın
irtibat içinde olduğu, hukuki soruşturmalar neticesinde ortaya çıkmıştı. Bu locanın üstad-ı
azamı Licio Gelli aynı zamanda İspanya iç savaşında faşistler adına savaşmış bir isimdi. İtal-
ya'nın mafyayla ve Gladyo ile yakın irtibatı olduğu tespit edilen eski başbakanı Giulio An-
dreotti de bu locanın üyesiydi. Meşhur Temiz Eller Operasyonu'nda sorguya çekilen An-
dreotti başbakanlığı döneminde Gladio'yu savunmuştu. P-2 locasının Gladyo ve mafya
bağlantısı araştırıldığında bu locanın üyeleri arasında 43 parlamenter, 54 üst düzey devlet
görevlisi, başta Genelkurmay başkanı Amiral Giovanni Torrisi olmak üzere 8'i amiral 30'u
general 183 askeri yetkili, 19 hakim, avukatlar, polis komiserleri, bankerler, gazete sahipleri,
yazarlar, baş yazarlar, 58 profesör, siyasi parti liderleri ve haber alma servisinin 3 eski
başkanı olduğu tespit edilmişti. Bu durum ülkede Gladyo'ya destek veren mason locasının
ne kadar geniş bir alana yayıldığını ortaya koyuyordu. P2-Mafya-Gladyo bağlantısının gün
yüzüne çıkması sebebiyle başlatılan hukuki soruşturmada bir takım ilginç gerçeklerle de
karşılaşıldı. Locanın başkanı Gelli, İtalya seçimlerinde Hıristiyan Demokrat Parti'nin seçimi
kazanması için naylon operasyonlar düzenlemiş ve bunun için CIA'den yardım almıştı.

Almanya’da “Anti-komünist Saldırı Birliği” adını alan Gladyo örgütünün başkanı, aynı za-
manda 1945-1968 yılları arasında Alman İstihbarat Örgütü BND’nin de başkanlığını da ya-
pan emekli Nazi generali Reinhard Gehlen’den başkası değildi. Alman kontrgerillası, “Geh-
len harekatı”, “Stay Behind”, “Sword” gibi adlarla da bilinmektedir. 1950 yılında kurulan
“Alman Gençlik Örgütü (BDJ)” de bu nitelikteydi. Örgütün eski ajanlarından Dieter von
Glahn, basına BDJ’nin CIA tarafından finanse edilen çok sayıdaki örgütten biri olduğunu
açıklamıştı.

Reinhard Gehlen, 1955-1968 yılları arasında Batı Almanya'nın gizli servisinin yöneticiliği
görevini üstlenen kadar ABD'ye de çalıştı. 1942 yılında Dış Doğu Orduları Komutanlığı'na
atandı ve burda Sovyet savaş suçlularına ve sivillerine karşı acımasız bir tutum sergiledi. Lo-
ringhoven birliği 17 Temmuz 1944 tarihinde Gehlen'e Stauffenberg'in Adolf Hitler'e suikast
hazırlığı yaptığını bildirdi. Nazi yönetimi bu başkaldırıdan sıyrıldı. 1944 yılının Aralık
ayında tümgeneralliğe terfi etti. Nisan 1945 tarihinde Hitler intihar edince Gehlen de ordu
komutanlığından ayrıldı. Mart ayında Gehlen ve casusları pekçok gizli SSCB belgesinin
mikrofilmini çekti ve bunları Avusturya Alpleri'nde çelik davulların içine gizledi. Gehlen,
Mayıs ayında bu bilgileri Amerikan ordusundaki meslektaşlarına teslim etti. O dönem So-
vyetler'le ilgili fazla bilgiye sahip olmayan Amerikalılar bu bilgilerden ötürü Gehlen'e min-
nettar kaldı.

223
FARUK ARSLAN

Bu aşamanın ardından, Amerikan Stratejik Hizmetler Bürosu (İngilizce: Office of Strategic


Services, OSS) ve CIA bünyesine faaliyet gösterecek olan Gehlen istihbarat örgütünü ku-
ruldu. 350 eski Alman ordu istihbarat elemanı bu örgütün ilk kadrosunda yer alıyordu. Geh-
len örgütü, CIA adına Doğu Avrupa ile Sovyetler Birliği'ndeki istihbarat çalışmalarını
sürdürdü. Örgüt, 1956'da şimdiki yapısını aldı. Bu, aynı zamanda Federal Almanya Gizli Ser-
visi'nin de (Almanca: Bundesnachrichtendienst, BND) kuruluşudur. Bu örgütün başına geti-
rilen Gehlen, 1968 Nisan'ında Sovyet gizli servisi KGB adına casusluk yapan Heinz Felfe'in
kimliğinin deşifre edildiği operasyonun ardından istifa etti. Felfe skandalına rağmen istihba-
rat tarihinin en önemli isimleri arasında anılan Gehlen 1979 yılında öldü.

Ama belki de Alman-Aryan Gehlen kendisini Anglo-Saxon-Aryan Amerikan kuzenleri


yanında hiç de yabancı hissetmedi. Belki de yabancı olan tek(outsider!) Nazi Avusturyalı(?)
Adolf Hitler’di. Fakat her ne olduysa ve nasıl olduysa Gehlen Nazi Almanya’nın III.
Reich’nın sürme şansının olmadığını daha 1942’lerde anlamıştı. 20 Temmuz 1944’de Hitler’e
karşı gerçekleştirilen ünlü suikast ve darbe girişimi başarısızlığa uğramış ve Hitler müteşeb-
bisleri intihar ya da infaz seçeneklerinden biri ile muhatap kılmıştı. Gehlen’in bu komplo
teşebbüsündeki rolü “küçük” düzeyde olsa gerek ki Gehlen kellesini bu tehlikeli ope-
rasyonda korumasını bildi, dahası Alman ordusunda Korgeneralliğe bile yükseldi. Ve
suikast girişiminden daha bir yıl geçmeden ‘doğru adamlar’a teslim olma ferasetini de
gösterdi. Ama bu işi yapmadan önce “self-preservation”(kendi kendini koruma) içgüdüsü
olsa gerek ki Sovyetlere ait çok değerli arşivini bir davul içinde Bavyera Alplerinde yalnızca
kendisinin bildiği bir ‘Kozmik Oda’ya saklamayı da ihmal etmedi. Gehlen Amerikan 12. Or-
dusunun istihbarattan sorumlu tuğgenerali Edwin Sibert’i yalnızca Sovyet Ordusuna ve poli-
tik liderlerine ilişkin derin bilgileri ile değil fakat belki de daha önemlisi Amerikan Komünist
Partisine sızmış Amerikan OSS(Office of Strategic Services: CIA’in ata örgütü) ajanlarının
isimlerini sayma yeteneği ile de şaşırttı. Amerikalılar için okyanus ötesindeki bir Nazi’nin
Amerikan Komünist partisindeki kendi adamlarını bilme yeteneği fazlasıyla ikna ediciydi.

Gehlen Amerikalı kuzenlerine basit bir anlaşma önerdi. Eğer Amerikalılar esir kam-
plarındaki Gehlen’in arkadaşlarına ve Gehlen’e özgürlüklerini bağışlarlarsa, Gehlen’de Ame-
rikalılar için çalışmayı ve kendi kaynaklarını onlarla paylaşmayı kabullenecekti. 20 Eylül
1945’te Gehlen ve üç yakın arkadaşı A.B.D.’ye uçtular ve ünlü Alman-Amerikan işbirliğinin
tohumları atıldı. Gehlen org. çalışmalarına “Güney Alman Endüstriyel Gelişme Organi-
zasyonu” isimli bir “kamuflaj” yapılanma altında başladı. 350 Alman casusu ile işe başlayan
Gehlen org. kısa zamanda 4000 “gizli ajan”la çalışan eden devasa bir casus şebekesine
dönüşecek ve Soğuk Savaş boyunca Amerikan CIA’in Sovyetler Birliği’ndeki ve Varşova
Blok’undaki gözü kulağı olacaktır. Bu rakama artık Amerikan vatandaşı olup CIA’in bizatihi
kendi gövdesinde görevini sürdüren Nazi-Amerika’lıların da dahil olmadığını düşünürsek
Gehlen org’un nelere kadir olduğunu anlamak bakımından belki ufak bir fikre sahip olabili-
riz.
Hitler döneminde Gizli Alman Devlet Polisi (Gestapo)’ nun yöneticisi olan Heinrich Müller,
Güvenlik Başdairesi' nde (RSHA) planlanmış, hazırlanmış ve organize edilmiş hemen hemen
bütün faaliyetlerde üst düzey görevli olarak önemli rol oynamıştı. Eylül 1939 başlarında
siyasi karşıtların "özel muameleye" tabi tutulmaları, yani katledilmeleri talimatını vermiştir.

224
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Keza Eichmann' ın başında bulunduğu "Yahudi Şubesi" de Müller' in sorumluluğu al-


tındaydı. Sovyetler Birliği Yahudilerinin katledilmesi planının uygulamaya konmasının en
ufak ayrıntısına kadar Müller' in doğrudan etkisi olmuştur. Üstü olan Heydrich' in kendisine
verdiği talimatların, kendi birlikleri tarafından yerine getirilmesini sağlıyor ve gerçekleştiri-
len eylemleri rapor ve tebliğ ediyordu. Heinrich Müller, Nazi Rejiminin en güçlü ""masabaşı"
katillerinden biriydi.
Rütbesi SS ve polis kurumu korgeneraliydi. Kızıl Ordu' nun Berlin'e girmesinden beri
kayıptır.
Söylentilere göre ise, albay rütbesinde Sovyet KGB’sinde yaşamına devam etmiştir. Bu söy-
lentilerin kaynağı ise, 1 mayıs törenlerinde halka gösterilen Alman savaş esirlerinin, KGB
kıtasında Müller' i görmüş olduklarına dayanmaktadır.

Müller ile Gehlen’in beraber çalıştıkları iddiası yabana atılacak cinsten değildir. Gestapo
Müller lakabıyla anılır. Joseph Trento tarafından 2001'de yayınlanan ‘The Secret History of
CIA’ isimli kitapta, Müller'in CIA tarafından Gehlen Organizasyonu bünyesinde
görevlendirildiği iddia edilmiştir. 1980 yılında bir CIA görevlisi ile İsviçre'de yaptığı mülakat
Gregory Douglas tarafından kitaplaştırılmıştır. Gehlen org. binlerce anti-komünist Doğu
Avrupa ve Rus kökenliyi Oberammergau kampında casusluk eğitiminden geçirip Komünist
Blok’a sızdırmaktan Rus suikast timi SMERSH’i deşifre etmeye ve Berlin Duvarı’nın altına
inşa edilen ünlü Berlin Tünel’i aracılığıyla Sovyet ve Doğu Avrupa elektronik
komünikasyonlarının izlenmesine kadar pek çok önemli işi de yürütmesini bildi. Gehlen org.
bu süreçte başarısızlıklar da gördü, fakat (Nazi) disiplinininden çok bir şey de yitirmedi ve
pek çok bakımdan Amerikalı kuzenlerine de ilham kaynağı oldular. Bu arada Gehlen org.’un
NATO’nun gizli örgütü Gladio’nun baltası-“axe of Gladio”- ve ODESSA organizasyonunda
da merkezi bir role sahip olduğunun da iddialar arasında yer aldığını belirtelim. (122)

KAYIP NAZİLER VE ANTİKOMÜNİZM

Antikomünist paramiliter örgütler ve Gladyo türü yapılar artık profesyonel Nazi kasaplarına
ihtiyaç duymuyordu. John Demjanjuk’un yakalanması eski Nazi ve CIA kurucusundan,
Che’nin katiline kadar bir sürü Naziyi akla getirdi. Sovyet askeri Demjanjuk savaş esiriyken
taraf değiştirmişti. Nazi toplama kamplarında gardiyanlık yaparken binlerce Yahudi’nin
ölümünden sorumlu tutulan 89 yaşındaki John Demjanjuk, yıllardır yaşadığı ABD'den
yargılanmak üzere Almanya'ya iade edildi. Bütün dünya bu haberle ilgilendi. Asıl adı Ivan
Nikolayeviç Demjanjuk olan Ukrayna asıllı zanlı, 70'li yılların ortalarında ABD'de
tutuklanmış ve Amerikan vatandaşlığından çıkarılarak İsrail'e gönderilmişti. Toplama
kamplarından sağ kurtulmayı başaran Yahudiler tarafından teşhis edilen Demjanjuk,
İsrail'de yargılandığı mahkemede, 1988’de ölüm cezasına çarptırıldı.
Demjanjuk ise, asıl kendisinin Nazi kurbanı olduğunu söylüyor ve Sovyet Ordusu’nda
Nazilere karşı savaşırken esir düştüğünü ileri sürüyordu. Aslında Demjanjuk’un buraya
kadar söyledikleri doğruydu ancak, Demjanjuk esir düştükten sonra toplama kampında taraf
değiştirdiğini ve Alman faşistlerle birlikte savaş esirlerine kan kusturduğunu anlatmıyordu.
Üst mahkemenin, tanıkların ifadesini yeterli bulmaması üzerine dava süreci durduruldu ve
Demjanjuk ölüm cezasından kurtularak ABD'ye geri döndü.

225
FARUK ARSLAN

Yeniden Amerikan vatandaşlığına geçen John Demjanjuk için yıllar sonra yargı süreci bu kez
de Almanya'da işlemeye başladı. Almanya’nın Ludwigsburg kentindeki Nasyonal Sosyalist
Suçları Araştırma Merkezi savcıları, (Zentrale Stelle der Landesjustizverwaltungen zur
Aufklärung nationalsozialistischer Verbrechen) toplama kamplarında gardiyanlık yaptığını
yetkililerden gizlediği için Demjanjuk hakkında dava açarak tutuklama kararı çıkarttı.
1958’de kurulan bu kurumun tek amacı, dünyanını her yerindeki Nazileri mahkemeye
çıkartmaktı. Doktorlar, Demjanjuk'un yargılanması önünde sağlık engeli görmezse, Nazi
dönemine ilişkin dava için yargı süreci işleyecekti.
Nazi suçlularıyla ilgili araştırmalar yapan ve adeta bir Nazi avcısı gibi çalışan Simon
Wiesental Merkezi 2002'den beri yeryüzüne dağılmış hala yakalanamamış yüzlerce savaş
suçlusu Nazi’nin yakalanması için mücadele ediyordu. John Demjanjuk, en çok aranan 10
Nazi arasında 2. sıradaydı. Simon Wiesental Merkezi uzun yıllardır Nazi avcılığı yapıyor ve
şaşırtıcı derecede çok Nazi’ye adı sanı belli olduğu halde hiçbir şey yapamıyordu. Aslında
Soğuk Savaş dönemiminin bitmesiyle dünyada daha çok Nazi daha fazla hâkim karşısına
çıktı. Son yıllarda daha çok Nazi’nin yargılanabilmesinin iki önemli nedeni vardı: Birincisi
Soğuk Savaş’ın bitmiş olmasından sonra, antikomünist paramiliter örgütler ve Gladyo türü
yapıların artık bu tür insanlara ihtiyaç duymamalarıydı. İkinci neden ise, daha önce çoğu
resmi devlet görevinde olan bu kişilerin önemli bir kısmının emekli olması ve artık devlette
ihtiyaç duyulmaması nedeniyle devletler tarafından korunmamalarıydı. Bu korunmamanın
altında yatan nedenlerden biri de tabii artık birçok kişinin yargılanabilir yaşı geçmiş
olmasıydı. Hâkim karşısına çıksalar bile yaş haddinden cezasını dişarda çekiyorlardı. Önce
birinci tezimize uygun bir Nazi’yi hatırlatalım ve daha sonra da hala kayıp bir kaç Nazi’nin
portresine bakalım.
Eski Nazilerin savaş bittikten sonra komünist rejimlerle mücadele etmek için kullanıldığı sır
değildi. Özellikle Latin Amerika'da komünizmle mücadele eden, askeri darbelerde kilit roller
oynayan CIA ajanlarının eski Nazi subayları tarafından eğitildiğini herkes biliyordu. Lyon
Kasabı olarak bilinen Klaus Barbie'nin (Klaus Altmann) Bolivya'da Che Guevara'yı
yakalayan Bolivya ordusuna yardım ettiği, paramiliter güçleri eğittiği de sır değildi.
Barbie'nin And Dağları etrafındaki ülkelerde bütün darbecileri ve faşistleri desteklediği,
birçok işkencehaneyi yönettiği biliniyordu. Barbie’nin arkasındaki güç ise ABD idi. ABD her
ne kadar Nazi avcılarına yardım ediyor gibi görünse de antikomünist mücadelede işlevsel
kıldığı birçok Naziyi korudu, istihdam etti. Bunlara açık örnek Barbie. Tam adı Nikolaus
Barbie olan Klaus Altmann ismini de kullanan Barbie, 1947 yılında Fransa’da sayısız işkence
ve ölüm olayından sorumlu tutularak Lyon Kasabı olarak gıyabında ölüm cezasına
çarptırıldı. Peki, o zaman Barbie neredeydi? Sizi uğraştırmayayım, ABD’nin o zamanki gizli
servisi CIG’de (Central Intelligence Group) ajandı ve servis şefi John J. McCloy Fransa’ya
iadesini engelledi. Zaten 1949 yılında CIA kuruldu. CIA’nın önemli aktörlerinden biri,
Reinhard Gehlen idi. Gehlen’nin sahneye çıkmasıyla bir çok Nazi gibi Barbie de daha aktif
hale geldi.
Reinhard Gehlen, daha faşist Alman ordusunda generalken istihbarattan sorumluydu.
Büyük kariyerini toplama kamplarında tutsakları sorgularken yaptı. Hatta asıl konumuzu
oluşturan John Demjanjuk’un yakalandıktan sonra ajanlaştırılması, taraf değişimini
sağlayacak beyin yıkama işini bizzat Gehlen’in yapmış olma olasılığı büyüktü. Çünkü
Gehlen savaşta Doğu Yabancılar Birliği adıyla, tutsakken taraf değiştirenlerden ve gönüllü
antikomünistlerden bir birlik kurdu ve Sovyet Halklarının kurtuluşu için savaştı. Bu

226
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

sıralarda kurduğu ve çok sayıda yabancı da barındıran Gehlen Organizasyonu adlı gizli
teşkilatı Almanya’nın gizli servisinin çekirdeğini oluşturdu. Gehlen Almanya’nın
yenileceğini anladığında bu organizsyonun ne işe yarayacağını biliyordu. Gehlen’in dediği
doğruydu. Almanya, ABD ve hatta Vatikan Gehlen’den yararlandı. Gehlen’in üvey kardeşi
Johannes Gehlen Vatikan’da papanın etrafında çalışıyordu.
Gehlen, hem Almanya’da hem de ABD’de çeşitli madalyalarla ödüllendirildi. Avrupa’daki
eski ve neo Nazilerle ilişkilerini hep sürdürdü. Nazi eskileri ya da Gehlen’in zorla
Nazileştirdikleri ise birer paçavraya dönüştükten sonra yargılanıyorlardı. Aranan Nazilerin
önemli bir kısmı Gehlen’in devşirdiği Alman olmayan Naziler’den oluşuyordu.

Simon Wiesenthal Center’in 2008’de yayımladığı listede Alman olmayan faşistlerin sayısı
dikkat çekiyordu. Çoğunun eski sosyalit ülke vatandaşı olması da ilginçti. Belki de
antikomünizmle ilgili yaptıkları iş bittiği için şimdi kolayca deşifre oldular. Listenin ilk
sıraları şöyleydi:

1. Aribert Heim: Dr. Ölüm ya da Mauthausen Kasabı


Aribert Heim en çok aranan savaş suçlusu Nazilerin başında geliyordu. Aribert
Heim, Avusturya’da Mauthausen toplama kampında doktor olarak çalışırken "Dr. Ölüm"
adını almıştı. Çünkü Heim, tutsakları anestezi kullanmadan ameliyat ediyordu. Kampta
kaldığı özel odasındaki gece lambasının abajuru insan derisinden yapıldığı söylenirdi.
Savaş sonrası ABD güçleri Heim’ı 15 Mart 1945 trihinde gözaltına aldı. Heim Almanya’da
Ludwigsburg’taki savaş suçluları merkezine getirildi. 1947 yılından itibaren Heim hiçbir şey
olmamış gibi, devlet hastanelerinde doktor olarak çalışmaya başladı. ABDliler Heim’ı temize
çekmişti. 1954 yılından sonra Baden Baden kentinde jinekolog olarak çalışmaya başladı.
Heim, 1962'de Alman ve Avusturya makamlarının hakkında soruşturma açması ardından
kayıplara karıştı. Nazilerin mahkeme karşısına çıkması ve yargılanması içim mücadele veren
Simon-Wiesenthal-Center, Aribert Heim’ı Güney Amerika’da ararken Heim ikinci adı olan
Ferdinand Heim ismiyle Mısır’da yaşıyordu ve Avrupa’daki akrabalarıyla da ilişki
içindeydi.
Heim, son yıllarında Mısır’da Tarık Hüseyin Ferid adını alarak müslüman oldu. 10 Ağustos
1992'de kanserden 78 yaşında öldü. Dünya bunu 4 Şubat 2009 tarihinde Alman 2. devlet
kanalı ZDF televizyonu ve New York Times gazetesinin araştırmaları sonucu öğrendi.
Heim’ın oğlu Rüdiger Heim, babasının savaş suçlusu olarak arandığını bildiğini, hatta
ölmeden önce Mısır’a giderek babasına ölünceye kadar aylarca baktığını anlattı. Rüdiger’e
göre yakalanma tehlikesi de olmamıştı.
2. John Demjanjuk’tan yukarıda bahsettik.
3- Sandor Kepiro (Şandor Kepiro):Entelektüel Macar Kasap
Macar Sandor Kepiro en az 1000 Sırp sivilin öldürülmesinden sorumlu tutuluyordu. Macar
Jandarması’nda subay olan Kepiro, en entelleüktüel Nazi kasabıydı: Hukuk doktoru
ünvanına sahipti. Şandor Kepiro’nun kasaplık kariyeri 23 Ocak 1942 tarihli Novi Sad
katliamı ile başlıyordu. Macarlar 1943 yılında bu katliam yüzünden Kepiro’yu yargılayıp
hapse mahkûm etti. Faşist Almanya’nın desteği ile hapisten kurtuldu. Savaşta Almanlarla
çalışan Kepiro, 1946 yılında önce Avusturya’ya ardından da 1948 yılında sahte kimlikle
Arjantin’e gitti.
Yaklaşık 50 yıl sonra Kepiro, yargılanmayacağı sözü aldığı için gizlice Macaristan’a döndü.

227
FARUK ARSLAN

Sol çevreler bunu büyük bir skandal saydı ve ortalık karıştı. Şandor Kepiro bu gün gerçek
adıyla Budapeşte’de yaşıyordu ve ev telefonu da kendi adına kayıtlıydı. Budapeşte’deki bir
sinegogun yanında oturduğu da ironik bir biçimde tespit edildi.
4. Milovoj Asner: Hırvat Emniyet Müdürü
Hırvatistan’daki Nazi hükümeti döneminde kukla hükümette Hırvat emniyet genel müdürü
olan Milovoj Asner yüzlerce Yahudi, Sırp ve Çingene’nin sürülmesinden ve
öldürülmesinden sorumlu tutuluyordu. 95 küsur yaşındaki Milovoj Asner, bugün Avusturya
Klagenfurt’ta Georg Aschner adıyla yaşıyordu. 2011’de İngiliz "The Sun" gazetesine bir
demeç veren Milovoj Asner, “Bütün mahkemelerde ifade verebileceğini ve suçsuz
olduğunu” söyledi. Resmi olarak bunama gösteren Asner yargılanamaz
durumdaydı. Milovoj Asner faşist “Ustaşa” haraketinin üyesiydi ve Sırplara karşı
savaşmaları için faşist Alman işgal yönetimi tarafından desteklendi. Faşist Nazi desteğiyle
işgale uğrayan Yugoslavya topraklarında, Sırplara katliam yapmaya başladılar. Josip Broz
Tito’nun Partizanlarıyla mücadeleye giriştiler. Almanların savaşı kaybetmesi ve
müttefiklerin Partizanlara destek vermesiyle birlikte Ustaşalar da etkinliklerini kaybetti.
Milovoj Asner ülkeyi terk etti. Soğuk Savaş yıllarında ne yaptığı karanlıktı. Asıl kimliği yıllar
sonra ortaya çıkan Asner’i Avusturya hükümeti sağlık gerekçesiyle Hırvatistan’a
vermiyordu. Ancak Simon-Wiesenthal-Center, Asner’in Hırvatistan maçını neşe içinde
izlerken çekilmiş bir fotoğrafını Avusturya adalet bakanlığına gönderdi.
5. Sören Kam: Danimarka’dan gönüllü Sören Kam, Danimarkalı Yahudilerin öldürülmesine
katıldığı için listenin 5. sırasında aranıyordu. Kam, 21 yaşındayken gönüllü olarak Nazilere
katıldı ve Doğu Cephesi’nde Sovyetlere karşı savaşan yabancılardan oluşan Nazi birliğinde
görev aldı. (Gehlen’den hatırlıyoruz) Önce sadece 1943 yılında bir Carl Henrik Clemmensen
adlı gazetecinin öldürülmesinden yargılanıyordu. Sören Kam, Nazilere karşı direnen
Danimarkalı sivillerine süikast düzenleyen bir çetenin kurucuları arasındaydı. Savaş’tan
sonra Sören Kam Almanya’ya kaçıp takma isimle yaşamaya başladı. 1956’da Alman
vatandaşı oldu. Danimarka’nın isteği üzerine 1968 yılında Münih’te mahkemeye çıkan Kam,
Clemmensen’in öldürülmesi olayına katıldığını ama ilk kurşunu arkadaşının attığını, ilk
kurşunla da Clemmensen’in öldüğünü söyledi. Dava düştü. Ancak 1995 yılında
Avusturya’nın bir kentindeki Nazi toplantısında çekilen bir film ortalığı karıştırdı.
Gazeteciler, toplantıda Avusturya’da 2010’da bir trafik kazasında ölen neo Nazi Jörg
Haider ve Heinrich Himmlers’in kızı Gudrun Burwitz’i görüntülemenin peşindeydiler.
Ancak filmlerde Danimarkalı Kam da vardı. Adeta Avrupalı Nazilerinin genel toplantısıydı
bu.
6. Harry Mannil: Estonya polisiHarry Mannil Estonya polisiydi ve Nazi işgali sırasında
Almanlarla çalışmaya başladı. Yüzlerce Yahudinin öldürülmesinden sorumlu tutuluyordu.
Savaştan sonra Venezuela’ya gitti. Venezuella ve ABD’de otomotiv sektöründe tanınmış bir
iş adamı oldu. Büyük iş admı Mannil kendisini kültür işlerine de verdi. 1994 yılında ABD
eski Dışişleri Bakanı Henry Kissinger ile Baltık Ülkeleri Stratejik Komitesi’ni kurdu. Saygın
işadamı ama yüzlerce insanın ölümünden sorumlu olarak aynı yıllarda aranmaya da başladı.
Ancak arandığı ile kaldı.
7. Charles Zentai: Bir Macar daha. Charles Zentai Macar ordusunda görevliyken Nazilerle
çalışmaya başladı. Toplu suçlarının yanında kişisel olarak da 18 yaşındaki bir gencin koluna
sırf Yahudi yıldızı takmadığı için öldürülmesinden de sorumlu tutuluyordu. Avustralya’da
yaşayan Charles Zentai bir biçimde korunmayı başardı.

228
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

8. Algimantas Dailide: Litvanya sivil polisi


Dailide, Litvanya sivil polisiyken Nazilerle çalışmaya başladı. Polonya ve Litvanya
Yahudileriyle komünistlerini Nazilere teslim etti. Dailide, 1950 yılında ABD’ye gitti.
Emlakçılık yaptı. 2004’ten beri Almanya’da yaşıyor. Soğuk savaşta Sovyetlere karşı
antikomünist ABD operasyonlarındaki rolü tartışılıyordu. İlk kez 2006 yılında Litvnya’da
yargılandı ve 5 yıl hapse mahkûm edildi. Yaşı ve sağlığı nedeniyle cezasını çekmedi.
9. Julius Viel: Çek Yahudilerini öldürdü. SS Subayı Julius Viel 2001 yılında yargılandı ve 1945
yalında Çek Cumhuriyeti’ndeki Theresienstadt toplama kampında 7 Yahudi tutsağı sırf zevk
için öldürmekten 12 yıl hapis cezası aldı. Viel yargılandığı sırada 83 yaşındaydı ve kanser
hastasıydı. Bir yıl sonra hiç hapse girmeden öldü.
10. Erich Priebke Erich Priebke, savaştan sonra Arjantin’e kaçmıştı. 1995 yılında İtalya’ya
döndü. SS Subayı Priebke 1944 yılında Roma’da 335 sivilin öldürülmesinden yargılandı.
Priebke 1998 yılında İtalya’da savaş suçlusu olarak ömür boyu hapse mahkûm oldu. 1 yıl
sonra salıverildi. (123)

Gehlen’in öncülüğünde kurulan Gladyolar tüm Avrupa ve demirperde ülkeleri ile Asya
ülkelerine kadar sıçradı. En önemli ve kalıtsal olan vaka ise, İtalyan örgütlenmelerinde
ortaya çıkan bürokrasi, ordu, polis erkleriyle masonik ilşkiler kurulması ve kullanılan tüm
fertlerin kendilerini bir devlet bağımsızlığı için antikominist bir örgütlenme içinde
kendilerini görme yanılgısıdır. En haince olanı ise toplumsal kaos ve ya kanı değişikliği
(beyin kontrolü ) için yapılan kitlesel eylemlerdir. İtalya'da tren garı bombalamaları, aşırı
sağcı nasyonel sosyalistlerin öldürülmesi bunlardan bazılarıdır. Kızıl Tugaylar'ca üstlenilmiş
ancak Gladyo tarafından yapıldığı soruşturmalar sonunda anlaşılmıştır.
Federal Almanya'da bugün de, ülkenin gizli servisi tarafından da "Sessiz Şebeke"olarak
tanımlanan "Stay Behind -örgütü" adında bir örgüt faaliyet gösteriyordu. NATO'nun
İtalya'daki kuruluşunda da Roma tarafından kısaca "Gladyo" olarak biliniyordu. Kuşkulu
Gladyo Örgütünün arkaplanı ve Kızıl Ordu'nun bir ileri hareketi durumunda örgütün
partizanlarını kendi safına çağırması hakkında komşu Avrupa ülkelerinin gazetelerinde
yazılar çıkarken, Federal Almanya'da hiç kimsenin en küçük bir bilgisi yoktu. Komşu
ülkelerin parlamentolarında araştırma önergeleri verilip, hükümetler bu gizli konunun
üzerine günden güne daha çok eğilirken, Bonn'da sessizlik egemendi.
Demokratik Alman Cumhuriyeti'nde ortaya çıkarılan Stassi Olayı'nın çözülen her düğümü
medyalarda yoğun şekilde yer alırken, bir gazetecinin Federal Almanya'da da bir Gladyo
birliğinin varlığı hakkında sorusu gündeme geldi. Bundan sonra çok uluslu NATO
örgütünün dışında bir kuruluş olduğu ortaya çıktı. İlk başta, doğal olarak kimse
araştırmalardan netice alınmasını beklemiyordu, çünkü hiç kimse bir şey bilmiyordu. Tüm
olası sorumlu hükümet üyeleri işi yokuşa sürüyordu. Kendisinden bilgi istenen savunma
bakanı, ilk önce kendi memurlarını gizli örgütlerin peşine düşürdüğünü öne sürüyordu.
Hatta 30 Eylül 1980'e kadar Brüksel'deki NATO askeri karargahının komutanı, Batı askeri
ittifaklarının en ileri gizli bilgi taşıyıcısı, eski genel müfettişi Wolfgang Altenburg hiçbir şey
bilmediğini açıklıyordu. 1950’li yılların sonunda sadece bir "ahbap çavuşlar klübünün
bulunduğu ve buna öylesi bir örgüt denemeyeceği kanısındaydı, general Altanberg. (Bu
tanımı Encümeni Daniş ortaya çıktığında eski Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel de
kullanmıştı.) Hiçbir şey bilmeyenlerin listesi uzayıp gidiyordu. Başbakanlık gizli servis
koordinatörlerinden Horst Ehmke (SPD), WaidemannSchreckenber-ger (CDU), BND'nin eski

229
FARUK ARSLAN

başkanlarından Klaus Kinkel ve Heribert Hellenbroich gizli servis için gizli gündemle
toplanan "Parlamento Kontrol Komisyonu"nun federal meclis üyeleri bunlardan bazılarıydı.
Herkes üç maymunu oynuyordu.
O zamanki ABD başkanlık güvenlik danışmanı Henry Kissinger (Dünya Derin Devleti’nin
Yönetim Kurulu Başkanıdır), bir İtalyan gazetesine verdiği demeçte Gladyo hakkında hiçbir
bilgisi olmadığını söylüyordu. Oysa ki bunların tümü bu örgüt hakkında herşeyi bilmek
zorundaydılar. Çünkü görevlerini yeminle ve anayasal gerekle üstleniyorlardı.
Federal Almanya'daki Gladyo örgütü hakkında tüm bilgiler yavaş yavaş ortaya çıkıyordu.
Gizli servise bağlı "Savunma Hazırlıkları" hiçbir zaman sadece bazı önemsiz gizli önlemlerle
yetinmiyordu. BND başkanları, iddia edildiği gibi görevleri sırasında dükkanlarının tüm
bölümlerini tanıyamamışlar mıydı? Başbakanlık gizli servis kontrolörünün sorumluluğu,
savunma durumunda alınan tüm gizli önlemler hakkında bilgisi olmadığından mı
açıklanamıyordu? Halkın temsilcileri, kırk yıl önce Federal Alman Meclisinde gizli servis
karargahları üzerinde demokratik kontrollerini yapabilmişler miydi ve bugün iddia edildiği
gibi mensupları gerçekten "hiçbir' şey bilmiyorlar mıydı?
Bazı muhalif politikacılar, seçim kampanyalarındaki çeşitli konuşmalarında bu örgütün
kokusunu hissettirmeye başlamışlardı. İlkin sosyal demokratların hükümetleri zamanında
bu konuya parmak basıldı. 14 Kasım'da SPD silahsızlanma uzmanı HermannScheer'i
kamuoyu önüne çıkardı. Scheer gerçi sadece bir parlamenterin açıklamasından başka bir şey
yapmamıştı, adaletin müdahalesini talep ediyordu:"Federal savcılığın bir sorunu bu."
"Parlamentonun ve hükümetlerin kontrolünün dışında silahlı askeri bir gizli örgütün varlığı
-ve resmi Silahlı Kuvvetlerin statüsünün dışında- anayasal legaliteyle birleştirilemez ve bu
hukuki takibatı gerektirir," sonucuna ulaşılmıştı. Bu çağrı sonuçsuz kaldı.Hermann Scheer
savcılığa hiçbir suç duyurusunda bulunmadı. Parlamento Kontrol Komisyonu'nun partili
arkadaşı Wilfried Penner'e1969'dan 1982'ye kadarki yılların sosyal liberal koalisyonunun
sorumluluk payını sordu. Penner gazetecilere sonucu söyledi: Rapor yoktu!
Soru yöneltilenlerin hiçbirinin ne Gladyo'dan ne de benzeri örgütlerden haberi vardı! Penner,
basının önünde "mafyavari müdahalelerden söz ediyor ve "pisliklerin herkesin önünde
sergilenmesini" istiyordu.
Federal Gizli Servis (BND)'in, mesleğinin çiçeği burnunda başkanı Konrad Porzner, herşeyi
güzelce örtbas ettiğini göstermişti. 1974'den 1980'e kadar Helmut Schmidt'in başkanlığı
sırasında sosyal liberal sorumlulardan Manfred Schuler Spiegerde o zamanki BND şefi
Gerhard Wessel'i ilk kez önlemler hakkında bilgilendirdiğini açıkladığını anımsıyordu.
Büyük muhalefet partisi çok çabuk sessizliğe gömüldü. Kirli işlerin açığa çıkarılması için
yapılan tüm çağrılar bir haftada sus pus edilmişti. Eski yasama döneminin son
oturumlarında sosyal demokratlar meclisteki Parlamento Kontrol Komisyonu'nda -doğal
olarak gizli- sorunu gündeme getirdiler. Sorunla doğrudan ilgili öteki taraflar hakkında
hiçbir şey sormadılar. Savunma Komisyonu ve İçişleri Komisyonu,"Yeşiller"in Gladyo
hakkında Federal Meclisteki müzakerede verdikleri bir öneriyi CDU; CSU, FDP ve SPD'nin
oybirliğiyle reddetti. "Yeşiller" hükümet tarafından hiçbir zaman ciddiye alınmadı. Yasama
döneminin başında oluşan, Parlamento Kontrol Komisyonu'nda temsil edilmeyen Federal
Meclis'teki tek fraksiyon Yeşiller, sonuçta bir anahtar rolü oynadılar. Böylece az da olsa
pisliklerin ilk kez gözler önüne serilmesine neden oldu.
Yeşiller, Parlamento Kontrol Komisyonu'nun önceden belirlenmiş oturumundan önceki
birkaç gün, hükümetin üyeleri, Gladyo hakkındaki tüm bilgileri Penner'in başkanlığındaki

230
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Parlamento Kontrol Komisyonu oturumunda -doğal olarak gizli- sergilemeleri; Dossier


Spiegelin hemen bir sonraki sayısında hemen yayınlattı. Buna göre Başbakanlığın Vl.ncı
bölümünün yöneticisi Hermann Jung bunu yazışmalara geçirdi. NATO Avrupa
Başkomutanlığının arzusuyla Gladyo geri çekildi, "müttefiklerin haberalma servislerinin
korunması savunma durumunda da hesaba katılmalıdır." Bu istek "1950’li yıllarda" gerçek
oldu. Hem ulusal gizli servisin sorumluluğunu, 1954'den itibaren "Shape" adıyla Gladyo
birlikleri olarak görevler üstlendi, hem de Avrupalılar NATO Silahlı Kuvvetlerinin en
yüksek askeri karargahı tarafından koordine edildi. 1959'da federal gizli haberalma
servisinin resmi üyesi oldu.
Aşağı yukarı 1973'e kadar" sabotaj grupları görevlerini yerine getirdiler. Düşürülen NATO
pilotları ya da işgal altındaki ülkelerdeki düşmanın el ulağı bilim adamlarının nasıl
kurtarılacağı "düşman hatlarının arkasında direniş güçleri oluşturmak" şeklinde ifade edildi.
Bu gibi operasyonlar için "kaynak ağı" olarak 50 asker, 125 genel ve 25 "kaynaktan kökenli"
eleman el altında tutulmuş V- olayında işgal altındaki ülkedensavaş için önemli kişilikler
toplanmıştır. BND'nin bünyesinde "yönetici örgüt" denilen75 kişilik birim kuruluydu.
Zamanla bu aparat güçlü bir biçimde yoğunlaştırıldı.
1981'de BND'nin bünyesindeki dört birim sabotaj eylemlerine ayrıldı ve "yönetici örgüt" 35
kişiyle sınırlandırıldı. "Eylem grupları" bu arada tümüyle dağıtıldı. BND bünyesindeki "Stay
behind - örgütü" tümüyle Almanlara geri kaldı. Yeraltı örgütlenmesinin korunması için
NATO'nun ilgili bölümü 1954'den itibaren "Tüm Koordinasyon Komitesi" adım aldı. 1990
Ekiminin sonunda Brüksel'de henüz işlevselliğini koruyordu, öteki özel birimler "Stay
behind" örgütünün telsiz sistemine özel sızmalar yapıyordu.
Daimler şubesi AEG/TSTde "zıpkın" adıyla teknikli telsiz gereçlerinden 854 BND siparişi
henüz yeni değildi. Bununla Avrupa çapında Gladyo ağını denetleyebilecekti. Toplam fiyatı
aşağı – yukarı 130 milyon marktı. Sadece 130 gereç, BND'nin tasarrufundaydı. Geri kalanı
"müttefiklere" veriliyordu. Bunun için Federal Almanya devlet kasasından 25 milyon mark
çıkıyordu, bunu kamuoyu duymalıydı. Başbakanlığın enformasyonu dışında önce bir
milletvekili sonunda, bilinmek istenenin sözünü etti. Bonn parlamentosunun en gizli
çevresinden, Federal Alman meclisinin sosyal demokrat Güvenilir Kişiler Kumlu'ndan Rudi
Walther sözünü söyledi. Bu kurulda haber alma servisinin bütçe planlan kontrol ediliyor ve
onaylanıyordu. Bütçe komisyonunun üyeleri seçilirken doğal olarak Yeşiller bunun dışına
bırakılıyordu. Başkan Rudi Wallher'in "Stay behind"in varlığından haberi vardı. Federal
Alman Gladyo birliklerinin milyarlar değerindeki giderleri, yakın döneme kadar örgüt
tarafından düzenli olarak ödeniyordu. Başbakanlık, en son raporunda örgütün "savaş
sonrasındaki yıllara, olabildiğince geri giden" tarihçesi hakkında hiçbir bilgi vermiyordu.
Parlamento Kontrol Komisyonu milletvekillerinin raporunda "Buradaki açıklama BND'ye
düşer" deniliyordu. Aynı zamanda Gladyatörlerin eylemleri hakkında da hiçbir bilgi yoktu.
Münih-Pullach'daki BND merkezinde ya da kamufle edilmiş ikametgahlarda görev dağılımı
yaparak tüm Federal Almanya Cumhuriyetine yayılan eylemlerdi bunlar. Gizli
"değerlendirme örgütü" tarafından ölçülen ve emir verilen eylemler hakkında da şöyle ya da
böyle bilgi yoktu.Tümüyle nihai açıklığıyla ortada olan Parlamento Kontrol Komisyonunun
olurumdan önce devlet bakanı ve başbakanlıktaki gizli servis koordinatörü Lutz
Stavenhagen, Federal Alman Gladyo ordusunun ortaya konulmasının yaklaşık bir zamanını
telafuz etti: 1991 ilkbaharı. Gevşemenin dönemi aşağı yukan aynı şekilde tekrarlandı durdu.

231
FARUK ARSLAN

Devlet Bakanı Bild an Sonntag'da çıkan bir konuşmasında yeni bir enformasyon kapısını
araladı.
Gladyo örgütünün NATO'nun kuruluşu karşısında Federal Almanya'nın "çok erken bir
yükümlülük açıklaması olarak" 1959'da temeli atılmıştır. Bu zaman noktasında artık ellili
yılların başında Almanya'da, Fransa'da, Benelux ülkelerinde, Danimarka'da, Norveç'te ve
Avusturya'da direniş grupları hemen hemen oluşturulmuştu ve ortak taktik kontrol altına
girmişti. İttifakın gizli servisleri arasındaki sağlam birlikler, 1951'den itibaren kuruldu ve tek
tek Batı Avrupa'da operasyon yapılacak ülkeler saptandı.
Başlangıcı Fransa ve İtalya yaptı. Yeraltı ordulannın ilk merkezleri Fransa'da bir yerdi ve
"Clandestine Committee for Planning"(CCP) olarak adlandırılıyordu. Ağ, 1959'a kadar
Avrupa çapında örüldü. 1964'de Belçika'daki son noktasıyla "Allied Clandestine Committee"
(ACQ)'deki merkezi değiştirildi. Bu haber alma ajansı hakkında daha sonra sızıntılar oldu,
ancak henüz hukuksal bir temeli yoktu, çok kaygan bir zemindeydi.
1968'de Başbakanlığın o zamanki şefinin ağzından telaffuz edildi ve sonradan Federal Al-
manya başkanı olan Karl Carstens, Federal Alman haberalma servisi için bir"genel talimat-
name" emri verdi. Sözde şöyle demişti emrinde: "BND, başbakanlık şefıyle anlaşarak sa-
vunma durumu için gerekli hazırlıklara ve düzenlemelere girişebilir."
Savunma Bakanlığından bunun tersine yapılan açıklamalar karşısında, yedeklerin ciddi ola-
rak devreye sokulmaları hakkında Bundes-wehr'le danışmada bulunması, istihbarat
aktarımında özel görevdi. Onlar gününde ortaya çıkmayacak, tersine yer altında kalacaktı.
Daha sonra 22 Kasım'da Bonn parlamentosunda çok sıkı gizlilik içinde Parlamento Kontrol
Komisyonu oturuma geçerken, hükümet milletvekillerine bilgi vermek çok resmi idi.
Skandal enformasyon yalanlar şeklinde ortaya çıktı. Parlamento Kontrol Komisyonu üyeleri-
nin haberlerine inanılabilseydi, hükümet nerdeyse otuz yıldan daha fazla süredir "Stay
behind" örgütünün eylemleri hakkında tek bir kanıt bulamayacaktı.
İlkyeraltı birliklerinin dayanaklarından 1977'ye dek, gizli servisin tarih yazımında bir beyaz
nokta temel oluşturmuştu. Bu eylemlerin arka planı, sorumluluğu ve ölçüsü soğuk savaşın
bilinen aşamalarında açıklık yerine daima bir bulanıklık içinde kaldı. Bundestag milletveki-
llerinin gözünde, gizli servisin böylesi gevşek eylem girişimlerine nasıl kalkıştığı bir bilmece
olarak kaldı.
Devlet Bakanı Stavenhagen'in Federal Alman Gladyo şubesi hakkında böylesine tahrif edil-
miş belgelerle bilgi vermesi, aynı şekilde karanlıkta kalınca, parlamento ve kamuoyuna
büyük ikna gücüyle yönelttiği sorunun cevabını aradı: "Stay behind" hiçbir zaman iç politik
eylemlere kalkışmamıştı güya. Bu "o kadar açıktı ki" "tümüyle normal haber alma servisi bi-
rimi"şeklinde davranılmıştı ve "hoş olmayan sürprizler" asılsızdı.
Lutz Stavenhagcn Parlamento Kontrol Komisyonunun oturumundan sonra Frankfurther All-
gemeinen Zeitungdaki bir spekülasyon dışında "Stay behind"le aşın sağcılar arasındaki bağı
yalanlıyordu. Gazete, 1981'de Uelzen'de yeraltına depolanan gizli silahların bulunduğundan
söz etmişti. Aşırı sağcı Lembke de aynı şekilde U-Haft'da sorgunun başlamasından önceki bir
gün bulunan silahlardan bahsetmişti. Devlet Bakanı "Stay behind"le ilişkinin "hiçbir zaman
olmadığını" açıklıyordu.
Ve Stern - TV'nin magazin televizyonunda, Gladyo'nun öncüsü, ilk kez 1950'li yıllarda
oluşturulan "Alman Gençlik Birliği" (BDJ) hakkında ilk belgeleri sergiliyordu, aynı şekilde
Lutz Stavenhagcn’ de bunu şiddetle reddediyordu. Alman Gençlik Birliği'nin aralarında Her-
bert Wehner'in de bulunduğu ölüm listesi güya hiçbir zaman varolmamıştı.

232
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Parlamento Kontrol Komisyonu üyeleri Burkhard Hirsch (FDP) ve Wilfried Penner(SPD), o


kadar eleştirmelerine rağmen bu düşünceye katılıyorlardı. Böylece FederalAlmanya Cumhu-
riyeti demokratik dönüşüm davasında Avrupada ilk kez ciddi bir dümen neferi haline ge-
liyordu. Öteki sorular da benzeri küstahlıklarla karşılandı. Gazete muhabirlerinden biri Sta-
venhagen'in işbirlikçiliğinin "bizim devletimizde de kamuoyu tarafından bilinmeyen gizli
şeyler vardır" sözleriyle de belgelendiriyordu. Pek çok günlük gazetede bu politik enfor-
masyonun başarısı hemen görüldü.
Enformatif parlamento oturumundan sonraki bir gün örneğin manşet şöyleydi:"Gladyo'ya
giden soruşturma izleri kapandı."Sayın Devlet Bakanı "açıklanmayan görüşme"nin sonunda
sorunun kapanmasını arzuediyordu. Sessiz Şebeke, en azından Federal Almanya'da ilk hal-
kasının bulunduğunu ortaya koyuyordu. Enformasyon politikasının stratejileri, aynı şekilde
pek çok Avrupa hükümetlerinde de görülüyordu. Medyalardan da ilk aktörlerinden hiç söz
etmeksizin sadece resmi açıklamalar yapılıyordu. Daha sonra hükümet sözcüleri, çeşitli
ayrıntılar sunacaklar ve gayrıresmi açıklamalarla daha çok şaşırtıcı eylemlerin lanse edilme-
sine başlanacaktı.
Telsiz telgraf aparatı tipleri hakkında halka açıklamalar yapılırken,"Gladyo"nun kökeni ve
kuruluş aşamasından sonraki ilk onyıllarından hiçbir şekilde sözedilmiyordu. Bonn
Hükümeti, Federal Almanya Cumhuriyetini tertemiz bir ülke olarak takdim ediyordu: Hiçbir
zaman "iç düşman"a karşı eylemler düzenlenmemişti, yapılan herşey tümüyle iyi niyete da-
yanıyordu, hemen hemen komple bir şey yoktu ve olanlar her ülkede görülebilen tümüyle
normal bir askeri "önlem"den başka bir şey değildi.
Oysaki Bundeswehr'de; savaş durumunda Gladyo-Stratejisine benzer roller üstlenecek ve
işgal edilen ülkede ordu ve haberalma servisi için bir köprübaşı oluşturacak, her üç kolor-
dusunda birer "uzaktan gözetleme bölüğü"nün bulunduğu bir gerçekti. Partizan savaşı
yürütecek böylesi "special forces"a Bavyera'daki Amerikan kışlasının bulunduğu Bad Tölz'de
beceri kazandırılabiliyordu. Askeri tatbikatlarıneğilim planında, modem bir gerilla savaşı
için gerekli olan herşey bulunuyordu: Kurbağa adamlar, ekstrem durumlarda kurtarmalar,
ev içinde savaş, sessizce öldürmeydi...
Tümü orada eğitilen GIS, örneğin kaçırılan uçaktan rehinelerin kurtarılması için kurulmuştu.
Oniki kişinin bir araya getirilmesiyle oluşturulan bu birlikler, ayrıca tamamlayıcı özel bilgi-
lerle de donatılıyordu. Bunların eğitimini, telsizciler, doktorlar ve sabotaj uzmanlarından
oluşan birlikler sağlıyordu. Bad Tölz'deki (1937'de SS-Junker okulu olarak yapılmıştı) ABD
kışlasında Almanlar da eğitim görüyordu. Aynı zamanda tatbikat yapılan bu arazide, öteki
bağlantıların ağı da örülüyordu. Burada ayrıca bir İtalyan "Gladyo'su da bulunuyordu.
Bad Tölz'de de düzenli olarak konumlandırılan askerlerin sayısı hakkında ABD ordusu sessi-
zdi: "No comment" (yorum yok) diyorlardı.
Varşova Paktı devletlerinin üniformaları ve onların kullandıkları silahlarla da kamufulajlı
olarak donatılıyorlardı. Kamufle edilmiş Doğu Birliklerine ek olarak hazırlanan GIS için de
özel bir dil eğitimi veriliyordu. Kusursuz Almanca, Rusça, Polonyaca, Slovakça, Arapça ve
İran dillerini öğreten ekipler vardı. Aynca düşman bölgelerine yapılacak teröre hazırlanma
ekipleri de bulunuyordu. NATO'nun "Special Forces Section" ek yönetimi altında koordine
ediliyordu bu birlikler ve İngilizler de aşağı yukarı aynı şekildeydi: "Special Air Services"
(SAS) Falkland savaşında ek olarak devreye sokulmuştu.
Stay behind’a geri dönelim. Kamuoyu bir yandan bunun hakkında daima çok az bilgilendiri-
liyor, hem de buna karşılık her zaman da çok iyi enforme ediliyordu. BND'deki "stay behind'

233
FARUK ARSLAN

örgütünde bir "köstebek" vardı. Doğulu kadın ajan Heidrun Hofer, 1976 Aralığında ispi-
yoncu olarak tutuklandı. BND'nin IV'ncü Bölüm'ünde sekreter olarak çalışıyordu.
"Krizler ve Savunma Durumunda Alınacak Önlemler" için 41D ve 43B kodlarıyla raporlar
hazırlıyordu. Gizli "stay behind" birliklerinin yönetimi hakkında raporlar da vardı elinin al-
tında. Heidrun Hofer ispiyon faaliyetleri yüzünden yargılanmıştı. Maskesi düşürüldükten
sonra ifadesinin alınışı sırasında Bavyera Cinayet Masasının 6'ncı kat penceresinden kendi-
sini atmıştı. Federal savcı, basına; 36 yaşındaki BND memurunun hayati tehlike taşımayan
yaralarla hastaneye kaldırıldığını açıklıyordu. Heidrun Hofer, 6 ncı kattan atladıktan sonra
ağır yaralı olmasına rağmen hayatta kaldı. Üç yıl kadar sonra sanık olarak ceza mahkemesi
önüne çıkarıldığında artık dava ilginçliğini yitirmişti. Uzmanlar medyalarda, olayın hukuk-
sal tartışmasının gizli servise çok zarar vereceğini belirtmişlerdi.
On yıl sonra, 1987'de Heidrun Hofer'e açılan dava zamanaşımı yüzünden düştü. İspiyoncu-
ların ortaya çıkarılmasından sonra, BND'deki önemli yeniden yapılanma milyonlarca masra-
fla sağlanmıştı. Heidrun Hofer'in Demokratik Almanya Cumhuriyeti devlet güvenlik servi-
sine ya da Sovyet KGB'sine ulaştırdığı notlarla ciddi endişeler doğurduğu, BND gizli karar-
gahının dışında, Batı ülkelerinde işlenildi durdu. Heinz Höhne ve Hermann Zolling'in uz-
man olarak çizdikleri tabloya göre; BND'nin ana karargahlannda biri "özel hava alanları ve
limanlarla ABD'nin arka bahçesi Atlantik kıyılarında" bulunuyordu.
Federal haberalma servisi, ispiyon olaylarının ortaya çıkışından sonra, yeni gizli karargahlar
aramak zorundaydı. "Stay behind" eylemlerinin hangi ciddi sonuçları olduğunu Pu-
llach'lıların duvarları dışında bugüne kadar hiç kimse bilemedi."Stay behind"ve Gladyo hak-
kında, en ileri derecede gizlilik aşamasındaki belgelerin BND'nin NATO üssü 13 Heinz
Höhne/Hermann Zolling: PuHach'ın İçindeydi. (124)
Bağlantı memurunun "kozmik" parmaklarının arasına nasıl girdiğini Heidrun Hofer de tam
olarak biliyor muydu acaba? Demokratik Almanya Cumhuriyetinin yıkılmasından sonra
Avrupa ağındaki kadın ajanların kaç tane olduğu açıklanabilecek miydi? Durum artık tuhaf
bir hal almıştı: Federal Almanya'da ve öteki devlelerde; partizan ağının gizli tutulmasına
anayasaların aldırış etmediği, potansiyel muhaliflerin önemli gerçek kararlarıyla ortaya
çıktığı biliniyordu.
Almanya’nın doğu ve batı olarak ikiye ayrılmasından sonra kurulan Federal Almanya
Cumhuriyeti aynı zamanda emperyalizmin Batı Avrupa’daki komünizme karşı mücadelenin
kalesi oldu. Ülkenin ikiye bölünmesinin bütün faturasının sosyalizme yüklendiği bir
dönemde, antikomünist mücadelenin temel dayanağını ise, Kızılordu tarafından ezilen Hitler
faşizminin çömezleri oldu. II. Dünya Savaşı sırasında düşman kampta bulunan nasyonal sos-
yalister, bu yeni tabloda, komünizme karşı, emperyalizmin Batı Almanya’ daki en önemli da-
yanakları oldular.
İtalya, Yunanistan, Türkiye gibi ülkelerde çeşitli vesilelerle kontrgerilla örgütlenmesi defa-
larca gündeme gelip sorgulanmasına, hakkında çeşitli araştırmalar yapılmasına rağmen, Al-
manya’ daki bu örgütlenmenin izine ise bugüne kadar çok ciddi bir şekilde ulaşılabilmiş
değildi. Çalışması ve planlamasıyla tam anlamıyla kontrgerilla örgütlenmesi olan bazı
oluşumlar, süreç içinde yeni kılıfla piyasaya sürülürken, en büyük antikomünist güç olan
neonazilere ise, Gladyo projektörü nedense çok az tutuldu.
2000’li yıllardan bu yana Almanya’da devam eden Neonazi ajanlar tartışması, geniş
kamuoyu tarafından hep bir ucundan sıradan bir durum olarak gösterilerek kapatılmaya

234
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

çalışılıyordu. Halbuki, ortada tekil bir olay ya da kişi değil, sistematik bir örgütlenme ağı bu-
lunuyordu. Dolayısıyla ortaya çıkan Neonazi ajanlar, Almanya’daki kontrgerillanın bir
yönünü oluşturuyordu. 17 Eylül 1990’de İtalya Başbakanı Giulion Andreotti’nin açıklama-
larıyla, II. Dünya Savaşı’ndan sonra başta Türkiye, Yunanistan ve İtalya olmak üzere birçok
Avrupa ülkesinde kontrgerilla ya da Gladyo (Kısa Kılıç) resmen ortaya çıkarılmıştı. Ancak,
bütün çabalara rağmen, Gladyonun varlığı diğer ülkelerde devletler tarafından kabullen-
medi. Sonra, 3 Kasım 1996’da Susurluk yakınlarında meydana gelen Susurluk Kazası,
Gladyo’nun Türkiye boyutunu bir yönüyle açığa çıkardı. Tam da, devrimcilerin ve sosyalis-
tlerin uzun yıllardan beri tarif ettiği tarzda, devlet-mafya-politikacılar denkleminde kurulan
kontrgerillanın, böylece Türkiye boyutu da bir biçimiyle ortaya çıktı. Ergenekon ve Balyoz
soruşturmaları ise tüm tabloyu gözler önüne serdi. Türkiye’de Almanya, ABD, İsrail, Erge-
nekon içinde kendilerine paralel güçler kurmuşlardı. Küçük piyonlar yem edilsede ana yapı
korunuyordu.
Ama kontrgerillanın Almanya boyutu hep gizli kaldı. Kılıç hiç bir zaman dillendiril-
medi.Bazı kaynaklara göre, Alman Gladyosunun ilk temelini Stany-Behind-Organisation
(SBO) oluşturuyordu. SBO hakkında uzun yılar muhalif basın ve partiler tarafından ortaya
çıkarılan bilgilerin tümü devlet tarafından yalanlandı ve bu kurumun Gladyo olmadığı ileri
sürüldü. 1991’de, SBO hakkında yayınlanan bir raporda, Federal Ordu’nun teşkilata tatbikat
malzemesi ve eğitim personeli sunduğu, bu örgütün Federal Haberalma Örgütü’nun (BND)
tesislerinden yararlandığı resmen kabul edildi. Bu raporda, Gladyo ile NATO arasındaki
bağlantı sürekli olarak gizlendi. Resmi iddialara göre SBO, BND’nin bir parçasıydı.
Aslına bakılırsa, temel kuruluş felsefesi Komünizme karşı mücadele etmek olan Gladyoya en
çok da Almanya’da ihtiyaç vardı. II. Dünya Savaşı’ndan sonra, dünyada oluşan ekonomik ve
politik dengeler, Federal Almanya’ya özel bir önem yüklüyordu. Bir taraftan ülkenin bölün-
mesi, diğer taraftan ise coğrafik olarak Doğu Almanya’ya olan komşuluk, özellikle de ABD
emperyalizmi açısından oldukça önem arz ediyordu. Hitler sonrası F. Almanya’nın kapitalist
batının bir müttefiki olarak, sosyalist doğu’ya karşı tutum alması, emperyalizm açısından
vazgeçilmez bir stratejinin parçasıydı.
Ülkenin ekonomik ve politik yapılanması, bir bakıma antikomünist dinamik üzerinden şeki-
llendirildi. Bunu için de, temel kadro hiç şüphesiz, Hitler faşizmi döneminde üst düzeyde
görev yapan bakanlar, bürokratlar ve polis şefleri oldu. 1945’te Hitler faşizminin Kızılordu
tarafından yerle bir edilmesine rağmen, bütün mekanizma, ABD ve İngiliz emperyalizmi sa-
yesinde dağıtılamadı. Dışişleri diplomatları, yargıçlar, Gestopo ajanları, Hitler faşizmi
döneminde olduğu gibi görevlerini sürdürüyorlardı. Hitler faşizminin ekonomik olarak en
büyük destekçisi olan Siemens, Krupp, Deutsche Bank, Flick, ABS gibi tekeller de ülkenin en
büyük tekelleri olmaya devam ediyorlardı. 1949 yılında ilk kez toplanan Federal Parlamento
oturan her sekiz milletvekilinden birisi Hitler’in partisi üyesiydi. Yine, Hıristiyan Demokrat
Birlik (CDU) partisinin ilk başkanı olan Konrad Adenauer başkanlığında kurulan ilk
hükümette neonazi geçmişi olan bakanlar ve müsteşarlar bulunuyordu.
Bütün bunlar, II. Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan Federal Almanya hükümetinin en temel
özelliklerinin başında antikomünizm olduğunu açık olarak gösteriyordu. Ayrıca, Hitler
faşizmi yıkıldığı halde, eski naziler örgütlenmelerini dağıtmamaya çalıştılar. Hitler’in partisi
yeniden kuruldu, ancak 1952’de Anayasa Mahkemesi tarafından yasaklandı. Bu arada, başka
neonazi örgütleri de kurulmaya başladı.

235
FARUK ARSLAN

Alman gazeteci Olaf Goebel’in yazdığına gore de, F. Almanya’da Gladyo’nun ilk kurucusu,
Türkiye’de MİT’in de kurulmasında önemli rol oynayan Reinhard Gehlen’dir.
BND’nin kurulmasında öncü rol oynayan nazi general Gehlen’in Türk Milli İstihbarat
Teşkilatı (MİT)’in oluşumunda da Fuat Doğu ile birlikte çalıştığı biliniyordu.
Gehlen’in en büyük başarısı Amerikan askeri üslerinin çoğunluğunu Almanya topraklarına
taşımasıdır. NATO’Nun askeri kalbi Almanya’da atar. Bu nedenle en güçlü ve dağıtılması
neredeyse imkansız olan derin devletin Gladyo yapılanması olan Kılıç Almanya’da yerleşir.
ASlınfa Almanya 1945’den beri resmen Amerikan işgali altındadır, milliyetçi Almanlar bu
gücü artık ülkelerden tamamen atmaya çalışmaktadır.1990’dan beri Almanlar Amerikan as-
kerinin yüzde 70’ini geri göndermiştir ve profesyonel orduya geçerek, orduyu küçültmüştür.
Buna rağmen halen bu ülkede kalan ve diğer ülkelerdeki Amerikan askeri üslerine göz at-
mak yeterlidir.
ABD'nin yaklaşık 760 askeri üssünden çoğunluğu bu ülkenin dışında bulunuyordu. ABD'nin
yabancı ülkelerde askeri kuvvet bulundurması temel olarak iki nedene dayanıyordu; stratejik
ve politik nedenler ile askeri nedenler. Stratejik ve politik nedenler arasında ABD'nin
dünyanın süper gücü olduğunu göstermek istemesi en önemli etkendi. ABD'nin çıkarlarını
doğrudan korumak, ana karalara kolaylıkla ulaşmak, doğru stratejiler uygulayıp uygun as-
keri kuvvetleri kullanarak önemli müttefik ilişkilerini korumak, güçsüz (ve genelde ABD
çıkarlarına hitap eden) ülkeleri koruyarak dengeleri sağlamaktı.
Askeri nedenler arasında ise bölgesel durumlara hakim olma ve bilgi alma kolaylığı,
müttefikleri eğitme olanağı, bölgeleri daha iyi tanıyarak stratejiler geliştirebilme ve acil
durumlarda anında harekete geçme sayılabilirdi. ABD'nin sürekli olarak yurt dışında görev
yapan, rotasyonla hareket eden ve beklenmedik durumlarda operasyonlara katılan birlikleri
bulunuyordu. Normal koşullarda ülke dışındaki Amerikan askeri sayısı yaklaşık 235 bin ile
400 bin arası değişiyordu. Rotasyon ve bazı özel durumlarda bu sayı daha da artabiliyordu.
Birliklerin yüzde 44'ünü Amerikan Kara Kuvvetleri, yüzde 30'unu Hava Kuvvetleri, yüzde
26'sını ise Deniz Kuvvetleri oluşturuyordu. Dünyanın Çin’den sonra ikinci büyük ordusu-
ydu.
Amerikan Kara, Hava ve Deniz Kuvvetleri'nin Avrupa'da 109-134 bin, Asya ve Pasifik'te 90
bin personeli bulunuyordu. Bunların yaklaşık 48 bini Hawaii'de. Körfez'de ise 1991 yılında
dek ABD askeri bir varlık göstermiyordu. Bugün ise yılın büyük bölümünde bölgede faaliyet
gösteren 140 bin personel bulunuyordu.. Bu asker rakamları Almanya’da bugün 38 bine
düştü. ABD'nin ülke dışındaki belli başlı üsleri arasında aşağıdakiler sayılabilir:

DENİZ KUVVETLERİ:
1. Bahreyn - ASU-Bahrain
2. Diego Garcia - NSF Diego Garcia
3. Guam - USN Forces Marianas
4. Güney Kore - COMFLEACTS Chinhae
5. İngiltere - COMNAVACTUK London
6. İspanya - NS Rota
7. İtalya - NAS Sigonella
8. İtalya - NSA Gaeta
9. İtalya - NSA La Maddalena
10. İtalya - NSA Napoli

236
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

11. İzlanda - NATO Üssü Keflavik


12. Japonya - FLTACT Sasebo
13. Japonya - FLTACT Yokosuka
14. Japonya - NAF Atsugi
15. Japonya - Camp S D Butler (deniz piyadeleri)
16. Japonya - MCAS Iwakuni (deniz piyadeleri)
17. Küba - NS Guantanamo Körfezi
18. Puerto Rico - NS Roosevelt Roads

HAVA KUVVETLERİ:
1. Almanya - Geilenkirchen AB
2. Almanya - Ramstein AB
3. Almanya - Rhein-Main AB
4. Almanya - Spangdahlem AB
5. Avustralya - Woomera
6. Guam - Andersen AFB
7. Güney Kore - Kunsan AB
8. Güney Kore - Osan AB
9. İngiltere - RAF Lakenheath
10. İngiltere - RAF Mildenhall
11. İngiltere - RAF Molesworth
12. İtalya - Aviano AB
13. Japonya - Kadena AB
14. Japonya - Misawa AB
15. Japonya - Yokota AB
16. Panama - Howard AFB
17. Portekiz - Lajes Field
18. Suudi Arabistan - ABD Askeri Eğitim Misyonu
19. Türkiye - İncirlik AB
20. Türkiye - İzmir AS

KARA KUVVETLERİ:
1. Almanya - Ansbach
2. Almanya - Bad Kreuznach
3. Almanya - Bamberg
4. Almanya - Baumholder
5. Almanya - Darmstadt
6. Almanya - Friedberg
7. Almanya - Giebelstadt
8. Almanya - Giessen Depot
9. Almanya - Grafenwoehr
10. Almanya - Hanau
11. Almanya - Heidelberg

237
FARUK ARSLAN

12. Almanya - Hohenfels


13. Almanya - Illesheim
14. Almanya - Kaiserslautern
15. Almanya - Kitzingen
16. Almanya - Mannheim
17. Almanya - Schweinfurt
18. Almanya - Stuttgart
19. Almanya - ABD Ordusu Avrupa
20. Almanya - ABD Bad Aibling
21. Almanya - Vilseck
22. Almanya - Wiesbaden
23. Almanya - Wuerzburg
24. Belçika - NATO-Brüksel
25. Belçika - Shape-Chievres
26. Güney Kore - Camp Casey
27. Güney Kore - Camp Henry-Taegu
28. Güney Kore - Camp Hialeah-Pusan
29. Güney Kore - Camp Humphreys
30. Güney Kore - Yongsan
31. Hollanda - Schinnen
32. İngiltere - Menwith Hill 33. İtalya - Livorno
34. İtalya - Vicenza
35. Japonya - Camp Zama
36. Japonya - Torii Station
37. Panama - Fort Clayton
38. Puerto Rico - Fort Buchanan

Görüldüğü gibi stratejik askeri üslerin çoğunluğu Almanya’dadır. Amerikalılar Almanya’da


60 yıldır dokunulmazlık statünde yaşıyorlardı. Nazilerin artığı olan akımları bu nedenle her
zaman içine sızarak amaçları doğrultusunda kontrol ettiler. NPD içindeki istihbarat görevli-
lerinin sıradan eylemci olmayıp faşist partinin eylemlerine yol gösteren politikaların belirlen-
mesinde etkili rol oynayan kişiler olmalarıyla, devletin gizli servis-faşist parti organizasyonu
üzerinden icraat göstermesi, devlet ajanlarının faaliyetlerini daha da ilgi çekici kılıyordu.
Normal olarak ajanlar, eğer bir örgütü izlemekle görevlendirilmişlerse, örgütün ya da ör-
gütlerin eylemlerini önleme ve o örgütlerin darbe yiyerek çökmelerini sağlamak üzere çaba
göstermeleri gerekirdi. Ama, eğer ajanlar izlemekle görevli oldukları örgütü zayıflatmaya
değil de güçlendirmeye çalışıyorlarsa, o zaman hedef örgütler üzerinden devletin
gerçekleştirmeye çalıştığı amacın kapsamı genişleyip farklılaşıyor demektir. CIA’nın poli-
tikası budur. (125)

Almanya, göçmenlere yönelik ırkçı cinayetler konusunda gündeme gelen yeni bilgilerle,
Ekim 2011’den itibaren adeta artçı sarsıntılar yaşıyordu. Sekizi Türk dokuz göçmeni öldüren
Neonazi terör örgütüyle ilgili soruşturma, Alman istihbaratının katillerin yerini bildiğini or-
taya çıkardı. Tanınmış siyasi dergilerden Spiegel; Thüringen ve Sachsen eyaletlerinin iç istih-

238
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

barat dairesi olan anayasayı koruma dairelerinin, dokuz göçmen kökenli esnafı öldüren Neo-
nazi teröristlerin 1999 yılında Chmenitz kenti çevresinde saklandıklarını bildiğini yazdı. Gizli
bir araştırma raporuna göre, yetkili makamlar silahlı saldırılar hakkında somut ipuçlarına
dahi ulaşmışlardı. Teröristlere yardım eden iki kişinin kaldığı evi belirleyen istihbaratçılar,
Uwe Böhnhardt ve Beate Zschaepe adlı örgüt mensuplarının da bu eve geldiğine dikkat
çekmişti. Federal Anayasayı Koruma Dairesi'nin söz konusu raporu, Noel'den önce federal
hükümete gönderilmiş. İstihbarat memurlarının 2000 yılının bahar ayında yaptıkları taki-
plerde Uwe Böhnhardt, Uwe Mundlos ve Beate Zschaepe adlı teröristlere çok ya-
klaştıklarının belirtildiği raporda, istihbarat elemanlarının bu gözlemler sayesinde Neonazi
teröristlere yardımcı olan iki kişinin kaldığı bir eve ulaşmıştı. Zschaepe ve Böhnhardt'ın da
bu eve ziyarete geldiğinin tahmin edildiği raporda ayrıca, "En geç 1999 yılı ortalarında, ara-
nanların Chemnitz çevresinde ikamet ettiklerine dair bilgiler yoğunlaşıyor.'' cümlesi yer aldı.
Bunun dışında 1999 yılında yer altına inen Neonazilerin, kriminal işlere bulaştığından da
şüphe duyulmuş; gözaltına alınan bir Neonazi, devlet adına çalışan bir muhbire, göçmenlere
yönelik cinayetleri işleyen Neonazi üç teröristin çok sayıda eylem gerçekleştirdikleri için
artık paraya ihtiyaçları olmadığını söylemişti. Neonazi skandalı, Uwe Böhnhardt ve Uwe
Mundlos isimli zanlıların polis tarafından yakalanmak üzereyken intihar etmeleri üzerine
patlak vermişti. Hemen ardından Beate Zschaepe isimli zanlı da diğer zanlılarla bir süre be-
raber yaşadığı bir evi ateşe verip polise teslim olmuştu. Yanan evin enkazından Neonazi kati-
llerin işledikleri cinayetlerle övündükleri CD'ler çıkmıştı. Daha sonra ırkçıları izlemekle
görevli istihbarat örgütü Anayasayı Koruma Dairesi eleştiri oklarının hedefi haline gelmiş ve
bu süreçte aşırı söz konusu cinayetleri işleyen Neonazilerin Nasyonal Sosyalist Yeraltı (NSU)
isimli istihbarat tarafından izlenen bir gruba üye oldukları ortaya çıkmıştı. Arka arkaya or-
taya çıkan skandallar aşırı sağcı gruplar içerisindeki muhbirleri tartışmaya açmış ve aşırı
sağcı Milliyetçi Demokratik Parti'nin (NPD) kapatılmasını tekrar gündeme getirmişti.

HVA-BND-MOSSAD BAĞLANTISI

Biraz geriye gidelim ve BND ve MOSSAD arasındaki bağların köklerine göz atalım. Markus
Wolf 1923 yılında komünist oyun yazarı Yahudi Friedrich Wolf'un oğlu olarak dünyaya gel-
mişti. KGB'yle bağlantılı çalışan Wolf kısa sürede HVA Başkanlığı'na getirildi. Doğu Al-
manya İstihbarat Servisinin başında 1958'den 1987'ye kadar Markus Wolf bulunuyordu. Bu
soğuk savaşın en gözde casusu, Batı Almanya'da ve diğer NATO ülkelerinde yüzlerce ajan
yetiştirdi. Almanya birleştiği zaman, Wolf tutuklanmaktan kurtulmak için Moskova'ya
kaçmıştı. Alman Hükümeti'nin kabul ettiğine göre Federal İstihbarat Servisi tarım malzemesi
adı altında İsrail gizli servisi Mossad'a askeri malzeme yollamıştı. Oysa bu, Wolf'u hiç
şaşırtmıyordu. İyi bilmekteydi ki BND ile Mossad arasında yakın bir işbirliği mevcuttu. Mos-
sad'ın içinde BND'den, BND'nin içinde de Mossad'dan delegeler vardı. (126) Yahudi şef Mar-
kus Wolf'un başkanlığında Doğu Alman gizli servisi HVA, Münih Olimpiyatları'nda İsrailli
sporcuların öldürülmesi, Margaret Thatcher'e suikast girişimi, Beyrut'ta 17 CIA ajanının
öldürülmesi gibi birçok olaya karışmıştı. The Post gazetesi, yayınlanan bir köşe yazısında
casus Wolf'un şu olaylarla ilişkisi olduğunu iddia etti: 1972 Münih Olimpiyatları'nda İsrailli
atletlere karşı düzenlenen Kara Eylül saldırısına silah sağlanması, Margaret Thatcher'i
öldürmek için Brighton Grand Hotel'in IRA tarafından bombalanması, 1983'te Beyrut'taki

239
FARUK ARSLAN

Amerikan Konsolosluğu'nda 17 CIA ajanının öldürülmesi... Yahudi asıllı Wolf, bir kitap yaz-
mak için yakın geçmişte Doğu Berlin'den Moskova'ya gitmişti. Batılı istihbarat kaynaklarına
göre gerçekte Wolf, Mikhail Gorbaçov tarafından KGB'nin yeniden düzenlenmesi için Rus-
ya'ya çağrılmıştı. Batılı kaynaklara göre, Sovyetler bir KGB generali olan Wolf'u ve Batı Al-
man kuruluşlarına yerleştirdiği "adamlarını", Birleşmiş Almanya'yı NATO'dan çıkarmak için
kullanmayı planlıyordu.

Doğu Almanya'da reform hareketlerinin lideri olmasına rağmen, birçok Doğu Alman,
Wolf'un şimdi resmen dağılmış olan Alman gizli polis örgütü Stasi ile ilişkisini göz önüne
alarak, kendisinin gerçek amacı konusunda kuşku duyuyorlardı. Bu arada BND, pek çok is-
tihbarat örgütünün Mossad'a yaptığı "hizmeti" de yapmış, İsrail aleyhtarı tutukluları "sorgu-
lamaları" için Mossad ajanlarının eline vermişti. 1979'da Almanya'da bir skandal ortaya çıktı.
Bu skandal Der Spiegel'de açıklandı. Buna göre İsrail ajanları Alman hapishanelerine alınıp,
rahatlıkla Filistinli mahkumları sorguya çekebiliyorlardı. Hıristiyan Demokrat Partisi
Başkanı Franz Joseph Strauss'da bunu basın toplantısında teyid etmişti. BND ve Mossad
ilişkileri Camp David'den sonra daha da kuvvetlenmişti. (127) BND-Mossad ilişkisinin kilit
isimleri arasında eski Nazi subayları da vardı: "BND Başkanı, eski Nazi subayı Gehlen de
Mossad'la sıkı işbirliği içindeydi. Gehlen, Alman gizli servisi BND'nin başında bulunduğu
sürece BND ile Mossad arasında etkin bir işbirliği vardı. Mossad Almanlarla yaptığı bu işbir-
liğine karşılık Alman cezaevlerinde bulunan Mossad aleyhtarlarını sorguladı. (128)

BND Başkanı Gehlen emekli olunca, yerine Gerhard Wessel geçti. Gerhard Wessel de Gehlen
gibi eski bir Nazi subayıydı. Daha sonraları BND'ye yeni genç isimler de katıldı. Fakat siyo-
nizm ile iyi giden ilişkiler hiç bozulmadı. Eski Nazi ajanlarının İsrail'i güçlendirmeye yardım
etmesi böylece sürüp gitti. Almanya'da kontrgerilla hareketinin adının da "Gehlen Harekatı"
olması tabii ki ilginç rastlantılardandı. BND'nin bağlantıları, Yahudi finans lobisi Trilateral ve
Rockefeller'a kadar uzanıyordu: BND'den Gehlen, 1955 yılındaki Bilderberg toplantısına
katılmıştı. (129)

Manfred Murstein'da Mossad adına BND'de faaliyet gösteren Mossad'ın üst düzey ajan-
larındandı. Ernest Volkman konuyu şu şekilde özetliyor:

Manfred Murstein takma adlı Mossad ajanı BND'de çalışıyor. Yıllarca Monzar Al Kassar adlı
uyuşturucu ve silah kaçakçısını Mossad adına takip ediyor. Saddam Hüseyin'in gerektiğinde
öldürülmesi için yapılan planlardan biri Murstein'a ait. Plan şöyle: Saddam Hüseyin'e yakın
bir kişiyi para karşılığı ya da tehditle ayarlayıp Saddam'ın odasının planı istenecek. O kişinin
haberi olmadan üstüne patlama gücü yüksek olan patlayıcı yerleştirilecek. Sığınağın tesi-
satını yapan Alman şirketiyle anlaşılıp bu bombanın ateşlenmesi ayarlanacak. BND'den
Ghunter (Yahudi) David Rockefeller yönetimindeki Trilateral Komisyonu'nun kurulmasında
yer aldı. (130)

Wolfgang Lotz 1921 yılında Almanya'da doğmuş bir Yahudiydi. Lotz 16 yaşında yeraltı
teşkilatı Haganah'a katılmıştı. 1956 yılında İsrail askeri haberalma teşkilatı Aman ona
yaşamını değiştirebilecek bir görevde çalışmak isteyip istemediğini sordu. Bu sırada İsrailli-

240
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

ler, Mısır Devlet Başkanı Cemal Nasır'ın füze konusunda uzman eski Alman bilim adam-
larıyla diğer ordu uzmanlarını kendi bünyelerine aldığını işitmişlerdi. Aman'ın bu son de-
rece sıkı korunan yapıya sızabilecek bir ajana ihtiyacı vardı. Lotz bu plana en uygun kişiydi.
Sarı saçları ve mavi gözleriyle asla bir Yahudiye benzemiyor, aksansız ve kusursuz bir Al-
manca konuşuyordu. Lotz'un kimliği değiştirildi ve Nazi hedefleri ve ideolojisine yakınlık
duyan Kuzey Afrika'da savaşan eski bir Alman askeri oluverdi. BND gerekli evrakların
düzenlenmesinde İsrailliler'e yardımcı oldu. Lotz efsanesini tamamlamak amacıyla, BND
kaynağı olan sarışın bir Alman kızını da eşi rolüyle ortaya çıkarmışlardı. (Aslen İsrailli olan
bu genç kız daha sonra gerçekten de Lotz'un eşi olmuştur.) Lotz 1959 yılında Kahire'ye gitti.
Lotz'un yakın ilişki kurduğu Mısırlı üst düzey ordu mensuplarından bazıları, Alman bilim
adamlarını yakından tanıyorlardı. Mısırlılar Lotz'u askeri üslere çağırıyor ve burada İsrailli-
lerin çok merak ettikleri konular olan askeri güçlerinden, takviye kuvvetlerinin niteliklerin-
den, uçaklarının kapasitesinden rahatça söz ediyorlardı. Mısırlılar 1965 yılının başlarında
Rus Ordu Haberalma Servisi GRU'nun yardımıyla Lotz'un yasadışı telsiz yayını yaptığını
saptadı. Lotz ve karısı tutuklandı. Lotz BND ajanı rolü oynadı ve karısıyla beraber ömür
boyu hapse mahkum oldu. 1967 Savaşı'nda İsrailliler Lotz ve karısı karşılığında 500 Mısırlı
tutsağın iade edileceğini söylediğinde, Mısırlılar Lotz'un İsrailli olduğundan emin olabil-
mişlerdi. Sonuçta gönülsüz bir şekilde anlaşmaya razı oldular.

Devlet ajanları sızdıkları ya da NPD’de görüldüğü gibi kurucusu oldukları örgütün poli-
tikasında belirleyici oluyorlarsa ve bu örgütün büyümesi için çaba gösteriyor, enerji harcıyor-
larsa, bütün bu eylem ve çabalar devlet kurumlarının bilgisi dahilinde gerçekleşiyorsa, bu tür
örgütleri devlet örgütü olarak görmek ve adlandırmak için yeterli neden var demektir.
Kısacası gerçek terörün sahibi güya onla mücadele edenlerdi. 11 Eylül 2001’den sonra gelişti-
rilen doktrinlerde terörle mücadele baskı, zulüm ve ayrımcılık için gerekçe haline getirildi.
Bu durumda faşist-ırkçı partiler içindeki devlet ajanları, bu parti veya partilerin eylemleri
içinde, eylemlerin etkili olmasını sağlamak üzere faaliyet gösterirken, sıkıştıkları herhangi bir
durumda, ceplerinden istihbarat kimliklerini çıkararak, Hitler selamıyla ‘Heil ajan!’çekme-
leri, sıradan bir tutum haline gelebilirdi! Eski İç İşleri Bakanı Otto Schily’nin geçmişte sergile-
diği ırkcı tutumuna bakılırsa, bu tür olayların çoğalmasına şaşmamak gerekir. Almanya’da
ırkçı örgütler içinde ortaya çıkan neonazi ajanlar skandalı, bu söylediklerimizin bir fantezi
değil, yaşanan gerçekler olduğunun göstergesiydi. Bu türden örgütler içinde ya da bunların
yönetimlerinin tümü açısından ajan kullanılması amaca uygun düşüyordu. (65) Durum böyle
olunca, ırkçı NPD içinde ortaya çıkan ajanların faaliyetiyle bu tür parti ve örgütlerin faaliyeti
ve hedefleri arasında temelde bir amaç farklılığı bulunmuyordu. Ortaya çıkan belgelerin bu
ırkçı partilerin önemli bir kısmının devletin ajanları tarafından kurulduğu ve eylemlerine
yön verildiği düşüncesini güçlendiriyordu.

Sonraki bölümde Gehlen sonrası Almanya, iki Almanya’nın birleşmesi sürecinde yaşananlar
ve yeni dünya düzeni BND’nin yeniden yapılandırılmasını inceleyeceğiz.

241
FARUK ARSLAN

Onikinci Bölüm

GEHLEN SONRASI KILIÇ

Gehlen, Batı Almanya bünyesinde 1968’e (1956’a kadar 1. adam olarak) kadar görevini
sürdürdü ve 1979’da 77 yaşında hayata gözlerini yumdu. Hatıratını ‘Servis’ adlı kitabında
topladı. Soğuk Savaş’ın belki de en soğuk casus şeflerinden biri olan Gehlen ve onun organi-
zasyonu Gehlen org. o zaman bu zaman özellikle Sovyetler Birliği’nin dağılması ve Ko-
münist dünyanın önemli ölçüde çökmesiyle unutulmuş gibi gözüküyordu.
İtalya’da ortaya çıkan NATO’nun gizli ordusu haberleri TAZ’da yayınlanınca, Yeşillerin mi-
lletvekili Manfred Such, 5 kasım 1990 tarihli soru önergesiyle, Helmut Kohl Hükümetini,
böyle bir örgütlenmenin olup olmadığı konusunda açıklama yapmaya zorladı. Başbakan
böyle bir örgütlenmenin olduğunu, olayı önemsemeyerek kabul etti. Savunma Bakanlığı’nda
konuyla ilgili bir açıklama hazırlanırken, RTL televizyonunda Gladio ile ilgili yapılan bir
programda Alman Gladyo’su içinde eski” Waffen SS” artıklarının olduğu haberinin yayın-
lanması tansiyonu yükseltti ve Hükümet sözcüsü Hans Klein (CDU) yaptığı açıklamada Al-
manya’daki örgütlenmenin, diğer pek çok ülkede olduğu gibi, aşırı sağ örgütlerden devşirme
gizli bir komando veya gerilla birliği olmadığını ancak ne olduğunu da “devlet sırrı” olduğu
için açıklayamayacağını söyledi. Federal Almanya’da seçimlere gidilmekteydi ve muhalefet-
teki SPD ve Yeşiller olayın üstüne gittiler. SPD’nin parlamentoda milli savunma konularında
uzmanı olan Hermann Scheer bu grubu “Ku Klux Klan”a benzetti, halka ve muhalefete karşı
operasyonlar düzenlediğini söyledi. SPD, Parlamento’nun ve hükümetin kontrolü dışında
askeri bir örgütlenmenin ve anayasaya karşı olduğu için, olaya Cumhuriyet Baş Savcısı’nın
(General Bundesanvalt) el koyması gerektiğini söyledi.
Yine SPD’nin, istihbarat kuruluşunu kontrol eden komisyonun üyesi olan Wilfried Penner,
“NATO’nun gizli bir ağının varlığını hiç duymadığını…. Ve bu kamunun önünde tartışıl-
ması gerektiğini….” söyledi. Yine aynı komisyonun üyesi olan Burkhard Hirsch (FDP) “ …
son derece endişe ettiğini, bir şey bu kadar yıl gizli tutulmuşsa, uzun yıllara dayanan deneyi-
mlerime inanın, kokuşmuş bazı şeyleri saklamaktadır ….” dedi. SPD sıralarından konuyla
ilgi araştırma açılması isteklerine karşı, hükümetteki CDU, bu konunun senelerce hükümette
olan SPD’nin de bildiği bir konu olduğunu hatırlattı ve konu, Yeşiller’in üyesinin bulunma-
dığı “Parlamentariche Kontrollkomission - PKK”un 22 Kasım 1990 kapalı oturumunda
görüşüldü.
Bu kısaca anlattığım gelişme gazetelere geçen, bilinen politik süreç,. Peki buraya nasıl ge-
lindi?
1990 yılında yazılan, yukarıda sözünü ettiğimiz, Federal Almanya Hükümeti’nin raporu,
stay-behind ordusunun NATO ülkelerinde, İkinci Dünya Harbi’nin hemen bitiminde
başladığını söyler. Harbin sonunda İşgal altındaki Almanya’da tam bir karmaşa hüküm

242
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

sürüyordu. ABD, İngiltere, Fransa olası bir Kızıl ordu saldırısına karşı, büyük bir gizlilik
içinde, askeri bir gücü hazırlamayı düşündüler. Aynı yıl RTL (Almanca yayınında) televi-
zyonunun programında bu gücün elemanlarının eski Waffen SS ’lerden oluştuğunu öğren-
mek Alman kamu oyunu şoke etti. Yine bu yıllarda açıklanan bir bilgide bu kararın ABD Ge-
nelkurmayının “Overall Strategie Concept” başlıklı bir belgesi üzerine hazırlandığı belli olu-
yordu. ABD, İngiliz ve Fransız işgal bölgesinde yürütülen çalışmalarda amaçlanan, en kısa
zamanda, politik duruşlarına bakmaksızın, anti-komünist inanışları temel olarak alınan, silah
ve patlayıcı kullanabilen eski Nazilerin gizli bir ordu (stay-behind) çatısı altında derlenmesi
idi.
İlginç olan, ABD, Pentagon’un oluşturduğu ”Counter Intelligengence Corps - CIC” ile Nazi-
leri Nurmberg (Savaş suçluları) Mahkemesi’nde yargılamaya hazırlanırken , öte yandan bun-
ları CIA eliyle gizli bir ordu çatısı altında toplamaya başlıyordu. Bu proje ilk kez 1986
yılında, Allan Ryan’ın hazırladığı, 600 sayfalık ABD Adalet Bakanlığı’nın bir raporunda or-
taya çıktı. Raporun açıklanması ile ilgili yapılan basın toplantısında ABD adalet Bakanlığı sö-
zcüsü, Barbie’nin Alman stay-behind ordusunun kuruluşuna aktif olarak katıldığını kabul
etti. Bu raporda, 1986 yılında CIC’nin savaşın bitiminden hemen sonra eski SS subaylarının,
aralarında Lyon Kasabı olarak bilinen Klaus Barbie’nin ve SS Oberstrumführer Hans
Otto’nun olduğu Nazilerin, yine Klaus Barbie’nin örgütlemesiyle bu gizli ordu çatısı altında
toplandığı ve cezalandırılmaktan kurtuldukları açıklanıyordu. Yani Alman stay-behind or-
dusunun çekirdeğinin kuruluşu Barbie’nin çabalarıyla oluştu. Barbie, Almanya’nın aşırı sağcı
Bund Deutscher Jugent’in (BDJ) kuruluşunda aktif rol aldı. Daha sonra Nazilerin kaçışı, Va-
tikan’ın da yardımıyla oluşturulan gizli bir ağ ile, Arjantin’e yönlendirildi.
Adalet bakanlığın açıklamasında, Müttefiklerin aranan hiçbir Nazi suçlusuna görev verme-
diğini de söylüyordu. Daha sonra yapılan araştırmalar ve açıklamalar bu sözlerin doğru ol-
madığını ortaya çıkardı. ABD’nin kadrosuna aldığı en önemli isimlerden bir diğeri de Rein-
hard Gehlen’di Alain Guérin yazdığı biyografiye “Le Général Gris” ismini vermişti. Alman
Federal Haber Alma Teşkilatı’nı (Bundesnachrichtendienst - BND) kuran General Gehlen ile
ilgili şu hikaye anlatılırdı; “…. 1968 yılı Haziran ayında, Washington’a gitmek için Bonn ha-
vaalanında bekleyen Franz Josef Strauss’a gazeteciler Amerika’dan U – 2 alıp almayacağını
sorarlar. Dönemin güçlü dışişleri Bakanı Starauss – Niye alalım? Bizim Gehlen çok daha be-
cerikli. Dahası da yakalanmıyor !... diye cevap verir. General Gehlen ismi Türkiye için de
önemlidir. Başta ünlü MİT başkanı Fuat Doğu olmak üzere pek çok Türk istihbaratçısı Geh-
len tarafından yetiştirilmiş ve Alman istihbaratı Türkiye istihbaratı üzerinde etkin olmuştur.
1990 yılında Gladyo skandalı patlak verdiğinde, ismi açıklanmayan bir eski NATO istihbarat
sorumlusu General Gehlen’in Alman Stay-behind ordusunun kurucusu olduğunu ve
NATO’nun, CIA başkanı olan General Frank Wisner’in Alman Haber Alma Teşkilatını tama-
men kendine bağlı, bir parçası haline getirdiğini açıkladı. Bunu Federal Almanya Başbakanı
Kondrad Adenauer’in de bildiği ve Başkan Truman ile Adenauer arasında 1955 yılında ya-
pılmış yazılı anlaşmalar olduğu açığa çıktı.
Daha sonra gazetelerde Stay-behind ordusunun aşırı sağcı Technischer Dienst ve Bund
Deutscher Jugent içinde CIA’ın kontrolünde ve maddi desteği ile örgütlendiği bilgileri yayın-
landı. 29 Ekim 1952 tarihli Der Spiegel, Almanya’da görülen örgütlenmelerin Fransa, Belçika,
Hollanda, Luxemburg, İtalya, İspanya ve Portekiz gibi başka “Batı Avrupa” ülkelerinde de
olduğunu vurguluyordu. Haftalık dergi, Fransa’da bu gizli ordunun Sosyal Demokrat İçişleri
bakanı Jules Moch’un bilgisi dahilinde 1948 yılında kurulduğunu da yazıyordu.

243
FARUK ARSLAN

Bu haber patlaması, Der Spiegel’in anlattığına göre, 9 Eylül 1952 günü Eski bir SS subayı olan
Hans Otto’nun Frankfurt adi suçlar polisine giderek, kendi isteğiyle yaptığı açıklamalarla
başlamıştı. Eski SS subayı verdiği ifadede, “…. politik bir direniş örgütünün üyesi olduğunu,
olası bir Sovyet işgali halinde sabotaj eylemleri yapacaklarını, köprüleri bombalayacaklarını
…. “, “ … belli üyelerin ideolojik eğitime tabi tutulduklarını …”, “…. ABD, Rus ve Alman ya-
pısı silahları kullanmayı öğrendiklerini … “, “ … askeri eğitim aldıklarını, askeri taktikleri
öğrendiklerini … “, “ …. bu kişilerde pek çoğunun eski Alman hava ve kara ordusu, Waffen
SS mensubu olduklarını … “, “ … örgüte maddi desteğin Sterling Garwood isimli bir ABD
vatandaşı tarafından sağlandığını … “, ” … olası bir Sovyet işgalini beklerken, iç politikada
potansiyel bir tehlike olarak gördükleri KPD (Kommunistische Partei Deutschland) ve
SPD’yi (Sozialdemıkratische Partei Deutschland) hedef aldıklarını …. “ anlatmıştı.
Eski bir SS subayı olan Hans Otto’nun itiraflarından sonra geniş bir polis araştırılması
başlatıldı. Stay Behind gizli ordu kuruluşunun yaklaşık olarak 17 bin kişilik bir üyeye sahip
BDJ (Bund Deutscher Jugend) ve TD (Technischer Dienst) çatısı altında toplandıkları, Oden-
wald Ormanları kıyısındaki Waldmichelbach kasabasının yakınlarında ve ABD askeri üssü
Grafenwöhr’da eğitim gördükleri, “Wamiba” kot isimli bir yerdeki gizli atış poligonu ol-
duğu, sorguya çekme yöntemleri öğretildiği, bu kuruluşlar ile CIA arasındaki para akışını
Paul Lüth isimli bir Alman vatandaşının yönettiği ortaya çıktı. Yukarıda ismi geçen ABD va-
tandaşı Sterling Garwood bu kamplara sık sık gelmekte ve eğitim verenler arasında görülme-
kteydi.
Ortaya çıkan bu gerçekler görünüşte ABD – Federal Almanya ilişkilerini gerdi. Konrad Ade-
nauer bütün bu olaylardan haberi olmadığını söyledi. ABD Büyükelçisi Donnelly bu girişim-
lerin Kore Savaşı süresinde oluşturulduğunu ve daha sonra terk edildiğini söyledi.
Olay Hessen eyaletinde patlak vermiş olmasına rağmen, federal düzeyde olduğu da ortaya
çıktığından bütün Almanya’yı sarstı. Hessen eyaletinin, olayların açıklık kazanması için be-
klediği destek Başkent Bonn’dan gelmedi. Tam aksine iktidardaki CDU (Christlich Demokra-
tische Union Deutschlands) ABD yetkililerle müzakerelerle başlayarak olayı ört bas etmeye,
araştırmaları durdurmaya çalışıyordu. Karlsruhe Anayasa Mahkemesi, bütün Federal Al-
manya halkını şaşırtan, 30 Eylül 1952 tarihinde aldığı bir kararla “sanıkların değişik ABD
ajanslarının emri ile kuruldukları gerekçesiyle”, Frankfurt polisi tarafından tutuklanan ve
sorguya çekilen bütün TD üyelerinin serbest bırakılmasına karar verdi. Hessen Eyaleti Başba-
kanı August Zinn, “ …. Yüce mahkemenin ABD kontrolünde ve kararın kabul edilemez …. “
olduğunu söyledi, olayı Federal Parlamento’ya taşımaya karar verdi. İlk defa basın, Alman
ve yabancı kamu oyu resmen, Parlamentoda eski Nazilerin içinde olduğu, ABD tarafından
finanse edilip yönetilen stay-behind isimli kuruluşu öğrendi. Parlamento’da yaptığı
konuşmada Zinn, “ …. bu konuyu kapatması için başbakan Adenauer ve ABD yüksek Komi-
seri Reeber tarafından baskıya uğradığını …. “ “ … ve polisin ortaya çıkardığı bütün olay-
ların ve bu işin 30 yıldan bu yana sürdüğünü, “TD yöneticilerinin değişik Federal Almanya
politikacılarıyla ilgili suikast planları hazırladıklarını itiraf ettiklerini”, “…. ABD’den
aldıkları yıllık yardımın 50 000 DM’ı bulduğunu… “ polis bulgularına dayanarak anlattı.
1981 yılında emekli olan, CIA’da otuz yıl çalışmış,Thomas Polgar, Almanya’da CIA
sorumlusu olduğu yıllarda (1950 – 70), böyle bir örgüt olduğunu ve söylenenlerin gerçek ol-
duğunu 1990 yılında kabul etti. 1990 yılında Dieter von Glahn “ …. stay-behind kuruluşunun
sadece Hessen esyaletinde değil öteki eyaletlerde de bulunduğunu ve görevlerinin “Gladyo”
ile aynı, Almanya’nın milli istihbarat kuruluşu olan Bundesamt für Verfassungsschutz –

244
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

BfV’un da bu kuruluştan ve çalışmalarından haberdar olduğunu …. “ söyleyecekti. (131)


General Gehlen ve başında olduğu “Organisasyon Gehlen” bu çalkantılardan, kuruluşun is-
mini değiştirip, “Bundesnachrichtendienst - BND” adı altında fire vermeden çıkacak çalışma-
larına devam edecekti. Willy Brandt’ın başbakan yardımcısı olduğu dönemde Başbakanlığın
hazırlatığı “Rapport Merckel” günümüzde hala açıklanmamıştır. 1955 yılında Federal Al-
manya’nın NATO üyesi olmasından sonra NATO’nun Almanya’daki gizli ordusu stay-
behind, NATO içindeki “Allied Coordination Committee”ye entegre edildi ve resmi, gizli bir
kuruluş halini aldı. AEG, Bosch, Siemens, Daimler gibi kuruluşlar da bu sistem içinde yerle-
rini aldılar.
Bütün soğuk harp boyunca Almanya ikiye bölünmüştü. Federal Almanya adına gizli savaşı
CIA’ya bağlı Bundesnachrichtendienst – BND, Demokratik Almanya (DDR) adına KGB’ye
(Komitet Gossoudarstvennoï Bezopasnosti – Devletin Güvenliği için Komite) bağlı, “Stasi”
diye anılan, “Ministerium für Staatssicherheit. – MfS” yürüttüler. BND, CIA ve MI6 (Military
Intelligence [section] 6), tarafında “kevgir” olarak görüldü. Duvarın yıkılmasından sonra
“Stasi”nin açıklanan belgelerinden, bu kuruluşun stay-behind’i yakından takip ettiği ve
ayrıntılı bilgi sahibi olduğu anlaşıldı.
Stasi belgeleri erişilebilir olduktan sonra, Telefon dinleme çalışmalarını yürüten III.
Bölüm’ün yöneticisi General Horst Männchen’in yazdığı 3.08.1984 tarihli rapora ulaşıldı. Ra-
porunda General, kendi hükümetine, stay-behind ile ilgili ayrıntılı bilgi vermekteydi. Gene-
ral Männchen 6 Kasım 1984 tarihli bir başka raporunda stay-behind kuvvetlerinin üyeleri
üzerine ayrıntılı bilgi verilirken, arasında kadınların da bulunduğunu bu kuruluşun, Varşova
Paktı kuvvetleri için bir tehlike olduğunu ve bu ağın tamamen deşifre edilmesinin zorunlu
olduğunu söylüyordu. Daha sonra yazılan bir raporda da, bu ağın BND tarafından,
NATO’nun kontrolünde eğitildiğini ve silahlandırıldığı ekliyordu. Aynı bilgilerin KGB’ye
gittiği tartışmasız olarak düşünebilirdi.
Stay-behind konusunda en büyük skandal, BND’in Münih’teki merkezinde, stay-behind ile
ilgili IV. Bölümünde çalışan sekreter Heinrun Hofer’in Stasi için çalıştığı ortaya çıktığı zaman
patladı. Soruşturmalar sonu, BND’nin müdür yardımcısı Joachim Krase’nin de Stasi için
çalıştığı anlaşıldı. Duvarın yıkılmasından sonra erişilen Stasi dokümanlarından KGB ve Stasi
teşkilatlarının başından bu yana NATO’nun stay-behind gizli ordusundan ve çalışma-
larından haberdar olduğu anlaşıldı. Federal Almanya hükümeti değişik defalar bu ağın
dağıtıldığını ve silah depolarının kaldırıldığı söylemiş olsalar da, değişik tarihlerde te-
sadüfler sonu cephaneliklere ortaya çıktı. Bunlardan en önemlisi 26 Ekim 1981’de Lüneburg
yakınlarındaki Ülsen kasabasındaki, ormancıların buldukları cephanelikti. Araştırmalar sonu
ulaşılan Heinz Lembke, polise daha başka 33 cephanelik gösterdi.
Gazeteci Harbart, yaptığı araştırmalarda, polisten gelen bilgilere dayanarak, 29. Eylül 1980
günü Münih’te Oktoberfest sırasında patlayan, 13 ölüm 200 yaralıya sebep olan bombanın,
Lembke aracılığıyla, temelinde BND/NATO’nun olan depolardan temin edildiği iddiasında
bulundu. Bu iddia yalanlanmadı veya konuyla ilgili haberi yayınlayan gazeteci aleyhinde bir
soruşturulma açılmadı. Araştırmaları sürdüren polis, bombayı “Wehrsportgruppe Hoff-
mann” üyesi 21 yaşındaki Gundof Köhler’in koyduğunu söyledi. Dikkati çeken, bombanın
çok uzmanlık isteyen bir mekanizmasının olduğu ve Köhler’in böyle bir beceriye sahip ol-
madığıydı. Konuyla ilgili olarak hazırlanan nihai raporda Lembke’nin “…. Anayasa düzenini
tehdit eden bir davranışı olmadığına, ….. faaliyetlerinin sosyal düzeni bozmaya yönelik ol-
madığına ….. “ karar verildi.

245
FARUK ARSLAN

1996 yılında Süddeutsche Zeitung’ta bu geçmiş olayla ilgili çıkan bir yazıda o dönemde,
olayın arkasında olduğu söylenen aşırı sağcı kuruluşla ilgili hiçbir soruşturma yapılmamıştı.
Köhler’in bu olayın gerçek faili olduğu da kesin değildi. Yeşiller, olayı Parlamentoya taşımış
ve konunun PKK’nın (Parlamentariche Kontrollkomission) gizli oturumunda
görüşüldüğünü savunmuştu. Sorumlular, Almanya’da stay-behind gizli ordusunun
varlığını, NATO’nun çatısı altında uluslararası bir ağın varlığını ret ettiler. Ellerinden hiçbir
şey gelmeyen Yeşiller çok kızgındılar. Federal Almanya’nın NATO’ya girişi sırasında yapılan
anlaşmaları sordular. Yine dişe dokunan hiçbir cevap alamadılar. Almanya seçimlere gidi-
yordu. Yerleşik partiler bir şekliyle kendilerine de dokunacak bu konuyu kapatmayı tercih
ettiler. Başbakanlığın hazırladığı dört sayfalık bir raporla konuyu ne zaman tekrar açılacağı
bilinmez şekilde gömdüler .
Federal Almanya’daki, NATO’nun gizli ordusu stay-behind’i anlatırken, Türkiye ile benzerli-
kler devamlı dikkatimi çekti. Gizli Ordu, başka NATO üyesi ülkelerde olduğu gibi çalışma-
larını hem orduyla hemde Milli İstihbarat, aşırı sağcı ve sahte solcu kuruluşlarıyla yürütmeyi
tercih etmişti. Bu tercihte Türk istihbaratının şekillenmesinde etkin rolü olan General Ge-
len’in rolü olmuştu. Tabii, Türkiye’de Ordunun Milli istihbarat kuruluşunu son yıllara kadar
kontrolünde tutmuş olması da Türkiye’ye özgü bir durumdu. Türk İstihbarat teşkilatının
başlangıcı ordu mensupları ile oldu. 1927 yılında “Milli Emniyet Hizmeti” ile başlayan ve bu-
gün MİT’le devam eden süreçte 1927 – 1992 (Sönmez Köksal’a kadar) yılları arasında
kuruşun başında bir asker bulundu ve kadrolarda ağırlık askerler oldu. 1957 – 1960, 1961 –
1962 yılları arasında kuruluşun başına bir sivil geldi. (132)

1990’dan 2006’ya kadar adeta unutulan Gehlen org. New York Times’da (133), Michael R.
Gordon imzasıyla, 27 Şubat 2006’ta yayımlanan Irak savaşındaki istihbarat savaşına ilişkin
bir raporla kendini tekrar bize gösterdi. Rapor Irak savaşı öncesi gelişmeler kadar savaşı te-
mellendiren istihbarat mücadelesine ilişkin de çok ilginç kimi gerçekleri su üzerine
çıkartıyordu. Rapor, 18 Aralık 2002 yılında Saddam Hüseyin liderliğinde toplanan Irak savaş
konseyindeki tartışmalar dahil olmak üzere Irak savaş planının bir kopyasının Amerikan Ge-
nel kurmayına sızdırılması işini Bağdat’taki Alman istihbarat ajanlarının gerçekleştirdiğini
açıkça belirtiyordu. İşin daha garibi Alman ajanlar işlerini bitirdikten sonra sığındıkları yerin
de Fransız istihbaratının üssü olan Fransız Büyükelçiliği oluşuydu. Kuşkusuz resmi görüşü
Irak’taki savaşa karşıtlık olarak ortaya çıkan ve Fransız meslektaşı Chirac’la birlikte alenen
Amerika’ya karşı Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde tavır alan Alman Hükümeti
“chancellor”ü Gerard Schröder’in kendi istihbarat örgütünün (eski deyişle Gehler org) içişle-
rine karışma yetkisinin olup olmadığı düşünülebilirdi. Dünyada kendi istihbarat örgütünün
yaptıklarından habersiz pek çok Başbakan ve Hükümet olduğu veya Başkan’ların bile kendi
istihbarat örgütlerince kurban edilebildiği düşünülürse, bu gelişmeyi de sürpriz saymamak
gerekirdi. Fakat rapor tam tersini söylüyordu. Schroder ve Başkurmayı Frank-Walter Stein-
meier -ki daha sonra Merkel liderliğindeki hükümette Dışişleri Bakanı’nın operasyondan
bütünüyle haberdar olduğunu 2. raporla ısrarla ortaya koyuyordu. (134)
Bu arada listede Yeşillerin lideri, Schroder’in Dişişleri Bakanı Fischer’in de olduğunu not
edelim. Gariplikler burada da bitmiyordu. Alman ajanlar Amerikalı meslektaşlarına
Bağdat’taki askeri ve polis hedeflerinin karakteri ve konuşlanmaları kadar moral durumu da
aktardıkları ve daha ilginci Sinagogların ve “Torah rolls”(Tevrat metinleri)nin bulundukları
siteleri bile bildirdikleri raporun ortaya koyduğu birkaç gerçekten biriydi. Herhalde Gehler

246
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

org’un varlığının doğası gereği olsa gerek ki, Amerikan Genelkurmayının hazırladığı Irak sa-
vaşı ile ilgili ortaya konan tavırlar perspektifinde hazırlanan bir “uluslar listesi”nde Almanya
“noncoalition but cooperating”(koalisyon dışı fakat işbirliği yapıcı) bir statüde listelenmişti.
Bu arada Suudi Arabistan ve Mısır’ın “silent partners”(sessiz partnerler) olarak listede yer
aldığını da hatırlatalım. (Mısır kendi hava sahasını Amerikalılara açıp Süveyş Kanalı’nında
Amerikan gemilerince kullanımına müsaade etmiş. Suudiler ise Delta Force ve Amerikan
Özel kuvvetleri’nin Arar’daki özel bir üsten Irak içine operasyon düzenlemesine müsaade
etmişti. Resmi Suudi açıklaması ise, bölgeyi sel felaketinden kurtulanlar için bir sığınma alanı
olarak designate ediyordu.
Tabii ki bu raporda Türkiye eksik olsaydı resim tamamlanamazdı. Awacs radar uçakları ve
Patriot misil baterilerinin Türkiye’ye gönderilmesi hararetli bir şekilde NATO’da tartışması
sürerken, ilk etapta bu plana karşı çıkan ülke de tuhaf bir şekilde Almanya olmuştu. Fakat
Irak’a Kuzey’den bir cephe açma kaygısıyla Türkiye’yi ikna etmeye çalışan A.B.D. Almanları
bir şekilde hem de çabucak ikna etmiş, dahası Almanlar misil baterilerinin gönderilmesinde
de aktif bir rol oynamıştı. Gehler org.’un Amerikan Büyük Ortadoğu Projesi’nin Irak
ayağında görev yapan üç değerli üyesi Amerikan Üstün Hizmet Madalyası (American Meri-
torious Service Medals) ile ödüllendirildi. (135)
Bir başka örnekte Rusya’dan verelim. 9 Aralık 2007 Cuma günü Rusya'da Kuzey Avrupa gaz
boru hattının ilk bölümünün başlangıç noktasında içten bir tören yapıldı. Törene katılan Al-
man ve Rus yetkililerin çoğu Almanya tarafında projenin güvenliği ile ilgilenen kurumun Al-
man Dış İstihbarat Servisi (BND) olduğu konusunda hiçbir fikre sahip değildi.
BND, 2. Dünya savaşından sonra eski Wehrmacht istihbarat görevlisi Reinhard Gehlen'in
Amerikan gözetimim altında oluşturduğu "Gehlen Organizasyonu" (OG) ismi ile bilinen
oluşum temelinde 1956 yılının Nisan ayında kuruldu. Batı blokundaki diğer istihbarat orga-
nizasyonlarına benzer biçimde BND de geleneksel olarak teknik istihbarata önem verdi ve bu
alanda etkileyici başarılar kazandı. Aynı dönemde ajan (Humınt-insana dayalı istihbarat) ku-
llanımı ile alakalı her alanda Doğu Alman rakiplerine –STASİ- karşı kaybediyordu. Ajan ku-
llanımındaki zayıflık bütün servis çalışmalarını etkiliyordu. Gehlen tarafından kurulan ör-
gütün aralarında Berlin krizi ve Berlin duvarının inşası (1961),Sovyet lideri Kruşçev'in yöne-
timden uzaklaştırılması (1964), orta menzilli Sovyet SS-20 balistik füzelerinin Avrupa'ya
konuşlandırılması (1974), İran'da Şah'ın devrilmesi (1979), Afganistan'a Sovyet müdahalesi
(1979), Sovyetler birliğinin çöküşü ve Almanya'nın yeniden birleşmesi (1991) gibi 20. yy ın
ikinci yarısındaki önemli uluslararası olayların çoğunu önceden öngöremediği söylenebilir.
Yinede 1968 İlkbaharında Gehlen, istifasından kısa bir süre önce, Sovyet ordusunun Çekosla-
vakya'yı işgal etme olasılığına ilişkin uyarıda bulunmuştu.

20. YÜZYILIN SONU

1994 yılında Almanya Anayasa Mahkemesi, Alman Silahlı Kuvvetlerinin NATO’nun “alan
dışı” kabul edilen coğrafyalarda görev üstlenmesinin önünü açmıştı. Birleşmeye kadar Silahlı
Kuvvetlerini merkezinde BM’nin yer aldığı görevlere gönderen Almanya, birleşmeden sonra
BM’nin onay vermediği Kosova’daki çatışmaları durdurmak için buraya asker gönderme ka-
rarı almıştı. Ve Birinci Körfez Savaşında, ABD merkezli çok uluslu güce katılmıştı. Almanya,
bugün itibarıyla, başta Afganistan olmak üzere, birçok ülkede, BM ve/veya NATO kararları

247
FARUK ARSLAN

uyarınca veya ortak bir mutabakat çerçevesinde oluşturulmuş çok uluslu güç içinde yer al-
maktadır. Almanya, 2005 yılı verileri ile GSYİH’sının % 1.5’i oranında bir kaynağı askeri har-
camalarında kullanmaktadır. İlk bakışta, bu oran küçük gözükse de, Almanya’nın GSYİH’sı
Dünyanın en büyükleri arasında yer aldığı için, askeri harcamalara çok ciddi kaynak ayırdığı
ortadadır. Diğer yandan Almanya/Kaiserslautern yakınlarındaki Ramstein askeri üssündeki
Amerikan askeri varlığı, ABD’nin kendi toprakları dışında bulundurduğu en büyük askeri
varlık olup; ABD’nin, onaylanmış NATO planları kapsamında, Almanya/Büchel‘de de
nükleer silahlar bulundurduğu kabul edilmektedir. (136)

Uluslararası politikada 1990’lı yılların başı denildiği zaman genelde ilk akla gelen, Sovyetle-
rin çöküşüdür. Oysa aynı süreç içinde, üstelik eş zamanlı sayılabilecek, aralarında bağ bulu-
nan bir başka olay daha vardır. O da, Berlin Duvarının yıkılması ve iki Almanya’nın bir-
leşmesidir. Önce Berlin Duvarı yıkılmış, Sovyetlerin çöküşü daha sonra gerçekleşmiştir.
Olaylara meydana geliş sırasına göre bakarak, Berlin Duvarının yıkılmasının ve iki Al-
manya’nın birleşmesinin, Sovyetlerin çöküşünün somut, belirgin ve ciddi bir işareti ol-
duğunu söylemek mümkündür. Doğu Almanya ile Batı Almanya, 3 Ekim 1990’da bir-
leşmişlerdir. Bu birleşmeden fazla söz edilmemesi, Alman diplomasisinin kendine özgü işle-
yişi ve tercihleri ile açıklanabileceği gibi, Alman Dış Politikasının orta ve uzun vadeli hede-
fleri bağlamında uluslararası kamuoyu nezdinde fazla ön planda olmayı öngörmeyen bilinçli
bir tercihin sonucu olarak da alınabilir. Almanya, İkinci Dünya Savaşı sonrasında, galip de-
vletler tarafından ikiye bölünmüş ve bu durum Ekim 1990’a kadar devam etmiştir. Bölünme
ile ortaya çıkan Batı Almanya, Batı Bloku ve Doğu Almanya da, Doğu Bloku içinde yer
almıştır. Bölünmeye rağmen, her iki Almanya da Soğuk Savaş yıllarında kendi blokları
içinde öne çıkan, önemli ve güçlü üyeler olmuşlardır. Bunun içindir ki, ayrı ayrı kendi
bloklarına ciddi güç katan bu iki Almanya’nın birleşmesi, başlangıçta ciddi bir endişeye yol
açmış ve tepkiyle karşılanmıştır. Söz konusu endişenin ve tepkilerin, iki güçlü Alman Devle-
tinin birleşmesinin ve bu birleşmenin doğuracağı sinerjinin “birleşik” Almanya’ya sağlaya-
cağı güçten ileri geldiğini söylemek mümkündür. “Birleşik” Almanya ile ilgili endişeler ve
tepkiler, AB’nin ve NATO’nun genişleme süreçleri ile eş zamanlı olmuştur ve bu durum bir
tesadüf olmaktan uzak görülmektedir. Çünkü iki Almanya’nın birleşmesinden endişe duyan
ve bu nedenle birleşmeye karşı çıkan Avrupa ülkelerinin, AB’ye ve NATO’ya üye yapılmak
suretiyle, ikna edilmiş oldukları ve birleşmenin önünün bu suretle açılmış olduğu
düşünülmektedir. Doğu Almanya ile Batı Almanya 3 Ekim 1990 tarihinde birleşmişler ancak,
bu birleşme nedeniyle yeni bir anayasa yapma yoluna gitmemişlerdir. “Batı” Almanya’nın 23
Mayıs 1949 tarihli anayasası, 03 Ekim 1990 tarihinden sonra, “birleşik” Federal Almanya’nın
anayasası olarak, yürürlükte kalmaya devam etmiştir. Bu, “Alman” olmanın birleştirici
etkisine işaret eden ve Almanya’nın geleceğine ilişkin değerlendirmede dikkate alınması ge-
reken önemli bir husus olarak görülmektedir. (137)

248
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Almanya'nın 1991 de resmen yeniden birleşmesinden önce Batı Alman dış istihbaratının faa-
liyetlerinin yaklaşık %40 ı ülkenin doğu bölümü hakkındaki bilgilerin toplanmasına ilişkindi.
Korkutucu doğulu rakipleri ortadan kalktıktan ve onun gizli servisi STASİ lağvedildikten
sonra BND kaynaklarının Doğu Avrupa'da elde ettiği pozisyon yeniden düzenlendi. Bu süre-
cin Almanya'nın doğuya doğru ekonomik ve politik genişlemesi sürecine paralel olarak
yaşandığı ve bu sürecin başarısını sağladığı söylenebilirdi. 1991'den sonra ilk olarak BND ak-
tif bir biçimde ajan kadrolarının yeniden düzenlenmesi ve 1994'e kadar Almanya'da kalan
Rus askeri heyetinin asker yetkilileri arasında bilgi toplamakla uğraştı. Buna paralel olarak
BND 80'lerin sonundan itibaren Sovyetler sonrası oluşan boşlukta Almanya'yı sıkıntıya so-
kan göçmen akımında ülkeye gelen göçmenlerin sorgulanması ile uğraştı. Böylece Alman is-
tihbaratı Rusya hakkında kapsamlı politik, ekonomik ve askeri bilgiler topladı. Benzer şe-
kilde BND'nin resmi temsilcisi olarak birçok Avrupa başkentinde ve hatta Tacikistan'ın
başkenti Duşanbe'de görev yapan Alman istihbarat topluluğu koordinatörü Bernd Sch-
mıdbauer'in çabaları sayesinde 1990 ların sonunda BND çalışanları resmi veya diplomatik
görünüm altında 80'den fazla yerde aktiftiler. Özellikle İran, Suriye, Lübnan ve bölgedeki
diğer ülkelerin istihbarat servislerinin yöneticileri, iktidar elitleriyle yakın ilişki kurdukları
Ortadoğu'daki başarılarının not edilmesi gereklidir. Bunun yanında BND İsrail istihbarat ser-
visleri ile geleneksel olarak iyi ilişkiler geliştirdi.1993 den sonra organizasyon Filistin Özerk
yönetiminin güvenlik kurumlarının oluşturulmasında aktif bir şekilde yer aldı. Ayrıca
Lübnan Hizbullah'ının liderleri ile ilişki kurdu. Bu sayede 90’lı yılların sonundan bu yana
BND profesyonel seviyesini dikkate değer şekilde yükseltti. Bu süreçte zaman zaman skan-
dallarla sarsılmasına rağmen kuzey Atlantik ittifakının en güçlü ve verimli çalışan istihbarat
örgütlerinden biridir. Bünyesinde 6000'den fazla ajan görev yapmaktadır ve yıllık bütçesi 400
milyon Euro’dur. Almanya'nın yükselen uluslar arası konumu ve güvenlik tehditlerinin kü-
reselleşmesine uygun olarak BND'nin faaliyetleri de son yıllarda küresel bir görünüm ka-
zandı.1997 yılı verilerine göre organizasyonun öncelikleri arasında ilk sırayı Rusya, Tür-
kiye,İran, Irak, Suriye, eski Yugoslavya'dan ayrılan devletler ve Arnavutluk hakkındaki bilgi-
lerin toplanması oluşturmaktadır. İkincil önemdeki konular arasında Çin, Cezayir, Libya,
Mısır, Sudan Angola, Güney Afrika, Suudi Arabistan, İsrail, Hindistan, Pakistan ve Tacikis-
tan gibi ülkeler bulunmaktaydı. BND nin ilgi alanındaki 3.grup ülkeler içinde ise Baltık de-
vletleri, Çek Cumhuriyeti, Romanya, Bulgaristan, Afganistan, Kongo, Zimbawe bulunma-
ktaydı. Alman Dış İstihbaratının en az ilgilendiği en son grupta ise bütün AB bölgesinin
kapsıyordu. Organizasyonun bugünkü öncelikleri, Gehlen döneminden biraz farklıydı 11 Ey-
lül saldırısı ve Avrupa dahil bütün Dünya'yı kaplayan terörizm dalgası uluslararası
terörizme karşı mücadeleyi öncelikler listesinde en üst sıraya çıkardı. Uluslararası terörizm
terörist altyapıların onların finans bağlantılarının ve dünya üzerindeki herhangi bir yerde
teröristlerce rehin alınan Alman vatandaşlarının yerlerinin tespit edilmesi ve kurtarılması so-
rununu ortaya çıkarmıştı. Bu alanda yapılması gereken çok şey vardı. Bunlardan birincisi
Schroder zamanında hükümetin yönetim şefi Steinmeir'den dolayı Amerikalı muhatapları ile
bozulan karşılıklı ilişkilerin normalleşmesini sağlamaktı. Ayrıca NATO ve AB düzeyinde
terörizme karşı ortak bir strateji geliştirilmesi ve açık/somut yöntemlerin karşılıklı olarak
uygulanması gerekmekteydi. Buna karşın Amerikan tarafının Alman meslektaşlarına yönelik
şikayetleri devam ediyordu. Almanya süratle ırkçılığa kayıyor ve millileşiyordu. Son
yıllarda terörizme karşı savaşın yanında uluslararası organize suçla mücadelede oldukça
önemli hale gelmişti. Almanya'da yasadışı göçmen dalgası, insan, uyuşturucu, silah ticareti

249
FARUK ARSLAN

açısından büyük patlama yaşanmaktadır ayrıca sahte ve kara para Alman finans sisteminde
aklanmaktaydı. Organize suç türlerinin en tehlikeli şekli konvansiyel olamayan silahların
(radyoaktif materyaller, kimyasal ve zehirli maddeler v.s.) ticaretidir. İlgi alanlarının yeniden
belirlenmesine paralel olarak BND nin belirli ülkelere yönelik yaklaşımı da değişti. İran, Çin,
Rusya, gibi ülkelere yönelik üst düzey ilgisini korurken, Afganistan, Özbekistan, Gürcistan,
Bosna Hersek, Makedonya, Kosova, Bahreyn, Cibuti, Etyopya ve Eritre gibi Almanya askeri
gücünün bulunduğu ülkeler kollandı. 2004 yılında bu ülkelerdeki Alman askerlerinin sayısı 7
binden fazlaydı. BND açısından birinci sıraya yükselmişlerdi. Bunun yanında BND'nin Al-
manya'nın başta Polonya olmak üzere Çek cumhuriyeti ve Baltık ülkeleri gibi AB ye üye olan
doğu komşularına yönelik ilgisi de arttı. Polonyalılar Alman karşıtı tutumları, ABD askeri
üslerinin ülkesinde bulunması, Kuzey Avrupa gaz boru hattının inşasına karşı çıkması ve
çevrelerindeki Doğu ve Orta Avrupa ülkeleri ile kıtada alternatif bir jeopolitik blok yaratabi-
lecek olması sebepleriyle önem kazanıyordu. Almanya'nın Baltık ülkelerine yönelik ilgisinin
öncelikli sebebi ise, AB nin Rusya sınırında istikrarsız bir bölge oluşturmasıydı. Berlin etno-
politik oluşumların öngörülemeyen gelişmelerin ortaya çıkmasına sebep olacağından korku-
yordu. BND'nin faaliyetlerinin yönünü uluslararası terörizm ve organize suçla mücadele
doğrultusunda yeniden belirlemesine rağmen Rusya sahası bu organizasyon için en temel
alanlardan biri olarak kaldı. Alman liderliği tarafından Rusya, aynı anda hem enerji tedariki
için istikrarlı bir kaynak, hem Alman sermayesinin yatırımları için elverişli bir ülke ve hem
de uyuşturucu, kara para, organize suç ihracatı, gibi çeşitli tehditlerin kaynağı olarak
görülüyordu. Alman ekonomisinin Rusya'dan gelen petrol ve gaza bağımlılığının artması
Rusya'nın iç politikası, ekonomik ve sosyal durumu hakkındaki bilgilerin toplanmasını Al-
manya açısından stratejik önemde bir görev haline getiriyordu ve bu görevde BND'ye veril-
mişti. Bugün diğer şeyler yanında organizasyon, Kuzey Avrupa gaz boru hattı gibi büyük
ekonomik projelerin durumunun izlenmesi ile de meşgul olmaktaydı. Yeltsin yönetimi
sırasında Alman dış istihbaratının Yeltsin'i muayene eden Alman doktorlar arasında ajanları
vardı. 1994 yılında BND Rus meslektaşları ile konvansiyonel olmayan silahların ve bu silah-
ların yapımında kullanılan teknolojilerin yayılmasına karşı birlikte mücadele edilmesine
ilişkin bir anlaşma imzaladı. Son 15 yıl boyunca BND şefleri Rusya başkentini tekrar tekrar
ziyaret ettiler. 2000 yılının Nisanın da August Hannig'in Çeçenistan cumhuriyetini ziyareti
Almanya'da büyük yankı uyandırdı. Alman basını ve bir çok milletvekili Alman istihbara-
tının başkanını Moskova'nın Kafkaslardaki eylemlerini dolaylı olarak meşrulaştırmakla
suçladılar. Aynı zamanda Alman medyası BND'nin FSB'ye Çeçen ayrılıkçıların uluslararası
terörist organizasyonlarla olası bağlantılarıyla alakalı bilgiler aktardığına ilişkin haberler ya-
yınladı. Alman istihbarat kurumlarının koordinatörü Ernst Uhrlau, Rus ve Alman istihbarat
servisleri arasında uluslararası terörizm ve organize suçla mücadele alanında karşılıklı bilgi
değişimi yapıldığını kabul etti. BND nin CIS ve Rusya ile bağlantılı faaliyetleri arasında Al-
manya'ya yönelik yasadışı göç ile alakalı 1997 yılında Alman yönetimine verilen özel rapor
da yer aldı. Rapor eski Sovyet cumhuriyetleri vatandaşlarından 1.2 milyon kişinin önümüz-
deki yıllarda Almanya'ya yasadışı yollardan gireceğini iddia ediyordu. Rus karşı istihbaratı
(FSB) nın resmi temsilcileri Rusya topraklarındaki istihbarat faaliyetlerinden dolayı BND yi
bir kez bile açıkça suçlamadı. Örneğin BND çeşitli Alman refah fonlarını bir örtü olarak ku-
llanmakla itham edildi. Benzer şekilde BND çalışanlarının Moskova'da diplomatik kimlik al-
tında hareket ettiği ve Rus politikacılar, iş adamları ve hükümet üyeleri arasında bilgi topla-
makla meşgul olduğu ileri sürüldü. Buna karşın Moskova'daki Alman elçilik çalışanlarının

250
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

casusluk suçlaması ile en son 1995 Mayıs’ında göz altına alındıkları biliniyordu. O zamandan
beri son 10 yıldır bu tür olayların meydana gelmediği anlaşılıyordu. Artık Alman casuslar
çok daha dikkatli hareket ediyorlar veya Rus muhatapları da değişen politik durumu göz
önünde tutuyordu. Bu yüzden şu sıralar yeniden gürültülü casusluk skandalları
yaşanmıyordu. (138) Almanya’daki Amerikan devleti çok derine yerleşti , peki nasıl?

251
FARUK ARSLAN

252
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

253
FARUK ARSLAN

254
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

255
FARUK ARSLAN

Türkiye’nin derin devlet ve karanlık olaylar tarihine kısaca burada değinmemizin sebebi, Al-
manya’da olup bitenlerinde ülkemizden pek farklı olmadığını anlatmak içindi. Almanları
suçlamadan ve balonlarına iğne batırmadan önce çuvaldızı kendimize batırmaya çalıştım.
1989’da iki Almanya’nın birleşmesinin ardından artan yabancı düşmanlığının nedeni as-
lında ekonomiktir. Peki ırkçı çıban peki neden ve nasıl patlatıldı? Veya zorla patlatıldı? Al-
manya, Müslüman ve Türk göçmenleri kovmak mı istiyor?

IRKÇI ÇIBAN ALMANYA’DA NASIL PATLADI?

İki Almanya’nın birleşmesinin ardından artan yabancı düşmanlığı, 2000’li yıllarla birlikte
AB’yi tedirgin edici boyutlara ulaştı. 2 Ekim 2000’de Berlin’deki gözlemlerimi aktardığım
aşağıdaki yaptığım haber tehlike çanlarının çoktan çaldığının bir uyarısıydı: Almanya ve
Avusturya’dan sonra yabancılara yönelik artış gösteren ırkçı eylem ve kriminal olaylar İs-
viçre’ye de sıçradı. Ekim 2000’de İsviçre’de büyük bir miting düzenleyen Neonazistler ve ya-
bancı işçi karşıtları, yabancıların çalışma ve oturma izinlerinin iptal edilerek sınırdışı edilme-
lerini istedi. O sırada Almanya’daydım. Konuyla ilişkin sorularımı cevaplayan Almanya
Adalet Bakanlığı Ceza Kanunu uygulamalarından sorumlu Daire Başkanı Klaus Abmayer, 20
yıl önce önemsemeyerek önlem almadıkları yabancı düşmanlığının büyük bir sorun haline
geldiğini söyledi. Bir çok ırkçı, Neonazist partiyi kapattıklarını, şiddete başvuranları ceza-
landırdıklarını ifade eden Abmayer, “Kızıl Tugaylar terör örgütü gibi aşırı sol grupları kon-
trol altına aldık, ancak aşırı sağ grupları ihmal ettik. 20 yıl sonra aklımız başımıza geldi.
1991′den sonra ırkçı eğilim arttı. Yabancı düşmanlarına karşı yoğun bir mücadele başlattık.
Toplum bilinçlendiriliyor.”dedi. Alman Başbakan Shröder’in Doğu Almanları, “Irkçı
saldırılar devam ederse zararlı çıkarsınız. Yatırımlar azalır, maddi bakımdan çökersi-
niz.”diye uyarı yaptığını hatırlatan Abmayer, ırkçı saldırıların Batı Almanya tarafında da
görülmesinden dolayı endişelerinin arttığını bildirdi. Alman anayasasına gore, ülke
bütünlüğüne karşı gelenleri ve anayasal düzeni bozmak isteyenleri ömür boyu hapisle ceza-
landırdıklarını dile getiren Abmayer, ancak bugüne kadar bölücülük yapanlarla
karşılaşmadıkları için, kimseye ceza verilmediğini söyledi. Türkiye’nin Güneydoğu’sunda
karşılaştığı soruna karşı aldığı önlemleri anladıklarını belirten Abmayer, Almanya’da böyle
bir sorun çıkmadığı için kendilerini mutlu saydıklarını kaydetti. Türkiye’deki sorunun mer-
kezi yönetimde ısrar edilerek yetkinin paylaştırılmamasından kaynaklandığını savunan
Abmayer, “Almanya da 16 eyalet var. Eğitim, okul, üniversite ve polis sistemi konularında
yetki eyaletlerin elindedir. Kültürel her türlü hakkı veriyoruz. Bir vatandaş istediği gibi ser-
best dolaşamıyorsa rahat değildir. Merkezi yönetimle rahatlığı sağlamak zordur. Belediyelere
yetki verilirse pek çok sorun cözümlenir”diye konuştu. PKK’nın ve Avrupa’daki siyasal ku-
ruluşu ERNEK’nın çizgisini değiştirerek artık şiddet eylemine başvurmadığına değinen
Abmayer, bireysel olarak suç işlemeyen herkesin hukuk devleti anlayışı çerçevesinde serbes-
tçe yaşayabileceğini ifade etti. Almanya’nın gizlediği ırkçı çıban asıl 2000 ile 2011arasında
patladı. Şu bariz sorular her Türkün kafasında oluştu: Türkiye’de Alman vakıfları ve derin
devleti (BND, BKA,GSG9), Türkiye’yi neredeyse kaosa sokmayı amaç eden Ergenekon
soruşturmasının neresinde yer alıyordu?... Acaba Türkleri hedef alan cinayetler, Alman ma-

256
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

kamların söylediği gibi gerçekten yasadışı faaliyet gösteren bir çetenin işi miydi? Yoksa Al-
man derin devletinin bazı amaçlar için gerçekleştirdiği bir siyasi ve stratejik seri operasyon
muydu?... (139).

Aslında Almanya’da 2010’dan beri derin ve organize işler konuşuluyordu. Almanya’da 2000
ile 2006 yılları arasında sekiz Türkiyeli ve bir Yunanlı, Nazi faşistleri tarafından öldürüldü.
Ama failler bulunamadı! Almanya’da işlenen cinayetlerin %97’si çözülüyor ve failleri yaka-
lanıyordu. Nedense dokuz göçmenin failleri yakalanamıyor ve cinayetlerin arkasındaki sır
perdesi açığa çıkarılamıyordu! Bu cinayetlerin ırkçı motivlerle işlenmiş olduğunu kanıtlaya-
cak deliller olmasına rağmen, soruşturma başka yöne kaydırıldı. Alman polisi, cinayetlerin
“ırkçı bir bağlantı“ ile işlendiği iddialarını kabul etmemişti. Alman polisi daha çok Türk maf-
yasıyla bağlantılı uyuşturucu çetesinin cinayetleri işlediği ihtimali üzerinde durmuştu. Bu içi
boş tezi güçlendirmek için soruşma komisyonunun adı “Bosborus” olarak konuldu. Hatta
öldürülenlerin aileleri bile zan altında bırakıldı. Failleri belirlenen ve öldürülenlerden ikisi
dönerci oldukları için ‘döner cinayetleri’ diye anılan seri cinayetlerin tarihleri, yerleri ve
öldürülenlerin isim, yaş ve meslekleri şöyleydi:
* 9 Eylül 2000: Nürnberg-Enver Şimşek (39) Çiçekçi.
* 13 Haziran 2001: Nürnberg-Abdürrahim Özdoğru (41) Terzi.
* 27 Haziran 2001: Hamburg-Süleyman Taşköprü (31) Manav.
* 29 Ağustos 2001: Münih-Habil Kılıç (38) Manav.
* 25 Şubat 2004: Rostock-Yunus Turgut (25) Dönerci.
* 9 Haziran 2004: Köln-Keup’te bomba-22 yaralı.
* 9 Haziran 2005-Nürnberg-İsmail Yaşar (50) Dönerci.
* 15 Haziran 2005-Münih-Theodorus Boulgarides (41) Çilingir.
* 4 Nisan 2006: Dortmund-Mehmet Kubaşık (39) Büfeci.
* 6 Nisan 2006: Kassel-Halil Yozgat (21) İnternet Cafe işletmecisi.

Alman polisi yıllarca aramasına rağmen katilleri bulamadığını söylüyor ama inandırıcı
olamıyordu. Bir çok cinayette aynı silahın kullanılması ise polisin olayları bir seri katil veya
sapık’ın işlediğine dair teoriler geliştirmesine yol açmıştı. Cinayetleri işleyenlerin paraya da
ihtiyaçları vardı. Onun için banka soygunculuğu da yapıyorlardı. Banka soygunu esnasında
2007 yılının nisanında Heilbron şehrinde bir de kadın polisi öldürmüşlerdi. Son banka soy-
gunu 4 Kasım 2011’de yapıldı. Bu soygun sırasında iki Nazi polis tarafından sıkıştırıldı ama
yakalanamadılar. Daha sonra Eisenach şehrinde yanan bir karavanın içinde iki kişi ölü bu-
lundu. Bu iki kişi karavan ateşe verilmeden önce kurşunlanmıştı. Alman basını, bu kişilerin
yakalanacaklarını anlayınca intihar ettiklerini yazıyordu. Bu kişilerin intihar etmediği, Al-
man istihbarat örgütleri ile olan ilişkilerinin açığa çıkmaması için öldürüldüğü ve karavanın
yakıldığı iddiaları da var. Ölen kişilerin bazı suçlara karışmış olduğu belirlenince Zwi-
ckau’daki evlerinde arama yapıldı. Ölen iki kişinin yakını olduğu belirlenen Beate Zschaepe
adlı bir kadın da sorguya alındı. Bu kişilerin evinde yapılan aramada 2007 yılında Heil-
bronn’da bir kadın polisi öldüren silah bulundu. Ayrıca kadın polise ait bazı eşyalar da evde
ortaya çıktı. Asıl büyük sansasyon ise ‘Döner Cinayetleri’ olarak bilinen seri cinayetlerin si-
lahının da bu evden çıkmasıyla oldu.
Aynı kişilerin evlerinde yapılan aramada bu kişilerin Almanya’da aşırı sağcı Neo-Nazi gru-
plarla bağlantılı olduğu da ortaya çıktı. Böylece yıllardır gizemli kalan ‘Döner cinayetleri“ni

257
FARUK ARSLAN

Neo-Nazi bağlantılı bir suç çetesinin işlediği de ortaya çıktı.Tüm Alman haber kanallarının
'flaş' olarak geçtiği habere göre Almanya’da ünlü “Döner Cinayetleri“nin failleri yeraltındaki
Nasyonalsosyalistler adlı Neonazi terör hücresiydi. Katillerin evlerinde cinayetleri itiraf eden
bir Neo-Nazi propaganda videosu da bulundu. Alman basınında yer alan haberlere göre
Beate Zschaepe cezasının azaltılması karşılığı bilgi vermeyi kabul etti. Soruşturmada elde
edilen bilgilere göre, hücrenin üç üyesi ‘kan kardeşi’ olmuşlardı ve her çarşamba ‘AH 41’
(Adolf Hitler) plakalı bir araçta toplantı yapıyorlardı.
Faillerin ikisi erkek, biri kızdı. Erkekler, Uwe Mundlos ve Uwe Böhnhardt’tı. Yaşları, cina-
yetlere başladıkları sırada 26-27’ydi. Uwe Böhnhardt okumamıştı, inşaat işçisiydi. Çoğu defa
işsizdi. Uwe Mundlos bir profesörün oğluydu. Lisede okumuştu, üniversiteye gidememişti.
Üçlünün üçüncü kişisiyse Beate Zschaepe adlı kadındı. Öğrenimini yarım bırakmıştı. Ara-
larındaki bağların temelinde ırkçılık vardı. Almanya’da başta Türkiyeliler olmak üzere ya-
bancılardan nefret ediyorlardı. Onlardan bir kısmını öldürmekle, geri kalanlarını ülkeyi terk
etmeye yönelteceklerini düşünüyorlardı.
Gelişmeler ilginç ilişkileri de açığa çıkarmaya başladı. Bu katil üçlü, 1998-1999 yıllarında
Anayasayı Koruma Örgütü’nün izlemesiyle, bombalı bir eyleme katılmak üzere iken yaka-
lanıyorlar. Haklarında suç kanıtları da bulunuyor ve buna rağmen serbest bırakılıyorlar. On-
larla birlikte hareket eden bir arkadaşları var. O da yakalanıyor. Fakat hakkında bir suç kanıtı
bulunmadığı için serbest bırakılıyordu. Ama hakkındaki kayıtlar muhafaza ediliyordu. Ana-
yasayı Koruma Örgütü tarafından izlemenin devam etmesi gerekirken, izleme yapılmıyordu.
Serbest bırakılan üçlü katil ortadan kayboluyordu. Haklarında tutulan tutanakların sonradan
silindiği anlaşılıyordu.
Bild gazetesinin haberine göre, yakılan karavanda, sadece gizli servis çalışanlarına verilen
pasaportlar buluyordu. İktidardaki Hristiyan Birlik partilerinin meclis sözcüsü Hans-Peter
Uhl, “Bu tür belgeleri kural olarak sadece İstihbarat Teşkilatı adına gizli çalışan görevliler
alır” açıklamasını yaptı. Ayrıca Bild gazetesi, Beate Zschaepe‘in 1998’den sonra BND’nin
muhbirleriyle sıkça görüşmüş olduğunu yazdı. Alman basını katillerin üye olduğu örgüt li-
derinin Alman iç istihbarat örgütü Anayasayı Koruma Teşkilatı’nın (BND) ajanı olduğunu
yazıyordu.
Bu cinayetlerin işlenmesinde Alman devletinin istihbarat teşkilatı içindeki kişilerin de ilgisi
veya bilgisi olduğuna dair ipuçları vardı. Seri cinayeti işleyenler sadece bu üç kişi değil, bu-
nun arkasında başkaları da bulunuyordu. Bunların kimler olduğu konusunda birçok iddia
ortaya atıldı. Biri, Anayasayı Koruma Örgütü’nün Thüringen Eyaleti’ndeki şefi olup birkaç
yıl önce görevinden ayrılan Helmut Roewer adındaki kişiydi. Öteki, örgütün istihbarat için
kullandığı ve o amaçla paralar ödediği bir elemandı. Bu eleman, katillerin 2006’da Kassel
şehrindeki internet kafede işlediği cinayet sırasında orada bulunuyordu. Failler kafeye girip,
kafenin sahibinin oğlu 21 yaşındaki Halil Yozgat’ı oradakilerin gözü önünde öldürmüştü. Ci-
nayetten sonra polisler ‘eleman’ın şahitliğine başvurdu. Fakat o, öldürenleri görmediğini, za-
ten olayı da fark etmediğini söylüyordu. Bu eleman diğer beş cinayetin işlendiği yerlerin
yakınında bulunuyordu. Ne tesadüf değil mi? Tüm bu olgular çete üyelerinin Alman Ana-
yasa Koruma örgütü adı verilen 'derin devlet yapılanması' ile bağlantılı olduğu kuşkuları
kuvvetlendirdi.
Ortaya çıkan kimi bilgiler sadece buzdağının görünen kısmıydı. Soruşmalarda Alman devle-
tinin imajının sarsılmaması için, kimi ajanlara fatura kesilmesi bile gündeme geldi. Bu ge-
lişme, Nazi çetelerinin açığa çıkarılması için mücadele edileceği anlamına gelmiyordu. Nazi

258
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

terör hücresinin ortaya çıkmasıyla birlikte, tepki eylemleri de yükselmeye başladı. Göçmen
örgütleri ve anti-faşist gruplar eylemler yapıyor ve derin devlet ilişkilerini teşhir ediyordu.
23 Kasım’da Berlin’de Alternatif Göçmen Politikaları Ve Kültür Evi (Almende), göçmenlerin
yoğun olarak yaşadığı Kreuzberg semtinde bir basın açıklaması yaptı. Türkçe ve Almanca
olarak yapılan konuşmalarda, bu korkunç cinayetlerin yeni olmadığı, daha öncede Mölln ve
Solingen’i unutmadıklarını ve bu olayların ırkçı, göç politikasının bir sonucu olduğu belir-
tildi.

Bir banka soygununun ardından hırsızların intihar etmesi, sonra bir evi ateşe veren kun-
dakçının yakalanması Almanya’nın ‘Susurluk kazası’ olmuştu âdeta. Dokuzu Türk on kişiyi
öldüren cinayet şebekesinin ucu Alman Ergenekon’una çıktı. Almanya’nın en büyük ya-
yınevlerinden Cornelsen’in 2008 yılına kadar ilköğretim okullarının 7. sınıflarında okutulan
Almanca kitabı Türkleri şaşkınlığa uğratmıştı. Kitapta Türklerin ve Almanların bilinçaltında
ürkütücü bir yer tutan 1993 yılındaki Solingen yangınının faili Alman genci Marco ile alakalı
bir metin vardı. İkisi çocuk beş kişinin katili hakkında şunlar söyleniyordu: “Marco, böyle
olmasını istemediğini söylüyor. Onlara ders vermek istemişti. Onları korkutmaktı arzusu.
Onlar, burada görülmek istenmediklerini nihayet anlamalıydılar. Marco, herkesin böyle
düşündüğünü söylüyordu. Marco, bu şekilde konuşan yetişkinlerin isimlerini sayabilirdi.
Onların sadece cesaretleri yoktu. Yetişkinler konuşurdu. Yetişkinler yan çizerlerdi. Marco bir
şey yaptı. Marco herkesin neden kendisine karşı olduğunu anlayamıyordu. O sadece onlara
biraz korku salmak istemişti ki, onlar Anadolu’larına gitsinler. Merdivenlerin ahşaptan ve
yıpranmış olması sadece tatsız bir tesadüftü. Hem de o gün çocukların üst katlarda yalnız ol-
maları ve aşağıdaki dairelerin boş olması da öyle. Yangında iki çocuğun ölmesine Marco çok
üzülüyordu. Anadolu’da kalsalardı onlara hiçbir şey olmazdı. Ancak Marco bu telaşı anla-
mıyordu. Şimdi herkesin Türkleri severmiş gibi yapmasını anlamıyordu. Bu yalakalıkları
duyunca midesi bulanıyordu. Elbette çocuklar için bu bir şanssızlıktı. Ancak Marco’nun as-
lında hiçbir suçu yoktu.” Konuyu Almanya Zaman gazetesinin kamuoyuna duyurması ve
Türk sivil toplum kuruluşlarının protestosu sonrasında yayınevi, Marco’yu aklayan metnin
yerine Tolstoy’un çok kültürlü hayatı destekleyen ‘Üç oğul’ hikâyesini koydu.

Emekli polis Udo Ulfkotte’nin Müslümanları tehlikeli ve kötü insanlar olarak gösteren,
Kur’an-ı Kerim’in poşet içinde satılmasını isteyen kitabının reklamı yaklaşık 18 milyon
basılan aylık ADAC Motorwelt dergisinde, entelektüellerin okuduğu gözde Cicero der-
gisinde ve tpolis sendikası dergisinde yayımlandı. Aynı fikirleri Yahudilere karşı seslendire-
cek kitabın bırakın yazılmasını ve reklamının yapılmasını, tartışılması bile mümkün değildi.
Sosyal Demokrat Parti üyesi, yeni parti kursa yüzde 18 oy alacağı iddia edilen Thilo Sarra-
zin’in Türkleri Almanya’yı kirleten ve geri götüren bir unsur olarak gösteren kitabı medyatik
sansasyonla milyonu aşkın sattı. Kitap telifinden milyonlarca avro kazanan Sarrazin tatile gi-
ttiği Türkiye’de kendisine sorulan soruya “Ben Türkiye’yi seviyorum, Türkleri sevmiyorum.”
şeklinde cevap verdi.

Bunlar son yıllarda Almanya’da açıktan yapılan ve Alman kamuoyunun tepki göstermediği
ırkçı faaliyetlere birkaç örnekti. Sadece Norveç’teki Breiwik gibi “suçsuz katliamcılar” sah-
neye çıktığında görünür hâle gelen aşırı sağın toplumdaki karşılığı aldığı oyla sınırlı değildi.

259
FARUK ARSLAN

Duyarlı Almanya ise dönerci cinayetleri olarak adlandırılan cinayetlerle ilgili gelişmeleri en-
dişeyle takip ediyordu. Adalet Bakanı Sabine Leutheuser-Schnarrenberger’in sesi, Al-
manya’nın duyarlı vicdanının sesiydi: “90’lı yıllarda aşırı sağcılığı en kötü şekliyle bizler
yaşadık. Mölln’ü, Solingen’i, Hoyerswerda’yı, ölümleri, saldırıları, davaları hatırlıyorum...
Soruşturmaların sonuna kadar götürülmesi gerekiyor. Ben 1949’dan, yani savaştan sonraki
Almanya’da aşırı sağcılığın, solcu, İslamcı ya da başka bir terör grubundan daha az tehlikeli
olarak algılanmadığı kanısındayım.”

Yahudi soykırımı utancının örgülediği zor tarihi nedeniyle Almanya şüphesiz özel bir
sorumluluk taşıyordu. Örnek anayasası ile dikkat çeken ülke de bu özel sorumluluğunu, de-
mokrasisini güçlendirecek kendine has yöntemlerle yerine getirmeye çalışıyordu. Irkçı parti
NPD Avrupa’daki benzerlerine göre en az oyu Almanya’da alıyordu. Kapatılma tartışmaları
hiç bitmeyen parti üzerinde gizli bir izolasyonun olduğunu söylemek mümkündü. Gerek
toplumda gerekse bürokrasi içindeki destekçileri ile hareket sahası bulan aşırı sağcıların öne
çıktığı eylemler, hiçbir Avrupa ülkesinde Almanya’daki kadar büyük tedirginlik meydana
getirmiyordu. Olayın bulaşıcı olmasından korkan Alman makamları yarayı neşterle deşmek
yerine hem polisiye hem siyasi yöntemlerle üstünü örterek unutturmayı tercih ediyordu.
Karnındaki bebeği ile ırkçı bir Alman’ın bıçaklı saldırısında ölen Mısırlı Merve Şerbini cina-
yeti, Ludwigshafen yangını gibi olaylar bunun taze örnekleriydi. Fakat Ekim 2011’de ortaya
çıkan ‘dönerci cinayetleri’ vakası ise üzeri örtülemeyecek kadar büyüktü. Almanlar “Neonazi
katil çeteleri, Solingen’den bu yana yaşanan en büyük siyasî hasara yol açtı.” sözleriyle
görüşlerini ifade ederken, olayın Türkçe karşılığıyla “Mızrak çuvala sığmıyor.”du. O yüzden
olsa gerek Alman makamları organize olduğu anlaşılan cinayetlere en üst düzeyde tepki
verdi.

2010’da ‘İslam Almanya’ya aittir’ açıklaması ile Türklerin sempatisini kazanan Cumhur-
başkanı Christian Wulff dönerci cinayetlerinde öldürülenlerin aileleri ile buluştu. Cumhur-
başkanlığı Sarayı Bellevue’de gerçekleşen görüşmede federal hükümet ve siyasi parti temsil-
cileri de hazır bulundu. Başbakan Angela Merkel cinayetleri Almanya için “utanç verici” ve
“çok rahatsız edici” olarak nitelendirip mağdurlara ve yabancılara güven veren şu sözleri sö-
yledi: “Öncelikle şunu söylemek isterim. Bu cinayetlerden doğal olarak en fazla etkilenen
kurban yakınları, devletin her şeyi aydınlığa çıkartacağına, soruşturmaları sonuna kadar
götüreceğine ve aşırı sağcılığın ülkemizde hiçbir şansı olmayacağına inansınlar. Şu da mem-
nuniyet vericidir ki; bu hepimizin görüşüdür, yani partiler üstü bir görüştür. Federal
hükümet üzerine düşen her şeyi yapacaktır.”

Ölenler Alman olsaydı, polisin yaklaşımı farklı olurdu. Bu korkunç olay Almanya’da tarihe
kayıt düşülecek bir ilki de hayata geçirdi. Federal İçişleri Bakanı Hans Peter Friedrich, ilk
defa ‘sağcı terörün’ varlığından söz etti. Almanya Türk Toplumu’nun merkezini ziyaret eden
Federal Almanya Dışişleri Bakanı Guido Westerwelle ise hoşgörüsüzlüğe karşı hoşgörülü ol-
malarının söz konusu olmadığını belirterek, “Almanya’da aşırı sağa ve yabancı
düşmanlığına yer yoktur. Hukuk devletinin tüm araçları ile ırkçılık ve şiddetle kararlı bir şe-
kilde mücadele edeceğiz.” dedi. Köln’de 2004 yılında saldırı düzenlenen Keup Caddesi’ndeki
Türk esnafı ziyaret ederek üzüntülerini belirten ve yeni dönemde iktidarın en büyük adayı

260
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

görülen Sosyal Demokrat Parti’nin Genel Başkanı Sigmar Gabriel, “Eğer bu cinayetler bir İs-
lami örgüt tarafından işlenseydi ve ölenler Alman olsaydı, tüm caddeler kapatılır, helikopter-
ler havada uçuşur, devletin tüm birimleri en yüksek mertebede harekete geçirilirdi.” sözleri-
yle hem ağır bir özeleştiri yaptı hem de 11 yıllık bir duyarsızlığı vurguladı.

Adalet Bakanı Sabine Leutheusser-Schnarrenberger (FDP) olay karşısında çok kötü bir sınav
veren ve eleştirilerin odağına oturan iç istihbarat teşkilatı Verfassungsschutz (Anayasayı
Koruma Teşkilatı) için reform çağrısında bulundu. Güvenlik ve istihbarat servislerinin
gözetiminden sorumlu Alman Parlamenter Denetim Paneli (PKGr) Başkanı Thomas Opper-
mann (SPD) Naziler tarafından işlenen cinayetleri, “Almanya’da son 60 yılda işlenen en an-
laşılması güç ve en iğrenç cinayetler” olarak tanımlayarak, “Devletimizin öldürülen insanları
koruyamayışından dolayı utanıyorum.” diye konuştu.

Irkçı saldırılar karşısında daha önceleri tıpkı hükümet gibi temkinli tavır takınan Alman
medyası da oldukça sert söylemleri köşelerine taşırken, özeleştiri yapmaktan da geri durmu-
yordu. Mesela Kölner Stadt-Anzeiger Alman toplumunun bakışındaki çelişkiyi ele aldığı
yazısında “Özellikle de toplumdaki orta sınıfın Neonazilere yaklaşımı tutarlı değil. Bir yanda
Neonazilerden hoşlanılmıyor, gerek düşünsel gerekse fizikî olarak varlıkları istenmiyor.
Ama peki aşırı sağ düşünceye karşı mücadelede, aşırı sağ çevreden çıkmak isteyenlere
yardım için malî kaynaklar kısıldığında kimse çıkıp bir şey diyor mu? Ya da aşırı sağcı ayak
takımı tarafından taciz edilen komşular için etkin bir destek sağlanıyor mu? Pek sayılmaz.”
ifadelerini kullanıyordu.

Berlin’de yayımlanan “Tageszeitung” gazetesi ise Merkel’e seslendiği yazısında âdeta Tür-
klerin vicdanına tercüman oluyordu: “Kurbanlar için kamuoyuna açık bir devlet töreni
düzenlenmesi doğru bir sinyal olur. 2004 kışında Hint Okyanusu’ndaki tsunami felaketinde
ölen Almanlar için yapılanın, aşırı sağcılar tarafından öldürülenlere de hak görülmesi uygun-
dur. Angela Merkel şimdi selefi Helmut Kohl’ün yapamadığını yapma fırsatına sahip. 1993’te
Solingen’de Türklerin evinin yakılması olayında Kohl cenaze törenine gitmeye yanaşmamış
ve böylece pek çok Türk göçmenin yıllar boyunca Almanya’ya yabancılaşması riskini göze
almıştı. Merkel birlikte yas tutma becerisine sahip olduğunu gösterebilir ve böylece ente-
grasyon politikaları açısından da önemli bir sinyal vermiş olur.”

Süddeutsche Zeitung ise yorumunda resmî makamları sert dille eleştiriyor ve şu soruyu
yöneltiyordu: “Bir Neonazi çetesinin elini kolunu sallayarak, takibata uğramadan, cinayet
işleye işleye Almanya’nın her yerinde dolaşabildiğinin; Anayasayı Koruma Teşkilatı’nın 15
yıldır yayımladığı raporların yanlış olduğunun; içişlerinden sorumlu politikacıların bu temel
üzerinden çıkardıkları sonuçların mesnetsizliğinin ortaya çıkmasından, istihbaratçılarla aşırı
sağcılar arasındaki mesafesizlikle ilgili yeni ayrıntılar bulunmasından bu yana, bize çaresizce
şu soruyu sormak kalıyor: Acaba sadece Nasyonal Demokrat Parti’yi değil, Anayasayı
Koruma Teşkilatı’nı da mı yasaklamak gerek?”

261
FARUK ARSLAN

Öldürülenlerden sadece ikisinin dönerci olmasına rağmen hoşlanmadıkları olaylara,


aşağılama kokan isim bulmada çok mahir olan Almanlarca üretilen ‘Dönerci Cinayetleri’ni
kısaca hatırlamak gerekirse şunlar söylenebilirdi: 2000 yılında önce Nürnberg’de Ispartalı bir
çiçekçi olan Enver Şimşek öldürüldü. Onu 2001’de Hamburg, Nürnberg ve Münih’te de bak-
kal Süleyman Taşköprü, terzi Abdürrahim Özüdoğru ve manav Habil Kılıç cinayetleri takip
etti. Almanlar bunun üzerine herhâlde en iyi döner Boğaz’da yenir diye düşündüklerinden
“Bosphorus” adlı araştırma ekibini kurdular. 2002’de Rostock’ta arkadaşının döner büfesinde
çalışan Yunus Turgut hedef oldu. Üç yıllık bir aradan sonra ise yine Nürnberg’de Kürt asıllı
dönerci İsmail Yaşar öldürüldü. Bir hafta sonra Türklerle arasından su sızmayan Yunan çilin-
gir Münih’te öldürüldü. 2006’nın Nisan ayında ise iki cinayet daha işlendi. 4 Nisan’da büfeci
Mehmet Kubaşık Münih’te, 10 Nisan’da ise internet kafe sahibi Halit Yozgat, Kassel’de ölü
bulundu. Önyargılarıyla hareket eden “Bosphorus” ekibi uyuşturucu ve mafya kanaatleri se-
bebiyle suçluyu hep Türkler arasında aradı. Ölen Türklerin yakınlarını zan altında bırakan
bu tavır yüzünden aileler acılarına üzülemedikleri gibi çevreleri de onlardan uzaklaştı. Al-
man polisi Türk yetkililerle de iletişime geçti ama tamamında Ceska 83 silahı kullanılan cina-
yetleri çözemedi. (140)

Failler hep yanlış adreste arandı. Söz konusu kişiler göçmenler olunca Alman medyasının da
tavrı farklı olmuyordu. Onlar da sürekli sol cenahtan bilgilendirildikleri için cinayetlerin ar-
kasında “Türk Derin Devleti”nin olabileceğini yazmışlardı. Cinayetler 2006’da yine anlaşıla-
mayan bir sebeple sona erdi. Son olarak yakılan evde tabancası bulunan ve o zaman olayla
bağlantısı kurulmayan bayan polis Michéle Kaiserwetter 25 Nisan 2007’de Heilbronn’da
kafasına sıkılan tek kurşunla öldürüldüğünde henüz 22 yaşındaydı. 2007 sonrası bu olayla
bağlantı kurulan bir eylem veya cinayet olmadığı için dosya kapanma aşamasına gelmişti.
Türk Susurluk’unda sahneye bir kamyon çıkmış ve her şey değişmişti. Burada ortaya çıkan
ise bir karavandı. Olaylar bununla bitmemişti. Seri katil iki Uwe’nin intihar ettiği karavan ise
polis için daha doğrusu Almanya için beklenmeyen sürprizlerin ve utanç duyulacak gelişme-
lerin başlangıcı olacaktı.

Örgüt üyeleri Uwe Böhnhardt (34) ve Uwe Mundlos (38) bir banka soygunundan sonra kim-
likleri tespit edildiği için saklanmaya başladılar. Fakat saklandıkları karavanda yakalanaca-
klarını anlayınca arkadaşları Beate Zschaepe’yi telefonla arayıp belgeleri imha etmesini iste-
yerek biraz garip bir yöntem kullanarak tüfekle intihar ettiler. Çok sayıda belgenin olduğu
örgüt evini bombalı kundaklama yoluyla yakıp belgeleri yok etmeye çalışan Beate Zschaepe
(36) ise örgütün üçüncü üyesiydi. Evi kundaklayıp yakmasına rağmen belgeleri yok etmeyi
başaramayan Zschaepe, daha düşük ceza almak umuduyla “Aradığınız kişi benim’ diyerek
10 Kasım 2011 günü teslim oldu.

Her nedense yangından hasar görmeyen belgeler ise Türk Susurluk’undaki malum çantayı
anımsatacak kadar önemliydi. Irkçı teröristlerin cinayetleri itiraf ettikleri ve planladıkları
yeni cinayetler hakkında da açıklamalarda bulundukları dört DVD’de sanıkların kendi
görüntü ve sesleri yer alıyordu. Evde ayrıca cinayetlerin işlendiği silah ve teröristlerin
öldürdüğü Michéle Kiesenwetter isimli polisle birlikte yaralanan diğer polisin ekipmanı ele
geçirildi. DVD’ler incelendiğinde bazı bombalama olaylarının da bilgisine ulaşıldı. Türklerin

262
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

öldürülme anları da kameraya çekilmişti. Zschaepe’nin yakmaya çalıştığı ama başarılı ola-
madığı diğer belgeler ise terör örgütü ile Thüringen Eyaleti Anayasayı Koruma Dairesi
arasındaki ilişkiyle ilgiliydi. İstihbarat raporunda yer alan bilgiye göre üç terörist 1998
yılında yeraltına inmeden önce aşırı sağ Thüringer Heimatschutz grubunda (Thüringenli Va-
tan Korucuları) aktif görevli idiler. Aşırı sağcı parti NDP ile irtibatlı olduğu iddia edilen
Thüringer Heimatschutz grubunun lideri Tino Brandt’ın Anayasa Koruma Teşkilatı’na
çalışan bir ajan olduğu zaten biliniyordu. Ancak soruşturma delil yetersizliği nedeniyle 2007
yılında durduruldu.

Şimdi ise bu kişinin özel amaçlarla internet kafede bulunduğu ve 9 dönerci cinayetinin
6’sında olayın yakınında olduğu şüphesi seslendiriliyordu. Eski bir emniyet müdürü olan
Köln Büyükşehir Belediye Başkanı Jürgen Roters ise Türk esnafa yaptığı geçmiş olsun ziyare-
tinde, “Bu saldırıların arkasında başka aşırı sağ bir ağın olup olmadığını ortaya çıkarmak en
önemli görevdir. Anayasayı Koruma Dairesi mensuplarının işin içine karışmışlarsa bunun
mutlaka aydınlatılması gerekir. İlk işaret ise, Hessen’deki bir saldırıda bir istihbarat görevli-
sinin olay yeri yanında bulunmasıdır. Bu gerçekten inanılmaz.” ifadelerini kullanması ge-
lişmelerdeki vahim boyutu ortaya koyuyordu. Roters bu endişesinde yalnız değildi. Aşırı
sağcı terör hücresinin, 88 kişilik bir ölüm listesi hazırladığının ortaya çıkması örgütün diğer
Neonazilerle bağlantılarının olduğu şüphesini de uyandırdı. Aydınlatılmayan başka saldırı
ve cinayet olaylarının da bu örgütle bağlantılı olabileceği ihtimalini gündeme getirdi. Şimdi
dosyalar tekrar raflardan indirilirken, 2008 yılında Ludwigshafen kentinde yaşanan ve dört
Türk kadın ve beş çocuğun hayatını kaybettiği faili bulunamayan yangının dosyası da yeni-
den inceleniyordu.

Aşırı sağcı terörün en büyük darbeyi Alman istihbarat birimlerine vurduğunu söylemek
yanlış olmazdı. Özellikle medya, terörle mücadeleden sorumlu birimleri sert bir şekilde
eleştiriyordu. Tarihlerindeki en ağır eleştirilerle karşı karşıya kalan istihbarat birimleri Aşağı
Saksonya Anayasayı Koruma Teşkilatı hata yaptıklarını ifade etmesinin haricinde suskun-
luğunu korudu. Almanya’da örgütlenme şekli birbirinden farlı olan üç istihbarat teşkilatının
denetimi 1978 yılından beri faaliyette bulunan Parlamenter Denetim Paneli (PKGr) ta-
rafından yapılıyordu. Toplantıları gizli yapılan panel daha çok dış istihbarata bakan Federal
Haber Alma Servisi (BND), Askerî İstihbarat Servisi (MAD) ve iç istihbarata bakan Anaya-
sayı Koruma Teşkilatı’nın (Verfassungsschutz) kontrolünden sorumluydu. Tartışmaların
merkezinde olan Anayasayı Koruma Teşkilatı’nın beş binden fazla çalışanı ve 300 milyon
avro bütçesi vardı. (141)

Frankfurter Rundschau gazetesi ise süreci papaz kaçtı oyununa benzetiyordu: “Güvenlik bi-
rimleri ve politikacıların şu an ortaya koyduğu oyunu beş yaşındaki çocuk bile bilir: Papaz
kaçtı. Polis sendikası, kendilerini daha üstün gören ve kıskanç bir şekilde ellerindeki gizli bil-
gileri kimseyle paylaşmayan istihbaratçıların beceriksizliğine ateş püskürüyor. İç istihbara-
tçılar ise Thüringen Eyaleti polis teşkilatı içinde Neonazi çetesinin destekçileri bulunduğunu
fısıldıyor. Böylece taraflar ellerindeki papazı mutlu bir şekilde birbirine kakalamaya çalışıyor
ve bu arada gerçekte olup bitenler yoğun bir sis perdesinin altına itiliyor. ” İstihbarat mercek
altındaydı. Bazı siyasilerin olayı istihbarat birimlerinin üzerine atma amaçlı gördükleri ırkçı
Nasyonal Demokrat Parti’nin (NPD) kapatılması konusu da medyada tartışılıyordu. 2003

263
FARUK ARSLAN

yılında NPD’nin kapatılması için yapılan başvuru Alman Parlamentosu için utanca
dönüşmüş ve başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Yapılan soruşturmada partinin, federal yönetim
kuruluna kadar Anayasayı Koruma Teşkilatı’nın köstebekleriyle dolu olduğu anlaşılmıştı.
Anayasa Mahkemesi, bu şahısların sağladığı delilleri, düzmece olabileceği şüphesiyle ku-
llanmadı. NPD içinde olduğu söylenen yüzü aşkın köstebek ise devletten maaş alan görevli-
lerdi. Çoğu istihbarat tarafından ikna edilmiş eski ırkçılar, yani Neonazilerdi. Şu an için Tür-
klerin büyük bir endişe taşıdığını söylemek doğru olmaz. Hatta suçsuz olduklarının anlaşıl-
ması ve aşırı sağcı terörün görünmesine vesile olduğu için memnun oldukları bile söylenebi-
lirdi. En üst düzeyden taziye mesajı alıp bizzat ziyaret edilmeleri de kabul görme açısından
sevindirici gelişmelerdi. Tek köstebeğe yapılan teşhisin 2006 sonrası cinayetleri bitirmesi
gibi, cinayet şebekesine yapılan toplu teşhisin de bundan sonrasında olayları bitirebileceği
ifade ediliyordu. Olayın aydınlatılıp aydınlatılamayacağına gelince, bunu Almanya’nın
vicdanı belirleyecekti. Alman hapishanelerinde intihar vakalarının sıklığını hatırlatanlar ise
itirafçı bayan terörist Beate Zschaepe’nin özenle korunması gerektiğine dikkat çekiyordu.

90’lı yıllarda Brandenburg’ta aşırı sağcı “Kan ve Onur” (Blood and Honour) çetesine dahil
olan ve Anayasayı Koruma Dairesi’nde ajan olarak çalışan “Piato” kod adlı Carsten S.’nin,
1998 yılında yetkililere daha sonraki yıllarda Türk esnafları öldüren çete üyeleri ile ilgili bilgi
vermişti Carsten S., Saksonyalı bir Neo-Nazi’nin, yakalanacaklarını anlayınca karavanı yakıp
intihar eden Uwe Mundlos, Uwe Böhnhardt ve teslim olan kadın terörist Beate Zschape’ye
silah sağlayacağını söylemişti. Neo-Nazi eylemlerinde hep ön saflarda yer alan Carsten S., bir
Nijeryalı öldürmeye teşebbüsten tutuklanmıştı. Alman basını, çete üyelerinin, Carsten S.’nin
polise yaptığı itiraflarla daha önce gözetim altında tutulabileceklerini yazdı. Neo-Nazi
grubunun hazırladığı 88 kişiden oluşan bir liste ele geçirildi. Neo-Nazilerin hedef ya da
nefret listesi olabileceği belirtilen belgede Türk ve İslam örgütlerinin temsilcileriyle, iki
Alman siyasetçinin de isimleri bulunuyordu. Spiegel Online’nın haberine göre, kanıtlar
arasında sayılan listede, isimlerle birlikte sözkonusu kişilerin adresleri de bulunuyor.
Belgenin bir hedef listesi mi, yoksa muhalif olarak görülen kişilerle ilgili bir kayıt mı olduğu
henüz açıklık kazanmadı. Ancak listedeki kişi sayısının 88 olması bile dikkat çekiciydi.
Çünkü aşırı sağcı lügatta, 88, H harfinin karşılığı olarak görülüyor. Bu da “Heil Hitler”, yani
“Çok Yaşa Hitler” sloganının kısaltılmışı. Tagesspiegel Gazetesi’ne göre kuşku çeken liste
2005 tarihliydi. Listede yer alan siyasetçiler Yeşiller milletvekili Jerzy Montag ve Hıristiyan
Sosyal Birlik Partisi’nden Hans-Peter Uhl idi. Federal Suç Dairesi, Uhl’a, böyle bir listeden ve
listede kendisinin de yer aldığından haberdar etmişti. Montag, “Benim için korkunç bir his.
Terör hücresinin tanıdık isimlerinin etkisiz hale getirilmiş olması meselenin bittiği anlamına
gelmez. Eğer böyle şeyler düşünmüşlerse, diğerleri de düşünebilir. Eminim Almanya’da ben-
zer saldırılar düzenleyebilecek başka aşırı sağcılar da bulunmaktadır” diye görüş bildirdi.
Almanya’da 10 yıldan fazla bir süre içinde 8’i Türk 9 göçmeni öldüren, birçok saldırı düzen-
leyen Neonazi teröristler, gündemde yer almaya devam ediyordu. Tageszeitung Gazetesi
olaylar hakkında şunları yazıyordu: ‘Mölln ve Solingen’de Türk ailelerin evleri ateşe veril-
mişti. Neonazi katil çeteleri, o zamandan bu yana yaşanan en büyük siyasi hasara yol açtı.
Başbakan Angela Merkel, devletin can güvenliğini sağlayamaması nedeniyle kurbanların
yakınlarından özür dilemeliydi.’ Handelsblaat Gazetesi ise: ‘NPD’nin yasaklanması
konusunda, “Kimin aşırı sağcı, kimin muhbir olduğu ayırt edilmeden NPD’nin yasaklanması

264
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

girişimi hem anlamsız olacaktır, hem de sonuç getirmeyecektir” değerlendirmesini yaptı. Al-
man EPA Ajansı, dönerci cinayetlerinin son kurbanı olan Halil Yozgat’ın (21) ailesiyle
görüştü. Ayrıca 2007 yılında Hürriyet’te çıkan haberde Halil Yozgat’ın hikayesi ayrıntılı bir
şekilde yazılmıştı. Şimdi aileler, faillerin bulunmasının bu kadar uzun sürmesine tepkiliydi.
(142)
Cinayet serisinin ilk kurbanı Enver Şimşek’in çocukları Semiya ve Abdulkerim Şimşek, son
gelişmelerle birlikte kurban yakınlarıyla yeniden görüşmeye başladıklarını belirterek “Diğer
ailelerle yeniden görüşmek, birlikte ne yapacağımıza karar vermek istiyoruz. Son gelişmeler
doğrultusunda dava açılır mı, mahkeme olacak mı, olası bir davada bizi neler bekliyor bilmi-
yoruz. Bize katillerin o kişiler olduğu bilgisi dahi verilmedi. Bu anlayışı anlamak mümkün
değil” dedi. Bu arada yukarıda adı geçen liste skandalı patlak vermişti. Almanya’da yabancı
esnaf ve bir Alman polisi hedef alan neo-Nazi çetesinin ortaya çıkan 2005 tarihli listesinde
Türkiye’nin Münih Başkonsolosluğu’nun da bulunduğu ortaya çıkmıştı. 88 kişinin ad ve
adreslerinin yer aldığı listenin hazırlandığı dönemde Münih Başkonsolosu Babür Hızlan’dı.
Seri cinayetleri işleyen Zwickau neo-Nazi terör çetesinin 88 kişilik gizli listesinde Alman poli-
tikacılar ve Türk dernek yöneticilerinin yanında Münih Başkonsolosluğu’nun ad ve adresi de
yer alıyordu. Ayrıca neo-Nazi terör hücresinin eylemleri üzerine hazırladığı Pembe Panterli
propaganda filminin bulunduğu DVD’nin bir kopyasını Münih Başkonsolosluğu’na gönde-
rilmişti. DVD, Kasım 2011’de posta yoluyla Başkonsolosluğa ulaştı. Zwickau neonazi terör
hücresinin 10 bin kişi ve kurumun ad ve adreslerinin bulunduğu ikinci gizli listede ise Al-
man ordusunun silah depoları yer alıyordu. Bunun yanında listede Almanya’nın çeşitli yerle-
rindeki silah dükkanlarının adresleri de bulunuyordu. Terör hücresinin listesinde Alman or-
dusunun silah depolarının bulunmasıyla ilgili olarak, güvenlik birimleri, neonazilerin bura-
lara baskın düzenleme amacıyla hazırlamış olabileceği kuşkusunu taşıyordu. Federal Asayiş
Şubesi ve Alman güvenlik yetkilileri gizli listenin amacının ne olduğu sorusuna açıklık geti-
remiyordu. Gizli listedeki isimler arasında liste hazırlandığında ölmüş olan kişilerin isimleri
de vardı.

Bu sırada Türk basını da Almanya’da yükselein faşism dalgasıyla yakından ilgileniyordu. Al-
manya’da bir dönem Neo Nazilerin simge isimlerinden olan Manuel Bauer, Miliyet gazete-
sine hayatının nasıl değiştiğini anlatmıştı. Türk düşmanı olarak cezaevine giren Bauer, haya-
tını kurtaran 2 Türk mahkum nedeniyle aşırı sağla mücadeleye başladı. Milliyet gazetesinin
haberine göre; Doğu Almanya’daki Leipzig kentinin doğusundaki Totgau köyünde yaşayan
Manel Bauer, neo-Nazi çevresi ile ilk defa 11 yaşındayken, 1990 yılında Adolf Hitler’i öven
müzikler yapan okul arkadaşları aracılığıyla tanıştı. Manuel Bauer, okul bahçesinde göçmen
çocukları tartaklamakla başladığı neo-Nazi kariyerinde 1990’ların sonlarında liderliğe
yükseldi. 1997’de askere giden Bauer, burada silah kullanmayı öğrendi ve ırkçı görüşlerini
paylaşan kişilerle tanıştı. Bauer şöyle konuştu: “Askerden döndüğümde ‘İntikam Paramiliter
Grubu’ adıyla ilk grubumu kurdum. Bu gerillayı andıran silahlı bir gruptu. Birilerini
öldürmeyi planladık, ancak gerçekleştirmedik. İkinci grubum ise ‘Aryan Savaşçılar’dı. Ya-
bancıların olmadığı bir ülke için savaşıyorduk. Bizden olmayan herkesi dövüyorduk. Disko-
lara ve sayısız iş yerine saldırı düzenledik."

Bauer’in grubunun hedefleri arasında bir Türk dönerci de vardı. O geceyi çok hatırlamayan
Bauer, “Çok karanlıktı ve aşırı alkol tüketmiştik. Tek bildiğim orayı ateşe verdik ve koşarak

265
FARUK ARSLAN

karanlıkta kaybolduk. Oranın sahiplerini bir daha görmedim” dedi. Homoseksüel bir iş
adamının döverek gasp eden Bauer, “Nazi grubu için para bulmam gerekiyordu. Sadece ho-
moseksüel olduğu için onu seçtim. O adamı öldürmek istedim, ama şansıma bunu başara-
madım” diye konuştu. 2 yıl 10 ay hapse mahkum edilen Bauer, cezaevinde hayatını değişti-
ren olayı anlattı. Bauer, “İki neo-Nazi arkadaşım ot içiyordu. Bana göre bu bir Amerikan
davranışıydı, asla Alman değildi. Bu kabul edilemez bir aşağılamaydı. Bağırınca bana
saldırdılar, acımasızca vuruyorlardı. İki Türk mahkum bana yardım etti. Buna inanamadım,
çünkü onlardan nefret etmem gerekiyordu” dedi. Gençleri neo-Nazi gruplardan kurtarmak
için çalışan "EXIT" örgütü ile bağlantıya geçen Bauer o süreçi şöyle anlattı: “Anaokulundan
beri edindiğim tüm ‘arkadaşlarımı’ kaybettim, çünkü hepsi neo-Nazilerdi. Bazen ‘doğru mu
yapıyorum’ diye düşündüm. Ancak eğer özgür yaşamak istiyorsam, bunun yapabileceğimin
en iyisi olduğunu biliyordum. Hapiste Neo-nazi olmayan birçok kişi ile tanıştım, hepsi bana
karşı arkadaş canlısıydı. EXIT grubu ile yaptığım birçok konuşma bana yeni bir hayat ka-
zandırdı.” Bauer, Almanya’da 1998-2006 arasında 8’i Türk 10 kişinin öldürüldüğü neo-Nazi
cinayetlerinin polisin gözünden kaçmasının ise şaşırtıcı olmadığını ifade etti. Bauer, “Devlet
yeraltında ne kadar aktif aşırı sağcı olduğunu bile bilmiyor. Alman iç istihbaratından para
alan çoğu muhbir aslında neo-Nazilere sırtını dönmüyor, devlete bilerek yanlış bilgi
aktarıyor” dedi. Bauer, “Benim için Türk arkadaşlarım ile çalışmak, konuşmak çok ilginç. Bu
benim yeni hayatım ve bunu çok seviyorum. Şimdi nefretten arınmış, sevgiyle dolu bir in-
sanım” diyordu. (144)

KILIÇ NEDEN TEMİZLENMELİDİR?

Yakın geçmişte Nazilerin birçok Yahudiyi insafsızca katlettikleri gibi, bugünde Dazlaklar
gibi NeoNazist gruplar diğer pek çok etnik grubu da hedef alıyor. Almanya'daki yangın fa-
cialarının ardı arkasının kesilmiyor. Almanya'da yabancılara karşı yıllardır yapılan orga-
nizeli bir düşmanlık var ve bu yabancı düşmanlığının altında Alman derin devletin bulunu-
yor. Bu ’’Alaman derin devleti’’ yabancı düşmanlarını yönlendiriyor ve bu Neo Naziler
Kılıç’ın bir nevi çeteleri gibi hareket ediyorlar.

GİRİFT İLİŞKİLER

Thüringen Eyaleti Anayasayı Koruma Dairesinin eski başkanı Helmut Roewer'in, 1995
yılında aşırı sağcı Almanya'nın Milliyetçi Demokratik Partisinin (NPD) eski Thüringen eyalet
teşkilatı başkanı Thomas Dienel'i muhbir olarak çalıştırmaya başlaığı ve Dienel'in 1997 yılına
kadar bu görevi için yaklaşık 40 bin mark (yaklaşık 20 bin avro) aldığı malum. NPD'nin eski
başkan yardımcısı Tino Brandt'ın da 1994 yılında muhbir olarak çalışmaya başladığı ve
2001 yılına kadar yaklaşık 200 bin mark aldığı, bu parayla da izlemesi gereken "Thüringer
Heimatschutz" adlı aşırı sağcı terör grubunu kurduğu, bu gruba da Türkleri öldürdükleri
tahmin edilen ve intihar eden Uwe Böhnhardt ile Uwe Mundlos'un ve polise teslim olan
Beate Zschaepe'nin üye olduğu bilinen bir gerçek. Roewer'in verdiği bilgilere göre,
’’muhbirlere sadece Thüringen eyaletinde 1994-2000 yılları arasında yaklaşık 1,5 milyon avro
ödendi’’. Bu para muhbirlerden sadece bilgi almak için değil, muhbirler vasıtasıyla cinayet

266
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

işletmek için kullanıldı. Dolayısıyla bu cinayetlerden Federal İstihbarat Dairesi ve bunun


yanında Eyalet Anayasayı Koruma Dairelerinin suçu büyüktür. Holger G'nin ölen katillere
araç temin ettiği, hatta söz konusu pasaportların da Holger tarafından sağlandığı belirtiliyor.
Basına konuşan bazı yetkililer Alman istihbaratının 1999'dan bu yana hem Nasyonel Sos-
yalist Yeraltı örgütünden hem de Holger G.'den haberdar olduğunu söylüyor.

Almanya'nın önde gelen gazetelerinden Bild, kendi yaptığı araştırmalar sonucunda, anaya-
sayı koruma dairelerinin muhbir olarak görevlendirdiği aşırı sağcıların, Nazi terör gru-
plarının kurulmasını sağladığını ve 2000 yılından beri Türklere yönelik Almanyada işlenen
cinayetlerin altısında Hessen Eyaleti Anayasayı Koruma Dairesinin bir muhbirinin olay yer-
lerinin yakınında bulunduğunu iddia etti. Bu iddia çok ciddir, çünkü Alman Anayasayı
Koruma Dairesinin içerisinde ğörev yapan bazı yetkililer tarafından Nazi örgütlenmesi yön-
lendirilmektedir. Onların izni olmadan Nazilerin almanyada eylem yapması mümkün değil-
dir. İlk önce islam düşmanlıgını Alman istihbarat birimleri ve bazı Politikacıları ileri
sürdüler, bu vesileylede Nazi ırkçılarını Türkiyelilere kaşı kullandılar.

Bu nedenle Almanya Başbakanı Dr. Angela Merkel, 2000 yılından bu yana 8 Türk ve 1 Yu-
nan'ın Naziler tarafından öldürülmesiyle ilgili olarak, bu olayın ülkesi için utanç verici
bir durum olduğunu söyledi. Bu durumda Alman başbakanına şu soruları sormak gere-
kiyor: Polisin ve istihbarat birimlerinin olayı yıllarca aydınlatamaması da skandal değilmi?
CDU da Naziler yok mu? Sizin denetiminizde hareket eden Alman İstihbarat Birimi (BND
veya Verfassungschutz) ne iş yapıyor? Alman İstihbaratının yazmış olduğu raporlarda bu
NSUnazi-killer örgütlenmesinden niçin hiç bahsedilmiyor? Bu Nazilerin bugüne kadar fark
edilmeden cinayet işleyebilmeleri nasıl mümkün? Türingen Eyaletinin istihbarat teşkilatı
NSU’nun varlığından haberdar dağil miydi? Alman istihbaratı dokuz Türk işadamı Al-
manya’da Naziler tarafından katledilirken, niçin susuyordu? Nazi Partisi olan NPD’nin en
üst kademelerine sızan istihbarat birimi ajanlarınız (V-Person (vormals V-Mann, abgekürzt
VP genannt) bu Nazileri yönlendirmedi mi? Bu nedenle NPD’nin kapatılması sizlerin en
yüksek mahkemesi tarafından hukuk dışı bulunmadı mı? Siz Almanya’nın Başbakanı olarak
ülkenizdeki yabancı düşmanlığını önlemek için ne yaptınız? Kaçtane yabancı kökenli
danışmanınız var? Almanya’da seçim dönemlerinde partinizin önemli kadrolarından Bay
KOCH’un yürüttüğü yabancı düşmanlığı kokan politikayı ne çabuk unuttunuz. Alman
basını cinayetleri işleyen ve polise yakalanmamak için intihar ettikleri öne sürülen iki ırkçı
Alman'ın yanan karavanında, sadece Alman gizli istihbarat elemanlarına verilen pasaportlar
bulunduğunu yazmıştı. O halde sormak gerekiyor, Alman istihbarat mensuplarının ku-
llandığı pasaportu bu iki ırkcı nasıl kullanabiliyor? Onlara Alman istihbarat birimi bu pasa-
portları vermedi mi? Ve son olarak başbakanın lideri olduğu CDU’da ırkçı üyeler yok mu?

Neo-Nazi örgütün 'Derin Almanya' için çalışıyor olmasını, 1970'li yıllardaki ünlü sol ör-
gütlerle birlikte düşünmek gerekiyor. Almanya'da Baader Meinhof, İtalya'da da Kızıl Tugay-
lar "kontr" örgütlerdi! İki sol örgüt de Gladio mekanizmasının tasarımıydı. NATO-ABD'nin
"Komünizmle Mücadele" konsepti çerçevesinde kurgulanmış örgütlerdi... Örgütlerin varlığı,
"Komünizm tehlikesi kapıda!" alarmıyla özdeşti. Onları üreten de, finalde ortadan kaldıran
da aynı GİZLİ EL'di. Bu örgütlerin eylemleri başından beri biliniyordu. Dönemin İtalya

267
FARUK ARSLAN

Başbakanı Aldo Moro "Uzlaşma" siyaseti nedeniyle GLADIO'nun hedefindeydi... Kızıl Tu-
gaylar eylemiyle 1978'de ortadan kaldırıldı. Baader Meinhoff da, BND (Almanya Gizli Ser-
visi) CIA ve MOSSAD tarafından örgütlenmişti. "Tesadüf" bu ya; İtalyan Kızıl Tugaylar'a
mensup militanlar, Ortadoğu'daki kamplarda Alman örgütü Baader Meinhof kadrosuyla be-
raber eğitiliyorlardı... Kamplarda MOSSAD'a bağlı subaylar eğitim veriyordu.

Almanya Başbakanı Merkel, ülkesindeki aşırı sağcı akımın güçlenmesinden söz ederken;
İçişleri Bakanı Friedrich de "Aşırı sağcı terörizmin yeni bir şekli ile karşı karşıyayız" derken
aslında bu kontr örgütün derin arka planını gizlemeye çalışıyorlar. Neo-Naziler'in, Almanya
"Anayasa'yı Koruma Teşkilatı"nın derin hesapları doğrultusundaki örtülü operasyonlarda
kullanıldığı ortaya çıkmıştır.

Yani? Almanya'daki faili meçhullerin de faili bellidir! Derin Almanya... Türkiye'ye karşı
yürüttüğü "örtülü savaş"ta, fena halde yakalanmış durumdadır... Ankara'nın dönerci cina-
yetlerindeki derin arka planın peşini bırakmayacağı anlaşılıyor. Başbakan Erdoğan'ın "Al-
man Vakıflarına" neden dikkat çektiği belliydi. Merkel'e "PKK yandaşlarının Almanya'da 6
milyar Euro topladığını" hatırlatmıştı. Cumhuriyet gazetesinin 2 Aralık tarihli manşetinde
"Almanya'daki Neo-Nazi cinayetine MİT'e çalıştığı söylenen bir Türk'ün de karıştığı" iddia
ediliyordu! Haberin kaynağı Alman Stern dergisiydi. Stern'in haberi ise "Amerikan istihbarat
kaynaklarına" dayanıyordu! Tamamen dezenformasyon bir haberi Cumhuriyet
büyütmüştü... Böylelikle, dönerci cinayetlerinin derin arka planı örtülmeye çalışılıyordu.
Uydurma bir haber üzerinden, Almanya'yı himaye etmeye çalışan bir Cumhuriyet gazetesi
vardı, karşımızda! (146)

Ergenekon sanığı Bedrettin Dalan "Alman makamları ve Alman devleti beni teslim et-
mez,Türkiye avucunu yalar. Ben dilediğim gibi geziyorum Batı ülkelerinde" diyordu... Daha
4 sene önce Alman devletine ve diğer tüm Batı devletlerine ulusalcı söylemlerle yüklenen
Dalan şimdi bu ülkelerin kendisini koruduğunu ima ediyordu... Fakat Türk istihbarat ve
güvenlik kuvvetleriyle Dalan'ın kovalamacası hiç olmadı değil. Şu an Alman derin devletine
sığınan Dalan, ABD'den de destek istemiş ve bulamamıştı... O ağır hakaretler yağdırdığı
Türk makamlarının bastırmasıyla ABD, bu firari terör sanığının vizesini uzatmamıştı...
Taraf gazetesnin Özel Haber Muhabiri Mevlüt Yüksel'in adım adım takip ettiği Bedrettin
Dalan, Yüksel'den çok rahatsızdı.

Alman medyasına yansıyan bir rakama göre 129 kişinin NSU örgütüne yardım ettiği belirti-
liyor. Birbirinden habersiz 129 kişi bu tür eli kanlı bir suç şebekesine sadece kendi iradeleri
ile yardım edebiliyorsa bu tehlike organize bir derin devlet riskinden çok ama çok daha
büyük bir sorundur. Alman İçişleri Bakanı Hans-Peter Friedrich verdiği rakamlarla Al-
manya’da aşırı sağa desteğin her geçen gün arttığını kabul ediyor. Burada aklıma takılan te-
mel soru, NSU örgütüne destek verdiği iddia edilen 129 kişinin kaçının Alman devletinde
çalıştığı ya da devletle işbirliği içinde olduğudur. 129 işbirlikçinin organize olmadan gönüllü
olarak cinayetlere ve soygunlara verdiği destek sadece artan aşırı sağ eğilimle izah edilebilir
mi? Yoksa Almanya’da da derin ve organize bir yapı, devlet içine sızmış mıdır?

268
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

KAYNAKLAR

1. CIA Dünya Raporu: Almanlar 2011. 66.42 milyonluk Alman nüfus göçmen nüfus katılmadan hesap edilen en
düşük rakamdır.
2. CIA Dünya Raporu: Almanlar 2011.73.42 milyon Alman nüfusu ve 78 milyonda Alman vatandaşlığını kabul etmiş
rakamdır.
3. Mahmut Çebi. Aksiyon. Irkçılık çıbanı sonunda patladı. 11. 12.2011.
http://www.aksiyon.com.tr/aksiyon/mobile_detailn.action?newsId=31050
4. Tüm Türk Gazeteleri. 3 Ekim 2011. Erdoğan: Alman Vakıfları PKK’ya Yardım Ediyor
5. Mehmet Ali Birand. Posta. 6 Ekim 2011.Alman vakıflarına yargısız infaz mı yapılıyor?
6. Necip Hablemitoğlu. Türkiye’deki Alman Vakıfları Raporu. Alman Vakıfları Bergama Dosyası. Toplumsal
Dönüşüm Yayınları, 2003.
7. Rauf Atilla. Haber X. Hablemitoğlu’nu Almanlar mı Öldürdü?
8. Hürriyet. Alman Vakıfları Rüşvet Teklif Etti. 30 Eylül ve 3 Ekim 1991.
9. Necip Hablemitoğlu. Türkiye’deki Alman Vakıfları Raporu. Alman Vakıfları Bergama Dosyası. Toplumsal
Dönüşüm Yayınları, 2003.
10. Mehmet Eymür. Akdeniz Haberler. Suikastte Askeri İhale İzi... 2003.
11. Mehmet Salih Çeviker. Odatv.com. Almanlar ile Amerikalılar Yollarını Neden Ayırıyor. 02.06.2009.
12. Ata Atun. Türkiye’de Manşet. AB-Türkiye İlişkileri Sarsıntıda. 23.12.2010.
13. Faruk Şen , NTV. Faruk Şen. NTV. Neo Nazi cinayetlerin ardında Alman derin devleti var! Euractiv.com.tr,
17.11.2011
14. Danielle Ganser. NATO’nun Gizli Orduları. 2005.
15. Mehmet Seyfettin EROL. Milli Gazete. Almanya’nın “Doğu’ya Doğru” (Drang nach Osten) Politikası. 19.06.2013.
16. Reha Muhtar. Akşam. Almanlar bu yüzden mi saldırıyor? “Özür dileyeceksin Der Spiegel!.. Az sonra...”
28.06.2013.
17. Gene Sharp. “Şiddet İçermeyen Hareketin Politikası” ve “Diktatörlükten Demokrasiye” adlı kitaplarından özet.
Rotahaber. 19.06.2013.
18. Hüseyin Ekinci. "OTPOR / CANVAS ve Gene Sharp". 15 Haziran 2013
http://www.khaber.com.tr/yazar-yazisi/huseyin-ekinci/otporcanvas-ve-gene-sharp-2648.html
19. Hasan Öztürk. Haber 7. Alevi kardeşlerimizi kim istismar ediyor? 23.06.2013.
20. Prof. Dr. Osman Özsoy. Haber 7. Acem oyunu.19.06.2013
21. Doç. Dr. Hüseyin Özcan, Zaman Yorum. Cami Cemevi Projesi ve Alevi açılımı. 28.06.2013.
22. Mümtazer Türköne. Zaman.Alevîliğe dair algıda tamirat. 28.06.2013
23. Analiz/Aktifhaber. Almanya'daki Derin Gladyo İşbaşında. 15.11.2011.
24. Yusuf Gezgin. Aktifhaber. Ergenekon Çöktü mü? 1 Numara Kim? 22.12.2011.
25. Ibrahim Sediyani. 01 Kasım 2010. Haksoz haber. Almanya Üzerine Sosyolojik Anekdotlar.
http://www.haksozhaber.net/almanya-uzerine-sosyolojik-anekdotlar-18567yy.htm
26. Alman Federal İstatistik Dairesi. 2011 Nüfus İstastikleri Raporu.
27. ARD. 2011 Kamuoyu Araştırması. Her 3 Almandan 1'i İslam'dan korkuyor.
28. ARD. "Morgenmagazin" Haber programı için Infratest dimap adlı kamuoyu araştırma şirketinin yaptığı araştırma
sonuçları. 2011.
29. Türkan Genç. Bursa’da Hayat. İslamfobi. 12 Kasım 2011.
30. Fırat Haber Ajansı. Ergenekon’la ilgili Alman İstihbaratı’ndan belge istendi. 26.03.2008.
31. Fırat Haber Ajansı. Ergenekon’la ilgili Alman İstihbaratı’ndan belge istendi. 26.03.2008.
32. Mahmut Övür. Sabah gazetesi. 'Ergenekon'a paralel bir örgüt var'. 19-07-2009
33. Emre Aköz. Sabah, 19 Aralık 2010
34. Vakit. Metin Kaplan'ın Alman avukatı Ingeborg Naumann: Hedef Müslümanlar. 1 Haziran 2005.
35. Emre Aköz. Sabah gazetesi. 17 Aralık 2011. ‘Alman işi yapboz oyunu’.
36. Mehmet Alkaç. Türkiye Manşet. Almanya -Türkiye Savaşları -1. 21.06.2011..
37. Türkiye’de Alman Vakıfları, 03.11.2011. Mehmet Alkaç. Türkiye Manşet. Almanya -Türkiye Savaşları 2. 23.06.2011.
38. Mehmet Alkaç. Türkiye Manşet. Hasta Adam, 30.09.2011.
39. Mehmet Alkaç. Türkiye Manşet. . Bir kaç milyon Avrupalı,10.08.2011.
http://www.corummanset.com/kose_yazisi.asp?id=4810
40. Zihni Çakır. Kod Adı Darbe. Türkeş ile Rockfeller arasındaki ilişki. 09 Ocak 2010.

http://www.porttakal.com/haberler/politika/turkes-ile-rockfeller-arasindaki-iliski-603478.html

269
FARUK ARSLAN

41. Jürgen Elsasser. Star Gazetesi. Almanya ve Türkiye’de 'uyuyan gladyo hücreleri var. 4 Kasım 2011.
42. Abdullah Harun. Vakit. Naziler, Alman Ergenekonu’nun kılıfı. 4 Kasım 2011.
43. İbrahim Karagül. Yenişafak. Alman Ergenekon’u. 15 Kasım 2011.
44. Gotthard Jaeschke, Kurtuluş Savaşı İle İlgili İngiliz Belgeleri, (Çeviren: Cemal Köprülü), TTK Basımevi, 1991;
Giacomo Carretto, “1930’larda Kemalizm-Faşizm-Komünizm Üzerine Polemikler I ve II”, Tarih ve Toplum, Sayı:17,
s. 56-60; S. 18, s. 62-72; Hakkı Uyar; “1930’lar Türkiye’sinde Kemalizm Algılamaları”
http://kisi.deu.edu.tr/hakki.uyar/21.pdf; Şeref Aykut, Kamâlizm, Muallim Ahmet Halit Kitabevi, İstanbul 1936 (2.
basım, Kaynak Yayınları, İstanbul 2008): Hasan Rıza Soyak, Atatürk’ten Hatıralar, Yapı Kredi Yayınları, 2005.
45. Bilgin Türk. Alman Derin Devleti BND, Ergenekon ve Bir Taşla Birçok Kuş... 9 Şubat 2009. Politika Dergisi Sayı 12.
46. Ahmet Usta. Mardin Life. Dr. Hablemitoğlu Cinayeti ve Alman Vakıfları, 05 Ekim 2011.
http://www.mardinlife.com/Dr-Hablemitoglu-Cinayeti-ve-Alman-Vakiflari-yaziyaz-493)
47. Necip Hablemitoğlu. 2003. Alman Vakıfları Bergama Dosyası. Toplumsal Dönüşüm Yayınları.
48. Hüseyin Özbek , Ufuk Ötesi Dergisi. Necip Hablemitoğlu ve Alman Vakıfları.
49. Uğur Ziyal. Türkiye Dış İşleriBakanlığı. Resmi mektup, 25 Aralık 2002 tarihli yazı, Almanya Büyükelçiği Müsteşarı
Dr Gerhard Nourney'e gönderilmiştir.
50. Bianet. Ankara Özgür Radyo, Alman Vakıfları DGMde, 25.04.2002. http://bianet.org/bianet/bianet/9486-alman-
vakiflari-dgmde
51. Türkiye Cumhuriyeti Dış İşleri Bakanlığı, 4 Mart 2003. No:33 - 4 Mart 2003, Alman Vakıfları Aleyhine Açılan
Davanın Son Duruşması Hakkında Açıklama
http://www.mfa.gov.tr/no_33---4-mart-2003_-alman-vakiflari-aleyhine-acilan-davanin-son-durusmasi-hakkinda-
aciklama.tr.mfa
52. Yeni Akit. 22 Aralık 2008. Talip Doğan Karlıbel: Alman faşistlerle Türk Ergenekonla birlikte çalışıyor
53. Necip Hablemitoğlu. 2003. Alman Vakıfları Bergama Dosyası. Toplumsal Dönüşüm Yayınları
54. Mehmet Eymür. Akdeniz Haberler. Suikastte Askeri İhale İzi... 2003.
http://www.akdenizhaberler.com/Haberler-Suikastte-Askeri-Ihale-Izi-67682.html
55. H.Hüseyin Kemal. Yeni Asya. Ergenekon’un finans kaynakları ‘uluslar arası komisyonlar’ mı? 25.07.2011.
56. Zaman. Bilinmeyen Aziz Yıldırım. Askeri İhaleler Ondan Soruluyor. 01 Eylül 2011.
57. Necip Hablemitoğlu. Türkiye’deki Alman Vakıfları Raporu. Alman Vakıfları Bergama Dosyası. Toplumsal
Dönüşüm Yayınları, 2003.
58. Talip Doğan Karlıbel. Alman Gizli Servislerinin Türkiye Operasyonları. 2007.
59. Swetlana W.Pogorelskaja, Çeviren: İrem Güney. Alman Dış Politikasının Aktörleri ve Araçları Olarak Partilere
Yakın Vakıflar. 1999.
60. Tamer Bacınoğlu, “Türkiye’de Alman Vakıflarının Marifetleri”, Cumhuriyet, 6 Temmuz 1999.
61. Hulki Cevizoğlu. Ceviz Kabuğu. Alman Vakıflarının Yasal Statüsü Yok. 2000.
62. İlkhaber. “Konrad bilmecesi çözüldü” 08.10.2001.
63. Akşam. “Vakıflara jet beraat kararı” 05 Mart 2003.
64. Zafer Güler. Alman Derin Devleti, Truva , s. 79
65. Gabriel Kolko.The Age Of War Lynne Reinner Publishers s. 81
66. S. Yılmaz . 21. Yüzyılda Güvenlik ve İstihbarat. Alfa Yayınları, s. 539
67. 20 minutes.“En-Europe-des-legislation-differentes” 31.01.2007.
68. İbrahim Çevik. “Kürt Sorunu” mu Yoksa Örtülü Operasyon mu? Diplomasi ve İstihbarat Eliyle Kürt Toplum
Mühendisliği. TURKSAM’da Etnik Çatışmalar Masası.
69. Deutsche Welle Türkçe, Sibel Yeşilmen / Jülide Danışman, 4 Ekim 2011 Alman Vakıflarından Erdoğan’ın
İddialarına Yanıt. http://www.borsarti.com/alman-vakiflarindan-erdoganin-iddialarina-yanit.html#ixzz1aJBtVxmZ
70. Recep Tayyip Erdoğan: 'Alman vakıflar konusunda Kılıçdaroğlu'na yardım ederim' 3.Ekim 2011.
71. Utku Çakırözer, Cumhuriyet, 6 Ekim 2011. Alman Vakıfları Konusunda Başbakanı fena aldatmışlar
72. Cumali Uyan. Librenews. Türkiye ile Almanya arasında bir karşılaştırma,
21.06.2009.http://www.librenews.eu/?style=other&section=writers&wid=6&aid=1636)
73. Cumali Uyan, Librenews. Neden Almanya’da Askeri Darbe olmuyor? 29.07.2010.
http://www.librenews.eu/?style=other&section=writers&wid=6&aid=2248
74. Cumali Uyan, Librenews. Alman Vakıfları hakkında Başbakan büyük bir pot kırdı, 05.10.2011,
http://www.librenews.eu/?style=other&section=writers&wid=6&aid=2710 )
75. Yeni Akit. Erdoğan'ın Bahsettiği Alman Vakıf. 03 Ekim 2011.
76. Fehmi Koru. Habertürk Tv. Haber 7. Fehmi Koru'dan Deniz Feneri dersi.14 Ekim 2011.
http://www.haber7.com/haber/20111014/Fehmi-Korudan-Deniz-Feneri-dersi.php
77. İbrahim Karagül. Yeni Şafak. 'Alman Ergenekonu' ve PKK'ya para transferi... 4.10.2011
http://yenisafak.com.tr/yazarlar/?i=29227&y=IbrahimKaragul
78. İbrahim Karagül. Yeni Şafak. Alman Ergenekonu: Bu nasıl bir oyun! 25 Temmuz 2008.
79. İbrahim Karagül. Yeni Şafak. 9 Eylül 2008. Deniz Feneri Davası.

270
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

80. İbrahim Karagül. Yeni Şafak. Almanya'ya ne oluyor? Avrupa kimleri yakacak? 27 Kasım 2010.
81. İbrahim Karagül. Yeni Şafak. Almanya 'Ergenekon'u ne zaman çökertilecek? 29 Şubat 2008.
82. H.Hüseyin Kemal. Yeni Asya. Ergenekon’un finans kaynakları ‘uluslar arası komisyonlar’ mı? 25.07.2011.
83. Aziz Üstel. Star Gazetesi. Alman ‘Ergenekonu’nun Türkiye tezgahları! 17 Ekim 2009.
84. Habertürk Gazetesi "Güneydoğu'da Alman Ajanslar cirit atıyor". 4 Aralık 2010.
85. Radikal. “Ajan değil aktivist”. 5 Aralık 2010.
86. Turgay Güler. Ülke TV. SıradışıProgramı. CHP ile Almanya’nın Türkiye’deki vakıfları arasındaki ilişkiler ve
CHP’ye bu vakıflardan yapılan yardımın belgesi.
87. Hasan Karakaya, Yeni Akit. CHP ve Alman Vakıfları İlişkisi Yazmıştık. 08.09.2011.
88. Furkan Altınok. Yeni Akit, CHP’nin Alman vakıfları ile ilişkisi, 7 Ekim 2011.
89. Yiğit Bulut. Habertürk. 1 Numara Alman Vatandaşı Olabilir mi? Kasım 2011.
http://www.haberturk.com/yazarlar/yigit-bulut/676334-1-numara-alman-vatandasi-olabilir-mi
90. Joseph Pomiankowiski. Osmanlı İmparatoruğu'nun Çüküşü, Çev. Kemal Turan, Kayıhan Yy., İst., 1990, s.90-91.
91. Sinan Avcı. Tarih ve Medeniyet dergisi. Sayı, 60 Mart 1999.
92. Milli Gazete. Gündem. l. Dünya savaşında Almanlar Osmanlı’yı kullandı. 24.01.2010.
93. İbrahim Temo'nun İttilıad ve Terakki Anıları, İst. 1987, s. 12.
94. Temo, age, s.16.
95. Dr. M. Şükrü Hanioğlu, Bir Siyasal Düşünür Olarak Doktor Abdullah Cevdet ve Dönemi, İst. 1981, s.22.
96. M. Şükrü Hanioğlu, Bir Siyasal Örgüt olarak Osmanlı İttihad ve Terakki Cemiyeti ve Jöntürklük, c.l (1889-1902),
İst., 2. Baskı, 1989, s. 126.
97. Hanioğlu (1989), age, s. 127.
98. Suat Parlar. Osmanlı’dan Günümüze Gizli Devlet. Spartaküs yayınları, S.168.
99. İsmail Cem, Türkiye’ de Geri Kalmışlığın Tarihi. S.241
100. Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, Cilt 6, S.1821
101. S.Yerasimos, Az Gelişmişlik Sürecinde Türkiye, S.601-602
102. 2. Abdülhamit Han’ın Şimendifer ve Hicaz Demiryolu Politikası.
http://home.arcor.de/abdulhamidhan/liderlik/hicazdemiryolu.html
103. Toplumsal Tarih dergisi. "Birinci Dünya Savaşı'ndaki Alman Askeri Yardım Heyeti'nin Bilinmeyen Bir Yönü"
Kasım 2000.
104. A. Medyalı, Kürdistanlı Yahudiler, birinci baskı 1992.
105. Mete Soytürk . 18 Mart 2007. Osmanlı Devletinin İstanbul’daki Bakanlıklarını yeniden Yapılandırmakİçin 1916
Yılından İtibaren Almanya’dan Gönderilen Uzmanlar.
106. Şevket Süreyya Aydemir. Suyu arayan adam.
107. Fevzi Moray. Ermeni Meselesi Tezim. 22 Aralık 2011. http://edebiyatgalerisi.net/2011/12/ermeni-meselesi-tezimdir-
fevzi-moray/
108. Yiğit Bulut. Habertürk. 1 Numara Alman mı?
109. Ayşe Hür.Taraf. Mustafa Çolak, 'Tehcir Olayını'nın Propaganda Sürecindeki Doruk Noktası: 'Talat Paşa Davası'',
Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Sayı 58, Cilt: XX, Mart 2004; The Caseof Soghomon Tehlirian, Yay. Haz.
Vartkes Yeghiayan, Glendale, California, 2006; Hasan Babacan, Mehmed Talat Paşa 1874-1921(Siyasi Hayatı ve İcra-
atı), TTK Yayınları, Ankara 2005; Talat Paşa Davası, Tutanaklar, Yay. Haz. Doğan Akhanlı, Belge Yayınları, İstan-
bul 2003; Dilek Zaptçıoğlu, 'Talat Paşa Davası', Cumhuriyet, 23 Nisan 1993.
110. Mete Soytürk . 18 Mart 2007. Osmanlı Devletinin İstanbul’daki Bakanlıklarını yeniden Yapılandırmakİçin 1916
Yılından İtibaren Almanya’dan Gönderilen Uzmanlar.
111. Suat Parlar. Osmanlı’ dan Günümüze Gizli Devlet. S.168, Spartaküs yayınları.
112. Ahmet Raşidoğlu, CIA ve Emperyalizm Kıskacında Türkiye S.115.
113. Aytunç Altındal, 1995. Neo-Nazilerin Thule’si Manevi Cihazlanma Derneği.
114. Aytunç Altındal. ‘Bilinmeyen Hitler’. Aktüel, 1995. Sebottendorf'u 1945-57 yılları arasında Türkiye'de 'Görünmeyen
eller' Korudu.
115. Bülent Günal. Hitler'in ardındaki Bektaşi http://www.aytuncaltindal.com/roportaj/hitlerin_ardindaki_bektasi.html
116. Aytunç Altında. ‘Bilinmeyen Hitler’.
117. Aydoğan Vatandaş. Kayıp Kitap Barnabas'ın Sırrı. hhttp://www.derki.com/sayfalar13/erolkomplo.html
118. Eski Türk Masonları"nın Uygulamaları, Hermes Yayınları, sf 102.
119. Eski Türk Masonları"nın Uygulamaları, Hermes Yayınları, sf 111.
120. Aydoğan Vatandaş. Kayıp Kitap Barnabas'ın Sırrı. hhttp://www.derki.com/sayfalar13/erolkomplo.html
121. Arif Altunbaş. 7 Ekim 2011. Almanlar Ne Kadar Dost?
122. Nuh Gönültaş. Bugün Gazetesi. Yunus Nazi, Almanlar ve Ergenekon! 20 Şubat 2008.
123. Yasemin Çongar. Taraf Gazetesi. Ergenekon’da dönüm noktası ya da ‘Tiefer Staat in Deutschland’ 16 Aralık 2011.
124. Necip Hablemitoğlu. Hasım Ülke: Almanya. Aydınlık. 24 Temmuz 2011.
http://merhabaaydinlik.info/2011/07/necip-hablemitoglu-hasim-ulke-almanya/
125. Nazilerin Kökeni ve Tarihi. www.hermes.com

271
FARUK ARSLAN

126. Necip Hablemitoğlu. Hasım Ülke: Almanya. Aydınlık. 24 Temmuz 2011.


127. Özgür Göndiken. 2. Dünya Savaşı ve Nazi Türk-Müslüman Lejyonu. 26 Kasım 2010. http://www.totalwar-
turkiye.com/2-dunya-savasi-ve-nazi-turk-musluman-lejyonu#.TvdoyfIyenA
128. Selami İnce, Birgün gazetesi. 10 Nisan 2011. Hitler'in polisleri
http://www.birgun.net/worlds_index.php?news_code=1302426649&year=2011&month=04&day=10 )
129. Richard Deacon. İsrail Gizli Servisi, sf.149.
130. Murat Sofuoğlu, Ekopolitik. Gehlen.org işbaşında http://www.ekopolitik.org/public/printnews.aspx?id=704)
131. Selami İnce. Birgün Gazetesi. Kayıp Naziler ve Antikomünüzm. 17 Mayıs 2009.
http://www.birgun.net/sunday_index.php?news_code=1242560834&year=2009&month=05&day=17
132. Der Spiegel Sayı: 11/ 1971. BND'nin NATO üssü 13 Heinz Höhne/Hermann Zolling: PuHach'ın İçindeydi.
133. Antiwar. Almanya’da Amerikan üsleri.
134. Newsweek, 11 Kasım 1991.
135. The Middle East International, Eylül 1981.
136. Dan Raviv, Yossi Melman, Every Spy a Prince, s. 57.
137. Gonzales Mata, Les Vrais Maitres du Monde, s. 26.
138. Wiener, 2 Şubat 1991.
139. Ataman Aksöyek. Federal Almanya’da NATO’nun Gizli Orduları / II.(GLADİO). 19.03.2010. www.kuyerel.com
140. Yücel Özdemir. Evrensel gazetesi. Almanya’nın neonazi Gladyosu. 29 Mart 2002
http://www.evrensel.net/v1/02/03/29/dosya.html.
141. Michael R. Gordon. Newyork Times.“German Intelligence gave U.S. Iraqi Defense Plan”, 27 Şubat 2006.
142. II. bir rapor için bkz. “Berlin File says Germany’s spies aided U.S. in Iraq”, NYT, 2 Mart 2006).
143. Murat Sofuoğlu, Ekopolitik. Gehlen.org işbaşında. http://www.ekopolitik.org/public/printnews.aspx?id=704)
144. İbrahim Çevik. Almanya Asya’nın Neresinde? ASCMER. (ascmer/24.11.2011) www.ascmer.org ve URL:
http://www.turkcelil.com/?p=46424
145. İbrahim Çevik. Almanya Asya’nın Neresinde? ASCMER. (ascmer/24.11.2011)
146. Simon Araloff, AIA European section, Çeviri Cem Şenol, Alman istihbaratı Berlin-Moskova eksenini koruyor.
10.07.2007.
147. Gök Yeleli Bozkurt. Özel Harp Dairesinin Bailangıçtan Günümüze Tarihçesi. http://www.kibris1974.com/ozel-
kuvvetler-komutanligi-t12222.html
148. Halkın Devrimci Yolu . Sayı 1 – Ocak/Mart 2009.
149. Mahmut Çebi. Irkçılık çıbanı sonunda patladı. Aksiyon. 11. 12.2011.
http://www.aksiyon.com.tr/aksiyon/mobile_detailn.action?newsId=31050
150. Tüm gazeteler. Türk konsolosu Nazilerin ölüm listesinde. 20 Kasım 2011.
151. Selim Savaş Genç. Almanya Nazi cinayetlerini, Nazi cinayetleri Almanya’yı yargılıyor. Aksiyon. 01.04.2013.
152. Yusuf Gezgin. Aktif Haber. Ergenekon’un 1 Numarası Kim, Ergenekon Çöktü mü? 12 Aralık 2011.

272
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

ALMANYA’NIN
KÜRT
POLİTİKALARI VE
TERÖRDEN
SİYASİLEŞMEYE
PKK İSYANI

273
FARUK ARSLAN

I. BÖLÜM

1. KÜRTÇÜLÜK HAREKETLERİ VE ULUSLARARASI TERÖRDEKİ YERİ

1.1. Kürtçülük Hareketleri

Kürtçülük hareketlerinin ortaya çıkışı Kürtlerin, Gurmancların ve Zazaların yaşadıkları coğrafyanın


öneminden kaynaklanmaktadır. Bu bölge orta doğu coğrafyasının merkezi olmanın yanında önemli bir geçiş
güzergahı ve bir petrol merkezi konumundadır. Bundan dolayıdır ki 19. yüzyılın ortasından itibaren ortaya çıkan
enerji mücadelesi hem Anadolu’nun hem de Ortadoğu’nun önemini arttırmış, dönemin güçlü devletleri bölgede söz
sahibi olma yarışına girmiştir.

Ortadoğu’da güç olma yarışı nedeniyle her ülke, kendine yakın bir grubu veya topluluğu tarafına
çekmeye ve onunla ilişki geliştirmeye başlamıştır. 20. yüzyıla gelindiğinde ise sömürgeci güçler tarafından mevcut
dünya dengeleri açık bir savaşı zor kıldığından, daha kolay bir yöntem olarak terör örgütleri devreye sokulmuş,
bölgenin ulus güçleri bu terör hareketleri ile zayıflatılarak ele geçirilmeye çalışılmıştır.

Kürtler ise, Ortadoğu’da meydana getirilen yeni dengeler içerisinde ayrılıkçı hareketlerin merkezi
haline getirilmiştir. İlk olarak 1806 yılında ki Abdurrahman Paşa ayaklanmasının akabinde, 1815 yılında Revanduzlu
Mehmet Paşa isyanı, 1928’de ortaya çıkan Bedirhan Bey isyanı, 1854 de Yezdenşer hareketi, 1880 deki Şeyh
Ubeydullah isyanı, cumhuriyet dönemindeki Şeyh Sait ayaklanması, İran ve Irak’ taki Barzani ayaklanması ve son
olarak ta Marksist-Leninist-Sosyalist Kürtçü hareketler1 bilerek veya bilmeyerek diğer milletlerin Ortadoğu’daki
sömürgeci politikalarına katkı sunmuşlardır.

200 yıllık tüm ayaklanma, isyan ve terör hareketlerinin temelinde Batılı devletlerin yönlendirmesi ve
desteği bulunmaktadır. Her ülke kendine bağlı bir siyasal ve silahlı etnik Kürtçü hareket oluşturarak, bölgede güç
dengesi olmaya çalışmıştır.

Dünyanın birçok ülkesinde çok sayıda terör hareketi vardır ve bölgesel düzeyde faaliyet
yürütmektedirler. Fakat Ortadoğu’daki terör örgütlerinin diğerlerine göre en önemli özelliği, neredeyse tamının

1
Burkay K., Kürtler ve Kürdistan, 1992, İstanbul, s.454.

274
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

bölgesel ve ulusal örgütler olma yerine uluslararası terör hareketlerinin bir parçası olmalarıdır. Siyasal Kürtçü
hareketlerde bu çerçevede hareket etmekte ve faaliyetlerini uluslararası boyutta şekillendirmektedirler.

PKK terör örgütü de ilk zamanlar mahalli bir terör örgütü olarak ortaya çıkmış, akabinde de önce
Ortadoğu, sonra Avrupa ve Afrika, şimdilerde ise tüm dünyaya yayılmış ve faaliyetlerini tüm kıtalara taşımış bir güç
olarak karşımıza çıkmıştır. Meydana getirdiği silahlı eylemler Türkiye’den tüm Avrupa’ya, Libya’dan ABD’ne,
Rusya’dan Kazakistan’a kadar uzanmıştır. Mahalli bir yapıdan uluslararası bir yapıya ulaşan örgüt, diğer terör
örgütleri ile de ittifak kurarak tam olarak uluslararası bir terör örgütü kalıbına bürünmüştür.

1.2. Kürtçülük Hareketlerinin Kökenleri

Bölücü örgütleri daha iyi tanıyabilmek için Ortadoğu’da ve Türkiye’de Kürtçülük hareketlerinin çıkış
noktasını iyi tahlil etmemiz gerekmektedir. Genelde ise, bölücü örgütlerin çıkış noktasının halk tabanından değil de,
dışarıdan katkı veya zorlamayla oluşturulduğu görülmüştür. Bu nedenle kısa tarihi bir hatırlatma, konuyu anlama
açısından aydınlatıcı olacaktır.

Kürtçülükle ilgili ilk çalışmalar İtalyan Katolik papaz Maurizis Garzoni tarafından başlatılmıştır. Garzoni, 18
yıl Kuzey Irak’ın Doğu bölgesinde kaldıktan sonra, 1787 yılında ilk Kürtçe grameri Roma’da İtalyanca yayınlamıştır.
Daha sonraki yıllarda ise İngilizler, Fransızlar ve Almanlar devreye girerek Kürtçülük çalışmaların da yer almışlardır.
Ama Kürt kimliği ve meselesini asıl gündeme getiren Ruslardır.

Herkesin çok iyi bildiği “sıcak denizlere inme” amacı, Rusları Ortadoğu’da yeni bir millet oluşturmaya,
onları Osmanlı’dan koparma faaliyetlerine yönetmiştir. Binlerce yıldır tüm tarih ve coğrafya kitaplarında Kürdistan
olarak ifade edilen bölge günümüz İran topraklarının kuzey batısı (Hemedan ve çevresi) iken, yapılan mükemmel
tarihi ve sosyolojik çarpıtmalarla günüz Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesi de bu coğrafyaya dahil edilerek büyük
Kürdistan kurulmaya çalışılmıştır.

Şimdilerde Kürt sorunu olarak bildiğimiz konu, ilk defa 1815 yılında Viyana Kongresi sırasında Rus
delegasyonu tarafından Şark Meselesi olarak ortaya atılmıştır. Şark meselesi başlığı daha sonra İngilizler ve Fransızlar
tarafından da sıkça gündeme getirilerek Osmanlı İmparatorluğuna karşı bir baskı unsuru olarak kullanılmıştır.

Fransız tarihçisi Albert Sorel, ”aslında Türkler Avrupa’ya ayak bastığı günden beri Şark meselesi zuhur etmiştir”
demektedir. Bu ifadeden de anlaşıldığı üzere sorunun temelini, Hilal-Salip kavgasının yanı sıra Türk-Avrupalı
kavgası olarak görmek daha akıllıcadır2 .

2 Çay, A., Her Yönüyle Kürt Dosyası, Ankara, 1996, s,13

275
FARUK ARSLAN

Gerçekte Şark meselesinin amacı Ermeni ve Kürtlerin (aslında Kürt ve Gurmanc)3 Osmanlıdan
koparılmasıydı. Bu çalışmanın ilk ayağı Ermenilere karşı uygulanmış olup, Ermenilerin Katolikleştirilmesi
amaçlanmıştır. Gaziantep Şeriyya Sicil defterinde ki bir kayıtta; ”Ayıntab naibine Ermeni taifesinden Çukur mahallesinde
oturan bazı Ermenilerin eski ayinlerini bırakıp, kiliselere gelmedikleri ve Millet-i Efranciyanın (Batılı Misyonerlerin) onlara menfi
telkinatta bulundukları için bazı Ermenilerin Kadı naibine şikâyette bulundukları…” vurgulanmaktadır.

Bu nedenle daha 1700’lü yıllarda bazı Ermeniler mezhep değiştirerek Katolik olmuşlardır. 1830 yılına
gelindiğinde ise Osmanlı Devleti ülkesindeki Katolik Ermenileri ayrı bir millet olarak kabul etmiş ve bu zamandan
sonra Fransa’nın Osmanlı Devletinin iç işlerine müdahalesi ortaya çıkmıştır4.

Fakat Ermenilerin Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da yeterli nüfus yoğunluğuna sahip olamamaları ve
mevcut nüfusun dağınıklığı, güçlü bir ayrılıkçı Ermeni hareketinin oluşturulmasını engellemiştir. Dolayısı ile Batı’nın
Ortadoğu politikasının ikinci ayağı olan Kürt adı altında toplanmaya çalışılan unsurlar ön plana çıkarılarak,
bölgedeki gruplar terörize edilmeye başlanmıştır.

İngilizlerin Kürtçülük faaliyetleri ise bu dönemde iki koldan başlamış, Doğu Hint şirketinin ilk şubesi 1806
yılında Bağdat’ta açılmış ve çalışanları vasıtasıyla ilk defa Kürt aşiretleri ile bağlantılar kurulmuştur. Nitekim ilk Kürt
isyanı olarak adlandırılan Babanzade Abdurrahman Paşa İsyanı da bu zamandan sonra meydana gelmiştir.

İngilizlerin çalışmaları 1832 yılından sonra daha da artarken, Fransızlarda 1850’lerden itibaren Kürtçülük
çalışmaları içerisinde yer almaya başlamışlardır. Fransız konsoloslarından A. Cozka Süleymaniye civarında yaptığı
çalışmalarından sonra, 1857 yılında Soran dili üzerine bir inceleme yayınlamıştır. Konsolos A. Jaba ise Erzurum’a
yerleşerek Gurmanc dili üzerine araştırmalar yapıp Fransızca-Rusça-Kürtçe bir sözlük oluşturmuştur. Jaba, bir
yandan sözlük ve kitap çalışmaları yaparken diğer yandan da, bölgede ayrılıkçı Kürt aydın bir sınıfın oluşturmak
için faaliyetler geliştirmiştir5.

Almanların ilk Kürtçülük çalışmaları ise Mareşal Feld Moltke’nin 1830’larda Ortadoğu’da ki faaliyetleri
dışında, sistematik olarak 1890 yıllarda başlamıştır. İmparator II. Wiellhem’in desteği ile Alman bilgin M. Oskar
Mann Kürt aşiretleri üzerine 4 yıl incelemelerde bulunmuştur.

3 Ömer Özüyılmaz’ın Gurmanc ve Kürtlerin kökeni adlı eserine göre, Kürtler ve Gurmanclar iki ayrı halk olup,
Bu iki topluluk yeni bir millet oluşturma amacıyla Batılılarca birleştirilmeye çalışılmış ve önemli oranda da
başarılmıştır.
4 Çay, a.g.k. ,s,17

5 Çay, a.g.k., s.119,120

276
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Batılıların yeni bir millet oluşturma gayretleri zamanla meyvesini vermeye başlamış ve Türk milletinin bir
bakiyesi olmasına rağmen, yeni ve Türklerden ayrı bir halk meydana getirilmeye başlanmıştır. Bu durum zamanla
ilk Kürtçü hareketlerin, yayınların ve isyanların oluşmasını sağlamıştır.

1890 yılında Mısır’da Kürdistan adlı bir gazetenin çıkarılması ve Osmanlı topraklarında Kürt kültürü adına
oluşturulan kurumların kurulması Batılı faaliyetlerin bir ürünü olarak karşımıza çıkmıştır. Bahse konu dernek ve
kurumların liderlinin, neredeyse tamamının Avrupa ülkelerinde eğitim görmüş olması ve Batılı ülkelerden destek
alması da, bu ilişkinin boyutunu gözler önüne sermektedir.

Kürtçülük hareketinin ilk dönemlerinin kronolojisi kısaca şu şekildedir.

- 1889, 22 Nisan: Mithat Bedirhan tarafından çıkarılan ilk Kürtçe gazete "Kürdistan" Kahire'de yayınına
başlamıştır.

- 1908, 22 Kasım: Kürt Teavün ve Terakki Gazetesi yayın hayatına başlamıştır.

- 1908, 19 Eylül: Kürt terakki ve Teavün Cemiyeti kurulmuştur.

- 1913, Mayıs: Kürt "Hevî" Cemiyeti kurulmuştur.

- 1913, 19 Eylül: Yekbûn dergisi yayın hayatına başlamıştır.

- 1918, 10 Ocak: Kürt Teali Cemiyeti'nin kurulmuştur.

- 1918, 7 Kasım: "Jin" dergisi İstanbul'da yayın hayatına başlamıştır.

- 1919, 21 Haziran: Haftalık "Jîn" Dergisi Irak’ta yayın hayatına başlamıştır.

- 1919, 23 Mayıs ve 1920: Şeyh Mehmudê Berzenci'nin önderliğinde sözde bağımsız Kürdistan hareketi
oluşturulmuştur6.

İngilizlerin Ortadoğu’daki emperyalist arzuları ve petrol için ortaya koyduğu çabalar Ortadoğu’nun
Osmanlı’dan ayrılmasını sağlamıştır. Bu yenilgilerde Arapların yanı sıra bir kısım Kürt aşiretlerinin payı da
bilinmektedir. İngiliz belgelerinde var olan kayıtlar Kürt meselesi adı verilen konunun nereden kaynaklandığını ve
planlayıcılarının kimler olduğunu açıkça ortaya çıkarmaktadır.

İngiliz arşivlerinde yer alan ve Erol Ulubelen tarafından yayınlanan İngiliz belgelerinde, bölge için tasarlanan
oyunlar gün yüzüne çıkarılmıştır. Bu verilere göre; 26 Haziran 1919 tarihli Lloyd George’den Memorandum’a
gönderilen mektupta “… 2- Fransızlar Suriye’nin mandası, İngilizler Mezopotamya’yı, Amerika ya da İngilizler Ermenistan’ı,
Boğazlar ve İstanbul’u, İtalyanlar belki Kafkasya’yı alacaklardır…”

6 http://zozanozgokce.blogcu.com/1833224/

277
FARUK ARSLAN

26 Mart 1920 Amiral Sir F. De Robeck’ten Lord Curzon’a gönderilen mektupta “…Kürdistan Türkiye’den
tamamen ayrılıp özerk olmalıdır. Ermenilerle Kürtlerin çıkarlarını bağdaştırabiliriz. İstanbul’daki Kürt kulübü başkanı Said
Abdulkadir ve Paris’teki Kürt delegesi Şerif Paşa emrimizdedir…”7.

3 Eylül 1912 tarihli Mr. Marling’den Sir e. Grey’e gönderilen “…örgütün üyesi olmayan (Genç Türkler) Kamil
Paşanın idaresinde bir kabine kurulabilir. Diğer taraftan Kamil Paşaya, hükümet ve harp bakanı baskı yapabilir. Şimdilik seçim
hazırlıkları ile meşguller. Tanin gazetesinden anladığımıza göre örgütün politikası Avrupa’ya karşı olacaktır. Şimdi durum yalnız
Balkanları ve Avrupa’yı değil fakat Arapları, Ermenileri, Kürtleri ve diğerlerini de imparatorluktan ayırmaya çalışmak
olmalıdır…”8.

27 Ağustos 1919 tarihli Mr. Hohler’den Mr. C. Kerr’e “…Kürtlerin ve Ermenilerin durumu beni hiç
ilgilendirmez. Kürt sorununa verdiğimiz önem Mezopotamya bakımındandır. Diğer taraftan Wilson beni korkutuyor,
ajanları daima hatalar yapıyorlar. Noel’e gelince, fanatiğin biri. Ermenistan’ın ve Kürdistan’ın sınırlarının kesin olmadığı
konusunda sizinle aynı fikirdeyim…”9 içerikli mesajlar konuyu anlatmaya yeterlidir.

Görüldüğü gibi İngilizler petrol bölgelerini elde etmek için her türlü çabayı ortaya koyarak, daha zayıf
devletçiklerin ortaya çıkması için uğraşmıştır. İngilizlerin yanı sıra İtalyanlar, Fransızlar, Rus ve Almanların da
bölgede söz sahibi olma gayretleri, bu ülkelerin kendi aralarında da ayrı Kürtçü grupları oluşturma yoluna itmiştir.
Her ülke kendi yandaşı Kürtçülüğü geliştirmeye başlamıştır.

1970’lerden sonra ABD’nin Kuzey Irak’ta ve Ortadoğu’da inisiyatif geliştirmesi Avrupalıları daha farklı bir
çaba içerisine itmiştir. Bu tarihten itibaren Avrupalı devletler Marksist-Leninist eğilimli olan Kürtçü örgütleri,
Eurokominizm olarak tabir edilen ılımlı Sosyalist çizgiye çekme gayretlerine yönelmişlerdir. İran KDP’si Avrupalı
Sosyal Demokratların himayesine girerken, PSK ve KÖİP gibi partilerde 1970’den sonra Avrupa’da boy göstermeye
başlamışlardır. 1980 den sonra bu kervana PKK’da katılmış, ana üstlenmesi Suriye ve Lübnan olsa da, beslenme
kaynağı Avrupa sahası olmuştur.

Kürtçülük Faaliyetlerinin Yükseliş Dönemi (1945 Sonrası)

Türkiye’de Kürtçülük akımları cumhuriyetin ilk yıllarında gelişen Devrimci-Sosyalist hareket içerisinde yer
almıştır. 1950’li yıllardan itibaren hızlı bir biçimde gelişen toplumsal değişimin, olumlu bir yöne kanalize edilmemesi,
sosyo-ekonomik problemler, aşiretler etrafında şekillenen toplumsal otokontrolün dağıtılması ve buna bağlı gelişen

7 Ulubelen, E., İngiliz Gizli Belgelerinde Türkiye , İstanbul, 2006, s.177-247


8 Ulubelen, a.g.k., s.113
9 Ulubelen, a.g.k., s.188

278
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

kültürel yozlaşma, ayrılıkçı kesimlerin güç kazanmasına yol açmıştır. 1970 yılların başından itibaren ise kendini diğer
sol örgütlerden ayıran etnik Kürt milliyetçiliği güçlü bir şekilde ortaya başlamıştır.

Türkiye’ye yönelik faaliyetlerde bulunan ilk bölücü örgüt, İngiltere ve Ermenilerin himayesinde oluşturulan
ve sonrada Fransa’nın desteğini alan HOYBUN (Bağımsızlık) cemiyetidir. Hoybun örgütü, 1927 yılında Suriye-
Şam’da teşkilatlandırılmış ve İhsan Nuri idaresinde meydana çıkan Ağrı isyanının organizesi yapılmıştır. Suriye’de
Hoybun’la başlayan anti Türkiye faaliyetleri daha sonrada devam ederek günümüze kadar gelmiştir. Bu faaliyetin
kaynağında global derin güçlerin Sünni İslam karşıtı planları yer almıştır.

1945 yılında Molla Mustafa Barzani tarafından kurulan IKDP örgütü ise 1946 yılından sonra Türkiye’ye
yönelik çalışmalara başlamıştır. Bu faaliyetler 1964 yılında T-KDP’nin (Kürdistan Demokrat Partisi-Türkiye)
kuruluşu ile hız kazanmıştır. Doğuda bazı molla grupları ve yaşlı aydınların desteğini alan Barzani hareketi gelişme
gösterse de, büyük kentlerde bulunan doğu kökenli kişilerin ve öğrencilerin yönelimi Marksist-Leninist
örgütlenmelere kaymıştır. Bu kesimin içerisinde olduğu en önemli yapı ise DDKO (Devrimci Demokratik Kültür
Ocakları) olarak ortaya çıkmıştır.

1960 yıllar ise TİP (Türkiye İşçi Partisi) ile türkiyenin adeta terör kıskacına sokulduğu yılların siyasa
başlangıcı olmuştur. Güneydoğunun her köşesinde bilim adamı, turist veya gazeteci sıfatıyla gezişen yabancılar
tarafından araştırmalar yapılmıştır. Bu hareketlilik kısa süre sonra Kürtçü kökenli siyasal hareketlerin
filizlenmesine neden olmuştur.

Kasım1969 tarihinde TBMM’ne sunulan bir soru önergesinde , çok iyi kürtçe konuşan ve Güneydoğu
Anadolu Bölgelerinde faaliyet gösteren Amerikan Barış Gönüllüleri hakkında bilgi istenmiştir. Yapılan
incelemelerde ise bölgedeki Amerikalıların Türkiye’ye gelmeden önce Paris’te Kürtçe eğitim aldıkları ve bölgede
etnik siyasal Kürtçü kimlik oluşturmaya çalıştıkları görülmüştür. terörist Kürt grupların dernekleşmesini
sağlayan ilk adımlarıda ABD’liler atmışlardır. 1971 yılında Washington’da kurulan Kürt-Amerikan Yardımlaşma
Derneğinin Başkanlığını ABD Fedaral Mahkemesi Başkanı yapmıştır. Bu açıdan ayrılıkçı grupların cesaretlenmesi
ve organize edilmesinde ABD’nin önemli rolü vardır.

Bölgedeki yabancı istihbarat servislerin desteğiyle artan Kürtçülük faaliyetlerinin neticesinde, 1969 yılında
legal olarak kurulan DDKO (Doğu Devrimci Kültür Ocakları), 12 Mart 1971 muhtırası sonrasında tasfiye olmuşsa da,
1974 deki genel affın akabinde yeniden faaliyetlerine başlamıştır. Muhtıra döneminde cezaevine giren örgüt
mensupları cezaevinden daha da bilinç ve örgütlü bir şekilde çıkmış, 1974 yılından sonra DDKO, TKDP, TİP, FKF,
TİİKP, THKP-C, THKO örgütlerinin ve kurumlarının bünyesinden 50’ye yakın yıkıcı ve bölücü örgüt türemiştir.

Günümüzde faaliyet gösteren PSK, KÖİP, RIZGARİ, ALA RIZGARİ gibi örgütlerde bu zamandan sonra
kurulmuştur. Abdullah Öcalan, Kemal Burkay, Mumtaz Kotan, Orhan Kotan, Recep Maraşlı, İbrahim Güçlü, Ruşen
Aslan, Şerafettin Kaya, Hatice Yaşar, İkram Delen gibi isimler bu dönemin şartlarında ortaya çıkmış isimlerdir.

279
FARUK ARSLAN

Bu zamanda Amerikalılar Ortadoğu’da Kürtçülükle başlayacak hareketlerin tabanın tamamlandığına kanaat


getirmiş olacak ki, 1976 tarihli Pike raporuna göre, 1975’te CİA yetkilileri, Barzani’ye “Amerika’nın 51. Eyaleti olmaya
hazırlanmasını” söylemişlerdir. 1961 yılında Irak’ta Barzani ve NATO Eski Başkumandanı Aleksander Haig bir
görüşme gerçekleştirmiş, Barzani kendisinden silah ve para talebinde bulunmuştur. Bu çabalar nedeniyle 1965-1975
yılları arasında ABD’nin Barzani’nin partisi KDP’ye yaptığı yardım 16 milyon doları geçmiştir10. 1975 öncesi Kürtçü
hareketlere yardımda bulunan kurumlar arasında Amerikan İşçi Sendikalarının da olduğu görülmüştür.

1960 yıllardan sonra ABD’nin parasal desteğini sağlayan Barzani, bu dönemden sonra TKDP’nin Türkiye
faaliyetlerine hız vermiştir. Barzani öncelikli olarak TKDP’ne kamp alanı hazırlama ve parasal yardımlarda
bulunmuş, bu dönemde Türkiye’de Barzanicilik gelişmeye başlamıştır.

2. PKK TERÖR ÖRGÜTÜNÜN ORTAYA ÇIKIŞI

2.1. Kürdistan Devrimcileri

PKK terör örgütü kuruluş aşamasında diğer Marksist-Leninist örgütlerden farklı bir örgütlenme modeli ile
ortaya çıkmıştır. Diğer Sosyalist örgütler gibi ilk dönemlerde legal alanda kurulup, sonradan illegal faaliyetlere giren
bir örgütlenme yerine, hemen illegal faaliyetlere başlamıştır. Diğer örgütler propaganda faaliyetleri için daha çok
yazılı argümanları kullanırken, PKK terör örgütü hücre evlerde ve gizli alanlarda oluşturulan toplantılarla yüz yüze
propagandayı esas almıştır. Diğer örgütler liderlerini daha demokratik yollarla çıkarırken, PKK’da Abdullah Öcalan;
rakipleri Haki Karer ve Kemal Pir’i öldürterek tek ve tartışılmaz bir diktatör olarak ortaya çıkmıştır11.

PKK örgütünün kurucusu Abdullah Öcalan’ın hayat hikâyesi alışılmışın dışında bir yaşamdır. Ankara Tapu
Kadastro lisesindeyken sağ görüşlü ve dini duyarlılığı olan bir kişidir. Öcalan’ın gençlik yıllarında kendine bir yer
edinmek amacıyla ilk çaldığı kapı, Ülkü Ocakları olmuştur. Türk Milliyetçiliğini beceremeyince, dini alt yapısıyla
tanınan Milli Türk Talebe Birliğine üye olmuş, burada da istediği konuma gelemeyince, Marksist-Leninist fikirleriyle
bilinen çevrelerle görüşmeye başlamıştır12. Bu konudaki diğer bir iddia ise Öcalan’ın gizli bir istihbarat servisince
çeşitli yapılar içerisine angaje edildiği ve zamanla daha önemli görevlere getirildiği şeklindedir.

10 Turan yavuz, ABD’nin Kürt Kartı, İstanbul, 1993, s.54-70.


11 Marcus A., Kan ve İnaç, İletişim Yayınları, 2009
12 Sakık Ş., Apo, Ankara, Ankara, 2005, s.51

280
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Öcalan’ın öğrencilik döneminde gizli örgütlenmeler ile ilişki içerisinde oluğu Türkiye kamuoyunda sürekli
dillendirilmiştir. Gazeteci Necdet Pekmezci’13ye göre Abdullah Öcalan’ın mezun olduğu lise, Demirtepe sem-
tinde Türkiye Komünizmle Mücadele Dernekleri'nin başkanı Refik Korkud'un işyerine ancak bir kaç yüz metre
uzaklıkta olup, Öcalan’da bu derneğin bir müdavimidir.

Abdullah Öcalan'ın da müdavimleri arasında olduğu TKMD üçüncü ve son kez 1963 yılında İzmir'de
kurulmuş olup, kurucu üyeler arasında Galip Erdem isimli bir istihbarat çalışanı da vardır. TKMD'nin kurucu
üyelerinden ve genel başkanlarından olan gazeteci İlhan Darendelioğlu, aynı zamanda Türk Milliyetçi
partilerinden birinin İstanbul İl Yönetim Kurulu üyeliğini yapmıştır. Sahibi olduğu Toprak Matbaası'ndan evine
giderken otomobiline yapılan silahlı saldırı neticesinde 19 Kasım 1979'da hayatını kaybetmiştir.

Türkiye Komünizmle Mücadele Dernekleri'nin en önemli isimlerinden biri olan Refik Korkud aynı zamanda
Türkiye Fikir Ajansı'nın sahibidir. TFA ile ilgili ilk kayıtlar 1950’li yıllara kadar uzanmaktadır. Demokrat Parti
döneminde Başbakanlık Müsteşarı olan Salih Korur tarafından örtülü ödenek üzerinden Türkiye Fikir Ajansı
yöneticisi olan Refik Korkud’a 28.000 TL para aktarılmıştır.

Türkiye Fikir Ajansı yöneticisi Refik Korkut, yaşamı boyunca yüze yakın yayın çıkarmış olup, aralarında;
Milliyetçi Subaylar", "Her şey Hürriyet İçin", "Bulgaristan Şovenist Politikasını Sürdürüyor", "Türkiye'de
Milliyetçilerin 52 Metodu-Türkiye'de Komünistlerin 26 Metodu", "Hürriyeti Seçenler, Komünist Bulgaristan'ın
Dosyası", "Hürriyet ve Demokrasiye Karşı Tehlike", "Komünizme ve Sosyalizme Karşı" adlı kitaplar yer
almaktadır.

Herkes tarafından Refik Korkud olarak bilinen bu kişi aslında Refik Korkud Yiğitbaş adıyla nüfusa kayıtlı
olup, genel itibariyle soyadını kullanmadığı ortaya çıkmaktadır. Refik Korkud kitap yazarlığının yanında 70'li
yıllarda Türk Milliyetçilerinin14 yayın organı Hergün gazetesinde de yazarlık yapan biridir.

Öcalan’ın Türkçü gruplarla ilgili bağlantıları ile ilgili çeşitli bilgiler daha sonraki yıllarda da ortaya çıkmıştır.
Radikal Gazetesi'nin 27 Ekim 2003 tarihli sayısında Neşe Düzel’in gazeteci-yazar Avni Özgürel ile yaptığı bir
söyleşide Öcalan’ın derin ilişkilerine ait bilgiler ortaya çıkmıştır.

Söyleşide Özgürel; tam tarihini anımsamasa da Öcalan ile Türkiye Fikir Ajansı'nda 1966-67 yıllarında
karşılaştığını ve bu sırrı da 1993 yılına kadar sakladığını açıklamıştır. Özgürel devamında; “1993'e kadar Öcalan
ile hiç karşılaşmadım. 1993'te gazetecileri Bekaa'ya basın toplantısına davet etti. Panaroma'nın genel yayın yönetmeni
olarak ben de gittim. Bizimki haftalık dergi olduğundan, basın toplantısından sonra Öcalan'la dergi için özel söyleşi de
yaptım. O özel görüşme sırasında kendisine sordum. 'Ankara'da İzmir Caddesi'nde Fikir Ajansı diye bir yer vardı. Yanlış
hatırlıyor olabilirim ama birden bir şey çağrıştırdı. Bende seni orada gördüm gibi bir his uyandı' dedim. Bana, 'Yoo, doğru

13 Necdet Pekmezci, PKK’nın MİT’tolojik Tarihi, Silüet Yayınları.


14 Bu kişinin içinde bulunduğu yapılanma Türk Milli Ülküsü dışında etnik-kafatasçı bir yapıdır.

281
FARUK ARSLAN

hatırlıyorsun. Ama ben bunları bir müddet sonra açıklayacağım' dedi.” Şeklinde Öcalan’ın derin gruplarla bağlantıları
ile ilgili önemli bir bilgi aktarmıştır.

Özgürel’den açıklama yapmak için zaman alan Öcalan, hemen akabinde Psikolojik harekâta başlayarak
Kesire ve Özel Harp Çalışanı olduğu iddia edilen Pilot Necati ile ilgili bilgileri kısa kısa kitlesine aktarmaya
başlamış, devletin bu kişiler üzerinden kendisini kullanmak isterken, kedisinin onları kullandığını aktararak,
müzahir kitlede oluşabilecek şoklara karşı önceden önlem almayı başarmıştır. Öcalan yine çok iyi bir zamanlama
ile kitlesi içerisinde infial uyandıracak bir konuyu sulandırarak, etkisizleştirmiş ve ajan olma konusunun zararlı
etkilerini bertaraf etmiştir.

Öcalan bu konuda; “Halk adına işbirlikçi bir ilişkiye yöneliyorum (…) Bu adamlar öyle bildiğiniz gibi değil, sana bu
kadar masraf yapacaklar, hiç peşini bırakırlar mı? Devletin kendi adamlarına dayanarak gurubumu inşa ediyorum. Beni sağ
bırakırlar mı?”

“Allah’ın serserisi, ne istiyorsun? Kadın dersen kadın, para dersen para! Apartman dersen apartman al; ye, içinde yat!
Ben de bu noktada, tam bir paşa oğlu gibi davranıyorum. Daha fazla para! Kendinizi daha fazla çalıştırın! Çok ilginç,
ayarlama çok önemli (!!) burjuvaziyi nasıl çalıştırıyorum”

“Düşünün, devlete Kürt partisi kurduruyorum (…) biz devrimci Kürt partisini nasıl MİT’e dayandırarak kurduysak,
Kürt devletini de (şimdi işte içinde olduğumuz bu Güneydeki devlet)Türk devletine dayandırarak kuracağız.”

“Kontrolden çıktığımı anladıkları anda derhal öldürebilirler. Sonuna kadar bağlı olduğumu anı anına tekrarlamam
lazım” şeklinde söylemlerle bir istihbarat çalışmasının ürünü oluşunu, yapmak istediklerini elde etmede aracı
olarak kullanmak istemeye bağlamıştır.15

Liseyi bitiren Öcalan 1969 yılında Diyarbakır’da Tabu Kadastro memuru olarak göreve başlamış, görevi
sırasında Hukuk Fakültesi kazanarak İstanbul’a yerleşmiştir. 1970-1971 döneminde İstanbul Hukuk Fakültesine kayıt
yaptıran Öcalan, bu fakülteden de ayrılarak Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesine geçiş yapmış, aynı yıl
DDKO’ya üye olmuştur16. Öcalan aynı yıl iki üniversite kazansa da şu anada kadar giriş belgesi veya herhangi
müracaat formunun ortaya çıkmaması da şüphe ile değerlendirilmiş konular olarak görülmüştür.

Öcalan, 1972 yılında Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde Doğu Perinçek ve Yalçın Küçük17 ile yakın ilişkiler
içerisinde bulunmuştur. Bu dönemde Ploretarya Devrimci Aydınlık dergisi ile bildirilerini (Şafak Bildirisi) dağıtırken

15
Öcalan A,. Devrimin Dili ve Eylemi, s. 110, 117, 122, 155.
16
Öcalan A., Bir Halkı Savunmak, İstanbul, 2004, s.255
17
Yalçın Küçük bu dönemde Cumhuriyet Gazetesinde Yöneticilik yapmaktadır.

282
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

yakalanmış ve 7 ay cezaevinde kalmıştır. Bu tutuklama döneminde çok sayıda arkadaşı cezaevine girerken, bir süre
sonra sadece Öcalan’ın mevcut suçunun nevi değiştirilerek, cezası azaltılmış ve tahliyesine karar verilmiştir18.

Nisan 1973 yılına gelindiğinde ise, Öcalan birkaç arkadaşı ile Ankara’nın 40 km dışındaki Çubuk barajı
kenarında toplanıp, Kürt milliyetçiliği esasına göre örgütlenme kararı alarak, PKK’nın ilk adımlarını atmışlardır. Bu
doğrultuda 1975 yılında M. Hayri Durmuş’a dikte ettirildiği iddia edilen “Kürdistan Devriminin Yolu-Manifesto” adlı
eser, 1978 yılında örgüt kadrolarına iletilmiştir. Bu eser örgütün ilk yazılı kaynağıdır. Fakat yaptığımız çalışmalarda
PKK’nın manifestosunun çalıntı olduğu ve Vietnam İşçi Partisi’nin programının bire bir aynısının kopyalanıp,
PKK’ya uyarlandığı görülmüştür. Güney Asya’da bulunan bu ülkenin bir partisinin programının nasıl ele geçirildiği
ve Türkçeye tercüme edildiği ise bilinmemektedir.

Öcalan, Türk milliyetçilerinin karşısına güçlü bir yapı ile çıkarak kendine özgü bir oluşum meydana
getirmek istemiş, bunun adını da Kürdistan Devrimcileri olarak ortaya koymuştur19.

Öcalan ve arkadaşlarınca oluşturulan Kürdistan Devrimcileri adlı örgütün ilk kurucuları Kemal Pir ve Haki
Karer gibi Türk kökenli kişiler iken, sonradan bu yapıya Cemil Bayık, Şahin Dönmez, Ali Haydar Kaytan, Mehmet
Hayri Durmuş, Duran Kalkan, Selahattin Çelik, Doğan Kılıçkaya, Kesire Yıldırım, Abdurrahman Polat, İsmet Kılınç,
İsmet Ateş, Ali Rıza Altun, Baki Karer, Ali Özer, Musa Erdoğan, Turgut Çetineren, Hasan Asgar Gürgöze, Ali Şir
Gürgöze, Mustafa Dere, İsmail Güngör, Tamer Özkan, Mustafa Güngör gibi kişiler dahil olarak kurucu kadroyu
oluşturmuşlardır.

1975 Ekim ayından 1976 Ocağına kadar Ankara Dikmen’de yürütülen toplantı ve eğitim çalışmaları örgütün
ikinci gelişim hamlesi olmuştur. Kendilerini o dönem Kürdistan Devrimcileri olarak ifade eden grup, toplantıların
sona ermesiyle çalışmalarına Doğu ve Güneydoğu illerinde devam etme kararı almışlardır. Bu doğrultuda birçok
kadro Batman, Antep, Tunceli, Kars, Urfa, Elazığ, Mardin ve Ağrı illerine gönderilerek, Ulusal Kurtuluş Ordusu adı
altında örgütlenme çalışmalarına başlamışlardır20.

1976 yılında sözde Kürdistan toprakları olarak ilan edilen Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesine giden
örgüt mensupları, birçok ilde gruplar meydana getirmiş ve örgütlenmişlerdir. Abdullah Öcalan, daha örgütün ilk
kuruluş aşamasında hazırlattığı Kürdistan Devrimcileri adlı broşürde, Kürdistan devriminin takip edeceği yöntemi;
Parti-Cephe-Ordu modeli ile belirlemiştir21.

18
Sakık, a.g.k., s.52
19
Öcalan, Bir Halkı Savunmak,… s.255
20 Akçora E., ” Tarihi Gelişimi İçerisinde Terör Örgütlerinin Türkiye Üzerindeki Emelleri Ve İşbirlikleri” Doğu

Anadolu Güvenlik Ve Huzur Sempozyumu, Elazığ, 2000 , s.266.


21 Stratejik savunma (1984-1989), Stratejik Denge (1989-1991) ve Stratejik saldırı (1991-1996)

283
FARUK ARSLAN

Bu modelin gereği olarak, 27-28 Kasım arasında Diyarbakır’ın-Lice-Fis (Ziyaret) köyünde22 parti
oluşumunun ilk temelinin atılması için bir toplantı düzenlemiştir. Bu toplantı Seyfettin Zoğurlu adlı kişinin evinde
gerçekleşmiştir. Toplantıya, Abdullah Öcalan, Cemil Bayık, Şahin Dönmez, M. Hayri Durmuş, Baki Karer, Mehmet
Turan, M. Cahit Şener, Ferzende Tağaç, Ali Haydar Kaytan, Mazlum Doğan, Hüseyin Topgüder, Ali Gündüz, Sakine
Cansız, Kesire Yıldırım, Duran Kalkan, Ali Çetiner, Faruk Özdemir, Abdullah Kumral, Abbas Göktaş gibi örgüt
yöneticileri katılmıştır. Toplantıya çağrılmış olmasına rağmen gelmeyen altı üst düzey örgüt yöneticisi ise sonradan
örgüt tarafından öldürülmüştür. Bu toplantı örgütün I. Kongresi olarak kabul edilmiş ve toplantıda partileşme kararı
alınmıştır.

PKK terör örgütü kuruluş bildirgesinin sonunda Marksizim-Leninizm ve devrimin zaferine sonsuz inanç
dile getirilmiş, Vietnam ve Küba’daki halk savaşının örnek alındığı ifade edilmiştir23. Yeni kurulan PKK, temelde
etnik Kürtçü bir örgüt olsa da Mihri Belli’nin ortaya attığı Milli Dmokratik Devrim Tezini esas almıştır. Bu açıdan
PKK kendine özgü bir yapılanmakta olmaktan çok Mihri Belli, Yalçın Küçük, Doğu Perinçek ve Ertuğrul Kürkçü’nün
temsil ettiği Ulusalcı Türk Solunun bir devamı olmuştur. Günümüzde de adı geçen bu kişilerin Öcalan ile olan yakın
ilişkileri ve Öcalan’ın etkisinin olduğu partilerde görev almış olmaları da ilişkinin halen devam ettiğini
göstermektedir.

Örgütün kurucuları olan Kemal Pir, Haki Karer, Rıza Altun, Duran Kalkan, Mustafa Karasu, Fuat Çavgun
gibi kişilerinde MDD kökenli oluşları ve devam eden Ergenekon soruşturmasında adı geçenlerle örgütün bağlantısı
konusundaki iddialar örgütü kuran mantalitenin arka yüzünü ortaya çıkarmaktadır.

Partileşme kararının bir yıl sonrasında ise örgütün adı PKK (Partiya Karkeran Kurdistan-Kürdistan İşçi
Partisi) olarak benimsenmiş ve kuruluş bildirgesi deklere edilmiştir. Burada ilginç olan bir nokta ise örgütün ilk
partileşme çalışmasına katılan üyelerin neredeyse tamamının daha sonra Öcalan tarafından ajan ilan edilerek
öldürülmesidir.

1977’ye gelindiğinde ise örgütün ilk kurucularından Haki Karer bir çatışma neticesinde hayatını kaybetmiş
olup, örgüt tarafından Haki’nin Sterka Sor örgütünce öldürüldüğü söylenmiştir. Gerçekte ise Haki Karer’in Abdullah
Öcalan tarafından kendisine rakip olabileceği endişesiyle öldürttüğü ortaya çıkmıştır24.

Örgüt kısa bir zamanda önemli ölçüde kadro temin ederek büyük kitlelere ulaşmış, hatta bu dönemdeki
mahalli seçimlerde kendisine taraf bazı kişileri seçtirme başarısını elde etmiştir.

22 Bahse konu görmek amacıyla 2008 yılı şubat ayında Lice’nin Fis köyüne giderek incelemeler yaptım, halkla
yaptığım görüşmede, köy halkının Ermeni asıllı olduğu ve sonradan İslam dinin seçtiklerini müşahede ettim.
23 Alperener M., PKK terörünün Belçika boyutu, s.18.
24 Demirkıran S., PKK, İstanbul ,2001, s.103.

284
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

1979 yılına kadar örgüte yönelik güvenlik güçlerinin önemli bir operasyonu olmamıştır. İlk kez Mayıs 1979
yılında Elazığ’da örgüte yönelik yapılan ilk operasyonda bölge sorumlusu Şahin Dönmez ve arkadaşları yakalanmış
ve bu operasyonla örgütün gerçek durumu ortaya çıkartılabilmiştir. Dönmez ifadesinde, Abdullah Öcalan
Diyarbakır’da kaldığı yer hakkında itiraflarda bulunmuş olsa da, Öcalan’ın kaldığı yere baskın aradan geçen dört
günden sonra yapılmıştır. Öcalan bu yakalanmalardan sonra Türkiye’de durmayacağını düşünmüş ve kaçma
hazırlıklarına başlamıştır. Öcalan bu sırada her yerde aranmasına rağmen Haziran 1979 yılında25 Suriye’ye
kaçabilmiştir26.

Öcalan’ın bu gidişinde yanında Mehmet Sait adlı bir arkadaşı olup, bu kişi ilk zamanlarda Öcalan’ın
Suriye’deki işlerini takip etmiştir. Şam’daki Öcalan’a Libya’da yaşayan bir Iraklı tarafından yüklü miktarda para
gönderilmiş, FHKC kimliği verilmiş ve Greek kökenli bir Hrıstiyan olan Hawatme’nin27 grubunca da Bekaa’da
PKK’ya kamp hazırlanmaya başlanmıştır. PKK örgütünün buradaki toplam kadrosu önceleri 18 iken, sayı sonradan
80’e kadar çıkmıştır.

Öcalan’ın Suriye’ye çıkışıyla ilgili olarak Cem Ersever farklı bir yaklaşımda bulunmaktadır. Ersever, 1979
yılında Öcalan’a, 1980 yılı Mayıs veya Haziran aylarında bir darbe yapılacağı, darbe sonrasında yönetimin otoritesini
her yerde tesis edemeyeceğini, özellikle Güneydoğuda yer yer ayaklanmaların yaşanacağını, bu nedenle de yurt
dışında eğitim görmüş bir güce ihtiyaç duyulacağının söylendiğini ve Öcalan’ın da bu derin devletin talimatı ve
yardımıyla yurt dışına çıkarıldığını iddia etmiştir.

İhtilalden hemen sonra bir grup PKK’lının Kemal PİR yönetiminde Nisan 1980’de Türkiye’ye alel acele
gönderilmesi de, darbe öncesinde darbeciler adına hareket eden bir grubun bölgeye hakim olunması düşüncesinden
kaynaklandığını ihtimalini düşündürmektedir. Buna göre bölgede Apocular, kendileri dışında başkaca bir etnik bir
Kürtçü örgütün var olmasını önleyecek, var olan örgütler ise Apocular eliyle ortadan kaldırılacaktır.

Örgütün Suriye’deki ilk irtibatı Suriye istihbaratı olan BRUSK teşkilatıdır. BRUSK’la direk görüşmelere Baas
kökenli olup ta sonradan PKK örgüt militanı olan Ömer Muhtar ve Enver Alluş adlı Suriye vatandaşları
görevlendirilmiş, bilgilendirmeler bu iki kişiler üzerinden devam etmiştir. Ömer Muhtar ve Enver Alluş adlı
militanlar İstihbaratçılarla gerekli çalışmaları yaptıktan sonra SKİDP (Suriye Kürtleri İlerici Demokrat Partisi) ve
Partiye Çep adlı örgütlerle de görüşerek PKK ile aralarında güç birliğinin kurulmasını sağlamışlardır28.

25 Bazı kaynaklara göre ise 7 Temmuz 1979’dır.


26 Demirkıran, a.g.k., s.103.
27 Naif Havatme, 17 Kasım 1935 yılında Ürdün’ün Salt şehrinde doğmuş Filistinli politikacıdır. Havatme Grek

Ortodoks bir bedevi kabilesinden gelmektedir. 1954 yılında yüksek eğitimine Kahire’de devam ederken, Arap
Ulusal Hareketi örgütüne katılarak partinin sol kanadında yer almıştır. 1967’de tekrar bu ülkeye dönüp, Filistin
Halk Kurtuluş Cephesine katılmıştır. Kurucularından biri olduğu FHKC’den koparak 1969 yılında Filistin'in
Kurtuluşu İçin Demokratik Cephe’yi (FKDC) oluşturarak, bu Marksist hareketin genel sekreteri olmuştur.
28
Kotan M., Yenilginin İzdüşümleri, Atina, 2003, s.78..

285
FARUK ARSLAN

Suriye Devleti 1980’li yıllarda Sovyetlerin desteği ile bazı illegal örgütlere kucak açıyor olsa da, asıl desteğini
Fransa ve İngiltere gibi ülkelerden almaktaydı. Filistin Kurtuluş Örgütünün lideri Yaser Arafat’ın bu yıllarda Fransa
ve İngiltere eksenli ittifaklar içerisinde olduğu bilinmektedir. Arafat’ın hastalığı esnasında da Fransız Askeri
Hastanesinde tedavi görmesi ve akabinde Fransa’da ölmesi de, Fransa-İngiltere-FKÖ irtibatını gösteren unsurlardan
biri olup, bu ilişkinin Ortadoğu’daki diğer bir ayağı ise Suriye devleti olmuştur. Günümüzde de Suriye devletinin
Baas kökenli faaliyetleri ve bu yapının küresel Gladyo ile olan bağları da ortaya çıkmaktadır. İddialara göre bu
dönem Türkiye’nin Şam büyükelçisi olan iddia olunan Ergenekon Terör Örgütü (ETÖ) üyesi/sanığı Yalçın
Küçük’ün kayınbiraderi olan Cenk Duatepe Öcalan’ın Şam’da barınmasında referans olmuştur.

2011 yılında Suriye’de Sünni


kökenlilere Nusayri Baas yönetimince
yapılan anti demokratik uygulamalara
karşı bir ayaklanma meydana gelmiştir.
Bu olaylarda Esad yanlıları tarafından çok
sayıda masun insan katl edilmiştir. Esat
yönetiminin anti demokratik
uygulamalarına Türkiye’den ilginç bir
şekilde en önemli desteği yine Türk Solu
gruplar ve PKK vermiştir. Olaylar
sırasında bazı İşçi Partililer ile PKK örgüt
mensupları Şam’da Öcalan lehine yapılan
gösterilere katılmışlardır29. Bu işbirliği de
ilişkilerin boyutunu ortaya koyması
açısından ilginçtir.

Konuya dönecek olursak Öcalan Elazığ yakalanmalarından kurtulup, Suriye’de güvenli ortama ulaşınca
artık örgütünü Dünya kamuoyuna resmen açıklamayı uygun görmüş ve bunun ilk adımı olarak ta 30 Temmuz
1979’da AP (Adalet Partisi) milletvekili M. Celal Bucak’ın öldürülme emrini vermiştir. Bu talimat gereğince örgüt
militanları tarafından Mehmet Celal Bucak’ın kayınpederi ve 9 yaşındaki çocuğu Haziran ayında Hilvan’da şehit
edilmiş, Celal Bucak olaydan hafif yaralarla kurtulmuş, bu kanlı eylem PKK’nın ilk kuruluş eylemi olarak lanse
edilmiştir. Bucak eyleminden sonra örgüt, metropol faaliyetlerinin yanı sıra kırsal faaliyetlerine hız vermiş, bu amaçla
kırsal alanda faaliyet gösterecek birimler oluşturmaya başlamıştır.

1979 yılı Kasım ayından itibaren geride kalan örgüt militanları da peyderpey Türkiye’den ayrılarak Suriye’ye
çıkış yaparak, Yaser Arafat’ın liderliğini yaptığı FKÖ içerisinde en büyük ve etkin grup olan El Fetih örgütüne ait
Lübnan’daki iki kampa aktarılmıştır. Örgüt mensupları, Nisan 1980 yılına kadar bu kamplarda askeri eğitim
almışlardır. Apocular adı verilen PKK mensuplarına bu kamplarda eğitim veren Filistinli eğitmenlerin daha önce
Sovyetler birliği, Bulgaristan, Romanya ve Küba’da eğitim gördükleri bilinmektedir. Bunun yanı sıra örgüt
mensupları 1979–1980 yılları arasında Filistinli FDHAC (Filistin Demokratik Halk Cephesi), Georg Habbash’ın

29 http://www.internethaber.com/kemalistlerden-esada-buyuk-destek-381188h.htm

286
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

liderliğini yaptığı FHKC (Filistin halk Kurtuluş Cephesi), Nidal ve El Saika örgütlerinin kamplarında da eğitim
görmüşlerdir.

Örgütün Türkiye’den ayrılıp, akabinde hemen Lübnan, Suriye ve Filistin’de üstlenme imkanı bulabilmesi
halende birçok kişi tarafından şüpheyle karşılanmaktadır. Günün şartları, bu işe kalkışanların yaşları, ekonomik
durumlar ve bu irtibatları nasıl sağladıkları konusuna dikkat edildiğinde, PKK’nın çıkışının aslında kendinden zuhur
eden bir hareket olma yerine, bir merkez tarafından organize edildiğini ortaya çıkarmaktadır.

1979–1980 yıllarında Suriye’ye ve Irak’a geçen kişilerin yaşları 20 ile 30 arasında olup, neredeyse hiç biri daha
önce yurt dışına çıkmamıştır. PKK’nın bu ilişkileri nasıl geliştirdiği sorusu hiç bir zaman bir açıklığa kavuşmamıştır.
Örgüt mensupları, imkânların daha kısır olduğu 30 yıl öncesinde, Türkiye’den çıkar çıkmaz Lübnan’da silah, para
ve kamp yerlerine kavuşmuştur. Bu durumlar başlı başına kadroların bölgeye gelmesinden önce alt yapının
başkalarınca hazırlandığını göstermektedir.

1979 yılında Beyrut’ta PKK militanlarınca yapılan bir açıklamada; ASALA, Kızıl Tugaylar, Japon Kurtuluş
Ordusu, Afrika Tedhiş Örgütü ve FKÖ’nün eylemlerini desteklediklerini ve bu örgütlerle işbirliğine hazır oldukları
ifade edilmiştir.

Lübnan’daki kamplarda PKK ile asıl ilişki içerisinde olan diğer önemli bir örgüt ise Asala’dır. Ocak-Nisan
1980 tarihleri arasında PKK ve Asala arasında sıkı bir iş birliği oluşturulmuş ve bu işbirliği, Asala yetkilileri ve PKK
sorumlularından Cemil Bayık’ın ortak basın açıklaması ile deklere edilmiştir.

Asala örgütü, PKK örgüt mensuplarına özellikle askeri açıdan destek vererek, eğitime tabi tutmuştur. 1980
yılında Sidon’da yapılan PKK-ASALA ortak açıklamasında ise; “Kürt ve Ermeni devletleri kurulana kadar mücadelelerine
devam edecekleri” kararı alınmıştır. 1981 yılında ise ASALA ve PKK mensupları Suriye ve Lübnan’daki kamplarda
ortak eğitime tabi tutulmuşlardır30.

Bu birliktelik kapsamında 9 Ekim 1980 tarihinde Fransa’nın Strasburg kentinde Türkiye Cumhuriyeti Daimi
Temsilciliğine karşı ortak eylem yapılmıştır. Bu eylemle birlikte ortak çalışma arzusu fiiliyatta da ortaya konmuş,
PKK terör örgütü ASALA’nın taşeronluğuna başlamıştır31.

PKK terör örgütünün askeri eğitimlerini tamamladığı bu zamandan sonra, ASALA örgütü kendisini fes
ederek, artık Türk hedeflerine yönelik eylem yapmama kararı almıştır. PKK örgütü ise 7 Nisan 1980 tarihinde yaptığı
açıklama ile 21-28 Nisan tarihlerini kapsayan dönemleri “Kızıl Hafta” olarak kabul edip, bu zamanda eylemlerin en
üst seviyeye çıkartılması kararını almıştır. Bu karardan sonra her dönem PKK tarafından 21-28 Nisan tarihleri

30 Akçora, a.g.m., s.268.


31 Alperener, a.g.k, s.26.

287
FARUK ARSLAN

arasında hem yurt içinde hem de yurt dışında Türk kişi ve Kurumları ile askeri hedeflere saldırılar en üst seviyeye
çıkartılmıştır.

21-28 Nisan tarihlerinin önemi şuradan kaynaklanmaktadır; Ermeniler 24 Nisan tarihini sözde Ermeni
katliamının yıl dönemi olarak kabul etmektedirler. Dolayısı ile PKK örgütü de Ermenilerin tek ve yegâne sözde yas
tarihini kendi “Kızıl Haftası” olarak kabul etmiştir32.

1981 Eylül ayı içerisinde Türkiye’nin Paris Büyükelçiliğinin basılmış ve 50 kişi rehin alınmıştır. Eylem
sonrasında yakalanan üç Ermeni terörist Fransız polisince yakalanmış, fakat bu kişiler tutuklanmak yerine Beyrut’a
PKK militanlarında kaldığı kampa gönderilmiştir. ASALA örgütü bu sözde jest üzerine dönemin Başbakanı Jacques
Chirac’a teşekkür ederek, Ermeni davasının anlayışla karşılanmasından duydukları memnuniyeti iletmişlerdir33.

Bu tarihe kadar sadece belli sayıda örgüt mensubu Suriye ve Lübnan’a geçerek burada üstlenmiş olmalarına
rağmen, 12 Eylül hareketinin hemen öncesinde Ağustos 1980 tarihinde, Abdullah Öcalan tarafından PKK
militanlarının tamamına Suriye başta olmak üzere yurt dışına çıkılması talimatı verilmiştir. Bu nedenle birçok örgüt
mensubu acele bir şekilde Suriye ve bu ülke üzerinden Lübnan’a geçiş yaparken, bazıları da Avrupa’ya geçiş
yapmışlardır. Örgütün Avrupa’ya ilk açılımı da yaklaşık olarak 1980’li yıllara rastlamaktadır34.

12 Eylülün hemen öncesinde alınan karar doğrultusunda kadroların apar topar yurt dışına gönderilmesi,
aslında çok zaman örgüt içerisindeki duyarlı kesimlerce şüphe ile karşılanmıştır. Çünkü 12 Eylül hareketinden 20
gün önce, tüm kadroların neden acil olarak yurt dışına çıkartıldığı ve darbenin olacağının ne şekilde bilindiği,
kuşkuları ortaya çıkaran sorulardır. 12 Eylül öncesinde Türkiye’de örgüt militanı ve etki alanı açısından çok güçlü
olup, hatta devletin kurumlarına sızmış olan Sol örgütlerin, ihtilali tahmin edemeyerek tamamen yok olmasına
karşın, daha yeni doğmuş, kısır kadrolu, yaşları 25’i geçmeyen çocuklardan oluşan bir örgütün, bunu bilmesi tabii ki
manidardır. Bu durum doğal olarak şimdilerde PKK’ya göz yuman, özellikle dış kaynaklı kesimlerim PKK’yı bilinçli
bir şekilde oluşturduğunun ve bilgilendirdiğinin ipuçlarını bize vermektedir.

İsmet Berkan, 12 Eylül dönemiyle ilgili PKK’nın bu hamlesini irdeleme gereği duymuş ve “…PKK bölgede
Kürt milliyetçiliği tabanlı hareket eden örgütlerden en küçüğü idi. Rızgari, KUK, KDP ile daha pek çok örgüt bölgede PKK’dan
daha güçlü bir örgüttü. Ancak 12 Eylül tam bir dönüm noktası oldu. Türkiye’nin hiçbir yerinde hiçbir örgüt hareket edemezken,
PKK Güneydoğu Anadolu bölgesinde geniş bir hareket serbestisi buldu…” 35 şeklinde ifadeler kullanmak zorunda kalmıştır.

12 Eylül Askeri Hareketinin akabinde, tüm Devrimci Yurtsever kesimlerin etkisizleştirilmesine karşın,
kadrolarının önemli kısmını yurt dışına çıkaran PKK, yaşanan gelişmelerden etkilenmemiş, hatta örgütsüz kalan pek

32 Akçora, a.g.m., s.268


33 Altuğ Y., Terörün Anatomisi, İstanbul, s.100-101.
34 Kotan, a.g.k., s.81

35 Berkan İ, “PKK Tarihinden”, Hürriyet, 4-5 Mart 1999

288
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

çok kişi PKK saflarına katmıştır. Suriye ve Lübnan’a gelen kadrolar değişik alanlarda farklı örgütlerin şemsiyesi
altında olduğundan, onları toparlama zarureti ortaya çıkmıştır. Mevcut yeni durum yeni bir değerlendirmeyi
gerektirdiğinden, 15–26 Temmuz 1981 yılında Lübnan’daki Beka vadisinde bulunan Helvi kampında örgütün I.
Konferansı yapılmıştır. Bu sırada Kongrenin yapıldığı kampın güvenliği ise, Sovyet kökenli grupların
kontrolündedir.

I. Konferansa katılan 60 militandan sadece 4 tanesi halen örgüt içerisinde faaliyet yürütmekte olup, diğerlerinin
önemli bir kısmı ya örgütten kaçmış veya örgüt tarafından hain ilan edilerek idam edilmiştir. Konferansın ana teması
ise örgüt kaynaklarında; ”…1. konferans, partimizin yurt dışına çıkış ve yeniden ülkeye dönüş hamlesi başlatmasında son
derece önemli bir yere sahiptir…” şeklinde özetlenmiştir. Yine burada partinin yeniden inşası ve diğer Marksist-Leninist
çevrelerle ittifakın geliştirilmesi hedeflenmiştir36.

Konferansta genel olarak diğer Kürtçü grup ve örgütlere yüklenilmiş, Türkiye’deki askeri müdahalenin
sorumlusu olarak bu grupların faaliyetleri gösterilmiştir37.

Örgüt aynı yıl Beyrut’ta resmi temsilcilik açmış, akabinde de SSCB Komünist Partisinin 26. Kongresine delege
göndermiştir. Uluslar arası faaliyetleri başlayan örgüt, Hafız Esat’ın kardeşi Rıfat Esat’ın da desteği ile Suriye’de
tamamen özgür hareket ederken, bu kişinin yardımıyla Avrupa’ya gönderilen kadrolarla birlikte PKK Avrupa
bürosunun kuruluşuna başlanmıştır.

Avrupa’ya açılan örgüt, 1 Haziran 1982’de Mihri Belli’nin ortaya attığı MDD tezini benimseyen yedi Türk solu
örgütüyle “Faşizme Karşı Birleşik Direniş Cephesi” adıyla birlik kurarak, Türkiye metropollerine de ulaşmayı
başarmıştır.

PKK Terör Örgütünün Avrupa’ya Açılımı

Kuruluşundan 1980’ne kadar PKK örgütünün Avrupa’daki faaliyetleri gayri resmi düzeyde olup, bu ülkelerde
işçi olarak bulunan sempatizanlar tarafından yürütülmekteydi. İlk dönemlerde Almanya’da yaşayan Doğan Karakoç
adlı PKK militanı örgütün Avrupa çalışmalarına bakmıştır. Akabinde yönetim kademesinden Baki Karer 1980 yılında
sorumlu olarak Avrupa’ya gönderilmiş, yine Kesire Yıldırım, Enver Ata adlı üst düzey militanlar da bilahare
Avrupa’ya gönderilerek, burada siyasal zemin etütleri yapılmıştır.

36 Öcalan A., Şubat-Mart konuşmaları, Suriye, 1988.


37 Buzoğlu M. H., Türkiye’nin Ulusal Güvenliği ve PKK, 1997, Ankara, Yüksek lisans Tezi.

289
FARUK ARSLAN

Örgütün Avrupa faaliyetlerini düzenleyen en önemli toplantılardan PKK I. Konferansı 15-26 Temmuz 1981
tarihleri arasında Lübnan–Helvi kampında yapılmıştır. Bu konferansa çeşitli alanlarda ve merkezde görev alan 2-3
militan grupları çağrılarak 60 kişiden oluşan bir toplantı yapılmıştır. Demokratik örgütlerde her delege konferans ve
Kongre öncesinde örgüte rapor hazırlar, akabinde de divan başkanlığı seçimleri yapılmaktadır. Tüm dünyada
uygulama böyle olmasına karşın Öcalan, divan başkanı ve iki yardımcısını seçime gitmeden kendi atayarak,
çalışmaların startını vermiştir.

I. Konferans başlangıcından sonuna kadar Anti demokratik bir zeminde ve ilginçlikte geçmiştir. Konferansın
gündemi ve bu gündemin geniş bir değerlendirmesi daha önceden Öcalan tarafından yapılmış, "Politik Rapor" adıyla
broşür halinde basılmıştır. Bu broşür konferanstan bir hafta önce bütün militanlara okutulmuş ve buna göre gündem
özetlenmiştir. Buna göre Konferansta:

- PKK örgütünün geçmiş faaliyetlerinin değerlendirilmesi.

- İçinde bulunulan dönemin özellikleri ve bu dönemin görevleri,

- Gelecekteki faaliyetlerin genel bir planı ele alınmıştır.

Seçime gitmeden kendini Konferansın Divan Başkanı olarak atayan Öcalan’ın ilk sözü; "Hepiniz bundan birkaç
gün önce zavallı durumda idiniz. Başınızı sokacak bir yer bulamıyordunuz, bir lokma ekmeğe muhtaçtınız! Eğer sizlere el
atmasaydık şimdi çoğunuz ya ölmüş olacaktı ya da zindanlarda idamı beki yor olacaktınız. Aileleriniz, ananız, bacınız da sizi
kurtaramazdı. Ama, biz sizleri kurtardık, şimdi rahatınız yerinde, karnınızı doyuruyorsunuz, aç ve açıkta değilsiniz! "Şimdi
sizlere söz hakkı vereceğim konuşmanızı yapabilirsiniz " olmuştur38.

Devam eden toplantıda Baki Karer, Avrupa alanının çalışmalara ve örgütlenmelere müsait olduğunu ifade
edince, yurt dışına atfedilen rol gereğince Avrupa’daki faaliyetlerin profesyonelce yapılması ve kadro takviyesi kararı
alınmıştır. Bu kararın gerçeklemesinde Karer’in önemli etkisi olmuştur.

Örgüt tarafından ilk profesyonel Avrupa alan sorumlusu olarak Resul Altınok atanmış, ayrıca Çetin Güngör,
Baki Karer, Saime Aşkın, Cemile Merkit, Suphi Karakuş’ta çalışmalar için Avrupa’ya gönderilmiştir. Bu elamanlar
Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde örgütlenme, basın yayın, propaganda-ajitasyon, elaman ve maddi gelir oluşturma
çalışmaları için görevlendirilmişlerdir.

Örgüt, Avrupa’daki rahat faaliyet imkânını azami olarak kullanmıştır. Öcalan, Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde
resmi ve kaçak işçi statüsünde bulunan Doğu ve Güneydoğu kökenli kişilerin imkânlarından ve bu ülkelerin soyso-
kültürel derneklere gösterdikleri kolaylıklardan azami ölçüde yaralanarak kazanımlar elde edilmesini istemiştir.

38
Cem Ersever, Kürtler, PKK ve Abdullah Öcalan, s.85.

290
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Bu nedenle Avrupa’ya gönderilen örgüt militanları hemen dernekleşme faaliyetine girip, basın faaliyetlerine
başlamışlardır. Basın yayın organları ile birçok gurbetçiye ulaşılarak, örgüt lehine kazanılmış, kazanılan elamanlar
dernekler aracılığı ile Suriye ve Lübnan’daki PKK kamplarına aktarılarak savaşçı ihtiyacı karşılanmaya çalışılmıştır.

Örgütün Avrupa’da ilk oluşuma geçtiği ülke Almanya olduğundan, Alman Anayasa Koruma Teşkilatından
bazı yetkililer derhal PKK ile bağlantı kurarak, Bekaa’da bir görüşme gerçekleştirmişlerdir. Almanya Terör
örgütünün kendi ülkesindeki faaliyetlerini kontrol altına almaya çalışmış, böylece örgütü Türkiye’ye karşı
kullanabileceğini hesap etmiştir39. Örgüt kaynaklarına göre de, Alman Hükümeti ile PKK arasındaki ilk resmi temas
1980 yılında gerçekleşmiştir40.

PKK örgütünün Ortadoğu’da ve akabinde de Avrupa’da ortaya çıkışı geleneksel Türk düşmanlığı yapan
Yunanistan ve Kıbrıs Rum Kesimi’ni de heyecanlandırmış ve 1982 yılında Abdullah Öcalan ile ilişkiye geçmeye
başlamışlardır. Yunanistan bu görüşmelerde, üst düzey PKK militanlarını ülkesine davet ederek, kendilerine sınırsız
destek sunacaklarını belirtmiştir.

İran ve Irak bölgelerinde üstlenmesini sağlayan PKK, kitle kazanmak için basın yayın faaliyetlerinin önemini
kavramış ve bu yönde çalışmalarına hız vermiştir. Basın-yayın faaliyet merkezleri olarak ta Almanya, İsveç,
Hollanda, Suriye ve Lübnan seçilmiştir. 1981 yılı ortalarında Avrupa’ya gönderilen Resul Altınok, Ali Haydar
Kaytan, Cemile Kaytan (Merkit ) adlı militanların tamamı basın-yayın faaliyetleri konusunda deneyimli kişilerden
seçilmiştir.

Bu çevrelerin gayreti ile PKK’nın yayın organı olan Sexwebun (Bağımsızlık) dergisi Ocak 1982’den itibaren
aylık olarak Almanya’da yayın hayatına başlamıştır. Dergi içerik olarak başta Öcalan olmak üzere, örgütün yönetim
kadrosunun yazıları ile doldurularak propaganda unsuru olarak etkili biçimde kullanılmıştır.

Türkiye ve Avrupa’daki faaliyetler her ne kadar gelişmiş olsa da örgütün istenilen aşamaya ulaşamadığı ve
faaliyetlerinde kısır kaldığı görülmüştür. Örgütün bu kısır döngü içerisinde faaliyet göstermeye çalıştığı 1980-82
yıları arasında ilgili ilgisiz 2000’den fazla kişi yakalanarak PKK örgüt mensubu iddiasıyla cezaevlerine konulmuş,
bunlardan 447’si önemli cezalar ve 243 hakkında idam cezası verilmiştir.

Bu tutuklamalar birçok kişi ve aileyi örgüte yaklaştırmış, aranır duruma düştüğünü sanan veya aranan birçok
gençte Suriye ve Avrupa’ya kaçmaya başlamıştır. Bu tutuklamalarla bir anda her yerde korku tufanı oluşturulmuş,
kişiler ve devlet arasında mesafeler konmuştur. Bu denli yanlış güvenlik uygulamalarına rağmen, gerçek sorumlular
hakkında ise gerçek anlamda hiçbir şey yapılmamıştır.

39 Kotan, a.g.k., s.54


40 02 Ocak 2007 tarihli Abdullah Öcalan’ın avukatları ile görüşme notu

291
FARUK ARSLAN

Türkiye’de yakalananlar gereği gibi yargılanmamış, idam cezası alan 243 kişinin infazı ise gerçekleşmemiş,
fakat ortaya çıkan bu durum örgütün propagandalarına önemli mesnet oluşturmuştur.

Aranan kişilerin Suriye’ye kaçmasıyla birlikte bu ülkede önemli oranda militan birikmiş ve Helwe alanında
kamp kurulması zorunlu hale gelmiştir. 1980 sonrasında Türk Solu, etnik Kürtçü örgütler, Radikal Sağ ve çeşitli
Cemaatlere üye onlarca kişi basit nedenlerle idam edilmiş olmakla birlikte, Asker ve Polis şehit eden PKK militanları
ceza almalarına karşın infaz edilmemiş, bilakis bir süre cezaevinde kaldıktan sonra salıverilmişlerdir.

12 Eylül 1980 sonrası dönemde PKK terör örgütüne yönelik 30 ayrı ilde yapılan operasyonlar neticesinde
132’si yöneticilik iddiası olmak üzere kayıtlara yansıyan 2385 örgüt militanı yakalanmıştır. Suriye’ye ve
Almanya’ya kaçanlar ve yakalanamayanlarda düşünüldüğünde örgütün o zamanda bu rakamlara ulaşmış
olması güç görünmektedir.

Diyarbakır cezaevi gibi yerlerde kalan birçok örgüt mensubunun aileleri bir süre sonra örgüte
yakınlaşmış ve örgüte katılmıştır.

Askeri darbe sonrası 12 Eylül 1980 - 30 Ocak 1983 tarihleri arasında örgütlerin gerçekleştirdikleri eylemler
ele alındığında, PKK terör örgütü 197 önemli eylem ile aniden birinci sıraya yükselmiştir. Bu denli tutuklamaya
karşın bu kadar çok eylem yapılmış olması da yakalamalar üzerinden örgüte önemli darbe vurulmadığının bir
göstergesidir.

Kongre Sonrası Faaliyetler

PKK’nın II. kongresi 20-25 Ağustos 1982 tarihinde Suriye’nin Ürdün sınırında yer alan askeri bir kışla
içerisinde gerçekleştirilmiştir. Kongrenin gerçekleştirildiği bina ise, Suriye devletince George Habbash’ın liderliğini
yaptığı Filistin Halk Kurtuluş Cephesine verilmiş bir yerdir. Örgüt arşivlerine göre II. Kongreyle stratejik
savunmadan stratejik dengeye geçiş yapıldığı ifade edilmiştir.

II. Kongre sonucunda, “gerilla savaş” modeline göre bir teşkilat kurulmuştur. Merkez Teşkilatı olarak;

a) Merkez Komitesi

b) Yürütme Kurulu (Polit Büro),

292
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

c) Genel Sekreter (Merkez Komitesi ve Yürütme Kurulunun da Başkanı, Partinin çalışma ve yönetiminden
sorumludur) unsurlarından oluşmuştur.

Yurtdışı Teşkilatı olarak bakıldığında ise;

a) Avrupa Bürosu,

b) Dış ilişkiler ve ittifaklar Bürosu,

c) Merkez Yazı Kurulu,

d) Libya Temsilciliği,

e) Kamplar Bürosu,

f) Bulgaristan, Yunanistan ve Kıbrıs Rum Kesimi daimi unsurları olarak belirlenmiştir. Kongrede Türkiye’ye
yönelik faaliyetlerin arttırılması ve silahlı birliklerin bölgeye sevk edilmesi gerektiği kararlaştırılmıştır.

Kongre sonucundaki değerlendirmeye göre; örgütün yurt dışındaki faaliyetleri neticesinde önemli
kazanımlar sağlandığı ve belli bir kitle yakalandığı ifade edilmiş, kişisel bazı eksiklikler nedeniyle meydana gelen
hataların sorgulamasının ise ayrıca yapılacağı belirtilmiştir. Bu kongrede yine başarısızlık ve becerisizlikle suçlanan
bazı örgüt mensupları hapis ve ölüm cezalarına çarptırılmışlardır41.

I. Konferansta Öcalan’a karşı çıkarak, seçimlerin demokratik olmadığını vurgulayan ve yönetimi meşru
olmamakla suçlayan örgütün Avrupa sorumlusu Resul Altınok’un için düğmeye basılmış olduğundan, bu Kongrede
Altınok’un ihanetçi durumuna düşürülmesi ve örgüt içerisinde muhalefetin susturulması şeklindeki konular ön
plana çıkmıştır. Öcalan, Resul Altınok’un MİT ajanı olduğunu, kendisine ve PKK'ya karşı büyük bir komplo içinde
bulunduğunu, bu durumun son anda fark edildiğini, bilmeden de olsa onun gibi düşünenler ile ona alet olanların
da onunla aynı kefeye konması gerektiğini vurgulamıştır.

Buradan hareketle 2 yıllık yurt dışı pratiğinde örgüt elemanlarının uyanık davranmadığını, kendisi
olmazsa belki de komplonun başarıya ulaşmış olacağını ve şimdiye kadar MİT'in herkesi imha etmiş olabileceğini
belirtmiştir.

Öcalan’ın II. Kongrede hain ilan ettiği Resul ALTINOK olayı hakkında okurları bilgilendirmek yerinde
olacaktır.

41 Akçora, a.g.m., s.270

293
FARUK ARSLAN

Davut Kod Resul ALTINOK, PKK örgütü içinde yaşı ve kültürel birikimi olarak ileri düzeyde olan,
Kürtçülükten ziyade sosyalist fikirleri daha ağır basan birisidir. Aslen Bingöllü olan Altınok, aynı zamanda PKK
Merkez Komitesi üyesidir.

PKK Avrupa Bürosu oluşturulduğunda bu bölgede çalışma yapacak birikime sahip nadir kişilerden biri
olması nedeniyle Avrupa sorumlusu olarak tayin edilmiş, diğerlerine göre kültürlü ve örgüt içerisinde alçak
gönüllü olmasından dolayı da herkes tarafından çok sevilmiştir.

Avrupa'da iken genelde dünyanın ve özelde Türkiye'nin sorunlarını karşılaştırmalı olarak tahlil edince,
örgütün dolayısıyla Öcalan’ın tüm kararlarını eleştiriye tabi tutmuş, eleştirilerini militanlara da açarak Öcalan’ın
tartışılmasını sağlamıştır. Altınok, örgütün yabancı ülkelerle geliştirdiği ilişkilerin sosyalist bir çizgiden ziyade
küresel güçlere hizmet ettiğini, ilişkilerin kuşku meydana getirdiğini çevresine anlatmıştır.

Öcalan, Altınok'un durumunu öğrenince yaklaşan Konferansı bahane ederek Altınok’a; "Bir takım yeni
düşünceler geliştirdiğini duydum, yeni fikirler üretmek partimiz ve senin gelişmen için olumlu bir şeydir, yakında kongremiz var,
acele gel ki, buradaki hazırlıklara katılabilesin. Görüşlerini kongre zemininde ifade edersin, ben de desteklerim kabul görürse ne âla."
ifadeleriyle bir mektup yazarak onu Şam’a gelemeye ikna ederek, Kongreye katılmaya ikna eder.

Şam'a gelen Altınok burada iki PKK mensubu tarafından karşılanır. Kampa götürüleceğini sanırken gözaltına
alarak, bir eve kapatılıp, başına da bir silahlı nöbetçi dikilir. Bu arada da bir yandan kongre hazırlıkları yapılırken
diğer yandan da PKK militanlarının bulunduğu tüm alanlara haber-talimatlar gönderilerek "Resul ajanmış, komplocu
imiş, son anda fark ettik" gibi yaygın bir karalama kampanyası başlatılır. Doğal olarak Altınok tutuklu olduğu için,
Kongreye katılamaz ve iddialara da cevap veremez.

Öcalan 2. Kongre’de militanlara hitaben:;"İşte bu hain diyor ki; ben kongreye katılacağım ve kongredekiler de beni
destekleyecekler. Şimdi sizlere soruyorum, içinizde bu satılmış hain ile işbirliği yapmak için onun kongreye katılmasını isteyen var
mı? Varsa çekinmeden söyleyin. Davut (Resul Altınok) savaş karşıtlığı yapıyor. Askeri güçlerimizin ülkeye dönmelerinin
tehlikeli olacağını söylüyor. Böyle bir adım atmanın intihar anlamına geleceğini belirtiyor. Ona kalırsa hepimiz
bulunduğumuz yurt dışında mülteci olarak yaşamaya koyulacağız. Şimdi size soruyorum, bu emperyalist bir söylem değil
midir? Sömürgeciler de bunu söylemiyorlar mı? Türk devletinin uyarısı da aynı yönde değil midir? Bana kalırsa Avrupa
emperyalizminin onu satın aldığı açıktır. Sözde beni ikna etmek için buraya gelmiş. Kim ne bilir ki, belki de Türk Devleti’ne
danışarak buraya geldi. Şahsen çok çekiniyorum. Birçoğunuzun kafasını karıştırabilir. Her halde böyle uçuk adamları
dinlemek istemezsiniz, değil mi? Onu dinlemenize gerek var mı? Zaten ifadelerinde her şeyi açıkça ortaya koymuş. Buna
rağmen onu buraya getirmemi hâlâ istiyor musunuz "42 şeklinde bir konuşma yapıp, çıkabilecek bir muhalefete göz
dağı vermiştir. Konuşmanın ardından kimse Öcalan’a muhalefet edemediğinden Altınok’un uygulamaya alınması
kararına varılır.

42
Cem Ersever, PKK, Kürtler ve Öcalan, s.111.

294
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Öcalan ve adamları Altınok’tan “Ben bir provokatörüm, PKK’yi parçalamak için komplolar düzenledim. Sorumlu
olduğum zaman bayan-erkek bazı kadroları ajan olarak öldürdüğüm, (F...) isimli bayanı benimle cinsel ilişki kurmayı ret
ettiği için öldürttüm. Ajan ilan ettim. Zindandaki eski devrim esirlerine PKK’nin gönderdiği paraları keyfim için harcadım,
kız yolunda kullandım. PKK’ye karşı ağır suçlar işledim, bağışlanamam…43” şeklinde ifade vermesini istemiş ve bu
yönde baskı yapar.

Tabi bunu kabul etmeyen Altınok tutuklu bulunduğu odasında kendisini sorgulayan Fuat Kod Ali Haydar
Kaytan’a; “Kahrolsun başkalarına hizmet eden savaş provokasyonu, kahrolsun Deng Sio Ping’ler, yaşasın Marksizm,
Leninizm, yaşasın Komünizm...” sloganları atarak Öcalan’a teslim olmayacağını ifade eder.

Akabinde Öcalan, Resul Altınok’u huzuruna çağırarak kendisine bir şans verileceğini,

ülkeye gidip (Güneydoğu Anadolu Bölgesi) kendini kanıtlaması ve partiye bağlı olduğunu

ortaya koyması gerektiğini söyler. Teklifi kabul etmeyince de Lolan kampına götürülür.

Burada kendi eliyle kendisi için bir mezar kazdırılır. Daha sonrada Fuat Kod Ali Haydar

Kaytan ve Rıza Altun tarafından kafasına bir kurşun sıkılarak infaz edilir44.

II. Kongreye dönecek olursak, Kongre akabinde örgüt militanları, PKK’nın silahlı eylemlere başlayacağını ve
devrimin yaklaştığını kitlelere empoze etmeye başlamış, bu nedenle de daha fazla para ve elaman temini faaliyetlerini
hızlandırmıştır.

Planlanan şekilde Kongreden sonra örgüt yöneticilerinden Mehmet Karasungur 12 Eylül 1982 tarihinde
İran’a geçerek, İKDP yetkilileri ile görüşmeler yapmış ve Örgüt 1982 yılından itibaren Kuzey Irak ve İran’da (Urmiye
kenti) üstlenmeye başlamıştır. Diğer yandan 1980 yılında başlayan PKK-KYB ilişkileri de bu dönemde daha da
ilerlemiştir. İran ve Kuzey Irak’a yerleşen PKK gruplarının ihtiyaçları ilk dönemler IKDP tarafından karşılanmıştır.
Örgüt mensupları üstlenmelerini gerçekleştirdikten sonra hemen Hakkâri ve Şırnak sınır köylerine doğru istihbarı
çalışmalara hız vererek ilişki geliştirme faaliyetlerine girişmişlerdir. Bölgede üstlenmelerini tamamlayan PKK örgütü,
ilk iş olarak IKDP’ye ihanet ederek ilişkilerini kesmiş ve İran devrim muhafızları ile bağlantıya geçerek, ortak hareket
etmeye başlamıştır.

Bununla da yetinmeyen örgüt, İran’da faaliyet gösteren Kürtçü bir örgüt olan İKDP (İran Kürdistan
Demokrat Partisi) üyelerini yakalayarak İran Güvenlik güçlerine teslim etmiştir. PKK’nın İKDP’ne ihaneti bununla
da sınırlı kalmamıştır. IKDP’nin lideri Abdurrahman Qasımlo’nun İran istihbaratı tarafından 1989’da Viyana’da
öldürülmesine de katkıda bulunmuş ve karşılığında İran’da rahatlıkla üstlenme garantisi almıştır. Bu eylem Alman
istihbaratı-İran istihbaratı ve PKK’nın işbirliğinin bir neticesidir.

43 Kürdistan Aktüel, Kayıplar adlı makale


44 Daha geniş bilgi için: Yıldız H., ”Muhatapsız Savaş Muhattabsız Barış” s.146-150

295
FARUK ARSLAN

Her açıdan üstlenmesini sağlayan örgüt, silahlı eylemlerin fitilini ateşlemiştir. Öcalan 1982 yılında bölgedeki
silahlı faaliyetler için yayınladığı bir bildiride “…girdiğiniz bölgelerde ilk iş olarak birkaç eylem düzenleyiniz. O zaman halk
sizi otorite olarak görecek ve size her kapı açılacaktır.” şeklinde ifadelerde bulunmuştur45.

Orta Doğuda bu gelişmeler olurken, Avrupa’da da faaliyetler hızlanmıştır. Özellikle I. Konferansın


gerçekleştiği Temmuz 1981 tarihi ile II. Kongrenin gerçekleştiği yaklaşık bir yıllık dönem içerisinde, örgütün üst
düzey elamanlarınca sürdürülen Avrupa’daki faaliyetlerinin önemli bir bölümü, basın-yayın çalışmaları, elaman ve
maddi gelir sağlama faaliyetleri ile dış tanıtım şeklindedir. Maddi olanakların ve istenilen miktarda teknik imkânların
bolca bulunması nedeniyle PKK’nın Avrupa’da gerçekleştirdiği basın-yayın faaliyetleri bu bir yıllık süre içerisinde
sıçrama yaşanmasına neden olmuştur.

Serxwebun dergisinin yayınlarının yanı sıra, Avrupa’da birçok bildiri, afiş, pul gibi propaganda malzemeleri
de hazırlanarak kitlelere ulaştırılmıştır. Avrupa’daki faaliyetler bu zamanda sadece basın yayınla sınırlı kalmamış,
elaman aktarımı konusu Avrupa sahasının en önemli faaliyet alanı olmuştur. Dernekler bünyesinde geceler,
oturumlar ve konferanslar tertip edilerek önemli oranda kitle desteği sağlanmıştır.

Avrupa ülkelerinde işçi olarak bulunan kişilerden çeşitli vesileler ile aidat, yardım, bağış adı altında büyük
miktarlarda paralar toplanmıştır. Toplanan paraların bir kısmı Avrupa’daki basın Yayın faaliyetleri için kullanılırken,
diğer kısmı Şam’da bulunan Abdullah Öcalan’a gönderilmiştir.

Avrupa sahası sorumlularından Resul Altınok’un bu dönemde örgüt içi muhalefete girişmesi örgüte
olumsuz bir etki yaratsa da, Altınok’un, muhalefetini sadece Abdullah Öcalan’a yöneltmesi ve onu dışlamasına
rağmen, örgütün varlığını sahiplenmesi, iç sorunların önemli boyutlara ulaşmasını engellemiştir.

1982 döneminde örgütün Avrupa yönetimini aralarında Semir Kod Çetin Güngör’ün olduğu bir merkez
komite yapmaktadır. Aynı yıl İsrail-Lübnan savaşı dolayısıyla bir çok örgüt militanı Lübnan-Filistin sahasını terk
etmek zorunda kalarak, Avrupa’nın değişik ülkelerine gitmişlerdir. Bu dönemde örgütün en önemli üstlenme alanı
Yunanistan olmuştur. Lübnan’dan ülkeye gelen Kasım Kod Salman Ömürcan Yunanistan sorumluluğuna atanmış,
Abdulkadir Aygan ise yardımcılığına getirilmiştir.

Bu kişilerin yönetime gelmesiyle birlikte Yunanistan’da örgüt adına bir hareketlilik yaşanmıştır. Bu
çerçevede 12 Eylül Askeri darbesinin ikinci yıldönümünde, Atina’da PKK, Türk Sol örgütleri ve bazı Yunanlı sol
örgüt mensupları tarafından gösteri düzenlenmiştir. Bu gösteri sırasında olayı izleyen Türkiye’nin Atina Askeri
ataşesi Albay Baha Tüzün ve başka bir askeri personel linç edilmiş ve askerlerimiz ağır yaralanmıştır.

45
Ersever, a.g.k., s.71.

296
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Bu gösterinin akabinde 13 Eylül 1982 günü Atina Üniversitesinin toplantı salonunda bir basın toplantısı
düzenlenmiştir. Toplantıya; yüzü maskeli şekilde PKK’yi temsilen Abdulkadir Aygan, Dev-Yol ve TKP-ML
örgütünden de birer temsilci katılmış ve ülkemizi tehdit eden açıklamalarda bulunmuşlardır.

Bu olayların yaşandığı dönem sonrasında örgütün Avrupa sorumlusu MK üyelerinden Çetin Güngör’de
PKK’nın silahlı eylemlere başlama kararının yanlış olduğunu, bu kararın askeri müdahaleden sonra Türkiye’ye
dönme hazırlığında olan Marksist-Leninist grupların Türkiye’ye dönüşlerinin önünü tıkayacağını ifade ederek,
Örgütün yeni ve kapsamlı bir değerlendirmeye gitmesi gerektiğini belirtmiştir46. Bu görüş Çetin Güngör’le sınırlı
kalmamış, Suphi Karakuş, Enver Ata, Saime Aşkın, Fidan Yıldırım, Cemile Kaytan gibi üst düzey sorumlularda bu
inançta olduklarını ortaya koymuşlardır. Öcalan tarafından bu grup ajan provokatör ilan edilerek etkisizleştirilmiş
ve daha sonra da birçoğu öldürülmüştür. Çetin Güngör’ün infazı ilerleyen sayfalarda ele alınacağından burada kısaca
ifade dilmiştir.

Bu zamanda örgüt, özellikle Avrupalı Marksist-Leninist grup ve kişilerle ilişkilerini güçlendirmiş ve bu


grupların desteği ile Avrupa’da kendisine kamuoyu yaratmaya başlamıştır. Örgütün gittikçe artan siyasi ve askeri
gücü doğal olarak her alanda büyümesini ortaya çıkarmıştır. I. Konferans sırasında yurt dışındaki (Yurt içi hariç)
kamplarında 200 civarında silahlı elaman varken, II. kongrenin yapıldığı dönemde sayının 300 civarında olduğu
görülmektedir. Fakat kongrede alınan karara göre, PKK’nın yapmak istediği atılım için bu sayının yetersiz olduğu,
bu nedenle özellikle Avrupa alanından daha fazla elaman temin edilmesi kararlaştırılmıştır.

Daha önceki bölümlerde örgütün gerek Suriye ve Irak’ta gerekse de Avrupa’da rahatlıkla üstlendiğini ifade
ettik. Fakat örgüt sadece bu alanlarda değil Türkiye içerisinde de çok rahat hareket etmiştir. Örgütün bilinen ilk
eylemi Eruh ve Şemdinli olarak söylense de aslında bu zamandan öncede bölgede rahatlıkla eylemeler yapılmıştır.

Örgütün 1983 yılında Hakkâri’de yaptığı eylem ise ilerde olacak eylemleri habercisi olsa da devlet
kanadından kimse konuyu önemsememiştir. Örgüt 1978-1980 yılları arasında ki sıkıyönetim döneminde, yine 1980-
1983 döneminde ki askeri ihtilal döneminde hiçbir sorunla karşılaşmamıştır. Sıkıyönetim ve ihtilal döneminde
kurulan ve güçlenen tek örgüt PKK olmuştur. Öyle ki 1983 yılında faaliyet kırsalda faaliyet gösteren silahlı PKK
militanı sayısı 400’e varmış, Hakkâri, Siirt, Şırnak, Batman, Mardin, Diyarbakır, Bingöl, Tunceli, Urfa, Gaziantep ve
Adıyaman illerinde gezici gruplar çalışmalarına başlamıştır.

PKK-KDP Arasında Çatışma Süreci

46
http://www.sosyalistkurd.net/index.php?Itemid=117&id=263&option=com_content&task=view,PKK ‘de iç tasfiyecilik, iç
şiddet, infazlar, bunun bir çizgi, bir kurum olarak kurumlaştırılması,

297
FARUK ARSLAN

IKDP ve onun liderliğini yaptığı Barzani hareketi Kuzey Irak’ta yerleşik olmalarına karşın 1970’lerden
sonra Hakkari ve çevresinde etkin olmaya başlamış ve bölgede Barzanicilik gelişmiştir. 1980 öncesi sıkıyönetim
zamanında ve 1980 ihtilali sonrası ülkeden kaçan Ala Rızgari, KUK, Kawa, Özgürlük Yolu, DDKD mensupları
Hakkâri üzerinden Barzani yandaşlarına sığınmış, hatta PKK militanları dahi KDP’nin etkinlik alanlarında
kendilerine yer bulabilmişlerdir.

Terör örgütü 1982 yılında gerçekleştirdiği II. Kongresinde askeri faaliyetlerin arttırılması ve silahlı
eylemlerin geliştirilmesi kararının akabinde Güneydoğu illerine geçiş yapmaya başlamıştır. Hatta 1982 yılında
Cudi dağında bulunan Hezil Çayını geçerek Türk Silahlı Kuvvetlerine saldıran PKK grubu içerisinde altı IKDP
militanı da yer almıştır. Barzani, KUK örgütü yerine PKK’yı bölgede kendine bağlı çalıştırabileceğini düşünerek
bu yardımlara girerken, ileride kendisinin zor duruma düşeceğini tahmin edememiştir.

TDKP ve KUK’un etkinliğini kaybetmesiyle bölgede yeni taşeron arayan KDP, hemen PKK ile bağları
güçlendirmeye başlamıştır. Bu kapsamda Temmuz 1983 tarihinde IKDP ve PKK arasında Şam’da, “IKDP ve PKK
dayanışma ilkeleri” adıyla imzalanan belgede ortak mücadele temelinde ilişki ve ittifak geliştirilmesi, Filistin
Devrimci Hareketi ile ilişki geliştirilmesi, Türkiye ve Irak’a yönelik birlikte mücadele edilmesi ve örgütler arası
karşılıklı silahlı çatışmalardan uzak durulması kararlaştırılmıştır

Örgüt 1983 yılında Hakkâri köylerine girmeye başlayınca bölgede IKDP ve PKK militanları arasında
sorunlar baş göstermeye başlamıştır. Barzani yandaşları o zamana kadar örgüte yakınlık göstermiş olsa da, bu
zamandan sonra PKK faaliyetlerinin bölgede IKDP’ye yöneldiğini görmüşlerdir. IKDP geçmişte Hakkâri
sınırındaki kaçakçılıktan önemli oranda gelir elde ederken, ortaya çıkan yeni durum bu gelirin PKK’ya geçmesine
neden olmuştur.

Tamda bu sırada Türkiye, Irak-İran savaşını bahane ederek Irak devleti ile “Sınır Güvenliği ve İşbirliği”
anlaşması imzalamış ve bu anlaşmayla Irak topraklarına askeri hareket gerçekleştirme izni almıştır. Askeri
güçlerimiz Çukurca’da meydana gelen olaylar nedeniyle 25 Mayıs 1983 tarihinde Irak topraklarına girerek KDP
güçlerini Irak’ın güneyine doğru savuşturmuştur. Bu olay KDP’nin alanları boşaltmasına ve PKK’nın sınır hattını
ele geçirmesine neden olmuştur. Bu çalışmayı devlet adına yapanların o dönemde neyi planladığı ve sonucunda
ne olacağını hesap edip etmedikleri ise bilinmemektedir. Bilinen tek netice bu operasyon neticesinde bölgede
Barzani güçleri tasfiye olduğundan, yerine PKK militanları üstlenmiştir.

Türkiye’nin askeri müdahalesinden sonra PKK-IKDP-İKDP arasında görüşmeler yapılmış ve PKK


boşalan alanlara yerleşeceğini kendilerine söylemiştir. Mevcut duruma IKDP’nin de çok müdahale etme imkanı
olmadığından kabullenmek zorunda kalmıştır. Durum böyle olunca PKK tarafından Hakurki bölgesinde Lolan
ve sınır hattı boyunca Lak-1, Haftanin, Lejna-Zaho, Kuvvet Barzan ve Miroz kampları kurulmuştur. K. Irak’a
yönelik askeri operasyon Barzani’yi Türkiye’den uzaklaştırmış, aynı yıl (1983) Barzani ve Öcalan arasında
Şam’da ittifak anlaşması imzalanmıştır.

298
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Türkiye sınır dışına yönelik hareketle bazı kazımlar elde etmeyi hedeflemiş olsa da gelinen aşamada
hedeflenin tam tersi bir durum ortaya çıkmıştır. Kuzey Irakta boşalan alanlar PKK’nın kontrolüne geçtiği gibi,
örgüt sınır ticaretinden önemli bir gelir elde etmeye başlamıştır. Örgüt adına kazanımların yaşandığı bu zamanda
İsrail askerlerinin Lübnan’a yönelik saldırıları başlamış ve bu çatışmalarda bir kaç PKK militanı ölü, bir o kadarı
da sağ olarak yakalanmıştır. Bu olayda PKK militanları Filistinlilerin yanında yer almış gibi görünse de daha
sonra ortaya atılan bazı iddialar Filistinliler ile PKK yönetiminin arasını açmıştır.

İddialara göre Filistin güçleri arasında savaşan PKK militanlarının kendi merkezlerine gönderdiği
bilgilerin, PKK üst yönetimince İsrail’e iletildiği ve bu sayede İsrail’in çok sayıda önemli operasyon yaptığı iddia
edilmiştir. Bu olaylardan sonra PKK militanlarının FKÖ ve diğer Filistinli güçlerin kamplarından uzaklaştırılması
ve hiçbir İsrail çatışmasına dahil edilmemesi de iddiaların doğru olduğu izlenimini vermektedir.

Filistinlilerle yaşanan sorunlardan sonra örgüt yerleşim alanları konusunda bir nebze darbe almış olsa
da, Rıfat Esat tarafından örgüt militanlarını Bekaa’dan alarak Saika ve Zabadani kamplarına yerleştirilmiştir.

Şam yönetiminin sağladığı bu ilişkiler sadece Suriye ile sınırlı olmayıp, SSCB’nin ve Ermenilerinde
PKK’nın ile yakın temas kurmasında da aracılık yapmıştır. 17 Kasım 1982 tarihinde vizesiz olarak Yunanistan’dan
Şam’a geçiş yapan Abdulkadir Aygan, Şam’da bulunan SSCB Büyük Elçiliğinin PKK yöneticileri ile sürekli temas
halinde olduğunu ve 1982 yılında SSCB’li resmi bir heyetin Şam’a gelerek Öcalan’la görüştüklerini ifade
etmiştir47.

12 Eylül döneminde Sıkıyönetim Koordinasyon Başkanlığı yapan Emekli Korgeneral Nevzat Bölügiray,
Suriye-Irak sınırındaki kamplarda o dönemde aralarında ASALA militanlarının da olduğu 2-3 bin dolayında PKK
örgüt militanın olduğuna dair istihbarı bilgilerin Genel Kurmay Başkanlığına iletildiğini fakat dönemin MİT
yönetimi tarafından bu bilgilerin teyit edilemediğini ifade etmiştir.

1984 Eruh-Şemdinli Baskınlarının Avrupa Sahasına Yansıması

1980 askeri darbesinin ardından yapılan 6 Kasım 1983 seçiminden sonra Anavatan Partisi tek parti olarak
iktidara gelmiştir. Bu durum birçok yerli ve yabancı güçleri şaşırtmış, akabinde Turgut Özal’ın ortaya koyduğu
demokratik ve ekonomik açılımlar anti demokratik ortamdan nemalanan kesimleri kaygılandırmıştır. Akabinde 25

47
Abdulkadir aygan, PKK; Yapısı, ideolojisi ve işleyişi adlı makale

299
FARUK ARSLAN

Mart 1984'de gerçekleşen yerel yönetim seçimlerinde de ANAP’ın % 41.52 oy oranı ile birinci olması da bu kaygıları
daha da arttırmıştır.

Günümüzde atılan demokratik adımlara örgütün verdiği silahlı cevap ve provokasyonların ilki işte bu
süreçte yine PKK tarafından ortaya konmuştur. 1983 seçimlerinden sonra seçimle iş başına gelmiş hükümetten
yığınların istemleri, beklentileri vardır. Halkın taleplerini karşılamaya yönelik uygulamalar içine girme, belirli oranda
demokratik açılımları zorunlu kıldığından, hükümet tarafından da bu isteklere cevap verecek adımların sinyalleri
verilmeye başlanmıştır.

Örgütün Eski Merkez Komite Üyelerinden Baki Karer dönem ile ilgili olarak; “Apocuların 1984’de “muhteşem
direniş” diye ilan ettikleri Şemdinli, Uludere ve Eruh baskınları bu anlamda egemen güçlerin can simidi oldu. Böylesi bir çıkışın
Türkiye, bölge ve uluslararası konjöktür açısından ele alındığında ne anlama geldiği manidardır…Apoculara göre Kürt halkı,
uzayda keşfedilmemiş bir yerlerde duruyordu ve paşa gönüllerince de istedikleri gibi davranabilirlerdi. Nitekim öyle de yaptılar.
Bazılarının, adına “gerilla mücadelesi” dedikleri, özünde CIA’nın ve yerli işbirlikçilerinin emir-komutasında olan kavgayı
başlatmaları, Türkiye’de ve bölgede bir dizi derin istikrarsızlıklar yaratmaya yönelikti. Amaçlanan; dönemsel ve uzun vadeli
çıkarlara hizmet edecek karışıklık yaratmaktı. Yaşanılan dönemin koşullarında, düzene karşı çıkma adına, Apocuların öne
sürdükleri iddialar dikkate alınırsa, kimlere ve niçin hizmet ettikleri daha iyi anlaşılır…48” ifadesi PKK’nın 1984 çıkışının
altındaki nedenleri ortaya koymaktadır.

Örgütü 84 baskınlarına iten diğer bir neden de kadrolarda meydana gelen daralmadır. İnsanlar artık sorunların
tatminkar bir izahını beklediklerinden, “Ajan, provokatör, hain, teslimiyetçi” gibi uyduruk gerekçeler kimseyi ikna
etmemektedir ve yapı Öcalan’ı sorgulanmaya başlamıştır. Fakat savaş ortamı her defasında örgütlerdeki sorgulamayı
ve iç çatışmayı sonlandırdığından, bu savaşın da acilen başlatılması gerekmektedir. Öcalan; “…Bir baktık örgüt elden
gidiyor. Gerçekten de, örgüt daha 1982’ de elden gidecekti.49” beyanı da yaşanan iç çekişmeleri göstermektedir.

Karer bu durum ile ilgili olarak; “15 Ağustos direnişi altında son bir hamleyle yeni bir provokasyon daha devreye
konulmuştu. Kuşkusuz A. Öcalan bu işi kendi başına oturup planlamamıştı. Ona yol gösteren akıl hocaları vardı. Bununla
hangi amaçlara varmak istemişlerdi? Her zaman olduğu gibi hedefler çok yönlüydü. Amaçlardan biri de ilk etapta PKK’deki
iç hesaplaşmayı boğuntuya getirmekti. Nitekim bu provokasyonun ardından Öcalan, o aldatmacalı taktiğine bir kez daha
başvuruyordu…”50 tespitiyle 84 provokasyonunun çok yönlü bir planlama ile ortaya konduğunu anlatmaya
çalışmıştır.

Abdullah Öcalan; II. Kongrede silahlı faaliyetlerin başlaması kararı alınmasından iki yıl geçmesine rağmen,
etkin bir sonucun çıkmaması üzerine Irak ve İran’da bulunan kadrolara ağır eleştirilerde bulunarak, hemen harekete
geçilmesini istemiştir. Öcalan bu süreçte; “Bozova'da su gibi akıttığımız kan, o çok bitek olan, ancak beslenemediği için
çatlaklaşan topraklarında özgürlük tohumlarının yeşermesini sağlayacaktır 51” ve “Çok kan dökülecektir, ama bu temelde

48
Karer B., Bir serüvenin düşündürdükleri, s.53.
49 Öcalan A., Devrimin Dili ve Eylemi, s. 176
50 Karer, Bir Serüvenin Düşündürdükleri, 54.

51 Serxwebun Dergisi, sayı 42. s,6

300
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

olduktan sonra bunun da zararı yoktur. Kan sadece bizi daha fazla yıkar, temizler. O kadar çok kirliyiz ki, ne kadar çok kan
dökersek Kürdistan o kadar çok temizlenir, yaşamaya layık bir ülke haline gelir. Onun için ben, kanın dökülmesinden
çekinmiyorum52” ifadeleriyle artık şiddetin her türlüsünün ortaya konmasının talimatını iletmiştir.

Bu amaçla derhal Kuzey Irak’ta toplantılar serisi başlamış ve Türkiye’den de temsilciler bu toplantıya
katılarak eylem zamanlaması konusunda kararlar almışlardır. Türkiye’nin Güneydoğu illerine silahlı PKK
militanlarının yoğun sevkiyatı ve grupların eylemler için istihbarat çalışmaları yapması kararlaştırılmıştır.

1984 yılının Şubat ayında PKK-MK üyeleri tarafından Irak’ta ayrı bir toplantı daha gerçekleştirilmiştir. Irak
toplantısında, Abdullah Öcalan’ın talimatı doğrultusunda askeri birliklerin HRK (Hezen Rızgariye Kürdistan-
Kürdistan Kurtuluş Partisi) adı altında toplanması ve yapılan eylemlerin HRK tarafından üstlenilmesi kararı
alınmıştır. Öcalan HRK birliklerine bir not göndererek “…otoritenizi kabul etmeyenlerin evdeki faresine kadar başını ezin,
göçertin” talimatını vermiştir53.

Alınan diğer bir kararda ise, halk desteğinin azalmış olmasından dolayı, yapılacak eylemlere halkı dahil
etmek gerektiği, bunun yanında devletin halka şiddet uyguladığının propaganda edilmesi için çalışma yapılması,
yakalanmalar sonrasındaki ifadelerde ilgisiz ailelerinde isminin verilerek, devletin bu ailelere yöneliminin
sağlanması gerektiği belirtilmiştir.

Bu toplantılar sonrasında yapılanması tamamlanan HRK birlikleri, kuruluşunu açıklamak için 15 Ağustos
1984 tarihinde silahlı eylem kararı almıştır. Bu doğrultuda 15 Ağustos günü Eruh ve Şemdinli ilçe baskınları
gerçekleşmiş, tertip edilen Çatak eylemi ise uygun şartlar oluşmadığından gerçekleşememiştir. Meydana gelen kanlı
Eruh ve Şemdinli baskınları ile HRK’nin kuruluşu Dünya kamuoyuna açıklanmış olup, eylem her yerde büyük ses
getirmiştir54.

Meydana gelen eylemler Türkiye kamuoyunda da büyük yankılar meydana getirmiş, bölge halkında da
panik havası yaratmıştır. Örgüt bu eylemden sonra da yine bazı etkili eylemler yaparak halkı panik havasına sevk
etmiştir. Meydana gelen hadiselerden sonra dönemin yetkilileri olayları iyi okuyamamış, konuyu “üç-beş eşkıya”
söylemi ile geçiştirmiş, bölge halkı, cezaevi ya da dağa çıkma ikilemi içerisinde tercih yapmaya zorlanmıştır.

Ekim 1984 yılında Şam’da Öcalan’la görüşen Barzani, Eruh ve Şemdinli baskınlarını eleştirmiş, fakat
imzalanan anlaşmanın devam edileceğini belirtmiştir. IKDP ve PKK arasında anlaşma 1987 yılında son
bulmuştur.

52 Öcalan A., 12 Eylül Faşizmi ve PKK Direnişi, s. 487


53 Akçora, a.g.m., s. 270
54 Demirkıran, a.g.k., s. 105.

301
FARUK ARSLAN

15 ağustos 1984 tarihinde yapılan baskınlarla ilgili olarak Abdullah Öcalan tarafından daha sonraki yıllarda
yapılan bir açıklamada; ”…15 ağustos atılımıyla birlikte hızlanan devrimci savaşımızda ilk ürün aslında Demirel’i kurtarmak
oldu. Bunun politikaya dönüşü yüz bin, iki yüz bin oyla gerçekleştirildi ve yüzde yetmiş oranına varan, onlara siyasi hakların
verilmesi mücadelemizin etkin olduğu sahalarda ortaya çıktı. Aslında bizim etkimiz olmasaydı, bunlara politika yapma şansı
verilmeyecekti. Ardından Özal’ın geriletilmesi tamamen bizim eserimizdir. Son oy durumuna bakılırsa, onun oyunu
Kürdistan’da yüzde ondan fazla düşürdük. Aksi halde bunların hepsi Özal’ın oylarıydı. Özal’ı gerileterek ona başkanlık yolunu
tekrar açtık… Mücadelemizin ilk etkileri, bunları tekrar politika ve hükümete getirme biçiminde olmuştur55” biçiminde
ifadelere yer vererek, 15 Ağustos eylemlerinin salt bir PKK eyleminden daha öte bir anlam taşıdığını ve politik
yönlerinin de olduğunu anlatmıştır.

Türkiye’de meydana gelen hadiseler gibi bir takım olaylar Avrupa’da da vuku bulmuş, örgüt burada
bulunan vatandaşlarımıza baskılarını arttırarak birçok kişiyi örgütün kırsal alanına çıkmaya zorlamıştır. Verilen
talimatlara uymayanlar ise ajan ilan edilerek cezalandırılmış ya da infaz edilmiştir. Örgütün Merkez Komite
üyelerinden Resul Altınok, Çetin Güngör, Suphi Karakuş ve Saime Aşkın bu dönemde işkencelere maruz kalıp
kurşuna dizilmişlerdir.

Öcalan’a muhalif olan isimlerden Zülfü Gök, PKK muhalifi Enver Ata ile ilişkisi olduğu gerekçesiyle 7
Ağustos 1984’te, Almanya’da arabasının içinde kurşunlanarak öldürülürken, Örgütün yurt dışındaki önemli
kadrolarından olup sonradan muhalifler arasına katılan Enver Ata ise 20 Haziran 1984’te, İsveç’in Uppsala
şehrinde, otobüs durağında beklerken, örgüt militanları tarafından infaz edilir. Bu iki cinayet olayı da ilgili
ülkelerce sümen altı edilerek, failleri yakalanmaz.

Bu cinayette o dönem örgütün Avrupa sözcüsü Avukat Hasan Hüseyin Yıldırım’ın etkili olduğu
dillendirilmiştir. Yıldırım o dönem örgütün İsveç sorumlusu olan Doktor Lamia Baksi’yi de İsveç İstihbarat
örgütü SPO’nun ajanı iddiası ile tutuklamış ve Şam göndermiştir. Baksi daha sonra Öcalan’ın emriyle kafası taşla
ezilmek suretiyle öldürülmüştür. Bu dönem infaz edilen diğer bir isimde Murat Bayraklı olup, Almanya’nın
Berlin kentinde öldürülmüştür.

Örgütün Avrupa alanına verdiği önem II. Kongre kararlarına da yansımış, Avrupa’nın örgüt adına önemi
vurgulanmıştır. 1984 yılı Ocak ayına ait bir talimatta; “Avrupa, halkımızın çok muhatap olduğu devrimci düşünce ve
teorinin son derece gelişkin olduğu koşullarda bulunacağı ve bilince çıkarılacağı yerdir” ifadelerine yer verilerek, sahanın
önemi vurgulanmıştır. Bu yılların Avrupa’daki en aktif militanı Kesire Öcalan (Yıldırım) olup, Öcalan’ın İsveç’e iltica
taleplerinde de yönlendirici olmuştur.

Öte yandan 1984 Haziranında Öcalan tarafından kaleme alınan, “Yurt Dışına Çıkış ve Devrimci Hareketlerin
Yeni Dönemi Üzerine” başlıklı yazıda, Türklerin Ermeniler ve Yunanlılara soykırım yaptığı ifade edilmiş, Avrupalı
ülkelerden Türkiye’ye karşı cephe alınması istenmiştir.

55
Öcalan A, Aydınlarla Söyleşi, 10 Nisan 1992, s.35-36.

302
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Avrupa’daki vatandaşlarımız örgüt tarafından, Türkiye’de örgüte yönelik gerçekleşen operasyonları


protesto etmek bahanesiyle eylemlere zorlanmış, bu doğrultuda Avrupa ülkelerinde birçok eylem ve gösteri
gerçekleştirilmiştir. Eylemlere özellikle bazı Avrupalı sivil toplum örgütleri de destek vererek, örgütü
cesaretlendirmişlerdir.

Avrupa ülkeleri bu zamanda sadece PKK’yı değil birçok etnik Kürtçü örgütü de kendi ülkelerinde misafir
ederek, faaliyetlerine göz yummuştur. Avrupa ülkeleri bunu bir demokrasi öğesi olarak ifade etse de, kanlı örgütlerin
yaptığı katliamlarda şehit edilen askerlerin ve bölge halkının yaşam hakkını akıllarına getirmemişlerdir.

Örgütün ilk dönem Avrupa faaliyetleri çerçevesinde gerçekleştirdiği Şubat 1985 dönemine ait eylemler
şunlardır;

-Almanya-Köln’de ağır ceza mahkemesinde ki Barolar Birliğinin işgal edilmesi

-Almanya-Münster’de açlık grevi

-Almanya-Bonn’da DGB (Alman sendikalar Birliği) binasının işgali

-Almanya-Stutgart-Rathaus’daki Yeşiller Bürosunun işgal edilmesi

-Fransa’da Le Humanite binasının işgal edilmesi

-Almanya-Hannover’deki Türk konsolosluğu binasının önünde protesto eylemi

-İsviçre-Bern’de meclis önünde gösteri eylemi

-Almanya-Hamburg’ta kitlesel gösteri

-Fransa-Strasburg’da CTG (College Tarieven Gezondheidszorg) binasının işgal edilmesi

-Hollanda-Lahey’de Adalet Divanı önünde gösteri eylemi

-Almanya-Hannover’de protesto eylemi 56şeklindedir.

1984 yılından sonraki dönemde Avrupa çalışmalarında elde edilen elaman ve maddi kaynak gelirleri
Türkiye içindeki silahlı faaliyetleri tek başına karşılamaya başlamıştır.1984 Ekiminde PKK’nın Avrupa Merkez
Komite üyeleri yeniden toparlanma faaliyetleri için bir dizi toplantılar yapıp kararlar almışlardır. İsmet Doğru,
Salman Ömürcan, Ayhan Dilay, Abdullah Demir ve Öcalan’ın sevgilisi Meral Kıdır liderliğinde gerçekleştirilen
toplantılarda, Avrupa’da siyasal faaliyetlere ağırlık verilmesi, kitle kazanılması, vergilendirme faaliyetlerine hız
verilmesi ve dernekleşme faaliyetlerinde mesafe kat edilmesi kararlaştırılmış, akabinde de Avrupa’da yeni bir
yapılanmaya geçilmiştir.

56
Berxwedan Dergisi, Mart-95, sayı 8, s.6,7

303
FARUK ARSLAN

Buna göre;

İsveç’e Hüseyin Kod Danimarka’ya Bayram Kod

Almanya-Hamburg’a Halil Kod Hannover’e Hüseyin Gündar

Celle’ye İsmail Kod Bilefeld’e Cuma Kod

Münster’e Eşref Kod Duisburg’a Kadir Kod

Bochum ve Dortmund’a Mitjad Kod Wuppetal’e Kemal Kod

Köln’e Helin Kod Franfurt’a Sami Kod

Manheim’a Tayyar Kod Saarbrucken’e Küçük İbrahim

Stuttgart’a Aziz Kod Nünberg ve İngalsta’da Hüseyin

Hollanda’ya Ali Kod Fransa-Paris’e Hebat Kod

Alcacce-Loren’e Ayhan Kod İsviçre’ye Selim Kod

Hamburg’a Edip Kod Berlin ve Hannover’e Nadire Kod sorumlu olarak


atanmıştır.

Örgüt 1984 yılına gelindiğinde neredeyse tüm Avrupa’da yapılanmasını kurarken, bu hızlı gelişmede
Almanya’nın ve onun hükümetinin önemli bir katkısı olmuştur. Almanya’daki toplam yabancıların %32’ni
Türkiye’den göç edenler oluşturduğundan, bu durum Almanlar tarafından bir tehlike olarak algılanmıştır. Bu
nedenle de Almanya’daki gurbetçileri organizasyon olarak bölecek gruplara destek sunmuşlardır. Alman Kızıl Haç
Teşkilatı 1984 yılında kurulan Bonn Kürt Enstitüsüne önemli parasal yardımlar yapmış ve Enstitü bu paralar
üzerinden kurumlaşmıştır.

1984 Döneminde Kuzey Iraktaki gelişmeler

Türkiye 1983 yılında Kuzey Irak’a askeri hareket yaparak burada bulunan terörist unsurların yok etmeye
çalışmıştır. Fakat Türkiye’nin askeri hareketinden sonra bölgenin yerel sahibi İKDP sahip olduğu alanları terk etmiş,
Türkiye sınırında bulunan ve kontrolsüz kalan dağlık alanlara PKK yerleşmiştir. Öcalan ortaya çıkan karlı durumun
farkındalığıyla 26 Haziran 1984 tarihinde, “Son Siyasi Gelişmeler ve Devrimci Görevlerimiz” başlıklı bir yazıyla
Türkiye’yi tekrar bölgeye çekecek ortam oluşturmaya çalışmıştır.

304
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Bu hamle PKK’nın önemli oranda büyümesine neden olmuş ve dar dengeler içinde bir güç olarak kabul
görmeye başlamıştır. 21 Eylülde ABD’nin Suriye büyükelçiliğine atanan William Aegleton göreve başlamasından
kısa bir süre sonra Şam’da PKK yöneticilileriyle görüşme yapmış, onlara ABD’nin Ortadoğu Planları dahilinde
yapılacak faaliyetlerin olumlu karşılanacağı ve ABD’nin bölgeye yönelik ayrı bir devlet kurulması düşüncelerini
ifade etmiştir57.

Bu kişi gerçekte ise CİA tarafından bölgeye atanan ve Ortadoğu’daki Kürt hareketini yönlendiren bir
istihbarat elamanıdır. William Aegleton 1989 yılında Paris Kürt konferansında yaptığı konuşmada ABD’nin daha
1954 yılında Kerkük’te Kürtçe bülten yayınladığını ve Kürt hareketlerinin oluşumuna destek sunduğunu ifade
etmiştir.

Aynı Aegleton Irak-İran savaşının başlamasından bir hafta önce ABD’nin Bağdat büyükelçisi olarak
atanan kişidir. Aegleton tarafından hazırlanan psikolojik hareket metotlarıyla Irakta yıllarca Kürtlerin Med
İmparatorluğundan geldiği tezi işlenmiştir. Bu teze göre Kürtlere aslında kendileriyle ilgisi olmayan ama istense
de doğruluğu veya yanlışlığı ispatlanamayacak bir gelecek uydurmak amaçlanmış, bununla ilgili uydurma
sipariş kitaplar hazırlanıp bölgede dağıtılmıştır.

ERNK’NİN İlanı ve Örgütün Uluslararası Boyut Kazanması

1984 yılı sonlarına gelindiğinde PKK’nın askeri olarak yapısını tamamen kurduğu ve örgütlediği
görülmektedir. 1984 yılı Aralık ayı içerisinde örgütün parti meclisi kararıyla Siyasi Cephe faaliyetleriyle ilgili bir birim
oluşturulması kararı alınmıştır.

Bu nedenle de kurumlaşmanın ikinci aşaması olan siyasal faaliyetlerin düzenlemesine sıra gelmiştir. Bu
nedenle de ERNK adıyla bir yapının oluşturulması ve milis güçlerini örgütlemesi kararı alınmıştır. Alınan karar
gereği Kürdistan Ulusal Kurtuluş Cephesi-ERNK, 21 Mart 1985 yılında Almanya’nın Bonn kentinde ilan edilmiştir.
Kuruluş törenine Fransız Haber Ajansı, Alman Die Tageszeitung Tat gazetesi, Hollanda Radyosu davet edilmiş ve
bu medya organlarınca konu ile ilgili geniş haberler yapılmıştır.

ERNK’nin ilanı örgüt tarafından bütün Avrupa kentlerinde kutlanarak Dünya kamuoyuna duyurulmaya
çalışılmıştır. Bu maksatla Almanya’nın Bielefeld kentinde 30 Mart tarihinde kutlamalar tertip edilmiş ve kutlamaya
600 kişi katılmıştır. Bunun yanı sıra Almanya-Köln, Oldenbug, Hollanda-Den Haag, Fransa-Paris ve İsveç-Stockholm
şehirlerinde kitlesel katılımlı törenler gerçekleştirilmiştir.

57 Yavuz T., ABD'nin Kürt Kartı, İstanbul, 1993, s. 100-102

305
FARUK ARSLAN

Buralarda yapılan açıklamalarda ERNK’nın görevi ile ilgili olarak; “Kürt sorunu konusunda bilgi sağlamak,
Kürtlere karsı yapılan insan hakları ihlallerini tespit edip bu bilgileri ulusal ve uluslararası kuruluşlara bildirmek ve bu yolla
insan hakları örgütlerinin, parlamentoların, siyasi liderlerin, partilerin ve diğer demokratik kuruluşların desteğini
sağlamak” olarak ifade edilmiş ve hazırlanacak bültenin diğer dillere çevrilmesi de öngörülmüştür58.

Konu ile ilgili Serxwebun dergisinde “ERNK’nin ilanı Halkımızın Tarihi Direnme Kararıdır” başlıklı
Öcalan’ın yazısında, Türkiye’nin sömürgeci, bölgenin sömürüldüğü ve baskı altında tutulduğu belirtildikten
sonra, ERNK için; “…halkı oluşturacağı çeşitli örgütlerle topyekûn örgütleyip birleştirecek, halk savaşımızın dayanacağı
temel siyasal güç ve zaferimizin güvencesidir” denmiştir59.

ERNK’nin kuruluşunun açıklandığı metinlerde; iki yıl içerisinde yeni katılımları ARGK saflarına ulaştırmak,
Kürdistan’daki halk savaşı için gerekli lojistik ihtiyaçları karşılamak ve bu amaçla özel kampanyalar yürütmek,
Kürdistan’daki diğer bağımsız hareketler ile ilişkiler geliştirmek, bölgedeki Kürt hareketi için özel kanunları
gündeme getirmek, uluslararası propaganda çalışmalarına ağırlık vermek, basın-yayın faaliyetlerine önem vermek,
Türk ürünlerinin Avrupa’da boykot edilmesi yönünde çalışmalar yapmak, Güneydoğu’daki militanların ihtiyaçlarını
karşılamak ve PKK’nın propaganda ve iletişim çalışmalarına yardımcı olmak şeklinde birimin görevleri sayılmıştır.

ERNK’nın kurulusundan sonra, PKK’nın silahlı ve milis grupları Suriye’den Türkiye’ye geçerek Ağustos
ortalarında, “yerel ayaklanmayı” gerçekleştirmeyi hedeflemişler. Yapılan plana göre halk meydanlara dökülecek,
akabinde de askeri güçlerin halka müdahalesi sağlanacak ve böylece de ortaya çıkan durum ERNK yardımıyla dünya
kamuoyuna duyurularak, Türkiye zor duruma düşürülecek ve örgütünde daha çok tanınması sağlanacaktır.

ERNK’nin kurulmasıyla birlikte PKK güdümünde faaliyet gösteren tüm örgüt kurumları bu yapı içerisinde
yeniden şekillendirilmiştir. 1982 yılında Avrupa’daki bazı ülkelerde faaliyet gösteren, Almanya merkezli FEYKA-
Kürdistan adlı dernek, ERNK’yle birlikte faaliyetlerine daha da hız vermiştir.

1985 yılında gerçekleştirilen FEYKA’nın II. kongresine, birçok Avrupalı parti ve kuruluşta gözlemci olarak
katılmıştır. Bunların en önemlilerinden biride Yunan İşçi Cemiyetleri Birliğidir. Ayrıca toplantıya IKDP (Irak
Kürdistan Demokrat Partisi) Almanya teşkilatı, Federal Almanya Yunan İşçi Cemiyetleri Birliği, KSSE Almanya
seksiyonu (Avrupa Kürt Öğrenciler Birliği), Güney Afrika Grubu, SDP Milletvekili Rudolf Bindig ve Horst Jungmann
ile OEK Başkanı K. Pappos mesaj göndererek desteklerini sunmuşlardır. Genel Merkezi Almanya’da olan ERNK’nin
ilk bürosu ise Mart 1985 tarihinde Atina’da faaliyete geçirilmiştir.

Öcalan, Nisan 1985 yılında “Yiğit Kürdistan Halkı; Cephe Bayrağı Altında Toplanalım ve Savaşalım”
başlıklı bir bildiri yayınlayarak tüm siyasal etnik Kürtçü örgüt ve grupları ERNK altında birleşmeye ve Türkiye’ye

58
Öcalan A., Kürdistan Yurtseverliği ve Ulusal Kurtuluş Cephesi, İstanbul 1993, s.41-73
59
Öcalan A., Seçme Yazılar, İstanbul, 1992, s.157.

306
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

karşı birlikte mücadele etmeye çağırmıştır. Öcalan yazısının devamında, kültürel faaliyetlerden, yürüyüş ve gece
faaliyetlerine, protestolar, toplantılar ve düğünlerden cenaze törenlerine kadar her şeyin değerlendirilmesi
gerektiğini istemiştir.

ERNK’nin kurulmasından sonra örgütün Avrupa’daki faaliyetleri büyük bir ivme kazanmış olup,
gidişattan memnun kalan örgüt yöneticileri tarafından PKK Avrupa Silahlı Birlikleri oluşturulmuştur. Bu birliğin
amacı, Avrupa ülkelerinde örgüte karşı olan kişi ve kurumlara yönelik baskı ve şiddeti geliştirerek, muhalefeti
önlemek ve örgütün güçlenmesini sağlamak olmuştur.

1993 tarihinde Almanya’da dağıtılan ERNK bildirisinde; “cephe faaliyetleri devrimci şiddetin siyasal
zorudur. Gerilla halkın şiddeti iken, cephe örgütlenmesi ve eylemi onun siyasal şiddetidir” denilmiştir. ERNK talimnamesinde
ise asıl amaç; “…parti etrafında gelişen halkın ilgisini mutlaka örgütlendirmek ve uygun savaşım biçimleriyle düşman karşısına
dikmek” olarak ifade edilerek, yerleşim yerlerindeki halkın devlete olan güvenini ortadan kaldırıp, ARGK’ye elaman
temin etmek ve tüm kesimleri silahlı propagandaya alt zemin olarak biçimlendirmek biçiminde planlama yapılmıştır.

ERNK faaliyetleriyle silahlı birlikler dışındaki halkında sözde mücadeleye katılımı sağlanacak ve her
kesim terörize edilecektir. Örgütün bu amaçla Avrupa’da giriştiği en önemli eylem ise, İsveç Başbakanı Olaf
Palme’nin öldürülmesi olmuştur.

İsveç Başbakanı Olaf Palme’nin Öldürülmesi

Örgütün pervasız eylemleri ve kendisi dışındaki tüm sözde devrimci güç ve hareketleri de ölüm listesine
eklemesi, hem Sosyalist hem de Kürtçü örgütleri PKK karşıtlığına itmiştir. KOMKAR, Peşeng, KUK, TKP gibi
örgütler PKK’yı açıkça düşman ilan etmiş ve mücadele kararı almışlardır. Bu zamanda diğer Kürtçü örgütlerin ve
PKK karşıtlarının İsveç ülkesinde üstlenmiş olması, PKK’nın İsveç devletini ve lideri Olaf Palme’yi düşman olarak
nitelemesine ve onu öldürmesine neden olmuştur.

İsveç ülkesi ve PKK arasında ki bu olumsuz ilişki, suikastın meydana gelmesinde etken unsurlardan biri
olmakla birlikte, diğer önemli bir husus ta Öcalan’ın bu ülkeye olan kişisel kızgınlığından kaynaklanmaktadır. 1982
yılında Lübnan’da meydana gelen karışıklıklardan sonra Abdullah Öcalan bölgeden çıkmak zorunda kalmış,
arkadaşlarının yanına yani silahlı güçlerin yanına gitmek yerine Bulgaristan’a geçiş yapmıştır. Öcalan’ı Bulgaristan’a
geçiren ve orada barınmasını sağlayan güç Sovyet İstihbaratıdır60.

60
Aras S., PKK Düseldorf Davası Adlı Makale, Ocak 2009.

307
FARUK ARSLAN

Öcalan, Bulgaristan’a gelince Almanya’da faaliyet gösteren PKK Avrupa çalışanlarından Nadire adlı bayan
oraya giderek, Öcalan’a tercümanlık yapmıştır. Bu bayan örgütün ilk kadrolarından olup, çok iyi derece Rusça
bilmektedir.

Bir süre değişik yerlerde saklanan Öcalan daha sonra 1983 yılında İsveç’in Şam Büyükelçiliğine iltica
talebinde bulunmuştur61. Bu talep kabul edilmeyince eşi Kesire o dönem İsveç'te yasal oturumla yaşadığından, onun
yanına gitmek için izin talebinde bulunur ve bu talebi de geri çevrilir. Öcalan talebin kabulü için Avrupa’da
çalınmadık kapı bırakmaz. Hatta bu çerçevede kitlesel eylemler yapılır ve imzalar toplatılır62.

Diğer bir kaynağa göre ise Abdullah Öcalan’ın İsveç ülkesinde oturum izni almak için müracaatı 18 Ağustos
1985 tarihinde olmuştur63. İsveç hükümeti Öcalan’ın bu talebini o dönem İsveç’te yaşayan ve Kürtçülük alanında
siyasal çalışmalar yürüten Mahmut BAKSİ’ye sormuş, Baksi’nin olumsuz raporu nedeniyle müracaatı kabul
edilmemiştir. Öcalan İsveç’e kabul edilmeyince, bunun intikamını almak konusunda girişimlerde bulunmuş, daha
bu olaydan hemen sonra PKK’nın Palme’ye yönelik hazırladığı bir suikast planı boşa çıkarılmıştır.

Örgütü İsveç ülkesine karşı kinli davranmaya iten diğer bir iddiada; Avrupa sorumlularından Av. Hüseyin
Yıldırımın bu ülkede tutuklanarak cezaevine konması ve Peşeng/KÖİP örgüt mensuplarının Netaci adlı bir PKK’lıyı
İsveç’te darp etmesi ve PKK militanlarının müracaatlarına rağmen, İsveç hükümetinin bu konuyu sözde
geçiştirmeleridir. Yine İsveç hükümetinin Avrupa’daki PKK mensuplarına oturma izni vermeyip te, örgütten ayrılan
eski PKK mensuplarına oturum vermesi de, İsveç ülkesini PKK’nın hedefi haline getirmiştir.

İsveçliler bu dönemde PKK’yı terörist olarak gördüğünü açıklamış ve 18 PKK'lı hakkında sınır dışı etme
kararı almıştır. Sosyalist Enternasyonal içinde önemli bir yeri olan Palme'nin politikaları, uluslararası platformda
PKK'yı zor duruma düşürmüştür.

İsveç hükümetinin PSK, KÖİP VE Rızgari gibi diğer Kürtçü örgütleri sahiplenmesi de PKK’nın tepkisini
çekmiş ve “İsveç’te işlenen gericilik, oynanan oyunlar ve açığa çıkan gerçekler” adlı haberle bu durum açığa vurularak,
ABD ve İsveç’in devrimcileri yok etme gayretine girdiği belirtilerek Olaf Palme hedef gösterilmiştir.

Abdulkadir Aygan PKK içerisinde yaşadığı yılları kaleme aldığı kitabında 1985 yılında Abdullah Öcalan’dan
gelen bir talimatı, PKK-MK üyesi Selim Hoca kod adlı Selahattin Çelik ‘in kendilerine aktardığını, bu talimatta;
bölgeden geçen tüm İsveç tırlarına yönelik eylem yapılmasının istendiği, hatta bu nedenle birkaç İsveç tırının
yakıldığını beyan etmiştir.

61 Kotan, a.g.k., s.115


62 Aras, PKK Düsseldorf Davası Adlı Makale, 7 Ocak 2009.
63 Milliyet, “Olaf Palme Cinayetinde PKK Şüphesi”, 18 Ağustos 1985

308
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Olaydan yıllar sonra Berxwedan dergisinde çıkan bir haberde; PKK’ya karşı uluslararası bir komplonun
sergilendiğini, bazı Kürtçü örgütlerinde bu işin içerisinde yer aldığı ve bu komplonun ise Olaf Palme’nin
koordinasyonunda Stockholm-Ankara-Bağdat üçgeninde tezgâhlandığı ifadelerine yer verilmiştir64.

Olaf Palme genelde Ortadoğu özelde de Kürt meselesine özel ilgisi olan biridir. Palme, IKDP, KUK, Rızgari,
Kawa v.b. örgütlerin ülkesinde üstlenmesine izin verdiği gibi, PKK’dan ayrılan muhaliflere de destek vermiştir.
Palme bununda ötesinde Kuzey Iraktaki siyasal Kürt hareketlerini parasal açıdan desteklemekte ve ayrı bir devlet
kurmaları yönünde teşvik etmektedir.

Olaf Palme’nin Kuzey Irak’ta emperyalist Batılı devletlerden bağımsız kendine özgün bir Kürt devletini
desteklemesine karşın Türkiye’nin toprak bütünlüğüne saygılı olduğu hatta Türkleri çok sevdiği bilinmektedir.
Palme, ülkesinde Konya’dan göç eden Türklerin yoğun yaşadığı bir bölgeden parlamenter seçilmiş olup, görevde
kaldığı süre zarfında ülkesinde yaşayan Türklerin sorunlarının çözülmesinde önemli yardımlar yaptığı görülmüştür.

Türkiye’ye ciddi sempatisi olan Palme, Konya’nın kulu ilçesinde açılan ve Olaf Palme adı verilen bir
dinlenme tesisinin de açılışına katılarak, burada Türk halkına olan sevgisini dile getirmiştir. Palme’nin Türkiye’ye
olan sevgisinin yanında silahlı mücadele içinde olmayan Kürt grupla desteği de bilinen bir gerçektir.

Kuzey Iraklı Kürtlere olan ülkesinin desteği ise aslında sadece Palme’nin kişisel bir çabası olmayıp, İsveç
Devletinin resmi politikasını yansıtmaktadır. İsveç Devleti 1960’lardan itibaren bu politikayı hayata geçirmiş,
Türkiye’de ve Orta doğudaki tüm siyasal Kürtçü hareketlere yardım etmiş, ülkemizde faaliyet gösteren TDKP’nin
tüm lojistik ihtiyaçlarını karşılaşmıştır. O dönem İsveç devleti Musa Anter aracılığı ile Türkiye’de yaşayan
Güneydoğulu üniversite öğrencilerini ülkesine çağırarak, kendi çizgisinde grup oluşturmaya çalışmıştır. İsveç’in bu
isteğine karşın Anter ise bölgedeki Süryani, Yezidi ve Ermeni asıllı olan kişilerin daha yoğun olduğu 200 kişilik bir
grubu buraya göndermiştir. İsveç bu faaliyetlerinde önemli bir mesafe kaydetmiş olup IKDP hareketinin de en
önemli destekçisi olmuştur65.

1970’li yılların sonlarında ortaya çıkan PKK örgütü, uluslararası güç olma çabasında olan ve bunun için
Ortadoğu’yu kullanmaya çalışan İsveç devletinin bölgeye yönelik planlarını bir anda zora sokmuştur. Devlet
geleneği olmayan İsveç’in Ortadoğu’da aktör olma gayreti, bölgede etkin olan diğer Batılı güçleri, özellikle de
Almanları kaygılandırmıştır.

Her dönem taşeronluğu iyi beceren terör örgüt tarafından 1984 yılında Avrupa alanı için yeni
görevlendirmeler yapılmış, silahlı mücadelede erkin bazı kadrolar başta İsveç olmak üzere Avrupa’ya aktarılmıştır.

64
Berxwedan Dergisi, PKK Merkez Komite, Mart-95, sayı 8, s.5
65 Gün E., Ape Musa-Faili Bilindik Meçhul, 2010, İstanbul, s.73.

309
FARUK ARSLAN

ARGK içerisinde faaliyet gösteren bu militanların Avrupa aktarılması kararı da aslında ileride olabilecek durumların
ip ucu olmuştur.

PKK örgütü tarafından kaleme alınan ve Olaf Palme’yi tehdit eden yazının akabinde, Olaf Palme’nin
Stockholm’de 28 Şubat 1987 tarihinde PKK mensuplarınca öldürüldüğü görülmektedir. Her ne kadar örgüt eylemi o
dönem üstenmese de, daha sonraki yıllarda ortaya çıkan gelişmeler eylemin PKK tarafından ortaya konduğunu
göstermektedir.

2 Eylül 1987 tarihli Hürriyet Gazetesinde yer alan haberde, İsveç polisinin, suikasta kurban giden
Başbakan Olof Palme'nin katil zanlısı olarak Oktay Kod Hasan Hayri Güler adlı PKK militanını arandığını
bildirilmiştir. Sakık'ın ifadesine göre de, PKK Lideri Abdullan Öcalan'ın emriyle harekete geçen PKK Avrupa
Sorumlularından Harun kod adlı Süreya Özbey’in 66Palme'yi öldürmek üzere görevlendirdiği kişi Hasan Hayri
Güler'dir.

Palme cinayeti öncesinde Suriye'nin başkenti Şam'da çok gizli bir toplantı gerçekleştirilmiştir. Suriye
Güvenlik Örgütü Başkanı General Ahmet Diyab'ın başkanlık ettiği toplantıya, Abdullah Öcalan, Bonn'daki Suriye
Elçiliği'nde birinci katip olarak görev yapan Beşir, Selim Hoca kod adlı Selahattin Çelik, Suriyeli Albay
Muhammed Kheir Azıkar ve kimlikleri bilinmeyen 2 İranlı olmak üzere 7 kişi iştirak etmiştir. Toplantıdan, Olof
Palme'nin öldürülmesi kararı çıkmış ve durum Abdullah Öcalan tarafından şifreli bir mektupla Avrupa
sorumlularından Numan Uçar'a bildirilmiştir.

İsveç Polis kaynaklarına göre Hasan Hayri Güler'e suikastın gerçekleştirilmesinde yardımcı olan beş kişi;
PKK militanları olan Numan Uçar, Hayri Darban, Dr. Cihan Kod Lamia Baksi 67, Miriçyan adlı İranlı bir Ermeni,
Beşir Kod adlı Suriyeli diplomat ve kimliği belirlenemeyen bir İsveçlidir. İsveç Gizli Polisi SAPO, suikasttaki PKK
parmağıyla ilgili tüm bilgileri toplamakla birlikte, suikastçıları yakalamayı başaramamıştır.

İsveç polisinin konuşturduğu PKK itirafçıların verdiği bilgilere göre, Palme'ye suikast planı, Suriye'nin
başkenti Şam'da yapılan bir toplantı sırasında kararlaştırılmıştır. Apo'nun da bulunduğu bu toplantıda, PKK
yetkililerinin yanı sıra 2 İranlı ve 2 Suriyeli istihbarat görevlisi de vardır. Şam'daki toplantıda bulunan Beşir kod
adlı Suriyeli diplomat, suikastta kullanılan İspanyol yapısı 357 Magnum Special tabancayı temin ederek, İsveç'e
sokmuştur.

Planlamadan sonra Hasan Hayri Güler, Suriye diplomatik pasaportuyla önce Bonn'a gelmiş ve bu
kentteki Suriye Büyükelçiliği'nde Birinci Kátip olarak görevli Beşir ön adlı diplomatla buluşmuştur.

66 Harun’ kod isimli Süreya Özbey, MHP Ülkü Ocakları’nda yetiştiği ve daha sonra da PKK’ya geçtiği iddia
edilmiştir. Bu iddiayı ortaya atan Selim Çürükkaya’nın Sırlar Çözülürken adlı kitabında Süreya Özbey’in, Papa
ve İpekçi suikastlarının kilit ismi olan Yalçın Özbey’in kuzeni olduğunu ileri sürülmüştür.
67 Doktor Cihan kod adlı Lamia Bakşi, daha sonra ajan olduğu gerekçesiyle Kuzey Irak'ta öldürülmüştür.

310
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Suriyeli diplomat Beşir daha sonra, PKK'nın önemli isimlerinden Numan Uçar ile örgütün Danimarka
sorumlusu Hayri Darban'ı Almanya'ya çağırmış ve Köln'de bir görüşme gerçekleştirilmiştir. Görüşmede, İsveç'i
ve Stockholm'ü iyi bilen, İsveç'te öğrenim yapan Doktor Cihan kod Lamia Baksi ile Hayri Darban’ın birlikte
hareket etmesi ve İsveç'te bulunan İranlı Ermeni Mihriçyan ile irtibata geçmelerini istemiştir.

Hayri Darban ile Lamia Bakşi'nin görevleri konusunda ayrıntılar ise Numan Uçar tarafından anlatılmış
ve sonrasında bu kişiler Danimarka üzerinden İsveç'e girmiştir. Cinayet sonrası yapılan çalışmada ise Güler'in
1982-89 yılları arasında çok kez Yunanistan'a giriş-çıkış yaptığı Interpol tarafından saptanmıştır.

Hasan Hayri Güler, Numar Uçar ve Mecit kod Hayri Darban'dan oluşan 3 kişilik ekip de Beşir'in ardından
Danimarka'dan İsveç'e geçmiştir. Uzun süre İsveç'te yaşamış olan Dr. Cihan kod Lamia Baksi ile Miriçyan adlı
İranlı Ermeni, 3 kişilik suikast ekibini karşılayarak, Stockholm'de Miriçyan'ın evine yerleştirmiştir. Olof Palme'nin
nerede ve nasıl öldürüleceğine ilişkin gözlemler üç hafta sürmüş, Palme'nin karısıyla birlikte korumasız olarak
sinemaya gittiğini bildiren kişi ise suikastın yerini ve zamanını tayin etmiştir.

Hayri Darban ve Lamia Bakşi'nin İsveç'e girişlerinden takriben üç hafta sonra İsveçli şahıs, Mihriçyan'ın
evine gelerek Palme'nin yanına koruma görevlisi almadan sinemaya gittiğini söylemiş, bunun üzerine grup iki
araba ile sinemanın bulunduğu mahalle hareket etmiştir. Çevrede yapılan keşfin ardından tetikçi Hasan Hayri
Güler, Palme'nin sinema çıkışında gideceği istikamette beklemeye başlamıştır 68.

28 Şubat 1986 gecesi sinema çıkışında pusu kuran Oktay Kod Hasan Hayri Güler, enseden sıktığı tek bir
kurşunla Olof Palme'yi öldürmüştür. Bu suikast şekli bir süre önce İsveç’te Semir Kod Çetin Güngör’e de
uygulanmıştır. Ekibin üyeleri süikastin akabinde yeniden Miriçyan'ın evine dönmüş ve bir Yugoslav işçiden
çalınmış olan sahte pasaportlarla 20 gün sonra İsveç'i terk etmişlerdir.

Tetikçi önce Finlandiya ve Fransa'ya geçmiş ardından da halen yaşadığı Almanya'ya gitmiştir. Tetikçi Güler
daha sonra Almanya'da PKK'ya yönelik olarak Düseldorf'ta açılan bir dava kapsamında tutuklanmış ve cezaevinde
gönderilmiştir.

Hasan Hayri Güler'i cinayetten sonra Finlandiya'ya kaçıran PKK üyesi Feyzi Açıkgöz, daha sonra örgütle
anlaşmazlığa düşmüş ve ‘Palme cinayetini PKK'nın işlediğini anlatmıştır.

Örgüt tarafından ölümle tehtit edilen Açıkgöz’e ‘‘Bu iftirayı Türkiye adına çalıştığım için attım’’ diyerek PKK
üstündeki kuşkuların dağıtılması istenmiştir. Açıkgöz bu senaryoya yanaşmayınca örgüt tarafından hapsedilmiştir.

68
Sabah Gazetesi, Saygı Öztürk, “Palme Tetikçisi Cezaevinde” adlı yazı, 30 Nisan 1998.

311
FARUK ARSLAN

Açıkgöz'ü serbest bırakarak yaşamını kurtaran PKK'lı Mehmet Şener ise daha sonra örgütten ayrılmış, Kesire
Öcalan'ın ekibinde çalışırken de PKK tarafından öldürülmüştür.

Fevzi Açıkgöz, daha sonra konu ile ilgili verdiği bilgilerde; "Kürt basınında ben propaganda amacı olarak
kullanılacaktım. PKK'yı itibardan düşürmek için Palme'yi öldürmek üzere İsveç'e gönderilmiş olduğumu itiraf edecektim.
Abdullah Öcalan, benim bir Türk ajanı olarak Palme'yi öldürdüğümü itiraf ettiğimi iddia etmişti. Aylar süren işkenceden sonra
ölmek istediğim zamana kadar hiç bir şey imzalamadım. Şans eseri hayatta kaldım. Cezaevinin komutasını devralan Mehmet
Şener isimli yeni siyasi komutanı tanıyordum. Beni dışarı çıkarttı. Ama Öcalan'a karşı koruyamazdı. Onun için yaya olarak
Şam'a kaçtım. İsveç Büyükelçiliği'nden sığınma istedim…" demiştir.

Daha sonra ilginç bir gelişme olmuş cinayette PKK parmağını araştıran polis müdürüne işten el çektirilmiş69,
sonrasında da Palme dosyası kapatılarak üstü örtülmüştür. Palme davasından yargılanıp daha sonra aklanan tek
zanlı olan Christer Pettersson ise, 16 Eylül 2004’te esrarengiz bir biçimde öldürülmüştür.

Öcalan, Palme’nin PKK tarafından öldürüldüğü gerçeğini yakalandıktan sonra avukatları ile yaptığı bir
görüşmede; Olaf Palme cinayetinin PKK’nın içindeki bazı çetelerce yapılmış olduğunu itiraf etmiştir 70. Yine
Öcalan diğer bir yazısında Olaf Palme cinayetinin örgütün Eski Merkez Komite üyelerinden Ali Çetiner
tarafından yapılmış olabileceğini ifade ederek kendisinin olayla ilgili sorumluluğunu hafifletmeye çalışmıştır 71.

Aynı Öcalan yakalandıktan sonra verdiği ifadesinde ise bu defa cinayetin kardeşi Osman Öcalan
tarafından planlandığını belirtmiştir. Öcalan cinayette kendisinin sorumluluğu olmadığını söylese de zikrettiği
isimlerden Ali Çetiner ve Osman Öcalan’ın cinayetin olduğu dönemde örgütün en üst görevlerinde yer almış
olması konusunu ise “benim haberin yoktu, onlar planlamışlar, benden bağımsız hareket etmişler” sözleriyle
geçiştirmiştir72. Herkes PKK’da Öcalan’dan bağımsız bir karar ve eylemin gerçekleştirilmesinin imkansız
olduğunu bilir.

Abdulkadir Aygan ise bu cinayet ile ilgili olarak; “Olof Palme'nin katili, PKK ve Ergenekon tetikçisi
Ekrem Kod adlı Hıdır Sarıkaya’dır” dedikten sonra konu ile ilgili olarak şahit olduğu olayı şöyle aktarmaktadır.
Aygan; “1994 yılında Diyarbakır'da iken Tunceli Çemişgezekli Tayfun kod adlı Hıdır Altuğ isimli eski PKK'lı bir arkadaşım
ziyaret için evime misafir olarak geldi. O gün Milliyet gazetesinde bir ilan vardı. Olaf Palme cinayetini açıklayana büyük
miktarda ikramiye teklif ediliyordu. Tayfun bu ilanı görünce , 'Abi nereye başvurmam gerek, ben cinayeti işleyeni tanıyorum'
diye ayağa kalktı; bana, Ekrem kod adlı Hıdır Sarıkaya'nın Olof Palme cinayetini işledikten sonra Bekaa'daki PKK kampına
döndüğünü ve orada Öcalan tarafından bir kahraman gibi karşılandığını söyledi" demiştir.

69
Hürriyet Gazetesi, Enis Berberoğlu, “Palme cinayetinde PKK taşeron mu?” adlı yazı, 3 Haziran 1999.
70 14 Mart 2001 tarihli Abdullah Öcalan’ın avukatları ile görüşme notu
71 Öcalan A., Sümer Rahip Devletinden Demokratik Halk Cumhuriyetine Doğru, ,2000, İstanbul, c-II, s.163

72
http://www.radikal.com.tr/1999/06/02/turkiye/02ist.html

312
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Adı geçen Hıdır Sarıkaya adlı militan Öcalan’ın en güvendiği militanlardan olup, onun tarafından
Avrupa’da silahlı birliklerin komutanı olarak atanmış ve burada onlarca cinayetin emrini vermiştir. Sarıkaya aynı
zamanda Dersim Eyalet Koordinatörü olup, Öcalan’ı derin güçlerin ajanı olarak suçlayan Doktor Baran Kod
Müslüm Durgun’u da Tunceli’de ve Esat Oktay Yıldıran’ı İstanbul’da öldüren kişidir. Dolayısıyla Sarıkaya
Palme’yi değil Esat Oktay Yıldıran’ı öldürdüğü için ödüllendirilmiştir.

Olaf Palme eyleminde adı geçtiğinden yakalanan ve bir süre cezaevinde kalan PKK’nın Avrupa
sorumlularından Mehmet Taş adlı PKK militanı cezaevinden çıktıktan sonraki zamanlarda Malmö’de 11 Şubat
2008 tarihinde yine PKK militanlarınca infaz edilmiştir.

Bu eylemden sonra PKK terör örgütünün Avrupa alanında yürüttüğü faaliyetler artık örgütün bölgesel
güç olmaktan çıkıp tüm insanlığı tehdit eden bir uluslararası terör örgütü olduğunu ortaya çıkarmıştır. Bu
hadiseden sonra da örgütün daha da küreselleştiği ve hemen hemen tüm ülkelerde örgütlendiği görülmektedir.

İsveç devletinin bu dönemdeki Ortadoğu’daki politikası Avrupa’nın diğer devletlerini rahatsız etmiştir.
Cinayetin bu kadar açık hazırlanmış olmasına karşın hiçbir Batılı ülkenin bunu bilmemesi imkânsızdır. Bana göre
bazı Avrupalı güçler bu olaya göz yummuş, planlamış ve PKK’yı da tetikçi olarak kullanmışlardır. Palme’nin
öldürülmesinden sonra bile konu Avrupa ülkelerince yeterince sorgulanmamış, bir süre sonra üzeri kapatılmıştır.

Olaf Palme, Amerikalı güçleri geçmişten beri rahatsız eden bir addır. Palme, 21 Subat 1968 tarihinde
ABD’nin Vietnam savasını protesto eder ve Amerika’yı Ho Chi Minh hükümetini tanımaya çağırır. Bu olayı 367
Amerikan gazetesi resimlerle yayınlar ve nihayetinde ABD, 8 Mart 1968 de Stockholm büyükelçisini geri
çağırmak zorunda kalır.

Olayın Avrupa boyutu böyle iken, konunun ülkemize bakan yönü de mevcuttur. Bana göre PKK’nın
kurulmasıyla ilgili ortaya çıkan iki neden vardır. Gerçekte PKK terör örgütü uluslararası bir planlamanın
Türkiye’deki uygulanmasıdır. Kuruluşundan günümüze kadar devam eden PKK faaliyetleri incelendiğinde
örgütün bu güçlerin menfaatleri çerçevesinde faaliyet gösterdiği, Türkiye’de var olan derin örgütlenmelerden
destek aldığı görülmektedir73.

Bu nedenledir ki İsveç devletinin ve Olaf Palme’nin faaliyetleri Gladyonun ve onun Türkiye uzantısı olan
güçlerin planlamalarının çatıştığı görülmektedir. Olayın meydana geldiği dönemde PKK’nın en önemli görevi
ise diğer Kürtçü hareketleri bitirmektir. İsveç’in diğer örgütleri desteklemesi, parasal yardım yapması ve
muhalifleri barındırması, doğal olarak PKK’nın büyüme ve gelişmesinin önünde bir engel oluşturmaktadır.

73
Bunun için devam eden iddia olunan Ergenekon Terör örgütü iddianamelerine bakılmalıdır. Bu
iddianamelerde ETÖ-PKK ilişkileri detaylı olarak işlenmiştir.

313
FARUK ARSLAN

Bu cinayetle; İsveç’e Ortadoğu konusunda önemli bir mesaj verilmiş, Avrupa’da PKK dışında faaliyet
gösteren örgütlere darbe vurulmuş ve İsveç PKK’ya kapılarını açmak zorunda kalmıştır. Bu olaydan sonra PKK,
1985 yılında Avrupa’da infaz hareketlerine başlayarak diğer tüm Kürt örgütlerine şiddet uygulayarak, onları
ortadan kaldırmış yada marjinalleştirmiştir. Olaf Palme’nin öldürülmesi Avrupa’da kısa bir süre sonra
unutulmuş, hatta İsveç devleti dahi konuyu yüzeysel ele almıştır.

PKK’nın eski Merkez Komite üyesi Baki Karer’in 1984 ARGK (Eruh ve Şemdinli) baskınları ile Olaf Palme
Cinayet ile ilgili beyanları da konuya açıklık getirecek boyuttadır. Karer, “Bir Serüvenin Düşündürdükleri” adlı
kitabında; “Abdullah Öcalan, kimlere karşı öfke duyduğunu hem benzer sözlerle, hem de pratiğiyle göstermiştir. Hızını
alamayıp dünyanın öbür ucuna kadar kovalamak istediği güçler solculardı. 1984’lerde de patlatılacak silahların karşı
devrimci hedeflere hizmet edeceğini açıktan ilan ediyordu. Onu bu kadar cesaretli kılan elbette derin devlet denilen odakların
gücüydü. Derin devletten ve bunların uluslararası bağlantılarından güç alanlar, devrimcilere karşı böylesine pervasızca
konuşur, işlemek istediği cinayetleri önceden açıkça ilan edebilirler.

1984 provokasyonu bu anlamda önemlidir. Halk adına sözümona bir mücadelenin başlangıcı olarak nitelendirdikleri bu
eylemin özü ve biçimi çok iyi incelenmelidir. A. Öcalan ve PKK’ye bakışta birçoklarını yanılgıya düşüren bu eylemin asıl
anlamı bilince çıkarılmalıdır. 1984’te yapılanlar, cuntanın bir dönem için üstlendiği görevlerin sol maskeyle
sürdürülmesinden başka bir şey değildir.

1984 provokasyonu; cuntacıların, baskı ve terörden çıkarı olan sermaye odaklarının, demokratik bir ortamın oluşması için
mücadele veren güçlerin başında Demokles’in kılıcı gibi sallanmalarını sürekli kılan bir provokasyondur. Diğer bir yönüyle,
Türkiye’de devrimci demokratik mücadeleyi uluslararası planda terör hareketi olarak yansıtarak, demokratikleşmenin önünü
tıkayan karanlık güçlere haklılık kazandırmayı amaçlayan bir provokasyondur.

Abdullah Öcalan’ın gerek ayrılanlara, gerekse de ilerici demokrat tüm örgütlenmelere karşı Avrupa’da cinayetler işlemesi bu
nedenledir. Hatta daha sonraları Palme cinayetine adının karışması bile başlı başına irdelenmesi gereken bir konudur.
Özellikle Avrupa’da karanlık odakların kolluk kuvvetleriyle açıktan ortaklaşa cinayetler işlemekten çekinmedikleri giderek
gün yüzüne çıkmıştır. Dikkat edersek, dönemin devrimci, demokrat hiç bir siyasal oluşumu hedef dışı bırakılmamıştır. Hem
Türkiye’de, hem de Kuzey Irak’taki devrimci demokrat güçleri aynı anda yok etmekle yükümlü olduklarını çoğu kez
gizlememişlerdir. Bunun için hem Türkiye’de derin devlet diye ifade edilen güçlerle, hem de Avrupa ve Ortadoğu’daki
karanlık odaklarla hareket edilmiştir. Abdullah Öcalan, bahsedilen güçlerle ortak hareket etmekten övünç duyduğunu her
fırsatta dile getirmiştir. Karanlık güçlerden aldığı destekle hedef aldığı kesimlerin listelerini dahi yayınlamaktan
çekinmemiştir” ifadelerine yer vererek, örgütün olaylardaki taşeron rolünü açığa çıkarmıştır.

Daha sonraki yıllarda İsveç Devleti tarafından, Olaf palme’nin ölümü ile ilgili Türk makamlarından
Öcalan ile İmralı’da görüşme yapmak için talepte bulunulmuştur. Öcalan, 6 Nisan 2001’de gerçekleşen görüşme
sırasında özel heyetin Başkanı Stig Edqvist’e; cinayetin PKK’dan ayrılan PKK/Vejin tarafından yapıldığı
söyleyerek74, olayı ölen ve ayrılan eski militanlarının üzerine atmıştır.

74
http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/printnews.aspx?DocID=-236018

314
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Öcalan’a 1999 yılında ki sorgusunda, PKK'nın yayın organlarında Palme'nin öldürülmesiyle ilgili
yazınızın etkisi olmadı mı?" sorusuna; "Hayır. Bu yazıları yazan Hüseyin Yıldırım'dır. Kendisi örgütün dış ilişkiler
sorumlusudur. Yazısında, Olof Palme'yi tehdit ediyor ve 'başına gelecekleri görür' şeklinde sözler kullanıyor. Böyle bir emri
ben vermişsem, bunun yayınlanmasını Hürriyet gazetesinden istedim, ama yayınlamadılar. Palme'yi PKK Vejin
Örgütü'nün öldürdüğü yolunda bilgiler aldım. Bu örgütü Kesire Yıldırım ve Hüseyin Yıldırım kurdu, geliştirmek istedi.
Genellikle Avrupa'da faaliyet gösteriyor" ifadelerini kullanmıştır. Fakat olay tarihinde Hüseyin Yıldırım’ın Avrupa
Sözcüsü olduğu ve bu görevlendirmeyi kendisinin yaptığı hususunu ise görmezlikten gelmiştir.

Olaf Palme’nin öldürülmesi için Şam’da yapılan toplantıda Suriyeli ve İranlı istihbaratçılar ile İran asıllı
bir Ermeni’nin olması, bu ülkelerinde cinayetten neler beklediğinin araştırılması gerektiğini düşündürmektedir.
İran’ın, Almanya’nın Orta Doğu’daki taşeronu olması ve Dünyada ABD, Almanya ve İsrail derin güçlerinin
ittifakı da düşünüldüğünde planın her kesime yaradığı görülmektedir.

Palme’nin öldürülmesinin akabinde örgüt tarafından çok sayıda Kürtçe İncil basılarak, Avrupa
ülkelerinin bir çoğunda dağıtılmış ve sığınma talebinde bulunan kişilere “ben Kürt ve Hristiyan’ım” beyanın da
bulunması istenmiştir.

Avrupa’da Dernekleşme ve Kurumlaşma Dönemi

Olaf Palme’nin öldürülmesi gibi trajik bir cinayetin işlenmiş olması dahi Avrupa’nın PKK’yı sahiplenmesini
engellememiştir. Palme cinayetinin en önemli öğesi PKK terör örgütü iken, Avrupa devletleri global derin güçlerle
bağlantılı örgütü ödüllendirircesine kurumlaşmasına izin vermiş ve parasal destek sunmuşlardır.

Örgüt bu zamanda birçok ülkede faaliyetlerine devam edip, Kilise çevresinden, Avrupalı Komünist ve
Sosyalistlerden, Yeşillerden, Ermeni ve Rum lobilerinden, hatta el altından devlet yetkililerinden destek almaya
devam etmiştir. 1985 yılından sonra örgüt hemen her ülkede örgütlenerek, çok sayıda dernek ve kurum meydana
getirmiştir.

Bu zamanda Avrupa’da faaliyet gösteren örgüte ait bazı kurumlar şunlardır.

—Mezopotamya İşçi Kültür Derneği Berlin’de

—Başta Köln ve birçok Almanya şehrinde Serxwebun dergi büroları

—Halk Kültür Derneği Nünberg’de

315
FARUK ARSLAN

—Birçok Avrupa ülkesinde Feyka Kürdistan adlı derneğin büroları

—Kürdistan İşçi Dernekleri, Basel, Zürih ve Freiburg’ta,

—Paris merkezli olan Kürdistan Komite adlı derneğin İsviçre, Hollanda, Danimarka ve Avusturya’da
büroları bulunmaktaydı. Bu kurumun “Kürdistan Bülten” adlı bir yayını var olup Almanca, Fransızca ve İngilizce
basılmaktadır.

—HÜNER-KOM Merkezi Düseldorf’ta olup, Hannover, İsviçre, Hollanda, Fransa ve Libya’da büroları
vardır. HÜNER KOM adlı bir yayını var olup, Türkçe ve Kürtçe yayınlanmaktaydı.

—FEYKA-KÜRDİSTAN (Federasyona Karkeran Kürdistan-Kürdistan Yurtsever İşçiler Federasyonu),


merkezi Bonn’da olup, Köln, Diusburg, Berlin, Celle, Hannover, Hamburg, Nünberg, Frankfurt, Giessen, Manheim,
Sarburgheim ve Stutgart’ta büroları bulunmaktaydı. Yılda iki kez çıkan “Feyka-Kürdistan” adlı bir yayını
bulunmaktaydı.

Örgütün bu zamanda Alman Komünist Partisi, Fransa Komünist Partisi, Yeşiller Partisi, Fransa, Almanya,
Avusturya ve Yunanistan Sosyal Demokrat Partileri ile yakın ilişkileri vardır. Bunun yanı sıra Kürdistan Halkının
Dostları Derneği ve LONGO MEİ (Mülteci Haklarını Koruma Kurtuluş) kurumu ile de ilişkileri üst düzeyde
sürmüştür.

Örgüt, bu dönem silahlı militan temininin önemli bir kısmını Avrupa’daki mültecilerden sağlamaktadır.
Avrupa’ya yerleşmek ve burada çalışmak isteyen herkes, örgütün talimatıyla Türkiye’de baskı gördüğü bahanesini
kullanmakta ve siyasi iltica talebinde bulunmaktadır. Hatta bu şekilde hareket etmeleri yönünde Avrupalı devletlerin
yönlendirmesi olmaktadır. Almanlar, Yunanlılar ve Fransızlar Türkiye’den gelen kaçak olarak ülkelerine giren
göçmenleri kamplarda tutmakta ve PKK kadrolarını bu kişilerle görüşme yapmaları için kampa davet ederek,
örgütün elaman kazanmasına yardım etmektedir. Bu durumu çok iyi kullanan örgüt, bu ülkelerde kurduğu
dernekler üzerinden bahse konu ülkelerce doğrudan muhatap kabul edilmekte ve tüm iltica başvurularına taraf
olmaktadır. İlticası kabul edilenler artık ister istemez PKK’ya hizmet etmek zorunda kalıp, örgüte en azından mali
destek sunarken, iltica edemeyenler ise örgüt tarafından Suriye ve Irak’taki kamplara savaşçı (Şervan) olarak
aktarılmaktadır.

Bu dernekler ve kurumlara giden kişilere Almanya’da kalmaları için her türlü destek verilmekte, iltica
başvuruları konusunda Alman makamlarıyla görüşülmekte ve bu kişiler zaman zaman eğitime tabi tutulmaktadır.
Konu ile ilgili bilgi veren Erkan S.’ın ifadesinde Örgütün Avrupa’ya giden kişilere nasıl barınma sağlayıp, eğittiği ve
sonrasında kırsala gönderme süreci net olarak ortaya konmaktadır.

E. S.; “1998 yılı içerisinde İzmir Emniyet Müdürlüğünden aldığım pasaport ile Almanya'ya gittim. Amacım
Almanya'yı gezmekti. Almanya' ya gidince dönmemeye karar verdim. Pasaportumu yırtarak attım. Önce Alman makamlarına
giderek Kürt olduğumu, askerlik yapmak istemediğimi, Türkiye Devleti tarafından Kürt kökenli insanlara haksızlık yapıldığını
gerekçe göstererek İltica talebinde bulundum.

Sonrada Almanya'nın Dresden kentinde bulunan örgüte ait derneğe gitmeye başladım. Bu dernek de Örgütsel Cephe
çalışmaları yapılıyordu. Bildiğim kadarı ile bu dernek de kadro yani örgüt üyeleri bulunmakta idi… Ancak toplanan paraların
hangi kanaldan örgüte aktarıldığını bilmiyorum. 1999 yılında dernek sorumlusu olduğunu ancak ismini hatırlamadığım 35-40
yaşlarında bir şahıs beni çağırarak "on günlük gençlik eğitimi var git bu eğitimi al. Bu eğitim sana iltica talebinde ikinci kez

316
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

bulunduğunda yardımcı olur" dedi. Bende kabul ettim. Bu eğitim Hollanda da idi. 5-6 kişi ile birlikte bizi bir araba ile
Hollanda'nın ismini hatırlamadığım bir kentine götürdüler. Yaklaşık 40 kişi olduk. On gün kadar eğitim aldık. Eğitimde PKK
tarihi, Kürdistan Tarihi, gibi eğitimler aldık. Eğitim Dersim Kod adlı bir şahıs tarafından verildi. Eğitimin yapıldığı yer Çiftlik
tipinde bir kamp yeri idi. Bu kampta bana Jihat Kod adı verilerek benden öz geçmiş raporu alındı. Öz geçmiş raporumu kendim
yazarak verdim…

Eğitim sonrası Dersim Kod tekrar üç aylık bir eğitimin olduğunu bu eğitime de katılmamız gerektiğini söyledi. Bu
eğitimin benim için iyi olacağını, bu eğitim sonrası istersem kalabileceğimi istersem de gidebileceğimi söyledi. Bende kabul ederek
aynı yerde eğitime tabi tutuldum. Bu eğitim daha kapsamlı oldu. Eğitim genelde örgütlenme üzerine yapıldı. Bu eğitimi aldıktan
sonra örgüt üyesi durumuna geldik…

Üç aylık eğitim tamamlandıktan sonra eğitime katılanlarla ilgili planlamalar yapıldı. Gruplar halinde Avrupa’da
çeşitli ülkelere gönderildiler. Burada örgüt adına faaliyetler yürüteceklerdi. Eğitimci Berfin Kod bana "seni kırsal alana
Ülkeye göndereceğiz" diyerek, kırsal alana gönderilene kadar beni aynı şehirde bulunan örgütün ÜLKE BÜROSU diye
adlandırdığı bir örgüt evine gönderdiler… Bu şahısların örgüt adına görevi Hollanda'dan kırsal alana gönderilecek örgüt
mensuplarına sahte kimlik ve pasaport temin etmek ve kırsala gidinceye kadar barınmalarını sağlamaktı…2000 yılı Ağustos
ayının sonlarında bana TOLGA isimli soyadını ve hangi nüfusa kayıtlı olduğunu hatırlamadığım üzerinde benim fotoğrafım
yapışık sahte pasaport verilerek Hollanda'dan uçakla İran-Tahran'a gönderdiler…”şeklinde ifadesiyle örgütün iltica
konusu üzerinden nasıl elaman kazanma faaliyeti yürüttüğünü göstermiştir.

Kırsal Alandaki Başarısızlıklar

1985 yılı içerisinde Avrupa alanında çok önemli başarılar kazanılırken, Türkiye’de işler örgüt adına pekte
iyi gitmemektedir. PKK militanları, Eruh ve Şemdinli baskınlarındaki gibi başarının her zaman tekrarlanacağını
düşünerek çok sayıda silahlı eyleme girişmiş fakat bu eylemelerde çokta başarılı olamamış ve örgüt birçok militanının
silahlı çatışmalarda kaybetmiştir.

Aldığı önemli darbeler nedeniyle eylem metodunda yeni değişikliklere gidilerek 1985 yılı sonlarına doğru
güvenlik güçleri ile çatışmak yerine köy baskınları yapılması ve bölgede güvenlik zafiyetinin üst düzeye çıkarılması
kararlaştırılmıştır. Örgüt, 1985 yılındaki eylemler için “var olma savası ve direnişi”75 adını vermiştir.

Askeri birliklerin ve köy korucularının müthiş karşı koymalarıyla ve alınan tedbirlere rağmen örgütün
bölgede tekrar başarıyı sağlama yönünde ilerleme kaydettiği görülmüştür. Cem Ersever 1985 yılı sonlarını
kastederek, sihirli bir el bitme noktasına gelen örgütü yeniden diriltti demektedir.

75
Yeni Gündem Gazetesi, Mayıs 1987, s.12

317
FARUK ARSLAN

1985 yılında örgütün ortaya koyduğu başarı gelecek yıl için yeni planlamaları gündeme getirmiştir. 1986
yılında yapılacak eylemlerin hazırlıkları oldukça uzun bir zaman almış ve HRK bu dönemi “1986 Bahar Atılımı”
olarak adlandırarak, Mart ayında güvenlik kuvvetlerine yapılan ilk saldırı ile eylemlere başlamış ve aynı şiddetle
devam ettirmiştir.

1986 yaz ayları süresince devam eden “vur-kaç” biçimindeki eylemler Güneydoğu Anadolu bölgesindeki
birçok insanın ölmesi ve tarihe HRK’nın en kanlı eylemleri olması sonucunu doğurmuştur. Bu başarıya rağmen PKK
terör örgütünün önemli isimlerinden olan ve HRK’nın komutanı Mahzun Korkmaz’ın Siirt’te girdiği çatışmada ölü
ele geçirilmiş ve bu olay militanlar için demoralize bir durum meydana getirmiştir.

PKK’da İç İnfazlar ve İttifak Arayışları

1986 yılına gelindiğinde örgüt yeni hedefleri için kongre hazırlıklarına girmiştir. Kongrede ana gündem
maddesi, örgüt içi iç hesaplaşma ve cezalandırmalar olmuştur. III. kongrenin hazırlık aşamasında Öcalan’ın
talimatıyla yaklaşık 200 örgüt mensubu hain ve işbirlikçi oldukları gerekçesiyle Lübnan’daki Helve kampında infaz
edilmiştir.

26-30 Ekim 1986 yılında Suriye’nin Lübnan sınırındaki Helve kampında III. kongre gerçekleştirilmiş ve Helve
kampının adı Mahsun Korkmaz Akademisi olarak değiştirilmiştir. Kongreden çıkan en önemli kararlar ise; örgütün
gelişimine engel olan unsurların bertaraf edilmesi, dış ittifakların geliştirilmesi, GKK (Geçici Köy Korucuları)’nın
etkisizleştirilmesi için mücadelenin arttırılması, zorunlu askerlik yasası gereğince her evden bir kişinin kaçırılarak
örgüt saflarına kazandırılması ve HRK’nin adının ARGK olarak değiştirilmesi olmuştur.

Örgüt kongrede aldığı kararlar gereğince katliamlarına hız vermiş, bu doğrultuda, 1986 yılı kış döneminde
67 masum köylü ajan-işbirlikçi veya ilişkiye karşı suçlamalarıyla cezalandırılarak öldürülmüştür76. Bu zamanda en
önemli PKK katliamı ise Mardin’in Ömerli ilçesinin Pınarcık köyünde yaşanmıştır. Köyü basan örgüt militanları,
kendilerine destek vermek istemeyen c için 30 köylüyü infaz etmiştir.

Öcalan yeni kurulan ARGK’nın stratejisi için; “Evet, yurtdışındaki bu kısa faaliyetimizin ardından ülkeye nihai bir
dönüsü gerçekleştirdiğimizi sanıyoruz. Artık ülkeye girmek ve bir müddet sonra tekrar yurtdışına çıkmak olmayacaktır... Bir daha
sökülmemecesine topraklarımıza yerleşip kök salmak için dağlarımız ve halkımız uygundur... ” ifadeleriyle PKK’nın hangi
seviyeye geldiğinin ip uçlarını vermiştir.

76 Akçora, a.g.m., s.271.

318
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

PKK örgütü dönem itibariyle güçlü bir çıkış yaşamış olsa da elde ettiği güçle bu süreçte halka yönelikte şiddet
hareketlerine girişmiştir. Örgüt 1986 sürecinde ekonomik kurumlara yönelmiş, okulları yakmış, öğretmenleri, işçileri,
din görevlilerini öldürmüş ve bununda ötesinde Kürt halkının kendisine yönelik katliamlara girişmiştir.

Bu girişimler vatandaşlarda büyük tepki uyandırmış, 24 Ekim 1986 tarihinde yasa olarak yürürlüğe giren
geçici köy koruculuğu müessesi bu tarihten sonra büyük ilgi görmeye başlamıştır. Örgütün eylemlerinin tepki
çekmesinden sonra katılımlarda belirli bir düşüş yaşanmaya başlamıştır. Bu dönemde askeri gücün 50 bine
çıkarılması hedefi olmasına rağmen, katılımdaki azalma nedeniyle yeni hedefler yeniden revize edilmiştir.

Kongre sonrasında bir kısım örgüt militanları kurşuna dizilirken, Abbas Kod Duran Kalkan, Selim Hoca Kod
Selahattin Çelik, Fuat Kod Ali Haydar Kaytan, Gözlüklü Cafer Kod Ali Çetiner ve Fatma Kod Kesire Öcalan’a ise
yeni bir şans verilmiş ve Avrupa sahasına gönderilip kendilerini yeniden kanıtlanmaları istenmiştir.

1987 yılına gelindiğinde, örgüt “gönüllü-yükümlü ve zorunlu askerlik yasası” uygulamasını başlatmıştır.
Bu uygulamaya göre her aileden bir kişi örgüte kazandırılacaktır. Katılımların sınırlı kalması nedeniyle belirlenen
hedefe ulaşmak için köylerden 13-14 yaşlarındaki çocuklar kaçırılarak Irak’taki kamplara gönderilmeye
başlanmıştır.

1988 yılında Irak lideri Saddam Hüseyin’in Kuzey Iraktaki Peşmergelere kimyasal silahlarla saldırması
üzerine on binlerce (yaklaşık 80 bin) Kürt, Türkiye, Suriye ve İran’a sığınmıştır. örgüt militanları bu göçler
sırasında mültecilerden ikna ettiği gençleri ve aralarından kaçırdığı çocukları Bekaa’ya götürerek kadrolarına
dahil etmiştir.

1987 yılında diğer önemli bir gelişmede PKK ve IKDP arasındaki işbirliği protokolünün ortadan
kalkmasıdır. Daha öncede ifade ettiğimiz gibi PKK yöneticileri KDP ile ittifak yaparak Irak sahasında üstlenme
izni almış, ardından da KDP topraklarını ele geçirerek silahlarına el koymuştur.

Talabani’nin partisi KYB ise KDP’den kopan bir parti olup, Batı ülkeleri nezdinde kendini kabul ettirmek
ve bölgede daha güç sahibi olmak için ittifak arayışlarına girmiştir. KYB bu doğrultuda 1987 Kasım ayında
başlayan görüşmelerin akabinde 1 Mayıs 1988 de PKK ile işbirliği protokolü imzalayarak, KDP’ye karşı ittifak
elde etmiştir.

Protokole göre; silahlı mücadele ortak bir cephede geliştirilecek ve her örgüt kendi bölgesinde
faaliyetlerinde bağımsız olacaktır77. Öcalan bu anlaşmayla Talabani’nin Batı ülkelerindeki etkisini kullanmayı

77
Dağlı F., Birakuji-Kürtlerin İç Savaşı, Belge Yayınları, 51-53

319
FARUK ARSLAN

hesap etmiş ve Talabani de bunun karşılığında Batı ülkelerindeki toplantılarda bölgedeki güçler adına
konuşabilme yetkisini almıştır.

PKK, KYB protokolünü iyi kullanarak 15 Nisan 1988’de Lazkiye’de bir toplantı organizasyonu
gerçekleştirmiş, KUK, KAWA, KOMAL ve diğer örgütlerinde toplantıya katılımını sağlayarak “Devrimci Birlik
Platformu” adı altında bir birliğin oluşmasını sağlamıştır. PKK anlaşmayla bu örgütleri silahlı mücadeleye
çağırırken, onların Avrupa’daki kadrolarını eline geçirme hesaplarına girmiştir.

III. Kongre Sonrası Avrupa Faaliyetleri

Ekim 1986 yılında gerçekleştirilen III. kongrenin akabinde, yurt dışındaki örgütlenme ve kamp faaliyetlerinin
yanı sıra, demokratik politik faaliyetlerin geliştirilmesi de kararlaştırılmıştır. Bu tarihten sonra, önceden gizli olarak
devam eden diplomatik ilişkiler aleni olarak yapılmaya başlanmıştır. PKK’nın bu dönemdeki diplomatik ilişkilerinin
muhatabı ise genellikle ülkelerin istihbarat örgütleri, sözde demokratik kitle örgütleri ve Marksist-Leninist Avrupalı
partiler olarak görülmektedir.

Kendilerini kültür, hukuk, sağlık alanları ile insan hakları konusunda vazifeli tayin eden bir takım çevreler
ve bir kısım Avrupalı ülkeler, ülkelerinde meydana gelen hukuksuzlukları ve anti demokratik uygulamaları
görmezlikten gelirken, özellikle Türkiye gibi ülkeleri müfettiş edasıyla denetlemeye kalkıştıkları bilinmektedir. İşte
bu kurumlardan bazıları 1987 yılından itibaren PKK ile önemli diyaloglar içerisine girmeye başlayarak, ülkemizdeki
her soruna PKK’nın penceresinden bakmaya başlamışlardır.

1987 yılında çok sayıda dernek ve kurumun desteğini alan örgüt, özellikle Almanya’da pervasızca hareket
etmeye başlamıştır. Örgüt çeşitli yerlerde aleni olarak infazlar ve cezalandırmalara girişerek, halktan zorla para
almaya başlayınca, kısmen de olsa Alman hükümetinin baskısı ile karşılaşmıştır. Alman polisi 27 Temmuz 1987
tarihinde Köln şehrinde 4 ayrı örgüt evine baskın yaparak, örgütün paravan kuruluşu olan Avrupa Kürdistan
Komiteye ait 700 bin Deutsche Mark paraya ve 152 parça altına el koymuştur78.

Yaşanan bu olaylar her ne kadar örgütün aleyhineymiş gibi görünse de akabinde sivil kuruluşların ve
Kilisenin daha da ilgi ve desteğini yanına çekmiştir. Almanya, Fransa ve İngiltere’de Kilise yönetimleri daima
PKK’nın hamiliğini yapmıştır. Alman polisinin 1987’deki baskını ve Avrupa ülkelerinin ileriki yıllarda PKK’ya karşı
alacağı tüm önlemler sadece göstermelik olmaktan ileri gitmemiştir. Bu gibi kısır girişimler sadece Türkiye’nin
baskılarından kurtulmak için tasarlanan ve örgütü çokta rahatsız etmeyen girişimler olmuştur.

78
Serxwebun Dergisi, Temmuz, 1987, s.15.

320
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Örgütün üst düzey yöneticilerinden Şerafettin Kaya’nın daha sonraki yıllarda Öcalan’a verdiği bir rapor bu
durumu açıkça ortaya koymaktadır. Kaya, 24 Ağustos 1995 tarihindeki raporunda; ”…yani PKK’nın uluslararası
düzeyde öyle bir yapılanması yaratılmış ki, mücadele veren güç yürekten değil, görünüşte terörist ilan edilmiş. Mesela ben şu
gerçeği ifade edeyim: Almanya hiçbir zaman yürekten, PKK’yı terörist örgüt olarak kabul etmez. Fakat görünürde, uluslararası
hukuk bağlantısı içerisinde taktik olarak “terörist örgüt” ilan eder. ABD’nin de, Fransa’nın da, İngiltere’nin de tavrı budur”79
şeklinde ifadelerine yer vermiştir. Bu ifade, gerçekleri tam olarak özetleyen bir itiraf olarak kayıtlarda yerini almış
olup, tarihi bir belge konumundadır.

1987 yılında diğer bir ilginç buluşmada Öcalan ve Sovyet istihbarat yetkilileri arasında olmuştur. Öcalan 1987
yılında Pragda KGB’nin şefleriyle görüşmüş, görüşme boyunca Öcalan kendisi överek, KGB’ye ben varsam PKK
vardır imajını vermeye çalışmıştır. KGB Şefleri ‘bizden ne istiyorsanız, bize yazılı olarak verin’ demişlerse de Öcalan
yazılı hiç bir şey vermemiştir. Yazılı bir istek yerine Moskova' ya gidip bir kaç gün dinlenmek istediğini söylemişse
de, bu istemi kabul edilmemiştir. Kendisine dinlenme adresi olarak Bulgaristan gösterilmiş ve Öcalan'ın cebine bir
kaç bin dolar para konularak, Bulgaristan’a gönderilmiştir.

1987 yılında Öcalan tarafından Yunanistan’a “Müdahale Grubu” adı altında birkaç kişilik silahlı örgüt
mensubu gönderilmiştir. Grubun amacı Atina dışında bulunan ve görünüşte BM’lerin finanse ettiği Lavrion
kampının gayri resmi denetiminin PKK’ya geçmesini sağlamaktır. Lavrion kampı Yunanistan’a gelen ve yakalan
mülteciler ile Türkiye karşıtı tüm etnik Kürtçü ve Türk solu örgütlerin üstlendiği bir eğitim kampı konumdadır.
Kampta PKK, Rızgari, DHKP/C, Partizan, MLKP, Halkın Kurtuluşu, MKP, TKP-ML ve diğer örgütlerin militanları
barınmakta olup, burada silahlı eğitim görmektedirler.

Cemal Kod adlı militanın liderliğindeki Müdahale grubu ilk olarak Atina merkezde bulunan PKK Atina
bürosuna yerleşerek, Atina sorumlusu Sait Durmuş’tan görevi devralmak olmuştur. Cemal Kod ve adamları
akabinde kampta tahta kaleşnikoflarla geçit töreni yapıp, sonrasında da Rızgari grubuna saldırmışlardır. Bu saldırısı
sırasında bir Rızgari örgüt mensubu Yunan polisinin gözleri önünde bir çok yerinden bıçaklanarak öldürülmüştür.

PKK grubu bu olaydan kısa bir süre sonra da Türk soluna üye diğer militanlara saldırarak, onları kamptan
atmaya çalışınca olaylar büyümeye başlamıştır. Partizan ve Halkın Kurtuluşu üyeleri yaşananları hemen Yunan ve
Avrupa kamuoyuna bildirerek, önlem alınmasını istemişlerdir. Bu iki örgütten cesaret alan diğer Kürtçü örgütlerinde
birliğe dahil olup, açlık grevine girmeleriyle Yunan Polisi kamptaki PKK’lıları çıkarıp Atina merkezinde bir otele
yerleştirse de olayları sonlandıramamıştır. Bu defa Türk Solu grupları Atina merkezde bir yürüyüş gerçekleştirerek
PKK’yı protesto etmişlerdir.

Yaşanan olaylar sonrasında hata yaptığını anlayan Öcalan derhal örgütün Avrupa sözcüsü Hüseyin
Yıldırımı Atina’ya göndererek gelişmelere müdahale etmiştir. Yıldırım Atina’da bazı Yunanlı görevlilerle görüşerek
mitingin düzenlenmesini engellemiş ve PKK grubunun yeniden Lavrion’a dönmesini sağlamıştır. Akabinde de İhsan
Kod adlı militan ve Kesire Öcalan Yunanistan sorumluluğuna atamıştır.

79
Öcalan A., Aydınlarla Söyleşi,… s.100.

321
FARUK ARSLAN

Yıldırm daha sonra Kıbrıs Rum kesimine gidip Kıbrıslı yetkililerle görüşmek istemişse de bu
gerçekleşmez. Yıldırım daha önce de Kıbrıs Rum Kesimi Komünist Parti Başkanı ve Parlamento Başkanı Lisarides
ile Atina’da görüşmüş ve kendisinden destek sözü almış olsa da Almanya’daki gelişmeler üzerine gidişini
ertelemiştir.

1987-1988 yıllarında Batı Avrupalı devletlerin verdiği siyasal desteğin yanında, Yunanistan’ın askeri
anlamda da desteği devam etmiştir. ERNK’nin resmi Yayın organı olan Berxwedan dergisinin 1988 yılındaki
sayısında “Yunanistan halkı Kürdistan ulusal bağımsızlık ve özgürlük mücadelesine büyük sempati duyuyor, Yunanistan
halkının Kürdistan halkına yükselen bağımsızlık ve özgürlük mücadelesine desteklerini arttırmaktadır” başlıklı bir haber
yayınlanmış ve örgütün Yunanistan’a olan minnettarlığı ifade edilmiştir80.

Yaşanan gelişmelerden sonra ERNK birimi, Avrupa’da PKK örgütünün bir kanadı olarak değil de, sivil bir
kitle örgütü şeklinde algılanmaya başlanmıştır. Örgüt 1988 yılında, Diyarbakır sıkıyönetim mahkemesinin bazı PKK
üyelerine müebbet hapis cezası vermesi karını ve Almanya’nın örgüte yönelik operasyonlarını protesto etmek
amacıyla eylem kararı alınmış ve özellikle Avrupa’da eylemler üst seviyeye çıkarılmıştır. Bu eylem döneminde
Almanya’da;

-11-18 Şubat1988 tarihleri arasında Bielefeld, Stuttgart, İngolstad ve Bremen’deki SDP parti binaları
işgal edilmesi eylemi

-18 Şubat tarihinde Köln’deki Don Kilisesi önünde korsan gösteri eylemi

-18 Şubat tarihinde Hannover Belediye binasının işgal edilmesi eylemi

-16 Şubat ta Kiel’de Feyka Kürdistan derneğince korsan eylem ve basın açıklaması

-16 Şubatta Berlin’de basın açıklaması ve korsan gösteri

-17 Şubatta Stuttgart’ta basın açıklaması ve korsan gösteri

-20 Şubatta Göppingen’de sözde İlerici Alman Çevrecilerin (ODEON Göppingen’de bulunan
yabancılarla dayanışma merkezi) desteği ile Kürdistan halkı ile dayanışma eylemi

-25 Şubatta Hamburg’da basın açıklaması ve korsan gösteri

-26 Şubatta Berlin’de basın açıklaması ve korsan gösteri

-27 Şubatta Hannover’de yürüyüş, miting ve protesto eylemi

-22 Şubatta Götingen ve Kassel’de DGB binasının işgal eylemi

-Fransa’nın başkenti Paris’te 16 Şubat tarihinde Federal Alman Haber Ajansı DPA’nın bürosunun işgal
eylemi

80
Berxwedan Dergisi, Ocak 1988, sayı 46, s.9.

322
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

-18 Şubat tarihinde Lyon’da Federal Alman Konsolosluğu ile Alman Hava Yolları Lufthansa
bürosunun işgal edilmesi eylemi

-20 Şubatta Nantes’te ERNK bünyesinde gece düzenlenmesi ve protesto eylemi

-15 Şubatta Danimarka-Kopenhag’da Uluslararası Af Örgütünü binasının işgal eylemi

-26 Ocakta Hollanda-Rotterdam’da Paulus Kilisesinde protesto eylemi

-Den Haag’da protesto eylemi

-16 Şubat tarihinde Avusturya-Viyana’da protesto eylemi

-11 Şubat tarihinde İsviçre’de protesto eylemi

-yine bu tarihlerde Yunanistan’da protesto eylemleri gerçekleştirilmiş ve örgüt bu eylemelerle binlerce


insanı sokaklara döker hale gelmiştir. Eylem döneminde hiçbir göstericiye ceza verilemezken, hiçbir Avrupa ülkesi
bu durumu sonlandıracak tedbire de başvurmamıştır.

PKK örgütü 1988 yılında Ermeni devletiyle de gizli bir anlaşma yapmıştır. buna göre Ermenistan’daki
yaşayıp PKK’ya destek vermeyen Müslüman Kürtlerin Azerbaycan ve diğer S.S.C.B ülkelerine sürülmesi
sağlanmıştır. Geriye kalan Yezidi Kürtler ise tamamen PKK’nın kontrolüne bırakılmış ve örgütün ülkede güçlü
bir şekilde kurumlaşması sağlanmıştır.

Bu yıl PKK’ya bir destekte ABD’den gelmiştir. 1987 tarihli raporda Türkiye’deki Kürtlerden azınlık olarak
bahsedip, azınlık haklarının verilmesi gerektiğini belirtmiş, 1988 tarihli raporunda ise daha vahim iddialarda
bulunmuştur.

Türkiye’ye gelerek bir süre ülkemizde gizli çalışmalar yapan Jeri Laber ve Lois Whitman tarafından
kaleme alınan bu raporda; Türkiye’de bir savaşın yaşandığı, 1949 tarihli Cenevre sözleşmesindeki “harp
Hukuku” kurallarına uyulması gerekti belirtilmiş, bu belirlemeler Washington yönetimince de kabul görmüştür.

ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Richard Schiffer tarafından yapılan bir açıklamada ise, “Lozan
anlaşmasında anılmamış olsa da, uluslararası hukuka göre Kürtlerin azınlık olduğuna inanıyoruz”81 diyerek Amerikan
yönetiminin politikasını ortaya koymuştur. Bu dönemde bölgeye gelen yabancıların %80’ninin ABD pasaportlu
olduğundan, bu durum aslında yakın zamanda olacakların habercisi olarak okunması gereken veriler olarak ele
alınmalıydı.

Bu dönem ABD’nin etkisinde kalan Talabani’nin KYB’si 1 Mayıs 1988 tarihinde PKK ile bir protokol
imzalayarak, PKK’nın sözde savaşını desteklediğini ifade eden maddeye imza atmıştır. Talabani bu protokolün

81
Ghaliand G., Kurdistan und die Kurden, Band 1, Reihe Pogrom, Gesellschaft für Bedrohte Völker Göttingen und Wien,
August 1988. s. 175-176

323
FARUK ARSLAN

hemen akabinde Haziran 1988’de ABD’ye giderek Dışişleri ve Pentagon yetkilileri ile görüşmeler gerçekleştirmiş,
bu görüşmelerde Amerikan tarafı Irak’ta Kürtlere özerklik verilmesi ve bu yapıda tüm Kürt partilerinin
temsilinin sağlanacağı yönünde sözler vermişlerdir. Amerikalılar bu görüşmede Türkiye’nin Saddam yönetimi
ile görüşmelere devam etmesi halinde ise Türkiye’ye karşı misilleme yapılacağı ifade edilmiştir.

ARGK Avrupa Birimlerinin İnfazları

PKK terör örgütü beklenmedik bir hızla hem içerde hem de yurt dışında gücünü arttırırken, bu süreçte
meydana çıkan muhalif hareketlerle de uğraşmak zorunda kalmıştır. Örgüt büyüdükçe Öcalan despotizmi artmış
ve tek kişilik yönetim meydana gelmiştir. Marksist-Leninist temellere dayanan ve temelde kendini İşçi sınıfının
temsilcisi olarak lanse eden bir gücün söylemlerinin tam aksini yapması her dönem bir muhalefetin meydana
gelmesinde ana etken olmuştur.

Öcalan, ortaya çıkan bu muhalefeti Ortadoğu sahasında çok rahat boğabilmekle birlikte, Avrupa’da
ortaya çıkan muhaliflerle baş etmekte zorlanmıştır. Onun için sorunun çözümü şiddeti geliştirmekle
halledilebileceğinden, ARGK birimlerinin Avrupa’da oluşturulmasını sağlamış ve akabinde cezalandırmalar
başlamıştır. Öcalan karşıtları, diğer Kürtçü örgütlerin üyeleri, para vermek istemeyen iş adamları, gurbetçi işçiler,
kırsala gelmek istemeyen sempatizanlar şiddetten nasiplenene kesimler olmuştur. Bu kitapta sadece Avrupa’da
görev alan kişilerin infazları ele alacağından, diğer alanlardaki infazlar konu edilmemiştir.

Bu şiddetin muhataplarından biri de PKK Merkez Komitesi Üyesi ve Avrupa sorumlusu Semir Kod Çetin
Güngör’dür. 1975 yılında Öğretmen okulunda okurken örgüte katılmış ve elde ettiği başarıların akabinde 1981
Aralığında ERNK Avrupa Sorumlusu olarak Almanya’ya gönderilmiştir. 12 Eylül darbesi sonrasında
Avrupa’daki PKK faaliyetlerinin örgütlenmesinde ana unsur olmuştur.

1982 baharında toplanan PKK 2. Kongresi’ne çağrılmıştır. Kongre’de görüşlerini açıklarken Öcalan’a bazı
eleştirilerde bulunmuş, “Ülkeye Dönüş” adı altında, hareketin bir imhayla karşılaşabileceğini, örgütün
yöntemlerinde sapmaların olduğunu ve bu yanlışlar nedeniyle birçok devrimci Sol örgüt mensuplarının zor
duruma sokulduğunu belirmiştir.

Altınok daha da ileri giderek gizli görüşmelerde Öcalan’ın kadroları bitirdiğini, robotlaştırdığını,
köleleştirdiğini, en küçük bir inisiyatif ve özgür düşünme hakkı tanımadığını, PKK’da demokrasi değil tam bir
diktatörlüğün hâkim olduğunu belirtmiştir. Sonrasında da düşünce özgürlüğünü savunan bir açıklama yapıp,
kadrolara Kürtlerin Öcalan belasından kurtulması gerektiği çağrısında bulunmuştur.

324
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Güngör, para ve kadro desteği sağlamak üzere Avrupa'da yürütülen eylemlerin de gözden geçirilmesi
gerektiğine inanıyordu. Ona göre Avrupa'daki PKK eylemcileri, eğitim eksikliğinin ve gündelik sorunların
çözümüne yardım ederek yerel Kürt topluluklarını güçlendirmeye yönelmeliydi. Öte yandan, PKK'nın daha
etkili olabilmek için, ilişkilerini marjinal sol gruplarla sınırlı tutmayıp ana akım siyasal partilere ve yönetim dışı
örgütlere genişletmesi gerektiğini, bunu becerebilmek için de, açıktı ki, daha güçlü, bağımsız, kendi analizlerini
yapıp bu analizler zemininde eylem yürütebilecek serbestide bir Avrupa komitesine ihtiyaç olduğunu
belirtmiştir.

Güngör Avrupa Komitesine gönderdiği bir mektubunda; “Çünkü parti faaliyetleri sadece olağanüstü kadroların kişisel
çabalarıyla yürütülemezdi. Zaten bu noktaya da 'Ali Arkadaş halleder' esprisiyle geldik, örgütlerde kişi değil sistem
olmalıdır…82" diyerek, Ali Fırat Kod Abdullah Öcalan’ın yerine kurumsal bir yapının karar almasını istemiştir.

Kongreden sonra Avrupa’ya dönen Güngör; 18 Mart 1984 tarihli açıklamasında, ”artık PKK’li değilim, PKK’nin
uygulamış olduğu silahlı mücadelenin ve Kürt gruplarına karşı izlemiş olduğu davranışların yanlış ve çıkmaz yol olduğunu
düşünüyorum83” açıklamasıyla ortaya çıkınca, hakkında idam kararı verilmiş ve kaldığı Federal Almanya’daki
örgüt evinde göz altına alınmıştır.

Güngör bazı kadroların yardımı ile evden kaçmayı başarabilmişse de 2 Kasım 1985 günü İsveç’in Başkenti
Stockholm’da Kürdistan Öncü İşçi Partisinin 10. kuruluş yıldönümü toplantısında yüzlerce kişinin gözleri
önünde infaz edilmiştir. Güngör’ün katili Fransa'dan gönderilen Palu'lu "Kel Reşit" adlı PKK militanı olay
yerinde yakalanmış ve cezaevine gönderilmiştir. Katil her ne kadar yakalanmış olsa da ona yardım ve yataklık
edenlere yönelik ise bir çalışma yapılmamıştır. Cinayete yardım eden bir PKK örgüt mensubunun konu ile ilgili
itirafları ve “Öcalan’ın talimatını yerine getirdik” beyanlarına rağmen hadise basit olarak ele alınarak, kapatılmıştır.
Bu olayın arkasında dönemin PKK Avrupa Sözcüsü Hüseyin Yıldırım’ın olduğu ve talimatın Öcalan tarafından
gönderildiği söylense de olay kapatıldığından detayları ortaya çıkmamıştır. Çetin Güngör’ün İsveç’te yerinin
belirlenmesi ve gideceği adreslerin örgüte bildirilmesini işini ise Sarp Kuray yaptığı iddia edilmektedir.

Öcalan daha sonra konu ile ilgili olarak; “…İhanet ve döneklikler konusunda Avrupa’da girişimler vardı. Semir-Seher
(Seher Merkit) derdik biz. Bu Yıldırım’ın (Yıldırım Merkit) bacısı oluyor. O zamanlar hapishanelerle telefonla görüşüyordu.
Militanlarla konuşuyor; her şey bitti, bir şey kalmadı, sen de dön diyor. Sonra bunlar açığa çıktı. Bu ciddi bir provokasyondu.
1982-83’de gelişti. Rahatsızlığı hissetmiştim. Değerleri savurmakla uğraşıyor. Bir süre iyi niyetle yaklaştım. Düzelir diye
bekledim. Demokratik bir PKK oluşturacağız gibi sözler söylüyorlardı. İçerde de PKK’yi savunmamak gibi bir tavır içine
giriyorlardı. Tabii bu en kritik anda içerden hançerlenmeydi. Bu bizi zorladı…” ve Semir'in başka ve daha karmaşık
planlan olduğunu ima ederek; "Bütün bunlara rağmen, PKK'ye yeni bir yorum aramak tamamen saçmadır. Gerçekten
Semir'in bunu daha güçlü bir PKK için yapmadığı açıktır.84" ifadelerini kullanırken,

82 Güngör Ç., Avrupa Komitesine Açık Mektup, 15 Nisan 1983.


83 Güngör Ç., Devrimci-Demokratik Kamuoyuna, 18 Mart 1984.
84
Öcalan A., PKK'ye Dayatılan Tasfiyecilik ve Tasfiyeciliğin Tasfiyesi, Köln, 1993, s. 47.

325
FARUK ARSLAN

PKK sorumlularından Selahattin Çelik ise; “…Çetin Güngör PKK’da önderlik sorununu gündemleştirmek ve tartışmak
istiyordu. Amacını netleştirmese de, yönetimde demokratikleşmeyi telaffuz ediyordu. Ancak yanılgıları vardı. Koşullar henüz
böyle bir tartışmaya hazır değildi…” ifadeleri ile infazın nedenlerini ortaya koymaya çalışmışlardır.

Çetin Güngör'le Avrupa'da yakinen çalışmış olan eski PKK militanı Selman Arslan, "Semir dogmatik bir
insan değildi," diye başlayan açıklamasından sonra; "Ona göre her şey tartışılabilir, her şey hakkında konuşulabilirdi,
kararlar yukarıdan aşağıya dayatılmamalıydı. İnsanların kendi deneyimlerimden yola çıkmalarını, özerk olmalarını, kendi
kararlarını almalarını istiyordu. Otoritesine ve PKK'nın birliğine başkaldırı Öcalan için her zaman meseleydi; dolayısıyla
Semir'i problem olarak görmeye başladı. Başlangıçta, Semir'in Avrupa komitesi içindeki etki ve gücünü azaltmaya çalıştı.
Şam'da bir karalama kampanyası başlatıldı, Öcalan’a yakınlığıyla bilinen PKK üyeleri Avrupa'ya gittiler ve orada Semir'in
yetenekleriyle ilgili kimi dedikodular yaydılar. Semir'in PKK'ya, PKK'nın devrimci ilkelerine bağlılığındaki çatlakları öne
çıkarıp, yönettikleri toplantılarda PKK'nm yerel çalışmalarını eleştirdiler. Farklı insanlara tek tek gidip onları Semir'in hata
yaptığına ikna etmeye çalışıyor, Avrupa komitesinin hedeflerine ulaşamadığını söylüyorlardı, bugünden geriye baktığımda,
bütün bunların amacının ondan kurtulmak olduğunu görebiliyorum." şeklinde söylemleriyle Öcalan’ın Güngör’ü
etkisizleştirmek amacıyla kullandığı yöntemleri göstermiştir.

Semir Kod Çetin Güngör’ün Stockholm’de infazından hemen iki gün sonra 4 Kasım 1985 günü
Danimarka'da Mustafa Tangüner adlı bir PKK’lı da Öcalan’ı eleştirdiği için öldürülmüştür. Avrupa’da
temsilcilikleri bulunan ve aralarında Kürdistan Öncü İşçi Partisi-İsveç Örgütü ve Kürdistan Ulusal
Kurtuluşçularının da olduğu 12 örgüt tarafından 12 Kasım 1985 tarihinde yayınlanan bir bildiride bir yıl öncede
İsveç ve Federal Almanya'da yine iki muhalif PKK üyesinin örgüt tarafından infaz edildiği belirtilerek, işlenen
cinayetler kınanmıştır.

İnfaz edilenler listesinde yer alan diğer bir kişide Resul Altınok’tur. Avrupa’da faaliyet gösteren Resul
ALTINOK Semir kod ile birlikte hareket ettiği için 1983 yılında Almanya’dan Lübnan’a çağrılmış ve burada infaz
edilmiştir.

PKK’nın Avrupa’daki silahlı saldırıları sadece PKK’dan ayrılanlara karşı değil aynı zamanda ilişkili
olduğu gruplardan olup, sonradan kendileriyle sorun yaşayan kişilerde de yönelik devam etmiştir. 1986 yılında
Hamburg'da, DEV YOL'un önemli isimlerinden Kürşat Timuroğlu PKK’lı teröristlerce infaz edilmiştir.
Timuroğlu’nun öldürülme gerekçesi ise Öcalan ve PKK’yi eleştirmesi olarak ifade edilmiştir.

İnfazı gerçekleştiren Ferit Aycan olayın akabinde Lübnan'daki Helvi kampındaki Öcalan’ın yanına gider
ve ödüllendirilir. Kırmızı bültenle aranan Aycan daha sonra Türkiye’ye girişi yapıp, İstanbul’da şirket kurmuş
ve yine kendi adını taşıyan Türk pasaportu ile sekiz kez Türkiye’ye giriş çıkış yapmıştır. Ayçan son olarak 18
Eylül 2000 tarihinde Hırvatistan'da yakalanıp ve Almanya'ya iade edilmiştir.

Ferit Ayçan infazından sonra ikinci hedef İsveç’te yaşayan Mahmut Baksi adlı gazeteci olmuştur. Bunun
için gönderilen bir militan Almanya’ya gelerek Avukat Hüseyin Yıldırım’a Öcalan’ın emri üzerine Baksi’nin

326
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

öldürüleceğini, bunun için kendisinin görevlendirdiğini belirtir. Öcalan ile görüşen Yıldırım, bu eylemin PKK
adına olumsuz sonuçları olacağını ve İsveç Devleti ile olan olumsuz ilişkilerin daha da zor duruma gireceğini
belirtir. Akabinde İsveç’e gidilerek Baksi ile görüşülüp, PKK aleyhine İsveç Devlet televizyonlarında
konuşmaması yönünde uyarı yapılması kararlaştırılır.

Yıldırım 1985 baharında İsveç’e giderek Baksi ile görüşüp, Öcalan’ın uyarılarını iletir. Baksi ise bu
görüşmede; “tekrar televizyona çıkıp, bu ifadeleri kullanırken alkollüydüm, PKK aslında doğru bir örgütlenmedir,
diyeceğim” demiştir. Bu ikaz işe yaramış ve Baksi PKK’ya muhalefeti bırakmıştır.

PKK tarafından Muhaliflere ve diğer Kürtçü örgüt mensuplarına yöneltilen infaz olayları halk içerisinde
tepki almaya başlayınca, gelen baskıları azaltma adına Hamburg’taki Türk Konsolosluğu’na karşı bombalı saldırı
yapılması kararı alınmıştır. Bu karar doğrultusunda 1986 yılında yapılan eylemin bilgileri, örgütün medya
organlarında uzun uzun işlenerek, müzahir kitlenin baskıları azaltılmaya çalışılmıştır.

Öcalan’ın Avrupa’da silahlı birlikler kurması ve bu güçler aracılığı ile Avrupa ülkelerinde silahlı eylem
ve cezalandırmalara gitmesi neticesinde onlarca eski kadro infaz edilmiş, örgüte para vermeyen esnaflar
cezalandırılmıştır.

Delal Kod adlı terör örgütü mensubu verdiği ifadesinde Almanya ve Belçika’da şahit olduğu
cezalandırma konusunda; “…sonra Yılmaz Kod ile Adem Kod bizlere öğlen saatlerinde birer konuşma yaptılar, bu
konuşma içeriği Asker kim, Komutan kim konusu idi, bir gün sonra isimleri okunanlar dershaneden dışarı çıktılar, içeride
kalanlar ise yaklaşık (40) kişi idi, bunları ise kırsala göndermek için görevlendirmişlerdi. Görevlendirilenlerden bildiklerim
şunlardır; Mizgin Kod, Beritan Kod, Ağri Kod, Dijwar Kod, Agit Kod, Kawa Kod, Kemal Pir kod Almanya'nın Nurnberg
kentinden katılmıştı.

Hakkı Kod gerçek adı SERKAN veya ERKAN olabilir. Neu-Ulm'de oturuyordu, biz kamptayken gönderilmişti, biz
buradan Belçika'daki ikinci kampa gönderildiğimizde bu şahsın ajan olduğunu söylemişlerdi. Akıbeti konusunda bir şey
söylemediler. Ben eve döndüğümdü Hakkı Kod beni telefonla arayıp, hakkında ölüm karan çıkmış olduğunu benim bu
konudan haberimin olup olmadığını sordu, ben de bilmiyorum, yanlarında yoktum dedim, bir daha aramadı da görüşmedik
te, ancak arkadaşlar vasıtasıyla durumunu soruyordum… Arnheim'deki kamptan kaçan bir şahıs vardı ismini bilmiyorum.
Ben bu kişinin akıbetini Dirok Kod'a sormuştum, o da alay ederek artık yürüyemediğini ayaklarının kırılarak
cezalandırıldığını söylemişti.” şeklinde bilgiler vererek, örgütün Avrupa’nın ortasında çok rahat adam öldürebildiği
ve yaraladığını göstermiştir.

Örgütün Avrupa ‘da sorumlu düzeyde faaliyet yürüten kadrolarından Salih Aras konu ile ilgili olarak;
“Neden Alman Polisi 87 başlarında PKK' ya karşı ciddi operasyonlar yapmaya başladı? Açıkça yazıyorum; eğer olaylar PKK
Avrupa örgütüyle sınırlı olsaydı, Alman polisi bu kadar ciddiye almazdı. Alman Polisini operasyonlara zorlayan A.
Öcalan’ın talimatlarıydı. Bu talimatlar daha çok telefonlarla veriliyordu. A. Öcalan telefonların dinlendiğini bilmesine
rağmen bu tutumunu her alanda sürdürüyordu. Bu gün halende bunu yapmaktadır. Örneğin, o sıralar Öcalan'la yaptığımız

327
FARUK ARSLAN

bir telefon görüşmesine değinmek istiyorum; 1987 sonlarıydı Ömer (Haydar Altun) arkadaşla Köln'de örgüt evindeydik. A.
Öcalan'dan beklediğimiz telefon geldi İkimizle de konuştu, birçok konuyu anlattıktan sonra dedi ki; "Orada (yani Avrupa'da)
silahlı mobil birlikler kuracaksınız ve bu birlikler sürekli hareket halinde olacak" Bunun anlamı açıktı, Avrupa’ da sürekli
terör istiyordu. Bize göre bu mümkün olmayan çılgın bir ruh hastasının istekleri gibiydi. Telefon görüşmesinden sonra
birbirimize şaşkın, şaşkın baktık fazla yorum yapmadan, daha çok bakışlarımızla anlaşarak, olamaz dedik.85”şeklinde
ifadeleriyle Öcalan’ın telefonlarının dinlendiğini bilmesine karşın açık şekilde Avrupa’da silahlı birliklerin
faaliyet göstermesi ve Devrim Mahkemelerinin işletilmesi konusunda yönünde talimat verdiğini ifade etmiştir.

Öcalan’ın bu talimatından kısa bir süre sonra Avrupa Sözcüsü Avukat Hüseyin Yıldırım’la konuşan bir
Avrupa Parlamentosu Milletvekili "Sizinle konuşulmaz, çünkü sizin başkanınız Avrupa'da silahlı mobil birliklerin
kurulması için talimatlar veriyor” uyarısında bulunarak sürecin PKK aleyhine olabileceğini uyarısında
bulunmuştur.

Yaşanan gelişmeler anında Öcalan’a iletilse de o kararların acilen uygulanmasını istemiş ve akabinde de
Avrupa'ya en güvenilir adamları olan Abbas Kod Duran Kalkan (Selahattin Erdem sahte kimlikli), Ali Çetiner ve
Numan Uçar’ı göndermiştir.

Selahattin Erdem sahte kimliğini kullanan Abbas kod Duran Kalkan 3. Kongrede sözde cezalandırılıp
yetkileri alınmış fakat Öcalan’a yakın olduğundan Avrupa’da kendini ispat etmesi istenmiştir. Fakat bu
görevlendirmenin yetki alımından ziyade yetki arttırılması şeklinde olduğu bir gerçektir. Buna göre Duran
Kalkan, Berxwedan gazetesinin çıkarılması, Türkiye’deki şehir faaliyetlerinin örgütlendirilmesi ve cezaevlerine
yönelik faaliyetlerin denetiminden sorumludur. Kalkan’ın görünüşte cezalandırıldığı, aksine daha gizli bir amaç
için Avrupa’ya gönderildiği daha sonra anlaşılacaktır.

Kalkan örgütün kurucularından bir olmakla birlikte geçmişte örgüt adına yaptığı birçok faaliyette
başarısız olmuştur. Kalkan bir defasında, 1985 Şubat sonlarında PKK/ARGK gruplarının Kuzey Irak’tan
Türkiye’ye geçerek 21 Mart'a ERNK ilanını yapmasını ister, gruplar hareket eder kar yağmaya başlar, hareket
halinde olan grupların izleri asker tarafından sürülür. Daha sonra yapılan operasyonla 70'en fazla militan gruplar
halinde öldürülür. Öcalan örgüt içerisinde en küçük hatayı kabul etmezken O’nun hatalarına her defasında sessiz
kalır. Öcalan’ın Kalkan’a her defasında müsamahalı davranmasının altındaki neden, ikisinin de aynı derin
yapılarla ilişkili olmalarıyla ilgilidir.

Netice olarak Duran Kalkan’ın liderliğinde Avrupa’ya gelen kadrolar yanlarında PKK 3. Kongresinde
çekilen infaz kayıtlarına ait videoları da getirerek, bunları yurtsever adı verilen sempatizan kitleye izlettirmiş ve
muhaliflere el altında mesaj verilmeye çalışmıştır.

85
Aras S., Düsseldorf PKK Davası, 11 Aralık 2008.

328
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Gelen kasetlerden bazıları 87 ortalarında Frankfurt havaalanından ülkeye giren PKK mensuplarından
İdris kod Asım Güzel86’in üzerinde yakalanır. Bu kasetlerde PKK’lı Mehmet Tunç, Hasan Masyan ve Mardin'li
yeni katılım bir örgüt mensubunun infazları bulunmaktadır.

İnfaz edilenlerden Mazhar-Selim Kod Mehmet Tunç aslen Bingöllü olup, örgütün eski kadrolarından
biridir. 1983'de Bekaa’ da bulunmuş ve sağlık sorunlarından dolayı Avrupa'ya gönderilmiştir. Almanya ve
Fransa'da örgüt çalışmalarına katılmış ve II. Kongre öncesi tekrar Beka'ya dönmüştür. III. Kongre döneminde bir
bayanla duygusal ilişki yaşadığı iddiası gündeme getirilmiştir.

Bekaa’da ki infaz kasetinde adı geçen ikinci kişi olan Hasan Masyan, aslen Maraş Pazarcıklı olup, 12 Eylül
sonrası Suriye'ye giden militanlar kadrolar arasındadır. 1983'de tekrar Türkiye’ye giriş yapar. Öcalan kendisi ile
sorun yaşayan Masyan için bölgeye gittikten sonra ajanlaştırıldığını iddia edilerek infazını istenmiştir. Üçüncü
kişi olan Mardin sempatizan ise ziyaret amacıyla gittiği Bekaa’da ajan olabileceği şüphesiyle yakalanmış ve uzun
süre hücrede bırakılmıştır. Bu üç kişi Bekaa’da 1987 Nisan ayında yapılan düzmece bir mahkemeden sonra silahla
infaz edilerek aynı çukura gömülmüşlerdir.

Havalimanında meydana gelen yakalama olaylı hakkında bilgi sahibi olan Salih Aras, Alman Polisinin
İdris kod Asım Güzel’e “git başkanına söyle biz PKK’ya karşı değiliz ama ülkemizde bu denli şiddetin yapılmasına da izin
vermeyiz” dediğini belirtmektedir. Öcalan Alman yetkililerin mesajını getiren PKK Avrupa çalışanlarına
“Almanlar benden korkuyor” cevabını verir.

Aras Öcalan’ın bu kasetleri Almanya’ya göndermesini; “Bana göre her şey o zamandan belliydi. Çünkü O'nun
amacı Kürt davasını uluslararası düzeyde kriminalize etmekti. Bunun başka bir izahı olamazdı…”sözleriyle
eleştirmektedir.

Duran Kalkan’ın 1987 yılında Avrupa yönetimine atanmasından sonra Avrupa’da cezalandırmalar ve
infazlar hız kazanmıştır. Kalkan özellikle parasal yardım yapmayan ve Öcalan’a muhalif olan herkese yönelik
şiddeti en üst boyuta çıkarmıştır. Kendisi aslen Adanalı olup Kürtçe bilmeyen Duran Kalkan Türk Solu kökenli
olup, günümüzde de derin PKK’nın en gizemli kişisi olarak tanımlanmaktadır. Kalkan bu süreçte Avrupa’da ki
tüm etnik Kürtçü ve Devrimci Türk solu örgütlerine savaş açarken, şiddetin dışında kalan iki isim Türk Solunun
karanlık simalarından Mihri Belli ve Sarp Kuray’dır.

Kalkan’ın bu dönemdeki en önemli infazlarından biride örgütün avukatı olan Avukat Mahmut Bilgili’nin
öldürülmesi olayıdır. Bilgili Ankara’dan, üniversiteden Öcalan ve Duran Kalkan’ın arkadaşıdır. 1978 yıllarında
Avukatlık diploması alıp, Diyarbakır’ a gidip yerleşerek avukatlık yapmaya başlayınca, 12 Eylül darbesinden

86
1988 de örgüt içinde A.Öcalan'a karşı çıkan muhalefetin yandaşı olması gerekçesiyle Sakine Kadah'la birlikte
Paris'te infaz edilir.

329
FARUK ARSLAN

sonra PKK’lı militanların davalarını üstlenir. Daha sonra kendisi de tutuklular arasına katılır. Tahliye olunca
Hollanda’ya gelir ve iltica başvurusunda bulunur.

Bir süre Avrupa alanında çalışma yapmasına karşın Öcalan ve yandaşı ekibin yöntemlerine ayak
uyduramayacağını ve görev almayacağını söyler. Öcalan, Bilgili’yi Şam’a yanına çağırsa da bu isteği ret edilince
infazı konusunda karar verilir. 3. Kongreden Avrupa’ya dönen Duran Kalkan’a konu iletilerek, süreç başlatılır.
1987 yılının Mart ayında Bilgilinin bir akrabası bu infazda görev alarak, onu evine davet eder ve burada bulunan
PKK militanlarınca bıçaklanarak öldürülür.

Bilgili’nin cesedi 26 Mart 1987’de Twentede’ki çeşitli su kanallarına atılsa da Polis yaptığı çalışma ile
parçaların birçoğunu bulur ve yapılan incelemeden sonra parçaların Avukat Mahmut Bilgili’ye ait olduğu ortaya
çıkar. Konu ile ilgili yapılan araştırmalardan sonra infazın gerçekleştirildiği ev tespit edilir. Bilgili’nin kanına ait
verilere evdeki halının altında rastlanır ve yapılan sorgulamalar sonrasında olayın PKK terör örgütünce işlendiği
ortaya çıkar. Avukat Hüseyin Yıldırım infazı gerçekleştiren kişileri bizzat tanımasına rağmen, bu isimleri polisle
paylaşmamış ve onların halen dışarıda gezmesine göz yummuştur.

Eski PKK’lılardan Hıdır Akbalık, Mahmut Bilgili’nin PKK’da bulunduğu sırada PKK davalarına bedava
baktığını, buna karşı PKK’nın ona ev ve geçimini temin edecek kadar para yardımı yaptığını, başka davalardan
aldığı paraları ise örgüte teslim ettiğini, cezaevine düşen militanlar ile örgüt arasında kuryelik yaptığını
belirtmiştir.

Bu olaydan sonra PKK Avrupa Örgütü, Öcalan yanlıları ve Öcalan karşıtı olanlar şeklinde ikiye
ayrılmıştır. Avrupa sahasındaki Öcalan yanlıların sorumlusu Duran Kalkan, Bilgili cinayetinden sonra
eylemlerine daha da hız vermiştir.

Avrupa’da o dönem PKK’nın dışında birkaç etnik Kürtçü terör örgütü de faaliyet göstermektedir. Bu
örgütler 1987 yılında Almanya’da yapılacak Nevruz kutlamaları konusunda ülkenin çeşitli yerlerine kendi
afişlerini asarak, müzahir kitleyi Batı Berlin’deki kutlamalar için alanlara çağırır. Duran Kalkan öncülüğünde
Avrupa Silahlı Birliklerince Nevruz öncesinde bir toplantı yapılarak, diğer örgütlerin taraftarlarına eylem yapma
kararı alınır. Bu amaçla talimatlandırılan bir örgüt mensubu Berlin’e giderek PKK Berlin sorumlusu ile görüşür.
Burada hazırlanan saat ayarlı bomba 21 Mart günü Nevruz kutlamalarına giden kişilerin bindiği otobüse konur.
Örgüt tarafından büyük bir eylem planlanmış olmasına karşın, eylemcinin daha sonra pişman olup, bombanın
yerini bildirmesiyle eylem gerçekleşmez.

Bu olaydan bir gün sonra (1987) PKK militanları, PSK (Kürdistan Sosyalist Partisi) güdümünde faaliyet
gösteren KOMKAR'in Münih te düzenlediği Nevruz kutlamasına saldırarak, birçok Kürt kökenli kişiyi sırf PKK’lı
olmadıkları için yaralamıştır. Bu saldırının akabinde Özgürlük Yolu adlı örgütün liderlerinden Ramazan
Adıgüzel Hannover'de, Hüseyin Ali Akagündüz ise Paris'te PKK’nın mobil askeri birliklerince öldürülür. Yine

330
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Devrimci Demokrat Kültür Derneği (DDKD) üyesi iki kişi Danimarka’da uğradıkları saldırı sonucu hayatını
kaybeder ve olayı PKK üstlenir.

Avrupa’da bir yandan şiddet hareketleri devam ederken diğer yandan da siyasal çalışmalarda devam
ettirilmiştir. Bu yıl Avrupa’daki tüm kitlenin T.C. kimliklerini yapılacak törenlerle yakması ve yerine örgütün
dağıtacağı ERNK kimliklerini kullanması istenmiş ve bu amaçla bir kaç yakma gösterisi de gerçekleşmiştir.
Halkın bu eylemlere destek vermemesi nedeniyle, örgüt kimlik kampanyasından vaz geçmek zorunda kalmıştır.

1987 yılının Kasım ayında Avrupa Parti Merkezinde yer alan ve aralarında Duran Kalkan, A. H. Kaytan,
Numan Uçar, Haydar Altun, Salih Aras ve İsmet Karakoç'unda bulunduğu 10 kişi tarafından Köln’de yapılan bir
toplantıya Abdullah Öcalan telefonla katılarak, Almanların Türkiye’ye yaptığı askeri malzeme satışını ve
eğitilmiş köpek göndermesini gündem maddesi haline getirmiştir. Öcalan bu çerçevede Alman devletinin
uyarılması için bombalı bir eylem yada kitlesel bir gösteri düzenlenmesini teklif ederek, konuşmasını
sonlandırmıştır. Devam eden toplantıda Duran Kalkan, protesto amaçlı bir Alman köpeğinin yakılmasını
istemiştir. Bu isteğinin gülüşlerle karşılanması sonrası tartışmalar yaşanmış, Kalkan projesinde bir süre ısrar etse
de eylemden vaz geçilmiştir.

Bu benzeri şiddet olayları ve yanlış kararlar sonrasında, kitle tepkisinin Şam’da bulunan örgüt yönetimi
üzerinde baskı oluşturması üzerine Duran Kalkan ve birkaç kişi göstermelik olarak uygulamaya alınmıştır. Bu
uygulama kitlenin tepkisini yumuşatma yönelik göstermelik bir tedbirdir.

Köln’de bir apartmanın dokuzuncu katında bulunan bir evde uygulamaya alınan Duran Kalkan, Edip ve
İsmet Karakoç, burada savunma hazırlamak için talimat almışlardır. Gözaltında olanların yaşananlardan
Kalkan’ı suçladıkları uygulamanın dördüncü günü İsmet Karakuş bahse konu apartmandan atlamış ve olay
yerinde ölmüştür. Örgüt tarafından yapılan açıklamada; Karakoç’un karısına bir mektup bıraktıktan sonra
kendini pencereden atarak intihar ettiği söylenmiştir. Karakoç’un camdan atlaması veya atılmasından sonra ev
boşaltılmış ve militanlar bölgeden uzaklaşmışlardır. Polis evde yaptığı aramada PKK ait belgeler bulsa da intihar
yada cinayeti işleyen kişilerle ilgili bir şey yapmamıştır.

Örgütün infaz kararı verdiği kişileri apartmandan atarak intihar görünümü vermesi daha öncede
yaşandığından, kitle bu hadisenin bir intihar değil, cezalandırma olduğunu anlamıştır. Almanya’da faaliyet
gösteren Bingöllü Ozan Rençber Aziz’de daha önce Avrupa birimince uygulamaya alınmış ve akabinde PKK
tarafından Hannover’de bir binadan aşağı atılıp öldürülmüştür.

Seri cinayetlere başlayan örgüt Avrupa’da hiçbir engellemelerle uğramadan insanları öldürebildiğinden
halk iyice sinmek zorunda kalmıştır. Herkes PKK’nın talimatlarını yapmak zorunda kaldığı gibi elinde avucunda
olanları da örgüte aktarmak zorundadır. Bu süreçte diğer önemli bir olayda örgütün Avrupa çalışanlarından
Cafer Kod ali Çetiner’in uygulamaya alınması olmuştur.

331
FARUK ARSLAN

Ali Çetiner faaliyet yürüttüğü dönem içerisinde yaşanan karmaşık ilişkilere şahit olduğundan 1987
ortalarında kaçarak Güney Fransa’da bir yakınının yanına sığınır, fakat örgütün sıkı takibi nedeniyle
kurtulamayacağını anladığından teslim olmak zorunda kalır. Ali Çetiner PKK Fransa teşkilatı ile görüşerek
öldürülmemesi karşılığında geri döneceğini ve verilen görevleri yapacağını belirtir.

Bu beyan o dönem Avrupa koordinatörü olan Kara Ömer Kod Haydar Altun’a bildirilir, O’da
görevlendirmenin Ali Haydar Kaytan ve Duran Kalkan tarafından yapılarak Çetiner’in Almanya’ya getirilip
sorgulanmasını ister. Kalkan bu iş için Salih Aras adlı PKK militanını görevlendirerek onun önce Paris’e sonrada
Almanya’ya getirilmesi ister.

Çetiner daha önce Almanya’da PKK adına işlediği yaralama suçlarından dolayı aranır durumdadır. Bu
nedenle de fiziki özellikleriyle oynanarak kaçak yollarla ülkeye sokulur. Çetiner’in Almanya’ya gelmesinden
sonra Öcalan ile telefonda görüşülür ve Çetiner’in örgüte dönmesinin gizli tutulmasını, İsveç’e götürülerek Baki
Karer ve Seher Kod Cemile Merkit’le ilişkiye geçilmesini, akabinde de Çetiner’in her ikisini infaz etmesi istemiştir.
Salih Aras bu maçla Çetiner’i İsveç’e götürür ve kendisi de tekrar Köln’e döner.

Öldürülmek istenen Baki Karer, 1977’de Antep’te infaz edilen Kürdistan devrimcileri grubunun (PKK)
en önemli kurucularından Haki Karaer' in kardeşidir. PKK Merkez Komite Üyesiyken Kuzey Irak’ta Öcalan'ın
talimatıyla Cemil Bayık tarafından tutuklanır. Öldürülmek istenirken gardiyanlığını yapan arkadaşını ikna
ederek hapisten kaçıp, KDP’ne sığınır. Bir yolunu bularak İsveç' e gelir. Karer’in halen İsveç yada Danimarka’da
mülteci olarak yaşadığı ve Öcalan’ın eski karısı Kesire Öcalan ile evlendiği söylenmektedir.

İnfaz kararı verilenlerden Cemile Merkit, Tunceli Öğretmen okulunda öğrenci iken PKK’ya katılır ve
daha sonra Ali Haydar Kaytan ile evlenir. Avrupa sorumlularından biriyken Çetin Güngör ile birlikte Öcalan ve
PKK sistemine karşı eleştiriler yaparak, Stockholm' de örgütten ayrılır. Bunun üzerine hain ilan edilir ve
öldürülür. Cemile’nin akıbetini araştıran kardeşi ve babası da daha sonra örgüt tarafında öldürülür.

Çetiner teklif edilen planı kabul edince daha önceden tespit edilen ve İsveç’te yaşayan bir PKK
muhalifinin telefonu kendisine verilir. Telefonu arayan Çetiner örgütten kaçtığını ve kendisine yardım edilmesini
ister. İsveç’te yaşayan kişi Çetiner için sahte kimlik düzenler ve onun İsveç’e gelmesini sağlar. Bu arada Çetiner
her hafta Salih Aras’ı arayarak gelişmeleri haber verir.

Çetiner bir süre bu şekilde devam etmesine karşın akabinde İsveç polisine giderek PKK hakkında bildiği
her şeyi ve infaz edilenlerin durumlarını anlatır. İsveç Polisi de onu Alman Polisine vererek, soruşturmanın
Almanya ayağının başlamasını sağlar. Alman Polisi, İsveç Polisinin resmi başvurusunu sümenaltı
yapamadığından PKK örgütünün faaliyetlerine karşı soruşturma açılır.

332
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Soruşturma gizli olmasına karşın yaşananlar PKK örgütünce öğrenildiğinden 10 kişiden oluşan PKK
Avrupa Merkezi acil olarak Kara Ömer Kod Haydar Altun liderliğinde toplanır. Altun görünürde örgütün
Avrupa Koordinatörü olmasına karşın, güç tamamen Duran Kalkan’ın elindedir. Kalkan, Öcalan’ın verdiği
görevi yapmamış olmasına rağmen hiçbir uygulamaya uğramazken, Öcalan’ın telefon emriyle Haydar Altun
uygulamaya alınır. Salih Aras’ın kararın yanlışlığı konusundaki itirazları da sonuç vermeyince, Altun hemen
orada tutuklanarak, eleştiri sürecine sokulur.

Haydar Altun yıllarca Öcalan’ın yanında kalan, korumalığını yapan ve Onun en kirli işlerini bilen biridir.
Güneydoğuda faaliyet gösterdiği dönemde de birçok köy baskınına adı karışmıştır. Yıllarca birçok insanı
acımasızca öldüren Altun’un kendisi de aynı akıbete uğramakla karşı karşıya kalmıştır. Altun’un bir haftada
hazırladığı rapor Öcalan’a gönderilmiş ve gelen cevapta görevi düşürülerek Hollanda sorumlusunun altında
görev alması söylenmiştir.

Öcalan tarafından Avrupa’ya gönderilen müdahale grubunun faaliyetlere başlamasıyla çok sayıda infaz
ve cezalandırma eylemi yapıldığından, yeni bir değerlendirme yapma durumu ortaya çıkmıştır. Bu toplantı için
Fransa’da örgüte ait büyük bir çiftlikte toplanma kararı alınır. Bu yer Marsilya yakınlarındaki Longo Mai adı
verilen gruba ait bir çiftlik yeridir. Toplantı yapılan yerde kurulan çadırlarda aynı zamanda 50 kişilik gençlik
çalışanına eğitimde verilmektedir.

Bu çiftliğin sahibi Fransız Komünist Partisine üye Roland Perrot isimli biri olup, örgütün Fransa’daki
destekçilerindendir. Perrot, örgüte destek vermiş olsa da Öcalan’a diktatörlüğünden dolayı her dönem mesafeli
durmuştur.

Toplantıya; Abbas Kod Duran Kalkan, Mahir Velat Kod Numan Uçar, Kara Ömer Kod Haydar Altun,
Avukat Hüseyin Yıldırım, Maşallah Öztürk, Edip Kod Muharrem ve Salih Aras’ında aralarında bulunduğu 120
kişi katılmıştır. Bu toplantıda ana günden 1983 yılından bu zamana Avrupa alanında devam eden silahlı
eylemlerin bir bilançosunun değerlendirilmesinin yapılması olmuştur.

Planlı olarak ilk cezalandırma hadiseleri ilk defa 1983 yılında aslen Azeri kökenli olan Muharrem adlı
Edip Kod tarafından uygulanmıştır. Edip Kod’un daha sonra ihanetçi konumuna sokularak İstanbul’da PKK
tarafından infaz edilmesinden sonra, cezalandırma olaylarına Duran Kalkan devam ettirmiştir. Adı geçen her iki
Avrupa sorumlusunun da Türk kökenli olması da dikkat çekici ayrı bir noktadır.

Toplantıda 1983 ve 1987 arasındaki Avrupa çalışmaları ele alınarak sorumluların hesap vermesi
planlandığından, ilk önce Edip Kod’un çalışmaları ele alınır ve kendisi başarısız ilan edilir. Toplantı sorasında ise
Cafer Kod Ali Çetiner, Edip (Karslı Muharem) ve Suruçlu Cemil haklarında ölüm kararı alınarak infaza geçilmesi
istenir. Kararın akabinde adı geçenler Fransa’da bulunan bu çiftlikte bir çadıra kapatılır ve çadırın kapısına
nöbetçi dikilir, akabinde de Ormanlık bir yamaçta her üçü için mezar kazılır. İnfaz girişimi Fransızlarca
öğrenildiğinden cezalandırma ertelenir.

333
FARUK ARSLAN

İnfazın ertelenmesini fırsat bilen Edip Kod bir fırsatını bularak, kaçıp çiftlik sahipleri Longo Mainin
merkez binasında bulunan Albert adlı bir İsviçreli Pilotun odasına sığınır.

PKK grubu Longo Mai’li yetkililerden Edip kodu isteseler de olumlu cevap alamazlar. Bunun üzerine
çiftlikten ayrılan PKK örgüt mensupları akabinde, yıllarca kendilerini koruyan Longo Mai’yi ajan örgüt olarak
ilan eder. Daha sonra da Edip Kod ikna edilerek örgüte dönmesi sağlanır akabinde de görevli olarak İstanbul’a
gönderilir ve burada boğularak infaz edilir.

Yaşanan bu olaylardan doğal olarak Fransa ve Alman devletinin de haberi olur. Haydar Altun’un
Hollanda’ya gönderilmesinden sonra Alman Polisi Nisan 1988’de Almanya’nın Köln şehrinde bulunan bir örgüt
evine baskın yaparak, burada bulunan H. Hayri Güler’le birlikte bir kişiyi daha gözaltına alır ve Güler akabinde
tutuklanarak cezaevine gönderilir.

Alman Polisinin bazı PKK hücrelerine yaptığı baskının hemen akabinde Öcalan’a gelen bir kurye Sovyet
İstihbarat görevlilerinin PKK Avrupa Merkez Yönetimi ile görüşme yapmak istediği bilgisini iletir. Fuat Kod Ali
Haydar Kaytan bu görev için Salih Aras’ı görevlendirerek, onu Berlin sorumlusu ile birlikte Doğu Berlin’e
gönderir.

Doğu Berlin’de yapılan görüşmeye katılan Sovyet ajanın kusursuz Türkçesi ilk dikkat çeken konu
olmuştur. Ajan görüşmeyi Sovyetler ve Doğu Avrupa ülkeleri adına yaptığını söyler. Sovyet temsilcisi dört saat
süren görüşmede örgüt hakkında kendilerinden bilgi almak isterken, Türk istihbaratı içerisinde adamları
olduğunu ve kendilerine yardım yapabileceklerini, her yıl 50 kadar PKK sempatizanı öğrenciyi Doğu Avrupa
ülkelerinde okutabileceklerini ve ilişkilerin daha yoğun şekilde devam ettirileceğini ifade ederler 87.

Görüşmeden sonra Köln’e dönen Salih Aras burada Öcalan ile telefon görüşmesi yapar. Öcalan
Sovyetlerle yapılan görüşmeyi çok önemsemez ve 1987'de Viyana'ya getirilen kız kardeşi, eniştesi ve çocuklarının
Hollanda'ya yerleştirilmesini, onlara bir ev ve son model BMW araba alınmasını, 88 başlarında Almanya'ya
gönderdiği ablasının oğlu İsmet için Fuat Kod Ali Haydar Kaytan’ın özel olarak ilgilenmesini, seminerlere gittiği
zaman beraber götürmesini ve Avrupa'daki Kürdistan Gençler Birliği'ne Başkan olarak hazırlanmasını, yine
Cemil Esat'ın 17 yaşındaki oğluna da bir BMW araç alınıp, bunun Suriye’ye gönderilmesini ister.

Esat’ın oğlu için alınan BMW aracının parası 1987'de Münih, Stuttgart ve Frankfurt çevresinde yaşayan
Kürtlerden zorla toplanıp, kırsala gönderileceği söylenen paralarla alınmıştır. O dönem araçlar için verilen para
180 bin DM’dır. Bahse konu para ile aslında Mardin bölgesinde faaliyet gösterecekler için dürbün ve kışın

87
Aras S., PKK Düsseldorf davası 8, 08 Şubat 2009.

334
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

nehirlerden geçmek için su botunun alınması planlanmışsa da Öcalan’ın isteği ile paralar kendi akrabasına ve
Esat’ın oğlunun BMW’sine harcanmıştır.

Cemil Esat’ın oğluna alınan BMW arabası Stuttgart’a faaliyet gösteren bir militan ve örgütün Avusturya
sorumlusu tarafından Yunanistan'a kadar kara yoluyla oradan da deniz yoluyla Lazkiye'ye götürülür. Bu aracı
Lazkiye’den bizzat Esat’ın oğlu gelip alır, fakat aracın ömrü uzun olmaz. Oğul Esat iki hafta sonra hız denemesi
yaptığı sırada kaza yapınca araçta hurdaya ayrılır. Devam eden günlerde PKK Avrupa Komitesince Bekaa’da ki
kamplarda kullanılmak üzere 67 bin DM’a alınan arabaya Lazkiye’ye ulaştırılınca, Cemil Esat bu aracı da
Öcalan’dan ister ve alır.

Salih Aras’la Öcalan arasında yapılan bu görüşmeden sonra, Öcalan Avrupa’da faaliyet gösteren Mustafa
adlı bir PKK militanın da hatalar yaptığını ve bunun infaz edilmesini ister. Bu kişi örgütün Avrupa faaliyetlerinde
yıllarca çalıştıktan sonra III. Kongre sonrası köy baskınlarının ve yapılan katliamların kendisini olumsuz
etkilediğini, örgütsel yapıya ve yapılan müdahalelere inancı kalmadığını belirtip, örgütü bırakır. Mustafa’nın
ayrılmasından sonra Avrupa çalışanlarından Şehmuz ve Zeynep adlı iki örgüt militanı da örgütü bırakır. Bu
kişiler bilahare öldürülerek susturulur.

Bu ve benzeri infazların yanında 1984’den 1987 yılına kadar;

-Mehmet Bingöl: 1984 yılında infaz edilmiştir.

-Zülfi Gök:1984 tarihinde Almanya’nın Russelheim şehrinde Ali Aktaş adında bir militan tarafından
öldürülmüştür. Ali Aktaş daha sonra Almanya’da yakalanmış ve hapis cezası ile cezalandırılmıştır.

-Enver Ata:1984 yılında İsveç-Uppsala’da infaz edilmiştir. Bu kişilerin öldürülmesi konusunda Kesire
Öcalan ve Av. Hüseyin Yıldırım’ın bilgileri vardır.

-Mustafa Tangüner: KÖİP isimli örgütün üyesi olduğu için PKK militanlarınca 1985 tarihinde Norveç-
Kopenhag’da infaz edilmiştir.

-Mustafa Şahbaz: Dev-Yol üyesi olduğu için PKK militanlarınca 1985 tarihinde Fransa-Paris’te
öldürülmüştür.

-Mustafa Aktaş: 1985 tarihinde İsviçre-Lozan’da infaz edilmiştir

-Bülent Yaman: Kurtuluş Örgütü üyesi olduğu için PKK militanlarınca 1985 tarihinde İsviçre-Lozan’da
infaz edilmiştir.

-Kürşat Timuroğlu: Dev-Yol üyesi olduğu için PKK militanlarınca 1986 yılında Almanya-Hamburg’da
infaz edilmiştir.

-Mehmet Elbistan: PSK üyesi olduğu için PKK militanlarınca 1987 yılında Almanya-Stuttgart’ta
öldürülmüştür.

-Ramazan Adıgüzel: PSK üyesi olduğu için 1987 yılında Almanya-Hannover’de öldürülmüştür.

335
FARUK ARSLAN

-Hüseyin Ali Akgündüz: PSK üyesi olduğu için 1987 yılında Fransa’da öldürülmüştür.

-Doğan Karakoç: PKK’dan ayrıldığı için 1987 yılında Almanya-Köln’de öldürülür.

Bu arada Almanya sokaklarında belinde kelepçe ile gezen ve muhalifleri cezalandıran çok sayıda infaz
timi türemiştir. Avrupa Alanında ki infazların tüm hızıyla devam ettiği bu dönemde Kürdistan Komitede çalışan
H. D. Adlı örgüt militanı örgütten kaçıp polise sığınır. Bu kişi Alman Polisine örgüt tarafından dövüldüğünü ve
birçok insanın da kendisi gibi cezalandırıldığını ifade eder. Bunun üzerine Köln’deki Kürdistan Komiteye,
Serxwebun ve Berxwedan dergilerinin deposu olarak kullanılan yerlere baskınlar düzenlenir ve bu baskınlarda
altı kişi gözaltına alınır.

Baskınların duyulmasının akabinde halktan PKK ile ilgili polise yoğun ihbarlar gelmeye başlar.
Durumun vahametinin daha belirgin hale gelmesinin akabinde Alman polisi operasyonu daha da yoğunlaştırır.

Bu operasyonlardan haberi olan yönetim legal kuruma gidişleri yasaklar. Kadro düzeyinde bir çok kişi
takip altına alınmıştır. Bu dönem Avrupa yönetiminde olan Ali Haydar Kaytan’da takip edilenlerden biridir. Fuat
Kod Ali Haydar Kaytan bir telefon kulübesinden Kürdistan Komiteyi aradığı sırada yakalanır. Yakalanmalardan
haberdar olan Öcalan, Kaytan’ın kendisinin teslim olduğunu iddia eder ve ağza ılınmayacak küfürler eder.

Tutuklamaların olduğu günlerde Abdullah Öcalan Avrupa yönetiminden Salih Aras’la görüşmek
istediğini söyler ve bir sempatizanın evinde telefonla görüşme yapılır. Öcalan genel talimatlarını verdikten sonra,
ayrıca Türk Solunun derin lideri Mihri Belli’ye 6 bin Alman Markı vermesini ve Belli’nin adamlarına sahte
pasaport yapılmasının öğretilmesini ister.

Aras, Mihri Belli için; “Doğu Perinçek ve Mahir Kaynak hakkında düşüncelerim netti. Onların istihbarat
güçleriyle görüştüğünü biliyordum. Mihri Belli içinse bu düşüncelerde değildim. Sonraki yıllarda O'nun da aynı derin
ekipten olduğunu anlamıştım” ifadelerine yer vererek, Öcalan’ın hangi güçlerin yönlendirmesiyle hareket ettiğini
göstermiştir.

Ali Haydar Kaytan’ın tutuklanmasının akabinde Abbas Kod Duran Kalkan’da İsviçre’nin Basel kentinde
yakalanır ve Almanya’ya iade edilir. Duran Kalkan’ın da yakalanmasıyla birlikte birçok kadronun cezaevine
girmesi neticesinde yeni Koordinasyon atamaları yapılarak görev değişimine gidilir.

Bu çerçevede Sinan Kadah adlı bayan militan, Maşallah Öztürk ve eski Bonn Bölge sorumlusu örgütün
Avrupa Merkez Koordinesine atanır. Bunula birlikte örgütün kurucularından M. Hayri Durmuş’un kız kardeşi
Jiyan Hannover Bölge sorumluluğuna, Remzi Kartal Kürdistan Komitenin sorumluluğuna, Öcalan’ın yeğeni olan
İsmet ise Bonn sorumluluğuna atanır.

336
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Bu tutuklamalar sırasında Abdullah Öcalan tutuklulara avukat ayarlanmasına izin vermeyerek, kendince
onları cezalandırmak istemiştir. Öcalan’ın çalışanlara ve kitleye kızgın oluşu Avrupa alanına da sirayet etmiş,
burada ki kadrolarca birçok cezalandırma hadisesi yaşanmıştır. Hannover sorumlusu Jiyan Kod Yıldız Durmuş
ve Öcalan’ın yeğeni İsmet’in talimatlarıyla Hannover ve Köln’deki birçok aile cezalandırılmıştır. Bu sürecin
karışıklıklara neden olması nedeniyle Bonn’da yapılan Hünerkom konferansında kavgalar çıkmış ve meydana
gelen kavgada bazı militanlar yaralanmıştır.

Yaşanan bu olumsuzluklar Türkiye kırsalında faaliyet gösteren alanlara da yansımıştır. Avrupa’dan


gönderilen Müdahale Grubu Dersim Eyalet Koordinatörü Yücel Kod’u tutuklamış, Bölge Komiseri Hasan Hayri
Gedik (Doktor Aydin), Mehmet Salih Kilic ve 17 militan öldürülmüştür. Öldürülmeyen diğerlerinin ise üzerlerine
yanan naylon damlatılarak vücutları delinmiş ve birçoğu sakat bırakılmıştır. Bu grubu cezalandırmaya gidenlerin
sorumlusu olan Cihan kod İlyas Yüksel’de bildiklerini deşifre etmemesi için daha sonraki yıllarda Öcalan
tarafından infaz edilmiştir.

Tunceli kırsalında meydana gelen bu olaylar aslında 3. Kongre dönemine kadar uzanan bir konu olup,
bölgeye giden müdahale grubu ile eski yönetim arasındaki kavganın Avrupa üzerinden çözülmeye çalışılması ve
işlerin daha da çıkmaza girmesinden ibarettir.

Avrupa Komitesinden birçok yakalanmanın olduğu 1988 yılında Mehmet Ali Birant Almanya’nın Köln
kentindeki Kürdistan Komiteye giderek örgütün Avrupa Sözcüsü Avukat Hüseyin Yıldırım ile görüşmüş ve
Öcalan ile yapacağı söyleşi için hazırlıklar yapılmıştır.

Avukat Hüseyin Yıldırım ve Yeni Muhalefet Süreci

Abdullah Öcalan ile Mehmet Ali Birant arasında gerçekleşen mülakat süreci PKK militanları ve bir kısım
kitle tarafından yakından takip edilmiş Onun devlete meydana okuyacağı şeklinde bir beklenti ortaya çıkmıştır.

Fakat söyleşi yayınlandıktan sonra tüm kitle hayal kırıklığına uğramıştır. Öcalan söyleşide sadece
kendisinden bahsetmiş, devlet fikrinden vazgeçebileceğini, sözde Kürt sorunun kendisi ile var olduğunu ve
kendisinin içinde yer almadığı bir çözümün mümkün olmadığını, bu nedenle devlet tarafından muhatap alınmak
istediğini sıralamıştır.

Bu görüşmeye tanık olan PKK Avrupa sözcüsü Avukat Hüseyin Yıldırım görüşme için; “O'nu (A. Öcalan
için) o zamanda ikinci kez gördüm. Birincisi, Diyarbakır'dan ayrılıp Suriye'ye geçerken gördüm, o zaman hiç bir şey

337
FARUK ARSLAN

anlayamadım. Zaten o dönem seroklukta (başkan) yoktu. Ancak ikinci görüşmemde; (M. A. Birant'la olan görüşme dönemi)
ne mal olduğunu çok iyi anladım. Onun nasıl hain biri olduğunu bütün PKK'lilere ve Kürtlere anlatmak zorunda olduğumu
anladım…” ifadeleriyle içine düştüğü hayal kırıklığını ortaya koymuştur.

Bekaa’daki görüşmeden sonra yeniden Almanya’ya dönen Hüseyin Yıldırım, Öcalan gerçeğini
çevresindekilere anlatmaya başlar. Bu anlatımlar hemen karşılık bulmuş, gerek sempatizan kitlede gerekse de
militan kadro olarak faaliyet gösterenlerde Öcalan karşıtı bir tepki başlamıştır.

Bu tepki doğal olarak ilk zamanlarda aralarında Hüseyin Yıldırım ve Avrupa sorumlusu Salih Aras’ın da
dahil olduğu altı kişilik bir grupla şekillenir. Bu grubun içerisinde; Avrupa Merkez üyesi ve Hollanda sorumlusu
Nadire Kod adlı militan, Kürdistan Komite sorumlularından Yılmaz Kod adlı militan, Nadire Kod’un
yardımcılarından Hollanda faaliyetlerinde bulunan Osman Kod adlı militan, Köln sorumlusu Sakine Kadah ve
Avrupa komitesinden bir kişi daha gruba dahil olmuştur.

Yeni şekillenen bu grup Köln yakınlarındaki Aachen’de bir evde toplanır. Bu toplantıda;

-Örgütlü bir mücadeleye girilmesi,

-Bu amaçla mevcut olanakların kullanılması, çalışmaların gizli yürütülmesi,

-Güvenilir kişilere ulaşılarak grubun sayısının arttırılması,

-Paris’te faaliyet gösteren Kara Ömer kod Haydar Altun ve İsviçre sorumlusu Mahir Velat kod Numan Uçar’ın
ikna edilmesi,

-Almanya ve Hollanda'daki tüm araç ve gereçlerin bölgelerden toplanarak emin yerlerde muhafaza edilmesi,

-Bütün bölgelerdeki paralarda toplanarak aynı şekilde muhafaza edilmesi,

-Ana arşivin yerinin değiştirilerek güvenilir bir yere taşınması,

-Bölgelerden tepki gelmesi halinde, yapılanların Başkan’ın (Öcalan) emridir denilmesi,

-Fransa’da PKK adına çalıştırılan 20 milyon Frank değerindeki ticari kurumların satılarak paraya çevrilmesi,

-Yeni kurulacak örgüte Demokratik Birlik adının verilmesi kararlaştırılmıştır88.

Kararın akabinde Almanya ve Hollanda’daki para, silah ve arşiv toplanarak, yeni ayarlanan yerlere
yerleştirilmiştir. Meydana gelen bu grup ilk etapta kendi durumlarını net olarak ortaya koymadan bir PKK
militanı gibi çalışmalara devam edip, örgütlenmeyi alttan sürdürmüştür.

88
Demirkıran, a.g.k., s.108.

338
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Grup bu çerçevede 1988 yılının 15 Ağustosu’nda Hannover, Diusburg ve Stuttgart olmak üzere üç yerde
kampanya düzenleyerek, PKK’ya para toplama faaliyetleri yapıp, toplanan geliri kasalarına aktarmışlardır.

Muhaliflerin bu faaliyetleri bir süre gizli kalsa da akabinde ayrılmalar duyulmuş ve durumdan Öcalan’ın
haberi olmuştur. Öcalan, alana gönderdiği notta muhaliflerin ve muhaliflerle yakın duran Numan Uçar ile
Haydar Altun’un öldürülmesi emrini vermiştir. Öcalan Almanya’da tutuklu bulunan Abbas Kod Duran Kalkan’a
gönderdiği notta, Avukat Hasan Hüseyin Yıldırım hakkında olumsuz bir yazı yazmasını ve bunların ortadan
kaldırılması yönünde psikolojik alt zeminin oluşturulmasını istemiştir.

Öcalan’ın, Hüseyin Yıldırım’a karşı olumsuz yaklaşımları 1985 yılına kadar uzanmaktadır. Fakat
Yıldırım’ın örgütün ilk avukatı olması ve kitle içerisinde fazlaca sevilmesi onun ortadan kaldırılmasının önünde
hep engel olmuştur. 1985 yılında Avrupa Merkez yapısında yer alan ve aralarında Sadun Kod İsmet Doğru,
Antepli Edip Kod (Kars'lı Muharrem), Kasım kod Salman Ömürcan, Batmanlı Mahmut kod Hüsnü Altun, Oktay
kod Hasan Hayri Güler olduğu kişilerin katıldığı toplantıya Öcalan telefonla katılmış ve Hüseyin Yıldırım’ın çok
ön plana çıktığını, bu nedenle itibarını sarsacak bazı girişimlerin yapılması gerektiği yönünde talimatlarını
bildirmiştir.

Netice itibariyle meydana gelen grup Bonn’da toplanarak, Metz kentinde yapılacak ana toplantının
hazırlıklarını yapmaya başlamıştır. Planlamaya göre toplantıya yaklaşık 20 kişi katılacaktır. Öcalan olanlardan
daha önce haber aldığından her zamanki gibi grup içerisine bir ajan yerleştirmiş ve yaşanan gelişmelerden
haberdar olmuştur. Birkaç gün sonra Öcalan’ın muhbirinin Numan Uçar olduğu ortaya çıkmıştır. Numan Uçar
muhalefetin yaptığı toplantılar ardından ele geçirdiği bilgileri Fransa’da yaşayan Dilan Kod Şemsi Kılıç aracılığı
ile Öcalan’a iletmiştir.

Öcalan, her dönem yaptığı numarayı burada da tekrarlamış ve grup içine derhal bir ajan yerleştirmiştir.
Öcalan, Numan Uçar’ın ölüm emrini verdiği süsüyle muhaliflerle hareket etmesini sağlamış, akabinde de tüm
yapıyı öğrenmeyi başarmıştır.

Numan Uçar’ın grubu ihbar etmesinin akabinde Kara Ömer Kod Haydar Altun’un da muhalif gruba
sızanlardan biri olduğu ortaya çıkmıştır. Haydar Altun, örgütün önemli isimlerinden Rıza Altun’un kardeşidir.
Rıza Altun’da o dönem Alman cezaevlerindedir. Altun, her şeyin ortaya çıktığı günün öncesinde Avukat Hüseyin
Yıldırım’ı toplantı yapalım diye bir yere çağırmış ve akabinde öldürmek istese de Yıldırım durumu fark ederek,
öldürülmekten son anda kurtulmuştur.

Av. Hüseyin Yıldırım daha önce PKK ile İsveç arasında çatışmaların yaşanmasına neden olan biri
olmasına rağmen, örgütü bırakmasının akabinde İsveç’e sığınma talebinde bulunmuştur. Bilindiği karıyla
Yıldırım, eski Avrupa Sorumlusu olarak Palme cinayetinin tüm detaylarını İsveç polisine anlatmış ve karşılığında
da İsveç’te sığınma ve oturum izni almıştır.

339
FARUK ARSLAN

Bu gelişmelerin akabinde Hüseyin Yıldırım Milliyet Gazetesinin Bürüksel muhabirine, “Kürt Halkının ve
PKK’nin bir diktatöre ihtiyacı yoktur. PKK’nin programı, amacı ve hedefi Diyarbakır’da resmi belgelere geçmiştir. PKK’yi
tasfiye amacı taşıyan, bu yönlü T.C’ ye açık mesajlar içeren Öcalan’ın Mehmet Ali Birand ile olan röportajını şiddetle ret
ediyorum…” şeklinde kısa bir not gönderir. Bu açıklaması ertesi gün Milliyet Gazetesinin birinci sayfasında
yayınlanır. Haberin ardından Mahir Velat, Hüseyin Yıldırım’ı arayarak, kendisi ile görüşmeye Paris’e gelmesini
ister. Yıldırım ise teklifi kabul etmeyerek İsviçre’den Fransa’ya muhalefetin eline geçen PKK’nın çiftliğine gider.

Öcalan sistemi her yerde bir korku imparatorluğu kurduğundan muhalifler içinde yer alan iki kişi de
bilahare Numan Uçar ve Haydar Altun ile görüşerek teslim olmuştur. Bu teslim olmayla birlikte Hollanda'da ki
40 bin Gulden, Almanya'da bulunan ana arşiv ve araç-gereçlerin bir bölümü de Apocuların eline geçer.
Almanya'da bulunan 50 bin DM, son örgüt dokümanları ve bazı araçlar ise Muhaliflerde kalmıştır. Bir kaç hafta
sonra ise muhalif gruptan ayrılan bu iki kişi Almanya ve Hollanda başta olmak üzere ülke ülke gezdirerek, kitle
toplantıları yapmaya zorlanır. İhanet edenlerin tavırlarıyla Muhaliflerin saflarında moralsizlik egemen olurken,
Öcalan yanlıları ise kendilerini kazanan taraf olarak ilan etmiştir.

Ayrılmaların artık aleni olarak ortaya çıkmasından sonra muhalif grup bir bildiri yayınlamıştır. Bildiride;
PKK'nin amacından uzaklaştırıldığı, örgüt içinde önemli oranda rahatsızlık duyan kişilerin olduğu ve PKK
tarafından 1987'de çok sayıda köy katliamı yapıldığı belirtilerek, örgütün amacından şaştığı ifade edilmiştir. Bu
bildiri, başta PKK’nın kurumları olmak üzere, binden fazla kişi ve kuruluşa ulaştırılmış, akabinde Mehmet Ali
Birant’a açıklamalar yapılmıştır. Bu açıklamanın akabinde Sovyet İstihbaratı muhaliflerle görüşmek istemişse de
bu kabul görmemiştir.

Grup bir süre sonra ilk faaliyetini gerçekleştirerek 1987’de Yunanistan’daki PKK kamplarına gönderilen
ve orada esir tutulan Kesire Yıldırım’ı (Öcalan) oradan kaçırarak Doğu Berlin’e kaçırmayı başarmıştır. Öcalan
1987 yılında, İhsan kod adlı (aslen Kağızman'lı Nizamettin) bir militanı Kesire’yle birlikte Yunanistan’a
göndermiş ve Onu uygun zamanda Kesire’yi öldürmesi için görevlendirmiştir.

Kesire Yıldırım örgütün ilk zamanlarında Arabanlı İsmet denen bir örgüt mensubu ile nişanlı iken daha
sonra Abdullah Öcalan tarafından zorla elde edilmiştir. Öcalan zamanla diğer bayan militanlarla çarpık ilişkilere
girince Kesire ile aralarında sorunlar yaşanmaya başlamıştır. Özellikle Öcalan ve Meral Kıdır arasında yaşandığı
iddia edilen ilişki bardağı taşıran son damla olmuştur.

Abdullah Öcalan sahip olduğu bir çok şeyin kaynağı aslında Kesire olmakla birlikte, Öcalan alacağını
aldıktan sonra onu saf dışı etmek istemiştir. Onun Cemil Esat’la kurduğu iyi ilişkide de Kesire Öcalan ve Ali
Haydar Kaytan’ın alevi kimliği önemli etken olmuştur. Öcalan, Nusayri89 kökenli Suriyeli Baas rejimine

89
Nusayrilerin iddialarına göre Hz. Ali’nin vücudunda Allah’ın ruhaniyeti vardır. Bu sebeple Nusayrilerin
görüşlerinin temelini Hz. Ali’nin ilahlaştırılması teşkil eder. Nusayrilerin bütün kollarına göre, Hz. Ali, mabuttur,
Tanrıdır. Hz. Ali, ne doğurdu ne de doğruldu. Ölümsüzdür. Her zaman vardır. Zatı yıldızlara hâkim olan nurdur.

340
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

yaranmak için Kod adını Ali, Kesire’nin kodunu Fatma, kardeşi Osman'ın kodunu da Hasan Hüseyin olarak
belirlemiştir.

Salih Aras bu konu ile ilgili; “ Politikadan anlamayan A. Haydar ve Kesire, C. Esat'la ilişkilerde ideolojik
katılıktan (Marksist, Leninist) vazgeçmezler. Bu C. Esat'ın fazla hoşuna gitmez. Sünni olan Abdullah, 'politik' davranarak,
Aleviliğin, Marksizm ve Leninizm’den daha ileri olduğunu söyleyerek ve her türlü tavizi vermeye hazır olduğunu belirterek,
C. Esat'ın gözdesi olur. Bu anlamda kurulan ilişkinin tek sahibi ve muhatabı olur. İlişkiyi kuran Kesire ve A. Haydar
başlangıçta saf dışı olurlar…” tespitinde bulunur.

Kaçırılarak Berlin’e getirilen Kesire, Abdullah Öcalan’ın derin güçlerin adamı olduğunu ve kendisini de
kullandığını anlatır. Kesire, 1985 yılında Ebubekir kod Halil Ataçla birlikte Öcalan’ı öldürmek için plan
yaptıklarını ama bu işin Öcalan’ın şoförü Ferhan tarafından deşifre edildiğini belirtir.

Bu planını yapan Kesire Öcalan, Ebubekir Kod Halil Ataç konuşarak, Onun karanlık güçlerle bağlantı
içinde olduğunu belirtir ve ikna eder. Öcalan’ın şoförü Ferhan'da plana dahil edilir. Öcalan’ın şoförlüğünü yapan
Ferhan, hazırladığı bombayı arabaya yerleştirecek uygun bir yer ve zamanda bir bahaneyle araçtan ayrılıp,
bombayı patlatacaktır. Her şey hazırlanmış ve bomba arabanın içine konmuştur. A. Öcalan'da bir yerlere gitmek
için birazdan arabaya binecekken, dışardan bekleyen Ferhan hızla geri A. Öcalan'ın yanına döner ve ağlayarak
her şeyi açıklar. Öcalan, Ferhan’ı oracıkta tokatlar ve onu daha sonra Hakkâri kırsalına gönderir. Akabinde de
her zamanki gibi bir çatışmada öldüğü söylenir.

Konuya dönecek olursak, Kesire Öcalan ve Hüseyin Yıldırım İsveç’e gittiklerinde haklarında verilen infaz
emri nedeniyle kendilerini koruması için diğer bir etnik Kürtçü örgütlenme olan Rızgari örgütünün lideri Mümtaz
Kotan’a sığınmıştır. Hüseyin Yıldırım İsveç’e yerleşir yerleşmez, 1988 yılında Kürt İşçileri Devrimci Partisini
kurarak faaliyetlerine bu parti altında devam etme kararı alır. 1990 yılında kurulan PKK-Dersimliler grubu da
(DB) Yıldırımı desteklediğini belirterek, örgüte katılır90.

Netice itibariyle D. Berlin’e gelen Kesire tarafından 1989 başında; “Dilaver Ylıdırım Olayı” adlı broşür,
“Öcalan’a açık mektup” adıyla ayrı bir bildiri ve iki ayrı yazı (dergi biçiminde) hazırlanır ve yeterli derecede ilgili
yerlere ulaştırılır.

Nurun nurudur. İlâhî zatı itibariyle gizlidir. Hz. Ali, yerler ve göklerin yaratılmasından önce de var olmuştur,
sonra da. O, manadır. Görünüşte imam ise de, bâtınî olarak o Tanrı’dır. Bu, Nusayriliğin temel inancı olduğu için,
onlara göre şehâdet kelimesi, “Ben, Hz. Ali’den başka ilâh bulunmadığına şehâdet ederim.” şeklindedir. Hz. Ali
Allah’tır ve nurundan Hz. Muhammed’i (s.a.v) yaratmıştır. Hz. Ali manadır, Hz. Muhammed (s.a.v.) ise isimdir.
Hz. Muhammed de (s.a.v.) kendi nurundan Selman-ı Farisi’yi yaratmıştır. Bu sır, Nusayriler tarafından,
Hıristiyanlıktaki “Baba-Oğul-Kutsal Ruh” sistemiyle açıklanır.
90
Kotan, a.g.k., s.172.

341
FARUK ARSLAN

Kesire yazısında Öcalan için; “Senin amacının ne olduğunu çok iyi biliyoruz. Sen halkımızın evlatlarını birbirine
vuruşturacak, güvensiz bir ortam yaratacaksın. Halkımızın mevcut mücadele gücünü lejyoner deposu haline getireceksin.
Sonra, iki elini havaya kaldıracak, halkımıza, bütün çabalarıma rağmen ayağa kalkma gücü göstermediniz, çağımızda
yaşamayı hak etmediniz diyecek, tozlu eteklerini silkeleyerek gerçek yuvana döneceksin. Halkımızın evlatları da kendisinden
başka kimsede kusur aramayacak.” Şeklinde belirlemelerde bulunarak, Öcalan’ın gerçek kimliğini ve ajan
faaliyetlerini deşifre eder.

Sonrasında da gruba kendinize dikkat edin şeklindeki tavsiyesine, grup üyelerinin “bize bir şey yapamaz”
şeklinde karşılık vermesine karşın Kesire Öcalan, Abdullah Öcalan’ı kastederek, “bağlı olduğu güçleri harekete
geçirir” ifadelerine yer vererek, Öcalan gerçeğini tamamen gün yüzüne çıkarır. Grup akabinde “Şoreşe Kürdistan”
adıyla bir dergi çalışmalarına başlar.

Yazılar oldukça etkili olur. Başta Almanya, Fransa, Hollanda ve İsviçre olmak üzere tüm Avrupa'da
ilişkide olunan PKK çevrelerine, Türkiye'deki birçok basın kuruluşuna ve İran'daki kadrolara posta yoluyla
ulaştırılır.

Kesire’nin Berlin’de olduğunu öğrenen Doğu Berlin Hükümeti PKK’nın terörist bir örgüt olduğunu ve
Kesire Öcalan’ın da örgütün bir mensubu olduğunu belirterek, 10 gün içerisinde ülkeyi terk etmesini ister. Bu
durum üzerine Nadire adlı militan hemen Sovyet yetkililerle görüşerek Kesire hakkında verilen kararı geri aldırır.

Bu arada o dönem KDP’nin Avrupa sorumlularından Hoşyar Zebari’nin görüşme teklifi, KYB’li
sorumluların görüşme istekleri ve muhalif gruba katılmak isteyen birçok kişinin talebi Kesire’nin olumsuz karşı
koyması nedeniyle gerçekleşmez. Bu durum daha sonra Kesire’nin de bir plan dahilinde grubun içine
gönderildiği kaygısını uyandırır.

Bugün bakıldığında bir çok muhalifin öldürüldüğü bir ortamda Kesire’nin hiç sorunla karşılaşmamış
olması bu ihtimali bu iddiayı güçlendirse de kanaatimce bu doğru değildir. Kanaatimce Kesire ve Abdullah
Öcalan arasında, Kesire’nin PKK karşıtı faaliyetlerine son vermesi karşılığında affedilmesi şartıyla anlaşma
yapılmış ve susması sağlanmıştır.

Grubun bir araya geldiği son ikinci toplantıda, Kesire Öcalan ve Nadire adlı kişinin, THKPC-Acilcilerden
Ali Kasım Kod Mihraç Ural’la görüşmesi ve Suriye rejimine Öcalan’ın Türk derin güçleri ile ilişkili olduğunun
söylenmesi gerektiğini ve yine THKPC-Acilcilerin Avrupa’daki en önemli adamı Salih ile görüşülmesi
konusunda baskı yapılır. Salih Aras Fransa-Paris’te Acilcilerle görüşme gerçekleştirse de bu görüşmenin
PKK’lılara bildirilmesi nedeniyle Aras öldürülmekten son anda kurtulur.

342
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Kesire’nin, Cuma Kod Cemil Bayık’ın da Öcalan’a karşı olduğunu, onunda gruba dahil etme yönündeki
isteği ve Mihri Belli ile görüşme talebi, Muhaliflerle Kesire arasındaki ilişkilerin son bulmasına neden olur.

Bu gelişmelerin hemen sonrasında 1989’in başlarında örgüt tarafından, PKK Köln sorumlusu olup,
muhaliflere sempati duyan Saliha Kadah ve İdris kod Asım Güzel Paris'te boğularak infaz edilir ve cesedi ormana
atılır. İnfaz edilen Kadah’ın derisi, tanınmaması için vahşice yüzülür.

Sakine Kadah aslen Mardin'li bir Yezidi olup, örgütün eski kadın militanlarından birisidir. Örgütün bazı
kararlarını sorguladığı için Öcalan tarafından ölüm kararı verilir. Öldürülürken vahşi yöntemler kullanılır. Örgüt
Sakine’nin ölümünün kadroyu olumsuz etkileyeceğini bildiğinden infazı gizli tutmaya çalışır fakat başarılı
olmaz. Sakine’nin vahşice öldürülme şeklinin deşifre olmasından sonra örgüte müzahir kitle içerisinde itiraz
sesleri çıkmış ve bazı kopmalar meydana gelmiştir.

Örgüte sempati duyan ve Sakine'yi yakından tanıyıp, O'nunla evini paylaşan bir bayan, olayı öğrenince
çıldırma durumuna gelir ve aylarca psikolojik tedavi görür.

Sakine Kadah örgüt tarafından infaz edildiği sırada eşi Sinan, Almanya’da cezaevindedir. Eşinin
öldürülüşünü ve öldürülme şeklini bilahare öğrenir. Bu kişi eşinin öldürülmesine tepki vermek yerine, olayı
kabullenerek, tahliye olduktan sonra PKK içerisinde çalışmaya devam eder. Davranışı konusunda kendisini
kınayanlara ise; “gidecek yerim yok, bu saatten sonra çalışacak bir iş bile bulamam. Olan olmuş, muhalif olup ölmektense
böylesi daha iyi” şeklinde hayret uyandıran bir savunma yapar.

İdris kod Asım Güzel ise aslen Kars Digorludur. Kod adını daha önce öldürülen İdris Ökmen adlı
teröristten esinlenerek İdris olarak kullanmıştır. 1980 başlarında Libya'ya işçi olarak gider. Orada PKK'nın
örgütsel faaliyetleri içerisinde yer alır. II. ve III. Kongrelerin olduğu 1982-86 dönemini burada Numan Uçar
(Mahir) ve Osman Öcalan'la birlikte geçirir. Orada bu kişiler arasında sorunlar çıkar ve III. Kongre sürecinde
Bekaa’ya döner. Bekaa’da askeri konularda eğitim verir. 1987 yazında A. Öcalan tarafından çantasına infaz
kasetleri doldurularak Almanya'ya oradan da sürekli merkezi eğitim çalışmalarının yapıldığı Fransa'da
görevlendirilir.

1989 sürecinde örgüt içi işleyiş konusunda bazı eleştirilerini yüksek sesle ifade edince ölüm kararı verilir.
Güzel’in Avrupa’da bulunduğu dönemde Kara Ömer Kod Haydar Altun ve Mahir Velat Kod Numan Uçar ile
arasında çekişme olduğundan, infazında da bu kişilerin yer aldığı söylenmektedir.

Sakine Kadah ve Asım Güzel’i infaz eden Harun Altun ise daha sonra Kuzey Irak’taki kamplara çağrılır.
Altun örgüte yaranmak için her türlü yüz kızartıcı işi yapmış olsa da bunda başarılı olmaz. 4. Kongreden sonra
yetkileri elinden alınarak, sıradan bir militan gibi Çin malı bir kaleşnikof marka silah ile Türkiye’deki kırsal
faaliyetine gönderilir.

343
FARUK ARSLAN

Hakkâri kırsalında kaldığı bir dönemde meydana gelen çatışmada yaralanır. Bu grubun sorumlusu olan
Cemil Bayık, Altun’un arkadaşlarınca kurtarılmasına izin vermez. Zamanla kan kaybeden Altun yaralı olarak
Askeri Birliklerin eline geçer. Yaralı olarak kaldırıldığı hastanede kan kaybından ölür. Mahir Velat ise Öcalan’ın
Avrupa’ya çıktığı süreçte belirleyici kişilerden olsa da daha sonra Öcalan tarafından hain ilan edilerek, hakkında
cezalandırma kararı verilir.

Liderliğini Avukat Hüseyin Yıldırımın yaptığı grup Saliha Kadah ve Asım Güzel’in öldürülmesinden
sonra kendilerine daha güvenli bir yer arayışına girerek, 1989 yılının Nisan ayında Hollanda’nın güneyinde,
Belçika sınırında bir kasabaya yerleşirler.

Salih Aras ve Yılmaz Kod adlı militan İsviçre’de barınma kararı alırken, Hüseyin Yıldırım İsveç’e bir
doktor arkadaşının yanında kalmaya başlar. Yıldırım bu evde kalırken, daha önce Yıldırım’ın daha önceki
yıllarda tutuklandığında tercümanlığını yapan Eva Torin adlı bayan ve İsveç İstihbarat Örgütü SAPO’dan üç kişi
gelerek kendisiyle görüşür.

SAPO görevlileri Yıldırım’a “Yarın Cumartesi ve Pazar dışarı çıkma. Üç komando seni öldürmeye gelmiş”
bilgisini iletir ve bu üç kişinin adını, soyadını, anne ve baba adını, doğum yerlerini bir kâğıda yazılı olarak
kendisine verirler. Bu bilgi esasen Alman polisinin elde edip, İsveç’e bildirdiği ve İsveç istihbaratının da teyit
ettiği bir bilgidir. Bu bilgi halen Yıldırımın arşivinde bulunmaktadır.

Grup üyeleri buraya yerleştikten sonra Hollanda vatandaşı Yılmaz Kod işsizlik maaşı için resmi
başvuruda bulunur. Başvuruda referans olarak belirtilen adreste Hollanda makamlarının çalışma yaptığı
dönemde, bu adreste çalışan bir sempatizan durumu örgüte bildirir ve adres örgütün eline geçer.

Grubun yerinin öğrenilmesinden sonra örgüt tarafından Hüseyin Yıldırım ve Yılmaz Kod adlı kişinin
istihbaratı yapılır ve 13 Haziran 1989 tarihinde restoranda yemek yedikleri bir sırada kendilerine üç örgüt
mensubu tarafından silahlı saldırı yapılır.

Saldırıda yılmaz Kod çenesinden Hüseyin Yıldırım ise bacağından vurulur. Polis tarafından yapılan
çalışmada olay yerinde 27 adet boş kovan bulunur. Hüseyin Yıldırım saldırı esnasında kendine ateş edenlerden
birinin Sakallı Zınnar Kod adlı militan olduğunu tespit eder. Yıldırım saldırganları tanımış olmasına rağmen bu
isimleri polise söylemez91.

91
Hüseyin Yıldırım konu ile ilgili olarak isimleri Polise verdiğini söylese de bunun teyidi mümkün değildir.
Yıldırım’ın bazı konularda kendini güçlü ideolojik yanları olan biri gibi gösterme gayreti izlenmiştir. Bu nedenle
bazı beyanlarının abartılı olabileceği değerlendirilmektedir.

344
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Sıkılan kurşunlar Yılmaz Kod’un çenesinin bir tarafından girerek diğer tarafında kalır ve çenesi parçalara
bölünür. Bu nedenle Belçika’da bir ortopedi hastanesine yatırılır ve birkaç ameliyat geçirir. Hüseyin Yıldırım ise
Hollanda’da ki bir hastaneye götürülür.

Saldırıdan sonra terör örgütün Avrupa Merkez Komite Üyeleri Fransa’nın Metz kentinde bir toplantı
yaparak, eylem değerlendirmesinde bulunup, eylemin başarılı olduğu değerlendirilmesi yapılır. Eylemin
ardından Şam’daki Öcalan aranıp, şahısların öldürdüğünü bildirdilerse de sonrasında bu kişilerin yaralı
kurtuldukları haberi gelir.

Saldırı Türk ve Dünya basınında duyulduğunda etkisi yüksek olur. Fransa Eski Cumhurbaşkanının Eşi
Daniel Mitterant yaralılarla yakından ilgilenilmesi için defalarca Hollanda Diş İşleri Bakanlığına telefon ederek,
destek sunmalarını ister. Hollanda’nın İsveç Büyükelçisi ise hastaneyi ziyaret ederek, hastane masraflarının
karşılanması için talimat verir. Eylemin başarısız olmasından sonra açıklama yapan PKK Avrupa bürosu “olayın
Türk MİT’i tarafından gerçekleştirdiğini ve PKK’ya yıkılmak istendiği” şeklinde açıklama yapar.

Olaydan bir süre sonra Alman İstihbarat Görevlileri de hastaneyi ziyaret ederek, kendilerine koruma
vereceklerini söyler. İddiasına göre Yıldırım bu teklifi de kabul etmez ve koruma taleplerinin olmadığını bildirir.
Akabinde de arkadaşları tarafından alınarak İsviçre’deki bir hastaneye götürülür. İsviçre’deki tedavisi
tamamlandıktan sonra da Güney Fransa’da Fransız Solcularından Longo Mai grubuna ait bir çiftliğe giderek
orada dinlenir.

Hüseyin Yıldırım örgütün ilk kurulma aşamasında yer almış, 1980 sonrası meşhur Diyarbakır
mahkemelerinde örgütün avukatlığını yapmış ve sonrasında da Avrupa sözcülüğüne getirilmiştir. Dolayısıyla
Öcalan ve PKK’nın derin faaliyet ve irtibatlarını yakından görmüş, bir bölümünde de yer almıştır. Bu nedenle ilk
iş olarak PKK ve Öcalan’ın; Mihri Belli, Yalçın Küçük ve Doğu Perinçek üçlüsü ile olan bağlantılarını ortaya koyan
doksan sayfalık bir kitap hazırlar. Bu kitap 29 Kasım 1989 tarihinde tamamlanarak yayına hazır hale getirilir.

Yazının hazırlığına geçileceği dönemde Alman İstihbaratının talebi doğrultusunda Fransız Polisi
Yıldırım’ın çiftliğine baskın yaparak onu gözaltına alıp, Marsilya savcılığının isteği ile gözaltına alır. Bu baskında
Fransız polisi içerisinde Ermeni asıllı Türkçe bilen polislerin olması da baskının ne amaçla yapıldığı konusunda
kuşkular oluşturur. Fransızlar, Yıldırım’ı bir süre gözaltında tuttuktan sonra kendisine Fransa pasaportu
verileceğini ve Fransa’da kalmasını isterler.

Alman ve Fransız istihbaratının PKK muhaliflerinin sözcüsü olan Hüseyin Yıldırım’ı yıpratma
politikasına girmesi kuşkulara neden olmuştur. Alman ve Fransızların baskılarının artığı bu günlerde muhalif
grubun üyelerinden Kesire Öcalan gruptan ayrıldığını kesin olarak belirtip, Öcalan’ın yakın dostu Mihri Belli’nin
yanına Stockholm’e gider. Kesire’nin bu tercihi grup içerisinde şok etkisi meydana getirir. Mihri Belli ile Öcalan

345
FARUK ARSLAN

arasında bilinenin de ötesinde bir bağlantı bulunmaktadır. Belli, Öcalan’ı yetiştiren ve PKK’nın programını
hazırlayan kişi olup, örgütün derin güçlerle olan bağlantısında kilit bir konumdadır.

Yıldırımın göz altısıyla başlayan, Alman ve Fransız Devletinin baskısıyla devam eden sürece PKK terör
örgütü de destek sunmuş, Ali Haydar Kaytan ve Mustafa Karasu tarafından kaleme alınan iki ayrı yazıyla
muhalif grup tekrar ölümle tehdit edilmeye başlanmıştır.

PKK Üst Düzey Yöneticilerinin Duesseldorf yargılanmaları

Bir önceki bölümde de ifade edildiği gibi 1983 yılında başlayan PKK infazları 1986 yılına kadar hızla
devam ettiğinden dolayı dönemin Başsavcısı Kurt Rebmann Ekim ayında Türkiye’den üst düzey yetkililer ile bir
araya gelerek, “Uluslararası Terörizme karşı işbirliğini” yapmak istediğini belirmiştir.

Aynı yıl Celle kentindeki bir evde arama yapmak isteyen Alman polisine PKK örgüt mensubu Derviş
Savgat tarafından ateş açılmış ve çıkan çatışmada Şavgat ölü olarak ele geçirilmiştir. Örgütün gerek Türkiye’den
göç eden halka gerekse de Alman kamu düzenine yönelik eylemlerinin tırmandığı bu zamanda Duran Kalkan
Avrupa’ya gönderilerek şiddeti daha da tırmandırması istenmiştir. Şiddetin artarak herkesi kapsamaya
başlamasıyla birlikte meydana gelen ve liderliğini Hüseyin Yıldırım yaptığı muhalefet sonrasında infazlar daha
da artmıştır.

Gerek halktan gelen baskılar gerekse de Türk Devletinin terör örgütünün faaliyetlerinin yasaklanması
konusundaki girişimleri etkili olmuş, Federal Savcılıkça 22 Ocak 1988’de PKK yöneticisi oldukları iddia edilen ve
aralarında Abbas Kod Duran Kalkan, Selim Hoca Kod Selahattin Çelik, Fuat Kod Ali Haydar Kaytan, Gözlüklü Cafer
Kod Ali Çetiner, Zehra Kod Meral Kıdır, adı Palme cinayetine karışan Oktay Kod Hasan Hayri Güler ve Hüseyin
Çelebinin de aralarında bulunduğu 20 örgüt mensubuna tutuklama kararı çıkartılmıştır.

Bu kişiler ilgili dava 24 Ekim’de Duesseldorf Davası başlamıştır. Konu ile ilgili açıklama yapan Federal
Başsavcı Kay Nehm PKK’yi “İç güvenliği ihlal etmekle” suçlayarak, yargılamanın Terörle Mücadele kanunun
129/a maddesi kapsamında yapılmasını talep etmiştir.

Mahkeme, yürütülen dava kapsamında Öcalan’ın iadesini istemiyle üç defa Şam makamlarına başvuruda
bulunmuştur. Mahkemenin isteği karşısında Alman Dışişleri Bakanı Hans-Dietrich Genscher, Hafız Esat
yönetimi ile bu konuda görüşmeler yapsa da görüşmelerin prosedürden ileri gitmediği, Alman Hükümetinin
mahkemenin aksine PKK’ya karşı mücadelede ciddi olamadığı ortaya çıkmıştır.

346
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Daha sonra ki gelişmeler de Duesseldorf davasının Alman hükümetinin kamuoyunu oyalamaya yönelik
bir girişimi olduğunu göstermiştir. 1983 yılından sonra Almanya merkezli gelişen silahlı PKK faaliyetleri, Olaf
Palme’nin öldürülmesi, infazlar v.b. olaylar Avrupa kamuoyunda ciddi itirazların oryaya çıkmasına neden
olmuştur. Alman Hükümeti bu operasyonla hem destek verdiği ve yaşam olanakları sunduğu PKK örgütüne
uyarıda bulunmuş olacak hem de Avrupalı diğer devletlerin itirazlarına karşı bir şeyler yaptığını gösterecektir.
Dönemin hükümeti bu olayda mahkemeyi de kendi siyasal planlarına alet ederek, PKK’ya ayar vermiş, Avrupa
halkının tepkilerini de dindirmiştir.

Düsseldorf davasının en önemi tutuklusu Duran Kalkan’dır. Kalkan, Öcalan tarafından Avrupa’ya
gönderildikten sonra Fransa’ya geçmiş ve Aralık 1987’de Fransa’dan “siyasi mülteci” statüsü almıştır. 7 Nisan
1988 tarihinde ise “terör örgütü üyesi” olduğu gerekçesiyle Fransa’nın Almanya sınırında Alman polisi
tarafından rutin bir kontrol sırasında yakalanmıştır. Tutuklandıktan sonra, Alman Federal Mahkemesi
(Bundesgerichtshof), 8 Nisan 1988 tarihinde Kalkan’ın “geçici tutukluluğunda” karar kılmış, bu karar üzerine
Kalkan 7 Mart 1994 tarihine kadar Almanya’da tutuklu kalmıştır. Kalkan Almanya’da tutuklandığında Selahattin
Erdem kimliğini kullanmış ve tutuklu kaldığı 5 yıl 11 ay bu adla işlem görmüştür.

Duran kalkan yakalandığı 1988 yıllarda örgütün en önemli isimlerinden olup, Almanya’daki tüm kitle
ve istihbarat kurumunca da tanınmaktadır. Kalkanın, Alman mahkemelerinde gerçek adı yerine sahte kimliği ile
yargılanmış olması da Alman Polisinin işlemlerinde gayr-ı ciddi olduğunu göstermiştir.

Duran kalkan ve Ali Haydar Kaytanın tutuklu bulundukları dönemde örgütün diğer bir önemli ismi Ali
Çetiner itiraflarda bulunarak, gerek örgüt gerekse de gözaltında bulunanlar hakkında detaylı bilgi vererek,
örgütün tüm infazlarını sıralamıştır.

Mahkeme sürecinde örgüte önemli bir destek Suriye Devlet Başkanı Hafız Esat’ın Kardeşi Cemil Esattan
gelmiştir. Esat, Ekim 1989’da Duesseldorf’taki mahkemeyi izledikten sonra yaptığı açıklamada; “Suriye, özgürlük
için mücadele eden Ortadoğu’daki tüm milletlerin destekleyicisidir. Hafız Esat ve bende bu konuda her türlü desteği
sunacağız…” ifadelerini kullanmıştır.

Cemil Esat’ın bu açıklamaları yaptığı dönemde ve halen günümüzde Suriye’deki Kürtler vatandaş olarak
kabul edilmediklerinden nüfus cüzdanları alamamaktadırlar. Mal edinme ve bürokraside ilerlemeleri
imkansızdır. Kürtler için savaştığını söyleyen terör örgütü ise kurulduğundan beri Suriye’ye tek kurşun atmamış
ve orada eylem yapmamıştır. Halen Suriyeli birçok örgüt mensubu Ülkemize karşı savaşırken, Kürtleri insan
olarak kabul etmeyen Nusayri kökenli Şam yönetimine karşı ise savaşmayı akıllarına getirmemişlerdir.

Konuya dönecek olursak Duesseldorf Yüksek Mahkemesi, 7 Mart 1994 tarihinde yayınladığı 900 sayfalık
bir kararda, Alman Ceza Yasasının 129’uncu maddesi gereği Kalkan’ı 6 yıl hapis cezasına çarptırıldığını
açıklamıştır. Alman hapishanelerinde toplam 5 yıl 11 ay “geçici tutukluluk” süresi bulunan Kalkan, Duesseldorf
Mahkemesi kararının ardından, tutukluluk süresinin dolması sebep gösterilerek serbest bırakılmıştır.

347
FARUK ARSLAN

Duran Kalkan, Almanya’da “uzun sure tutuklu tutulduğu” ve “avukatıyla yazışmaları sistematik olarak
okunduğu” gerekçesiyle 29 Temmuz 1997 tarihinde, Bremen Barosundaki avukatı Hans-Eberhard Schultz
aracılığıyla AİHM’de Almanya’dan şikayetçi olarak, tazminat talebinde bulunmuştur.

Alman hükümeti, AİHM’ye sunduğu savunmada, Kalkan’ın uzun sure tutuklu tutulması ve yazışmalarının
okunmasına gerekçe olarak, “ulusal güvenlik, kamu düzeni ve emniyetini” göstermiş ve savunmasını bunun
üzerine bina etmiştir. Fakat aynı Alman Yetkililer Ergenekon davası kapsamında tutuklu bulunan kişiler için
cezaevinde kalma süresini çok bulduklarını ifade ederek, baskıda bulunmaya çalışmışlardır 92.

Alman devletinin PKK’ya operasyon yaptığı bu dönemde örgüt içerisinde muhalefet tamamen gün
yüzüne çıkmış ve Avrupa’da ayrışma iyice belirginleşmiştir. Alman hükümeti PKK’ya yönelik baskı yaptığını
ifade etse de yaşananlar durumun farklı olduğunu göstermiştir.

Tutuklanan kadroların yerine hemen yeni kadrolar gönderilmiş, infazlar kaldığı yerden devam etmiştir.
Almanya merkezli hareket eden PKK Müdahale Grubu, Almanya başta olmak üzere tüm Avrupa’da terör
estirmeye devam etmiştir. Bu saldırılar sonucunda gerek muhalif grup gerekse de diğer örgütler sinmek zorunda
kalarak, sadece can güvenliklerini sağlama gayretine girmişlerdir.

1988 Sonrası Avrupa faaliyetleri ve Yunanistan

Örgütün infazlara girişip terör örgütleri içerisinde tek başına liderliği alması ve eylemleri
tırmandırması, Yunanlıları daha da heyecanlandırmış ve PKK ile daha çok işbirliği kararı almışlardır.

Yunanlılar, PKK ile irtibatı sağlayacak ve hükümetin sorumluluğunu azaltacak bir yöntem olarak 1988
tarihinde “Halkların Hakları ve Kurtuluşu İçin Yunan Birliği Derneği” adı altında bir dernek oluşturmuş, dernek ERNK
ile ortak basın açıklaması yaparak işbirliği kararını kamuoyuna duyurmuştur. Toplantıya PASOK-MK üyesi
Karamanlis de katılarak örgüte her türlü desteği sunacağını, bu mücadelenin başarılı olması için elinden geleni ortaya
koyacağını ifade etmiştir93.

92
Alman-Türk Dostluk Grubu Başkanı Claudia Roth ve milletvekilleri Johannes Kahrs, Sevim Dağdelen, Stefanie
Vogelsang, Karin Evers-Meyer tarafından 2011 yılında ülkemize yapılan bir ziyarette konu gündeme getirilmiştir.
93
Berxwedan Dergisi, Haziran 1988, sayı 57, s.8.

348
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Halkların Hakları ve Kurtuluşu İçin Yunan Birliği Derneği yöneticileri 17-19 Ekim 1988 tarihinde
Lübnan’ın Beka vadisindeki Örgüte ait kampa giderek, Öcalan ile görüşmüşlerdir. Bu görüşmeye dernek
yöneticilerinden Ağapios Ganrilidis ve Teodoros Sosanoguv’un yanı sıra Pasok-MKÜyesi Kostas Aslanis, Pasok-MK
Üyesi İlias Evangelidis, Haralampos Stamayopulos ile Etnos Gazetesinden Kosta Delezos, Anti Dergisinden Andreas
Bistislanti, Emekli General Dimitris Matafias ve Emekli Amiral Antonis Naksakis katılarak örgüte her türlü yardım
sözünde bulunmuşlardır94.

1989 yılına gelindiğinde ise her şeye rağmen örgütün Avrupa’da çalışan veya iltica statüsünde olan 10
bin kadar sempatizan yakaladığı, bunun yanı sıra yapılan eylemlere isteyerek veya zorla katılan çok sayıda kişiye
ulaştığı gözlenmiştir. Avrupa alanı bu zamanda neredeyse tek başına örgütün elaman ihtiyacının yarısını
karşılayacak duruma gelmiştir. Türkiye’nin ise Avrupa’daki PKK’nın faaliyetlerinin yasaklanması yönünde bir
çabası olmadığı, çözüm üretici bir politika yürütemediği ve Avrupa’daki yurttaşlarımızı organize ederek lobi
faaliyetlerinde kullanamadığını görüyoruz.

Örgüt, elaman temini ve maddi gelir elde etmenin dışında en önemli atağını bu zamanda diplomasi
alanında gerçekleştirmiştir. Özellikle yazarlar, kitle kuruluşlarının temsilcileri ve öğretim görevlileriyle iyi ilişkiler
geliştirilmiş ve bunları Türkiye’ye karşı baskı aracı olarak kullanmayı başarmıştır. Yunanistan’ın da yönlendirmesiyle
şekillenen ve örgütle diyalog halinde olan bazı Avrupalı kişiler bu zamandan sonra zaman zaman ülkemize gelmeye
başlamış, PKK politikaları çerçevesinde devlet yetkililerine baskı yapmaya başlamışlardır.

Örgütün Eski Merkez Komite Üyelerinden Baki Karer Yunanistan için; “…İran ve Saddam intihar eylemlerinin
daha çok askeri hedeflere yönlendirilmesini isterken, Yunanistan sanayi tesislerin, turistik bölgelerin ve ormanların hedef
alınmasını istemişti. Avrupa’nın birkaç ülkesi de lojistik desteklerini, tamamen büyük kentlerde intihar saldırılarının
yapılması şartına bağlıyordu. Militanların ve hazırlanmış bombaların Almanya ve Hollanda üzerinden İstanbul’a sevk
edilmesinin birçoklarında yarattığı şaşkınlık hâlâ hafızalardadır. Suriye ise sürekli kargaşadan yanaydı. Silahlı eylemlerin
aralıksız, hedef gözetilmeksizin rastgele yapılmasını dayatıyordu. Öcalan bu kadar karmaşık ilişkiler içinde kaybolmuş,
inisiyatif ve taktik geliştiremez hale gelmişti…95” ifadelerini kullanırken, bu ülkenin bölücü terör faaliyetlerine verdiği
desteği ortaya koymuştur.

Avrupalı Devletlerin PKK ile ilişkileri ve Paris Kürt konferansı

Avrupalı devletlerin Kürtçülük çalışmalarına verdiği destek sadece PKK ile sınırlı kalmamış aynı
zamanda KDP, KYB, PSK, KÖİP gibi örgütlerinde Avrupa’da üstlenmelerine ve faaliyet yürütmelerine izin
vermişlerdir. Bu destekçilerin başını ise Fransa çekmiştir.

94 Berxwedan Dergisi, Haziran 1988, sayı 65, s.5.


95 Karer B., Bir Serüvenin Düşündürdükleri Adlı Makale.

349
FARUK ARSLAN

Fransız ihtilalinin 200. kuruluş yıldönümü münasebeti ile 1989 yılında, o dönem Fransa
Cumhurbaşkanı olan François Miterand’ın karısı ve aynı zamanda Hak ve Özgürlükler Vakfı Başkanı olan Danielle
Miterand tarafından bir toplantı düzenlenmiş, toplantıda Paris Kürt Enstitüsü etkin rol almıştır. Dönemin SHP
milletvekili Ahmet Türk, Mahmut Alınak, İsmail Hakkı Önal, Adnan Ekmen, Mehmet Ali Eren, Kenan Sönmez ve
Salih Sümer’de etkinliklere katılan isimler olmuştur96.

Konferans sırasında PKK’ya bir destekte İran’da Kürtçülük faaliyeti gösterirken yakalanan ve idam
edilen Kasımlu’nun karısı Elana Kasımlu’dan gelmiştir. Kasımlu PKK’ın Türkiye’ye karşı yürüttüğü faaliyetleri
desteklediğini ifade etmiştir.

Paris konferansına İngiltere’den Parlamento İnsan Hakları Başkanı Lord Avebury katılmıştır. Avebury
yaptığı konuşmasında, Kürtlere kültürel hakların değil, self determinasyon hakkının verilmesinden yana olduğunu
belirterek, Baltık ülkeleri, Tibet ve Filistin örneklerinin Kürtler içinde uygulanmasını istemiştir. İngiliz heyeti ayrıca,
ABD’lilere ve Fransızlara da çağrıda bulunarak, Serv anlaşmasının yeniden hayata geçirilmesi için çaba
göstermelerini istemiştir.97

Öte yandan, Türkiye’nin AB’ye tam üyelik için başvurmasının da kendilerine sunulan bir koz
olduğunu savunan Avebury, Kürt sorununun, BM’ye götürülmesini önermiştir.

Fransa Devleti, sözde Kürt sorununda inisiyatif elde etmek amacıyla tertiplediği bu toplantıda,
tarafları yanına çekmeye çalışmıştır. PKK bu toplantının diğer Kürtçü örgütleri de güçlendirme amacını taşıdığını
ileri sürerek, kendisine alternatif bir gücün meydana gelmemesi için toplantıyı kısmen sabote etmiştir.

Konferansta, “Kürtlere Kültürel Özerklik”in sağlanması yönünde ortaya çıkan irade, PKK tarafından
yetersiz bulunarak, bunun İngiltere, ABD ve Fransa’nın bölgedeki emperyalist isteklerinin ortaya çıkarılması
amacıyla yeni bir Kürt siyasal süreci oluşturması olarak değerlendirilmiş ve tam bağımsızlık dışındaki fikirlerin
yalancı dayatmalar olduğu ifade etmiştir98.

Fakat Öcalan yakalandıktan sonra, o dönem ortaya koyduğu bu fikirlerinin tam aksi olarak devlet
fikrine karşı olduğunu ve Demokratik Cumhuriyet anlayışı içinde kültürel bir özerkliğin, Kürt sorunu için en iyi
çözüm olduğunu belirtmiştir.

96 Demirkıran, a.g.k., s. 108.


97 Avebury L., Kürtlerin Hayatta Kalmasını Sağlamak, Uluslararası Paris Kürt Konferansı, s.9-11
98 Serxwebun Dergisi, Şubat 1990, s.6-7.

350
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Fransa’nın Kürt kartına oynama isteği o güne mahsus bir hadise değildir. Tarihi seyir içerisinde daha
önceleri de bazı çabaları olmuş 1970’li yıllardan sonra faaliyetlerini daha da hızlandırmıştır. Bu doğrultu da Kürt
Enstitüsü ilk defa 1975 yılında Kürdistan Fransa Derneği adı altında faaliyetlerine başlamış, 1981 yılında Miterand’ın
Cumhurbaşkanı seçilmesiyle ülkede Kürtçülük faaliyetleri artmış ve 1983 yılında da ilk Kürt Enstitüsü kurulmuştur.
Derneğin Başkanlığını Kendal Nezan yapmakta olup, Öcalan’la aralarında fikir ayrılıkları olduğu bilinen bir kişidir.
Enstitü, yeni dönem Kürtçülük faaliyetlerinin Avrupa’da ki çıkış noktasını oluşturmuştur99.

Kendal, Paris Kürt konferansında yaptığı konuşmada Kürtlerin Medlerden geldiği tezi üzerinde uzun
uzun durmuş, konferansın amacını Kürt sorunun enternasyonalize edilmesi olarak ifade etmiş ve maddi ve manevi
katkılarından dolayı AET ülkelerine şükranlarını ifade etmiştir100.

Kendal devamında PKK’yı kısmen destekler açıklamalardan sonra, PKK’nın Türkiye’yi askeri olarak
yenmesinin imkansız olduğunu ama bu mücadele ile federasyon biçimindeki bir yönetimin ve kültürel hakların elde
edilmesinin büyük bir başarı olacağını belirtmiştir101.

Fransa’da dernekler ve vakıflar ancak polisinin izniyle açılabildiğinden, kurum ilk dönemden itibaren
Fransa istihbaratının kontrolünde oluşturulmuş bir yapı olarak karşımıza çıkmıştır. Yine Kürt Enstitüsünün
kurulmasında eski sanatçılardan Yılmaz Güney ve Siyasal Kürtçü şahsiyetlerden Cigerxvin olarak bilinen Şehmus
Hasan adlı sanatçının da katkısı unutulmamalıdır102.

Fransa’nın bölücü faaliyetlere desteğinde, dönemin Devlet bakanı Bernard Koucher ile yukarıda ifade
ettiğimiz şekliyle Danielle Mitterrand’ın etki vardır. 1989 yılında yapılan Paris Kürt konferansının sonuç metninde,
Kürt meselesinin BM’ye taşınma kararında Fransızların isteği etkili olmuştur.

Paris Kürt konferansında Türkiye aleyhine ilginç kararlar çıkarılmış ve Kürt siyasetinin Avrupa
ülkelerinin politikaları doğrultusunda oluşması çalışmaları yapılmıştır. Buna göre; BM ve diğer uluslararası
kuruluşlarda gözlemci statüsü verilecek bir Kürt örgütünün kurulması, BM genel kurulunun Kürt özel gündemiyle
toplanması, BM Mülteciler Yüksek Komiserliğinin Kuzey Iraktan kaçan mültecilerle ilgilenmesi, Temmuz 1990
tarihinde Stockholm’de bir Kürt konferansının yapılması kararları alınmıştır103. Kürt oturumu adı altında bir
oturumun BM e taşınmasında özellikle Fransızların önemli etkileri olmuş ve kararın yer aldığı sonuç metnini
Fransızlar dikte etmiştir.

99 Cemal H.., Kürtler, İstanbul, 2003, s. 62.


100 Rafet Ballı, s.588-598
101 Kendal N., “La Turquie s’Embourbe au Kurdistan”, L.M.D., 1991, s.17

102 Kotan, a.g.k., s.231.

103 Uluslararası Paris Kürt Konferansı 14 - 15 Ekim 1989. Kürtler, İnsan Hakları ve Kültürel Kimlik, İstanbul, 1992,

s.167-168

351
FARUK ARSLAN

Konferansta öne çıkan diğer bir husus ise Serv anlaşması olmuştur. Hyman’a göre, Serv anlaşması, Bağımsız
Kürdistan Devleti iddiasının temelini oluşturmaktadır. Buna göre, Kürt milliyetçiliği Serv anlaşmasını temel
almalıdır.

Bu dönemde Fransa’nın Kürt politikasında, Fransız Özgürlükler Vakfı doğrudan rol almaktadır. Vakfın
başkanını da yürüten Danielle Mitternd, 23 Ekim 1989 tarihinde ABD Kongresinde yaptığı bir konuşmasında104, 1988
Halepçe katliamından kaçanların, Türkiye’deki kamplarda çok kötü durumda olduklarını, bunda Türkiye’nin de
sorumluluğu olduğu ve bunlara yardım edilmesi gerektiğini ifade etmiştir. Fakat Bayan Mitterrand Irak devletinin
İngilizlerce kurulması ve bu şekliyle dizayn edilmesinde Fransız desteğini ve Halepçe katliamı öncesi ve sonrasında
eşi Mitterand’ın Irak hükümetine silah sattığını unutmuştur.

ABD’deki bu konferansta konuşan zehirli maddeler uzmanı Aubin Heyndricks’in, Angola’daki terör
olaylarında kimyasal gazlardan zehirlenen Angolaların ABD ve Avrupa’ya girişlerinin yasak olduğunu ve birçok
kişinin tedavi edilmediğinden hayatını kaybettiğini ifade etmesi ise kulak ardı edilmiştir105. Dolayısıyla Angola’daki
sivillere sessiz kalan Batı ülkelerinin Türkiye’nin Iraklı Kürtlere sunduğu her türlü desteğine rağmen eleştirilmesini
anlamak zor görünüyor.

Halepçe katliamının olduğu dönem içerisinde, bu olaydan etkilendikleri iddia edilen 300 kadar Kuzey Iraklı
Kürt Fransa’ya götürülmüşse de, bunlardan 100 kadarı dana sonra ülkeye intibak edemedikleri bahanesiyle Eylül
1990 tarihinde Fransız devleti tarafından yeniden ülkelerine gönderilmişleridir. Bu kişiler daha sonra Saddam
hükümetinin baskılarına maruz kalmış ve bir kısmı çeşitli cezalar almıştır106.

Paris Kürt konferansı döneminde bozulan Fransa ve PKK ilişkilerin, daha sonra normale döndüğünü
görüyoruz. Fransa’nın bu çalışmaları siyasal Kürtçülüğün taban bulmasında ateşleyici bir unsur olmuş ve bu konuda
çalışmalar yapmak için diğer Avrupa devletlerini de teşvik etmiştir.

Bu hadiselerin yaşandığı zamanda İsveç Dışişleri Bakanı “Kürtler kültürünüze sarılın, çalışmalarınızı her yerde
sürdürün” şeklinde bir açıklamada bulunarak ilgili kesimleri cesaretlendirmiştir. Bundan sonra birçok Avrupa
ülkesinde Kürt dili ve kültürü ile ilgili dernek ve kurumların arka arkaya açıldığı görülmüştür.

Öcalan’ın Batılı ülkelerle daha yakın ilişki kurmasında Sosyalistlerin inanç merkezi olan S.S.C.B’nin
1989 yılında yıkılışı etkili olmuştur. Bu durum PKK ve onun lideri üzerinde şok etkisi yapmıştır. PKK terör örgütünün
çıkış noktası olan, Marksist-Leninist-Sosyalist eğilimlerin tarihe karıştığının görülmesi önemli bir moral bozukluğuna
neden olmuştur. Öcalan bu yıkılışı kendisine yedirememiş ve Sosyalizmi yeniden canlandıracağını iddia ederek
Bilimsel Sosyalizm adı altında Devrimci Enteryonalizm gibi bir inancı oluşturma konusunda nafile gayret etmiştir.

104 Mitterand D., Bayan Danielle Mitterand’ın konuşması, Uluslararsı Kürt Konferansı, İstanbul, 1992, s.12-13
105 Heyndricks A., “Halepçe katliyamı”, Uluslararası Kürt Konferansı, İstabul, 1992, s.115-118
106 Kutschera C., “Civilisation En Etat de Siege”, GEO, Fevrier, no:156, s.142

352
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Rusya ülke olarak PKK’ya önemli destek sunmakla birlikte PKK-Ermeni ilişkilerinin de daima canlı
kalmasında etken olmuştur. Paris Kürt konferansına S.S.C.B.’ni temsilen katılan Sovyetler Birliği Akademisi Doğu
Bilimleri Enstitüsü Kürtçe Bölümü Bakanı Prof. Lazarev, ülkesinin tutumunu açıkça ortaya koyarak; “…Paris’ten
bakıldığında Serv umut, Lozan yenilgi, Paris ise yeni bir umuttur” demiştir107. Sovyetler/Ruslar Saint Petersburg
Akademisi üzerinden Kürtçülüğün dünyadaki esas temellerini atmış ve yıllarca da destekçisi olmuşlardır.

1990 yılının Temmuz ayında Moskova’da düzenlenen bir toplantıda Rusya’nın PKK verdiği
desteğin devam edileceği belirilmiştir108. Yine Irak’ın Kuvvey’ti işgalinin sonlarına doğru, Eylül 1990 tarihinde
Moskova’da, “Sovyet Kürtleri ve Bugünleri” konulu bir konferans düzenlenmiş, konferansa PKK temsilcileri ve
diğer Kürt gruplar iştigal etmişlerdir. Konferans sonunda ise Kürtlerin durumların düzeltilmesi ve desteklenmesi
kararı alınmıştır109.

Bu zamanda örgütün sıkı bir işbirliği içerisinde olduğu diğer bir ülke ise Ermenistan’dır. Ekim 1990
tarihinde Almanya’da yapılan PKK’nın kuruluş kutlamalarına Ermenistan Komünist Partisi Merkez Komite üyeleri
de katılmıştır.

Kürtçülük faaliyetleri denince Almanya’yı her dönem anmak gerekmektedir. Mülheim Protestan
Akademisi tarafından 15-17 ocak 1988’de düzenlenen, “Federal Almanya’da Kürtler” konulu üç günlük
sempozyumda, Türkiye’nin Güneydoğusunda ayrı bir Kürt devletinin kurulması görüşülmüştür. Bu konferansa
katılan Federal Almanya Çalışma Bakanlığı Temsilcisi A. Öffner, Almanya’ya gelen birinci neslin kendini Türk
olarak ifade ettiğini, ancak sonradan gelen siyasi mültecilerin sayesinde Kürtlük bilincinin yaygınlaştırıldığını
belirtmiştir.

Kürtlerin terörize edilerek Türkiye’nin zayıflatılması konusunu kendine politika edinen Almanlar bu amaç için
üniversiteleri de kullanarak, PKK ve diğer etnik Kürtçü gruplara üye kişilerin akademik kariyer yapması
konusunda destek sunmuştur. Bu amaçla 1991 Bochum Universitesinde yapılan Yesiller Miletvekili Angelika
Beer ve PKK’nın Avrupa sorumlularından Hüseyin Çelebinin katıldığı toplantı tam anlamıyla Türkiye karşıtı bir
çalışmaya dönmüştür.

Hüseyin çelebi adlı militan Köln’de bulunan Kürdistan Zentrum adındaki kurumda aktif olarak çalıştığı 25 Şubat
1988 yılında Almanya tarafından PKK yöneticisi olmak suçlamasıyla yakalanmış, iki yıl boyunca Wuppertal’da
kaldığı yerde örgütün gençlik faaliyetlerinin organizecisi olmuştur. Tutuklu olduğu bir zamanda tüm eylemleri
organize etmesi ise Almanların tutuklamalardaki samimiyetsizliğini ortaya koymuştur.

107 Lazarev, Mihail; “Serv, Lozan, Paris” uluslararası Paris Kürt Konferansı, İstanbul, 1992, s.154-155
108Alexandre A., “kurd: La Guerre Qublie”, Courrier İnternational, 24-30.1994, s.7.
109 Ballı, a.g.k., s.585

353
FARUK ARSLAN

Öcalan, Ağustos 1991 tarihinde yaptığı bir konuşmada Almanya’nın kendine göre bir Kürt milliyetçiliği
oluşturmaya başladığını, PKK’yı da bu açıdan eline geçirmeyi hedeflediğini belirtmiştir. 1990’lı yıllar Almanların
PKK faaliyetlerine fazlasıyla tolerans gösterilen bir dönem olmuştur. Bu dönemle ilgili Yılmaz Kod Yusuf K.; “Ben
Almanya'ya geçip yerleştikten sonra Alman makamlarına müracaat ederek siyasi iltica talebinde bulundum. İltica talebimde
gerekçe olarak Türkiye'de Kürt soylu olan insanlara baskı ve işkence yapıldığını Kürtlerin özgür yaşam süremediği gibi
hususları gerekçe gösterdim ve Alman makamları bana (6) ay ikamet izni verdiler bu her altı ayda bir oturma iznim
yenileniyordu. Bu süre içerisinde çeşitli yerlerde işçi olarak çalışmaktaydım.

1991 yılı başlarında PKK örgütüne sempati duymaya başladım. Berlin'de bulunan çeşitli Kürt Derneklerine gidip
gelmeye başladım. Bu derneklerde PKK örgütüne sempati duyan Kürtler ile tanıştım. Ve bu süreç sonunda da örgüt
mensupları ile ilişkilerim yoğunlaştı.

PKK örgütü içerisindeki ilk eylemim 1991 yılında Türkiye'de bulunan Cezaevlerindeki PKK'lıların yapmış
oldukları açlık grevlerine destek vermek amacıyla Berlin'de bulunan Kürt Derneğinde (18) gün açlık grevine gittim. Açlık
grevine kalabalık bir grup olarak gittik. Bu dönemde Almanya'da PKK örgütünün faaliyetleri yasal olduğu için Alman
makamlarından herhangi bir müdahale olmadı…

Benim daha önceki yurtsever konumumu bildikleri için herhangi bir aksama olmadan örgütsel anlamda beni örgüte
içerisine aldılar ve Almanya'nın Dortmund kentinde (10) gün süreli olarak örgüte ait bir evde (40) kişilik bir grupla siyasi
eğitim aldım. Eğitim sonrası buradan ayrılarak Hollanda'da bulunan Rotterdam olduğunu tahmin ettiğim kentte PKK
örgütüne ait bir evde yine üç ay süreli kapsamlı olarak siyasi eğitim aldım.

Hollanda’daki siyasi eğitimi bizlere bu şahıslar verdi. Eğitim sonrası Almanya'ya geri dönerek Berlin'de ERNK
örgütlenmesinin alt Komitelerinde sorumlu düzeyde faaliyet göstermeye başladım. Görev alanım Spandau bölgesi idi. Bu
semtte bulunan Kürt soylu insanlara PKK örgütünün propagandasını, örgüte ait yayınların dağıtımını, halktan örgüt için
aidatların toplanması gibi faaliyetlerde bulunmaktaydım. Bana bağlı alt birimlerin topladığı aidatları yani paraları benim
bağlı olduğum bir üst birim olan ERNK Berlin Maliye sorumlusu olan Hayrı Kod adlı örgüt mensubuna teslim ediyordum.
Her sene kadro yapımız değiştirildiği için 1998 yılında Hamburg iline bağlı Kîelh bölgesinde aynı faaliyetlerimi devam
ettirdim…” şeklindeki beyanları, bu ülkeye giden her Kürt kökenli vatandaşımızın bir şekilde örgüte
yönlendirildiğini göstermektedir.

Bu yıllar uluslararası camiada Kürt kartının daima ele alındığı ve şekillenderilmeye çalışıldığı bir zaman
dilimi olmuştur. Paris Kürt Konferansında konuşma yapan ABD Dış İlişkiler Komusyonu Başkanı Senatör
Clairborna Pell, ABD’nin Irak yönetimine karşı yaptırımları ön gören bir kanun çıkardığını ve Kürt sorununun
BM insan hakları komisyonu gündemine gelmesi gerektiğini önermiştir.

Konferansa bir mesajla katılıp desteklerini ifade eden Senetor Edward M. Kennedy, 23 Ekim 1989
tarihinde ABD Kongresinde yaptığı konuşmasında ise, Kürt meselesiyle ilgili BM Genel Kurulunda bir görüşme
düzenlenmesi gerektiği önerisinde bulunmuştur. Konferansın ardından Kasım 1989 tarihinde ise Newyork
Times’da William Safire, Filistinliler gibi Kürtlerinde kendi kaderlerini tayin hakkına sahip olduğunu belirterek,
Başkan Bush’u, Kürt soruna daha yakın ilgi göstermeye davet etmiştir 110.

110
Koru F., Terör ve Güneydoğu Sorunu, İstanbul, 1992, s.150

354
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Ekim 1990 tarihinde CİA tarafından Bush yönetimine iletilen bir raporda, Şii ve Kürtlerin Irak
yönetimine karşı ayaklanacağı ve daha sonrasında büyük bir mülteci krizinin ortaya çıkacağı belirtilerek bu plan
doğrultusunda çalışma yapılmasının uygun olacağı ifade edilmiştir.

Genel olarak gerek ABD ve gerekse de Avrupalı ülkelerin bu politikalarında kendi siyasi çıkarları
çerçeveside hareket ettiği, bu nedenle Kürt konusunu gündemleştirdiği ve samimiyetten uzak olduğu
bilinmektedir. Bu durum Olivier Roy tarafından itiraf edilmiştir. Roy 1991 Nisanında Liberation’da yayınlanan
makalesinde, Batının Saddam Hüseyini devirme adı altında bölgedeki diğer unsurlara gerçekçi olmayan umutlar
aşıladığını, bunun altında ise aslında insancıl unsurlar yerine, politik çıkar yaklaşımlarının yattığını, bu amaçlada
medyanın kullanılarak siyasi sonuçlar elde edildiğini, bu günde aynı senaryonun Kürtlere uygulandığını, yapılan
yardımların adının dahi insani yardım değilde Kürtlere yardım olarak ifade edilmesininde gerçekte bölme ve
yönetmeye dayalı koloniyalist politikaların göstergesi olduğunu belirtmiştir.

Bu hususun ne denli doğru olduğu Paris Konferansında ele alınan konuların incelenmesinde daha net
ortaya çıkmaktadır. Konferansta demokrasi eksenli çalışmalar yürütüldüğü ifade edilse de bunun doğru
olmadığı, sadece Kürt meselesi ve Kürt kartını ele geçirme konusnun ele alındığı, Irakta yaşayan diger haklara
yönelik bir açılımın olmadığı, Irak’taki Şiilerin, Türkmenlerin ve diğer halkların durumlarının ise demokrasi
başlığı altına dahi sokulmadığı görülmektedir.

21 Kasım 1990 tarihinde kabul edilen Paris Deklerasyonunda “güvenliğin bölünmezliğinin ve ülkelerinin her
birinin güvenliğinin, AGİK’e katılan tüm devletlerin güvenliğine bağlı olduğu” ifadesine yer verilmiş ve terörist tüm
eylem ve metodlar kınanmış olsa da, imzacı ülkelerin buna çokta sadık kalmadıkları PKK örneğinde görülmüştür.

Terörün ortak sorun olarak konuşulduğu bu zamanda örgüte haraç vermeyen gurbetçiler ve PKK’dan
kaçan muhaliflir Avrupa şehirlerinin orta yerinde silahlı saldırıya uğraya bilmekte ve cezalandırılmaktadır. Bu
zamanda PKK tarafından köyler basılarak 13-14 yaşlarında çocuklar kaçırılmakta, yapılan bombalı eylemler
neticeisnde yüzlerce masum sivil hayatını kaybetmektedir.

PKK Eski Avrupa Sorumlularından Salih Aras tamda bu dönem ile ilgili bir yazısında; “13 Haziran Den
Hang’ta Yılmaz ve arkadaşlarına saldırı oluyor restorantta otururken, 27 adet boş kovan bulunuyor, mermilerden biri
Yılmaz’ın çenesine isabet ediyor. Bir kurşunda yanındakinin bacağına isabet ediyor. Eylemden sonra PKK’lılar olayı
Abdullah Öcalan’a bildirmiş ve öldüğünü ifade dince, Bekaa’da bu konuda silah atışlarıyla kutlama yapılmıştır. Hollanda
polisi olayı 2 gün gizliyor. Öcalan infazlara sevinirken daha sonra gelen yaralanma haberiyle oldukça üzülüyor… Sakine
Kadah ve İdris (Asım Güzel) sorunu üzerinedir. Muhalefetimizle birlikte Avrupa'daki iyi tanıdıkları arkadaşları,
Önderlerinin emriyle onları canice yöntemlerle Paris'te katlettiler.” İfadelerini kullanarak, Avrupalı devletlerin
Avrupa’nın orta yerindeki PKK eylemlerine nasıl duyarsız kaldığını ortaya koymaktadır111.

111 http://www.kurdistan-aktuel.org/yazarlar/salih-aras/3813-pkkde-muhalf-olmak.html

355
FARUK ARSLAN

1989-1990 Arasında Kırsal Faaliyetleri ve Avrupa Faaliyetlerine Etkisi


1989 yılına gelindiğinde kongre kararları neticesinde bir takım gelişmeler olmuş, 3 yıl içerisinde 20’si
yönetici olmak üzere 200’e yakın kadro ajan suçlamasıyla infaz edilmiştir. Öcalan, kişiliği nedeniyle sürekli bir
kuşku dünyasında yaşadığından, kendisine yönelebilecek muhalefeti öğrenebilmek amacıyla TEV-SAL adında
istihbarat yapısı kurarak, bilgi alma faaliyetleri yapacak bir grup meydana getirmiş, genelde de bu yapıyı örgüt
içi infazlarda kullanmıştır.

PKK’nın Ortadoğu’daki gelişiminde İran etkisi de önemli bir faktördür. Türkiye’nin 1983 yılında Irak’a
yönelik sınır ötesi hareketi sonrası Irak’ın kuzeyinde etkin olması İran devletini endişelendirmiş ve neticesinde
PKK ile diyalog kurarak, örgütü Türkiye’ye karşı kullanmaya başlamıştır. Yapılan işbirliğine göre İran kendi
topraklarında PKK’ya kamplar açacak ve Urmiye şehrinde üstlenmesine izin verecektir. PKK ise başta ağrı, Kars
ve Van gibi sınır illerinde kırsalda ve şehirlerde eylem yapacak, bu eylemlerde İran ve onun din anlayışının
propagandası yapılacaktır. Bu çerçevede Libya sorumlusu Osman Öcalan İran sorumlusu olarak atanmış ve
İran’ın silah ve lojistik desteğiyle Doğu Anadolu illerinde eylemler başlatılmıştır. Aynı İran diğer yandan da
IKDP’ye destek vererek Kuzey Irakta anti-Türkiye propagandasına başlamıştır112.

Öcalan’ın İran ve Şiilik konusunda kaleme aldığı yazılarda da İran faktörünü ön plan çıkardığı görülmektedir.
Öcalan; “İran'ın bölünmekten çok federalizme yatkınlığı daha güçlüdür. 2500 yıllık devlet geleneğinde de federalizme benzer öğeler
hakimdir. Halkın yoğunlaşan özlemleri ile çağdaş bir federalizm bütünleşirse, Iran bölgenin en güçlü demokratik federasyonu olabilir.
Bir nevi ikinci Rusya gibi olur. İran kültürü demokratikleşmeye daha yatkındır. Tarihsel direniş gelenekleri, Zerdüşt'ten Mazdek'e,
Babek'ten Hasan Sabah'a kadar birçok tarihi şahsiyet daha çok demokrasi kültürüne altyapı oluşturur.

İslamiyet ortamında Zerdüştlük bir nevi kültür direnişçiliğidir. Kürt kültürünün yabancılaşmaya karşı soylu bir direnişidir.
Zayıf ve Hz. Ali yanlısı bir İslami örtüye bürünmüş Kürt Aleviliği de Zerdüştlükten sonra en güçlü Kürt kültür direnişçiliğidir;
Kürtlerdeki Şialıktır. Buna karşılık, özellikle ovaya yakın Güney Kürtlerinde gelişen Sünni İslam'ı en gerici ve işbirlikçi karakterde
gelişmiştir. Kültürel soyunu inkâr eden feodal-tüccar zihniyetin bu güçlü temsilcileri, özellikle Urfa, Mardin, Siirt kent ve yakın
yörelerinde süper bir ihanet içerisindedirler. Müthiş işbirlikçi ve çıkarcıdırlar. İran etkisi altındaki Kürtlerde bozulma daha az olmuştur.
Ulusal kültürel özlerini daha otantik yapılarıyla korumaktadırlar…

PKK Birinci Konferansı (1981) ve İkinci Kongre (1982) çalışmaları da yapılarak ülkeye daha esaslı ve kalıcı yönelmeye çalışıldı.
1982 Israil-Filistin savaşı bu süreci daha da hızlandırdı. Aslında İran Devrimi'yle oldukça elverişli koşullar yaşayan Doğu ve Güney
Kürdistan'da üslenme ve çalışma yürütmenin daha uygun olacağı ortaya çıkmıştı…113” ifadeleri de onun İran’a bakışını ortaya
koymaktadır.

Dağlı, a.g.k., s.97.


112

113
Abdullah Öcalan, Kendine Özgü Bir Tarih ve Güncellik Yorumuyla, Kürdistan Devrimcilerinin Çıkışı Adlı
Makale

356
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Örgüt, İran devletinin bu dönem 20 kadar kampın açılmasına izin vermesinin akabinde yeniden
toparlanmaya başlamıştır. İran alanının örgüte açılmasından sonra Avrupa’da kandırılan çok sayıda yeni katılım
militan Almanya üzerinden uçakla Tahran’a veya Avrupa’dan Ermenistan’a oradan da İran’a, İran’dan da
örgütün kamplarına aktarılmıştır. Bu yolla binlerce kişinin kırsala gönderildiği bilinmektedir.

PKK örgüt militanı Hacer T.’nin ifadesinde; “…1998 yılı Mayıs ayında Ben, ŞEYHMUS KOD, BÜRÜKS ve
HEMDEN KOD isimli örgüt mensupları ile birlikte DENİZ KOD'un refakatinde Atina hava limanına geldik. Burada
DENİZ KOD bizlere üzerinde kendi fotoğrafım yapışık olan ancak kimin adına tanzim edildiğini bilmediğim sahte
pasaportları bizlere verdi. Bu pasaportlarla uçağa binerek İran'ın Tahran şehrine gitmek üzere hareket ettik. Uçak başka bir
yerde aktarma yaptı. Burada bana Yunanistan'da temin edilen siyah renkli çarşaflan burada üzerimdeki elbiselerin üzerine
giydim. Daha sonra da Tahran'a indik. Oradan da örgütün kamplarına gönderildik…”şeklindeki beyanları PKK’ya İran
üzerinden elaman aktarımının kolaylığını göstermiştir.

Öcalan ve örgütü PKK, Marksist-Leninist-Sosyalist olmasına karşın İran ile yakınlaşmasının akabinde
dini referans alan yeni grupları oluşturmaya başlamıştır. Bu kapsamda HİK (Kürdistan İmamlar Birliği) adıyla
bir yapı daha oluşturarak, başına Abdurrahman Dürre’yi getirmiştir. Abdurrahman Dürre kitleye Molla olarak
tanıtılmış olmasına rağmen, Dürre’nin dinle alakası olmayan biri olduğu daha sonra açığa çıkmıştır.

PKK/HİK’in oluşumunda İran ve Alman istihbarat birimlerinin katkısı gözden kaçırılmamalıdır. HİK,
Sünni inanışın temel prensiplerini bozmak, dindar olan Kürt halkının inanç sistemiyle oynamak, bölge halkını içi
boşaltılmış ve çarpıtılmış dini bidatlarla oyalamak için kurgulanan bir yapıdır. Bu yapı genelde de başarılı olmuş,
PKK ve siyasi uzantısı olan Türkiye’de partileri etkilemiştir.

Bu yapı aracılığı ile geneli inançlı olan bölge halkının PKK’ya yaklaşması sağlanacaktır. Abdurrahman
Dürre yıllarca Almanya merkezli olarak PKK’ya hizmet etmiş ve birçok kişiyi ikna ederek kırsala göndermiş,
bunlardan etkilenen oğlu da kırsala çıkmıştır. Örgütün silahlı güçlerine katılan Berzan Dürre, kırsalda yaşanan
hadiselere şahit olduktan sonra PKK’nın ve Öcalan’ın ajan olduğunu, derin güçlere hizmet ettiğini ifade etmiştir.
Berzan Dürre’nin bu ifadeleri onun sonunu hazırlamış ve tasfiyeci olduğu gerekçesiyle infaz edilmiştir.

1989 yılına gelindiğinde örgüt İran kamplarında eğitim gören militanlarının bir bölümünü Botan eyaleti
olarak adlandırılan Cizre, Silopi, Nusaybin ve Şırnak çevresine göndermeye başlamıştır. 3. kongrede
kararlaştırılan şekliyle sözde militan sayısının 50 bin rakamına ulaştırılması için çıkarılan “Zorunlu Askerlik
Kanunu” nun ana uygulayıcıları da bahse konu kamplarda eğitim gören kadrolar olmuştur.

Bu yılla birlikte silahlı militan güçler, gerilla düzeninden ordu düzenine geçmek suretiyle, 150-200 kişilik
gruplar halinde saldırılar yapmaya başlamıştır. Durum böyle olunca da Türk güvenlik güçlerinin verdikleri kayıp
miktarı önemli ölçüde artmıştır.

357
FARUK ARSLAN

1990 yılı ile birlikte alınan kararlarda, “Genel Ayaklanma” başlatma, “Kürdistan Ulusal Meclisini”ni toplama
ve “Savaş Hükümeti” ilan etme hedefleri ortaya konmuştur.

Örgütün 1990 yılı hazırlıkları ve planları Kuzey Irak ve İran’da yapılmıştır. Planlamalarda önemli
hedeflerinden birisi de “Koruculuk Sisteminin” ortadan kaldırılması olarak ifade edilmiş ve “Kürdistan’da Zorun
Rolü” anlayışıyla doğrultuda askeri güçler ile koruculara yönelik pusular atılmıştır. 1990 dönemiyle, bölgede
ulaşımı engellemek ve kentler arası karayollarını kullanılamaz hale getirmek doğrultusunda alınan kararlar
nedeniyle; karayolları ve demiryolları mayınlanmış, pusular kurulmuş ve ikinci derecedeki yollar kullanılmaz
hale getirilmeye çalışılmış, önemli ekonomik tesisler hedef alınmış, okulların kapatılmasına çalışılmış,
öğretmenler öldürülmüştür. 1987-1990 arasında toplam 21 öğretmen öldürülmüş, yüzlerce okulda yakılarak
kullanılmaz hale getirilmiştir.

Örgütün bu faaliyetlerine rağmen III. Kongrede karar altına aldığı “Botan Eyaletinin Fethi” hedefi
gerçekleştirilememiştir. “Bir Parça Özgür Vatan” sloganıyla yapılan çalışmalarda istenilen hedeflere
ulaşılamadığından yeni kararlar alınması ve yeni düzenlemeler yapılması gündeme gelmiştir.

Bu çerçevede 04-13 Mayıs 1990 tarihinde, Lübnan’da, II. Ulusal Konferans adı altında bir toplantı
yapmıştır. Bu Konferansta Örgütün 90’lı yılların başlamasıyla birlikte izleyeceği siyasi, askeri ve ekonomik
hedefler saptanmış, PKK’ya yönelen tüm güçlerin ve tasfiyecilerin ağır bir biçimde cezalandırılması gerektiği
belirtilmiş ve ARGK’den, şiddeti “Düşmanın Geri Üssü”, “Cephe Gerisi” olarak nitelenen metropollere ve batı
illerine kaydırması, Güvelik güçlerine yönelik eylemlerle TSK’nin kırsaldan şehir merkezlerine çekilmesi ile
ekonomik hedeflerin vurulması istenmiştir.

Ayrıca alınan kararlara göre yeni dönem çalışmalarının istenildiği gibi işletilebilmesi için Suriye, Lübnan,
Yunanistan, Almanya, GKRK, Irak ve İran’dan azami ölçüde desteğin alınması, vergilendirme gelirlerinin
arttırılması ve örgüte katılımın hızlandırılması, sınır boylarında vergilendirme yapılması gerektiği ve 4. Kongre
hazırlıklarına başlanması ifade edilmiştir.

PKK’nın 4. Kongresi 26-31 Aralık 1990 tarihinde yapılmıştır. Kongrede halkın ve korucuların tekrar
kazanılması, bu amaçla 31 Aralığa kadar bir af kanunun çıkarılması, örgütü zor duruma sokan çocuk kaçırmalara
son verilmesi, 18 yaşından küçüklerin örgüte alınmaması, metropollerdeki legal kurumlaşmaya ve basın-yayın
faaliyetlerine hız verilmesi, köy, ilçe ve şehirlerdeki halkın güvenlik güçleriyle karşı karşıya getirilerek, güvenlik
güçlerinin halka saldırmasının sağlanması, akabinde bölge halkının örgütlendirilmesinden sonra sehildana
(ayaklanma) geçilmesi ve 1991-1992 yıllarında güçle silahlı baskınların gerçekleştirilmesi kararlaştırılmıştır 114.

114
Kışlalı M. A., Güneydogu Düsük Yogunluklu Çatısma, 1996, s.174

358
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Zorla askerlik yasası adıyla çocukların kaçırılarak dağa çıkarılması örgüt ve bölge halkını karşı karşıya
getirmiş olsa da aslında bu uygulama örgüte önemli bir kazanç sağlamıştır. Kaçırılan birçok aşiret reisi, çocuğunu
alabilmek için PKK’ya destek vermek zorunda kalmış, kaçırılmış olsa bile kırsalda ölen birçok çocuğun ailesi
çocuklarının hatıraları nedeniyle örgütün istismarına açık hale gelmiştir. Bunu gözlemleyen örgüt yöneticileri ise
özellikle kaçırılarak kırsala götürülen gençleri zamanla iç infazla öldürtüp, ailelerine ise; “çocuklarınız T.C. ile
savaşırken şehit oldu, o büyük bir devrimciydi” söylemlerini kullanıp, devlet ve aileler arasına onarılmaz yıkımlar
oluşturmuşlardır.

Bu kongrede en önemli karar serhildan eylemlere geçilmesi olmuştur. Örgüt önceki yıllarda dağlarda
kurtarılmış alanlar oluşturmak istemiş, fakat başarılı olamamış, aktif silahlı mücadelede daima kaybeden taraf
olmuş ve neticesinde vur kaç taktiği ile uygulanan saldırı tarzı yanında şehirdeki siyasal eylemler ve halka
yönelik bombalı saldırıların daha kazanç getirdiği kanaatine varılmıştır.

Körfez Savaşı Ve Çekiç Gücün Konumlandırılması

İran-Irak Savaşı'nın 1988'de sona ermesinden sonra Saddam rejimi Kuveyt'in savaş yılları boyunca
kendisine ait petrolü çaldığını, üretimi yüksek tutarak, petrol fiyatlarının düşmesine neden olduğunu ve böylece
Irak'ı zarara uğrattığını ileri sürerek, bu ülkeye 50-80 milyar Doları civarında tahmin edilen borcunun silinmesini
istemiştir.

Irak hükümetinin bu isteğinin kabul edilmemesinin akabinde 1990 yılının yaz aylarında Irak ve Kuveyt
devletleri arasında dünya dengelerini sarsacak olaylar baş göstermiştir.

Ortaya çıkan gerginlik sonrasında Irak ordusu Kuveyt sınırına asker sevkiyatı yaparak, işgal
harekâtına gireceğinin ilk sinyallerini vermiştir. Saddam Hüseyin işgali meşrulaştırmak için 25 Temmuz 1990'da
ABD'nin Bağdat Büyükelçisi April Glaspie bir görüşme gerçekleştirmiş ve görüşmede Kuveyt’e girileceği ifade
edilmiştir. Glaspie görüşmede; "Bu, Arapların kendi aralarındaki bir sorun. ABD'yi ilgilendirmez"115 ifadelerini
kullanarak olaylarda ülkesinin tarafsız kalacağı imasında bulunmuştur.

Uluslararası ilişkiler uzmanları Irak liderinin Kuveyt'e karşı giriştiği saldırı ve işgal hareketinin açık
hedefinin aslında bu ülkenin zengin petrol rezervlerini ele geçirmek ve bu yöntemle sekiz yılı bulan savaşın acı
tahribatlarını ortadan kaldırmak olduğunu belirtmişlerdir. Saddam Hüseyin Amerikalılarla yapılan görüşmeden
sonra işgal konusunda daha da cesaretlenmiş ve 2 Ağustos 1990'da Irak'ın Kuveyt'i işgali gerçekleşmiştir.

115
Yeni Asya Gazetesi, Özal’ı Korkutan Neydi? Başlıklı Haber, 25 Ocak 2007.

359
FARUK ARSLAN

İşgal uluslararası camiada tepki ile karşılanmıştır. Saddam Hüseyin yönetimi, uluslararası tüm çağrılara
rağmen ısrarlı bir tutumla Kuveyt'teki kuvvetlerini çekmeyi reddetmiş ve 8 Ağustos 1990'da Kuveyt'i Irak'ın 19.
ili olarak ilhak ettiğini açıklamıştır.

Kuveyt'in işgaliyle birlikte Irak, dünyanın bilinen petrol rezervlerinin yüzde 20'sini ele geçirmiştir.
Durum böyle olunca Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, 3 Ağustos'ta Irak'a Kuveyt'ten çekilme çağrısında
bulunmuş ve 6 Ağustos'ta da uluslararası düzeyde Irak'la ticareti yasaklayan bir karar almıştır.

Irak’ın Kuveyt’i işgalinden sonra Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi 29 Kasım 1990'da Irak'ın 15 Ocak
1991'e değin Kuveyt'ten çekilmemesi halinde kuvvete başvurulmasını öngören bir karar almıştır.

Kuveyt'in işgalinden sonra, Batı ülkelerinin gizli servisleri dezenformasyona başlayarak, BM’lerin Irak’a
müdahalesi için psikolojik alt zemin oluşturma başlamışlardır. Savaşın psikolojik alt yapısının hazırlanmasında
CIA ve Suudi Arabistan’ın desteklediği Hür Irak’ın Sesi radyosunun önemli desteği olmuştur. Bu dönemde
Amerikalılar Kuzey Irak’ta bu radyo kanalına ayarlı on binlerce transistörlü radyo dağıtarak halkı bu yönde ajite
etmiştir.

Yayılan haberlerde; Irak’ın, Suudi Arabistan için de potansiyel bir tehdit olmaya başladığı; Irak'ın Suudi
Arabistan'a da girmesi halinde, dünya petrol rezervlerinin yarıya yakınının Saddam’ın eline geçeceği ifade
edilerek, dünya kamuoyu yönlendirilmeye başlanmıştır.

Hür Radyo’dan sonra Amerika’nın Sesi Radyosu 25 Nisan 1991 tarihinden itibaren Kürtçe yayınlara
başlamış, 1992 nevruzundan sonra ise yapılan yayınlarda PKK’dan terör örgütü değil de, ayrılıkçı hareket olarak
bahsedilmeye başlanmıştır.

ABD, NATO’daki Avrupalı müttefiklerini olası bir saldırı ihtimali dolayısıyla Suudi Arabistan'a asker
sevk etmeye yöneltmiştir. Mısır ve öteki bazı Arap ülkeleri de Irak karşıtı koalisyona katılmış ve bölgeye kuvvet
göndererek Batılı güçlerin askeri yığınağa katkıda bulunmuşlardır. Ocak 1991'e gelindiğinde Saddam'a karşı
oluşturulan koalisyonun bölgedeki askeri gücü 700 bine ulaşmıştır. Koalisyonda ABD 540 bin askerle bu gücün
en önemli unsuru olurken, Birleşik Krallık, Fransa, Mısır, Suudi Arabistan ve Suriye gibi ülkeler daha küçük
askeri güç bulundurmuşlardır.

Irak güçlerinin Kuveyt’ten çekilmemesinin akabinde Çöl Fırtınası (İngilizce: Desert Storm) adı verilen kara
harekâtının yapılması gündeme getirilmiştir. Savaş, ABD öncülüğünde 16-17 Ocak 1991günü gece yarısı geniş çaplı
hava harekâtıyla başlamıştır. Şubat ortalarında başlayan kara harekâtı 27 Şubat'ta sonlandırılmıştır. ABD başkanı
George Bush 28 Şubat'ta ateşkes ilan ettiğinde, Irak direnişi bütünüyle kırılmıştır.

360
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Savaş müttefik güçlerin lehine sonuçlandığından, ateşkes görüşmeleri, Körfez Savaşı'na katılan
Koalisyon Kuvvetleri ve Irak askeri heyetleri arasında 3 Mart 1991 günü Kuveyt-Irak sınırının 5 km kuzeyindeki
Safven kasabası yakınında bir Irak hava üssündeki çadırda yapılmıştır. Görüşmeleri Koalisyon Kuvvetleri
komutanı ABD'li General Norman Schwarzkopf, İngiliz komutan Sir Peter De La Billiere ve Fransız General
Michel Roquejeoffre ile Iraklı Generaller Sultan Haşim Ahmet ve Irak'ın Kuveyt işgalinde 3. Alay komutanı olan
Salih Abbud Mahmut yürütmüştür.

Savaş sonrasında Irak güçleri BM Güvenlik Konseyi'nin 686 numaralı kararı doğrultusunda
Kuveyt’ten tamamen çekilmiş ve tazminat ödemek zorunda bırakılmıştır. Savaşın hemen akabinde ABD güçleri
Kuzey Irak’ı içine alan 36. Paralel üzerinde uçuşa yasak bölge ilan ederek, Kuzey Irak’ın fiili olarak federal yapıya
kavuşmasını için planlamalar devreye sokulmuştur.

ABD’nin bölgede yaptığı faaliyetlerin amaçlarından birinin de Irak petrol rezervlerini ele geçirmek
olduğu artık herkesçe bilinmektedir. Amerikalılar bu planlamanın gerçekleşmesi için bölgede istikrarsız bir ortam
meydana getirilmesinin gerektiğini gördüklerinden, Irak’ın üç ana unsurlarından Kürt, Sünni Arap ve Şii Arapların
bir birleriyle mücadele etmesi ve bu güçlerin aynı zamanda Saddam rejimi ile de çatışması gerektiğini görmüşlerdir.
Buna göre tüm etnik ve dinin unsurlar Saddam rejimi ile mücadele ederken, aynı zamanda bir birleriyle de çekişme
ve çatışma yaşamalıdır.

Amerikalılar bu çerçevede her kesimle ayrı ayrı görüşülerek, ayrılıkçı faaliyetlerin hızlandırılması için
destek sunacakları ifade edilmiştir. Yine bölgede istihbarı ve askeri faaliyetlerin yanında basın yayın faaliyetlerine de
hız verilerek, planlı propaganda çalışmaları da devam ettirilmiştir. Bu amaçla tanınan birçok yazar ve düşünüre
makaleler yazdırılarak, yönlendirme yapılmıştır.

Bu isimlerden Graham Fuller konu ile ilgili olarak hazırladığı raporunda, Kuzey Irak için oluşturulan
Çekiç Güç’ün Kürtler için tarihlerindeki en önemli fırsatı yarattığını ve bu sayede fiili özerk bölgenin kurulduğunu,
Saddam’ın iktidarda kalmasının Kuzey Irak’ta fiili Kürt devletinin kurulmasına zemin hazırlayacağını ve bunun
Türkiye’ye olumsuz etkilerinin olacağını belirtmiştir.

Fuller makalesinde ayrıca; “Körfez savaşı öncesi statükoya artık dönülemez. Türkiye en azından Kürtlere geniş
bir muhtariyet veren bir çeşit sisteme geçmelidir… PKK, ahlaki olmayan bir gerilla savaşı sürdürüyor olsa bile terör örgütü
değildir. PKK bugün Türkiye Kürtleri adına konuşan tek ciddi siyasi harekettir… Türkiye eğer Avrupa ekonomik topluluğuna
girmek istiyorsa insan haklarını Avrupa standartlarına çıkarmak zorundadır…116” ifadelerine yer vermiştir.

116
Fuller G., Kürtlerin Kaderi, Avrasya Dosyası, Cilt:1/1, s.138-146.

361
FARUK ARSLAN

Savaş sonrasında ABD’nin Irak’ı tamamen etkisizleştirme fırsatı olmasına rağmen, bu yönde bir
politika izlenmemiş, böylece Saddam’ın Kürt ve Şiilere karşı şiddet kullanmasına göz yumulmuştur. Savaşın hemen
sonrasında Saddam güçleri Kürtlerden intikam alma adına bir çok yerde saldırılara girişmiş, ABD’nin de olaylara
seyirci kalmasının akabinde 1,5 milyon kişi katliam yapacağı endişesiyle Türkiye sınırına doğru göç etmeye
başlamıştır.

Mevcut durum ABD tarafından fırsata dönüştürülerek bölgeye Çekiç Güç konuşlandırılmıştır. Çekiç
Güç bölgede kalacağı uzun yıllar boyunca daha sonra gerçekleşecek Irak işgali için zemin hazırlamış ve Türkiye’nin
terörle mücadelesini olumsuz etkileyecek çalışmalar organize edilmiştir.

ABD’nin Irak’a girmesi ile ilgili hazırlıkların yapıldığı dönemde, Irak’a müdahale ile birlikte
Türkiye’nin muhtemel tavrı üzerine de bir takım tahminler yapılmıştır.

Cengiz Çandar kriz sonrasında Pentagon’da bazı çevrelerin “Türkiye’nin Musul’da 1920’den doğan bazı
hakları vardır” dediğini, buna karşılı ABD Dışişleri Bakanlığının “Arap dünyasını karşımıza alamayız “ şeklinde görüş
bildirdiğini söylemektedir117. Michael Foucher ise Irak’ın parçalanması halinde Türkiye’nin kuzeyi (Kerkük) işgal
etmekten çekinmeyeceğini iddia etmiştir118. Antony Hayman ise ABD Kongresi için hazırladığı raporda, İran
karşısında Irak ordusunun savaşı kaybetmesi halinde Türkiye’nin Irak’a girmesini Amerika’nın onayladığını ifade
etmiştir.

Türkiye’nin kendi ülke bütünlüğünü koruması açısından her zaman Irak üzerinde söz hakkı olmuştur.
Bu haklar 1926 yılında imzalanan sınır anlaşması ile garanti altına alınmış olup, buna göre iki ülke, ülkelerine yönelik
faaliyetlere izin vermeyeceklerdir. Türkiye ayrıca 1983 yılında kuzey Irak’a gerçekleştirdiği harekât sonrasında, Irak
devletiyle 28 Kasım 1984 yılında ikinci bir güvenlik protokolü imzalamıştır.

ABD’nin Irak’a müdahalesi sonrasında ilk ayaklanma Ranya’da 6 Mart 1991 de meydana gelmiş,
akabinde ise Erbil, Süleymaniye ve Duhok Kürtlerin eline geçmiştir. 14 Martta ise Kerkük’e yönelen Kürt gruplar
burada da kontrolü ele geçirmişlerdir. Kürtler savaş sonrası Irak yönetiminden bazı kentleri alsalar da sonrasında
Saddam güçleri bu hareketi şiddet kullanarak bastırma yoluna gitmiştir. Irak askerlerinin bu saldırılarında çok sayıda
Kürt hayatını kaybetmiştir. Bu durum bizzat Senato Dış ilişkiler başdanışmanı Peter Galbraith tarafından eleştirilerek
Kürtlerin ölüme terk edildiği ifade edilmiştir119.

Mültecilerin Türkiye sınırına gelmesinden sonra BM tarafından bu kişilerin korunması amacıyla bir
takım kararlar alınmış ve birçok Avrupalı NGO bölgeye yardım getirmeye başlamıştır. Dış İşleri Bakanlığına Ekim

117 Çandar C., Medeni Hakları Kabul Edildiği Ölçüde, Kürtleri Türkiyeye Entegre Edebiliriz, Demokrasi Kuşağı,
Ankara, Ocak-Şubat 1995, s.32.
118 Foucher M., Fronts et Frontiers, Paris, 1991. s. 308.

119 Turan Yavuz, a.g.k., s.141, 147.

362
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

1992 de sunulan rapora göre, o dönemde Kuzey Irakta faaliyet gösteren NGO’ların sayısı 47’dir120. Fakat ilerleyen
zaman bu yardımların masum bir destek olmadığını göstermiştir. Bu yönlü faaliyetlerin araştırılması sonrasında
bölgede görev alan 22 NGO’dan 21’nin kilise teşkilatı, birinin ise İsrail’in İstanbul Başkonsolosluğu adına faaliyet
gösteren bir kurum olduğu ortaya çıkmıştır.

TBMM İnsan Hakları İnceleme Komisyonu konu ile ilgili olarak yaptığı çalışma sonunda hazırladığı
raporda; bu NGO’ların doğrudan veya dolaylı olarak Türkiye’ye karşı yürütülen terörist faaliyetlerin desteklediğini
ortaya çıkarmıştır121.

Bu noktadan geçmişe bakıldığında ise Irak’ın Kuveyt’e girerek kendine göre bir takım kazançlar elde
etme amacı olduğu, bu amaçla bir takım faaliyetler yaptığı, neticede ise kaybeden taraf olduğu muhakkaktır. Türkiye
ise bu savaşta Batılı güçlerin yanında yer almış ve her türlü desteği vermiş olmasına rağmen yine kaybeden taraf
olmuştur.

Kaybeden taraf olarak Türk devleti, Kürtlerin Türkiye sınırına ve iç kesimlerine göçüyle birlikte, sınır
güvenliğinin yeniden ele alınmasını ve meydana gelen boşluğun PKK tarafından kullanılmasının önüne geçmek için
bir takım tedbirler almak zorunda kalmıştır. Bu amaçla da 1991 yılında Kuzey Irak’taki PKK kamplarına askeri
operasyon yapılmış ve örgütün saldırıların önüne geçilmeye çalışılmıştır. Bu askeri operasyon olumsuzlukları daha
da derinleştirmiş, ülkemiz uluslararası camiada yalnızlaştırılmıştır.

Batılı güçlerin desteği ile Kuzey Irak’ta meydana getirilen kısmi özerk ortamda Çekiç Gücün koruması
altında, 19 Mayıs 1992 de seçimler yapılmıştır. KYB ve KDP bu seçimler sonrası bölgenin liderliğe taşınırken,
Türkiye’ye yakınlığı ile bilinen ve Mart 1991’deki Erbil ayaklanmasını başlatan Ömer Hıdır Surçi liderliğindeki 65
aşiret seçimlerde saf dışı bırakılmıştır. Türkiye ve politikalarının dışlandığı seçim sonrasında, fiili olarak ABD ve
İsrail’e bağlı federal Kürdistan kurulmuştur.

Irak’ın Kuveyt’e saldırdığı yıllarda dönemin Başbakanı Turgut Özal Irak’ın statüsünün değişmesinin
ardından meydana gelen boşluk ve artan terör hadiselerinin sonlandırılması için Kuzey Irak’a askeri bir operasyonu
gündeme getirmiştir. Özal Ortadoğu’daki bu gelişmelerin Türkiye’nin aleyhine olacağını değerlendirerek, geçicide
olsa Kuzey Irak’ta Türk askerlerinin var olması, en azından Kuzey Irak sınırında bir tampon bölge oluşturulması
gerektiğini ifade etmiştir.

Körfez krizinde aktif politika izlemek isteyen Özal, Dışişleri Bakanı Ali Bozer ve Genelkurmay Başkanı
Necip Torumtay ile karşı karşıya kalmıştır. Özal'ın tutumuna tepki gösteren Dışişleri Bakanı Ali Bozer 11 Ekim 1990,
Milli Savunma Bakanı Safa Giray ve Genelkurmay Başkanı Necip Torumtay 3 Aralık 1990 görevlerinden istifa

120 Aydınlık Dergisi, 8 Nisan 1995, no: 404, s.10.


121
TBMM İnsan Hakları İnceleme Komisyonu Başkanlığı: Faaliyet Raporu, Ankara, 1992, s.39-41.

363
FARUK ARSLAN

etmişlerdir. Ayrıca Özal'ın uygulamak istediği aktif siyaset muhalefet tarafından sert biçimde eleştirilmiş, böylece
devlet olarak kullanabileceğimiz tüm hamleler iç muhalefet nedeni ile yitirilmiştir.

Sayın Özal’ın en azından sınırın Irak tarafında tampon bölge oluşturma gayreti ise müdahaleci
güçlerce olumsuz karşılanmıştır. ABD tampon alanın Irak’ta değil Türkiye’de olmasında ısrar etmiş ve Türk tezlerini
görmemezlikten gelmiştir122.

ABD bu kriz sırasında Ankara'dan; Türkiye’deki üslerin Irak'a yönelik hava harekâtlarında
kullandırılması ve böylece Saddam'ın Kuveyt cephesindeki asker sayısını azaltması için Türkiye'nin Irak sınırına
asker kaydırması konularında yardım istemiştir. Özal'ın Suudi Arabistan'da toplanan koalisyon kuvvetlerine birlik
gönderme ısrarı da dönemin askeri yetkililerince kabul görmemiştir.

Türkiye her şeye rağmen 180,000 kadar askeri Irak sınırına kaydırarak, Irak'ın kuzeyde 8 tümen
tutmasını sağlamış ve kara savaşında koalisyon güçleri üzerindeki yükü hafifletmiştir.

Türkiye 8 Ağustos 1990'da, BM'nin Irak'a ambargo kararlarına uyarak, Kerkük-Yumurtalık petrol boru
hattını kapatmıştır. Körfez Savaşı'na fiili olarak katılmayan Türkiye, Ambargoya katılmak zorunda kalmış ve İncirlik
Hava Üssü'ndeki Amerikan uçaklarının kullanılmasına müsaade etmiştir.

Daha sonra gelişen olaylar ise Özal haklılığını ortaya çıkarırken, artık yapacak bir şeyin kalmaması da
siyasetteki derin güçlerin varlığını ortaya koymuştur. Irak’ın işgalinde Türkiye maddi ve askeri olarak büyük
kayıplar yaşarken, Türkiye’nin pasif siyaseti sonrasında İsrail işgalin en karlı çıkan tarafı olmuştur.

Yaşanan direnç nedeniyle Özal'ın Musul ve Kerkük'le federasyona gidilmesi, bölgedeki Arap
ülkeleriyle geliştirilecek ekonomik ve ticari ilişkiler ile bu ülkelerin potansiyel pazar olarak kullanılası planları ne
yazık ki neticelenmemiştir.

Bu başarısızlıkta dönemin askeri komuta kademesinin direnç göstererek, hükümetin karalarını


uygulamaması daha sonra yaşanacak tüm olumsuzlukların da nedeni olmuştur.

Savaş sonrasında Kuzey Irak’ta bulunan bazı sınır kapıları kapatılmış, 8 Ağustos 1990'da, BM'nin
Irak'a ambargo kararlarına uyularak Kerkük-Yumurtalık Petrol Boru Hattından petrol geçişi durdurulmuş ve Irak’a
iş yapan tüm şirketler Türkiye’ye geri dönmek zorunda kalmıştır. İşgalden sonra geçen 12 yıl içerisindeki Türkiye’nin

122
Kendal N., Les Choix de I’Occident, 1994, s.11.

364
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

ekonomik kaybının 100 milyar dolar olduğu ifade edilmektedir. ABD ise savaş sonunda tüm savaş harcamalarını
Kuveyt, Suudi Arabistan ve Kuzey Irak yönetiminden geri almıştır.

Savaş sonrasında Avrupa Topluluğunun Lüksemburg’daki zirve toplantısında, İngiltere ve Fransa’nın


isteği ve ABD’nin desteği ile Kuzey Irak’ta bir tampon oluşturulmuş ve bu bölgenin korunması için Amerikan,
İngiliz ve Fransızlardan oluşan “Çekiç Güç” adıyla bir askeri yapı oluşturulmuştur. Bu birlik görünürde Iraklı
mültecilerin korunması vazifesini yerine getirirken, arka planda Bağımsız Kürt devletinin kurulması ve daha da
ötesi PKK faaliyetlerinin desteklenmesinde kullanılmıştır.

Tennesse Teknoloji Üniversitesi öğretim üyesi Profesör Michael M. Günter körfez savaşı sonrası durumu
anlatan bir yazısında, “çekiç güç harekâtının devam edeceği izni verildikten soran türküye, gerçekten fiili bir Kürt devletini
pekiştirmiştir…123” ifadelerine yer vermiştir. Herkesin bildiği gibi her hükümet tarafından altı aylık dönemler
halinde Çekiç Gücün süresi uzatılmıştır.

Savaşın bir o kadar önemli başka bir sonucu da, Irak'ın zayıflamasıyla beraber, İran'ın bölgedeki
ağırlığının artmasıdır. Savaşta el altından ABD’ni destekleyen İsrail, Irak'ın yenilmesiyle rahatlarken, Irak'ın
yanında yer alan Filistin Kurtuluş Örgütü zor durumda kalmıştır. ABD ise, bu savaşta 500,000'den fazla askerini
Orta Doğu'ya kaydırıp, Irak'ı kesin bir yenilgiye uğratarak uluslararası alanda lider olduğunu ve Vietnam
sendromunu atlattığını göstermiştir.

Yine demode olan ve silahsızlanma anlaşmaları doğrultusunda elinden çıkarmak zorunda olduğu silah
ve cephanenin bir kısmını burada kullanarak, bunlardan kolay yoldan kurtulmuş, yeni silah sistemlerini gerçek
savaş ortamında denemiş ve geliştirmiş, Saddam'ı devirmeyerek, ondan çekinen tutucu Körfez ülkelerine daha
sonraki dönemde büyük miktarlarda silah satarak fazladan büyük karlar elde etmiştir.

Savaş sonunda ise Irak'ı fiilen üçe bölmüş, ambargo uygulayarak ülkeyi ekonomik bağımlı hale getirmiş
ve bu ülkenin petrol ihracını baskı altına alarak, uluslararası alanda petrol fiyatlarını denetleyebilmiştir.

Örgütün Körfez Savaşı ve Çekiç Güc’e Bakışı

Irak’ın Kuveyt ile sorun yaşadığı Mayıs 1990 döneminde PKK terör örgütünün II. konferansı Lübnan’da
yapılmıştır. Bu konferans sırasında Ortadoğu’da meydana gelen gelişmeler ele alınmış ve gelişmelerin izlenerek yeni
stratejiler geliştirilmesine karar verilmiştir.

123
Gunter M., Kuzey Irakta Fiili Kürt Devleti, Avrasya Dosyası, cilt: 1/4, s. 184.

365
FARUK ARSLAN

II. Konferansta örgüt, gelişmelerin takip edilmesini ve kazanan tarafa göre yeni politika geliştirmesini, her
halükarda meydana gelecek kargaşa ortamının kendileri lehine sonuçlar vereceği değerlendirmelerinde
bulunulmuştur. Bu değerlendirmelerin neticesinde kazansa yada kaybetse de Saddam ile ilişkilerin karşılıklı
menfaatler çerçevesinde devam ettirilmesi, Kuzey Irak’ın Merkezi Hükümetin kontrolü dışında kalan bir alana
çevrilmesi ve Irak’taki diğer Kürt grupların saf dışı bırakılması için ilişki geliştirilmesi hedeflenmiştir.

Kuveyt işgalinin akabinde Öcalan tarafından 2 Ağustos 1990 tarihli bir bildiri yayınlamıştır. Bildiride
“…mevcut statükonun parçalanması herkesten çok Kürt halkının yararına olacaktır… diyebiliriz ki ilk kez tarih kurutuluşa
azmetmiş halkımızın yüzüne gülecektir. Burada bağımsızlık kokuyor” şeklinde beyanı olmuştur124.

Öcalan 22 ağustos 1990’da yaptığı diğer bir değerlendirmede; “Irak’ta iktidar artık zayıflamıştır. Denetimden
kurtulmuş bir Kürdistan’ın muazzam bir devrim zemini haline gelmesidir. Kuzey Irak’ta gelişecek bir mücadele kuzey ve güney
Kürdistan’ın birleşmesidir…125” ifadelerine yer vermiştir.

Örgüt tarafından yapılan diğer değerlendirmede ise; “güvenlik kuşağını direniş kuşağı yapacağız ve burayı üs
olarak kullanacağız” ifadelerine yer verilmiştir.

İkinci konferansın yapıldığı bu dönemde PKK’nın ikili oyunun bir gereği olarak Irak devletiyle sıkı bir iş
birliği içerisinde olduğu görülmektedir. Saddam Hüseyin bu süreçte, Türkiye’nin çeşitli bahaneler üzerinden
kuzeyden Irak’a girerek, topraklarının bir kısmını ele geçirmesi yönünde kuşkuya kapıldığından, PKK eliyle kuzey
sınırını güvence altına almak istemiştir. Fırsatı iyi değerlendiren PKK ise Bağdat’ta kurmuş olduğu bürosu aracılığı
ile Saddam güçleriyle yakın temas bulunmuş ve önemli parasal destek almıştır.

Bu desteğin sonrasında Abdullah Öcalan yaptığı bir açıklamada, Türkiye’nin Irak’a giresi halinde Irak
devletiyle birlikte ortak mücadele etme kararı aldıklarını belirtmiştir126. Barzani, Halepçe katliamının yaşandığı ve
binlerce Kürt’ün zehirli gazlarla öldürüldüğü sırada PKK’nın Irak güçleriyle işbirliği içerisinde olduğunu, bu işbirliği
karşılığında PKK’nın Irak’taki örgütlenmesi olan ve Osman Öcalan’ın liderliğindeki PAK’ın127 (Partiya Azadiya
Kürdistan - Kürdistan Özgürlük Partisi) Irak Hükümetince finanse edildiğini belirtmiştir128. PKK/PAK
kuruluşunun hemen akabinde Kuzey Irak’ta örgütlenmiş ve Iraklı Kürtlerin Türkiye aleyhine örgütlenmesine
çalışmıştır.

Yine PKK’nin bu süreçte, Türkiye’deki ABD Kurumları hakkında Irak’a bilgi topladığı, incirlik üssündeki
gelişmeleri rapor ettiği ve Kuzey Irak’taki gizli ABD faaliyetlerini takip etmeye çalışıldığı tespit edilmiştir129.

Gelişmeleri kontrol altında tutmak amacıyla örgüt tarafından ABD’nin Irak’ı işgalinden bir ay önce 26-31
Aralık 1990 tarihinde IV. Kongre çalışmaları tamamlanarak, bir dizi karalar alınmıştır. IV. Kongre kararlarının
sonuçlarına bakıldığında ise bir kısmının Avrupa Alanına dönük olduğu ve legal bilgi iletiminin sağlanması için
“Kürdistan Haber Ajansının” kurulmasına karar verildiği130 görülmüştür.

Kongre metinlerinden ABD’nin müdahalesi akabinde Irak’ın Kuzeyinin Irak hâkimiyetinden çıkarılması
yine en çok PKK’yı sevindirdiği anlaşılmaktadır. Öcalan, Kuzey Irak’ın koruma altına alınmasıyla, Kürt sorununun

124 Serxwebun Dergisi, Ocak 1991, s.109.


125 Öcalan A., Sosyalizm ve Devrim Sorunları, İstanbul, 1992, s.245.
126 Tavlaş N., “Terörü Tanımlamak”, Strateji Dergisi, s.40

127 PKK/PAK, 8 Haziran 1991’de Abdullah Öcalan’ın talimatıyla Osman Öcalan ve 90 Irak’lı militan tarafından

kurulmuştır. Bu örgüt 2000’li yılların sonuna doğru adını PÇDK olarak değiştirmiştir.
128 Dağlı, a.g.k., s.124.

129 Ersever C., Üçgendeki Tezgah, s.60-66.

130 Serxwebun Dergisi, ”PKK 2. Ulusal Konferans Kararları”, Temmuz 1990, s.178.

366
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Dünya kamuoyunun odak noktasına geleceğini ifade etmiştir131. Örgütün politikasının ABD ve Irak’tan da azami
ölçüde yararlanmak olduğu ortaya konmuştur.

İşgalin ardından ABD ve müdahaleci güçler bölgede KDP ve KYB’yi daha da güçlendirip, PKK’yı ikinci
plana atmaya çalışıyor gibi görünseler de, örgüt mevcut istikrarsız durumdan en çok yararlanan güç olarak
belirmiştir132. Örgütün bu süreçten kazançlı çıkmasında en önemli etken Türkiye’de üstlenip, Kuzey Irak’ta görev
yapan Çekiç Güç olmuştur.

Türkiye’nin 12 Temmuz 1991 de konuşlanmasına izin verdiği Çekiç Güç, ABD, İngiltere, İtalya, Hollanda ve
Türkiye’den on beş bin kişilik bir kara gücü, İncirlikte konuşlandırılan takviyeli bir tabur ve Kuzey Irak’ta gözlem ve
temaslar yapmakta sorumlu askeri koordinasyon merkezinden oluşmuştur. Türkiye Çekiç Güce, bir mekanize
piyade bölüğü ve askeri koordinasyon merkezinin bulunduğu Zaho’da bir temsilci ile katılmıştır. Dönemin
hükümeti, bu gücün görev süresini Eylül 1991’de son kez kaydıyla 21 Aralık 1991’e kadar uzatmış, daha sonra ise
yine Bakanlar Kurulunun kararı ile bu süre altı ay daha uzatılmıştır. 30 Haziran 1992 den itibaren de gücün görev
süresi, periyodik olarak MGK’nın tavsiyesi ve TBMM’nin kararı ile uzatılmıştır.

Dönemin siyasi liderleri Çekiç Güçle ilgili yaptıkları açıklamalarda bu gücün ilerde Türkiye’nin aleyhine
çalışma yapacaklarını ifade etmişlerdir. Sayın Ecevit; “Batılı devletler Türkiye’ye yerleştikleri askeri gücü Irak’tan çok
ülkemize karşı kullanacaklar. Iraktaki provokasyonların altıda ise Batılı Devletler olabilir. Bu gelişmeler Kuzey Irak’ta bağımsız
bir devlet kurma için ilk adımlardır. 1991 Eylülünde, Washington’da ABD Dışişleri Bakanlığında yapılan görüşmelerde, ABD’li
yetkililer Peşmerge liderlerine açıkça, biz sizin Irak hükümetiyle anlaşmanızı istemiyoruz denilmiştir. Bunun üzerine de bölgede
Irak’ın bütünlüğünü sağlayacak demokratikleşme süreci bizzat ABD tarafından engellenmiştir.” ifadelerini kullanarak aslında
dönemin yetkililerinin konulara vakıf olduklarını göstermişlerdir.

Siyasilerin Çekiç Güç gerçeğini bilmelerine karşın gelişmeleri engelleyemeyişi ise bir gücün Türkiye’yi
kuşattığını ve karar alma mekanizmalarını etkisiz hale getirdiğini göstermiştir.

Talabani ise 29 ağustos tarihinde Erbil’de yaptığı bir açıklamada; “Saddam ile görüşmeler bitti, anlaşamadık,
anlaşmamızda mümkün değil, savaşacağız. Arkamızda Çekiç Güç var” demiştir133.

Çekiç Güc’ün faaliyetleri hakkında Hiram Abbas tarafından 21 Ağustos 1990 tarihinde Cumhurbaşkanlığına
gönderilen bir raporda, CİA ve İsrail’in Suriye üzerinden Kuzey Iraklı gruplara destek verdiği, bu çalışmayla Irak
rejiminin değiştirilmek istendiği ve bu durumun Türkiye açısından sakıncalı sonuçlar doğuracağı ifade edilmiştir.
Raporun hemen akabinde 26 Eylül 1990 tarihinde Hiram Abbas Dev-Sol örgütünün bir eylemiyle hayatını
kaybetmiştir134.

Çekiç Güc’ün bölgede konuşlanmasında KYB ve KDP’nin desteklenmesi amaçlansa da bu Güc’ün PKK’yı
da desteklediği gözden kaçmamıştır135. S. C. Pelletiere de kendi makalesinde PKK’nın Çekiç Güç’ün desteği ile önemli
oranda güç kazandığını belirtmiştir136.

Öcalan tarafından Çekiç Güç ile ilgili yapılan diğer bir değerlendirmede; “…bu iş PKK’ya yarar. ABD’nin bir
amacı vardı. Barzani ve Talabani’nin bir amacı vardı. En sonunda biz yararlanmış oluyoruz. Elbette ki bu boşlukları dolduracağız.
Şimdi 36. Enlemin kuzeyindeki boşluk ne olacak derseniz, Kürt halkı orayı dolduracak. Onda bir beis görmüyorum. Botan ve

131 Serxwebun Dergisi, Mart 1991, s.13.


132 PKK-GS, “4. Kongre Sonrası Çözümleme, Planla, Perspektif ve Talimatlar”, Ağustos 1991
133 Ecevit B., TBMM Tutanak Dergisi, Dön:19, Yasama Yılı:1, cilt:4, 1992, s.213.

134 Eymür M., Analiz, İstanbul, 1991, s.155.

135 Cemal., a.g.k., s.215.

136 Pelletiere S. C., “Orta Doğuda Türkiye ve Amerika: Kürt Bağlantısı”, Avrasya dosyası, cilt:1/3, s.170.

367
FARUK ARSLAN

bölgede bir devrimci halk hükümetinin nüvesi atılıyor…137” ifadelerine yer vererek, örgütün yaşananlardan ne denli
nemalandığını göstermektedir.

Irak Merkezi Güçlerinin Kuzey Irak’tan çekilmesinden sonra, özellikle İran savaşında ve Kürtlerin Türkiye
sınırına sürülmesi sırasında kullanılan çok sayıda silah ve mühimmat PKK’nın eline geçmiştir. Bunun yanında İran
ve Suriye, Türkiye’nin olası bir Kuzey Irak’ı ele geçirme girişimini engellemek için de PKK’ya silah ve mühimmat
desteğinde bulunmuş, Saddam güçleri de KYB ve KDP ile savaşması karşılığında örgüte ayrıca önemli miktarda para
ve silah yardımı göndermiştir.

Dolayısıyla bu dönem örgüt için her türlü lojistik ve askeri malzemenin fazlasıyla ele geçirildiği bir
dönem olmuştur.

Bölgede meydana gelen boşluğun ardından PKK’nın Türkiye’ye saldırılarında önemli bir artış gözlenmiştir.
Bu saldırılarda öldürülen PKK militanları üzerinde ele geçirilen Amerikan menşeli yeni silahların olması ise
düşündürücüdür. Türk hükümeti tarafından konu ile ilgili ABD makamlarına yöneltilen sorulara ise her hangi bir
cevap dahi verilmemiş138, aksine Serv anlaşmasının yeniden gündeme alınması gerektiği dillendirilmiştir.

Savaş sonrasında ABD’nin Türk devletine olumsuz tavrı, PKK’nın açık saldırılarına karşın, ABD
denetiminde olan KYB ve KDP’nin politikası da olumsuz olmuştur. ABD denetiminde kurulan ve Türkiye’ye zımmi
olarak kabul ettirilen Kuzey Irak Federe devletinin iki örgütü KYB ve KDP her geçen gün güçlerini artırırken, söylenin
aksine PKK’ya karşı tavır almamışlardır. Bu tavırda ABD’nin rolünün olmaması ise mümkün değildir.

Aynı yıl Türkiye’nin PKK terör örgütünün faaliyetleri nedeniyle Kuzey Irak’a yaptığı askeri hareket ABD
tarafından şiddetle kınanmıştır. Hareketin ardından Kürt Ulusal Kongre Üyesi Başkanı Nejmaldin Kerim tarafından,
ABD Dışişleri Bakan Vekili Lawrence Eagleburger’e 5 Kasım 1992 de gönderilen mektupta, Türkiye’nin Kürtlere
yönelik hareketinin durdurulması istenirken, Türkiye kınanmıştır.

ABD’li yetkiler ise, 14 Kasım 1992 tarihinde Ankara’da Türkiye, Suriye ve İran arasında yapılan ve Irak’ın
toprak bütünlüğünün savunulduğu toplantının kendilerinin bilgisi dışında tertiplenmiş olmasından duyduğu
rahatsızlığı ifade etmiştir. 17 Kasım 1992 Washington’da yapılan ve Carnegie Endowment Vakfının desteklediği ve
Irak’ın geleceğinin görüşüldüğü toplantıda, Clinton’a yakın olan ekip tarafından Irak’ta Bağımsız Kürt devletine
olumlu bakıldığı mesajı verilmiştir139.

Ayrıca 30 Temmuz 1992 tarihinde Talabani’nin Washington temaslarında Al Gore tarafından Kürtlerin haklı
mücadelesine destek sözü verilmiştir.

1993 yılında yayınlanan ABD insan hakları raporunda, Türkiye’deki Kürtlerden azınlık olarak bahsedilerek,
İHD’nin Türkiye aleyhindeki raporları sorgulanma gereği duyulmadan aynen rapora iliştirilmiştir140.

137 Tavlaş, a.g.e, s.66.


138 Bölügiray N., Özal Döneminde Bölücü Terör, İstanbul, 1993, s.91.
139 Yavuz, a.g.k., s.231-272.

140 Avrasya Dosyası, “ABD’nin Türkiye İnsan Hakları Raporu”, cilt 1/3, s.198-220

368
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Türkiye, PKK’nın 17 Temmuz-18 Ağustos 1992 tarihleri arasında Habur geçişlerini engellemesi konusunu ve
PAK’ın KDP Peşmergelerine yaptığı saldırıları ileri sürerek, KYB ve KDP’yi PKK’ya yönelik operasyona dahil etmeye
çalışmıştır. Türkiye, Ekim 1992’de Iraklı grupları korumak amacıyla Kuzey Irak’a operasyon yaptığı sıralarda KYB el
altından PKK ile iş birliği protokolü imzalamıştır. Irak Kürdistanı Bölge Başkanı sıfatı ile Fuat Masum ve PKK-MK
adına Osman Öcalan’ın imzaladığı protokol, 29 Ekim 1992 de kalıcı anlaşmaya çevrilmiş ve PKK’nın Kuzey Irak’ta
serbest hareket etmesinde kendilerince mahzur olmadığı ifade edilmiştir141.

KDP ve KYB bu anlaşma ile PKK’nın Kuzey Irak’ta varlığını kabul ederken, PKK’da 4 Ekim 1992’de kurulan
Bölgesel Hükümeti tanıdığını kabullenmiştir142. Türkiye bu anlaşmayı hayretler içinde karşılarken, Barzani ve
Talabani yaptıkları açıklamada; anlaşmanın PKK’nın silah bırakması için yapıldığını ve yakında bu yönlü bir
gelişmenin olabileceğini belirtmişlerdir.

Talabani ve Barzani’nin PKK’yı silah bırakma konusunda ikna etmeye çalışıyoruz söylemine karşın, 11
Kasım 1992’de Silopi yapılan görüşmede PKK’lıların teslimi konusunda Cenevre anlaşmasını gerekçe göstererek
karşı çıktığını görüyoruz. KYB ve KDP bu görüme de Türkiye’nin Kuzey Irak’ta tampon bölge kurulmasını da kabul
etmemişlerdir. Türkiye buna rağmen KYB ve KDP’nin 70 karakolunu tamir etme sözü vermiştir.

PKK ve Kuzey Iraklı gruplar arasındaki ilişkiler bununla da sınırlı kalmamıştır. Seçimler sonrasında Kuzey
Irak Bölgesel Yönetiminin Başbakanlığına getirilen KDP’li Abdullah Resul Kosret ile Osman Öcalan arasında 27
Nisan 1993’de bir anlaşma imzalanmıştır. Dört maddelik bir protokol şeklinde belirlenen anlaşmayla, PKK bölgede
daha rahat hareket etme imkanı elde etmiş ve KYB’nin desteği ile Erbil’de büro açmıştır.

Kuzey Irak’lı grupların PKK ile birliktelik sergilediği bu dönemde Türkiye ise KYB ve KDP’ye gıda, yiyecek
ve nakit para yardımı yapmıştır. Yardımın yetersizliğinden şikâyet eden KDP ve Irak Kürdistani Cephesi Avrupa
Sözcüsü Hoşyar Zebari Türkiye’ye gelerek, yardımın arttırılması talebinde bulunmuştur143.

Körfez savaşından sonra KYB, KDP ve PKK önemli oranda güç elde ederken, daha da önemlisi etnik
Kürtçülük dünya gündeminde önemli yer tutmaya başlamıştır. Bu durum Kürtlerin kendi öz kazanımları olmanın
ötesinde ABD ve İsrail çizgisinde geliştirilen bir Truva Atı planının sonucudur.

Bu dönem bölgede her ülke diğeri ile hem mücadele etmekte hem de altan alta gizli anlaşmalar
yapmaktadırlar. Bu durum örgütler içinde söz konusu olmuştur. KYB ve KDP, PKK ile çeşitli ittifak anlaşmaları
yaparken, aynı zamanda aralarında silahlı çatışmalarda yaşanmıştır. Bunun yanında KYB ve KDP Türkiye ile ilişkileri
ilerletirken, aynı anda İsrail ve İran ile de ilişkilerini üst seviyeye çıkarmışlardır.

141 Ersever, a.g.k. s. 182-194.


142 Dağlı, a.g.k., s.103.
143 Ballı, a.g.k., s.455.

369
FARUK ARSLAN

Her şeyin karma karışık olduğu 1991 yıllarda KDP Başkanı Mesut Barzani’nin yaptığı bir açıklama ise
akıllara durgunluk verir biçimdedir. Barzani açıklamasında, 1983 yılından sonra PKK’ya topraklarını açtıklarını,
PKK’nın ise şimdilerde Türkiye’nin Kuzey Irak’a müdahale yapabilmesi için provokasyonlar tertiplediğini, örgütün
bu amaçla yaptığı faaliyetlere ilişkin bir belgenin ellerine geçtiğini belirtmiştir144.

Benzer bir iddia da örgütün eski Merkez Komite üyelerinden Baki Karer tarafından gündeme getirilerek, Öcalan ve
ekibinin derin ilişkileri ortaya konmuştur. Karer açıklamasında; “…1992, gerek Türkiye içinde, gerekse Ortadoğu’da
Abdullah Öcalan için provokasyon geliştirme olanaklarının muazzam arttığı bir dönemdi. Bu noktadan itibaren Öcalan,
sadece “ordu içinde özel bir ordu”ya hayranlık duymakla kalmamış, hayranlığını Ortadoğu’nun karanlık güçlerine kadar
uzatmıştı. Öyle ki, Amerika ve CIA’yla direkt fingirdeşmenin işaretlerini vermişti. Çünkü bu yıllarda pastadan büyük pay
alabilme “uluslararasılaşma”dan geçiyordu. Avrupa ülkelerinin istihbarat örgütleriyle ilişkileri zaten vardı. Önemli olan
Amerika, yani CIA ile kuracağı direkt ilişkiydi. Genelde ve bölgede siyasal gelişmeleri belirleyen Avrupa’dan çok
Amerika’ydı. 1992’nin ortalarında Amerika’nın Lübnan Konsolosluğunda çalışan görevlilerle Bekaa’da yaptığını söylediği
görüşmenin ürününü almakta gecikmemişti. Bu görüşmeden itibaren Öcalan, hem içte tam egemen hale gelmiş, hem de K.
Irak’ta geliştirilecek provokasyonlar için yeni konsept hazırlanmıştı. CİA’nın desteği alındıktan sonra oluşturulan bu
konseptin, PKK Belçika temsilciliği, Yeşil (Mahmut Yıldırım), Behçet Cantürk, bazı “Kürt diplomatları”nın ve Bucaklar’ın
katkılarıyla oluştuğu söyleniyordu. Bu ittifakın geçmişe oranla giderek daha aktif bir biçimde Hizbullahcılar ve diğer Radikal
Dinci gruplarla genişletildiği de dile getirilen bir başka olaydır. Ama Öcalan’ın böylesine geniş çaplı bir cepheleşme içine
girmesi, bir anlamda Çatlı örneğinde görüldüğü gibi biraz çizmeyi aştığının da bir göstergesiydi. Daha sonraları İslamcı
olarak nitelenen kesim PKK’nin kucağından alınıp İran’a devredilmiştir. Çünkü bu kesim, her ne kadar Öcalan’ın kucağında
filizlendirilmiş ve örgütlendirilmişse de, İran’la ilişki içine girdikten sonra palazlanmış ve Öcalan’la çelişkiye düşmüştü.
Gelirlerin paylaşımından doğan çelişki daha sonraları Pastar’ın araya girmesiyle düzeltilmiştir. Almanya ise bu birliği
elinden geldiğince desteklemiş, kalıcı hale gelmesi için çaba göstermiştir…145” ifadelerini kullanmıştır.

Irak Müdahalesinin Türkiye’deki PKK Faaliyetlerine Yansıması

Mevcut ortam PKK tarafından olumlu karşılandığından, Ortadoğu’nun bu karışık ortamında 1990 yılında
ayaklanmanın ilk ayağı olan Nusaybin ve Silopi olayları meydana getirilmiştir146.

ABD’nin müdahalesinden sonra bölgede meydana gelen otorite boşluğu, PKK’nın kullandığı arazi
genişliğini daha arttırmıştır. Bunun akabinde birçok kadro Suriye’den daha müsait olan Kuzey Irak sahasına
aktarılmıştır. Gelişmeler karşısında daha rahatlayan örgüt, Türkiye metropollerindeki faaliyetlerini arttırmak için,
Ocak 1992 tarihinde DHP (Devrimci Halk Partisi) adında yan aparatını oluşturmuş ve bu yeni oluşumun
Türkiye’deki metropol faaliyetlerinde kullanılması sağlanmıştır.

144 Ballı, a.g.k., s.405.


145 Karer B., Bir Sosyoşog, Bir Örgüt ve Kürt Yıkımı, s.150
146 Demirkıran, a.g.k., s.110.

370
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Örgütün faaliyetlerini Batıdaki metropoller aktarma planın olduğu 1991’de, terörle mücadele adına
atılan adımların aksi neticeler meydana getirdiği görülmüştür. Bu zamanda terörün lojistik desteğini ortadan
kaldırmak amacıyla bazı köyler boşaltılmış, on binlerce vatandaşımız köylerinden Batı illerine göç etmek zorunda
kalmıştır. Yeterli sosyal önlem alınmadığından göç ederek büyükşehirlere gelen kitle örgütün kontrolüne girmiş, her
yerde örgüte müzahir kurumlar kurulmaya başlamıştır. Belki de iyi niyetle (?) başlayan bir uygulama sonuçta
örgütün önemli kazançlar elde etmesine vesile olmuştur.

Gerek Doğu Güneydoğu illerinde gerekse de Batı illerinde ortaya çıkan PKK yandaşı kitle,
serhildanların meydana gelmesine neden olmuş, terör kırsaldan şehirlere aktarılmıştır. Bu süreçte terörle mücadele
eden kişilerin zaafiyetleri ve yanlışları örgütün şehirlerde güçlenmesini sağlamıştır.

Körfez savaşının diğer önemli bir olumsuz yansıması da ekonomik ve sonrasında seyreden politik
sonuçlarıdır. Savaş döneminde sınır kapılarının kapanması, sınır ticaretinin bitmesi ve bölge insanına ekonomik
zenginlik sağlayan petrol boru hattının kapatılması önemli ölçüde ekonomik kayıplara neden olmuştur. Bu durum
en çokta bölge insanını etkilemiştir.

Meydana gelen ekonomik sıkıntılara ek olarak bölgede meydana gelen ayaklanma olayları sonrasında devlet
görevlilerinin yanlış müdahalesi, akabinde karanlık güç odaklarınca işlenen faili meçhul cinayetler kişilerin siyasal
tercihlerinde de olumsuzluklara neden olmuştur. Bu provokasyonlardan biri de Vedat Aydın olayıdır.

PKK’nın hem Irak’ta hem de Türkiye’de önemli darbeler aldığı ve bölünmeye girdiği bir dönemde
yine derin güçlerce sürece müdahale edilmiştir. Bu amaçla 10 Temmuz 1991 günü HEP’in (Halkın Emek Partisi)
Diyarbakır il başkanı Vedat Aydın’ın bilinmeyen gruplarca kaçırılarak öldürülmesi, Türkiye’de sıkıntılı zamanların
ortaya çıkmasına neden olmuştur. Aydın ve Anter’in cenaze töreni sırasında olaylar meydana gelmiş, bu olay
PKK’nın gövde gösterisine dönüşmüştür. Musa Anter ve Vedat aydın olayları Türkiye’de gerilemeye başlayan
PKK’yı yeniden canlandırmış ve güç kazandırmıştır.

Bu derin provokasyonun en önemli yansıması da 20 Ekim 1991 yılında yapılan genel seçimlerde ortaya
çıkmıştır. Seçimler öncesinde böyle bir olayın meydana gelmesi, sadece PKK’ya ve HEP’e yaramıştır. SHP
bünyesinde seçimlere giren PKK yandaşları, SHP’nin Türkiye genelinde aldığı % 20.75 oyla meclise girmeyi
başarmışlardır. Bu oy oranlarında, bölge halkının Vedat Aydın’nın öldürülmesi ve sonrasında yaşanan sürece
gösterdikleri tepki etkili olmuştur147. HEP, bu seçimlerde 20’ye yakın milletvekilini meclise sokmuştur. 2011 yılında
Gazeteci Ercan Gün tarafından kaleme alınan Ape Musa-Faili Bilindik Meçhul adlı kitapta Musa Anter
cinayetinin PKK ve derin güçlerin ortak çalışmasıyla gerçekleştiği ortaya çıkarılmıştır 148.

HEP’in meclise girmesiyle birlikte örgütün illegal söylemleri legal vekiller üzerinden ifade
edilmeye başlanmış, bu görüşmeler uluslararası toplantılarda da dillendirilmiştir. Nitekim Talabani’nin 1993

147 www.belgenet/ayrinti.php?yil-id=11
148 Gün, Faili Bilindik Meçhul Ape Musa, İstanbul, 2011.

371
FARUK ARSLAN

yılında ABD’ne gerçekleştirdiği gezi sırasında Washington’a giden HEP genel Başkanı Ahmet Türk ve
Milletvekili Leyla Zana, ABD Dışişleri Bakanlığı’ndan Türkiye’ye ambargo uygulanmasını istemişlerdir 149.

Gelinen aşamada örgüt artık şehirlerde her türlü eylemi rahatlıkla işler hale gelmiştir. 26 Aralık 1991
tarihinde İstanbul Bakırköy’deki Çetinkaya Mağazasına molotoflu saldırıda bulunulmuş ve çıkan yangında 11
vatandaşımız yanarak can vermiştir. Öcalan eylem sonrasında BBC’ye yaptığı açıklamada eylem talimatını
vermediğini fakat eylemi desteklediğini belirtmiştir. Bu zamanda örgüt, Kürt ve Türk çatışması meydana getirerek,
halkı tamamen kamplaştırmayı hedeflemiştir.

1992 yılının Mart ayına gelindiğinde ise Türkiye’nin bazı ilçelerinde hareketlenmeler izlenmeye
başlanmıştır. Örgütün planlamasına göre Diyarbakır, Batman, Şırnak, Cizre, Nusaybin, Kızıltepe, Dargeçit gibi
yerlerde halk ayaklanması başlayacak, ardından da kırsalda gerçekleşecek önemli eylemlerle kurtarılmış bölgeler
oluşturulacak ve devlet kurumları işlevsiz kılınacaktır.

Örgüt tarafından 17 Ocak 1992’de dağıtılan Ayaklanma taktiği üzerine tezler ve görevlerimiz başlıklı
bilgilendirmede; “…bütün alanlarda yürüttüğümüz faaliyetler bir anlamda ayaklanma hazırlığıdır. Bunun için daha
şimdiden yurt dışı ortamını hazır tutuyoruz. Hatta çok ağır baskıların olması halinde, halkımızı gerilla bicinde dağlara
çekebilir, öbür yandan cephe gerilerine taşıyabiliriz. Yani kuzeyden güneye bir yığınağı da biz yapabiliriz. Tabi diğer yandan
Türk Halkını harekete geçirmek yine metropollerde ve ordu içinde çalışmalar yapmak ve bunun propagandasını sürekli
geliştirmek yerindedir. Diplomasi kanalları oluşturarak harekete geçirmek, ayaklanma süresi boyunca daha çok olanak
dahiline girecektir. Özellikle diplomatik alanı iyi hazırlamak gerekir… 150” ifadelerine yer verilerek yapılmak istenen
ayaklanmanın yöntemleri anlatılmıştır.

Kurtarılmış bölgeler oluşturma planı çerçevesinde Cizre ilçesinde başlayan olaylar vahim boyutlara ulaşmış,
özellikle 20 - 21 Mart gecesi birçok kamu kurum ve kuruluşlarının binalarına ve buralarda çalışan memurların
evlerine saldırılarda bulunmuştur. Hızla yayılan olaylara güvenlik güçleri müdahale etmiş, çıkan olaylarda 17
kişi hayatını kaybetmiştir.

Körfez krizi sonrası örgütün eylemlerinde ki artıştan doğal olarak masum halkta nasibini almıştır. Örgütün 1984-
1991 yılları arasında sivil hedeflere yönelik gerçkleştirdiği 113 eylemden 80’i 1991 yılından sonraki dönemde
vuku bulmuştur.

Örgüt, Mayıs 1992’de 400-500 kişilik gruplarla Irak sınırındaki Türk karakollarına saldırmaya başlamıştır.
Devamında 18 Ağustos 1992 gecesi, gerek şehir dışından ve gerekse şehir içindeki milislerce Şırnak’a bir saldırı
başlatılmış ve 2 gün süren bu baskın güvenlik güçlerince zorla püskürtülmüştür.

149 Yavuz, a.g.k., s.324.


150
Öcalan A., “Ayaklanma Taktiği Üzerine Tezler Ve Görevlerimiz Başlıklı” Broşür, 17 Ocak 1992.

372
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Bu olaylar sırasında halk PKK militanları tarafından Şirnak Çarsı Meydanına toplanarak örgütün propagandasını
yapılmış ve İl Valisi şehri terk etmeye zorlanmıştır. Örgütün Cizre sokaklarına asmış olduğu bayrak ancak günler
sonra indirilebilmiştir. Diğer taraftan, Uludere, Besta, Sinath, Ballıkaya, Cudi, Kato, Karlıova dağlarında kamp
yapan teröristler eğitim kamplarını daha ileri noktalara kadar getirmiş ve kurduğu kamp bölgelerinde
uyuşturucu imal edip, uyuşturucu trafiğini yönlendirdiği görülmüştür.

PKK terör örgütü Türkiye’ye yönelik 1991 - 1992 yılında yaptığı saldırılarını ülkemize 10-15km. uzağında Kuzey
Irak’ta kurulu bulunan kamplardan yönlendirdiğinden, bu üslerin yok edilmesi veya en azından zararsız hale
getirilmesi için, Türk Hava Kuvvetleri tarafından bu üslere zaman zaman hava harekâtları düzenlenmiştir.
Harekatın neticelerinin yapılan değerlendirmesinde ise, bu yönlü mücadeleden başarı elde edilemediği
anlaşıldığından, Barzani ve Talabani ile anlaşılarak 2 Ekim 1992 tarihinde Kuzey Irak’a askeri harekat
başlatılmıştır.

Cem Ersever’in iddiasına göre bu saldırı sonucunda terör örgütünün kaybı; 1500 - 2000 teslim olan, 900 - 1000
yaralı, 1500 - 2000 ölü olmak üzere toplam zayiat 4000 - 4500 kişidir. Bunun yanında, 300 tonu askın yiyecek, 650
bin çeşitli çapta mermi, 3600 civarında kaleşnikof piyade tüfeği ele geçirilmiştir 151.”

Rakamlar biraz abartılmış olsa da örgütün bu harekât sonrasında önemli kayıplar verdiği bilinmektedir. Örgüt
her ne kadar bu harekât sırasında ciddi kayıplara uğrasa da 1993 yılı nevruzunda Cizre’de ve Diyarbakır’da
yapılan kutlamalarda da çeşitli provokasyonlar yaşanmış ve yine büyük olaylar meydana gelmiştir.

Bu yıl içerisinde örgüt adına yaşanan en önemli kayıp Hasan Bindal’ın ölümdür. Öcalan’ın köylüsü ve en
yakın arkadaşı Hasan Bindal tatbikatta sözde bir kaza kurşunuyla ölmüş, Öcalan bunun örgüt içi bir infaz olduğunu
ifade ederek, suikastın Şahin Baliç, Kör Cemal, Şemdin Sakık ve Hogir dörtlü çetesi tarafından ortaya konduğunu
belirtmiştir152.

Körfez Savaşı Sonrası Kürt Hareketlerine Yön Verme Girişimleri, 1991 Bonn
ve Stockholm Konferansları

151 Ersever, Üçgendeki Tezgâh, s.151-164


152 Öcalan, a.g.k., s.259

373
FARUK ARSLAN

Paris Konferansının üzerinden kısa bir süre geçtikten sonra, Körfez savaşı patlak vermiş ve sonuçta
Kürt meselesi büyük bir sıçrama yaparak, Dünya gündeminde önemli yer tutmaya başlamıştır. Batılı güçler Orta
Doğu’da yeni hedefleri için bir dizi silahlı ve siyasal eylem planları oluşturmuş ve bu planlar adım adım hayata
geçirilmeye başlanmıştır.

Avrupalılar öteden beri Ortadoğu’da sorunları çözme değil, kontrollü bir şekilde sorunları devam
ettirmeyi esas almışlardır. ABD’nin gizli liderliğinde bir takım Batılı ülkeler Kürtçülük üzerindeki inisiyatifi daha da
geliştirmek amacıyla 1991 yılından itibaren somut stratejiler ortaya koyma gayretlerine girmişlerdir. İlk olarak da
dağınık vaziyette bulunan Kürtçü örgütlenmelerin bir araya getirilmesi ve yeni bir mücadele stratejisi empoze
edilmeye çalışılmıştır.

Bu amaçla, Kuzey Irakta sıcak gelişmelerin yaşandığı 15-17 Mart 1991 tarihinde, Stockholm ve
akabinde 27-28 Eylül 1991 tarihinde Bonn da bir dizi konferanslar gerçekleştirilmiştir. Paris konferansında Fransa ve
İngiltere inisiyatife hakim iken, Bonn konferansında Almanya’nın inisiyatifi ele aldığı görülmüştür.

Kürt Halkının Hakları İçin İsveç Komitesi tarafından ”Kürt Haklarının Tanınması-Eylem Stratejileri” ismi
ile Stockholm’de ortaya konan çalışmalarda Almanlar ve İsveçliler ön plana çıkmış, İsveç’in organize ettiği bu
konferansa Dış İşleri Bakanlığı Hukuk Danışmanı Ove Bring ve İsveç Göçmenler Bakanı Maj-Lis Lööv iştirak etmiştir.

Avrupalı ve ABD’li parlamenterlerin de hazır bulunduğu konferans sonunda hazırlanan “Stockholm


Deklarasyonunda” self determinasyon hakkının verilmesi ve BM Genel Sekreterinin bir uluslararası konferans
toplaması çağrısı yapılmış, Avrupa Konseyi, Avrupa İnsan Hakları Komisyonu, AET, Hükümetler ve NFO’ların
Türkiye’ye baskı yapmaları istenmiş ve kamuoyu oluşturulması için medyadan baskı yapması gerektiği
vurgulanmıştır153.

Konferans sonunda açıklanan “Kürt Halkının Hakları Bildirgesi” isimli belgede ise, Serv anlaşması ile
sağlanan hakların geri alınması, silahlı mücadele de dahil olmak üzere her türlü mücadelenin Kürt halkının hakkı
olduğu ve nihai hedefin birleşik ulusal Kürt Devleti olduğu ifade edilmiştir.

Maj-Lis Lööv konferansta yaptığı konuşmada; “kuşku olmasın ki, uluslararası topluluğun dikkati Kürt
sorunu üzerinde olmaya devam edecektir“ şeklinde bildirimde bulunmuştur. Konferans bildirisinde ise, “Bağımsız Birleşik
Kürdistan’ın Kurulması“ kararına yer verilmiştir154.

Bağımsız Kürdistan hedefi birleşik karar metinde nihai bir hedef olarak ortaya konulmuşken,
izlenecek metot olarak da, silahlı eylemeler yerine, demokratik mücadele yöntemleri önerilmiş, insan hakları ve

153 Stockholm Kürt Konferansı, 1992, s.177.


154 Stockholm Kürt Konferansı Sonuç Bildirgesi (15-17 Mart 1991), 1992, İstanbul

374
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

kültürel kimlik mücadelesinin ön plana çıkarılması istenmiştir. Konferansa destek veren bir diğer ülkede Sovyetler
olmuştur. Irak savaşı sırasında BM’lere müdahale konusunda destek veren Sovyetler, savaş sonrası Kürt pastasından
pay kapma gayretine girmiştir.

Stockholm’de yer alan diğer bir siyasetçide Suriye Kürt Halkçı Birlik Partisi Başkanı Salih
Bedrettin’dir. Suriye devleti Kürt kökenlilere vatandaşlık vermediğinden ve Bedrettin’i terör örgütü lideri
gördüğünden kendisi Tunus’ta yaşamaktadır155. Bedrettin bu toplantıda Suriye’nin Kürtlere insanlık dışı
uygulamalarını anlatmak yerine, o dönem bir Kürt kökenli Cumhurbaşkanı’nın yönettiği Türkiye’ye eleştiride
bulunmuştur. Bu toplantıda Batılı devletler Türkiye’yi eleştirildiğinden Bedrettin gibi kişiliklerde Türkiye’yi
eleştirmeyi, kabul görmenin bir gereği gibi görmüşlerdir.

Daha sonra ortaya çıkan gelişmelerde Salih Bedrettin’in Suriye’nin onayını alarak Stockholm’e geldiği
ortaya çıkmıştır. Hafız Esat dinsel olarak Suriye’de azınlık bir toplumun Sünni çoğunluğa hükmettiği bir rejimin
lideri olduğundan, Türkiye gibi geneli Sünni bir ülkenin Sünni olan Kürtlerle işbirliği yapmasını engellemek istediği
görülmüştür156. Salih Bedrettin ise bu konudaki tüm gerçekleri bilmesine karşın, Esat’la işbirliğine yönelmiştir.

Stockholm konferansından altı ay sonra, 27-28 Eylül 1991 tarihinde Almanya’nın Bonn kentinde,
Kürdistan İnsan Hakları Girişimi ve Aşağı Saksonya Eyalet Hükümeti tarafından “Kürt Halkı: İnsan Hakları Olmadan
Gelecek Olamaz” isimli uluslararası Kürt konferansı gerçekleşmiştir. Konferansa Medico İnternational isimli Alman
sivil toplum kuruluşu da destek vermiştir.

Dönemin Eyalet Başbakanı Gerhard Schröder (daha sonra Başbakan oldu) konferanstaki
konuşmasında; “…Baltık devletlerinin bağımsızlığının tanındığı günümüzde, Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkı göz ardı
edilemez “ şeklinde ifadeye yer vermiştir. Bonn konferansının sonuç bildirgesinde, Kürtler üzerinde ki sözde baskılara
son verilmesi istenerek, Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği ve Avrupa Konseyinin Kürt sorununda daha belirleyici
olması istenmiştir.

Bu konferanstan sonra Alman asıllı sözde Barış Araştırmacısı Johan Galtung, “15 Mart 1991 Stockholm,
27 Eylül 1991 Bonn” başlığı ile Deng dergisinde yayınladığı bildirisinde, Kürtlere, üç temel aşamalı bir stratejiyi ortaya
koyup, “temel insan haklarının kazanılması, federal yapılanmayı da içeren bölgesel otonominin elde edilmesi ve son olarak ta
Bağımsız Birleşik Kürdistan” şeklinde yol haritası çizmiştir.

Bu süreçte Almanya’daki devlet dışı kuruluşlar tarafından “PKK hayır Kürdistan Evet” şeklinde yeni
politikalar gündemleştirilmiştir. Bu çalışmalar kapsamında Alman Johan Galtungun, Bonn konferansında; “…bazı

155 Ballı, a.g.k., s.106.


156 Qasımlo E., İran Kürtleri, Uluslararası Kürt Konferansı, İstanbul, 1992, s.64.

375
FARUK ARSLAN

tehlikeli, mutlakçı yaklaşımlar bertaraf edilmeli…” diyerek, PKK’nın ortadan kaldırılmasını istemesi ise, örgüt tarafından
tepkiyle karşılanmış ve Kürt hareketlerinin pasifize edilmeye çalışıldığı belirtilmiştir157.

Konferansın akabinde, Ekim 1992 yılında PKK ile KDP ve KYB arasında bir savaş başlamış ve iki Iraklı
parti PKK’yı bölgeden çıkarmak ve yok etmek için tüm gayretlerini ortaya koymuşlardır. PKK örgütü bu savaşlarda
birçok militanını yitirmiş ve önemli kayıplar vermiştir. Bu savaşların akabinde nihai bir sonucun çıkmamasıyla, PKK-
KDP-KYB-PSK-KÖİP arasında barış görüşmeleri ve diyalog toplantıları olmuş, PKK Avrupa’nın yeni çizgisine
çekilmeye çalışılmıştır.

Almanya’nın PKK politikasında her zaman bir ikilemin olduğu bilinmektedir. Alman devlet güçleri
dönem dönem örgütü desteklemekte ve faaliyetlerine göz yummaktayken, zamanı geldiğinde de örgüte ayar
vermekte beis görmemişlerdir. Bu politikada temel faktör ise Türkiye’nin Alman devletine karşı olan yaklaşımları
belirleyici olmuştur. Türklerin Almanya’nın vesayetini ret ettiği her dönem, terör örgütleri kullanılarak ülkemizi
hizaya getirmeye çalışmıştır. Devletin bu ikilemli tavrına karşı, Almanya’daki devlet dışı güçlerde PKK konusunda
ikiye bölünmüştür. Alman kilisesi, Yeşiller ve Sol Gruplar örgütün faaliyetlerini desteklerken, diğer kesim PKK’yı
geri, faşist ve terörist olarak görmüştür.

Almanya haricen PKK’nın silahlı faaliyetlerinin sonlandırılmasını önerse de el altından örgüte ait
kurumların rahat çalışmasına ortam sağlamıştır. Bu çerçevede örgütün resmi yayın organı olan Serxwebun dergisi
tüm gelişmelere karşın Almanya’da yayınlarına devam etme kararı almış, karar doğrultusunda dergi 01 Ocak 1992
yılında yeniden yapılandırılmıştır158.

Irak’a müdahalenin ardından nerdeyse tüm güç dengeleri Türkiye’nin aleyhine icraatlar ortaya
koymuşlardır. Özellikle Batılı Devletlerin desteği ile Örgüt gücünü her alanda zirveye taşıyabilmiştir. Bu
yükselişte ilgili ülkelerin örgütü cesaretlendirmesi en önemli etkendir.

Irak’a müdahalenin ardından Kuzey Irak’ta meydana gelen boşluğu değerlendiren örgütün Türkiye’ye
yönelik saldırılarında artış meydana gelmiştir. bu gelişmeler üzerine Türkiye tarafından 1991’de Irak’ın kuzeyine
yapılan askeri harekâta en ciddi tepkiyi Alman Devlet Yetkilileri vermiş olup, bu tepkilerini tehdit boyutuna
ulaştırmışlardır.

Alman Savunma Bakanlığı Müsteşarı Ottfried Hennig, Türkiye ile Saddam’ın aynı olduğunu ve
azınlıklara saygı göstermediğini ifade etmiştir. Alman Devleti bu açıklama sonrasında (1991 yılında) Türkiye’ye
silah ambargosu koymuş, 1992 Martında ise silah sevkiyatını durdurmuştur. Dışişleri Bakanı Genscher ise
Kürtlere azınlık statüsünün verilmesini istemiştir. Ardından 1991 yılın sonlarında 15 Leopard I markalı panzerin

157 Galtung J. “ 15 Mart 1991 Stockholm, 27 Eylül 1991 Bonn”, Deng dergisi, sayı 21, 1992
158 Demirkıran, a.g.k., s.115.

376
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Türkiye’ye satılmış olması bahane gösterilerek, 31 Mart 1992’de Federal Savunma Bakanı Gerhard Stoltenberg
istifa etmeye zorlanmıştır.

Almanlar 1991 yılında Türkiye karşıtı en önemli güç iken bir yıl sonra 1992’de ambargoyu kaldırmış,
akabinde de ülkelerinde yapılacak olan Kürt Parlamentosu seçimleri İçişleri Bakanlığınca iptal edilmiştir.

Almanların örgüte desteği bu ülkede bulunan kitleyi daha da cesaretlendirmiştir. 1993 yılında o dönem
Almanya’nın başkenti olan Bonn’da PKK’nın organize ettiği bir yürüyüşe 70 bin kişi katılmıştır.

Diyarbakır'ın Lice ilçesinde 22 Ekim 1993 meydana gelen olayların akabinde örgüt militanları tarafından
Almanya’nın birçok kentinde Türk konsolosluklarına saldırılar gerçekleşmiş, PKK’ya destek vermeyen Türk ve Kürt
gurbetçilerimiz tartaklanmış ve olayları engellemeye çalışan polislere saldırılarak, araçları yakılmıştır.

PKK terör örgütü tarafından organize edilen bu şiddet eylemlerinin televizyonlarda yayınlanmasının
akabinde Alman halkı kendi ülkelerinde bu hadiselerin yaşanmasına tepki göstererek, hükümette PKK faaliyetlerini
yasaklaması yönünde baskı yapmıştır. Bu konularla ilgili olarak görüşüne başvurulan Federal Ordu’nun Başmüfettişi
Klaus Naumann, Türk devletinin PKK’ye karşı verdiği mücadeleyi “tamamen meşru” olarak nitelendirir. Kasım
ayında baskıların zirveye çıkması nedeniyle 26 Kasım 1993’te PKK’nın Almanya’da faaliyet göstermesi
yasaklanmıştır.

Bu yasağın ardından Berivan kod adlı Nilgün Yıldırım ile Ronahi kod adlı Bedriye Taş isimli sempatizanlar
Almanya’nın PKK yasağına karşı Mannheim’de kendilerini yakmaya zorlanmıştır. Konu ile ilgili yapılan çalışmada
her iki kişinin akli dengelerinin yerinde olmadığı ve örgütün yoğun psikolojik baskısı ile eylem yapmaya zorlandığı
görülmüştür.

Bu yasağın akabinde Almanya’da faaliyet gösteren 35 dernek, Kurd-Ha Haber Ajansı, Köln’de bulunan
Kürdistan Komite ve Berxwedan Dergisine “halklar arası barış fikrini ihlal ettiği, iç güvenliği, kamu düzenini ve Almanya
Federal Cumhuriyeti’nin mühim çıkarlarını tehdit ettiği” gerekçeleriyle yasak getirilmiştir. 1994 yılına gelindiğinde ise
Hannover İdare Mahkemesi Uluslararası Kürdistan Festivali’ni “Yasaklı örgütlerin bayraklarının açılabileceği tehlikesi”
gerekçesiyle yasaklamıştır. Bu gelişmelerin hemen sonrasında Temmuz ayında Halim Dener adlı PKK militanı
Polisle girdiği çatışmada ölü ele geçirilir.

Alman devletinin PKK’ya karşı 1993 ve 1994 yıllarında getirdiği yasak 1994’ün son aylarında rafa
kaldırıldığından, dernekler yeniden açılmış ve yasağa rağmen PKK’nın tüm faaliyetleri eskisi gibi devam etmiştir.
Yasağın uygulamaya geçirildiği bu yıllarda mevcut yasa bazı eyaletlerde uygulanırken, birçoğunun da görmezden
gelindiği bilinen bir gerçektir. Bazı eyaletler yasağı görmezden gelerek en başından itibaren örgüte hiçbir yasak
getirmemiştir.

377
FARUK ARSLAN

Konuya dönecek olursak, konferans sürecinin sonunda meydana gelen neticeler incelendiğinde,
Konferansların amacının Kürtler lehine kazanım sağlamak yerine Kürt gruplarının Avrupa çizgisine çekilmesi ve
Avrupa’nın insiyatif almasının sağlanması olmuştur. İlgili devletler bahse konu grupları belli vaatlerle kendi
yanlarına çekmiş ve Irak savaşı sonrası Kürt kartı üzerinden politika yapmışlardır.

Buraya kadar olan zaman dilimi içerisinde karşımıza çıkan en önemli nokta İngiltere’nin Avrupa’daki
yeni politikaların şekillendirilmesi çalışmalarına dahil olmamasıdır. İngiltere aslında ön plana çıkmayıp hem ABD
ve İsrail’e hem de diğer Avrupalı güçlere rağmen PKK’yı kendi emelleri için kullanmaya devam etmiştir.

Yukarıda anlatılan süreç aslında dünya siyasetine yön veren üç temel gücün bölgedeki mücadelesinin
bir yansımasıdır. Bu gruplar; İsrail ve İsrail yanlısı bazı ABD’li gruplar, başını Almanya ve Fransa’nın çektiği ikinci
grup ile İngiltere ve ABD’de İngiliz yanlısı üçüncü gruptur.

Kürtçü örgütlerin Avrupa’da kazanımlar sağlaması Türkiye’de bir takım sıkıntıların ortaya çıkmasına
neden olsa da, Türk yetkililer Avrupa’da ortaya çıkan silahlı faaliyetlerin sınırlandırılması iradesinden faydalanmak
istemiştir. Bu amaçla Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin, 1991 yılında KYB lideri Celal Talabani ile Avusturya’nın başkenti
Viyana’da buluşarak, PKK’nın Irak’ta yasaklanması için görüşmeler gerçekleştirmiştir159. Daha öncede ifade edildiği
gibi bu toplantının akabinde KYB ve PKK arasında silahlı çatışmalar başlamış, Yaşanan bu süreç için PKK ve KYB
kanadı birbirlerini suçlamıştır. KYB göre; PKK, Türk devletiyle anlaşarak Irak’ta oluşacak bir federe yapıya saldırmak
istemiş, PKK ise; KYB’nin Türk devletiyle anlaştığı propagandasını yapmıştır.

Örgüt, 1992’deki kayıplarına rağmen 1993’te hızla toparlanmaya girmiştir. Bu hızlı toparlanmada 1992
yılının başlarında Almanya, İngiltere, Fransa, Belçika, Hollanda ve Avusturya gibi ülkelerde gerçekleştirilen
ERNK cephe çalışmaları etken olmuştur. Bu zamanda KUM (Kürdistan Ulusal meclisi) için hızla gerçekleştirilen
delege seçimlerinin ardından ülkelerde örgütlenme çalışmaları yapılmış ve Avrupa’da çalışan birçok genç
kandırılarak kırsala aktarılmıştır160.

Bu arada PKK’ya bağlı Avrupa’daki kurumlar tarafından diplomasi çalışmalarına başlanarak, her platformda
Türkiye’nin şiddet kullandığı ve Kürtlerin soykırıma uğradığı yönünde gerçek dışı propagandalar başlatılmıştır.

Örgüt bir yandan Avrupa’daki diplomasi faaliyetlerini sürdürürken diğer yandan Abdurrahman Dürre
ve arkadaşlarınca “Kürdistan İmamlar Birliği, Kürdistan Mollalar Birliği ve Kürdistan Dindarlar Birliği”
lağvedilerek yerine Almanya’da KİH (Kürdistan İslam Hareketi) kurulmuştur. Bu değişimin ardından İslam

159
Öcalan A., Sümer Rahip Devletinden Demokratik Halk Cumhuriyetine Doğru, istanbu, 2001, c-II, s.19.
Emniyet Genel Müdürlüğü TEMÜH Dairesi Başkanlığı Bölücü Terör Şubesi, 1984-1997 Tarihleri arasında
160

Türkiye Geneli PKK Terör olayları istatistiği, Ankara 1996

378
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

ülkelerinde de diplomasi çalışmalarına başlanılması, bu ülkelerin desteğinin alınması ve dindar kesimlerin de


örgüte kazandırılması hedeflenmiştir.

Örgütün dindar Kürtleri yanına çekmeye çalışma gayretlerine rağmen, dine karşı olan düşmanlığını
ise sürdürmeye devam etmiştir. 27 Haziran 1992 tarihinde Silvan’ın Yolaç köyünü basan teröristler camide namaz
kılan vatandaşları dışarı çıkarıp kursuna dizmiş ve 10 vatandaşımızı öldürmüştür.

Bu dönem Ermeniler ile PKK’nın işbirliğinin Avrupa’da daha da güçlendirildiği bir dönem olmuştur.
Örgütün kuruluş yıldönümü nedeniyle 27 Kasım tarihinde düzenlenen ve Ekim ayında Almanya’da gerçekleştirilen
kutlamalara Ermenistan Komünist Partisi Merkez Komite üyelerinden bir heyet katılmış, Batılı ülkelere Ermeni ve
PKK iddialarının daha güçlü anlatılması için ortak çalışma yapılması için karar alınmıştır161.

Bu işbirliğinin ardından PKK ve Rus yetkililer arasında 1993 Temmuz ayında bir görüşme
gerçekleştirilmiştir. Bu görüşmeden sonra PKK, Ermenistan-Azerbaycan sınırındaki Laçin koridoruna yerleşerek,
Türkiye sınırına beş kilometre uzaklığındaki Elegez kampında üstlenmeye başlamıştır.

Ermeniler örgüte diğer bir desteği de Erivan radyosu üzerinden gerçekleşmiştir. Bu radyo 1990’lı yıllarda şifreli
eylem talimatlarının verildiği bir radyo iken aynı zamanda PKK’nın önemli bir propaganda gücü olmuştur. 18
Mart 1992 günü Erivan radyosunun Kürtçe yayınında; “sayın arkadaşlar ve yoldaşlarımız Mart ayı yine geliyor. 21
Mart yaklaşıyor. Geçen seneler gibi uyumayın, fırsat bu fırsat. Kozlar elimize geçmiş bulunuyor artık…” söylemleriyle
halk ayaklanmaya çağrılmıştır.

Örgütün Eski Merkez Komite Üyesi Baki Karer Ermenistan konusunda; “1996’ya gelindiğinde dış ve iç gelişmeler
biraz daha berraklaşmaya başlamıştı. Türkiye başlangıçtaki şoku yavaş yavaş atlatmış, globalleşmenin sendromundan
kurtulmuştu. Bilindiği gibi Türkiye’yi istikrarsızlığın içine iten önemli nedenlerden biri, Kafkasya’da Ermenistan’ın ortaya
çıkışı ve bu ülkeye ABD’nin sergilediği yaklaşımdı. ABD’nin Ermenistan’a yaklaşımı, İsrail’e yaklaşımıyla hemen hemen
eşdeğerliydi. Ortadoğu’da İsrail’e, Kafkaslarda Ermenistan’a dayanarak dengeler oluşturmak istemişti. Hatta ABD, Karabağ
sorununda Ermenistan işgalci güç konumunda olmasına karşın, Azerbaycan’a karşı tavır almıştı ve bu tavrı ambargoya
kadar götürmüştü.

ABD böyle bir strateji geliştirirken, stratejisinin saç ayağını K. Irak’ta kurduracağı bir Kürt devletiyle tamamlamayı
düşünüyordu. Ama ABD iki noktada yanılgıya düşmüştü; Birinci yanılgısı; K. Irak’ta Kürt halkının ABD’ye karşı olan
güvensizliğinin boyutlarını değerlendirememişti. İkinci yanılgısı; Türkiye’nin gücünü ve geliştireceği taktikleri göz ardı
etmişti…” şeklinde açıklamalarda bulunarak, Ermenistan’ın Kürtçülük faaliyetlerine verdiği desteğin kendisinin
dışında daha global bir planlamanın ürünü olduğunu ifade etmiştir.

161 Akçora, a.g.m., s.275.

379
FARUK ARSLAN

1991 ve 1992 yıllarında özellikle Avrupalıların, Rusların ve Ermenilerin PKK’yı şiddet eylemlerine ve şiddeti de
içinde barındıran kitlesel eylemlere zorlamasının altında; özgürlüklerine kavuşan Türk cumhuriyetlerinin
kontrolünün Türkiye’nin eline geçmesini engellemek vardır.

Türk cumhuriyetlerinin bağımsızlığa kavuştuğu ve birçok kişinin Türk halkının ilgisini beklediği bu süreçte,
Türkiye maalesef PKK’nın isyan hareketlerini bastırmak ve iç güvenliğini korumakla uğraşmıştır. Bu dönemde
Batılı ülkeler ve Rusya destekli eylemlerini arttıran PKK terörü nedeniyle Türkiye için büyük bir fırsat heba
olmuştur.

PKK terör örgütü, 1990’lı yıllarda Türkiye’nin Kafkaslar ve Orta Asya’ya tam olarak yönelmesine ayak bağı
olurken, 2000’li yılların sonuna doğru ülkemizde gelişen ekonomik ve demokratik gelişmenin de önüne geçilmesi
için paravan olarak kullanılmıştır. Örgüt halen İnsan Hakları alanında atılan her adıma, Yeni Anayasa
çalışmalarına ve yasadışı örgütlenmelere karşı yapılan operasyonlara engel olmak için provokasyonlar
yapmaktadır. Bu yönüyle PKK’nın bir hak arayıcısı olmadığı, aksine farklı amaçlar için dizayn edilmiş bir
örgütlenme olduğu ortaya çıkmıştır.

PKK/VEJİN Muhalif Grubunun Meydana Çıkışı

Kuveyt işgaline ait gelişmelerin yaşandığı ve örgütün yeni durum karşısında açılımlar yapmaya
çalıştığı bu zamanda, PKK içerisinde yeni bir muhalif grup ortaya çıkmıştır. PKK içerisindeki muhalif hareketlerin
ortak noktası, daima küçük grupların kopmasıyla meydana gelmiş olmasıdır.

Örgüt içerisinde yaşanan hizipleşme birçok kez daha büyümeden bastırılmış ve büyümesi
engellenmiştir. Fakat bu defaki kopuş ise örgütte kaygıyla karşılanmıştır. Ahmet Kod Mehmet Cahit Şener’in
liderliğini yaptığı grup örgüt içerisinde saygınlığı olan kişilerden oluşmaktadır.

Cahit Şener’in örgütten kopuş süreci aslında Öcalan ile arasındaki mücadele anlayışının farklılığından
kaynaklanmaktadır. Öcalan, Cahit Şener’le ilgili olarak; ”… Şener batı müziği dinleyerek dans ediyor, bu biçimde
militanların ahlakını bozuyor, zihinsel lümpenizmi geliştiriyor. Bu özel savaşın en son taktiğidir…” şeklinde beyanlarda
bulunarak, aslında bilinçaltında ki kıskançlık duygularını ideolojik savaşa dönüştürmüş, neticesinde de bu kişisel
çatışmalar ve metot sorunu kopuş sürecini ortaya çıkarmıştır162. Cahit Şener Öcalan’ı derin güçlerin adamı olmakla
suçlamış ve onun bu oyununa uymayanların zaman içerisinde bertaraf edildiğini belirtmiştir.

162 Sakık, a.g.k., s.81.

380
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

1991 yılında PKK içerisinden kopan bu muhalif hareket PKK/VEJİN olarak adlandırılmıştır. Şener,
Öcalan’ın konumunu, O’nun Merkez Komitenin haberi olmadan pazarlıklar yapmasını, örgütün gelirinin
denetlenmesine müsaade etmemesini ve PKK-ABD-Suriye ilişkilerini eleştirdiğinden, örgüt tarafından hain ilan
edilmiştir.

PKK/Vejin grubu ABD’nin Irak’a müdahalesinin Irak içerisinden bir Kürt devletinin çıkması için
önemli olduğunu, bu dönemde KDP ve KYB’ye desek verilerek, bağımsızlık çalışmalarına ortak olunmasını, sınıra
göç eden halkın iyi organize edilerek Irak rejimine karşı ayaklanma başlatılmasını, PKK’nın Saddam rejimini
desteklemekle Kürt devleti oluşumuna ihanet ettiğini ifade etmiştir. Vejincilerin bu açıklamaları yaptığı sırada
PKK’lılar ise Barzani’ye ait KDP güçleri yönelik saldırılara geçerek, onların güçlerini kırmaya başlamışlardır.

Mehmet Şener, PKK ve onun lideri Öcalan’ın pratiğini açıkça eleştirmesi nedeniyle hemen gözaltına
alınmıştır. Örgüt tarafından hakkında hemen İnfaz kararı verilen Şener, tutuklu kaldığı mağarada kendine yakın
isimlerden Faik Kod Abdurrahman Kayıkçı ve Sarı Baran Kod Cihangir Hazır’ın yardımı ile kaçarak, kurtulmayı
başarmıştır.

Vejinciler, KDP-B’nin desteği ile Duhok bölgesinde iki ayrı kamp oluşturulmuş ve PŞ-KAWA örgütü ile de ittifak
yapılarak ortak mücadele kararı almıştır. Ayrıca VEJİN’ciler İstanbul, Ankara, İzmir, Batman illerinde de
örgütlenmeye giderek oluşumlarını tamamlamaya çalışmışlardır. Avrupa örgütlenmesine ise Cahit Şener’in kardeşi
ilhan Şener getirilmiş ve örgüt İsveç’i üs olarak kullanmaya başlamıştır.

Öcalan ortaya çıkan yeni durum karşısında hemen Suriye istihbaratı ile ilişkiye girerek, Kasım 1991 tarihinde
Avrupa’ya kaçma hazırlığı içerisinde olan M. Cahit Şener’i Suriye’nin Kamışlı ilinde yakalattırarak öldürtmüştür.
Şener’in ölümünden sonra VEJİN hareketinin başına Sarı Baran Kod Cihangir Hazır geçmiştir.

Fakat diğer muhalif hareketlerin akıbeti gibi VEJİN hareketi de örgüt içi bölünmeyi sağlayamamış,
oluşumunun akabinde Türkiye sorumlusu Faik Kod Abdurrahman Kayıkçı’nın yakalanması ile yurt içi örgütlenmesi
çözülmüştür. PKK-VEJİN gerekli atılımı sağlayamamış ve zamanla marjinal bir konumda erimiştir.

Bu dönemde infaz edilen bir diğer isimde Ali Rıza Kod adlı Mehmet Çimen’dir. Çimen on bir yıl cezaevinde
kaldıktan sonra tahliyesinin ardından kaldığı yerden tekrar örgüt faaliyetlere devam eder. Akabinde de 1992'nin
ortalarında Avrupa örgütünün koordinatör yardımcılığına getirilir.

Cezaevinden çıktıktan sonra PKK’nın tamamen despotik bir yapıya büründüğünü ve örgüt içi demokrasinin
kalmadığını görerek, bu sorunun çözümü için çaba sarf etmek ister. Bu çabalarını kendi sonunu da hazırlar. PKK

381
FARUK ARSLAN

Avrupa yönetimince tutuklanır ve uygulamaya alındığı 1993 yılında Hollanda’da bir evde öldürülür. Cesedi banyo
küvetine yerleştirilir ve üzerine asit dökülerek tüm cesedi ortadan kaldırılır163.

Dönem İçerisinde PKK-Rusya İlişkileri

PKK ve Ruslar arasındaki işbirliği örgütün sosyalist stratejisi nedeniyle S.S.C.B. dönemine kadar
uzanmaktadır. Sovyet hükümeti her dönem örgütün ülkesindeki faaliyetlerine izin vererek, topraklarında önemli
bir güç haline gelmesine neden olmuştur. Avrupa’dan kırsala çıkan kişiler Moskova üzerinden Ermenistan’a
oradan da İran üzerinden Kandil’e gitmişlerdir. Ogün için PKK’nın kırsal faaliyet alanına en güvenli geçiş
güzergâhı bu hat olmuştur.

S.S.C.B. döneminde başlayan ilişkiler Rusya’nın kurulmasından sonrada devam etmiş ve Bağımsız
Devletler Topluluğunun hüküm sürdüğü ülkelerde aynı hızla yürütülmüştür. Bu kapsamda Temmuz 1993
tarihinde Rus resmi yetkilileri ve PKK temsilcileri arasında yapılan anlaşmadan sonra, Rusya, PKK’ya doğrudan
destek vermeye başlamış ve Rusça Kürdistan Report Dergisi legal olarak yayınlanmaya başlamıştır. Toplantıdan
bir yıl sonra 20 Şubat 1994 tarihinde PKK’nın Rusya sorumlularının yanı sıra, Rusya Ulusal ve Bölgesel Politika
Sorunları Bakan Yardımcısı da katıldığı üç gün süreli bir konferans gerçekleştirilmiş ve sonuç bildirgesinde, Rus
Devletinin PKK’yı uluslararası düzeyde tanıması için çağrı yapılmıştır.

Bu konferansın akabinde 28 Ekim 1994 tarihinde yapılan “BDT Kürleri Kurultayına” PKK temsilcileri resmi
olarak davet edilirken, Türk gazetecilerin konferansı seyretmesine dahi izin verilmemiştir. Bu toplantı paralelinde
24-25 Kasım 1994 tarihinde Moskova’da yapılan ikici bir toplantıda ise, Öcalan’ın “Kürt sorunun sonlandırılması
için AGİK’in müdahale etmesi” çağrısına destek verildiği belirtilmiş ve Rusya’nın bu süreçte arabulucu olabileceğini
belirtmiştir.

Rusya’nın bu zamanda Kürt kartına sarılmasında ana etkenlerden en önemlisi, S.S.C.B’nin


dağılmasından sonra ortaya çıkan Türki cumhuriyetler ve Rusya’da yaşayan milyonlarca Türk’ün varlığıdır. Rus
devleti, Türkiye’nin Orta Asya ve Kafkaslardaki etkinliğini kırmak için ülkesinde yaşayan Kürtleri ve PKK’yı
kullanmaya çalışmıştır.

Bu dönem içerisinde gündemde olan diğer bir konuda Kafkas petrollerinin Avrupa aktarımı için petrol
boru hatlarının geçeceği güzergâhın belirlenmesi meselesidir. Ruslar bu petrolün kendi ülkelerinden geçerek
Avrupa’ya gitmesini isterken, Türkiye ise Anadolu üzerinden Balkanlara ve oradan Avrupa’ya aktarılmasında
ısrar etmektedir. Tamda bu tartışmaların yaşandığı zamanda Öcalan Alman ARD televizyonuna verdiği bir

163 Çürükkaya S., Aponun Ayetleri, s.194-197

382
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

demeçte, “Kafkas petrollerinin Güneydoğudan geçmesi konusunda ilgili tarafların PKK’yı da hesaba katmasının gerektiğini
ve bu planı işlevsiz kılabileceğini” belirtmiş ve Rusya’nın isteği doğrultusunda hareket edeceğini ima etmiştir.

Kafkas petrollerinin Türkiye üzerinden Avrupa’ya taşınma konusunun konuşulduğu bu günlerde,


PKK’nın Karedeniz Bölgesine grup gönderdiği ve eylem hazırlığı içinde olduğu tespit edilmiştir. Bu zamandan
sonra Gümüşhane, Erzurum, Erzincan, Bayburt ve Ardahan bölgelerine küçük gruplar gönderilmiştir. Örgüt
Ruslardan ve onların yandaşı İranlılardan aldığı talimat gereğince, petrol boru hattının yapılması planlanan
güzergahın çevresindeki tüm alanlarda eylemlere girmiş ve güzergahın güvensiz olduğu tezinin işlenmesini
sağlamıştır.

Rusya yıllarca PKK’yı Türkiye’ye karşı kullanmasına karşın, 1999 yılında kendisine sığınan Öcalan’ı
ülkesinden apar topar kovmuştur. Bu gerçekler; Kürtlerin Ruslar ya da diğer Avrupalı devletler tarafından
umursanmadığı, Güneydoğu sorunu adı verilen konunun istismar edilerek, ülkeleri lehine kazanç sağlanmaya
çalıştıkları görülmüştür. Bu devletler için Kürtler sadece uluslararası stratejide koz olarak kullanmak için
değerlidir.

PKK’nın Türk Turizmine Yönelik saldırıları

1990’lı yılların başlarından itibaren örgütün farklı bir eylem tarzı olarak turizm faaliyetlerine yöneldiği,
bu amaçla da Avrupalı turistlerin Türkiye’ye gelmemesi için propaganda yapıldığına şahit olmaktayız.
Avrupa’daki seyahat acentelerine örgüt militanları tarafından bire bir yada mektup aracılığıyla bilgilendirmeler
yapılarak, Türkiye’deki sözde savaşın finansmanını yapmamaları ve müşterilerini diğer ülkelere yönlendirmeleri
istenmiş, aksi halde ise Türkiye’ye gidecek turistlere eylem yapılacağını, sorumluluğun ise, firmalara ve kişilere
ait olacağı ifade edilmiştir.

Bu konudaki iddialara göre PKK’yı turizme yönelik eylem yapmaya zorlayan ülke Yunanistan’dır.
Yunanlılar Akdeniz turizminde Türkiye ile yarış halinde olduklarından, örgütün özellikle Ege ve Akdeniz
sahillerinde yabancı turistlere eylem yapmasını istemiştir. Bu eylemler karşılığında ise örgüte finans ve barınma
desteği verilecektir.

Diğer bir iddia ise bu eylemlerin Yunanlılar ile sınırlı olmadığı, Alman ve Fransızlarında konu ile ilgili
olarak ittifaka dahil olduğu, bu ülkelerin ülkelerindeki Türk nüfus nedeniyle güçlü bir Türkiye yerine kendilerine
bağlı geri bir Türkiye istedikleridir.

Özellikle Almanya ve Fransa merkezli devam eden örgüt faaliyetleri kapsamında Almanya’daki Türk
temsilciliklerine, iş yerlerine, evlerine ve Türklere ait turizm acentelerine saldırılar başlamıştır. Bu saldırıların

383
FARUK ARSLAN

bahse konu ülkelerin kamuoyunda olumsuz etkiler meydana getirmiştir. Alman halkı ucuz ve kaliteli hizmet
sunması, ülkelerine yakın olması, Alman halkı ile Türk halkı arasında alışık olmaktan kaynaklı meydana gelen
bir yakınlaşma ve bir bölümünün de Türkiye’de mülk edinmiş olmaları nedeniyle Türkiye’yi tercih ettikleri
bilinmektedir.

Türkiye’nin Kuzey Irak politikaları ile Alman politikalarının çatıştığı bu yıllarda PKK hemen devreye
girmiştir. Öcalan’ın 25 Şubat 1996 tarihinde Med-tv yaptığı bir açıklamada “…Alman kamuoyuna diyorum ki, lütfen bu
gibi haksızlıkları görün ve karşı tavır alın. Yoksa yarın 50 tane turist cenazesi Almanya’ya gelirse buna şaşmayacaksınız. Çünkü
orada kocaman haksızlıklar var. Almanya’yı ciddi uyarıyorum…biz ekonomik hedefe yönelirken ne kadarı Alman, ne kadarı diğer
ulustan ayırt etmeyeceğiz. Şu anda savaşı finanse eden kaynak turizmdir” ifadeleri, Alman kamuoyunda kullanılarak Turist
gelişini konusunda Türkiye aleyhinde sonuçlar meydana gelmesi sağlanmıştır.

Örgütün eylemleri neticesinde meydana gelen rezervasyon iptalleri dolayısıyla Turizm gelirlerinde
önemli azalma olması nedeniyle Türk tarafından politik baskılar başlanmıştır. Neticesinde önce Fransa akabinde
ise Kasım 1993 tarihinde Almanya Hükümeti, ülkesinde PKK faaliyetlerini yasaklayan kararlar almıştır.
Yasakların genel olarak aşırılığa ulaşan şiddet faaliyetlerini kapsadığını, fakat örgütün siyasal faaliyetlerinde her
hangi bir sınırlamaya gidilmediği görülmüştür. Almanlar PKK faaliyetlerini yasaklamayla Türkiye’ye jest
yaptıklarını ima etseler de, akabinde terörle mücadele faaliyetlerinde kullanıldığı bahanesiyle Türkiye’ye karşı
silah ambargosunu uygulamaya başlamıştır.

KUM (Kürdistan Ulusal Meclisinin) Kurulması

Terör örgütünün 26-31 Aralık 1990 tarihleri arasında gerçekleştirdiği IV. konferansında Ulusal Meclis
oluşturulması yönünde karar alındığından, 1992 yılından itibaren bu çerçevede çalışmalara hız verilmiştir. KUM’un
kurulmasıyla; yurt içinde ve yurt dışında faaliyet gösteren kurumsal çevreleri etkilemek, örgütün terörist imajını
ortadan kaldırmak ve savaşan taraf statüsünü kazandırarak, FKÖ tarzında uluslararası bir nitelik kazanmak amaç
edinilmiştir.

Buna göre KUM, Filistin modelinde olduğu gibi sürgünde bir ulusal meclis olarak tertip edilecektir.
Örgütün hedeflerine göre, öncelikli olarak Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da federatif bir yapının alt temelleri
oluşturulacak, akabinde Suriye, İran ve Irak’ta da benzer tarzda federe yapılar meydana getirilerek, zamanla bu
federe yapıların birleşmesiyle Bağımsız Birleşik Kürdistan’a geçiş yapılacaktır.

Öcalan’ın kurmayı hedeflediği devlet Kürdistan olarak isimlendirilse de devletin gerçek mahiyetinin
Öcalanistan şeklinde planlandığı görülmektedir. Öcalan Ortadoğu’nun baskıcı rejimlerini de aşan tek lider etrafında
şekillenen, anti demokratik bir yapı meydana getirmek istemektedir.

384
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Öcalan 1992’ki bir konuşmasında “…yeni yılda hedefimiz, halkımızın irade ve ulusal birliğinin ifadesi olan
Ulusal Meclis kuruluşunu gerçekleştirmektir. Parti Önderliğinin çalışmaları tüm halkımıza örnek olmalıdır… ” diyerek
hedeflerini ortaya koymuştur164. KUM kurulduktan sonra Avrupa bünyesinde seçimler yapmak dışında herhangi
önemli bir netice elde edilmese de, KUM’un bazı Avrupalı Milletvekilleri ile temasları bu çatı altında gerçekleşmiştir.
Fransa, Belçika, İsveç ve Danimarka basını KUM’un kuruluşunu kendi yayın organlarında işleyerek bu konuyu
kamuoylarına duyurmaya çalışmışlardır.

20-22 Kasım 1992 tarihinde KUM ile ilgili olarak seçim yapılan ülke ve şehirler şu şekildedir.

Almanya: Freiburg, Mannheim, Bremen, Frankfurt, Hanburg, Münih, Stutgart, Bonn, Köln, Diesburg,
Hagen, Hannover, Bielefeld, Berlin ve Kassel

Fransa: Paris, Lyon, Montpellier, Marsilya

Avusturya: Graz, Viyana ve Linz

Hollanda: Den Hang, Roterdam ile

Belçika, İngiltere, Danimarka, İsveç, İsviçre, Norveç ve Finlandiya’da tek merkezde oy kullanma
işlemleri yapılmıştır.

Bu dönemde PKK’nın siyasal faaliyetlerinin artmasında ve KUM’un bürolarının açılmasında Alman


devletinin verdiği destek gözden kaçmamıştır. 1992 yılında Mesut Yılmaz Almanya ile ilgili olarak “…Almanya
özellikle Türkiye’nin bölgesel güç olmasını istemez, bunun için insan haklarını destekleyip Türkiye’yi oyuna getirmek
istemektedir. Çekoslovakya ve Yugoslavya’yı da bölen Almanya’dır. Bu arada Kürt devleti kurdurmakta işlerine geliyor…”165
şeklinde ki beyanı devlet yetkililerinin o dönem Almanya’nın teröre verdiği desteği bildiklerini göstermektedir.

KUM’un oluşturulmasının akabinde, Bonn konferansında ki kararlar doğrultusunda PKK ve PSK


arasında “İşbirliği Protokolü” adlı altında bir anlaşma imzalanmış ve sonradan PDK-BAKUR’da olmak üzere, diğer
bazı etnik Kürtçü örgütlenmelerde bu işbirliğine davet edilmiştir.

Örgüt Avrupa’da gerçekleştirdiği ittifaklar sonrasında kendini faaliyet yürütme ve eylem yapmada
daha yetkin görmeye başlamıştır. Bu çerçevede 21 Mart (nevruz) başlayan eylemler 4 Eylülde Frankfurt’ta ki festivale
kadar devam etmiştir. 1993 yılında Serxwebun dergisinde çıkan habere göre “…1993 yılının ilk aylarında Brüksel’deki
kitlesel açlık grevi ile başlayan ve yaklaşık üç ay süren nevruz kutlamaları ile devam eden Avrupa’daki kitlesel eylemlilik, 29
Mayısta Bonn ‘da yapılan büyük ulusal birlik ve özgürlük yürüyüşü ile yeni ve gerçek bir zirveye ulaştı… “ denmiştir166.

164
Serxwebun Dergisi, Ocak 1992, s.13.
165 Cemal, a.g.k., s.309.
166 Serxwebun Dergisi, Ocak 1993, s.144.

385
FARUK ARSLAN

Örgütün bu süreçte faaliyetleri siyasal olmanın yanında askeri yönde de artmış ve ihtiyaçların
karşılanması amacıyla gereken mali kaynak gurbetçilerden zorla alınmaya çalışılmıştır. Kampanya adıyla
oluşturulan faaliyetlerde vergi şeklinde adlandırılan paraları ödemeyen kişiler cezalandırılmaya başlanmıştır. Bazı
değerlendirmelere göre 1995 yılı itibariyle örgütün yıllık geliri 86 milyon dolardır. Bu paranın önemli bir bölümü ise
insan kaçakçılığı, haraç alma ve uyuşturucu ticaretinden elde edilmiştir167.

PKK’nın gerek Türkiye’de meydana getirdiği şiddet sarmalı, gerekse de Avrupa’daki şiddet eylemleri
Batılılarca da kabul edilir boyutu aştığından çeşitli Avrupalı grupların tepkisiyle karşılaşmıştır.

Bu eylemler Avrupa’da hissedilir duruma ulaşınca Türk devletinin baskıları başlamış ve daha önceki
bölümde de ifade ettiğimiz gibi Almanya 26 kasım1993 tarihinde PKK’nın faaliyetlerini ülkesinde yasaklamıştır.
Bunun akabinde Fransız polisince PKK’nın alt kolları olan Fransa Kürdistan Komite ve Fransa Kürdistan Yurtsever
İşçiler Kültür Dernekleri Federasyonuna baskın düzenlemiştir. Bunun yanında Belçikalı Sorgu Savcısı J. Brum da
yaptığı bir açıklamayla ülkesinde PKK faaliyetlerinin izlenmeye başladığını ifade etmiştir.

Dünya kamuoyunda meydana gelen PKK karşıtı irade dolayısıyla örgüt tarafından Bonn kararlarına
uyacağı ifade edilerek, ateşkes ilan etmiştir. Bu ilanların her dönem Kış aylarına yaklaşırken yapılması ve bahar ayları
gelince bozulması da gözlerden kaçmayacak bir ayrıntıdır. Örgüt bu ateşkes ilanı ile Avrupa zemininde rahat siyasal
çalışma yapma fırsatı elde ederek, dönemi toparlanma süreci olarak kullanmayı hedeflemiştir.

Örgüt 1993 yılındaki ateşkesten sonra bu şiddet karşıtı Avrupalı güçlerinde desteğini de alarak
Avrupa’da geniş katılımlı kitle eylemleri organize etmeyi ve kendini Kürt meselesinde tek muhatap göstermeyi
başarmıştır.

Almanya ve Fransa’da bu gelişmeler olurken, Yunanistan hükümeti Atina yakınlarında bulunan


Lavrıon, Lamıa ve Euboa (Eğriboz) gibi mülteci kamplarını, Türkiye aleyhinde faaliyet gösteren teröristlerin ikamet,
eğitim ve diğer lojistik ihtiyaçlarının karşılandığı bir kamp haline getirilmiştir168.

Aslında Alman Devletinin sürekli olarak PKK’yı yasaklamak ve desteklemek şeklinde değişen
stratejisi kaba bir politik manevralar olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu hamlelerle zaman zaman iki tarafı hem
cezalandırmış hem de ödüllendirmeye çalışmıştır. 1993’deki bu gelişmeler sonrasında Örgütün Avrupa’daki silahlı
Kadroları Almanya’dan Yunanistan’a aktarılmıştır. Gerçekte değişen sadece ülke adı olup planlı bir anlaşmanın
uygulamasından başka bir şey değildir.

167 Mümtaz A., PKK terörünün Belçika boyutu, s.20.

168 http://www.byegm.gov.tr/yayinlarimiz/ANADOLUNUNSESI/151/AND5.htm

386
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Bu gelişmeler Öcalan’ı o kadar pervasız hale getirmiştir ki, Hasan Cemal aracılığı ile Türkiye’ye mesaj
vermekten uzak durmamıştır. Öcalan 14 Nisan 1993 tarihinde Hasan Cemal’e ;”…Ankara bizi görmezlikten geliyor, Batı
hükümet kapıları, devlet kapıları PKK’ya yardım için açılıyor. Başlangıçta Batıda bize böyle davrandı. PKK’nın kesin güç
kazandığını gördüler. Finlandiya Başbakanı görüştü. Belçika görüşüyor, İngiltere parlamentosunda görüşülüyor. Amerika’ya
gidiyor bizim temsilciler…”169 şeklinde ifadelerde bulunarak diğer ülkeleri referans göstermiştir. Öcalan’ın Batılı
Ülkelerden aldığı cesaretle yukarıdaki ifadeleri kullandığı ve sözde ateşkes ilan ettiği 1993 yılı, örgütün en kanlı
eylemlerini yaptığı, köyleri yaktığı, insanları acımasızca öldürdüğü dönemdir.

Bu yıl Avrupa’daki cephe faaliyetlerine katılan Almanların yanı sıra, kırsal alana geçerek silahlı kanat
içerisinde de görev alan Alman kökenli militanlar da karşımıza çıkmaya başlamıştır. 1993 yılında Kani kod Eva
Juhnke, Medya Kod Vera Heesne, Çektar kod Ulrich Maichle ve Jorg Ulrich adlı kişiler kamplarda eğitim görüp,
örgüt içerisinde kadro düzeyinde görev almışlardır170.

Alman istihbarat örgütü (BND) ne göre 1990’dan beri en az 30 Alman vatandaşı sıhhiyeci, eğitmen ve
militan olarak PKK ya katılmışlardır. Bunların birçoğu Beka Vadisinde bulunan Mahsum Korkmaz Akademisinde
eğitimden geçmişlerdir. Örgüte Almanya’dan sonra en fazla desteği Yunanlılar vermiş olup, 1997 yılında TSK’nın
örgüte yönelik yapılan operasyonlarında ölen militanlar arasında bazı Yunanlıların da olduğu gözlenmiştir171.

PKK’nın 1994 sonrası siyasallaşma çabası ve dönem gelişmeleri

1994 yılına gelindiğinde terör örgütünün yaptığı eylemler toplumda infial uyandıran bir hale
gelmiştir. Halkın terörün sonlandırılması yönünde ortaya koyduğu irade siyasileri belli tedbirleri almaya
zorladığından, yeni önlemlerin alınması gündeme gelmiştir.

Bu nedenlerden dolayı yapılmak zorunda kalınan terörle etkin mücadele anlayışının meyveleri ortaya
çıkmış, PKK örgütü kırsal kesimde önemli darbeler almaya başlamıştır. Bu kayıplar, terör örgütünü başka arayışlara
itmiş, neticesinde kırsalda sıkışan örgütün güçlerinin bir kısmını Türkiye metropollerine ve Avrupa’ya aktarmasına
neden olmuştur.

169 Cemal, a.g.k., s.38.


170
Köknar, a.g.m., s.202.
171
Köknar, a.g.m., s.203.

387
FARUK ARSLAN

Aldığı tüm tedbirlere rağmen örgütün 1994–1997 yılları arasında önemli oranda güç kaybettiği ve
duraklama sürecinin başladığı görülmektedir. İçine girilen olumsuz koşullar nedeniyle kadro sayısında bariz
düşüşler yaşanmış olduğundan, legal söylemler kullanan yeni kurumların açılması gündeme getirilmiştir.

Yeni durumda örgüt kitleleri kaybetmemek için şiddet içerikli sloganların yanında, ılımlı kültürel
haklar başlıklarını kullanarak dil ve kültür öğelerini ön plana çıkarmaya başlamış, kendince terörü ortaya çıkaran
ideolojik nedenleri ajite etmeye başlamıştır. Bununla da yeni sempatizan kazanmayı ve onları kırsala aktarmayı
hedeflemiştir.

Aslında bu politika değişikliğinde Avrupalı ülkelerden bazılarının da etkisi olmuştur, başta Fransa ve
İsveç olmak üzere bir kısım devletler PKK’nın silahı bırakmasıyla Kürt meselesinin daha rahat çözüleceği ve bu
durumun Kuzey Irak’ta bir Kürt devletinin kurulmasına yardımcı olacağı ifade edilmiştir.

Fransa ve yandaşı ülkelerin, PKK’nın salt şiddet içeren argümanlarının yanında siyasi ajitasyon
yapmasını talep etmesi, aslında devreye sokulan yeni planlamanın bir yansımasıdır. Fransa bu yeni çizgi ile; öncelikli
olarak Türkiye’nin PKK’yı terörist olarak göstermesinin önüne geçerek, konunun özgürlükler çerçevesinde ele
alınmasını sağlayacaktır. Bu süreçte Kürt meselesinde insiyatif alarak PKK’nın kendi çizgisine kaymasını sağlayacak,
böylece örgütü belli ölçüde yönlendirebilecektir. Bunun yanında PKK dışında oluşturulan etnik Kürtçü kesimlerde
mücadeleye aktif olarak sokularak, PKK’nın tek güç olmasının önüne geçilecektir.

Bu plan çerçevesinde Kuzey Iraklı Kürt örgütlerinin Paris’te görüşmelerde bulunduğu günlerde,
Tansu Çiller ile Fransız Dışişleri Bakanı Alain Juppe arasında 22 Temmuz 1994 bir görüşme geçekleştirilmiştir. Juppe
bu görüşmede; “Kürt ve Irak problemlerini görüştüklerini, terörizmi kınadıklarını, Türkiye’nin toprak bütünlüğüne bağlı
olduklarını, fakat “güvenlikçi çözümden değil, gerekli olan siyasi çözümden yana olduklarını” açıklamıştır.

Fransa’nın Türkiye’nin içlerine doğrudan müdahale ettiği bu günlerde Türk tarafının savunmada
kaldığı, sadece kendini anlatma gayreti içerisinde olduğu görülmektedir. Daha öncede ifade ettiğimiz gibi gerek
Korsika gerekse de Guyana meselesinde Fransızların insan haklarını ihlalde çok ileri gittikleri bilinmektedir.

Batı ülkelerin yönlendirmesiyle terör örgütünü, propaganda dilini değişmiş, terör eylemlerinin Türk
devletinin Kürt kültürüne ve diline karşı ortaya koyduğu yasaklamalardan dolayı devam ettiğini ifade ederek, Kürt
kimliğinin kabul edilmesi halinde silahlı eylemlerin sonlandırılabileceği göstermelikte olsa dile getirilmeye
başlanmıştır.

Örgüt yaptığı açıklamalarda askeri ve siyasi çalışmaların yan yana yürüyeceğini, daha doğrusu silahlı
faaliyet gösteren birimlerin legal uzantılarının inşa edileceği ifade edilmiştir.

388
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Mart 1994’te yapılan 3. Ulusal Konferans çalışmalarında ise güvenlik kuvvetleriyle uzun süreli
çatışmalara girme yerine klasik gerilla mücadelesi geçiş yapılmış, avantajlı olunması halinde vurup kaçmaya dönük
silahlı eylemlerin uygulanması, öğretmenlerin, doktorların, hemşirelerin, müteahhitlerin ve işyeri sahiplerinin
öldürülmesi, okullar, şantiyeler ve is makinelerinin yakılması, bu eylemlerinde misilleme eylemi olarak meşru
müdafaa biçiminde olduğunun söylenmesi kararı alınmıştır.

Bu kararlara göre legal görünümlü faaliyetler devam ederken, olayın askeri boyutu da arka planda
bırakılmayacak, örgütün askeri gücünün varlığı sansasyonel eylemlerle ortaya konmaya çalışılmıştır.

Bu kapsamda Avrupa sorumlusu Kani Yılmaz 18 Mayıs 1994 tarihinde Bürüksel İ.P.C. –İnternational
Press Center’da örgütün askeri gücü ve yapılan eylemler hakkında sayısal veriler açıklamıştır. Buna göre;

1 Ocak ile 18 Mayıs 1994 tarihleri arasındaki 5 aylık dönem zarfında 1,1183 eylem gerçekleştirilmiş
olup bu eylemelerde:

 98 rütbeli asker, ölü


 33 rütbeli asker, yaralı
 2.155 rütbesiz asker, ölü
 831 rütbesiz asker, yaralı
 15 köy korucubaşı ölü
 482 köy korucusu ölü
 63 esir köy korucusu
 319 ajan işbirlikçi yerel halk ölü
 218 ajan işbirlikçi yerel halk yaralı
 25 okul yakıldı
 2 korucu evi yakıldı
 4 karakol yakıldı
 Çok sayıda askeri aracın yok edildiği” ifade edilmiştir172.

Bu açıklamada temel amaç örgütün halen güçlü olduğu imajını vermek olduğundan sayılar
abartılmıştır. Açıklamalar esnasında Batılı gazeteciler asker ölümlerini işlerken, öldürülen bölge halkı hakkında soru
sormamışlardır. Burada ifade edilen köy korucusu ve yerel işbirlikçiler Kürt kökenli vatandaşlarımız olup, Kürtler
için mücadele ettiğini söyleyen bir örgütün neden bu denli sayıda Kürdü öldürdüğü ise irdelenmemiş, bu sayıdaki
Kürt vatandaşımızın PKK ile savaşta hayatını ülkesini için ortaya koymasının nedenleri üzerinde durulmamıştır.

Bu açıklamadan kısa bir süre sonra Temmuz 1994 tarihinde Alevi vatandaşlarımızı örgüt saflarına
kazanmak amacıyla PKK merkezi Avrupa olmak kaydı ile KAB (Kürdistan Aleviler Birliği) kurulmuştur.

172 24 Nisan 1996 tarihine kadar örgütün öldürdüğü sivil halk sayısı 4.433 kişidir.

389
FARUK ARSLAN

1993 yılında William Jefferson Clinton’un ABD Başkanı ve Albert A. Gre’nin Başkan Yardımcısı
olmasının akabinde Türkiye ABD ilişkilerinde bir düzelme beklenirken bunun gerçekleşmediği görülecektir.

Odrad Kesic’in “Yol Ayrımındaki ABD-Türk İlişkileri” başlıklı makalesinde ABD Dışişleri Bakanı
Warren Christopher’in 30 Eylül 1994’te Türkiye’ye Kürt ayrılıkçılarla mücadelenin sürdürülmesi konusunda destek
verileceği sözünü173 vermiş olduğunu belirtse de akabinde ortaya çıkan gelişmeler kaygı verici olmuştur. Bu beyan
doğrultusunda Kasım 1994’te ABD Kongresine bir mektup yazan Öcalan’ın’ın, Amerikan’ın konuya müdahale
etmesini istemiştir174. Bu çerçevede 8-27 Ocak 1995 tarihinde yapılan V. Kongrede Batılı ülkelerin desteğinin alınması
karar altına alınmıştır.

PKK paralelinde haber yapan Kürt-Alman Haber Ajansı KÜRD-A’nın yayınında kongre ile ilgili olarak, kongrede
Öcalan’a uluslararası alanda işbirliği yapma konusunda tam yetki verildiği belirtilmiştir. Öcalan bu doğrultuda
Alman ARD televizyonuna bir röportaj vermiş ve PKK’nın Marksist-Leninist bir örgüt olmadığını, Batı ile diyaloğa
önem verdiğini ifade etmiştir175.

1995 Mayıs ayında bir İngiliz think-tank kuruluşu tarafından “Türkiye fırsatları ve riskleri” adıyla hazırlanan raporda;
“PKK birkaç yıldır Marksist-Leninist ideolojiden vazgeçti. PKK, Batılı güçlerin desteğini almadan yapılacak ayrı bir devlet kurma
girişiminin başarısızlığa uğrayacağını biliyor” denilmiştir.

ABD Dışişleri Bakanı’nın İnsan Haklarından Sorumlu Yardımcısı Strobe Talbott 12 Nisan 1995’te, İHV
Başkanı Yavuz Önen, İHD Başkanı Akın Birdal, Helsinki Yurttaşlar Derneği Başkanı Murat Belge, DEP’in Avukatı
Yusuf Alataş ve SBF Öğretim Üyesi Doğu Ergil ile ABD Büyükelçiliğinde bir araya gelmiş, yapılan toplantılarda terör
örgütünün eylem ve faaliyetlerini eleştirmek yerine Türk devletinin terörle mücadelesi eleştirilmiştir.

PKK’nın kendi açıklamasıyla ortaya koyduğu şiddet profili Türkiye tarafından uluslararası resmi
çevrelerde işlenmiş ve örgütün şiddet yönü ilgililere anlatılmaya başlanmıştır. Bu gelişmeler üzerine ABD’nin
Ankara büyükelçisi Eylül 1995’te PKK’yı terörist olarak gördükleri ve Türkiye’nin haklı mücadelesine destek
sunabileceklerini ifade etmiştir. Bu gelişme üzerine Öcalan, ABD başkanı Bill Clinton’a bir mektup yazarak, siyasal
ve Kültürel hakların verilmesinin sorunu önemli oranda çözeceğini dile getirmeye çalışmıştır176.

Örgütün silahlı mücadele tarzı ve sivilleri katletmesi dünya ülkelerinden tepki aldığından, siyasal
çalışmaları hızlandırma amaçlı olarak Ocak 1995 tarihinde Suriye’de örgütün 5. Kongresini toplamış, bu kongrede

173 Aydınlık Dergisi, 18 Mart 1995, no:404, s.7.


174 Özgür Ülke Gazetesi, 2 Kasım 1994. s.4.
175 Aydınlık Dergisi, 15 Temmuz 1995, no:421, s.15.

176 Mümtaz, a.g.k., s.18.

390
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

alınan kararlar paralelinde Ocak 1995’te Hollanda’nın Lahey kentinde Sürgünde Kürt Parlamentosunu ilk
toplantısını gerçekleştirmiştir. SKP’nun başkanlığına Yaşar Kaya, yardımcılığına ise Zübeyir Aydar getirilmiştir.

Dönem stratejisine uygun olarak ta 12 Nisan 1995 tarihinde KUM feshedildiği ve Hollanda’nın Lahey
ilinde Sürgünde Kürt parlamentosunun kurulduğu alenen ilan edilmiştir. Sözde Kürt Parlamentosunun 2. toplantısı
31 Temmuz 1995’te Avusturya’nın başkenti Viyana’da yapılmıştır.

Türkiye, gerek örgüt tarafından katledilen sivil kişilerin ve gerekse de diğer şiddet eylemlerinin önünü
almak, bu konuda örgüte bir ders vermek amacıyla 1995 yılında operasyonlarına erken başlamış ve 20 Mart 1995’te
TSK, Kıbrıs çıkartmasından bu yana en büyük askeri faaliyeti başlatarak, 35 bin askerle “Çelik Harekatı” adı verilen
harekatla Kuzey Irak’a girmiştir. Bu harekâtta 271 PKK’lı öldürülürken 4’ü subay ve astsubay olmak üzere toplam 22
asker şehit verilmiştir.

Operasyonun hemen akabinde 30 Mart1995 tarihinde MED TV adlı televizyon kanalı kurularak, yeni
dönemde ajitasyon kapsamlı faaliyetlere hız verilmesi amaçlanmıştır.

ABD’ler, Körfez savaşıyla yoğunlaşan Ortadoğu’ya müdahale stratejisi kapsamında KDP ve KYB arasında devam
eden savaşı sonlandırmak ve bölgede kesinkes hakimiyetini tesis etmek amacıyla Temmuz 1995’de İrlanda’nın
başkenti Dublin’de bir toplantı serisi organize etmiştir.

ABD'nin öncülüğünde geliştirilen ve Türkiye'nin de taraf olduğu bu süreçten, Iran ve Suriye gibi ülkeler büyük
rahatsızlık duymuştur. PKK’da muhtemel bir düzenleme neticesinde bölgedeki bazı avantajlarını kaybedeceğini
görmüştür. Yine KYB'nin Dublin sürecine samimi yaklaşmayarak, Iran-Suriye gibi bölge ülkeleriyle ABD arasında
zikzaklar çizdiği izlenmiştir. Böyle bir zemini fırsat bilen PKK, Suriye, İran ve KYB'nin açık desteğiyle görüşmelerin
merkezindeki KDP'ye yoğun saldırılar başlatmış ve böylece Dublin sürecinde kendi söylemlerinin de dikkate
alınması gerektiğini göstermiştir.

Örgüt elebaşı tarafında hazırlanan ve "Güney Kürdistan’da Devrimci Savaş ve İktidar Sorunu PKK Genel Başkanı Abdullah
Öcalan Yoldaş Değerlendiriyor" başlıklı yazıda, KDP'ye olan saldırılarını Ortadoğu devrimci güçleri adına
gerçekleştirdiğini ileri sürülerek, Dublin sürecinden rahatsızlık duyan kesimlere mesajlar verilmeye çalışılmıştır.
Dublin görüşmelerinde Talabani'nin temsilcisinin "PKK'yı siyasi bir parti olarak değerlendiriyoruz" şeklindeki beyanı
ayrıca da dikkat çekici bulunmuştur.

Bu toplantı serisi boyunca yapılan değerlendirmelerde, PKK’nın süreçten uzak tutulduğu belirtilse de bunun gerçek
dışı olduğu görülmüştür. İkinci Dublin toplantısından sonra MED-Tv’de bir değerlendirme yapan Öcalan, ABD’nin
Kürt sorunu konusunda Türkiye ile ayrılığa düştüğünü, Türkiye’nin saf dışı edileceğini ve süreçten en karlı çıkan
kesimin ise kendileri olduğunu ifade etmiştir.

391
FARUK ARSLAN

SKP Başkanı Yaşar Kaya’da Kürt sorunun çözümünde artık Batı ve ABD ile görüşüleceğini belirterek, “ABD’nin
soruna daha müdahil olmak istiyor” demiştir. Bu süreçte ABD’ nin örgütü aynı zamanda legal siyasal faaliyetlere
zorladığı gözlemlenmiştir. Bu tavsiyeler doğrultusunda 24 Aralık 1995 seçimlerinde HADEP’in diğer partilerle
ittifaka girmesini sağlanarak, yeni bir sürece girilmek istenmiştir. Seçimlerde HADEP başarılı olamadığından plan
etkili olamamıştır. HADEP bu süreçte, tıpkı DEP gibi meclise girip, mecliste siyasal gerilim sağlamayı amaçlamıştır.

Örgütün IV Konferansı 1–15 Mayıs 1996 tarihlerinde Suriye’nin Başkenti Şam yakınlarında bulunan örgüt
kampında gerçekleşmiştir. Konferansın ana teması Öcalan’ın “Ne kadar eylem, o kadar propaganda, ajitasyon; ne kadar
eylem o kadar otorite” şeklindeki söylemi olmuş ve intihar eylemlerinin yoğunlaştırılması kararı alınmıştır.

Örgütün 1997 yılında Avrupa’da en önemli kitlesel eylemi Eylül 1997 tarihinde oluşturduğu Avrupa’dan
Türkiye’ye Barış Treni/Barış Şenlikleri organizyonudur.

İran’ın Kuzey Irak’ta Güç Olma Gayreti

İran, her dönem Kuzey Irak’ta kendi kontrolünde bir yapılanmanın varlığını esas almıştır. Eylül 1995
tarihinde yapılan Dublin toplantısından sonra Tahranda IKDP ve KYB heyetlerinin bir araya getirilerek, gelişmelere
yön verilmemeye çalışılmıştır. İran bu girişimleri, ABD himayesinde yapılan çalışmalara alternatif oluşturma ve
inisiyatif elde etme gayreti şeklinde yorumlanmıştır.

KDP ve KYB’de İran’ın bu yaklaşımlarına kayıtsız kalmayarak, kısmen yakınlaşma sinyalleri vermiştir.
Barzani ve Talabani Batı ülkelerine karşı daha önce Saddam kozunu kullanırken, bu zamandan sonra İran kozunu
da kullanarak imtiyaz elde etmeye çalışmıştır. İran ise bu toplantıdan bazı neticeler elde etmiş olacak ki, 1995 yılı
sonunda Bedir adını verdiği birliklerini Kuzey Irak’ın sınırının iç bölgesine sevk ederek, bölgede varlığını göstermeye
çalışmıştır.

Türkiye ise Perslerin klasik entrikacı ve yayılmacı politikası ile ABD’nin sömürgeciliği arasında çıkmaza
girmiştir. Türkiye’nin, İran kozunu kullanarak ABD’den güçlü tavizler koparabileceği halde, bunu başaramadığı ve
gelişen süreci iyi kontrol edemediği görülmüştür.

Avrupa’daki siyasal etnik Kürtçü kesimde Kuzey Irak konusunda din konusunu Avrupalı ülkelere koz
olarak kullanmış ve bölgede gelişebilecek İslami akımlara karşı Sol kökenli Kürtçü grupların desteklenmesini
gerektiğini propaganda etmiştir.

392
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Paris Kürt Enstitüsü Başkanı Kendal Nezan 1994 yılında yaptığı bir açıklamada, Ankara’nın Kürt
politikasının desteklenmesi halinde bölgede bulunan 30 milyon Kürt’ün, çeşitli adlar altında radikal kesimlere
kaymaya başlayacağını, İran rejimini Ayetullahlara teslim eden Şah’ı engellemeyi beceremeyen Batının, bu defa daha
akıllı hareket ederek Ankara’yı siyasi çözüm ve Kürt halkının meşru haklarını kabul etme konusunda sıkıştırması
gerektiğini istemiştir177.

Almanya

Alman devletinin 1993 yılında PKK terör örgütünün Almanya’da faaliyetlerini yasaklaması ülkemiz
tarafından olumlu bir adım olarak görülmüştür. Alman Polisi PKK yasağının ardından örgütle bağlantılı Bonn
şehri merkezli FEYKA kurumlarına baskın yaparak, buradaki tüm yazılı evraklara el koymuş ve bir kısım
çalışanını da göz altına almıştır.

Bu baskınlarda ele geçen belgelerde örgüte ait birçok faaliyet bilinir olmuş ve örgüt mensupları deşifre
olmuştur. Alman Polisinin eline geçen bu önemli belgelere rağmen ciddi tedbirler almadığı, sadece kendi
açılarından örgüte hakim olamaya çalıştığı anlaşılmıştır.

Almanların PKK yasağında tutarlı olmadıkları daha aradan bir yıl geçmeden ortaya çıkmıştır. Mart 1994
günü Duisburg’ta toplanan PKK kadroları Almanya’da faaliyet gösterecek YEK-KOM’un I. Kuruluş Kongresi
gerçekleştirmiştir.

Örgütün Avrupa’daki yeni örgütlenmesi olan YEK-KOM, kapatılan eski cephe kurumu FEYKA ile
yönetim ve tüzük açısından benzer örgütlendirilmiştir. Bu durum Alman yetkililerce de anlaşılmış olmasına
karşın, farklı bir uygulamaya gidilmemiş ve YEK-KOM’un kurulmasına ve örgütlenmesine izin verilmiştir.

YEK-KOM’un inşa sürecinde Öcalan’dan farklı düşünen ve şiddetin durmasını isteyen kadrolar tasfiye
edilmiştir. Yeni kurulan YEK-KOM tamamen Öcalan’ın kontrolünde oluşturulduğundan, YEK-KOM süreci PKK
adına bir kazanım olarak ortaya çıkmıştır.

FEYKA’nın kapanma süreci ile ilgili olarak örgüt güdümünde yayın yapan Özgür Politika gazetesine
konuşan, aslen Kuzey Iraklı olup Almanya’da yaşayan Celal Musa’nın verdiği bilgiler hayli ilginçtir. Musa; “Bir
Alman komşumuz vardı. Gelip, ‘Sizin derneklerinizi kapatacaklar, her şeyinizi götürecekler’ dedi. Biz de hemen akşam

177
Kendal, a.g..k., s.104, 105.

393
FARUK ARSLAN

toplanıp, planlar yaptık. Operasyondan sonra derneğin kapısına mühür vurulmuştu. Polisler derneği ablukaya almışlardı.
Tabii halk da derneğe akın ediyordu. Sonra mührü kırdık ve içeri girdik. İnsanlar artık nöbet tutmaya başladılar. Halk
derneğin kapatılmasını kabul etmedi. Bu kararlılık karşısında polis bizimle anlaşmak zorunda kaldı” şeklinde beyanlarda
bulunmuştur. Bu beyan baskınlardan önce örgütün bilgilendirildiğini ortaya koymaktadır.

Almanların Ortadoğu’daki en önemli müttefikleri İranlılar olup, iki ülke arasında çok ciddi ekonomik ve
siyasal bir işbirliği söz konusudur. Binlerce İranlı öğrenci Almanya’daki okullarda eğitim görmekte olup, Batılı
devletlerin İran’a yönelik ambargosuna da hiçbir zaman iştirak etmemiştir. Bu nedenle de Alman Devleti
Ortadoğu’da Türkiye’den daha ziyade İranlılarla birlikte hareket etmeyi tercih etmektedir.

İran devleti de bu yardımların karşılığında Sünni ülkelerin gücünün azaltılmasına katkı vererek, Sünni
inançtaki devletlerin aleyhine çalışmalar yürütmeye devam etmiştir. Bundan hareketle İran’ın bir din devleti
olduğunu söyleminin zor olduğu, tam aksine sadece Şii eksenli bir inanışa değer verdiği görülmektedir.

Bölgede kendine en güçlü rakip olarak Türkiye’yi gören İran, her dönem Türkiye karşıtı ittifakların
içerisinde yer almıştır. Türkiye’nin Mart 1995 tarihinde Kuzey Irak’taki PKK kamplarına düzenlediği operasyona
en büyük tepkiyi İran verirken, bu tepkinin Avrupa’daki dillendiricisi ise İran’ın ortağı Alman devleti olmuştur.

İşte bu nedenlerden dolayı Alman hükümeti Türkiye’nin Irak’ta insiyatif alma girişimini ortadan
kaldırmak için kendi kozlarını kullanmaya çalışmış, bu nedenle de uzun süredir kullandığı PKK kozunu tekrar
devreye sokmuştur. Almanlar genel olarak örgüt kadroları içerisinde ajan/elaman bulundurma konusunda etkili
olmuşlardır. Bu açıdan dönem dönem örgütün kararlarına da müdahale edebilmekte ve bu şekilde Türkiye ile
ilişkilerine ikincil bir el üzerinden müdahale yapabilmektedir.

Bu durum Almanya’da tarafsız kurumlarca da ifade edilmiştir. 1995 yılı ocak ayında hazırlanan bir
raporda; PKK’nın Alman Sosyal Demokratlar ve Neo Nazilerle işbirliği içerisinde olduğu ve yetkililerin örgütün
faaliyetlerine karşı yeterli önlemi almadığı vurgulanmıştır.

Alman hükümeti de dönem dönem PKK aleyhinde söylemlerde bulunmuşsa da bunun fiiliyatta
uygulanmadığı her kesimce de bilinmektedir. Bu tür söylemler ülkesinde barınan PKK’yı çeşitli argümanlarla
korkutarak taleplerinin yerine getirilmesi sağlamak amacıyla ‘ayar verme’ strateji kapsamında sarf edilmiştir.
Almanların Türkiye’ye turist olarak gelişi ve önemli bir döviz girdisi sağlaması konusunun da koz olarak
kullanıldığı görülmüştür.

Türkiye’nin Alman devletinin menfaatleri dışında yaptığı faaliyetler sürecinde PKK’nın devreye
girdiği ve açıklamaları ile Almanya’nın lehine olacak sonuçların meydana gelmesine yardımcı olduğu da gözlemler
arasındadır.

394
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

PKK’yı Almanların güdümünde kalmaya iten en önemli etken ise örgütün Almanya’ya olan
ihtiyacından kaynaklanmaktadır. 1995 yılı itibariyle Almanya’daki dernek sayısı 218’dir. Örgütün bu alandan önemli
bir gelir elde ediyor oluşu da bu bağımlılığın en önemli nedenlerinden sayılabilir.

1995 yılında Berlin Eski İçişleri Senatörü Heinrich Lummer ve Anayasa Koruma Örgütünden Casus
Grünewald’ın Şam’da A. Öcalan ile yaptığı görüşmenin ardından, Lummer tekrar 1996 ve Mart 1997 tarihlerinde iki
kez daha Öcalan’la görüşmeler yapmıştır. Bu görüşmeler Almanya İstihbaratından Sorumlu Devlet Bakanı Bernard
Schmid Bauer tarafından da resmen kabul edilmiştir. Bu görüşmelerde örgütün siyasal ve askeri durumu yakından
tetkik edilmeye çalışılmıştır.

Öcalan’da PKK’nın Almanya faaliyetlerine çok önem vermiş ve dönem dönem Almanya
sorumlularını Şam’a çağırarak, konu hakkında ilk elden bilgi almıştır. Örgütün Almanya çalışanlarından Serhat Kod
adlı Adnan Dizin konu ile ilgili verdiği ifadesinde; "... Havaalanındaki örgüt mensubu beni ve Medya (K) adlı örgüt
mensubunu alarak Abdullah Öcalan’ın da karargâh olarak Şam kentindeki örgüt evine götürdüler. Geldiğimiz bina 7 katlı idi.
Bu binanın 4 ve 5 inci katları PKK örgütüne aitti... Örgüt evine geldiğimizde Cuma Mehmet (K) Cemil BAYIK’ın Hollanda’da
bize vermiş olduğu para ve 4 valiz dolusu malzemeleri oradaki görevlilere teslim ettik... o gece örgüt evinde kaldık. Ertesi gün
öğleye doğru PKK lideri Abdullah Öcalan yanımıza geldi. Bize Almanya’daki PKK örgütü faaliyetleri hakkında sorular sordu.
Biz de kendisine faaliyetler hakkında bildiklerimizi söyledik... Abdullah Öcalan benimle konuştuktan sonra oradaki görevlilere
talimat vererek, bizlere derhal ERNK kimliği hazırlayıp Bekaa Vadisi’nde bulunan Mahsun Korkmaz Akademisi’ne
gönderilmemizi istedi. Görevliler adımıza birer ERNK kimliği düzenlediler...” şeklinde konulara değinmiştir.

Askeri anlamda gerilemenin yaşandığı ve tüm gayretlere rağmen örgütün toparlanamadığı bu zamanda,
Şam’da Öcalan’a yönelik başarısız bir suikast girişiminin gerçekleştiği ajanslara yansımıştır. Öcalan, 6 Mayıs1996
tarihinde gerçekleşen bu suikastın Talabani ve İngiliz yetkililerince tertiplendiğini iddia etmiştir.

Öcalan konu ile ilgili olarak; “…İmha olacağımı ilk olarak bombalamadan 3 gün önce Şam'a istihbaratçısını
gönderip Apo imha olacak diye bildiren Talabani idi. Londra yarım saat sonra açıklama yaptı. En son Cuma'ya da söylemiş
ya. Gel bu iki kardeşten kurtulup, seni öne çıkaralım diye. Kani arkadaşa Londra'da hazırlama şeyleri ortada…” şeklinde
beyanatta bulunmuştur178. Öcalan bu suikasttan haberdar edildiğinden dolayı yara almadan kurtulmuştur.

Öcalan her ne kadar bu konuda Talabani üzerinden bilgi geldiğini söylese de Ergenekon soruşturmasının
üçüncü iddianamesinde, bu suikastın günler öncesinden Yalçın Küçük tarafından Öcalan’a haber verdiği
belirtilmiştir. Soruşturma kapsamında Küçük ’ün evinde ele geçen bir ajanda da suikaste ait bilgiler elde
edilmiştir.

178 13 Eylül 2000 tarihli Abdullah Öcalan’ın avukatları ile görüşme notu

395
FARUK ARSLAN

Bu girişimin gerçekte bir suikast olmadığı bilahare anlaşılmıştır. Patlayan bomba Öcalan’ın kaldığı evin
30-40 metre uzağına park edilen bir arabaya yerleştirilmiştir. Araca yerleştirilen patlayıcının miktarının da az
olması da Öcalan’ın öldürülmesinden ziyade, farklı bir hedef taşıdığı ihtimali gündeme gelmektedir.

Bu olaydan sonra Türkiye’de metropollerde meydana gelen olaylar ve örgüte katılımın arttığı da göz
önüne alınırsa, planın PKK lehine bir sonuç çıkması için tertiplendiği iddialarının ihtimal dahilinde olduğu daha
gerçekçidir.

Bu suikast iddiasından sonra Yunan Meclisinden yaklaşık 100 milletvekilinin imzası ile Öcalan
Yunanistan’a davet edilerek, kendisine bu ülkede örgütünü yönetecek uygun zeminin hazırlanacağı vaadinde
bulunulmuştur179.

Türkiye 1995 yılında Yunanistan’ı PKK’ya verdiği destek için Birleşmiş Milletler’e şikayet etmiş olmasına
rağmen Yunanistan devletinin bunu ciddiye almadığı ve desteğini arttırarak devam ettiği görülmüştür 180.

Örgütün tüm silahlı birimleri Yunanistan’a taşınıyor

1993 yılında Almanya’nın PKK faaliyetlerini göstermelik olarak yasaklamasından sonra, örgütün
Avrupa’daki askeri üssü Yunanistan’a kaydırılmıştır. Daha öncede aktif bir şekilde kullanılan Yunanistan alanı
bu dönemden sonra tamamen Türkiye karşıtları örgütlerin merkezi olmuştur.

Arteş Kod adlı Ulaş A. ifadesinde; "...1996 Temmuz ayında pasaport çıkarttık. Havayolu ile Bükreş’e gittik.
Örgütün bürosunda 10 gün kadar barındık. Trenle Bulgaristan’a geçtik. Daha sonra kara yolculuğu ile Yunanistan Selanik’e
geçildi. Daha sonra Atina’ya gelerek Lavrion Kampına alındık. Bir buçuk ay süreyle eğitimden geçtik. 70-80 kişilik bir örgüt
adamı olarak Yunanistan kırsalında ve kısmen de Atina merkezinde örgüt üyelerince hem askeri hem de siyasi, teorik
eğitimlerimiz yaptırıldı. Yunan görevlileri de bazı konularda yardımcı oluyorlardı. Üniversite kökenli olanlar ve ben
Şam’daki Mahsun Korkmaz Akademisi’ne gönderildik. 7 ay süreyle eğitimlerimiz arttırıldı. Örgütün lideri Abdullah
Öcalan’ın inisiyatifiyle eğitimlerimiz tamamlatıldı. 1997 Eylül ayına kadar eğitimlerimiz tamamlandı. 22 silahlı kişi, ben de
dahil eylem yapmak üzere Hassa bölgesine giriş yaptık. Hassa, Dörtyol. İslâhiye, Erzin, Samandağ, İskenderun, Bahçe
kırsalını kontrol altına aldık...” beyanlarıyla Yunanistan’daki askeri eğitimlere dikkat çekmiştir.

179 Baksi M., Roma Yürüyüşü, İstanbul, 2000, s.28.


180 Çevik İ., “PKK Parlamentosu”, Yeni Yüzyıl Gazetesi, 14 Ocak 1994’den naklen Taner Aydın Türkiye’de Narko
Terörizm ve PKK / KONGRA – GEL Terör Örgütü’nün Rolü, Ankara, 2007, s.81

396
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Bu yıllarda Yunanistan’da; 1- Lavrion Kampı. 2- Lamia Halkida Kampı, 3-Ibrahim İncedursun Kampları tamamen
Türkiye’ye karşı silahlı faaliyet gösteren terör örgütlerinin askeri eğitim alanları olarak düzenlenmiştir.

Atina yakınlarında 1949 yılında “Yabancı Göçmenleri Tedavi Merkezi” adı altında açılan “Lavrion Mülteci
Kampı” 1980’li yıllardan itibaren Yunanistan’a sığınan PKK ve DHKP/C’li teröristlerin barınma, propaganda,
eğitim ve diğer terörist gruplarla işbirliği merkezi olmuştur. Söz konusu kampta bomba ve silah eğitiminden
sorumlu PKK’lı Rozarin Kod adlı Ayfer Kaya Time dergisine verdiği demeçte, “her hafta 5-10 Kürt genci bu kampa
getirerek; Türkiye, Suriye, İran ve Irak topraklarında Kürdistan Devleti kurması için savaşmayı öğretiyoruz” demiştir.

Yunanistan sadece PKK’nın değil tüm Türkiye kökenli terör örgütlerinin siyasal ve askeri eğitim merkezi
konumundadır.

1996 yılında DHKP-C (Türkîye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi) terör örgütün Yunanistan sorumlusu Faruk Kod
isimli örgüt mensubudur. Örgüt Yunanistan’da Yunan dilinde “Devrim” anlamına gelen bir dergi çıkartarak,
Yunan halkına kendi propagandasını yapmaya çalışmıştır. Örgütün Yunanistan Atina şehir merkezinde
Koningos meydanına çıkan ara sokakta bir bürosu bulunmakla birlikte, Lavrion Kampında da bir bürosu faaliyet
göstermiştir.

MLKP’nin de (Marksist Leninist Komünist Parti) tıpkı DHKP/C gibi Atina merkezde ve Lavrion kampında
bürosu bulunmaktadır. Bu bürolar Türkiye'den Yunanistan'a gelen mültecileri Avrupa'ya gönderme işlerine
yaparak örgüte büyük bir maddi gelir temin etmişlerdir.

TDKP’nin ise (Türkiye Devrimci Komünist Partisi) Atina merkezde bürosunun yanında, Lavrion Kampına yakın
bölgede bulunan Aravisos kasabasında 4-5 kadar örgüt evi vardır. Örgüt tarafından Yunanca “Aylık” anlamına
gelen bir dergi çıkarılarak, Yunan halkına propaganda amacıyla dağıtılmıştır. Bu örgütlerin siyaset ticareti
tarzında oluşturulan dergilerinde yer alan ve Türkiye'yi kötüleyen yazıları Yunan halkının müthiş derecede
hoşuna gitmiştir.

Adı geçen örgütlerde bu durumu bildiklerinden sürekli Türkiye'yi kötüleyen yazılar yazarak Yunan halkından
bağış adı altında para temin etmiş ve bu paralarla varlıklarını sürdürmüşlerdir.

Yunanistan’da ayrıca Türk solundan; TKP, Kıvılcım, TKPML-TİKKO, TDP, DHP, etnik Kürtçü örgütlerden; PSK
ve T-KDP’de faaliyet göstermiştir. Yunanistan’da bu örgütlerin ufak çaplı sempatizanları olup, Türk Sol
örgütlerinin Yunan Sol örgütlerle ilişki içinde olduğu izlenmiştir. Yunan Devletinin, adı geçen diğer örgütlere bu
imkanları vermesinin en önemli nedeni ise Yunanistan’ın sadece PKK'yi destekliyor imajını silmektir. Yunanistan
NATO ve AB toplantılarında Türkiye tarafından PKK'ya destek veriyorsunuz diye eleştirildiğinde “biz demokrat
bir ülkeyiz, herkes, her grup serbestçe faaliyetini gösterir” diyerek kendini savunmuştur.

397
FARUK ARSLAN

Etnik Kürtçü gruplardan Rızgari örgütü ise Yunanistan’da Kürdistan Press adı altında iki ayda bir Yunanca bir
dergi çıkartmıştır. Bu dergide Türkiye'de Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde olan olaylar çarpıtılarak,
propaganda yapılmıştır. Rızgari küçük bir örgüt olmasına karşın derginin o dönem 3-5 bin arasında tirajı olduğu
bilinmektedir. Örgütün ayrıca Atina’daki Hipokratus caddesinde büroları bulunmaktadır.

Örgütün sorumluluğunu o dönem Mümtaz Kotan isimli örgüt mensubu yapmakta olup, Atina’daki çalışmalarda
ayrıca Hezal (K) isimli bayan örgüt mensubunun da etkisi bulunmaktadır. Bu bayan örgüt mensubu fiziki dış
görünüşünün düzgün oluşu ve iyi derece Yunanca bilmesini de kullanarak, Yunanlı gazetecileri Rızgari örgütü
hakkında daha çok yazı yazmaya ikna etmiştir. Örgüt bu gazete yayınlarından önemli gelir elde etmiştir.

Rızgari örgütü Yunan Hükümetiyle yaptığı anlaşma sonrasında Türkiye'de faaliyet gösteren lise mezunu
sempatizanları getirerek, sınavsız Selanik'teki Üniversitede istihdam etmiştir. Bu dönem Rızgariciler ile PKK
arasında sürtüşme olduğundan iki örgüt ayrı faaliyet yürüterek, gelen mülteciler üzerinden kitle kazanmaya
çalışmışlardır.

Yunanistan Türkiye karşıtı tüm terör örgütlerinin merkezi olduğundan dolayı, bu örgütler tarafından dönem
dönem ortak eylem kararları alınarak uygulamaya sokulmuştur. 1996 yılının yaz aylarında PKK terör örgütü tüm
Sol örgütleri Avrupa çapında toplayarak ortak eylem yapma kararı almıştır.

Bu karar çerçevesinde sözde Türkiye'deki cezaevlerindeki örgüt mensuplarına yapılan uygulamaları protesto
etmek amacı ile PKK ve tüm Türk Solu örgütlerin iştirak ettiği bu gösteride; Yunan Parlamentosuna kadar Atina
kent merkezinde bir yürüyüş düzenlenmiş ve Yunan Parlamentosuna uluslararası Platformda Türkiye'ye baskı
yapılmasını belirten bir mektup sunulmuştur.

Bu olaydan sonra Yunan istihbaratı ile PKK arasında ciddi sorun yaşanmıştır. Yunan istihbaratı, Türk Sol
örgütlerinin Türk İstihbaratı kontrolünde olduğunu iddia ederek, PKK’nın Sol örgütleri ile ilişkisini kesmesini
istemiş ve bu yönde baskı yapmıştır.

Yunanlılar; Türk istihbarat birimleri devreye girerse Yunanistan da yapılan faaliyetler öğrenilebilir, devletin içine
kadar sızılabilir ve bilgiler Türkiye'nin eline geçebilir kaygısıyla hareket ettiklerinden kesin ve ciddi bir tepki
koymuştur.

Yunan istihbaratı PKK’yı terbiye etmek için örgüte verdikleri parayı iki ay süre ile keserek, Yunanistan
faaliyetlerinin tıkanmasına neden olmuştur. Gerekli görüşmelerden sonra Öcalan’ın talimatıyla PKK örgüt
mensupları Türk solu örgütleri ile irtibatlarını kesmiş, bunu ispat etmek içinde TDKP örgüt mensuplarına

398
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

saldırarak, birçoğunu taşlar ve sopalar ile yaralamıştır. Yaşanan bu hadise Yunan Hükümeti ikna etmiş olacak ki
olaylardan iki gün sonra ilişkiler eski haline geri dönmüş ve yeniden para akışı sağlanmıştır.

PKK terör örgütünün bu dönemde sürtüşme yaşadığı örgütlerin başında Rızgari örgütü gelmektedir. PKK
militanları, Rızgaricileri PKK’nın mirası üzerinden rant elde etmekle suçlayarak, defalarca bürolarını
basmışlardır. Rızgari’nin PKK’ya göre daha küçük bir örgüt olmasına karşın PKK kadar etkin olması sorunun
temelindeki asıl nedendir.

10 Nisan 1997’de 300 üyeli Yunan Parlamentosunda 157 milletvekilinin ortak bir mektup hazırlayarak, Abdullah
Öcalan’ın Yunanistan’a davet edilmesi yönünde çağrıda bulunması da Yunanistan’ın PKK’ya desteğini somut
olarak göstermiştir.

Söz konusu davet mektubuna Öcalan’ın yanıtı gecikmemiştir. 4 Haziran 1997’de Büyük Britanya Otelinde
Yunanistan sorumlusu tarafından organize edilen bir davette, parlamenterlere Öcalan’ın şükranlarını sunduğu
ifade edilmiştir. Bu süreçten sonra Dimitri adında bir gizli servis elamanı örgütün Botan olarak adlandırdığı,
Şırnak-Mardin-Siirt üçgeninde altı ay kalmış ve metropollere yönelik yapılacak eylemlerin çeşitleri hakkında
çalışmalar yapılmıştır.

PKK’nın 1997–1998 Avrupa Faaliyetleri

PKK terör örgütünün siyasi kanadı ERNK’nin faaliyetleri ilk defa 1994 yılında Atina’da başlamış,
akabinde Almanya ve Fransa’daki birçok şehirde, Avusturya-Viyana, Danimarka-Kopenhag, Norveç-Oslo,
Finlandiya-Helsinki ve İsveç-Stockholm şehirlerinde de büroları açılmıştır.

Bu örgütlenme zamanla o denli büyümüştür ki Avrupa örgütlenmesine yeni bir sistem getirilmesi
zorunluluğu ortaya çıkmıştır. 1997 yılına gelindiğinde Avrupa sahası 18 eyalet şeklinde yeniden düzenlenmiştir.
PKK’nın faaliyet alanı olarak belirlediği 18 eyaletin 10 tanesinin Almanya’da olması da Almanya’nın örgüt için
önemini ortaya koymuştur.

1997 yılı itibari ile özellikle PKK güdümlü bölücülük, başta Avrupa Parlamentosu olmak üzere, bazı
uluslararası platformlarda gündeme alınmış, tartışılmış ve ülkemize yönelik tavsiye kararlarına konu olmuştur.
Örgüt, askeri alanda aldığı darbelere rağmen Batılı devletlerin destekleriyle gücünü muhafaza etmeyi sürdürmüştür.

399
FARUK ARSLAN

Almanya 1993 yılında ülkesindeki PKK faaliyetlerini yasaklamış olmasına rağmen, bu karara uygun
herhangi bir çalışma içerisine girmemiştir. 1997 yılına gelindiğinde ise Alman hükümeti PKK’yı, terör örgütü
konumundan çıkararak, organize suç örgütü şeklinde görmeye başlamıştır.

Aynı yıl Alman istihbarat görevlileri Lübnan’a giderek Öcalan ile görüşmüş ve Almanya’da eylem
yapmamaları halinde örgütün terör örgütü olarak anılmasından vazgeçileceği sözünü verilmişlerdir. Dolayısı ile bu
durum daha sonra Alman hükümetinin politikalarına da yansımıştır.

Bu görüşmeden sonra, PKK yöneticisi olmaktan yakalanan ve Almanya’da tutuklu olan Avrupa
sorumlusu Kani Yılmaz’a verilen ceza, terör örgütü yöneticiliğinden çıkarılarak organize suç örgütü kapsamında
değerlendirilmiştir.

Kani Yılmaz’ın ERNK sorumluluğu yaptığı dönemde Yönetimde;

Almanya:

Orta Eyalet sorumlusu Apo Kod, Köln sorumlusu Hamza Kod, Bonn sorumlusu Beritan Kod, Duesseldorf
sorumlusu Agit Kod,

Aşağı saksonya Eyaleti: Hamburg sorumlusu Cihat Kod, Kassel sorumlusu Zilan Kod, Bremen sorumlusu
Cevat Kod,

Kuzey Saksonya Eyaleti Sorumlusu Filo Kod, Hannover sorumlusu Munzur Kod, Bayern Eyaleti sorumlusu
Berfîn Kod, Münih sorumlusu Doğan Kod, Nürnberg sorumlusu Kazım Kod, yardımcısı Şiyar Kod, Ullm sorumlusu
Metin Kod, yardımcısı Dersim kod, Berlin Eyaleti sorumlusu Halat Kod, Leipzig sorumlusu. Ali Kod, Güney eyaleti
sorumlusu Mustafa Kod,

Fransa Sorumlusu Doğan Kod, Paris sorumlusu Uğur Kod, Marsilya sorumlusu Haydar kod, Strazburg
Sorumlusu Ekrem Kod,

Belçika sorumlusu Talisin Kod, Hollanda sorumlusu Civan Kod, Arnheim sorumlusu Serhat Kod, İsviçre
sorumlusu Hayati Kod, Romanya sorumlusu Metin Kod, Danimarka sorumlusu Aydın Kod, Norveç sorumlusu
Hamza kod olarak görev almıştır.

400
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Bu yapılanmaya göre her sorumlunun mahiyetinde yardımcıları, yardımcılara bağlı (1l)'er kişiden oluşan
komiteler mevcut oluşturulmuştur. Meydana gelen yapılar aracılığı ile elde edilen gelir ise Genel Sorumlu olan Kani
Yılmaz'a iletilmektedir. Bu paralar Kani Yılmaz'ın bilgisi dahilinde lojistik ve Askeri malzeme alımında kullanılmakta
ve çeşitli yollardan kuryeler vasıtasıyla Türkiye’de faaliyet gösteren silahlı kanada gönderilmektedir.

Ali Çiçek Kod ve Mahsum Kod isimli örgüt mensupları ise Avrupa'da Lojistik ve Askeri malzeme ile ilgili
maddi desteğin sağlanması ve alımından sorumlu olmuşlardır. Her iki şahısta faaliyet gösterdikleri zaman diliminde
doğrudan Kani Yılmaz'a bağlı olarak çalışmışlardır.

Kani Yılmaz’ın tutuklanmasının akabinde yeni ERNK yapısı oluşturulmuştur. Buna göre;

Suriyeli ŞAHİN Kod PKK Avrupa Sorumlusu-PKK Merkez Komite Üyesi olarak atanmıştır.

Avrupa Genel Dış İlişkiler Sorumluluğuna DOĞAN Kod (Kırşehirli)

Orta Almanya Sorumluğuna HASAN Kod (Tuncelili)

Güney Almanya Sorumluluğuna DILAR Kod

Kuzey Almanya Sorumluluğuna Türkiye’de bir süre cezaevinde yatan MUSTAFA Kod Türkiye'deki Legal
Faaliyetlerin Sorumluluğuna ESAT Kod (Urfalı)

DHP Avrupa Sorumluluğuna CİHAN Kod Zafer Koç

Avrupa Genel Eğitim Sorumluluğuna DİROK Kod

Avrupa YCK Sorumluluğuna SİPAN Kod

İskandinavya Sorumluluğuna Konya Cihanbeylili Selahattin Canavar

Almanya Dış İlişkiler Sorumluluğuna MİZGİN Kod atanmıştır.

Bu yeni yapılanmaya göre Avrupa Cephe Yönetimi 15 örgüt mensubundan oluşmaktadır. Cephe
yönetiminin bir alt biriminde faaliyet yürüten örgüt mensupları (Ülke Bürosu) adı altında çalışma yürütmektedirler.
Avrupa'dan örgütün diğer faaliyet yürüttüğü alanlara örgüt mensuplarını bu Ülke Bürosu göndermekle
yetkilendirilmiştir.

Türkiye de faaliyet yürüten örgüt mensuplarının parasal ihtiyaçları ile telsiz, telefon, elektronik araç ve
gereçlerinin temini ve kırsal alana aktarımı da bu büro tarafından yapılmaktadır. Bu büroda o dönem HALİL Kod,
ALİ ÇİÇEK Kod ve AGİT Kod isimli örgüt mensupları faaliyet göstermiştir.

401
FARUK ARSLAN

Bu büro doğrudan Avrupa sorumlusuna bağlı olarak faaliyet yürütmekte ve emirleri ondan almaktadır. Bu büroda
çalışan örgüt mensuplarının tamamına Almanya pasaportu temin edildiğinden, faaliyetlerinde hiçbir sorun
yaşanmamaktadır. Ülke Bürosunda faaliyet gösteren militanlar, verilen görev gereğince Avrupa'nın bütün ülkelerini
dolaşarak, bağlı birimlerdeki çalışmaları denetlerler.

Bu yapılanmaya göre PKK terör örgütünün Avrupa kanadı ayrıca, Türkiye'de legal olarak çalışan tüm kitle, cephe
yapıları ile basın yayın faaliyetlerini de yönlendirmektedir. Türkiye’deki Cezaevleri ve sözde PKK yapıları da Avrupa
örgütüne bağlıdır. Bu süreçte Cezaevlerinde bulunan sözde örgüt yönetimleri yazdıkları raporları düzenli olarak
cezaevlerine gönderilen kuryeler ve ziyaretçiler vasıtasıyla Türkiye’deki birimlere iletir, bu birimlerde posta veya
kurye vasıtasıyla Avrupa yönetimine bildirimde bulunurlar. Öyle ki Türkiye’de yakalanan her örgüt mensubu
hakkındaki bilgiler en kısa sürede Avrupa'ya ulaştırılarak, yönetimin bilgilendirilmesi sağlanmıştır.

Yine PKK Almanya Mali Birimince her bölgede para toplama komiteleri kurulmuş ve alınan paralar bir
merkezde toplanarak ilgili yerlere aktarılmıştır. Konu ile ilgili olarak Kali G.; "…ben alan olarak Paris'in Montajeole
alanında faaliyet gösterdim, burada bulunan Kürt kökenli vatandaşlara propaganda yaptım, toplanan paralan daha kolaylıkla
alınmasını sağladım, Paris'te bulunan her komitede (11) kişi faaliyet göstermektedir, 1997 yılı Haziran ayına kadar bu şekilde
faaliyette bulundum, 1997 yılı Haziran ayında konferansı andıran bir toplantı yapıldı, örgüt sorumluları olan Doğan ve Filo Kod
isimli örgüt mensupları beni Almanya'nın Nürnberg şehrinde faaliyet göstermem için görevlendirdiler, buraya giderek
bölge sorumlusu Kazım Kod ile görüştüm ve yardımcısı oldum. Nürnberg bölgesinde (6) komite alanı bulunmaktadır. Bu
komitelerden her ay (15) bin Mark para teslim alırdım. Bu parayı da sorumlum Kazım'a makbuz karşılığı teslim ettim, Kazım'da
bu parayı Avrupa sorumlusu Salih Kod'a teslim etmekte idi…” beyanlarıyla alt birimlerden üst birimlere doğru bir
vergilendirme çalışmasının yapıldığını ifade etmiştir.

Örgütün bu denli organize şekilde örgütlendiği Almanya’da Alman Hükümeti bir yandan PKK’yı
cesaretlendiren adımlar atarken diğer yandan da Türkiye’ye yönelik pozitif mesajlar vererek, denge politikasını
devam ettirmiştir. Bu siyasetin yansıması olarak Alman hükümeti 1997 yılında PKK’nın ülkesinde yardım
toplamasını yasaklamıştır. Alman ceza kanununun 129. maddesinin (a) bendine göre, terör örgütü kabul edilen
örgütlere üye olmak ve yardım etmek suç sayılmıştır. Bu yasa kapsamında 1998’de Köln ve Hamburg’da, Aralık 1999
da ise Berlin’in Kreuzberg semtinde bazı örgüt evlerine baskınlar yapılmıştır.

PKK örgüt yönetimi ise faaliyetlerinin yasaklanması kararının kaldırılması için Diplomasi Grubunu devreye
sokarak "PKK Yasağı Kalksın-Yasak Yerine Diyalog" sloganıyla yeni bir kampanya başlatmış, söz konusu kampanyaya
bir takım Alman sendika, dernek, kurum ve kuruluşlar ile siyasi partiler de destek vermiştir.

Almanya Türkiye’yi memnun edecek bir takım adımlar atmış olsa da, danışıklı döğüş şeklinde Yunanistan
hemen devreye girerek örgütü sahiplenen projeler ortaya koymuştur. Almanya ve Yunanistan’ın bağımlı ilişkileri
günümüzde de ortaya çıkan bir gerçektir. Ekonomisi iflas eden Yunanistan’ın en önemli hamisi Alman devleti olup,
Almanlar Yunan Devleti üzerindeki etkisini burada da göstermiştir.

402
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

10 Mayıs 1998 tarihinde Atina’da düzenlenen “ Eski ve Yeni Doğu Sorunu ” adlı bir konferansta konuşan
PASOK Merkez Yönetim Kurulu üyesi M. Haralambidis, Yunanistan Meclisi Dışişleri ve Savunma Komisyonu’nun,
Sözde Kürt Parlamentosu ile beraber ortak bir toplantı yapmasını ve Yunanistan’ın düzenleyeceği bir Avrupa
konferansıyla, sözde Kürt sorunu konusunda yeni bir Avrupa politikasına öncülük edilmesi gerektiğini ifade ederek
örgüte desteğini derinleştirmiştir.

Keza, Yunanistan’ın, Türkiye aleyhindeki terörist faaliyetlere verdiği destek, ABD Dışişleri Bakanlığı
tarafından her yıl yayınlanan Küresel Terörizm Raporlarında; “Yunanistan’ın terör örgütü PKK’nın, Atina’da bir irtibat
bürosu kurulmasına izin verdiği” ve “Türkiye’deki terörist faaliyetleri ile tanınan PKK örgütüne hoşgörülü baktığı” şeklinde
eleştirilere uğramıştır.

Bu konu ayrıca, Time Dergisi’nin, 30 Mart 1998 tarihli nüshasında “A Hellenic Heaven” başlığıyla inceleme
konusu yapılarak, terör örgütünün Yunanistan’da rahatlıkla faaliyet gösterebildiği gündeme getirilmiştir. Yunanlılar
kendi ülkelerindeki PKK faaliyetleriyle yetinmeyerek diğer ülkelerde de PKK faaliyetlerini desteklemişlerdir. Yunan
asıllı Alman uyruklu SDP milletvekilleri Almanya’da bir Kürt köyünün kurulması için meclis bünyesinde çalışmalar
sürdürmüştür.

Öte yandan Yunanistan Sol ve İlerici Koalisyon Partisi Lideri Nikos Konstantopoulos Yunanistan’ın Loutraki
bölgesindeki mülteci kampını ziyaret ederek Kürtçü organizasyonlara her türlü desteği vereceğini deklere etmiştir.

Terör örgütünün Yunanistan kamplarında eğitim alan H. T. Adlı militanla yapılan mülakaatta; “…1997 yılı
Kasım ayı içerisinde Adana havalimanından uçak ile İstanbul Atatürk Hava limanına geldim. Burada uçuş işlemlerimi
tamamladıktan sonra uçakla Romanya ülkesine gittim. beni daha önceden telefonla arayan Hüseyin Kod isimli örgüt mensubu
ile yanında Romen vatandaşı olan bir bayan ile birlikte karşıladılar. Bir arabaya binerek Bükreş şehrinde bulunan Romen bir
bayanın evine gittik. Romanya'da bir ay kadar kaldım… Bir defa Hüseyin Kod isimli örgüt mensubu ile Kürt Derneğine gittik.
Aradan bir süre geçtikten sonra Hüseyin Kod beni daha önce tanıştırdığı Gulan Kod isimli örgüt mensubuyla birlikte üzerimizde
bulunan pasaportlarımızla Romanya'dan Bulgaristan'a tren ile gönderildik. Burada bizi ismini bilmediğim bir erkek örgüt
mensubu karşılayarak, bu ülkede bulunan Kürt Derneğine götürdü. Burada bir gece aldıktan sonra ertesi gün Bulgaristan'dan
Yunanistan'a otobüsle gönderildik… Bu şahıs bizi yanma alarak Atina'da bir eve götürdü. Bizi karşılayan örgüt mensubu akşam
hava karadıktan sonra ben ve diğer iki arkadaşla birlikte Atina'nın dışında örgüte ait olan bir binaya götürüldük. Burada benimle
birlikte toplam 50-60 kadar örgüt mensubu bulunmaktaydı. Benim katıldığım eğitim devresine 15. Yıl Eğitim Devresi deniyordu.
Burada bayanlar ve erkekler ayrı ayrı kalmaktaydık. Bayanların sorumlusu Raperin Kod adlı örgüt mensubuydu. Ben
Yunanistan'da ki bu kampa geldiğimde yazılı olarak Öz geçmiş raporumu verdim. Burada kendi isteğimle Aryen Kod adını aldım.
Yunanistan'da ki kampta bulunduğum sırada ağabeyim olan S. T. ile karşılaştım…

…Bize bu kampta siyasi eğitim olarak "Parti Tarihî-Felsefe- Kadın ve Aile- Önderlik Gerçeği- Sosyalizm" gibi konular
üzerine eğitim gördük. Burada ki eğitim dönemi bittikten sonra bizlere İran'da bulunan Kandil dağının eteklerinde bulunan başka
bir kampa katılacağımızı kamp sorumlusu olan Deniz Kod isimli örgüt mensubu bizlere bildirdi. 1998 yılı Mayıs ayında uçağa
binerek İran'ın Tahran şehrine gitmek üzere hareket ettik…” şeklindeki beyanları örgütün Atina’da ne denli rahat eğitim
aldırdığını göstermektedir.

403
FARUK ARSLAN

Kürtçülük faaliyetlerinde Yunanistan’ın yanında İsveç devleti de öncü rol alan devletlerden bir diğeridir.
Daha önceki yıllarda İsveç devletinin himayesinde açılan ve Kürt edebiyatını bir çatı altında toplaması amacıyla
kurulan, “Kürt Kütüphanesi” istenilen başarıyı elde edemediğinden, yeniden yapılandırılması için çalışma
başlatılmıştır. Bu doğrultuda Geleceğin Kültürü Fonundan bu kuruluşa 1,4 milyon İsveç kronu aktarılarak kurumun
çalışmalarına hız vermesi sağlanmıştır.

Bu çerçevede 1998 tarihinde Avrupa’da PKK örgütü tarafından gerçekleştirilen ve geneli örgütünün Türk
devletince muhatap kabul edilmesi için yapılan eylemlerin kronolojisi şu şekildedir.

 01 Şubat 1998 tarihinde Almanya-Köln’de 700 kişilik PKK sempatizanlarınca bir toplantı gerçekleşmiştir.
 Bu yıl İrlanda’nın Dublin şehrinde PKK güdümünde faaliyet gösteren Kürdistan Enformasyon Merkezi,
Türk Turizmine yönelik boykot çağrısında bulunarak, Türkiye’ye seyahat edilmemesi çağrısında
bulunmuştur.
 PKK Avrupa sorumlusu Kani Yılmaz Kod Faysal Dumlayıcı, Celle Eyalet Yüksek Mahkemesi tarafından 7,5
yıl ağır hapse cezalandırılmış olmasına rağmen, ertesi gün aynı mahkeme tarafından serbest bırakılmış, bu
konuda kutlamalar yapılmıştır.
 Belçika’da örgüt güdümlü kuruluşlarca başlatılan yardım kampanyasında Ocak 1998 tarihi itibari ile 7
milyon Belçika frangı toplanmıştır.
 Almanya-Stuttgart’ta 14 Şubat 1998 tarihinde “Stuttgart Siyasi Tutuklularla Dayanışma Komitesinin”
organizasyonunda yardım gecesi düzenlenmiştir.
 Örgüt paralelinde faaliyet gösteren “Vicdani Retçiler” adı verilen grup tarafından Türkiye’nin Köln
Konsolosluğu önüne siyah çelenk bırakılmıştır.
 PKK paralelinde Fransa’da faaliyet gösteren FKDF (Fransa Kürt Dernekleri Federasyonu) tarafından 10
Ocak1998 tarihinde “Bir Halkın Soykırımı ve Göçe Zorlanması” adı altında Republigue meydanında gösteri
düzenlenmiştir.
 30 Ocak 1998 tarihinde İngiltere Bağımsız Televizyon Komisyonu (ITC) terörü destekleyen yayınlarından
dolayı Med-Tv’ye 90.000 pound para cezası verilmesini kararlaştırmıştır.
 Kürdistan Hukukçular Birliğinin 2. olağan kongresi 10 Mayıs 1998 tarihinde Almanya’nın Köln kentinde
yapılmıştır.
 Kürdistan Gazetesinin kurulmasının 100. yılı münasebeti ile 1998 yılı örgütçe Kürt Basın Yılı olarak kabul
edilmiş olup, bahse konu olay eylem ve etkinliklerle kutlanmıştır.
 1996 yılında kurulan Kürdistan Gazeteciler Birliği 3. kongresini bu yıl 15 Şubat tarihinde Almanya’nın Köln
kentinde gerçekleştirmiştir.

Kürdistan Gazeteciler Birliğinin faaliyetlerinin arttırıldığı bu zamanda örgütün özellikle önemli bir medya
gücüne sahip olduğu görülmektedir. Konu ile ilgili bilgi veren F.D. ile yapılan mülalaatta; “1-Özgür Politika
Gazetesi: Almanya'nın DİSBURG şehrinde yayınlanır. Günlük tüm Avrupa'ya dağıtılır ve günlük (10000)adet
satılmaktadır.

2-Zülfikar Dergisi: Almanya'da aylık olarak çıkar. Alevi kökenli vatandaşlara hitap eder.

3-Sterka Civan Dergisi: Almanya'da aylık çıkar gençliğe yönelik yayınlar yapar.

4-Yurtsever İmamlar Birliği Yayın Organı

5-Yezidilere Yönelik Yayın Organı

404
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

6-Kürdistanın Sesi Dergisi: aylık olarak Yunanistan da çıkarılır,

7-Voçea Mezapotamya: aylık olarak Romanya'da çıkarılır.

8-Akîna Welat Gazetesi: aylık olarak Moskova'da çıkarılır Birleşmiş milletler içerisindeki Kürt kökenli vatandaşlara
yöneliktir.

9-Revşen Dergisi: Almanya'da aylık olarak çıkarılır.

10-Kürdistan Report: Almanya'da aylık olarak çıkarılır İngilizcedir. Avrupa'ya yönelik yayın yapar.

11-Jina Serbilint (Başı Dik Kadın) Dergisi: Avrupa'daki kadınları yönelik aylık olarak çıkartılır.

12-Toplumsal Alternatif Dergisi: DHP örgütünün yayın organıdır. Almanya'nın Köln şehrinde çıkartılır. Bu dergiler PKK
terör örgütünün legal yayınları olarak Avrupa da çıkartılmaktadır” ifadeleriyle bu zamanda kitlenin
yönlendirilmesinde kullanılan Medya ağının çeşitliliğini göstermiştir.

PKK terör örgütünün askeri kanadının kuruluş yıl dönümü olan 15 Ağustos nedeni ile yurtdışında
gerçekleştirilen etkinlikler çerçevesinde;

 14 Ağustos 1998 tarihinde Almanya/Hannover ve Oldenburg'da bir miting düzenlenmiş, akabinde mitingi
düzenleyen grup Bremen'e geçerek DHKP-C mensuplarının da katılımı ile ikinci bir miting
gerçekleştirmiştir. Bremen'de gerçekleştirilen miting esnasında açılan stantta "Kürt realitesinin yasaklanmasını
kabul etmiyoruz", "Yasak yerine diyalog" ve "Kürdistan kurtuluş hareketi 15 yıldır sürüyor" başlıklı bildiriler
dağıtılmış, mitingden sonra Bremen Parlamento Binası önünde basın açıklaması yapılmıştır.
 15 Ağustos 1998 tarihinde Almanya/Münih'te yaklaşık 50 kişinin katılımı ile West Parkta bir piknik
düzenlenmiş, polis toplu oturmaya ve müzik etkinliklerine izin vermemiştir.
 16 Ağustos 1998 tarihinde Danimarka/Kopenhag’da piknik düzenlenmiştir.
 16 Ağustos 1988 tarihinde Fransa/Marsilya'da "Kürt Halkevi" organizasyonunda Montpellier, Marignane ve
Marsilya'daki sempatizanların katılımı ile bir gösteri düzenlenmiş, söz konusu gösteride folklor
gösterilerinin yanı sıra sözde ERNK bayrağı açılarak çeşitli konuşmalar yapılmıştır.
 16 Ağustos 1998 tarihinde Romanya/Bükreş'te yoğun güvenlik önlemlerinin alındığı bir toplantıda, Türkiye
aleyhinde sloganlar atılmıştır.
 06 Ağustos 1998 tarihinde Rusya'nın Moskova şehrinde sözde Kürdistan Ulusal Kurtuluş Cephesi (ERNK)
BDT ve Doğu Avrupa sorumlusu Mahir Velat (K) Numan Uçar tarafından Rüstem Broy, sözde SKP
milletvekillerinden Şeref Aşiri ve M. Samoyev ile Azerbaycan Kürtlerinden Aziz Akrari'nin da yer aldığı bir
basın toplantısı düzenlenmiştir.
 17 Ağustos 1998 tarihinde Moskova Gençlik Sarayı salonunda bir etkinlik düzenlenmiş, söz konusu etkinliğe
Moskova'da yaşayan Ermenistan, Azerbaycan, Kazakistan ve Türkiye kökenli sempatizanlar ile bazı Rus
vatandaşlarının yanı sıra Yaroslav'daki örgüt kampından minibüs ile gelen bir grup iştirak etmiştir.
 Öte yandan, terör örgütü PKK adına yurt dışında faaliyet gösteren örgüt mensuplarınca her yıl
düzenlenmekte olan Kürdistan Festivali, Almanya'nın Hessen Eyaletinde yapılması planlanmışsa da, Alman
hükümet yetkililerinden gerekli destek ve iznin alınamaması nedeniyle festival, 12 Eylül 1998 tarihinde
Hollanda'nın Rotterdam kentinde gerçekleştirilmiştir.
 Rusya Federasyonu devlet DUMA'sı 09 Eylül 1998 tarihli oturumunda "Türkiye Cumhuriyetinde Kürt
Sorununun Çözümüne Yönelik Barışçı Girişim" başlıklı bir açıklama kabul edilmiştir. DUMA'nın, terör örgütü
PKK tarafından 01 Eylül 1998 tarihinde ilan edilen sözde tek taraflı ateşkes girişimini desteklediği, ayrıca
BM, Uluslararası kuruluşlar, hükümetler, parlamentolar ve uluslararası kamuoyuna "Uluslararası hukukun
genel kabul gören prensip ve normları çerçevesinde Kürt sorununa barışçı bir çözüm bulunması ve çatışmaların
önlenmesi için ellerinden geleni yapmaları" yönünde çağrıda bulunulmuştur.

405
FARUK ARSLAN

 Ermenistan'da faaliyet gösteren Örgüt mensuplarınca, Yezidi orijinli şahısların yoğun olarak yaşadığı
Artaşat, Haştarak, Aparan, Alagyaz, Al-Kazan ve Artık şehirlerinde PKK temsilcilikleri açılmıştır. Leninakan
ve Emişadze şehirlerinde iki eğitim kampı daha açmaya çalışılmıştır.
 01 Eylül 1998 tarihinde Yunanistan/Atina'da bulunan Bathis Meydanında toplanan PKK yandaşları Yunan
Parlamentosuna kadar devam eden bir protesto yürüyüşü gerçekleştirmiş, geceyi parlamento binası önünde
geçiren kalabalık 02 Eylül 1998 günü sabah saatlerinde dağılmıştır.
 12-13 Eylül 1998 tarihinde Finlandiya/Helsinki'de "Kürt Kültür Konferansı" adı altında bir etkinlik
düzenlenmiştir.
 17 Ekim 1998 tarihinde Hamburg Etnografya müzesinde gerçekleştirilen Cumhuriyetimizin 75. Yılı
kutlamaları esnasında; müze dışında "Kürdistan Öğrenciler Birliği", "Hamburg Üniversitesi Yabancılar Şubesi" ve
"Kürdistan Halkevi" isimli kuruluşlar tarafından bir protesto gösterisi düzenlenmiş, söz konusu gösteride “75.
Yıl Türkiye Cumhuriyeti, 75. Yıl Baskı Demektir" başlıklı bildiriler dağıtılmıştır.
 Avrupa alanında faaliyet gösteren örgüt mensuplarınca MED-TV yayınlarının Türkiye Devletince
engellenmeye çalışıldığı iddiası ile Belçika/Brüksel'de bir gösteri düzenlenmiştir. Aynı iddialarla 15 Ekim
1998 tarihinde örgüt mensuplarınca Almanya/Köln'de yapılan gösteride WDR Stüdyoları işgal edilmek
istenmiş, ayrıca Köln Katedrali'nin kulelerine sözde PKK bayrağı asma girişimi Alman Güvenlik
Kuvvetlerince engellenmiştir.
 Belçika'da faaliyet gösteren örgüt mensuplarınca 10 Ekim 1998 tarihinde Louvain'de "Kürt Halkına Karşı
Yürütülen Savaşın Durdurulması" konulu bir toplantı gerçekleştirilmiştir. Söz konusu toplantıya PKK Avrupa
sorumlusu Kanı Yılmaz (K) Faysal Dunlayıcı, SKP'nu temsilen Yaşar Kaya, Ali Yiğit, Mahmut Kılıç, Mesut
Faysal, I-KDP ve I-KYB temsilcilerinin yanı sıra Belçika Flaman Sosyalist Partisi -Avrupa Parlamentosu Üyesi
Ann Van Lancker ile Danielle Mıtterand katılmıştır.
 Leuven'de ikamet eden ve örgüt yanlısı bayanlardan oluşan bir grup, 24 Ekim 1998 tarihinde Brüksel Flaman
Parlamentosuna giderek parlamenterler ile "Türkiye'deki Kürtlerin Sıkıntıları" konusunda görüşme
yapmışlardır. Söz konusu görüşme Belçika/Leuven'de örgüt paralelinde faaliyet gösteren Kürt Dayanışma
Derneği organizesinde gerçekleştirilmiştir.
 24 Ekim 1998 tarihinde Belçika/Brüksel'deki NATO Genel Merkezi önünde terör örgütü PKK yanlısı bir grup,
Türkiye aleyhtarı sloganlar içeren ve PKK'yı temsil eden sözde bayrakları taşıyarak gösteri yürüyüşü
yapmışlardır.
 Belçika’nın Jura Kantonu'nda PKK mensuplarınca eğitim amaçlı kullanılan bir Gençlik Kampı İsviçre Federal
Polisince aranmış, arama esnasında bir kısım belge ve kasete el konularak incelemeye alınmıştır
 Danimarka/Kopenhag'ta Cumhuriyetimizin 75. Yıldönümü kutlamaları çerçevesinde gerçekleştirilen
“Turquie La Belle" gösterisi öncesinde, Frederiksberg Belediye Sarayı önünde, Kopenhag’da faaliyet gösteren
Turizmi Boykot Komitesi tarafından "Türkiye'ye Turizm Seyahatini Boykot Edin", "Türkiye Altarnatif Turizm
Rehberi" başlıklı ülkemiz aleyhtarı broşürler dağıtılmıştır.
 19 Ekim 1998 tarihinde Helsinki'de faaliyet gösteren ERNK bürosu organizesinde ülkemizi protesto amacı
ile bir gösteri gerçekleştirilmiş, göstericiler Parlamento binası önünde Türkiye aleyhine sloganlar atmış ve
"ERNK Avrupa Temsilciliği” imzalı bildiriler dağıtılmıştır.
 Rusya Federasyonu Parlamentosu DUMA'ya bağlı Jeopolitika Komitesi, 08 Ekim 1998 günü "Türkiye-Suriye
sınırındaki gergin durum" konulu bir basın toplantısı düzenlemiş, söz konusu toplantıya Komite başkanı
Mıtraforov'un yanısıra, Komünist Partili Milletvekili Yuri Nıkoforenko ile ERNK'nın sözde BDT ve Doğu
Avrupa temsilcisi Mahir Velat (K) Numan Uçar da katılmıştır. Toplantıda Mıtrafınov, "Türkiye-Suriye
arasındaki gerginliğin diplomatik görüşmeler yoluyla çözümlenmesi gerektiği, Kürt sorununun ise acilen Birleşmiş
Milletler tarafından gündeme alınmasında yarar olduğu" konularını içeren bir konuşma yapmış, ayrıca Jeopolitika
Komitesi'nce "TC. Yöneticilerinin saldırgan açıklamaları“ başlıklı bir bildiri yayınlamıştır.
 Terör örgütü PKK'nın Avrupa alanındaki üst düzey organizasyonu olan ve Avrupa sorumlusunun
başkanlığında oluşturulan Avrupa Cephe Merkezi, 1998 yılı Ağustos ayı ilk haftası içerisinde bir toplantı
gerçekleştirmiş, söz konusu toplantıda; “Kürt Sanat Akademisi'nin” işlerlik kazanması amacı ile Almanya'da
bir bina satın alınması, Avrupa'da bir üniversite açılması yönünde çalışmaların başlatılması, Hollanda'da
"Kürt Bankası" çalışmalarına hız verilmesi yönünde kararlar almıştır.

406
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

1989 Paris Konferansı, 1991 Bonn ve Stockholm Konferansları, 1993 Avrupa Konseyi Kararları, 12-13- Mart
1994 tarihlerinde Belçika Brüksel'de Mediko Enternasyonal tarafından düzenlenen Kuzey Kürdistan Konferansı gibi
aktivitelerin bir yansıması olarak; 23 Haziran 1998 tarihinde Meclis Raportörü İsviçreli Sosyalist Parlamenter Ruth
Gaby Vermot-Mangol'ın kaleme aldığı rapor Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi tarafından "Güneydoğu
Anadolu'da ve Kuzey Irak'ta Yerlerinde Edilmiş Kimselerin ve Göçmenlerin İnsani Durumu" ismi ile ele alınarak gündem
yapılmıştır.

Söz konusu raporun hazırlanmasına 1991 yılı itibarıyla başlanmış ve esas olarak Kuzey Iraklı mültecilerin
durumunu düzeltmeye yönelik olmasına rağmen, zaman içerisinde PKK'nın geliştirdiği siyasi-diplomatik
faaliyetlerin etkisiyle, terör örgütü PKK'yı ülkemizle siyasi muhatap düzeyine yükseltmeye çalışılmıştır.

Yine PKK yandaşı Mahmut Baksı181 isimli etnik Kürtçü gazetecinin İsveç Dişileri Bakan Yardımcı Pierre
Schori ile yapmış olduğu ve İsveç Aftonbladet Gazetesinde yayınlanan röportajda, "PKK'nın Kürt Halkının temsilcisi
olduğu ve Türkiye Cumhuriyeti ile PKK'nın Kürt sorunun tarafları olduğu, sorunun çözümü için bu iki gücün mutlaka siyasi
diyalog başlatmaları gerektiği” şeklinde dile getirilen hususlar, Avrupa'nın sözde soruna yaklaşımını ve PKK'nın bu
alanda kastettiği mesafeyi son derece çarpıcı bir biçimde ortaya koymuştur.

1998 yılı Temmuz ayında İHD’nin organize ettiği bir gösteriye katılarak PKK adına eyleme iştirak eden 4
kadın ve 3 erkekten oluşan Avusturyalı toplam 7 kişi gözaltına alınmıştır. Yine 1998 nevruzunda Diyarbakır’da ki
kutlamalarda yasadışı olaylar meydana gelmiş, gazeteci sıfatıyla bu gösterilerde yer aldığı tespit edilen Dino Kod
adlı İtalyan vatandaşı Damiano Frisullo ve iki İtalyan arkadaşı gözaltına alınmıştır. Bu gelişmeden hemen sonra PKK
Almanya örgütü tüm ülkelerde protesto gösterileri düzenlemiştir. Mahkeme tarafından bir yıl cezaya çarptırılan Dino
kodun cezası daha sonra paraya çevrilerek serbest bırakılmıştır. Bu kişi İtalyan Kızıl Tugaylar (BR) örgütünün bir
mensubu olup, daha önce bu suçtan dolayı ülkesinde gözaltına alınmış bir kişidir.

Yukarıda uzun uzun anlattığımız olaylarda örgütün dile getirdiği yeni arguman PKK’nın Türkiye
Cumhuriyeti tarafından muhatap kabul edilmesini sağlamaktır. Bu amaçla yabancı parti, dernek ve etkili kişilerce de
görüşülerek ülkemizin bu yönde bir adım atmasına zorlanması arzu edilmiştir.

PKK’nın Balkanlar Açılımı

181PKK terör örgütü daha önceki yıllarda Mahmut Baksi’nin kız kardeşi Leyla Baksi’yi infaz etmiş ve bunu
resmi yayın organlarında da üstlenmiştir. Mahmut Baksi ise örgüt tarafından öldürülmemek şartıyla, örgüte
destek vermeyi kabul eden bir kişidir.

407
FARUK ARSLAN

1997-98 sürecinde Almanya ve Yunanistan merkezli sürdürülen çalışmaların getirdiği başarı


nedeniyle faaliyetlerin tüm Avrupa’ya yayılması kararı alınmıştır. Bu dönemle birlikte örgütün faaliyetleri
Balkanlar’a da yayılmış ve Bulgaristan ve Romanya’daki faaliyetler hız kazanmıştır.

Daha önce Doğu bloku ülkesi olmaktan kurtulan Romanya, S.S.C.B’nin dağılmasından sonra ortaya
çıkan yeni politik ve ekonomik durum, doğal olarak yeni bir pazarında meydana gelmesini ortaya çıkarmıştır.
Mevcut yeni Pazar Türkiye’den pek çok firmayı da Romanya’ya çekmiştir. Zamanla Romanya’da artan Türk
işadamlarının varlığı, örgütü bu ülkede daha etkin olmaya itmiş, Romanya zamanla örgütün mali ve örgütlenme
merkezi haline gelmeye başlamıştır.

Terör örgütü mensubu V..Ç’ konu ile konu hakkında yapılan mülakaatta; “1998 yılında İstanbul ilinden
aldığım pasaport ile Atatürk Havalimanından uçakla Romanya'ya gittim, iki gün kadar iş aradıktan sonra; Mahir Kod adlı PKK
örgüt mensubu ile pazarda karşılaştım, beni alarak ismini hatırlamadığım bir Kürt derneğine götürdü, bu demek Bükreş'in
merkezinde iki katında PKK örgütünün faaliyetlerinin gösterildiği yerde bana PKK örgütünün propagandası yapılmaya başlandı.
Daha sonra yine bu Demekte sorumlu düzeyde olan Mahir Kod adlı örgüt mensubu ile birlikte Bükreş’te bulunan ve Türkiye'den
gelerek burada ticaret yapanlardan örgüt adına para topladık. Esnaftan her ay belli aidatlar alıyorduk, ayrıca herkese dergi satıp,
bunlardan toplanan parayı da derneğe götürüyorduk. Bu dönemde kendi el yazım ile özgeçmiş raporu yazarak Mahir Kod'a
verdim. Bükreş'te bulunan demekte 20-22 örgüt mensubu vardı birlikte bu Demekte birlikte yatıyorduk. Dernek'te Mahir Kod
bizleri PKK örgütü hakkında bilgilendiriyor ve örgüte ait yayınlan okumamızı sağlayarak pratiğimizi geliştirmeye çalışıyorduk.
Mahir Kod tarafından faaliyetlerimde Şiyar Kod adını kullanma talimatı verildi” şeklinde ifadesiyle Romanya’daki örgüt
faaliyetleri hakkında bilgi vermiştir.

Bu dönemde Romanya’da örgüt tarafından toplanan paralar Yunanistan'a gönderilmek üzere


Türkiye'de bulunan Toprak Bank Şubesine havale edilmekte, Toprak Banktan ’da Atina'daki Arap Bank Şubesindeki
Celal Halilî isimli şahsın ilişkili olduğu bir Arap şahsa iletilmektedir. Bu paranın bir kısmı Avrupa çalışmalarında
kullanılırken, bir kısmı da kırsala aktarılmıştır. Toplanan paralar ilk zamanlar kuryeler üzerinden Yunanistan ve
kırsala gönderilirken, bazılarının Bulgaristan veya Yunan polisince yakalanmış olması, yine bazı kuryelerin paraları
alıp kaçması nedeniyle yöntem değişikliğine gidilmiş ve banka üzerinden işlemler yürütülmüştür.

Romanya’nın Türk vatandaşlarına vize uygulamaması ve bu ülkeye girişlerin diğer Avrupa ülkelerine
göre rahat olması, Avrupa’ya iltica etmek isteyen insanları Romanya’ya çekmiştir. Kaçak işçiler Romanya’ya gelip,
buradan illegal yollardan Avrupa’nın çeşitli ülkelerine geçiş yapabilmişlerdir. Örgüt hemen bu boşluğu da fark
ederek, ülkeye gelen bölge halkını kazanmayı bilmiştir. Çalışmak için gelen işçiler Romanya’nın pek çok ilinde
kurulan ve “Male Kurde” adı verilen derneklere çekilerek kazanılmaya başlanmıştır.

Örgütün eski Avrupa PKK/DHP sorumlusu F. D.’ile yapılan mülakaatta geçen konular örgütün
Romanya faaliyetlerini anlamada daha aydınlatıcı olacaktır. “Romanya'nın PKK terör örgüt açısından önemi Avrupa ile
Türkiye arasında bir geçiş noktası olmasıdır. Ayrıca Türk işadamlarının Romanya'da çok fazla yatırımının bulunması da örgüt
için bir avantajdır. Romanya ile Türkiye arasında yapılan anlaşmaya göre bu ülkeye pasaport ile vizesiz gidilip gelinmesinden
dolayı örgüt mensupları Romanya'ya rahatça giriş ve çıkış yapmaktadırlar. Romanya kara para aklama ve uyuşturucu ticaretinin

408
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

yoğun bir şekilde yapıldığı ülke olduğu için örgüt bunu yapanlardan haraç toplayarak örgüte gelir temin etmektedir. Örgüt
burada zengin işadamlarını kaçırmak sureti ile yüklü miktarda fidye toplamaktadır. Bir keresinde Y… E…'in yeğeni olarak
duyduğum ancak ismini bilmediğim şahıs kaçırarak bu şahıstan 50.000 D.M fidye alınmıştır. Bu şahıs Romanya da kuyumculuk
yapmaktadır, kaçırılma olayından sonra kendisi bu parayı vermek üzere derneğe gelmiştir ve bu parayı dernekte ödemiştir.
Türkiye de Güvenlik güçlerince deşifre olmayan örgüte katılmak isteyen şahıslar Romanya üzerinden rahatça geçiş
yapmaktadırlar. Buraya örgüte katılmak üzere gelen örgüt mensupları Romanya’dan Yunanistan'a vize alarak geçiş
yapıyorlardı…

… Ayrıca Türkiye'nin metropol illerine gelen yaralı örgüt mensupları İstanbul'da bulunan ve konfeksiyonculuk
yapan, kırmızı bir Mercedes arabası olan Bingöllü Bayram (K) isimli örgüt mensubu tarafından yaralı örgüt mensuplarına legal
yollardan pasaport sağlanarak bu örgüt mensuplarını İstanbul-Köstence-Bükreş seferi yapan Kargo uçaklarına bindirmektedir ve
örgüt bu yaralıları Bükreş'te teslim almaktadır. Bu yaralı örgüt mensuplarının tedavileri duruma göre burada yaptırır veya
Avrupa'ya göndermektedir. Avrupa'ya gönderilen örgüt mensupları sahte pasaport ile gönderilmektedir” şeklindedir.

Romanya'da 1994-1995 yılları arasında Bükreş-İstanbul arasında otobüsçülük yaparken örgütün


malzemelerini taşıdığından dolayı yakalanarak tutuklanan ve daha sonda Romanya'ya yerleşen Nebun Alî isimli
şahıs, örgütün para alma ve fidye için adam kaçırma faaliyetlerini yürütmektedir. Romanya Hükümetinin adam
kaçırma işlerine karşı tavır almasından sonra Nebun Ali adlı kişi örgütten atılmış, akabinde de bu işleri kendi
menfaati için yapmaya başlamıştır.

Elde edilen bu inanılmaz başarı ülkenin bomba eğitim merkezi haline gelmesini sağlamıştır. Örgüt,
özellikle Türkiye’deki dernek ve kurumlara giden sempatizan gençleri Romanya’ya aktararak, elamanlarını burada
bombacı olarak eğitmiş ve Türkiye’ye eyleme göndermeye başlamıştır. 1997 yılında Bükreş’te kurulan bomba eğitimi
kampında her defasında 50-60 kişinin katıldığı eğitim devreleri meydana getirilmiş ve eğitim alanların bir kısmı
kırsala gönderilirken diğerleri de eylem yapmak üzere Türkiye metropollerine sevk edilmiştir.

DHP sorumlusu F. D.’nin ifadesinde ayrıca; “…Yurt dışından Türkiye'ye gönderilen patlayıcı maddeler
Romanya ve Bulgaristan'dan para karşılığı temin edilir ve buradan da Doğu ve Güneydoğu kökenli tır şoförleri aracılığı ile
Türkiye'ye geçirilir ve geçirilen bu patlayıcı maddeler İstanbul'da örgüt mensuplarına teslim edilirdi. Yine Avrupa'dan temin
edilen telsizler ve elektronik malzemeler tırlar ile Türkiye'ye gönderilir ve Türkiye'de kendilerine söylenen yerlerde teslim
alırlardı… Çektar (K) Cizreli Romanya Sorumlusu Yardımcısı'dır. Kendisi eski bir milistir. Ailesi Avrupa'da kalmaktadır. Yurt
içindeki örgüt mensuplarının istemiş olduğu ve Avrupa'dan temin edilen telsiz uydu ve cep telefonu gibi malzemeleri Türkiye'ye
aktarmaktan sorumludur. Bunların yanı sıra C-4 gibi patlayıcı madde ve örgütün maddi gereksinimlerini karşılar ve
Romanya'daki örgüt adına vergilendirmelerden sorumludur…” şeklindeki beyanları da Türkiye sokulan patlayıcının nasıl
temin edildiği hususuna açıklık getirmiştir.

Bu konuda yine M. Y. ile yapılan mülakaatta; “…Zeki Kod bana hitaben sen artık PKK örgütü içerisinde
faaliyetlerde bulunacaksın, Kürt halkı adına vermiş olduğumuz Bağımsızlık mücadelesine senin de katkıların olacak diyerek bir
dolabın içinden (1) adet El bombası çıkardı. Sen Türkiye'de sağ görüşlü Siyasi Partilere bombalı eylemlerde bulunacaksın diyerek
elinde bulunan El Bombasını bana gösterdi. Daha sonra El Bombasının nasıl kullanılacağını tarif eden bir kağıdı defalarca bana

409
FARUK ARSLAN

okuttu. Daha sonrada bizzat kendisi Pimi takılı olmayan El Bombasına pimin nasıl takılacağını, daha sonra nasıl patlatılacağını
defalarca bana göstererek, bombanın pimini taktırıp söktürdü…” demektedir.

Bu dönemde örgüte katılan Soro-Halil-Zafer Kod adlı A. E. bir örgüt mensubu ile yapılan mülakaatta;
“…Yine K. B. aracılığı ile PKK/YCK içerisinde faaliyet gösteren İstanbul Üniversitesi Öğrencileri olan S. B. ve Özlem ….
İsimli şahıslarla tanıştırdı. Bu şahısların Propagandaları sonucu PKK'ya sempati duymaya başladım 1998 başlarında
derslerimde başarısız olmam dolayısıyla S. B.'e Avrupa'ya çıkmak istediğimi söyledim S.'de Özlem isimli arkadaşla irtibata
geçerek durumu kendisine anlattı… Özlem bana seni PKK örgütü kanalı ile Romanya'ya göndereceğini söyledi. Romanya'da
bulunan örgüt mensuplarının telefonlarını bana verdi ayrıca kendisi Romanya'daki örgüt mensuplarının telefonla arayarak size
birisini gönderiyorum karşılayın alın dedi. Bende Türk Havayolları ile İstanbul Atatürk Hava limanından Romanya'nın Bükreş
kentine gittim… daha sonra beni örgütün kullandığı bir eve götürdüler. Bu evde kırsalda yaralanmış üç kişi vardı. Yine Bu eve
gittiğimizde yaklaşık 25-30 örgüt mensubu bulunuyordu bu şahıslar örgüte katılmak için burada siyasi eğitim görüyorlardı…”

Yine Ender-Seyit Kod A. K. İle yapılan mülakaatta; “…1997 yılı Ağustos ayı içerisinde Atatürk
havalimanından çıkış yaparak Romanya'ya gittim… Bu arada ben Romanya Bükreş'in Obur diye bir semtinde faaliyet gösteren
Kürt Derneğine gidip gelmeye başladım. Dernekten tanıdığım Metin isimli şahıs benim Kürt olduğumdan dolayı derneğe gidip
gelmemi söyleyerek, örgütün yani PKK'nın propagandasını yapmaya başladı...

Metin isimli şahıs bana PKK terör örgütünün propagandasını yapıyordu. Bu sırada 1998 yılı sonlarına
doğru Metin bana seni siyasi eğitim almak için beni Yunanistan da bulunan örgütün kampına göndereceğini söyledi. Bende
kabul ettim. 1998 yılı sonbaharında Romanya’dan Yunanistan'a geçmemiz için Metin tarafından hazırlanan sahte pasaport bana
verildi. Karayolu ile yani Yunanistan'a gitmemiz söylendi benim ile birlikte bir aile yani anne ve kızı ile birlikte Atina’ya
geçtik…” şeklindeki beyanları o dönem Romanya’nın Kuzey Irak’tan farksız olduğunu bizlere göstermiştir.

Romanya faaliyetlerinin hızla büyümesi nedeniyle örgüte ait kurumların sayısında da artma meydana
gelmiştir. bu nedenle de Bükreş’te ERNK merkez bürosu (tabelada başka ad kullanılmıştır), Male Kurde, Bomba
eğitiminin verildiği bir çiftlik ve daha başka birkaç örgüt evinin yanı sıra; Yaş, Kaloşvar, Temeşvar ve Köstence
illerinde de bürolar açılmıştır. Örgütün kullandığı evlerde ise genelde Türkiye’den gelen örgütün üniversite
yapılanması olan PKK/YCK militanları bomba eğitimi almışlardır.

Konu ile ilgili olarak PKK/YCK mensubu B. M. İle yapılan mülakaatta; “1998 yılı Mart ayı içerisinde
Veysi isimli arkadaş bana, artık Üniversiteyi bırakmamız, bu devlete hizmet etmememiz ve kırsal alanda faaliyet göstermemiz
gerektiğini bana söyledi. Bende kabul ettim… Atatürk Havalimanı’ndan uçağa binerek Romanya'ya gittim. O dönemde
Türkiye'de okuyan öğrencilerin örgütle ilişki bakımından Romanya ile ilişkileri İstanbul'da bir üniversitede okuyan Savaş isimli
şahıs sağlıyordu. Savaş da Romanya'da örgüt adına faaliyet gösteren Rodi Kod ile irtibat kurarak beni Romanya'da Bükreş
Havalimanında Rodi Kod ile buluşturdu. Rodi Kod beni yanında kod adını hatırlamadığım bir şahısla birlikte beni karşıladı.
Havalimanından beni alarak Bükreş’te bulunan ve PKK'nın o dönemde siyasi kanadı olan ERNK ‘nin kullanmış olduğu Büroya
götürdü. Bu büroda bana örgütün yöneticileri tarafından Brüks kod adı verildi. Benden kimlik bilgilerimi içerir öz geçmiş raporu
alındı. aynı zamanda pasaportumu ve kimliğimi buradaki örgüt mensuplarına teslim ettim. Bu dernekte benim gibi isimlerini

410
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

hatırlamadığım (5) yeni katılım örgüt mensubu daha vardı…” şeklinde gençlik faaliyeti yürüten grubun örgütlenmesini
ifade etmiştir.

Örgütün Romanya’da örgütlenmenin yanında gerçekleştirdiği vergilendirmelerde de önemli


boyutlara ulaşıldığından, bunun daha da kontrol altına alınması için “Kürt İş Adamları Derneği” adı altında bir dernek
kurarak, ticari faaliyetleri kontrol etmeye başlamıştır.

Örgütün Romanya'daki mali faaliyetleri Kürt-Şark İşadamları Vakfı görünümü arda altında
yürütülmüştür. Bu vakfın o dönem başkanlığını Mustafa Hasan isimli Suriye ordusundan atılma Romanya'da
bulunan bir işadamı yapmıştır. Bu şahıs Romanya devleti ile PKK terör örgütü arasında resmi aracı rolünü
üstlenmiştir. Bu vakfa bağlı Olarak Voceo Mezopotamya (Mezopotamya’nın Sesi) dergisi çıkartılmaktadır. Örgütün
Romanya'daki ERNK bürosu Türkiye ile Romanya arasındaki ilişkilerin bozulmaması için ERNK bürosu olarak
gösterilmediğinden, bu derginin bürosu olarak gösterilmiş ve Atina'daki Balkan temsilciliğine bağlı olarak faaliyet
yürütmüştür. Bu büronun sorumluluğunu ise o zamanlar Enver Kod isimli örgüt mensubu sürdürmüştür.

Romanya'da Voceo Mezopotamya dergisinin yönetimi ise Mustafa Akkaya isimli bir şahıs tarafından
gerçekleştirilmiş olup, adı geçen şahıs daha önceleri Türkiye'de Özgür Gündem Gazetesinde çalışmış, yapılan bir
operasyonda deşifre olmasından dolayı yurt dışına çıkmıştır. Bu şahsa yine burada daha önceden Özgür Gündem
Dergisinde çalışan İbrahim adlı kişi yardımcılık yapmıştır.

Ayrıca bu büroda iki tane Romen bayan tercüman olarak çalıştırılmış ve kendilerine örgüt tarafından
her ay 100'er dolar maaş verilmiştir. Bu dergiye Eski Devlet Başkanı İyon Iliescu’nun milletvekilleri sıkça gelip
gittiğinden dolayı dokunulmazlığı olan bir kurum haline gelmiştir.

Büronun ayrıca Romanya'daki diğer sivil kurum ve kuruluşlar ile de yakın ilişkisi söz konusu
olmuştur. Romanya’nın Başkenti Bükreş'in Fainari sokağında faaliyet gösteren ana PKK Derneği de bu derginin
lokali görüntüsü altında kurulu bulunmaktadır. Yine Voceo Mezopotamya adlı dergi, örgüt sempatizanları
tarafından Türk işadamlarına dağıtılmakta, almayanlara ise zorla verilmektedir. Burada yürütülen bu faaliyetler
karşılığında ayda (30-40) bin dolar aidat toplanarak, örgütüm Mali birimine aktarılmaktadır. Bu derginin ayrıca
Köstence-Arat-Tinşora gibi Romanya kentlerinde de çok sayıda dağıtıldığı bilinmektedir.

Romanya’da ortaya çıkan örgütlenme o denli büyümüştür ki örgütünde tahmin etmediği bir seviyeye
ulaşılmıştır. Romanya’nın dış ticaret hayatının merkezi olan Bükreş’teki Avrupa Pazarı adı verilen bölgedeki tüm
yabancı orta ölçekli kurumlar örgütün koruması altına girmiş ve bu şirketlerden her ay aidat adı altında büyük
meblağlarda para alınmaya başlanmıştır.

PKK, Romanya’da varlık gösteren Türkiye kökenli sağ mafya ve Çingene mafyasını da bertaraf ederek
illegalitede tek söz sahibi olmuş, sadece Kürt kökenliler değil, sağ görüşlü Türk vatandaşları, Çingeneler hatta

411
FARUK ARSLAN

yabancılar dahi sorunların çözümlenmesinde PKK terör örgütünün kadrolarına arabulucu olarak başvurmaya
başlamışlardır.

Ayrıca Romanya'da Doğulu Esnaflar Derneği adı altında faaliyet gösteren bir yapıda oluşturulmuş ve
Başkanlığına Ramazan Dilbaş getirilmiştir. Romanya'da legal olarak faaliyet gösteren 300 üyeli bu derneğin en etkili
üyesi Bükreş yakınlarında Bisküvi fabrikası bulunan Halil lakabı ile tanınan bir şahıstır.

Romanya’da örgütün genel Balkanlar sorumluluğunu o dönem Mehmet Hoca Kod Cevat Soysal isimli
örgüt mensubu yapmakta olup, bu kişi ülkemizdeki birçok bombalama eyleminin de azmettiricisidir. Soysal,
Öcalan’ın yakalanmasından kısa bir süre sonra Moldova’da yakalanarak Türkiye’ye getirilmiş ve 21 yıl cezaya
çarptırılmıştır. 21 yıla mahkûm edilen Cevat Soysal 4 Aralık 2008 tarihinde ise salıverilmiştir. Soysal ağır şiroz
hastalığıyla boğuşmaktadır.

PKK örgütü Cevat Soysal ve ailesiyle şimdilerde hiç ilgilenmemekte olup, ailesi parasızlık içerisinde
Almanya’da perişan durumdadır. Cevat Soysal’da akıttığı kanların bedeli ile ağır bir yaşam sürmektedir182.

Örgütün Romanya’da bu denli rahat hareket etmesinin altındaki ana etken, Romen Devletinin
faaliyetlere göz yummasından kaynaklanmaktadır. Bu çerçevede örgütün Romen istihbaratı ile çok iyi ilişkileri olmuş
ve istihbaratından destek almıştır.

PKK’nın Romanya’da kazandığı muazzam başarı Devlet yetkililerinin de dikkatini çektiğinden 1997
yılı içerisinde o dönemde İçişleri Bakanı olan Meral Akşener Romanya'ya giderek, Romanya İçişleri Bakanı ile PKK
terör örgütünün faaliyetlerini kısıtlayan bir anlaşma imzalamış, bu anlaşmadan sonra Romanya İçişleri Bakanı PKK
faaliyetlerini Romanya da kısıtlanacağı konusunda açıklamalarda bulunmuştur.

Örgütün Avrupa Sorumlularından F. D.’nin konu ile ilgili olarak; “… Ben bu konuyu araştırmak ve engellemek
için Romanya'ya gittim. Gittikten bir gün sonra Mustafa Hasan ile görüştüm. Bana kendisi Romanya istihbarat Başkan
Yardımcısı konumunda olan VASİLİ soy isimli şahıs ile görüşmemi söylemesi üzerine bende kabul ettim, görüşmeyi Mustafa
Hasan ayarladı. Bükreş'te bulunan Golden Falcon lokantasında görüşme yaptık. Tercümanlığı Mustafa Hasan yaptı. Bu
görüşmede şahıs bana kendilerinin Romanya olarak Kürt halkının faaliyetlerini desteklediklerini, 30 Milyonluk bir halkın
Devletsiz kalamayacağını belirtti. Bende kendisine İçişleri Bakanlığının açıklamalarının doğru olup, olmadığını sordum. Bana
Bakanın bu tür şeyleri bilmeden açıklama yaptığını belirtti. Kendilerinin bu anlaşmadan sonra İçişleri Bakanlığını uyardıklarını
ve PKK faaliyetlerinin yasaklanmasının söz konusu olmadığını belirtti. Fakat PKK adına yapılan bazı işlerden rahatsızlık
duyduklarını, bu işlerin adam kaçırma fidye ve uyuşturucu işinden alınan paralar gibi işler olduğunu belirtti. Yine kaçırılan veya
kendinden zorla para alınan Türk Vatandaşlarının bu durumu Türkiye'ye bildirdiklerini ve sonucunda da Türk Hükümetinin
kendilerine baskı yaptığını anlattı. Bu tip açığa çıkan ve dikkat çeken faaliyetlerin yapılmamasını talep etti. Türkiye'ye karşı zor
durumda kaldıklarını, Türkiye ile ilişkilerinin bozulmasını istemediklerini ve Türkiye ile ilişkileri bozmadan PKK'yi

182
http://www.peyamaazadi.com/modules.php?name=Content&pa=showpage&pid=170

412
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

destekleyeceklerini belirtti. Bu yüzden PKK faaliyetlerinin engelleneceği yönünde açıklamaların bir devlet politikası olduğunu hiç
bir zaman böyle bir şey olmayacağını söyledi. Uyuşturucu kaçakçılarının kendilerine teslim edilmesini istedi. Yine Romanya
sorumlusu Cemal (K) 'un bu tip faaliyetleri açıktan yaptığını, kendilerini dinlemediğini ve görevden alınmasını istediler. Biz
zaten bir hafta önce Cemal (K) görevden almış yerine Cizreli olan Çektar (K) geçici olarak görevlendirmiştik. Bu konuya memnun
oldu…” şeklinde yaptığı bilgilendirme de örgütün Roman devleti ve İstihbarat güçleri ile olan bağlarını ortaya
koymuştur.

Örgütün Avrupa sorumlusunun İstihbarat görevlisi ile görüşmesinden sonra Bükreş’e yakın bir noktada
örgüte ait bir kampın kurulmasına izin çıkmıştır. Örgüt sorumlularından Ramazan Dirîbaş tarafından aylığı 800
DM’a kiralanan bu çiftlik Bükreş havaalanının 20 Km kuzeyinde ana yol üzerinde bulunan bir yerde konuşlu
bulunmaktadır. Bu kampta ilk olarak 1997 Nisan ayında siyasi eğitim çalışmalarına başlanmış, uzun bir dönemde
devam etmiştir.

Bu kamptaki eğitim ile ilgili olarak P. A. Adlı bayan militanla yapılan mülakaatta; “…1997 yılında bir şahıs
beni havaalanı çıkışında alarak Bükreş'te PKK örgütünün bürosu olarak kullanılan bir eve götürdüler. Bu evde Jiyan kod ve Dilan
kod isimli örgüt mensupları da burada bulunmaktaydı. Bu evde bir hafta kadar kaldıktan sonra Bükreş'in dışında bulunan bir
çiftliğe ismini bilmediğim bir erkek şahıs bizleri araba ile götürdü. Burada Mehmet Kod isimli bir örgüt mensubu tarafından
burada bulunan toplam 20 kadar yeni katılan örgüt mensubuna siyasi eğitim verilmekteydi… Bu eğitim kampında (3) ay kadar
siyasi eğitim gördükten sonra gelen bir talimat doğrultusunda Yunanistan'ın Atina şehrinin dışında bulunan PKK örgütünün
kampına katılacağım bildirildi…” şeklinde eğitim alındığını belirtmiştir.

Çiftliğin kiralanmasından yaklaşık 15-20 gün sonra Romanya polisi bu çiftliği baskın düzenleyerek bir kısım
örgüt militanlarını gözaltına almıştır. Baskının akabinde Romanya istihbaratı duruma müdahale etmiş ve gözaltına
alınanlar serbest bırakılmış, faaliyetler de kaldığı yerden devam etmiştir.

Örgüt yönetimi ve Romanya istihbaratı arasında yapılan ikinci toplantıda, Romenler, örgütün Doğu ve
Güneydoğululardan para almasında bir sakınca olmadığı ama diğer Türk vatandaşlarından alınmamasını
istediklerini ifade etmişledir. Bu dönemden sonra Türkiye'nin batısından gelen vatandaşlardan para istenme
olaylarında büyük düşüş yaşanmıştır.

Yine PKK Romanya yapısı Türkiye’deki HADEP ve MKM gibi kurumlarında finansmanını sağlamakla
görevlendirildiğinden, bu kurumların yöneticileri zaman zaman Romanya’ya giderek, örgütten maddi destek
almışlardır. Bu kurumlarla parasal ilişkiyi ise Hoca Kod adlı militan takip etmiştir.

1998 yılında PKK Balkanlar örgütlenmesi;

CAHİT (K) (Balkanlar Sorumlusu)

413
FARUK ARSLAN

SERDAR (K) (Eğitim Sorumlusu)

CEVDET(K) (Dış ilişkiler Sorumlusu)

AHMET (K) (Metropol ve Bombacılar Sorumlusu)

FAİK (K) Suriyeli (Bomba Eğitim Sorumlusu)

MAHİR (K) (DHP Sorumlusu) şeklinde oluşturulmuş olup, Cahit Kod’un sonrasında sorumluluğa Mahir
Kod F.D. getirilmiştir.

Mahir Kod’un Balkanlar sorumluluğuna getirilmesinden sonra Eğitim Faaliyetleri Genel Sorumluluğuna
Serdar Kod, DHP Sorumluluğuna Ilgaz Kod, Eğitim Sorumluluğuna Cemal Kod getirilmiştir. Mahir Kod’un
Karedeniz sorumluluğuna atanmasının akabinde Balkanlar sorumluluğuna Necmi Kod Mehmet Tandoğa
getirilmiştir.

Romanya’daki faaliyetler örgütünde beklediğinin çok ötesinde olumlu neticeler verirken, Bulgaristan
faaliyetlerinde de artış gözlemlenmiştir. Bulgaristan’da faaliyet gösteren Milliyetçi Bulgar Partisi ve kurumları da salt
Türkiye düşmanlığı nedeniyle PKK’yı destekleyerek ülkelerinde faaliyet göstermelerine yardım etmişlerdir.

B. M. Bulgaristan’daki faaliyetlerle ilgili yapılan mülakaatta; “…Romanya’daki bu dernekte benim gibi


isimlerini hatırlamadığım (5) yeni katılım örgüt mensubu daha vardı. İki gün bu dernekte kaldıktan sonra (6) yeni katılım ile
birlikte tren ile Bulgaristan'a gittik. Bulgaristan'a sahte Bulgar pasaportu ile gittik. Bulgaristan'ın başkenti Sofya'da örgüte ait
bir milis bizi karşılayarak örgütün kullanmış olduğu bürosuna götürdü. Büronun sorumlusu Roni Kod isimli bir bayandı.
Yaklaşık 15 gün kadar bu büroda kaldık…” şeklinde bilgilendirmede bulunmuştur.

Yine Romanya PKK terör örgütüne bağlı olarak çalışan ve Romanya'dan gönderilen Moldovya ve
Macaristan ülkelerinde de örgütün birer temsilcisi bulunmaktadır. Bu temsilciler bulundukları yerlerdeki doğu
kökenli vatandaşlara ve öğrencilere PKK terör örgütünün propagandasını yaparak örgüte sempatizan ve eleman
kazandırma faaliyetlerini yürütürmüşlerdir.

PKK/YCK örgüt mensubu M. Y. ile yapılan mülkaatta; “…Romanya'nın Bükreş şehrine gittim. beni Bükreş
havalimanında Savaş kod markasını bilmediğim başka bir araba ile karşıladı ve beni Bükreş şehrinde başka bir eve götürdü. Burası
ikinci katta bulunan başka bir örgüt evine getirdi. Sonra Savaş kod beni alarak otobüs ile Moldovya'ya götürdü. Orada da yine 6.
katta bulunan bir eve geldik, burada Mahir Kod, Erkan Kod ve isimlerini hatırlayamadığım iki militan daha vardı. Ben yine Kemal
Kod adını kullanmakta idim ve burada 15 gün süre ile siyasi eğitim gördüm, eğitmenliği Savaş ve Erkan kod yaptılar. Ders olarak
Kürdistan Tarihî-Sosyalizm-İdeoloji-Önderlik Gerçeği -Katılım Sorunu isimli dersleri gördük. Eğitim sonunda ben tekrar Savaş
Kod Erkân Kod ile birlikte tren ile Bükreş şehrine geldik…” beyanlarında bulunarak Moldovya’da da o dönem faaliyet
yürütüldüğünü ortaya koymuştur.

414
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

1997-98 Türkiye’de PKK Faaliyetleri

Tarihler 24 Ocak 1997’yi gösterdiğinde Midyat’ta dağlık bölgeden geçen Kerkük - Yumurtalık Petrol boru Hattı
bomba ile 4. kez havaya uçurulmuştur. Bu tür saldırılar devam ederken, 14 Mayıs 1997’ye gelindiğinde Türk
ordusu, PKK terör örgütüne karşı Kuzey Irak’a 50 bin asker ve birçok korucu ile “Çekiç Harekâtı” adı altında dev
bir operasyon gerçekleştirmiş ve bu operasyonlar sonucunda PKK’nın kalesi olarak bilinen birçok kamp ele
geçirilerek imha edilmiştir.

Bu operasyon sonucunda örgüt mensubu ölü ve yaralı yakalanmış, ayrıca 300 bine yakın hafif silah mermisi, 119
ağır silah, 3373 ağır silah mühimmatı, 421 ton yiyecek ele geçirildiği ifade edilmiştir 183. Bu harekât sürerken 18
Mayıs’ta bir “süper kobra”, 4 Haziranda da “Cougar As 502” tipi helikopter vurularak düşürülmüştür. Bu füzeleri
PKK’ya Yunanistan’ın verdiği ortaya çıkarılmış, nitekim bu hususu yakalandıktan sonra PKK’nın ikinci adamı
Semdin Sakık’ta doğrulamıştır.

1998 yılının ilk aylarında, PKK terör Örgütü’ne yönelik TSK operasyonları sürerken, PKK terör Örgütü’nün iki
numaralı ismi Semdin Sakık, kardeşi ve iki Peşmerge KDP güçlerine teslim olmalarının akabinde teslim alınarak
Türkiye’ye getirmiştir.

1998 yılında terör örgütü birçok ilde silahlı saldırıda bulunurken Bingöl’ün Genç ilçesine bağlı Şehit, Tarlabaşı ve
Çetedere köylerinde, köylülere zorla Hint keneviri (esrar) ektirmekten de geri kalmamıştır.

Örgütün bu yıl içerisinde yapmış olduğu saldırılarda taktiksel olarak değişimler planlanmıştır. PKK terör örgütü,
son üç yıldır yapmış olduğu baskınlarda karakolları hedef almasına rağmen, 3 yıl sonra ilk kez alay düzeyindeki
tabura yönelik bir saldırı düzenlemiştir. Çelik Harekâtından sonra bazı devlet görevlileri örgütün bittiğini
belirtseler de örgüt ”PKK bitti” söylentilerinin doğru olmadığını ortaya koyma adına daha kanlı saldırılara
girişmiştir.

Bu dönemlerde diğer bir çalışma tarzı ise mahalli milislerin daha etkin kullanılması olmuştur. Bölgede boşaltılan
köyler ile mevsimlik isçi olarak Batı illeri ile Karadeniz bölgesine giden Güneydoğulu vatandaşların arasına milis
adı verilen insanlar katılmıştır. Milislerin ikisinin birleşmesinden hücreler oluşturulmuş, bu hücreler
kuruldukları yerlerde, metropollerde veya Karadeniz bölgesinde ortam ve lojistik destek arayışına
girişmişleridir.

183 Sabah Gazetesi, , 29 Mayıs 1997

415
FARUK ARSLAN

PKK terör örgütünün Diyarbakır sorumlusu Sait Çürükkaya ile temasa geçen milisler, militanları istenilen
bölgelere göndermeye başlamışlar ve milislerle ile militanların birleşmesiyle hücreler cepheye dönüşmeye
başlamış ve eylemler artık bu çevrede yapılmaya başlanmıştır.

1998 yılında, Türkiye’nin terörle mücadeledeki 14 yıllık bölümünde en büyük operasyon olan ve Diyarbakır,
Elâzığ, Muş ve Bingöl’ü çevreleyen 16.00 km2’lik bir alanda yapılan “Murat Operasyonuna” 24 general ve 38.500
asker katılmış, bu operasyon sonunda 200’e yakın terörist etkisiz hale getirilmiş ve örgüte ait çok sayıda silah,
mühimmat, giyim ve gıda maddeleri ele geçirilmiştir.

Murat operasyonu asker sayısı olarak çok fazla olmasına karşın, neticeleri itibariyle yeterli sonuçları vermemiştir.
Bu denli yüksek meblağlar tutan operasyonların daha caydırıcı sonuçlar doğurması gerekirdi.

98 Ateşkes Süreci

Türkiye’nin PKK terör örgütüne yönelik 90’lı yılların ortalarına doğru geliştirdiği yeni terörle mücadele
konsepti ve örgütün faaliyetlerinin kısır döngü şeklinde cereyan etmesi nedeniyle, örgütün lojistik ihtiyaçlarını
karşılama da sıkıntılar yaşadığı, örgüt militanlarında tekrardan kaynaklı heyacanlarını kaybettikleri ve bununda
eylemlerin etkinliğinde olumsuzluğa neden olduğu görülmüştür.

1998 yılının ortalarına gelindiğinde örgütün askeri anlamda zorluklar içerisine girdiği gerçekliği ve
ABD’nin Ortadoğu’da geliştirmek istediği Yeni Dünya Düzeni planı, Öcalan ve örgütü PKK’yı disipline
edileceğini göstermiştir. Bu zorunluluğu gören örgüt yönetimi de yeni süreçte yer almak için kısmi değişime
gidilmesi gerektiğini anlamıştır. Bunun içinde şiddet hareketlerini kültürel haklar söylemiyle kamufle etme
politikasına yönelmiştir.

Mücadelenin sürdürülebilirliği çerçevesinde ortaya çıkan sorunlar nedeniyle taktiksel bir kış yolu
aramaya başlanmıştır. Kürt sorunu çerçevesinde Almanya, Avusturya, Belçika, ABD, Lübnan ve İsviçre’de
düzenlenen Kürt sorununa siyasal çözüm konferansları ve dış dünyanın silahlı terörün bitirilmesi noktasında
beyanları bu sürecin hızlanmasını sağlamıştır.

Ortaya çıkan zaruri durum örgütü yeni bir ateşkese mecburi kılmıştır. Ateşkes ilanından önce örgütün
destek turları başlamış, SKP üyeleri Avrupa’daki ülkelere ziyaretler gerçekleştirmiştir. Bu amaçla Temmuz 1998
tarihinde Sürgünde Kürdistan Parlamentosu heyeti tarafından İspanya-Madrid’de Sosyalist İşçi Partisi (PSOE),
Birleşik Sol (IU) koalisyonuna, AP üyesi Pedro Marset başkanlığında bir heyete, İspanya’nın ikinci büyük

416
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

sendikası olan İşçi Komisyonlarına (CCOO), İşçi Genel Birliğine (UGT), İspanya İnsan Hakları Kuruluşu Başkanı
Juan Serranear ve İspanya Sosyalist Partisinden AP üyesi Fancisca Sauguillo’nun Başkanlığını yaptığı Barış,
Silahsızlanma ve Özgürlük Hareketine (MPDL) ziyaretlerde bulunularak, görüşmeler gerçekleştirilmiştir.

Ayrıca İspanya’nın Bask Bölgesi Otonom Parlamentosunda temsil edilen parti temsilcileri ile de
görüşmeler yapılmıştır. İspanyollarla başlayan ziyaret turları Avrupa’nın diğer ülkelerine de yapılarak örgütün
ilan edeceği ateşkes için destek istenmiştir.

Bu amaçla toplantılar ve ziyaretlerin ardından 27 Ağustos 1998 tarihinde Med-Tv de yapılan bir
açıklamayla, 1 Eylül 1998 tarihinden itibaren gelişmelere ve şartlara bağlı olan bir ateşkese karar verildiği ifade
edilmiş ve bir gün sonrada KDP-B’ye karşıda ateşkes çağrılarında bulunulmuştur. 1 Eylül 1998 tarihinde ise tek
taraflı ateşkese ilan edilerek, ateşkesin; derinleşen şiddetin ve çözümsüzlüğün ortaya çıkardığı tehlikeli durumu
ortadan kaldırmak ve sorunların çözümü için fırsat sunmak için ilan edildiği ifade edilmiştir.

Ateşkes ilanı nedeniyle yurt içinden ve yurt dışından çok sayıda basın mensubu, bu açıklamaya
çağrılarak, açıklama Dünya kamuoyuna duyurulmuş, yine bu ateşkesin silah bırakma değil, silahları geçici olarak
şartlara göre susturma olarak yapıldığı vurgulanmıştır.

PKK’da Yeni Stratejik Dönem

Batılı Ülkelerin etnik Kürtçü örgütlere ve terör örgütü PKK'ya bakış açıları, yaklaşımları ve beklentileri
çerçevesinde hareket eden ve ilişki düzeyini belirlenen çerçeveye oturtan bölücü örgütler ve PKK, bu ilişkilerden
önemli hâsılatlar elde etmiştir. PKK terör örgütü bu tür ilişkilerden azami faydalar sağlamak için gerekli altyapıyı
ve mekanizmaları oluşturmuş ve her geçen gün de mevcut altyapıyı ve ilişki-irtibat araçlarını ve kanallarını
geliştirmeye çalışmıştır.

Nitekim hemen hemen her ülkede kurulmuş bulunan sosyo-kültürel maskeli demekler, bu derneklerin
bağlı bulunduğu ve tüm ülke bazında etkili olan Kürt Dernekleri Federasyonları, bu federasyonların bağlı
bulunduğu KON-KURD (Avrupa Kürt Dernekleri Konfederasyonu) isimli Konfederasyon kamuoyu ile direkt
teması sağlayan kuruluşlar olarak öne çıkmıştır.

Öte yandan, Kürdistan Aydınlar Birliği, Kürdistan Hukukçular Birliği, Kürdistan Gazeteciler Birliği,
Kürdistan Gençlik Birliği, Kürdistan Kadınlar Birliği, Kürdistan İslami Hareketi, Kürdistan Aleviler Birliği,
Kürdistan Yezidiler Birliği gibi mesleki veya dini kuruluşlar, ERNK koordinesinde ve muadili yabancı kuruluşlar
nezdinde önemli ilişki ve irtibatlar oluşturmuştur.

417
FARUK ARSLAN

Yine, KON-KURD tarafından 03-04 Temmuz 1998 tarihlerinde Brüksel'de "Türkiye'de İnsan Hakları
İhlalleri" ismiyle bir başka konferans gerçekleştirilmiştir. Rusya, Ermenistan ve Lübnan'da da benzer toplantılar
konferanslar yapılmıştır

PKK'nın bu faaliyetleri neticesinde örgütün iddiaları, giderek uluslararası kuruluşlar ve birçok çevre
tarafından da kabul görmeye başlamış ve bu yönlü olarak içte ve dışta kamuoyu oluşturmuştur. Sözde yargısız
infazlar, faili meçhul cinayetler, gözaltında işkence/kayıplar, köy yakma/boşaltmalar konularındaki iddiaları
başta Batılı ülke yetkilileri olmak üzere, uluslararası birçok resmi/sivil kişi, grup ve kurum ve ülkemizdeki çeşitli
sözde liberal-aydın kesimce de sahiplenemeye başlanmıştır. İçte ve dışta sürdürülen bu faaliyetler ülkemizi
uluslararası çevrelerde zor duruma soktuğundan, her iddia ülkemize bir baskı aracı olarak kullanılmıştır.

Kürdistan Gazeteciler Birliği gibi kuruluşlara mensup örgüt mensupları, ulusal veya uluslararası temelde
gazetecilerin üye olduğu kuruluşlar ile temas etmiş ve bu temaslar sonucu dikkatleri örgüt çizgisinde oluşturulan
Kürt sorununa ve PKK'ya çekmiştir.

Bu amaçla;

 Ermeni Davasını Savunma Komitesi ve Sürgünde Kürt Parlamentosu tarafından 29-31 Mayıs 1998
tarihinde Lübnan’ın başkenti Beyrut'ta düzenlenen "Türk Devletinin Bölgedeki Yayılmacı Politikasının
Tehlikesi" adı altında düzenlenen konferans,
 İsviçre'nin Cenevre/Cetigny kasabasında TOSAV (Toplumsal Sorunları Araştırma Vakfı) tarafından 06-
07 Haziran 1998 tarihinde düzenlenen "Kürt Konferansı", Almanya’nın Berlin şehrinde bulunan Vanessi
Gölü yakınlarında 06-07 Haziran 1998 tarihinde ABD Aspen Enstitüsü ile Alman Sosyal Demokrat
Partisi'nin Friedrich Ebert Vakfı tarafından düzenlenen "Türkiye'nin İç ve Dış Politikasının Geleceği" konulu
konferans,
 Terör örgütü PKK paralelinde göstermekte yürüten NAVEND (Kürdistan Enformasyon ve
Dokümantasyon Merkezi) tarafından 27-28 Haziran 1998 tarihinde Almanya'nın Bonn şehrinde
düzenlenen konferans,
 Avusturya'nın başkenti' Viyana'da 02-03 Temmuz 1998 tarihinde Avusturya Kari Renner Enstitüsü ve
Avrupa Parlamentosu Sosyalist grubun ortaklaşa olarak düzenlediği "Avrupa'ya Giden Yolda Türkiye ve
Komşuları İçin Kürt Sorununun Geleceği" adı altında düzenlenen konferans,
 Belçika’nın Başkenti Brüksel'de 03-04 Temmuz 1998 tarihinde KON-KURD’un düzenlediği "Türkiye'de
insan hakları ihlalleri" konulu konferans,
 ABD’nin başkenti Washington'da faaliyet göstermekte olan Washington Kürt Enstitüsü (Washington
Kurdısh Institute-WKI) tarafından organize edilen ve ABD eski Ankara Büyükelçisi olan Morton
Abramovvitz'in bir dönem başkanlığını yaptığı Carnegie (Carnegie Endovvment For International Peace)
Vakfı binasında 28-29 Temmuz 1998 tarihleri arasında "Kürt Sorununu Çözme Forumu" adı altında bir
toplantı gerçekleştirildiği, söz konusu toplantıya ABD Barış Enstitüsünden Pâtrica Carley, CIA eski
Ulusal İstihbarat Konsey Başkanı Graham Fuller, Tennesse Teknik Üniversitesi öğretim üyesi olan ve
PKK elebaşı Abdullah Öcalan ile görüşme yapan Michael Gunter, Diyarbakır eski Belediye başkanı ve
DEP eski Milletvekili Leyla Zana'nın eşi olan Mehdi Zana, Stratejik ve Uluslararası Politikalar
Merkezi'nden Zeyno Baran ve TOSAV (Toplumsal Sorunları Araştırma Vakfı) Başkanı Doğu Ergil'in de
katıldığı konferanslar düzenlenmiştir.

418
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

PKK güdümünde faaliyet gösteren "Kürdistan Hukukçular Birliği" tarafından İsviçre'nin Lozan şehrinde, Lozan
Antlaşmasının yıldönümü olan 24-25 Temmuz 1998 tarihleri arasında "Lozan'dan Sevr'e" adı altında, "Kürt Hukuk
Konferansı" düzenlenmiştir. Bu konferansta, Kürt halkının Lozan ile dört parçaya bölündüğü fikri ileri sürülmüş
ve antlaşmanın iptal edilmesi gerektiği belirtilmiştir.

ABD’li ve Batı ülkelerin organize ettiği bu toplantı ve konferans serilerinde örgütü cesaretlendirici ifadeler
kullanılmış ve PKK’nın Kürt sorunun çözümünde asli unsur olduğu ifade edilmiştir. Batılı güçler Türkiye karşıtı
her oluşuma destek verirken, ülkemiz kendi tezlerini anlatma gibi gayretinin cılız kaldığı izlenmişti.

PKK’da Ekonomik Örgütlenme

Örgüt bir yandan siyasal çalışmalarını yürütürken diğer yandan da ekonomik örgütlenmeye başlamıştır.
1995 yılı ile birlikte sözde "Uluslaşma-Devletleşme" süreci iddiası doğrultusunda devlet olmanın özellikleri ve bu
özellikleri taşıyabilme amacıyla çeşitli oluşumlar meydana getirilmiştir.

Terör örgütü tarafından yandaşlarına yapılan propagandalarda, Türk Bankalarına yatırılan paraların
Türkiye'nin silahlanmasına katkıda bulunduğu, bu nedenle Türk Bankaları ile ilişkilerin kesilmesi gerektiği
belirtilmiştir.

Bu propaganda çerçevesinde örgüt tarafından iktisadi bir kongre oluşturulması, Kürt işadamlarının bir
araya gelerek milli bir sanayinin oluşturulması, "Kürt Bankasının” Avrupa ülkelerinin birinde kurulması, bu
çalışmaların Sürgünde Kürt Parlamentosu üyeleri Ali YİĞİT ve Mehmet TAŞKALE tarafından sürdürülmesi
kararlaştırılmıştır.

Diğer yandan terör örgütü güdümünde Hollanda'da faaliyet göstermekte olan Kürdistanlı Esnaflar ve
İşçiler Birliği adlı dernekte, Avrupa ülkelerinde Kürt sermayesini geliştirmek ve uluslararası sermaye piyasasında
yer edinmek gayesiyle banka kurma çalışmalarına katkıda bulunulmuştur.

PKK'yı bu dönemde böyle bir kararı almaya iten asıl neden ise örgütün halktan vergilendirme adı altında
zorla aldığı paraları aklayacak bir yer bulma isteğidir. Önceki yıllarda yapılan bazı operasyonlarda gerek
uyuşturucu ticaretinden gerekse de vergilendirmeden elde edilen paralar ele geçirişmiş ve el konulmuştur. Lakin
daha sonrada kurulan derneklerin Kürt sermayesi oluşturmak yerine Avrupa’da yaşayan Kürtlerin parasını legal

419
FARUK ARSLAN

şekilde gasp etmek için oluşturulduğu, bu paraların örgüte de ulaştırılmadan bazı yöneticiler tarafından
zimmetine geçirildiği görülmüştür 184.

Abdullah Öcalan'ın Suriye'den Çıkartılması ve Takip Ettiği Güzergâh

1996’lı yıllara gelindiğinde Öcalan’ın Türkiye’ye yönelik söylemlerinde hissedilir değişimler


gözlenmiştir. Öcalan bu yıldan sonra Türk kamuoyuna ve yöneticilerine siyasal işbirliğinden ve muhatap kabul
edilmesinden dem vurmaya başlamıştır.

Özellikle Yalçın Küçük’le yaptığı röportajlarda muhatap alınması ve şartlarının kabul edilmesi
durumunda Türkiye’ye gelmek istediğini belirtmiştir. Yalçın Küçük Öcalan ile yaptığı bu görüşmelerde
kendisinin cumhuriyetin 75. Yılında Türkiye’ye geleceğini ve cezasını çekmek istediğini belirterek, bu dönemde
Öcalan’ında geliş sürecine gireceği mesajını vermiştir.

Baki Karer bu süreç için; “…Yalçın Küçük, devlet yetkililerine isimleriyle hitap eden çağrılarda bulunuyor, “Apo
iyidir, dikkat edin. Sonra daha iyisini bulamazsınız” diyordu. Sonunun yaklaştığını hissettikçe bunalan A. Öcalan, Yalçın
Küçük’le yaptığı sohbetleri terapi seansları olarak kabul ediyor, az da olsa rahatlıyordu…” tespitlerinde bulunarak Yalçın
Küçük’ün gelişmeler konusunda önceden Öcalan’ı hazırladığını belirtmektedir.

Öcalan seanslar sonrasında örgütün kuruluşunun 19. yıl kapsamında Med-Tv’de yaptığı konuşmasında;
“Ciddi bir çözüme adım atanlarla da; devlet içinde de olabilir, bilmem ta istihbarat içinde de olabilir, ordu içinde de olabilir…
Ben o zaman bir Amerikalı gazeteciye söyledim. Clinton’a dedik siz bir şeyler söyler misiniz? Amerikan’ın güç vereceği
eğilim, getireceği çözüm; Çevik Bir Paşa etrafında ve Kürt çözümünü de az çok bağrında taşıyan biraz da odur. Ancak bir
süre kalıcı olarak gelecek bir iktidar, ister askeriye, ister sivil olsun, ama ben askeriyenin gelmesini istemem ama asker gelirse,
bu işi çözme ihtimali yüksektir. Orta Asya boyutuna kadar kapsamlı bir çözüm projesini tartışıyorlar bunlar” ifadeleriyle
bürokrasiye mesaj göndererek, yeni gelişecek sürecin ipuçlarını ortaya koyduktan sonra, Türkiye’nin Kuzey
Iraklı güçlere güvenmemesi vurgusunu yapmıştır.

Öcalan bu konuda da; “KDP yedi kocalı Hürmüz gibidir. Sahibi çok. Bir sahibi de Amerika oluyor, güvenilmez.
KYB fazla Amerika’yla oynayamaz, Türkiye’yle oynaması zor. Barzani Amerika’yla oynuyor. PKK üzerinde bazı görüş alış

184
http://serxwebun.forumieren.com/t25-karsazdan-dogsada-kurtlerin-ekonomik-orgutlenmesi

420
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

verişleri sanırım yapılıyor. Benim vardığım şey, gelişmeler de bunu doğruluyor” ifadelerini kullanarak, Iraklı
güçlerdense kendisinin tercih edilmesi gerektiği mesajını vermeye çalışmıştır.

İddialara göre Öcalan 1998 yılının başında ABD’nin Lübnan Büyükelçiliği ile görüşmeler yaptığı ve
Öcalan’a Suriye’de kalamayacağının bildirildiği, Şam’dan çıkması halinde ise kendisine yeni yer bulunacağı
belirtilmiştir185.

Öcalan’ı yaşadığı Şam’da kaygılandıran diğer bir neden de 1998 döneminden önce Türkiye tarafından
geliştirilen yeni terörle mücadele konsepti sayesinde örgütün askeri olarak geriletilmiş ve örgüte önemli darbeler
vurulmuş olmasıdır. Terörle mücadelede ikinci aşama ise terör yuvası durumuna gelmiş Suriye’nin politikalarına
son vermesi ve bölücübaşını ülkesinden çıkartması olmuştur.

1998’e gelindiğinde Suriye’nin içinde bulunduğu ekonomik ve siyasal koşullar göz önüne alındığında
Türkiye’ye kafa tutacak bir durumunun olmadığı görülür. Suriye zaten İsrail’le sürekli savaş hali durumundadır.
Yıllardan beri Lübnan gibi bir külfeti omuzlarında taşımaktan yorulmuştur. Ekonomik, siyasal ve askeri
bakımdan güçsüzdür. Hele hele SSCB’nin yıkılmasından sonra hem daha güçsüzleşmiş, hem de yalnızlaşmıştır.
Her ne kadar bir Arap ülkesi ise de, aralarındaki çelişkilerden ötürü bu ülkelerle birlikte hareket ettikleri pek sık
görülmemiştir. Ayrıca GAP projesiyle Suriye, her zamankinden daha fazla Türkiye’ye muhtaç hale gelmiştir.

Öcalan’ın yakalandıktan sonra verdiği ifadeler ise O’nun Suriye’den ayrılması konusunda daha farklı bilgilerin
ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu bilgiler adeta bir itiraf niteliğindedir. Öcalan ifadesinde; “Suriye gizli servisi
ile ilişkideydik. Bağlantıyı Mervan Zirki kurdu. Hafız Esad değil, ama Cemil Esad’la temasım vardı. Suriye, PKK yerine
kullanacağı bir parti kurdurdu. Bu partinin başına da Mervan Zirki getirildi. PKK’nin tüm mal varlıklarına el koydular.
Orada kalsaydım sağ çıkamazdım…186” demektedir.

Bu açıklamalar okunduğunda soru işaretlerinin nerelerde olduğu kendiliğinden açığa çıkıyor. A. Öcalan henüz
Suriye’de iken PKK’nin mal varlığına el konulduğunu söylüyor. Ayrıca can güvenliğinin olmadığından söz
ediyor. Orada kalması durumunda, her an öldürülebileceğini açıklıyor. Öyleyse, Öcalan ne demek istiyor? Yani
Suriye’de kalsaydı öldürülecek miydi? Ayrılışı öldürülmesini engellemiş mi oluyor? Gibi sorular akla gelen ilk
çelişkiler olmaktadır.

Gerek uluslararası konsept gerekse de bölgedeki gelişmeler paralelinde 29 Eylül 1998 günü sınıra askeri
birlikler kaydırılmıştır. Süleyman Demirel 1 Ekim 1998 tarihinde Mecliste Suriye’yi uyaran bir açıklama yapmış
ve son olarak ta Orgeneral Aytaç Yalman’ının Suriye sınırında, Suriye’yi uyaran konuşma gerçekleştirmiştir.
Ülkemizin bu dönem itibarıyla Suriye Devleti nezdinde bir süre uyguladığı kriz yönetimi sonucunda, 09 Ekim
1998 günü Suriye Yönetimi örgüt elebaşı Abdullah Öcalan’ı ülkesinden çıkartmıştır.

185
Karer, Bir Sosyoşog, Bir Örgüt ve Kürt Yıkımı, s.69.
186
Baki Karer, Abdullah Öcalan’ın sözlü savunmasından.

421
FARUK ARSLAN

Her ne kadar Abdullah Öcalan Suriye’nin ayrılmasında Türk devletinin etkinliği olduğu kabul edilse de,
bu ayrılışın arkasında ABD’nin etkisinin olduğu tezi daha hissedilir durumdadır. Amerikalı yetkililer 2000’li
yıllarda başlayacakları Irak savaşı öncesinde bölgede dini inancını referans alan Ensar El İslam gibi Sünni grupları
ortadan kaldırmış, PKK gibi diğer örgütleri ise dönüştürme sürecine sokarak, kurmak istediği Yeni Dünya
Düzeninin detaylarını tamamlaya çalışmıştır.

Baki Karer Öcalan’ın Suriye’den çıkış nedenlerini irdelediği yazısında; “A. Öcalan’ın bunca yıldır Şam’da
kalmasına gösterilen en önemli gerekçelerden biri, Suriye’nin Sovyetler Birliği ile olan ilişkileriydi. Bu gerekçenin sırf
kamuoyunu yanıltmak için ileri sürüldüğü apaçık ortadadır. Bu iddianın 80’lı yıllar için bir an geçerli olduğunu kabul etsek
bile, 90’lı yıllar için geçerli olduğunu savunmak tamamen art niyet taşır. Kaldı ki geçmişte de SSCB ve diğer Varşova Paktı
ülkelerinin politikalarına bakıldığında terör örgütlerini desteklemedikleri görülür. Hele hele PKK’yi kesinlikle kabul
etmedikleri biliniyor. PKK’yi her zaman istihbarat örgütlerinin, özellikle de CIA’nın paravan bir örgütü olarak görmüşlerdir.
Nitekim Bulgaristan Komünist Partisi’nin bir yetkilisinin A. Öcalan için, “yönü CIA’ya dönük biri olduğunu sanıyoruz”
demesi, durup dururken yapılan bir tespit değildir. Benzer tavrı, Çekoslovakya Komünist Partisi de göstermiştir. Yine
1982’de Yaser Arafat’la görüşmek için olağanüstü çabalar yürüten Abdullah Öcalan’ın, El-Fetih’in Beyrut’taki sorumlusu
Salah ve Beyrut’un güneyinde bulunan kamplarının komutanı tarafından azarlandığı biliniyor. Salah ve bu komutan, “şu
ana kadar kimlerle görüşüp görüşmediğin bizler için önemli değildir, seni tanımıyoruz ve tanımayız da” diyerek, Öcalan’’ı
odanın kapısından içeri bile almamışlardır. Ayrıntılarına girmeden gösterdiğimiz bu örnekler, aslında Sovyetlerin Öcalan
ve PKK’ ye karşı olan tavrına da yeterince açıklık kazandırıyor. Bütün bu nedenlerden dolayı diyebiliriz ki, A. Öcalan,
Suriye’de bizzat derin devlet denilen güçler tarafından kollanmış, orada kalmasına izin verilmiştir. Bu güçler istediği için
burada uzun yıllar yaşamıştır. Suriye istihbarat örgütlerinin ve birçok askeri birimlerinin adeta kalbura benzediğini de
unutmamak gerekir. Zaten kendisi tarafından yapılan anlatımlara baktığımızda yurtdışına çıkışının karanlık güçlerce
planlandığı anlaşılıyor. Öcalan yurtdışına çıkarken kararı bir günde ve örgütünden kimseye haber vermeden aldığını
söylüyor..187.”şeklindeki ifadeleri Öcalan’ı Suriye’den çıkaran gücün ABD olduğunu söylemektedir.

Bu çerçevede daha önce Şemdin Sakık’ı yakalayarak Türkiye’ye teslim eden güçler, Öcalan’ın da
Suriye’den çıkmasını istenmiştir. Bu istek doğrultusunda Öcalan’ın için uzun serüven başlamıştır.

Abdullah Öcalan, Suriye'den Yunanistan'a havalanan bir uçağa binerek ayrılmış, ancak tüm girişimlerine
rağmen kendisini kabul edecek bir ülke bulunamamıştır. Böylece 09 Ekim 1998 tarihinde Suriye'nin Başkenti
Şam'da başlayan kaçış serüveni, Yunanistan, Rusya, İtalya, yeniden Rusya, Tacikistan, bir kez daha Rusya, tekrar
Yunanistan, Beyaz Rusya, üçüncü kez Yunanistan ve son olarak 15 Şubat 1999 günü Kenya'nın başkenti
Nairobi'de son bulmuştur. Abdullah Öcala burada güvenlik görevlimize teslim edilerek yurda getirilmiştir.

Öcalan’ın bu serüvenli yolculuğunda Dilan Kod Şemsi Kılıç, Rozerin Kod Ayfer Kaya ve Piro Kod adlı
örgüt mensupları sürekli yanında kalarak onunla hareket etmişlerdir.

187
Karer, Bir Sosyoşog, Bir Örgüt ve Kürt Yıkımı, s.87.

422
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Öcalan kendisinin Türkiye’ye getirilmesi ile sonuçlanan sürecin NATO’da alınan kararla ortaya çıktığını
belirtmektedir. Öcalan’ın göre NATO’da ki karar vericiler sözde Kürt meselesinde silahsız bir çözüm için görüş
birliğine varıp, bu anlamda PKK’nın etkisizleştirilmesi gerektiğini belirtmişlerdir. Öcalan diğer bir açıklamasında
da kendisinin yakalanmasına yol açan sürecin 98 Washington Anlaşması’nın ardından başladığını, askeri olarak
da Güneyli güçlerle imha edilmeye çalışıldıklarını, sözde komploda ABD, İsrail, Yunanistan ve Türkiye’nin
yanında Talabani’nin de yer aldığını belirtmiştir.

Abdullah Öcalan Suriye’den çıkartılmadan önce konu ile alakalı “teslim olmaktansa kahramanlık eylemini
tercih edeceğim, bunu tereddütsüz yapacağım bunu herkes bilmelidir…” şeklinde açıklama yaparak, kitlesine mesaj
vermeye çalışmıştır. Diğer bir beyanında da; “beni buradan çıkarabilirsiniz, benim yönüm Kürdistan dağlarıdır. Bu
dağlar bir milyon gerillayı bağrında saklayacak kadar büyüktür. Mücadeleme dağlarda devam edeceğim…” demiştir.

Öcalan Şam’da kaldığı dönemlerde herkesi -sözde-ülkeden (Güneydoğu Anadolu) kaçmakla, topraklara sahip
çıkmamakla ve hinlikle suçlamış ve ülkeye gittiği anda bir metre karelik bir alandan bile milyonları ayağa
kaldıracağını iddia etmiştir. Yaptığı konuşmalarda sıcak çatışmanın olduğu alanlara gidemediği için üzgün
olduğunu belirtmiştir. Bir beyanında; “Ben kendimi sizin gibi dağlara taşırma imkanı bulamam. Geniş halk yığınları
içine girme imkanım olmadı. Ama düşünün ufacık bir mevzide kolay kolay zapturapta alınamaz, yaşamımı buna
yatırdığımda ne haldeyim188” şeklinde ifadelere yer vermiştir.

Fakat ilerleyen günlerde ise bırakın direnmeyi ve dağlara gitmeyi, yönünü Avrupa olarak belirlemiş ve
yakalandığında devrim tarihinin görmediği itirafları yaparak, herkesi şaşırtmıştır. ‘Bir milyon gerillayı bağrında
saklayacak kadar büyük Kürdistan’ın dağları’ yerine “Avrupa’nın düz ovalarına” sığınmıştır. Yakalandıktan sonrada
önceden söylediği her şeyi inkâr etmiş ve avukatlarına; “…imha olacağıma sağ ele geçmek daha akıllıcadır. Bu teslim
oluyoruz demek değildir... Baktın öldürüleceksin temsilcini gönderip ben sağ ele geçmek istiyorum diyeceksin…” şeklinde
beyanda bulunmuştur.

Değerlendirmeyi burada bırakıp süreci izlemeye devam edelim. Öcalan’ın Suriye’den çıkartılacağının
anlaşılması üzerine, Yunanlı bir milletvekili ve emekli bir Binbaşı Şam’a gelerek Öcalan’a güvence verip,
kendisini ülke olarak koruyacakları sözünü vermişlerdir. Tıpkı 1996’daki gibi ülkelerine davetlerinin geçerli
olduğunu da ifade etmişlerdir.

Suriye Devleti ise Öcalan’ın ülkesinden çıkmasından sonra örgütün kurumlarını da kapatarak, yaklaşık
500 örgüt mensubunu tutuklamıştır. Suriye’nin bu çabalarından sonra ülkede üstlenen PKK mensuplarının Irak’a
geçtikleri, PKK içerisindeki birçok Suriyelinin kaçarak ülkelerine gidip faaliyetlerine son verdikleri görülmüştür.

188
Serwebûn Dergisi, Kasım 1996, s.13

423
FARUK ARSLAN

Abdullah Öcalan 8 Ekim gecesi emekli Yunanlı bir binbaşı ile defalarca telefon görüşmesi yaparak,
kendisi için teminat istemiş, Yunanlılar da bu konuda sonsuz destek sunacaklarını ifade etmişlerdir.

Yunanistan’ın PASOK milletvekili olan Kostas Baduvas da, Öcalan’ı ülkesine çağırarak kendisine
sığınma vereceklerini belirtmiştir. Abdullah Öcalan, Ayfer Kaya adlı örgüt militanı aracılığı ile Baduvas’ı o gece
telefonla yaklaşık on kez daha arayarak, davetin doğruluğunu teyit etmeye çalışmıştır.

Öcalan’ı Suriye’den çıkaran güçler kendisini koruma sözü vermiş olsalar da, Öcalan mensubu olduğu bu
cemiyette ihanetin her ana olabileceğini, kendisinin işlevini yitiriş olması halinde farkında olmadan imha
edilmesinin mümkün olduğunu çok iyi bilmektedir. Çünkü O’da geçmişte kendine güvenenleri verdiği sözlere
rağmen ortadan kaldırmıştır. Bu nedenle tedirgindir ve imhaya karşı her tedbiri almak istemektedir.

Abdullah Öcalan, Yunanistan Parlamentosuna mensup 109 milletvekilinin imzası ile 05 Kasım 1998 günü
Yunanistan'a davet edilmiştir. Söz konusu davet metni PASOK Milletvekili Kıpouros tarafından hazırlanmış
olup, aralarında Meclis Başkan Yardımcıları Kritikos, Sgouridis, Apostolidis, birçok eski Bakan, Bakan Yardımcısı
ile YDP Milletvekili Kammenos ve Dedeağaç milletvekili Hristos Kipiros’un da bulunduğu çok sayıda kişice
imzalanmıştır. Bunun üzerine Öcalan 9 Ekim günü Yunan istihbaratının hazırladığı bir Suriye uçağı ile Atina’ya
gelmiştir.

Öcalan ve ekibi havaalanına indiğinde kendilerini Yunanistan İstihbarat Başkanı Haralambos Stavrakakis
ve EYP'te muvazzaf subay Savvas Kalenderidis karşılamıştır. Öcalan’ın Atina’ya inmesi ülkede siyasi bir krizinde
çıkmasına neden olmuştur. Yunan Hükümeti Öcalan’ı kabul edemeyeceğini ifade edince, PKK örgüt mensupları
ile Yunanlı istihbaratçılar arasında gerginlikler yaşanmıştır. Daha önce Türkiye ile savaşma karşılığında
kendisine her türlü desteği sunan Yunan Hükümeti bir anda yön değiştirerek, Öcalan’ı ülkesine kabul
edemeyeceğini söylemiştir.

Konu ile ilgili olarak Yunanistan Hükümet Sözcüsü D. Reppas, “Kürt halkının anlayacağı nedenlerden ötürü,
Yunanistan hükümetinin Öcalan’ın geçici ikamet talebini olumlu karşılayamadığını” belirterek, teröristbaşının ülkesine
alınamayacağını ifade etmiştir.

Öcalan daha önceden, Rus Alt Meclisi DUMA tarafından ülkelerine davet edildiğinden, bu davet
nedeniyle yeni yaşam alanı olarak Rusya’yı tercih etmiştir. Bu sebeple Rusya’da kalabileceğini düşünen Öcalan
ve ekibi, havalimanında 4–5 saat kaldıktan sonra Yunan Hükümetinin hazırladığı küçük bir uçakla Rusya’ya
hareket edilmiştir.

Ayrıca Rus DUMA'sının 04 Kasım1998 tarihli oturumunda, Abdullah Öcalan’ın Rusya'da politik sığınma
hakkı tanınması amacıyla Rusya Devlet Başkanı Boris Yeltsin'e çağrıda bulunulmasına ilişkin bir önerge

424
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

oylamaya sunulmuş, 290 parlamenterin hazır bulunduğu oylamada bir milletvekili çekimser, 289 milletvekilinin
ise lehte oy kullanmıştır.

Atina’dan havalanan ve sekiz kişiden oluşan uçağın yönü Moskova’ya olmuştur. Rus Liberal Demokrat
Partisi Başkanı Vilademir Jirnovski Moskova’ya gelen Öcalan’ı ve PKK Rusya temsilcisini villasında misafir
etmiş, bir süre sonra da Öcalan’ı bir dağ evine yerleştirilmiştir. Bu arada örgütün avukatları hemen yasal işlemlere
başlayarak Rusya’ya iltica başvurusunda bulunmuşlardır.

Öcalan gelişmeler karşısında umutlansa da işler beklediği gibi gelişmemiştir. Kısa bir süre sonra Öcalan
ve İvan adında Rus İçişleri temsilcisinin katıldığı bir toplantı gerçekleşmiş ve Ruslar Primakov hükümetinin
sığınma hakkı vermeyeceğini kendisine tebliğ etmişlerdir. Öcalan daha sonraki yıllarda yaptığı açıklamalarında
Rusya’da kalamayışını Mavim Akım anlaşmasına bağlamıştır.

Öcalan’ın Rusya’da kalması imkânsız hale gelince İtalya’daki Komünist Parti üyeleri devreye girerek,
bölücübaşını kendi ülkelerine davet etmişlerdir. Öcalan ve arkadaşları yanlarında İtalyan Komünist Partisi
Milletvekili Romana Montavani olduğu halde tekrar uçakla Rusya’dan ayrılarak, Roma’ya hareket etmişlerdir.
Bu zamanda örgütün İtalya sorumlusu Ahmet Yaman’dır. Ahmet Yaman aynı zamanda Öcalan’ın İtalya’ya
gelmesi konusunda alt yapıyı da hazırlayan kişidir.

İtalya ilgili diğer bir iddiaya göre; Ülkemiz Öcalan’ı kabul etmeyen her ülkeye bazı ayrıcalıklar
sunduğundan, İtalyanlarda bu işten kar elde etmek için devreye girmiş ve bazı kazanımlar elde etmeye
çalışmışlardır. Neticesinde ise planladıkları kazanımları sağlayamadıkları görülmüş, aksine süreç aleyhlerine
işlemiştir.

Terör örgütü PKK mensuplarınca İtalya’da ki ilişkiler, İtalyan Komünist siyasetçiler aracılığı ile
sağlanmıştır. Rusya'dan alelacele çıkmak zorunda kalan Abdullah Öcalan İtalya'yı, Komünist Parti'nin iktidarda
olması nedeniyle tercih ettiğini belirtmiştir.

Öcalan 12 Kasım 1998 saat:22.00 de Aeroflot uçağı ile yaklaşık bir ay süreyle kaldığı Rusya/Moskova'dan
Roma'ya gelmiş ve İtalyan Güvenlik Kuvvetlerince Abdullah Sarıkurt ismine düzenlenmiş sahte bir pasaportla
yakalanarak gözaltına alınmıştır.

Öcalan Roma’ya geldiklerinde kendisine tembihlendiği gibi hasta olduğunu ve İtalya devletine iltica
etmek istediğini havaalanı polislerine belirtmiştir. Polisler Öcalan’ın parmak izini alarak gerekli işlemleri
yaptıktan sonra, Lpalestrina adında bir hastaneye gönderilmiştir.

425
FARUK ARSLAN

Teröristbaşı Abdullah Öcalan'ın 12 Kasım1998 tarihinde İtalya/Roma şehri Fiumicino Havaalanında


yakalanması örgüt mensupları ve örgütü destekleyen çevreler arasında şok etkisi yapmıştır. Başlangıçta
yakalanma olayının yalanlanması cihetine gidilirken; bilahare İtalya Hükümetinin bilgisi dahilinde bu ülkeye
geldiği iddia edilerek, örgüt mensuplarının moral çöküntüsü giderilmeye çalışılmıştır.

Öcalan’ın İtalya’ya gelmesinden sonra PKK'nın Avrupa Temsilcisi Kani Yılmaz kod adlı Faysal
Dumlayıcı, Interpol tarafından Kırmızı Bülten ile aranmasına rağmen 15 Kasım 1998 tarihinde İtalyan Parlamento
binasının yakınındaki Roma National Otelde basın toplantısı yaparak, İtalya’nın Öcalan’ı ülkesine kabul etmesi
konusunda baskı yapmaya çalışmıştır. Kapısında 'PKK Basın Toplantısı' yazılı bir salonda konuşan ve masayı
Yunanistan PASOK Partisi Merkez Komite üyesi Michael Haralambidis ile paylaşan Yılmaz, liderleri Abdullah
Öcalan’ın yapılan muameleyi eleştirmiştir189.

Kani Yılmaz ve ERNK Avrupa temsilcisi Akif Hasan, yaptıkları basın toplantısında; "Abdullah Öcalan'ın
ismini daha sonra açıklayacakları, sivil bir hastanede ama tutuklu konumunda olduğunu, İtalyan hükümetinin
bir an önce liderlerinin konumu hakkında net bir açıklama yapması gerektiği, Öcalan’ın İtalyan hükümetinin
bilgisi dahilinde Roma'ya geldiğini, havaalanında da iltica etmek istediğini şifahi olarak söylediğini,
yakalanmanın Türkiye, ABD ve İsrail tarafından sahneye konan bir komplo olduğu, Apo'nun Suriye'den
ayrılmasının bir coğrafya değişikliği olduğu, bunun tarihi bir olay olduğunu, Kürt sorununun uluslararası alana
taşındığını, Öcalan’ın açlık grevine başladığı, siyasi konumunun netleşmesine kadar eylemini sürdüreceğini ve
Öcalan’ın resmen Başbakanlık'a iltica dilekçesini verdiğini" belirtmiş, akabinde de Öcalan’ın Polis gözetiminde
hastanede tutulmasının insan haklarını aykırı olduğunu iddia etmiştir 190.

İtalyan Yeşiller Partisi ve İtalyan Komünist Parti Milletvekillerinin de katıldığı bu toplantıda Pasok Merkez
Komitesi Üyesi Michael Haralambidis, "Yunan halkının Öcalan için gereken her türlü şeyi yapacağını, İtalya'nın
kendisine siyasi iltica hakkı vermesini" istemiştir.

Öcalan’ın İtalya’ya gelmesinden hemen sonra Fransa eski Cumhurbaşkanı François Mitterrand'ın dul eşi
ve France-Libertes’in (Fransa Özgürlükler Vakfı) Başkanı Danielle Mitterrand, Fransız parlamenterlere birer
mektup göndererek, Öcalan’a destek vermelerini istemiştir.

Mitterrand bir diğer mektubunu da İtalya Başbakanı Massimo D'Alema'ya göndermiştir. Mektupta İtalya
Başbakanı Massimo D'Alema'ya övgüler yağdıran ve Öcalan'ın Kürt halkının sözcüsü olarak muhatap alınmasını
isteyen Bayan Mitterrand, D'Alema'ya ‘‘Bravo. Tüm yardımıma ve hayranlığıma sahipsiniz’’ ifadelerini kullandıktan
sonra; ‘‘Öcalan iade edilemez, edilmemeli. Çünkü Türkiye, bağımsız adalete sahip olan, bir hukuk devleti değildir. Öcalan'ı
hiçbir zaman görmedim. Ancak Öcalan barış açıklamaları yaptığında, Nobel ödülü alan birçok kişiyle beraber benim vakfımın
da Kürtlerle müzakerelere başlaması ve savaşa siyasi bir çözüm bulması için Türk Hükümeti'ne baskı kampanyasını başlattığı

189
Kani Yılmaz, İnterpol tarafından 7023/94 dosya sayısı A.-158/4- 1998 sabıka numarasıyla aranmakta
190 Milliyet, “Apo İtalya'dan iltica istedi”, 14 Kasım 1998.

426
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

zaman, birçok kez birbirimize mektup yazdık191’’ şeklinde beyanlarda bulunarak İtalyan Hükümetini Öcalan lehine
karar almaya zorlamıştır.

Örgüt tarafından PKK liderlerinin Roma'ya İtalyan hükümetinin ''bilgisi dahilinde'' geldiğini öne
sürerken, İtalya Başbakanlığı bu iddiayı kesin bir dille yalanlamıştır. Başbakanlıktan yapılan resmi açıklamada,
''İtalyan hükümetinin Abdullah Öcalan'ın gelişiyle ilgili kesinlikle bilgisi yoktur'' denilmiştir.

Bu arada, hükümetin açıklamasıyla hayal kırıklığına uğrayan PKK yönetimi, konunun yanlış
anlaşılmadan kaynaklandığını öne sürerek, krizi örtbas etmek istemiştir. PKK açıklamasında basın toplantısında
bazı sözlerin ''yanlış anlaşıldığı'' vurgulanarak, İtalyan hükümetinin değil bazı dost partilerin ve parlamenterlerin
Öcalan'ın gelişinden bilgisi olduğu ifade edilmiştir.

Kani Yılmaz’ın İnterpol tarafından 7023/94 dosya sayısı A.-158/4- 1998 sabıka numarasıyla aranmasına
rağmen, özgürce dolaşıp açıklamalar yapması, Türk Büyükelçiliğini harekete geçirmiş ve İtalyan İçişleri Bakanlığı
ve İnterpol'e resmen başvuran Türkiye Büyükelçiliği, Kani Yılmaz'ın Kırmızı Bülten gereğince tutuklanmasını
talep etmiştir. Türkiye aynı şekilde İtalyan İnterpol’ünün Türkiye Masasını da bu konuda uyarsa da İtalyan
Polisince her hangi bir yakalama yapılmamıştır 192. Daha sonrada örgüt tarafından, Ali Haydar Kaytan ve Kani
Yılmaz alel acele Kuzey Irak’a gönderilmiştir.

Öcalan’ın Roma’ya geldiği haberinin duyulması üzerine örgüt tarafından yüzlerce militan ve sempatizan
Avrupa’nın çeşitli ülkelerinden Roma’ya gönderilerek, İtalya’nın Öcalan’ın siyasi sığınma vermesi için baskı
yapmaya çalışmışlardır.

Avrupa'nın çeşitli ülkelerinden gelen PKK'lılar buralarda oluşturan korsan PKK bürolarınca
karşılanarak, Roma İstasyonunda toplanmışlardır. Buradan da özel görevliler tarafından gruplar halinde Celio
Hastanesi önüne nakledilmişlerdir.

Roma'nın simgesi olan Collesium'un yakınındaki Celio Askeri Hastanesi önündeki alanda toplanan
PKK'lı grup ellerindeki bayrak ve Apo posterleriyle hastanede bulunan Öcalan’a destek vermişlerdir. Alana giriş
ve çıkışları kontrol altında tutan PKK'lılar Türk gazetecilerin bölgeye girişine ise izin vermemişlerdir.

191
Hürriyet, “Abdullah'ın kalbimde çok özel bir yeri var”, 29 Kasım 1998.
192
Milliyet, “İtalya'nın iki yüzü” adlı haber.

427
FARUK ARSLAN

Öcalan İtalya’ya geldikten hemen sonra avukatları aracılığıyla sığınma talebinde bulunmuştur. Fakat
İtalyanlar da Öcalan’ın bu ülkede bulunduğu süre içerisinde tıpkı Ruslar gibi sığınma talebine olumlu bir yanıt
vermeyerek meseleyi sürüncemede bırakmışlardır.

Öcalan’ın yakalanmasından sonra Türkiye'nin Roma Büyükelçisi İnal Batu ve Dışişleri Bakanı İsmail
Cem, Batı Avrupa Birliği (BAB) Dışişleri ve Savunma Bakanları toplantısı için, beraberinde Milli Savunma Bakanı
İsmet Sezgin ile geldiği Roma'da, Öcalan'ın iadesi konusunda hem tüm katılımcı bakanlarla hem de İtalyan
muhataplarıyla ikili temaslarda da bulunmuşlardır. Cem, iade talebiyle ilgili dosyanın ne aşamada olduğu
konusundaki bir soruyu, ''Adalet Bakanlığımız, bu konudaki çalışmayı en iyi şekilde yapıyor. Biz de Dışişleri olarak kendi
bilgilerimizi aktaracağız,'' şeklinde açıklamada bulunmuştur.

Türkiye’nin iade talebine karşın İtalyan Yeniden Kuruluş Komünist Partisi (PRC) milletvekili Ramon
Mantovani tarafından 25 Kasım1998 tarihinde İtalyan Meclisinde konuya ilişkin bir basın açıklaması
düzenlenmiş, söz konusu açıklamada; "kendisinin 11 Kasım 1998 tarihinde Rusya'da faaliyet gösteren örgüt mensupları
ile telefon görüşmesi yaptığını, Abdullah Öcalan'ın Rusya'da kalamayacağını öğrenmesinin akabinde 12 Kasım 1998
tarihinde İtalyan Havayolları Alitalia'ya ait bir uçakla Rusya'ya gittiğini, Moskova'da Rus yetkililerince Abdullah Öcalan
ile buluşturulduğunu, 12 Kasım 1998 tarihinde beraberinde Abdullah Öcalan ve üç örgüt mensubu olduğu halde Roma'ya
geldiklerini” belirtmiştir. Öcalan’ın Roma’ya getirilmesinde ki tüm gelişmelerin PRC lideri Fausto Bertınottı'nin
bilgisi dahilinde olduğu da aslında bilinen bir gerçektir.

Nitekim Öcalan Roma'ya gelişiyle ilgili olarak; "Roma'ya 12 Kasım 1998'de yöneliş, Avrupa içinde gidilebilecek
tek ülkenin başkenti konumunda olmasındandı. Komünist Partinin 'Yeniden yapılanma' adlı grubundan Milletvekili Ramon
Montaviahi'nin desteğiyle ulaşıldı. Massimo D'Alema hükümetinin birkaç aylık dönemine denk gelmişti. Yaklaşımları
zikzaklı oldu. Ne siyasi, ne hukuki net bir yaklaşım sergileyemedi. En iyi eğitilmiş polis gruplarıyla çok yoğun bir psikolojik
baskı kuruldu. Odadan ayrılmaya hiç fırsat tanınmadı. Kaçırtma veya kalmakta ısrar edilirse çok sıkı bir denetime razı olma
dayatılıyordu. Bir zorla atmadıkları kalmıştı. Birçok ülkeye para verip yer ayarlamaya çalışmaları gerçek niyetlerini
gösteriyordu193" açıklamalarına yer vermiştir.

Örgüt elebaşı Abdullah Öcalan Roma'daki ilk günlerini bir hastanede geçirmiştir. Akabinde de Roma'ya
30 km. uzaklıktaki İnfemetto semti Maile Sokağı No:90 adresindeki bir villaya nakledilmiştir.

İtalya tarafının kısmen de olsa himayesini hissetmeye başlayan örgüt lideri faaliyetlerine kaldığı yerden
devam etmiştir. Bu kapsamda Avrupa düzeyinde faaliyet sürdüren elemanlarıyla çeşitli toplantılar
gerçekleştirmiş, Kuzey Irak ve benzeri uzak bölgelerdeki elemanlarını ise telefon ile yönlendirmiştir. Yine bu
dönemde sık sık MED TV'ye canlı telefon bağlantılarıyla katılarak çeşitli yönlendirmelerde bulunmuştur.

193
Öcalan A., Sümer rahip devletinden Halk Cumhuriyetine Doğru, s.275.

428
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Örgüt elebaşının yayınladığı talimatlar neticesinde örgüt grupları yurt içinde ve dışında çeşitli eylemlere
yönelmişlerdir, özellikle Avrupa'daki örgüt grupları çeşitli eylemlerle Avrupa devletlerini baskı altına alarak
örgüt elebaşına sığınma imkânı oluşturmaya çalışmışlardır. Hatta bu dönemde yargılanmakta olduğu bir dava
dolayısıyla Almanya'nın Öcalan'ı talep edebileceği ihtimaline karşı eylemler tırmandırılmıştır. Bu aşamada basın
organlarına da yansıyan ve talep halinde Öcalan'ın İtalya tarafından Almanya'ya iadesi konusunda çıkan haberler
örgütü Almanya'ya yönelik tehditlerinde daha da hırçınlaştırmıştır.

Örgüt, Almanya ve İtalya arasında mevcut bulunan Shengen Antlaşması'na dayanılarak yukarıdaki
ihtimalin gerçekleşebilecek olmasını bir handikap olarak değerlendirmiştir. Daha sonra, Almanya Dışişleri
Bakanı tarafından kamuoyuna defalarca deklare edilen, Abdullah Öcalan'ın kendileri tarafından istenmeyeceği,
meseleye İtalya ve Türkiye arasında çözüm bulunması yolundaki açıklamalar, örgütün bu yönlü endişelerini terk
etmesine sebep olmuştur.

Bu gelişmelerin yaşandığı sırada Alman yetkililerden bazıları örgütün Avrupa çalışanlarından Mahmut
Baksi ile görüşmüştür. Daha sonra Rusya sorumlusu Mahir Velat kod adlı Numan Uçar ve Ermenistan vatandaşı
Mecit Memoyan’da Roma’ya gelerek Öcalan’la görüşmüş akabinde de Mecit Memoyan Viyana’da, Mahir Velat
Roma’da Alman yetkililerle irtibata geçerek görüşmeler yapmışlardır.

Almanlar Öcalan’ın Almanya’ya iadesinin olmayacağını ama Öcalan’ın biraz daha sabretmesi halinde
Kürt sorunun çözümü konusunda önemli açıklamalar yapacaklarını ifade etmişlerdir. Bu sözlere rağmen
Almanların sadece örgütü oyaladıkları, Almanya’daki sempatizanların eylemlerini sınırlamak için bu yönlü
görüşmeler yaptıkları ortaya çıkmıştır.

Almanya’nın kırmızı bültenle aradığı Öcalan’ın iadesini istememesi hukuk çevrelerinde skandal olarak
yorumlanmıştır. Daha önceki yıllarda Türkiye başta olmak üzere birçok ülkeye hukuk dersi veren Almanların,
siyasal kaygılar gerekçesiyle Avrupa kanunlarını hiçe sayması yadırganmıştır. Bu durum diğer ülkelerce de
yeterince sorgulanmadığından, Öcalan serüvenine kaldığı yerden devam etmiştir.

Ancak, ilerleyen günlerde hiçbir ülkenin Öcalan’ı kabul etmeyerek yalnızlığa terk edilmesi ve
Almanya'nın bu davadan vazgeçtiğini açıklaması teröristbaşı Abdullah Öcalan’ı, Almanya’ya beni alın yargılayın
diye yalvarmak zorunda bırakmıştır.

Öcalan’ın Almanya’ya iadesi konusunda bir açıklama yapan Kani Yılmaz, "Almanya istiyorsa liderimiz
derhal bugün Almanya'ya gidebilir" ifadelerini kullanmıştır. Yunanistan ve Rusya'nın tutumunu ağır bir dille
eleştiren Kani Yılmaz, Yunanlı Parlamenterlerin ve siyasi partilerin Kürt halkına destek olduğunu ve Öcalan'ı

429
FARUK ARSLAN

Yunanistan'a resmen davet ettiklerini ancak Başbakan Simitis'in, "tanrıların kendilerine bıraktığı mirasa kesinlikle
yakışmayan bir tavır sergilediğini ve Öcalan'ı ülkeye kabul etmediğini194” söylemiştir.

Örgüt elebaşının İtalya'da bulunduğu süre içinde, örgüt yöneticileri bütün propagandalarını, Abdullah
Öcalan'ın İtalya tarafından tutuklanmadığı, aksine İtalya'nın bilgisi dahilinde ülkeye giriş yaptığı ve siyasi
sığınma hakkı talep ettiği söylemi üzerine bina etmişlerdir. Örgütün bu yönlü bir söylemle kendileri açısından
merak edilecek bir şeyin bulunmadığı, her şeyin önceden Örgüt iradesiyle planlandığı mesajını verilmeye
çalışılmıştır. Bu beyanlarla endişeler kısmen atlatılmış ve MED TV aracılığıyla hedef kitleyi ajite eden siyasi
mesajlar verilmeye başlamıştır.

Bu yayınlara rağmen Türkiye’nin iade talebi ve Öcalan’ın geleceği hakkındaki belirsizlik, örgütte genel
bir fiziki ve moral zayıflığın baş göstermesine neden olmuştur. PKK örgütünün elebaşları ise bu demoralize
durumu gidermek amacıyla yurt içindeki kırsal kadroları, cezaevleri ve legal alanda faaliyet gösteren unsurlarını
yoğun eylemliliğe yönlendirmek istemiştir.

Bu çerçevede; Herhangi bir kanuni engel tanımadan, protesto gösterileri düzenlenmesi, bu esnada Güvenlik
Güçlerine ve çevreye taşlı, sopalı, molotoflu vb. saldırılması, bu eylemlerin ABD, Almanya ve İtalya temsilcilikleri
önünde yapılması, yurtdışında her ülkede toplu gösteriler yapılması, Türk temsilciliklerine saldırılması,

Yine ülke içinde intihar eylemleri, Mısır Çarşısı patlaması (09 Temmuz 1998 tarihinde İstanbul'da gerçekleştirilen
patlama) benzeri, halkın kalabalık olduğu alış-veriş merkezleri, spor tesisleri, gar, otogar, havalimanı gibi
mahallerde saldırılar düzenlenmesi,

Cezaevlerinde bireysel kendini yakma eylemleri yerine, işgaller, toplu açlık grevlerinin
gerçekleştirilmesi, açlık grevlerine örgüte müzahir tüm kesimlerinin iştirakinin sağlanması, eyleme katılmakta
çekingen davrananların şiddetle cezalandırılması,

Yurtdışında, ülkemizin iade talebini geri çevirmesi konusunda, İtalya'ya baskı uygulatabilmek için çeşitli
ülkeler, hükümet dışı kuruluşlar ve uluslararası örgütler nezdinde girişimlerde bulunulması,

Cezaevlerinde devam eden açlık grevlerinin yoğunlaştırılması ve infaz koruma memurlarının rehin
alınması, açlık grevlerinin başlamasıyla birlikte, tutuklulara destek vermek için il ve ilçe cezaevlerinin önünde
toplanılması,

İtalya hükümetinin Abdullah Öcalan'ı Türkiye'ye iade etmesi halinde Ankara, İstanbul, izmir, Adana,
Diyarbakır, Bursa, İçel ve Ordu gibi illerde intihar timleri tarafından eylemler gerçekleştirilmesi ve başta TBMM

194
Milliyet, “Apo İtalya'dan iltica istedi”, 14 Kasım 1998.

430
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

olmak üzere İzmir Menderes Hava Limanı, Kırıkkale MKE Silah Fabrikaları, İstanbul Adliyesi ve DGM binaları
gibi yerlere intihar türü eylemler düzenlenmesi, ülke genelindeki siyasi parti binalarının işgal edilmesi,

Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerimizdeki okullara yönelik olarak saldırı yapılması, çocukların
okullara gönderilmemesi için velilere baskı yapılması ve öğretmenlerin rehin alınması,

Türkiye'deki İtalyan turistlere yönelik suikast ve rehin alma eylemlerinin gerçekleştirilmesi, Almanya,
Fransa ve Belçika gibi örgüte tavır alan ülke turistlerine karşı saldırı, suikast ve rehin alma eylemlerinin yapılması,
bu ülkelere ait elçiliklere bombalı saldırılar düzenlenmesi, İtalya'nın Türk Hava Alanlarına inen uçaklarına
intihar türü eylemler gerçekleştirilmesi,

İtalya'da mahkemeye çıkarılması beklenen Abdullah Öcalan’ın serbest bırakılması için gerekli para
miktarının örgüt mensupları ve Kürt orijinli şahıslar ile işadamlarından temin edilip kırsal alanda faaliyet
gösteren terör örgütü mensupları kanalıyla İtalya'ya ulaştırılması, Kırsal alanda faaliyet gösteren üst düzey
sorumluların talimatıyla şehir merkezlerinde sansasyonel saldırıların düzenlenmesi eylemleri gerçekleştirmesi
kararları alınmıştır.

Bu gelişmelerden sonra örgütün yönetici kadroları ve elebaşı tarafından verilen direktifler ve alınan
kararlar çerçevesinde, Abdullah Öcalan’ın siyasi sığınma hakkının verilmesi amacıyla faaliyetlerini
tırmandırmışlardır.

Bu gelişmeler yaşanırken, İtalyan Başbakanı Massimo D'Alema bir yandan Abdullah Öcalan’ın terörist
olduğu yönünde açıklama yapmış, diğer yandan da Türkiye'nin doğusunda Kürt halkına yönelik sözde
baskıların devam ettiği ve bunun Avrupa'nın genel bir müdahalesi ile çözüm yoluna gidilmesi gerektiği şeklinde
çelişkili açıklamalarda bulunmuştur. Böylece bu tür zik zaklı açıklamalarla örgütün tepkilerini de yumuşatmayı
hedeflemiştir.

İtalyan hükümeti adına Roberto Kulo adında görevli Öcalan ile ilişkilere tayin edilmiştir. İtalyanlar, örgüt
yönetimine Öcalan’ın bir süre daha İtalya’da kalabileceğini, fakat nihai olarak kendisine yeni bir ülke bulması
gerektiğini söylemişlerdir.

Öcalan’ın İtalya’da bulunduğu dönemde Türkiye’nin İtalya’ya yönelik ekonomik ambargosu ve


uluslararası diplomatik girişimleri etkili olmuş, İtalyanlar Öcalan’a yeni bir sığınak aramaya başlamışlardır.
İtalyan İçişleri yetkilileri Öcalan’ı Hırvatistan, Moldova, Libya, Tunus ve Gine’ye gitmesi konusunda ikna etmeye
çalışmışlardır. Hatta Hırvat bir generalle irtibata geçilmiş, bu konuda destek sözleri dahi alınmıştır.

431
FARUK ARSLAN

Öcalan’ın Roma da bulunulduğu sırada bir diğer ziyaretçisi ise Filistin Kurtuluş Örgütü’nün İtalya
temsilcisidir. Bu kişi Öcalan’a kendisine uygun bir ülke bulma konusunda söz vermiş olup, aynı zamanda
Hırvatistan seçeneğini de gündeme getirmiştir.

Öcalan’ın İtalya’da iken İngilizler ve İsviçreliler bir bildiri yayınlayarak Öcalan’ı ülkelerine kabul
etmeyeceklerini ve “Persona non grata” ilan ettiklerini açıklamışlardır. Netice itibariyle İtalyanlar artık Türkiye’nin
baskılarına dayanamayarak Öcalan’ı ülkeden çıkarma kararı almış, Ahmet Yaman adlı örgüt militanı devreye
girerek, İtalyan Başbakanlığı tarafından tahsis edilen bir uçakla tekrar Rusya’ya götürülmesini sağlamıştır.

Öcalan İtalya’daki günleri için”…İtalyan Hükümeti’nin gizli bir adamı vardı. Sürekli yanımdaydı,
ayrılmazsanız hükümet düşer, hayatınız tehlikeye girer ve benzeri psikolojik baskı yapıyordu. İtalya’da yatak odama kadar
polis giriyordu. Belirttiğim kişi bilmem kaç kez ‘ne zaman gideceksiniz? Ne kadar kalmayı düşünüyorsunuz? Bugün mü
yarın mı gideceksiniz böyle psikolojik baskılar yapıyorlardı. Somut tehlike dayatılıyordu. Gitmesen tutuklama da dahil bir
çok şey dayatılıyordu. İtalya’ da kaldığım 66 gün boyunca korkunç bir psikolojik baskı uygulandı. İtalyan başbakanı benden
ısrarla mektup istedi. Gönül rızası ile özgür irademle gidiyorum diye. Müthiş psikolojik baskı ile İtalya’dan kaçırtıldım.
Başbakan yapılanları biliyordu. O yüzden töhmet altında kalmamak için ısrarla benden mektup istiyordu… 195” ifadelerini
kullanmıştır.

Bu gelişmeler yaşanırken, Abdullah Öcalan bir yandan sözde barış mesajlarıyla uluslararası çevreleri
yanıltmaya çalışmış, diğer yandan da Avrupa Cephe Merkezi ve SKP yöneticileri Avrupa ülkelerinin birinde
siyasi sığınma sağlamak için yoğun çabalar sürdürmüşlerdir.

Terör örgütü PKK açısından Ocak 1999 ayı, daha çok Abdullah Öcalan’ın İtalya'dan ayrılması ve
akabinde barınabileceği bir ülke ayarlanması faaliyetlerinin yoğunlaştırıldığı bir dönem olmuştur. Bununla
birlikte, örgütün merkez ve kırsal sorumlu kadrolarının katılımı ile yapılması planlanan VI. Kongre faaliyetleri
üzerindeki yoğunluk dikkat çekmiştir.

PKK'nın sözde siyasallaşma-legalleşmeye yönelik faaliyetlerini devam ettirilse de, örgüt kadro ve
sempatizanları tamamen Abdullah Öcalan'ın barınabileceği bir ülke bulma sürecine kilitlenmişlerdir. Bu
durumda doğal olarak hiçbir açılım sağlanamamış, politika geliştirilmemiştir.

Başbakan Massimo D'Alema'nın bir röportajda Öcalan'ın İtalya Hükümeti için bir sorun teşkil etmeye
başladığını söylemesi, Öcalan'ı daha da zor durumda bırakmış, neticesinde örgüt elebaşı 16 Ocak 1999 tarihinde
Roma'dan ayrılmıştır. Öcalan’ın Roma’da bulunduğu zamanda Türk tarafı İtalyanlara, Öcalan’ı Pakistan’a
göndermelerini istemişse de D’alema bunu kabul etmemiştir.

195
http://www.pkkonline.net/tr/index.php?sys=article&artID=700

432
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Abdullah Öcalan’ın ve örgütün Avrupa sorumluları her ülke ile bu dönemde temasa geçerek bir
yerlerden garanti almaya çalışmışlardır. Avrupa’da ortaya çıkan Öcalan’ın sahiplenemeyeceği havası yönün
ABD’ye çevrilmesine neden olmuştur. Mehdi Zana, BM gıda fonunda çalışan Zeki adlı bir sempatizan ve ABD
de ki bir iş adamının gayretleri ile ABD’li istihbarat yetkilileri ile randevu ayarlamıştır.

Mahir Velat Randevunun gerçekleşeceği gün Öcalan’ı apar topar Rusya’ya götürünce, bu buluşma da
gerçekleşememiştir. Doğal olarak içerisinde ABD’nin eski Ortadoğu Uzmanı ve CIA Milli Haberalma Konseyi
eski Başkan Yardımcısı Graham Fuller’in olduğu ABD’liler Roma’ya geldiklerinde Öcalan ile görüşememişlerdir.

Örgüt mensuplarının Rusya'da genellikle DUMA üyeleriyle temasları olmuştur. Bu ilişkilerden merkezi
hükümetin haberinin olmadığı düşünülemez. Ancak hükümet taktik olarak bu ilişkilerden habersiz olduğu
görünümünü vermiştir. Fakat Başkan Yeltsin’in Öcalan’ın ülkesine girmesine olumlu baktığı bilinmektedir.
Öcalan’ın Rusya’ya getirilmesinde Rusya sorumlusu Mahir Velat Kod’un önemli bir etkisi olmuştur. Bu kişi,
ayrıca o dönem Rusya’yı ziyaret eden Beyaz Rusya Cumhurbaşkanıyla da görüşerek, Öcalan’ın Beyaz Rusya’ya
(Belarus) getirilmesi konusunda izin almıştır.

Rus Hükümeti Öcalan'ın İtalya'dan ayrılarak Moskova'ya gittiği şeklinde yerli ve yabancı basında yer
alan haberlerden rahatsızlık duymuş ve PKK/ERNK Doğu Avrupa temsilcisi Mahir Velat (K) Numan Uçar'a 25
Ocak 1999 tarihinde MED TV ve 26 Ocak 1999 tarihli Özgür Politika gazetesinde bir açıklama yayınlattırmıştır.
Yapılan açıklamada; "A. Öcalan’a yönelik Ekim ayında Suriye'de başlatıldığı iddia edilen komploların halen devam ettiği
ve bu çerçevede hiçbir ülkede sığınma verilmemesinin sağlandığı, Abdullah Öcalan'ın Roma'dan ayrılması ile birlikte
Moskova'yı transit olarak kullandığı, ancak halen Moskova'da bulunmadığı" belirtilmiştir. Fakat bu açıklama inandırıcı
olmamış konuyla alakalı her kesim gerçeklerden haberdar olmuştur.

Ruslar ilk zamanlar Öcalan’ın Moskova’da kalmasına izin verseler de, akabinde Tacikistan’ın bir
köyündeki çiftliğe götürerek burada saklamışlardır. Öcalan’ın Tacikistan’daki günlerinde Rus gizli sevisinin
ikinci adamı ile görüştüğü bilinmektedir. Öcalan, Ruslarla pazarlığa girişerek Ermenistan üzerinden tekrar İran
ve Irak’taki örgütün kamplarına geçmeyi istemişse de, Ruslar söz vermelerine karşın Öcalan’ın isteklerini yerini
getirmemişlerdir. Öcalan bu sırada Ermenilerle ilgili olarak; ”… Ermenistan bile Moskova’dayken Ermenistan’a
geçmeme izin vermedi, bu yüzden taviz istiyorlardı…” şeklinde değerlendirmede bulunarak yaşadığı hayal kırıklığını
ortaya koymuştur. Bu beyanlar yıllarca Ermenilere yaranmak için çabalayan bir terör örgütü liderinin hayal
kırıklığını göstermesi açısından ibret verici olmuştur.

Netice olarak Ruslar Öcalan’ı Tacikistan’da da barındıramayarak gönderme kararı almışlardır. Öcalan’a
göre ise kendisinin Rusya’da kalmasını engelleyen kişi, Rusya eski Başbakanı Pirimakov dur. Öcalan’a göre,
Ruslar Mavi akım projesi karşılığında kendisini Türkiye’ye peşkeş çekmiş, bunun yanında ABD’nin Rusya’ya
IMF kredilerini kullanarak baskı yaptığını ifade etmiştir.

433
FARUK ARSLAN

Bu ihtimallerde gerçekleşmeyince Öcalan Tacikistan’dan da çıkartılarak Petersburg üzerinden tekrar


Atina’ya götürülmüştür. Yunanlı Genaral Nagzakis, Öcalan’ın Romanya'ya indirilmesini ve bir süre bu ülkede
kalması gerektiğini belirtmişse de, Öcalan buna karşı çıkmıştır. Bunun üzerine mecburen tekrar Atina’ya gitmek
zorunda kalınmıştır.

Yunanlı Stavrakis ve Kalenderis Öcalan’ı karşılayarak belirli sözler vermiş olsalar da, Öcalan
Yunanistan'da ancak iki gece barınabilmiş ve Beyaz Rusya'ya gönderilmiştir. Öcalan buradan da tekrar
Yunanlıların eşliğinde bir uçakla yola çıkarılmış, kendisine Estonya veya Letonya’dan bir uçak geleceği ve
Hollanda’nın Minsk kentine ineceklerini belirtmişlerdir. Buna göre Hollanda hükümeti Öcalan’a siyasi sığınma
verecektir. Fakat bu ihtimalinde gerçekleşmemiş olduğunu görüyoruz.

Hollanda ihtimalinin de gerçekleşmemesi sebebiyle rota buradan Beyaz Rusya’ya çevrilmiş, Öcalan
Beyaz Rusya’dan tekrar üçüncü kez Yunanistan’ın Korfu adasına getirilmiştir. Bu defa belki burada kalabilirim
ümidini taşısa da kısa bir süre sonra Yunanistan’da kalamayacağını kesin olarak anlamıştır. Yunanlılar, Öcalan’ı
Yunan istihbaratından bazı kişilerle birlikte bir İsviçre uçağına bindirerek Kenya’ya götürmüşlerdir. Bu sırada
Yunan Dışişleri Bakanı Pangalos’un bir adamı gelerek, Öcalan’ın, Kenya’da kendisine sonuna kadar yardım
edileceği garantisini vermiştir.

Örgütün sözde üst düzey mensupları tarafından yapılan değerlendirmelerde Abdullah Öcalan'ın
kesinlikle Avrupa'dan çıkma niyetinde olmadığı belirtilmiştir. Örgüte göre Öcalan şartlı anlaşmalarla, politik
çıkar ve bazı siyasi kazanımlar elde etmek amacıyla, geri dönüş yapmak üzere Avrupa'dan ayrılmak durumunda
kalmıştır. İtalya'da kalındığı dönemde İtalyan hükümetinden üst düzey kişilerle sık sık bir araya gelindiği, ancak
Öcalan’ın uluslararası baskılar sonucu gönderildiği propagandası işlenmiştir. Buna göre teröristbaşına bir yer
bulunma sözü verilmiş ama bunun için belirli sürecin işlemesi gerektiği belirtilmiştir.

Üst düzey örgüt mensupları tarafından yapılan değerlendirmelerde; Abdullah Öcalan ile ilgili beklenen
gelişmelerin sağlanamaması ve verilen vaatlerin yerine getirilmemesi durumunda; özellikle Almanya'nın
Ortadoğu ülkelerinde bulunan ekonomik öneme haiz kuruluşlarına, Türkiye metropollerindeki hedeflere yönelik
olarak etkili eylemler yapılacağı tehdidinde bulunulmuştur.

Yunan eski Deniz Subaylarından ve Öcalan’ın yakın dostu Andonis Naksakis, Öcalan’ın Korfu adasından
çıkarıldıktan sonra Kenya yerine Romanya’ya götürülerek Türkiye’ye tesliminin düşünüldüğünü, dönemin
Yunan Başbakanı Simitis’in bu sırada Romanya’da olduğunu, anlaşmanın bu şekilde planlanmasına rağmen
sonradan değişikliğin yapıldığını ve yönün Kenya’ya çevrildiğini ifade etmiştir.

Öcalan konu ile ilgili olarak 11 Temmuz 2001 tarihli avukat görüşmelerinde ;”… Bu komplonun kökü 1996’ya kadar
gidiyor. Birisi bana söylemişti; Clinton ve Simitis 96’da Apo’nun tasfiyesi konusunda anlaşmışlardı diyordu. PKK’yi değil
özellikle beni tasfiye etmek istiyorlardı. Kenya büyükelçisi ile tartıştım, onu biraz çözdüm… ABD ve Yunanistan sanki beni
hediye ediyorlar, bir karşılık olarak anlaşma temelinde değil de bir jest gibi siz de Kıbrıs ve Ege sorunun çözün. Bir anlaşma,

434
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

pazarlık bile değil, hediyelik paket gibi. Bu çok aşağılık bir şey, hediyelik paket teorisi bana doğru geliyor…” diyerek
olayların farkında olduğunu göstermiştir.

Gerçekte de Öcalan’ı Suriye’den çıkaran güçlerin verdiği mesaj, “Öcalan’a hayır PKK ile devam edilecek” şeklindedir.
Bu küresel güç Öcalan’ı etkisizleştirip, O’nu ayrı bir sorun olarak Türkiye’de yaşamasına göz yumarken, PKK’yı
yeniden formatlamayı planlamıştır. Neticesinde bu plan başarı ile sonuçlandırılmış ve PKK verilecek yeni
görevlere hazırlatılmıştır.

Hazırlanan plan çerçevesinde Öcalan Yunanlıların eşliğinde Kenya’ya getirilmiş ve Yunanistan’ın Kenya
Büyükelçisi Kostulas bizzat havalimanına gelerek Öcalan’ı karşılayıp, pasaport işlerini takip ederek Yunan
Elçiliğine götürmüştür. Öcalan hemen Yunan Konsolosluğunda iltica başvurusunda bulunmuştur. Yunan Elçisi
Öcalan’ı bizzat elçilikte misafir etmiş ve yeniden Hollanda ya da Şeysel Adaları’na gönderme konusunda çaba
sarf edeceğini belirtmiştir.

Öcalan bir süre Yunanistan Elçiliğinde kaldıktan sonra tekrar Hollanda’ya götürülmek amacıyla yola
çıkarılmıştır. Kenyalı ve Yunanlıların eşliğinde yola çıkarıldıktan sonra hava alanında ABD’liler Öcalan’ı alarak
15 Şubat 1999 günü Türk yetkililere teslim edilmiştir.

Kenya’da ele geçirilen teröristbaşının üzerinde, GKRK’nde yayınlanan Fileleftheros Gazetesi’nde çalışan Lazaros
Mavros isimli bir gazeteciye ait olan, CO15918 seri numaralı ve 2005 yılına kadar geçerli diplomatik bir pasaport
bulunmuştur. Bu pasaport üzerinde, teröristbaşının siyah beyaz bir fotoğrafı ile imzası yer almaktadır. GKRK’ne
ait bu diplomatik pasaportun asıl sahibi olan Mavros, aynı zamanda GKRK’nde terör örgütü çizgisinde faaliyet
gösteren, “Kürdistan Dayanışma Komitesi” adındaki kuruluşun başkanlığını da yürütmektedir. Merkezi
Lefkoşe’de bulunan bu kuruluş, sözde Kürdistan Halk Kurtuluş Cephesi “ERNK” Atina Bürosu’na bağlı olarak,
terör örgütü militanlarına eğitim verilmesinden, barınmalarından vb. terörist faaliyetlerden sorumludur. Ayrıca,
bu kuruluşun terör örgütüne kaynak sağlamak amacıyla kara para aklama, uyuşturucu ticareti, silah kaçakçılığı
vb. hukuk dışı eylemler yürüttüğü Güney Kıbrıs’ta yaşayan herkes tarafından bilinmektedir.

Nitekim bu olayın duyulması üzerine 20 Şubat 1999 tarihinde bir açıklama yapan Rum Demokratik
Partisi ve Rum Temsilciler Meclisi Başkanı Kiprianu, “Lazaros Mavros pasaportunu verdiyse doğru hareket etti.
(Kıbrıs’ta) Birileri, Öcalan’a şu ya da bu yolla yardım ettiyse iyi etti” diyerek teröristbaşına yönelik GKRK görüşünü
yansıtmıştır.

Diğer yandan, Rum Komünist AKEL Partisi Genel Sekreteri D.Hristofyas da, Rum televizyonu RIK’de
düzenlenen bir tartışma programında yaptığı konuşmada, “altı pasaportum olsa, altısını da Öcalan’a verirdim”
diyebilmiştir. Hristofyas, Mavros’un, teröristbaşına kendi pasaportunu vermesi konusunda, “Mavros’un,
Kürdistan’la Dayanışma Komitesi başkanı olarak, pasaportunu vermesinin doğal olduğunu” savunmuştur. Aynı
programda konuşan Sosyalist EDEK Partisi lideri Vlissarides de, parti olarak teröristbaşını desteklediklerini

435
FARUK ARSLAN

açıklamıştır. Fakat bu yetkililer Öcalan’ı neden ülkelerine kabul etmediklerini ve yakalanmasına göz yumdukları
sorularına ise cevap verememişlerdir.

Öcalan kendisini getiren uçağın Kenya’dan hareket ettikten sonra Mısır’a indiğini, daha sonra Kıbrıs veya
İsrail’de yakıt almak için mola verdiklerini beyan etmiştir. Öcalan Kenya Dışişleri Bakanlığı görevlisinin
kendisinin kaçırılmasına yardım ettiğinden dolayı 5 milyon dolar rüşvet aldığını, ayrıca Yunanlı bir tüccarın
Güney Afrika’da sığınma almak için kendilerinden 1 milyon dolar aldığını, fakat bunu halletmeyerek
dolandırıldığını itiraf etmiştir.

Öcalan bu kaçış hadiselerinde Yunanlıların durumuyla ilgili; “…Atina’dan beş kişiyi sorumlu görüyorum.
Simitis Pangalos, Babby adlı istihbarat başkanı, Kostulas ve Kalanderis. Yunan devletinin sözü sözdür diyen Kalenderis.
Asıl ihanet onun şeyi. Çünkü diğerlerine inanmaya bilirdim ama Kalanderis farklı. O yüzden onu İsa’yı şey yapan Yahuda
İskavriyot’a benzettim…” ifadesiyle hayal kırıklığını göstermiştir.

Yine, “…Yunan devletinin basit bir eliti var. Ege’de küçük bir çıkar, basit bir jest olsun diye halkın değerlerini satabildiler.
Bu aşağılık bir tavırdır. Komplo derinliğine işlensin görülecektir. Böyle gelişseydi Türk halkı kazanacak mı? Yunanistan'a
Kıbrıs’la ilgili bir şeyler verecekler…” ve “…İngiltere ve ABD Yunanistan'ı taşeron olarak kulandılar. Tam kestiremediğim
nokta Türkiye’de kiminle anlaştılar? Komisyonda da söyledim. Benim kadar Türkiye’ye de yapılmış dedim. Karanlık kalan
noktalar var. Geçmişte Çiller-Thatcher tam birlikte savaşı yürüttüler. İngiltere, Kürdistan'ı kasıp kavurdu. Bu Kürt
şeylerinde İngiltere’nin rolü büyüktür…”demiştir.

Öcalan yakalandıktan sonraki savunmalarında gelen olarak, Yunanlıların yıllarca süren Türkiye-PKK savaşından
bir netice alınmayınca kendisinin ölmesini istediğini ve bu sayede, Türkiye’de bir iç savaşı meydana getirmeyi
planlandığını ifade etmiştir.

Öcalan, Yunanlılar tarafından hayal kırıklığına uğratılışını hiçbir zaman hazmedememiştir. Bu nedenle başta
Simitis hükümeti olmak üzere tüm Yunanlılara kin duymaya devam etmiştir. Hatta avukatları aracılığı ile
Yunanistan’da Simitis Hükümeti aleyhine bir dava açtırmış, kaçırılmasında Yunan Hükümetinin rolünün
açıklığa kavuşturulması ve sorumluların cezalandırılmasını istemiştir. Hatta Karamanlis Hükümetinin bu açıdan
kendisine yardım edebileceğini birkaç defa avukatlarına iletmiştir.

Öcalan yaşadığı hadiselerden dolayı İtalya’yı da sorumlu tutarak burada da bir yargılamanın yapılması
gerektiğini, bu kapsamda yeni hükümetten yardım alınabileceğini belirtmiştir. 11 Temmuz 2001’deki avukat
görüşmesinde Bakanlar Komitesi sürecinin de önemli olduğuna işaret etmiş ve Prodi Hükümetinin yönetimde
olduğunu hatırlatarak, "D'Alema da var, Meclis Başkanı da dostumuz. Onlar Bakanlar Komitesi nezdinde girişimlerde
bulunabilir…” şeklide beyanlarda bulunarak İtalya’da girişimlerin hızlandırılmasını istemiştir.

436
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Öcalan’ın listesindeki diğer bir ülkede İngiltere’dir. 20 Haziran 2001 tarihinde İngiliz avukatlarıyla
yaptığı görüşmede, “…İngiliz hükümeti için bir mesaj geliştirmek istiyorum. Kürtler; İngiltere’nin beni teslim etmedeki
rolünü biliyorlar. Biliyorum Kürtler bunu unutmaz. Bunu düzeltmek için bazı şeyler yapmak gerekir… Kürtler İngiltere’nin
rolünü iyi biliyorlar. Bu tartışmalar sürecektir. Kürtler artık aptal değil. Her şeye rağmen barış elini uzatıyoruz. Bunu sadece
Türkiye’ye değil İngiltere’ye de yapıyoruz. Kabak İngiltere’nin başına patlayabilir. İki yıldır ben burada hiç İngiltere‘yi hedef
alan bir şey söylemedim. Neden çünkü duygusal sonuçlara yol açabilir. İngiliz hükümeti hassas davranmalıdır. Benim
yakalanmam, benim tasfiyeme yol açmaya çalıştıkları açık. Şimdi biraz engellemeye çalıştık. Bu duruma getirdik. Tasfiyemi
sadece Türkiye’ deki bazı çevreler değil; İngiltere, Orta doğunun bazı güçleri ve Avrupa’da isteyenler oldu… İngiltere’nin
bu son geliştirdiği İskoç modeline açığız. Kaldı ki İngiltere’de federal değil üniter bir devlettir. İngiltere’nin demokratik
çözüme açık olduğumuzu bilmesini isterim…” diyerek el altından İngiltere’yi tehdit etmiştir.

Öcalan, Yunan-İngiliz işbirliğine farklı bir açıdan daha bakarak, Yunanistan'ın Kenya Elçisi, Kostulas’ın
Londra'da büyümüş bir insan oluşunu ve Simitis’in AB yanlısı davranışlarından hareketle bir ilişki kurmaya
çalışmıştır. Ayrıca ; “…İsviçre’den uçağı getirmediler. Türkiye istihbaratı bunları ne kadar biliyor. İngiliz istihbaratının
PKK içinde örgütlendirdiği gençler vardı. Onların bir kısmını Ortadoğu’ya ta bize kadar yollamışlardı. Bu gençlerin bir
kısmı sonradan kaçtılar. Kostulas tümüyle İngiltere ilişkilidir. Mİ–6’nın adamıdır. Yunanistan’daki beşli grubun hepsi
Türkiye göçmenidir. İzmir’den gidenlerdir. Yunanistan’da beşli grubunu içerisinde Simitis, Pangolos, Kalandiris, Kostulas
Baby vardır…” şeklindeki beyanları da Öcalan’ın İngilizlere olan kızgınlığını özetlemektedir.

Öcalan'ın Kaçış Sürecinde Örgütün Avrupa’daki Eylem ve Faaliyetleri

Abdullah Öcalan’ın Suriye’den çıkartıldığı ve Avrupa’da macerasının yaşandığı dönemde, örgüt yönetimince
yoğun eylemlilik talimatı verilmiştir. Neticesinde örgüt mensuplarınca başta ülkemiz olmak üzere, İran, Irak,
Suriye ve Avrupa’da çok sayıda eylem gerçekleştirilmiştir.

Bu eylemlik sürecinde; Romanya Bükreş'te örgüte haraç vermeyi reddeden işadamlarından Nizamettin
Başbaydar isimli vatandaşımız, 05 Ocak 1999 günü silahlı saldırıya uğramış ve kafasına isabet eden iki kurşunla
ağır yaralanmıştır. Bu arada, Avusturya’nın Worgl şehrindeki bir Türk derneğinin bürosuna, 06 Ocak 1999 gecesi
bir saldırı düzenlenerek dernek lokali tahrip edilmiş, kasalardaki paralar gasp edilerek dernek duvarlarına "PKK
X" ibareli yazılamalar yapılmıştır.

Almanya’nın Duesseldorf şehrinde, 11 Ocak 1999 günü, Yeşiller Partisi'ne ait bir bina önünde, terör örgütü PKK
sempatizanları tarafından, Ülkemizin Güneydoğusundan gelmiş sığınmacıların sınır dışı edilmelerini protesto
etmek amacıyla bir eylem gerçekleştirilmiştir.

437
FARUK ARSLAN

Örgütün eylemlerinde Yeşiller Partisinin binalarını kullanması aslında bilinçli politikanın ürünüdür. Öcalan’ın
yakalandığı dönemde Almanya’daki koalisyonun Dış İşleri Bakanı Joschka Fisher, PKK örgütünün Almanya’daki
en güçlü destekçisi Devrimci Hücreler örgütünün liderlerinden Hans Joachim Klein’ın en yakın arkadaşıdır.
Klein, PKK’yı her dönem desteklemekten uzak durmamış, Leyla Zana’yı da “kardeş çocuğu” olarak ilan etmiştir.
Dolayısı ile Yeşiller Partisi ve kurumlarına ait bölgelerde gerçekleştirilen her eylem bu partinin üyelerince
desteklenmiş ve partiye ait kurumların daima örgüt militanlarınca kullanılması sağlanmıştır.

Köln'de terör örgütü PKK'nın yan oluşumlarından olan ve bölgedeki faaliyetlerde koordinasyonu sağlayan
"Kürdistan Haus-Kürtevinde” bir toplantı yapılmış, söz konusu toplantıda para yardımı kampanyasının
başlatılmasının yanı sıra, "TC'nin Komplo Girişimini Protesto Ediyorum" başlıklı bir imza kampanyası başlatılması
kararlaştırılmış, ayrıca "20. Yılında Başkan Apo ile Devletleşiyoruz" başlıklı ve ERNK imzalı bir afiş asılmıştır. Münih
Başkonsolosluğumuz önünde Güneydoğu Anadolu’da süren çatışmaları protesto etmek amacıyla ülkemiz
aleyhine gösteri yapılmıştır.

Bu zamanda yapılan diğer eylemlerde ise;

 Hannover'de PKK paralelinde faaliyet gösteren Kürt-Alman Dostluk Derneğinde, PKK/YAJK (Kürdistan
özgür Kadınlar Birliği) organizesinde üç gün süreli açlık grevi yapılmıştır.
 PKK'nın alt kuruluşlarından KİH (Kürdistan İslami Hareketi) mensuplarınca 06 Kasım 1998 tarihinde Essen
Başkonsolosluğumuz önünde Öcalan'ın posterlerinin taşındığı bir gösteri yapılmıştır.
 09 Kasım 1998 tarihinde Örgütün desteği ile Viyana'da Wiener Appell isimli insan hakları kuruluşu tarafından
"İnsan Hakları Olmayan Bir Ülke: Türkiye" konulu bir toplantı düzenlenmiştir.
 Abdullah Öcalan’ın İtalya'da gözaltına alınmasının akabinde 13 Kasım 1998 tarihinde PKK sempatizanlarınca
Viyana'daki Alman Büyükelçiliği önünde gösteri düzenlemiş, ayrıca 15 Kasım 1998 tarihinde yine aynı kişiler
Viyana Parlamento Binası önünde gösteri yaparak ülkemiz aleyhine broşür dağıtmıştır.
 Cumhuriyetimizin 75. Kuruluş Yıldönümü münasebeti ile 02 Kasım 1998 tarihinde Atina Hilton Oteli'nde
düzenlenen resepsiyonun başlamasından hemen sonra, ellerinde ülkemiz aleyhine pankartlar bulunan iki kişi
protesto gösterisi yapmak istemiş, söz konusu şahıslar Yunan güvenlik Kuvvetlerince olay yerinden
uzaklaştırmıştır. Şahıslardan biri, PKK yanlısı faaliyetleri ile tanınan emekli Tuğamiral Naksasis’dir.

Yurt dışındaki çalışmalar sadece eylemlik tarzında olmayıp, Diplomatik Kurumlaşma Faaliyetleri de tüm hızıyla
devam etmiştir. Bu kapsamda ilişki geliştirilen yabancı parlamenterin, hukukçuların, gazeteci ve çeşitli kuruluş
temsilcilerinin Abdullah Öcalan’ın kendi ülkelerine davet etmeleri için girişimler bulunmalarını sağlamak için
çalışmalarda bulunmuşlardır.

VI. Kongre ve Alınan Kararlar

438
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Terör örgütü PKK tarafından "Yeniden Yapılanma ve Zafer Kongresi” olarak isimlendirilen sözde VI. Kongre
İran-Irak sınırında bulunan Kandil dağı bölgesinde 1998 Aralık–1999 Şubat ayları içerisinde gerçekleştirilmiştir.
Dönem itibarıyla İtalya'da bulunan örgüt elebaşının gündem ve bileşim konusunda kongreye müdahalede
bulunduğu görülmüştür.

Kongre döneminde Öcalan’ın belirsiz durumu tartışılmış, ihtimaller karşısında alınacak tedbirler gözden
geçirilmiştir. Öcalan’ın bu süreçte Avrupa’da oluşu alınan kararların önemli bir kısmının Avrupa alanına yönelik
olması sonucunu doğurmuştur.

Bu kongrede yurt dışı çalışmalarına yönelik olarak, Avrupa ve diğer yurt dışı faaliyetlerinin ACM
(Avrupa Cephe Merkezi) tarafından sürdürülmesi kararı alınmıştır. Öte yandan, örgüt elebaşının yakalanması
sonrası yaşanan süreçte, kadroların motive edilmesinde intihar eylemlerinin etkili olduğunu ifade edilmiş ve
intihar eylemlerinde yeni bir sürecin başlatılması ve başlatılacak olan yeni süreçte fedai eylemleri adıyla yeni bir
eylem taktiğinin hedeflenmesi planlanmıştır.

Fedai eylemleri ile ilgili olarak zaman içerisinde diğer Sol örgütlerle yapılacak olan görüşmeler sonrası,
bu gruplar içinden gönüllü olarak bu tür eylemlere katılmak isteyen militanların da örgüt tarafından
eğitilebileceği ifade edilmektedir.

Öcalan’ın Türkiye’ye Getirilmesinden Sonra Yurt Dışında Geliştirilen Eylem


ve Faaliyetler

Terör örgütü PKK elebaşı Abdullah Öcalan’ın, Kenya'da yakalanarak ülkemize getirilmesi akabinde,
Avrupa ülkeleri yoğunlukta olmak üzere dünyanın çeşitli ülkelerinde, örgüt mensupları ve yandaşlarınca,
protesto eylemleri gerçekleştirilmiştir. Bu protesto eylemleri, başlangıçta yakalama olayının baş aktörleri olarak
nitelenen Yunanistan ve Kenya'nın dış temsilciliklerini hedef almıştır.

Bu dönemde PKK sözde Başkanlık Konseyi Üyesi Cemal kod Murat Karayılan bir açıklama yaparak;
“binlerce fedainin beklediğini, yakında canlı bomba eylemcilerinin Türkiye içlerinde eylemlere girişeceği” tehdidinde
bulunmuştur.

439
FARUK ARSLAN

Örgüt mensupları ve yandaşları, Yunanistan'ın kendilerini aldattığını ve örgüt elebaşını ülkemize teslim
ettiği değerlendirmesinden hareketle, Yunanistan'ın Avrupa'daki temsilciliklerine yönelik işgal eylemleri
düzenlemiştir:

Almanya’nın Berlin, Bonn, Frankfurt, Duesseldorf, Leipzig, Münih, Stuttgart, Köln, Avusturya’nın
Viyana, Avusturalya’nın Sydney, Belçika’nın Brüksel, Danimarka’nın Kopenhag, Fransa’nın Paris, Strasburg,
Marsilya, Hollanda’nın Den Haag, İngiltere’nin Londra, İsveç’in Stockholm, İsviçre’nin Bern, Zürich, İtalya’nın
Milan, Kanada’nın Vancouer, Lübnan’ın Beyrut, Rusya’nın Moskova, Suriye’nin Şam, kentlerinde bulunan
Yunanistan dış temsilcilikleri Örgüt mensupları ve yandaşları tarafından 16-17 Şubat 1999 tarihleri arasında işgal
edilmiştir.

Örgüt elebaşının, Kenya'da yakalanması ve Kenya'nın da bu sözde uluslararası komploda parmağı


olduğu iddiasıyla, Kenya'nın Avrupa'daki temsilcilikleri de örgüt mensuplarının işgaline uğramıştır:
Almanya’nın Köln, Avusturya’nın Viyana, Fransa’nın Paris kentlerindeki Kenya dış temsilcilikleri, örgüt
mensupları ve yandaşlarınca 16-17 Şubat 1999 tarihleri arasında işgal edilmiştir.

Örgüt mensupları, ayrıca İsviçre’nin Cenevre kentindeki Birleşmiş Milletler binasını ve Ermenistan’ın
Erivan kentindeki Birleşmiş Milletler bürosunu 16 Şubat 1999 günü kısa sürelerle işgal etmişlerdir.

17 Şubat 1999 günü, Danimarka’nın Kopenhag kentinde bulunan AB Komisyonu Basın ve Enformasyon
Bürosu 30 PKK mensubu ve yandaşınca iki saat müddetince işgal edilmiştir.

Öte yandan, 18 Şubat 1999 günü Almanya’nın Berlin kentindeki İsrail Büyükelçiliği binası, 100 civarında
örgüt mensubu tarafından işgal edilmek istenmiş, ancak İsrail elçilik koruma görevlilerince açılan ateş sonucu
Sema Alp, Mustafa Kurt ve Ahmet Açan (veya Açar) isimli örgüt yandaşları öldürülmüştür.

Terör örgütü PKK elebaşı A. Öcalan’ın yakalanmasını protesto amacıyla düzenlenen eylemler
başlangıçta, Yunanistan, Kenya, İsrail gibi ülkeleri, BM binalarını ve Avrupa'nın çeşitli ülkelerindeki Sosyalist ve
Komünist Parti binalarını hedef almıştır. Fakat eylemler, örgütün Avrupa üst düzey sorumlularının MED TV
aracılığıyla iletilen talimatlarıyla, ülkemize ve Avrupa'nın değişik ülkelerinde bulunan Türk vatandaşlarına ait
işyerlerine yöneltilmiştir.

Terör örgütü PKK elebaşı Abdullah Öcalan'ın yakalanması akabinde, şiddet eylemlerinin yoğun olarak
yaşandığı Almanya, Fransa, Hollanda, Belçika, Danimarka gibi ülkelerin İçişleri Bakanlarının katılımıyla, 22
Şubat 1999 günü Almanya’nın Bonn kentinde bir toplantı düzenlenmiştir. Gerçekleştirilen toplantıda, Avrupa
ülkelerinin PKK kaynaklı şiddet eylemlerine sahne olmasının önüne geçilmesi konusu gündeme getirilmiştir.

440
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Bu toplantının akabinde PKK'nın üst düzey militanlarından Ferhat (K) Osman Öcalan Alman Stern
Dergisine Mart 1999 sayısında beyanatlarda bulunmuştur. Beyanatlarında "Kürtlerin, Avrupa'da yaşayanları da
dahil olmak üzere, bulundukları ülkenin yasalarına uymaları ve şiddet eylemlerinden kaçınmalarının gerekliliği” ifade
edilmiştir. Fakat Ferhat (K) Osman Öcalan mülakatın hemen devamında, "PKK, yabancı turistlerin ölmesini istemez.
Ancak biz de Başkanımızın intikamının alınmasını mensuplarımıza duyurduk: Onların bunu nasıl yapacaklarını
bilmiyoruz” şeklinde tehdit içerikli ifadeler kullanmıştır.

Buna mukabil terör örgütü PKK tarafından, her yıl tekrarlanan Türk turizmi aleyhindeki kampanyanın,
Şubat 1999 sonları itibariyle hızlandırıldığı, örgüt üst düzey mensuplarınca yayınlanan tehdit içerikli
açıklamaların yanı sıra, özellikle Almanya'daki turizm bürolarına "Türkiye'de savaşın sürdüğü, turistlerin başına
gelebilecek olaylardan PKK'nın sorumlu olmayacağa” hususlarını içeren bildirilerin gönderilmiştir.

Bu gelişmeler neticesinde Rusya Federasyonu Devlet Duması Jeopolitika Komitesi Başkanı Aleksey
Mitrofanov imzasıyla yayınlanan 24 Şubat 1999 tarihli bir yazıda; Rus vatandaşlarının turizm için Türkiye'ye
gitmemeleri çağrısında bulunulmuştur.

Avrupa'da örgüt güdümünde yayın yapan basın kuruluşlarında da ülkemiz turizmini baltalamayı
hedefleyen tehdit içerikli haberlere sık sık yer verilmiştir. Almanya’da Kurulu bulunan ve örgüt güdümünde
faaliyet gösteren Dem Ajans aracılığıyla, içeriğinde PKK'nın Türkiye’de özelikle turistik hedeflere yönelik
eylemler gerçekleştirileceğini anlatan bildiriler Belçika, Avusturya, Almanya, Fransa, Hollanda gibi ülkelerde
dağıtılmıştır.

Terör örgütü PKK'nın bu doğrultudaki tehdit ve propagandaları, turizm sezonunda ülkemize gelmeyi
tasarlayan insanları olumsuz yönde etkilemiştir. Öte yandan Avrupa gazetelerinin de örgütün tehdit içerikli
açıklamalarını manşetlerine taşıdığı ve ister istemez ülkemiz turizmini boykot faaliyetlerine destek verdikleri
görülmüştür. Bu çağrılar nedeniyle 1999 yılı içinde 500 bini aşan rezervasyon iptalinin olduğu görülmüştür.

Öcalan’ın yakalanması akabinde, Avrupa ülkeleri başta olmak üzere, terör örgütü PKK mensuplarınca
ülkemiz aleyhine düzenlenen protesto eylemleri ve Avrupa'da çalışan vatandaşlarımıza ait işyerlerine yönelik
olarak düzenlenen eylemler şu şekildedir;

 16 Şubat 1999 günü, Yunanistan'ın Hannover Başkonsolosluğunu işgal eden terör örgütü PKK yandaşı
yaklaşık 300 kişi, Hannover Başkonsolosluğumuz önünde toplanmış ve yaklaşık 10 dakika süre ile slogan
atmıştır. Terör örgütü PKK yandaşlarının öğleden sonra Frankfurt Başkonsolosluğumuz önünde
toplanmaya başlaması üzerine, polis göstericileri Başkonsolosluğumuza yüz metre uzaklıkta durdurmuş
olup, yaklaşık 150 kişiden oluşan grup eylemlerini akşam saatlerine kadar sürdürmüştür.
 Aynı gün Saat 23.10'da Stuttgart şehir merkezinde bir Türk kebapçı dükkânına molotof kokteyli
atılmıştır. Alman polisi soruşturmayı savsaklamış ve gözaltına alınan iki kişi delil yetersizliğinden
salıverilmiştir.

441
FARUK ARSLAN

 Yine bir vatandaşımızın Bremen'de bulunan "Harman Reisen" adlı seyahat acentasına saat 01.10
civarında molotof kokteyli atılmıştır.
 Genk'te de bir Türk’e ait Kahvehane içerisinde akşam bomba patlamış ancak ölen olmamıştır.
 17 Şubat 1999 günü, terör örgütü PKK yandaşları tarafından Hamburg'da, "Türk Kültür Derneği" adı
altında tescilli olan ancak bir kıraathane olarak faaliyet gösteren işyerine yanıcı madde atılmak suretiyle
saldırıda bulunulmuştur.
 Kircheim Teck şehrinde DİTİB Camii Derneğine, polis aracının ayrılmasından sonra saat 00.30'da sekiz
adet molotof kokteyli atılmıştır.
 Nürtingen'de Türk Federasyonuna bağlı bir camiye saat 03.50'de molotof kokteyli atılmıştır.
 Göppingen şehrinde Türk Danışma Bürosuna molotof kokteyli atılmıştır.
 Bielefeld'deki ülkü Ocakları merkezine saat 24.00 sıralarında molotof kokteyli atılmıştır.
 Hannover Başkonsolosluğumuz görev çevresinde bulunan Ulusoy ve Donan seyahat acentaları, Erol
Market, ihlas Market ve Alman işyerleri dahil olmak üzere toplam 11 işyerine, saat 13.30 civarında terör
örgütü PKK yandaşlarınca saldırılmıştır.
 20 Şubat 1999 günü, vatandaşlarımızın yoğun olarak bulunduğu Schweinfurt kentinde, sabah saat 02.00
sıralarında, vatandaşlarınıza ait bir muhasebe bürosuna ve İslam Kültür Merkezine ait bir derneğe
molotof kokteyli atılmış, olayda maddi hasar meydana gelmiş, can kaybı olmamıştır.
 16 Şubat 1999 günü, Lahey'deki Hollanda Spor tren garında Lahey Büyükelçiliğimize doğru yürümek
üzere toplanan yaklaşık 400 terör örgütü yandaşı ile polis arasında çatışma çıkmış, Polis tazyikli su
sıkmak suretiyle göstericileri kontrol altına almıştır.
 17 Şubat 1999 günü terör örgütü PKK yandaşları, İsveç Stockholm'deki Ticaret Müşavirliğimizin kapısını
zorlamışlardır.
 16 Şubat 1999 günü İtalya da Komünist Yeniden Kuruluş Partisi ile sol örgütleri içinde toplayan Centri
Söciali adlı kuruluş, saat 17.00'de Roma Büyükelçiliğimiz önünde gösteri yapmak üzere izin almıştır.
Anılan saatte başlayan gösteri 19.40'da sona ermiştir. Komünist Yeniden Kuruluş Partisi Genel Sekreteri
Bertinotti ve Milletvekili Montavani’de göstericiler arasında yer almıştır. Ellerinde terör örgütü PKK ve
Komünist Partisi bayrakları olan yaklaşık 30-35 kişilik bir grup Napoli Başkonsolosluğumuz önünde
toplanarak sloganlar atmış, Başkonsolosluk binasının duvarlarına yazılar yazmıştır. Söz konusu grup, 45
dakika süren bu gösteriden sonra 30 metre ileride bulunan Yunan Başkonsolosluğu binası önüne giderek
sloganlar atmış, bir çöp bidonunu yakmaları üzerine itfaiye müdahalede bulunmuştur. Anılan grup
tekrar Başkonsolosluğumuz önüne gelmiş, slogan atmaya devam etmiş, saat 20.00 sıralarında dağılmıştır.
 17 Şubat 1999 günü Yaklaşık 50 kadar terör örgütü PKK yandaşı Napoli Başkonsolosluğumuz önünde
slogan atmış, bildiri dağıtarak gösteri yapmıştır. Söz konusu grup 12.30'dan itibaren ABD
Başkonsolosluğu tarafına yönelmiş, orada da bir süre gösteri yaptıktan sonra dağılmıştır.
 Terör örgütü PKK yandaşları ve "Leon Kavallo Merkezi" üyelerinin katılımıyla oluşturulan yaklaşık 30
kişilik grup saat 18.00 sıralarında THY bürosunun önünde bir gösteri yapmıştır. Gösteri bir saat sürmüş,
olaysız şekilde sona ermiştir.
 16 Şubat 1999 günü, Yunanistan’da Yunan vatandaşlarının da olduğu yaklaşık 100 kişilik bir grup,
Selanik Başkonsolosluğumuz önünde bölücü örgüt ve elebaşı lehine sloganlar atmış ve pankart açmıştır.
Gösteri akşam saatlerinde başlamış ve yarım saat sürmüştür.
 17 Şubat 1999 günü, Saat 16.00’da Atina’nın Pire kentindeki Başkonsolosluğumuza gelen bir ekip saat
15.00 civarında bir kişinin, kendilerini arayarak Başkonsolosluğumuza bomba konulduğu ihbarında
bulunduğunu belirtmiştir. Yapılan aramada herhangi bir bomba bulunmamıştır.
 İtalya Başbakanı Massimo D'Alema'nın, 13 Nisan 1999 günü parlamentoda Kosovalı Sırplara yönelik
NATO hava harekâtı konusunda yaptığı konuşmada "Kosova'ya müdahale yapılmasıyla, Kürt sorununun
çözümünün de gündeme getirilmesi gerektiği" şeklinde açıklamalarına yer verilmiştir196.
 France-Libertes (Fransa Özgürlükler Vakfı)'na ait internet sayfasında, Vakıf Başkanı Daniella Mitterand,
terör örgütü PKK üst düzey sorumlularını muhatap alan mesajında örgütün mücadelesini siyasi alanda
yapması yönünde örgüt yönetimine telkinlerde bulunmuştur.
 Diğer taraftan, Almanya'da yayınlanan Die Tageszeitung Gazetesi 20 Mart 1999 tarihli sayısında, terör
örgütü PKK'nın sözde Başkanlık Konseyi Başkanı Cuma (K) Cemil Bayık isimli terörist ile yaptığı bir
mülakatta, Bayık’ın daha önce Ferhat (K) Osman Öcalan’ın şiddet eylemlerinin bütün kesimlere yönelik

196
Özgür Politika Gazetesi, 16 Nisan 1999, "Kosova'dan sonra Kürdistan" başlıklı bir haber,

442
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

olarak devam edeceği açıklamalarının aksine, "Sivil tesisler saldırı hedeflerimiz arasında yer almamaktadır.
Turistlere ve sivil tesislere karşı bir tutumumuz yok" görüşlerini duyurmuştur.
 İsviçre’nin Cenevre kantonundan Laurent Moutinot ise; "... Kürt sorununa barışçı bir çözüm getirilebilmesi
için Cenevre kantonunun elindeki tüm imkânları kullanacağını ve böyle bir konferans yapılması halinde,
Cenevre'nin buna seve seve ev sahipliği yapabileceğini" belirtmiştir.
 Avrupa basınında entelektüel ve yazar olarak tanıtılan şahıslar ile Nobel ödülü sahibi kişilerce
imzalandığı öne sürülen ve ülkemizde terör suçlarının yargılamasında görevli DGM'lerin AİHS (Avrupa
İnsan Hakları Sözleşmesinin) 6. maddesini ihlal ettiği, yargının bağımsızlığının ve tarafsızlığının bu
mahkemelerde görevli askeri hakimler nedeniyle ihlal edildiği, Avrupa Hükümetlerinin ülkemizde
süren sözde savaşa son vermek ve Güneydoğu sorununun çözülmesi gibi konularını içeren bir çağrıda
bulunmuştur. Çağrıda bu bağlamda uluslararası toplum ve kuruluşlardan; "Kürdistan konusunda bir
konferans düzenlenmesi" şeklinde taleplere yer verildiği görülmüştür.
 Örgüt paralelinde ülkemizde legal alanda yayınlanan Özgür Bakış gazetesinin 10 Mayıs 1999 tarihli
nüshasında, 06-08 Mayıs 1999 tarihleri arasında Fransa'nın Aubagne kentinde "Akdeniz 2000, Gelişmenin
ve Barışın Aktörleri; Halklar” adı altında bir konferansın düzenlendiği ifade edilerek, konferansa 15
ülkeden 75 sivil toplum kuruluşu (NGO) temsilcisinin katıldığı belirtilmiştir. İki gün sürdüğü ifade
edilen konferansın sonuç bildirgesinde, "Kürt sorununun çözümü konusunda uluslararası bir konferans
düzenlenmesinin karara bağlandığı" vurgulanmıştır.

Mahkemenin sonuçlanarak örgüt elebaşına idam cezasının verilmesi akabinde, çeşitli Avrupa ülkelerinde
örgüt mensuplarının koordinesinde, yabancı şahısların da iştirakiyle teröristbaşı Abdullah Öcalan’a verilen idam
cezasının uygulanmasını engellemek ve Güneydoğu sorununu bu vesileyle uluslararası platformlara taşımak
amacıyla; Almanya'da "Öcalan’ın Hayatını Savunmak İçin Hamburg Türk Girişimi" ve "Kürdistan Diyalog Grubu",
Belçika'da "Kürdistan'da Barış Girişimi", Ermenistan'da "Öcalan'a Özgürlük Komitesi" isimli organizasyonlar
faaliyete geçirilmiştir.

Belçika'da faaliyet gösteren "Belçika İnsan Hakları Ligi" adlı kuruluşun da Başkanlığını yürüten Georges-
Henri Beauthıer’in yaptığı "Kürdistan'da Barış Girişimi" adlı organizasyon ve merkezi Belçika'da bulunan terör
örgütü PKK denetimindeki KON-KURD işbirliği ile 06 Temmuz 1999 günü Liege şehrinde bir protesto yürüyüşü
düzenlenmiştir.

Ermenistan/Erivan'da faaliyete geçirilen "Öcalan'a Özgürlük Komitesi" isimli organizasyon tarafından,


idam kararının açıklanması sonrasında "İdama Hayır” adı altında bir imza kampanyası düzenlenmiştir.

Örgüt kadroları tarafından Abdullah Öcalan'ın yargılanma takvimi ile eş zamanlı olarak ülke içerisinde
ve yurt dışında çeşitli düzeylerde propaganda ve eylemler gerçekleştirilmiştir. Avrupa zemininde gerçekleştirilen
faaliyetler giderek şiddet faktöründen uzaklaşırken yurt içinde şiddet içerikli faaliyetlere yargılama sürecinde
devam edilmiştir. Bu dönemde Avrupa'da zemininde sürdürülen protesto faaliyetleri, SKP, ERNK ve çeşitli adlar
altında oluşturulan dernekler tarafından gerçekleştirilmiştir.

 PKK güdümünde faaliyet gösteren sözde Sürgünde Kürdistan Parlamentosu ve, Belçika/Brüksel'de
Uluslararası Basın Merkezinde bir basın toplantısı düzenlemişlerdir. Basın toplantısında Abdullah
Öcalan'ın 18 Mart 1999 tarihinde İmralı adasından avukatları aracılığıyla sözde "Güneydoğu sorununa
siyasi çözüm" konusunda yaptığı açıklamalar desteklenmiştir. Konuya ilişkin olarak SKP adına yapılan

443
FARUK ARSLAN

açıklamalarda, "Kosovalılara gösterilen hassasiyetin, Kürtlere de gösterilmesi gerektiği, şiddet değil barış
istendiği" belirtilmiştir.
 17 Nisan 1999 tarihinde, Almanya’nın Bonn kentinde, terör örgütü PKK güdümünde faaliyet gösteren
Ulusal Kongre Hazırlık Komitesi, SKP ve Kuzey Kürdistan Ulusal Platformu isimli kuruluşlarca,
"Abdullah Öcalan'a Özgürlük, Kürdistan Halkının Hakları ve Barış İçin Ulusal Birlik Yürüyüşü" adıyla bir
yürüyüş düzenlenmiştir. Yürüyüşe, Avrupa'nın çeşitli ülkelerinden gelen örgüt mensupları katılmıştır.
Almanya Kürt Dernekleri Federasyonu (YEK-KOM) ve örgüt paralelinde yayın yapan Özgür Politika
gazetesi yapmış oldukları çağrılar ile yürüyüşe geniş katılım sağlamaya çalışmıştır.

Yürüyüş Tertip Komitesi'nce, yürüyüş öncesinde dağıtılan bildirilerde, yürüyüşün amacı; "Güneydoğu
sorunun çözümü için uluslararası konferans fikrinin somut olarak desteklenmesi ve Türk hükümeti nezdinde acil
bir ateşkes ve müzakere için girişimlerde bulunulması, bunun ön belirtisi olarak Türkiye'ye silah satışlarının
durdurulması, Almanya'da PKK yasağının kaldırılması, PKK’nın muhatap alınması için ABD ve Avrupa'da
girişimlerde bulunulması, PKK Genel Başkanı Abdullah Öcalan'ın can güvenliğinin sağlanması için Türk
Hükümeti nezdinde girişimlerde bulunulması, Güneydoğu sorununun çözüm anahtarı olarak serbest bırakılması,
Türkiye’deki genel ve yerel seçimlerin izlenmesi için bir AGİT heyetinin Türkiye'ye gönderilmesi, Abdullah Öcalan
davasının izlenmesi için parlamenter ve başka kurumlardan gözlemcilerin ziyaretlerine izin verilmesi için
girişimlerde bulunulması" şeklinde özetlemiştir.

 İsveç’in Stockholm kentinde 28 Nisan 1999 günü Abdullah Öcalan'ın sözde "sağlık durumunun kötüye
gitmesi ve tecrit koşullarının devam etmesini” protesto etmek amacıyla, Avrupa Konseyi Temsilciliği önünde
bir protesto eylemi düzenlenmiştir. Bu çerçevede Fransa’nın Strasburg kentinde de, örgüt mensupları ve
yandaşlarınca 29 Nisan 1999 günü benzer bir eylem gerçekleştirilmiştir.

Terörist elebaşı Abdullah Öcalan’ın yargılama sürecini etkilemek ve örgüt liderinin bu durumundan
uluslararası kamuoyu nezdinde kazanç sağlamak isteyen terör örgütü PKK, özellikle Avrupa alanında, protesto-
destek yürüyüşleri, toplantı vs. etkinliklerle faaliyetlerini devam ettirmiştir. Yargılamanın ilerleyen günlerinde
de Almanya, Fransa, İsviçre, İngiltere gibi Avrupa ülkeleri, örgüt mensuplarının bu yönlü etkinliklerine sahne
olmuştur.

İngiltere/Londra'da bulunan Trafalgar Meydanında, 15 Mayıs 1999 günü, Abdullah Öcalan'ın serbest bırakılması
amacıyla bir protesto yürüyüşü düzenlenmiştir. Yürüyüş, Londra'da kurulan "Öcalan'a Özgürlük Kampanyası"
çerçevesinde düzenlenmiş, yürüyüşe Avrupa alanında örgüt paralelinde faaliyet gösteren oluşumlar iştirak
etmiştir.

ERNK Avrupa temsilciliği tarafından hazırlanan "Ya Öcalan-Ya Hepimiz, Ya Devrim-Ya ölüm" başlıklı 25 Nisan
1999 tarihli bir bildiri yayınlanıp, çeşitli ülkelere gönderilerek, dağıtılması sağlanmıştır.

Örgüt mensupları tarafından Avrupa'nın çeşitli ülkelerinde gerçekleştirilen bu eylemlerin, örgüt elebaşının idam
edilmesini engellemek için uluslararası kamuoyunun desteğini sağlamaya yönelik gerçekleştirilse de, Nitekim
kararın ilan edilmesi akabinde de, Avrupa'nın çeşitli şehirlerinde örgüt mensupları ve yandaşları tarafından
protesto gösterileri gerçekleştirilmiştir.

444
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Örgüt mensuplarının bu yönlü eylemlerinin bir sonucu olarak, Avrupa ülkeleri temsilcileri, çeşitli vesilelerle
"Abdullah Öcalan’ın idam edilmemesi gerektiği" yönündeki tezlerini dile getirerek ülkemiz üzerinde siyasi baskı
oluşturmaya çalışmıştır.

Abdullah Öcalan'a verilen idam cezası kararının açıklandığı 29 Haziran 1999 günü, Almanya başta olmak
üzere, Avrupa'nın çeşitli ülkelerinde terör örgütü PKK yandaşı 100-200 kişilik gruplar tarafından protesto
gösterileri düzenlenmiştir. Protesto gösterilerine mekân olarak çoğunlukla, gösterilerin düzenlendiği ülkenin
hükümet ve belediye binaları seçilmiştir. Yunanistan’ın başkenti Atina'da Büyükelçiliğimiz, Almanya, Fransa ve
İngiltere’de ise ABD temsilcilikleri önünde gösteriler düzenlenmiştir.

Yine müteakip günlerde, Almanya'da Türk vatandaşlarının yoğun olarak yaşadığı mahallerde, cami,
kahvehane, dernek, lokanta vb. yerlere molotof kokteyli kullanılarak saldırılar düzenlenmiştir. Bu eylemlerde,
maddi hasar meydana gelirken vatandaşlarımızdan yaralananlar olmuştur. Fransa'da Türk vatandaşlarına ait
işyerleri kepenk kapatmaya zorlanmıştır.

Almanya'da Türk vatandaşlarını hedef alan şiddet eylemleri sonrasında, Almanya’nın Berlin ve Hollanda’nın
Lahey kentlerinde PKK paralelinde faaliyet gösteren "Kürdistan Enformasyon Merkezleri" ve "ERNK Avrupa
Temsilciliği" adına açıklamalar yapılarak bildiriler dağıtılmıştır. Bu bağlamda Roma'da bulunan Ticaret
Müşavirliğimiz 06 Temmuz 1999 günü geneli İtalyan 20 kişi tarafından işgal edilmiştir.

Bunun yanında İskandinav ülkelerinde, terör örgütü PKK paralelinde faaliyet gösteren demekler organizesinde
de, protesto gösterileri gerçekleştirilmiştir. Rusya'nın Başkenti Moskova'da ise, 29 Haziran 1999 günü 1.500
civarında örgüt mensubunun katılımıyla protesto yürüyüşü düzenlenmiştir.

Yabancıların bölücü başına verdikleri destek kendi ülkeleriyle sınırlı kalmayarak, ülkemize de uzanmıştır.
Türkiye’de düzenlenen 21 Mart 1999 tarihli nevruz gösterilerinde olaylar çıkmış, yapılan çalışmalarda olaylara
karıştığı ve kışkırtıcılık yaptığı TV görüntülerinden tespit edilen Nicola Schulirs ve 8 arkadaşı yakalanarak
gözaltına alınmışlardır. Bu kişilerin yapılan tahkikatında ise kişilerin Türkiye’de gazeteci sıfatı ile bulundukları
ayrıca, ülkelerinde bir kısım derneklerin sorumluluklarını yaptıkları ortaya çıkarılmıştır.

Ağustos 1999 da ise Münih bölge mahkemesi, 23 yaşındaki Claudia W. adlı Almanı PKK propagandası yapmak
suçundan para cezasına çarptırmıştır. Bu davada sanığın avukatlığını Angelika Lex adlı kişi yapmış olup, bu
kişinin üst düzey PKK örgüt mensuplarının davalarını takip ettiği görülmüştür.

Bu süreçte Avrupa’da yapılan eylemelerin yetersiz kalması nedeniyle yeni eylem metotlarının da devreye
sokulması istenmiştir. Bu çerçevede özellikle akıl sağlığı yerinde olmayan bazı kişinin ayarlanarak bunların
önemli meydanlarda kendilerini yakmasının sağlanması istenmiştir.

445
FARUK ARSLAN

Konu ile ilgili olarak E. M. İle yapılan mülakaatta; “…PKK lideri Abdullah Öcalan’ın Roma'ya gelmesi ve
Türkiye'ye iadesi konusu gündeme geldi. Bunun üzerine Avrupa'da bulunan PKK yandaşları yoğun bir şekilde değişik
alanlarda kampanyalara başladılar. Dilar Kod da bana bu süreçte insanların kendilerini bu uğurda yaktıklarını, bombalar ile
üzerine tuzaklamalar yaparak kalabalık yerlerde patlattıklarını ve Kürdistan'ın bağımsızlığı için ellerinden geleni yaptıkları
şeklinde bana yoğun bir ajitasyona girmişti. Dilar’ın amacı benim canlı bomba olmam yada kendimi yakmamdı…” biçimiyle
beyan ettiği gibi, örgütün bu dönemde dikkat çekici eylemlere yönelmek istediği anlaşılmaktadır.

Yine Doktor Celal Kod H. Y.; “…Romanya’da bulunduğum bu sırada Zeki Kod beni bir kenara çekerek problemin
nedir dedi. Bende yukarıda belirttiğim gibi abimin akıbetini öğrenmek istiyorum dedim. Oda bana sen 15 yıl önceki olayları
kendine takıntı yapıyorsun bunların bir anlama olmaması lazım diyerek, sen Abdullah Öcalan’ın İtalya'da ki konuşmalarını
dinledin mi, Başkan APO bu konuşmalarında bütün Kürt bireylerine seslenerek kimin aklına ne gelirse Kürt halkının
mücadelesi doğrultusunda yapması gerekir diye beyanatları var bu itibarla sende artık geçmişi bırakıp mücadelemiz içine
girmen gerekir dedi…” şeklindeki beyanları da o dönem herkesin eyleme zorlandığını göstermektedir.

Abdullah Öcalan’ın Türkiye’ye Getirilmesi Sonrası Yaşanan Süreç

Abdullah Öcalan’ın Suriye’den çıkmasının hemen akabinde örgüt tarafından eylemlere başlanması
talimatı verilmiştir. Bu çerçevede özellikle bomba koyma, intihar saldırısı, kendini yakma, kundaklama gibi
eylemlerin zirveye çıkarılması istenmiştir.

Talimat gereğince birçok silahlı ARGK militanı Türkiye metropollerine gönderilirken, Avrupa’dan da çok sayıda
eylemcinin de şehirlere gönderilerek eylem yaptığı görülmüştür. Öcalan’ın Suriye’den ayrıldığı 9 Ekim 1998 ile
Haziran 1999’a kadar geçen süreç içinde yüzlerce eylem gerçekleşmiştir. Mavi Çarşı’nın yakılarak 13
vatandaşımızın öldürülmesi, Hayal Kahvehanesine bomba konulması, Avcılar Parkında piknik yapan ailelerin
oturdukları yere bomba konularak masun insanların hayatını kaybetmesi gibi sivil-resmi ayrımı gözetmeyen
eylemler sırlanabilir.

Bu dönemde “demokrasinin beşiği olan ve her dönem Ülkemize insan hakları konusunda talimat veren” Avrupa
ülkelerinden metropollere gelerek eylem düzenleyen bazı militanların ifadeleri, bu ülkelerde patlayıcının nasıl
rahat elde edildiğini gösterecektir.

Avrupa’da faaliyet yürüten E. M.; “…PKK lideri Abdullah Öcalan’ın Roma'ya gelmesi ve Türkiye'ye iadesi konusu
gündeme geldi bunun üzerine Avrupa'da bulunan PKK yandaşları yoğun bir şekilde değişik alanlarda kampanyalara
başladılar… Dilar Kod ikimizi İstanbul'a yollayacağını bu bombacı militanın hazırlayacağı bombalan vücuduma sararak,
halkın yoğunlukta bulunduğu alışveriş merkezleri veya Askerlerin hafta sonlarında yoğun olarak bulunduğu yerlere, büyük

446
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

çarşı mağazalarına v.b. yerlerden birinin keşfini yapmamı burada da üzerime saracağım bu bombaların pişimini çekerek
patlatmamı, PKK ile Kürdistan’ın bağımsızlık mücadelesi içerisindeki yerimi almamı söyledi… yanına gelirim dedim oda
bana o zaman sana bir fotoğraf makinası vereyim ve eylem yapılacak yerlerin keşfini yaparak fotoğraflarını çek, daha sonra
yanıma gel ona göre senin yanma bombacı vererek İstanbul'a tekrar yollarım dedi…”

Doktor Celal Kod H. Y.; “…ben bu aşamada Romanya'da yalnız olduğum için Zeki Kod'a ben patlayıcı konusunda bir şey
bilmiyorum deyince odana bana çok kalay bir şey bunu herkes yapabilir ben sana göstereceğim diyerek boş bir yangın tüpü,
kabloya bağlı olan bir fünye ile bir Cep telefonunu önüme getirdi, cep telefonunun yanlarından da iki adet ince kablo
çıkartılmıştı, bu malzemeleri yanıma getirdikten sonra, görmüş olduğun içi boşaltılmış bu yangın tüpünün içini patlayıcı
madde koyup sana göndereceğiz, sende şu anda elimde ucunda kablo bulunan fünyeyi Yangın tüpünün üst deliğinden içine
sokacaksın daha sonrada Cep telefonuna bağlı olan iki adet ince kabloyu yangın tüpünün içine soktuğun fünyeye bağlı olan
kablolara bağlayacaksın uzaktan cep telefonunu arayarak bombanın patlamasını sağlayacaksın, bu eylemi de insan kitlesinin
yoğun olduğu Eminönü, Taksim, Metro istasyonları, Ataköy ve benzeri gibi merkezi yerlere bırakacaksın dedi ve sana bu
sefer haberleşme şifresi vereceğim diyerek şifreyi bana verdi. Bende bu malzemeleri alarak İstanbul’a gelip eylem istihbaratına
başladım…”

M. Y.’; “Bükreş şehrine geldik, orada yine aynı evde 10-15 gün kadar kaldık ve tekrar Karadeniz Teknik Üniversitesi
PKK/YCK sorumlusu olarak İstanbul'a trenle yolladı, yanımda telefon görüşmelerinde kullanmam üzere şifre anahtarınızı
verdi, oradan da yine kara yolu ile Trabzon'a geldim… Bilahare Savaş Kod ile kurduğum koordine sonucunda E. K’da bu
süreçte uçak ile İstanbul üzerinden Romanya'nın Bükreş şehrine giderek PKK adına eğitim görmeye başladı, Ben Trabzon'da
örgütsel yapı oluşturma çalışmalarına başladım, ancak yine kimseyi örgütleyemedim… O süreçte de Abdullah Öcalan’ın
Kenya’da yakalanarak Türkiye'ye getirilmesi gerçekleşti. Bilahare ben tekrar Trabzon'a okula döndüm ve Romanya'da
bulunan Savaş kodu telefon ile aradım, bana tekrar kazanabileceğin elemanlar ile İstanbul'a gel ve beni tekrar ara
dedi…tekrar Atatürk havalimanından uçak ile Romanya'nın Bükreş şehrine gittim beni havalimanında Savaş kod
karşıladı…5 gün sonra Savaş kod yanında bir el bombası getirdi ve bana bunun özelliklerini gösterdi ve açılıp kapatılmasını,
görevimin ne olduğunu, etkisini anlatarak kullanmayı öğretti, bana daha sonra El bombaları göndereceğini ye bunlarla eylem
yapacağımı belirtti. Benden malzeme göndereceği bir adres istedi. Bende kendisine M. N. T.'ın evinin adresini verdim…

M. N. T. yanıma gelerek bana evine tanımadığı birisinin paket içerisinde 4 adet el bombası getirerek bıraktığını söyledi.
Bende bunun Romanya'dan Savaş Kod tarafından gönderildiğini anlayarak kendisine telefon açtım oda malzemeleri
kendisinin gönderdiğini belirtti, eylemlere başla dedi…”

Yine R. T.'ın beyanlarında; “Abdullah Öcalan’ın yakalanmasından sonra Avrupa da durumu protesto amaçlı gösteriler
yaptık, yargılama safhasında bu eylemlere örgüt kendi içerisinde karar alarak ara verdi, bu arada Barış Sürecine katkıda
bulunmak amacıyla belli gurupları Türkiye'ye gönderdiler, giden gruplar bu süre içerisinde kendi alanlarını oluşturarak
belli bir kitle kazanıp Abdullah Öcalan’ın yargılanması sonucunda idam kararının çıkması ile kitleleri harekete geçirip
toplumda büyük bir infial uyandırmayı düşünüyorlardı,

Ayrıca Hollanda da eğitim devresinde bulunduğumuz esnada videodan bazı görüntüler seyrettirdiler, bu görüntülerden
Abdullah Öcalan’ın idam edilmesi durumunda metropollere gelip eylem yapacak bombacıların ve canlı bombaların eğitim

447
FARUK ARSLAN

görüntüleri idi, grupların Fedai Gerillaları Gurubu olduğunu söylediler, eğitim gören militanların içerisinde iki bayan bir
erkek olmak üzere 3 militanı seçtiler. Fedai gerillalar grubunda yer alan militanların eğitimi Kuzey Irak veya İran da bulunan
kampta verilmekte idi, eğitimden soma Fedai gurubunun metropollere ve turistik beldelere gönderileceğini talimat gereği
belirtilen yerlerde eylem yapacakları şeklinde idi. Konseyin talimatı gereği klasik gerilla tipinin değiştiril ererek modem gerilla
tipini oluşturacaklar şeklinde talimat geldi…” şeklinde ifadesiyle örgütün Avrupa’da bomba merkezleri
oluşturduğunu göstermiştir.

Abdullah Öcalan bilindiği gibi Amerikalılarca yakalandıktan sonra görevliler tarafından 15 Şubat 1999
tarihinde bir uçakla Türkiye’ye getirilmiştir. Öcalan daha uçaktayken yıllardır sarf ettiği sözlerin aksine hareket
ederek, kendisine fırsat verilmesi halinde Türkiye’ye hizmet edeceğini ve öldürülmemesi karşılığında örgütü
dağıtabileceğini beyan etmiştir.

İtalya’da iken herkesin aktif eylem yapmasını isterken, Türkiye’ye gelince yapılan eylemleri tasvip
etmediğini ve bu eylemlere son verilmesini söylemiştir. Öcalan 17 Mart 1999 tarihli avukat görüşmesinde ;
“…başta Med TV’nin yönlendirmesi ile parti adına yapılan eylemlerin derhal durdurulmasını istiyorum. Bu eylemleri
kınıyorum. Avukat Ahmet Zeki Okçuoğlu vasıtasıyla gönderdiğim mesaj yerine ulaşmamıştır. Başta Med TV ve diğer basın-
yayın organlarında benimle ilgili çıkan haberlerin PKK adına ve Kürt İntikam Tugayları adına yapılan eylemleri doğru
bulmuyorum. Özellikle bu eylemleri esefle karşılıyorum…”şeklinde ifade de bulunmuştur.

Buna mukabil, bağımsız Kürt devleti kurma fikrini son yıllarda terk ettiğini, şiddet eylemlerini örgüt
içindeki bazı unsurların tırmandırdığını, kendisinin barışın ve demokrasini alt yapısını oluşturmaya çalıştığı
yönünde ifadeler kullanmıştır.

Abdullah Öcalan’ın gerek yakalanması, gerek soruşturması ve gerekse de ceza alması ve sonrasında Avrupa’da
ve ülkemizde yoğun bir eylem süreci yaşanmıştır. Örgüte müzahir kitle eylemleriyle Öcalan’a destek vermeye
çalışırken, Öcalan farklı bir yaklaşım sergilemiştir.

Öcalan, 1 Haziran 1999’da İmralı adasında başlayan davada Türkiye Cumhuriyeti Ceza Kanunun 125.
maddesinden yargılanmıştır. Yargılanması sırasında klasik bir itirafçı tarzıyla hareket etmiştir. Öcalan,
yakalandığı günden itibaren örgütlerin literatürüne göre teslimiyetçi bir tavır sergileyerek, “bana hizmet imkanı
verin, eğer bu imkan verilirse her türlü katkıyı yapma hazırım” ifadeleriyle, devlet organları ile işbirliği yapmak
istediğini ifade etmiştir.

Öcalan savunmasında; “Yakalandığım günden, barış için yaşayacağım sözünü verdiğim günden bugüne kadar kaba bir
baskı, söz, hakaret ve işkence görmediğimi belirtmek istiyorum…Cumhuriyet ekseninde barış ve kardeşlik için devletin
hizmetinde çalışma isteğimi ve kararlılığımı, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bu konuda gösterdiği yaklaşımı, saygın
yaklaşımın bir gereği olarak ben de bu düzeydeki bir kararlılığımı ben de saygı ve şükranla belirtmek istiyorum…”
ifadeleriyle direnmesini bekleyen tüm örgüt militanlarına hayal kırıklığı yaşatmıştır.

448
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Öcalan’ın 1999 yılında ortaya koyduğu tavır nedeniyle Ermeni kökenli birçok örgüt mensubu örgütü bırakarak
ülkelerine dönmüştür.

Öcalan devam eden yargılama sürecinde;

-T.C vatandaşı olduğunu,

-Türkiye Cumhuriyeti Devletini ve onun ceza kanununu tanıdığını,

-Savunmasında, hukuki değil siyasi olacağını söylemiştir.

Bu çerçevede PKK hareketinin ideolojik temellerinin yanlışlığını açıklamış, örgüt ve yakın çevresi ile ilgili ayrıntılı
bilgi vermiş, ifadelerinde Başkanlık Konseyi üyelerinin karakter analizine kadar inmiştir.

Nitekim Öcalan, duruşmaların ilk gününde de Türkiye’den ve şehit analarından özür dilemiş ve örgütün silahlı
mücadele anlayışının yanlış olduğunu anladığını açıklamıştır. Öcalan’ın söz konusu “ uzlaşma ve silahlı
mücadeleyi terk” stratejisi duruşma boyunca devam etmiş, diğer taraftan Terörle Mücadele Kanunu, Öcalan’ın
açıklama yapmasını, bu açıklamaların dışarıya taşınmasını ve yayınlanmasını yasaklamasına rağmen, Öcalan
örgüte mesaj yollanılmaya devam etmiş, bu imkan sayesinde, PKK terör örgütü militanlarına Türkiye’yi terk
etmelerini, Türk güvenlik güçleri ile çatışmadan uzak durmalarını emretmiş ve bu doğrultuda PKK Başkanlık
Konseyi de bu emre uyacağını açıklamıştır197.

24 yıllık silahlı mücadeleden yenik çıkan Öcalan barış söylemleri ile Türk kamuoyuna mesaj verirken,
diğer yandan da Batı ülkelerini de sürece dahil etmeye çalışmıştır. Bunun içinde dünyanın en önemli siyasi aktörü
olan ABD ile görüşme ve onlara dayanarak varlıklarını devam ettirmeye çalışmışlardır. Bu konuda Öcalan
“…Akif Hasan daha önce ABD ile görüşüyordu, görüşmeler devam etsin, ABD’ye silah bırakılması konusunda PKK’nin
hazır olduğunu bildirsin. Yaşayıp yaşamama sorunu vardır. Yetkililerle de görüşeceğim. Tecrit ortamından kurtulmak için
(Avukatları kastediyor) siz de bu yönlü çaba sarf edin…” şeklinde ki talimatlarını örgüt yöneticilerine iletmiştir.

Yine 12 Nisan 1999 tarihinde yapılan görüşmede ise, “...Avukat; ABD yetkilileriyle görüşmemiz gündemde,
görüşünüz nedir? Öcalan: Arabuluculuk talep edin, çözüme ilişkin destek isteyin. Onların haberi var. Sonraki görüşmede
ABD’den ve İngiltere’den haber getirin. Onlara, bizi ve Türkiye’yi barıştırın, uzlaştırın deyin. Kavga yok, silah yok ve bu
sene bitiyor deyin” şeklinde ki talimatı bu gayretlerin hızlanmasını istemiştir.

197
Özdağ Ü, Türkiye Kuzey Irak ve PKK, 1999, s.228-229

449
FARUK ARSLAN

1999 döneminde ortaya konan bu pratikle örgütün legalleşeceği ve silahlı bir örgüt olmaktan çıkarak
siyasal bir yapı haline geleceği kitlelere lanse edilmiştir. Bu amaçla A. Öcalan 06 Nisan 1999 tarihli avukat
görüşmesinde sekiz maddelik bir yol haritası çıkararak sözde legalleşmenin ilk adımını atmaya çalışmıştır. Buna
göre;

1. 1 Eylül 98 Ateşkes sürecinin her alanda tam sorumluluk altında sürdürülmesi,


2. Devletin, başta af olmak üzere barış için alınacak tedbirler temelinde silahlı çatışmalara kalıcı olarak son
verilmesi,
3. 90’lı yıllardan itibaren bazı saptırmalara rağmen Kürtlerin ifade özgürlüğüne ve açık hale gelen
Demokratik Cumhuriyet sisteminin güven vermesiyle birlikte tüm sorunların barışçıl çözümü için zemin
olarak görülmesi,
4. Bu koşullar altında PKK’nin, kendini demokratik sistem içinde yasallaşmaya hazırlaması,
5. En azından devletin tavrını –yeni parlamento ve hükümet kuruluşunda- görünceye kadar aktif toplumsal
bir barış, af, kardeşlik sloganı altında bir siyasal eylem çizgisinin benimsenmesi ve kararlıca
uygulanması,
6. Tüm uluslararası barış, insan hakları kuruluşları, hükümet ve parlamentolarının bu temelde destek
sunması,
7. Eğer öngörüldüğü gibi bu doğrultuda bir uygulama gelişirse BM, Avrupa Birliği, Avrupa Konseyi,
AGİK’in sürece gözlemci olarak katılması,
8. Türkiye’de ilgili tüm çevrelerin; kamu, özel, partiler ve basın-yayın, tüm sivil toplum kuruluşlarınca,
gelişmelerin tarafımca özde bu temelde olduğunu bilerek, ülkemize ve demokratik sisteme katkılarımın
hayati önem taşıdığının bilinmesi; şeklinde isteklerini ortaya koymuştur.

Öcalan bu görüşleri, örgüt içerisindeki kadroların şüpheye düşmelerine neden olmuş ve birçok kişi
Öcalan’ın fikirlerini yargılamaya başlamıştır. Hatta bazıları O’nun kendinde olmadığını T.C.’nin Öcalan’ı hipnoz
ederek konuşturduğunu söylemeye başlamışlardır. Öcalan ise 2 Mayıs 1999 tarihinde avukatlarıyla yaptığı
görüşmede, “…Hafızam ve iradem yerinde. Konseyin açıklaması yanlış. Benim imha, infaz durumum net değil. Konseyin
bu açıklamalarını önleyin. Çatışma ne kadar gelişirse dış güçler sevinir. Yunanistan’ı hoşnut edecek bir tutuma giremeyiz.
Dağdakilerin hayatını korumak, cezaevinden birisinin tahliyesi çok önemli. Devlet için af ediciliği biz isteyeceğiz.
Yunanistan’a mı güvenelim? Avrupa’ya mı güvenelim? Bu oyunu hala Avrupa yürütmüyor mu? Türkiye birazcık siyasi
ilişki mesajı verse de biz bu beladan kurtulsak. Türkiye biraz sağlam davransa, bana burada hiç yardımcı olmuyor. Ters bir
savunma imhaya götürür. Savaşı on yıl uzatmaya götürür. Eğer imha niyeti olsaydı bizi niye getirdi? Burada başına bela
etti. Bu isyan ne kadar erken sona erse herkesin çıkarına olur...” şeklinde beyanlarda bulunarak kendisini savunma
gayretine girmiştir.

Yıllardır sürdürülen kanlı elemler sonucunda ortaya bir neticenin çıkmaması ve İmralı süreci, Öcalan’ın
1999’da yöntem değişikline gidişinde etkili olan hususlardan bir tanesidir. Öldürülme korkusunu iliklerine kadar
hisseden Öcalan, her görüşmesinde örgütün tavrının değişmesi hususunda gayret göstermeye başlamıştır. 13
Mayıs 1999’daki görüşmelerinde “…Diğer hususları önceki yazıda açtım, ama ABD ve Avrupa ile Türkiye’de ve Türkiye
ile barış çabalarına desteğe dayalı diplomasi yürütmelisiniz ve hatta Güney’de de önemlidir. Diğer kurumlarla da Türkiye’ye
yönelik dili eski propaganda dili olmaktan çıkarmak gerekir. Bence daha saygılı, siyasi seviyesi ve pratik değeri olan bir dil
gerekir. Bu bizi yüceltir. Dilimizin çok ağır ve gerçeği de zorlayan propaganda tarzını geride bırakmak ve yeni sınırlı da olsa
daha gerçekçi, kazandırıcı tarzda olmasına çalışmak büyüklüktür…” diyerek silahlı mücadeleyi bitirmeyi hazır
olduğunu ispatlamaya gayret ederek, sözde legalleşmede de aracı olarak ta ABD ve Avrupalı güçleri adres
göstermiştir.

450
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

2 Ağustos 1999’daki diğer bir görüşmesinde “…Benim çağrımla olduğuna göre devlet buna olumlu gelir.
Tehlikeli yola gidilmez. Ilımlılaşma olur. Bakın Avrupa ne diyor. PKK silah bıraksın destekleriz. Avrupa, ABD destekler.
Türkiye buna rağmen ne yapabilir…” şeklinde ifadeleri ile Türkiye ile anlaşmanın yollarını aramaya başlamıştır.

Tamda bu hadiselerin yaşandığı günlerde ABD’nin İnsan Haklarından Sorumlu Bakan Yardımcısı
Harold Hongju Koh Türkiye’ye resmi ziyarette bulunmak için gelmiş ve 01 Eylül 1999 tarihinde Urfa ve Mardin
illerinde incelemeler yapmıştır. Bu seyahatte Öcalan’ın Avukatı Ercan Kanar, Koh ile 1,5 saat görüşerek Öcalan’ın
görüşlerini kendisine aktarmıştır. Koh görüşmelerde hem PKK’ya hem de Türkiye’ye mesajlar vererek, herkesi
kontrol altında tutmak için basit uyarılarda bulunmuştur. Harold Hongju Koh görüşmeler sonrası yaptığı
açıklama da ise; "ABD, uzun suredir, Kürt sorununun sadece askeri yoldan çözülemeyeceği görüşüne sahiptir. Kalıcı bir
çözüm için demokrasinin genişletilmesi gerekmektedir" ifadelere yer vererek ABD’nin ileriki süreç için isteklerini
sıralamıştır.

Her ne kadar Öcalan sözde barış çabalarında Batılı güçleri adres gösterse de bir kısım ülkelerin gelişen
süreçten rahatsız oldukları açıkça ortaya çıkmaktaydı. Başta Yunanistan, İran ve bazı AB ülkeleri PKK’nın silah
bırakmasının Türkiye’nin güçlenmesine neden olacağını ve Türkiye’de huzur ortamının yakalanacağını
düşünerek, silahlı eylemlerin devam ettirilmesini istemişlerdir.

Bu yönlü bir gerçekliğin var olduğu bizzat Öcalan tarafında da ifade edilmiştir. 13 Eylül 2000 tarihli
avukat görüşmelerinde bu husus konuşulmuştur.

Görüşmelerde;

Avukatlar: “Kuzeyli Kürt örgütlerinin platformunun bir kısmı savaşın durmasından sonra önderlik ve parti
aleyhine faaliyetler içerisine girdikleri, Almanya'nın bunları yönlendirdiğini partinin bildiği aktarıldı”

Öcalan; “Bu gruplar Almanya bağlantılıdır. Yunanistan-Almanya kanadının yönlendirmesidir. Selahattin Çelik vb bu
kanadın çabalarıdır. Hazırlıkları kapsamlıdır. Beni Kenya'ya götüren adam bu kanadın adamıdır. Benim imhamı hedefleyen
bir yaklaşım. Alçakça bir komplo, beni oraya götüren adam -Agit diyordu kendine- azılı bir Türk düşmanıydı. Almanların
adamıdır. Türkiye'de yaşayamayacağımı düşündüler. Ben de inanmıyordum. O sırada Selahattin Çelik Atina'ya getirildi.
Siz ilk görüşe geldiğinizde İstanbul'da bombalar patlıyordu”.

Avukatlar: “Ferhat arkadaşın TV konuşmasında komplodan sonra Mahir'in kendilerine gelerek, eğer savaşa devam ederlerse
uluslararası güçlerin her türlü desteği sağlayacağı teminatı verdiklerini açıklaması aktarıldı”

451
FARUK ARSLAN

Öcalan: “Rusya, İngiltere, Almanya var. Her türlü silah vaadi var, Yunanistan var. Aslında siz bu tarihi gerçekleri Mesut
Yılmaz'a aktarabilirsiniz. Apo'nun sorgu süreci size geldi mi gelmedi mi diye sorun. Biz Türk düşmanlığını niye geliştirelim.
15 Şubat sürecinde Dışişleri Bakanı İran ve Ermenistan'a gitti. Türkiye'nin dostları görününler 50 yıllık mutlak savaşı
dayattılar…” şeklinde geçen bilgilerde durumu özetlemektedir.

Öcalan her ne hikmetse 25 yıl Türk devleti ile savaşıp, tüm desteğini Batı toplumundan ve Türkiye
düşmanlarından alırken, uğradığı ihanetle gerçekleri ancak yakalandıktan sonra görebilmiştir. PKK’ya destek
veren ülkelerin aslında PKK’yı ve Kürtleri sevdikleri için değil, Türkiye düşmanlıkları dolayısı ile örgüte destek
verdiği bu defa daha net ortaya çıkmıştı. Gerçeği artık Öcalan ve arkadaşları da anlamak zorunda kalmıştı.

Yine 23 Mayıs 2001’de ki görüşmede “… Avrupa’da ölenler oldu, İran’da ölenler oldu. Kürtler için bir özgürlük
adımı atıldı, Kürtler terbiye edilecekti. Avrupa özelikle Almanlar ve İngilizler temiz bir özgürlük hareketi istemiyorlar,
Yunanistan’da öyle. Yunanistan ve Ermeni siyasi elitinden samimi ittifak beklenmemeli. Birlikte hareket ederken üstünsen
hakim olmak daha fazlasını almak isterler, zorda kalırsan ihanet ederler yada kaçarlar. Yunan halkıyla dostluk geliştirmek
isterim, dostlarım da vardır, halklara düşmanlık temelinde söylemiyorum, Yunan ve Ermeni halklarını severim, kültürlerine
hayranlığım vardır fakat siyasi eliti fazla iç açıcı değil, tehlikelerle doludur…” şeklindeki ifadelerle güvendiği iki
ülkeden uğradığı hayal kırıklığı ifade edilmiştir.

Öcalan’ın silah bırakma çağrısı ve PKK’nın silahlı güçlerinin önemli bir kısmını Türkiye topraklarından
dışarı çekmesin diğer ülkeleri rahatsız ettiği Avrupa’da yaşayan yazar Mahmut Baksi tarafından da açıkça dile
getirilmiştir. Baksi; “…ne zaman PKK siyasi zemini zorlasa devlet içerisindeki çeteler ve savaştan çıkarı olan güçler bizim
yanımıza geliyordu. PKK içerisindeki çeteler, Rusya, bazı bölge ülkeleri, Avrupa’dan Almanlar böyle zamanlarda ortaya
çıkıyordu. Kiminin paradan çıkarı vardı, kiminin petrolden çıkarı varsa geliyordu…” şeklinde tespitleri de örgütün
kimler tarafından kullanıldığını göstermektedir.

Örgütün eski merkez komite üyesi Baki Karer ise bu konuda; “Öcalan’ın çıkmazı ortaya çıkış biçimiyle
başlamış, Ortadoğu’ya uzanmasıyla derinleşmişti. Karanlık odaklara olan zaafı kaderini de belirlemişti. Öyle ki, güç
odaklarından çektiği kadar hiç kimseden çekmemişti. Her istihbarat örgütü kendi ülkesinin çıkarlarını dayatmıştı. Çıkar
savaşımı içinde boğulan Öcalan, cücelikten bir türlü kurtulamamıştı. Herkesi şu veya bu biçimde memnun etmek istemişse
de kimselere yaranamamıştı. Örneğin; İran ve Saddam intihar eylemlerinin daha çok askeri hedeflere yönlendirilmesini
isterken, Yunanistan sanayi tesislerin, turistik bölgelerin ve ormanların hedef alınmasını istemişti. Avrupa’nın birkaç ülkesi
de lojistik desteklerini, tamamen büyük kentlerde intihar saldırılanın yapılması şartına bağlıyordu. Militanların ve
hazırlanmış bombaların Almanya ve Hollanda üzerinden İstanbul’a sevk edilmesinin birçoklarında yarattığı şaşkınlık hâlâ
hafızalardadır. Suriye ise sürekli kargaşadan yanaydı. Silahlı eylemlerin aralıksız, hedef gözetilmeksizin rastgele yapılmasını
dayatıyordu. Öcalan bu kadar karmaşık ilişkiler içinde kaybolmuş, insiyatif ve taktik geliştiremez hale gelmişti…”
beyanlarıyla Öcalan’ın içine düştüğü karmaşık ilişkilere ve eylemlerde diğer ülkelerin rolüne dikkat çekmiştir.

Öcalan mesajlarında sözde savaşın bitirilmesi yönünde irade koyacağını belirtse de onu kontrol eden
güçler çatışmaların bu şekilde sonlanmasından yana değillerdir. 2003 yılından sonra yaşananlarda bunun bir
göstergesi olmuştur. PKK 1999 yılında silahı kısmi olarak bıraktığını ifade etmiş ve zaman içerisinde siyasal

452
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

mücadeleye girileceği belirtilmiştir. 1999 yılında başlayan bu süreç 2003 kadar devam etmiş, fakat bu süreç Kasım
2002’de Ak Partinin iktidara gelmesiyle sonlandırılmıştır. Silahı bırakma gayretinde olan PKK, ateşkese son
vererek, ani bir kararla yeniden silahlı mücadele kararı almıştır. Bu kararın altında Mahmut Baksi’nin ifade ettiği
gibi güçlerin etkisinin ne olduğu ise ayrı bir araştırma konusudur.

Yurtdışında Basın Yayın Faaliyetleri

Örgüt elebaşının yargılandığı ve ölüm cezasına çarptırılmasının akabinde sürdürülen örgüt


faaliyetlerinde bölücü nitelikli basın yayın organları aktif rol oynamıştır. Bu basın yayın organlarından en
önemlisi yurt dışında yayın yapan MED TV, Serxwebun Dergisi ve Türkiye’deki Özgür Halk dergisidir. Ancak,
örgüt elebaşının ilk yakalandığı günlerde kitleleri tahrik ettiği ve saldırıları teşvik ettiği gerekçesiyle MED TV
kapatılmıştır.

Bu nedenle terör örgütü PKK yandaşları ile Avrupa'da PKK doğrultusunda faaliyet gösteren bazı
kuruluşların MED-TV'nin kapatılmasını protesto etmek amacıyla bir kampanya düzenledikleri, bu doğrultuda,
İngiliz Bağımsız Televizyon Komisyonu İTC'nin telefon-faks numaralarını örgütün yayın organlarında
yayınlayarak buraya protesto mesajları gönderilmesini istedikleri, bu doğrultuda yüzlerce dilekçenin ilgili
kuruluşa faks edildiği görülmüştür.

Diğer yandan, terör örgütü PKK doğrultusunda Almanya'da faaliyet gösteren YEK-KOM tarafından
hazırlanan bültende, MED-TV'nin kapatılması konusu işlenmiş, "Kamuoyuna Acil Çağrı" başlığıyla yayınlan bir
yazıda MED-TV'nin kapatılmasını protesto etmek amacıyla imza kampanyalarının yoğunlaştırılması yönünde
karar alındığı belirtilmiştir.

Örgüt yönetiminin MED TV'nin kapatılmasıyla meydana gelen boşluğu doldurmak amacıyla alternatif
televizyon yayıncılığına yöneldikleri gözlemlenmiştir. Bu amaçla CTV (Christian TV) kanalıyla bir anlaşma
yapılarak, yayın frekanslarının değiştirilmesi kararlaştırılmıştır.

Bu meyanda, 29 Mart 1999 tarihinde CTV (Christian TV) günde iki saatlik yayın anlaşması yapılmıştır.
Christian TV’nin idari merkezi Almanya'da olup, Vatikan tarafından finanse edilmekte ve İngiltere’den aldığı
yayın lisansıyla uydu yayın yapmaktadır. Bu anlaşma sonucu Christian TV’de MED-TV yayınlarına paralellik
arz eden Kürtçe yayınlar başlamıştır.

14 Mayıs 1999 tarihi itibariyle bu yayınların uydu ve frekansları değiştirilerek, yeni yayınlar Arab-Sat
uydusu, 13 derece Doğu, 11.100 Mhz frekansları üzerinden gerçekleştirilmiştir. Aynı yayınların Intelsat uydusu

453
FARUK ARSLAN

1 derece Batı 11.100 Mhz frekanslarından da izlenmesiyle birlikte "Cudi TV" adında yeni bir televizyon kanalı da
kurulmuştur.

Hem Christian TVde hem de Cudi TV’de Hz. İsa’nın (a.s.) yaşamı ve Hıristiyanlık dininin doğuşunu konu
alan filmin Kürtçe, Farsça, Arapça ve Süryanice dublajlarıyla yayınlanmıştır. Söz konusu TV kanalında önceleri
18.00 – 24.00 saatleri arasında sadece Kürtçe müzik yayını yapılmakta iken, 29 Mayıs 1999 tarihinden itibaren
Kürtçe ve Türkçe haber programları ile daha önceden MED-TVde yayınlanan "Ronahi-Aydınlık", Dıbıstana
Kurdi-Kürtçe Okulu", "Tebe" adlı sözde eğitim ve siyasi-aktüel nitelikteki programlar yeniden yayınlanmaya
başlanmıştır.

06 Nisan 1999 tarihli Öcalan’ın Avukatları ile yaptığı görüşmede, Öcalan, Avukatlara CTV yayınlarında
Hristiyanlığı öven yayınlarının yapıldığını ifade ederek, görüşlerine başvurmuştur. Bu görüşmede geçen
diyaloglar şu şekildedir.

“Öcalan: televizyonun durumu nasıl

Avukatlar; yayınlar CTV’de devam etmektedir.

Öcalan: CTV’nin günde bir saat Hristiyanlık propagandasını yaptığı söylenmekte, bu durum halkımızı olumsuz etkiler mi?

Avukatlar: bir şey olmaz başkanım.

Öcalan: Yayın dilinin çizgiye uygun olması gerekir” şeklinde geçen diyaloglar ibret vericidir.

Öcalan’ın yakalanmasından sonra ortaya çıkan bu süreçte örgütün talimatları ile her sempatizan ailenin
İncil temin etmesi ve onu okuması istenmiştir. Bu dönemde operasyon yapılan birçok evden İncil çıkışı da bu
talimatın kısmen uygulandığını göstermiştir.

CTV’de terörist Abdullah Öcalan’ın 31 Mayıs 1999 tarihinde başlayan duruşması ile birlikte Avrupa
alanında kamuoyu yaratmak amacıyla haber programları ile sözde siyasal-aktüel programların terör örgütünün
propagandalarına uygun bir format içinde yayınlanması hedeflenmiştir.

Öte yandan terör örgütü paralelinde Almanya/Frankfurt'ta yayın yapan Özgür Politika Gazetesine
yönelik olarak Alman makamlarınca başlatılan soruşturma örgüt yapısını tedirgin etmiş, bu amaçla gazete
merkezinin başka bir şehirde faaliyet göstermesi gündeme gelmiştir. Ayrıca örgüt mensupları söz konusu
gazetenin yeni bir isimle çıkarılması yönünde bazı çalışmalarda yapmışlardır. Böylece çıkarılacak gazete
yıpranmayacak ve hakkında dava olmayan bir gazetenin kurulması sağlanacaktır.

454
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

CTV’nin yanında yeni bir TV kanalının da devreye sokulması gündemleştirilmiş, bu amaçla 08 Temmuz
1999 tarihinde Fransa'da Media S.A adıyla bir şirket kurulmuştur. Medya TV adıyla 29 Temmuz 1999 tarihinde
test yayınlarına başlayan televizyonun tüzüğünde "Avrupa'da yaşayan Küçük Asya Etnik azınlıklarına yönelik TV
yayıncılığı gerçekleştirmek" şeklinde bir ifade yer almıştır.

Medya TV'nin açılışı sebebiyle 31 Temmuz 1999 günü saat 14.00'te Fransa/Paris'te Villeban-Sur-Yvette
(Essonne-91 bölgesi) bulunan Grand-Dome kapalı spor salonunda bir tanıtım kokteyli düzenlenmiştir.

Medya TV test yayınları 14 Mayıs 1999 tarihinden bu yana yayını devam eden CTV'nin yayın yaptığı
Eutelsat-Hot Bird uydusu 13° Doğu, 10.853 MHz. frekansları üzerinden gerçekleştirilmiştir. Medya TV'nin test
yayını yaptığı saatlerde ise CTV yayınları kesilmiştir. Kapatılan Med-TV ve CTV'de faaliyet gösteren "Programcı,
sunucu, spiker." vb. elemanları Medya TV programlarında görev almış ve programlar eski Med TV stüdyolarında
hazırlanarak yayınlanmıştır. Böylece propaganda, teşkilatlanma ve eylemlilik açısından büyük önemi bulunan
basın yayın faaliyetlerini her zeminde sürdürülmeye çalışılmıştır.

Yurt içinde legal imkânlar zorlanarak günlük gazeteler, dergiler yayınlanmıştır. Kapanan yayınların
yerine hemen yeni yayınlar devreye konmuştur. Dönem itibarıyla yurt içinde yayınlanmakta olan Özgür Bakış
isimli gazete örgüt elebaşının yargılanması aşamasında olduğu gibi sonrasında da örgüt mensuplarının
yönlendirmede aktif rol üslenmiştir. Ülkemiz her zaman MED TV’nin ve Özgür Politika gazetesinin Avrupa’da
yasaklamasını istemiş olsa da, kendi ülkesinde aynı yayını yapan TV, dergi ve gazetelere müsamaha etmiştir. Bu
durum da bir çelişki olarak karşımıza çıkmış, Avrupalılarca aleyhimize kullanılmıştır.

Ülkemizde yayın yapan Özgür Bakış, Özgür Halk, Kadının Sesi v.b gazete ve dergiler aleni bir şekilde
PKK terör örgütünün eylem talimatlarını kitlelere aktarırken, örgüte bağlı bu yayınlara yönelik sadece toplatma
kararı verilmesi ise tirajı komik bir durum oluşturmuştur. Avrupa’da yasadışı ilan edilen dergi ve gazetelerin
mal varlıklarına el konurken, ülkemizde terör öğütleri paralelinde yayın yapan basın-yayın organlarına aynı
uygulama yapılmamıştır.

Bu kurumların kapatılması süreci yıllarca süren adli sürece takılmış olup, bu dönemde mal varlıklarına
el koyma gibi bir cezada uygulanmamıştır. Kendi ülkesinde terör örgütünün yayınlarını legalleştiren bir devletin
başka ülkelerden tedbir almasını istemesi de ciddiye alınmamıştır.

PKK Faaliyetlerinin Değişim Süreci

455
FARUK ARSLAN

Abdullah Öcalan, yakalanmasının akabinde örgüt militanlarının Türkiye’den K. Irak ve İran’a çekilmesi
talimatını vermiş ve avukatları aracılığıyla 1 Eylül 1999 tarihinden itibaren de sözde tek taraflı ateşkes ilan ettiğini
kamuoyuna duyurmuştur.

Sözde ateşkes ilan edildiği 1 Eylül 1999 tarihinde yurt içinde örgüt elemanlarında bariz anlamda bir
başıbozukluğun ortaya çıktığı görülmüştür. Fakat A. Öcalan’ın avukatları vasıtasıyla örgüt yönetimiyle temas
kurması ve mahkeme safahatından itibaren şekillendirmeye başlayan yeni dönem stratejisini kabul ettirmesiyle,
örgüt açısından belirsizlikler giderilmeye başlamıştır.

1 Eylül 1999'dan itibaren silahlı mücadeleye son vererek mensuplarını sınırların dışına çekme çağrısı
akabinde, örgütün sözde üst düzey yöneticileri teröristbaşı A. Öcalan’ın yapmış olduğu çağrıyı bütünüyle kabul
ettiklerini belirtmişlerdir. Bu durumda hareket tarzı; yurt içerisinde faaliyet gösteren kadroların geri çekilmesi ve
bazı bölgelerde sınırlı sayıda da olsa ilişkileri devam ettirecek örgüt mensuplarının bırakılması şeklinde
benimsenmiştir. Geri çekilmeyle birlikte örgüt içerisinde bazı bölgelerde Öcalan karşıtı hareketlerde belirmeye
başlamıştır.

A. Öcalan tarafından ortaya konan yeni strateji hem bölgede hem de Avrupa’daki kadroların önemli bir
bölümünce hemen benimsenmiştir. İlk günlerde şiddet içerikli taşkınlık hareketlerinde bulunan Avrupa'daki
örgüt taraftarları, daha sonra faaliyetlerini yeni stratejiye uyarlamışlardır. Başlatılan sözde barış girişimi
kapsamında, örgütün cephe örgütlenmesi olan bünyesindeki sorumlu kadroların katılımı ile Avrupa alanında,
döneme uygun politikaların tespiti ve eğitim amaçlı bir toplantını gerçekleştirilmiştir. Toplantıda, Avrupa
ülkelerinde etkin faaliyet yürütecek "Barış İnisiyatifi" adı altında bir oluşumun faaliyete geçirilmesi veya bu konu
üzerinde yoğunlaşacak bir etkin kadronun oluşturulması planlanmıştır.

Dönem içerisinde, terör örgütü adına Avrupa ülkelerinde faaliyet gösteren çeşitli organizasyonlar
tarafından, terörist başının "Demokratik Çözüm" çağrılarına destek vermeyi hedefleyen konferans, toplantı vs.
etkinliklerin yapıldığı gözlenmiştir. Yeni strateji temelinde SKP (Sürgünde Kürdistan Parlamentosu) isimli
oluşum, 26 Eylül 1999 tarihinde Belçika-Brüksel kentinde yaptığı 11. Genel Kurul Toplantısı'nda, kendisini
feshederek, yine örgüt güdümünde oluşturulan sözde KNK (Kongra Netavviya Kürdistan-Kürdistan Ulusal
Kongresi) isimli oluşuma dahil olmuştur.

KNK, PKK himayesinde bir sözde Kürt iradesi oluşturmak ve yine PKK adına diplomatik faaliyet
yürütmek amacıyla Nisan 1999 ayında kurulmuş olup, sözde Kürt Milli iradesi misyonu üslenmiştir. Kendi
ifadelerine göre KNK, Ulusal Birliğin kurumsal ifadesi rolünü temsil etmektedirler.

Bu açılımlardan sonra planlamalar doğrultuda 04 Eylül 1999 tarihinde Norveç’in Oslo kentinde "Öcalan'a
özgürlük ve Kürdistan'a Barış Festivali" adı altında bir etkinlik düzenlenmiş, Festivale, İskandinav ülkelerinde
faaliyet gösteren PKK yandaşlarının yanı sıra, Norveçli bazı İnsan Hakları Savunucuları da katılmıştır.

456
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Yine, 18–19 Eylül 1999 tarihlerinde İtalya’nın Ancona şehrinde, İtalyan sivil toplum örgütlerinin
organizesinde, "Şimdi Değilse Ne Zaman" adıyla bir konferans düzenlenmiş, Güneydoğu sorununun barış içinde
çözüme kavuşturulması talepleri dile getirilmiş, konferansa PKK mensupları ve İtalya'da PKK'ya yakınlığı ile
bilinen Sosyalist-Komünist çevreler iştirak etmiştir. Ayrıca 23-24 Eylül 1999 tarihleri arasında, PKK mensupları
ve yandaşlarının da iştirakiyle, İtalya’nın Perugia şehrinde "3. Halklar Asamblesi" adı altında bir konferans daha
düzenlenmiştir.

Öte yandan, İngiltere’nin Başkenti Londra'da faaliyet gösteren PKK yanlısı DAY-MER (Türkiye ve
Kürdistan Toplumu Dayanışma Merkezi) tarafından, ülkemizdeki depremzedelere yardım amacıyla bir
kampanya düzenlenerek, PKK’nın değiştiği, insani bir yüzünün de olduğu vurgulanmaya çalışılmıştır.

Öcalan’ın talimatıyla 1 Ekim 1999 tarihinde biri kırsal alandan diğeri Avrupa’dan olmak üzere PKK
mensuplarından oluşan sözde “barış grubu“ adıyla iki grup Türkiye’ye gelerek, güvenlik güçlerine teslim
olmuştur. İkinci grup ise 29 Ekim 1999 tarihinde ülkemize giriş yapmıştır.

Almanya'da yayımlanan Özgür Politika Gazetesi'nde, 16-17 Ekim 1999 tarihleri arasında, Almanya’nın
Oldenburg şehrinde, PKK mensup ve yandaşlarının organizesinde, "13. Kürdistan Halk Oyunları ve Müzik
Yarışması" adıyla bir etkinlik düzenleneceği şeklinde haberler yer almıştır. Genel anlamıyla bu dönem daha çok
silahlı şiddet hareketlerin duraksama gösterdiği, bunula beraber diğer propaganda türü faaliyetlerin hızla
yükseldiği bir dönem olmuştur.

Yeni dönemde Avrupa'ya Biçilen Rol

Yukarıdaki başlıklarda da ifade edildiği gibi 1999 yılından sonraki dönem sözde barışçıl çabalara hız
verilen bir dönem olmuştur. Öcalan 21. yüzyılda silahlı mücadele ile sonuç almanın yenidünya düzeni ve onun
yürütücüsü güçlü ülkeler tarafından kabul edilemez olarak nitelendiği gerçeğinden hareketle, salt silahlı
faaliyetlerin başarısızlığa yol açacağı, bu nedenle silahlı faaliyetlerin siyasal taleplerle gizlenmesinin akıllıca
olacağını vurgulamıştır.

Bu kapsamda, bugüne kadar emperyalizmin öncüsü olarak nitelenen ABD'nin onayı olmadan bölgede
yeni bir oluşumun mümkün olmadığı tespitini yapan terör örgütü, Batı ülkelerinin vurguladığı talepleri
gündeme getirmeye çalışmıştır.

457
FARUK ARSLAN

Örgütün sözde barış çabaları tamda ülkemizin AB'ne üyelik sürecinin başlamasına denk geldiğinden,
yönetim "Kopenhag Kriterleri" çerçevesinde Türkiye’yi sıkıştırmayı amaçlamıştır. Alınan karara göre Türkiye’nin
AB üyeliği görünüşte desteklenecek ve Güneydoğu sorunu AB'nin sorunu haline getirilecektir.

Bu tespitten hareketle örgütün; Batılı ülkelerin, örgütün silahlı faaliyetleri azalttığına


inanmaları/güvenmeleri ve Türkiye Cumhuriyeti'ni insan hakları ve demokratikleşme konularında
sıkıştırmalarını istediği anlaşılmıştır. AB sürecinde ilgili birlik tarafından ileri sürülecek insan hakları ve
demokratik adımlar meselesinde Türkiye’nin atacağı adımların PKK’nın amaçladığı politikalar paralelinde
olması hedeflenmiştir.

Başka bir ifadeyle, AB kriterlerini kabul eden bir Türkiye'nin değişik kültürlerin ülke içinde kendini ifade
etmesine imkân tanımak zorunda kalacağı, ayrıca örgütlenme ve ifade özgürlüğünün gelişeceği belirtilmiştir.
"İfade Özgürlüğü" tabirinden, bir halkın dil ve kültür özgürlüğünün anlaşılması gerektiği izah edilmiştir. Bu
özgürlüklerle o halkın kendini güç haline getireceği, ancak şiddete başvurulmayacağı ve sınırlara
dokunamayacağı izah edilerek, bunun Öcalan tarafından örgüte sunulduğu ve kabul gördüğü, ancak henüz
Türkiye'de tam anlaşılamadığı iddia edilmiştir.

Örgütün, dil ve kültür talebinin ön plana çıkarılması amacıyla organize ettiği gösterilerde işlenen konular
ve atılan sloganlarda dil, kültür ve Kürtlük adına bir ifade kullanılmaması, bunun aksine; “Biji serok Apo, Şehid na
mırın/şehitler ölmez, dişe diş kana kan seninleyiz Öcalan, özgürlüğü özgürlüğümüzdür, Öcalan’ız dünyayı başınıza
yıkarız…” diye uzayıp giden ifadelerin hiç birin Kürt, Kürdistan, Kürtçe ve gelenek kelimeleri kullanılmamıştır.
PKK’yı bilen uzmanlarında tespit ettiği gibi örgüt bir Kürt örgütü değil Öcalan örgütüdür. Öcalan, kendisinin
var olması halinde bir Kürt meselesinin devam etmesini, değilse Kürtlerin ve hedeflerin olmasına gerek
olmadığını defalarca ifade etmiştir.

Bu nedenle örgüt, Türkiye’nin AB sürecinde atacağı adımlardan, Kürtler adına bir kazanım değil
Öcalan’ın özgürlüğüne kavuşması adına beklenti içerisine girmiş, düzenlenen tüm kampanyalarda da Öcalan
eksenli projeler dillendirilmiştir.

Diğer yandan bu dönemde Öcalan tarafından ortaya atılan legalleşme projesinin bir saptırmaca olduğu
hedefin örgütü toparlamak olduğu da izlenmiştir. Örgüt 1998 yılından beri ciddi bir yenilgi durumunda olup, iki
yıldan beri bir ateşkes sürecini Türkiye’ye kabul ettirmek istemektedir. Öcalan’ın yakalanmasıyla bu yenilgi ve
moral çöküntüsü daha da derinleşmiştir.

PKK terör örgütü yönetimince AB ile ilgili olarak alınan kararlarda; Türkiye’nin AB üyeliğinin sözde
desteklenmesi, bu süreç içerisinde atılacak demokratik adımlar çerçevesinde PKK lehine bazı kazanımların
sağlanması şeklinde hedefler tespit edildiği belirtilirken, gerçekte ise Türkiye’nin AB’ye üye olmasını engellemek
için tüm Avrupalı kurum ve kuruluşlar nezdinde görüşmeler yapılması kararlaştırılmıştır.

458
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

PKK terör örgütü bu süreç içerisinde Türkiye’nin AB üyeliğini engellemek için elinde gelen her şeyi
ortaya koymuştur. Çünkü Türkiye’nin AB üyeliği ve bu süreçte atacağı adımlar, terör örgütünün ideolojik
beslenme kaynaklarını ortadan kaldıracağından, üyelik örgüt tarafından istenmeyen bir konu haline gelmiştir.
Bu çerçevede yapılacak pazarlıklarda örgütün gücünün gösterilmesi için, kitlenin dinamik tutulması amacıyla;

09 Ekim 1999 tarihinde PKK yanlısı derneklerin organizesinde Frankfurt şehrinde "İdama Hayır-Barış
Hemen Şimdi" adı altında gerçekleştirilen yürüyüşe örgütün kaynaklarına göre (20.000) civarında kişi katılmıştır.
Ayrıca, Avustralya, Danimarka, Ermenistan, İngiltere ve İsveç'te de benzer taleplerle, az sayıda örgüt mensubu
ve yandaşının katılımıyla gösteriler düzenlenmiştir.

Öte yandan, A. Öcalan’ın İtalya’nın Başkenti Roma'da bulunduğu dönemde, Roma İstinaf Mahkemesi'ne
iltica talebiyle ilgili İtalyan avukatları aracılığıyla yaptığı başvurunun, 08 Ekim 1999 tarihinde kabul edildiği
açıklanmıştır. Roma İstinaf Mahkemesi'nin bu kararının pratikte bir bağlayıcılığı bulunmamakla birlikte, örgüt
mensuplarına moral destek sağlamıştır. İtalyan hükümeti bu kararla kendini örgüte sempatik göstermeye
çalışmıştır.

Bu yıl örgütün askeri kanat sorumlusu Murat Karayılan Irak’tan Hollanda’ya geçmiş, bir süre çeşitli
ülkelerde faaliyetlerin düzenlenmesine yardımcı olduktan sonra Hollanda ülkesine siyasi sığınma talebinde
bulunmuştur. Karayılan’ın Avrupa’da birçok isimle görüştüğü bilinmektedir. 8-21 Aralık 1999 ve 5-15 Şubat 2000
yılları içerisinde iki defa Almanya’ya giriş yaparak Almanya’da da görüşmelerine devam etmiştir. Bu faaliyetleri
takip etmekle görevli Türk istihbarat elemanları ise Yeşillerin uhdesinde olan Dışişleri Bakanlığı görevlilerince
engellenmiş ve Almanya’da yasaklı olan bir terör örgütünün liderinin rahat faaliyet göstermesi sağlanmıştır.

Avrupa'da faaliyet gösteren PKK mensupları ve yandaşlarınca, "Öcalan’ın idam edilmemesi" talepleriyle
düzenlenen etkinliklere Kasım 1999 tarihinde de devam etmiştir. Düzenlenen etkinlikler şu şekildedir.

 01 Kasım 1999 tarihinde, Almanya/Ulm şehrinde, yaklaşık 300 kişinin katılımıyla bir miting,
 05 Kasım 1999 tarihinde, Avusturya/Viyana'da, Avusturya Kürt Dernekleri Federasyonu (FEY-KOM)
organizesinde, "İdama Hayır, Barış Hemen Şimdi" adı altında bir yürüyüş,
 20 Kasım 1999 tarihinde, Almanya/Frankfurt şehrinde, YEK-KOM organizesinde, 1.000 civarında PKK
mensubu ve yandaşının katılımıyla bir gösteri,
 20 Kasım 1999 tarihinde, Almanya/Hannover şehrinde, "Hannover ve Çevresi Yezidi Kültür Derneği"
bünyesinde faaliyet gösteren PKK yandaşlarının organizesinde, yaklaşık 400 kişinin katılımıyla,
"Öcalan'a Özgürlük" konulu bir gösteri yürüyüşü düzenlenmiştir.
 Öte yandan PKK yanlısı kurum ve kuruluşlarında Avrupa faaliyetlerine biçilen misyon gereğince çeşitli
etkinlikleri söz konusu olmuştur. Terör örgütü PKK'nın alt örgütlenmelerinden Kürdistan İslam
Hareketinin (KİH), 27-28 Kasım 1999 tarihlerinde, Almanya/Hagen şehrinde altı ayda bir yapılan merkez
toplantısını gerçekleştirilmiştir. Toplantıda, Abdullah Öcalan tarafından başlatılan sözde
demokratikleşme ve barış sürecine destek verildiği, Öcalan'a verilen idam cezasının Yargıtay'da
onaylanması protesto edilmiştir.

459
FARUK ARSLAN

 Yine, YEK-KOM tarafından, Almanya'da yaşayan Kürtlerin haklarının tanınması amacıyla bir imza
kampanyası başlatılmıştır. 15 Mart 2000 tarihine kadar devam edecek kampanya neticesi toplanacak
imzaların, Alman Federal Parlamentosu'na iletilmesi hedeflenmiştir.
 PKK sözde 6. Kongresi sonrasında faaliyete geçirilen PJKK (Kürdistan İşçi Kadınlar Partisi)'nin cephe
aparatı olarak faaliyet gösteren EJAK (Kürdistan Özgür Kadınlar Cephesi) tarafından
Almanya/Hannover şehrinde, 26 Aralık 1999 tarihinde "Barış Sürecinde Kadının Rolü ve Görevleri" bir
toplantı düzenlenmiştir.
 10 Aralık 1999 tarihinde, Belçika'da, Brüksel Kürt Enstitüsü ve Kürt Pen Kulübü tarafından, "Kürt
halkının dili, edebiyatı ve kültürü" konulu bir konferans düzenlemiştir.
 10-11 Aralık 1999 tarihleri arasında Finlandiya/Helsinki'de düzenlenen Avrupa Birliği Toplantısı
Avrupa’da faaliyet gösteren örgüt mensupları ve yandaşlarınca propaganda amacıyla değerlendirilmek
istenmiştir. Nitekim toplantı öncesinde ve toplantıyla eş zamanlı olarak Helsinki'de örgüt mensupları ve
yandaşlarınca çeşitli gösteriler düzenlenmiştir. Gösterilerde Öcalan'a verilen idam cezası ile bağlantılı
olarak ülkemizin Avrupa Birliği'ne alınmaması yönünde bir tutum takınılması dikkat çekici olmuştur.

Türkiye'nin AB'ye adaylığının ilanı ile örgüt mensupları ve yandaşlarının Avrupa'nın çeşitli kentlerinde
düzenledikleri etkinliklerde genel olarak “Abdullah Öcalan’ın idam cezasının kaldırılması, düşünce suçlularının ve
siyasi mahkûmların serbest bırakılması, PKK militanlarına yönelik askeri harekâtın durdurulması" taleplerini dile
getirilmiştir. Örgütün, özellikle dönem itibarıyla, terörist yüzünü gizleyerek siyasi bir hareket imajı kazanma
yönündeki gayretinin arttığı görülmüştür.

Örgütün Avrupa’da faaliyetlerini hızlandırdığı bu süreçte yalnızca 20 Nisan 1999 günü Alman polisi
tarafından Frankfurt ve Darmstat’ta bazı örgüt evlerine baskın yaparak 17 örgüt mensubunu gözaltına almış, bu
operasyonda göstermelik olmaktan ileri gitmemiştir.

Yönetimde, Başkanlık Konseyinden Avukatlar Konseyine Geçiş

Teröristbaşı Abdullah Öcalan, yakalanmasının akabinde daha uçakta iken, yeni stratejisinin çerçevesini
ve istikametini belirlemiştir. Bu nedenle ilk işi, kendisiyle yasal olarak sürekli temasta olacak ve dışarıyla
bağlantılarını sağlayacak olan avukatlarını seçmesi olmuştur.

Nitekim savunmasını üslenecek olan birçok avukatı geri çevirirken, kendisiyle sanık müdafi ilişkisinden
ziyade teröristbaşı örgüt elemanı ilişkilerini sürdürecek avukatları seçmiştir. Böylece, avukatları aracılığıyla, kısa
sürede örgütü düşündüğü istikamete doğru yönlendirmiştir.

Öcalan, avukatlarına birçok çeşitli görevler vermiştir. Kimisini AİHM'de dava açmaya yönlendirirken,
bir bölümünü Yunanistan'a göndermiştir. Bir kısmını kendine yardım edebileceğini düşündüğü bazı kesimlerin
desteğini sağlamaya görevlendirirken, diğer bir kısmını örgütle ilişkilerde kurye olarak kullanmıştır.

460
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Öcalan’ın konumu ile ilgili olarak, Batılı ülkelerin Türkiye'ye karşı yaptırımcı bir tutum izlemelerini
sağlanmak amacıyla yargılanma aşamasında beş avukat Avrupa’ya gönderilmiştir. Öcalan, bu avukatlardan
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Avrupa Konseyi İşkenceyi İzleme Komitesi, Uluslararası Af Örgütü, Birleşmiş
Milletler İnsan Hakları Komisyonu, Sınır Tanımaz Doktorlar ve Barolar başta olmak üzere çeşitli Avrupa ülkeleri
parlamento ve kuruluşları ile temasa geçmelerini veya mektupla başvuru yapılarak, "tutukluluk şartlarının kötü
olduğu ve izolasyona tabi tutulduğu" şeklinde kamuoyu oluşturmalarını istemiştir.

İmralı Kapalı Cezaevi'nde kendisini ziyaret eden Avrupa Konseyi İşkence İzleme Komitesi'nin ikinci kez
tekrar adaya gelmesi ve yargılama süreci boyunca Avrupalı bir grup avukatın Türkiye'ye gelerek kendi
avukatlarına destek vermesinin sağlanması istediği bir diğer husus olmuştur.

Yine Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) sürecinde yakalanmasında var olduğu öne sürülen
uluslararası komplonun ortaya çıkarılması için çaba gösterilmesi, bunda payı olduğu değerlendirilen ABD,
İngiltere, Rusya Federasyonu, Yunanistan ve Kenya ile Türkiye aleyhine tek tek dava açılmasını istemiştir.
Girişimlerde avukatlarının fiilen gelişmelerin içerisinde yer almaları, böylece örgüt yönetimi ile görüşmeleri
dolayısıyla devlet nezdinde muhatap alınmalarının sağlanmasını istemiştir.

Avukatlarının içerisinde yer alacağı "Diyalog ve Uzlaşma Grubu" veya "Ulusal Barış Girişimi/Platformu"
isimli bir arabulucu grup oluşturulması, bu grubun doğrudan muhatap kabul edilmese de fiili bir diyalog
başlatması, Bu kapsamda, İngiltere’de faaliyet gösteren terör örgütü İRA'nın siyasi kanadı Sinn Fein'in olduğu
gibi kendi avukatlarının da devletin muhatap kabul edebileceği bir misyonu yüklenmeleri, bu grubun devletin
kurumları ve çeşitli çevre ve şahıslarla sürekli temas etmesini öngörmüştür. Ayrıca bu grup tarafından devlete
karşı af konusu, demokratikleşme, Kürtçe TV ve radyo yayınları, kültürel kimlik ve buna uygun örgütlenmelere
izin verilmesi gibi hususlarda sürekli öneri götürülmesini istemiştir.

Bu doğrultuda PKK Avrupa yönetimi, Almanya Dışişleri Bakanı'nın 21-22 Temmuz 1999 tarihlerindeki
Türkiye ziyaretinden önce, Claudia Roth görüşmüş ve kendisinden Öcalan’a verilen ölüm cezasının
uygulanmaması için Türkiye’ye baskı yapılmasını istemişlerdir.

1999 Ağustos ayı içerisinde; güvenlik kuvvetlerinden şehit olan ve PKK mensubu iken ölen şahısların
annelerinin buluşturularak, örgüt güdümünde ve başlatılan sözde barış girişimleri paralelinde kamuoyuna
yönelik görüşme yapmaları ve propaganda unsuru olarak kullanılmalarına yönelik bir etkinlik planlanmıştır. Bu
etkinliğe, Avrupa ülkelerinden birinde gerçekleştirilecek 'Barış Anaları' isimli bir festivalde yer verilmesi
planlanmıştır.

Abdullah Öcalan’ın avukatları tarafından oluşturulan Asrın Hukuk Bürosu tarafından, teröristbaşına
uygulanan sözde tecrit koşullarının iyileştirilmesi amacıyla AİHM'ne ek başvuru yapılmıştır. Asrın Hukuk
Bürosu organizesinde KHRP (Kurdish Human Right Project-Kürdistan insan Hakları Projesi) sorumlusu Kerim
Yıldız ve KHRP ile iltisaktı Avam Kamarası İnsan Hakları Sözcüsü Av. Mark Muller tarafından yukarıda

461
FARUK ARSLAN

belirtilen hususlara ilave olarak AHİM'ne "Teröristbaşının cezaevi koşullarının düzeltilmesi ve sözde sağlık problemleri
nedeniyle başka bir cezaevine naklinin gerçekleştirilmesini" sağlamak üzere başvuruda bulunulmuştur.

Yine, A. Öcalan’ın AİHM'deki davasına ilişkin çalışmalar; Asrın Hukuk Bürosu'nun yanı sıra Suriye'den
ayrıldıktan sonra avukatlığını üstlenen Brita (Britta) Böhler'in de ortağı olduğu Böhler-Prakken isimli avukatlık
bürosu ile PKK güdümünde İngiltere’de faaliyet gösteren KHRP (Kürdish Human Rights Project-Kürdistan insan
Hakları Projesi) avukatları ile birlikte yürütülmüştür.

Konu ile ilgili S. C.’nin bilgileri hayli ilginçtir. “…Brüksel'de Av. Botier isimli şahsın bürosunda bu tarihten
bir yıl kadar önce tercüman olarak işe başladım. Büroya genel olarak' iltica talebinde bulunan ve Türkiye'den bu Ülkeye
gelen kurt kökenli şahıslar gelmekte idi. Avukattan bu Ülkeye İltica etmek için gerekli yasal işlemlerin yapılmasını
istiyorlardı, bende avukat ile gelen şahıslara tercüman olarak yardımcı oldum.

Mart 1999 ayı başlarında Av. Botier Fransız sendikasına bağlı (9) kişilik Avukat grubunun Türkiye'ye çalışma yapmak için
gideceklerini… 20 Mart 1999 günü Claudie ve Benoit Hubert ve isimlerini hatırlamadığım diğer avukatlarla birlikte
İstanbul'a geldik kendilerinin programı dahilinde Taksim'de bulunan Asrın Hukuk Bürosuna gittik burada Abdullah
Öcalan'ın avukatlarından Ahmet Zeki Okçuoğlu, Niyazi Bulgan ve diğer avukatlarla Abdullah Öcalan'ın nasıl
yargılanacağı, İdam olup olmayacağı ve sağlık durumu hakkında görüşmeler yaptık. Daha sonra şu anda hatırlamadığım bir
HADEP teşkilatım ziyaret ettik buradaki görüşmede HADEP'in seçimlere katılıp katılmayacağı, Demokratik bir seçimin
yapılıp yapılamayacağı hususunda görüşmelerimiz oldu. Daha sonra günde İstanbul Barosunu ziyaret ederek Türkiye'deki
Avukatların sorunları ile ilgili bilgi aldık, DGM yasaları üzerinde görüş alış verişinde bulunduk, Abdullah Öcalan davasını
yürüten savcıdan randevu almak ve davanın seyri hakkında bilgilenmek için Fransa’dan faks çekildi konu ile ilgili
Bakanlıktan izin almamız gerektiğinden bu sonuca ulaşamadık, daha doğrusu savcı ile görüşemedik, bu görüşmelerden soma
29 Mart 1999 günü İstanbul'dan Uçakla Fransa'ya gittik;

Fransa'dan 04.04.1999 tarihinde Lyon barosundan bir avukat ve iki İnsan Haklan savunucusu ile birlikte tekrar İstanbul'a
geldik yine Asrın Hukuk Bürosuna giderek Ahmet Zeki Okçuoğlu ve Niyazi Bulgan ve ismini bilmediğim avukatlar ile
Abdullah Öcalan’ın davasını savunan avukatlara Türkiye'de yapılan baskı ve İnsan Haklan İhlalleri ile ilgili görüşmelerde
bulunduk ve ertesi günü Diyarbakır'a giderek IHD üyesi avukat Osman Baydemir ve diğer İHD mensuplarının DGM'deki
duruşmalarına katıldık, 06.04.1999 günü tekrar İstanbul'a döndük ve İstanbul'da Turistik yerleri ziyaret ettik. 07.04.1999
günü birlikte geldiğimiz Avukat ve İHD mensupları Fransa'ya döndü ben ise Asrın Hukuk Bürosunda çalışmaya başladım.
Fransa’dan ve diğer Avrupa Ülkelerinden gelen Abdullah Öcalan ile ilgili sütunlan bu büroda bulunan avukatlara tercüme
ediyordum. Hatırladığım kadarı ile Fransa'dan gelen Libelation isimli gazetede Abdullah Öcalan'ı savunan Ahmet Zeki
Okçuoğlu, Niyazi Bulgan ve diğer avukatların Türkiye’de saldırıya uğradıklarını yazıyordu. Bu ve buna benzer gazete
yazılarını Asrın Hukuk Bürosunda bulunan avukatlara tercüme ettim, ayrıca burada çalıştığım süre içerisinde Avrupa’dan
çok sayıda gelen Heyet ve Basın mensupları geldi…”

Bunlara da Abdullah Öcalan'ın Türkiye'deki durumu ile ilgili bilgi verdim. Hatta Fransa’dan telefon açan ve
Öcalan'ın durumu ile ilgili bilgi talebinde bulunan gazetecileri görüştürdüm daha doğrusu her iki grup arasında tercümanlık
görevi yaptım. Yukarıda şunu söylemeyi unuttum, (9) kişilik avukat grubu ile Taksimde bulunan Mezepotamya Kültür

462
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Merkezinede (MKM) gittik burada yapılan faaliyetlerle ilgili bilgi alış verişinde bulunduk…” şeklindeki söylemleriyle
Öcalan’ın avukatların Avrupa’nın çeşitli ülkelerinden destek aldığını ifade etmiştir.

Yeni Muhalif Grupların Ortaya Çıkışı

Teröristbaşının yakalanması ve mahkeme safahatında dile getirdiği yeni söylem, kendi içerisindeki bazı
kadrolar ve terör örgütü PKK dışındaki diğer örgütleri arasında şaşkınlık yaratmıştır. Çünkü bu kesimler Abdullah
Öcalan'dan devlete karşı o güne kadar yürüttüğü silahlı faaliyetlere uygun bir tavır takınması, bunun idam cezası
kararında ve infaz aşamasında dahi değişmemesini beklemiştir.

Etnik Kürtçü kesimlerin beklentileri bu şekilde olmasına rağmen, Öcalan’ın ‘teslimiyetçi’ tavrı karşısında 1999 yılı
sonlarında Avrupa'daki bazı örgüt kadroları ile Çanakkale E Tipi Kapalı Cezaevi'nde yatan terör örgütü kadroları
belirtilen sürece tepki göstermiştir.

PKK yönetimi, Avrupa alanındaki tepkilerin yaygınlaşabileceği endişesi ile muhalif şahısları tehditle
sindirme yoluna gitmiştir. Belirtilen olaya maruz kalan örgütün cephe örgütlenmesi ERNK’nin alt
örgütlenmelerinden Kürdistan Gazeteciler Birliği üyesi Selahattin Çelik, Şükrü Gülmüş ve Baran Fundermann isimli
yazarlar etrafında muhalif bir grup oluşmuştur.

Adı geçen şahıslar sonradan birlikte hareket ettikleri eski PKK'lı ve diğer bölücü örgüt mensubu
şahıslarla birlikte Almanya'da 'Navend-Kültür Araştırma Merkezi' adlı bir oluşum çevresinde toplanmıştır.

Grup içerisinde sonradan yer alan şahıslar arasına; Öcalan’ın eski avukatlarından M. Selim Okçuoğlu,
eski DEP milletvekili ve SKP üyesi Mahmut Kilınç, SKP üyesi Necdet Buldan, gazeteci Günay Aslan, PSK örgüt
mensubu Sertaç Bucak ve Bayram Ayaz, PŞ/KÂWA örgüt mensubu Halil İbrahim Akyol ve Metin İncesu ile Osman
Aydın'ın da katılmıştır. "Kürt-Kürt Diyaloğu" ismini de alan oluşumun ilerleyen süreçte basın-yayın alanında aktif
faaliyet yürüttüğü ve PKK gerçeğini gün yüzüne çıkardığı görülmüştür. Bu çerçevede oluşturulan nasname ve
serçavan isimli internet siteleri önemli bir okur kitlesine ulaşmıştır.

Devrimci Çizgi Savaşçıları ve Diğer Muhalif Hareketler

Abdullah Öcalan’ın yeni söylemlerine karşı, örgüt içerisinde en etkili ve sert tepki, 1999 yılı sonlarında
Çanakkale Cezaevi'ndeki sorumlu kadrolardan gelmiştir.

Sözde Merkez Komite ve örgütün cezaevi yönetim organı olan İç Koordinasyon üyesi Mehmet Can
YÜCE, o tarihte Çanakkale Cezaevi'ndeki örgüt mensuplarının çoğunluğunu çevresine toplayarak hizip grup
oluşturmuştur. M. Can YÜCE, PKK'nın yasadışı Sol örgütlenmesi olan DHP-Devrimci Halk Partisi Eski Genel
Sekreteri olan ve aynı cezaevinde bulunan Meral KIDIR vasıtasıyla bazı DHP kadrolarının desteğini de sağlanmıştır.
Bu grup Öcalan’ın öngördüğü yeni stratejiye karşı "PKK-Devrimci Çizgi Savaşçıları" adıyla bir örgüt kurarak
kuruşlunu açıklamıştır.

463
FARUK ARSLAN

Devrimci Çizgi Savaşçıları örgütü yaptıkları açıklamalarda; PKK’nın mirasını sahiplendiklerini, silahlı
mücadelenin devam etmesi gerektiğini, Devrimci çizginin illegalitede çalışmalarına hız vereceğini, Öcalan’ın
çözüldüğünü ve devletle işbirliği yaptığını ifade etmişlerdir198.

Devrimci çizgi savaşçılarının yönetici M. Can YÜCE bir süre sonra cezaevinden çıkarak, İstanbul Gazi
mahallesindeki yakınlarının evine yerleşmiş, akabinde de Avrupa’ya kaçarak Almanya’ya sığınma talebinde
bulunmuştur. Yüce, Öcalan’ın durumunu anlatan “Bir Yanılsamanın Sonu” adlı bir kitap yayınlamış ve örgütün
içerisinde bulunduğu çelişkileri ortaya koymaya çalışmıştır. Yine Almanya üzerinden örgüt adını alan internet sitesi
oluşturularak kitle elde etmemeye çalışılmıştır. Yüce son olarak http://www.sosyalist-kurd.net isimli bir internet
sitesi oluşturarak, yayınlarına buradan devam etmiştir.

PKK terör örgütü birkaç defa ayrılanların yeniden örgüte dönmesi teklifinde bulunsa da, bu teklif
muhaliflerce kabul edilmemiştir. 08 Ağustos 2001 tarihli Öcalan ve avukatları arasındaki görüşmede, Öcalan
kaçanların durumunu sormuş, avukatları ise kaçanlardan Dr. Süleyman, Yılmaz, Zeki ve Can Yüce’nin
Almanya’ya gittikleri ve diğerleriyle beraber hareket ettiklerini aktarmışlardır. Öcalan 11 Ağustos 2000 tarihinde
ki avukatlarla olan görüşmesinde, kaçanlarla ilgili olarak; ”…15 Ağustos vesilesiyle bir çağrıda bulunuyorum:
Kaçanlar dahil, Avrupa’da olanlar Can ve diğerleri KONGRA-GEL çizgisi temelinde gelirlerse, özeleştirilerini yaparlarsa
affedilebilirler. Ama halkımızın temel değerlerine saldırıları devam ederse bu suçtur. Af esprisi ile gelirlerse kabul edilebilir,
yoksa direniş sonuna kadar devam eder. Bunun hesabını halkın önünde vermek zorunda kalırlar… 199” şeklinde sözde af
çıkardığını ilan etmiştir. Fakat bu gruplar Öcalan’ın çağrıya uymayarak, Ö’nu ve ekibini işbirlikçi olmakla
suçlamaya devam etmişlerdir.

Aslında DÇS örgütünün kuruluşu, PKK açısından büyük önem arz etmese de, mezkûr muhalif grup
tehlikeli telakki edilerek, her şeye rağmen büyümesi ve genişlemesi engellenmek istenmiştir. PKK örgütü daha sonra
Devrimci Çizgi Savaşçılarına ilhak olmasından dolayı, meydana gelen boşluğu doldurmak adına yeniden DHP
örgütü benzeri bir yapı oluşturmaya çalışsa da başarılı olamamıştır.

Öcalan’ın yakalanmasından sonraki ortaya koyduğu tavır örgütün kırsal alanında bulunan kadrolarınca da
şaşkınlıkla karşılanmıştır. Birçok örgüt mensubu Öcalan’a ilaç verilmiş olabileceğini, bu nedenle bu tarz açıklamaları
yaptığını dahi düşünmüşlerdir. Fakat geçen zamanda Öcalan’ın tavrında bir değişiklik olmayınca çok sayıda militan
kaçarak PDK ve KYB’nin bölgesine sığınmış, Suriye ve Ermenistan kökenliler ülkelerine dönmüşlerdir.

1Eylül 1999 tarihinde ise Öcalan’ın talimatıyla Türkiye içerisindeki militanların önemli bir ölümü
Irak ve İran’daki kamplara geri çekilmişlerdir200. Bu geri çekilmelerde örgütün kaynaklarına göre 500, gerçekte ise
650–700 civarında örgüt militanının öldürüldüğü bilinmektedir.

Öcalan kendi hayatı söz konusu olunca yıllarca yürüttüğü mücadeleyi bir anda yok ederek, hemen itiraflara
başlamış, hayatını ilk planda ela almıştır. Hayatı için bu kadar çaba içerisine giren Öcalan, sadece geri çekilmelerde
ölen 700 civarındaki militanını ise hiçbir şekilde umursamamıştır. 2 Ağustos 1999 tarihinde yaptığı avukat
görüşmesinde;

“Avukat: Çekilirken kayıplar olabilir,

198 www.kızılbayrak.org/2001/sykb15/sayfa_17.html
199 08 Ağustos 2001 Tarihli Abdullah Öcalan’ın Avukatları İle Görüşme Notu
200 Öcalan, Sümer Rahip Devletinden…, s.108.

464
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Öcalan: Çekilirken kayıp vermeme, birimlerin yeteneğine bağlı. Birimler bu işi bilir…” 201 diyerek avukatların
bu yönlü bilgilendirmelerini dahi umursamamıştır. Öcalan’ın ortaya koyduğu yeni durum bazı militan grupların
Öcalan’ın talimatlarını dinlemeyerek örgütten kopmalarına neden olmuştur.

Bu zamanda Örgüt içerisinde silahlı faaliyet yürüten İsa (K) Orhan İlbay sorumluluğunda 12 ve Kazım
(K) Hamili Yıldırım sorumluluğundaki 18 örgüt mensubunun, 13-15 Ocak 2000 tarihleri arasında, sözde Amed
Eyaleti Şehit Remzi Alanından gelerek kış şartları nedeniyle Bingöl merkez Aşağıköy Hasar Tepe mevkiinde
üslenmiş ve faaliyetlerine PKK’dan ayrı olarak devam etme kararı almışlardır.

Bu gruplara yönelik TSK’nin 10 Mart 2000 tarihindeki operasyonunda, İsa (K) Orhan Ilbay,
beraberindeki 8 örgüt mensubuyla birlikte ölü olarak ele geçirilmiştir. Kazım (K) Hamili Yıldırım ise yanında bulunan
18 teröristle birlikte çatışma bölgesinden kaçıp, Mart ayı içerisinde Tunceli kırsalına geçiş yapmıştır. İsa Kod Orhan
İlbay ve grubunun yerinin PKK tarafından ihbar edildiği ise daha sonra ortaya çıkan iddialardandır.

Nitekim terör örgütü PKK yayın organlarından Medya-Tv ve Özgür Politika isimli gazetenin 07 Ocak
2000 tarihli yayınlarında, örgütçe Dersim eyaleti olarak adlandırılan bölge içerisinde sorumlu düzeyde faaliyet
gösteren İSA (K) Orhan İlbay ve Kazım (K) Hamili Yıldırım isimli örgüt mensuplarının geri çekilme sürecine karşı
çıktıkları, dönem itibariyle söz konusu şahısların örgütle herhangi bir bağlarının kalmadığı, gerçekleştirecekleri
eylemlerden örgütün sorumlu tutulamayacağı şeklinde açıklamalarda bulunulmuştur.

İlerleyen zamanda ise Hamili Yıldırım yeniden örgüte dönüş kararı alarak, İran üzerinden Kandil
alanına varmıştır. Her ne kadar Hamili Yıldırım yeniden örgüte dönse de bu durum örgütün diğer Konsey Üyelerince
kabul edilmemiş, bu kişiyi tasfiye edebilmek amacıyla planlar yapılmıştır. Örgüte dönüşünün akabinde yeni bir
kararla sözde Amanos (Hatay) bölgesine görevlendirilmiştir. Yıldırım, Amanos bölgesine giderken bizzat örgüt
tarafından Suriye’ye ihbar edilerek yakalanması sağlanmış ve Suriye devletince Türkiye’ye iade edilmiştir.

Hamili Yıldırım’ın yaşadığı bu olayların örgüt içi çekişmeden kaynaklandığını Öcalan’da çok iyi görmüş
fakat bir şey yapamayacağından, olayı kapatmak zorunda kalmıştır. 15 Ağustos 2004 tarihli görüşme notlarında
bu konu işlenmiştir.

“Avukatlar: Suriye, Hamili Yıldırım'ı 6 arkadaşı ile birlikte Türkiye'ye teslim etti

Öcalan: Ben Cemal’in yanında kalsın demiştim. Orada ne arıyordu, Rusya'dan mı oraya geldi?

Avukatlar: Hayır, önce arkadaşların yanındaydı

Öcalan: Dürüst müydü, çalışmak istiyor muydu, kim onu oraya gönderiyor, Suriye'den nereye geçecekti

Avukatlar: Grupla Türkiye'ye geçmek üzere Suriye'deymiş, Amanoslar’a geçecekmiş,

Öcalan: Kim bu kararı vermişse tarihi bir hatadır, gönderen de suçludur, daha öncede böyle bir şey oldu. Denizlerin
meselesinde, ben kaldı ki orada kalsın dedim, anlayamıyorum kim bunları yapıyor? Bunların sorumlusu kim? Türkiye'ye
giriş kararı yanlış, kendisinin bu kararı büyük bir sorumsuzluktur, kararı kendisi mi verdi yoksa onu gönderdiler mi?202
“şeklinde devam etmektedir.

201 2 Ağustos 1999 Tarihli Abdullah Öcalan’ın Avukatları İle Görüşme Notu
202 15 Ağustos 2004 Tarihli Abdullah Öcalan’ın Avukatları İle Görüşme Notu

465
FARUK ARSLAN

Suriye tarafından yakalanan Hamili Yıldırım daha sonra Türkiye’ye teslim edilmiş ve cezaevine
konmuştur. Hamili Yıldırım örgütün kendisini aldatmasına oldukça içerlendiğinden ifadesinin son bölümünde
“…dönüp yaşadıklarıma bakınca yıllardır yaptığım hatalar karşıma çıkıyor. Çocuk denecek yaştan itibaren Örgüt için
çalıştım. Tüm yaşantımı ona adadım. Ama beni yıllarca mücadele ettiğim devlet değil kendi arkadaşlarım aldattı, kimsenin
değil kendileri için yıllardır savaştığım insanların ihanetine uğradım…” ifadelerini kullanarak, içine girdiği hayal
kırıklığını beyan etmiştir.

Özgürlük İnisiyatifi İsimli Hizip Hareketinin Ortaya Çıkışı ve Niteliği

Abdullah Öcalan’ın yakalanarak Türkiye'ye getirilmesi aşamasında kamuoyuna yansıyan görüntü ve


beyanlarından başlayarak mahkeme aşamasındaki savunmalarıyla devam eden süreçte, örgüte karşı çok sayıda
muhalif kitle ortaya çıkmıştır. Örgütün yeni dönem stratejisi ve uygulamalarına Avrupa alanında ve cezaevlerinde
ortaya çıkan muhalif grupların yanı sıra, Irak'ın Kuzeyindeki örgüt mensupları arasında da muhalif bir grup
oluşmuştur.

Kendilerine "Özgürlük İnisiyatifi" ismini vererek mevcut örgüt strateji ve uygulamalarını kabul
etmedikleri için örgütten ayrıldıklarını belirten, öncülüğünü Doktor Süleyman (K) Sait Çürükkaya, Yılmaz (K)
Yıldırım Kaya ve Küçük Zeki (K) Ayhan Çitçi’nin yaptığı (23) kişilik PKK grubu, 19 Mayıs 2000 tarihinde örgütten
kaçmışlardır. Söz konusu grup kendileri gibi muhalif tutum takınmakla birlikte örgütten kaçamayan (28) örgüt
mensubunun hayatlarından endişe duyduklarını ifade eden bir bildiriyi 10 Temmuz 2000 tarihinde internet
ortamında kamuoyuna açıklamıştır.

Kamuoyuna açıklanan metinde; Dr. Süleyman (K) Sait Çürükkaya, Küçük Zeki (K) Ayhan Çiftçi ve
Yılmaz (K) Yıldırım Kaya'nın beşi bayan olmak üzere 15-20 kişilik bir grupla birlikte 19 Mayıs 2000 tarihinde örgütten
kaçtıkları, söz konusu grup içerisinden KYB ile irtibat kurmakla görevlendirilen iki kişinin örgüt tarafından
yakalanarak sorgulamaya alındığı belirtilmiştir.

Örgüt avukatlarının Öcalan’a yaptığı değerlendirmelerde, bu grupların etkili olamayacakları, bu


süreçte sadece Avrupa’da ve Türkiye’de bazı kişi ve güçlerce görüşecekleri ama güçlerinin yetersiz olduğu
vurgulanmıştır203.

Öcalan yaptığı değerlendirmede ise kaçışların KYB (Talabani) tarafından Almanya adına organize
edildiğini, Sait Çürükkaya’nın Yeşilden daha tehlikeli olduğu ifade edilmiştir 204. Bu kaçışla birlikte örgüt
içerisinde Bingöllülere ve Zazalara yönelik düşmanlık geliştirilmiş ve tüm Zaza kökenliler hain ve işbirlikçi olarak
görülmüştür. Örgütün önemli isimlerinden Dr. Ali kod Hüseyin Turhallı’nın 2008 yılında örgütten kaçışıyla
birlikte Zaza karşıtlığı daha da yükselmiş olup, günümüzde Zazalar örgütten tamamen dışlanmıştır.

2001 yılı içerisinde ise Özgürlük İnisiyatifi sorumlularından Yılmaz (K) Yıldırım Kaya, Dr. Süleyman
(K) Sait Çürükkaya ve Küçük Zeki (K) Ayhan Çiftçi isimli örgüt mensupları illegal yollardan Almanya'ya geçiş
yapmışlardır.

203 21 Haziran 2000 Tarihli Abdullah Öcalan’ın Avukatları İle Görüşme Notu
204 12 Mart 2003 Tarihli Abdullah Öcalan’ın Avukatları İle Görüşme Notu

466
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Kırsal alandaki kopuşların yanı sıra, terör örgütü PKK'nın sözde Cezaevleri Genel Sorumlusu olup,
Bursa E Tipi Kapalı Cezaevinde kalan Sabri OK ile Bayrampaşa Cezaevi Sorumlusu olan Ferhan GÜLLÜ arasında,
İstanbul'daki örgütsel faaliyetlerin kimin tarafından yönetileceği konusundaki kişisel çekişmeden başlayıp, diğer
örgüt mensuplarının da katılımıyla giderek örgütsel konulara farklı bakış açılarına yol açan tartışma ortamı
sonucunda ayrılıklar yaşanmıştır.

Bu çerçevede Bayrampaşa ve Bakırköy Cezaevlerindeki (35) örgüt mensubu adına yakınları tarafından
04 Temmuz 2001 tarihinde bazı internet sitelerinde PKK ile ilişkilerinin koptuğu şeklinde bir açıklamada
yayınlanmıştır.

Kopmalarla ilgili bilgi 25 Temmuz 2001 günü avukatları tarafından Öcalan’a bilgi aktarılmıştır.
Öcalan ise yıllarca kendisi uğruna çalışmış, cezaevlerinde hayatını bitirmiş Ferhan Güllü’nün istifasının nedenini
anlama yerine ,”Biz onunla hiçbir zaman uyuşamadık. Hepsinin şu sıra yöneldiği nokta Bingöl’dür. Doktor Süleyman,
Ferhan Güllü, Yeşil, Melik Fırat’ın yöneldiği bölge Bingöl’dür. Oraya dikkat etmek gerekir. Yeşil’ in yeridir. (HADEP’li
arkadaşa) sizin bu sıra Bingöl üzerinde durmanız gerekiyor”205 Şeklinde açıklama yaparak yıllarını örgüt adına
cezaevinde geçiren kişilere verdiği önemi/önemsizliği göstermiştir. Bu beyan aslında örgütte meydana çıkan
Bingöl ve Zaza düşmanlığının da bir göstergesidir.

YENİ STRATEJİ-SERHİLDAN

Serhildan Eylemlilik Dönemi İçin Avrupa’ya Biçilen Rol

Serhildan bilinen anlamda halk hareketi, toplu gösteri, ayaklanma anlamlarına gelmektedir. Örgütün bu
kelimeye bu dönemde verdiği anlam ise; Ulaşılması istenen hedeflere ayrıca halkın yani kitlelerinde toplu gösteri,
eylem ve faaliyetlerle katkı sunmasıdır. Bir nevi düşük yoğunluklu isyan hareketidir.

Öcalan’ın Demokratik Cumhuriyet stratejisi değişikliğinden sonra Avrupa alanındaki faaliyetler daha büyük
önem arz etmeye başlamıştır. Bu zamandan sonra Avrupa'nın örgüt açısından oynadığı rol ve örgütün bu alandan
beklentileri sıkça dile getirilmeye başlanmıştır.

Konuya ilişkin olarak, "Son iki yıllık süreçte, mücadelenin merkezi ve mücadelenin öncüsü Avrupa'da yaşayan
halkımız olmuştur. Hep eylemlilikte bulunmuş, bu eylemlilik Kürdistan'ı etkilemiş ve Kürdistan'ı canlı tutarak öncü bir rol
oynamıştır. Yeni dönem serhildan sürecinin de gelişip oturabilmesi, egemen hale gelmesi için, yine Avrupa'daki kitle hareketinin,
demokratik direniş hareketinin rolü çok önemlidir. Eğer bu sene daha da etkili bir biçimde o rolü oynatılırsa 2001 yılında biz
diyebiliriz ki, tarihsel rolünü tamamlamış olur"206 şeklinde yapılan açıklamalar Avrupa'nın örgüt açısından taşıdığı önemi
vurgulamaktadır.

Terör örgütü Avrupa'daki faaliyetlerinde etkili olabilmek maksadıyla dönem strateji ve taktiklerine uygun
olarak örgütsel yapısında da bir takım değişikliklere yönelmiştir. Avrupa alanındaki düzenlenmeler hakkında,
"Diaspora örgütlenmesini ve onun gerekli kıldığı genişlemeyi kavramak gerekiyor. Ama bununla birlikte önündeki engelleri iyi
görmek, bu engellerle doğru mücadele ederek sancısız bir geçişi sağlamak gerekiyor. Biz bunu hala yapamıyoruz. Olumlu
diyeceğimiz gelişmeler var. Yani örgütü yeniden inşa etmek, onun örgütlerini ortaya çıkarıp işletmek, bunu işletecek olan kadroya
doğru bir anlayış vermek zorundayız. Avrupa çok önemli bir uygulama yeri, öncülük yapma yeridir. Burada ortaya çıkacak

205 25 Temmuz 2001 Tarihli Abdullah Öcalan’ın Avukatları İle Görüşme Notu
206 Serxwebun Dergisi, Mart 2001, s.39.

467
FARUK ARSLAN

doğrular, önce ülkeye, oradan Türkiye metropollerine taşınır ve orada da niteliğe, kuvvete dönüşür" şeklindeki
değerlendirmeler yapılmıştır.

Diğer yandan Avrupa'nın ve Avrupa faaliyetlerinin örgüt faaliyetleri açısından taşıdığı önem
belirtildikten sonra bu kez AB'nin tavrına ilişkin değerlendirmelerde bulunulmuştur.

"Yine iki yıldan beri geliştirdiğimiz stratejik değişiklikle, yarattığımız değişim ve attığımız adımlara rağmen,
hala sanki hiçbir şey yokmuş gibi bir yaklaşım söz konusudur. Hatta birçok güç neredeyse bu tutumu bile tersine çevirmenin
yaklaşımlarını göstermek istiyor. Henüz yaklaşım ve tutumlarında bir değişiklik söz konusu değil. Yani gerçek anlamda kendi
ideolojik-politik dünya görüşleri ve sistemleri açısından bu sorunu görme ve ifade etmeden çok; yaşanan tarihsel süreçte
Kürdistan'a yönelik belirlenen politikalar ve orada örgütlenen çıkar çarkının bir gereği olarak, şu anda kendisini de reddeden bir
inkârcı tutumla soruna yaklaşıyorlar.

PKK'nin 15 yıllık savaşında, kendi açısından bakıldığında haklı olmasa da ona karşı olmasının bir mantığı var.
Bunu reddedebilir, buna karşı çeşitli biçimlerde tutum da alabilir. Ama iki yıldır değişen stratejiye rağmen sanki hiçbir şey
değişmemiş gibi bir yaklaşım gösterilmesi, Kürt sorunu konusundaki samimiyetsizliğini de gösteriyor"207 denilerek Avrupa
ülkelerinden beklenen yaklaşımın gerçekleşmediği ifade edilmiştir.

Türkiye’nin Avrupa Birliğine üyelik sürecinde fırsatları kollayarak bir takım kazanımlar elde etmeyi
uman örgüt, bu konuda da hedeflediğini tam elde edememiştir. Nitekim AB ülkelerinin tavrı konusunda; "Bütün
inkârcı ve antidemokratik yaklaşımlarına rağmen, Türkiye'nin Avrupa sürecine katılmak istemesine karşı Avrupa'nın kendi
ilkelerinden taviz veren yaklaşımı, yani Kürt sözcüğünü bile AB'ye katılım sürecine, katılım belgesine geçirmemesi çok tuhaf bir
şeydir. Burada şöyle bir durum ortaya çıkıyor: Geçmişten beri Avrupa'nın yaklaşımında belli bir inkârcılık var. Bu inkârcılık,
Kürdistan'ın parçalanmışlığına ve bölünmüşlüğüne kesinlikle karar düzeyinde damgasını vuran bir tarihsel olgunun
gelişiminden kaynaklanıyor. Avrupa politikasının tarihsel olarak Kürtleri inkâr etmesi, günümüzde de çok fazla bir değişikliğe
uğramadan halen devam ediyor.

Şu rahatlıkla söylenebilir: Avrupa'nın Kürtlerin lehine olabilecek bir Kürt politikası yoktur. İnsan hakları
çerçevesinde de olsa, gerçek anlamda ve ilkesel düzeyde Kürtlerin insan hakları temel esaslarına uygun olarak kabulü ve bu temelde
meşrulaştırılması söz konusu değildir. 15–20 yıldır gelişen Kürt mücadelesinin reddi, inkâr temelindeki yaklaşımların ortaya
çıkardığı bir sonuçtur"208 hususlarına ve değerlendirmelerine yer verilmiştir.

Örgütçe yapılan değerlendirmelerde, bir yandan Avrupa'da sürdürülecek olan faaliyetlere yönelik
perspektifler sunulurken, diğer yandan Avrupa ülkelerinden beklentiler sıralanmaya çalışılmıştır.

“Kürt sorununa çözüm bulmak için Avrupa sisteminin değiştirilmesi gerekiyor. Değiştirmek için de belirttiğimiz
çerçevede bir çalışmaya ihtiyaç vardır. Öyle anlaşılıyor ki, Avrupa'dan bir çözüm geliştirilmeden Türkiye bir çözüme
giremeyecektir. O yüzden diplomatik-siyasi ilişki temelinde Avrupa'da çözümü geliştiren bir mücadelenin geliştirilmesi,
Avrupa'daki Kürt toplumunun bu çerçevede harekete geçirilmesi gereklidir. AB karşısında böyle bir siyaset izleyebiliriz.

Doğudan Rusya ile siyasi ilişkiler geliştirmek, Kürt sorununun çözümünü bu alanlardaki kitlelerin desteğini
alabilmek için belli bir ilişki içinde olma gereği vardır. Bu süreçte bunun ortamı ve koşulları daha fazla oluşmaktadır. Etkinlik
geliştirmeye yönelen Rusya, bu süreçte Kürtlerle daha ilgili ve ilişkili olabilir, bu değerlendirilebilir"209 açıklamalarına yer
verilmiştir.

207
Serxwebun Dergisi, Nisan 2001, s.13.
208
Serxwebun dERGİSİ, Nisan 2001, s.40.
209
Serxwebun Dergisi, Nisan 2001, s.41.

468
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Öcalan yeni dönem stratejilerinde Türkiye’ye yeni bir model teklifinde bulunarak İsviçre, ABD,
Belçika, İspanya ve Rusya da uygulanan federal ve konfederal sistemin Türkiye’ye uyarılmasını, kültür, dil ve siyasi
örgütlenme açısından ülkemizin Güneydoğu’sunda özerk bir yapının oluşturulmasını istemiştir210. Bunun
geçekleşmesinin de ancak Türkiye’nin AB sürecinde olacağı belirtmiştir.

Silahlı faaliyetler döneminde Avrupa, örgütün stratejik üssü rolünü oynamıştır. Avrupa çalışmaları
Kırsaldaki silahlı faaliyetleri, eleman, lojistik ve mali destek açısından beslediği gibi önemli bir propaganda ve
diplomatik merkez rolü de oynamıştır.

Avrupa, örgütçe geliştirilen yeni stratejik dönemde de etkin rolünü oynamayı devam ettirmiştir. Kaldı
ki, yeni dönemde bu rol daha da önem arz etmeye başlamıştır. Nitekim AİHM savunmalarında ve diğer bir dizi örgüt
dokümanlarında bu husus teyit edilmektedir.

Avrupa'nın PKK faaliyetleri açısından ikili bir konumu bulunmaktadır. PKK'nın Avrupa'daki
faaliyetlerine etkide bulunan hususlardan birincisi, bu sahada yerleşik bulunan ve sayıları yüzbinler ile ifade
edilebilecek Kürt kökenli insanlarımızın varlığıdır. Bu nüfusun küçümsenmeyecek bir kısmı mülteci statüsünde
bulunmaktadır. Bu mülteciler ise Avrupa’da oturum almak amacıyla PKK’lı olduklarını, işkence gördüklerini ve
Türkiye’ye dönmeleri halinde ağır koşullarda hapis cezası alacakları yönünde yanlış beyanda bulunmaktadırlar. Bu
yönlü ifadeler ülkelerin yönetimlerince de karşılık bulduğundan, bu grupların yönlendirilmesi PKK tarafından takip
edilmektedir.

PKK bu güce dayanarak, başta Almanya olmak üzere Avrupa çapında kurumlaşmaktadır. Örgüt bu
sahada oluşturduğu kurum ve kuruluşları vasıtasıyla eleman ve maddi imkânlar temin etmek, kamuoyu oluşturmak
ve propaganda faaliyetlerini organize etmek gibi avantajlar sağlamıştır.

Daha önce ifade dildiği gibi 19 Şubat 2001 tarihli PKK Başkanlık Konseyi talimatında, "Şimdi burada
önemle görülmesi gereken diğer bir nokta da diasporanın rolüdür. Son iki yıllık süreçte görüldüğü üzere, şunu kesin ve net bir
biçimde belirtebiliriz: Mücadelenin merkezi, mücadelenin öncüsü Avrupa'da yaşayan halkımız olmuştur. Kimse bir yerde
durmamıştır; hep eylemlilikte bulunmuş, bu eylemlilik Kürdistan'ı etkilemiş ve Kürdistan'ı canlı tutarak öncü bir rol oynamıştır.
Yeni dönem serhildan sürecinin de gelişip oturabilmesi, egemen hale gelmesi için, yine Avrupa'daki kitle hareketinin, demokratik
direniş hareketinin rolü çok önemlidir211” şeklinde belirtilen hususlar, örgütün Avrupa alanındaki kitlesine dayanarak
yürütmüş olduğu faaliyetler konusunda bilgiler vermektedir.

Terör örgütünün yeni stratejisinin Avrupa'ya biçtiği misyon, PKK Avrupa ilişkilerinin ikinci ve bu
strateji açısından en önemli boyutunu oluşturmaktadır.

Örgüt yeni stratejisini biçimsel olarak Avrupa'nın insan hakları ve demokratikleşme normlarıyla
benzeştirmeye çalışmaktadır. Örgüt, diğer kozlarını en üst düzeyde kullanmaya çalışsa da, esasen kaderini
Türkiye'nin AB sürecinde temel konulardan biri olan Kopenhag siyasi kriterleri çerçevesinde kültürel kimlik
hususunda izleyeceği tutuma bağlamıştır.

Bu planda ikili bir oyun vardır. Burada amaç Türkiye’den hem Kopenhag kriterlerince bazı kazanımlar
elde etmek hem de Türkiye’yi AB’den uzaklaştırmaktır. Örgütün bu süreçte aslında verdiği mesajın tersine daha
farklı bir hedefi vardır. Öcalan her hafta Avukatları ile yaptığı görüşmenin hiçbir engellemeyle karşılaşmadan
Türkiye kamuoyuna duyurulduğunu çok iyi bilmektedir. Bu nedenle Türkiye’nin AB adaylığını engellemek için,
Türkiye AB’ye üye olursa biz bazı kazanımlar elde edebiliriz şeklinde beyanatlar vererek bazı Ulusalcı ve Sağ

210
Öcalan, Sümer rahip devletinden…, s.125.
211
Serxwebun, Mayıs 2001, s.56.

469
FARUK ARSLAN

kesimleri harekete geçirerek AB karşıtı propaganda yapmayı amaçlamıştır. Türkiye kamuoyuna bu mesajlar
verilmeye çalışılırken, diğer yandan da taraftarlarına Türkiye'nin Avrupa birliğine girmekten başka çaresinin
olmadığını, AB'ye üye olmak için de kültürel kimlik konusuna çözüm getireceğini empoze ederek moral vermeye
çalışmıştır.

Örgüt bu konularda paravan olarak kurmuş olduğu legal kurum ve kuruluşları vasıtasıyla Avrupa'nın
çeşitli başkentlerinde kulis ve lobi faaliyetleri yürütmüştür. Bu çalışmalarda devletler düzeyinde olmasa da, ortaklık
veya uluslararası niteliği olan kurumlardan Avrupa Parlamentosu, Avrupa Konseyi, NGO'lar veya tek tek
siyasetçiler, akademisyenler Türkiye'den kültürel kimlik ve insan hakları konusunda adım atmasını istemiştir.

Sonuç olarak, örgüt bir takım endişeler taşısa da Avrupa Birliği Türkiye ilişkilerini yakından takip
ederek kendi lehine sonuçlar çıkartmaya çalışmış, bunun yanında Türkiye’nin AB üyeliğini engellemek için ikili bir
taktik sürdürmüştür. Dönem içerisinde örgüte müzahir kurumlarca yabancı dernek ve NGO’larla yapılan
görüşmelerde Türkiye’nin AB’ye alınmaması propagandası yapılmış ve ülkemiz aleyhine baskı oluşturulmasına
çalışmıştır.

YDK (Kürt Demokratik Halk Birliği) Organizesinde Gerçekleştirilen Eylemler

Terör örgütü PKK'nın yeni dönem stratejisi çerçevesinde Avrupa alanında 150 örgüt mensubunun
katılımı ile 02-10 Mayıs 2000 tarihleri arasında yapılan toplantıda 7. Kongre kararlarına paralel olarak feshedilen
ERNK'nin yerine YDK (Yekitiya Demokratik a Gele Kurd-Kürt Demokratik Halk Birliği) kurulmuştur. Bu toplantı,
örgüt tarafından YDK'nin kuruluş kongresi olarak kabul edilmiştir.

Toplantıda, "Kürt Halk örgütlenmesinin yeniden yapılandırılması için uzun süredir yürütülen hazırlık
tartışma ve çalışmalarını YDK olarak somutlaştırıldığı, YDK çalışmalarını yürütmek ve yönetmek için bir Birlik Meclisi seçimine
gidildiği" belirtilmiştir.

Toplantı akabinde YDK ve KNK organizesinde, 31 Mayıs 1999 tarihinin teröristbaşının


yargılanmasının yıldönümü nedeniyle, Öcalan’ın cezaevi koşullarının düzeltilmesi ve sözde sağlık problemleri
nedeniyle başka bir cezaevine naklinin gerçekleştirilmesi veya hükümlülük şartlarının iyileştirilmesini sağlamak
amacıyla 31 Mayıs–29 Haziran tarihleri arasında Avrupa ülkelerinde geniş katılımlı yürüyüşler, açlık grevleri,
protesto gösterileri, oturma eylemleri gibi çeşitli faaliyetlerin gerçekleştirileceği bir kampanya ilan edilmiştir. Bu
kampanyanın yürütülmesinde ise daha sonra Avrupa alanına atanan Sakine Kod Gönül TEPE ve Azime Kod adlı
örgüt mensuplarının görev aldığı görülmüştür212.

Öcalan’ın yakalanmasından sonra Avrupa’daki siyasal faaliyetler daha da hız kazanmıştır. Örgüt
2000–2001 döneminde siyasal çalışmalara ağırlık vererek, mücadelesinde Avrupalı ülkelerin desteğini kazanmaya
çalışmıştır. Avrupa ülkelerinin birçok şehrinde yabancıların davet edildiği konferans ve paneller ön plana çıkmış, bu
ülkelerde kültürel kurumların açılması hedeflenmiştir. Öcalan’ın talimatıyla, bu ülkelerin birinde Ortadoğu
Araştırma Merkezi’nin kurulması gündeme gelmiştir. Hedeflenen düşüncelere göre, kurulacak araştırma merkezi
yabancı yazar ve bilim adamlarını da bünyesine alarak, Batı destekli yeni açılımlar sağlanacaktır.

212
17 Ağustos 2000 Tarihli Abdullah Öcalan’ın Avukatları İle Görüşme Notu

470
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Bu kapsamda yapılan çalışmalarda Norveçli bazı gruplarla kısmi mesafe alınmış, hatta Norveçli
gönüllü bir bayan Avukat Öcalan’ın savunmasını üstlenmiştir. Bu avukatın görevi Avrupa Konseyi’nde örgütün
çalışmalarını takip etmek şeklinde gelişmiştir213.

Nisan 2000 tarihi itibariyle, örgütün önde gelen isimlerinden Cemal (K) Murat Karayılan'ın iltica
talebinin Hollanda resmi makamlarınca reddedilmesi, Almanya'da iki örgüt mensubunun yakalanarak cezaevine
konulması, Fransa 6 örgüt mensubunun hapis cezasına çarptırılması ve Belçika'da bir örgüt mensubunun gözaltına
alınması gibi gelişmeler, Avrupa'da yaşayan örgüt mensup ve yandaşlarının örgütün üst düzey yönetimince harekete
geçirilmesine sebep olmuş, Almanya başta olmak üzere, Avrupa ülkelerinde protesto gösterileri düzenlenmiştir.

Bu zamanda çalışma yapılan diğer bir hususta kültürel faaliyetler organize edilmesidir. Kültürel
faaliyetler kapsamında da öncelikli olarak Kürtçenin yaygınlaştırılmasının ilk hedef olduğu söylenerek, bu amaçla
bazı aktiviteler gerçekleştirilmiştir.

Nitekim Belçika/Brüksel'de faaliyet gösteren PKK yanlısı KON-KURD ve Almanya'da faaliyet


gösteren örgütün cephe alt örgütlenmelerinden olan YMK (Kürdistan Öğretmenler Birliği), YEK-MAL (Kürdistan
Veliler Birliği) organizesinde, Kürtçenin yaygınlaştırılması amacıyla çalışmalar yürütülmüştür.

Özgür Politika Gazetesi'nin 05 Ocak 2000 tarihli nüshasında, KON-KURD yönetimince, "Halk olarak
varlığımızı korumak ve geliştirmek için kendi anadilimizde dinleyerek, konuşarak, okuyarak ve yazarak geliştirip
yaygınlaştırmamız şarttır... Önderliğin Kürtçe okuma odaları oluşturulmalı' çağrısı oldukça anlamlıdır ve bir seferberlik ruhuyla
cevap bulmalıdır..." 214 şeklinde açıklamalarda bulunulmuştur.

Almanya'nın Saarbücken kentinde Kürt Kültür Derneği tarafından düzenlenen Kürtçe kurslarının
yanı sıra, Almanya'nın Karlsruhe kentinde Kürdistan Öğretmenler Birliği (YMK) çalışma programı çerçevesinde, 1–
15 Nisan 2000 tarihleri arasında Kürtçe Öğretmen yetiştirme kursunun düzenlenmesi planlamaları yapılmıştır.

Yine, YDK alt oluşumlarından olan KAB-Kürdistan Aleviler Birliği ile Kürdistan Öğretmenler
Birliği'nin organizesi ile Almanya/Pforzheim'da iki haftalık bir Kürtçe öğretmeni yetiştirme kursu düzenlendiği,
belirtilen kursa 13 kişinin katıldığı görülmüştür.

Almanya/Dortmund, Münih, Berlin, Saarbrücken, Köln, Mannheim, Hagen, Pforzheim, Dressen


şehirlerinde faaliyet gösteren PKK yanlısı dernekler tarafından, "Kürtçe öğretmeni yetiştirme kursları" ve "Kürtçe öğrenim
kursları" düzenlenmiş, az sayıda katılım olmuştur.

İsviçre'de terör örgütü PKK güdümünde faaliyet göstermekte olan İsviçre Kürt Dernekleri
Federasyonu (FEKAR) tarafından yapılan girişimler sonucunda, Bern, Fribourg ve Solothurn kantonlarında bulunan
okullarda haftada iki saat Kürtçe eğitimi verilmiştir.

Almanya'da faaliyet gösteren terör örgütü PKK yanlısı Derneklerin "Kürtçe'nin yaygınlaştırılması"
amacıyla yürüttükleri girişimler sonucunda, Bremen, Hamburg ve Bonn şehirlerindeki bazı okullarda, haftanın belirli
günlerinde "Kürtçe" dersleri verilmeye başlanmıştır.

Diğer yandan, Almanya'nın Berlin kentinde bulunan Kürt Enstitüsü'nde İzzeddin Nasso tarafından
yaklaşık 20 kişi katıldığı Kürtçe dil kursu verilmiş, (3) ay süren kursta Kürt dilinden ayrı olarak "Kürt kültürü ve Kürt
tarihi" konularında da ders verilmiştir.

213
26 Nisan 2001 Tarihli Abdullah Öcalan’ın Avukatları İle Görüşme Notu
214
Özgür Politika Gazetesi, “Kürt Dili Üzerinde Yeni Dönem Çalışmaları”, 05.01.2000.

471
FARUK ARSLAN

Kürt Öğretmenler Birliğinin 7. Kongresi 13–14 Ocak 2001 tarihleri arasında Almanya'nın Köln şehrinde
yapılmıştır.

Berlin Kürt Enstitüsü tarafından, 26–28 Ocak 2001 tarihleri arasında Almanya/Berlin şehrindeki
Christina Oteli'nde "Kürt Dil Konferansı" yapılmıştır. 29 Ocak 2001 tarihli Özgür Politika gazetesinde konferansta; Kürt
Dil Akademisi kurulması, Kürtçenin ticaret sahasında da kullanılması için gerekli çalışmaların yapılması gibi kararlar
alınmıştır.

İsveç/Uppsala Üniversitesinde KÜRT-KAV organizesinde Kürtçe kursu düzenlenmiştir. Örgüt


tarafından İsveç'te yaşayan ve Kürt yazar-Romancı olarak tanıtılan, aralarında Mahmut Baksi, Mehmet Uzun ve
sanatçı Şivan Perver gibi şahıslar kullanılarak bu konular üzerinden gündem oluşturulması sağlanmak istenmişse de
Mehmet Uzun ve Şivan Perver’in faaliyetlerden uzak durdukları görülmüştür.

PKK güdümünde faaliyet gösteren KNK Başkanlık Konseyi, 23 Ocak 2000 tarihinde,
Belçika/Brüksel'de bir toplantı gerçekleştirmiştir. Özgür Politika Gazetesi' tarafından haber yapılan KNK
bildirisinde215; Kürt dilinin geliştirilmesi ve yaygınlaştırılmasının stratejik hedef haline getirilmesi, daha önce KNK
bünyesinde yer almayan parti, örgüt ve kuruluşlarla görüşülerek KNK bünyesine alınması, çeşitli ülkelerde KNK
büroları açılması, AB ülkelerine yönelik diplomatik çalışmaların hızlandırılması şeklinde kararlara yer verilmiştir.

KNK yeni katılımlarla yapısını güçlendirmeye çalışırken, Kongre üyesi olan PRK-Rızgari örgütü, 27
Mart 2000 tarihinde Merkez Yürütme Kurulu imzalı bir bildiri yayınlayarak, KNK'nın PKK'nın yan kuruluşu gibi
hareket ettiği gerekçesiyle, Mayıs 2000'deki olağan kongreye kadar yönetim organları ve komisyonlardan çekildiğini
açıklamıştır.

Bu sorunlarla uğraşmak zorunda kalan KNK, 2. Genel Kurul Toplantısını, 22-24 Ağustos 2000 tarihleri
arasında Belçika/Bilzen kenti yakınlarında bulunan Alden Biesen Şatosu'nda gerçekleştirilmiştir.

Mezkûr toplantının ardından PRK-Rızgari örgütü, "KNK'nin siyasi meşruiyetini kaybettiği, amacına
ve misyonuna uygun faaliyetler göstermediği, temsili ve demokratik birlik olma vasfını yitirdiği ve PKK'nın bir yan
kuruluşu haline geldiğinden dolayı" KNK'dan ayrıldığını kamuoyuna deklare etmiştir.

Söz konusu toplantıya, Belçika/Flamen Bölgesi Dışişleri Bakanı ve Bilzen Belediye Başkanı Johan
Savvens’de katılmıştır. Savvens; "Belçika'da önemli sayıda Kürt dostunun olduğunu, Kürt halkının içinde bulunduğumuz
yüzyılda kendi kaderini tayin hakkına sahip olması gerektiği" şeklinde açıklamalarda bulunmuştur.

Toplantıda, KNK komisyonlarından Jeopolitik ve Strateji, Ulusal Güvenlik, Sağlık ile Arkeoloji
komisyonlarının kaldırılması ve örgüt ve bağımsız şahsiyetlerden 40 kadar yeni üye alınması, Başkanlık
Konseyindeki üyelerin yenilenmesi kararları alınmıştır.

Mezkûr toplantı neticesinde yayınlanan (15) maddelik sonuç bildirgesinden Avrupa alanı için öne
çıkan hususlar şu şekildedir.

1. Abdullah Öcalan için bir mesaj yayınlanarak, Öcalan’ın durumunu anlatan bir mektubun Türkiye ve bazı
ülkelere gönderilmesi, Avrupa Birliği (AB) dönem başkanlığına Türkiye'nin durumunu anlatan bir mektup
gönderilerek, AB'den Türkiye'nin AB'ne alınması için ileri sürülen şartların içerisine Kürt sorununun da
dahil edilmesinin istenmesi, Türk tarafının asla AB üyelik şartlarını yerine getiremeyeceğini,
2. Sözde sürgünde yaşayan Kürtlerin siyasi ve kültürel haklarının elde edilmesi için çalışma yürütülmesi, Kürt
sermayesinin birleştirilmesi ve Kürt işadamlarının bir araya getirilmesi için bir organizasyona gidilmesi, Kürt

215
Özgür Politika Gazetesi, “KNK Kongresi gerçekleştirildi”, 25.01.2000.

472
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

kadının siyasi arenada yerini alması ve kadın hukukunun oluşturulması için Kadın Komisyonu kurulması
vb. hususlar kamuoyuna açıklanmıştır.

Alınan kararlar akabinde, 30 Ağustos 2000 tarihinde İsviçre/Zürih kentinde, 30 kişinin katılımıyla "Kürt Esnaf
ve İşadamları Birliği"nin kurulduğu, birliğin 9 kişilik yönetim ve 3 kişilik denetim kurulu seçiminin yapılarak, üyelik
aidatının 50–150 İsviçre Frangı olarak belirlendiği görülmüştür.

2000 yılı Ekim ayından bu yana hazırlık çalışmaları devam "Kongreya Abori Ya Kurd (Kürt Ekonomi
Kongresi)", 19–21 Ocak 2001 tarihleri arasında Hollanda/Rotterdam şehrindeki Hotel Inntel'de yapılmıştır.

Kongre sonucunda sözde "Kürt sermayesini bir çatı altında toplamak" amacıyla, Almanya merkezli olarak
faaliyet gösterecek "Uluslararası Kürt İşverenler Birliği (Yekitiya Karsazen Kurd a Natnetevvi - KARSAZ)" adı altında
bir organizasyon oluşturulması konusunda görüş birliğine varılmıştır.

Özgür Politika Gazetesi'nin 15 Eylül 2001 tarihli nüshasında; KARSAZ'a mensup bir heyetin, Rusya'da
Moskova Sanayi ve Ticaret Odası ve Rusya Federasyonu Savunma Bakanlığı Askeri Yardımlaşma Fonu yetkilileri ile
görüşmeler yaptığı yolunda haberler yayınlanmıştır216.

Berlin Kürt Enstitüsü tarafından, 26-28 Ocak 2001 tarihleri arasında Almanya/Berlin'deki Christina
Oteli'nde "Kürt Dil Konferansı" yapılmış, konferans sonrasında Kürt Dil Akademisinin kurulması, Kürtçenin ticaret
sahasında da kullanılması için gerekli çalışmaların yapılması gibi kararlar alınmıştır.

Bu kurum isim olarak bir ekonomik örgütlenme şeklinde gibi gösterilse de esasında, halktan zorla toplanan
paraların ve örgütün gelirlerinin aklanması için kurulmuş bir yapı olduğu ortaya çıkmıştır.

Ekonomik kapsamdaki çalışmaların yanı sıra KNK tarafından kültürel çalışmalara da hız verilmiştir.
KNK’nın desteğiyle 18 Ağustos 2000 tarihinde, terör örgütü PKK yandaşları tarafından Hollanda/Hengelo şehrindeki
Sportpark Veldvvijk'te "4. Mazlum Doğan Gençlik ve Kültür Festivali" adıyla bir festival düzenlemiştir. Etkinlik
kapsamında spor müsabakaları ve konserler yer almıştır217. Yine bu yıl YCK örgütlenmesinin 3. konferansı Avrupa
sahasında gerçekleştirilmiştir218.

Yine bu bağlamda, 02 Eylül 2000 tarihinde terör örgütü PKK yandaşlarınca, Almanya/Köln şehrindeki
Müngersdorfer stadında "Uluslararası 8. Özgürlük, Barış ve Demokrasi Festivali" adıyla bir etkinlik düzenlenmiştir.

2000'de Yeni Gündem Gazetesi'nin 03 Eylül 2000 tarihli nüshasında; etkinliğe 100 bin civarında PKK
yandaşının katıldığı, katılımcılar arasında İngiliz Liberal Demokrat Parti Avrupa Parlamentosu (AP) üyesi Sarah
Ludford, Kuzey Ren Vestfalya Eyaleti Başbakan Yardımcısı Mihael Vesper, Alman Yeşiller Partisi’nden Federal
Parlamento üyesi Angelika Beer ve İtalyan Komünist Yeniden Kuruluş Partisi üyesi Roman Mantovani'nin de
bulunduğu şeklinde haberler yer almıştır219.

PKK doğrultusunda Almanya'da faaliyet gösteren Derneklerin çatı örgütlenmesi konumunda olan YEK-
KOM tarafından, Almanya'da 1993 yılından bu yana devam eden terör örgütü PKK'ya yönelik yasağın kaldırılması
amacıyla Haziran 2000 tarihi itibariyle uzun süreli bir kampanya başlatılmıştır. Etkinlikler de Abdullah Öcalan’ın
sağlık durumu kampanya gündemine alınarak, propaganda malzemesi olarak kullanılmıştır.

216
Özgür Politika Gazetesi, “KARZAS Heyeti Rusya’da Görüşmeler Gerçekleştirdi”, 15 Eylül 2001
217
25 Ekim 2000 Tarihli Abdullah Öcalan’ın Avukatları İle Görüşme Notu
218
15 Kasım 2000 Tarihli Abdullah Öcalan’ın Avukatları İle Görüşme Notu
219
2000'de Yeni Gündem Gazetesi, "Uluslararası 8. Özgürlük, Barış ve Demokrasi Festivali", 03.09.2000

473
FARUK ARSLAN

Öte yandan, PKK bünyesindeki kadın yapısının, Avrupa ülkelerinde insani ve kültürel amaçlı dernek
maskesi altında ve "Kürt Kadın Vakfı, Savaş Mağdurları Vakfı, Kültür-Sanat ve Müzik Vakfı" veya "Kürt Dernekleri Koruma
Vakfı" gibi isimlerle vakıf- dernek şeklinde örgütlenmeleri planlanmış, bu doğrultuda faaliyetlere başlanmıştır.

Rusya'nın Moskova şehrinde 28–30 Nisan 2000 tarihleri arasında "Rusya Federasyonu'nda Kürtlerin
Kültürel Otonomi Federasyonları" adı altında bir konferans düzenlenmiştir. Konferans; "Moskova Kürt Kültürel
Otonomisi", "Krasnadar Kürt Kültürel Otonomisi" ve "Saratov Kürt Kültürel Otonomisi" tarafından organize edilmiştir.
Rusya'nın bazı şehirlerinde terör örgütü PKK yandaşlarının örgütlenmesine ve faaliyetlerde bulunmasına müsaade
edilmesi, "Kültürel Otonomi" kavramı ile açıklanmaya çalışılmıştır.

Bu dönemde Avrupa'da gerçekleştirilen en önemli etkinliklerden birisi teröristbaşının Suriye'den


çıkartılmasının yıldönümünde meydana gelmiştir220. Özgür Politika Gazetesi'nin 11 Ekim 2000 tarihli nüshasında
yayınlanan haberlerde; PKK yandaşlarının Yunanistan/Atina'da ABD, İsrail ve Türkiye büyükelçiliklerine siyah
çelenk bıraktıkları, Almanya'nın çeşitli şehirlerinde ise oturma eylemi düzenledikleri belirtilmiştir.

Öte yandan, 17 Eylül 2000 tarihinde, Stockholm şehrinde 5.000 kişinin katılımıyla, "2. İskandinavya Barış
ve Demokrasi Festivali" adıyla bir etkinlik düzenlenmiştir. İskandinavya Kürt Konseyi ve İsveç Kürt Dernekleri
Konseyi tarafından organize edilen festivalde, Ahmet Kaya bir konser vermiştir.

Yine, 27 Kasım 2000 tarihinde terör örgütü PKK'nın 22. kuruluş yıldönümü bahanesiyle Avrupa'nın
çeşitli ülkelerinde yaşayan PKK yandaş ve mensuplarınca çeşitli etkinlikler düzenlenmiştir.

PKK yanlısı Özgür Politika gazetesinin konuya ilişkin haberinde; Almanya/Duisburg, Frankfurt,
Freiburg, Mainz, Nürnberg Russelheim, İngiltere/Londra, Fransa/Paris ve İtalya/Roma şehirlerinde faaliyet gösteren
PKK yanlısı derneklerde 100-200 kişilik gruplar halinde toplantılar düzenlendiği ifade edilmiştir221.

PKK'nın gençlik kesimine yönelik örgütlenmesi konumundaki YCK, 09-14 Ekim 2000 tarihleri
arasında sözde 3. Kongresini Avrupa alanında gerçekleşmiştir. Toplantıda Teröristbaşı Öcalan tarafından gündeme
getirilen "Demokratik Cumhuriyet ve Barış Projesi" kapsamında, örgüte müzahir tabanın "Serhildan" olarak tabir edilen
eylemlere hazırlanmasına yönelik çalışmaların yapılması" şeklinde kararlar alınmıştır.

YCK’nın faaliyetleri ile ilgili bilgi veren Salih D.; “…kurs sonrası herkesi ayrı ayrı yerlere dağıttılar bu yerler
Hamburg, Hannover, Stuttgart, Mannheim, Münih gibi yerlerdi. Benimle birlikte Rojha Kod, Çiya Kod Almanya'nın Berlin
Şehrine gönderildik. Bizim gönderilme amacımız PKK-YCK örgütüne Sempatizan ve eleman kazandırmaktı. Genelde
bu şahıslar Almanya'ya iltica etmiş ve kamplarda kalan genç insanlarla (Heimler) giderek ilişkiye geçiyorduk. İlk etapta bu tür
şahıslar ile irtibata geçebilmek için bunların Almanya Ülkesinde karşılaştıkları sıkıntı ve dertlerini soruyor ve bu şahıslara
Partinin bizlere vermiş olduğu Maddi ödeneklerden yardım ederek Partiye kazandırmaya çalışıyorduk. Parti bize Masraf ve Diğer
yandaşlara vermek üzere aylık 450.D.M.para veriyordu…”beyanları ile örgütün gençlik çalışmalarına vurgu yapmıştır.

Bu dönemde Terör örgütünün Avrupa'da yasal olarak faaliyet gösteren en önemli paravan
örgütlenmesi konumunda olan KNK İngiltere/Londra'da bir temsilcilik açmıştır. Merkezi Belçika/Brüksel'de bulunan
sözde KNK'nın, Almanya/Berlin ve İsveç/Stockholm'de de temsilcilikleri mevcuttur.

Aralarında KNK başkanı İ. Şerif Vanlı ve KNK mensubu Zübeyr Aydar'ın da bulunduğu bir heyet,
terör örgütü PKK ile KYB arasında yaşanan gerginlikte arabuluculuk rolü oynamak amacıyla, KYB lideri C. Talabani
ile görüşmek için İrak'a gitmiş, ancak KYB lideri ile görüşemeden Avrupa'ya dönmüşlerdir

220
Özgür Politika Gazetesi, “Komplonun II. Yılında Kürt Gençleri Eylemleri Zirveye Taşıdı”, 11 Ekim 2000
221
Özgür Politika gazetesi, “22. Kuruluş Yıldönümü Etkinlikleri”, 27 Kasım 2000

474
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Ayrıca, 07 Aralık 2000 tarihinde Fransa/Nice'te başlayan "Avrupa Birliği Zirvesi"nde KNK üyeleri
Musa Kaval ve Ahmet Alim bir dizi faaliyetlerde bulunmuş ve bu çerçevede AB Ülkeleri Dışişleri Bakanlarına
PKK'nın görüşlerini içeren bir dosya vermişlerdir.

PKK güdümündeki örgütlenmelerden olan Kürdistan Yezidiler Birliği 3. kongresinin 23–24 Aralık
2000 tarihleri arasında Almanya'da gerçekleştirmiştir.

Öte yandan, Avrupa'da faaliyet gösteren terör örgütü PKK mensup/yandaşlarının teröristbaşı
Öcalan’ın 15 Şubat 1999 tarihinde Kenya'da yakalanarak Türkiye'ye getirilmesinin yıldönümü bahanesiyle, çeşitli
etkinlikler düzenlemişlerdir.

Bu yönlü olarak, 14 Şubat 2001 tarihinde, PKK güdümündeki Özgür Kadın Partisi (PJA) tarafından
Almanya'nın Köln, Bochum ve Duisburg kentlerindeki merkezi alanlarda 30 kişilik gruplar halinde nöbet tutulup,
meşaleler yakılarak bildiri dağıtılmıştır.

Yine, 12 Şubat 2001 tarihinde Bulgaristan/Sofya şehrinde Kürt Kültür Derneği organizesinde bir
toplantı düzenlenmiştir. Düzenlenen toplantıda; 15 Şubat 2001 günü ABD, İsrail, Türkiye ve Yunanistan
büyükelçiliklerine siyah çelenk bırakılması 18 Şubat 2001 gününe kadar devam eden 4 günlük açlık grevi eylemi
kararı alınmıştır.

Almanya/Hannover şehir merkezinde 1.000 civarında PKK yandaşı tarafından bir gösteri
düzenlenmiş, göstericiler tarafından gece boyunca sessiz protesto eylemi gerçekleştirilmiştir.

Fransa/Marsilya şehrinde, Başkonsolosluğumuz önünde toplanan çoğunluğu kadın ve çocuk 500-600


kişilik bir grup tarafından bir gösteri yapılmıştır.

İngiltere/Londra şehrinde, PKK yandaşlarınca ABD, İsrail, Kenya, Türkiye ve Yunanistan


temsilciliklerine siyah çelenk bırakılmış ve Kuzey Londra'da 30 araçlık bir konvoyla protesto gösterisi
düzenlenmiştir.

İsviçre/Bern şehrinde, 15 civarında PKK yandaşı tarafından, Büyükelçiliğimize siyah çelenk


bırakılmıştır.

Rusya/Moskova şehrindeki Puskinskaya meydanına 500 civarında PKK yandaşı St. Petersburg,
Yaroslav, Krasnodar ve Tombav şehirlerinden araçlarla getirilmiş ve akabinde örgüt adına bir gösteri düzenlenmiştir.

19 Ağustos 2000 tarihinde KNK tarafından sözde Kürtler arası diyalog ve barış içerikli bir toplantı
yapılmıştır. Bu toplantıya PKK’lı militanları yanı sıra Nuri Talabani, İzzet Hüseyni, Mahmut Osman, Ömer
Şehmuz gibi şahsiyetlerde katılmışlardır.

7 Ağustos 2000 tarihinde Öcalan’ın avukatları Bulgaristan’a giderek Balkanlardaki faaliyetlerin


geliştirilmesi yönünde çalışmalar yapmış ve 7.kongre çalışmalarının son durumunun anlatıldığı konferanslar
düzenlemişlerdir.

PKK örgüt mensuplarınca Almanya’nın Duesseldorf kentinde 24 Haziran 2000 tarihinde büyük yürüyüş
gerçekleştirilmiş, bu gösteride Türkiye aleyhine sloganlar atılmıştır222.

222
21 Haziran 2000 Tarihli Abdullah Öcalan’ın Avukatları İle Görüşme Notu.

475
FARUK ARSLAN

17 Haziran 2000 tarihinde Almanya’da örgütün güdümündeki Avrupa Aleviler Birliği’nin Kongresini
yapılmıştır223.

2000 Ağustos ayı içerisinde Medya-TV’nin 1. kuruluş yıl dönümü gerçekleştirilmiştir. Öcalan’ın avukatları bu
törene katılarak, çalışanlara Öcalan’ın talimatlarını iletmiş olup, buna göre; sonbaharla birlikte yeni bir dönemin
başlatılması, bazı yeni programların hazırlanması, özellikle dağdaki militanların yaşamı ve militanların kültür
sanat faaliyetleri ile siyasi çalışmalarının yansıtılacağı, Mahmur Kampı ile ilgili bir belgeselin hazırlanması
talimatı verilmiştir. Ayrıca Özgür Politika Gazetesi için de yeni dönem faaliyetleri hazırlanmış ve görüşler
yapılmıştır.

2 Eylül 2000 tarihinde PKK örgüt mensuplarınca Köln'de geniş katılımlı bir gösteri düzenlenmiştir.
Festivale 70 bin civarında kişi katılmış olup, Türkiye'den de Tolga Sağ, Ahmet Kaya, Yeni Türkü, Kardeş Türküler
grubu ve CHP’den de PM düzeyinde temsilci misafir olarak katılmıştır224.

Abdullah Öcalan’ın avukatları ile Hamburg Deutsches Orient Enstitü’nün Başkanı olup, Yaşar
Kaya’nın yakın arkadaşı olan 225 Şarkiyatçı Udo Steanbach bir görüşme yapmışlardır. Bu kişi örgütün yeni dönem
tezlerine destek vereceğini beyan etmiştir226.

Sözde İkinci Barış Hamlesi Dönemi

Sözde "İkinci Barış Hamlesi" ile ilgili kararlar, 2001 yılı Şubat ve Mart aylarında Irak'ın Kuzeyinde
gerçekleştirilen Parti Meclisi Üçüncü Toplantısı'nda alınmıştır.

Örgüt, yurt içinde ve yurt dışında geliştirmeyi planladığı kitlesel eylemlerin silahlı şiddetten
arındırılmış fakat içinde otoriteyi zorlamanın olduğu şekilde yapılmasını planlamış, organize küçük grupların
örgütlediği kitlelerin eylemlerin içerisine çekilmesi hedeflenmiştir.

Örgüt sorumlu kadroları başlangıçta kitlesel eylemlerin örgütçe önem atfedilen günlerde
gerçekleştirilmesini, bilahare diğer günlere de taşırılarak süreklileşmesini istemiştir. Bu meyanda, söz konusu
eylemlerin başlatılmasına start verildiği 2001 yılının başından itibaren örgüt kitlesini ve yandaş oluşumların fırsat
buldukça bu tip eylemlere yöneldikleri gözlenmiştir.

Böylece örgüt bir yandan kitleleri yeni örgüt stratejisi doğrultusunda eğitip, serhildan eylem tarzını
geliştirirken, diğer yandan da sözde silahlı mücadeleye ara verdiği 1 Eylül 1999 tarihinden itibaren uluslararası
kamuoyunun desteğini almaya yönelik faaliyetler içerisine girmiştir.

223
21 Haziran 2000 Tarihli Abdullah Öcalan’ın Avukatları İle Görüşme Notu.
224
06 Eylül 2000 Tarihli Abdullah Öcalan’ın Avukatları İle Görüşme Notu.
225
www.turkiye.net/konuk/ishak1.htm
226
13 Eylül 2000 Tarihli Abdullah Öcalan’ın Avukatları İle Görüşme Notu

476
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Örgüt, dönem içerisinde kadroların ve müzahir kitlenin motivasyonunu artırmaya yönelik özellikle
örgütçe önem atfedilen günlere yakın tarihlerde suni gündemler yaratmaya çalışarak, örgütsel taleplerin müzahir
kitle aracılığıyla kamuoyu gündemine getirilmesini hedeflemiştir.

Bu doğrultuda 31 Mayıs 2001 tarihinden itibaren yeni dönem taktiği olan "Siyasal Serhildan"
kapsamında "2. Barış Hamlesi" olarak ifade edilen yeni bir kitlesel eylem sürecine girilmiştir.

Özgür Politika Gazetesi'nin 23-24 Mayıs 2001 tarihli haberlerinde, "2. Barış Hamlesi; Kimlik bildirimi,
İrade beyanı ve Kürtlerin aktif politikaya katılımıyla yeni bir sürece giriyor" başlığı adı altında habere yer verilmiş ve sözde
Başkanlık Konseyi üyesi Osman Öcalan ile bir röportaj yayınlanmıştır.

Osman Öcalan; "...Halkımızın ulusal özgürlük mücadelesinin yeni bir aşamasına girmiş bulunuyoruz. Bu yeni
aşama, demokratik sistemde ulusal ve toplumsal sorunların çözüme kavuşturulması sürecidir. Kürt özgürlük hareketi, bulunduğu
toplumların demokratikleşme sorunlarıyla birlikte, Kürt sorununu da ele almış, çözümü için yürüttüğü mücadele çeşitli
aşamalardan geçmiştir. Bu stratejik aşamalar ise, birinci olarak Diriliş devrimi ki bu 1999'da tamamlanmıştır. İkinci olarak da
Demokratik Kurtuluş biçiminde formüle edilecek olan çözüm aşamasıdır" şeklindeki ifadeyle, örgütün yeni dönem
stratejisinin önemini vurgulamıştır227.

Yine sözde "1. Barış Hamlesi" dönemi olarak ifade edilen 1999-2000 yıllarının bir geçiş dönemi özelliğini
taşıdığı, legal faaliyetler için uygun ortamların yaratılmasının ön görüldüğü bu dönemde örgütün; 2 Ağustos 1999’da
ilan edilen sözde ateşkes ve yurt içerisinde faaliyet gösteren grupların aşamalı olarak yurt dışına çıkarılması, 01-29
Ekim 1999 tarihlerinde sözde Barış Grubu adı verilen örgüt mensuplarının teslim olması, Avrupa alanında
gerçekleştirilen sembolik barış yürüyüşleri ve kitlesel eylemler sayesinde sözde elde edilen kazanımlarından dolayı
bahse konu dönemin başarıyla tamamlandığını, bundan sonra faaliyetlerin "Demokratik Kurtuluş" süreci çerçevesinde
ele alınacağını ifade edilmiştir.

Bu amaç doğrultusunda sosyal kurumların daha etkin olmasını sağlamak için araka arkaya faaliyetler
gerçekleştirilmiş ve kurumlaşma çabalarına hız verilmiştir. Bu nedenle Sözde KNK Yüksek Seçim Kurulunun
gerçekleştirdiği 4. toplantısında, KNK Genel Meclisi'nin yeniden yapılandırılmasına yönelik, KNK Genel Meclisinde
aday olmak isteyenlerin 01 Temmuz 2001-01 Eylül 2001 tarihleri arasında adres ve kısa öz geçmiş bilgilerini
knk@kongrakurdistan.com veya www. kongrakurdistan.com adresleri üzerinden başvuruların yapılabileceği, yine
"Rue Jean Stas 41. 1060 Bruxelles" adresine veya 003226473084 numaralı telefonun yanı sıra, 003226476849 faks
numarasının başvuru esnasında kullanılabileceği, başvuruların KNK Yüksek Seçim Kurulu tarafından
değerlendirilmeleri akabinde kamuoyuna açıklanacağı, oluşuma üye örgüt, parti, kurum vb.lerinin kontenjanlarının
Yüksek Seçim Kurulu'nun bir sonraki toplantısında belirleneceği şeklinde bilgilere yer verilmiştir.

Örgüt tarafından bu zamanda üç ay sürmesini planlanan "2. Barış Hamlesi" adı altındaki mezkûr
eylemler; 31 Mayıs 2001 tarihinde Almanya/Berlin'de, KNK öncülüğünde, KON-KURD, Kürt Demokratik Kültür
Hareketi (TÇDK), YEK-KOM, Kürt Hukukçular Birliği (YHK), Kürdistan İslam Hareketi (HİK), Kürdistan Aleviler
Federasyonu (FEK), Kürdistan Yezidiler Birliği (YEK), Kürt Öğretmenler Birliği (YMK), Kürdistan Enformasyon
Merkezi (KIZ), Mala Kurda Berlin (Berlin Kürt Evi)'nin katılımıyla düzenlenen kitlesel basın açıklamasıyla
başlatılmıştır.

İkinci Barış Hamlesi çerçevesinde Yurt Dışında Başlatılan Eylemler

227
Öcalan O., “II. Barış Hamlesi ve Üzerimize Düşen Görevler”, Özgür Politika Gazetesi, 23-24.05.2001

477
FARUK ARSLAN

Sözde ikinci barış hamlesinin startı yurt dışında özellikle Avrupa alanında verilmiştir. Örgüt, Avrupa
ülkelerinden geçmişte eleman, finansman temini ve diplomatik destek sağlama amaçlı olarak istifade etmiştir. Yeni
dönemde ise Avrupa alanı diplomatik faaliyetlerin ana merkezi haline getirilmiştir.

Sözde ikinci barış hamlesi başlatılmadan önce de YDK'nın sözde 2. Kongresi 16-25 Mayıs 2001 tarihleri
arasında, Avrupa alanında 130 örgüt mensubunun katılımıyla gerçekleştirilmiştir. YDK bu kongreyle disiplinli bir
çalışma yapma iradesini ortaya koymaya çalışmış, kampanya için kadro oluşturmayı hedeflemiştir.

Öte yandan siyasal çalışmalardaki hareketlilik artmış, PKK güdümünde Belçika/Brüksel merkezli
olarak faaliyet gösteren KONKURD’a bağlı dernekler, yıllık olağan kongreleri sırasında yandaş kitlesini artırmak
amacıyla üyelik kampanyası başlatmışlardır.

Bu çerçevede, Nisan ayı son haftası itibariyle, Paris Kürt Kültür Merkezi (Fransa), Bonn Kürdistan
Centrum (Almanya), Den Haag Kürt işçiler Derneği (Hollanda), Leipzig Kürt Evi (Almanya), Frankfurt
Mezopotamya Kültür Derneği (Almanya) isimli PKK yanlısı kuruluşlar yıllık olağan kongrelerini düzenlemişlerdir.

28-29 Nisan 2001 tarihleri arasında, Almanya/Berlin şehrinde PKK yanlısı kuruluşlardan Berlin Kürt
Enstitüsü organizesinde "Kürt Edebiyat Sempozyumu" adıyla bir toplantı düzenlemiştir. Sempozyumda Kürt dili ile
ilgili konular yerine dönemin eylem stratejisi konuşulmuş, Kürtçe üzerine sunum dahi yapılmamıştır.

Bu doğrultuda ana gündem konusu olan sözde "Kimlik Bildirimi" faaliyetleri, PKK'nın Avrupa
ülkelerindeki cephe örgütlenmesi olan YDK Avrupa Koordinasyonu adı verilen örgüt birimince sevk ve idare
edilmiştir.

Özellikle 1993 yılında Almanya ve Fransa'da, 2000 yılı içerisinde de İngiltere tarafından PKK
faaliyetlerinin yasaklanmasının ardından örgüt yeni stratejinin acilen hayata geçirmesini istemiştir. PKK örgütü bu
süreçte; Kürt halkı ile Kürt halkının özgürlüğü için sözde mücadele eden PKK'nın inkar ve imha edilmesinin
amaçlandığı, bu kapsamda başta Avrupa (Almanya merkezli) ülkeler olmak üzere, buralarda yaşayan Kürt kökenli
şahısların 31 Mayıs 2001 tarihinden itibaren ferdi ve toplu olarak "Ben de PKK'lıyım, Ben de Ulusal Özgürlük
Mücadelecisiyim" şeklinde mahkemelere müracaat etmelerini ayrıca, tüm resmi işlemlerinde Kürt kimliklerinin
kullanılmasıyla, sorunu ortaya çıkaran güçlerin kendi hukuku içinde hesaplaşması gerektiği yönünde faaliyetler
yapılmasını hedeflemiştir. Bu kampanya ilk olarak Avrupa alanında başlatılırken aynı yıl Haziran, Temmuz ve
Ağustos aylarında Türkiye’de de hayata geçirilmiştir.

Örgüt "2. Barış Hamlesi" çerçevesindeki "Kimlik Bildirimi" eylemiyle, Kürt ulusal-siyasal kimliği
üzerindeki yasakların kaldırılmasının yanı sıra sözde barış çabalarına uluslararası destek sağlamayı da hedeflemiştir

Bu kampanya için yazılan "Ben de PKK'lıyım" metninde, AB'ne üye devletlerin, bu birliğe üye olmak
üzere başvuruda bulunan diğer devletlerden istediği "Kopenhag Kriterleri" gibi uluslararası kararlara karşı, kendi
ülkelerinde yerleşik durumda bulunan Kürtlere söz konusu kararları uygulamadıkları veya yüzeysel ele alındıkları
ifade edilmiştir.

Yine metinde, sözde Kürt sorununun kalıcı olarak çözüme kavuşturulabilmesi için teröristbaşı
Abdullah Öcalan’ın serbest bırakılması ve siyaset yapabilme koşullarının sağlanması istenilmiştir.

Sözde Kimlik Bildirimine yönelik olarak örgüt ile iltisaklı oluşumların tüm hazırlıklarını
tamamladıkları ve bu amaca yönelik olarak binlerce "Ben de PKK'lıyım" başlığını taşıyan form hazırlandığı
görülmüştür. Başvurularla ilgili olarak, Almanya/Kuzey Ren Westfalyan Eyaletinde örgüt yanlısı yaklaşık 2000 kişi,
Duesseldorf Eyalet Yüksek Mahkemesine 13 Haziran 2001 günü avukatlar aracılığıyla başvuruda bulunulmuştur.

478
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Sözde II. Barış hamlesi içerisinde değerlendirilen Kimlik bildirimi kampanyası VI. Konferansın hemen
akabinde hızlandırılmıştır. Kampanyanın amacı; “AİHM-Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nde görüşülen Öcalan
davasının Kürt halkına dayatılan sözde inkâr ve imhanın yargılandığı bir platform olarak ele alınması, Almanya ve İngiltere başta
olmak üzere, tüm Avrupa ülkelerinde PKK ve Kürt kimliğine ilişkin yasağın kaldırılması, Avrupa'da yaşayan Kürtlerin
bulundukları ülkelerde, siyasal ve ulusal kimliklerinin kabul edilmesi, Kürt kimliğinin kendisini koruyup geliştirme, örgütlenme
ve eğitim başta olmak üzere, temel siyasal, sosyal ve ekonomik haklardan faydalanmasının sağlanması” şeklinde sıralanmıştır.

Kimlik bildirimi kampanyası kapsamında o dönem çeşitli Avrupa ülkelerinde PKK yandaşlarınca
yapılan etkinlikler şu şekildedir;

Belçika merkezli olarak Avrupa genelinde faaliyet gösteren KONKURD tarafından 13 Haziran–13
Temmuz 2001 tarihleri arasında devam edecek bir imza kampanyası sonunda 100.000 imzaya ulaşılması
hedeflenmiştir.

İngiltere’de "Yeni Terörizm Yasası" ile PKK'nın terörist örgütler listesine alınmasını protesto etmek
amacıyla, bir imza kampanyası başlatılmıştır.

31 Mayıs 2001 günü, Almanya/Berlin'de yukarıda belirtilen örgüt güdümündeki kuruluşların katılım
ile 400 civarında PKK yandaşının katılımıyla, Öcalan’ın AİHM'deki duruşması ve kimlik bildirimi kampanyası
konusunda, miting ve basın açıklaması yapılmıştır.

11 Haziran 2001 günü, Almanya/Duesseldorf eyalet mahkemesinde PKK mensubu olduğu


gerekçesiyle yargılanan bir örgüt mensubunun davası bahane edilerek, mahkemeye "Ben PKK'lıyım" yazılı dilekçeler
verilmiştir.

15 Haziran 2001 günü Fransa/Paris'te 1000 civarında PKK yandaşının katılımıyla bir gösteri
düzenlenmiştir.

Özgür Politika Gazetesi'nin 02 Ağustos 2001 tarihli nüshasında, Almanya/Aachen cezaevindeki 23


PKK’lı tutuklunun, söz konusu kampanya çerçevesinde ilgili makamlara başvuruda bulundukları belirtilmiştir228.

Yunanistan/Selanik Kamara Meydanı'nda "Kürdistan'da Barış İçin İmza At, Öcalan'a özgürlük" yazılı
pankart altında halktan imza ve para toplanmış, benzer bir girişim Atina Sintagma Meydanı'nda da düzenlenmiş ve
04 Ağustos 2001 tarihinde sona erdirilmiştir.

Örgüt yanlılarınca Selanik'te gerçekleştirilen etkinlik, 09-11 Ağustos 2001 tarihleri arasında Egnatia
Caddesi ile Aristo meydanının birleştiği noktada tekrar başlatılmıştır.

11 Ağustos 2001 tarihinde Norveç/Oslo merkezindeki Parlamento binası önünde "Kürdistan’daki Savaşa
Son, Kürtlere özgürlük" yazılı pankart altında tanıtım ve imza kampanyası başlatılmıştır.

14 Ağustos 2001 tarihinde Rusya Federasyonu Moskova Büyükelçiliğimiz önünde 20 kişilik grup
tarafından "Öcalan'a özgürlük", "Kürdistan", "Tüm Rusya Komünist Partisi" pankartları ile A. Öcalan’ın resimlerinin
sergilendiği bir gösteri düzenlenmiştir.

Ağustos 2001 tarihinde, İngiltere İçişleri Bakanlığı önünde, her hafta Perşembe günleri 50-60 kişilik
grupların katılımıyla gösteri düzenlenmiştir.

228
Özgür Politika Gazetesi, “Kürt Tutuklulardan Destek Kampanyası”, 02 Ağustos 2001

479
FARUK ARSLAN

14 Eylül 2001 tarihinde 2400 adet "Ben de PKK'lıyım" ve 3600 adet "Kimliğimi İstiyorum" yazılı formun
Güney Kıbrıs Rum Kesimi Başbakan Yardımcısı'na iletilmiştir. Bu kampanyanın gerçekten doğru bir şekilde
yürütülmediği ve sahte evrak hazırlandığı daha sonra ortaya dokümanlardan ve örgüt mensuplarının ifadelerinden
anlaşılmıştır.

05 Eylül 2001 tarihinde, örgüt yanlısı KON-KURD’a mensup bir grup tarafından İsviçre Dışişleri
Bakanlığı'na kimlik bildirim kampanyası kapsamında toplanan dilekçeler verilmiştir.

Şubat 2001 döneminde örgütün yapısının bulunduğu tüm Avrupa ülkelerindeki kurumlarda nöbet tutma,
siyahlar giyme, oruç biçiminde eylemlilikler meydana gelmiştir229.

1 Eylül 2001 döneminde örgütün kadın yapılanması olan Özgür Kadın Hareketinin yan kuruluşu olan
Dünya Özgür Kadın Vakfı’nın kuruluşu Hollanda’da gerçekleşmiştir. Derneğin üyeleri sadece PKK’lı militanlar
olmayıp, aynı zamanda Hollandalı ve Alman üyeleri de bünyesine almıştır. Dernek daha sonra dünyadaki en
büyük kadın örgütü olan FDEF’e üye olmuştur 230.

Mayıs 2001 tarihinde tüm Avrupa genelinde Türkiye’de idam cezasının kaldırılması amacıyla
eylemler başlatılmış olup, Avrupalı liderlere bu yönde mektuplar gönderilmiştir.

2001 Mayıs ayı içerisinde Norveçli grubun yoğunluklu olarak katıldığı İşkenceyi Önleme Komitesi
yetkilileri Türkiye’ye gelerek Öcalan’ın durumu hakkında incelemeler yapmışlardır231.

PKK örgüt mensupları ve sempatizanlarının organizesinde 1 Eylül 2001 tarihinde Almanya’nın Köln
kentinde bir yürüyüş gerçekleştirilmiş, bu yürüyüşte Türkiye aleyhine sloganlar atılmıştır 232.

10-15 Aralık 2001 tarihleri arasında özgürlük eylemleri olarak adlandırılan gösteriler yapılarak,
Öcalan’ın sözde tecrit koşulları protesto edilmiştir233.

Bu dönemde örgüt militanlarınca, İngiltere’de hükümet ve etkili kurumlar üzerinde baskı


oluşturup, PKK üzerindeki yasağın kalkması sağlamak için gösteriler ve eylemler düzenlenmiştir 234. Haziran 2001

229
21 Şubat 2001 Tarihli Abdullah Öcalan’ın Avukatları İle Görüşme Notu
230
11 Nisan 2001 Tarihli Abdullah Öcalan’ın Avukatları İle Görüşme Notu
231
23 Mayıs 2001 Tarihli Abdullah Öcalan’ın Avukatları İle Görüşme Notu
232
22 Ağustos 2001 Tarihli Abdullah Öcalan’ın Avukatları İle Görüşme Notu
233
27 Kasım 2001 Tarihli Abdullah Öcalan’ın Avukatları İle Görüşme Notu
234
20 Haziran 2001 Tarihli Abdullah Öcalan’ın Avukatları İle Görüşme Notu

480
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

döneminde Avrupa YDK kongresini yapılmış235, 22-23 Temmuz 2001 tarihinde de Avrupa’da gençlik festivali
düzenlenmiştir236.

13 Haziran 2001 tarihi itibariyle YDK’nın organizesi ile yapılan bende PKK’lıyım bildiriminde 45.000
imza, KON-KURD’un ulusal kimliğimi ve haklarımı istiyorum başvurusu çerçevesinde 100.000.000 imza
Avrupalı devletlerin yetkililerine gönderildiği iddia edilmiştir.

Örgütün bu iddiasına karşılık gerçekte ise, Avrupa genelinde 40 bin civarında dilekçe verildiği, verilen
dilekçelerden % 50'sinin var olmayan kişilerin adıyla gönderildiği, kişilerin izninin alınmadan isimlerinin kullanıldığı
veya belirtilen adreslerde imza sahiplerinin yaşamadığı ilgili devlet makamlarca dış temsilciliklerimize bildirilmiştir.
Ayrıca Almanya ve İngiltere’de eylemleri organize ettikleri anlaşılan kişiler hakkında soruşturma da başlatılmış olup,
sahte evrak düzenlenmekten işlem görmüşlerdir237. Bu sahtecilik olayları örgütün imajını sarsmış ve bu ülkedeki
insan hakları kuruluşlarınca eleştirilmiştir.

"Kimlik Bildirimi" kapsamında mahkemelere başvurulması şeklinde Avrupa alanında sürdürülen


terörist faaliyetler, yurt içerisinde de yine korsan gösteri, pankart asma vb. pasif eylemler olarak sürdürülmüştür.

Örgütün bu çerçevede faaliyetlerine devam ettiği 27 Aralık 2001 tarihinde Avrupa Birliği Konseyi
tarafından hazırlanan ve 27 Aralık 2001 tarihinde Brüksel'de imzalanarak, Avrupa Topluluğu Resmi Gazetesi’nde
yayınlanan “Terörizmle Mücadelede Özel Tedbirlerin Uygulanışına Dair Konseyin Ortak Görüsü” başlıklı metnin terör
örgütleri listesi içerisine PKK dahil edilmiştir. Bu karar örgüt üzerinde olumsuz bir etki yaparak, kitlesinin
heyecanını olumsuz yönde etkilemiştir.

PKK VI. Konferansı

Yeni bir yapılandırmanın başladığı bu zamanda Avrupa’da faaliyet yürüten üst düzey örgüt
mensuplarından Azime Kod, Melsa Kod ve Selahattin Kod isimli militanların örgütten ayrılmaları, çalışma yapan
kadrolarda önemli moral bozukluklarına neden olmuşlardır238.

Ortaya çıkan moral çöküntüsünü gidermek ve çalışmaları devam ettirmek için Avrupa alanına İnci Jaan adını
kullanan militan gönderilerek sorumlularla birlikte faaliyetleri organize etmesi istenmiştir. Yeni yapılanma
gereğincede Avrupa’daki faaliyetlerin PKK adına değil, KNK adına yapılması kararlaştırılmıştır. Avrupa’da bu
gelişmelerin yaşandığı ve belli noktalarda örgütte ayrılmaların baş gösterdiği bir zamanda Kandil bölgesinde
örgütün VI. Konferansı gerçekleştirilmiştir.

235
20 Haziran 2001 Tarihli Abdullah Öcalan’ın Avukatları İle Görüşme Notu
236
11 Temmuz 2001 Tarihli Abdullah Öcalan’ın Avukatları İle Görüşme Notu
237
11 Temmuz 2001 Tarihli Abdullah Öcalan’ın Avukatları İle Görüşme Notu
238
25 Temmuz 2001 Tarihli Abdullah Öcalan’ın’ Avukatları İle Görüşme Notu

481
FARUK ARSLAN

Terör örgütü PKK, sözde VI. Konferansı 5-22 Ağustos 2001 tarihleri arasında Irak'ın Kuzeyinde 138
örgüt mensubunun katılımıyla gerçekleşmiştir. Konferansa Başkanlık Konseyi üyeleri Duran Kalkan, Osman Öcalan,
Nizamettin Taş, Murat Karayılan, Nuriye Kespir ve Gülizar Tural katılmıştır. Konferansın açılış konuşmasını Duran
Kalkan, kapanış konuşmasını ise Osman Öcalan yapmıştır. Bu konferansta halen takip edilen siyasal çalışmaların
daha da yoğunlaştırılması kararı alınmıştır.

Konferans kararlarına göre Avrupa faaliyetleri yeni strateji temelinde örgütün diplomatik faaliyet
merkezi haline getirilecektir. Bu alana atfedilen ikinci bir rol ise, geçmişten bu yana devam ettirilen eleman temini,
mali-lojistik destek sağlama ve propaganda faaliyetlerini yürütmek olarak tespit edilmiştir.

Bu anlayışa bağlı olarak son iki yıldır Avrupa düzeyinde daha çok diplomatik ataklar ön plana
çıkmıştır. Bu tür faaliyetlerin sürdürülmesinde KNK, YDK ve KON-KURD öne çıkmıştır.

Özellikle bu alanda zamanla YDK çalışmaları faaliyetlere damgasını vurmaya başlamıştır. Nitekim
terör örgütü PKK'nın Avrupa ülkelerindeki faaliyetleri, YDK-Avrupa Koordinasyonu adı verilen bir örgüt birimince
sevk ve idare edilmiştir. YDK Avrupa Koordinasyonuna bağlı olarak yürütülen faaliyetlerin Avrupa ülkeleri
yasalarına göre, legal, illegal ve paravan örgütlenmelerle yürütülen boyutları oluşturulmuştur.

Legal faaliyetler, YDK temsilcilikleri, enformasyon büroları ve komiteler, YDK'ye bağlı alt birlikler ve
dernekler vasıtasıyla yürütülmüştür.

Avrupa ülkelerindeki illegal yapının devamının sağlanmasında, YDK Avrupa Koordinasyonu


uhdesinde faaliyet gösteren "Ülke Bürosu" adı verilen örgüt birimlerinin önemli bir rolü olmuştur. Örgüt
mensuplarının, ülkeler arasında rahatlıkla seyahat etmeleri, aktarılmaları, ülke bürolarınca sağlanmıştır. Ülke
büroları; Almanya merkez olmak üzere, Yunanistan, Fransa, Hollanda, Romanya, İsveç'te yaygın şekilde
örgütlenmiştir. İllegal örgütlenmede görev alan örgüt mensupları, bu sayede legal faaliyetler içerisinde kamufle olma
imkanı da bulabilmişlerdir. Paravan örgütlenmeler arasında, KON-KURD, KNK ve Medya Tv önemli bir yer
tutmuştur.

KON-KURD bünyesinde dokuz farklı ülkede kurulmuş dernek federasyonları bulunmaktadır. Söz
konusu federasyonlara bağlı olarak sayıları yüzlerle ifade edilebilen dernek faaliyet göstermektedir. Kültürel faaliyet
maskesi altında varlıklarını devam ettiren bu derneklerin, terör örgütü PKK'ya eleman, mali-lojistik destek
kazandırmanın yanı sıra, kitlesel gösterileri de yaygın bir biçimde organize ettiği gözlenmiştir.

Bilindiği üzere, Avrupa'da sürdürülen faaliyetler arasında, PKK'yı ve teröristbaşını aklamayı dayatan
kitlesel gösteriler önem arz etmiştir. Bu dönemde gerçekleştirilen gösterilerin en önemlileri, "Aynı dönemde, Avrupa'da
büyük yürüyüşler, festivaller yapılmıştır. Köln yürüyüşü, Köln festivali, Strasburg yürüyüşü, Dortmund yürüyüşü vb.
bunlardan bazılarıdır" ifadeleriyle Serxwebun Dergisinin Mart 2001 tarihli sayısında ön plana çıkartılmıştır.239

Görüldüğü üzere bu dernekler sayesinde geliştirilen büyük çaplı kitlesel gösteriler önemli bir baskı
aracı kullanılmıştır. Örgüt bir yandan propaganda ve lobi faaliyetleri sürdürürken diğer yandan Avrupa'daki
kurumlaşmasını geliştirmiş, yeni alanlarda örgütler oluşturmuştur.

Bu projenin bir devamı olarak 28-29 Nisan 2001 tarihleri arasında, Almanya/Berlin'de PKK yanlısı
kuruluşlardan Berlin Kürt Enstitüsü organizesinde "Kürt Edebiyat Sempozyumu" adıyla bir sempozyum
düzenlenmiştir.

239
Serxwebun Dergisi, Mart 2001, s.71.

482
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Öte yandan, 10 Nisan 2001 tarihinde sözde örgütün silahlı kadın yapılanması olan PJA’nın 1. Avrupa
Konferansı yaklaşık 200 örgüt mensubunun katılımıyla gerçekleştirilmiştir. Konferansta, Avrupa'daki çalışmaların
arttırılması ve eğitim faaliyetlerinin yoğunlaştırılması kararlaştırılmıştır.

Haziran 2001 tarihinde, örgüt güdümünde faaliyet gösteren YEKKOM , FEKBEL (Belçika Kürt
Dernekleri Federasyonu) ve FEKAR (İsviçre Kürt Dernekleri Federasyonu) isimli kuruluşlar yıllık olağan
kongrelerini düzenleyerek yeni yönetimlerini belirlemiştir. YEKKOM’un kongresi Almanya'nın Dortmund şehrinde
350, FEKAR kongresinin İsviçre'nin Basel şehrinde 400 kişinin katılımıyla yapılmıştır.

Bu gibi derneklerin çoğaltılması ve faaliyetlerin tırmandırılmasının asıl amacı gerçekte güç kaybeden
örgütün halen caydırıcı olabildiğini göstermek ve Avrupa ülkelerini legalleşme görüntüsüyle baskı altına alınmasını
sağlamak olmuştur.

Konuya ilişkin olarak 22 Haziran 2001 tarihli Medya TV yayınında sözde Başkanlık Konseyi üyesi
Osman Öcalan, "Biz 2. Barış Hamlesini başlattık, İngiltere de ikinci inkar hamlesini başlattı. Almanya, geçen gün bir
arkadaşımıza 2 yıl 9 ay ceza verdi. Hiçbir şiddet eylemi yapmadı. Partimizin yeni stratejisine göre çalışıyordu. Amerika’ya
diyoruz, eğer dünyaya karşı sorumlu davranıyorsan biz çözüm istiyoruz onun için birçok adım attık, neden bize cevap
vermiyorsun?

Avrupa'nın, Amerika'nın veya diğer birçok gücün tavrı belli değildir daha. İngiltere zaten yasak getirdi.
Diğerleri de belli değil. Bunlardan biri arabuluculuk yapmadı. Bosna-Hersek'te yaptınız, Kosova'da yaptınız bugün
Makedonya'da yapıyorsunuz, Filistin'de yapıyorsunuz birçok yerde yapıyorsunuz. Kürtler için neden bir heyet
göndermiyorsunuz? Kürt sorununun çözümü konusundaki görüşünüz nedir?" şeklinde açıklamalarında bulunmuştur240.

III. Serhildan Döneminin Dönemi

II. Serhildan döneminde Avrupa'da sürdürülen faaliyetler örgüte azda olsa moral kaynağı olmuştur.
Bu noktada bölücü nitelikteki gelişmelerin yoğunluk ve hızını etkileyebilecek bir diğer unsur da dönemin
konjonktürel gelişmeleridir. Avrupa Birliği-Türkiye ilişkilerinin düzeyi, Rusya-Çin ekseninde oluşturulmaya
çalışılan yeni güç merkezi, Batı dünyasının Irak'ın Kuzeyinde geliştirmeyi hedeflediği çözüm, PKK faaliyetlerini
etkilemiştir.

Örneğin, Türkiye'nin Avrupa Birliğine üye olma kararlılığı içerisinde atmayı düşündüğü adımlar,
Öcalan’ın cezasının müebbet hapse çevrilmesi, Türkiye’de kültürel anlamda bazı açılımların atılması örgütü
cesaretlendirmiştir. Örgüt Türkiye’nin içtenlikle attığı demokratik adımları bir zafiyet olarak görüp, bunu örgütsel
bir kazanç olarak propaganda etmiştir. Fakat gelişen olaylar bu adımların devlet halk ilişkilerini güçlendirdiği, halkın
devlete olan güvenini arttırdığı göstermiştir.

Adımların pozitif yansımalarının olduğu muhakkaksa da istenilen düzeyde olmadığı ise bir gerçektir.
Bu noktada Devlet adına yürütülen çalışmaların ehil ellerde olmayışı, Güneydoğu sorunun çözümde PKK tezlerini
referans alan yöntemlere sapıldığı, PKK’nın dillendirdiği başlıklar üzerinden hareket edilerek, çözüm yolunun ister
istemez örgüte dayandırıldığı, Öcalan ve avukatlarının bazı kesimlerce muhatap alındığı görülmüştür. Güneydoğu
sorunun bir PKK sorunu olmadığı, sorunun bir kaynağının da PKK olduğu, PKK’nın dış ve iç güçlerle olan istihbari

240
22 Haziran 2001 tarihli Medya TV haberi

483
FARUK ARSLAN

bağları göz önüne alınmamış, Öcalan ile yapılan pazarlıkların doğrudan bu derin mihraklarla yapıldığı anlamına
geldiği anlaşılamamıştır241.

Bu gelişmeler PKK'nın Avrupa merkezli faaliyetlerine de yansımıştır. Kaldı ki, terör örgütü PKK'nın
yeni dönemde sorunun yurt içinde alevlendirmeyi ve Avrupa'da çözmeyi planladığı açıktır. Avrupa'da takip ettiği
yöntem, kitle gösterileriyle desteklenen diplomatik faaliyetler (baskılar) şeklinde olmuştur.

Nitekim örgüt tarafından yapılan bir değerlendirmede, "Avrupa faaliyetlerimiz, bu demokratik siyasal
çözüm döneminde esas mücadele alanlarından birisi haline gelmiştir. Başka bir deyişle, demokratik çözüm sürecinde çözüm
mücadelesinin geliştirilmesi gereken esas alanlardan birisi haline gelmiştir.

Şimdi süreci geliştiren temel mücadele kitle mücadelesidir. Onu sağlatacak propaganda ve ajitasyon çalışmasıdır.
Onu uluslararası alanda anlamlı kılacak diplomasi faaliyetidir. Kitle mücadelesi, serhildan temel olunca, ülkede ve bölgedeki
halkımızın mücadelesi esas olmakla birlikte, yurt dışında ve Avrupa'daki halkımızın serhildanı da artık böyle bir süreçte öne
çıkmış, temel bir mücadele haline gelmiş bulunuyor. Kuşkusuz temel alanlar ulusun ve halkın yaşadığı alanlar, ülke topraklarının
kendisi, yine onun çevresi ve bölge (sınır ötesi alanlar) ülkeleridir. Ama Avrupa'daki halkımızın serhildanı da genelde ülkede,
Türkiye'de ve bölgede gelişen serhildanın kopmaz bir parçası durumundadır.

Bu çerçevede hem serhildana katılımıyla, hem de demokratik siyasal çözüm sürecinin propaganda ve özellikle
diplomatik ayağının temel bir sahası olması itibariyle yurt dışı Avrupa çalışmalarımız öne çıkmış, stratejimizdeki önemi artmış,
görevleri daha da büyümüş ve ağırlaşmış durumdadır242” hususlarına yer verilmiştir.

Örgüt diplomatik faaliyetlerde hedeflediği başarıyı yakalamak amacıyla yurt içi faaliyetlerini
çerçevesinde kitle gösterilerini tırmandırmayı sürdürmüştür. Böylece Avrupalılara sözde sorunun kitlelerin
dayanılmaz arzusu olduğunu gösterilmeye ve bu yolla Avrupalıları baskı altına almaya çalışmıştır.

Konuya ilişkin olarak, "Önümüzdeki bir yılda uluslararası alanda da hareketlilik bekliyoruz. Onlar da izlediler,
gördüler ve belli bir kavrayışa ulaştılar. Kürt halkının yeni çizgiyi sahiplendiği, bu konuda mücadelesini yükselteceği, kendilerinin
de bu sürece katılım göstermeleri gerektiği artık anlaşılacaktır. Tabii Kürt halkının siyasal hareketi ile birlikte, uluslararası alanda
da Kürt sorununun çözümü doğrultusunda çabaların hareketlenmesi kaçınılmazdır" denilmiştir243.

Yine Serxwebun Dergisinin Mayıs 2001 sayısında yayınlanan 'Dönem Perspektifleri" isimli yazıda,
"Parti ve mücadele tarihimize dönüp baktığımızda üç ana süreç görüyoruz. Bunlara üç stratejik süreç de denebilir. Birincisi,
partileşme sürecidir. Bu süreç Türkiye metropollerinde filizlenmiş, Kuzey Kürdistan'da ise yeşermiş ve gerçekleşmiştir.

İkinci süreç, ordulaşma ve gerillalaşma sürecidir; ulusal diriliş ve gelişmenin bir çizgi olmaktan çıkıp bir halkın
ve bir toplumun yaşamı haline dönüşmesi sürecidir, büyük bir mücadele ve savaş sürecidir. Partimiz mücadeleyi Kürdistan'ın
bütün parçalarına yayarak, yine Ortadoğu bölgesine genişleyerek, böyle bir sürecin gelişimini sürdürmüştür.

Hareketimizin gelişiminin üçüncü süreci, bu yeni strateji sürecidir; VII. Kongre temelinde kararlaştırılan,
formüle edilen ve planlanan yeni strateji dönemidir. Bunun temel özelliği, ulusal soruna demokratik çözüm bulmak, bunun için
demokratik dönüşümü geliştirmek, Türkiye'de ve bölgede demokratik değişim ve dönüşümle birlikte Kürt ulusal sorununa çözüm
getirmektir. Bunun mücadele yolu ve yöntemi olarak da, demokratik siyasal mücadele öngörülmüştür.

Birinci dönemde, yani partileşme sürecinde çok fazla yeri olmayan, ordulaşma sürecinde ve gerillasal mücadele
döneminde aktif destekleyici konumda olan yurt dışı Avrupa faaliyetlerimiz, bu üçüncü stratejik dönemde, yani demokratik siyasal

241
Bu konuda Nejdet Pekmez’cinin Apo ve Pilot adlı kitap meraklılarının ilgisini çekecek boyutta önemli bir yayındır.
242
Serxwebun Dergisi, Mayıs 2001. s.35.
243
Serxwebun Dergisi, Ağustos 2000, s.12.

484
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

çözüm döneminde esas mücadele alanlarından birisi haline gelmiştir." açıklamalarıyla Avrupa faaliyetlerinin örgüt
açısından önemine vurgu yapılmıştır244.

Dönem Perspektifleri adlı yazıda, Avrupa alanı sorunun adeta çözüm merkezi ilan edilmiştir. Bu
yönlü olarak yapılan değerlendirmede "Bu çerçevede hem serhildana katılımıyla, hem de demokratik siyasal çözüm sürecinin
propaganda ve özellikle diplomatik ayağının temel bir sahası olması itibariyle yurt dışı Avrupa çalışmalarımız öne çıkmış,
stratejimizdeki önemi artmış, görevleri daha da büyümüş ve ağırlaşmış durumdadır. Böyle olunca, yurt dışı faaliyetlerimiz yeni
stratejik dönemde temel faaliyetlerden birisi haline geliyor; Avrupa alanı temel mücadele alanlarımızdan birisi oluyor. Kuşkusuz
Avrupa, sorunu çözmek için mücadelenin gelişim alanlarından birisidir." açıklamalarına yer verilmiştir.

Yine sorunun uluslararası bir boyuta ulaştığı iddia edilerek, sorunun artık Avrupa'nın da sorunu
olduğu, "Kürt sorununun çözümü sadece Kürtlerin bir sorunu olmuyor, sadece Türkiye ve bölge halklarının da bir sorunu değil,
uluslararası sistemin bir sorunudur. Bu nedenle uluslararası sistemde değişiklik yaratarak çözüm bulmak bir zorunluluktur.
Başka türlü çözüm yolu yoktur” şeklinde beyanlarla ifade edilmiştir245.

Daha önceki sayfalarda da ifade edildiği gibi örgütün yapmış olduğu bu ve benzer belirtmeler ışığında
Avrupa'daki faaliyetler giderek tırmandırılmıştır. Nitekim KON-KURD koordinesinde 13 Haziran 2001 tarihinde
başlatılan "Yığınsal Kimlik Bildirimi" isimli kampanya ile PKK'nın meşru bir örgüt olduğu gösterilmeye çalışılmış,
üçüncü serhildan sürecine de davet yapılmıştır.

Konuya ilişkin olarak Medya Tv'nin 23-24 Haziran 2001 tarihli yayınlarında, "Avrupa Kürt Dernekleri
Konfederasyonu KON-KURD'un başlattığı imza kampanyası devam ediyor. KON-KURD'a bağlı federasyon ve dernekler çeşitli
ülkelerde açtıkları stantlar ve ev ziyaretleri ile imzalar topluyor. Toplanan imzalar AİHM'ne verilecek. Ülkelere göre etkinlik
planı ise şöyle; İngiltere’de tüm dernek ve federasyon yönetimleri aktif olarak imza kampanyası içinde yer alıyor, ayrıca başta
sendikalar olmak üzere birçok sivil toplam örgütü ile siyasi partiler de ziyaret edilerek kampanya hakkında bilgi sunuluyor."
açıklamalarına yer vermiş olup;

Haberin devamında, "Almanya'da 25 Haziran'dan sonra YEK-KOM bünyesindeki 62 derneğin bulunduğu


yerleşim merkezlerinde stantlar açılacak ve değişik halklara mensup insanlardan imza toplanacak. Danimarka'da 29 Haziran -14
Temmuz tarihleri arasında Kopenhag kent merkezinde stantlar açılacak, yine 30 Haziran tarihinde ise bu ülkede bir miting
düzenlenecek. 2 Temmuz'dan başlayarak da her hafta oturma eylemi olacak. İngiltere’de ise Kürtler 1 Temmuz'da İçişleri
Bakanlığı'na başvuruda bulunacak. 30 Haziran günü Paris'te Fransa genelini kapsayan 'Ulusal ve Siyasal Kimliğimi İstiyorum'
yürüyüşü gerçekleştirilecek. Avustralya'da da siyasal kimliğimi istiyorum yürüyüşü gerçekleştirilecek. Avusturya da dün
başlayan ye yarın sona erecek olan iki milyon insanın katıldığı Tuna festivalinde KON-KURD stant açtı ve kültürel etkinlikler
sundu. KON-KURD çalışanları etkinler yanında festivalde imzalar topladı. Avrupa'nın her ülkesinde örgütlü olan KON-KURD
kampanya çerçevesinde toplamayı düşündüğü 100 bin imzayı PKK genel başkanı Abdullah Öcalan’ın duruşma tarihi olan 31
Ağustos 2001 de AİHM'ne sunacak" şeklinde açıklamalarda bulunulmuştur246.

Örgütçe Avrupa'daki faaliyetlerin genel yapısına ilişkin sözde 8. Kongreye sunulan Politik Raporda;
"Avrupa'da var olan örgütlenme durumumuzu 7. Kongre sonrasında yeni stratejiye uygun hale getirebilmek için belli bir faaliyet
yürütülmüştür… Bu durumun içini yeterince doldurmak ve süreçle tam uyumlu hale getirmek, YDK örgütlenmesini mümkün
olduğunca demokratik yasal örgütlenmeler düzeyine çıkartmak, çalışmada kesin demokratik yasal çerçeveyi esas almak, kendisini
yasallaştıramadıkça değişik ülkelerin yasal düzenlemelerine uygun kurum ve kuruluşlar geliştirerek halkın demokratik
örgütlenmesini ve mücadelesini sürdürmek esastır. Böyle bir örgütlenme ile en üstte YDK adıyla oluşan çatı örgütlenmesi
temelinde, bütün alanlarda değişik kurum ve kuruluşlarda kitleleri örgütleyerek, genelde Kürt sorununun demokratik çözümü

244
Serxwebun Dergisi, Mayıs 2001, s.13
245
Serxwebun Dergisi, Mayıs 2001, s.14
246
MEDYA TV'nin 23–24 Haziran 2001tarihli yayını

485
FARUK ARSLAN

yönünde gelişen serhildan mücadelemize destek veren bir eylemliliği bu alanda geliştirirken, özel olarak da bu alandaki Kürt
topluluğunun kültürel demokratik haklarını kazanmasını hedefleyen bir mücadeleyi sürdürmek, çalışmalarını buna göre
örgütleyip yürütmek esas olmalıdır.

Yurt dışı sahasında ikinci bir alan da Rusya merkezli BDT alanıdır. O alanın da hem uluslararası gelişmeler
bakımından, hem mücadelemiz ve hem de orada yaşayan Kürt topluluğu açısından bir önemi vardır. Bu sahanın da bir
örgütlülüğe kavuşturulması gereklidir. Bu, Avrupa'dakine benzer bir birlik örgütlenmesi olabilir; Kürt Demokratik Halk
Birliğinin BDT kolu biçiminde kendisini örgütleyebileceği gibi, alanın somut koşullarına ve yasal çerçevesine uygun yeni bir
örgütsel model de geliştirilebilir. Kongremiz bu alanı da genel yurt dışı sahasına yönelik değerlendirmesinin bir parçası olarak
görmeli, hareketimizin bu alanda faaliyet yürüten güçlerini yaşadığımız yeniden yapılanma esprisine uygun olarak ve genel bir
değerlendirme yapıp toplantı düzenleyerek kendilerini uygun bir örgütsel yapı içerisine yöneltmelidir." hususlarına
değinilmiştir247.

PKK terör örgütü yukarıda genel perspektifleri anlatılan Avrupa sahasının önemi nedeniyle bu alanda
faaliyetlere hız verilmeye çalışılmıştır. Kararlar başta Almanya merkezli olmak üzere tüm ülkelere tatbik edilmiştir.
Bu temelde;

Haziran 2001 tarihi itibarıyla, Almanya, İngiltere ve Fransa gibi PKK faaliyetlerinin yasak olduğu
ülkelerde örgüt güdümündeki dernekler aracılığıyla başlattığı "Kimlik Bildirimi" kampanyasından istediği sonucu
elde edemeyen PKK, 2001 yılı Ekim ayında III. serhildan kampanyası doğrultusunda faaliyetlerini sürdürmüştür.

Kampanya çerçevesinde; Ekim ayının ikinci haftası itibarıyla, İngiltere/Londra'da bir grup PKK
yandaşı tarafından resmi makamlara dilekçe sunulmuştur.

Medya Tv'nin 23 Kasım 2001 tarihli yayınında; Yunanistan/Atina'da toplanan sözde kimlik bildirimi
formlarının Yunan Parlamentosu'na sunulduğu, Almanya'nın Mannheim ve Köln kentlerinde de imza stantları
açıldığı bildirilmiştir248.

09 Ekim 2001 günü Avrupa'nın çeşitli ülkelerinde, teröristbaşı A. Öcalan’ın Suriye'den çıkarılışının
yıldönümü dolayısıyla, örgüt yandaşlarınca gösteriler düzenlenmiştir. Özgür Politika Gazetesi'nin 10 Ekim 2001
tarihli nüshasındaki habere göre; Almanya başta olmak üzere Ermenistan, Fransa, Romanya ve Yunanistan'da küçük
gruplar halinde gösteriler gerçekleştirilmiştir249.

Terör örgütü PKK güdümünde Almanya'da 1997 yılında kurulan ve 2000 yılından itibaren
faaliyetlerine son verilen Oem Ajans adlı kuruluşun yerine 01 Kasım 2001 tarihinde Almanya/Frankfurt'ta
Mezopotamya Haber Ajansı adlı yeni bir ajans faaliyete geçirilmiş, ajansın başta Beyrut olmak üzere Tahran, Şam,
Erivan ve Moskova'da temsilcilikleri kurulmuştur.

Terör örgütü PKK'nın kuruluş yıldönümü dolayısıyla da Avrupa'nın çeşitli ülkelerinde faaliyet
gösteren PKK yandaşları Kasım ayı sonu ve Aralık ayı ilk haftasında çeşitli etkinlikler düzenlemiştir.

PKK'nın, genç kesimi faaliyetlerine kanalize etmek amacıyla 1987 yılında kurduğu "YCK-Kürdistan
Gençler Birliği" isimli oluşum, Avrupa'da düzenlediği toplantılarla, faaliyetlerini yoğunlaştırmaya çalışmıştır.

247
KON-KURD, 8. Kongreye Sunulan Politik Rapor.
248
MEDYA TV'nin 23 Kasım 2001 tarihli yayını
249
Özgür Politika Gazetesi, “Komplonun III. Yıldönümü Avrupada Protesto Edildi”, 10 Ekim 2001

486
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Nitekim, YCK tarafından Eylül 2001 tarihi itibariyle Hollanda/Arnheim'de sözde "YCK 5. Konferansı"
ve ardından Hollanda/Den Haag şehrinde 29 Eylül-04 Ekim 2001 tarihleri arasında "YCK 4. Kongresi" adı altında
toplantılar düzenlemiştir.

YCK 5. Konferansı'nda alınan kararlar doğrultusunda; örgüte müzahir gençlerin "Demokratik Cumhuriyet
söylemi paralelinde eğitime tabi tutulması, YCK örgütlenmesinde eyalet sisteminden saha sistemine geçilmesi, her yıl Avrupa'da
düzenlenen Mazlum Doğan Festivali için hazırlık yapılması ve festival hazırlık çalışmalarının kurtuluş yılı sloganı çerçevesinde
sürdürülmesi, bölgelerde gençlik kesiminin "cephe" anlayışıyla örgütlenmesi, öğrenci gençliğini PKK ideolojisine kanalize etmek
amacıyla faaliyet gösteren Avrupa merkezli olarak YXK-Kürdistan öğrenciler Birliğinin YCK'ya bağlı olarak kendi merkezini
oluşturması, YCK ile PJA-Özgür Kadın Partisi arasında etkili bir işbirliği ve ortaklaşa faaliyetin geliştirilmesi, Avrupa'da
"mülteci" konumunda bulunan gençlerin örgüt ideolojisi doğrultusunda eğitime tabi tutulması ve nitelikli gençlerin ikna edilerek
Türkiye'ye gönderilip faaliyet göstermelerinin sağlanması,

Avrupa'da yetişmiş örgüte müzahir gençlerin gerek okulda gerekse çalıştıkları iş ortamında Kürt kimliğini
meşrulaştırmaya yönelik faaliyetlerde bulunması, örgüte müzahir gençlik kesimi arasında "barış fedailiği" adı verilen ve kitlesel
gösterilerde aktif rol almayı içeren bir anlayışın yaygınlaştırılması, YCK'nın kendi faaliyetlerini finanse etmek amacıyla bir "fon"
oluşturması ve aidatların düzenli olarak toplanması, örgüt içerisinde rapor-talimat sisteminin daha etkili olarak sürdürülmesi,
her ne şekilde olursa olsun gençlik örgütlenmelerinden ayrılan şahıslarla görüşülerek faaliyetlere yeniden katılmalarının
sağlanması, örgüte müzahir kesimin Mahatma Gandi tarafından Hindistan'da uygulanan sivil itaatsizlik ve pasif direniş
eylemlerini örnek alarak sürekli ve düzenli olarak "sivil itaatsizlik" ve "pasif direniş" eylemlerine yönelmesi” şeklinde kararlar
alınmıştır.

Bunun yanında çalışmaların diğer önemli ayağı olan KNK faaliyetleri kapsamında, KNK 3. Genel
Kurul Toplantısı 15-17 Aralık 2001 tarihleri arasında Belçika/Bilzen şehrinde gerçekleştirilmiştir. İsmet Şerif Vanlı'nın
ikinci kez KNK başkanlığına seçildiği toplantıda;

"KNK'nın Başkanlık ve Yürütme Konseyi'nden, Abdullah Öcalan'a özgürlük ve koruma komitesini güçlendirip
aktif hale getirilmesi istenir.

Türk Hükümetinden, Kürt halkının barış çağrılarına pozitif bir yanıt vermesi ve yine Kürt sorununu demokratik
bir biçimde diyalog yoluyla çözümünü ister.

Kürt öğrencilerinin, anadilde eğitim ve ulusal kimlik ile ilgili Kuzey Kürdistan'daki eylemleri desteklenir ve Türk
hükümetinden öğrencilere pozitif bir yanıt vermesi istenir.

Uluslararası kuruluşlar, özellikle Birleşmiş Milletler örgütü, Avrupa Birliği ve NATO'dan Kürt sorunu ile ilgili
hassasiyetlerini arttırmaları ve adil bir çözüm için Kürt halkına destek olmaları istenir.

Kongre yönetiminden Rusya Federasyonu Kürtlerinin otonom yönetimini desteklemesi istenir.

Asuri-Süryani halkının desteklenmesi istenir” şeklinde bazı kararlar alınmıştır.

KNK'nın 3. Genel kurul toplantısı öncesinde KNK organizesinde Belçika/Brüksel'de 13-14 Aralık 2001
tarihlerinde sözde Kürt sorununa barış, demokrasi ve çözüm konularında bir konferans düzenlenmiştir.

KNK toplantısı ile aynı zamanlarda terör örgütü PKK güdümünde Belçika/Brüksel merkezli olarak
Avrupa genelinde faaliyet gösteren KON-KURD 02 Aralık 2001 tarihinde, Belçika'nın Hasselt şehrinde 8. Olağan
Kongresi'ni gerçekleştirmiştir. Bahse konu toplantıda da KNK toplantısına yakın kararlar alınmıştır.

487
FARUK ARSLAN

11 Eylül Saldırıları ve Dünyada Değişen Terör Algısının PKK’ya Etkisi

PKK terör örgütü 11 Eylül 2001 tarihine kadar askeri yapısını muhafaza etmesine rağmen değiştiğini, artık silahlı
faaliyetleri istemediğini, sivil ve bürokratik bir çözümden yana olduğunu göstermeye çalışmıştır. Fakat bu
iddiasında samimi olmadığı, Kuzey Irak, İran ve Türkiye bulunan silahlı militanları tasfiyeye yanaşmadığı, silahlı
mücadele yerine siyaset yapma tekliflerine mesafeli davrandığı,

Yine silahlı birlikleri vasıtasıyla örgütten ayrılanları infaz ettiği, Türk Silahlı Kuvvetlerine ve Kolluk Kuvvetlerine
karşı dönem dönem eylem gerçekleştirdiği, askeri gücünü sayı ve nitelik açısından arttırmaya çalıştığı
görülmüştür.

Örgütün Yurt dışında, “siyasal mücadeleye yöneliyorum” şeklindeki temel söylemi karşın uygulamada bunu
gerçekleştirmediği izlendiğinden, kamuoyunda bir güvensizlik meydana gelmiştir. Bu güvensizlik ortamının
meydana geldiği dönemde 11 Eylül 2001 yılında ikiz kulelere yapılan saldırılar dünyayı alt üst ettiği gibi örgütün
tüm politikalarının da değişime uğratılmasına neden olmuştur.

11 Eylül 2001 tarihinde ABD'nin New York ve Washington şehirlerinde Dünya Ticaret Merkezi ile Pentagon'a
yönelik yapılan eylemler akabinde ABD, Usame Bin Ladin'i ve destekçisi durumundaki Afganistan yönetimini
sorumlu ilan etmiş, NATO ve bölgedeki diğer birçok devletin desteğini sağlayarak "Sınırsız Adalet" adını verdiği
operasyonlara başlamıştır.

O günün manzarasında ABD intikam istemekte ve sorumlu aramaktadır. Her yerden terör yuvalarının
kurutulması isteği dillendirilmektedir. Genel kanı ABD’nin bu amaçla Afganistan ve Ortadoğu’da bir şeyler
yapacağı yönündedir.

Bu durum, yıllardır eylemlerinde Batılı çevrelerden de hoşgörü ve destek alan PKK'yı tedirgin etmiştir. PKK
gelişmelerden en az zararı görmek amacıyla bir takım arayışlara yönelmiş, operasyonun Irak'ın Kuzeyine de
kayacağı endişesiyle, üst düzey önlemler almaya yönelmiştir. Bu amaçla ilk olarak PKK’nın adının değiştirilerek
yeni bir örgütlenmeye gidilmesi ve ABD ile işbirliğine yönelinmesi hedeflenmiştir.

Örgütün bu süreçte temel hedefi daha da legalleşmek veya böyleymiş gibi görünmek olmuştur. Tabi bu kolay
olamayacaktır. Çünkü bu dönemde örgüt içerisinde siyasal çözümden yana olanlar güçlü olsa da asıl güç askeri
yapının, dolayısı ile Şahin Kanat’ın elindedir. Şahin kanat her ne kadar gelişmelerden memnun olmasa da,

488
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

kitlenin tepkisini çekmemek için daha geride durmaya devam etmiş, fakat her şeye rağmen silahlı güçlerin
tasfiyesine izin vermemiştir.

KADEK’in İlanı

11 Eylül 2001 tarihinde Amerika’da meydana gelen terör eylemleri ve ABD’nin Kuzey Irak’ı işgali
ile meydana gelen gelişmeler örgütü derinden sarsmıştır. Olayın hemen akabinde yeni bir kongrenin
oluşturulması hazırlıkları başlatılmıştır. PKK terör örgütünün 4-10 Nisan 2002 tarihinde yapılan VIII.
Kongresinde örgütün adı KADEK (Kongra Azadiya Demokratika Kürdistan/Kürdistan Özgürlük ve Demokrasi
Kongresi) olarak değiştirmiştir.

KADEK’in I. Kuruluş Kongresi olarak isimlendirilen kongre sonrasında, eskiden olduğu gibi
Abdullah Öcalan KADEK Genel Başkanı, PKK Başkanlık Konseyi üyeleri de KADEK Başkanlık Konseyi üyeleri
olarak deklare edilmiştir.

PKK'nın diğer tüm birim, komite, kurum ve kuruluşlarının da varlıklarını hiçbir ciddi değişime
gitmeden KADEK'e bağlı olarak devam ettirecekleri açıklanmıştır. Örgüt ortaya çıkan yenidünya düzeni ekseninde
kendini yapılandırmaya çalışırken, KADEK ile sözde legalleşme gayretlerini daha ileri götürmeye çalışmıştır.

Yine örgütçe yapılan değerlendirmelere göre, ABD öncülüğündeki yeni sistemin inşası için Sosyalist
Sistemin çökertilmesinin kafi gelmediği, 11 Eylül terör saldırıları bahanesiyle dünyadaki tüm statükocu güçlerin
tasfiyesinin gündeme alındığı belirtilmiştir. Türkiye'nin de bu statükocu güçlerden biri olduğu ve değişmekte
zorlandığı iddia edilmiştir. Türkiye'nin ve diğer Ortadoğu'daki statükocu güçlerin değişime zorlanmasında örgütün
önemli bir demokratik rol oynayabileceği iddia edilmiştir.

Örgütçe yapılan değerlendirmelerin devamında, KADEK'in ideolojisinin Abdullah Öcalan tarafından


1993 yılından itibaren adım adım geliştirildiği ve nihayetinde 'Demokratik cumhuriyet ekseninde kültürel kimliğin kabulü'
veya 'Kürt kültürel kimliğinin kabulü temelinde anayasal vatandaşlık' olarak formüle edildiği, bu mücadelenin sözde
demokratik mücadeleyi (siyasi serhildan) öngören tamamen sivil bir düşünce sistemi olduğu, ABD'ye karşı dini
motifli ve milliyetçi söylemlerin de çözüm olamayacağı, Ortadoğu'da yaşanan ve Filistin-İsrail çatışmasında
görüldüğü gibi kısır döngü içine giren çatışmaların başarı şansının bulunmadığı belirtilerek 250 mevcut durumda
KADEK’in ilanın yeni koşulların gereği olduğu vurgulanmıştır.

KADEK’in kuruluşu dış dünyaya örgüt değişti, artık legal bir partiyiz havası vermek amacında ise
de, aslında değişen hiçbir şeyin olmadığı kısa zamanda ortaya çıkmıştır. PKK içerisinde faaliyet gösteren kadrolar
KADEK’e devredilmiş, PKK içerisindeki statükocu Derin Güçler, tüm tasfiye çalışmalarına rağmen kendini
korumayı başarmış, hatta 2000 yılı sürecine göre daha da güçlenmişlerdir.

KADEK’in legalleşme gayretleri sadece tüzüğüne koyduğu bazı demokratik adımları içeren
yazılardan ibaret kalmıştır. Bunun dışında yapı, amaç, kamp, kadro ve şiddet boyutunda bir değişme olmamıştır.

250
KADEK, "KADEK Kuruluş Kongresi Sonuç Bildirgesi", Nisan–2002

489
FARUK ARSLAN

KADEK adı, örgüt içerisinde de kabul görmemiş, örgütün adlandırması eskisi gibi PKK adı altında devam
ettirilmiştir. KADEK döneminin en önemli özelliği ise, bu dönemde silahlı faaliyetlerin görünüşte en asgari
seviyeye indirilmiş olmasıdır.

Abdullah Öcalan, 16 Ocak 2002 tarihli avukat görüşmelerinde KADEK sürecinde yapılması gerekenleri
Avukatları aracılığı ile ilgili sorumlulara ileterek, bir yol haritası çıkarmıştır. Buna göre, Demokratik ittifaklara
açık olunması, şehirlerdeki illegal çalışmaların legal görünüm altında devam ettirilmesi, KNK çalışmalarının
derinleştirmesi, Avrupa’da lobicilik faaliyetlerinin güçlendirilmesi ve diplomatik faaliyetlere ağırlık verilmesini
istemiştir251.

Daha önceki ideolojik sisteminde silahlı eylem modeliyle Sosyalizmi hakim kılmayı hedefleyen
örgüt, KADEK ve sonrasında KONGRA-GEL’in kurulmasıyla birlikte, ideolojisini değiştirerek, insan hakları ve
demokrasiyi öne çıkaran söylemlere yer vermiştir. Örgüt yönetimi yaptığı açıklamalarda, ABD’nin Irak’ı
şekillendirme planlarında rol almak istediklerini ifade ederek, kendilerine verilecek görevleri yapacakları
imasında bulunmuşlardır.

Bu doğrultuda, Türkiye’nin AB’ne girme sürecinde attığı adımları istismar ederek, üyelik
sürecinde ele alınacak demokratik adımlarda örgütün tezlerini dikte etmeyi ve devam eden süreçte muhatap
kabul edilmeyi hedeflemiştir. Bu çerçevede daha önceki “Bende kürdüm, PKK’lıyım, kimliğimi istiyorum” adı altında
yürütülen kampanyalara hız verilmesi kararı alınmıştır.

Örgütün sözde barış dönemi olarak adlandırdığı süreç, örgüt açısından birçok yapısal sorunun
ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu yeni politika neticesinde yaklaşık 7 bin civarındaki örgüt militanı amaçsız
kalmış ve örgütün faaliyetlerini sorgulamaya başlamışlardır. Siyasi eğitim hariç düzenli bir çalışma içerisine
girilemeyen bu dönemde, yeni iç örgütsel sorunlar meydana gelmiştir.

Örgüt tarafından yasak olan kadın-erkek ilişkilerinde önemli artışlar yaşanmıştır. PKK terör
örgütü militanları tarafından; “…isteklerimiz sadece demokratik haklar çerçevesindeyse ve ayrı bir devlet istemiyorsak,
neden silahlı mücadele gösteriyoruz. Silahlı birlikler daha ne kadar bu dağlarda faaliyetsiz gezecek. Amacımız dil ve kültürel
haklarsa bunu siyaset yolu ile daha çabuk elde ederiz…” gibi itirazlar yükselmiş ve birçok örgüt mensubu silahlı bir
örgüt olma yerine siyasal zeminde faaliyetlerin devam ettirilmesini talep etmiştir. 2002 sonrasından 2004 yılına
kadar geçen zaman, örgütün en fazla elamanını kaybettiği zaman dilimi olmuştur.

2002 yılından sonra başta Irak ve Suriye kökenliler olmak üzere pek çok örgüt mensubu örgütten
kaçarak kendi ülkelerine gitmişlerdir. Avrupa’dan katılanlar ise eskiden yaşadıkları ülkelere geri dönerken,
Iraklılar KDP ve KYB’nin içerisine karışmış, bazıları da Peşmerge olmuşlardır. Türkiye’den katılanalar ise kaçma
konusunda en ciddi sıkıntıyı yaşayanlar olmuştur. Türkiye’ye gelmeye cesaret edemeyen bu grup, mevcut

251
16 Ocak 2002 Tarihli Abdullah Öcalan’ın Avukatları İle Görüşme Notu

490
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

çelişkilerine rağmen örgütte kalmaya devam etmiştir. Örgüt kamplarında yoğun kaçışların yaşandığı bu
dönemde, her şeye rağmen yeni katılımların olduğu da görülmüştür.

Örgütün önemli oranda elaman kaybettiği bu yıllarda Yalçın Küçük’ün silahlı eylemlere başlanması
tavsileri dikkat çekmiştir. Küçük, Öcalan’a yakın çevrelerle yaptığı toplantılarda silahlı güçlerin tasfiyesinin PKK’nın
gücünü büyük oranda ortadan kaldıracağını iddia etmiştir.

KADEK’in Avrupa Faaliyetleri

Bu dönem içinde gerek eylem ve gerekse örgütsel bazda Avrupa düzeyindeki örgüt faaliyetlerinde bir
hareketlilik, görülmüştür. Hareketlilik ağırlıklı olarak terörist başının yakalanma yıldönümü ve Nevruz
etkinliklerinden kaynaklı olmuştur.

Terör örgütü PKK'nın cephe örgütlenmesi olan YDK'nın üst yönetim organı olan "Ana Meclis"in
olağan toplantısı, 11-15 Ocak 2002 tarihleri arasında Fransa'da yapılmıştır. Söz konusu toplantıda, örgüt tarafından
Ocak-Şubat-Mart 2002 döneminde Avrupa ülkelerinde gerçekleştirilmesi planlanan eylem ve etkinliklere ilişkin
kararlar alınmıştır.

Öte yandan, terör örgütü PKK yandaşı işadamlarını bir araya getirmek ve terör örgütü PKK'ya finansal
destek sağlamak amacıyla, 2001 yılı Ocak ayında kurulan ve Almanya/Frankfurt merkezli olarak faaliyet gösteren
'KARSAZ’ın sözde ikinci kongresi, "İkinci Kürt Ekonomi Kongresi" adı altında Fransa/Paris'te 11-13 Ocak 2002 tarihleri
arasında gerçekleştirmiştir. Sözde Kongre'ye Almanya, Avusturya, Avustralya, Belçika, Fransa, Hollanda, İsveç,
İsviçre ve Romanya'dan 130 PKK yandaşı işveren katılmıştır.

Özgür Politika gazetesinin 14 Ocak 2002 tarihli nüshalarında; kongrede KARSAZ'ın bir yıllık
faaliyetlerinin değerlendirildiği ve bu çerçevede, "KARSAZ'ın 10 ayda kendi altyapısını oluşturma, çalışmalarına
yönelik bir politika geliştirme ve bunları tanıtma çabası içinde olduğu, et, kuru gıda, içecek ve inşaat sektörlerini
kapsayan üç komisyonun çalışmalarını koordine etmek amacıyla sektörleşme ve proje sunma çalışması yürüttüğü,
ancak bu çalışmaların henüz tamamlanmadığı belirtilmiştir252.

Dönem içerisinde Avrupa ülkelerinde faaliyet gösteren terör örgütü PKK güdümündeki
örgütlenmeler tarafından, 08 Mart-Dünya Kadınlar Günü ve 21 Mart-Nevruz bahanesiyle çeşitli etkinlikler
düzenlenmiştir.

Avrupa'daki 21 Mart 2002 tarihli Nevruz etkinlikleri, KUK ve KON-KURD tarafından organize
edilmiş, Nevruz etkinlikleri kapsamında; meşaleli yürüyüş, folklor gösterisi, skeç, konser ve spor müsabakası gibi
etkinliklere yer verilmiştir.

Öte yandan Avrupa Yapısı tarafından, 27 Ocak 2002 tarihinde "Goethe Str. 23 Hannover-Almanya"
adresinde "Kürdistan Merkezi" adlı bir kuruluş faaliyete geçirilmiştir. Merkezin yöneticiliği için İbrahim Alin isimli
bir örgüt mensubu görevlendirilmiş olup, merkezde gençler için bilgisayar kursları, okullarla işbirliği içinde Almanca
kursları, örgüte yakın kadın yazarların ders vermeleri ve kadınlara özel geceler düzenlenmesi planlanmıştır. İbrahim
Alin tarafından yapılan bilgilendirmede merkezin, Kürtler için öneriler üretmek ve Kürtleri Alman vatandaşlarına
tanıtmak şeklinde amaçlar oluşturulduğu belirtilmiştir.

252
Özgür Politika Gazetesi, “KARZAS Kongresini Tamamladı”, 14 Ocak 2002

491
FARUK ARSLAN

Aynı dönemde KNK tarafından yapılan bir açıklamada Berlin'de "örgütler arasında ortak ulusal politika
belirlenmesi" amacı ile "Ulusal Zemin Toplantısı" düzenleneceği belirtilmiştir. Alman Demokratik Sosyalizm Partisi
(PDS) tarafından finanse edilecek toplantıya, KDP ve KYB'den katılım sağlanmayacağı, ancak resmi nitelik taşımayan
kişilerin gözlemci olarak gönderilebileceği, etkinliğin Berlin'de gerçekleştirilememesi halinde Brüksel'de yapılacağı
ifade edilmiştir.

PDS ile ortak yapılacak toplantı kararının akabinde Ocak 2002 döneminde KNK kongresini
yapılmıştır. Bu kongrede İsmet Şerif Vanlı başkanlığa seçilmiştir253.

Yine Sözde Başkanlık Konseyi üyesi Ali Rıza Altun ve örgütün Avrupa sorumlularından Muzaffer
Ayata'nın, PDS milletvekili ve Avrupa Parlamentosu (AP) üyesi Feleknas UCA ile yaptıkları görüşmede; "Avrupa
Parlamentosundan bir heyetin, gazetecilerle beraber Nevruz döneminde Güneydoğu Anadolu bölgesine giderek durumu yerinde
incelemeleri, dönüşte hazırlayacakları raporu AP Azınlıklar Komisyonuna sunmaları, KNK temsilcilerinin Azınlıklar
Komisyonu'nda görevlendirilmesi için çalışılması ve Kürtçe eğitimin Avrupa çapında okullarda başlatılması için baskı yapılması"
kararlaştırılmıştır.

KADEK’in Irak vatandaşlarına yönelik oluşturduğu oluşum olan PÇDK’nın (Kürdistan Demokratik
Çözüm Partisi) Avrupa örgütü I. Konferanslarını Ağustos 2002 yılında gerçekleştirmiştir254. Bu toplantıda
Avrupa’da yaşayan Irak, Suriye ve İran kökenli Kürtlerin örgüt yanına çekilmesi kararlaştırılmıştır. Yine Eylül
2002 tarihinde Avrupa’da Kadın Konferansı gerçekleştirilmiştir.

2003 yılında örgütün Avrupa sorumluluğunu Rıza Altun, Muzaffar Ayata, Sakine Batman Kod Şehnaz
ALTUN ve Mizgin Şen yapmaktadır. Rusya’da ise Suriyeli Doğan Duderi ve Dorsin Kod Zubeyde ERSÖZ adlı
militanlar bulunmaktadır255.

2003 dönemi ise tıpkı 2002 dönemi gibi aynı politikaların bir devamı şeklinde devam etmiştir. Bu
dönemde ağırlıklı olarak Avrupa'da sürdürülen yurt dışı faaliyetleri "Önderliği Sahiplenme" ve "Toplumsal Barış Genel
Af” kampanyaları çerçevesinde sürdürülmüştür.

2003 yılı örgütün diplomatik atakların devam ettirilmeye çalışıldığı bir zaman dilimi olarak karşımıza
çıkmaktadır. Hem PKK örgüt mensupları hem de DEHAP’lı siyasiler; Batılı politikacılar, bilim adamları ve Batılı
kurum ve kuruluşlarla görüşmeler gerçekleştirmişlerdir.

Bu görüşmeler doğal olarak bazı Avrupalı parlamenterleri açıklamaya yapmaya veya örgüt paralelinde
fikir beyan etmeye zorlamıştır. Bu nedenle AB Komisyonu Başkan Yardımcısı Gunter Verheugen Mayıs ayı
içerisinde Avrupa Parlamentosunda yaptığı açıklamada Öcalan’a yönelik uygulandığını iddia ettiği sözde tecridi
izlediklerini, ziyaret yapma ve savunma hakkının güvenceye alınmasını takip ettiklerini açıklamıştır.

253
16 Ocak 2002 Tarihli Abdullah Öcalan’ın Avukatları İle Görüşme Notu
254
28 Ağustos 2002 Tarihli Abdullah Öcalan’ın Avukatları İle Görüşme Notu
255
25 Haziran 2003 Tarihli Abdullah Öcalan’ın Avukatları İle Görüşme Notu

492
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Yine aynı dönemde Moskova Baro Başkanı ve bir grup avukat Öcalan’ın AİHM’deki davasına katılmak
ve Öcalan’la görüşmek istediklerini örgüte iletmişlerdir. Mayıs 2003’de ki bu iki gelişme Öcalan’ın
motivasyonunu sağlamışsa da, akabinde ABD’lilerin açıklamaları aksi bir sonuç ortaya çıkarmıştır.

Bu çerçevede 23 Nisan 2003 günü DEHAP yöneticileri ile ABD’li yetkililer arasında bir görüşme yapılmıştır.
Görüşme sırasında ABD Büyük Elçiliği Siyasi İşler sorumlusu, aynı zamanda Büyükelçi Yardımcısı, KADEK’i
silahsızlandırma konusunda; “bunu KADEK yapmazsa, kendilerinin yapacağını, KADEK’i bir terörist örgüt olarak
gördüklerini, Kürt sorununu ayrı, KADEK sorununu ayrı olarak ele aldıklarını, Kürtlere sempati duyduklarını, KADEK’e
karşı olduklarını, Türkiye’de sözde Kürt sorununun çözümünün AB sürecinde mümkün olacağını, Türkiye’de de KADEK’e
yönelik bazı çalışmaların yürütüldüğünü duyduklarını, kapsamlı bir genel affın zor olduğunu, ama çıkarılmak istenen
pişmanlık yasası üzerinde durulması gerektiğini” belirtmişlerdir. Bu toplantının sonucu avukatları aracılığı ile Öcalan’a
da aktarılmıştır256. Fakat gelinen aşamada ABD’lilerin PKK’nın ortadan kaldırılması hususunda bir şey
yapmadıkları açıkça görülmektedir.

Öcalan, diğer yandan Türkiye ve Almanya arasındaki ekonomik ve siyasal anlaşmamalardan rahatsız
olmuş, bu anlaşmaları bile kendi ile ilgili olarak yorumlayıp, kendisinin tasfiye edilmesi ve PSK lideri Kemal
Burkay’ın öne çıkarılma çabası olarak okumuş 257, K. Iraklı güçlerin temsil kabiliyeti açısından Avrupa’da
güçlenmesini ise bu planın bir devamı olarak nitelemiştir.

Yukarıda özetle ifade edildiği gibi KADEK sürecinin başlangıcı örgüt için pekte iç açıcı olmamıştır. Bir
yandan Türkiye’nin AB paralelinde çıkardığı yasaların örgütü zayıflatması, diğer yandan ABD’li yetkililerin
açıklamaları örgütte sorunların baş göstermesine neden olmuştur.

Yine Mart 2003’de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) Öcalan’ın cezaevi koşullarında hukuk dışı
bir uygulama olmadığı yönünde karar veresi de örgütün Öcalan konusunda Avrupa’da yaptığı propagandaları
boşa çıkarmıştır.

KADEK Döneminde Avrupa Alanında Yürütülen Eylemler

KADEK döneminde örgüt ve yandaşı kurumlar tarafından yürütülen kampanyalar;

256
30 Nisan 2003 Tarihli Abdullah Öcalan’ın Avukatları İle Görüşme Notu
257
30 Nisan 2003 Tarihli Abdullah Öcalan’ın Avukatları İle Görüşme Notu

493
FARUK ARSLAN

 2002 yılında KADEK'li ve PJA'lı tutuklular tarafından başlatılan Barış ve Demokratik Çözüm İçin
Mücadele Kampanyası,
 2002 yılında DEHAP tarafından organize edilen Kürtçe isim Kampanyası,
 3 Kasım 2002 Genel Seçimleri sonrasın da müzahir kitleyi canlı tutabilmek için “Apo’yu sahiplenme”
kampanyası,
 2003 yılında DEHAP tarafından 'Demokratik ve Barışçıl Çözüm İçin Yol Haritası” adlı kampanya,
 20 Eylül 2003 tarihinden itibaren "Barış ve Demokratik Çözüm İçin Mücadele“ ve "Başkan Apo'nun
sağlığı sağlığımızdır" kampanyaları,

Bu dönemde Avrupa ülkelerinde yapılan faaliyetler aşağıda sıralanmıştır.

Almanya-PKK İlişkileri

Almanların Kürt meselesine ilgisi önceki bölümlerde izah edildiği gibi 1800’lü yıllara kadar uzanmaktadır.
Almanlar klasik Batı emperyalist düşüncesi ekseninde Ortadoğu’da bölünmüş, zayıf devletlerin varlığını esas
almıştır. Bunun yanında Ortadoğu’da var olan ülkelerdeki etnik ve dini farklılıkları belirginleştirip, suni sorunlar
meydana getirmeyi esas almıştır.

Almanların Ortadoğu’da geliştirdiği siyasal faaliyetlerin merkezinde ise İran bulunmaktadır. İslam
Devriminden sonra Batı dünyası tarafından tecrit edilen İran'la ilişki geliştiren ilk devlet Almanya olmuştur.
Almanya’nın İran'daki yatırımları önemli bir meblağ tutmakta olup, siyasi ve diplomatik alanda da İran'ı en çok
destekleyen ülkedir. İran'la ilişkilerinin temeli ise 1. Dünya Savaşı sürecinde Alman ajanlarının İran'daki
faaliyetlerine dayanmaktadır. O dönemde İngilizlere karşı ayaklanmaları kışkırtan Alman ajanları, bu çabalarında
epey de başarılı olmuşlardır.

Almanya'nın özelde Avrupa, genelde Avrasya'daki güç dengelerini etkileyecek bir askeri gücü olmamasına
karşın, gerek ekonomik gücü, gerekse AB içinde oynadığı etkin rol nedeniyle, stratejik bir konumda olup,
Avrasya'daki güç dengelerini etkileyebilecek, kendi başına kurucu bir gücü olmasa da, kurucuların işini bozabilecek
bir potansiyele, açığa çıkmış güce sahip olduğu açıktır.

İki dünya savaşına neden olmuş bir devletin "kötü" mirasına sahip ve askeri gücü gelişkin olmayan bir devlet
olarak Almanya, stratejisini ancak ekonomik güç ve reformcu yöntemlerle sürdürmek durumundadır. İnsan Hakları
sicilindeki kara lekeleri silebilmek ve dünya halklarının güvenini kazanabilmek için Avrupa kamuoyunun bu
konudaki hassasiyetlerini de dikkate alarak, azınlıkların korunması vb. konularda girişimlerde bulunmaktadır.
Bunun da ancak konjüktürel bir tavır olarak ortaya çıktığı muhakkaktır. Sistemin genel çıkarları gerekli kıldığında
ise, azınlık ve insan hakları ihlallerine çok da önem vermediği her defasında görülmektedir.

Buradaki anlatımlardan da görüleceği gibi İran üzerinden Ortadoğu’daki sistemi düzenlemeye, yine bu
yöntemle bölgede beklentileri olan diğer ülkelere yönelik karşı politika geliştirmeye çalışmaktadır.

Almanlar ülkemizi her konuda özellikle de insan hakları konusunda baskı altında tutmaya çalışmaktadır.
Türkiye’ye yönelik baskıda her dönem başı çekerken, İran’da yaşanan tüm anti demokratik, katı etnik ve mezhepçi
uygulamalara, Türk, Azeri, Türkmen, Kürt, Luri, Gori, Arap kökenlilerin Farslaştırma politikalarına ve kadına
uyguladığı anti demokratik yaklaşımlarına sessiz kalmıştır.

494
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

İran’da yaşayan 30 milyon Türkün (Azeri, Türkmen, Hazara v.b.) varlığı, Almanya’da yaşayan 2,5 milyon
kökenli Türk kökenlilerin her geçen gün nüfus ve ekonomik olarak güçlenmesi gibi unsurlar, adı geçen devletler
tarafından diğer bir tehdit unsuru olarak algılanmıştır.

Hem Almanlar hem de İranlılar ülkelerinde ki Türkleri ve Kürtleri kendileri için tehdit gördüklerinden bu
grupları ayrı ayrı örgütleyerek, kendi aralarında çatıştırma yoluna sıkça başvurmuştur.

Yaklaşık (2,5-3) milyon Türk vatandaşının yaşadığı Almanya'da, terör örgütü PKK'nın, sayıları 60-70 bin
arasında değişen müzahir bir kitleye sahip olduğu değerlendirilmektedir.

Terör örgütü Almanya'yı eleman temini, maddi kaynak sağlanması ve propaganda amaçlı kullanmaktadır.
Bu doğrultuda örgütün, Avrupa genelinde en çok parayı Almanya'dan elde ettiği bilinmektedir. Almanya'da faaliyet
gösteren örgüt mensupları, yasal olarak faaliyet gösteren dernek, halk merkezi, kültür merkezi, dayanışma merkezi,
enformasyon merkezi, enstitü, birlik vb. kuruluşlar içerisinde kamufle olmuş durumdadır.

Bu ülkedeki örgüt faaliyetleri 1993 yılında yasaklanmış olmasına rağmen, tabelasında PKK ibaresi
bulunmayan pek çok dernek ve kuruluş faaliyetlerini sürdürebilmiştir.

Yine KON-KURD'a bağlı olarak faaliyet gösteren ve Almanya'daki örgüt yandaşı derneklerin federasyonu
olan YEK-KOM da terör örgütünün Almanya'daki legal görünümlü etkinliklerinde önemli bir yere sahiptir. Bu
dernekler haricinde de Almanya'da örgüt yararına faaliyet yürüten çeşitli adlar altında (birlik, enstitü,
kültür/enformasyon merkezi, yardım fonu, kültür evi) yüz civarında sivil toplum kuruluşu bulunmaktadır.

Terör örgütü mensuplarına yardım ve örgüte gelir temini için kurulmuş bulunan, aynı zamanda
Almanya'nın üç şehrinde temsilciliği olan, sözde Kürt Kızılayı (Heyva Sor a Kürdistan) öne çıkan bir diğer
oluşumdur.

Almanya'da yürütülen faaliyetler çerçevesinde KADEK mensupları tarafından Dormagen şehrinin sanayi
bölgesinde atıl bir bina belediyeden kiralayarak Kürt Kültür Merkezi'ne dönüştürülmüştür.

Örgüt elemanlarının organizesinde 01 Haziran 2002 tarihinde Essen şehrinde yaklaşık 150-200 kişinin
katılımıyla, PKK'nın AB terör örgütleri listesine dahil edilmesini protesto etmek amacıyla yürüyüş düzenlenmiştir.
Yine aynı tarihte Hannover’de, yaklaşık 500 kadar örgüt yandaşı tarafından, “Kürtler Terörist Değildir” yazılı
pankartlar açılmış, Biji Öcalan, Terörist Türkler ibareli sloganlar atılmıştır.

Nitekim Almanya'da KADEK yandaşlarınca 09 Ekim 2002 tarihinde Bochum şehir merkezinde
yaklaşık 150 kişinin katılımıyla bir gösteri yürüyüşü düzenlenmiş, yürüyüş esnasında;"Yaşasın Apo", "Biz Terörist
Değiliz", "Öcalan'a Özgürlük, Kürdistan’a Özgürlük" yazılı pankartlar açılmış, Abdullah Öcalan’ın ait posterler taşınmış
ve "9 Ekim'de Abdullah Öcalan'a Karşı Yapılan Komplo Bölge Halklarına ve insanlığa Karşı Yapılmıştır" başlıklı ve YDK
imzalı bir bildiri dağıtılmıştır.

Yine KADEK sempatizanlarınca 13 Ekim 2002 tarihinde Hamburg'da meşaleli bir yürüyüş
gerçekleştirilmiş, Hamburg Kürdistan Halk Evi tarafından tertiplenen ve aralarında çok sayıda kadın ve çocuğun da
bulunduğu yaklaşık 100 kişinin katıldığı ve önceden düzenlenen güzergâh üzerinde devam eden ve
Başkonsolosluğumuz yakınında gerçekleştirilen gösteride konuşmalar yapılmış, Kürtçe ve Türkçe sloganlar atılmış
ve "Abdullah Öcalan'a karşı girişilen uluslararası komployu kınıyoruz" yazılı siyah bez afiş taşınmıştır.

495
FARUK ARSLAN

Almanya’nın Freustroyt kentinde, Kürt öğretmenleri Derneğince, Kürtçe öğretimine yönelik yaklaşık
50 öğrenciye Zaza ve Gurmanç dillerinde dersler verilmiş, benzer kursların dernek ortamından çıkartılarak, resmi
okullarda da yaygınlaştırılması yönünde girişimler başlatılmıştır.

Alman polisince 14 Kasım 2002 tarihinde, Münih Med Kültür Evi'ne yapılan uygulama esnasında,
dernekte bulunan bilgisayar, cep telefonu, faks ile çok sayıda yayın ve belgeye el konulmuştur. Yine 14 Kasım 2002
tarihinde ve Münih'te 150 polisin görev aldığı büyük bir baskın düzenlenerek KADEK'le irtibatlı oldukları
gerekçesiyle 25 evde ve "Med-Kultur-Haus" adlı dernek binasında arama yapılmıştır.

Bu gelişmeler sırasında örgüt yandaşları tarafından Almanya genelinde gerçekleştirilen eylemlere


karşılık, Alman makamlarınca tedbirler arttırılmıştır.

2003 yılında Almanya'daki faaliyetler, yine gösteri yürüyüşleri, mitingler, imza kampanyası, acılık
grevi gibi eylemler olarak sürdürülmüştür.

Nitekim Avrupa genelinde olduğu gibi Almanya'da 2003 yılı örgüt faaliyetlerinin tırmandığı bir yıl
olmuştur. Abdullah Öcalan'ın cezaevi koşullarını protesto etmek amacıyla 27 Ocak 2003 tarihinde Almanya’nın
Duisburg şehrinde bulunan Kürt Dayanışma Merkezi'nin organizesinde gösteriler düzenlenmiş, yine aynı amaçla,
25 Ocak 2003 tarihinde Medya Kültür Merkezi tarafından Duesseldorf tren istasyonunda bir başka gösteri, keza 2
Ocak 2003 tarihinde Münster'de, 11 Ocak 2003 tarihinde Hamburg'da, 01 Şubat 2003 tarihinde Heumarkt'da paravan
dernek ve kuruluşlarca benzer nitelikte gösteriler yapılmıştır.

Yine Abdullah Öcalan'ı "Sahiplenme ve Savunma" kampanyası kapsamında KADEK Almanya Essen
Kürt Veliler Derneği organizesinde, 08-14 Şubat 2003 tarihleri arasında açlık grevi eylemi düzenlenmiş, diğer iki açlık
grevi eylemleri de Hannover'de bulunan örgüt mensuplarınca, 27.01-02 Şubat 2003 tarihleri arasında Marktkirche
meydanında, 13-14 Şubat 2003 tarihlerinde de Steintor meydanında kurulan çadırda sürdürülmüştür.

Duisburg Kürt Veliler Derneği organizesinde, 13 Şubat 2003 tarihinde bir miting düzenlenmiş, KNK
üyesi Mehmet Emin Pencevvını öncülüğünde 2003 Ocak ayı içerisinde başlatılan imza kampanyası sonuçları 15 Şubat
2003 tarihinde Berlin'de düzenlenen basın açıklamasında kamuoyuna duyurulmuştur. Bu kapsamda Avusturya
Kürt Dernekleri Federasyonu, Avusturya’nın en büyük dini kurumu olarak kabul edilen Dom Kilisesi
yöneticileriyle görüşüp Öcalan’a uygulandığı iddia edilen sözde tecridi içeren bir dosya iletip kilise rahiplerinden
destek istemişlerdir.

Yine Danimarka’nın başkenti Kopenhag’da FEY-KURD’un organizasyonuyla kiliseler ziyaret edilmiştir.


Kopenhag’daki Vore Fru Kilisesinde Öcalan’ın özgürlüğe kavuşması için dua okunmuştur. Almanya’nın başkenti
Berlin’de de PJA’lı kadınlar Noel vesilesiyle kiliseleri ziyaret etmiş, Berlin Süryani Ortodoks Kilisesi ile Katolik
Kilisesini ziyaret eden PJA’lı kadınlar, ayine katılanlara bildiri ve gül dağıtmış, Kilise yetkililerinden Öcalan için
de dua okunmasını talep etmişlerdir.

Bremen’de ziyaret edilen Kiliselerdeki Papazlara, Öcalan’a uygulandığı iddia edilen sözde tecrit koşullarını
anlatan dosyalar sunulmuş, Londra’da da UNICEF Britanya şubesine bir ziyaret gerçekleştirerek, Öcalan ile ilgili
dosya bırakılmış, Fransa’nın Bordeaux kentinde yaşayan örgüte müzahir kadın kurumları tarafından Katolik
kiliselerini ziyaret edilerek örgüt propagandası yapılmış ve Hollanda’nın Alkmar kentinde bulunan Protestan
kilisesinde düzenlenen ayinde, rahip Drs. D.T Jans tarafından Öcalan için dua okunmuştur.

496
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Yine kampanya çerçevesinde, Finlandiya’nın Helsinki, Norveç’in Oslo, İsveç’in Uppsala, Stocholm, Gavle,
Söderhom, Bollnos, Borlange, Vesteros ve Göteborg şehirlerinde heyetler şeklinde Protestan kiliseleri ziyaret
edilmiştir. Bu kampanya 15 Şubat 2003 tarihinde sona ermiştir.

Devam eden süreçte, Abdullah Öcalan'ı Sahiplenme ve Savunma kampanyası etkinlikleri


çerçevesinde, Avrupa alanında örgüt yandaşlarınca gerçekleştirilen etkinliklerin istenilen düzeye ulaşamamasından
bahisle KADEK sözde Başkanlık Konseyi tarafından, sorumlulara yönelik hazırlanan talimatta, mevcut eylemlerin
güçlendirilerek sürdürülmesi, bürokratik sorunları olmayan, ağırlığı kadın ve çocuklardan oluşacak gruplarla, siyasi
partilerin, tanınmış basın kuruluşlarının binaları vb. ses getirecek yerlerin işgal edilmesi, kiliselere yönelik
çalışmaların yoğunlaştırılarak Kürtlerle birlikte Asuri ve diğer toplumların dini temsilcileriyle birlikte Vatikan
nezdinde girişimlerde bulunarak Vatikan'da bir açlık grevi eyleminin düzenlenmesi istenmiştir.

Örgüt üst yönetimi tarafından Avrupa Sahasında yoğun eylem ve etkinlik istenmiş olmasına karşın,
çalışmaların istenilen seviyede olmadığı kanaatine ulaşılmıştır. Bu nedenle KADEK yönetimi tarafından, Avrupa
alanında sürdürülen faaliyetlere ivme kazandırılması amacıyla 2003 yılının ilk günlerinde peş peşe talimatlar
gönderilmiştir. Yılın ilk aylarında ABD'nin Irak'ı işgali sonucunda gelişen öfke nedeniyle örgüt talepleriyle savaş
karşıtlığı iç içe işlenmiştir.

Peş peşe yayınlanan talimatlar ile 15 Şubat münasebetiyle geliştirilmesi hedeflenen eylemler
çerçevesinde, kapsamlı ve etkili bir basın açıklaması düzenlenmesi, basın toplantısının etkili olması için, Nelson
Mandela gibi tanınmış kişiler, sanatçılar, bilim adamları, siyasiler vb. katılımların sağlanması istenmiştir.

Öte yandan Fransa-Strasburg’da düzenlenmesi hedeflenen merkezi mitinge geniş katılımların


sağlanması amacıyla çalışmalara başlanması istenen bir diğer konu olmuştur. Ayrıca, sözde "Kürdistan’a Barış,
Abdullah Öcalan'a Özgürlük" komitesinin etkin hale getirilmesi yayınlanan talimatta belirtilmiştir. Yayınlanan
talimatlar çerçevesinde, her bir Avrupa ülkesi yıl içinde geniş katılımlı, ses getirici eylemler geliştirmeye çalışmıştır.

Terör örgütünün Almanya’daki faaliyetleri hakkında değişik zamanlarda bilgine başvurulan örgüt
mensuplarının beyanları Almanya’daki PKK faaliyetlerini gün yüzüne çıkarmaktadır.

A. Ş. A. Kendisi ile yapılan mülakaatta; “1997 yılı son aylarında Serhat Kod ile görüşme yaptım ve PKK
örgütü adına faaliyet göstermek istediğimi söyledim. Bu şahsın yanında iki gün kadar kaldıktan sonra, beni ve yeni katılım
olan (3) erkek örgüt mensubunu yurtsever bir ailenin aracı ile Hollanda'nın bir köyüne eğitim çalışması yapmamız için
gönderildik. Burada örgüt tarafından kiralanan bir çiftlik evinde siyasi eğitim çalışmaları yaptırdılar. Bize siyasi eğitim
çalışmasını; Binevş Kod ile RUken Kod isimli bayan örgüt mensubu verdiler. Eğitim olarak; parti tarihi, parti tüzüğü, parti
programı, Kürdistan tarihi, felsefe ve sosyalizmle ilgili dersler verdiler. Tahminen iki aya yakın burada siyasi eğitim çalışması
yaptıktan sonra, buradan yeni katılım olan bizleri dağıtım yaptılar.

Beni Diesburg Kentinin Hochfeld alanına sorumlu olarak verdiler. Diesburg Kentinin sorumlusu olan Delil
Kod isimli şahıs ile görüşme yaptım. Bu şahıs benim altımda görev yapmaları için Diyar ve Serhat Kod isimli şahıslar ile
tanıştırdı. Bunlar Hochfeld alanını iyi bidiklerinden, ev ev dolaşarak propaganda çalışması ile aidat toplayarak örgüte maddi
destek sağlamak için çalışmalarımızı yürütüyorduk. Bu alanda yapmış olduğumuz çalışmalar sırasında, toplantı, yürüyüş
ve mitinglere halkı bilinçlendirip gönderiyorduk, halkın mitinglere gitmelerine yardımcı olmak için araç tutuyorduk ve bu
çalışmalarım buraya gelene kadar devam etti… Örgüt liderimiz olan Abdullah Öcalan'ın Demokratik Cumhuriyet Projesine
katkıda bulunmak üzere Avrupa Cephe Merkezine öneri raporu yazdım ve sorumlum olan Delil Koda verdim. Bu önerim
Başkanlık konseyi tarafından kabul edildi ve Türkiye'ye gelmem konusu gerçekleşti…”

497
FARUK ARSLAN

Bir diğer örgüt mensubu olan S.A.’nın; “1994 yılı sonbaharına kadar burada kaldım ve daha sonra sahte
bir pasaportla Almanya'ya gönderildim. Beni Duesseldorf hava alanından parti tarafından gönderilen yurtsever şahıslar alıp
Kani Yılmaz'ın yanma götürdüler.

Beni götüren yurtsever şahıslara, Kani Yılmaz isimli şahıs teslim etti, benim sağlık sorunlarım ile iltica
işlemlerimi yapmaları konusunda talimat verdi. Bu arada iltica talebim birkaç ay sonra kabul edildi ve bana siyasi iltica
Pasaportu verdiler.

Kani Yılmaz isimli şahıs beni Almanya Orta Eyalet (Köln, Duesseldorf, Bonn, Diesburg, Essen, Dortmund)
alanında YAJK adına Sorumlu olarak gönderildi. YAJK örgütünün genel Sorumlusu Saadet Kod isimli şahıs yapmakta idi.
Bu alanlarda kitle çalışmaları yaptım, ev ev dolaşarak örgütün propagandasını yapıyordum, toplantılar, yürüyüş ve festival
gibi etkinliklerin düzenlemesini yapıyordum. Bu arada Kani Yılmaz tutuklandı ve Avrupa ERNK Sorumluluğuna Şahın
Kod isimli şahıs geldi.

1995 yılında Türkiye'de cezaevlerinde tutuklu mahkûmların yapmış oldukları açlık grevlerini desteklemek
amacıyla bizde Frankfurt İlinde Alman makamlarının izni ile açlık grevine gittik. 1996 yılında Halepçe katliamım protesto
etmek için kitleler üzerinde ERNK ve YAJK faaliyetleri yürüttüm. Bu protesto mitingine Avrupa'nın çeşitli ülkelerinden 100.000
civarında insan geldi, bu yürüyüş için Alman makamları tarafından verilen izin sonradan yasaklandı. Bu yasaklanmaya rağmen
kitle yürüyüşü yaptı ve iki taraf arasında gergin anlar oldu. Bu mitingden dolayı ben aramaya aldırıldım ve 1998 yılı Şubat
ayında Köln'de yakalandım. Çıkarıldığım mahkeme tarafından 2 yıl 8 ay hapis cezası aldım, ancak 15 ay kadar yattıktan soma
şartlı tahliye oldum.

Cezaevinden çıktıktan soma, daha önce içerisinde bulunmuş olduğum YAJK örgütü kongrede alman karar gereği
YAJK partileşti ve PJKK(Partiye Jinen Karkeren Kürdistan-Kürdistan İşçi Kadınlar Partisi) oldu. Bu partinin Avrupa Kadın
Cephesi ise EJAK (Eniye Jinen Azadı Kürdistan-Kürdistan Özgür Kadınlar Cephesi) ismim aldı. Bende EJAK içerisinde Orta
Eyalet sorumlusu olarak faaliyet gösterdim…”

Diğer bir örgüt mensubu olan E. A.; “…Ben 1996 yılında 15 yaşında iken dayım Ömer A. ile amcam Ahmet
A. bana Almanya’dan istek yaparak bu ülkeye gittim. Mültecilerin bulunduğu yere gittim. Burada bulunan Agit (K), Mahir
(K) ile ilişkiye geçtim. Orada bulunan şu an isimlerini hatırlamadığım PKK’lılarla bir olarak Türkiye’yi kötüledik ve arandığımızı
belirterek iltica talebinde bulunduk. 1997 yılı içerisinde diğer başvuranlarla birlikte ilticam kabul edildi. Bu ülkede değişik işlerde
ve temizlik işlerinde çalıştım.

PKK örgütünün lideri Abdullah Öcalan’ın’ın 1999 yılı Şubat ayında yakalanarak Türkiye'ye getirildikten sonra
Agit ve Mahir kod adlı arkadaşlar beni ve benim gibi Kürt kökenli arkadaşları bir araya toplayarak Türkiye'yi protesto etmek için
eylem yapacağımız söylediler. Tarihten 20 gün kadar önce 150 kadar arkadaş Mannheim isimli şehirde toplandık. PKK bayrağını
açarak Serok Apo, Bıji Kürdistan, Kahrolsun Türkiye, diyerek slogan attık. Bende PKK bayrağının bir ucundan tutarak grup
içerisinde yürüdüm ve slogan attım. Olaylar çıktı ve Alman polisi beni yakaladı, 2 gün cezaevinde yattım…”

Örgütün Almanya’daki faaliyetleri ve kitleye uyguladığı şiddet ise Delal Kod F. T.’nin ifadesi şu
şekilde yansımıştır. “Serkef Kod ile birlikte Bielefeld’ e geldik. 1996 yılı Ekim ayının sonlarıydı, 1997 yık Ocak ayının ikisinde
Alman Polisi tarafından Köln'de bir yurtseverin evinde yakalanıncaya kadar yukarıda belirtiğim şehirlerde gezerek gençleri
faaliyete yani PKK'ye kazandırmak için faaliyet gösterdik, daha doğrusu bu faaliyetler sırasında Serkef Kod'un yanında
bulunuyordum. Bana herhangi bir inisiyatif tanınmamıştı.

Bu şehirlerdeki PKK derneklerinde toplanılıyordu, PKK propagandası yapılıyordu, ayrıca gizli yerlerde daha
doğrusu benim götürülmediğim yerlerde iki haftalık kamplar yapılıyordu, bunun yanında Serkef Kod aidat topluyordu, bir
keresinde Hamburg'da yapılacak toplantıya geleceğini söyleyip te gelmeyen bir yurtseverin oğlunu dışarıda bir yerde döğmüşler
bunu Serkef Kod anlattı, ayrıca Hamburg’da PKK'nin Derneğinde örgüte katılan bir akrabasını almak için giden (30) yaşlarında

498
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

bir erkeği orada kadro olarak çalışan Sılav Kod isimli örgüt mensubu tarafından dövüldü, bu şekilde faaliyet devam etti.
Yakalanmadan üç hafta kadar önce Duesseldorf’ta çıkartılan Sterka Ciwan isimli gençlik dergisi redaktör olarak çalıştım…”

Almanya’da yapılan kitle çalışmaları kapsamında Dilan Kod G. Ö. “Bunları ağabeyimin çevresindeki
insanlardı, bunlarla birlikte komite içerisinde faaliyet gösteriyorlardı, bunlarda ağabeyim gibi komite üyeleri idiler, Almanya*da
bulunan Kürt ailelere giderek PKK örgütünün propagandasını yapıyorlardı. Her ay örgüt adına aidat toplamakta idiler, Türk
ailelerinden de aidat toplayıp toplamadıklarını bilmiyorum. Bildiğim kadarıyla herkesten aidat topluyorlardı.

Bu şahıslar vasıtasıyla yani Mehmet ve Alî Gülmezoğlu ile birlikte PKK'nin derneğine giderek kültürel
çalışmalara başladım. 1995 yalının ortalarına kadar bu şekilde devam etti. 1995 yılının ortalarında Frankfurt’ta iki hafta siyasi
eğitim çalışmalarına aldılar. Bu eğitime yaklaşık 25 kişi katılmıştık. Ben ilk defa böyle bir eğitime katıldım… Bu eğitimde herkes
PKK’ya katılma kararı aldı, bende katılma kararını aldım. Bundan sonra beni de biraz geliştirmek amacıyla yanlarına aldılar,
Medya Kod, Serhat Kod, Nazdar Kod ve bunlara bağlı alt birimler vardı, kitleye çıkıyorduk, örgütleme yapıyorduk, propaganda
ajitasyon ve kitlenin olduğu her yerde evlerde toplantılar gerçekleştiriyorduk. Daha sonra bana değişik bir alana gitmemi istediler,
bende Köln'e gittim, burada Bölge sorumlusu Mahmut Kod bulunmakta idi, Mahmut Kod'a bağlı olarak faaliyet yürüten Hasret
Kod ile Zilan Kod vardı, bende bunların içine katıldım ve birlikte faaliyetlere başladık…”

Almanya ile ilgili en çarpıcı bilgileri ileten F.D.; “… Almanya siyasal boyutta PKK terör örgütünü
desteklemektedir. Kafkaslarda ve Türk Cumhuriyetleri üzerinde Almanya ile ABD arasında büyük bir rekabet vardır. Kafkaslara
ve Türk Cumhuriyetlerinde Türkiye'nin büyük bir etkisi vardır. Türkiye buralara Amerikan çıkarları ile girdiği için Almanya
bundan büyük rahatsızlık duymaktadır. Almanya bu bölgeye Türkiye'nin Amerika ile değil daha çok kendisi ile birlikte girmesini
istemektedir ve bunun içinde Türkiye ye büyük baskı yapar. Türkiye'ye boyun eğdiremeyince de PKK terör örgütünü kullanarak
Türkiye'yi zayıflatma yoluna gider. Almanya'da bulunan Türk toplumu eskisi gibi sadece işçi topluluğu değildir, işyeri sahipleri
vardır. Siyasal ve ekonomik yaşamda söz sahibidirler. Almanya Türk toplumunun Almanya'da söz sahibi olmalarından
rahatsızlık duyduğu için Türk işyerlerine yapılan saldırılara göz yumar.

Almanya PKK'nın faaliyetlerini kontrol altında tutamadığı zaman rahatsız duyar. Almanya Anayasasını
Koruma Derneği Başkanı ve Milletvekili olan Henrig Lümmer defalarca Abdullah Öcalan’ın’ın ile görüşerek PKK'nın Alman
yasalarına aykırı düşen eylemlerini durdurmalarını istemiştir. Kazım (K) Hamili Yıldırım isimli örgüt mensubundan aldığım
bilgiye göre 1997 yılı Ağustos ayında Alman İçişleri Bakan Yardımcısı, Abdullah Öcalan’ın’ın ile görüşmek üzere Suriye'nin
Şam şehrine gelerek burada Öcalan’ın’ın ile bir anlaşma yapmıştır. Bu anlaşmaya göre PKK Almanya da izinsiz gösteri
yürüyüşleri ve toplantılar düzenlemeyecek, her şey Almanya'nın denetiminde olacak bunun karşılığında da Almanya şiddet dışı
tüm PKK faaliyetlerine müsaade edecek, bunun sonucunda da birçok Kürt derneği geri açılmıştır...” beyanları ile Alman
Devletinin örgütü ülkemize karşı nasıl kullandığını gözler önüne sermiştir.

RAF ve PKK Terör Örgütlerinin İlişkileri

Kızıl Ordu Fraksiyonu (Almanca: Rote Armee Fraktion - RAF), Baader-Meinhof Grubu ya da Alman
basınında Çetesi olarak da bilinen radikal sol görüşlü bir örgüttür.

II. Dünya Savaşı sonrasında Batı Almanya'nın en etkin ve bilinen örgütü olup, kendini şehir gerillası
olarak tanımlamıştır. RAF, 1970'lerden 1998'e kadar aktif faaliyet göstermiş ve özellikle 1977 yılında Alman Sonbaharı
olarak bilinen ulusal krize yol açan eylem dahil pek çok kanunen ağır suç sayılan eyleme imza atmıştır.

499
FARUK ARSLAN

30 yıllık varlığı boyunca örgüt çoğu şoför, koruma görevlisi gibi ikincil hedeflerden oluşan 34 kişinin
ölümüne, birçok kişinin de yaralanmasına yol açmıştır. J2M ve SHK gibi diğer Alman militan gruplarıyla bağlantı
içinde olup, seksenli yıllarda İtalyan solcu grubu Kızıl Tugaylar, Belçikalı solcu grup Savaşan Komünist Hücreler,
Filistinli solcu grup Filistin Kurtuluş Örgütü, Fransız solcu grup Action Directe ve İrlandalı örgütler PİRA ile de
bağlantılar kurmuşlardır.

Burada kısaca hakkında bilgi verdiğimiz RAF örgütünün diğer bir destekçisi de PKK terör örgütü
olmuştur. Bu destek karşılıklı bir dayanışma olup, birçok RAF üyesi PKK’nın şehir ve kırsal faaliyetlerine aktif olarak
katılmıştır.

1992 yılına gelindiğinde ise PKK’nın kadroları Avrupa alanı için geçmiş yıllara göre farklı bir yöntem
izleyerek artık açıktan faaliyet yürütme kararı almışlardır. Bu amaçla ilk sözde resmi bürolar Köln, Mainz, Offenburg,
Russelheim, Oldenburg ve Dortmund da kurulmuştur. Büroların kurulumundan sonra örgütün Alman Kızılordu
Fraksiyonu-RAF terör örgütü ile ilişkileri daha da artarak devam etmiştir. Alman Anayasa Koruma Örgütü (BFV)’nin
başkan yardımcısı Peter Frisch’in verdiği bilgilere göre; 1992 yılında bazı RAF üyelerinin PKK lehine Almanya’nın
Bonn kentinde yapılan gösterilere katılmış ve bazı RAF üyeleri de Türkiye’ye turistik seyahatler adı altında kuryelik
yapmışlardır.

Bununla birlikte bu yıl Kuzey Irak’a yardım malzemesi götürdüğü söylenen 40 Alman kamyonunda
füze rampaları, roketatarlar, havan topları ve kamuflaj malzemeleri ele geçirilmiştir. Bu olayın akabinde yapılan
tahkikatta, tırları yardım adı altında bölgeye gönderen kuruluşun Alman Lutheran Kilisesi olduğu ortaya çıkmıştır.
Bu durum Almanya-PKK–Klise ilişkisi açısından ibret vericidir. Bu ve benzeri hadiselerin ortaya çıkması ve Türk
hükümetinin baskıları neticesinde Alman İçişleri Bakanı Kanter PKK faaliyetlerinin ülkesinde yasaklandığını
açıklamak zorunda kalmıştır258.

1992 yılında ayrıca Otonom Grubu üyesi Alman kökenli gazeteci Stefan Waldberg Kasım 1992’de PKK
kuryeliği yaptığı gerekçesi ile Diyarbakır DGM savcılığınca tutuklanmıştır. Yine 1995 yılında Karen Braun ve
Andreas Landwern adında iki Alman Kapıkule sınır kapısında PKK’ya ait propaganda kasetleri ile
yakalanmışlardır259.

Yine 1996 yılında Almanya-Avusturya sınırında yakalanan bir örgüt mensubunun üzerinden Alman
Devrimci Hücreler örgütüne bir not götürdüğü görülmüştür. Bu notlarda ele geçen belgeler ve daha sonra PKK’ya
katılan RAF kökenli PKK’lı militanların ifadelerine göre, PKK mensupları Almanya’da yıkıcı faaliyet yürüten bir
örgüte destek sundukları ortaya çıkarılmıştır260. 1995 yılında kadın yapılanması olan YAJK’ın kurulmasının akabinde,

258
Köknar A., “ PKK nın dış ilişkileri”, I. Milletlerarası Doğu Ve Güneydoğu Anadoluda Güvenlik ve Huzur Sempozyumu, Fırat
üniversitesi, 2000, s.199.
259
Köknar, a.g.m., s.201.
260
Köknar, a.g.m., s.207.

500
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Avrupa’da alanından daha fazla Avrupa asıllı militanın örgüte katılması hedeflenmiştir. Bu nedenle Helin Ateş adlı
bayan örgüt mensubu bu çalışmaları yapmak amacı ile Almanya’da görevlendirilmiş olup, yukarıda sayılan
katılımlarda bu çerçevede gerçekleşmiştir.

Bilindiği gibi Almanlar süreç içerisinde bazen Türkiye bazen de PKK lehine kararlar alarak her iki kesimi de
idare etme siyasetiyle hareket etmiştir. Bu siyasetin yansıması olarak Alman hükümeti 1997 yılında PKK’nın
ülkesinde yardım toplamasını yasaklamıştır. Alman ceza kanununun 129. maddesinin (a) bendine göre, terör örgütü
kabul edilen örgütlere üye olmak ve yardım etmek suç sayılmıştır. Bu yasa kapsamında 1998’de Köln ve
Hamburg’da, Aralık 1999 da ise Berlin’in Kreuzberg semtinde bazı örgüt evlerine baskınlar yapılmış, ayrıca bu
baskınlarda RAF üyelerinin örgütle birlikte hareket ettikleri ortaya çıkartılmıştır. Yine örgüt içerisinde sayısıları 5–6
kişi olan eski RAF mensubu Alman kökenlilerin hali hazırda PKK kamplarında oldukları tespit edilmiştir261.

1997 yılında Alman kökenli bir PKK örgüt mensubu örgütte kaçarak Türk güvenlik güçlerine teslim
olmuştur. Bu kişi ifadesinde devrimci anlayışlarla örgüte katıldığını ama beklediği gibi bir örgüt bulmadığından
kaçtığını ifade etmiştir. 1998 yılında bir Alman kökenli erkek PKK mensubu kırsaldan kaçarak Almanya’ya ulaşmış
ve örgütçe infaz kararının verildiğini ifade etmiştir. 1997 yılında çatışmada yaralanan bir Alman kökenli örgüt
mensubu bu dönem KDP tarafından gözaltına alınmış, akabinde ülkesine gönderilmiş, bir diğer Alman kökenli örgüt
mensubu da 1998 yılında Van kırsalında ölü olarak ele geçirilmiştir262.

Belçika-PKK ilişkileri

Bu ülkede de yine Kürt orijinli nüfusun sayısal gücüne bağlı olarak örgütün aktif faaliyetleri olmuştur.
Belçika'nın AB’nin bir nevi başkenti olduğu savı, örgüt faaliyetlerini bu ülkede ısrarla tırmandırmak istemesinin ana
nedenidir.

KADEK mensuplarınca, PKK'nın AB tarafından hazırlanan terör örgütleri listesine alınmasını


protesto amacıyla; 1 Mayıs 2002 tarihinde Brüksel'de bulunan Avrupa Parlamentosu önünde 70 kişilik bir grup
tarafından gösteri düzenlenmiş, anılan gösteride kırmızı bültenle aranan KNK üyesi Remzi Kartal ile KON-KURD
Yönetim Kurulu Üyesi Mahmut Kaya birer konuşma yapmıştır.

Brüksel'de 1 Mayıs 2002 İşçi Bayramı etkinlikleri yapılan çerçevesinde yapılan gösteride KADEK
mensuplarınca kurulan Kürdistan Kızılayı tarafından bir stant açılmıştır.

Yine 04 Mayıs 2002 tarihinde, KADEK mensuplarınca PKK'nın Avrupa Birliği Terör Örgütleri
Listesine alınmasını protesto amacıyla, Brüksel'deki Lüksemburg meydanında yaklaşık (600) kişinin katılımıyla bir
gösteri düzenlenmiştir.

Belçika'da KADEK örgütü paralelinde faaliyet gösteren Kürdistan Komitesi isimli oluşum, 07 Mayıs
2002 tarihinde bir basın bildirisi yayınlayarak, Türk Silahlı Kuvvetlerinin Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinin

261
Köknar, a.g.m., s.201.
262
Köknar, a.g.m., s.204.

501
FARUK ARSLAN

yanı sıra, Irak'ın Kuzeyindeki alana yönelik gerçekleştirdiği operasyonları protesto etmiş, bunun yanı sıra AB'nin
PKK'yı terör örgütleri listesine alma kararını geri çekmesi için taleplerde bulunmuştur.

Yine 01 Haziran 2002 tarihinde, KADEK mensupları ve KADEK'e müzahir kadın örgütleri Belçika
Birimleri (PJA) ve Belçika Kürt Dernekleri Federasyonu (FEK-BEL) tarafından, Anvers'te faaliyet gösterecek olan
"Helina Kurdan" (Kürtlerin Yuvası) isimli Kürt Kadın Derneği kurularak, açılışı gerçekleştirilmiştir. Açılışa
aralarında; Belçika Federal Parlamentosu Flaman Yeşiller Partisi Milletvekili Leen Laenens, KON-KURD temsilcisi
Devrim Arslan, Kürt Kültür ve Sanat Akademisini temsilen Ozan Eylem, Louvairi'de bulunan Mezopotamya Derneği
Başkanı Abdullah Akay ve KADEK-YDK temsilcilerinin de bulunduğu yaklaşık 100 kişi katılmıştır. Leen Leanens
Flamanca olarak kısa bir konuşma yaparak, örgüte desteğini göstermiştir.

Yine Belçika Saha Yönetimince KADEK güdümünde yayın yapan Kürdistan’ın Sesi radyosu için
Brüksel'de bir bina satın alınması amacıyla 1,5 Milyon Euro değerinde iki ayrı bina belirlenmiş binalardan birinin
satın alınması için gerekli paranın 2002 yılı para toplama kampanyalarından temin edilmesi planlanmıştır.

Bilindiği üzere Avrupa'daki örgüt yandaşları çeşitli vesile ve bahaneler ile Avrupa'da yılda bir kaç kez
geniş çaplı para toplama kampanyaları düzenlemektedirler. Bu kampanya döneminde örgüt mensuplarınca,
Brüksel'de Belçika makamlarının izniyle Borsa Meydanında gösteri düzenlenmiş ve borsa binasına Abdullah
Öcalan’ın posteri asılarak, halktan para toplanmıştır.

Yine 09 Ocak 2003 tarihinde Brüksel şehir merkezinde bulunan Agora meydanında müzikli bir gösteri
düzenlenmiş ve gösteride yaklaşık (35-40) örgüt yandaşı görev almış, bu gösteride Abdullah Öcalan’ın serbest
bırakılması amacıyla bir imza kampanyası başlatılarak bildiri dağıtılmıştır.

Örgütün Belçika’da yürüttüğü faaliyetlerle ilgili Delal Kod F. T.’; “Hasan Kod Beni kamptan alıp Belçika
içerisinde ancak tam yerini bilmediğim yeni açılan üçüncü bir kamp yerine götürdü, burada da birinci kampta olduğu gibi yaklaşık
(60-70) tane genç vardı…Dirok Kod burada eğitmen olarak görevlendirilmişti, bunun yanında kaldım. Ertesi gün akşama doğru
Dirok Kod ile birlikte YAJK'ın yani Kadın Örgütlenmesinin konferansının yapılacağı Belçika'da bir kentte gittik. Konferansın
yapıldığı ev iki katlı bir evdi ve ev sahipleri Belçikalıydı, konferansın üç gün süreceği söylenmişti, ancak ben ayrıldıktan sonra
uzatılmış, ben burada iki gün kaldım, Yılmaz Kod'un yerine gelen Avrupa sorumlusu geldi, bu konferansta bulunan gençlik
sorumlusu Serkef Kod gençlik sorumlusuydu, Almanya'nın Kuzeyi Hannover, Bielefeld, Hamburg, Köln, Kiel, Kassel gibi
şehirlere bakıyordu. Beni de yanına vererek görevlendirdiler. İkinci gün bu örgüt mensubuyla birlikte oradan ayrıldık… Kadınlar
konferansı hem yurtsever hem de kadro kadınlar için faaliyet konusunda eksiklik, aksaklıklarla, öz eleştiri yapıldı, bundan sonra
nereler yapılması nasıl yapılması konusu tartışıldı konferans sonunda kararlar alındı, ancak ben yoktum…”

DHP Sorumlusu F. D.; “…Belçika’da örgütü parlamenter dostları vardır. Örgütün siyasal düzeydeki kurumları genelde
burada faaliyet gösterir. MED TV ve sözde Kürt Parlamentosu burada bulunur. Belçika da çiftlik kiralanarak buradaki gençlere yönelik
siyasi eğitimler yaptırılır…”

R. T.; ”… örgüt mensubunun talimatlarıyla Belçika’da ben ve Sinan Kod birlikte sorumlu olarak faaliyetlere
başladık. Burada ki faaliyetlerimiz; Sterke Civan (Gençliğin Yıldızı) ve Serxwebun isimli dergileri satmaktı, elde ettiğimiz paraları
Mustafa Kod isimli örgüt mensubuna teslim ediyorduk. Ayrıca FEDAİ GERİLLAYI DONATMA kampanyası adı altında bir
çalışmaya başlayarak örgüte sempati duyan ve örgütün yaptığı gösterilere katılan gençlerden yılda bir defaya mahsus olmak üzere
kişi basma 2.000 (iki bin) Mark para alarak toplam 60.000 (Altmış bin) Mark para toplayarak Mustafa Kod isimli örgüt
mensubuna teslim etmekte idik. 1999 yılı başlarında sorumlum olan Roni Kod'un talimatıyla Belçika'nın Antwerpin şehrinde
PKK örgütü içerisinde ERNK faaliyetleri gösteren Doğan Kod isimli örgüt mensubunun İtalyanlardan ve Kürt kökenli olmayan
Türk vatandaşlarından PKK örgütü adına zorla para alındığını söyleyerek, benim de buraya giderek bu konuları araştırmamı
söyledi.

502
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Bunun üzerine ben Belçika'ya gittim burada bulunan ve şikayet eden şahıslarla görüştüm. Bunun üzerine bir
rapor yazarak burada bulunan örgüt içerisinde sorumlu olan İbo Kod İbrahim adlı örgüt mensubuna verdim. Aradan 3 hafta
kadar geçtikten sonra Hollanda'dan gelen (3) örgüt mensubu ile buluşarak Doğan Kod isimli örgüt mensubunu yakalayarak
sorguladık. Daha sonra bu üç arkadaş Doğan Kod adlı örgüt mensubunu alarak Hollanda'ya götürdüler. Daha sonra talimat
gereği Hollanda'ya gittim, Hollanda'da bulunan örgütün kampında faaliyet gösteren örgüt militanlarına lojistik malzeme ve
yemek temini ve Gençleri örgütlemek örgütün yayınlarını dağıtmak şeklinde faaliyetlerimizi sürdürüyorduk.

Belçika bölge sorumlusu Roza Kod, Brüksel Bölgesi sorumlularından Cevdet ve Fadıl, Belçika YCK yapılanmasından
Sorumlu olan Roni Kod’dur. Sonra ben, Rıdvan, Turgay, Sabrı Kod, Diyar kod, Agit Kod, Berzan Kod, İntikam kod,
Torhıldan Kod şeklinde idi. Belçika MLKP örgütü Sorumlusu ise Cafer Kod’dur. Belçika'dan Hollanda'ya geçtikten soma Roni
Kod'a bağlı olarak Hollanda'da bulunan PKK örgütünün Siyasi eğitim kamplarının Lojistik sorumluluğu verildi. Hollanda'nın
Arnheim kentinde 3, Endhoven kentinde 3, Zwolee kentinde de 2 kamp olmak üzere toplam 8 adet faaliyet gösteren kamp
bulunmaktaydı. Ben bu kamplarda bulunan kişilerin yiyecek ihtiyaçlarım karşılıyordum…” beyanlarıyla örgütün
Belçika’daki faaliyetleri ortaya konumuştur.

Hollanda-PKK İlişkileri

Hollanda devleti terör örgüte en fazla müsamaha gösteren ülkelerin başında yer almıştır. Nitekim SKP
(Sürgünde Kürt Parlamentosu) ve KNK (Kürdistan Ulusal Kongresi) gibi o döne en büyük ve en iddialı paravan
örgütler Hollanda Merkezli faaliyet yürütmüşledir.

Terör örgütü PKK Avrupa alanındaki faaliyetlerini, Doğu ve Güneydoğulu vatandaşlarımızın yoğun
olarak yaşadığı ülkelerde, oluşturduğu çeşitli dernek vs. organizasyonlar vasıtasıyla yürütmektedir. Dönem itibarıyla
Hollanda'da örgüt, FED-KOM (Hollanda Kürt Dernekleri Federasyonu) güdümünde 11 dernek, 4 birlik ve 3 merkez
ile faaliyet göstermiştir.

Terör örgütünün Hollanda da yaz kampı, izci kampı görüntüsü altında eğitim kampları
bulunmaktadır. Terör örgütü PKK faaliyetlerine gösterilen müsamahakâr tutum sebebiyle, örgütün Avrupa
faaliyetlerini yönlendiren YDK ve KNK toplantıları da genellikle bu ülkede düzenlenmiştir. Yine, Avrupa'daki örgüt
faaliyetlerini koordine eden üst düzey örgüt mensupları Hollanda da rahatça hareket edebilmişlerdir.

PKK'nın Avrupa Birliği tarafından terör örgütleri listesine alınmasını protesto amacıyla, 2002 yılının
ilk yarısında çeşitli eylemler düzenlenmiştir. Bu çerçevede 01 Mayıs 2002 tarihinde, FED-KOM organizesinde,
Lahey'deki Hollanda Dışişleri Bakanlığı önünde yaklaşık 200 kişinin katılımıyla bir gösteri düzenlenmiştir.

Yine 02 Mayıs 2002 tarihinde, FED-KOM organizesinde, Lahey'deki Hollanda Dışişleri Bakanlığı
önünde, yine yaklaşık 150 kişinin katılımıyla bir gösteri daha düzenlenmiştir.

Örgüt paralelinde Hollanda'da faaliyet gösteren Rumet isimli bir kuruluş öncülüğünde, Avrupa
alanına geçiş yapan ve savaş mağduru olarak nitelendirilen örgüt mensup ve yandaşlarına yönelik bir rehabilitasyon
merkezinin açılması konusunda çalışmalar başlatılmış, Kasım 2002 ayı itibariyle de önemli bir aşamaya gelmiştir.

2003 yılında Hollanda'daki örgüt faaliyetleri ise, dış temsilciliklerimize siyah çelenk bırakılması ve
mitinler düzenlenmesi şeklinde olmuştur.

503
FARUK ARSLAN

Nitekim 27 Ocak 2003 tarihinde, Abdullah Öcalan’ın cezaevi koşullarını protesto etmek amacıyla
KADEK yandaşı 14 kişilik bir grup tarafından Rotterdam Başkonsolosluğumuzun ana giriş kapısına siyah çelenk
bırakıldığı görülmüştür.

Öte yandan, Kırmızı Bülten ile uluslararası düzeyde aranmakta iken, 28 Eylül 2001 tarihinde
Hollanda'ya yasadışı yollardan girerek iltica talebinde bulunan sözde PKK/ KADEK Yürütme Konseyi Üyesi
Sözdar (K) Nuriye Kesbir’in tutukluluk hali 17 Aralık 2002 tarihinde sona ermiştir.

Kesbir'in 14 Şubat 2003 tarihinde görülen temyiz duruşmasında; adı geçene isnat edilen suçların
ciddiyeti nedeniyle iltica başvurusu ile ilgili işlemleri sonuçlanıncaya kadar tutuklanması ve bu süreyi cezaevinde
geçirmesi karar altına alınmıştır. Hollanda makamlarınca alınan bu karar üzerine yıl içinde ve devam eden dönemde
Nuriye KESBİR lehine gösterilerin süreklileşmesine neden olmuştur.

Nitekim, Hollanda'ya iltica talebinin anılan ülke Danıştayınca 24 Temmuz 2004 tarihinde
reddedilmesi üzerine, hakkında Hollanda Adalet Bakanlığı'nca 07 Eylül 2004 tarihinde verilen Türkiye'ye iade
kararının da onanması beklenirken, Hollanda iç hukukunda son merci olan Hollanda Acil Mahkemesi tarafından
09 Kasım 2004 tarihinde söz konusu iade kararı durdurulmuştur.

Yine yıl içinde, 10 Şubat 2003 tarihinde terör örgütü KADEK yandaşı yaklaşık 75 kişinin katılımıyla
Rotterdam Başkonsolosluğumuz önünde Abdullah Öcalan’ın cezaevi koşullarını protesto eden bir gösteri
düzenlenmiş, gösteride KON-KURD imzalı bildiri dağıtılmıştır.

Hollanda Lahey Mahkemesi'nin vermiş olduğu karar üzerine, Hollanda Adalet Bakanı'nın temyiz
başvurusu 2004 yılı Aralık ayında değerlendirilmiş ve 20 Ocak 2005 tarihinde temyiz talebinin sonuca bağlanması
kararlaştırılmıştır. Bu tarihte ise adı geçenin serbest bırakılması kararı verilmiştir.

Hollan’da örgütün gençlik merkezi durumunda olan bir ülkedir. Bu ülkede eğitilen gençler, eğitimlerinin
akabinde Avrupa’daki faaliyetlerde, Türkiye’deki çalışmalara ve kuzey ıraktaki kmaplara gönderilmektedir. Bu
kamplarda eğitim gören Delal Kod F. T.’nin beyanları Hollanda daki eğitim faaliyetlerini açıklığı ile
göstermektedir. “…Ben 1981 yılında Almanya'nın Nem-Ulm şehrinde dünyaya gelmişim, İlk orta ve Lise birinci sınıfina
kadar Almanya'nın Ulm şehrinde okudum…13.06.1996 tarihinde Okuldan ayrılarak Dilan Arslan ile birlikte PKK
örgütünün arabasına binerek ULM şehrinde bulunan PKK örgütünün Derneğine gittik…

Aynı tarihte Ulm şehrinden Hanifî Kod'un kullandığı Derneğinin arabası ile yola çıktık, yaklaşık 200 Km. gittikten sonra
Nurunberg şehrine geldik, bizi götüren şahıs benimle Dilan Arslan'ı bir Yurtsever Ailenin evine götürüp bıraktı… bu evde
kaldığımız süreç içerisinde ev sahipleri gönderileceğimiz kampm çok rahat bir yer olduğunu burada kendi kültürümüzün
yani Kürt kültürünü öğrettiklerini burada çok iyi bir eğitim göreceğimizi anlatmakta idiler…

…Bu aile bütün ihtiyaçlanmızı karşılıyorlardı. Bizleri hiç dışarı çıkartmıyorlardı, ancak bizlere verilen kitaplan okuyorduk…
bizi Yurtseverlerin getirmiş olduklan (3) arabaya bindirerek Hollanda'nın Amheim şehrine götürdüler bu yolculuğumuz
yaklaşık (10) saat sürdü, benim bulunduğum arabada Dicle Kod, Dilan Kod, Zindan Kod, Polat Kod bulunmakta idi.
Hollanda'nın Arnheim şehrinde bizleri ikişer ikişer ayırarak buradaki Yurtsever ailelere dağıttılar…Kamp; büyük bir

504
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

ormanlık alanın kenarında kurulmuş,daha çok gençler için hazırlarmış kamp yerini andınyordu ancak duvarda asılı resimler
vardı bu resimler bir kutlama anında çekilmiş resimlerdi bu resimlerde yaşlılar vardı, eğitim süresince bizim dışımızda kimse
yoktu yalnız birkaç kez yabancı kişiler geldi, yabancılar geldiğinde bizi dershanelere sokarlardı, bu kampm sahibi yaşlı bir
Hollandalıydı. Girişteki 1. koğuş iki katlı olmak üzere diğerleri tek katlı içice girmiş tek katlı (7) binadan oluşmuştu… Kampa
vardığımızda Kamp sorumlusu Dilar Kod adlı örgüt mensubu bizleri karşıladı… daha sonra hepimizi birlikte Dilar Kod adlı
kamp sorumlusu çağırdı, öz geçmişimizi aldı, bizleri o gün serbest bıraktı.

Kampta toplam (100) kişi bulunmakta idi, ikinci günü bizleri toplayarak mangalara ayırdılar, üçüncü günü ise
eğitime başladık… Bu video kasetlerde Örgütün kamplarından görüntüler Öcalan’ın konuşmaları ve PKK Terör Örgütü
mensuplarınca Türkiye'deki Jandarma Karakolu'na yönelik saldın eylemlerim içeriyordu kasetleri seyrettikten sonra bir
değerlendirme yapılıyordu, seyredenlere duygu ve fikirleri soruluyordu, konuşanlar hep kendilerinin beden olarak burada
bulunmalanna rağmen ruhen orada olduklannı kendilerinin de bu savaş ortamına gitmek arzusunda olduklarını, mücadeleyi
desteklediklerini falan söylüyorlardı…

Toplam yaklaşık (30) erkek örgüt mensubu eylem ve faaliyetlerde bulunmak üzere Türkiye'ye gönderilmek üzere
ayrıldılar… Dicle Kod ve Berfin Kod isimli örgüt mensuplan Almanya içerisinde örgütün Bürokratik işlerinde ve Bilgisayar
işlerinde görevlendirildiler, bunlar Almanya'da doğup büyüdükleri ve bu görevlere uygun nitelikte olduklan için
görevlendirimişlerdir. Aynca Dilan Kod, Eylem Kod ve Nujin Kod isimli örgüt mensuplanda MED-TVde çalışmak üzere
görevlendirildiler…”

Hollanda da faaliyet gösteren örgütün eğitim kampında yetiştirilen kişiler bilahare değişik görevlere
gönderilirken, bu kişilerin ayrıca Türkiye’ye faaliyet gösteren siyasi partilere gönderildiği görülmüştür. Dilan
Kod G. Ö.’nın beyanları bu siyasi partilerin PKK güdümünde politika yaptıklarını ortaya koymaktadır. Dilan
Kod; “1995 yılının sonlarına kadar bunlarla birlikte faaliyet yürütüm. Bu arada Mahmut Kod adlı militan Hollanda sınırları
dahilinde bulunan PKK’nın eğitim kampına göndererek bir aylık eğitime alındım, bu devrenin ismi ise Zafer Eğitim Devresi
idi. Eğitimi Hoca Kod, Medya Kod ve ismini hatırlamadığım kişiler veriyordu. Eğitimde hatırlayabildiğim kadarıyla (40) kişi
kadar idik. Bu eğitim bitikten sonra Hollanda'da Hoca Kod’un yanında kaldım. Beni Amsterdam’a götürdü ve Yurtsever
Ailelerin evinde kalmakta idim, yaklaşık bir ay kadar burada kaldım, kaldığım süreç içerisinde çalışmalara devam etmekte
idim. bu arada yine bir eğitim devresi daha başladı, bu eğitime de yaklaşık (60) kişi alındı.

Eğitim sonrası Hoca Kod bani İstanbul’a göndereceğini söyledi, bende kabul ettim, 1996 yılı ocak-Şubat aylarında
yapılan eğitim tamamlandıktan sonra bu arkadaşlarda Türkiye'ye gönderilmek üzere Hollanda ya getirilecek ayrı ayrı ve tek
tek evlerde bekletiyorlardı, bunlar birbiriyle görüştürülmüyordu. Bu arkadaşlar Avrupanın çeşitli yerlerinde gelmişlerdi…
Benim İstanbul'a geleceğim belli oldu, Çünkü, benim fiziki sorunlarım olduğundan dolayı kırsal alana gidemezdim, Hoca
Kod Türkiye'ye İstanbul’a gittiğime" de görevimin kesin belli olmadığını, ancak İl HADEP bünyesinde kadın çalışmaları
yürüteceğim söylendi, ama giriş noktasında kendim ilişki geliştirecektim ve kendim çalışmaya başlayacaktım, peryodik olarak
ayda bir veya iki ayda bir arayacaktım. Amaç legal zemini güçlendirmekti, 1996 yılı Nisan ayında Hoca kod bana 800 Mark
vererek birde Amsterdamdan Atina’ya kesilmiş Uçak biletimi verdi, ayrıca birde bir pasaport verdiler, pasaportun kimin
adına kayıtlı olduğunu hatırlayamıyorum.

Nisan ayı içerisinde Atina Hava alanında indim, Bana Atina ERNK komitesine ait bir telefon numarasını
vermişlerdi, bende buraya telefon açtım, geldiğimi söyledim, beni Havaalanından iki erkek şahıs karşıladı, beni yanlarına
alarak Atinada bulunan bir Yurtseverin evine götürdüler, bu evde (10-15) gün kadar kaldım… orada tanımadığım bir şahsa
teslim etti, o şahıs beni yanına alarak illegal yollardan Meriç nehri kenarında bulunan bir kayıkla Türkiye tarafına geçiş

505
FARUK ARSLAN

yaptık. karşıya geçince motorsikletie beni Keşan’a kadar getirdi…” şeklinde beyanda bulunarak örgütün Türkiye’deki
siyasi uzantılarına elaman yetiştirdiğini ortaya koymaktadır.

Örgütün Avrupa Sorumlusu bu ülkede kalması, tüm örgüt toplantıları ve Avrupa Konferanslarının bu
ülkede yapılması da örgütün Hollanda’da ne denli rahat hareket edebildiğini göstermektedir. Buna göre
Avrupa'dan Kuzey Irak'a veya Şam'a gönderilecek örgüt mensupları sahte pasaport ile Amsterdam
Havaalanından çıkış yapar. Yine Avrupa'ya gelecek olan örgüt mensupları da genel de buraya gelir ve
yakalanmaları halinde Türkiye'ye verilmez. Yakalanan örgüt mensuplarını iki gün süre ile gözaltına alınır,
akabinde de kendilerine iltica isteği ile birlikte iltica belgesi verir ve serbest bırakır. Örgütün yoğunlaştırılmış
kadro eğitimleri düzenli olarak bu ülkede yapılır.

İsveç-PKK İlişkileri

İsveç'te Hollanda gibi bölücülük faaliyetlerine yönetim düzeyinde en ılımlı yaklaşan ülkelerin başında
yer almıştır, İsveç yönetimi, terörist eylemleri nedeniyle örgüt üst yönetimine mesafeli yaklaşsa da paravan
kuruluşlarına her zaman kucak açmıştır.

Diğer Avrupa ülkelerinde olduğu gibi bu ülkedeki olaylar da Mayıs 2002 ayı itibarıyla tırmanmıştır.
Nitekim 01 Mayıs 2002 tarihinde, 1 Mayıs kutlamaları çerçevesinde KADEK yanlılarından oluşan 100 kişilik bir grup,
Stockholm şehir merkezinde örgüte müzahir pankartlarla yürüyüş yapmıştır.

Akabinde 02 Mayıs 2002 tarihinde KADEK yanlısı 20 kişiden oluşan bir grup İsveç Parlamentosu
önünde toplanarak PKK'nın AB tarafından terör örgütleri listesine alınmasını protesto amaçlı bir gösteri
gerçekleştirmiştir. Bir sonraki gün 03 Mayıs 2002 tarihinde, PKK'nın AB tarafından terör örgütleri listesine alınmasını
protesto amacıyla, örgüt yanlısı yaklaşık 65-70 kişi tarafından örgütü temsil eden flamaların yanı sıra, örgüt elebaşı
Abdullah Öcalan’ın posterlerini taşıyarak Stockholm'de İsveç'çe bildiri dağıtılmıştır.

Örgüt faaliyetlerinin en yoğun olduğu ülkelerin başında yer alan İsveç'te de 2003 yılı içinde gösteri
yürüyüşü, bildiri dağıtma gibi çeşitli eylemler geliştirilmiştir.

Nitekim İsveç Kürt Dernekleri Konseyi tarafından, 17 Ocak 2003 tarihinde Stockholm'de aralarında
kadın ve çocukların da bulunduğu yaklaşık 100 kişinin katılımıyla "Öcalan'ı Savunma ve Sahiplenme" kampanyası
çerçevesinde bir gösteri yapılmıştır.

Yine 01 Şubat 2003 tarihinde YCK (Kürt Gençlik Birliği) mensupları tarafından "Önderliği Sahiplenme
ve Demokratik Serhildanı Geliştirme Kampanyası" çerçevesinde, Stockholm şehir merkezindeki Sergels Torg meydanında
yaklaşık 70 kişinin katılımıyla gösteri düzenlenmiştir.

Öte yandan, 08 Mart 2003 tarihinde Dünya Kadınlar Günü münasebetiyle, Stokholm kentinde
İsveç'teki çeşitli kadın hakları kuruluşlarının katılımıyla bir gösteri düzenlenmiş, gösteriye KADEK paralelinde
faaliyet gösteren "Özgürlük ve Barış İçin Kürt Kadınları" isimli bir grup ta iştirak ederek bildiri dağıtmıştır.

09 Mart 2003 tarihinde Dünya Kadınlar Günü münasebetiyle, örgüte mensup kişilerce Stokholm şehir
merkezindeki Sergels Torg meydanında yaklaşık 60 kişinin katıldığı bir gösteri düzenlenmiş olup, gösteride örgütün
bayrakları ve çeşitli pankartlar taşınmıştır.

506
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

İsviçre-PKK İlişkileri

İsviçre'nin AB ülkelerinden bağımsız olarak uluslararası birçok kuruluşa ev sahipliği yapıyor oluşu,
her dönem örgütün ilgisinin bu ülkeye çevrilmesine neden olmuştur. Örgüt her dönem bu ülkede bulunan
uluslararası kurum ve kuruluşların dikkatini çekmek amacıyla çok sayıda eylem ve etkinlik gerçekleştirmiştir.

01 Mayıs 2002 tarihinde, Zürih'te düzenlenen 1 Mayıs etkinlikleri çerçevesindeki gösterilere KADEK
yanlıları da katılmış ve ülkemiz aleyhine çeşitli pankartlar taşınmıştır.

Yine İsviçre’de, PKK'nın AB terör örgütleri listesine alınmasını protesto amacıyla, KADEK terör
örgütü mensubu bir grup tarafından, 03 Mayıs 2002 günü Bern’in Thunplatz meydanında bir gösteri yapılmıştır.
Gösteriye katılanların açıklama yaptıktan sonra Bern kentinde bulunan İspanya Büyükelçiliği'ne dilekçe verdikleri
görülmüştür.

Yine 10 Mayıs 2002 tarihinde Cenevre’deki BM binası önünde 50 kişilik KADEK yandaşı gösteri
yapmış, göstericiler KADEK bayrağı taşımış ve Fransızca pankart açmıştır. Yine aynı gün, 60 kişilik KADEK
mensubu, yerel makamlardan izin alarak, Lozan'dan başlayıp, 11 Mayıs günü Cenevre'de tamamlanacak bir yürüyüş
gerçekleştirmiştir.

01 Haziran 2002 tarihinde, yaklaşık (500) kadar örgüt mensubu tarafından, PKK'nın AB terör örgütleri
listesine dahil edilmesini protesto etmek amacıyla, Helvetia meydanı ile tren garı civarında gösteri yürüyüşü
yapılmış, yürüyüş esnasında "Kürtler Eşitlik istiyor, PKK Terör Listesinden silinsin" başlıklı ve "FEKAR" imzalı bildiriler
dağıtılmıştır.

Yine, 04 Haziran 2002 tarihinde, Bern tren garı yakınlarında 5 örgüt mensubu tarafından örgüt çadırı
kurularak bir imza kampanyası başlatılmış, açılan pankartlarda ise Almanca olarak, "Adalet İstiyorum AB Terörüne
Son, Benim Dilim, Kültürüm, Kimliğim Yasak, Ben Terörist Değilim, Kürtlerin Varlığının inkar Edilmesine Son" ifadeleri yer
almıştır.

2002 yılının ikinci yarısı, İsviçre'deki örgüt yandaşları açısından bir hayli hareketli geçmiştir. Nitekim
dönem itibarıyla ABD'nin olası Irak operasyonunu protesto etmek için, 02 Kasım 2002 günü Bern'de bulunan Federal
Parlamento binasının önündeki meydanda 3-4 bin civarında KADEK ve sol terör örgütleri yandaşının katılımıyla bir
gösteri düzenlenmiştir.

Öte yandan, Abdullah Öcalan’ın, İmralı’da tecrit edildiği ve avukatlarıyla görüştürülmediği iddiasıyla
İsviçre’de dahil olmak üzere birçok Avrupa ülkesinde sürdürülen kampanya ve gösteriler çerçevesinde; 14 Kasım
2002 tarihinde İsviçre’nin Bern kentindeki Parlamento Meydanı'nda bir gösteri düzenlenmiş olup, İsviçre Kürt
Dernekleri Federasyonu (FEKAR) tarafından düzenlenen gösteriye (45-50) civarında örgüt yandaşı katılmıştır.

22 Ocak 2003 tarihinde FEKAR tarafından Bern Büyükelçiliğimiz önünde Abdullah Öcalan'a destek
amaçlı gösteri düzenlenmiş ve Büyükelçilik binası önüne siyah çelenk bırakılmıştır.

Örgütün İsviçre faaliyetleri ile ilgili olarak A. A.; “…İsviçre’de kaldığım süre içerisinde evimize PKK'nın
yayın organı olan Serxwebun ve Berxwaden isimli dergileri Ekrem ve Nasır isimli şahıslar getirmekte idiler. Bunlar oradaki Kürt
Kültür Derneğinde görevli idiler. Bende boş zamanlarımda bu derneğe giderek folklor ve müzik etkinliklerine katılmakta idim. 21
Mart Nevruz şenliklerine, 15 Ağustos şenliklerine, 27 Kasım şenliklerine ve gecelerine katılmakta idim…”

507
FARUK ARSLAN

Z. K.; “…beni Mahir Kod Atina' ya geri çağırdı. Birkaç gün sonra bana İsviçre'ye gideceğimi, burada imkan
bulursam tedavimi yaptırmamı ayrıca örgüt adına kitleye yönelik çalışma yürütmemi söyledi… pasaportla Atina'dan İsviçre'nin
Zürih kentine gittim. Burada Hüseyin Kod beni karşılayarak Cenevre' de bulunan ve dış ilişkileri yürüten Kürdistan
Komitesi'nin bürosuna götürdü. Burada bir kaç gün kaldıktan sonra Basel' de bulunan iltica merkezine giderek Z. K. olarak iltica
talebinde bulundum. Beş gün sonra iltica talebim kabul edilerek karar çıkana kadar kalabileceğim bana söylendi. Beni oradan
Freiburg kentine gönderdiler. Bana refakat eden Hüseyin Kod iltica talebi kabul edilerek daha önceden oturum almıştı. O da
Frieiburg' ta kalıyordu…Ancak ben tedavi olmam gerektiğini söyleyerek Sipan Kod'u ikna ettim. Bu dönem içerisinde ben
örgütün Frieiburg'ta bulunan Kürt Kültür Merkezi isimli derneğine gidip geliyordum. Zaman zaman da İsviçre sorumlusu
Sipan Kod ve 1996 yılında örgütün Avrupa sorumlusu olarak bildiğim Şahin Kod (Suriye'li, kendisi Kasırga taburu isimli bir
kitap yazmıştır) isimli örgüt mensupları yanıma gelmekte idiler…

…İltica talebim kabul edildi. Ancak oturum alabilmem için bana 2000 yılına mahkeme tarihi verildi. Mahkeme
tarihine kadar özel bir oturum izni verildi. Ben halamın kızının yanma gelirken örgüte haber vermemiştim. Amacım örgütten
tamamıyla kopmaktı. 1999 yılı içerisinde benim kaldığım yeri örgüt tespit etti ve halamın kızının evinde bulunan telefonu
arayarak halamın kızma yaptığımın yanlış olduğunu ve geri dönmem gerektiğini söylediler. Daha sonra örgüt mensupları
halamın kızı F. K.'nun yolda önünü keserek benim için örgüte geri dönmemi, dönmediğim taktirde hem halamın kızma hem de
bana zarar verecekleri şeklinde tehditlerde bulunduklarını halamın kızı bana anlattı. Halamın kızının eşi olan Hollandalı A. D.
Hollanda kraliyetine ait bir özel güvenlik şirketinde çalışmakta idi. Benim durumumu polise anlattı. Ancak polisler herhangi bir
şey yapmadı.

Daha sonra dışarıda gezdiğim bir sırada yanıma bir araba park etti. İçinde üç kişi vardı. İki kişi arabadan inerek
bana onlarla gelmemi söylediler. Ben sebebini sorduğumda kendilerinin Partili (PKK) olduklarını ve benimle konuşacakların
söylediler. Daha sonra beni arabaya bindirdiler. Arabayla şehir dışındaki Midelburg şehrinde bulunan bir örgüt evine
götürdüler…

…(2) gün sonra YCK sorumlusu olan eski İsviçre sorumlusu Sipan Kod ve Nuda Kod isimli örgüt mensupları
gelerek benimle konuştular. Bana niçin örgütten kaçtığımı sordular. Bende kendilerine örgüte kaçırılarak katıldığımı, örgüt
içerisinde istemeyerek bulunduğumu ve sağlık problemlerimden dolayı daha fazla örgüt içerisinde kalamayacağımı kendilerine
söyledim. Bana küçük yaştan beri emek verildiğini bir birikimimin olduğunu bu şekilde örgütü bırakamayacağımı söylediler. Ben
kendilerine buradan çıktığım takdirde tekrar kaçacağımı kendilerine söyledim. Bana seni halanın kızının kaçırdığını biliyoruz bu
şekilde hareket edersen hem sana hem de halanın kızına zarar veririz dediler. Bana yardımcı olan halamın kızı F. K.'na bir zarar
vermelerinden dolayı çekmiyordum. Bana bütün bunları düşünerek ne yapmak istediğim hakkında Avrupa’da bulunan Örgütün
Üçlü Avrupa Merkez Yürütmesine rapor yazmamı söylediler. Bu yürütmede o zaman bulunan örgüt mensupları; Şahin Kod
(Avrupa Sorumlusu), Ferhan Kod (Şanlıurfalı, Türkmen kökenli), Saadet Kod (Suriyeli 30 yaşlarında ) isimli örgüt mensupları
bulunmaktaydı.

Ben bu Üçlü yürütmeye hitaben yazmış olduğum raporda örgüte katıldığım dönemden itibaren başımdan geçenleri
içeren bir rapor yazdım. Bu dönemde Hollanda'nın Eindhoven Kentinde Avrupa'daki sorumluların katıldığı Örgütün Avrupa
yıllık konferansı yapılmaktaydı. Beni Şahin Kod bu konferansa çağırdı. Bu konferansa katılan Örgüt mensuplarından benim
tanıdıklarım;

Deniz Kod (Fransa Sorumlusu), Bişar Kod ( İsveç Sorumlusu, son olarak örgütten ayrıldığım duydum), Seyfi
Kod (Med Tv Sorumlusu), Sakine Uzunçene Kod ( PJA Sorumlusu) ve Renas Kod idi.

Konferans bitiminde Şahin Kod konferansa katılanlara benim raporumu okudu. Konferansa katılanlar benimle
ilgili görüşlerini belirttiler. Burada benim Kuzey Irak'a gönderilerek orada faaliyet yürütmem kararı çıktı. Beni tekrar Midelburg
şehrine beni daha önceden arabayla kaçıran şahıslar geri götürdüler. Aradan bir hafta geçtikten sonra Şahin Kod ve Saadet Kod
yanıma gelerek benimle konuştular. Bana sen örgüte küçükken katıldım senin gibi küçükken katılan birinin bu şekilde davranması

508
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

örgüte zarar verir senin için en iyisi Kuzey Irak'a gitmendir. Bende 1-2 ay sonra geleceğim dedi. İki gün sonra Pegeri Kod isimli
örgüt mensubu beni alarak havaalanına götürdü. Ayrıca hazırlamış oldukları pasaportu bana vererek benimle birlikte Pegeri Kod
ve Berfin Kod isimli örgüt mensupları ile birlikte İran-Tahran'a geldik. Bana verilen pasaporttaki ismi hatırlamıyorum ancak
Almanya oturumlu bir şahsa ait pasaportla İran-Tahran' a geldik. Burada bizi Zeki Kod (Batmanlı,50 yaşlarında Yezididir) isimli
örgüt mensubu karşıladı…“ beyanlarıyla örgütün İsviçre’de ne kadar rahat faaliyet gösterebildiğini ve şiddet
sergileyebildiğini göstermektedir.

İngiltere-PKK İlişkileri

İngiltere Kürt orijinli nüfusun fazla olması nedeniyle örgütün etkin olmaya çalıştığı ülkeler arasında
yer almıştır. İngiltere AB'nin aksine PKK'yı çok önceleri terör örgütleri listesine almıştır. Buna rağmen,
PKK/KADEK'in birçok paravan kuruluşu bu ülkede sorunsuz faaliyet göstermiştir.

2002 yılının ilk yarısında İngiltere’de örgüt yandaşlarının ciddi bir faaliyeti görülmemiştir. Sadece
PKK'nın AB tarafından, terör örgütleri listesine alınmasını protesto ve 1 Mayısı kutlamak amacıyla, 01 Mayıs 2002
tarihinde, aralarında sol örgüt mensuplarının da bulunduğu kalabalık bir grupla, Londra’nın Trafalgar Meydanı'nda
bir gösteri yapılmış, anılan gösteriye KADEK mensubu (200) kişilik grup katılmış, göstericiler örgütü tanımlayan
pankart ve flamalar taşımışlardır.

İngiltere’deki örgüt faaliyetleri kapsamında 02 Kasım 2002 tarihinde KADEK yanlıları tarafından
"Türkiye'nin Irak'ın Kuzeyindeki örgüt kamplarına müdahale planlarını protesto" gerekçesiyle, 32 örgüt yandaşının
katılımıyla bir gösteri düzenlenmiştir.

Öte yandan, uyuşturucu satışı konusunda çıkan bir anlaşmazlık dolayısıyla 09 Kasım 2002 tarihinde
İngiltere/Kuzey Londra'da KADEK'in de dahil olduğu iki Kürt grup arasında bir çatışma meydana gelmiş, çatışmada
iki kişi ölmüş, dokuz kişi yaralanmıştır.

İngiltere’nin Irak işgalinde ABD ile birlikte başı çekmesi nedeniyle bu ülkede önemli bir savaş karşıtı
potansiyel ortaya çıkmıştır. Bu dinamik gücün etkisinden de istifade etmek isteyen örgüt, bu ülkede savaş
karşıtlarıyla müşterek gösteriler tertip etmiştir.

29 Ocak 2003 tarihinde Öcalan'ın cezaevi koşullarının iyileştirilmesi ve serbest bırakılması amacıyla,
KADEK yandaşı yaklaşık (150) kişilik bir grup tarafından Londra Büyükelçiliğimiz önünde gösteri düzenlenmiştir.

İngiltere’deki PKK faaliyetleri ile ilgili olarak İ. B.; “…Avrupa vizesi İngiltere'ye geçmediği için tren ile
Fransa'dan İngiltere'ye kaçak geçiş yaptım. Londra kentinde kardeşim T. B. İle eniştem M. B.'un yanma gittim. Bu şahıslar
vasıtasıyla Londra-Duston mahallesinde bulunan Kürt ve Alevilerin işletmiş oldukları Halk Evine gittim… Londra'da bulunan
Cem evine, Halk evine ve Kürtlerin yoğun olarak gittikleri kahvelere gidip gelmeye başladım. Bende işimi Halk evi vasıtasıyla
bulduğum için PKK örgüt mensupları bizlerden yılda bir sefere mahsus olmak üzere (100) Sterlin para almaya başladılar.
Devamlı olarak aynı şahıslar gelmiyorlardı, ancak benden para alan Agit Kod ve Zeki Kod isimli şahısların isimlerini
öğrenebildim.

İngiltere'de kalmış olduğum süre içerisinde, 1999 yılı ilkbahar mevsiminde yabancı işçiler için çıkarılacak yasayı
protesto etmek için Londra'ya korsan gösteri yürüyüşüne katıldım, ayrıca Kürt derneklerinin düzenlemiş olduğu 1999 ve 2000
yıllarından 21 Mart Nevruz kutlamalarına katıldım. 2000 yılı 21 Mart Nevruz kutlamaları esnasında PKK örgüt mensupları bir
Sterlin karşılığında toplanan…” ifadelerini kullanmıştır.

509
FARUK ARSLAN

Fransa-PKK İlişkileri

Avrupa genelinde olduğu gibi Fransa'da da, terör örgütünün faaliyetleri YDK akabinde de CDK
(Koordinasyona Cıvata Demokratik a Kurd-Avrupa Kürt Demokratik Toplum Koordinasyonu) tarafından
yönlendirilmiş, söz konusu oluşumların önemli mahiyetteki toplantıları da anılan ülkede herhangi bir engel
olmaksızın gerçekleştirilmiştir.

Fransa Kürtçü örgütlere hep sıcak yaklaşmış, sürekli himaye etmiştir. Fransa’nın bu yaklaşımının yanı
sıra, bu ülkede çok sayıda Kürt orijinli kişinin olması nedeniyle örgütün yoğun ilgisini çekmiştir. Dolayısıyla her
dönem örgütün Fransa'daki faaliyetleri aktivitesini korumuştur.

Bu dönemde birçok Avrupa ülkesinde eş zamanlı olarak başlatıldığı gibi PKK'nın AB terör örgütleri
listesine alınmasını protesto amacıyla, 01 Mayıs 2002 tarihinde, Paris'teki Fransa Parlamentosu önünde yaklaşık (300)
KADEK yandaşı tarafından bir gösteri düzenlenmiştir. İki gün sonra, 03 Mayıs 2002 tarihinde, KADEK yanlısı
yaklaşık (250) kişilik bir grup tarafından, yine Paris şehri Montparnasse tren istasyonu önünde bir gösteri
düzenlemiştir.

04 Mayıs 2002 tarihinde Strazburg Gar Meydanı'nda (100-120) örgüt yanlısının katılımıyla bir gösteri
yapılmıştır. Akabinde, 06 Mayıs 2002 tarihinde, yaklaşık (10) örgüt yanlısı tarafından Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi önünde bir başka gösteri düzenlenmiştir.

Öte yandan Strazburg Kleber meydanında 10 Mayıs 2002 tarihinde örgüt yandaşlarınca bir çadır
kurulmuş, çadır önünde Abdullah Öcalan'ın posterleri taşınarak slogan atılmıştır. 12 Mayıs günü ise Alzas Loren ve
Almanya'nın mücavir kentlerinden gelen 200-250 kişilik grup tarafından gösteri düzenlenmiş, kurulan çadır
içerisinde birkaç kişi açlık grevine başlamıştır.

Bir sonraki gün 11 Mayıs 2002 tarihinde Paris Republique ile Bastille meydanları arasında, yaklaşık
500 örgüt yandaşının katılımıyla PKK’nın terör örgütleri listesine alınmasını protesto amacıyla gösteri yürüyüşü
yapılmıştır.

Avrupa Parlamentosu tarafından 10-13 Haziran 2002 tarihleri arasında Strasbourg'da gerçekleştirilen
oturuma katılmak amacıyla anılan ülkeye giden, örgütün Avrupa sorumlularından olan Engin Sincar isimli örgüt
mensubu öncülüğünde oluşturulan heyet, PKK'nın AB terör örgütleri listesine alınmasını kınamak amacıyla,
İngilizce ve Fransızca (700) kadar bildiriyi, AP milletvekillerinin posta kutularına bırakmıştır.

02 Haziran 2002 tarihinde, Paris'de Denfert-Rochereau ile İtalie meydanları arasında KADEK yandaşı
yaklaşık 700 kişinin katıldığı, PKK'nın AB terör örgütleri listesine alınmasını protesto etmek amacıyla gösteri
düzenlenmiş, gösteride "AB kararlarını kabul etmiyorum, Kürtler terörist değildir" başlıklı imza kampanyası
başlatılmıştır.

19 Ekim 2002 tarihinde (250-300) kadar KADEK yandaşı tarafından PKK'nın AB Terör Örgütleri
Listesine alınmasını protesto amaçlı olarak Republique ve Bastille meydanında bir gösteri yürüyüşü yapılmıştır. Yine,
13 Kasım 2002 tarihinde Fransa’nın Strazburg Kentindeki Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) önünde
yaklaşık (40-50) kişilik KADEK yandaşı izinsiz bir gösteri yapmıştır.

22 Aralık 2002 tarihinde (200) kadar KADEK yandaşınca Fransa/Marsilya Başkonsolosluğumuz


önünde teröristbaşı Abdullah Öcalan'ı övücü sloganlar atılmıştır. Devamında, 04 Ocak 2003 tarihinde terör örgütü
KADEK yandaşları tarafından Abdullah Öcalan'ın sözde kötü cezaevi koşularının düzeltilerek özgürlüğüne
kavuşturulması amacıyla yaklaşık (100) örgüt yandaşının katılımıyla Strazburg'da bir gösteri düzenlenmiştir.

510
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Yine, 15 Şubat 2003 tarihinde terör örgütü KADEK sempatizanlarınca Öcalan’ın yakalanarak ülkemize
getirilmesinin yıldönümü vesilesiyle, Strazburg'da bir gösteri yürüyüşü düzenlenmiş, diğer ülkelerden gelenler de
dahil olmak üzere yaklaşık (15.000) kişinin katıldığı söz konusu gösteri yürüyüşü kent merkezindeki tren garı önünde
başlayarak Meinau semtinde son bulmuştur.

Öte yandan, 05 Şubat 2003 tarihinde sözde "Önderliği Sahiplenme ve Demokratik Serhildanı Geliştirme
Kampanyası" çerçevesinde, Paris'te yerleşik bulunan Ahmet KAYA Kürt Kültür Merkezi organizesinde, yaklaşık (80)
kişinin katılımıyla bir gösteri yapılmış, gösteride, "Kürt Demokratik Halk Birliği" imzalı bir bildiri dağıtılmıştır. Keza,
03 Mayıs 2003 tarihinde yaklaşık (20) kişiden oluşan KADEK yanlısı bir grup Strazburg Başkonsolosluğumuz
kapısına "Bingöl'deki ölümlerin sorumlusu devlettir" yazılı siyah çelenk bırakmıştır.

Fransa’da yürütülen PKK faaliyetleri ile ilgili olarak K. G.; “…Hollanda’da Arnaim şehrine bağlı ormanlık
bölgede bulunan kampa gittik, kampta yaklaşık (80) kişi bulunmakta idi, kamp sorumluları daha doğrusu burada siyasi eğitim
veren kişiler Hasan, Mervan, Dilar isimli örgüt mensupları idi, bu şahıslar aynı zamanda kampın sorumlusu konumundaki
örgüt mensuplarıydı, burada üç ay süreyle siyasi eğitim gördüm, çok sayıda dergi ve kitap okudum ve PKK'nın bir elemanı olarak
kendimi iyice geliştirdim, bu şekilde örgüte inandım ve faaliyetlere başladım, Hollanda’daki Kamp eğitimi sona erdikten sonra
1996 yılı Ekim ayında Uğur, Hogir ve ben Paris'e gönderildik, kampta siyasi eğitim gören diğer örgüt mensupları da Avrupa'nın
diğer şehirlerine gönderildiler, Paris sorumlusu Mehmet Kod ‘un yanına gittik, ben Mehmet'in yardımcısı oldum, Uğur Paris'in
bir alanına komite sorumlusu olarak, Hogir Kod ise Marsilya'ya gönderildi, Fransa sorumlusu ise Hani Alkan’dır.

Paris sorumlusu yardımcılığına getirildikten sonra, Paris'te bulunan (13) alanın komite sorumluları tarafından
getirilen paralan teslim aldım, bu parayı da sorumlum olan Mehmet’te teslim ediyordum, Mehmet'te Fransa sorumlusu Hani
Alkan'a teslim ediyordu, alan sorumlularından her ay (6-7) bin frank alırdım, aynı zamanda Paris'te her yıl kampanya
düzenlenir, orada bulunan Kürt ve Türk kökenli iş adamlarıyla irtibata geçilerek birer aylık maaşlarını alırdım, ben alan olarak
Paris'in Montajeole alanında faaliyet gösterdim. Burada bulunan Kürt kökenli vatandaşlara propaganda yaptım, toplanan
paralan daha kolaylıkla alınmasını sağladım, Paris'te bulunan her komitede (11) kişi faaliyet göstermektedir, 1997 yılı Haziran
ayına kadar bu şekilde faaliyette bulundum…”

Yine örgüt içinde Fransa’da çalışma yapmış olan E. M.; “…yalnızdım ve yaşımın da küçük olması nedeni
ile bu insanların etkisi altında kaldım, çünkü o sıralarda büyük bir boşluk içerisinde idim. Benimle ilişkiye geçen Zinar kod adlı
ERNK içerisinde faaliyet gösteren şahıs beni PKK'ye kazandırdı ve kendisinin kızları olan Helin ve Mizgîn ile birlikte beni alarak
Haziran 1997 tarihinde Fransa'nın Mulhouse şehrinde bulunan büyük bir yeşillik alan içerisinde iki katlı bir binada 50 kişilik
grup ile 10 gün süre ile PKK adına Siyasi eğitim gördük.

Burası Gençlik kampı idi orada bizlere Yurtseverlik, PKK Tarihi gibi konularda ders verdiler. Ders hitamında
bana Avesta kod adını taktılar. Öz geçmiş raporları verdik. Kamp sorumlusu Küçük Dilar isimli birisi idi ve kamptakilerin tamamı
da bayandı, bilahare eğitim sonunda bizleri arabalarla Hollanda'nın şu an yerini, tam olarak hatırlayamadığım bir yerine
götürdüler ve orada da aynı kişilerle birlikte 90 gün süren bir siyasi eğitim devresi gördük. Burada da aynı konularda eğitim
gördük…” şeklinde beyanlarla Fransa’daki PKK faaliyetlerini ortaya koymuşlardır.

İtalya-PKK İlişkileri

Bilindiği gibi Abdullah Öcalan 1998 yılında Suriye'den kovulduktan sonra Yunanistan ve Rusya
güzergâhını takiben İtalya'ya sığınmıştır. İtalya'da bu süreç hariç tutulacak olursa, yönetim düzeyinde olmazsa da
bir kısım politik şahsiyetin ve grubun örgütün yanında olduğu görülmüştür.

511
FARUK ARSLAN

İtalya'da faaliyet gösteren terör örgütü KADEK mensupları, 02 Mayıs 2002 tarihinde Marsilya Avrupa
Birliği Bürosu önünde, PKK'nın terörist örgütler listesine alınmasını protesto amacıyla bir gösteri düzenlemiştir.

Avrupa Parlamentosunun Roma temsilciliğinde 29 Kasım 2002 tarihinde, "Avrupa'daki Kürtler: Siyasi
İltica Hakkı ve Sosyal Haklar" konulu bir toplantı gerçekleştirilmiş, toplantıya KADEK yan kuruluşları aktif olarak
katılmıştır. Toplantı, Roma Kürdistan Enformasyon Bürosu (UIKI), Berlin Kürdistan Enformasyon Merkezi (KIZ),
Paris Kürdistan Enformasyon Merkezi (KEM) ve Stckholm Kürt Enstitüsü isimli oluşumların organizesinde
düzenlenmiştir.

2003 yılında İtalya'daki bir kısım politik çevrelerin desteğini almaya devam eden örgüt, bu ülkedeki
dış temsilciliklerimize protesto çelenkleri bırakıp, gösteri yürüyüşü yaparak, etkili olmaya çalışmıştır. Bu yönlü
olarak, 14 Ocak 2003 tarihinde "KADEK" yazılı pankartlarıyla Roma Büyükelçiliğimiz önünde toplanan (30-40) kişilik
bir grup Öcalan lehine slogan atmıştır.

Yine, 14 Ocak 2003'de Roma Büyükelçiliği önünde gösteri yapan KADEK sempatizanlarının, bazı
İtalyan vatandaşlarıyla birlikte (80-90) kişilik bir grup halinde, 15 Ocak 2003 günü ABD Büyükelçiliği, 16 Ocak 2003
günü Avrupa Parlamentosu Temsilciliği, 17 Ocak 2003 günü de BM Temsilciliği önünde gösteri yapmışlardır.

İtalya’nın örgüt bakışı ile ilgili olarak F. D.; “…İtalyanlar genel olarak PKK terör örgütüne sempati duyarlar ve
siyasi destek verirler. Uluslararası Kürt konferansları ve benzeri tür toplantılar düzenleyerek örgütün propagandasını yaparlar.
İtalya örgüt mensuplarına Türkiye'ye giriş ve çıkışlarında kolaylık sağlarlar. İtalya'nın Roma şehrinde yasal olarak çalışan
Kürdistan komitesi vardır. Bu komitesinin sorumlusu da Memdo (K) isimli örgüt mensubudur…” beyanlarında bulunmuştur.

Avusturya-PKK İlişkileri

Örgüt Avusturya'da yaşayan Kürt orijinli kişileri saflarına çekmek amacıyla birçok dernek vücuda
getirmiş ve bu Dernekler üzerinden aktivitesini sürdürmüştür.

Nitekim 01 Mayıs 2002 tarihinde, KADEK mensubu yaklaşık 200 kişilik bir grup 1 Mayıs kutlamaları
çerçevesinde, Bregenz şehrinde bir yürüyüş düzenlemiştir. Ayrıca, Avusturya'nın İkinci Dünya Savaşı sırasında,
Amerikan ordusu tarafından kurtarılması kutlamaları amacıyla, Linz kenti yakınlarındaki Mauthausen toplama
kampında geleneksel olarak yapılan anma törenlerine KADEK mensupları da katılarak ülkemiz aleyhine gösteri
yapmıştır. Keza aynı tarihte PKK'nın AB terör örgütleri listesine alınmasını protesto etmek amacıyla, (30-40) kişilik
örgüt yandaşı tarafından bir gösteri yapılmıştır.

28 Aralık 2002 tarihinde, KADEK yandaşlarınca Avusturya’nın Salzburg merkez tren istasyonu
meydanında yaklaşık (100) kişinin katılımıyla bir gösteri düzenlenmiştir. Öte yandan, 24 Ocak 2003 tarihinde KADEK
yanlısı (10) kişilik bir grup tarafından Salzburg Başkonsolosluğumuz önüne siyah çelenk bırakılmış ve söz konusu
çelenge "Salzbur'da Yaşayan Barış Taraftarı Kürtler" imzalı bir bildiri ile örgütü temsil eden çıkartmalar iliştirilmiştir.

Macaristan-PKK İlişkileri

Sosyalist sistemin çökmesinden sonra örgüt bu ülkeye yönelmiş ve 199O'lı yıllardan sonra burada
örgütlenmeye başlamıştır. Örgüt bu ülkede ticaretle uğraşan Kürt orijinli vatandaşlarımızı istismar ederek, vergi adı
altında zorla para toplamış ve bu paralarla çeşitli paravan örgütler oluşturmuştur.

512
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Budapeşte'de KADEK doğrultusunda faaliyet gösteren Kürdistan Enformasyon ve Kültür Derneği


tarafından, PKK'nın AB terör örgütleri listesine alınması protesto etmek amacıyla, 06 Mayıs 2002 tarihinde AB
temsilciliği önünde gösteri gerçekleştirilmesi planlanmış, ancak anılan etkinliğe yeterli katılım sağlanamamıştır.

YDK Balkanlar sözde temsilciliği tarafından hazırlanan ve ülkemiz aleyhindeki görüşlerin yer aldığı
bir bildiri Macaristan’ın Budapeşte kentindeki Kürdistan Kültür Derneği'ne mensup kişilerce dağıtılmıştır. Ayrıca
Macaristan'daki Kürdistan Kültür ve Enformasyon Derneği'ne mensup kişilerce 24 Kasım 2002 tarihinde Budapeşte
Büyükelçiliğimiz önünde gösteri düzenlenmiştir.

2003 yılında bu ülkedeki eylemlere imza kampanyası damgasını vurmuştur. Macaristan'daki


Kürdistan Enformasyon ve Kültür Derneği (KEKD) 10 Ocak 2003 tarihinde Batı (Nyugazi) tren istasyonunda bir stant
açarak Abdullah Öcalan’ın serbest bırakılmasını isteyen bir imza kampanyası başlatmıştır.

Ayrıca Budapeşte'nin merkezi konumundaki Keleti (Doğu) ve Nyugazi (Batı) tren istasyonlarında
yoldan geçenlere kırmızı karanfil dağıtan örgüt yandaşlarının bu suretle, başlatılan imza kampanyasını daha etkin
hale getirmeye çalıştıkları ve anılan oluşum tarafından 15 Ocak 2003 tarihinde de Macar Parlamentosu İnsan Hakları
Komisyonunun ziyaret edildiği ve henüz toplanan (600) imzanın İnsan Hakları Komisyonuna tevdi edildiği
görülmüştür. Yine "Kürdistan Kültür ve Enformasyon Derneği mensuplarınca 16 Ocak 2003 tarihinde
Büyükelçiliğimiz önünde, Abdullah Öcalan lehine sloganlar atmak suretiyle bir gösteri düzenlemiştir.

Bulgaristan-PKK İlişkileri

Örgüt Sosyalist Sistemin hakim olduğu dönemde başta istihbarat Kurumu olmak üzere bazı devlet
organları ile ilişkiler geliştirmiştir. Fakat sistemin çökmesinden sonra, bu ülkeye girişler çoğalmıştır, özellikle
ülkemizden Bulgaristan'a birçok iş adamı yatırımlar yapmış ve iş yerleri açmıştır. Örgüt bu ülkede yaşayan bazı
yandaşların ve Bulgaristan'daki bir kısım politik grupların desteğiyle yerleşme ve örgütlenme imkânı bulmuştur.

Sofya'da 6-8 Mayıs 2002 tarihleri arasında, anılan ülkedeki KADEK yandaşlarınca, Kürt Kültür Kulübü
organizesinde, PKK'nın terör örgütleri listesine alınmasını protesto amacıyla açlık grevi eylemi gerçekleştirilmiş,
anılan protesto eyleminde basın bildirisi dağıtılmıştır.

Örgütün Bulgaristan faaliyetleri ile ilgili olarak F.D.; “Bulgaristan'daki PKK terör örgütünün faaliyetleri
sıcak bakmamasından ve izin vermemesinden dolayı gerilemekteydi. Daha önceden iktidarda bulunan Sosyalist Partinin yerine
Liberal Partinin iktidara geçmesi PKK terör örgütünün Bulgaristan faaliyetlerine iyice darbe vurmuştur. Daha önceleri Abdullah
Öcalan ile görüşmeye giden Sosyalist Partili iki milletvekili de yapılan seçimlerde milletvekili seçilememişti. Yine bu sıralarda
Bulgaristan'ın ekonomik düzeni bozuk olduğu için kendi işleri ile uğraşıyorlardı.

Öcalan ile devamlı görüşmelere giden Genco Lakaplı yaşlı Bulgar vatandaşı da ölünce faaliyetler kısıtlandı. Şu
an Bulgaristan'da PKK terör örgütünün yayın organı olan Kürtçe bir dergi çıkarılmaktadır ve dağıtımı da burada yapılır. Ayda
(200-300) adet satılmaktadır. Ayrıca burada daha çok Bulgaristan da bulunan Suriye kökenli Kürtlerin oluşturduğu bir dernek
faaliyet göstermektedir. Bulgaristan da faaliyet gösteren örgüt mensuplarından Suriyeli Hoşnav (K) bu ülkede Tıp eğitimi
görmektedir. Bulgarcası çok iyi olduğu için buradaki Yunan konsolosluğu ile ilişkileri bu örgüt mensubu tarafından sağlanır. Bu
ülkeden Yunanistan'a ve diğer Avrupa Ülkelerine geçiş yapacak örgüt mensuplarına vize almaktaydı. Bulgaristan'da faaliyet
gösteren PKK terör örgütünün üst yönetiminin oluşumu şu şekildeydi; Hamza (K) (Bulgaristan Sorumlusu), Hoşnav (K)
Suriyeli (Dış İlişkiler Sorumlusu), Yılmaz (K) (Metropoller Sorumlusu)’dur.”

513
FARUK ARSLAN

Azat Kod T. A.; “Biz Sofya’da bulunan Mülteci kampına gittik. Burada bulunan yetkililere Türkiye'de Kürtler
üzerinde baskılar bulunduğunu, PKK (KADEK) örgütü içerisinde faaliyet gösterdiğimi ve bu suçtan arandığımı söyleyerek iltica
talebinde Bayram G. ile birlikte bulunduk. İki gün bu kampta kaldıktan sonra Sofya İstanbuloski Caddesinde bulunan Kürt Kültür
Derneğine gittim. Bu demek iki katlı müstakil bahçeli Beyaz ve Mavi renk boyalı idi. Burada bizi dernek başkanı olan Roni Kod
karşıladı. Kendisine Türkiye'den geldiğimizi Türkiye 'de PKK(KADEK) örgütü adına faaliyet gösterdiğimizi bunun için
arandığımızı kalacak yerimiz olmadığım söyledik oda bize tamam burada kalabilirsiniz dedi. Bu demekte PKK(KADEK) örgütü
adına faaliyet gösteren Koçer Kod ve Sîpan Kod örgüt mensuplardı bulunuyordu. Bir süre burada örgütsel faaliyet gösterdikten
sonra iltica talebimiz kabul edildi. Bu sırada Bayram G. örgütün Yunanistan da bulunan örgütün kampına gitti. Buradan
ayrıldıktan sonra kendisinden daha haber alamadım. Burada Koçer Kod tarafından bana Azat Kod isimi verildi. Ben burada 10
ay kadar daha kaldıktan sonra 2001 yılının sonlarında kaçak yollardan Romanya' ya geçtim…”şeklinde beyanlarla Bulgaristan
çalışmalarının boyutunu ifade etmişlerdir.

Romanya-PKK İlişkşileri

Romanya'da da Bulgaristan da olduğu gibi Sosyalist sistemin çökmesiyle kapılarını dış dünyaya
açmıştır. Dışarıdan özellikle Türkiye'den çok sayıda iş adamı bu ülkeye gelmiştir. Örgüt yandaşı bazı Kürt orijinli
esnafların da desteğiyle örgüt bu ülkeye yerleşmiş ve varlığını güçlendirmiştir. Örgüt bu ülke topraklarını Avrupa'ya
illegal geçişin yanı sıra, kısa dönemli ve yurt içine yönelik eğitim faaliyetlerinin üssü haline getirmiştir.

21 Mart Nevruz etkinlikleri çerçevesinde KADEK'in büyük önem verdiği, "Dil Sınır Tanımaz" adı
altındaki barış konvoyu eylemine Romen makamlarınca izin verilmemesi ve örgütün eylemlerine karşı anılan ülke
makamlarının almış olduğu tavır nedeniyle, örgütün Romanya'daki faaliyetlerine önemli bir darbe vurulmuş, bu
çerçevede, 2 Nisan 2002 tarihinde Romanya'da bulunan örgüt unsurlarınca yapılan bir toplantıda alınan bir kararla
"Romanya'da Yaşayan Kürtlerin Kültür Derneği" faaliyetleri süresiz olarak durdurulmuş, ancak söz konusu dernek daha
sonra 11 Nisan 2002 tarihinde herhangi bir açıklama yapılmaksızın yeniden faaliyetlere başlamıştır.

Öte yandan, 02 Mayıs 2002 tarihinde, PKK'nın terörist örgütler listesine alınmasını protesto amacıyla,
örgüt yanlısı yaklaşık (20) kişilik bir grup tarafından, Bükreş'teki AB temsilciliğine bir protesto bildirisi sunma
girişiminde bulunulmuş, ancak söz konusu bildiri kabul edilmemiştir.

2003 yılına gelindiğinde Romanya'da da gösteri yürüyüşü ve bildiri dağıtma faaliyetleri


sürdürülmüştür. Bu yönlü olarak, 20 Aralık 2002 tarihinde Bükreş'teki “Kürdistan Enformasyon ve Kültür Derneği-
KEKD" mensuplarınca, Abdullah Öcalan’ın cezaevi koşullarını protesto etmek amacıyla yaklaşık (35) kişinin
katılımıyla bir gösteri yürüyüşü yapılmış ve anılan dernek mensuplarınca YDK Balkanlar Temsilciliği tarafından
basılmış olan "Başkan Öcalan'a özgürce Yaşam" başlıklı bir bildiri Budapeşte'de Kürt orjinli esnafının yoğun olduğu
"Jozsefvarosi Piac" tekstil pazarında dağıtılmıştır.

Öte yandan, 05 Şubat 2003 tarihinde Romanya'da Yaşayan Kürtlerin Derneği adı altında faaliyet
gösteren derneğin mensupları tarafından Bükreş şehir merkezinde gösteri düzenlenmiş ve gösteri sırasında bildiri
dağıtılmıştır.

Romanya Faaliyetleri ile ilgili olarak Laser-Erdal Kod B. S.; “… 2002 yılı Ağustos ayı sonlarında
Romanya'ya gitmeye karar verdim ve Atatürk Havalimanından uçağa binerek Romanya'ya gittim. Romanya'ya gittiğimde bir
taksiye binerek Bükreş Munci de bulunan Kürt Kültür Derneğine gittim. Burası 4 katlı tek daire üzerine kurulmuş bahçenin
içerisinde dış cephesi yeşil renkli binadır. Beni burada SERHAT KOD karşıladı kendisi ile bir süre sohbet ettikten soma kendisine

514
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

PKK(KADEK) örgütünün kırsal alanında 2000 yılına kadar silahlı faaliyet gösterdiğimi, 2000 yaz aylarında faaliyet göstermek
için Türkiye'ye gönderildiğimi ama Türkiye'deki ilişkilerim koptuğundan Romanya ya geldim dedim.

Burada PKK(KADEK) örgütü adına faaliyet gösteren; Hasan Ali (Başkan), Serhat Kod (Başkan yardımcısı),
Salih Kod Asef Sarı (para toplama, dergi satma işlerini organize eder. Dernekte siyasi eğitim verir), Hayri Kod, Şerif Kod, Ferhat
Kod, Mahsum Kod (örgütün Şu an Romanya sorumluluğun yapıyor), Azat Kod Talat Aydın isimli şahıslardır…

Bükreş'te bulunan ve Kürt kökenli iş adamlarının örgüte ait derneğe gelmesindeki ana neden güvenlikle ilgili
problemlerden kaynaklanıyor, şahıslar derneğe gelip düzenlenen gecelere katılıp kendilerini bir nevi göstermiş oluyorlar, çünkü
Romanya'da Çingenelerin kurmuş olduğu mafya grupları bulunmaktadır ve bunlar esnaftan haraç adı altında para toplarlar ama
daha önceleri burada PKK(KADEK) örgüt mensupları bu gruplar arasında kavgalar olmuştur. Bu yüzden bu gruplar derneğe
geldiğini söyleyen Türk, Kürt, Arap, hatta Romen esnaflarına karışmazlar, bu yüzden iş sahipleri de bu derneği bir nevi koruması
altına alınırlar. Böylece mafyaya vereceği para yerine daha azını örgüte verirler.

Burada bulunan küçük esnaflara ben, Azat Kod Talat Aydın, Haki Kod Ahmet gibi arkadaşlar giderdi. Tahsilatı
bunlar yapardı. Büyük esnaflara ise Hasan Kod, Mahsun Kod ve dernek yönetimindeki diğer arkadaşlar giderdi…

Aradan bir ay geçtikten sonra bende Bükreş'te PKK(KADEK) örgütü adına dergi satıp orada bulunan Türk ve
Kürt işadamlarından aidat altında para topluyordum bu parada belli bir ölçü yoktu topladığım bu paraları Salih Kod'a teslim
ediyorduk. Ayrıca ben Romanya'da bulunduğum süre içerisinde Kürt derneğinin adına yapılacak tüm faaliyetlere katılıyordum
burada bulunan kurt esnaflara giderek PKK(KADEK) örgütünün propagandasını yapıyordum. PKK(KADEK) örgütü
Romanya'yı üç bölgeye ayırtıştı. Bunun sebebi ise her bölgeden daha kolay para toplanmasıdır. Bu bölgeler 1.Bölge,
2.Bölge,3.Bölge olarak ayarlanmıştı.

Bir ve üçüncü bölgede karışık iş kollarında faaliyet gösteren firma ve şahıslar bulunmaktadır. 2. Bölgede ise tamamen
tekstilcilerden oluşan kitle bulunmaktadır. Ben bu bölgenden örgüt adına para topluyordum aynı zamanda örgütün illegal
organlarını satıyordum. Ben bu bölgeden aylık olarak ortalama 6.000-7.000 Euro para topluyordum…”

Celal-Polat Kod D. T.; “…İstanbul Havalimanından uçağa binerek Romanya’nın Bükreş şehrine gittim…
Burada PKK(KADEK) örgütü adına Bükreş'te faaliyet gösteren Ali Kod isimli örgüt mensubu ile bu şirkette tanıştım. Bu şahıs
beni alarak Bükreş’te bulunan Kürt Evine götürdü, oradaki toplantılara ve seminerlere katılıyordum… Kürt evinin yönetiminde
bulunan Yılmaz Kod bana siyasi eğitime katılmamı söyledi bende kabul ettim, yine Bükreş'in içinde bulunan Köşk diye tabir
ettikleri örgüt evine beni Yılmaz Kod götürdü. Ben bu eve gittiğimde Şehit Zilan Eğitim Devresi başlayacaktı. Yılmaz Kod, Ozan
Kod Ve Savaş Kodun sorumluluğunda 1997 Kasım aylarında bu eğitim devresi başladı. Benle beraber (12) kişi vardı bunlardan
ismini hatırladıklarım… Bükreş'te Köşk denilen iki katlı bir evdi 2,5 ay siyasi eğitim gördük…”beyanlarıyla örgütün
Romanya’da ulaştığı etkinliğe işaret etmiştir.

Yunanistan ve Kıbrıs Rum Kesimi:

Örgütün Yunanistan'daki faaliyetleri çok eski yıllara 1980'lerin başlarına dayanmaktadır. Nitekim
örgüt bu ülkede birçok eğitim kampı teşkil ederek buradan yurt içine eleman takviyesi yapmıştır. Yunanistan Avrupa
ve Ortadoğu'ya illegal geçişin bir üssü gibi rol oynamıştır.

Geçmiş yıllarda gayri resmi kanallardan örgütü destekleyen, terör eylemlerini yönlendiren, hedef
gösteren Yunanistan yeni dönemde paravan kuruluşlara ev sahipliğini sürdürmüştür. Yunanistan'da faaliyet
gösteren KADEK yandaşları, PKK'nın AB terör örgütleri listesine alınmasını protesto amacıyla, 09 Mayıs 2002
tarihinde, Atina’nın Klathmonos meydanında (30) kişilik bir grupla 6 gün süreli açlık grevi eylemi başlatmış, bu süre

515
FARUK ARSLAN

içinde imza kampanyası düzenleyerek, stant açmışlardır. Yine YDK Yunanistan temsilciliği ve YDK Balkan Ülkeleri
Temsilciliği tarafından kamuoyuna yönelik basın bildirisi okunmuştur.

Kalabalık bir grup örgüt yandaşı tarafından 29 Haziran 2002 tarihinde, Atina Büyükelçiliğimizin
önünde bir gösteri gerçekleştirmiş, göstericiler Yunan polisinin refakatinde Büyükelçiliğimizin ikametgâh kapısına
"Yunanistan'da Yaşayan Kürt Sporcuları" imzalı bir Türkçe bildiri bırakmıştır.

Yine, KADEK mensubu yaklaşık (15-20) şahıs 22 Kasım 2002 tarihinde, Atina'nın Klaftmonos
meydanında bir çadır kurarak, "Öcalan'a özgürlük için" imza toplamış, dergi, kitap vb. örgütsel doküman satmışlardır.
27 Kasım 2002 tarihinde ise, PKK'nın kuruluş yıldönümü sebebiyle, Atina Büyükelçiliğimizin önünde yaklaşık (200)
kadar örgüt yandaşının katılımıyla bir gösteri düzenlenmiştir.

2003 yılında Yunanistan'da gerçekleştirilen birçok eylem organizasyon arasında diplomatik


misyonlarımıza protesto çelenklerinin bırakılması önem arz etmiştir. Nitekim, Abdullah Öcalan'ı "Sahiplenme ve
Savunma" kampanyası çerçevesinde, 17 Ocak 2003 tarihinde Atina merkezinde örgüt yandaşlarınca bir gösteri
düzenlenmiş, yaklaşık (200) kişiden oluşan göstericiler ülkemiz aleyhinde sloganlar attıktan sonra aralarından iki
kişi Yunan polisi eşliğinde Büyükelçiliğimiz giriş kapısına siyah bir çelenk bırakmış ve çelengin Yunan polisi
tarafından bilahare kaldırıldığı görülmüştür. Gösterinin ardından YDK Balkan Temsilciliği imzalı ve 10 Aralık 2002
tarihli bildiri dağıtılmıştır.

Ayrıca, Abdullah Öcalan'ın 1998 yılı içerisinde Yunanistan'a geçişi esnasında kendisine yardımcı olan
Yunan vatandaşları ile KADEK mensuplarının yargılanmasına 08 Ocak 2003 tarihindeki duruşmayla devam edilmiş,
Ayfer KAYA ve Cengiz YAKAR isimli örgüt mensuplarının katılmadığı davada, emekli Tuğgeneral Andonis
Nakasakis'in avukatlarının talebi üzerine mahkeme 14 Nisan 2003 tarihine ertelenmiştir. Öte yandan 04 Şubat 2003
tarihinde örgüt yandaşı yaklaşık (60) kişilik bir grup tarafından, Abdullah Öcalan'ın cezaevi koşullarının protesto
edilmesi amacıyla ABD'nin Yunanistan'daki Atina Büyükelçiliği önünde bir gösteri düzenlenmiştir.

Bu dönemde GKRY’de PKK için askeri kamplar oluşturulmuş ve Rum subaylar tarafından PKK’lı
teröristlere eğiti verilmiştir. Kıbrıs Kürdistan Dayanışma Komitesi, Kürt Demokratik Halk Birlikleri, Kürdistan
Kültür Derneği isimleri ile örgütlenmiş durumda olan örgütün, KADEK adı ile de Limasol ve Lefkoşa’da iki irtibat
büroları bulunmaktadır. Bu zamanda örgütün Rum kesimi sorumluluğunu Manzur kod adı ile Harun Fırat yapmış
olup, “Kürdistan’ın Sesi” dergisi de KADEK’in Güney’deki yayın organıdır.

Yine GKRY’de 2002 döneminde 400 PKK/KADEK militanı barındığı ve Rum Yönetiminin bu kişilere
maaş verdiği görülmüştür. Bu örgüt mensuplarının faaliyet gösterdiği Limasol’daki örgüt şubesinde PKK’nın sözde
bayrağının asılması ise örgütün ne denli rahat hareket ettiğini göstermiştir. KADEK’in yukarıda anılan kurumlarına
ilave olarak Lefkoşa ve Baf’ta da iki ayrı merkez kurduğu bilinmektedir.

Rusya-PKK İlişkileri

Sosyalist Sistemin hakim olduğu dönemlerde de PKK gibi örgütler ile dolaylı yollardan ilişkiler
kurabilen Rusya, rejim değişikliğinden sonra PKK gibi örgütler ile ilişkilerini bir kısım politik gruplar ve bazı gayri
resmi kurumlar vasıtasıyla yapmaya başlamıştır.

Nitekim bu tarihten sonra bu ülkeye PKK'nın ilgisi giderek yoğunlaşmış ve birçok elemanını bu ülkeye
görevlendirmiştir. Kaldı ki Rusya Federasyonu dahilinde bir çok örgüt yandaşı kişinin yaşadığı, PKK'nın gerek bu
gruplara gerekse de Bulgaristan ve Romanya'da olduğu gibi buraya iş amacıyla gelen Kürt orijinli esnaflara dayalı

516
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

olarak vergilendirme temelinde etkin bir örgütlenme gerçekleştirdiği ve bu örgütlenmeye dayanarak faaliyetlerini
tırmandırdığı görülmüştür.

KADEK Rusya ve BDT sorumlusu olarak faaliyet gösteren Doğan Zağros isimli örgüt mensubu
tarafından, Nisan 2002 tarihinde PKK'nın feshi ve KADEK'in kuruluş ile ilgili olarak basın açıklaması yapılmıştır. Bu
açıklama Rusya'da yayınlanan Trud Gazetesinin 23 Nisan 2002 tarihli sayısında yayınlanarak halka
duyurulmuştur263.

Rusya Federasyonu'nda yaşayan KADEK yandaşı şahıslarca kurulan "Özgür Kadınlar Organizasyonu"
isimli oluşum, I. Kongresini yaklaşık (60) delegenin katılımıyla gerçekleştirilmiş, KADEKin kadın yapılanması olan
PJA sözde Parti Meclisi tarafından da kongreye bir mesaj gönderilmiştir.

Öte yandan Rusya Federasyonu'nda yaşayan örgüt yandaşı şahıslar tarafından Moskova'da Kadının
Sesi ismiyle yeni bir dergi yayınlanmıştır.

2003 döneminde Rusya Federasyonu dahilinde hem örgütlenme hem de çeşitli eylem ve etkinlikler
gerçekleştirilmiştir. Bu meyanda 30 Mayıs-01 Haziran 2003 tarihleri arasında Rusya Federasyonunda yer alan
Yaroslavl bölgesindeki Solçeniçy alanında bulunan örgüt kampında, (70) civarında örgüt mensubunun katılımıyla
"PJA BDT 2. Konferansı''nın gerçekleştirilmiş, mezkur konferans neticesinde BDT alanındaki faaliyetler
değerlendirilerek yeni yönetim belirlenmiştir.

Mahîr (K) F. D.; “Rusya ile PKK terör örgütünün ilişkisi 1980 yılı başlarında başlamıştır. Bu dönemde
Sovyetler Birliği PKK ile ilişkiye geçerek bu örgütü tüm dünyadaki diğer komünist partiler gibi kendisine bağlı kendi emrinde
hareket eden bir parti haline getirmeye çalışmıştır. Bu dönemde Abdullah Öcalan Bulgaristan ve Rusya'yı gizli bir şekilde ziyaret
etmiştir… PKK'nın bu dört ülkede yaşayan sözde Kürtlerin bağımsızlığını talep etmesi Rusya'nın işine gelmiyordu bu ülkelerden
ikisi Irak ve Suriye NATO'ya karşı Sovyetlerin müttefiki idiler. Yine İran'da Anti-Amerikancı mollaların rejimi, Sovyetlerin
çıkarına daha mantıklı geliyordu, bu yüzden PKK terör örgütünü dört parçada değerlendirip, bağımsızlık ve milliyetçi
fikirlerinden vazgeçerek Rus müttefiki ülkelerle işbirliğine geçirip, güya salt Sosyalist amaçlar için Türkiye'ye karşı savaştırmak
ve NATO'nun kendileri için önemli olan Güneydoğu kanadını çökertmek istiyorlardı…

Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra Rusya PKK'ya daha açık bir şekilde destek vermeye başladı, çünkü Sovyetlerin
dağılmasından sonra ortaya çıkan Türk Cumhuriyetleri, Türkiye'nin çizdiği politika doğrultusunda hareket etmeye başladılar,
yine dışa açılmak için Türkiye'yi bir köprü gibi gördüler, yine Türkiye'nin laik demokratik rejim modelini kendilerine esas aldılar.
Dolayısıyla Türkiye Kafkaslar ve Orta Asya'nın bir kısmında çok etkin bir rol oynamaya ve buraları etkisi altına almaya başladı.
Ekonomik olarak da Türkiye'nin buralara Amerika ile ortak yatırımlar yapması Rusya'nın çıkarlarına ters düştü. Rusya ile
Türkiye arasında bölgesel bir egemenlik yarışı başladığından, Rusya PKK'yi destekleyerek Türkiye'yi daha fazla zayıflatarak kendi
iç sorunları ile uğraştırıp Kafkasya ve Orta Avrupa'ya açılımına darbe vurmak ve bu ülkeleri eskiden olduğu gibi yine kendisine
bağımlı bir hale getirmek istemektedir.

Rusya için Boris Yeltsin ve çevresi bir yandan da Türkiye ile ilişkilerini bozmak istememekte ve PKK'ya sınırlı
bir destek verilmesini istemektedir. Fakat parlamentonun alt kanadı olan DUMA Rus Komünist Partisi ve Jirinovski'nin partisi
PKK'ya açık açık silah, malzeme, para ve eğitim desteği verilmesini istemektedir. Diğer taraftan bu kanat uluslararası
platformlarda sözde Kürt sorununu gündeme getirip, yine zaman zaman "Ulaslararası Kürt Sorumuna Çözüm Konferansları"
düzenleyerek, PKK'nın lehine diploması yürütmektedir. Rus devletini de böyle bir düzeye getirmek için çalışmaktadır.

Esas yönetimde olan Yeltsin ve çevresi ise PKK'ya verdikleri desteği sınırlı tutup Türkiye'nin fazla tepkisini
çekmeden ama bir yandan da PKK desteği karşılığında Türkiye'den çeşitli tavizler koparmaya çalışmaktadır. Zaman zaman

263
Trud Gazetesi, KADEK mensubu Doğan Zağros’un açıklamaları, 23 Nisan 2002.

517
FARUK ARSLAN

PKK'ya tavır alıyor gibi görünseler de bu bir danışıklı dövüştür. Esasta PKK'nın faaliyetlerini Türkiye'nin gelişmesini
engellemek ve tavizler koparmak için hiç bir zaman tam olarak durdurmazlar. Değişik zamanlarda örgüt faaliyetlerini engeller
gibi gözükseler de örgütün esas faaliyetlerini engellemezler. Bu faaliyetleri engelleme, sürekli para veya ekonomik çıkar sağlama
yöntemi esasında Rusya için bir yarar sağlamaz. Çünkü Ruslar Türk firmalarının Rusya'nın yeniden yapılanmasında önemli bir
rol oynayacaklarını, yani Rusya pazarına muhtaç olduğunu düşünmektedirler. Bunu da kendileri açısından bir koz olarak
değerlendirmektedirler.

En etkili yöntem NATO ve Amerika'nın kullanılarak Rusya'nın teşhir edilmesi ve baskı yapılmasıdır. Çünkü
Romanya İstihbarat Başkan Yardımcısı benimle yaptığı görüşmede Yevgeni Primakov'un; PKK faaliyetlerinin engellenmesi
doğrultusunda ABD'den gelecek baskıların kendilerini zorladığını belirtmişti, diğer yandan Rusya'da iş yapan Türk firmalarının
hükümet üzerindeki baskı kurması şarttır. Her ne kadar Ruslar bu firmaların kendilerine muhtaç olduklarını, düşünüyorlarsa da
Türk inşaat firmalarının kaliteli iş yapmalarından dolayı Türk firmalarını dikkate almak zorundadırlar.

Rusya'nın başkenti Moskova'da bulunan bir çiftlikte 200 dolayında PKK örgütü üyesi veya sempatizanı
bulunmaktadır. Bunların çok büyük bir kısmı Türk Cumhuriyetlerinde yaşayan Kürt kökenli vatandaşlardır. Ayrıca PKK terör
örgütünün BDT (Birleşik Devletler Topluluğu) ülkelerinin çoğunda yasal dernekleri mevcuttur. Bu konuda örgüte en etkili tavrı
Azerbaycan koymaktadır. Azerbaycan'da örgüt faaliyetleri çok gizli bir şekilde yürütüldüğünden, örgüt burada fazla bir gelişme
sağlayamamaktadır…

Azerbaycan'a aslen Iğdırlı olan Mizgin (K) isimli örgüt mensubu 1997 yılı Temmuz ayında Moskova'dan
Gürcistan'a gönderildi, buradan da Türk pasaportu ile Azerbaycan’a geçti, bu örgüt mensubu Azerbaycan'da illegal çalışmalar
yapmak amacıyla bu ülkede daha önceden bulunan Nevşehir cezaevi firarisi Mehmet Savaş isimli örgüt mensubu ile buluşacaktı.
Azerbaycan’a gönderilen örgüt mensupları Kürt kökenli Azerilerin evinde kalmaktadırlar.

Kazakistan hükümeti örgüt faaliyetlerinin engellenmesi konusunda yetersiz kalmaktadır. Burada Kürt azınlıkla
başını derde sokmak istemediği için örgüte boyun eğmektedir. Örneğin 1996 yılında yakalayarak tutukladıkları PKK örgütü üst
düzey sorumlusunu Türkiye'ye vereceklerdi fakat kadınların açlık grevi yapmaları üzerine bu sorumluyu serbest bırakmışlardır.

Gürcistan'da Kürt kökenli aydınların kurduğu yasal bir dernek vardır, dernek Tiflis’tedir. Örgütü
yönetmektedir. Buradaki aydınlar arasında iki ayrı eğilim vardır. Bu eğilimler ise; Birinci eğilim PKK terör örgütünün politikası
doğrultusunda faaliyet yürütmek ister, İkinci eğilim ise bağımsız faaliyet yürütmek ister. Gürcistan istihbaratı bu aydınlar ile
yaptığı toplantıda eğilimlerini netleştirmelerini, ya PKK doğrultusunda, yada bağımsız yani kendilerine bağlı bir şekilde hareket
etmelerini istemiştir.

Gürcistan ekonomik olarak Türkiye'ye bağımlı olduğundan, Türkiye ne isterse yapmaya çalışır. Çünkü
Gürcistan hükümetinin en çok korktuğu konulardan birisi Türkiye ile ilişkilerinin kopmasıdır. Yine Gürcistan İstihbaratı örgütün
Ermenistan sorumlusu Kars'lı Mahir (K) isimli örgüt mensubu ile 1997 yılı Haziran ayında görüşmüştür. Bu görüşmede
Gürcistan İstihbaratı PKK terör örgütünden Artvin-Trabzon hattındaki Laz kökenli vatandaşlar hakkında bilgi istemiştir. Uzun
vade de Gürcülerin Türkiye'deki Lazlar üzerinde belli bir planları vardır. Çünkü kendilerinin Lazlarla ırkdaş olduklarını iddia
etmektedirler…” şeklindeki beyanları gerek Rusların gerekse de eski Sovyet bloku ülkelerinin PKK ile olan ilişkilerine
ışık tutmuştur.

Lüksemburg-PKK İlişkileri

2003 yılı içinde Lüksemburg'ta cereyan eden örgütsel faaliyetlerde Abdullah Öcalan konusu merkez
teşkil etmiştir. Buna mukabil diğer dernek toplantı ve organizasyonları da yapılmıştır.

518
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Bu meyanda Abdullah Öcalan'ın sözde kötü cezaevi koşullarını protesto etmek ve açlık grevine destek
vermek amacıyla "Barış için Kürt Komitesi" adını taşıyan ve 12-13 kişiden oluşan bir grup örgüt yandaşı tarafından
18 Ocak 2003 tarihinde Place Dela Gare semtinden kent merkezine kadar meşaleli bir yürüyüş düzenlenmiştir.

Finlandiya-PKK İlişkileri

Finlandiya'da örgütün başvurduğu en etkili eylem biçimi açlık grevleri olmuştur. Yine bu ülkede de
bir kısım dernek faaliyetlerinin sürdürüldüğü görülmüştür. KADEK yandaşları tarafından Finlandiya’nın Helsinki
kent merkezinde bir çadır kurularak açlık grevi eylemi başlatılmış, çadırın dışında "Kürt Lider Abdullah Öcalan İçin
Açlık Grevindeyiz" ibareli Fin dilinde bir pankart asılmıştır.

Danimarka-PKK İlişkileri

Danimarka terör örgütünün basın yayın faaliyetleri açısından önemli bir merkez olmuştur.
Danimarka'dan aldığı yayın lisansı ile Belçika'dan yayın yapan ROJ TV isimli televizyon kanalı terör örgütü PKK
güdümünde faaliyetlerine devam etmiştir.

Dönem itibariyle söz konusu televizyon kanalı, ülkemiz aleyhine yaptığı yayınların yanı sıra, yandaş
kitleye örgütsel mesajları ulaştırarak, yurt içinde ve yurt dışında provakatif eylemlere yönlendirmede önemli rol
oynamıştır.

Örgütün etkinlik kurmaya çalıştığı ülkelerden biri olan Danimarka'da da açlık grevi ve gösteri
yürüyüşleri yapılmıştır. Nitekim, 24 Ocak 2003 tarihinde FEY-KURD (Danimarka Kürt Dernekleri Federasyonu)
tarafından Danimarka’da bulunan Kopenhag Büyükelçiliğimiz önünde A. Öcalan'a destek amaçlı bir gösteri
düzenlendiği, gösteriye yaklaşık (45) kişinin katıldığı ve gösteri esnasında bildiri okunarak KADEK (PKK) yanlısı
sloganlar atıldığı görülmüştür.

13 Şubat 2003 tarihinde FEY-KURD'un bazı üyeleri tarafından Abdullah Öcalan'ın serbest bırakılması
talebiyle Danimarka Parlamentosu önünde bir açlık grevi düzenlenmiştir.

KADEK Sürecinde Kurumlar ve Görevleri

KADEK sürecinde Avrupa’da faaliyet gösteren örgüte müzahir kurumlar;

1-Kongra Netewi Kürdistan (KNK)

2-Avrupa Kürt Dernekleri Konfederasyonu (KON-KURD)

3-Almanya Kürt Dernekleri Federasyonu (YEK-KOM)

4-Fransa Kürt Dernekleri Federasyonu (FEY-KA)

5-İsviçre Kürt Dernekleri Federasyonu (FEK-KAR)

6-İsveç Kürt Dernekleri Federasyonu (KURDİSTKA RADET)

519
FARUK ARSLAN

7-İngiltere Kürt Dernekleri Federasyonu (FED-BİR)

8-Belçika Kürt Dernekleri Federasyonu (FEK-BEL)

9-Hollanda Kürt Dernekleri Federasyonu (FED-KOM)

10-Avusturya Kürt Dernekleri Federasyonu (FEY-KOM)

11-Danimarka Kürt Dernekleri Federasyonu (FEY-KURD)

12-Civaka İslami Kurdistan (CİK)

13-Federasyona Demokratik a Elewiyan (FEDA)

14-Federasyona Komeleyen Ezidi (FKE)

15-Öcalan'a Özgürlük İçin Mücadele İnisiyatifi

16-Almanya Kürt Enstitüsü

17-Stockholm Kürt Enstitüsü

18-Avrupa Şehit ve Kayıp Aileleri Komitesi

19-Dildaren Jiyane Derneği

20-Yekitiya Mamosteyen Kürdistan (YMK)

21-YEK-MAL

22-Yekitiya Rojnamegeren Kürdistan (YRK)

23-Baran Kulturhaus

24-Mezopotamya Yayınevi

25-MIR Musik Produksiyon

26-CENI Kadın Vakfı

27-Uta Amara Kadın Vakfı

28-Rotterdam Kürt Kadın Vakfı

29-Aachen Kurdisches Volkshaus e.V

30-Aschaffenburg Kurdisches Volkshaus e.V

31-Berlin Deutsche Mesopotamische Bildungs Zentrum

32-Bielefeld Kurdisches Friedenshaus Mezopotamien e.V

33-Bochum D.-Kurd.Solid.-Verein

34-Bonn BIRATI e.V

35-Bremen BIRATI e.V.

520
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

36-Darmstadt Info.-u.Beratungszentrum

37-Dortmund Ahmede Xani Kulturverein

38-Dortmund Zilan Kadın Derneği

39-Duisburg Kurdistan Solid.Zentrum e.V

40-Düsseldorf Navende Canda Kurda e.V

41-Düren Kurdisches Volkshaus e.V

42-Essen Dt.- Kurd.- Solid.-Verein e.V

43-Esslingen Kurdisch-Deutscher Freundschaftsverein e.V.

44-Frankfurt Mesop.-Kulturzentrum e.V.

45-Freiburg Mesop.-Kulturzentrum e.V.

46-Fulda Kurdisches Kulturzentrum

47-Friedrichshafen Dt.- Kurd.- Gesellschaft e.V

48-Giessen Mesop.- Kurdisches Kulturzentrum

49-Grevenbroich Kurd.-jugend.-u.Kulturverein e.V

50-Gummersbach Kurd.- Kultur u.- Sportverein e.V.

51-Hagen Kurdischer Kulturverein

52-Halle / Saale Mesop.-Kulturhaus e.V

53-Hamburg Kurdisch Deutsches Kultur Zentrum e.V.

54-Hanau Kurdisches Kult.-Zentrum

55-Hannover Kurdistan Volkshaus e.V.

56-Heidenheim Kurd.-Dt.-Freunds.-verein e.V.

57-Heilbronn Kurdishe Gemeinschaft e.V.

58-Hildesheim Kurdischer Treffpunkt.

59-Kassel Zentrum Kurd.-Sprache e.V

60-Kiel D.-Kurd.-Gesellschaft e.V.

61-Köln Kurdistan Haus e.V

62-Köln Viyan Kadın Derneği

63-Leipzig Kurdistan Volkshaus e.V.2

64-Leverkusen Mesop.-Jugendhaus

521
FARUK ARSLAN

65-Lahr Mesopotam.- Kulturverein e.V.

66-Löhne Medya Kulturzentrum 2 e.V.

67-Ludwigshafen Kurdischer Kulturverein e.V.

68-Magdeburg Lokali yok

69-München Mezopotam. Kultur Verein

70-Mönchengladbach Welate Roj

71-Nürnberg Medya Volks Haus e.V.

72-Peine AMED Kurd. Kulturverein e.V

73-Pforzheim Kurdischer Elternverein e.V

74-Reutlingen Kurdischer Kulturverein e.V.

75-Saarbrücken Kurdische Gemeinde Saarland e.V.

76-Salzgitter Kurdischer Kulturzentrum

77-Stuttgart Mesopotam. Kulturverein e.V

78-Troisdorf International. Kulturhaus

79-Offenbach Amara Kadın Derneği

80-Ulm Kurdistan Info.-kulturzentrum e.V:

81-Vectha Kurdistan Volkshaus e.V.

82-Wuppertal Viyan Kurdischer Frauenverein

83-Zwickau Kurdistan Volkshaus e.V.

84-Höchst Kurdistan Volkshaus e.V.

85-Zurich Kurdischen Kultur- und Informationsverein

86-Genève Association Maison Culturelle Mèsopotamie

87-Lausanne Centre Culturelle Kurdistan

88-Lugano Associazione Cultura Kurda

89-Luzern Kurdischen Kultur- und Informationsverein

90-Solothurn KurdischAarau Anatolien Folklor and Kultur Zentrum

91-Basel Kurdischen Kultur- und Informationsverein

92-Bern Kurdischen Kultur- und Informationsverein

93-Biel Kurdischen Kultur- und Informationsverein

522
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

94-Chur Kurdischen en Kultur- und Informationsverein

95-St.Gallen Kurdischen Kultur- und Informationsverein

96-Zug Kurdischen Kultur- und Informationsverein

97-Kurdish and Turkish Community Centre

98-KCC (Kurdish Community Centre)

100-Roj Women

101-Kurdish Initiative in Scotland

102-AMARA (Vereinigung kurdischer Frauen in OÖ)

103-Amara-Mesopotamien Kultur Zentrum-St.Pölten

104-ASKÖ Kurdischer Sportverein in OÖ

105-AVESTA - Verein Kurdischer Frauen

106-Cinepotamia Kulturzentrum

107-HEVKOM

108-KIB Kurdistan Information Büro - Wien

109-KIZ Kurdistan Information Zentrum - Graz

110-Kürdistan Öğrenciler Birliği (YXK)

111-Verein für StudentInnen aus Kurdistan YXK

112-Kurdistan Haus (Mala Kurdan)-Innsbruck

113-Kurdistan Kultur u. Information Zentrum-Ternitz

114-Mesopotamien Kulrtur Verein Linz

115-Mesopotamien Sport und Kultur Verein-Salzburg

116-Mesopotamischer Kultur Verein Bregenz

117-Verein zur Unterstützung von Jugendlichen aller Nationen - "Nowenda Ciwanen Ferhat Kurtay"

118-Hagen Şex Mehemmed Emin Camii

119-Dortmund Seidi Kurdi Camii

120-Wuppertal İbrahim Xelil Camii

121-Essen Bediüzzaman Camii

122-Bremen Seidi Nursi Camii

123-Hamburg Şex Seid Camii

523
FARUK ARSLAN

124-Berlin Mezopotamya Camii

125-Berlin İbrahim Xelil Camii

126-Köln İbrahim Xelil Camii

127-Apendorn Şex Ebdulla Melik Camii

128-Salzgitter Şex Seid Camii

129-Heilbronn Camii

130-Phorzheim Camii

131-Darmstadt Camii

132-Duisburg Şex Seid Camii

133-Velbert Şex Seid Camii

134-Menschede Şex Seid Camii

135-Münih İbrahim Xelil Camii

136-Birlon Şex Seid Camii

137-Bielefeld Şex Seid Camii

138-Liege Camii

139-Charleroi Camii

140-Denhaag Şex Seid Camii

141-Viyana Şex Seid Camii

142-Paris Şex Seid Camii

143-Marsilya Şex Seid Camii

144-Metz Camii

145-Rennes Camii

146-Mala Êzdiya Celle

147-Mala Êzdiya Sulingen,

148-Mala Êzdiya Valsrode

149-Komela Êzdiya Bremen

150-Komela Êzdiya Wieldeshausen

151-Mala Êzdiya Herford

152-Mala Êzdiya Emmerich

524
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

153-Mala Êzdiya Wesel

154-Komela Êzdiya Saabrucken

155-Komela Êzdiya Hannover

156-Svensk-kurdiska Kulturföreningen i Stockholm

157-Kurdiska Kvinnor För Fred och Frihet i Stockholm

158-Kurdiska Ungdomars Union Föreningen i Stockholm

159-Kurdiska Kvinnoföreningen AMARA Stockholm

160-Svensk kurdisk kulturförening i Sollentuna

161-Kurdistan Solidaritet Föreningen i Uppsala

162-Kurdiska IT Förening Uppsala

163-Kurdiska Sport Förening i Uppsala

164-Kurdiska Kvinnors Fred Föreningen i Uppsala

165-Kurdiska Ungdoms Union föreningen i Uppsala

166-Kurdistan Solidaritetsförening i Sala

167-Svensk-kurdisk Kulturförening i Borlänge

168-Svensk-kurdisk Kultur Förening i Söderhamn

169- Kurdiska Föreningen i Bollnäs

170- Kurdistans Kulturcentrum Gävle

171-Kurdistan Informations och Kulturcentrum Västerås

172-Svensk-kurdisk Kulturförening i Karlskoga

173- Svensk- kurdisk Kulturförening i Örebro

174- Svensk-kurdiska Kulturföreningen i Malmö

175- Kurdisk Internationell Kvinnoförening i Helsingborg

176- Svensk- kurdiska Kultur Föreningen i Halmstad

177-Svensk Kurdiska Föreningen i Växjö

178- Föreningen Kurdiska Kvinnor För Integration Göteborg

179- Svensk-kurdiska Kulturförening i Göteborg

180- Riksförbundet Ung Kurd Sverige Stockholm

181-Riksförbundet Ung Kurd Sverige Uppsala

525
FARUK ARSLAN

182-Riksförbundet Ung Kurd Sverige Göteborg

183-Riksförbundet Ung Kurd Sverige Örebro

184-Riksförbundet Ung Kurd Sverige Borlänge

185-MED Kultur Center Bruksel

186-Koerdistan Centrum Antwerpen

187-Koerdistan Centrum Liege

188-Koerdistan Centrum Charleroi

189-UIKI-ONLUS (Ufficio informazione del kurdistan in italia)

190-Centru culturale Ararat

191-Kurdistan cultur senter a polsacco

192-Madrid Kurdistan Cultur Center

193-Helsinki Kürt Kültür Derneği

194-Kopenhaag Kurdistan Centrum

195-Oslo Kürt Kültür Evi

196-Bükreş Kürt Halk Evi

197-Sofya Kürdistan İnformasyon Komitesi

198-Atina Kürt Kültür Derneği

199-Limasol Kürt Kültür Derneği

200-Paris: Centre Culturel Kurde Ahmet Kaya

201-Villiers Le Bel: Association Mesopotaimie

202-Strasbourg derneği: Association Culturelle Franco-Kurde

203-Creil: Maison Franco-kurde

204-Mulhouse: Centre Culturelle kurde

205-Marseille: Maison du peuple Kurde

206-Evry: Maison Franco-Kurde

207-Bordeaux: Association Franco-Kurde

208-Toullouse: Maison du peuple Kurde

209-Rennes: Maison Franco- Kurde

210-Lyon Kürt Kültür Derneği

526
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

211-Lorient Kürt Kültür Derneği

212-Marian Kürt Kültür Derneği

213-Montpilier Kürt Kültür Derneği

214-Avingnon Kürt Kültür Derneği

215-Amsterdam Kürt Halkevi

216-Den Haag Kurdistan Centrum

217-Eindhoven Kürt Kültür Derneği

218-Arnheim Kürt Halkevi

219-Middelburg Kürt Kültür Derneği

220-Roma Kürdistan İnformasyon Komitesi

221-Paris Kürdistan İnformasyon Komitesi

222-Cenevre Kürdistan İnformasyon Komitesi

223-DAKME: Dortmund ve Çevresi Alevi Kültür Merkezi

224-BAAKM: Bruchsal Anadolu Alevi Kültür Merkezi

225-Friedberg PİRDER Alevi Kültür Merkezi

226-Viyana Alevi Kültür Merkezi

227-Bern Alevi Kültür Merkezi

228-Roermond Kürt Derneği şeklinde olup, bunların en önemlileri hakkında kısa bilgiler ifade edilmiştir. Buna
göre;

YDK (Yekitiya Demokrati Kürt-Kürt Demokratik Birliği)

Örgüt geçmiş tarihlerde cephe faaliyetlerini ERNK adı altında yürütmüştür. Daha çok Avrupa
alanında örgütlü bulunan ERNK yapısı VII. Kongre sonrasında lağvedilerek yerine bir Avrupa örgütü niteliğindeki
YDK kurulmuştur.

İlk olarak VII. Kongre sonrasında Avrupa faaliyetlerini yeni stratejiye uygun hale getirebilmek için
belli başlı yan örgütlerin yapısında değişikliğe gidilmiştir. Bu bağlamda YDK bu yönlü oluşturulan temel örgütlerden
olmuştur. YDK adıyla oluşturulan çatı örgütlenmesi, yurt dışındaki örgüt yandaşı olarak faaliyet sürdüren bütün
kurum ve kuruluşları bünyesinde toplamıştır. Böylece değişik kurum ve kuruluşlarda faaliyet yürüten kişi ve kitleleri
örgütleyerek, Avrupa sahasındaki kitleyi örgüt faaliyetlerine katılır hale getirmeye çalışmıştır264.

264
KADEK, "YDK I. Kongre Belgeleri" Mayıs, 2000.

527
FARUK ARSLAN

Kuruluşundan sonra YDK'ya bağlı olarak hem diplomasi hem de kurum faaliyetleri sürdürülmüştür.
Nitekim bu diplomasi faaliyetleri YDK'da 5 üyeden oluşan bir Diplomasi ve Kurumsal Koordinasyon Kurulu
tarafından yönetilmeye başlanmıştır.

Bahse konu kurul; faaliyet alanlarına göre örgütün biçimsel olarak çatı yapılanması konumunda
bulunan KNK, Dış İlişkiler Birimi ve KON-KURD temsilcilerinden oluşturulmuştur.

Anılan kurulun Ocak 2001 ayında Paris'te gerçekleştirdiği bir toplantısında, Kürt Ulusal Kongresinin
uluslararası platformlarda örgüt adına propaganda ve politika yapması, Dış İlişkiler Birimlerinin adına Avrupa'daki
diğer Kürt örgütleri ile ilişkileri düzenlemesi ve bilgi toplama çalışmaları gerçekleştirmesi, KON-KURD'un ise,
Avrupa'daki Kürt topluluklarını örgütleyerek, görünürde sosyal, siyasi, sportif ve kültürel alanda, gerçekte ise örgüte
illegal olarak eleman temin edilmesi, ideolojik eğitim verilmesi ve lojistik destek sağlanması yönünde muhtelif
etkinlikleri sürdürülmesi kararlaştırılmıştır.

Belirtilen toplantıda YDK'nın, asıl olarak ulusal, demokratik temelde bir toplumsal örgütlenme
görevini üstleneceği, Güneydoğu sorunun demokratik çözümü için her türlü çabayı göstereceği, Kürtlerin yaşadığı
tüm ülkelerdeki siyasal ve toplumsal yaşama kendi kimliği ile yasal olarak katılması için mücadele edeceği, ülke
dışındaki Kürtlerin göçmenlikten kaynaklanan sosyal, ekonomik ve kültürel tüm sorunlarının ulusal kimlik ve
demokratik çerçevede, yaşanılan toplum ile uyum içinde çözümü için mücadele edileceği, ulusal kimliğin temel
bileşeni olarak yaygın bir kültür hareketinin yürütülmesinde yer alacağı, bu amaçla başta anadilin kullanımı, kültürel
değerlerin korunup güçlendirilmesi olmak üzere her türlü kültürel etkinliğin destekleneceği, örgütlendirileceği ve
yönlendirileceği, ulusal ve demokratik bir toplum yaratmak amacıyla kadın, gençlik ve çeşitli inanç topluluklarının
örgütlenmesine ağırlık verileceği ileri sürülmüştür.

Bu zamanda YDK temsilcilikleri ve Enformasyon Büroları, Avusturya, Danimarka, Finlandiya, Güney


Afrika, İtalya, İspanya, İsveç, Lübnan, Rusya, Norveç, Yugoslavya (Sırbistan), Yunanistan olmak üzere, 12 ülkede
yasal olarak faaliyet gösterirken, Almanya, Fransa ve İngiltere’de ise, "PKK" faaliyetlerinin yasaklı olması nedeniyle
"Enformasyon Bürosu" adı ile faaliyetlerine devam etmiştir.

YDK'ya bağlı veya iltisaklı alt kuruluşların ise dönem itibarıyla; Kürdistan Özgür Gençlik Hareketi
(TECAK), Kürdistan Yurtsever Öğrenciler Birliği (YWXK), Kürdistan Yurtsever Hukukçular Birliği (YWHK),
Kürdistan Yurtsever Aydınlar Birliği (YWRK), Kürdistan Yurtsever Öğretmenler Birliği (YWMK), Kürdistan Aileler
Birliği (YEK-MAL), Kürdistan Yurtsever Gazeteciler Birliği (YWRK), Kürdistan Yurtsever İşçiler Birliği (YWKK),
Kürdistan Sanatçılar Birliği (HÜNER-KOM), Kürdistan Kızılayı (Heyva Sor a Kürdistan), Kürdistan İslam Hareketi
(KİH), Kürdistan Aleviler Birliği (KAB), Kürdistan Aleviler Federasyonu (FEDA), Kürdistan Yezidiler Birliği
(YEK)’dir.

Yine Örgütün YDK koordinesindeki faaliyetlerinde Avrupa ülkeleri çeşitli eyaletlere ayrılmıştır. YDK
Avrupa Koordinasyonu sevk/idaresindeki bu yapıya göre;

1-Almanya merkezli Orta-Batı Avrupa Sahası (Almanya, Avusturya, Belçika, Fransa, Danimarka,
Hollanda, İngiltere, İtalya)

2-İskandinavya Sahası (İsveç merkezli, Norveç, Finlandiya ve Danimarka)

3-Balkanlar Sahası (Yunanistan merkezli, Bulgaristan, Romanya, Moldova)

4-BDT-Doğu Avrupa Sahası (Rusya Federasyonu merkezli, Ukrayna, Kazakistan vs.)

528
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

5-Kafkaslar Sahası (Ermenistan merkezli, Gürcistan, Azerbaycan) şeklinde bölgelere ayrılmış, bu


bölgeler yurtiçi kırsal gruplarının yapılanmasına benzer tarzda sözde eyaletlere bölünmüştür. Diğer Orta ve Batı
Avrupa ülkelerinin her birisi, tek tek "eyalet" olarak kabul edilmiştir.

Avrupa'da illegal yapının devamının sağlanmasında, YDK Avrupa Koordinasyonunun sevk ve


idaresinde faaliyet gösteren "Ülke Bürosu" adı verilen örgüt birimlerinin önemli bir rolünün olduğu görülmüştür.
Örgüt mensuplarının, ülkeler arasında rahatlıkla seyahat etmeleri, aktarılmaları, ülke bürolarınca sağlanmıştır. Ülke
büroları dönem itibarıyla Almanya merkez olmak üzere, Yunanistan, Romanya, İsveç'te yaygın şekilde
örgütlenmiştir. İllegal örgütlenmede görev alan örgüt mensupları, legal faaliyetler içerisinde kamufle olma imkanı
bulabilmişlerdir.

Örgütün cephe aparatı olan YDK, Fransa'da gerçekleştirdiği üst düzey bir toplantıyla sürdüreceği
faaliyetleri kararlaştırmış ve planlamıştır. Bu planlama çerçevesinde 2002 yılının ilk yarısından itibaren faaliyetlerini
giderek yoğunlaştırdığı görülmüştür.

Bu çerçevede, kararlaştırılan faaliyet ve eylemlerin, Kürtçe Eğitim Kampanyasını desteklemek ve


yaygınlaştırmak amacı ile "Dil Sınır Tanımaz" adı altında yeni bir kampanya süreci başlatmış, bu doğrultuda
oluşturulan sözde "Barış Konvoyu" ile Mart 2002 ayında Avrupa'dan hareketle Türkiye’ye giriş planlanmıştır. Ancak
bu eylem güzergâhtaki ülkelerin de desteğiyle engellenmiştir.

Bilindiği üzere, YDK'nın öncülük ettiği ve 31 Mayıs 2001 tarihinde Avrupa alanında başlatılan sözde
"2. Barış Hamlesi" olarak da adlandırılan kimlik bildirimi kampanyası ile "Ben de PKK'lıyım" ve "Ben de PKK'nın Yeni
Çizgisini Destekliyorum" kampanyası en aktif bir biçimde bu dönemde de sürdürülmüştür. Ancak bu kampanyalara
kitlenin destek vermemesi nedeniyle başarı sağlanamamıştır.

Bu nedenle YDK, içine girdiği başarısızlıkları aşmak ve KADEK Kongresi'nde alınan kararları YDK
çalışmalarına uyarlamak amacıyla, YDK III. Kongresi 22-31 Mayıs 2002 tarihleri arasında Fransa’nın Marsilya kenti
yakınlarında gerçekleştirmiştir.

Dönemin KADEK Avrupa sorumlusu ve Genel Başkanlık Konseyi üyesi Ali Rıza Altun başkanlığında
toplanan YDK III. Kongresi, örgütlenmede "Halk Meclisleri" sisteminin kaldırılarak, "Halk Konferansları" modeline
geçilmesi, YDK kadrolarında Kürtçe kullanımının yaygınlaştırılması, kurumların KNK çatısı altında toplanması,
Koordinasyon Kurulunun, kendi arasında Genel Koordine, Halk Hareketi temsilciliği, DAB, PJA, TEV-ÇAND, Kürt
Dili ve Eğitim Kurulu ve Maliye şeklinde görev paylaşımı yapması gibi daha bir dizi kararlar alınmıştır. Diğer yandan
Avrupa ülkelerinde KADEK ismiyle irtibat büroları kurulması planlanmıştır265.

Yine YDK sorumlu kadroları, 26-30 Temmuz 2002 tarihleri arasında, Fransa’nın Strasburg kentinde
örgütün Avrupa alanı sorumlusu ve sözde Genel Başkanlık Konseyi üyesi Ali Rıza Altun'un başkanlığında ikinci bir
toplantı daha düzenlemiş, toplantıda, Avrupa düzeyinde sürdürülen faaliyetlerin yanı sıra, son siyasal süreç ile 2002
Kasım ayında yapılacak olan Genel Seçimler değerlendirilmiştir. Bu toplantıda alınan kararlar, örgütün Avrupa
alanındaki diğer kurumsal faaliyetleri açısından belirleyici olmuştur.

YDK’de üst düzey faaliyet gösteren H. E.; “…1986 yılı sonlarına kadar Hamburg ve çevresinde örgütsel
faaliyetlerime devam ettim. 1986 yılı sonlarında illegal yollardan Paris'e gittim. Burada bölge çalışmalarına katıldım. 1988 yılma
kadar çalışmalarıma devam ettim. Daha sonra Lübnan'ın Beka vadisinde bulunan Mahsun Korkmaz akademisine giderek,
yaklaşık (4) ay kadar siyasi ve askeri eğitim gördüm. Eğitim sonrası Almanya'ya döndüm. Almanya'da legal olarak yayınlanan
Serxwebun ve Berxwadan dergilerinin yazı kurulunda yer aldım. Ve dergilerde yazı yazmaya başladım 1991 yılı ortalarına kadar

265
KADEK, "YDK III.Kongresi Dokümanları", Mayıs-2002

529
FARUK ARSLAN

dergide yazı yazmaya devam ettim. Daha sonra örgüte katılan kadro adaylarına siyasi eğitim verdim. 1993 yılma kadar devam
etti. Daha sonra Almanya orta eyaleti ERNK sorumluluğuna getirildim. 1994 yılında Kuzey Almanya ERNK sorumluluğuna
atandım. 1995 yılı Mayıs ayında yakalanıp tutuklanıncaya kadar görevim devam etti. (3) yıl kadar cezaevinde yattıktan sonra
1998 yılı Mart ayında tahliye oldum. Tahliye olduktan sonra örgüt içerisinde resmi bir görev almadım ancak Avrupa genelinde
ERNK adına halk toplantıları ve konferanslar, seminerler düzenleyerek gelişmeleri halka anlatarak halkı aydınlattım.

1999 yılı ortalarında yeniden örgüt tarafından Kuzey Almanya Eyaleti ERNK sorumluluğuna atandım.
Türkiye'ye gelinceye kadar bu görevim devam etti.

Parti önderimizin 02 Ağustos 1999 tarihinde yaptığı barış ve demokratik çözüm çağrısı gereği ARGK' ye bağlı
silahlı güçler Türkiye'nin sınırları dışına çekilmeye başladı. Burada amaçlanan PKK'nın stratejisinde yaptığı yeni değişiklikler,
siyasal mücadele, temel stratejik mücadele biçimini almıştı. Yeni stratejinin resmi parti politikası haline gelebilmesi için
olağanüstü 7. Kongre hazırlıkları devam etmektedir. Bu kongreyle yeni parti programı, temel mücadele biçimi formüle edilerek
resmiyet kazanacaktır…” şeklinde ifadesiyle ERNK-YDK faaliyetleri konusunda güvenlik güçlerine bilgi vermiştir.

SKP-PKDW ve KNK/KUK

PKK örgütü kuruluşundan itibaren klasik bir terör örgütü şeklinde yapılanarak, bu çerçevede faaliyet
göstermiştir. Lakin 1990’lı yılların ortasına gelindiğinde ise örgüt 10 bini geçen silahlı militan, önemli bir sempatizan
kitlesi ve çalışanına kavuşmuştur. Dolayısıyla artık örgüt sürecinden bir üst Kongre aşamasına geçiş yapılması
zorunluluğu ortaya çıkmıştır.

Bu düşüncede olan örgüt yönetimi Filistin örneğinde olduğu gibi sürgünde parlamento kurmak ve
Dünya devletlerince muhatap alınmak amacıyla çalışmalara başlamıştır. Bu kapsamda 12 Nisan 1995 tarihinde
Hollanda'nın Lahey şehrinde sözde SKP-PKDW (Sürgünde Kürdistan Parlamentosu- Parlamenta Kürdistane Li
Derveyi Welat) isimli oluşum meydana getirilmiş ve başkanlığına DEP eski genel başkanı Yaşar KAYA getirilmiştir.

SKP büyük ümitlerle oluşturulmuş ve önemli kazanımlar beklenen bir yapı olarak düşünülmüştür. Fakat
istenen sonuç meydana gelmemiş, SKP yapısı beklenen kadar kabul görmemiştir.

İstediği başarıları alamayan SKP birimi 1997 yılında yeniden çalışmalara hız verme kararı almıştır. SKP’nun
10 Nisan 1997 tarihinde Belçika Brüksel’de gerçekleştirdiği 7. Kurulunda ülkeye dönüş kararı alınmıştır.

Bu doğrultuda Ulusal Kongre I. Hazırlık Konferansı 04 Aralık 1997 günü Kuzey Irak-Süleymaniye şehrinde
toplanabilmiştir. SPK Ortadoğu’da etkinliğini arttırma yönünde ciddi bir irade ortaya koymaya çalışsa da, Irak’a
yapılan birkaç gezi ile yetinilmiş ve istenilen amaca ulaşılamamıştır.

Akabinde 13 Aralık 1997 tarihinde Belçika-Brüksel'de sözde Ulusal Kongre II. Hazırlık Konferansı
gerçekleştirilmiş, konferansta Ulusal Kongre Hazırlık Komitesi oluşturulmuştur.

530
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Bu doğrultuda Ulusal Kongre Hazırlık Komitesi'nin faaliyetleri süreç içinde devam etmiş, bu
faaliyetler kapsamında 24 Mart 1998 tarihinde İsveç'te çeşitli Etnik Kürtçü parti ve örgütlerin bulunduğu 30 kişinin
katıldığı bir toplantı gerçekleştirilmiştir.

Bu toplantıya Avrupa ve Amerika'da delege olarak katılanlar;

HİK (Harekete İslamiya Kürdistan-Kürdistan Islami Hareketi): (2)

YAK (Yekitiya Azidiye Kürdistan-Kürdistan Yezidiler Birliği): (2)

YEK (Yekitiya Eleviyen Kürdistan-Kürdistan AlevilerBirliği): (2)

KNC (Bakure Amerika-Kuzey Amerika Komitesi): (2),

Enstitüya Kurdi-Berlin (Berlin Kürt Enstitüsü): (1),

Enstitüya Kurdi-Brüksel (Brüksel Kürt Enstitüsü): (1),

Enstitüya Kurdi-Sweden (İsveç Kürt Enstitüsü): (1),

Enstitüya Kurdi-Washington (Washington Kürt Enstitüsü):(1),

KON-KURD (Avrupa Kürt Dernekleri Konfederasyonu): (2),

Malbenda Revvşenbiri-Loridra (Londra Aydınlar Evi): (1),

Mala Kurdan-Almanya (Almanya Kürt Evleri): (1),

Kürden Rusya (Rusya Kürtlerinin temsilcileri): (5),

Kürden Amerika (Amerika’da bulunan Kürtlerin temsilcileri): (5) kişi,

Ayrıca, İbrahim Ahmet, Nuri Talabani, Kemal Mir Evdeli, İsmet Şerif Vanlı, Şeyh İzzettin Hüseyin,
Remzi Kartal, Zübeyir Aydar, Gülistan Perver, Musa Kaval, Mustafa Şalmaşin, Abdurrahman Çadırcı gibi çoğu SKP
üyesi şahısların yer aldığı yaklaşık 80 kişilik grup ta Kongre çalışmalarına sözde bağımsız delege olarak katılmıştır.

Böylece örgüt, Ulusal Kongre çalışmalarına katılan ve bağımsız delegeler olduğu iddia edilen ve çoğu
aynı zamanda PKK güdümündeki SKP üyesi olan şahıslar ile HİK, YAK, YEK, KON-KURD ve YNDK gibi PKK'nın
alt örgütlenmesi olan oluşumlar vasıtası ile PKK'nın hem Kongredeki üye sayısını artırmayı hem de kongre
çalışmalarına katılan örgüt sayısını fazla gösterme çabası içerisinde bulunmuştur.

Yine, SKP bünyesinde oluşturulan 29 üyeli Ulusal Kongre Hazırlık Komitesinin 19/21 Eylül 1998
tarihlerinde gerçekleştirdiği bir toplantı akabinde hazırladığı Ulusal Kongre hakkındaki yasa tasarısına göre sözde
Ulusal Kongre Genel Kurulunun 150 üyeden oluşacağı belirtilmesine rağmen, Almanya'da örgüt güdümünde
yayınlanan Özgür Politika gazetesinde Kongre çalışmalarına katılan delege sayısını 174 kişi olarak belirtmiştir.

Ayrıca, Ulusal Kongre sözde yasa tasarısına büyük bir benzerlik içerisinde, Kongre tarafından,
Kongrenin, Genel Kurul, Yürütme Konseyi, Danışma Kurulu, Yüksek Yasa Heyeti ve Disiplin Kurulu'ndan oluşacağı
ve Kongre bünyesinde (11) komisyonun kabul edildiği ilan edilmiş ve Başkanlık Konseyi adı altında bir oluşum
kurulmuştur. Komisyonların ise;

1) Hukuk ve İnsan Hakları Komisyonu

531
FARUK ARSLAN

2) İçişleri Komisyonu

3) Dışişleri Komisyonu

4) Maliye ve Ekonomi Komisyonu

5) Kültür, Sanat ve Spor Komisyonu

6) Basın Yayın, İletişim ve Arşiv komisyonu

7) Kadın Komisyonu

8) Çevre ve Sağlık Komisyonu

9) Göç ve Sürgün Komisyonu

10) Güvenlik ve Savunma Komisyonu

11) Jeopolitik ve Strateji Komisyonu adı altında oluşturuldukları görülmüştür.

SKP gerçekleştirdiği fakat sonuç alamadığı Irak gezilerinin akabinde Hollanda, Belçika, İtalya, Avusturya,
Norveç gibi Avrupa ülkelerinde de bir dizi toplantı gerçekleştirilmiştir. Ayrıca Norveç’te Dışişleri Bakanlığı SKP’nun
gayretleriyle PKK güdümlü bir konferans finanse ederek örgüte destek sunmuş ve 18–19 Nisan 1997 tarihinde İtalya-
Roma’da “Kürt Sorununun Diyalog Yolu İle Barışçı Bir Şekilde Çözülmesi İçin Uluslararası Konferans” adı altında bir
toplantı tertiplenmiştir. Bu konferansa Meksika, Yunanistan, İtalya, Almanya, Avusturya ve Finlandiyalı
parlamenterler ile Türkiye’den bazı kişiler katılmışlardır.

Finlandiya ve İsveç örneğinde olduğu gibi İskandinav ülkelerinde teröre verilen destek, bu ülkelerindeki
militanları pervasızca faaliyet göstermelerine neden olmuştur. Başbakan Bülent Ecevit, Ekim 1997 tarihinde İsveç’e
düzenlediği bir gezi esnasında, defalarca örgüt mensuplarının sözlü tacizine uğramış, İsveç makamları ise duruma
kayıtsız kalmışlardır.

SPK, 1998 yılında kuruluşunun 3. yıl dönümünü Belçika’nın Brüksel şehrinde kutlamıştır. Kuruluş
kapsamında planlanan resepsiyona Yunanistan parlamento 1. Başkan Yardımcısı Panayotis Siguridis, Pasok
Milletvekili Kostas Bedicias, Yeni Demokrasi Partisinden Hayaladis, Rusya Federasyonu’ndan Louri Nikiforenko,
Evgeni Butcehenkov ile Oleg Mirinov, İngiltere’den Galler Ulusal Meclisi Üyesi Mark Philips ve daha çok sayıda
yabancı katılmıştır. Yine 23 Mayıs 1998 tarihinde ki SKP 8. olağan genel kurulu Yaşar Kaya başkanlığında Belçika’nın
Bürüksel şehrinde gerçekleşmiştir

Öte yandan, İtalyan Parlamentosu ve Senatosunun bir Uluslararası Kürt Konferansının toplanmasına
öncülük etme çabasının bir sonucu olarak İtalyan Parlamentosu Dış İlişkiler Komisyonundan Demokratik Sol Parti
temsilcisi Marko Pedroni 16 Haziran 1998 tarihinde SKP Başkanı Yaşar KAYA ile görüşmelerde bulunmuştur.

532
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

İtalya’nın SKP faaliyetlerine desteği konusunda; “…1998 yılında Kürdistan Parlamentosu Başkan Yardımcısı
Abdurrahman Çadırcı'nın talimatı ile ben YEK (Yezidiler Birliği) adına faaliyet yürüttüğümden benimde Roma'da yapılacak
olan Sürgünde Kürt Parlamentosuna katılmamı istedi bunun üzerine bende;

1-Nejdet BULDAN :Parlamento üyesi,

2-Zübeyir AYDAR :Parlamento üyesi,

3-Mahmut KILIÇ :Eski HEP üyesi,

4-Feremez BAŞBOĞA :Eski HEP üyesi,

5-Serhat BUCAK :Eski HEP üyesi ile birlikte 1998 yılında Roma'da yapılan Sürgünde Kürt Parlamentosu
toplantısına katıldım. Bu arkadaşlarla birlikte Sürgünde Kürt Parlamentosunda Milletvekili seçildik. Nejdet Buldan ve Zübeyir
Aydar birinci dereceden Kürt Parlamentosu Başkam Yaşar Kaya'ya bağlı idiler. Ancak aralarında çıkan anlaşmazlıklar O
dolayısıyla Parlamentodan çekildiler.

Ben bu şahıslarla Roma'da yapılacak toplantı öncesi Almanya'nın Köln kentinde Parlamento Aday toplantısına
katıldım. Bu ön toplantıya Yaşar Kaya Başkanlık yaptı. Bu toplantıda toplam (50) kişi idik. Kuzey Irak'tan da gelenler olmuştu.
Amaç Roma’daki toplantı öncesi ön hazırlık yapmaktı. Avrupa Ülkelerine Kürt Realitesine anlatılacak Komisyonlar hazırlandı.
Bu toplantıda KNK Başkam İsmet Şerif'di. Irak'tan toplantıya katılanlardan İbrahim Hacı ve Ahmedî isimli Irak Kürtleri de
vardı. Yine bunların haricinde Kuzey Irak'tan gelen bir kişi daha vardı ancak isimlerini bilmiyorum. Bu toplantı soması hep
birlikte İtalya'nın Roma kentine gittik. Burada bizleri İtalya Parlamentosunda Milletvekili olan İtalyanlar karşıladı. Bir bayan üç
milletvekili idi. Ve Kürdistan Sürgün Parlamentosu 2.Dönem secimi adı altında İtalya Parlamentosunda bize ayrılan bir salonda
toplandık. Başkanlığı Yaşar Kaya, Ahmedi ve adını bilmediğim bir şahıs yaptı. Burada sürgünde Kürt Parlamentosuna bağlılık
yemini ettik. Ve Kadın Komisyonu, Kültür Komisyonu, Eğitim ve Halkla ilişkiler Komisyonu kuruldu. Ben Eğitim ve Halkla
ilişkiler Komisyonuna katüdım. Bu parlamento toplantısında İtalyan senatosundan destek sözü aldık. Her alanda bize Kürt
Milliyetçiliğinin geliştirilmesi ve Türkiye’ye üzerinde baskı kurulması için Avrupa Devletten nezdinde girişimlerde bulunmaları
için söz aldık. Parlamento çalışmaları bittikten soma Almanya'ya geri döndüm. Bende bu toplantıda Parlamento üyesi yani
Milletvekili seçildim.

Bu süreçten sonra Abdullah Öcalan'ın Roma'da yakalanmasından sonra bende Yezidiler Birliği üyelerine PKK
örgütünün düzenlediği protesto gösterilerine katılmaları yönünde talimat verdim. 1999 yılı Mart ayında Sürgünde Kürt
Parlamentosunun Belçika'daki toplantısına katıldım. Burada Abdullah Öcalan'ın yakalanması süreci ile ilgili durum
değerlendirmesi yaptık. Yaklaşık (30) kişi kadardık. Başkanlığı Yaşar Kaya, Abdurrahman Çadırcı, Ali Yiğit yaptı. Bu toplantıda
eylemlerin geliştirilmesi ve devam etmesi, Avrupa ve diğer ülkeler ile ilişkilerin yoğunlaştırılması ve destek arayışlarının devamı
ve Abdullah Öcalan'ın idam edilmesinin engellenmesi için faaliyetlerin yoğun şekilde devamı doğrultusunda kararlar aldık…”

Örgütün en zor dönemi yaşadığı 1998 yılında örgüte Avrupa sahasında rahatlama ve dış ittifak bulma
konusunda desteği SKP sağlamaya çalışmıştır. Bu amaçla bir SKP heyeti 7 Temmuz 1998 günü İspanya’nın Başkenti
Madrid’de Sosyalist İşçi Partisi (PSOE), Birleşik Sol (IU) koalisyonu ve AP üyesi Pedro Marset başkanlığında bir
heyet, İspanya’nın ikinci büyük sendikası olan İşçi Komisyonları (CCOO), İşçi Genel Birliği (UGT), İspanya İnsan
Hakları Kuruluşu Başkanı Juan Serranear ve İspanya Sosyalist Partisinden AP üyesi Fancisca Sauguillo’nun
Başkanlığını yaptığı Barış, Silahsızlanma ve Özgürlük Hareketi (MPDL) ile görüşmelerde bulunmuştur.

Yine İspanya’nın Bask Bölgesi Otonom Parlamentosunda temsil edilen parti temsilcileri ile de görüşmeler
yapmışlardır. Bu destekler kısmen de olsa netice vermiş ve bazı Avrupalı siyasiler Türkiye’ye baskı uygulamışlardır.

533
FARUK ARSLAN

Dönem içerisinde, terör örgütü adına Avrupa ülkelerinde faaliyet gösteren çeşitli organizasyonlar
tarafından, terörist başının sözde "Demokratik Çözüm" çağrılarına destek vermeyi hedefleyen konferans, toplantı vs.
etkinliklerin yapıldığı gözlenmiştir. Yeni strateji temelinde SKP isimli oluşum, 26 Eylül 1999 tarihinde Belçika-Brüksel
kentinde yaptığı 11. Genel Kurul Toplantısı'nda, kendisini feshederek, yine örgüt güdümünde Hollanda-
Amsterdam'da kurulmuş olan sözde KNK (Kongra Netavviya Kürdistan-Kürdistan Ulusal Kongresi) isimli oluşuma
dahil olmuştur.

KNK, PKK himayesinde sözde Kürt iradesi oluşturmak ve yine PKK adına diplomatik faaliyet
yürütmek amacıyla kurulmuş olup, örgütün amaçları çerçevesinde Kürt Milli iradesini oluşturma misyonunu
üslenmiştir. Kendi ifadelerine göre KNK, Ulusal Birliğin kurumsal ifadesi rolünü temsil etmektedir266. Dünyadaki
tüm Kürtçü örgütleri bir çatı altında toplama hayalinin ürünü olan sözde KNK, 24-27 Mayıs 1999 tarihinde
Hollanda/Amsterdam şehrinde düzenlenen bir toplantı ile ilan edilmiştir.

Örgüt tarafından, Kürt sorununda ortak irade oluşturma ve bu iradeye dayalı olarak meşru zeminlere
ulaşma planları kapsamında oluşturulan ve örgüt lehinde kamuoyu oluşturma çalışmaları yürüten KNK,
gerçekleştirdiği çeşitli toplantılarda ve yaptığı girişimlerle bu misyonuna uygun bir rol oynamaya çalışmıştır.

KNK kendi örgüt yapısını; Kongre Organları (Genel Kurul, Daimi Meclis, Yürütme Konseyi),
Komisyonlar (Adalet ve insan Hakları Komisyonu, Dış ilişkiler Komisyonu, Kadın Komisyonu, Eğitim ve Kültür
Komisyonu, Sosyal işler Komisyonu) Bürolar (Kuzey Bürosu, Doğu Bürosu, Güney Bürosu, Güneybatı Bürosu) ve
Danışma Kurulu (Yüksek Yasa Kurulu, Disiplin Kurulu) şeklinde belirlemiştir. KNK'nın en yüksek karar organı olan
Genel Kurul'un 300 kişiden oluşacağı ve iki senede bir olağan şekilde toplanacağı karara bağlanmıştır.

Dönem itibarıyla merkezi Belçika’nın Başkenti Brüksel'de bulunan KNK'nın yapılan Genel
Kurulunda, Abdullah Öcalan yine Onursal Başkan olarak belirlenmiş, İsmet Şerif Vanlı ise daha önceki toplantılarda
olduğu gibi Kongre Başkanı olarak görevlendirilmiştir. PKK güdümünde faaliyet gösteren KNK Başkanlık Konseyi
23 Ocak 2000 tarihinde, Brüksel'de bir toplantı gerçekleştirmiştir. Özgür Politika Gazetesi'nde konu ile ilgili
yayınlanan haberlerde, KNK tarafından yayınlanan bir bildiri ile toplantıda alınan kararların açıklandığı
belirtilmiştir267.

Sözde Kürdistan Ulusal Kongresi'nde üyesi bulunan PRK-Rızgari örgütü, 27 Mart 2000 tarihinde
Merkez Yürütme Kurulu imzalı bir bildiri yayınlayarak, KNK'nın PKK'nın yan kuruluşu gibi hareket ettiği
gerekçesiyle, Mayıs 2000'deki olağan kongreye kadar yönetim organları ve komisyonlardan çekildiğini açıklamıştır.

Kürdistan Ulusal Kongresi'nin 2. Genel Kurul Toplantısı, 22-24 Ağustos 2000 tarihleri arasında
Belçika’nın Bilzen kenti yakınlarında bulunan Alden Biesen Şatosu'nda gerçekleştirilmiştir.

Bu dönemde terör örgütünün Avrupa'da yasal olarak faaliyet gösteren en önemli paravan
örgütlenmesi konumunda olan KNK İngiltere’nin Başkenti Londra'da bir temsilcilik açmıştır. Bu dönemde merkezi
Brüksel'de bulunan sözde KNK'nın, Almanya’nın Berlin ve İsveç’in Stockholm kentinde de temsilcilikleri
bulunmaktadır. Nitekim KADEK örgütün yapılan kongresinde; KNK'nın güçlendirilmesi ve işlevsel kılınması için
gereken desteğin sağlanacağı belirtilmiştir.

KNK’da tıpkı SKP gibi çok fazla başarılı olamamıştır. Kurulmasının akabinde aralarında KNK başkanı
İ. Şerif Vanlı ve sözde KNK mensubu Zübeyr Aydar'ın da bulunduğu bir heyet, terör örgütü PKK ile KYB arasında

266
KADEK, "Politik-Pratik Çalışma Raporu", Nisan–2002
267
Özgür Politika Gazetesi, “KNK Kongresi gerçekleştirildi”, 25.01.2000.

534
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

yaşanan gerginlikte arabuluculuk rolü oynamak amacıyla, KYB lideri C. Talabani ile görüşmek için İran'a gitmiş,
ancak KYB lideri ile görüşemeden Avrupa'ya dönmüşlerdir

Ayrıca, 07 Aralık 2000 tarihinde Fransa’nın Nice kentinde başlayan Avrupa Birliği Zirvesinde KNK
üyeleri Musa Kaval ve Ahmet Alim bir dizi faaliyetlerde bulunmuş ve bu çerçevede AB ülkeleri Dışişleri Bakanlarına
PKK'nın görüşlerini içeren bir dosya vermişlerdir. Yine, KNK tarafından 22-24 Ağustos 2000 tarihinde, özellikle
ulusal birlik konusunun işlendiği seçimsiz bir program kongresi gerçekleştirilmiştir268.

KNK tarafından, Irak, İran, Suriye ve Türkiye kökenli Kürt parti, örgüt, grup ve şahsiyetlerinin bir
araya getirilerek "Kürt Birliğinin" tesis edilmesi amacıyla, 13-14 Aralık 2001 tarihlerinde Belçika/Brüksel'de "Ulusal
Kürt Konferansı" gerçekleştirilmiştir. KNK'un hazırladığı ve bu konferansta gündeme getireceği "Ulusal, Demokrasi,
Barış ve Birlik Projesi" demokrasiyi geliştirme, ulusal birlik ve barış kapsamında Sözde Kürdistan Güneyi diye
adlandırılan bölgenin yeniden yapılanması konularını ele alınmıştır.

KNK'nın 2002 yılının ilk döneminde gerçekleştirdiği en önemli icraatını 21-22 Mart 2002 tarihlerinde
Brüksel'de İsmet Şerif Vanlı başkanlığında yaptığı, Başkanlık Kurulu ve Yürütme Konseyi toplantısı olmuştur.
Toplantıda Mayıs 2002 ayında Brüksel'de Suriye, Irak ve İran Kürt parti ve örgütlerinin de katılımı ile uluslararası bir
toplantı gerçekleştirilmesi planlanmıştır.

KNK tarafından 3. Kuruluş yıldönümünde Kürt sorununda KADEK'e taraf statüsü verilmesi amacına
yönelik bir konferans yapılması çağrısında bulunulmuştur. Söz konusu çağrı, özellikle AB ülkeleri ile ABD'ye yönelik
olarak yapılmıştır. Öte yandan dönem içerisinde KNK tarafından yapılan Kürt sorununa çözüm yollarının
tartışılacağı konferans çağrısına ilişkin açıklamalar yinelenmiştir

PKK'nın AB terör örgütleri listesine alınması kararından sonra KNK organizesinde düzenlenen AB
üyesi devletlerin terör örgütü PKK'yı terörist örgütler listesine almasını protesto etmek ve AB'nin verdiği bu kararını
tekrar gözden geçirmesini sağlamak amacıyla "Kürtler Adalet İstiyor" adlıyla 19 Haziran 2002 tarihinde Brüksel'de bir
yürüyüş gerçekleştirilmiştir.

Bilindiği üzere, PKK uzun yıllar Avrupa'da faaliyet sürdürmüştür. Bu arada birçok cinayet işlemiştir.
İşlenen cinayetler nedeniyle başta dönemin MK üyeleri (Duran Kalkan, A. Haydar Kaytan, Meral Kıdır, Selahattin
Çelik) olmak üzere birçok elemanı 1987-1988 yıllarında tutuklanmış ve ceza almıştır. Buna mukabil AB, PKK'yı terör
örgütleri listesine almamıştır. Ancak PKK'nın kendini isim olarak feshetmesinden ve söylemde de olsa demokratik
bazı unsurları dillendirmesinden kısa bir süre sonra AB tarafından terör örgütleri listesine alınmıştır. Buda ayrıca
üzerinde düşünülmesi gereken bir mevzudur.

Özellikle Ağustos 2002 ayında Parlamento'dan çıkarılan Avrupa Birliği uyum yasaları ve girilen seçim
süreci KNK'yı hareketlendiren faktörler olmuştur. Ayrıca KNK bu dönemde bir takım üst toplantılar da yapmıştır.

KNK, 21-22 Eylül 2002 tarihleri arasında gerçekleştirdiği sözde Yürütme Konseyi toplantısı sonuç
bildirgesinde, Türkiye'deki seçimlerin demokrasi ve barış açısından çok önemli bir adım olarak değerlendirildiği,
seçimlerde Kürt halkının adaylarını demokratik bir şekilde seçebilmesinin önemli olduğu, Kürt halkının demokrasi
ve barış için çalışmalarını ve varlığını DEHAP içinde güçlendirmesi, Avrupa'da yaşayan Kürtlerin tarihi rollerini
oynayabilmeleri için güçlü bir çalışma yürütmeleri, İran ve Suriye'nin Kürt halkının siyasi haklarını ayaklar altına
alma politikasından vazgeçmesi, KDP ve KYB arasındaki ortaklığın diğer Kürt örgütleri tarafından da kısa bir dönem

268
08 Ağustos 2000 Tarihli Abdullah Öcalan’ın Avukatları İle Görüşme Notu

535
FARUK ARSLAN

sonra gerçekleşmesi, iki parti arasındaki Washington Anlaşması'nın Kürt halkının genel çıkarları doğrultusunda
değerlendirilmesi gibi hususlar sıralamıştır269.

Nitekim, KNK IV. Olağan Genel Kurul Toplantısı 21-23.12.2002 tarihleri arasında Brüksel
yakınındaki Essene kasabasında De Montil Kongre Sarayı'nda gerçekleştirilmiştir.

Ayrıca, KNK'nın mevcut (8) komisyonunun (5)'e indirildiği, bu kapsamda yeni oluşturulan
komisyonların, Toplumsal Çalışma Komisyonu, Eğitim ve Kültür Komisyonu, Adalet ve İnsan Hakları Komisyonu,
Dış İlişkiler Komisyonu, Kadın Komisyonu olarak belirlenmiştir.

Yürütme Konseyine ilişkin Alınan Kararlar çerçevesinde İsmet Şerif Vanlı, iki yıl görev yapmak üzere
yeniden KNK Yürütme Konseyi Başkanlığına seçilmiş Yürütme Konseyi üyeliklerine ise, Remzi Kartal, Zübeyir
Aydar, Cabbar Kadir, Musa Kaval, Abdullah Hicab, Ali Yiğit, Selim Baban, Nizamettin Toğuç, Engin Sincer, George
Aryo, Nilüfer Koç, Munire Müftüzade, Heci Ahmedi, Berivan Doski, Zerdeşt Haço, Pervvin Rahim, Hiva Abdullah
isimli şahıslar getirilmiştir.

Gerçekleştirilen bu toplantı terör örgütü PKK (KADEK)’in Sözde Genel Başkanlık Konseyinin açılış
mesajının okunmasından sonra başlayarak ağırlıklı olarak Kuzey Irakta olası operasyonda ve sonrasında
yapılacak ittifaklar ve ortak bir platform oluşturulması konuları görüşülmüştür. Kürt sorunun daha aktif bir
şekilde dile getirilmesi için yapılacak çalışmalar karara bağlanmıştır.

KNK'nın IV. Genel Kurul toplantısı dolayısıyla Abdullah Öcalan'ın da üyelere talimat niteliğinde bir
mesaj yayınlamıştır. Toplantı sonrasında KNK Berlin bürosunun yeniden aktif hale getirilmesi amacıyla Zübeyir
Aydar çalışmalara başlamıştır.

Toplantıda birçok karar alınmakla birlikte, bir kaçını sıralayacak olursak;

 Teröristbaşı Abdullah Öcalan'ın sözde tecrit koşullarını maruz kaldığı belirtilerek Öcalan
üzerindeki sözde tecridin sona erdirilmesi ve özgürlüğünün sağlanması kampanyasının
Yürütme Konseyi tarafından genişletilmesi ve koordine edilmesi,
 Türkiye-AB diyalogunda Kürt sorununun demokratik çözümünü gündeme getirmeyi hedef
almak,
 Olası bır savaş müdahalede savaş anında iki cephe arasında kalacak olan BM denetimindeki
Maxmur Mülteci Kampı'nın karşı karşıya bulunduğu sorunun diplomatik yollardan çözülmesi
için çok hassas bir çalışmanın yürütülmesi,
 ABD, Ortadoğu ülkeleri, Afrika, Avrupa ve Kafkasya ülkelerini kapsayan tüm KNK üyelerinin,
yeni dönemde özellikle diplomasi çalışmalarına ağırlık vermeleri,
 Kürdistan olarak adlandırdıkları bölgedeki kürt orijinli oluşumların (PDK, KYB ve PKK-
KADEK) her türlü saldırılara karşı birleştirilmesi,
 KNK Kuzey Bürosu'nun Türkiye-AB ilişkilerini izleyen özel bir komisyonun kurulması,
 Birleşmiş Milletlerden (BM) kendisine gözlemci statüsü tanınmasını talebi,
 Birleşmiş milletlerden KNK'nin Ortadoğu'da 40 milyon nüfuslu Kürt halkının sözde temsilcisi
olarak tanınması talebi,
 Kürt kimliğinin tanınması ve Kürt dilinde eğitimin Kürdistan ve Türkiye'de resmi olarak kabul
edilmesi,

269
KADEK, "KNK 4.Olagan Genel Kurul Belgeleri, 31 Eylül 2002

536
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

 Köylerinden sözde zorla çıkarılanların geri dönüşüne izin verilmesi, bu insanların uğratıldığı
zarar ve ziyanın tazmin edilmesi yönünde kararlar alınarak, alınan kararlar doğrultusunda
çalışmaların yoğunlaştırılması kararlaştırılmıştır.

Ayrıca KNK Başkanı İsmet Şerif Vanlı, toplantının kapanış konuşmasında; Kürdistan olarak adlandırılan
bölgedeki kurulu devletlerden Kürtlerin demokratik siyasi ve kimlik haklarını kullanmaları önündeki sözde
engelleri kaldırmalarını, Türkiye'nin Kürtlere karşı savaşmamasını, belirterek, bu konularla ilgili devletlere
mektuplar yazacağını söylemiştir.("Saddam Hüseyin'e hiç mektup yazmadım, ama Türkiye'ye yazarım" şeklinde
açıklamada bulunmuştur..)

Yapılan toplantıyla KNK yürütme konseyi görev dağılımı yapılmıştır buna göre;

Başkanı : Prof. İsmet Şerif VANLI

Başkan Yardımcıları : Cabbar KADİR – Ali YİĞİT

Sözcü :Remzi KARTAL

Diş İlişkiler Komisyonu Başkanı :Musa KAVAL

Dış ilişkiler Komisyonunun görevlerini Yürütme Konseyi'nin danışmanlığı ve desteğiyle yürütmekle birlikte
üyeleri arasında;

Heci EHMEDÎ

Zorab ALOYAN

M. Şerif SERHANOĞLU

Zubeyir ABDULMELİK

Songül KARABULUT

Yakub MİRZA

Saleh JMOR

Fikrîye MUĞULTAY isimli şahıslar yer almıştır.

Yürütme Konseyi; Başkanla birlikte (17) üyeden oluşmakta olup, üyeler; İsmet Şerif VANLI,
Remzi KARTAL, Zübeyir AYDAR, Cabbar KADİR, Musa KAVAL, Abdullah HİCAB, Ali
YİĞİT, Selim BABAN, Nizamettin TOĞUÇ, Engin SİNCER (04 Eylül 2003 tarihinde kandil
dağlarında örgüt tarafından öldürüldü), George ARYO (Asuri kökenli) , Nilüfer KOÇ, Münire
MÜFTÜZADE, Heci AHMEDİ, Berivan DOSKİ, Zerdeşt HOCA, Perwin RAHİM, Mizgin
(KOD) İlknur ŞEN isimli şahıslardır.

537
FARUK ARSLAN

2003 dönemine gelindiğinde ise KNK, örgütlenme faaliyetlerini hız vermiştir. Yeni bürolar ve
temsilcilikler açma cihetine gitmiştir. Ayrıca sürdürdüğü sözde diplomatik faaliyetlerin yanı sıra, örgütün dönem
kampanyalarının başarısı için de ağırlığını koymaya çalışmıştır.

KNK Yürütme Konseyince 11-12 Ocak 2003 tarihleri arasında Brüksel'de yapılan bir toplantıda;
Irak'taki durum ile Abdullah Öcalan'ın cezaevi koşulları görüşülmüş, ayrıca Yürütme Konseyi görev dağılımında
yapılan düzenlemeyle; KNK Başkan Yardımcılığına Cabbar Kadir ve Ali Yiğit, KNK sözcülüğüne Remzi Kartal ve
Dış ilişkiler Komisyonu başkanlığına Musa Kaval isimli örgüt mensupları getirilmiştir. KNK Dış ilişkiler Komisyonu
Başkanı Musa Kaval, Avrupa Parlamentosunun 2003 Şubat ayı toplantısı esnasında Strasburg’a giderek KADEK'e
destek sağlamak amacıyla bazı AP milletvekilleri ile temaslarda bulunmuştur.

Öte yandan, 01 Mart 2003 tarihinde Brüksel'de KNK Yürütme Konseyi 2. Toplantısı gerçekleştirilmiş,
toplantı sonuç bildirgesinde, Abdullah Öcalan üzerindeki sözde tecrit kınanarak, bu amaçla yapılan eylemlerin
arttırılması kararlaştırılmıştır. Bu yönlü olarak, örgüt yandaşı aydın ve sanatçıların da katılımıyla Brüksel'de 17 Mart
2003 tarihinde geniş katılımlı bir protesto gösterisi düzenlenmiştir.

Yine 17 Mart 2003 tarihinde KNK tarafından, AP'ye bir dosya sunulmuş, dosyada; Türkiye'de 03
Ağustos 2002 tarihinde Anayasa'da yapılan değişiklik ile Kürtlere tanınan kültürel hakların uygulamaya sokulması,
Kürtçe TV ve radyo kurma hakkının tanınması, Kürtçe eğitim hakkının verilmesi, Kürtçe isim hakkının serbest
bırakılması, Abdullah Öcalan'a uygulandığı iddia edilen sözde tecride son verilmesi istenmiştir.

Örgüt tarafından 2002 yılında demokratik adımlar atılması hususunda bazı kararlar alınsa da Ak Parti
tarafından 2010 yılında gündeme getirilen yeni anayasa çalışmalarına en önemli karşı tepkiyi yine PKK ve onun
çizgisinde faaliyet gösteren yapılar göstermiştir. Bu durum örgütün söylemlerinde samimi olmadığını göstermiştir.
Ülkemizde yeni anayasa çalışmalarının yapıldığı ve bu yönde adımların atıldığı her dönem örgütün provokatif
eylemlere girdiği gözlemlenmiştir.

Ayrıca KNK, 30 Nisan 2003 günü Avrupa Parlamentosunda (AP) bir konferans tertip etmiştir.
Konferans "Çözüm İçin Diyalog Şart" başlığıyla duyurulmuştur. Konferansta özetle, Kürt sorununun çözümünde,
Türkiye ile Kürt tarafı arasında diyalogun şart olduğu tezi ileri sürülmüştür. Konferansta, "Kürt halkının kimliği kabul
edilmeli, sosyal, siyasal, kültürel, politik hakları benimsenmeli. Cezaevindeki siyasi tutuklular ile KADEK elemanlarımı
kapsayacak genel bir af çıkarılmalı ve bu kişilerin legal alanda siyaset yapmasının zemini sağlanmalı" görüşlerine yer
verilmiştir.

Yine sözde KNK tarafından, 20-21 Haziran 2003 tarihlerinde Hollanda’nın Amsterdam kentinde "Yeni
Dönemde Ortadoğu'da Kürt Sorununun Çözümü" konulu bir konferans tertiplenmiştir. Konferans sonuç bildirgesinde,
"Kürt halkının sözde Kürdistan’ın dört parçasında özgürlük ve demokratik dönüşüm için yoğun mücadele ettiği, Irak'ta
kurulacak yeni hükümetin federal ve demokratik esaslar dahilinde kurulması gerektiği, Türkiye'ye yönelik sürdürülen Toplumsal
Barış İçin Genel Af Kampanyasının desteklendiği" hususlarına yer verilmiştir. Toplantıya KDP-KYB dışındaki bazı
bölücü partilerin üyeleri katılmıştır. Ayrıca ABD'den bazı bilim adamları da bu toplantıya katılanlar arasında yer
almıştır270.

Nitekim KNK'nın Ağustos 2003 ayı içerisinde sürdürdüğü faaliyetlerinin merkezini, 06 Ağustos 2003
tarihinde yürürlüğe giren 4559 sayılı Topluma Yeniden Kazandırma Yasası'na karşı yürütülen propaganda
faaliyetlerin oluşturduğu gözlenmiştir. Bu kapsamda KNK Yürütme Konseyi adına yapılan yazılı açıklamalarda,

270
25 Haziran 2003 tarihli Abdullah Öcalan’ın avukatları ile görüşme notu

538
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

mezkur yasanın amacına ulaşamayacağı belirtilerek, müzahir kitleye, sözde Kürt özgürlük mücadelesini tasfiye
etmek isteyenlere demokratik eylemlerle karşılık verme çağrılarında bulunulduğu görülmüştür. Böylece etki
sahasında bulunan kitleler yasadışı eylemler yönünden kışkırtılmıştır.

Avrupa alanında 1999 yılında kurulan KNK, KADEK'in KONGRA-GEL'e dönüşüm sürecinde
Öcalan’ın talimatıyla terör örgütünün çatısı altında yer almayı planlamış, ancak bu duruma KNK altında faaliyet
gösteren bölücü terör örgütü dışındaki şahısların (Türkiyeli olmayan) karşı çıkması üzerine 2003 yılından itibaren
faaliyetlerinde gittikçe bir daralma yaşanmıştır.

Bu dönemde bazı üyelerce temsile ilişkin olarak, KONGRA-GEL'in Avrupa'da birçok ülkede terör
örgütü olarak tanınmasından ötürü politik girişimlerde sorunların ortaya çıkabileceği ve KNK'nın işlevini yitirdiği
gerekçesiyle kendisini feshetmesi gerektiği gibi düşünceler dile getirilmiştir.

Bu tartışmalarla birlikte dönemin KNK başkanı İsmet Şerif Vanlı ve dış ilişkiler sorumlusu Musa Kaval
istifa etmiştir. Musa Kaval'ın istifası ile birlikte boşalan yere ise eski Balkanlar sorumlusu Ahmet (K) Gülabi Dere
getirilmiştir. 2004'te yapılan olağanüstü genel kurul toplantısında ise KNK'nın devamından yana karar alınmış ancak
Paris, Berlin, Brüksel başta olmak üzere bazı önemli merkezlerde az sayıda büro üzerinden faaliyetler yürütülmeye
çalışılmış, bazı bürolar ise kapatılmıştır. Bu bağlamda 2004 yılında KNK'ya diplomatik temsilcilik statüsü tanınması
için Belçika Dışişleri Bakanlığı'na yapılan başvuru reddedilmiştir.

Özet olarak, teröristbaşının yakalanmasının hemen akabinde Sürgünde Kürt Parlamentosu'nun yerine
kurulan KNK, tüm Kürtleri temsil etme iddiasında olmasına rağmen bunu politik olarak başaramamış ve terör
örgütü PKK'nın bir lobi komitesi olarak işlev görmeye devam etmiştir.

Bölücü terör örgütünün kampanyaları paralelinde açıklama ve girişimler ile gündem oluşturmaya
çalışan KNK, faaliyetlerini, bünyesinde yer alan şahısların geçmişte kurdukları kişisel ilişkiler çerçevesinde
yürütebildiği için sınırlı etkide bulunabilmiştir. Dönem itibarıyla başkanlığını münfesih DEP milletvekillerinden Ali
YİGİT'in yaptığı; “KNK giderek fonksiyonunu yitirmiştir” açıklaması durumu özetler niteliktedir.

Bu durumun altında yatan temel neden Öcalan’ın kendisi dışında bir gücün etkinlik olarak öne
çıkmasını istememesinden kaynaklanmaktadır. Öcalan, KNK üyelerinin Avrupa’da muhatap olarak görülmesinden
ve kendisine alternatif bir ismin palazlanmasından kaygılanmış ve KNK’yı işlevsiz bir hale getirmiştir.

Bu durumun farkında olan teröristbaşı da avukatları ile yapmış olduğu görüşmelerde KNK ve
KONGRA- GEL'in yeni bir isim altında birleştirilebileceği mesajlarını vermeye başlamıştır. Ancak, aradan geçen
zaman zarfında teröristbaşının bu isteği gerçekleştirilememiştir.

Teröristbaşı A. Öcalan'ın avukatları ile 20 Haziran 2007 tarihinde yaptığı görüşmede; "KNK ile
KONGRA-GEL'in birlikteliğine, diğer görüş ve örgütler de dahil edilerek, oluşturulacak olan yeni örgüte diplomatik
misyon görevinin verilmesi gerektiğini" belirtmiştir.

Örgüt tarafından yapılan değerlendirmelerde, SKP ve KNK’nın Avrupa’daki faaliyetleri düzenleme adına
ortaya koyduğu çalışmalarda başarılı olamadığı ve Filistin örneğindeki başarının yakalanmadığı ifade edilmiştir. Bu
başarısızlığın altında yatan nedenler ise;

539
FARUK ARSLAN

1-Sürgünde Filistin Parlamentosu İsrail’e karşı kurulmuş, Müslümanları temsil eden bir yapıdır. Fakat SKP
ise Türkiye’ye karşı kurulmuş ve Kürt halkının desteğini alamamıştır.

2-İsrail Yahudi olup, Müslümanlar ile savaşırken, Türkiye Müslümanların ezici çoğunlukta olduğu bir
devlettir. PKK ise Marksist-Leninist-Sosyalist bir örgüt olarak Müslümanları hedef seçmiştir.

3-PKK, Kürtlerin düşmanı olan ve 1914’den önce yüzbinlerce Müslüman Kürdü katleden Ermeni örgütleriyle
ittifak yaparak, işin başından Doğu halkını temsil etmediğini göstermiştir.

4-SFP’na bütün Filistinli örgütler destek verirken, SKP’na bölücü örgütler destek vermemişlerdir. Çünkü
PKK, ilk savaşını Türk devletine değil, diğer Kürtçü örgüt ve gruplara karşı yapmıştır. Devam eden dönemde de
örgütün en önemli hedefleri arasında diğer etnik Kürt örgütlerinin militanları yer almıştır.

5-Filistin Kurtuluş Mücadelesi tüm Filistinlilerce kabul görürken, PKK’nın faaliyetleri sözde temsil ettiği
bölge halkınca reddedilmiştir. Günümüzde bile halen 60 bin korucu çok az bir gelirle örgütle mücadele etmeyi
sürdürmektedir.

6-Filistinliler İsrail’le savaşı bir cihat olarak nitelerken, Türkiye’de ezici çoğunluktaki Kürtler
vatandaşımız PKK ile savaşı kutsal kabul etmiştir.

7-KNK üyeleri başta olmak üzere çok sayıdaki örgüt yandaşı kadro halktan zorla para toplamış ve bu
paraların önemli bir bölümünü de yakın çevrelerine aktarmıştır. Örgüte katılan bireylerin dini inanç, insanı
değerler ve toplumsal ilişkiler açısından tüm değerleri yitirmesi ve aile bağlarından kopmaları örgütün kabul
görmemesinde etkili olmuştur.

SKP’nin faaliyetleri ile ilgili örgütün Avrupa Sorumlularından D. K.'un ifadesinde; “…PKK/ERNK
örgütünün Kadın örgütlenmesi olan YAJK (Yekitiya Azadiya Jinen Kürdistan-Kürdistan Özgür Kadınlar Birliği) içerisinde
Hollanda ve Almanya'da bölge yöneticiliğine kadar yükselen bir süreçte görev yaptım. YAJK daha sonra EJAK (Eniya Jinen
Azadiya Kürdistan-Kürdistan Özgür Kadınlar Birliği) olarak değiştirildi.

Kürt derneklerinin düzenlediği şenlikler ve okuduğum yayınların etkisi ile PKK/ERNK örgütüne sempati duymaya
başladım. Hollanda ve Almanya'da benim bildiğim Kürt dernekleri; Eindhoven'da Kürt Kültür Derneği vardır. Diğer
derneklere gitmiyordum. Ancak tüm derneklerin bağlı olduğu, KON KURD Kürt dernekleri federasyonu vardır.

540
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

1992 yılında yapılan KUM (Kürdistan Ulusal Merkezi) seçimlerine Hollanda'dan aday olarak katıldım. Benden
sonra kaç kişinin seçildiğini ve isimlerini hatırlamıyorum. KUM içerisinde kurulan kadın komisyonuna seçildim. KUM
milletvekili olarak Avrupa'dan seçilen Milletvekilleri ile birlikte uçakla Suriye'ye gittik. Buradan Kuzey Irak'a geçerek Zeli
kampında yapılan toplantıya katıldım. 1993 yılında yapılan toplantıda bir ay kadar kaldım. Eğitim çalışmaları düzenlendi.
Neler yapabileceğimiz hususunda görüş alışverişinde bulunduk. Bu sırada başkanlık tarafından verilen talimat gereği ateşkes
sürecine girilince KUM feshedildi. Hollanda'ya döndüm.

Ancak 1995 yılında PKDW (Sürgünde Kürt Parlamentosu) seçimlerine katılıp yine Hollanda'dan milletvekili
seçildim. Bu arada YAJK içerisinde Arnheim bölgesinde EJAK bölge sorumluluğu yapıyordum. 1993-1995 yıllan arasında
Kuzey Almanya'da Hannover şehrinde örgütlenme çalışmaları yürüttüm.

Almanya'da yasaklı idi ancak diğer ülkelerde yasak olmadığından dolayı kolay hareket edebiliyorduk. Benim görev
alanım propaganda, örgütlenme yapmak idi. Bizim Avrupa ERNK merkezine bağlı YAJK faaliyetimiz bu şekilde oluyordu.
Daha sonra YAJK kontenjanından Hollanda'da milletvekili seçildim.

SKP içerisindeyken kurulan heyette Nejdet Buldan ile birlikte Almanya işçiler Partisine gittik. Burada yetkililerle
buluşuyorduk. Orada bulunan sendika yetkilileriyle görüşüyorduk. Faaliyetlerimizi anlatıp destek istiyorduk. YAJK
içerisinde faaliyet gösteren benim bildiğim örgüt mensupları ve alanları şunlardır;

…SKP içerisinde heyet halinde Hollanda'da yapılan görüşmelere katılmadım, kadın komisyonu üyesi olarak
görüşmelere katılmadım. SKP başkam Yaşar Kaya idi.

SKP kadın komisyonunda Aysel Doğan'da vardı. 1998 yılında SKP seçimleri yenilenmesinden önce 1997 yılında
Avusturya-Viyana'da SKP tarafından düzenlenen toplantıya katıldım. 1997 yılı sonlarında katıldığım bu toplantıda
değerlendirmelerde bulundum. Burada Avusturya Polisi tarafından yakalanarak gözaltına alındım. Almanya Polisi Bad
Kreuznack şehrinde Türk-Alman dostluk derneğinin molotoflanması eyleminin talimatım verdiğim suçlaması ile hakkımda
yakalama karan çıkartılmıştı. Bu karara istinaden yakalanıp (5) ay kadar tutuklu kaldıktan sonra serbest bırakıldım.

...

1998 yılı yaz aylarında tekrar Hollanda da YAJK kontenjanından SKP'ye milletvekili olarak seçildim. Kadın
komisyonunda görev aldım. Örgütün Avrupa'daki gelir kaynaklan, düzenlenen şenlikler ve halktan toplanan paralarla
sağlanıyordu. Bu faaliyeti ERNK cep örgütlenmesi yürütüyordu

Avrupa'da düzenlenen protesto gösterileri, festival ve şenlikleri genelde Kürt dernekleri organize ediyordu. Parti
liderimiz Abdullah Öcalan'ın yakalanmasından sonra kitleler halinde düzenlenen gösteriler oldu. YAJK olarak bizde bu
gösterilere katıldık. YAJK'ın yapılanması partileşmeye yönelik olarak PJKK(Partiye Jinan Karkeren Kürdistan-Kürdistan
Kadınlar İşçi partisi) olarak yaklaşık bir yıl önce değiştirildi. Aynı şekilde örgütleme ve eleman kazandırma faaliyetlerine
devam ettim. 29 Eylül 1998 tarihinde Roma yakınlarında SKP tarafından düzenlenen toplantıya Hollanda milletvekili olarak
katıldım. Burada İsmet Şerif Vanlı başkanlığında yapılan toplantıda katılan üyelerin hepsi,

541
FARUK ARSLAN

13.07.1998 tarihinde Belçika'da yapılan örgütsel toplantıya katıldım. Bu toplantı sırasında Belçika polisi gelerek
kimlik kontrolünü yaptı ve daha sonra serbest bıraktı,

YAJK adına MED TV'de yayınlanan bir canlı yayma katıldım. Nevruz kutlamaları sırasında idi. Bende telefonla
katılıp kısa bir konuşma yaparak kutlama yaptım. Belçika'da ERNK sorumluluğunu üstlenmedim ancak Hollanda ile Belçika
birbirine çok yakın olduğundan Belçika'da düzenlenen birçok toplantıya katıldım…” şeklinde bilgiler ifade edilmiştir.

KON-KURD (Avrupa Kürt Dernekleri Konfederasyonu)

PKK'nın Avrupa çapında sürdürdüğü faaliyetleri açısından en işlevsel konumda bulunan ve örgüte
büyük yararlar sağlayan KON-KURD, KADEK döneminde de örgütçe verilen rolü en üst düzeyde yerine getirmiştir.

2002 yılı itibarıyla merkezi Belçika'da bulunan KON-KURD; Belçika, Hollanda, Danimarka, İsviçre,
Avusturya, Fransa, Almanya, İsveç ve İngiltere’de faaliyet gösteren federasyonların yanı sıra Avustralya ve
Kanada'da faal olan toplam (11) federasyonun üst kuruluşu olarak varlığını sürdürmüştür. Demokratik kitle örgütü
görüntüsü ile Avrupa düzeyinde örgüt faaliyetlerine büyük destek ve avantaj sağlamıştır.

KON-KURD'un amacı, Avrupa'daki Kürt kitlesinin azami desteğini örgüte sağlamak olmakla birlikte,
Avrupa kamuoyunun desteğinin de sağlanması hedeflenmiştir. Avrupa ülkelerinin siyasi gündemine sözde Kürt
sorununun yerleştirilmesine yönelik muhtelif etkinliklerin ve faaliyetlerinin koordine edilmesi KON-KURD'un temel
amaçlarından sayılmıştır.

KON-KURD'a bağlı olarak;

1-YEK-KOM (Almanya Kürt Dernekleri Federasyonu),

2-FEY-KOM (Avusturya Kürt Dernekleri Federasyonu),

3-FEK-BEL (Belçika Kürt Dernekleri Federasyonu),

4-FEY-KURD (Danimarka Kürt Dernekleri Federasyonu),

5-FKDF (Fransa Kürt Dernekleri Federasyonu,),

6-FED-KOM (Hollanda Kürt Dernekleri Federasyonu),

7-KWK (İngiltere Kürt Dernekleri Federasyonu),

8-KURDİSKA-RADET (İsveç Kürt Dernekleri Federasyonu),

9-FEKAR (İsviçre Kürt Dernekleri Federasyonu) adı altında örgütlenen kurumlar faaliyet göstermiştir.

542
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

2003 dönem içinde KON-KURD'un faaliyetleri ağırlıklı olarak örgütün dönem kampanyalarını
organize etmek şeklinde gelişmiştir. Bunun yanı sıra bağlı federasyonlardan başlayarak içe yönelik örgütlenme
faaliyetleri de yürütmüştür.

Bu çerçevede KON-KURD'un 10. Olağan Kongresi 25 Ocak 2003 tarihinde gerçekleştirilmiştir. Kongre
neticesinde, KON-KURD çalışmalarının odak noktasını, Abdullah Öcalan üzerinde uygulandığı iddia edilen sözde
tecridin kaldırılmasına matuf faaliyetler oluşturmuştur. Diğer yandan bu zamanda Kürt dili ve lehçelerinin
geliştirilmesi konusunda yapılan etkinliklere KON-KURD'un öncülük ettiği görülmüştür271.

Mart 2003 tarihinde KON-KURD’un organizesinde örgüt militanları tarafından Strasburg’da bir yürüyüş
gerçekleştirilmiştir272. 13 Eylül’ de Avrupa genelinde bir Festival tertiplenmiş olup, başta Almanya olmak üzere
gösteriler gerçekleştirilmiştir273.

Kürdistan Merkezi

Örgüt Avrupa'daki faaliyetlerini gizlemek amacıyla çok sayıda paravan kuruluş oluşturmuştur.
İhtiyaç hissettiğinde bunlara yenilerini eklemiştir. Nitekim 2002 Ocak ayında Almanya'da "Kürdistan Merkezi" adlı
yeni bir kuruluş oluşturulmuştur.

Kürdistan Merkezi'nin faaliyetleri kapsamında gençler için bilgisayar kursları yanında, okullarla
işbirliği içinde Almanca kursları düzenlenmesi, Kürt kadın yazarların ders vermelerinin ve kadınlara özel geceler
düzenlenmesi, Kürtler için öneriler üretmesi, Kürtlerin Alman vatandaşlarına tanıtması sayılmıştır.

Bu çerçevede Kürdistan Merkezinde faaliyet gösteren M. Z.; “…29.10.1993 yılında Slovakya Cumhuriyetine
giderek buradan Çek Cumhuriyetine geçerek oradan da kaçak olarak şuurdan Almanya'ya geçerek Bonn kentine gittim daha sonra
Köln iltica dairesine giderek, Ben Kürdüm, kardeşim PKK davasından cezaevinde hükümlü olarak yatmakta, Türk Devletinin
hastalarından kaçarak geldim. Almanya'ya iltica etmek istiyorum dedim. İlticamın kabul olmadığı bana bildirildi. İtiraz ederek
tekrar müracaatta bulundum yine kabul edilmeyince kaçak olarak kalmaya başladım.

1996 yılma kadar Almanya'nın Hannover, Duisburg ve Elssen kentlerinde kaçak olarak çalıştım. 1996 yılında Bonn
kentine geldim burada Kürdistan Zentrom Kültür Sanat Demeği ile ilişkiye geçtim. Bu Dernek PKK terör örgütünün Legal bir
kuruluşudur, özellikle Bonn kentinde ki örgütsel faaliyetleri organize eder, bu Derneğe inşaatlarda çalışırken tanıştığım Akif ...
isimli şahıs tarafından götürüldüm. Bu Derneğin Başkanlığını Suriyeli olduğunu bildiğim Ahmet Kod adlı şahıs yapmaktaydı,
dernekte PKK terör örgütü örgütlenmesini yapan bir şahıstır. Başkan yardımcılığını ise Fırat kod adlı şahıs yapmaktaydı. Bu
şahısta yine örgütün örgütlenmesi faaliyeti içerisindeydi, derneğin gençlik sorumlusu olarak faaliyet gösteren Bedran kod adlı
şahısta Kürt kökenli vatandaşlar üzerinde örgütlenme çalışmaları yapmaktaydı.

PKK terör örgütünün aktif olarak propagandasını yapan, her türlü eylem ve faaliyetlere katılan bir şahıstı. Bu derneğin
Basın Yayın sorumlusu olarak Suriyeli olduğunu bildiğim Celal kod isimli şahıs yapmaktaydı. Basın Yayın sorumlusu bu şahıs
Serxwebun, Berxwedan ve Sterka Civan isimli derginin basımı ve dağıtımını organize eder aynı zamanda derneğin malı işlerini

271
12 Mart 2003 Tarihli Abdullah Öcalan’ın Avukatları İle Görüşme Notu
272
12 Mart 2003 Tarihli Abdullah Öcalan’ın Avukatları İle Görüşme Notu
273
10 Eylül 2003 Tarihli Abdullah Öcalan’ın Avukatları İle Görüşme Notu

543
FARUK ARSLAN

yürütürdü. Yine bu demekte üye olan ve PKK örgütünün ERNK birimi içerisinde faaliyet gösteren Ali kod, Samet Kod, Celal
Kod (Suriyeli), Kazım Kod ve Halim Kod isimli şahıslar Bonn kentinde ki, Türk uyruklu vatandaşlardan tehdit yoluyla zorla para
toplama faaliyetlerini yürütmektedirler.

Bu demeğe sürekli gelip gidenlerden Almanya'da öğrenim gören Servet kod adlı şahısta PKK terör örgütü Gençlik
örgütlenmesi içerisinde faaliyet göstermekteydi. Yine bu Demeğe aktif olup olmadığı bilmediğim Samet isimli bir şahıs daha gelip
gidiyordu. Demekte aşçılık yapan Kemal isimli şahıs aktif olmamakla birlikte örgüte sempati duymaktaydı. Yine Demeğe gidip
gelen bir Alman Lisesinde okuyan Mazlum Kod adlı şahısta PKK terör örgütü Gençlik örgütlenmesi içerisinde faaliyet
göstermektedir. Demekte folklor faaliyetlerinde bulunan ve Müzisyenlik yapan Ayşe kod adlı şahısta derneğin düzenlediği PKK
örgütü ili ilgili bütün etkinlere katılmaktadır.

Benim PKK tef ör örgütünün Almanya daha doğrusu Avrupa Sorumlusu olarak bildiğim Ali Haydar Kaytan
isimli örgüt mensubu Kürdistan Zentrom Kültür ve Sanat Derneğinin düzenlemiş olduğu ve geniş halk kitlesinin toplandığı
bütün toplantılara katılarak PKK terör örgütünün propagandasını yaparak Türkiye'nin Doğu ve Güneydoğu bölgesini de içine
alan bir Kürdistan Devleti kurulabilmesi için silahlı mücadele içinde bulunduğunu, her Kürt ferdinin de bu mücadele içerisine
girmesi gerektiği gibi hususlarda konuşmalarda bulunur örgütün mücadelesi hakkında propagandalar yapardı…”

Kürtler İçin Barış Formu

Türkiye'yi örgüt fikirleri çerçevesinde Kürtlerin ulusal kimliğini tanımaya ve örgütle barış masasına
oturmaya zorlamak amacıyla, Finlandiya'da 1995 yılında kurulan ve PKK ile yakın ilişkileri bilinen bir sivil toplum
örgütü olan Kürtler İçin Barış Forumu Mayıs 2002 tarihinde, Helsinki'de "Türkiye'deki Kürt Sorununun Ekonomik
Etmenlerinin Önemi" başlıklı bir seminer düzenlemiştir.

YMK (Kürdistan Öğretmenler Birliği)

Avrupa sahasında fiilen öğretmenlik yapan veya mesleği öğretmenlik olan örgüt mensuplarının
oluşturduğu YMK, bu dönem Avrupa faaliyetlerinin merkezine teşkilatlanma ve sözde dil çalışmalarının
kurumlaştırılması çerçevesinde Kürtçe kurslarını yerleştirmiştir.

Geçmişte ERNK bünyesinde faaliyet sürdüren KADEK döneminde de YDK'nın bir alt örgütü
niteliğinde bulunan YMK, 8. Kongresini Almanya'da gerçekleştirmiş, kongreden sonra YMK İsviçre temsilciliği
organizesinde yeni eğitim ve öğretim dönemi için İsviçre’nin St.Galen şehrinde "Kürt öğretmen adayları için Kürtçe
gramer ve genel öğretmenlik kursu" adı altında çalışmalar başlatmıştır.

Öte yandan bu ve benzeri kurslara katılanlara üç tip sertifika verilmiş olup, sertifikalardan birincisi,
"Kürtçe Kursuna Katıldı", ikincisi, "Kursa Katıldı Öğretmen Olmayan Yerde Yedek Öğretmenlik Yapabilir", üçüncüsü
ise, "Kursa Katıldı ve Gurmançe Lehçesinde Öğretmenlik Yapabilir" şeklindedir.

Kürdistan Öğretmenler Birliği'nin Nisan 2003 içerisinde Hollanda’nın Amsterdam kentinde genel
toplantısını yapmıştır. Kürdistan öğretmenler Birliği Yönetim Kurulu üyelerinden Kazım Orak'ın da aralarında
bulunduğu (14) örgüt yandaşı öğretmen toplantıya katılmıştır.

Toplantıda üzerinde durulan en önemli konunun, Hollanda'da Kürtçe eğitim durumu, eğitim ve
öğretimin geliştirilmesi için çaba harcanmıştır.

544
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

FEK (Kürdistan Aleviler Federasyonu)

Yine Alevi inanca mensup Kürt orijinli vatandaşlarımızı örgüt saflarına kazandırmaya yönelik
oluşturulan, FEK'in 5. Olağan Kongresi Almanya’nın Dortmund kentindeki Alevi Kültür Merkezi’nde
gerçekleştirmiştir274.

Kongreye KNK, KON-KURD, Heyva Sor (sözde Kürt Kızılayı), Kürdistan Hukukçular Birliği,
Kürdistan Öğretmenler Birliği ve KİH-Kürdistan İslami Hareketi'nden de katılımlar olmuştur. Yapılan toplantıda
Alevi inanca mensup Kürt orijinlilerin de KADEK mücadelesine destek vermeleri istenmiştir. Akabinde 30 Kasım-02
Aralık 2003 tarihinde Almanya’nın Dortmund şehrinde Demokratik Alevi Federasyonu-FEDA’nın II. olağan
kongresi gerçekleşmiştir.

Bu yapı içerisinde faaliyet gösteren İ. C.; “…1996 yılı Nisan ayma kadar benim PKK örgütü ile ilgim yoktu,
ancak yurtdışına gittikten sonra gitmiş olduğum dernek toplantılarında Ulusal Kongre üyesi olan Abdurrahman Çadırcı ile
tanıştım. Bu şahıs benden öz geçmiş raporu aldı ve Stuttgart kentinde bir evde (20) gün süre ile siyasi eğitim aldım. Siyasi eğitim
aldıktan sonra Abdurrahman Çadırcı tarafından Alevîler Birliği adı altında faaliyet gösteren gruba sorumlu olarak atandım. 1997
yılından günümüze kadar Almanya'da Kürdistan Aleviler Birliği Sorumlusu olarak ERNK faaliyetleri sürdürdüm.

Bana bağlı olarak Pir Sultan Abdal Dernekleri, Alevi Kültür Merkezleri gibi dernekler bana bağlı idi. Bu
derneklerde toplantı ve seminerler düzenleyerek Alevi Kürtlere propaganda yapıyordum. Yapmış olduğum kitle faaliyetlerinde,
örgüte elaman kazandırma, lojistik malzeme temin etme, aidat toplama ve düzenlenecek toplantı ve mitinglere halkı götürme gibi
görevleri ben yapıyordum ve yaptırıyordum. Buraya gelene kadar bu görevleri yaptım.

1996 yılında Almanya'ya siyasi sığınma talebim oldu, tahminen 6 veya 7 ay kadar mahkemem sürdü, 1997
yılında talebim kabul edilerek serbest dolaşım Pasaportu ve süresiz oturma müsaadesi verildi…”

Yine Celal-Polat Kod Düzgün T'; ”…Romanya’da eğitim aldıktan sonra Yılmaz Kod bana Almanya da bulunan
Kürdistan Aleviler Birliğinde faaliyet gösterme talimatını verdi. Bunun üzerine 1998 yılı başlarında Almanya Frankfurt’a
giderek Yılmaz Kod'un bana ilişki olarak verdiği Nihat Kod isimli örgüt mensubu ile Kürdistan Aleviler Birliğinde
buluştuk kendisine Yılmaz Kod'un gönderdiğini söyledim.

Bu dernek PKK (KADEK) tarafından kurdurulduğunu Nihat Kod bana söyledi bu derneğin amacı Alevi inancı
olan insanları örgütleyip PKK(KADEK) örgütüne katmaktı. Dernek Almanya'da yasal olarak kurulmuştu fakat burayı
PKK(KADEK) örgüt mensupları yönetiyordu. Benim gittiğinde burada bulunan örgüt mensupları olan Nihat Kod, Piro
Kod, Ve Hatip Kod Demek yönetiminde görev yaparlardı.

Bu demeğe gelir sağlamak için Almanya'da bulunan Kürtlerden zorla para topluyorduk. Ayrıca demeğe gelir
sağlamak için Zülfikar isimli dergiyi çıkartıyorduk. Bu dergiyi 5 Mark karşılığı satıyorduk ayrıca PKK (KADEK)
örgütünün illegal yayını olan Serxwebun isimli dergiyi zorla satarak demeğe gelir temin ediyorduk.

Ben bu demekte bir yıl kadar çalıştıktan sonra Nihat Kod bana İran'a eğitim için gitmem gerektiğini söyledi, bana
Şanlıurfa nüfusuna kayıtlı Mahsum Şafak adına tanzim edilmiş pasaport verdiler 1999 yılı Şubat-Mart aylarında
Frankfurt'tan uçağa binerek İran-Tahran'a gittim…” şeklinde beyanda bulunmuştur.

274
KADEK, FEK 5.Olagan Genel Kurul Belgeleri, 28 Kasım 2006

545
FARUK ARSLAN

Heyva Sor a Kürdistan (Kürt Kızılayı)

15 Mart 1993 tarihinde Almanya’nın Bochum kentinde örgüt yandaş ve mensuplarınca kuruluşu ilan
edilen sözde Kürt Kızılayı Örgüt tarafından Kızıl Haç ve Kızılay’a sözde alternatif olarak oluşturulmuştur. Ağırlıklı
olarak Avrupa'da faaliyet sürdüren Heyva Sora Kürdistan'ın 10. Olağan Kongresini, Eylül ayının son haftası
içerisinde, Almanya’nın Linz kentinde bulunan Heyva Sor merkezinde gerçekleştirmiştir.

Heyva Sora Kürdistan yöneticilerince; Almanya, Fransa, İngiltere, Danimarka, İsveç, Norveç,
Finlandiya, Avusturya, İsviçre, Hollanda, Belçika, Amerika, Kanada ve Yunanistan'da şubelerinin yanı sıra,
Lübnan'da da bir şube açma girişimlerini başlatmıştır. Toplantıda Heyva Sor'un daha etkin bir kuruluş haline gelmesi
için daha fazla desteğe ihtiyacı olduğu vurgulanmıştır275.

Kürt Kızılayı 2003 Ocak ayı içerisinde KADEK Lübnan yapılanmasınca Beyrut'ta Hilal El Ahmar (Kürt
Kızılayı) adıyla hayata geçirilmiş ve Heyva Sor a Kürdistan adına poliklinik açmıştır.

Sözde Kürt Kızılayı örgüt faaliyetlerine destek vermek amacının yanı sıra örgüte meşruiyet
kazandırma çalışmaları yapmak doğrultusunda kurulmuş ve bu yönlü olarak faaliyetlerini sürdürmeye devam
etmiştir.

HÜNER-KOM (Kürdistan Sanatçılar Birliği)

YDK'ya bağlı oluşumlardan olan HÜNER KOM, 2. Olağan Kongresini, 19-20 Ekim 2002 tarihleri
arasında, Almanya’nın Duesseldorf kentinde bulunan Gençlik Merkezi tesislerinde gerçekleştirmiştir.

HÜNER-KOM'un faaliyetleri kapsamında; daha önce Irak'ın Kuzeyindeki kamplarda ve MKM


bünyesinde örneklerine rastlanan sözde Kürt Ulusal Korosu çalışmaları çerçevesinde, Almanya'nın Köln kentinde
Kürt Kültür Akademisi bünyesinde sözde Kürt Ulusal Çocuk Korosu kurulmasına yönelik kararlar alınmış ve
akabinde bu yönlü olarak çalışmalar başlatılmıştır.

Öte yandan KNK tarafından 10 Aralık 2002-15 Şubat 2003 tarihleri arasında yürütülmesi hedeflenen
"Öcalan'ı Sahiplenme ve Savunma Kampanyasının” HÜNER KOM tarafından çeşitli etkinliklerle desteklenmesi
kararlaştırılmıştır276.

YHK (Kürdistan Hukukçular Birliği)

Özellikle örgüt yandaşı Avukatların çoğunlukta olduğu YHK esasında YDK'ya bağlı bir alt kuruluş
olarak faaliyet sürdürmesine karşın, bu durumu gizleme gereği duymuştur.

Nitekim 16 Kasım 2002 tarihinde gerçekleştirdiği kongresinde divan başkanlığı yapan KNK üyesi
Zübeyir Aydar, 2002 Aralık ayı içerisinde yapılacak olan, KNK Genel Kurul toplantısına, YHK'nın da bir temsilci
göndermesini talep etmiş ancak, YHK üyeleri bu talebin kendi tüzüklerine aykırı olması, hukuki açıdan YHK'nın
KNK ile organik bağı olamayacağından talebi ret etmişlerdir.

275
KADEK, "Heyva Sor lO. Olagan Genel Kurul Belgeleri, 11 Ekim 2002
276
KADEK, "HÜNERKOM 2.Olagan Genel Kurul Belgeleri, Kasım 2003

546
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Kürdistan Hukukçular Birliği, 16 Kasım 2002 tarihinde Almanya’nın Köln kentinde 6. Kongresini
gerçekleştirmiştir. Kongrede, Kürtlerin bireysel başvuru yaparak anadil hakkı talep etmesi istenmiştir

Almanya Kriminal Mahkemesi tarafından, KADEK'in yan kuruluşu olduğu gerekçesiyle kapatma
davası açılan Kürdistan Hukukçular Birliği dönem itibarıyla faaliyetlerini sürdürmeye devam etmiştir

YEK-KOM (Almanya Kürt Dernekleri Federasyonu)

Bilindiği üzere KON-KURD'un Batı Avrupa'nın hemen hemen her ülkesinde kendisine bağlı bir
dernekler federasyonu bulunmaktadır. YEK-KOM da bu dernek federasyonlarından biri olarak Almanya'da
örgütlendirilmiştir. Her ülkede faaliyet sürdüren YEK-KOM dengi federasyonların tümü yerine örnek olması
kabilinden sadece YEK-KOM ve FE-KAR’a yer verilmiştir.

YEK-KOM 9. Kongresi 13 Temmuz 2002 tarihinde Almanya'nın Essen kentinde (65) derneği temsilen
(399) delegenin katılımıyla gerçekleştirmiştir. Kongrede yeni merkez ve bölge yönetimleri belirlenmiştir.

YEK-KOM 10. Kongresi, Almanya’nın Bonn kenti Troisdorf kasabasında (63) derneği temsilen (502)
sözde delegenin katılımıyla, 19-20 Temmuz 2003 tarihleri arasında gerçekleştirilmiştir.

Ağustos 2003 tarihinde ise YEK-KOM’un desteği ile Avrupa 4. Kadın Konferansı yapılmıştır277.

İsviçre Kürt Dernekleri Federasyonu (FE-KAR)

Kürt Dernekleri Federasyonuna bağlı olarak İsviçre’de faaliyet gösteren Langenthal Kürt Derneği
binasında gerçekleştirilen bir toplantı neticesinde, FE-KAR ve bağlı dernekler içerisinde, yeni görev dağılımları
yapılmıştır. Buna göre örgütün kampanyalarına daha etkin katılma hedeflenmiştir.

KÜRT-PEN (Kürt Yazarlar Birliği)

Sözde Kürdistan’ın dört parçaya bölündüğü varsayımından hareketle, Kürdistan’ın sözde ulusal
edebiyatını biçimlendirmek ve geliştirmek amacıyla, bu işin icracıları oldukları iddia edilen Kürtçü yazarları bir araya
getirerek, Kürt edebiyatını uluslararası platformlara taşımaya çalışan Kürt PEN çeşitli etkinliklerle faaliyetlerini
sürdürmüştür.

Belirtilen çerçevede faaliyetlerini sürdüren KÜRT-PEN, Almanya’nın Berlin kentinde bulunan


Edebiyat Evi'nde Kürt Pen 5. Olağan Kongresini gerçekleştirmiştir. Kongrede örgüt sözde mücadelesinde öne çıkan
olguların edebiyat alanına aktarılması yönünde kararlar alınmıştır.

277
27 Ağustos 2003 Tarihli Abdullah Öcalan’ın Avukatları İle Görüşme Notu

547
FARUK ARSLAN

YRK (Kürdistan Gazeteciler Birliği)

Örgüt yandaşı gazeteciler tarafından Şubat 1996 tarihinde Almanya’nın Köln kentinde gerçekleştirilen
bir toplantıda Kürdistan Gazeteciler Birliği adıyla bir yapının kurulması sağlanmıştır. Geçmişte ERNK'ya bağlı olan,
YRK dönem itibarıyla YDK bağlı bir alt örgüt olarak faaliyetlerini sürdürmüştür.

KADEK döneminde YRK olağan kongresini gerçekleştirmiştir. Kongreye yurt içinde, kapatılan Özgür
Bakış Gazetesi imtiyaz sahibi Halis Doğan, 2000'de Yeni Gündem Gazetesi imtiyaz sahibi M. Emin Yıldız ve Yedinci
Gündem Gazetesi imtiyaz sahibi Hıdır Ateş isimli örgüt yandaşları da katılmıştır.

Örgüt bu tür oluşumları meydana getirirken birden fazla amaç gütmektedir. Bir yönüyle bahse konu
sahaya yönelerek hedef kitleleri etkilemeye ve saflarına kazandırmaya çalışırken diğer yandan, muadili kuruluşlar
ile PKK’yı temasa geçirmeyi hedeflemiştir.

YXK-Kürdistan Öğrenciler Birliği

Avrupa'nın çeşitli ülkelerinde okuyan Kürt orijinli öğrencileri örgüt saflarına çekmek ve bu faaliyetler
esnasında paravan bir oluşumun varlığından istifade etmek amacıyla oluşturulan YXK isimli örgütlenme Avrupa
çapında örgütsel varlığını hissettirmeye çalışmıştır. Örgütün cephe yapılanması olan YDK'ya bağlı alt oluşumlardan
biri olarak faaliyetlerini sürdüren Kürdistan Öğrenciler Birliği 29–31 Mart 2003 tarihlerinde Almanya’nın Oldenburg
kentinde 9. Kongresini gerçekleştirmiştir.

Kongre sonuç bildirgesinde, ilerleyen dönemlerde geniş öğrenci kesimlerinin örgütlenmesine yönelik
etkin çalışma yürütülmesi, Kürt sorununun dünya kamuoyuna mal edilmesi amacıyla yabancı kurum, kuruluş ve
öğrenci hareketleriyle irtibata geçilerek Kürt tarihinin ve kültürünün tanıtılması ve korunması ile Kürt dilinin
geliştirilmesi için bilimsel çalışmaların yapılması yönünde kararlar alınmıştır. Nitekim YXK Batı Avrupa ülkelerinde
YXK birimlerini oluşturmaya başlamış, bu meyanda Almanya'nın Marburg, Manheim, Frankfurt gibi örgütün sözde
güney eyaletinde bulunan kentlerde okuyan öğrenciler bir araya getirmiştir.

YCK (Kürdistan Gençler Birliği)

Daha çok yurt içi faaliyetleriyle ön plana çıkan YCK'nın faaliyetleri, gençler arası sportif karşılaşmalar,
tiyatro ve folklor gösterileri ile benzeri etkinlikler, yayın çalışmaları gibi çalışmaları Avrupa sahasında sürdürülmek
şeklindedir.

Kürdistan Gençler Birliği (YCK)'nin, 7-15 Mart 2003 tarihleri arasında gerçekleştirdiği 5. Kongresinin
sonuç bildirgesinde özetle, Kürt gençliğinin döneme müdahale ederek sivil itaatsizlik eylemlerine öncülük yapmayı
ve sözde bahar atılımının yükseltilmesine karar verildiği, bunun içinde Kürt gençlerinin görev ve sorumlulukların
üstlenmeye çağrıldığı şeklindeki hususlara yer vermiştir278.

278
KADEK, "YCK 5:Kongre Belgeleri”, 28 Nisan 2003

548
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

CİK (Kürdistan İslam Toplumu)

PKK terör örgütü 1991 yılında gerçekleştirdiği 4. Kongrede aldığı kararla yoğunlaştırdığı siyasi atağını
devam ettirmek, diğer Kürt gruplarını ve oluşumlarını yanına
çekmek amacıyla Güneydoğu Anadolu Bölgemizde yaşayan
vatandaşlarımızın dini duygularını istismar etmeye yönelik kurmuş
olduğu Mollalar-İmamlar Birliği, Din Yayanlar Örgütü, Dindarlar Birliği
gibi oluşumları birleştirerek, Kürdistan İslami Hareket (KİH)
(Hareketa İslamiye Kurdistan) ismi ile yeni bir oluşum meydana
getirilmeyi planlanmıştır.

Bu planın gündeme gelmesinde öncelikli olarak İran istihbaratının talepte bulunduğu iddia edilmektedir.
İranlı yetkililer örgütün taleplerinin karşılanması için din anlayışıyla hareket eden bir yapının kurulması ve
böylelikle Sünni değerlerin tahrip edilmesinin etkili olacağını belirtmişlerdir.

Dolayısıyla da bu dönemden sonra yayınlanan tüm değerlendirme notlarında İran kaynaklı din inancı
övülürken, Sünni İslam inancına yönelik bir saldırı başlatılmıştır. Yeni kurulacak ve İslam dinini referans alacak
yapının da dinin özünü tahrif etme ve inançlı halkı farklı sapık bir anlayışı yönlendirmesi amaçlanmıştır.

Gazeteci Oral çalışlar ile Abdullah Öcalan arasında yapılan bir röportajda, Öcalan, İran devleti ile olan
yakınlaşmalarının ipuçlarını vererek, İran’a yakınlaşılması gerektiği üzerinde durmuştur.

Bu çerçevede Kuzey Irak'ta 1993 yılında gerçekleştirilen KUM (Kürdistan Ulusal Meclisi)
çalışmalarında din komisyonu adıyla bir komisyon teşekkül edilmiş ve Abdurrahman DÜRRE başkanlığa
seçilmiştir.

Bu çerçevede 27 Temmuz - 9 Ağustos 1993 tarihleri arasında, örgüt yanlısı fikirlere sahip olan sözde din
adamları bir araya toplamış, yurt dışından da katılımların olduğu toplantı sonrası KİH-Kürdistan İslami
Hareket adıyla yeni bir oluşumun kurulduğu ilan etmiştir.

Örgüt tarafından yapılan açıklamada Hareketin amacının: “İslam dini anlayışının devrimci özelliklerini ve
esprisini anlatmak, emperyalist ve sömürgeci kesimlerin dini istismar etmelerini engellemek ve Kürt kökenli din
adamlarının Kürdistan Ulusal Kurtuluş mücadelesinde örgütlenmek suretiyle aktif rol almaları sağlamak olarak” ifade
edilmiştir.

Kongrede ayrıca;

549
FARUK ARSLAN

Kürdistan İslami Hareketin manevi liderinin Seyda Mele Evdıllah'e xerzi-Tımoki olduğu kabul
edilmiştir. KİH'in kuruluş kongresinde;

“1-Yurtsever ve İslami Hareketin gelişmesine ve örgütlenmesine destek verilmesi,

2-İslamiyet adına hareket edip özünde devlete hizmet eden ve örgüte karşı olan çeşitli güçlerle
mücadele edilmesi,

3-Devletin din maskesi adı altında halka ve terör örgütü PKK’nın faaliyetlerine karşı yürüttüğü anti
propaganda ile bu amaçla oluşturulan kurumların teşhir edilmesi,

4-Ortadoğu'da antiemperyalist, anti sömürgeci, anti Siyonist karakterli, çeşitli İslam hareketleri ile
taktik düzeyde de olsa ilişki geliştirmesi” şeklinde ifade edilen kararlar alınmıştır.

KİH tarafından, Devletin Kürt orijinli vatandaşlarımızın haklarını sözde gasp ettiği, baskı ve zulüm
yaptığı iddiaları ile İslam dininin her zaman zulmün karşısında, mazlumun yanında olmayı emrettiğinden

bahisle terör örgütü PKK’nın sürdürmüş olduğu faaliyetlerin İslam dininin gereği olduğu, bu meyanda; sözde
mücadelenin zulme, sömürgeye, köleliğe, adaletsizliğe ve ahlaksızlığa karşı verildiğinden bahisle meşru
olduğu, İslam dinindeki cihadın benzeri olarak kadın-erkek tüm Kürt Halkının ve Müslüman'ım diyen
herkesin bu mücadeleyi gücü nispetinde desteklemesinin ve Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesinin fiilen
İşgal ve zulüm altında olduğu bu nedenle kadın erkek her kürdün gücü oranında malı ve canı ile sözde
mücadelede yer almasının farz olduğunu belirtilmiştir.

26 Aralık 1993 tarihli Kürdistan İslami Hareketi imzalı bildiride “1991 yılında Kürdistan Dindarlar Birliği
olarak adım attığımız örgütlenmeyi, Temmuz 1993 ayı içinde Kürdistan topraklarında yaptığımız kongre ile Kürdistan
İslami Hareketine dönüştürerek program ve tüzüğe ulaştırdık” denilmiştir.

550
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Kuruluşunun akabinde, Kürdistan İslami Hareketi adlı yapılanmanın yayılması ve kökleşmesi için
bölge halkınca tanınan ve bilinen şahıslar tarafından metropol ve diğer şehirlerde, faaliyet göstermek için
gruplar oluşturulmuştur. Akabinde de hareketi meşrulaştırmak amacıyla Almanya, Mısır, Suudi Arabistan,
Romanya ve bazı ülkelerde örgütün desteği ile Kuran Kursu, dernek, camii, vakıf ve dershane gibi legal
kurumların faaliyete geçirilmesi planlanmıştır.

Kürdistan İslami Hareketin Gelir Kaynakları; aidatlar (her üyeden alınan aylık ve senelik aidatlar),
bağışlar, Kurban derilerinin toplanmasından elde dilen gelirler, neşriyat ve yayınlardan elde edilen gelirler,
vakıf ve ticari kaynaklardan elde edilen gelirler. İslam dininde belirlenen zekat, fitre, sadaka ve benzeri mali
vecibelerden elde edilen gelirler ve uluslar arası yardım kuruluşlarından (UNESCO, diğer ülke Kızılayları,
Kızılhaç, Kiliseler Birliği vb.) yardım temin edilmesi ile elde edilen gelirlerdir.

Örgüte üye militanlar tarafından; KİH’'ni halka tanıtmak amacı ile terör örgütü PKK adına kırsal alanda
silahlı faaliyet gösteren ve güvenlik kuvvetleri ile girdikleri silahlı çatışmalarda ölen örgüt mensuplarının
yakınlarına maddi ve manevi yardımda bulundukları, sözde Kürdistan da bulunan Camii ve derneklerde örgüt
lehine dini vaazlar vermeyi planladıkları yine terör örgütü adına yurtdışında yayın yapmakta olan MED
Tv/ROJ Tv'de dini konuları içeren programlar yayınladıkları ve Avrupa'da yayınlanan KİH'in yayın organı
durumunda olan BAWERİ adlı dergi ve www.baweri.com ile www.bawerihikl993.tripod.com Internet adresi
aracılığı ile de propaganda yapmaya çalıştıkları bilinmektedir.

Kürdistan İslam Hareketinin Tüzüğü , yapının PKK’nın bir alt örgütlenmesi olduğunu ortaya
koymaktadır.

“Madde 1) Kuruluşun ismi: " Kürdistan İslam Hareketi " dir.

Kürdistanlı Yurtsever Din Alimleri 1993 Temmuz ayında biraraya gelerek Kürdistan İslam Hareketi
adı altında bu Dini Şurayı kurmuşlardır.

Madde 2) Amacı: İslam dininin asr-ı saadet anlayışını, onun devrimci özelliklerini ve esprisini
anlatarak, emperyalistlerin ve sömürgecilerin her türlü din istismarcılığını önlemek, Kürdistanlı din
alimlerinin Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesinde örgütlenerek aktif rol oynamalarını sağlamaktır.

Madde 3) Kuruluşu: Kongre Kürdistan İslami Hareketi'nin en yüksek organıdır. Kongre kendi içinden
onu (10) asil, beşi (5) yedek onbeş (15) üyeden müteşekkil Yüksek Şurayı belirler. Bu şura fetva kurulu ve idari-
siyasi kuruldan oluşur.

Madde 5) Yüksek Şuranın Görevleri:

a) Kongrenin almış olduğu kararları uygular,

b) Programdaki belirlemelere göre işbölümüne gider. Kendisini Kürdistan'da ve yurt dışında örgütler;
bölge şuraları ve mahalli komiteleri açar, onları denetler,

551
FARUK ARSLAN

c) Kürdistan'daki ve dünyadaki bütün dinlerin temsilcilikleri, kurum ve kuruluşları ile ilişkiler kurar;
yakınlık sağlamaya çalışarak, Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesine destek kazanmaya uğraşır,

d) Eski Kürdistan medreselerini faaliyete geçirerek harekete kadro yetiştirir. Kur'an kursları açar.
Seminer ve konferanslar düzenler,

e) Vakıflar açar; hac seferleri düzenler ve bu gibi faaliyetleri için kararlar alır.

f) Kürdistan'daki camilerde verilecek vaaz ve okunacak hutbeleri bölgesel organları vasıtasıyla hazırlar,

g) Hareketi olağanüstü durumlarda olağanüstü kongreye çağırır; şartlar oluşmadığında olağan


kongreyi başka bir tarihe erteler,

h) Önemli dini konularda fetva verir.

Madde 6) Üyelik:

A) Hareketin üyelerinde aranan vasıflar

1) Müslüman olmak, 2) Yurtsever olmak, 3) Kürdistan ulusal kurtuluş mücadelesine ihanet etmemek,
4) Gücü oranında Hareketi desteklemek.

Madde 14) Hareketin Gelir Kaynakları:

a) Aidatlar,

b) Bağışlar,

c) Neşriyattan elde edilen gelirler,

d) Vakıf ve ticari kaynaklardan elde edilen gelirler,

e) İslam dininde belirlenen mali vecibeler,

f) Uluslararası yardım kuruluşlarından sağlanan gelirler” olarak ifade edilmiştir.

Örgüt mensupları tarafından 26 Şubat 1999 tarihinde İstanbul Beşiktaş ilçesi Etiler Nispetiye Caddesi
Seher Yıldız sok. no:6 sayılı yerde faaliyet gösteren Harward Cafe'ye patlayıcı madde atılması ve silahla ateş
edilmesi eylemi gerçekleştirilmiş, polisin yaptığı çalışmalar sonucunda 05 Mart 1999 tarihinde M. İ. ve A. B.
isimli şahıslar ile 31 Mart 2005 tarihinde A. T. isimli şahıs yakalanmış ve akabinde de tutuklanmışlardır.

552
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

26 Şubat 1999 tarihinde yakalanan M. İ., A. B., Z. M. isimli kişiler ifadelerinde; “Kürdistan İslami Hareketi,
PKK terör örgütü ile ilişkili içerisindedir. Örgütün yayın organı olan MED TV’de KİH adına yayınlar yapılmaktadır. Bu
yayınlarla insanlar dini duygularını istismar ederek örgüte çekilmektedirler. Örgüt kanalı ile her üyeden aylık ve senelik
aidatlar alınır ve halktan maddi yardım toplanır. Örgüte ait BAWERİ adı ile çıkartılan dergi satışından ve diğer çıkartılan
dini içerikli yayınlardan gelir elde edilir. Elde edilen gelirlerin PKK adına kırsal alanda silahlı faaliyet gösteren örgüt
mensupları ile güvenlik güçleri ile girdikleri çatışmada ölen PKK örgüt mensuplarının yakınlarına yardımda bulunulması
amacıyla yollanır. Biz 1998 yılında kapatılan HADEP partisinin kongresinde kongreye katılanlara KİH’e ait bildiri dağıttık,
1999 yılında Abdullah Öcalan’ın yakalanmasını protesto etmek amacıyla eylem yapma kararı aldık...” şeklinde beyanlarda
bulunmuşlardır.

PKK terör örgütü HİK’i oluşturduktan sonra PKK karşıtı olan ve Kürtlerden oluşan PİK’i (Partiye
İslamiye Kürdistanı) ele geçirmeye çalışmış, bu amaçla hırsızlık
kaydı olmasına rağmen dindar bir görüntü altında faaliyet gösteren
PİK’li Hikmet Yıldız (Serbılınd) ile ortak bir eylem planı
hazırlamıştır. Bu amaçla Hikmet Yıldız, Abdurrahman Dürre,
Mehmet Can Sönmez (Melle Can) ve Zubeyr Aydar Köln’de bir
lokantada görüşerek hazırlıklar yapmıştır. Örgütün hazırladığı bu
plan PİK yönetimince fark edildiğinden plan
gerçekleştirilememiştir.

Örgütün manevi lideri olan Abdurrahman Dürre daha


sonra PKK’dan ayrılarak Öcalan’a muhalif olmuş, akabinde de
kırsalda olan oğlu Berzan Durre Duran Kalkan tarafından Hınere
kampında öldürülmüştür.

Kürdistan İslam Hareketi (KİH), 01 Mayıs 2005 tarihinde Almanya'nın Hagen Kenti'nde bulunan Şêx
Mah Medeni Cami'nde iki gün süren kongrenin ardından ismini Kürdistan İslam Toplumu-CİK (Civaka
İslamiye Kurdistan) olarak değiştirmiştir. CİK Başkanlığına Melle Şafii seçilmiş, Kongre'de Melle Abdullah
Xerzan (Pipuki) ile birlikte Şeyh Sait, Şeyh Mehmedi, Emin Bingöl ve Melle Muhyettin de manevi lider olarak
kabul edilmiştir.

553
FARUK ARSLAN

Melle Şafi, aslen Muş'un Varto’lu olup, emekli olduktan sonra HADEP yönetiminde de yer almış ve 2002 yılından
beride Almanya'da yaşamaya başlamıştır.

CÎK

Başkanı Melle Şafîî tarafından Dortmund’da 27 Kasım 2006 tarihinde PKK’nin kuruluş yıldönümü dolasıyla
yapılan açıklamada; ‘’Biz şuna kanaat getiriyoruz ki, PKK'nin kurulması meşru bir partidir, Allah'ın buyurduğu haklı ve
meşru davalardan bir dava için mücadele ettiğini inanıyoruz. Müslüman Kürt halkının dilinin ve kültürünün yasaklandığı
ve bir halk olarak hakkı ve hukuku hiçe sayıldığı inkar edildiği bir dönemde, PKK'nin zulümkar bir rejime yani devlete karşı
savaştığını ve bunun da Kürt halkının özgür ve eşit hakları için olmuştur. Kürt halkı PKK'nin mücadelesine sahip çıkmalıdır
ve kendi hakkı için meşru savaşı vermelidir” ifadeleri ile CİK’in örgütün bir alt örgütlenmesi olduğunu ima etmiştir.

CİK örgütünün PKK terör örgütünün paravanı olduğu ve örgütün dine bakışı örgüt mensuplarının
ifadelerine de yansımıştır. Bu çerçevede N. A. Adlı üst düzey bayan örgüt mensubunun ifadesinde örgütün dine
bakışı hakkında; “Namaz ve oruç gibi dini vazifeler örgüt içerisinde istisnalar dışında uygulanmamaktadır. Çünkü
gerillanın yaşam tarzı, sürekli hareket halinde oluşu, her zaman yiyecek ve temizlik gibi imkânlar olmayışı doğal olarak bu
dini vazifeleri uygulamamayı getirmektedir. Bu da zaman içerisinde dinden kopuk örgüt mensupları gibi bir görüntüyü
ortaya çıkartmaktadır…

Sosyalizm ideolojisi doğal olarak materyalist bakış açısını koruduğu için dine karşıdır. Örgütün ideolojisi de bilimsel
sosyalizm temelinde olduğu için din konusunda böyle bir yaklaşımı öne çıkartsa da, bu konuda bilinen sosyalist anlayışın
aksine katı değil de esnek bir yaklaşımı içinde barındırmaktadır. Çünkü dini ret etmesi oldukça derin bir İslamiyet anlayışı
olan Kürt halkını kazanmak konusunda zafiyete düşmesi demektir. Bu açıdan söylemde dine karşı çıkmamış fakat
uygulamada dini referanslı kişilere tepkiyle yaklaşmıştır.

Örgüt içerisinde diğer dinlere de ilgi bulunmaktadır. Hz. İsa’ya, Zerdüşt inancına ve Zerdüşt’ün kendisine ilgi
vardır. Örneğin; Suriyeli Kürtlerde Suriye’nin yapısından kaynaklı haç takmak, Hz. İsa’nın resmini asmak aile ortamından
gelen çok doğal bir olgudur. Diğer yandan İslamiyet’ten önce Türklerin dini nasıl Şamanizm ise, Kürtlerin de dini inancı
Zerdüştlüktür. En azında bize böyle anlatıldı. Bu anlamda başlangıç inancına ilgi, bunu araştırma, Zerdüşt’ün Kürt
toplumu üzerinde geliştirdiği etkiler önemsenmekte ve günümüzün inancı ile de harmanlanmaktadır. Özellikle Zerdüştlük,

554
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

hem Kürtlerin İslamiyet öncesi dini olması ki bugün yezidi Kürtler bu inanç üzeri yaşamaktadırlar, hem de felsefik olarak
önemli temaları içinde bulundurması, örgütün ve Abdullah Öcalan’ın eğilimini geliştirmiştir. Nedenlerine gelince ise;

Birincisi; Zerdüşt öğretisi hem bir dini inanç hem de felsefe olarak ele alınmaktadır. Zerdüşt’ün kendisi hem bir
filozof, hem de bir peygamber olarak tanımlanmaktadır ve felsefenin çıkışı Atina olarak değil, Ortadoğu olarak
ifadelendirilmekte, Zerdüşt ise Ortadoğu ve Avrupa arası felsefeye geçiş aşaması olarak tanımlanmaktadır. Zerdüşt’ün
Avesta isimli gatalarının incelenmesi ve Zerdüşt felsefesinin derinliğinin anlaşılması, örgüt içerisinde kimi akademilerde
ayrıca ele alınmıştır. Bu felsefede özellikle Zerdüşt’ün zıtların birliğine dayalı yaşama, insana ve doğaya bakan diyalektik
bakış açısı önemsenmektedir… Elbette daha da açılacak bir konu olan bu felsefik yaklaşım örgüt içerisinde bir eğitim konusu
olarak ele alınmakla birlikte, İslamiyet’in önüne çıkartılmamaktadır. Örgüt mensuplarının Zerdüştlüğe ilgisi olmakla
birlikte, herkes bir dini inanç olarak Zerdüştlüğe tapma durumunda değildir.

Diğer bir önemli konuda örgütün değerlendirmesine göre; İslamiyet başlangıçta Ortadoğu açısından bir ilericilik
yaratmışsa da (felsefe, tıp, matematik, vb.) bir süre sonra içe kapanmayı ve muhafazakârlığı yaşamıştır. Bundan dolayı bu
tutuculuğun hem Ortadoğu hem de Kürt halkı üzerinde yarattığı etkiler örgüt içerisindeki eğitimlerde kapsamlı olarak ele
alınmaktadır. Bu açıdan örgütün özellikle Sünniliğe karşı olumsuz bir bakışı vardır.

Örgüt içerisinde din ve inanç olgusuna yer verilmediği gibi bir sonucu ortaya çıkartan diğer bir etken de, örgüt
içerisindeki ideolojik eğitimin sosyalizm temelinde olmasından kaynaklı olarak süreç içerisinde gerçekleşen ideolojik
bilinçlenme din olgusunu daha geri plana itmektedir. Yukarıda belirttiğim hususlar doğrultusunda şöyle bir istatistik
yapacak olursak;

Sünnilik: %50 civarında olup, bu oran sizin algıladığınız şekilde bir İslamiyet inancı değildir. Allah inancı esas
olmak üzere Peygamber ve dini referansları daha farklı ele alır. Allah, Peygamber ve din konusunda normal Sünni inancından
ayrışmaların ve farklı görüş ayrılıklarının olduğu şekliyle bir İslam inancıdır.

Alevilik: %30 civarında olup, bu kesim daha çok Türkiye üzeri Tunceli, Malatya, Bingöl, Adıyaman, Sivas,
Kahramanmaraş katılımlardır. Alevilik konusunda sonuna kadar bağlı ve tutucudurlar. Hatta örgüt içerisinde bu tutumları
çoğu zaman mezhepçilik yaklaşımını öne çıkartmaktadır. Kültürel ve eğitim düzeyi olarak kendilerini çok ileri olarak ele
alırlar, Sünni kökenlileri ve diğer dinleri küçümserler. Aleviliği bir ayrıcalık olarak görürler, hatta Alevilik olgusunu,
Kürtlük olgusundan önde tutarlar. Alevilik konusunda gelişen eleştirilere açık değillerdir.

Yezidiler: %5 civarında olup, daha çok Suriye, Mardin, Batman katılımlardır. Hem sayılarının az oluşu hem de
güncel bir dini inanç olmayışı fazla bu dini etkin kılmamakla birlikte, yukarıda belirttiğim Zerdüştlüğe ilgiden kaynaklı
belirli bir ağırlığı taşımaktadır.

Materyalizm: %15 civarı olup, dini inancı olmayan kendince hiçbir dini kabul etmeyen bir kesimdir. Daha çok
ideolojik dönem katılımları böyledir.“ şeklinde ifade edilmiştir.

555
FARUK ARSLAN

Buna göre örgüt militanlarının yarısı Sünni kökenli olmasına karşın, İslam’ın Sünni inancı dışına
çıktıkları ve kendilerine göre yeni bir inanış türü geliştirdikleri, bu şekilde meydana getirdikleri değişikliğe
rağmen neredeyse tamamının ibadet etmedikleri, diğerlerinin ise İslam inancına tamamen karşı oldukları ortaya
çıkmaktadır.

Konu ile ilgili olarak örgütün eski merkez komite üyesi Baki Karer; “Egemen güçlerin izlediği seyre bağlı
olarak PKK’nin de eşzamanlı bir biçimde aynı taktikleri ve yöntemleri izlemesi beklenen bir durumdu. Abdullah Öcalan,
SSCB’nin yıkılmasıyla birlikte artık sosyalizm maskesini bir tarafa bırakıyor, yerine İslamcı maskeyi takıyordu. İslamcı
fırtınaların hızına kapılarak hemen tüm konuşmalarında ve demeçlerinde İslamcı düşünceyi işlemeye başlamıştı. 90’lı yılların
başından itibaren güdümlü birçok İslamcı grup PKK’nin yedeğine verilmişti. Sosyalizmi eleştirilip yerden yere vuran A.
Öcalan, kendisini son peygamber olarak ilan etmeyi de ihmal etmiyordu. Hatta zaman zaman peygamberlikle yetinmeyi az
buluyor, tanrılığa kadar yükseliyordu. Bunu müritlerine onaylatmaktaysa hiç zorlanmıyordu…279” derken,

Öcalan kendini ikici bir kişi olarak ele alarak, kendisini kitlesine anlatmaya çalıştığı bir kitabında; “Hiç
bir felsefi tanımlama veya teorik yargı, tek başına Abdullah Öcalan’ı tümüyle kendi kapsamına alacak bir genişliğe sahip
değildir. Bunun anlaşılması için ise, deyim yerindeyse insanın bugünkü sistem çerçevesi dahilinde oluşmak zorunda
bırakılmış bir anlama gücü yetmemektedir. Başkan Apo’nun gerçeği, sadece onun sözle dile getirdiği teorik literatürün
toplamı bir gerçek olmaktan son derece uzaktır ve bu türden bir yargı olayın anlaşılmasında eksiklik yaratmaktan da öteye,
oldukça yanılgılı sonuçlara götürecektir. Onun tanrısal bir güç olarak değerlendirilmesinin en başlıca bir sebebi de Onun
anlaşılmasının zorluğundan kaynaklanmaktadır.280”

Yine diğer bir kitabında İslam dini için; “Hz. Muhammed İslamiyet’le birlikte, Allah kavramına ağırlıklı olarak
devrimin politik ve askeri niteliğini çağrıştıran sıfatlar eklemiştir. Kahhar, Hakim, Malik gibi sıfatlar İslamiyet’le birlikte
eklenen askeri ve politik özelliklerdir. Ezel, ebed, yaratılmamışlık, şah damarından daha yakınlık, Greek felsefi düşüncesinin,
özellikle Eflatun ve Aristo felsefesinin etkilerini yansıtan teolojik kavramlardır.281”

“Bir şeyin varlığına aşırı bağlılık her zaman kuşkuyu bağrında taşır. Ölçüsüzlük, doğru olmamaya da işaret
etmektedir. İslamiyet’in Allah inancı önemli ölçüde felsefi düşünceye dayanınca, kendiliğinden kuşkuculuğa düşülmüş
olmaktadır. Hz Muhammed bu nedenle Allah’ın varlığı ve birliği konusunda hiçbir peygamberde görülmeyen bir çaba
harcamaktadır. Sıfatlarını saymaktan tutalım, yaşam ve çalışma tarzına, ebedi ve ezeli olmasından tutalım, her şeyi
yaratmasına kadar Allah üzerinde durmakta ve tanımlamaya çalışmaktadır. İnsanın şunu sorası geliyor: bu kadar bilen,
yaratan, hakim bir Allah, neden kendini kullarına açık bir izahla kabul ettirmiyor da, son peygamberi yoluyla zor bela kabul
ettirmeye çalışıyor…282”

279
Baki Karer, Bir Sosyolog, Bir Örgüt ve Kürt Yıkımı, Baki Karer, s.90
280
Abdullah Öcalan, Devrimin Dili ve Eylemi adlı Kitaptan.
281
Abdullah Öcalan, Sümer Rahip Devletinden Demokratik Halk Cumhuriyetine Doğru, C. I., s.187.
282
Abdullah Öcalan, Sümer Rahip Devletinden Demokratik Halk Cumhuriyetine Doğru, C. I., s.188.

556
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

“Muhammed'in geçeceği her yola dikenler ekilmesi ve öldürülmesine karar verilmesi üzerine Mekke'den hicret
gündeme gelir ve yol boyunca birçok pusu aşılarak Medine'ye ulaşılır. Muhammed orada devrimini örgütleme çalışmalarına
hız verir ve ilk soygun eylemini, Bedir Savaşını yürütür…283” gibi ifadeleriyle Öcalan aslında dine nasıl batığını ortaya
koymaktadır.

Örgüt tarafından dinden uzaklaştırılan bu kişiler zamanla tüm inançlarını kaybederek, birçoğu inançsız
duruma gelmektedir. Fırat Haber Ajansı tarafından 2006 yılında Türkiye, İran ve Irak’ta faaliyet gösteren 300
PKK’lı teröriste yapılan bir anket çalışmasında, militanlara inançları sorulmuş ve alınan cevaplarda;

Zerdüşt % 34

Hz. İsa (a.s.) % 34

Mani % 11

Hz. Muhammed (s.a.v) % 10

Hz. Musa (a.s.) % 7

Hz. İbrahim (a.s.) % 4 şeklinde bir sonuç ortaya çıkmıştır. Bu durum bile örgütün kurduğu HİK veya CİK
adlı yapılanmaların dindar Kürt halkını yönlendirmek için kullanılan ve gerçekte İslami inanışla ilgisi olmayan
yapılar olduğunu göstermektedir.

KARSAZ (Kürdistan Uluslararası İşverenler Birliği)

PKK terör örgütünün ele alındığı bir çalışmada yer alması gereken en önemli konulardan biri de
örgütün mali kaynakları ile ilgili bilgilerdir. Bu açıdan bu kitapta örgütün mali kaynakları ile ilgili kısa bir bilgi arz
edilecektir. Terör örgütünde hali hazırda; HPG’ye bağlı 7 bin civarında silahlı militanın yanı sıra, KCK, DYG, DTK,
Siyaset Akademisi, CDK gibi üst örgütlenmelere bağlı on binlerce militan faaliyet göstermektedir.

Bu yapılara bağlı olarak faaliyet gösteren KON-KURD, YEK-KOM, Mala-Kurde, Kürt Enstitüsü, Roj
Tv v.b. kurumların faaliyeti için önemli miktarlarda gelire ihtiyaç vardır. Yine örgütün silah alımı, silahlı kamp
giderleri, lojistik ve gıda ihtiyacı düşünüldüğünde muazzam bir maliyeye sahip olma zorunluluğu görülmektedir.

283
Abdullah Öcalan, Seçme Yazılar-2, s. 19

557
FARUK ARSLAN

Örgüt ihtiyacı olan bu parayı çeşitli yöntemlerle elde etmektedir. Bunlar arsında uyuşturucu satışı,
insan kaçakçılığı, mali değeri olan eşya kaçakçılığı, İran-Irak-Suriye sınırından yapılan legal-illegal ticaretten elde
ettiği ve gümrük geliri diye adlandırdığı kaynak, özellikle Avrupa sahasından elde edilen zorla halktan alınan ve
vergilendirme diye tabir edilen paralar, bağışlar, düzenlenen gece ve organizasyonlardan elde edilen paralar, dergi
ve gazete satışından elde edilen gelirler, Türkiye’deki çeşitli belediyelerde yapılan usulsüzlüklerle elde edilen gelirler
şeklinde sıralayabiliriz.

Bunun yanında doğrudan örgüt tarafından


elde edilen gelirler, örgüte yakın kişilerin örgüt desteği ile
yürüttüğü çalışmalardan aldığı pay ile örgütün mali
destek sunarak, bu kaynakla örgüt adına ticaret yaptırdığı
bir kitle bulunmaktadır. Özellikle uyuşturucu işi yapıp, bu
süreçte örgütten destek alan çevreler elde ettikleri
gelirlerin bir kısmını örgüte aktardıkları gibi, bu paraların
aklanmasında da örgüt kaynaklarını kullanmaktadırlar.

Konu ile ilgili bilgi veren Z. K.; “…ayrıca


örgütün yayın organı olan Serxwebun isimli derginin satışından
elde edilen gelir kaynaklan, örgüt mensubu ses sanatçılarının
satmış oldukları kasetlerden elde edilen gelir kaynaklan bulunmaktadır. Benim bildiğim ses sanatçıları; Halil Xemgin, Şemdin,
Seyitxhan, Bese Şahin, Serkan, Xemdin Birhat, Şehribana Kürdi, Diyar, Ozan Cane ve bunlar gibi 100'e yakın ses sanatçısı
bulunmaktaydı. Yine örgüt tarafından düzenlenen gecelerde, yürüyüşlerde elde edilen gelir kaynakları bulunmaktaydı. Ayrıca
Rıza Altun'un kurmuş olduğu Kürt İşadamları Birliği olan KARSAZ'ın örgüte aktardığı gelir kaynakları bulunmaktadır.

Yine yılda bir sefer örgüt sempatizanlanndan alınan bir aylık gelirlerinin toplandığı aidatlar bulunmaktadır.
Örgütün televizyon kanalı olan ve Belçika'dan yayın yapan ROJ TV'nin sorumluluğunu Rıza ALTUN yapmaktadır…”
şeklindeki beyanlarıyla örgütün mali kaynaklarından bir kaçına vurgu yapmıştır.

Netice olarak örgütle bir şekilde mali konularda temas eden veya örgütün parasını aklayıp, bundan
elde ettiği payla ticaret yapmaya başlayan bir zümre ortaya çıkmıştır. Bu zümre gayri meşru zeminde elde ettiği kolay
parayı ticarette daha da geliştirerek, paranın suç kapsamından arınmasını sağlamayı amaçlamıştır.

Gerek elde edilen paranın aklanması, örgüte yakın kişilerin sahip olduğu mali kaynağın örgütün gücü
olarak kullanılması gerekse de ticaretin örgüt paralelinde denetim altına alınması amacıyla bir üst ticari kurumun
kurulması planlanmıştır.

Bu planlar özellikle PKK terör örgütünün Şubat 2000 tarihinde yapılan VII. Kongresinde ele alınmış,
Kongre sonrasında gerçekleştirmesi planlanan faaliyetlere ilişkin olarak hazırlanan "Dönemsel Faaliyet Planında”
Kürt sermayesinin aynı çatı altında toplanması amacıyla, ticari kuruluşların oluşturulması hususuna yer
verilmiştir284.

Örgütün Avrupa’da faaliyet gösteren üst yapılarından Kürdistan Ulusal Kongresinin 22-24 Ağustos
2000 tarihleri arasında Belçika’nın Bilzen kenti yakınlarında bulunan Alden Biesen Şatosu'nda yapılan 2. Genel Kurul
Toplantısında (15) maddelik sonuç bildirgesi belirlenmiştir.

284
Erhan Ergül, Kürdistan İsci Partisi (PKK) Terör Örgütü: Etnik Terörün Fikir Yapısı, Anatomisi Ve Siddet Stratejileri, Yüksek
Lisans Tezi- Bolu/2007

558
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

Bu toplantıda Kürt sermayesinin birleştirilmesi ve Kürt işadamlarının bir araya getirilmesi için bir
organizasyona gidilmesi kararı alınarak, en kısa sürede faaliyete geçilmesi istenmiştir.

Alınan kararlar akabinde, 30 Ağustos 2000 tarihinde İsviçre’nin Zürih kentinde, 30 kişinin katılımıyla
Kürt Esnaf ve İşadamları Birliğinin kurulduğu, birliğin 9 kişilik yönetim ve 3 kişilik denetim kurulu seçiminin
yapılarak, üyelik aidatının 50–150 İsviçre Frangı olarak belirlendiği görülmüştür.

Bunun akabinde 2000 yılı Ekim ayından bu yana hazırlık çalışmaları devam "Kongreya Abori Ya Kurd
(Kürt Ekonomi Kongresi)", 19–21 Ocak 2001 tarihleri arasında Hollanda/Rotterdam şehrindeki Hotel Inntel'de
yapılmıştır.

Kongre sonucunda "Kürt sermayesini bir çatı altında toplamak" amacıyla, Almanya merkezli olarak
faaliyet gösterecek "Uluslararası Kürt İşverenler Birliği (Yekitiya Karsazen Kurd a Natnetevvi - KARSAZ)" adı altında
bir organizasyon oluşturulması konusunda görüş birliğine varılmıştır.

KARSAZ, PKK terör örgütünün ekonomi alanındaki girişimlerini örgütleyip, denetleme, ayrıca
sürekli nitelikte istikrarlı gelir kaynaklarına sahip olma yönünde, son dönemde yoğunlaştığı faaliyetlerinin bir
yansıması olarak ortaya çıkmaktadır. Ayrıca, KARSAZ’ın; yüksek miktarlarda elde edilen bedeller tutan
gayrimenkul alanına yönelmesi ve örgüt mensuplarına kuracakları işletmeler için kredi sağlamayı hedeflemesi
nedeniyle söz konusu organizasyonun, PKK’nın illegal yollardan temin ettiği paranın aklanması yönünde
çalışmalara başladığının önemli bir göstergesi olmuştur.

Kürdistan Ulusal Kongresi (KUK) Başkanının da kongreye katılarak bir konuşma yaptığı bu ilk
kongrede ayrıca; İsviçre Volksbank'ın öncülüğü ve yardımıyla bir "Kürt bankası" kurulması, PKK yandaşı
işadamlarının çeşitli malların ithalinde tekel oluşturulması konuları görüşülerek karara bağlanmıştır.

KARSAZ tarafından 23 Eylül 2001 tarihinde yapılan toplantıda; (1) yıl süre ile görev yapacak olan (13)
asıl (5) yedek üyeden oluşan yönetim kurulu , (5) Asil , (2) Denetleme kurulu, Yönetim kuruluna bağlı olarak çeşitli
meslek grupları ve hizmet alanlarını kapsamak üzere (14) komisyondan oluşturulmuştur.

Bu komisyonlarda; İnşaat-Mimarlık-Mühendislik, Tekstil-Hazır giyim, Gıda-içecek, Et ürünleri,


Sanayi, Oto alım-satımı, Turizm, Telekomünikasyon, emlakçılık, sigorta ve bankacılık sektörleri bulunmaktadır.

Kongrede alınan karara göre, Ekonomi alanında dünyanın her tarafında dağılmış olan örgüte yakın iş
adamlarının bir kurum etrafında örgütlenmesi öngörülmüş, bir çok ülkede (Güney Afrika, Orta Asya’da dahil)
bulunan ekonomi sorumlularında bir sonraki toplantıya davet edilmesi ve 200 kadar delegenin çatı altında
toplanması kararı alınmıştır.

Kongrenin ardından KARSAZ'a mensup bir heyet, Rusya'da Moskova Sanayi ve Ticaret Odası ve
Rusya Federasyonu Savunma Bakanlığı Askeri Yardımlaşma Fonu yetkilileri ile görüşmeler yapmıştır285.

Abdullah Öcalan’ın 16 Ocak 2002 tarihinde İmralı cezaevinde avukatları ile yaptığı mutat
görüşmesinde; “…Demokratik ittifaklara açık olsunlar. Bu önemlidir. Benim korkum arkadaşların gerçeklerin halen farkında
olmadıklarıdır. Bunun için de avlanma durumu yasayabilirler.

285
Özgür Politika Gazetesi, “KARZAS Heyeti Rusya’da Görüşmeler Gerçekleştirdi”, 15 Eylül 2001

559
FARUK ARSLAN

(Devletin güvenlik birimlerinin 12 maddelik "PKK'ye ültimatom" biçiminde bugünkü gazetelere yansıyan bir
rapor hazırladığı aktarıldı. Bu raporda PKK'nin ve diğer kurumların adında bulunan Kürdistan kavramının çıkarılması,
KNK'nin feshedilmesi, Medya TV'de Haber ve Hava durumundaki Kürdistan kavramı ve haritasının kullanılmaması, KARSAZ
gibi kurumların oluşumundan vazgeçilmesi böylece ulusal temelde bir halk yaratma mantığından vazgeçilmesi, silahlı güçlerin
teslim olması vb.. )

Bana böyle bir sey ulaşmadı henüz. Bu bir ültimatom mu? Demokratik çözüm önerisi midir? Daha sonra bunu
değerlendiririz. (Bu şartlar oluşursa demokratik süreçte sorunların kendiliğinden çözüleceği belirtiliyor.) İhtiyatlı yaklaşmak
gerekiyor. Demokratik çözüm yönünde böyle bir hazırlığın yapıldığı hissi veriliyor. Bir takım şeyler gizli yapılıyor. Avrupa Birliği
ilişkilerinde de terör mü değil mi şeyleri gizli yapılıyor. Amerika ve Türkiye bunları yoğun tartışıyor…286” gibi konular ele
alınmış ve KARSAZ’ın kapatılması yönünde bazı Devlet Yetkililerinin talepleri olduğu ifade edilmiştir.

KARSAZ’ın ikinci kongresi, "İkinci Kürt Ekonomi Kongresi" adı altında Fransa’nın Başkenti Paris'te
11-13 Ocak 2002 tarihleri arasında gerçekleştirmiştir. Sözde Kongre'ye Almanya, Avusturya, Avustralya, Belçika,
Fransa, Hollanda, İsveç, İsviçre ve Romanya'dan 130 PKK yandaşı işveren katılmıştır.

Özgür Politika gazetesinin 14 Ocak 2002 tarihli nüshalarında; kongrede KARSAZ'ın bir yıllık
faaliyetlerinin değerlendirildiği ve bu çerçevede, "KARSAZ'ın 10 ayda kendi altyapısını oluşturma, çalışmalarına
yönelik bir politika geliştirme ve bunları tanıtma çabası içinde olduğu, et, kuru gıda, içecek ve inşaat sektörlerini
kapsayan üç komisyonun çalışmalarını koordine etmek amacıyla sektörleşme ve proje sunma çalışması yürüttüğü,
ancak bu çalışmaların henüz tamamlanmadığı belirtilmiştir287.

KARSAZ’ın merkezi Almanya olmakla birlikte birçok ülkede alt birimleri oluşturulmuştur. Bu
birimlerin en önemlilerinden biri de Romanya’daki (Oriyental) Kürt İşadamları Derneğidir. Bu ülkedeki faaliyetlerle
ilgili olarak bilgi aktaran R. D.; “…Romanya'da kurulu bulunan Kürt (Oriyental ) İşadamları Derneği'nin Yönetim
Kurulunda resmiyette Başkan Yardımcısı olarak görev yapmaktayım. Ancak PKK örgütü tarafından illegal Başkan olarak bu
Derneğin başkanlığına ben atandım. Her ne kadar resmiyette Derneğin Başkanı olarak Suriye Uyruklu Mustafa hasan isindi
şahıs görünse de illegal olarak Başkanlığı ben yürütmekteyim.

1989 yılında Romanya'da hakim olan ÇAVUŞESKU önderliğindeki Komünist iktidar düşürüldükten sonra
yaklaşık 2 yıl kadar ekonomik bir çöküntü yaşandı. Bu boşluk sırasında özellikle Türkiye'den birçok iş adamı bu ülkeye gelip
ekonomi piyasasına girdiler. 1993 yılma kadar bu iş adamları münferit olarak kendi başlarına iş kollan açıp faaliyet gösterdiler.
Ancak bu tarihten sonra siyasi tercih ve köken itibariyle iş adamları arasında gruplaşmalar başladı. Üç isim altında yapılanmalar
meydana geldi.

Bunlardan Oriyental (Kürt) İş Adamları Derneği; Romanya’da yaklaşık yüzde onluk bir iş adamı kitlesine hakim
olup PKK örgütünün yönetim ve güdümünde faaliyet gösterir. Bu derneğin isminde Kürt ibaresinin kullanılmasına Romanya
makamları izin vermediğinden dolayı bu isim açıktan kullanılmaktadır.l993'te kurulmuştur.

…O halde bu dernekler kurulduktan sonra Romanya Hükümlerinin de müsamahalı tavırları ile özellikle Kürt iş
adamları derneğini paravan kuruluş olarak kullanıp kendi amaç ve stratejileri doğrultusunda faaliyet göstermesini amaç edinen
PKK örgüt mensupları bu ülkede büyük bir hareket serbestisi içerisindedirler, örneğin Türkiye Cumhuriyetinin sade vatandaşı
olan bir kişi iş yapmak isterse birçok zorluk çıkarılmaktadır. Ancak Siyasi sığınmacı olduğunu beyan eden her hangi bir PKK
örgüt mensubuna çok büyük kolaylıklar sağlanmaktadır. Hatta ben sınır dışı olmak üzere iken bana Romanya polisi eğer Siyasi

286
http://www.pwdnerin.com/modules.php?name=Gorusme&pa=showpage&pid=50
287
Özgür Politika Gazetesi, “KARZAS Kongresini Tamamladı”, 14 Ocak 2002

560
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

iltica talebinde bulunursan hemen sınır dışı etmeyiz. Burada kalıp faaliyetlerine devam edersin teklifini getirdiler, ancak ben
sığınmayı kabul etmedim.

1993 yılı içerisinde Romanya kamu görevlilerinin de müsamahaları sonucu PKK örgüt mensupları ortaya çıkıp
baskı grubu oluşturma gayreti içerisine girerek gayet sert girişimlerde bulunup Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşı birçok iş
adamından aidat adı altında para toplamaya başladılar. Bu arada kendi güdümlerinde faaliyet gösterebilmesi için (Oriyental)
Kürt İş Adamları Derneği'ni kurdurdular.

Bu derneğin kurulduğu 1993 tarihinden bu güne kadar resmiyette başkanı Suriye uyruklu Mustafa Hasan isimli
kişi olanak gösterilmektedir. Ancak her zaman bu kişiyi ve derneği perde arkasından yöneten illegal bir başkan mevcuttur.

1993 yılında ben fabrikada bulunurken 2 örgüt mensubu benim fabrikama gelerek benden aidat istediler. Bundan
sonra bize sürekli periyodik olarak aidat ödeyeceksiniz. Diğer kurt Kökenli iş adamlarından da para topladıklarım vermeyenlerin
basma bir çok felaketin getirildiğini söyleyerek üstü kapalı şekilde iş yerlerine ve iş adamlarına yönelik eylemleri kendilerinin
gerçekleştirdiğini ima ettiler. Bende burada iş sahibi olan bütün iş adamları gibi para vermeyi kabul ettim. Ortalama olarak dolar
kuruna endeksli şekilde kendi planladıkları ve kararlaştırdıkları miktarda parayı bizden alıyorlardı. Ayrıca düzenledikleri Şölen-
Şenlik-Toplantı ve Gösteri gibi etkinliklere katılmamız hususunda baskı yapıyorlardı. O zamanlar benim bildiğim burada Mahsun
kod adlı örgüt mensubunun sorumlu olduğu idi. 1996 yılma kadar ilişkilerim bu şekilde devam etti. Ancak 1996 yılında benim iş
yerime gelen 2 örgüt mensubu bana toplantı olduğunu ve bu toplantıya katılacağımı söyledi. PKK örgütünün karargâhı
konumunda olan Bükreş şehrinin Obur semtinde (Obur Bazaar isimli iş merkezinin bulunduğu yer) Obur Bazaar'ın karşısında
sağda yaklaşık 700 metre uzaklıkta müstakil bahçeli dört odadan ibaret merkeze gelmemi istediler. Burada derneğin yeni
yönetiminin seçilebilmesi için toplantı yapıldı. Toplantı da PKK örgütünün Propagandasını içeren konuşmalar genelde Kürtçe
idi. Ben Kürt'çe bilmediğimden bir şey anlamadım. Ancak görüşmeler sonrasında bana derneğin yönetim kuruluna gireceğimi
söylediler. Derneğin yönetimine 9 kişi seçildi. Ancak kâğıt üzerinde, yani resmiyette Mustafa Hasan yönetiminde bulunan eski
yönetim yine olduğu gibi kaldı. örgütün stratejisi doğrultusunda derneği yönetecek olan İllegal yönetim seçildi. Bu yönetim (9)
kişiden meydana geliyordu. Bu kişiler Bükreş'te tanınan İşadamlarından meydana geliyordu. Beni de yönetime dahil ettiler…”
şeklindeki beyanıyla Romanya çalışmalarını orataya koymuştur.

Almanya/Frankfurt merkezli faaliyet gösteren KARSAZ, 2002 yılının ikinci yarısında faaliyetlerinin
kapsamını genişletmeye çalışmıştır. KARSAZ Avrupa'daki örgüt yandaşı Derneklerin çatı kuruluşu durumunda
olan KON-KURD'a 30 Nisan 2002'de bir yazı göndererek, “Ulusal ekonomi" oluşturma gayretleri kapsamında, yeni
bir faaliyet başlatmak istediğini belirtmiştir. “Mostranic Netwoork Information Cominikation" adlı özel bir firma
tarafından "Her Kürde bir kart, her Kürt işadamına bir kart okuyucu" sloganıyla bir çalışma başlatmıştır.

Örgüt tarafından, Kürt pazarına ve yapılanmasına büyük katkısı olabileceği değerlendirilen, KARSAZ
ve KON-KURD üyelerine yönelik, "Kurd-Card" adıyla kredi kartı temelini oluşturacak bir proje başlatıldığı ifade
etmiştir. Anılan projeye, Almanya'daki yaklaşık (10.800) üyesiyle KON-KURD, (8.000) üyesiyle sözde Kürt Aleviler
Birliği, KİH-Kürdistan İslami Hareketi, Yezidi Kürtler Federasyonu ve diğer oluşumların yanı sıra, sayıları 20 bine
varan işadamı ve esnafın, dahil edilmeye çalışıldığı belirtilmiştir.

Projelendirilen Kurd-Card'ın üzerinde, KON-KURD'un logosu bulunan ve üyelerine ait bilgileri içeren
bir chip-kart bulunacağı, Kurd-Card okuyucu aletinin ise; Kurd-Card sahibi ya da KARSAZ üyesi olmasına
bakılmaksızın ilişkide olunan tüm işyeri sahiplerine dağıtılacağı ifade edilmiştir. Öte yandan "Mostranic Netwoork
Information Cominication" adlı özel firmanın ise; elde edeceği sürekli gelirden, örgüt yandaşı derneklere internet
bağlantısı sağlamanın yanı sıra "Bilgi Ağı" projelerini finanse edeceğini taahhüt etmiştir.

KARSAZ'ın Kurd-Card projesi kapsamında, genişlemeye çalışmayı, genişleme ile birlikte Kürt kökenli
üye sayısını tespit ederek, uluslararası güçlü bir organizasyon olduğunu kabul ettirmeyi ve bu sayede Avrupa Ticaret

561
FARUK ARSLAN

Bakanlığı'nca tanınmayı hedeflemiştir. Ayrıca, Kurd-Card projesi, KARSAZ'ın üye sayısını artırma/kayıt altına alma,
şirketlerin faaliyetlerine süreklilik kazandırma, para trafiğini hızlandırma, tanıtım sağlama ve hepsinden önemlisi,
tüm alanlarda, Ülkemiz aleyhinde yürütülen bölücü ve yıkıcı faaliyetlerin finansmanının sağlanması amaçlanmıştır.

KARSAZ yönetimince 26 Mayıs 2002 tarihinde Fransa’nın başkenti Paris'te gerçekleştirilen bir diğer
toplantıda Avrupa'daki, üye sayısının (210)'a çıkarıldığı, Orta Asya (150), ABD ve Ortadoğu'da ise (17) üyesinin
bulunduğu açıklanmıştır. KARSAZ tarafından, bünyesinde üye bilincinin oluşturulması amacıyla, şahıslar ve
şirketler adına hazırlanan kimlik kartlarının dağıtım işlemleri ise 2002 Temmuz ayı içerisinde başlamıştır.

Bu projenin uygulamaya sokulduğu dönemde KARSAZ üyeleriyle sorumluları arasında parasal


nedenlerden sorunlar çıkmıştır. Taraflar arasındaki ihtilafın çözülmesi amacıyla Rıza Altun isimli örgüt mensubu
devreye girmiş ve konunun örgütün cephe aparatı olan YDK nezdinde gündeme getirilerek çözülmesi
hedeflenmiştir. Doğal olarak mevcut kavgalardan dolayı bu proje hayata geçirilmeden ortadan kalkmıştır.

KARSAZ'ın üçüncü kongresi, "3. Kürt Ekonomi Kongresi" adı altında 31 Ocak - 2 Şubat 2003 tarihleri
arasında Frankfurt'ta gerçekleştirilmiş, kongreye Avusturya, Avustralya, Amerika, Güney Afrika, Rusya
Federasyonu, Balkanlar ve ülkemizden (200)'ün üzerinde üye ve sözde ekonomistle, yabancı firma temsilcileri
katılmıştır. Bu kuruluşun başkanlığına Ferhat Hasan Yirik isimli şahıs getirilmiştir.

Kongrede örgüt kampanyalarına aktif destek sunulması, teşkilatlanma çalışmalarına hız verilmesi gibi
kararların yanı sıra, Maddi durumu iyi olmayan Kürt öğrencilere burs verilmesi için bir fon oluşturulması
kararlaştırılmıştır.

KARSAZ 3. Kongresi akabinde devam eden örgütsel çalışmalarda, Fransa'daki örgütlenme


çalışmalarını tamamlamış ve Almanya genelindeki (15) eyalette temsilcilik açmıştır288.

KARSAZ’ın kurulmasındaki asıl amaç daha sonra ki zamanda iyice gün yüzüne çıkmıştır. Buna göre
PKK Avrupa Saha yönetimince elde edilen uyuşturucudan veya diğer vergilendirme paralarından elde edilen
gelirleri, bu ülkelerde yaşayan ve ticareti bilen sempatizanlara vererek, örgüt kontrolünde iş yeri açtıkları, bu işyerleri
üzerinden elde edilen gelirin Ermenistan ve Suriye’deki bankalar üzerinden örgüte aktarıldığı, iş yeri sahiplerine de
belli miktarda pay verildiği ve böylece paraların aklandığı gözlenmiştir.

05-Aralık 2003 tarihine gelindiğinde ise KARSAZ; örgüte müzahir iş adamlarını, Yahudi ve Alman
işverenlerini 6 Aralık günü Almanya'nın başkenti Berlin'de düzenlediği bir toplantıda buluşturmuştur. Yüze yakın
işverenin bir araya geldiği toplantıda KARSAZ'dan Hasan Ferhat Yirik, KUP'den Dilşad Barzanî, KYB'den Ahmed
Barvvarî, Yahudi İşverenler Birliği'nden Rosa Berger ve GmbH Servisinden Monica Helm birer konuşma yapmıştır.
Toplantıda Almanya Endüstri ve Ticaret Odası temsilcileri de hazır bulunmuştur.

Toplantının içeriği hakkında konuşan KARSAZ Yönetim Kurulu Üyesi Hasan Ferhat Yirik, son
dönemlerde yönetici ve üye düzeyinde birçok KARSAZ'lı işverenin Kuzey Irak’a gittiğini belirterek, buradaki yeni
imkanlar ve iş olanaklarını değerlendirdiklerini, toplantıda işverenlerinin Almanya'da yaşadığı sorunlarını
anlattıklarını ifade etmiştir.

Bu yıl içinde KARSAZ Yönetim Kurulu Başkanı Bahar Çoban tarafından yapılan açıklamada,
KARSAZ üyesi 20 şirketin bir araya gelerek MAL-AVA adlı bir holding kurduğu ve benzer bir holdingin Fransa'da
da kurulması için girişimler sürdürüldüğü belirtilmiştir.

288
KADEK, "KARSAZ 3.Kongre Belgeleri", 25 Nisan 2005

562
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

KARSAZ yöneticileri, 11 Ocak 2004 tarihinde Fransa’da bir toplantı düzenleyerek örgüte müzahir
işverenleri Kuzey Irak’taki ekonomik gelişmeler hakkında bilgilendirmiş ve Kuzey Irak’a yatırım konusunda teşvik
edilmiştir. 03-04 Nisan 2004 tarihinde ise Almanya’nın Frankfurt şehrinde 4. kongresini gerçekleştirmiştir. Kongrede
KARSAZ’ın misyonunun Kürt iş dünyasını bir araya getirmek, AB ölçülerinde gelişen ekonomik, demokratik ve
çağdaş değerler ölçüsünde gelişmeleri “Kürdistan’a” taşırmak olarak ifade edilmiştir. Kongrede Halil Karakaş
Başkanlığa, Ali Ongun, Gülnur Aydoğdu, Rıza Çelik, Hüseyin Tişkaya, Bünyamin Aydilek ve Mühlis Gümüştaş’tan
oluşan kişiler ise yeni yönetime seçilmişlerdir. Av. Erhan Baran tarafından hazırlanan yeni tüzük ise tamamen Alman
dernek yasalarına göre şekillendirilmiştir.

Frankfurt Ticaret Odası tarafından birlikte yürütülen ortak bir çalışma nedeniyle 2005 yılında
tarafından KARSAZ yöneticilerine plaket verilmiştir. Almanların verdikleri plaketlere rağmen KARSAZ faaliyetleri
dönem itibarıyla etkisizleşmeye başlamış ve örgüt içi sorunlar belirgin hale gelmiştir.

Dönem ile ilgili olarak KARSAZ Yönetim Kurulu Üyesi Hasan Ferhat Yirik tarafından yapılan
açıklamada; “…Şimdi genellikle inşaat, tekstil, gıda, ve hizmet sektörlerinde olmak üzere, Almanya, Fransa, Avusturya, Belçika,
İsveç, Avusturalya ve Kanada’da yaklaşık 350 üyemiz bulunuyor. Üyelerimizin yüzde 70′i Almanya’dan. Daha sonra Fransa
geliyor. Ebetteki bu örgütlenme düzeyini yetersiz buluyor ve daha da geliştirmeyi hedefliyoruz.

İlk önceleri başta Türkiye ve Almanya’da engellemeler vardı. Ama bizim de çabalarımızla Almanya’daki baskılar
kırıldı. Bugün Frankfurt Ticaret Odası ile birlikte çalışıyoruz. Hatta geçtiğimiz günlerde Oda tarafından kurumumuza başarılı
ortak bir çalışma yürüttüğümüz için bir de plaket verildi.

Elbette şirketler kurulmalı. Bugüne kadar yapıldı da. Ama kurulacak şirketler nasıl yönetilecek, hangi biçimde
kar elde edilecek, Kürt işverenler arasındaki ilişki sağlıklı bir şekilde nasıl sağlanacak ve dünya ya da bulunulan ülkedeki pazarda
nasıl yer edinilecek? Bu konularda insanlar nasıl bilgilendirilecek, eğitilecek? KARSAZ’ın bünyesinde topladığı insanları
çalıştırabilmesi gerekiyor…289” ifadeleri ön plana çıkarılmıştır.

KARSAZ'ın IV. Olağan Kongresi, 30 Nisan-01 Mayıs 2005 tarihleri arasında Almanya/Frankfurt'ta
yapılmıştır. Kongrede, KARSAZ Başkanlığına Ali Hatay, Başkan Yardımcılığına Naim Kılıç getirilmiş, Yönetim
Kurulu üyelerinden Zeki Baran Genel Sekreterliğe seçilmiştir.

Ayrıca toplantıda, “Kürt ekonomisinin küçümsenmeyecek bir sermayeye sahip olduğu, Kürdistan dışına açılım
için gerekli alt yapı çalışmalarına hız verilmesi gerektiği, kurulacak bir Kürt Bankasının köylerin yeniden yapılandırılması için
kredi sağlayabileceği" hususları ele alınmıştır.

Bu zamanda Almanya'nın Dresden adlı bir bölgesinde Dresden Kürt Alman Dostluk Derneği üyesi
görünümü adı altında faaliyet gösteren (28) kişi, örgüte aktarılmak amacıyla toplanan yaklaşık 287 bin Euro'ya ait
bağış makbuzları ve bağış listeleriyle birlikte Saksonya Kriminal Polis Müdürlüğü tarafından 17 Nisan 2005 tarihinde
yakalanmıştır.

KARSAZ, bölücü örgüt adına sürdürdüğü faaliyetler çerçevesinde 06 Mayıs 2006'da


Almanya/Frankfurt'ta geniş katılımlı bir toplantı düzenlenmiş ve söz konusu toplantıya Avrupa Parlamentosu
yetkilileri ile DTP'li Diyarbakır Belediye Başkanlığından da katılım olmuştur.

Anılan toplantıda, "Avrupa'daki Kürt işverenlerin topraklarıyla buluşturularak, Güneydoğu Anadolu ve Irak
kuzeyine yatırım hamlesi başlatılması, bununla ilgili yapılacak toplantı/kongrenin Dohuk'ta gerçekleştirilebileceği" görüşülmüş,

289
Özgür Politika Gazetesi, “Türkiye’deki Kürt işverenler biraraya gelmeli“, 24-Ocak 2005.

563
FARUK ARSLAN

ayrıca, Irak Federal Kürt Bölgesi Başkanı Mesut BARZANİ'nin kutlama ve masrafları bizzat karşılanmak üzere
KARSAZ üyelerini ERBİL'e davet mesajı okunmuştur.

KARSAZ tarafından Mayıs 2006'da Frankfurt'ta yapılan konferansta anılan oluşum bünyesinde yer
alan örgüt yandaşı işadamlarının Türkiye ve Irak'ın kuzeyine yatırım yapmaları yönünde karar alınmıştır.

Görünüşte KARSAZ’ın sorumluluğunu Hasan Ferhat YİRİK isimli şahıs yapıyor olmasına karşın, asıl
sorumlunun terör örgütü üst düzey yöneticilerinden ve hali hazırda Yürütme Konseyi Üyesi olan Koli-Zafer-Tahir
KOD Muzaffer AYATA’nın olduğu bilinmektedir.

Almanya'da örgütün Avrupa bölge sorumluluğu yürüten Muzaffer Ayata ve Rıza Erdoğan 2006
Ağustos ayında tutuklanmış, CDK/Ekonomi Mali Birim sorumlusu Sefkan (K) Halil Dalkılıç Ekim 2006 itibariyle (3)
yıl, 1994-1995 yıllarında örgüt adına bölge sorumluluğu yapan Sakine Ateş 2006 Ekim ayında (1) yıl (9) ay hapis
cezasına çarptırılmış, yine 1993-1994 yıllarında Almanya'da bölge sorumlusu olan Hasan KARTAL 2006 Haziran
ayında tutuklanmıştır. Almanya böylece bölge sorumluları ve CDK'nın etkin elemanları üzerinden hareketle örgüt
faaliyetlerini kontrollü bir seviyede tutmaya çalışmışlardır.

2006 yılında meydana gelen tutuklamalar, KARSAZ içerisinde ortaya çıkan sorunlar ve KARSAZ’a
üye olan kurumların adlarının ortaya çıkmasıyla birlikte iş yapamamalarının meydana getirdiği sonuçlar ele
alındığında KARSAZ’ın faaliyetlerinin dondurulması örgüt tarafından gündeme getirilmiştir.

Ortaya çıkan bu nedenlerden dolayı KARSAZ, 2008 Aralık ayında Fransa'da gerçekleştirdiği
toplantıda kendisini feshederek, faaliyetlerini geçici olarak durdurma karan almıştır. KARSAZ’ın feshedildiğine
örgüt güdümündeki Fırat Haber Ajansının internet sitesinde 4 Haziran 2009 tarihinde yayınlanan "KARSAZ
Feshedildi" başlıklı haberde yer verilmiştir. KARSAZ, o güne kadar 500 üyelik sayıya ulaşırken, bu şirketlerin zaman
içerisinde PKK ile bağlantılı olduğunun ortaya çıkmasıyla iş alamaz duruma gelmeleri fes edilmede etkin olmuştur.

KARSAZ aldığı kararla kendini fes etse de faaliyetleri devam etmiştir. Bu şirketler ve sahipleri
şimdilerde el altından faaliyetlerine devam etmektedir.

KARSAZ’ın yıllarca Avrupa’da faaliyet yürütmesine karşın, hakkında kayda değer haber çıkmamış,
tamda fesih sonrasında basında birlik ile ilgili haberler yayınlanmaya başlamıştır.

Sabah gazetesinden Abdurrahman Şimşek 01 Haziran 2009 tarihinde “PKK'nın Finans Ağının Merkezi
Almanya'da” başlıklı bir haber yayınlamış ve bu haber ülkemiz kamuoyunda geniş yer bulmuştur.

Sabah gazetesinin haberinde; PKK'nın Avrupa faaliyetlerinin odağında Almanya yer aldığı, Merkezi
Frankfurt'ta bulunan KARSAZ'a üye Almanya'daki şirketlerin, örgütün uyuşturucu parasının aklanmasında ve
Kandil başta olmak üzere Kuzey Irak'taki PKK kamplarına gönderilmek üzere silah ve mühimmat temin edilmesinde
önemli rol oynadığı, KARSAZ’ın, Brüksel'deki KON-KURD adlı Kürt dernekleri federasyonuna bağlı faaliyet
gösterdiğini, KON-KURD'u önceleri PKK üst yönetiminden Canan Kurtyılmaz'ın sonrasında ise yeni Avrupa
sorumlusu Sabri Ok’un yönettiği,

KARSAZ'a üye bin şirketin bulunduğu, bu şirketlerden Almanya’da 147, Fransa'da 49, İsviçre'de 14,
Hollanda'da 13, İngiltere'de 12, Avusturya'da 10, İsveç'te 8, Yunanistan'da 2, Danimarka, Belçika ve Romanya'da ise
birer şirketin olduğu,

564
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

KARSAZ'ın yılda 1 milyar Euro kara para akladığını ve bu parayı terör örgütüne gönderdiğini,
PKK’nın uyuşturucu gelirini bir Alman bankası aracılığıyla Ermenistan ve Güney Kıbrıs'taki bazı bankalara
gönderdiğini, Hollanda istihbarat teşkilatı AIVD'nin hazırladığı raporda, Mustafa Yıldırım ve Hacı Karakoyun adlı
KARSAZ üyelerinin PKK'nın finansörü olduğu, Yıldırım’ın, şirketleri aracılığıyla PKK'nın topladığı parayı ticaret adı
altında Kuzey Irak'a aktardığı, PKK'nın
uyuşturucu alanında ve siyasi alandaki büyük
gruplardan birinin başında Metin Cansız adlı
kişinin yer aldığı, PKK'nın uyuşturucu trafiğini
yöneten isimlerden birinin halen cezaevinde olan
Hakkâri Yüksekovalı Hikmet Serdar olduğu,

KARSAZ'ın bir dönem Paris


temsilciliğini Diyarbakır Liceli M. Zülküf Ekin isimli
kişinin yaptığını, bu kişinin tabela firmalar
üzerinden PKK'nın uyuşturucu parasını
akladığı hususlarına yer verilmiştir.

Yayınlanan haberler örgüt tarafından tepkiyle karşılanmıştır. Fırat haber ajansında Celil Demiralp tarafından
“Avrupa’da Kürt şirketleri MİT kıskacında!” başlıklı yazı kaleme alınmıştır. Yazıda; “Avrupa’daki Kürt ekonomik
ve sivil toplum örgütlenmeleri, istihbaratçılar, elçilikler, siyasiler ve finans çevreleri ekseninde yürütülen bir kampanyanın
hedefinde yer alıyor. Sabah gazetesinde Kürt şirketlerin listesi verilerek, PKK ve uyuşturucu ile bağlantılandırılması,
Avrupa’da MİT’in karanlık ve kirli işlerini gözler önüne seriyor. Yaklaşık 2 yıldır bir faaliyeti olmayan ve iki hafta önce
resmen feshedilen Uluslararası Kürt İşverenler Birliği (KARSAZ) kurucusu şirketler özellikle hedef alınarak, tüm küçük
işletmeler de sindirilmeye çalışılıyor…290” hususları ön plana çıkarılmıştır.

Sabah Gazetesinin haberinin akabinde Fransız Mali Polisi tarafından KARSAZ ÜYESİ Hacı Karakoyun'un
işyerlerine baskın yapılmış ve hakkında soruşturma açılmıştır.

İddialara göre KARSAZ’ın faaliyetlerinin ve üyelerinin deşifre olmasının akabinde KARSAZ yerine
DOGSİAD (Doğu ve Güneydoğu Sanayici İşadamları Derneği)291 adıyla yeni bir ekonomi yapısı oluşturulmuş ve
çalışmalar bu ad altında yürütülmeye başlanmıştır.

Merkezi Almanya'da bulunan ve aralarında İsviçre, Fransa ve Hollanda'dan da yatırımcıların olduğu


DOGSIAD heyeti, 28 Nisan 2011 tarihinde Türkiye’ye gelerek Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman
Baydemir'i ziyaret etmiştir. Dernek Başkanı Erhan Baran yaptığı açıklamada, Diyarbakır'da iki gün kalmayı
planladıklarını, dernek üyelerinin kentteki iş olanaklarını araştırmak, fizibilite çalışması yapmak, yerel dinamiklerle
görüşerek fikir alışverişinde bulunmak üzere çeşitli temaslarda bulunacaklarını belirtmiştir.

Terör örgütü KARSAZ’la birlikte üye şirketlerin deşifre olması, üyelerin işlerinde gerilemenin olması, daha
da ilginci birçok dolandırıcının örgütün parasından nemalanmak için KARSAZ’a üye olduğu ve bundan önemli
kazanç elde ettikleri görülmüştür.

290
Celil Demiralp, “Avrupa’da Kürt şirketleri MİT kıskacında!”, 04 Haziran 2009, ANF.
291
http://www.birdoz.com/index.php?option=com_content&view=article&id=66:karsazdan-dogsada-kuertlerin-
ekonomik-oerguetlenmesi&catid=18:tuerkce&Itemid=116

565
FARUK ARSLAN

Terör örgütü ortaya çıkan olumsuz durumu ortadan kaldırmak için yeni yöntemler geliştirmiş ve yeni para
aklama metotlarını devreye sokmuştur. Buna göre Avrupa’da çeşitli yöntemlerle ele geçirilen kirli para kuryelerle
ülkemize aktarılmakta ve bu paraları müzahir belediyeler üzerinden aklamaktadır.

566
PANZER / Alman ve Amerikan Gladyolarının Türkiye Savaşı

567

You might also like