Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 346

EDEN

BULUR

Faruk Arslan
1
FARUK ARSLAN Kimdir?

Toronto’da York Üniversitesi’nde Liberal Sanatlar ve Profesyonel Eğitimleri Honour Sosyoloji


alanında mezun oldu. Sosyoloji, Uluslararası İlişkiler, Sosyal Hizmetler, Gazetecilik ve İletişim
alanlarındaki yüksek öğrenim kursları için öğretim üyesi ve sosyal araştırma uzmanıdır, lisans ve
lisansüstü eğitim alan öğrencilere Kuzey Amerika Eğitim sistemine uygun kavram ve kalitede yüksek
eğitim ve öğretim modeli sunmakta, kitap, makale ve şiir yazmakta, seminer ve konferanslar vermekte,
aynı zamanda sosyal sorunlarda danışmanlık önermektedir.

Toronto Belediyesi’nin Sosyal Planlama Departmant’ının Yeni Gelen Kadınlar Merkezi ile ortaklaşa
yürüttüğü ‘Kazanım’adlı projede Sosyal Araştırmacı, Sosyoloğdur. Kanada’nın Wilfred Laurier
Üniversitesi Social Work Fakültesinde MSW yapmaktadır ve Araştırma Görevlisidir. Kısa adı MANA
(Media Asembly of North America) olan Kuzey Amerika Medya Birliği başkanıdır. Halen Kanada’da
yayınlanan Canadatürk ve Çorum yerel gazetesi Türkiye’de Manşet’de köşe yazarıdır ve Kanada Türk
Ticaret Odası’nın Business Platform adlı İngilizce haber bültenini Genel Yayın Yönetmeni olarak
çıkartmaktadır. Kanada’nın Ontario Eyalet’inde Kayıtlı Sosyal Hizmetler görevlisidir (Registered
Social Worker).

Arslan, 12 Nisan 1969′de Ankara’da doğdu. Alanya nüfusuna bağlı olmakla beraber aslen
Çorumludur. 3 yıllık GATA Sağlık Astsubay Hazırlama Okulu’ndan 1986′da mezun oldu. Sağlık
Astsubay Sınıf Okulu’dan mezun olmaya 3 ay kala 1987′de ayrıldı. Azerbaycan Üniversitesi
Uluslararası İlişkiler bölümünü bitirdi ve Hazar’ın Statüsü konusunda tez yazarak 1997′de
‘Uluslararası Hukukçu’ ünvanını kazandı. Kanada’da Centennial College’den 2008’de ‘Sosyal
Toplumcu’ diploması ile mezun oldu.

Toronto Eğitim Müdürlüğü’ne bağlı devlet okullarında Toronto’da kadrolu öğretmen olarak Türkçe
dersleri vermektedir. Azerbaycan Gazeteciler Cemiyeti, Ankara Diplomasi Muhabirleri Derneği,
Kanada Etnik Gazeteciler Derneği ve Ontario Sosyal İşçiler Koleji ile Derneğinin üyesidir.

Evli ve iki çocuk babası olan Arslan, Kanada ve Türk vatandaşı olarak Kanada’da gazetecilik ve
akademik yaşamını sürdürüyor. Arslan, iyi derecede İngilizce, Almanca ve Azerbaycan Türkçesi
biliyor.

GAZETECİLİĞİ

Orta Asya’ya Zaman gazetesini kurmaya 17 Şubat 1992′de giden 19 kişilik ilk ekibin içinde yer aldı.
Azerbycan Zaman’a bölge büroları kurma görevini 1995′e kadar yürüttü. Aynı zamanda Azerbaycan
Zaman’da haber ve yazı dizisi yazmaya başladı, Karabağ, Çeçenistan ve Abhazya savaşlarını yakından
takip etti. 1995 ile 1996 arası Azerbaycan Zaman’da aktif gazeteciliğe yoğunlaştı. Hazar’ın enerji
rezervleri ile ilgili yazdığı 3 binden fazla haber ve makale Türk ve yabancı basında yayımlandı.
Azerbaycan Zaman Gazetesi’nin her biriminde dağıtımdan reklama, bürolar, matbaa gece
sorumluluğundan, muhabirlik, haber müdürlüğü ve köşe yazarlığına kadar her alanında yaptı. 1995 ile
1998 arası CHA Azerbaycan temsilciliğini 3 yıl yürüttü. Üç yıl arka arkaya en fazla haber yazan CHA
muhabiri ödülünü aldı. 2 yıl süresince Türkiye’de yayımlanan Zaman gazetesinde Bakü Mektubu adlı
köşeyi yazdı. Azerbaycan’da yayımlanan 60 bin tirajlı ilk çocuk gazetesi Tomurcuk’un kurucularından
oldu. Ersin Demirci yönetimindeki Azerbaycan Zaman’da ülkenin en popüler yazarları Bahtiyar
Vahapzade ve Rafael Hüseynov’u, en iyi televizyon gazetecisi Gulu Muharremli ve daha on meşhur
yazarı köşe yazısı yazmaya ikna etti ve yazarlar sorumlusu oldu. 1997′de Azeri başyazarlardan Rafael
Hüseynov ve rahmetli Bahtiyar Vahapzade’nin ortaya attığı Avrasya Diyalog Platformu ve Dergisi
köprüsü önerisi ve Avrasya oluşumunun Eylül 1999′da Bakü’de yapılan ilk kuruluş toplantısında hazır
2
bulundu. Ağustos 1998′den itibaren Zaman gazetesinde 2000 yılı sonuna kadar Ankara’da diplomasi,
‘Yurtdışı Baskılar’, dış politika, enerji ve başbakanlık muhabirliğini yürüttü. 14 ülkede basılan
Zaman’lara yönelik özel araştırma dosyaları hazırladı. Türk dünyası özel muhabirliği yaptı. Kırka
yakın ülkeyi gazeteci ve fotoğrafçı olarak gezen Arslan, dış politika, diplomasi, Türk dünyası, Rusya,
Almanya, Orta Doğu, Avrupa Birliği ve enerji politikaları konularında uzmanlaştı.

2000-2001’de Kanada Zaman gazetesi temsilciliği görevini üstlendi, Toronto muhabiri olarak çalıştı.
Kanada Türklerinin posta ile dağılan ücretsiz haber dergisi Sunrise’ı kurdu ve bir yıl boyunca
editörlüğünü yürüttü. 1998-2004 periyodunda Ali Alperen mahlasıyla sırasıyla Muhsin Yazıcıoğlu’nun
kurduğu Büyük Birlik Partisi’nin yayın organları Gündüz, Muhalif, Gelecek Gazetesi, Hür Gelecek
gazetelerinde Türkistan adlı köşeyi yazdı. 2008 başından itibaren ise Alperen Ocakları’nın online
medyası olan Milli Ocak haber portalında 9 yıllık müstear dönemine son vererek kendi ismiyle 2011
yılına kadar köşe yazısı yazdı. 2004 yılllarında Metafizik Magazin dergisinde yazıları yayınlandı.
2004’den beri Kanada’da beş bin tirajla yayımlanan Canadatürk’te aralıksız olarak, 2006’dan beri
Almanya’da yayımlanan Platform dergisinde köşe yazarlığı yapıyor. 2000’den 2006′ya kadar aralıksız
her gün makaleler yazarak, sonsaniye.net gibi çeşitli İnternet medyasında köşe yazılarıyla
haberciliğini sürdürdü. Ocak 2012’den beri Çorum Manşet gazetesinde köşe yazısı kaleme alıyor.

KİTAPLARI

Ergenekon örgütünü tüm yönleriyle 2001′den beri sık sık yazan ve ortaya çıkartan ilk gazetecidir. 2005
yılında yazdığı ‘Vadi’nin Şifresi Çözülüyor’ adlı kitabı, eski Ergenekon’dan yeni Ergenekon’a geçilen
süreci deşifre ettiği için Ergenekon çetesi tarafından toplatılmıştır. Ergenekon’un karakutusu Tuncay
Güney’i ilk defa Toronto’da bulan, röportaj ve haberleriyle 2006 ve 2007 yıllarında meşhur eden
isimdir. Ölüm kuyuları ve Asit kuyuları olarak bilinen JİTEM kuyuları, Arslan’ın Karakutu Tuncay
Güney kitabında verilen bilgiler savcılık tarafından ihbar ve delil kabul edilerek açılmıştır. Halen
Mason Bektaşiler kitabı, ABD, İngiltere ve Türkiye’de üniversitelerde doktora tezi konusu olarak
incelenmektedir. Hazar’ın Kurtlar Vadisi kitabı, Türkiye Enerji Bakanlığı tarafından en değerli enerji
araştırması olarak taltif edilirken, Türkiye’de Bakü Ceyhan petrol boru hattı ve Kafkasya ve
Azerbaycan’da Hazar bölgesinde enerji politikaları konusunda master ve doktora yazan öğrencilerin
ana kaynak eseri oldu. Arslan, 4 Kasım 2000’den beri Kanada’da ikamet ediyor. Bu süre içinde Türk
vatandaşlarının yararlandığı sosyal sorumluluk projelerinde aktif olarak görevler aldı. Sunrise Eğitim
Vakfı’nda Kasım 2000’den Ağustos 2003’de kadar Türk toplumunun eğitimsel, kültürel, dini ve sosyal
etkinliklerini organize etti, bülten çıkardı, toplumun sosyal sorunlarıyla sosyal toplum görevlisi olarak
ilgilendi.

Yayımlanmış Eserleri:

 Matrix’in 11 Eylül Kurgusu, Q-Matris Yayınevi, Nisan 2004.

 Hazar’ın Kurtlar Vadisi: Petrol İmparatorluğunda Güç Savaşları, Karakutu Yayınları , Nisan 2005,
Ağustos 2006.

 Net Kırılma: Evenjelik Harbin Kurgusu, Karakutu Yayınları, Nisan 2005.

 Petrol Satrancı, Lulu Publisher, Nisan 2006.

 Kanada’ya Gelmenin Yolları-Kurtar Bizi Kanada, Lulu Publisher, Haziran 2006.

 Mesih’in Hızır’ı Barnaba: Hristiyanlığın Gizli Tarihi, Karakutu Yayınları, Kasım 2006.

3
 Keşmir’de Hz. İsa Efsanesi, Karakutu Yayınları, Aralık 2006.

 Vadi’nin Şifresi Çözülüyor,Evreca Yayınevi, Temmuz 2005. Toplatıldı.

 Karakutu Ergenekon’un Karanlık İsmi: Tuncay Güney, Karakutu Yayınları, Kasım 2008.

 Mason Bektaşiler, Karakutu Yayınları, Nisan 2009. Mayıs 2010.

 Van Gölü Canavarı JİTEM. Lulu Publisher, Mayıs 2011.

 Gurbette Aykırı Konuşmalar, 15 Tarihi Röportaj. Lulu Publisher, Haziran 2011.

 Türkistan ve Ötesi, Gezdiklerim, Gördüklerim. Lulu Publisher, Temmuz 2011.

 Teşkîlât-ı Ergenekon, Lulu Publisher, Ağustos 2011.

 Kanadalı Müslümanlar, Mühtediler, Türkler, Lulu Publisher, Ağustos 2011.

 September 11 Fiction of Matrix (English), Lulu Publisher, June 2005 and 2011 Edition is worldwide
available all bookstores.

 Narratives on Canadian Muslims, Reverts, Turks (English) Lulu Publisher, June 2011.

 Sociological Writings in the Canadian Perspective (English) Lulu Publisher, June 2011.

4
TSK’ya MİT operasyonu mu var?

Orduda büyük çoğunluk ülkede MİT tarafından oluşturulan zehirli havadan memnun değil. Gelişmeleri
kaygı ile izlediği için de bir süredir TSK yıpratılıyor. Barış süreci adı altında güçlendirilen PKK’nın
kaçırdığı çocuk sayısı son bir yılda üç bini geçti. Yol kesiyor, haraç alıyor, mahkeme kuruyor, okul
bahçesinde korucu infaz ediyor, asker ve parti il başkanı kaçırıyor, ama kimse müdahale edemiyor.
Herkese kabadayılık, külhanbeyliği yapan, mertlik taslayan, esip yağan ülkenin Kasımpaşalı sokak
ağzıyla konuşan başbakanı Erdoğan nedense karayolunu bile kesen eşkiyaya haddini bildiremiyor.
MİT’in barış planı devrede olduğu için Genelkurmay dahi sesini gerektiği gibi yükseltemiyor. Acaba
TSK’ya MİT operasyonu mu var?

Yeni MİT ile Türkiye’nin muhaberat devletine dönmesinin ilk sıkıntılarını medyanın basit bir kara
propaganda aracına dönmesi ile yaşıyoruz. MİT’e çalıştığını artık gizlemeyen yazarlar türedi, açıkca
tehdit ediyor ve şantaj yapıyorlar, yoldan sapan olursa istedikleri aydını özür dilemesi için ekrana
çıkartıp yalan konuşturuyorlar. Ülke güvenliğini ilgilendiren hiçbir dinleme skandalı aydınlatılamadığı
gibi bundan sonra bu tür skandalların üstüne gidebilecek habercilerin cesareti de kırıldı. Gazeteciler
korkutuluyor. Suriye’ye savaş açılacak iddiaları ayyuka çıktı.

TİB’i kontrolüne alan, önce Emniyet istihbaratı (Yıldız) tamamen tasfiye ve şimdi de Jandarma
istihbaratı pasifize eden MİT’deki karanlık bir şebekeden TSK’nın rahatsız olduğu orduda kulaktan
kulağa yayılıyor. Pek çok subay ve astsubayın görüşüne göre, ABD’nın NATO çerçevesinde kurduğu
Gladyo güdümündeki MİT’de karanlık bir ekip, TSK’ya operasyon yapıyor. Bu elim durumu fark eden
ve MİT tarafından fişlenen binlerce askeri personel havlu attı. 2010-2012 arasında emeklilik ya da
istifa nedeniyle 2 bin 119 kişi TSK’dan gerekçe göstermeden ayrıldı. Tıpkı son yıllardaki icraatlarını
onaylamayan bu hükümetle çalışmaktan imtina eden bazı emniyet müdürlerinin istifa etmesi gibi
askerlerimizde sessizce tepki gösterdiler.

TSK’yı sindirme operasyonu olamaz diyenler acele karar vermesinler. ABD örneğiyle anlatalım. MİT
bugün eğer Anayasa Mahkemesi veto etmezse yeni kanunla hem FBI’ın hem de CIA’nın yetkileri ile
donatıldı. İsthbaratı tek elde toplayan MİT aslında ABD’den ziyade İran ve Suriye’de bulunan
sistemleri kopyaladı. Yoksa ABD’de 26 çeşit istihbarat kurumu vardır ve kesinlikle sağlamalı
istihbarat yapılır, tek bir kuruma güvenilmez. Ya o kurum bir güç tarafından ele geçirilirse ne
olacaktır? Son Kaptan Amerika Kış Askeri filminde Haydro karakteri ile bu konu işlendi. Ülkeyi
koruyan SHİELD’e sızan ve ülkenin güvenlik sistemini felç eden kurum içi iç düşman veya içeri giren
zararlı kurtlar olursa mücadele etmek zorlaşır.

İngiliz istihbaratına 40 yıldır hizmet eden Doğu Perinçek’in Silivri’den çıkar çıkmaz Erdoğan’ı
savunmaya koyulması ve “Erdoğan diktatör değildir, çünkü elinde sopası yok” demesi sırıttı. Daha dün
BOP lideri Erdoğan’a “SüperNATO ajanı” diyen Perinçek’in aklı yerinde elbette, kime hizmet ediyor
sanıyorsunuz. Hürriyet’te yazan Soner Yalçın, ‘yapma Perinçek devlet sopası, MİT sopası var ya!’
mealindeki yazısına gülmeli miyiz, yoksa pür mecalimize ağlamalı mıyız?

Eskiden medyada bir adap ve edep vardı. Suç teşkil ettiği hükme bağlanmış bir hakaret sözünün
yayınlanması mümkün değildi. Hakaret, caiz mi hale geldi? Maide suresinde Allah Teala, “Siz iyilik
etmek, fenalıktan sakınmakta birbirinizle yardımlaşın, günah işlemek ve başkasına saldırmakta
birbirinizi desteklemeyin” buyurdu. Ne dini, ne ahlaki, ne hukuki, ne vicdani hiç bir şekilde MİT’deki
şüpheli ekipce yürütülen kin ve nefret kampanyasının ve kullanılan Erdoğan’ın dayandığı insanlık ve
demokrasi değer sistemi kalmamıştır. Yoksa gerçekten halkımıza demokrasiyi çok mu görüyorlar, hak
etmiyor mu milletimiz?

Suçla itham edilen kişinin veya cemaatın İslam’da, şeriatte veya herhangi bir hukuk sisteminde
kendisini müdafaa boyutu vardır. Medya yoluyla yargısız infazla kalpler incitiliyor. Firavun bile Hz.
5
Musa’ya savunma hakkı tanımıştı, hemen ölüm kararı vermemişti. Dinlemişti, sihirbazlarını Hz.
Musa’nın karşısına çıkarmış, hemde adilce halk önünde sınavdan geçirmişti. Erdoğan bir firavun kadar
olamadı. MİT ekibi kabul edilmesi mümkün olmayan fişlemelerle, iç düşman konsepti ile birliğimizi
dirliğimizi parçalıyor ve bizi açıkca sırtımızdan hançerlemiş oluyor.

Bu gerilim, bu kutuplaşma, bu özeleştirişiz zıtlaşma ve inatlaşma bizi iyiye götüremez. Kendimizi ve


halkımızı kandırmayalım, yeter artık! Karı ile kocayı, anne ile oğlu, baba ile evladı, kız kardeş ile
erkek kardeşi birbirinden ayıran, kutuplaştıran, birbirine kavgalı hale getiren, küfrettiren bu fitneyi
körüklemekle görevli Erdoğan’ın kin ve nefret üslubu bölücülüktür. Siyasi kazanç için toplumu
dinamitlemekle seçim kazanmış olabilir ama cumhurbaşkanı da seçileceğini sanıyorsa yanılıyor.

Medya’da artık gazeteci ve yazar meslektaşlarımdan utanıyorum.“Militan polemikçi yazarlık”a yuh


olsun diyorum! Yahya Kemal gibi sormak istiyorum; söyleyecek sözü ve fikri olmayanlar acaba niçin
yazı yazarlar? Üç kuruşluk dünya çıkarı için bu kadar fırıldak çevirmeye, iki yüzlü olmaya değer mi?
Erdoğan ve küçük danışman ekibini tüm AKP’nin onayladığına inanmıyorum. Pek çoğu için güce
tapınma ve güçlüden yana olma güç el değiştirinceye kadardır. Kült hale gelen Fuat Avni’nin artık
siyasi literatürümüze giren meşhur kelimeleri ile özetlersek ‘korkmuyor’ adeta içten içe ‘titriyorlar’dır!

Başbakan’ın etrafındaki çekirdek kadroya, bakanların da ulaşamadığı bir durum var. Rant
paylaşımında kavga çok büyük, AKP tabanı habersiz. GYV Başkanı Mustafa Yeşil dün açıkladı:
Erdoğan resmen cemaata biat etmeleri için baskı yapmış. 17 Aralık 2013 sürecinden epey önce
yapılmış bu baskılar. Ülkemizin yurt dışında en bağımsız ve en güçlü sivil toplum örgütünü
devletleştirme girişimi Fethullah Gülen Hocaefendi’ye toslayınca MİT’in kurguladığı tüm cemaatı ele
geçirme ve fitne planları ellerinde patladı. Yeşil’in bu açıklamalarından sonra artık 17 Aralık Büyük
Rüşvet ve Yolsuzluk Operasyonu’nu MİT ve Erdoğan’ın planladığını ve cemaaatı devletten tasfiye
için araç olarak kullandığını düşünmeye başladım.

Ne kadar yırtınırsa yırtınsın Erdoğan’ın söylemiyle AKP umut vaat etmiyor. Hakkı temsil etmeyenler,
yalan ve iftira üzerine anlayış ve zihniyetini kuranlar er veya geç kaybedecektir. GYV Başkanı Yeşil,
dün Efendimizin (sas) bir Hadis-i Şerifi’ni hatırlattı: “Herkes hata yapar hata yapanların en hayırlısı
hatasından hemen dönen ve vazgeçendir.” Kardeşliğin mayası ihlastır. İhlaslı insanlar hır gür
çıkarmazlar. Uhuvvetin en azılı kâtili ise, her hesabın nefse göre yapılmasıdır.

Tekrar bu cümleyi okuyun, Yeşil’in deşifresine göre , Hükümet ile Cemaat arasında yaşanan gerilim
Başbakanın cemaatten biat etmesini istemesi ve bu talebin reddedilmesiyle başladı. Her cemaata,
tarikata ve gruba biat çağrısı yapıldı, biat etmeyenlere hayatları zindan edildi. Ahirzaman fitnesini
yaşıyoruz. Kendisi gibi düşünmeyenleri, küfre sapmış, ahlâksız ve batıl olarak gören Erdoğan’ın
çıkarcı, popülist mantığına politik arenada “siyasi fahişelik” deniyor!

AKP’de derin çatlak henüz ortaya çıkmadı. Hazımsızlık ve nefretin Erdoğan ve onu çevreleyen bir
avuç insanla sınırlı kaldığını AKP’li siyasetçiler çok geç olmadan göstermelidir. AKP, bu Erdoğan ile
yeni Türkiye’yi inşa edemeyeceğini hepimize gösterdi. İnşa ve ihya edilecek gelecekteki yeni ülkede
Erdoğanlı bir dönem olmayacaktır! Erdoğan’ın hırsı yüzünden Türkiye’de ve dünyada siyasal İslâm’ın
yumuşayarak demokratik değerlerle bağdaşabileceğini düşünenler yanıldı. “İslam demokrasiyle
bağdaşmaz” diyenler artık Erdoğan’ı örnek gösteriyor. Çünkü onda çoğulculuk yok, çoğunlukçuluk
var. Halkın yarısı düşman! Böyle bir ülkede kimse yaşamak istemez.

Erdoğan ile kutuplaşma ve nefret söylemi doğallaşıyor. “Biz ve bizim gibi olmayanlar” ayırımı, milli
irade kavramıyla meşrulaştırılıyor. Erdoğan, Milli Görüş çizgisinden gelmekle birlikte merkez sağı
liberal demokrasiyi temsil edebilirdi ama eski dar gömleğini giydi ve hepimize giydirmeye çalışıyor.
Çoğulculuğu ret eden, AKP’ye oy verenleri adam sayan Erdoğan, kendisini milli iradeyle eş tutuyor.
Yolsuzluklarını sandıkta oyla aklamaya çalışıyor.
6
Merkez sağın hiçbir zaman benimsemediği “nefret söylemi” üzerine partisini inşa eden Erdoğan,
merkezi sağı kendi karizmasına taşımak istiyor. Erdoğan masum değil. Aleviler rencide ediliyor,
işçiler taşeronlaşıyor, her farklı ses, onların iktidarına göz diken hain gibi algılanıyor! Erdoğan, bir gün
cemaat, sonra HSYK, sonra AYM, ardından Merkez Bankası ile habire kavga çıkarmaya çalışıyor. Bu
ihtirasın sonu gelmeyecektir veya sonunda büyük bir hezimet yaşayacak ama bu devrede de 76
milyona eziyet edecektir.

Radikal yazarı Tarhan Erdem, dün yazdı: 14 milyon kadar ‘laf ettirtmem’ diyen Erdoğan taraftarıyla,
‘hemen gitsin’ diyen 8 milyon seçmenin ‘arasında kilitlendi ülke! Sosyolog Nilüfer Göle’ye göre,
devlet hepimizin onun için anayasa yazımı çok önemliydi, hukukun bağımsızlığı, bürokrasinin
kalıcılığı önemli. 2014’te, ülkeye bir anayasa armağan edemeyişini, muhalefete suçu atarak örtmeye
çabalayan, başarısız bir lider var. Hırçınlığı bundandır. AKP’ye devlet kalmaz! Göle’ye göre AKP
iktidarının şu an gelmiş olduğu nokta, müthiş bir kutuplaşma, affedilemeyecek bir nefret söylemidir ve
Erdoğan bu haliyle Özal ve Menderes’den uzaklaştı. Milletin birbirine düşman yapılmasından daha
tehlikeli ne olabilir?

Askeri hafife almayın. Ülkemizin en mert, en dürüst, en temiz, yolsuzluğa, sahtekarlığa bulaşmamış en
vatansever insanları ordumuzda bulunuyor. Bir dönem “Süfyanizm Oligarşisi”, fitne kemendini
ordumuzun boynuna dolamıştı, istediği gibi kullanıyordu. ‘Asker vesayeti sonrası, devletin kimsenin
malı olmadığını Türkiye’nin öğrenmesi lazım’ diyor Sosyolog Nilüfer Göle. Erdoğan, pek öğrenmişe
benzemiyor. Devleti kimse tamamen ele geçiremez, devletin ortak milli aklı, zıvanadan çıkanları
zamanı gelince terbiye etmesini bilir. Zaten üstad Said Nursi, Fesat Komitesi’nden ordumuzun tam
kurtulma tarihini Ebced hesaplamalarına göre 2014 olarak veriyordu ve ekliyordu: 1000 yıl İslam’a
hizmet eden kahraman Türk ordusu, elmas kılıcı teslim alacak ve tekrar İslam’a hizmet edecektir.
Elmas kılıç, tebliğ, irşad makamıdır.

MİT’deki karanlık ekibin çirkefliklerine son verecek başka makamda yok gözüküyor. TSK üzerinde
yaptıkları oyunların boyunlarına dolanmasına ramak kalmış olabilir. Erdoğan, MİT’in emirlerine
amade olduğu için askeriyede neler olup bittiğini ve ordu mensuplarının nefret atmosferinden ne kadar
çok iğrendiğini eminim bilmiyordur.

29 Mayıs 2014

ÖKK ve MAK’taki Göktürk!

TSK bünyesinde kurulan Türkiye Ulusal Stratejiler ve Hareket Dairesi (TUSHAD) Genelkurmay’da
bağlı faaliyet gösteren ordu içindeki derin strateji merkezidir. Muharebe Arama Kurtarma (MAK)
birimi Özel Kuvvetlerin en seçkin birimidir. Tıpkı MAK ve TUSHAD gibi Özel Kuvvetler
Komutanlığı (ÖKK) da devlet iradesi ile kurulmuş yasal bir kurumdur. Ankara Gölbaşı’nda hem Polis
Özel Harekat’ın hem de Özel Kuvvetler Komutanlığı’nın eğitim tesisleri bulunuyor. Yeniden
yapılandırılan, Genelkurmay, Jandarma ve Emniyet istihbaratı tek elde toplayan Milli İstihbarat
Merkezi (MİM)’in de merkezi burasıdır. MİT’in çok güçlü hale getirilmesi kamuoyu adına bir yem, bir
aldatmacadır, esasen MAK ve TUSHAD güçlenmiştir. ÖKK ve MAK’ta yasadışı bir yapılanma
olduğu hep inkar edilmiş, Göktürk yapısı saklanmıştır.

NATO’ya üye olmamızın hemen ardından Bakanlar Kurulu’nun 27 Eylül 1952 sayılı kararı ile
“Hususi ve Yardım Muharip Birlikler” adı altında bir kuruluşun oluşturulmasına karar verildi. Söz
konusu karar gereği 4 Kasım 1953 yılında “Seferberlik Tetkik Kurulu Başkanlığı” adı altında kuruldu.
14 Aralık 1970 tarihinde “Özel Harp Daire Başkanlığı” adını aldı. 1992 yılında çevre ülkeler ve İç
Güvenlik Harekatı ihtiyaçlarına bağlı olarak yeniden teşkilatlandı ve “Özel Kuvvetler Komutanlığı”
adını aldı. Özel Kuvvetler Komutanlığı 2002 yılında Kirazlı ve Güvercinlik Kışlalarını devrederek
Gölbaşı’nda inşa edilen yeni kışlasına taşındı. 2006 yılında yeniden teşkilatlanan Özel Kuvvetler
7
Komutanlığı Seferberlik Tetkik Kurulu Başkanlığı ve Muharebe Arama Kurtarma Alay Komutanlığı
yeniden teşkil edilen Seferberlik Tetkik Daire Başkanlığı kuruluşuna dahil edildi, 1. ve 2. Özel Kuvvet
Tugay Komutanlıklarının isimleri 1. ve 2. Özel Kuvvet Komutanlıkları şeklinde değiştirildi.

Merhum Bülent Ecevit, kendisine İzmir suikastını düzenleyenin CIA Türkiye İstasyon Şefi Graham
Füller’den emir alan kontragerilla adlı yapı olduğunu öğrendi. 1975’e kadar direkt ABD Savunma
Bakanlığı tarafından finanse edilen Özel Harp Dairesinin bütçesini başbakanlıktan almasını talep etti.
1960 darbesinden sonra dönüştürülen Türk ordusundan seçilen en seçkin subaylar NATO özel
eğitiminden sonra Özel Harb’e atanıyordu. Seçilerek iktidar olmakla muktedir olamayacağını Ecevit
geç anladı. Süleyman Demirel ise uyanıktı, bunu 1950’lerde üniversitede okurken anlamış, Özel
Harb’ın sivil unsurları arasında yer almıştı. DSİ Genel müdürlüğünden AP’nin başına paraşütle
indirilmiş ve 40 yıl Türk halkını başarı ile oyalamıştı.

Merhum Turgut Özal, Kartal Demirağ suikastın arkasındaki karanlık elin Özel Harp olduğunu,
başındaki Sabri Yirmibeşoğlu Paşa bulunduğunu anlamış ve dosyayı kapatmıştı. 1990’lı yıllar başında
Ankara’ya Füller’den sonra yeni CIA İstasyon Şefi gelmişti: Martin Lawrence. Halen kartı bende
duruyor, 2000 Ekim’inde kendisi ile röportaj yaptığımda ‘Ankara’da 7 Amerikan büyükelçisi
değişti, ben 20 yıldır buradayım’ diye övünmüştü. Lawrence, Irak savaşına Türkiye’yi ordusuyla
sokmak istiyor, Ankara’nın ilk defa kendilerine karşı çıktığını söylüyordu. ABD Ankara
büyükelçiliği’nin başbakanın ve bakanlıkların telefonlarını dinlediğini anlamam için Lawrence ile iki
saat konuşmam yetmişti. Üstelik beni de izlediklerini, dinlediklerini küçük bir espri eşliğinde sadece
benim bildiğim gizli bir bilgiyi aktararak ima etmişti. Neydi o bilgi?

Merhum BBP başkanı Muhsin Yazıcıoğlu ile yakın dost olduğumu, sırasıyla Gündüz ve Muhalif
gazetelerinde Ali Alperen müstear adıyla köşe yazıları yazdığımı eşim bile bilmiyordu. Yazıcıoğlu,
Amerikalıların en fazla çekindikleri isimdi. ÖKK’nın yapısını biliyordu, Özel Büro adlı MAK
birimleri içindeki CIA, MI5, BND ve MOSSAD nüfuz ajanları ve uşaklarının derin bilgisi, ÖKK
içindeki askeri ve sivil özel dostları tarafından Yazıcıoğlu’na gelirdi. Ergenekon ve Balyoz
davalarında pek çok gizli bilgi ve belge savcılara Yazıcıoğlu tarafından verildi. Daha önce verilse
siyasi konjonktür uygun olmadığı için heba olacaktı. Muhsin başkanı öldürmek için plan yapan ekibin
içinde kesinlikle MAK ve ÖKK vardı vede NATO Özel Timi onayı vardı. Bu nedenle kimse bana
ÖKK’nın vatan evlatlarını feda ederken milli çıkarlar güttüğünü söylemesin!

Meclis Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Milli Savunma Bakanlığı’ndan, 25 Kasım 1952-12
Eylül 1980 tarihleri arasında darbeler, muhtıralar ve demokrasiyi işlevsiz kılan tüm girişim ve süreçler
ile Milli Birlik Komitesi İrtibat Bürosu olarak çalışan birim, Özel Harp Dairesi ve kontrgerilla
yapılanmalarına ilişkin her türlü bilgi ve belgenin birer örneğini istemişti. Bakanlık bu talebe 17 Eylül
2012’de cevap verdi. Bakanlığın yazısı komisyonun 12 Eylül davası kapsamında Ankara 12. Ağır
Ceza Mahkemesi’ne gönderdiği raporun ekleri arasında çıktı. MİT’in, komisyona 24 Aralık 2012’de
gönderdiği bilgi notu ve ihbar mektuplarında, ÖKK içindeki yasadışı yapılanmanın olduğunu iddia
etmesine karşın, “Özel Kuvvetler Komutanlığı’nda kontrgerilla yapılanması yoktur” denildi.

Bordo bereliler olarak anılan Türk ordusunun yüzakı komando eğitimi almış ekipleri eleştirmek ve
savunmak iki ucu keskin bir kılıç. Derin devlet gücü diye tanımlanan, bazılarının kontragerilla dediği
yapı aslında operasyonel anlamda ÖKK ve MAK’ın içindeki cuntavari yapıdan bahsediyoruz. Yoksa
bu güzide birimi yıpratmak istemem. Göktürk adlı derin devlet yapılanmasının ayakta kalmasını
sağlayan askeri cunta birimi olmasa, İstanbul baronları ve siyasi figüranlar serbest at koşturamazlar,
top toplayıcı bile olamazlar. Darbeciler ilk önce bu birimin desteğini almak zorundadır, aksi halde
başarılı bir darbe mümkün değildir.

Özel Kuvvetler içerisinde ‘asıl işi’ MAK grubu yapar. Bu yapının bünyesi, AK Parti döneminde 13
bölgeden, 24 ayrı bölgeye çıkartıldı ve büyüdü. Beyaz Kuvvetler, bölge yapılanmaları halindedir. Bu
8
bölgelerdeki hücreler birbirini tanımaz. Bölge başkanları var. Sadece bölge başkanları hücreleri bilir.
Takma isimleri kullanıyorlar. Her bölge emrinde hücre şeklinde yapılanmış ayrı ayrı 20-30 tim vardır.
Toplam 4 bin kişilik bir güçtür. Her timin başında bir yüzbaşı ve bir üsteğmen ile 12 başçavuş
bulunur. Şu an JİTEM tehlikeli olmaktan çıktı, asıl operatif birim MAK’tır. 680 civarında maaşlı sivil
unsuru, yüzbine yakın muhbiri vardır.

Ergenekon’un alt ve orta kadrosundan bazıları yakalanmasına rağmen üst yönetiminden birçok kimse
halen dışarıda. Bunlar güvenlik şirketlerini ele geçirdiler. MAK’ta şöyle bir yapı var: Her generalin
başına bir tane özel astsubay verildi. Şu an ne kadar tugay komutanı varsa, hepsinin yanında emir
subayı olarak bir tane eski MAK’çı vardır. Neden eski MAK’çıları seçiyorlar bunun için? Böylelikle
bütün paşaları kontrol altına alıyorlar. Emir subayı ne demek, emir subayı? Paşa öksürse emir
subayının haberi olur. Paşa çay içse emir subayının haberi var. İstediği zaman paşayı etkisiz hale
getirebilir veya öldürebilir de. Gidin kontrol edin. Herhangi bir tugay komutanını çağırın deyin ki,
‘Komutanım yandaki emir subayın kökeni nedir?’ Komutan, ‘Özel kuvvetten’ diyecektir. Özel
Kuvvetten nereden? ‘MAK’çı’. Hepsinin ağzı sıkıdır, konuşmazlar. Bakın Sabri Yirmibeşoğlu halen
üst düzeyde yetkilidir ama kimse ona dokunamaz. Saldıray Berk paşamıza savcılar dava açtı,
mahkeme kabul etti ama kimse dokunamıyor. Bu yapıya, kendi milleti iç düşman olarak algılatılmasa
CIA ve MOSSAD’ın devri sona erebilir. Çok ciddiyim.

Ergenekon olmadı, Göktürk verelim!

Ergenekon olmadı, Göktürk verelim! Ergenekon yapılanmasının kabuk değiştirdiğini ve yeni bir isim
aldığını ilk defa burada okuyacaksınız. Patent hakkını tescil ettirmek için açıklıyorum: Ergenekon’un
yeni adı Göktürk’tür. Deşifre olmamış yeni isimler ve kadrolarla donatılan yeni derin devlet, yapısı
içine artık alnı secdeye gelen muhafazakarları ve Kürtleri de alıyor. Çerkezler yine işbaşında! Dinle,
azınlık ve etnik yapıyla barışık yeni sistem, Silivri’de yatanları terhis ve tahliye konusunda bir süredir
hükümetle pazarlık yürütüyordu. Yeni ismin babası ve teorisyeni Encümeni Daniş-i ve projeyi
onaylanan Milli Birlik Komitesi’ni kutlarım. İktidar ve muktedir olduğuna kendisini kaptıran AK
Parti’ye de “çakma Göktürk”le uğurlar dilerim.

Göktürk Devletinin Bayrağı

Neden Göktürk ismi tercih edilmiş olabilir? Biraz tarih anlatayım: Göktürk devleti, Türk ifadesini ilk
defa kullanan milli devletimizdi. Saka veya Yakuti Türklerinin kurduğu İskit İmparatorluğu ve hemen
ardından kurulan Hun İmparatorluğu mirası üzerine şekillenmişti. Ergenekon destanında küllerinden
doğan Türk milletinden hemen sonra Çin kültür ve medeniyeti etkisinde Hunlaşması vardır. Çinlilerin
Çin seddi yapmasına sebep olan Hunlarda Türk töresi anlayışı sağlam yerleşmiş iken güçlülerdi, halen
kullandığımız onlu, yüzlü, binli ordu sistemi oturmuştu. Çinli prenseslerle Hun hakanlarının
evlenmesiyle başlayan yıkılış sürecinden sonra kurulan üç ayrı Hun devleti, kardeş kavgası ve
tefrikalarla yıkılırken, yerini 1. Göktürk Hakanlığı’na bıraktı. Ancak Türk töresini uygulamayan Kara
9
Han, Çinli eşinin ve Çin’in devletin iç işlerine karışmasını engeleyemedi. Kara Han, kendi kılıcı ile
kendini öldürerek ihanetine son verdi. Rahmetli Azeri şair Bahtiyar Vahapzade’nin ‘ Özümüzü Kesen
Kılıç’ tiyatrosu bu gerçeği çok güzel anlatır.

….Türk Milliyetçiliği ilk kez Hunlar zamanında ortaya çıkmıştır. M.Ö.1.yüzyılın sonlarına doğru Hun
İmparatoru CU Cİ Yabgu; Atalarından miras olarak yalnızca vatan ve devlet kalmadığını, hürriyet ve
bağımsızlığında bu miras içinde olduğunu söyledi. Çin kaynaklarında inceleme yapan Alman bilim
adamı Hürth, Çiçi Yabgu nun bu söyleminide kayıt altına almıştır. Hürth; tarihte milliyetçiliği devlet
yönetiminde temel öge olarak alan ilk devlet adamının Türk Kağanı Çü Çi Yabgu olduğunu
belgelemiştir.Daha sonra ortaya çıkan tüm Göktürk yazıt ve anıtlarında Türk Milliyetçiliği açık olarak
tarihe geçmiştir. Bu yazıtlar ve anıtlardaki tüm düşünceler açık ve özgündür. Türklük düşüncesi ve
millet olma özelliği açık olarak biçimlendirilmiştir… Türkler, kurdukları Göktürk devletinde; temel
ögeleri millet olma bilincini ana ilke olarak almışlardır. Tamamen bir milliyetçilik örneği olan ve
tarihte ilk düzenli orduları kuran Hunlardır. Çin kaynaklarında da açıkca belirtildiği gibi Hunlar,
asaletli bir toplumdu. Hun Ordusunun ana çekirdeği süvarilerdi. Onar bin kişilik yirmidört tümenden
oluşan Hun orduları; atlı oluşlarından ötürü süratli ve yüksek manevra gücüne sahiptir. Hun orduları
ok, yay ve kılıç kullanıyordu. Hunlar toplumları ve orduları içine kesinlikle Türk olmayan yabancı
asker sokmadıkları gibi paralı askerde kullanmamışlardı. Orhun yazıtlarında açıkca Türk Milliyetçiliği
vardır.

Şu ifadelere bakın: “Başına geçtiğim Türk Milletinin şan ve şerefi için gece uyumadım, gündüz
oturmadım. Ölesiye, bitesiye çalıştım. Tanrı yardım etti, bahtım yar oldu, yoksul milletimi zengin
ettim. Türk Milletini bütün milletlerden üstün kıldım”"Türk, Oğuz beyleri, Türk Milleti işitin.Yukarıda
gökyüzü çökmedikce, aşağıda yağız yer delinmedikce, Türk Milleti, ülkeni, töreni kim bozabilir. Ey
Türk milleti kendine dön.” Bu sözler Göktürklerin Kanuni Sultan Süleyman’ı sayılan Bilge Kağan’a
ait

Altay bölgesi: Türk tarihinin en önemli alanlarından birisidir. Çünkü, Türklerin anavatanı da burasıdır.
Hyung-Nu (Hun) Türk İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra 5. Yüzyıl başlarında demirçi Açina
(Asena) boyu bu bölgede ortaya çıkmıştır. Kendilerine “Soylu Kurt” anlamına gelen Aşina diyen bu
Türkler, tarihte Gök Türk İmparatorluğu olarak bilinen devleti kurmuşlardır. Bunlar, düşmanlardan
korunmak için başlangıçta kendilerine ulu sıradağların kesiştiği bu sarp alanı yurt olarak seçmişlerdi.
Bulundukları noktaya da “Dik Yamaç” anlamına gelen Ergenekon diyorlardı. Bu bilgiler dünyaca
ünlü Sovyet tarihçisi Prof. L. N. Gumilev’in Eski Türkler isimli kitabında yer almaktadır. Bu
demirci Açinalar; Asya’nın teknolojik üstünlüğü (demir teknolojisini) ellerinde tutuyorlar ve çok
değerli savaş aletleri yapıyorlardı.

Bu dönemde henüz İslam zuhur etmemişti. Göktürklerin resmen Türk Milliyetçiliği yapmalarının
nedenleri vardı. Aslında Göktürk devletinin İranlı Sasanilere vurduğu darbeler sayesinde Saad Bin Ebi
Vakkas komutasındaki İslam ordularının Hz. Ömer devrinde Sasanileri yıkmaları ve İran’ı ele
geçirmeleri kolaylaşmıştır. Türkçülük Türkler arasında hemen yayılmadı. Ancak Emevilerin Arap
milliyetçiliği yapmaları nedeniyle Türklerde Türk milliyetçiliği yaptılar ve İslam’a geç girdiler. Ömer
Bin Abdülazi döneminde Şam’a gelen Türkmen heyetinin Emevi valiyi şikayet etmesi
meşhurdur. Cizreden muaf olacaklar diye Türklerin müslüman olmasını istemeyen Emevi valisi,
ayrıca Türklerin ilim aşkından, mertliğinden, cesaretinden ve savaşçı bir millet olmalarından
korkmuştur. Korkunun ecele faydası yok. Abbasiler döneminde Arap milliyetçiliği azalınca Türkler
akın akın İslam’a girdi ve Abbasilerin ordu yapılanmasını kısa sürede ele geçirdi. Sadece askeriyeyi
değil, Mevali denen köle Türklerin çocukları İslam’in altın çağında fıkıh, hadis, kelam ilimlerinde,
müsbet ilimlerde de zirveye çıktılar, hatta Zemahşeri’nin ifadesiyle Bedevi Araplara Arapçayı
öğretecek kıvama geldiler.

10
Ergenekon yerine kurgulanan yeni derin devlet Göktürk, işte bu temel öğe üzerine yoğunlaşarak Türk
milliyetçilerini kullanmayı hedefliyor. Bu nedenle, nereden koşmak istediklerini analiz edelim. Asıl
hikaye bundan sonra başlıyor. Çin sarayına esir düşen veliaht prensi kurtarmaya çalışan Kürşat ve 39
yiğidi, intihar saldırısında kahramanca ölür. Ne tesadüf ki, Encümeni Daniş de, derin devletin 40
kişilik yaşlılar konseyidir! Kara Han’ın kardeşleri 50 yıl süren iç savaştan sonra 9 yaşındaki yiğenleri
İstemihan’ı tahta geçirerek Çin’e karşı “iri, diri ve bir” olurlar. Orhun Kitabelerinde anlatılan
medeniyeti kuranlar, Türk töresine sarılan Göktürk hakanlarıdır. “Gök Tengri” inancına sahip
Göktürkler, çoğu Budist, Şamanit ve Mecusi ahaliye tam saygı gösterdiler. Ergenekon merkezli erken
dönem Türk kültürü Şamanist nitelik taşır ve bu kültür (inanç) günümüzde bile yaşamaktadır. Büyük
şehirlerimizde bugün bile var olan babalar inancı bu şamanist inancın en açık örneklerinden birisidir.

Bu inanışta yeryüzü, yeraltı ve gök olmak üzere üç parçadan oluşan tek evren vardır. Yeraltını Ay
Tanrı temsil eder ve olumsuz (kötü) ruhlar inanışa göre orada yığılmıştır. Yeryüzü ve gökte ise olumlu
ruhlar bulunur. Yeryüzü, toprak ve su ruhları ile doludur. Ağaçlar, sular, kayalar o ruhları barındırır.
Şaman toplumundaki din adamları (şamanlar) iyi ruhlarla bağlantı kurarak Yer altı ruhlarının kötü
etkisini yok etmeye çalışırlar. Bunun için kurban keserler. Değişik hareketlerle (dans) kötü ruhları
kovmak ve iyi ruhları memnun etmek isterler. Bu arada şaman davuluna vurup müziksel ritim
yaratırlar. Sonunda insan ile doğa ve ruhlar (Tanrılar) arasında bir uyum kurmaya çalışırlar. Böylece
Gök Tanrı’yı (Güneş) memnun ederler.
Kırılma noktası, Bizans’ın “Hıristiyan olun” mektubuna Göktürk Kağanı İstemihan’ın ret cevabı
vermesi ve teslisin Türklerin töresine aykırı olduğunu bildirmesidr. İkinci kırılma, Müslüman Arap
ordularının Çin’e karşı verdiği Talaş savaşında Uygurların, Müslümanların tarafını tutmasıdır.
Göktürk, müslüman değildi, bizim derin devletin cibilli ve ırki İslam düşmanları bu nedenle Göktürk’ü
severler.

Budist olan Uygur Türkleri, Manas destanından da anlaşılacağı gibi hızla müslüman olmaya başlarlar.
Dede Korkut ve Oğuz destanından çıkardığımız sonuç, İslamiyet’in iki yüz yıl içinde Türk aşiretleri
arasında yaygınlaşmasıdır. İlk Türk müslüman devletler sanılan Samanoğlu ve Karahanlılardan önce
Orta Asya Türklerinin yarısı müslümanlaşmıştı. Musevi Hazar Türk Devleti’nde Ordu Başkomutanı
olan Selçuk bey, oğlu Arslan bey gibi müslümandı. 10 bin atlısı ve dört oğluyla Orta Asya’da,
Azerbaycan ve İran’da delicesine çalışan Arslan beyin dört oğlu, Gaznelilerin babaları Arslan beyin
kahpece tutsak etmesinin intikamını adım adım 1040′da Dandanakan savaşında alarak, Türklerin
müslümanlığın bayraktarlığını devraldılar. Selçukluların Tuğrul ve Çağrı beylerle birlikte İslam’ın
koruyuculuğuna soyunduğu, Alparslan adına Abbasilerin hutbe okuttuğu unutulmamalı. Melikiah ve
veziri Nizamülmülk’ten sonra Sencer döneminde gevşeşen Selçuklular, Irak Selçukluları ve Anadolu
Selçukluları adlı iki büyük devleti kurabilmiş ve Araplara Türklerin iman gücünü kabul ettirmişti.
Aynı dönemde Moğolları dünya devi yapan dinsiz Moğol Cengiz Han’ın yardımcısı Arslan beyin Şii
müslüman olduğu, ikiyüzbinlik Moğol ordusunun yarısının Şii ve Sünni müslüman Türklerden
oluştuğu anımsanmalı. Kara bayrak taşımaları nedeniyle Arap müslümanlarca Ye’cüc ve Me’cüc
ordusu sanılan Moğol ve Türk ordusu, İslam ve Çin medeniyetine, Harzemşah ve Abbasilere son
vererek yıkarken, Oğuz kökenli Büyük Selçuklu Devleti, son İslam karakoluydu.

Farklı tarikatların her Anadolu kentini küçük tarikat devletcikleri haline getirdiği dönemde, Türkleri
birleştiren güç Ahi örgütlenmesi, Mevlana ve Yunus Emre anlayışıdır. Anadolu’da yaşayan 4 milyon
Rum ve 1 milyon Ermeni’nin yarısını iki asırda müslümanlaştıran güç, İslam’ın yumuşak Sufi
yorumudur. Medeniyetsiz ve barbar Moğolları 50 yıl içinde müslümanlaştırarak Türkler içinde eriten
yine Sufizmdir. Farscayı kullanan Selçuklular, İran’dan gelen yüzbin Alevi Alperen’in ve bir o kadar
Hoca Ahmet Yesevi’nin Türkçe kullanan dervişleriyle Anadolu medeniyetlerini harmanladı. Çok
kültürlü, dinli ve hukuklu yapıyı devralan Osmanlı devletinin Türkçülük yapmaması, Roma’dan
esinlendiği devşirme asker ve bürokrasi sistemini İslamlaştırması ve içselleştirmesi, Alevi Türkmenleri
çevrede bıraktı. Tarım ve hayvancılıkla uğraşan Türkmenler cahil kaldı, devletde yer tutamadılar.

11
Osmanlı beyliğinin ilk 150 yılında Selçuklular adına hutbe okuttuğu düşünülecek olursa, Fatih Sultan
Mehmet’e kadar Anadolu’da mirası devralma sorunun varlığı ortaya çıkar. Zaten Fatih, ‘Ben İslam
Roma İmparatoruyum’ demiş, Ortadoks Hıristiyanların koruyuculuğunu üstlenmiş, Oğuz Avşar
soyuyla asillik taslayan Karamanoğlu belasına son vererek, İslam kardeşliğini yeğlemiştir. 2. Beyazıt,
Bektaşilik, Nakşilik ve Mevlevilik’i imparatorluk politikalarıyla resmi din haline getirip
kurumsallaştırdı. Sultan Yavuz ise, Şii ve Türkçü Şah İsmail’in politik Şii nüfuzunu Anadolu
Türkmenleri arasında kullanarak nifak tohumları atmasını ve Türkleri bölmesini Çaldıran’da kırdı.
Sünni Kürtleri yanına alan Yavuz, hem Şii İran’ı bloke etti, hemde yozlaşan Memluklulardan emaneti
teslim aldı. Kanuni Sultan Süleyman’la muhteşemleşen ecdatımız, Türkiye kuruluna kadar bin yıl
süresince İslam’ın koruyucusu, yayıcısı ve adaletin teminatı oldu. 90 yıllık kesinti döneminden sonra
eski şerefli ve onurlu günlere dönmemiz, Allah’a kalmış…

Tarihimizin şuurumuzda oluşturduğu krediyi hatırlatıyorum, çünkü Göktürk adında yeniden yapılanan
Ergenekon, dar ve sığ kalıplara sığdırmaya çalıştığı insanımızın taleplerini karşılamaktan halen çok
uzakta kalıyor. Milli bir derin devlet kurabilmenin tek reçetesi, geçmişte yapılan hatalardan ders
almak, aşırı ırkçılıktan arınmak ve tam bağımsız olabilmektir. Muhafazakar Türkmen ve Oğuz
Türkleri, asırlardan sonra ilk defa son otuz yıl içinde eğitimli, kültürlü hale geldi ve bürokrasiye, yani
devlete talip oldu. Hrant Dink suikastının ardındaki Ergenekon’u ıskalarsanız ve Silivri’de
cezalandırılması gereken darbe heveslilerine hukuki zemin oluşturur, tahliye yolu açarsanız, “Çin
ejderha”sı geri döner ve tüm kazanımları yutar. Hrant benim çok iyi arkadaşımdı, Bakü ve Ankara’da
iken sık sık telefonda konuşurduk, Ermenistanla ilgili haber ve yorumlarımı Agos gazetesinde
yayımlardı.

Talan edilen Ermeni malları dosyası, evlatlık verilen 150 bin Ermeninin varlığı ve “çakma Aleviliği”
kabul ederek tehcirde gitmeyen üçyüz bin Ermeninin gizli kimlikleri dosyasını benle biraz paylaşmıştı.
O dosyanın Veli Küçük’ün eline geçtiğini bir Başbakanlık Danışmanı bana söylemiş ve dosyayı
bana sızdırmıştı, ama müslümanlaşan Ermenilerin deşifresini nefreti körükleyen bir ırkçılık görerek
haberleştirmemiştim. Gemi azıya almışlardı, Ermeni kökenli diye bazı meşhur isimleri
yıpratacaklardı. Dink’e ‘sakın bunları yazma, yoksa seni öldürürler’ diye uyardım. Dinlemedi,
Atatürk’ün manevi kızı, Dersim’i bombalayan pilot Sabiha Gökçen’in Ermeni yetimi olduğunu yazdı.
Hem Ermeni diyasporasını hem Ergenekon’u ürküttü. Mahkemenin adaletsiz Dink kararını,
“Ergenekon olmadı, Göktürk verelim” diyen derin yapılanmanın ne kadar güçlü olduğunu göstermesi
olarak algılıyorum. Üzücü olan, İslam’da ters olan, ama aynı aşırı ırkçı zeminden beslenen
muhafazakarların bu oyuna gelerek, kin ve nefreti ‘milli çıkarlar’ diye satan şeytanın avukatlarına
inanması, makam ve güçlerini devam ettirme adına kuvveti hakka tercih etmeleri. Sonunuz öz
kılıcınızın özünüzü kesmesi olur, benden uyarması…

MİT’deki istihbarat baronları!

Bugün yaşanan AK Parti ile camia arasındaki çekişmenin fişleme skandalı üzerinden çıkması,
MİT’deki istihbarat baronlarından kaynaklanıyor.
Ergenekon operasyonlarını durdurma kararı alan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, bu talihsiz kararını
Gezi olaylarından önce AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Bülent Arınç ile Fethullah Gülen
Hocaefendi’ye bildirdi.
Tepkisinin ‘bizi arkamızdan hançerliyorsunuz’ olduğunu artık söylememde bir beis kalmadı.
Elbette sayın Erdoğan ‘yok sayıyor’ diye asıl adı Göktürk olan derin yapılanma kaybolmadı.
Eğer birileri kalkıpta istihbarat baronlarının tası tarağı toplayıp Mozambik’te tatile gittiklerini ve bir
daha asla geri dönmeyeceğini söylerse rahatlayabiliriz! Geceye gözünü başbakan yumunca açan
karanlık kurullar faaliyetlerini dondurmadı. Tarihimizde bu yanlışı yapan pek çok Osmanlı
padişahımız ve başvezir bulunuyor. Bedelini hayatları ile ödediler, ülke silbaştan başa döndü.

AKP kendi kuyusunu kazıyor; toplumu geri dönülmesi zor bir intiharın eşiğine sürüklüyor ama bunun
12
farkında bile değil. Camia, askeri vesayetin geriletilmesi için gereğinden fazla AK Parti’ye muhabbet
besledi, 2011’den beri yaşanan tasfiyelere sesini çıkarmadı, dişini sıktı. ‘Emniyet ve yargıda camia
cuntası var’ diyenlerin topu MİT’deki ‘Fişleme Cuntası’na bilerek veya bilmeyerek hizmet ediyor.
Erdoğan kendini devirmek isteyenleri MİT’de arasa bulacak ama yanlış yerde arıyor.
Amerikan ve dünya derin devletinin genel müdürü, ABD eski Dışişleri Bakanı Henry Kissinger’ın
İran-Irak savaşında “hangisinin kazanması Amerika’nın çıkarına olur” sorusuna verdiği cevap bugün
bu anlamsız kavga sonucunda global ve yerli fitne şebekesinin ne istediğini özetliyor: İkisinin de
kaybetmesi…

27 Mayıs 1960 ihtilalinde Amerikalılar aslında ordumuza büyük bir darbe yapmış, 243 general, toplam
7200 subay ve astsubayımızı tasfiye ederek yeni bir Türkiye kurmuştu. Adnan Menderes, son
yıllarındaki tek adam ihtirasının kurbanı olmuştu. Militer demokrasi, askeri vesayet ile yönetilen
ülkemizde siyasetçiler sadece figürandı. O yıllarda ağırlıklı bir Soğuk Savaş paranoyasına girildi.
İstihbarat faaliyetlerimize ağırlıklı olarak mason locaları hakim oldu. O dönemde MİT ve Seferberlik
Tetkik Kurulu’nun beşinci kol faliyeti, Tapınak Şovalyeleri, Sion Tarikatı, Gül ve Haç Kardeşliği
örgütleri ile yakın temasa geçti. Ne var ki bu faaliyetlerin ne kadar milli olduğu ciddi biçimde
tartışmaya açıktır. MİT’in istihbarat elemanları bilinçli olarak Türklerden değil Türkleştirilmiş eski
Sovyet ülkesi kökenlilerden seçildi. Çerkezler, Gürcüler, Çeçenler, Abhazlar, Boşnak ve Arnavutlar
asıllı vatandaşlarımız özellikle istihbarata sokuldu.
Türkmen ve Oğuz kökenliler MİT’den dışlandı. Aksini ispatlayın mesleği bırakırım. MİT’den ceza
alan bir Ergenekoncu tanıyor musunuz?

1965′de yasallaşan devlet istihbarat hizmetleri, 1972′den sonra TSK ve MİT içinden bazı kişilerin
angajesi ve bunların dışardaki her türlü yapılanmaları ile başka bir boyut kazandı. 1970′lerden sonra
gizli ittifak hem kurumun içinde, hem dışında milli hassasiyeti olan kim varsa onları ortadan kaldırdı.
MİT’in içinde istihbarat baronları oluştu. Bu baronların hiçbirisinin çalışması asla Türkiye’nin lehine
değildi. ABD’nin büyük politikaları, İsrail’in çıkarları önceliğimiz sayıldı. NATO’ya girmemizin
ardından istihbaratımız ABD tarafından kontrol altına alındı, 1949 yılından sonra eğitilip teçhiz edildi.
Ek ödenekler, 1950- 1975 yıllarına kadar ABD tarafından verildi. Özel Harp Dairesi, Amerikalıların
ordumuzdan seçip yetiştirdiği devşirilmiş elemanlarla dolduruldu. MİT’deki elemanların çoğu Özel
Harp eğitimi alanlardan oluşturuldu. Çerkez ve Gürcü kökenliler, ulusalcı, dinden uzak Türk
milliyetçisi olarak MİT yönetiminde baronluk kurdular. Babadan oğula geçen geleneğimiz MİT ve
Dışişleri bakanlığında çok güçlüdür. Her MİT elemanının 3 akrabasını sorgusuz sualsiz bir referansıyla
MİT’e aldırma yetkisi, avantajı vardır. Bu yapının Hakan Fidan müsteşar olduktan sonra birden
buharlaşıp hükümetin emrine girdiğine inanan saf değilse eğer, basireti bağlanmıştır.

Önce gömleği doğru yerden ilikleyelim. Hukuksuz fişleme eylemi, nasıl Genelkurmay’ın kara
koyunları Balyozcuları ve Ergenekoncular için sabit bir suç oldu ve mahkemece tescillendiyse, MİT
için de görev değil suçtur. Bir hukuk devletinde suç işlemeyen masum kendi milletini fişleyen kimse
ceza alır. Hiçbir kimse veya kurum – MİT’deki cunta fitne şebekesi de buna dahil olmakla kendi
suçunu, başkalarının boynuna sorumluluk ve ceza olarak takamaz. Eğer bir hukuk devletiysek,
üstünlerin hukuku değil hukukun üstünlüğü varsa, vatana ihanetle ve casuslukla suçlanan Taraf
gazetesi ve gazeteci Mehmet Baransu’nun değil, fişleme aktörlerinin başı derttedir. AK Parti yönetimi
iktidarda bulunmanın yol açtığı savunma refleksiyle hatalar yapıyor. 2010’dan sonra da devam eden
fişleme yanlışını sonuna kadar savunamayacağını bakalım ne zaman anlayacak? 28 Şubatcılar bugün
yargılanıyorsa, Balyoz ve Ergenekon sanıkları müebbet cezalar almışsa bunun temel hukuki nedeni
fişlemelerdir. Susun diyenlere bu nedenle aldırmıyorum. Suçu savunan gazetecilere acıyorum.

Fişlenen her kişi ve sivil toplum grubu, fişleme faaliyetinin yetkililerine karşı tazminat davası açabilir
ve suç duyurusunda bulunabilir. Soruşturma savcısı MGK kararının aslını ve fişlemelerin asıllarını
MGK ve MİT’ten istemelidir, ayrıca fişlemede görevli MİT cunta ekibi veya emir veren istihbarat
baronları hakkında savcılar soruşturma izni istemek zorunda kalacaktır. Siyasi iktidar bugün yargıya
13
müdahale eder ve bu izni vermezse, elbet ileride bu izni verecek bir iktidar gelecektir. Mahkemece
Taraf ve Baransu’ya bir ceza tertip edilecek olursa, Yargıtay’dan, Anayasa Mahkemesi’nden ve en
nihayetinde AİHM’den dönmesi kesindir. MGK ve MİT’in kendi kanununda var olan devletin
mahremiyeti ve devlet sırrı ile ilgili yasaklama ve yasalar, düşman için geçerli olmalıdır. Kendi
vatandaşını iç düşman sayan kanun zaten yasal olamaz. En azından bu yasalarla Avrupa Birliği’ne
girmemiz mümkün değildir. Türkiye’de hâlihazırda yürürlükte olan bir “Devlet Sırları Kanunu”
yoktur. Özel hayata müdahaleyi engelleyen kanunda yetersizdir, Batı standartlarında birey
özgürlüklerini genişleterek düzenlenmelidir.

Medyamızda yaşanan tekelleşme ve devletleşme eğilimi eski Sovyetler Birliği’ne döndü. Devlet
gazetecileri, MİT yazarları türedi veya bazı kalemler kutsanan yeni devlete çalışmaya ikna edildi.
Özgürlüğünü kaybeden kalemlerden kan damlıyor. Açıkca devletin, MİT’in ne talep ettiğini yazıp
çizen bu kalemşörlerin çoğu maalesef sağ görüşlü, muhafazakâr sandığımız eski arkadaşlarımız. Fitne
kazanına odun taşıdıkları halde, devlete çalıştıklarını varsaydıkları için kendilerini kahraman, ötekini
‘vatan haini’, ‘casus’ hatta ‘terörist’ olarak görmeye başladılar. Vicdanlar cüzdanlara, makamlara,
şöhrete, çıkarlara; belkide bal tuzağına, mutaya, nisaya sıkıştı kaldı.

Gidişat şunu gösteriyor ki, muhafazakârlar-dindarlar demokrasi istemiyorlar. ‘’Kemalist devlet’in


ardından ‘muhafazakâr devlet’ faşist, baskıcı, despot olsada yeterli demek istiyorlar. Kendinden olan
‘Yakoben devlet’ makbul, ötekiler umurlarında değil, gemilerini yürütseler yeter… Sağlam, dik
duralım, bu yanlış yaklaşıma entelektüeller ve camia dur demezse Allah’ın gayretullahına dokunması
kaçınılmazdır.
Yeni Türkiye kurduklarını iddia eden iktidar, her yaptığını caiz görüyor, sivil toplumun ve medyanın
sorgulamasına izin vermiyor. Ağızlardan dökülen iftiralar, birbiri ardına savrulan hakaretler, tehditler
sinelerde biriken nefretin büyüklüğüne, yeni kurgulanan istihbarat devletinin nasıl kurulduğuna dair
net fikirler veriyor. Şiddetli imtihanlarla sarsılıyoruz. Düşmanın husumeti mi, dostun vefasızlığı mı,
yoksa her ikisi birden mi bilemiyoruz. Dudaklarımdan hem milletimizin selameti için dualar
yükseliyor, hemde şiir dökülüyor: Artık vefâya eyledik vedâ. Sızlıyor içim her şeyden cüdâ. Her
çehrede yalancı bir edâ. Ayırmasın bizi haktan cüdâ…

İngiliz-Yahudi fitne merkezi!

AKP ile cemaat arasında krizi 5 yıldır kaşıya kaşıya çıkartanlar, en popüler CIA ve MOSSAD
muhalifimiz sanılan, oysa CIA ve MOSSAD ajanları ile organik bağı bulunan siyasetçi-
istihbaratçımız olan DOĞU PERİNÇEK ve MİT’deki Aydınlık grubudur. İngiliz-Yahudi Kraliçe
Derin Devleti’nin ülkemizde 40 yıldır kullandığı kirli eli olan Perinçekgiller, ürettiği fitnelerle
müslümanları birbirine düşürmeyi başardılar. Bu nedenle İngiliz-Yahudi fitne merkezini deşifre
ediyorum.

Bu tiyatroda asıl hedefin Başbakan Erdoğan olduğunu hatırlatıyorum. 2011 yılında Ottava ve
Toronto’ya gelen Aydınlıkçı ama MİT’e çalışan bir akademisyen, bugün yaşananları bir dostuma kim
olduğunu bilmediği için bir bir anlattı: “Cemaatı iç düşman paralel devlet ilan edip Erdoğan’a
vurduracağız, sonra Erdoğan’ı elimizdeki dosyalarla rahatlıkla vuracağız” demişti. Nasıl bu kadar
emin olduklarını sorduğunda arkadaşıma şu manalı yorumu yapmıştı: “İngiliz Yahudi Kraliçe derin
devleti son sözü söyler.” Perinçekgillere bu sefer, AKP Lideri Recep Tayyip Erdoğan arkasında
saklanarak MİT içindeki İngiliz-Yahudi nüfuz ajanları ekibiyle cemaata operasyon yapma görevi
verildi, tüm becerilerini ortaya döküyorlar.

Bu marjinal gruba operasyon yaptırma acziyetine düşen Başbakan Erdoğan’ın ve AKP şürakasından
kimlerin hangi açıklarını yakaladılar acaba? Kimlerin kasetlerini çektiler, kimlerin yolsuzluk dosyaları
ellerinde, kimlerin rüşvet alırlen görüntüleri var ki, cemaate operasyona sesini çıkartamıyorlar. Üstelik
14
kendi yaptıkları arsızlığı, ahlaksızlığı cemaat yapmış gibi kamuoyuna pazarlama kabiliyeti olan bu
fitne şebekesi artık çok oluyor. Gizli Arşiv twitter koduyla bugün başbakandan daha da sertleşmesini
isteyen Perinçek kimdir?

JİTEM davasında yargılanan, eski PKK itirafçısı, İsveç’te yaşayan JİTEM elemanı Abdulkadir Aygan,
şu itirafı dikkatlerden kaçmıştı: “Doğu Perinçek bir İngiliz ajanıdır. Bunu 1983 yılında PKKlı olarak
Şam’da kaldığım örgüt evinde bizzat halen KCK Başkanı olan Cemil Bayık ve Halil Ataç adlı örgüt
Merkez komite üyesi şahıslardan öğrendim. Yeri ve zamanı gelmişken sizlerle paylaşmak istedim.
Şahsen bu konuşmaya tanık olunca; aklıma M.Kemal’in İngiliz ajanı olduğu yolundaki iddialar geldi.
1970’li yıllarda ”sıkı solcu, Maocu” olan Doğu Perinçek’in son dönemlerde sıkı ”Atatürkçü” olması,
sürekli ”Amerikan Emperyalizmi” karşıtı görünmesi, 1990’lı yıllarda Beka’ya ve Şam’a giderek PKK
elebaşısı Abdullah Öcalan’a gül vermesi (PKK’yı İngilizlerin hizmetine sokmak için) Şam’da
duyduklarımı teyit ediyor.”

Ünlü istihbaratçımız Mehmet Eymür’ün ifadesiyle Perinçek ve hizmetkarları arkalarındaki karanlık


güçle birlikte Lübnan Nahrel Bared’deki FKÖ Kampında İngilizler ve MOSSAD tarafından eğitildiler.
1978, 79, 80 yıllarında Aydınlık gazetesinde Perinçek grubu, “Kontrgerilla” kampanyalarıyla halkta
sağ ve sol kutuplaşmasını derinleştirdi ve halkı orduya karşı kışkırttı. 1974 Kıbrıs hareketini yapan
ordumuza “işgalci” diyen dönekler, her siyasi ortama göre renk değiştiren bukelemonlardır.
“Fabrikatör” lakaplı Perinçek grubu, Ordu ve MİT’deki karanlık oligarşik çete ile Türkiye’de yeraltı
dünyasındaki karışık menfaat ilişkileri arasında kapıkulluğu ve fitnecilik yapıyordu.

MİT, bugüne kadar iki CIA ajanı yakalayabildi. Tesadüfe bakın ki, ikisi de Aydınlık’tan
çıktı. Maalesef iki CIA’cı da kurmay albaydi ve MİT personeliydi: Turan Çağlar ve Sabahattin
Savaşman. İkisi de Aydınlıkcıların haber kaynağıydı. Hatta Çağlar, doğrudan maaşlı Aydınlık
elemanıydı. Peşlerine düşen Türk istihbaratçıların aleyhindeki haberleri Aydınlık’ta yayınlıyorlar ve
adreslerini deşifre ediyorlardı. Bugün yaşanan fitnede benzer bir tiyatro oynanıyor, MİT’de çalışan
özel harp albaylar cemaate örgüt darbesi yapıyor.

1970 sonlarında CIA ajanı olarak afişe ettikleri Kemal Ilıcak’ın Tercüman tesislerinde Aydınlık’ı
bastırmaları gibi ayrıntıları bir tarafa bırakın, Ilıcak’ın bunu ABD büyükelçisinin ricasıyla yaptığı
iddialarına ne diyelim? Ya da, Aydınlık’a sabotaj yapmak isteyen Susurlukçu mafya gruplarını bizzat
Mehmet Ağar’ın engellediğini biliyor muydunuz? Aydınlıkçılar’ın savunmalarını kitaplaştırdığı
Sabahattin Savaşman’ın aynı zamanda İngiliz MI6′ya da çalıştığını duymuş muydunuz? Hani şu,
Aydınlıkçıların ev sahibi olan İngilizlere?

Doğu Perinçek ve Aydınlıkçıların yabancı servislerle irtibatı sadece örgütlerinin bir İngiliz’in evinde
yakalanması ile sınırlı değildi. Suçüstü yakalanarak casusluk suçundan ağır ceza alan iki emekli Türk
Subayı da Aydınlıkçılarla irtibatlıydı. Hele bunlardan Turhan Çağlar, Aydınlık’ın “İstihbarat ve Yazı
İşleri Müdürü” gibi çalışıyor, Aydınlıkçılarla toplantılar yapıyordu. Bugün Aydınlık’ta yazan isimlere
bakarak bile fitnenin İngiliz derin devletine çalışan güya devletçi ayağını görmek mümkün.

Perinçek, açıkladığı MİT raporlarıyla, 28 Şubat Dönemi’ndeki aktif tutumuyla yakın tarihimizde
silinmez izler bıraktı. Dev-Genç’in genel başkanlığını yapacak kadar iyi sosyalistti. Şimdi ise
hafızalarımızda Ulusalcı yani Nasyonalsosyalist olarak yer etti. AKP iktidarının ardından ortaya çıkan
Kızılelma Koalisyonu’nun en önemli isimlerindendi. Ergenekon Terör Örgütü Davası’yla Silivri’de 5
yıl geçirdi, örgüt kurucuları arasında adı geçti ve ağırlaştırılmış müebbet aldı. 2003’de Sedat peker gibi
bir ülkücğyle Kızelelma koalisyonu ve Öztürk Ergenekon yapılanması kuran Perinçek, bugün Osman
Sınav yönetiminde TRT’de yeni başlayan Kızılelma dizisiyle MİT’i yapacakları şeytanlıklardan önce
kutsatıyor ve kamuoyunun kafasını yıkıyor ve zihnini karıştırıyor.

15
Perinçek, üniversite yıllarında, 1962 ve 1963′te toplam on ay Almanya’da işçilik yaptı ve Almanca
öğrendi. Haziran 1964′te Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. Kamu Hukuku (Devlet
Teorisi ve Kamu Hürriyetleri) kürsüsüne asistan olarak girdi. 1967 yılında Dönüşüm dergisi yazı
kurulu üyesi ve başyazarı idi. Almanya’da Türk Toplumcular Ocağı kurucusu ve ilk genel başkanı
olmuştu. Türkiye İşçi Partisi (TİP) üyesiydi. TİP’in Bilim Kurulu’nda görev aldı ve Güvenlik Komitesi
başkanlığı görevlerini yürüttü. TİP içindeki “Devrimci Muhalefet” hareketinin önderlerindendi.

Perinçek 1968′de hukuk doktoru oldu. Doktora tezinin konusu ve ilk kitabı, Türkiye’de Siyasi
Partilerin İç Düzeni ve Yasaklanması Rejimi’ydi. Aynı yıl daha sonra Dev-Genç adını alacak olan
Fikir Kulüpleri Federasyonu (FKF) genel başkanı olmuştu. Yine aynı yılın Kasım ayında,
arkadaşlarıyla birlikte Aydınlık dergisini yayınlamaya başladı. Aydınlık’ın başlangıçtaki kurucuları
Şahin Alpay, Cengiz Çandar, Gün Zileli, Erdoğan Güçbilmez, Vahap Erdoğdu, Atıl Ant, Münir
Ramazan Aktolga ve Doğu Perinçek’ti.

1969 Temmuz’unda İşçi Köylü gazetesini kurdu ve başyazarı oldu. 12 Mart Muhtırası’nın ardından
başlayan tutuklama dalgasından Doğu Perinçek de nasibini almıştı. Tutuklanmış ve yapılan yargılama
sonucunda yirmi yıl hapis cezasına çarptırılmıştı. Cezasını çekerken 1974 Affı imdadına yetişti ve
Doğu Perinçek serbest bırakıldı. Siyasi hayatına kaldığı yerden başlayacaktı. Bu arada hayatına bir
kadın, Sırma Ersanlı girecekti. 1974 yılında evlenen Doğu Perinçek’in evliliği ancak iki yıl
sürebilmişti. Bu evlilikten Zeynep Perinçek doğmuştu.

28 Ocak 1978′de Aydınlık Davası’nın aklanmayla sonuçlanması üzerine Türkiye İşçi Köylü Partisi’nin
kuruluşuna önderlik etti ve ilk genel başkanı oldu. Türkiye bu yıllarda sağ-sol çatışmaları içinde
kıvranıyordu. Terör şehirleri teslim almıştı. Silahlı çatışmalar alınan tüm önlemlere rağmen
engellenemiyordu. İşte tam bu ortamda 12 Eylül 1980′de Türkiye’de askeri darbe oldu. Bu Perinçek’in
kişisel tarihi için de çok önemliydi. Perinçek tutuklandı ve 1985 yılına kadar, tam beş sene tutuklu
kaldı. Serbest bırakıldıktan iki yıl sonra, Ocak 1987′de haftalık “2000′e Doğru” dergisini yayınlamaya
başladı. Bu dergide de genel yayın yönetmeni ve başyazarlık görevlerinde bulundu.

Bu defa da neredeyse iç savaş görüntüsü veren etnik çatışma yüzünden başı derde girdi. Güneydoğu
Anadolu bölgesinde muhalif aydınları “te’dib” etmeye yönelik çıkartılan “Sansür Sürgün
Kararnamesi”nin kurbanı oldu. 1990 yılında, Diyarbakır Cezaevi’nde üç ay tutuklu kaldı. 1991 yılında
Türk Ceza Kanunu’nun 141. maddesinin kaldırılmasıyla, yeniden siyasi haklarına kavuştu ve aynı yılın
Temmuz ayında Sosyalist Parti’nin İkinci Büyük Kongresi’nde genel başkanlığa seçildi. Bir yıl sonra
Sosyalist Parti’nin Anayasa Mahkemesi’nce kapatılması üzerine kurulan İşçi Partisi’nin genel başkanı
oldu. Ancak Perinçek hakkında 1991 seçimlerinde TRT’de yapılan Liderler Açık Oturumu’nda yaptığı
konuşma nedeniyle kendisine Terörle Mücadele Yasası’nın sekizinci maddesine dayanılarak on dört ay
hapis cezası verildi. Bu ceza bittiğinde tarihler 8 Ağustos 1999′u gösteriyordu. On ay, on gün
Haymana Cezaevi’nde kalmıştı. Basın suçlarını erteleyen yasayla yeniden siyasal haklarına kavuştu.
19 Ekim 1999′da toplanan İşçi Partisi Olağanüstü Kongresi’nde yeniden genel başkan seçildi. Halen
Şule Perinçek’le evli olan Doğu Perinçek’in bu evlilikten üç çocuğu oldu: Kiraz, Mehmet ve Can
Perinçek.

Doğu Perinçek’in hayatında birbirinden ilginç bağlantılar vardı. Dayısı Em. Tümg. Turhan Olcaytu, 12
Mart Muhtırası öncesinde etkin isimlerden birisiydi. Adı kurulmuş olan cuntaya verilen Em. Tümg.
Cemal Madanoğlu, Perinçek’in ilk eşi Sırma Ersanlı’nın eniştesiydi. Yine Doğu Perinçek’in teyze
oğlu, yani kuzeni Gürbüz Tüfekçi’nin arası TSK mensuplarıyla çok iyiydi. Çevresi Tüfekçi’yi MİT
mensubu olarak biliyordu.

Doğu Perinçek’in sınıf arkadaşları da oldukça önemli isimlerden oluşuyordu. 1964′te mezun olduğu
Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden dönem arkadaşları Mikdat Alpay ve Uğur Mumcu’ydu.
Alpay daha sonraki yıllarda MİT Müsteşar Yardımcılığı görevine kadar yükseldi. 28 Şubat
16
Dönemi’nde adından en fazla bahsedilen MİT görevlisi herhalde Mikdat Alpay’dı. Hukuk Fakültesi,
Siyasal Bilgiler Fakültesi (SBF) ile yanyana olduğundan, Perinçek’in etkinlik alanı bu okula da
sıçramıştı. SBF, o günlerde siyasi çalkantıların tam odağındaydı. Şahin Alpay, Cengiz Çandar, Nuri
Çolakoğlu, Ömer Madra, Cüneyt Akalın, Halil Berktay gibi o dönemin geleceği parlak SBF ve
Ortadoğu Teknik Üniversitesi asistanları, Perinçek’in etrafında toplandı. Perinçek, 1968′de devrimci
gençliğin en üst kuruluşu olan Fikir Kulüpleri Federasyonu (Dev-Genç) başkanlığına seçildiğinde
Ankara Hukuk Fakültesi’nde asistandı.

Sosyalistlikten ulusalcılığa, ateizmden Müslümanlığa savrulan bir hayatın ortasında Doğu Perinçek,
Ergenekon Davası’nın en önemli mahkumları arasından ordu paşalarıyla beraber Silivri’den kahraman
olarak çıkma planı yaptı. Başbakan Erdoğan’un egosu güçlüydü, parayı seviyordu. AKP içinde “masa,
nisa, kasa” zafiyetlerini tesbit etti ve uzun soluklu bir plan yaptı. PKK ile müzakere cemaat ile savaş,
“PKK sosyal aktivist”, “cemaat Haşhaşinci” iftiraları hep Perinçek’in fitneye, şeytanlığa çalışan
kafasından çıkan komplolar. Başbakan’ın konuşma metinlerini artık Doğu Perinçek ve Yalçın Küçük
yazdığı için Türkiye, 1980 öncesindeki kaos dönemine geri dönüş yaptı.

Darbe olsaydı, ne olurdu?

Dostlarım, tanıdıklarım, tanımadıklarım pek meraklı! Sohbetimiz esnasında, hem sosyal medya
üzerinden hemde telefon açıp ülkemizde ne zaman askeri darbe olacağını öğrenmek istiyorlar. Bazen
kendimi darbeleri erken haber vermeden sorumlu gazeteci gibi hissediyorum. Herkes ülkemizde olan
bitenlere bir anlam veremediklerini söylüyor, sitem ediyor ve soruyorlar: “Darbe yakın mı?” Gülsem
mi, ağlasam mı bilemiyorum. Darbe olması için daha ne olması gerekiyor acaba!

“Twitter’da elinde kılıç önüne geleni kesip doğruyorsun, ne oldu sana Allah aşkına?” diyenler halime
pek şaşkın! Takipçim twitter’da bir ayda 4 binden 35 bine çıkmış, her makalemi yüzbin kişi
okuyormuş. 8 yıldır faaliyet gösteren kişisel siteme yoğun girişler olduğu için kapasite artık taşımıyor.
Açık açık yazayım mı, eğer bir darbe olsaydı, ne olurdu! Bir dostum, “sen bir fenomen oldun ama
sakın Türkiye’ye gelme, öldürürler” diyor.

Niye diye sormadım. Ülkeye bir paranoya hakim, aslında bir darbe oldu kimse adını koymak
istemiyor. Başbakan, “dostmodern” diye tanımlamak istedi “post kurtarma” darbesini! Benim tesbitim,
bu bir “Yeşil Neo-28 Şubat ” sivil darbedir ama askerler arkada saklanıyor.

Eğer bir darbe olsaydı, HSYK’da bir değişiklik yapılır, 12 Eylül 2010’da halkın referandumda evet
dediklerine itiraz edilir ve hayır denilirdi. Üstünlerin hukuku geçerli olur, elit bir oligarşi halkla alay
eder gibi tasfiye yapardı. Bir darbe olsaydı, ilk önce HSYK yasası yeniden değiştirilirdi!

Eğer bir darbe olsaydı, darbeleri engelleyen, Ergenekon, Balyoz, casusluk ve 28 Şubat operasyonlarını
yapan 2000 polisi darbeciler hemen sürgün ederdi. Bir darbe olsaydı, Ergenekon’un
intikamını darbecileri soruşturan savcılardan alırlar, savcı ve yargılayan hakimler sürgün edilir,
yetkileri tırpanlanır, tenzili rütbeye uğrarlardı!

Eğer bir darbe olsaydı, medya organlarına devlet el koyardı, devletleştirir, tekel haline getirir, çok
sesliliğe izin vermez, sustururlardı. Bir darbe olsaydı, devlete paralel gazeteci ve yazarlar türer, devlete
yaslanırlar, çirkefleşirler, toptan tüm medya pespayeleşirdi!

Eğer bir darbe olsaydı, Anadolu’nın bağrından çıkmış dindar vatan evladı şeytanlaştırılır, devlet
kurumuna sızdı diye kapı önüne konur, itibarı zedelenirdi. Bir darbe olsaydı, iftira, yalan ve çamur
atmada yarış yapılır, hatta ülkenin en temiz insanlarına ‘Haşhaşin’ denirdi!

17
Eğer bir darbe olsaydı, ülkemizin yurt dışında medarı iftiharı, alnımızın akı olan Türk okullarını
kötüleme furyası başlatılır, devletin büyüğü büyükelçilerine talimat gönderir ve karalama kampanyası
yapardı. Bir darbe olsaydı, Türk okullarını kötüleyen ‘devletlü’ olurdu!

Eğer bir darbe olsaydı, abuk sabuk kız erkek evler tartışması yapılır, özel hayata karışılır, yasakları
izah için dini terminoloji kullanılır, İslamcılık yozlaştırılır, dünyevileşen müslümanlar dindar sanılırdı.
Bir darbe olsaydı, dershaneler kapatılır veya dönüştürülürdü!

Eğer bir darbe olsaydı, yolsuzluk, rüşvet, komisyon, hortum, hırsızlıkların üstü örtülür, devleti
yönetenler bizzat yanlışları örtbast eder, yargıya müdahale ederlerdi. Bir darbe olsaydı, dürüst savcı ve
polisler diyar diyar sürülür, hakimlerin gözü korkutulurdu!

Eğer bir darbe olsaydı, MİT tüm cemaatleri eskiden fişlediği gibi fişlemekle kalmaz, despotlaşır,
fişlemelerde “vatan haini”, “devlet düşmanı” ve “casus” gibi notlar düşülürdü. Bir darbe olsaydı, hakkı
söyleyen ve darbecileri takip eden TEM polisleri intihar süsüyle Özel Harp tarafından infaz edilir,
topluma korku, endişe, belirsizlik pompalanırdı!

Eğer bir darbe olsaydı, ülke bir Muherabat, istihbarat ve istibdat devletine döner, birbirinin ayağını
kaydırmak isteyen dönekler, namussuzlar türer, fırsattan istifade müfteri olurlardı. Bir darbe olsaydı,
kardeş kardeşi ispiyonlar, baba oğulu satar, müslüman müslümanı hançerlerdi, herkes birbirine
küfreder, toplum tam ortadan ikiye bölünür, çatlardı!

Eğer bir darbe olsaydı, ülkede muhalefet partisi kalmaz, tek adam zihniyeti hortlar, “dediğim dedik
çaldığım düdük” diyen bir “diktatör”, tüm nimetleri kendinden menkul görürdü. Bir darbe olsaydı, bu
tek adam kendisini halka zorla cumhurbaşkanı seçtirmeye çalışır, seçime hile karıştırmak için devlet
gücünü kullanır, muhalifleri sindirirdi!

Eğer bir darbe olsaydı, devlete göbekten bağlı kılınmış, midesine endeksli, makam düşkünü aydınlar,
akademisyenler susar, gazeteci ve yazarlar devlet kulu olur, makam korkusu, işten atılma endişesi had
safhada olurdu. Bir darbe olsaydı, insanlar zulmü iliklerine kadar hisseder, sıranın kendisine ne zaman
geleceğini kurbanlık koyun gibi beklerdi!

Eğer bir darbe olsaydı, fetva verecek bir hoca mutlaka bulunur, yapılan tüm yanlış işlerin devletin
bekası için gerekli olduğuna vicdanlar inandırılır, gerekirse vatan evlatlarının infazına ses
çıkarılmazdı. Hatta onca devlet ihalesi üzerinden komisyonun ve rüşvetin devlet yararına alındığına
halk inandırılır, zina ve yolsuzluk alenileşirdi! Bir darbe olsaydı, takiye yapanlar, münafıklar çoğalır,
doğruları söylemek elde tutulan ateş, bir kor olurdu!

Eğer darbe olsaydı, sivil toplum öldürülür, sivil toplum örgütleri devletten maliyeleşmemişse ve devlet
tarafından kontrol edilmiyorsa sakıncalı görülür, emir eri olmazlarsa yok edilirlerdi. Bir darbe olsaydı,
ülkenin en büyük cemaatının gözyaşına bakılmaz, gulyabanileştirilir, öcüleştirilir, karalanır, örgüt
davası hazırlanırdı!

Eğer bir darbe olsaydı, hapishanedeki bölücüsü, darbecisi, mafyası dışarı çıkarılarak toplumsal bir
barış olacağına halk inandırılır ama cemaatler tehlikeli görülür hapsedilmeleri için fitneler, yalanlar,
kasetler çıkarılırdı! Mutlaka MİT’in kara koyunlarının ürettiği sahte haberler merkezi olurdu ve
utanmadan yargısız infaz yaparlardı! Bir darbe olsaydı, Fethullah Gülen Hocaefendi’ye sataşmak,
küfür ve hakaret etmek caiz olurdu!

Eğer bir darbe olsaydı, Genelkurmay Başkanlığı Başsavcılığı, 5 yılda 400 celsesi yapılan asrın en
büyük derin devlet davası Ergenekon’dan mahkumiyet yiyenleri, Balyoz davasında kararı Yargıtay’da
onananları kurtarmak için ‘kumpas’ diye suç duyurusunda bulunurdu. Bir darbe olsaydı, milyonlarca
18
sayfa delile rağmen yargının kararları hiçe sayılır, 28 Şubat davasında sanık kalmaz, 12 Eylül
davasının içi doldurulmaz, İzmir’de devam eden askeri casusluk davasında yargılananlar Yargıtay
aşaması bypass edilerek serbest bırakılırdı!

Eğer bir darbenin halen olmadığını sanıyorsanız ve askeri darbe ne zaman olacak diye saf saf
bekliyorsanız, ben size daha ne diyeyim!

“Göktürk” adlı yeni derin devlet, fesat oligarşik komite, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan eliyle sivil
bir darbe yaptırdı. Erdoğan, tıpkı Süleyman Demirel’in 28 Şubat sürecinde davrandığı gibi davrandı ve
darbenin yönetimine geçti, iktidarını, yani zevahiri kurtarıyor.

“Uluslararası komplo” filan yok dostlar, darbeyi yapan “paralel devlet” ama adı “Göktürk”. KCK
denen paralel diğer devlet “Kürdistan” ile ortak hareket ediyor. “PYD” denilen “cemaat paralel
devleti” tam bir yalancı hayalet!

Sorun kendinize ve cevabını net olarak düşünün. Eğer bir darbe olsaydı, bugün yaşananlardan daha
fazla ne olabilirdi?

Cevabını ben vereyim, bunlar yaşanırdı. Tek farkı olurdu, binlerce insan hapishanelere alınır ve
işkenceden geçirilir veya işlerinden edilirdi. Sakın bana, “olmaz bunlar” demeyin.

Eğer bu darbe daha da sertleştirilmek isteniyorsa, “Göktürk Komitesi”, bundan sonra ne yapacaktır?
Bir darbe olsaydı, “Türk ordusunda Fethullah Gülen yapılanması” isimli çakma hazırlanmış kurgu bir
yazı dizisi Sabah gazetesinde Ferhat Ünlü ve Abdurrahman Şimşek adlı iki gazeteci ismi kullanılarak
yayınlanır ve kamuoyunda Gülen ve cemaat nefreti patlamaya hazır volkan hale getirilirdi!

Ve casusluk ve vatana ihanet ettikleri gerekçesiyle örgüt davası açılır, MİT tarafından 3 yıldır izlenen
4800 kişiye anında operasyon yapılırdı. 40 gazeteci hapsi boylardı. Savcı ve polisleri devreden
çıkartan soruşturmada MİT mensuplarına özel görevler verilirdi!

Kimse sormazdı, 1999 ile 2008 arasında Gülen tam 9 yıl, örgüt davasından yargılanıp beraat etmedi
mi? Hatta Yargıtay Genel Kurulu’na kadar giden davada tam aklanmadı mı? Bu nasıl kin ve nefret ki,
Hak dostlarını hedef alan fesat komitesi elbise değiştirip aynı yerden milleti tekrar sokabiliyor ve
saçmasapan iftiralarla göz boyayıp halka yutturabiliyor?

Bir darbe olsaydı, inanın bana bu bile olurdu! Linç edilen hak dostlarının ve son davanın
koruyucusunun Allah olduğu unutulurdu! Gayretullaha dokunan zulüm, Allah’ın kılıçları Hz.
Ömerleri, Hz. Halid Bin Velidleri, Hz. Alileri ve Hz. Ebu Dücaneleri yardıma gönderirdi!

Fesat Oligarşi’nin Suikastı!

“Büyük Yolsuzluk ve Rüşvet” adı verilen “17 Aralık Operasyon”u sonrası siyasi intiharı seçen AK
Parti’yi seveni, sevmeyeni hayretle izliyor. “Bu bir dış güçlerin komplosu”dur teorisine inanan gittikce
azalıyor. Hastalığa teşhis koyamayan doktor, psikiyatri uzmanı veya psikolog, asla hastayı tedavi
edemez. Toplum doktorları, sosyoloğlardır. Sosyolog gazeteci, Sosyal Hizmetler ve Uluslararası
Hukuk masterları olan yazar olarak teşhisi koydum: Bu bir fesat derin oligarşi suikastıdır. Üst düzey
yapısı beş bin kişiyi bulan bu derin oligarşik fesat yapılanmasından toplam yüzbin kişi nemalanıyor.
Nemalanan kısım, geçişkendir. Nerede menfaati varsa oraya yaslanır ve taraf değiştirir! AKP,
19
oligarşiye teslim oldu; cemaatı “paralel devlet” diye tasfiye ettiren şebeke ile dindar askerimizi
ordudan attıran, “bize değil hiyerarşiyi bozup Gülen’e itaat ediyorlar” diye yalan uydurarak kapı önüne
koyan aynı ekiptir. Oyunun fitne cümlesi aynı, maşayı tutan el değişti: AKP.

Türkiye’nin ayağına çelme takan oligarşik düzen, halkın bağrından koşup gelen AK Parti ve Fethullah
Gülen grubunu asla sevmedi. Anadolu evladına “devlete sızıyor” yakıştırması yapanlar, “28 Şubat
Post-Modern” darbesinde kim idi ise, bugün yaşanan “Yeşil” görünümlü “Neo-28 Şubat Postu
Kurtarma” darbesinde de aynı fesat merkezi. Bir cemaatı sevmek, hatta mensubu olmak hangi
demokratik ülkede suçtur veya devlet memuru olmaya engeldir? Vatan evladı sızmaz, liyakatıyla
devlet bürokrasisine girer, hizmet eder. Kumpas, Ankara’nın kasvetli elit oligarşisinin en başarılı
olduğu alan. “Bizans Entrikası”da denebilir. Cemaatın “paralel devlet” ilan edilip “örgüt suçu”
kapsamına sokulması eski tezgah. AK Parti’ye daha dün “İslami Terör Örgütü” damgası vuran aynı
şebeke değil mi? Tezgahın nasıl işlediğini, fesat oligarşinin kendi halkına nasıl suikast düzenlediğini
ve AK Parti’nin nasıl tufeye getirildiğini yazmalıyım.

“Yeni Fesat Komitesi”, oligarşik yapının maşasıdır. Emniyeti hallaç pamuğu gibi dağıtan, yargıya
doğrudan müdahale eden, bürokraside cadı avına girişen hükümet, son olarak HSYK’yı kökten
değiştirecek bir yasa teklifi hazırladı. Hakim ve savcıları, Adalet bakanı üzerinden dolaylı olarak
başbakana bağlıyacak yeni sistem, 12 Eylül modelini hortlatıyor. Mesela bugünkü yolsuzluk
soruşturmalarını yürüten savcılar bakan tarafından görevden alınabilecek. Yasa teklifi neresinden
tutsanız sorunlu.

28 Şubat sürecinde yaşadıklarımız aynen yaşanıyor. “12 Eylül diktatörlüğü” geri dönüyor. Bu ülke
“150’lik”ler, “1402’lik”ler, “YAŞ’lık”lar utanç listeleri gördü, hepsi daha sonra çok ayıplandılar ve
iptal edildiler. Pek çok bedeller ödeyerek bu ülke demokrasi yokuşunu tırmandı ve AKP’ye destek
vererek 12 Eylül 2010 referandumunda oligarşik fesatçıları sandığa gömdü. Ancak, oligarşik çete
teslim olmak istemiyor, fitne fesat tohumlarını yeşertip, AK Parti içinden kotardıkları zorlama grupla
koalisyon kurdular. Keşke her şey sadece para ve devlet makamları olsaydı, ama maalesef “devlet
besleme yeşil yandaş medya”, geçmişte düşman olduğu karanlık şebekelerle ortak çalışarak memlekete
çok zarar veriyor.

Bol maaşlı İslamcı yazar ve gazeteciler, hiç utanmadan yolsuzlukların üzerine gidilsin ama
yolsuzlukları kovuşturan polis ve savcılar kovulsun, mahkemeleri biz yönetelim demek istiyorlar.
Neredeyse “istiklal savaşı” veriyoruz, bin kişinin haksız yere yargısız infazla idam edildiği İstiklal
Mahkemeleri kurulsun” diyecekler. “Çakma İslamcı yazarlar”, cemaat yok olunca yeni bir asrı saadet
devrinin başbakan tarafından getirileceğini bile yakında yazabilirler. Aklı başında sandığımız koskoca
“İslamcı yazarlar”, hem her şeyimiz olan Başbakana bir söylesek o her şeyi halleder, kim yolsuzluk
yapıyorsa ona çok kızar bile diyorlar. Ortada duran büyük yolsuzluk kokuşmuşluk ve çürümeyi İsrail
(!) yüzünden görmeyen “İslamcı yazarlar”, yanlışları bir sosyolog titizliği ile mükemmel bir duruşla
yazan Ahmet Turan Alkan, Ali Bulaç ve Mümtazer Türköne’yi linci sevap sanıyorlar! İsrail ve ABD
ile ilişki içinde olan cemaatin tüm mensublarını devletin, yani Başbakanın bekası için yok etmek
vaciptir fetvası nasıl olsa ceptedir.

28 Şubat sürecinde Batı Çalışma Grubu ile, Mart 2003’de ise Balyoz planı ile Çetin Doğan
Kemalizmin ayakta kalması için her şeyi yaptı, suçlu bulundu hapsedildi. Bazı ünlü “İslamcılarımız”,
Başbakanın iktidarda kalması için tozuttu ve “Yeşil bir 28 Şubat” sürecini caiz, vacip hatta galiba farz
görüyorlar. Meşrepleri meçhul, neye önem verdikleri ise malum. Aile efratları devlet makamlarında
güzel yerlere gelen “İslamcılar” 10 ile 15 bin TL civarı maaşları cebe indirmekle İslama en büyük
hizmeti yaptıklarına inanabilirler. Arpalık devlet postları, bankamatik danışmanlıklar, haybeden gelen
ulufeler, kaynağı sorulmayan oşürler, humus kazançları hep helal oldu. Haram mefhumu müphemleşti,
sanki müslüman için değil sadece münafıklar ve kafirler için Allah sınırları Kur’an’da ve
Peygamberimiz yaşantısı ile hadisinde belirledi. Gulul, kamu hakkı Allah hakkı, yetim hakkıdır
20
dediniz mi hemen “paralel devlet örgütü” içinde sayılıyorsunuz. Ülkede yanlış giden şeyler olduğunu
iddia ederseniz “yeşil kartel medyası” tarafından hemen Amerika yada “İsrail ajanı” ilan
ediliyorsunuz. Konjoktüre göre, kimi zaman “Gönüllüler Hareketi kötü”, kimi zaman “AK Parti kötü”
taktiğiyle iki grubu birbirine düşürmeyi başardılar. AKP ve Gönüllüler Hareketi’nden intikam almaya
çalışan Ergenekoncuları salarsa, derincilerin dümenine girmiş AK Parti’yi iyi günler beklemiyor.

Ulusalcılar, ülkücüler, PKK ve KCK siyasetçilerinden sonra “siyasi islamcı hareketi” de kendi yanına
çeken derinciler cemaata “örgüt” diyerek kaos çıkartıyorlar. 28 Şubat’da, “irtica bahane vurgun
şahane” manşeti atmıştım bir defa, yerini cemaat kelimesi aldı. “Cemaat bahane yolsuzluk şahane”
manşeti gazetelerde atılmalıydı. “Eski Türkiye”de Atatürk adını kullanarak bankaları hortumlayanlar,
artık her olumsuz şeyde “cemaat yaptı propagandası” ile devlet içinde büyük bir soygun peşinde.
Cemaat kelimesi sihirli bir öcü haline geldi, zina yapsalar cemaat yaptırdı diyecekler ve günahlarını
yıkadıklarını sanacaklar. Bu oyunu erken fark eden cemaat, adını camia yapmak istedi, cemaat
kelimesi oyunu bozuldu. İrtica tehdidi ülkede unutuldu, hatta MGK’da bile tehdit olmaktan güya
çıkardı. Ancak yılmak bilmeyen “oligarşik derinciler”, artık irtica yerine “cemaat tehlikesi paralel
devlet” diye bir fitne uydurdu. Halkı inandırmak için MİT bünyesinde Basın’dan sorumlu Nuh Yılmaz
başkanlığında “Yeşil 28 Şubat’ın Medya Fesat Çetesi” kuruldu. Daha 2007’de “Abdullah Gül’ün eşi
başını açmadan Çankaya’ya çıkamaz, 2013’de Emine Erdoğan başını açmazsa kocasının Çankaya’ya
yolu tıkanır” diyen yazarlar, bugün başbakana “cemaatı yık gazı” veriyor ve “AKP hayranı” olarak el
üstünde tutuluyor.

Gazeteci yazar Nazlı Ilıcak yolsuzluk operasyonu sonrası AKP ve Fethullah Gülen cemaati arasındaki
gerilime dönüşen “paralel devlet” tartışmalarına ilişkin, “Başbakan Tayyip Erdoğan’a bir operasyon
yapıldı. Ama bunu yapan cemaat değil, MİT’in içinde karanlık bir odak! Ergenekon’la da, başka
odaklarla da işbirliği yapmış olabilir. Dış mihrakları da bu paketin içine koyabiliriz” dedi. Ilıcak
Hürriyet’ten Ayşe Arman’a verdiği söyleşide, “şimdi bakın, 28 Şubat operasyonunun tüm
enformasyon bölümünü MİT yürüttü. Ve o MİT hep aynı kaldı. Hiç temizlenmedi. MİT’in içinde
böyle odaklar kalmış olabilir” ifadelerini kullandı. MİT-Medya ilişkilerinin hangi boyutlara ulaştığı,
“MİT’in medyadaki yazar-gazetecileri nasıl denetlediği” hatta “çakma haberlerle yönettiği” artık
deşifre olmalı. Ajanlık yapan gazeteci gazeteci değildir, dejenere devlet gazeteciliğine artık bir son
verin, Sovyet ülkesinde yaşamıyoruz, sivil olun, derin oligarşi emrinde asker bir köle olmayın.

Medya Analiz diye bir blogda çete ortaya çıkartıldı. Postmedya haber sitesi alıntı yaptı, okuyalım:

“MİT’in yönlendirdiği medya ekibi doz açısından derecelendirilmiş düzeyde. Abdurrahman Şimşek,
Ferhat Ünlü, Cem Küçük, Tutkun Akbaş, Ömer Adıyaman, Medyagündem, Sontv gibi isimler ve
siteler, “çete” şeklinde hareket ediyor. Hiçbir kural tanımadan kara propaganda, yalan, iftira, suç
isnadı, delil uydurma, karakter suikastı, masa başı habercilik, yasa dışı takip, izleme, dinleme dahil
tüm imkanları kullanıyorlar. Bu ekibin direct olarak yazı yazdırdığı isimler ise Rasim Ozan
Kütahyalı, Sevilay Yükselir, Abdülkadir Selvi, Cem Küçük, Elif Çakır, Hakan Albayrak, Hasan
Karakaya, Erdal Şimşek ve Turgay Gülergibi isimler.

İkinci kategoride yer alanlar ise bir derece altta duruyorlar. Hüseyin Yayman, Hilal Kaplan, Celal
Kazdağlı, Alper Tan, Mahmut Övür, Abdurrahman Dilipak, Nasuhi Güngör, Nagehan Alçı gibi
isimler bir doz aşağıdan yayın yapıyorlar. Yıpratma, saldırı, kanaat yönlendirme faaliyetlerini mümkün
olduğunca kriminal dozun bir alt seviyesinde sürdürüyorlar. Ancak tezleri ilk gruptaki “çetenin”
tezlerini yüzde yüz oranında destekliyor.

Üçüncü kategoride ise medya yöneticileri var. Serhat Albayrak, Mustafa Karaalioğlu gibi medya
yöneticileriyle Nuh Yılmaz bizzat görüşüyor. Hükümet politikalarına destek veren bu gazeteler
özellikle “cemaat konusunda” yapılacak yayınlar, izlenmesi gereken politikalar hakkında enforme
ediliyor. Aynı zamanda da Çete’ye bağlı isimlerin önünün açılmasını sağlıyorlar.
21
Çetenin koç başlığını Abdurrahman Şimşek ve Ferhat Ünlü yürütüyor. Beli silahlı bu iki kişi MİT
üzerinden istedikleri kişinin iletişim bilgileri, adresi, görselleri, takip ettirilmesi, izlemeye alınması
gibi imkanlara sahip. Hayli geniş özel bir bütçeyle donatılmış olan bu iki kişi, aynı zamanda “özel
istihbarat” adı altında bir ekibi de yönetiyor. Hedef belirlendikten sonra bu ekiple ilk yıpratma faslı
başlıyor. Şimşek istihbaratçılığa kendisini o kadar kaptırmış ki, Sabah’ta başında olduğu Özel
İstihbarat Servisi’ne, MİT’teki Kontrterör Dairesi’nin yerini alan Özel İstihbarat Dairesi’nin adını
vermiş. Ünlü ve Şimşek, asıl bombayı daha patlatmadı. Askeriyede cemaat operasyonu yaptırmak
isteyen çetenin patronları ellerine çakma bir yazı dizisi tutuşturdu. Kamuoyunun yeterince cemaat
düşmanı haline geldiğine inandıkları anda Sabah gazetesinde vahim yazı dizisi başlatılacak,
Genelkurmay Başkanı Necdet Özel, aynen 30 Ağustos 2000’de eski Genelkurmay Başkanı Hüseyin
Kıvrıkoğlu’nun dediği gibi vay be devletin altını oyuyorlarmış diye savcılara suç ihbarında bulunacak
ve yeni bir Gülen davası, casusluk ve vatana ihanetten açılacaktır. Gülen haksız değil, değişen bir şey
yok, dün aynı zulmü yapanlar, bugün sadece maşa değiştirdi.

Sabah’ın özel istihbarat müdürü Abdurrahman Şimşek’e bağlı çalışan bu paralel grupta, Vakit-
Sabah-Milat ve şimdi Akşam’da görev yapan Erdal Şimşek, Yeni Şafak’tan Cem Küçük,
Medyagündem’den Tutkun Akbaş, Son TV’den Ömer Adıyaman, Haber TV’den Sinan Tavukçu
(Enisteşi İ.H.M, MİT’te üst yönetici) gibi isimler bulunuyor. Çete’nin arka bahçesinde ise geniş bir
internet yelpazesi bulunuyor. Haber10, Medyagundem, ve Sontv gibi internet siteleri bariz MİT
savunmalarıyla dikkat çekiyorlar. MİT’e yönelik eleştiriler kurum tarafından cevaplanmadan bu siteler
üzerinden cevaplandırılıyor.

Tutkun Akbaş’ın uzun sure yönettiğini inkar ettiği ancak sonunda kabul ettiği finansmanınSerhat
Albayrak tarafından sağlandığı bilinen Medyagundem, tüm ekibin istikametini belirlemede ana
karargah olarak kullanılıyor. MİT’e bağlı ikinci ve üçüncü kategorideki medya yapılanmasının tamamı
hedef alınacak kişi ya da grubu medyagundem üzerinden öğrenip harekete geçiyor.

Hükümete ters düşen kişiler hedef alınmanın yanında Hükümeti yeterli derece savunmadığı düşünülen
kişiler de aynı çark tarafından hedef alınıyor. Mesela bazı konularda“katılmıyorum” gibi naif bir
cümle kuran Akif Beki bile eş zamanlı olarak Medyagundem ve Cem Küçük tarafından “cemaatin
devşirmesi” olarak hedef tahtasına oturtuluyor.

Finansman noktasında devletin imkanlarının devreye sokulduğu görülüyor. Anadolu Ajansı’nın


taşeron şirketi Toprak Ajans burada devreye giriyor ve para muslukları sonuna kadar dolaylı yoldan
bu sitelere açılıyor. Dışarıda “devlet memuru” titrini kullanarak MİT’teki Aydınlıkçıların tuzağına
düşerek Türkiye’yi rezil etme yöntemini izlerken, içeride ise Şimşek Çetesi ve bağlı gruplarını
kullanıyorlar. 90’yıllarda 28 Şubatçılara payandalık yapan Aydınlıkçı MİT’çiler, şimdi AKP’yi içerde
ve dışarda yalnızlaştırmak için çift yönlü bir bitirme operasyonu yürütüyor. MİT’in gazeteci
ajanlarının organizasyon yapısı ve bazı faaliyetleri böyle. Aydınlıkçılar, AKP’nin atadığı MİT’çileri
parmağında oynatıyor. Onlar da devleti ele geçirdiklerini sanıp istihbaratçılık oynuyor.”

Derin oligarşinin patron tanımını, “Ergenekon buzdağının tam resmi!” başlıklı yazımda 1 Haziran
2011 tarihli Canadatürk adlı Toronto’da aylık çıkan gazetemizde yazımda daha önce şöyle yapmıştım:
1960′da kurulan Milli Birlik Komitesi’nin tamamı eski generallerden oluşan 12 asker üyesi günümüze
kadar güncellenerek gelmiştir. 18 İstanbul baronu Sebataycı ve Rum ailesine Türkiye peşkeş
çekilmiştir. CFR’nın resmi Türkiye kolu olan Global İlişkiler Komitesi’nin iş dünyasındaki 12 ismi ve
başındaki Rahmi Koç, askerlerle birlikte askeri vesayeti tepemize Demokles’in Kılıcı olarak
koydurmuştur, asıl derin devlettir beyler! Ergenekon adını 1953′de kod isim olarak NATO eğitimi
aldığı ABD’de ilk kullanan Alparslan Türkeş idi. Albay Ergenekon kod adını 1953 ile 1961 arasında
kullanan Türkeş, Türk ordusunu tasfiye ederek yeni sistem kuran Amerikalılar ile ters düşünce
Hindistan’a 1961′de askeri ataşe olarak gönderilir. Zira Amerikalıların zoruyla Türk ordusundan 7200

22
subay, toplamda 243 general zorla emekli edilir, tamamen ABD’ye göbekten bağlı olacak sistem
aslında sömürgecilik, militer demokrasi veya Amerikan militarizmi tarzı mandacılıktır.

1961′de Albay Ergenekon kod ismi Turgut Sunalp’a geçer. 1971 muhtırası ve 1980 askeri darbesini
Amerikalı ve İngiliz dostlarının emriyle yerine getiren Sunalp’ın Doğu Perinçek’i İngiliz istihbaratına
eti senin kemiği benim diyerek teslim etmesinden yarım asır geçti. Bu dönek şahsiyetsizi
cezalandırmak yüreğimizi soğutur mu bilemiyorum. Kanlı 1 Mayıs olaylarından Gazi olaylarına,
Madımak’tan Gezi olaylarına kadar Perinçekgilleri her türlü fitne kazanının altında görüyoruz. Eksik
olan onları yöneten, yönlendiren özel harp elemanlarıydı. Sunalp, 1989′da vefat ettiğinde Garanti
Bankası’nın başdanışmanıydı. Görevini 1986′da Veli Küçük’e devrettiği devrede PKK zaten MİT ve
CIA işbirliğiyle ele geçirilmişti. Cumhurbaşkanı Kenan Evren’in ve damadının emriyle İstanbul
Emniyet Müdür yardımcısı Ümit Bavbek operasyonu ile Abdullah Öcalan, rakipleri temizlenerek
plazlandırılacak örgüte lider yaptırılmıştı. Küçük’ün ekibine kurdurulan JİTEM’in zulümleriyle
Kürtler zorla dağa postalandı, terörist yapıldı Kürt gençleri. 1986 ile 2001 arasında PKK’nın macerası,
17 bin faili meçhul cinayet, Sapanca, Kocaeli ve Gebze üçgenini ceset tarlasına çeviren Küçük’ün
Ermenice uzmanı aşırı Türk milliyetçisi bir Ermeni olduğunu unutmayalım.

Veli Küçük’ün görev süresi 2001’de sona erdi. Haziran 2009’da aslında dördüncü ‘Albay
Ergenekon’un kim olduğu ortaya çıktı: Dursun Çiçek. Aralık 2010’da Gölcük Donanma’da ele
geçirilen ‘Proje’ adlı belge Çiçek’in 2003’den beri illegal işler içinde olduğunu ve ‘millete komplo
planı’nı tek başına hazırlamadığını ispatladı. Erzincan davasında konuşan üst düzey bürokrat gizli
tanık Efe’de zaten Çiçek’in ve zamanın 3. Ordu Komutanı Saldıray Berk’in suçunu netleştirdi.
İddianamesi kabul edilen Gölcük belgeleri davasında emekli Koramiral Kadir Sağdıç ‘bir numara’
gözüküyordu! Balyoz davasında yargılanan emekli ve muvazzaf generallerden İbrahim Fırtına, Özden
Örnek, Ergin Saygun, Çetin Doğan, Metin Yavuz Yalçın, Engin Alan, Ayhan Taş, Mustafa Çalış,
Feyyaz Öğütçü, Lütfü Sancar ve Kadir Sağdıç’ın Milli Birlik Komitesi’nde olup olmadıkları
araştırılmalıdır. Tabi lider Tahsin Şahinkaya yargı önüne çıkartıldığı halde halen neden 12 Eylül
davasının içi boşaltıldı veya doldurulmadı ayrı bir mevzu.

Küçük’ten Çiçek’ten ‘Albay Ergenekon’ misyonunu ‘Paşa’ olarak devralanana kadar Engin Alan neler
yapmıştı, nereden koşuyor? Operasyon birimi halen yönettiği ileri sürülen ‘Paşa Ergenekon’ kodlu
Engin Alan’ın durumu en şaibeli olanıdır. Alan ile 1993′de Bakü’de tanıştığımda askeri ataşe olarak
yeni tayin edilmişti. Henüz tek general yıldızını bile almamıştı. Kısa boylu, sempatik bir komando
izlenimi uyandırmıştı bende. Ebulfeyz Elçibey’in etrafına üç Türk asıllı bakan, başdanışman, özel
korumalar ve Karabağ’da savaşması için özel harp birliği getirtmesini önceleri alkışlamış, onunla
gurur bile duymuştum. Metin yüzbaşının Şamahı’daki Azeri komando yetiştirme kampını, talabelerime
kamp yeri ararken dağda basmış ve Ermenilerin canına okuyan bu özel gücün ardında olan
komutanlarımıza gereken saygıyı göstermiş, her yerde anlatmış ancak gizlilik nedeniyle bugüne kadar
da hiç bir yerde bu konuyu yazmamıştım. Ne olduysa Elçibey’in Rus askerini Gence’den 28 Mayıs
1993′de zorla postalaması ile başladı. Bu kararı Alan’ın aldırdığına emindim, sonuç olarak Elçibey’in
Ruslar tarafından bir hafta içinde indirileceğine de emindim. Kendine çok güvenen Alan’ın ekibi,
Elçibey’in Aliyev’i İngiliz ve Amerikan büyükelçilerinin zoruyla getirmesinden sonra morardı.
Amerikalılarla dirsek teması bozuldu, dipçik yedik… Engin Alan’ın Amerikan karşıtı olduğunu
sanmayın, yedikleri içtikleri ayrı gitmezdi… CIA organizesi MİT’e ihale, başarısızlığa mahkum 1994
ve 1995 Aliyev darbeleri ve suikastlarından sonra kös kös Bakü’den kovuldu. Ülkemizin imajını yerin
dibine batırdı. Ekibine Özel Harbin uyuyan “çakma ülkücü” hücrelerini alan ve uyandıran Alan,
ülkeye dönüşte görev aldığı 1995 Gazi olaylarını organize etmekten henüz yargılanmadı. 1999′de
Öcalan’ı Kenya’dan getiren uçakta olmadığı halde, kahraman olmayı sevdiğinden “ben getirdim” dedi.
MOSSAD ve CIA’nın Öcalan’ı bize asmamız için değil, besleyip siyasi Kürt hareketinin başına
koymamız ve “Büyük Kürdistan”a devlet başkanı yapmamız için verdiğini Alan’dan daha iyi bilecek
ikinci bir isim yoktur.

23
Önümüzdeki dönemde MHP başına kondurulacak MHP Başdanışmanı ve milletvekili Alan, ülkemiz
Türk milliyetçileri ile aşırı Kürt milliyetçilerini 12 Eylül öncesinde olduğu gibi meydan kavgalarına,
savaşlarına sürükleyecektir. Türk ile Kürt kardeşliğini baltalamak isteyen ve araya yeni kan davaları
sokmaya çalışan bu fitnenin asıl gayesi, hükümete ve halka yeni anayasayı yaptırmamaktır. Ergenekon
ve Balyozcuları, PKK ve KCK’lıları genel afla serbest bıraktırmaktır. 12 Eylül ve 28 Şubat davalarının
üstünü kapatmaktır. Askeri vesayetin son kalesi anayasadır, 2016’da değiştiğinde, derin oligarşinin
sonu gelecektir. AKP’den bu dönem için umudumu kestim, başbakan 2015 genel seçimini 2014 yazına
cumhurbaşkanlığı seçimiyle aynı tarihe almak zorundadır.

“Yeni Perinçekgiller”i paralel devlet adlı fitne kazanının altında görüyoruz. Başbakan bunu
göremiyorsa, kumpası kuranı yok edemiyor ve milletine suikast düzenleyenleri onaylıyorsa, artık
benim başbakanım olamaz, olmayacaktır. Hikmeti hükümet teraneleri cahillere göredir, teknolojinin
sınır tanımadığı bu bilgi asrında asla özür veya bahane değildir. Aydın namusu, vicdanı dik ve sağlam
durmayı gerektirir, mert olalım lütfen!

Yorumlar

http://www.venharhaber.com/haberler/turkiye-siyaseti/tuncay-guneyden-carpici-aciklamalar-
h5128.html

Eski Milletvekili ve Yazar Tevfik Diker’in sorularını mail yoluyla yanıtlayan Kanada’da yaşayan
Tuncay Güney, Fethullah Gülen Cemaati’nin arkasında ABD’li bir grubun olduğunu iddia etti.
Cemaat’in Başbakan Erdoğan ve ekibini sorun olarak gördüğünü ifade eden Güney, Erdoğan’sız AK
Parti planının beş yıl önce yapıldığını söyledi.

Diker’in, “Cemaati veya Hizmet Hareketi’ni en iyi bilenlerdensiniz. Cemaatin içinde bir derin cemaat
var mı? Derin Cemaati kimler temsil ediyor? Gülen Hocaefendi, derin cemaate söz geçiremiyor mu?
Derin cemaatin imkân ve kabiliyeti nedir? Derin cemaatin elinde ne gibi bilgi ve belgeler olabilir?
Derin cemaat AK Parti savaşında sonuç ne olur? Ergenekon Davası’nda ne gibi gelişmeler
bekliyorsun?” sorularını yönettiği Tuncay Güney’in yanıtı aynen şu şekilde:

“Saygıdeğer Tevfik Bey, Bu sorularınıza birden hemen cevap vermek için konuyu 10 sayfa anlatmak
lazım. Ak Parti kendini yeniliyor. Geç kalmış bir yenileme. Cemaatin arasında ABD’li bir grup var.
Fakat ABD devlet olarak var demek yanlış olur. Washington bütün kurumları ile yok. İsrail cemaatin
arkasında değil. İsrail dünyada İslami cemaat ve terör örgütlerine destek vermeyen tek ülkedir. İslamcı
gruplar hakkındaki araştırmalarını bilgi bankasında toplar. Amerika’daki bir Yahudi grubunun cemaat
ile hareket etmesi de Telaviv yönetimini bağlamaz. Her örgüt kendi grubunu geliştirmek için istihbarat
örgütlerini kullanır, istihbaratlar ve yatırım şirketleri de bu oluşumun içindedir. Cemaat Hükümeti
veya Ak Partiyi yıkma derdinde değil, Tek sorun olarak Tayyip Erdoğan ve ona bağlı ekibini
görüyorlar. Tayyip Erdoğansız bir hükümet isteniyor. Fakat Tayyip Erdoğan dünya konjonktüründe
işlerin nasıl döndüğünü biliyor. Tayyip Bey suçlu kavramına sokulmak isteniyor. Bu yaptıkları ilk
yanlıştı. Tayyip Erdoğansız Ak Parti planı 5 yıl önce organize edildi. Basından tanıdığım arkadaşlar ile
telefonda çok uzunca konuştum. Fakat kimse inanmadı bana. Bugün sen haklıymışsın diyorlar. 5 yıl
önceki planı konuşmak lazım. Aslında o kadar çok şey var ki konuşulacak, Fakat Türkiye’de karşınıza
şantaj-tehdit-sistemi devreye giriyor.

Amerika takipteyiz diyor. Amerika sadece bir seyirci. Obama yönetiminin Türkiye’nin iç siyasal
sorunu ile hiç bir ilgisi yok. Çünkü daha hükümetin düşmesi ve istifa etmesi gibi durum yok. Hükümet
düşerken Beyaz Saraya bilgi gelir. Washington yönetimi ise günlük raporlara bakıyorlar. Asya ve
Ortadoğu araştırma ve geliştirme masası bu olaylara bakıyor. CIA’nin direkt olarak bu operasyonlar ile
bir ilişiği yoktur. Amerika’da özel istihbarat şirketi, özel paralı asker şirketi, özel teknik takip şirketleri
ve bunların elemanları bulunmaktadır. Bu şirketler bir grubu yönlendirir ve en son Amerikan istihbarat
24
şirketi devreye girer. Bu uzun bir hikâyedir. 4 bakan operasyonunun ucu Başbakan Recep Tayyip
Erdoğan’a uzatılmak istendi. Zayıflatılmış bir başbakan. Son süreç; hükümet baskılara dayanamayıp
erken secime gitmesi sağlanacak. Erken genel seçim son kozları olacak. Eğer Tayyipsiz Ak Parti planı
tutmuyorsa, Hükümeti düşürün projesi devreye girdi. Bu herkes için son koz olacak.
‘MECLİS FETHULLAH HOCA’YI KORUMA KANUNU ÇIKARSIN’
Kuklaya oynatanlar olayı sıcak tutun ve erken secime gidilmesi için kamuoyunda siyasi platform
oluşturun diyor. 5 yıldan bu yana AK Partiye karsı bir parti çalışması yapanlar, anketler sonucu barajı
geçemeyeceklerinden dolayı parti çalışmasından vazgeçtiler. ABD ve batı kazananın yanında duracak,
sadece gözlemliyorlar. Türkiye’de Hoca Fethullah hakkında konuşamıyorsunuz. Eleştiren gazeteci
veya kitap yazarları soruşturmaya uğruyor. O zaman meclis, Atatürk’ü Koruma Kanunu gibi, Fethullah
Hoca’yı koruma kanunu çıkarsın.

Tevfik Bey asıl sorun bağımsız olmayışımız, Cemal Gürsel ve Madanoğlu dönemine kadar İngiliz
sömürgesi idik. Menderesin idamından sonra o dönem İngilizler sömürgelerinin bir kısmını Türkiye
gibi 3. dünya ülkelerini Amerika’ya kiraya verdiler. Olaylar buradan gelişiyor. Ekonomik alanda
bağımsız değilseniz, siyasi alanda da bağımsız olamazsınız. Tevfik Bey size mail yazarken burada
üniversiteden bir hoca ile konuştum. Ne yazdığımı sordu. Bende cemaat ve hükümet kavgasını
anlatmaya çalıştım. Üniversite hocası hükümeti anladım. Ama diğerini anlamadım dedi. Ve bana
sordu; Türkiye’ de seçimle gelen bir başbakanınız var değil mi dedi. Evet dedim. Peki diğeri ne mafya
mı dedi? Siz bu soruya cevap verebilir misiniz? Ben veremedim.

Saygı ve Dostça Tuncay Güney”

“Algılar Savaşı” dine kaydı!- Faruk Arslan

Ülkemizin gittikce kutuplaşması, “beyaz” ve “siyah” kuvvetlere bölünmesi ve arada hiç bir renk
bırakılmaması, darbe şartlarının olgunlaştırıldığı 1980 öncesine benziyor. Algılar savaşı yürüten AKP
medyası ve cemaat medyası kamuoyunu ikna ededursun, “Eski Türkiye”nin sahipleri laik Kemalistler
tiyatrodan memnun! Ergenekon ile ilgili beş kitap yazan, hakkında açılan sayısız dava nedeniyle
milletvekili yapılan gazeteci ve yazar Şamil Tayyar, nihayet derin uykudan uyandı. Tayyar, birilerinin
hem AKP hemde cemaatı birbirine düşürdüğünü ve her iki tarafıda tasfiye etmek istediğini vurguladı.
Beni endişelendiren husus, algılar savaşının dine kayması ve ilahiyat dilinin kullanılması ile
şeytanlaştırmadan kafirleştirmeye geçilmesi…

Tayyarcığımı endişelendiren tablo ise, AKP’nin uçuruma, siyasi intihara doğru koştuğunu
görmesinden kaynaklanıyor. AKP ve cemaatı ateşe atıp fitne kazanı kaynatanlar, Tayyar’danda
intikam alma niyetinde. 28 Şubat sürecinde kullanılan bazı isimleri bugün kiralayanlar, medyada
“yeşil” görünümlü “Neo-28 Şubat” fitne çetesi kurdu. Kirli çamaşırlar bir bir ortaya dökülüyor. Tayyar
ile büyük yolsuzluk ve rüşvet operasyonu düğmesine basan Savcı Zekeriya Öz, Twitter’da ağza
alınmayacak sözlerle birbirine hakaret etti. Hem AKP hemde cemaat ayağında müthiş bir algı
oluşturma savaşı yaşanıyor. Daha dün sarmaş dolaş olan iki kardeş arasına sanki kan davası girdi.
AKP’li partizanlarda ve fitne ordusunda seviye bel altına kadar indi.

Türk toplumu, derin güçlerin yönettiği bu inanılmaz algılar mücadelesini ibretle ve şaşkınlıkla izliyor.

Dershaneleri kapatma savaşını başlatarak düğmeye basan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın “cemaat
devlette paralel devlet kurdu” söyleminin halk nezdinde karşılığı yok. Ancak “benim gibi alnı secdeli
bir lidere itaat etmiyorlar, fitne çıkartıyorlar” politikasının maalesef karşılığı var. Toplumun en küçük
tabakalarına kadar inmiş, köylere kadar canan sohbetleri götürmüş, talebe hizmeti ile gönüllerde taht
kurmuş bir hizmet hareketini yıpratmak kolay değil. Derin güçler sıkı plan yapmış bu kez. Halk
gözünde kahramanlaştırılan, güvenirliği sağlam, mert isim Erdoğan, cemaatı bitirme derdinde!

25
Neden acaba?

Ergenekon ve Balyozcuları mahkemenin kesinleşmiş mahkumiyet kararına rağmen serbest bırakma


girişimine Erdoğan’ın onay vermesi halkı uyandırdı. Yargıtay’ı by-pass yapmaya çalışan, 2010
referandumunda elde edilen kazanımları tek tek yok etmeye yönelen Erdoğan, artık epey korkutuyor.
Halkta şüphe dalga dalga yayılıyor: “Acaba Erdoğan, derin güçlerin bir koçbaşı olabilir mi?”
Birileri, “cemaatı sat, devlet senin olsun” pazarlığı yapmış olabilir mi? Son aylarda Erdoğan’ın izlediği
daha önceki tavırlarına zıt ve halkın sağduyusuna ters politikalar sırıtmaya başladı. Neden diyenlerin
teorileri çeşit çeşit.

Toplumda ilginç komplo savunma veya izah getirme teorileri doğdu. Erdoğan’ın kızkardeşi bile
abisinden şüphelenmiş, soluğu Gaziosman Paşa’nın meşhur cinci hocasında almış bile. Abisine büyü
yapıldığından, kötü cinlerin etkisiyle 180 derece döndürüldüğünden kuşkulanan kızkardeşi haklı
olabilir mi?

Bu konudaki en sıkı komplo teorisi Erdoğan’ın İran’lı yeni cumhurbaşkanı Ruhani ile görüşmesi
sırasında kötü büyünün başlatıldığı yönünde. Görüşmeyi izleyen biri, “Ruhani Erdoğan’a dokunduğu
anda Erdoğan bayıldı ve 3 dakika kendine gelemedi, tüm gazeteciler şahittir” dedi. Bir arkadaşım,
“Papaz büyüsü yapılmış, bu onu yok edebilir” dedi. Diğeri, “Erdoğan Menzilci bir hocanın muskası ile
korunuyor, İran büyüsü işlemez” dedi. “Başbakan, 28 Ocak’ta İran’a gidecek, yapılanan büyünün
tekrarı lazım” diyen bile var. “Erdoğan’ın gözlerindeki nefrete bak, bu benim başbakanım değil”
diyenlerin sayısı artıyor.

Bir Sosyolog gazeteci olarak sebep sonuç ilişkilerine bakmam gerekmiyor mu? O halde bakalım. Algı
savaşı öncesi, 1 Ocak 2012’den itibaren başbakan MİT’e talimat vererek cemaatın 4800 anahtar
adamının yakın takibe alınmasını, izlenmesini, fişlenmesini ve devlette stratejik konumda olanların
derhal temizlenmesini talep etti. Ortada henüz seçilmiş İranlı lider Ruhani yoktu, dolayısıyla “muska
suska, cin min” hikayesi kurgulanmamıştı. Toplam bin kişi son iki yılda devlet içinde sessizce sürgün
yedi. Bu arada Erdoğan, kamuoyu önünde cemaat ile ilişkilerini sıcak tutu, hatta iki defa Türkçe
olimpiyatları konuşmalarında, “gelin hocam ülkenize, gurbet bitsin” bile dedi. Oysa MİT, cemaatı
sessiz sedasız “terör örgütü” ve cemaat üyelerini ise “iç düşman” listesine almıştı. Yapılan bu densizlik
ve hazırlanan cemaatle savaş planı biliniyordu. O halde kim, ne nane yiyor, ülkenin istikrarını
bozmaya çalışanlar kimler?
Cemaat ile AKP arasındaki güven bunalımını doğuran başbakanın tek lider olma ve mutlak itaat
beklentisi, cemaatı siyasetin emrine alma çabasıyla hız kazandı. Erdoğan’ın bağımsız bir yapıya sahip
cemaatı kontrolüne alabileceğine inandıran sebepler vardı. Cemaatı kuran 12 isim arasında sayılan
Kemalettin Özdemir, “cemaatın başına Gülen’den sonra geçecek isim” diye Erdoğan’a aslında 2008
yılında pazarlanmıştı. Erdoğan, bu nedenle Said Nursi’nin talabesi Said Özdemir’in oğlu olan Seyyit
Kemalettin’e özel ilgi göstermiş, devletin kasasını sonuna kadar açmış, “Nur cemaatlerini AKP’ye oy
verdirmeden sorumlu” gizli danışmanı yapmıştı. Bu adımı ilk kuşkuyu beraberinde getirmiş, güven
krizine giden “fitne yolu” açılmıştı. Kemalettin krizi, hasıraltı edilsede cemaat tabanında dalga dalga
yayıldı, bugün ise bilmeyen kalmadı. Kemalettin bey, bırakın cemaate lider olmayı, bir küçük grubu
dahi kopartamadı, cemaati ikiye bölemeyeceğini MİT’in ve Erdoğan’ın anlaması ise beş yılı aldı.
Erdoğan, Anadolu sathında tüm cemaatlerden biat aldı, kendisine ya “Halife” veya çok yakın olanlara
hatta “Mehdi” diye biat ettirdi. Mehdi biatı ettirdiğini Kemalettin Özdemir’in kardeşinden duyanlar ve
kendilerininde Efendi’yi Mehdi gördüklerini söyleyen ortak dostlarımız var. Kulaklarımla duymadan
inanmak istemedim. Ancak Kemalettin bey 1980’li yıllardan benim eski abim, ortak dostlarımız var.
Başbakanı, “Mehdi ve Halife” yapma iddiaları sanırım Hocaefendiyi çileden çıkardı. İddia değil
gerçek olduğu net olarak öğrenildi, şok yaşandı. Cemaat, AKP ile kopma noktasına gelmişti ama
“köprü geçerken at değiştirilmez” atasözüne uyuluyor, arkadan saplanan hançere, tüm hezeyanlara
rağmen susuluyordu.
“Dershaneleri kapatın, cemaatın ana finansman ve talebe kazanma kaynağını kesin” tavsiyesini
26
başbakana yapanın Kemalettin Özdemir olduğunu cemaatte bilmeyen yoktu. Yalçın Akdoğan ve
Kemalettin beyin yakın akrabaları MİT’te üst düzey görevlerde yönetici olunca cemaata operasyon,
“devlet güvenliği” haline geliverdi. Başbakan Erdoğan, “dershaneleri kapatacağım” diye algı savaşına
başlamasaydı, belkide Taraf Gazetesi’nde yer alan “Gülen’i bitirme kararı 2004’te MGK’da alındı”
başlıklı haber gün yüzüne çıkmazdı. Bu haberde şu denilmek istendi: Ergenekon, Balyoz ve 28
Şubatcıların MGK’da aldığı hukuksuz yargısız infaz kararları altında sizinde imzanız var, bir gün sizi
de yargılayabilirler. Bu haber, Erdoğan’ı uyandıracağına kızdırdı, savaş baltasını çıkardı, uzun
zamandır satın aldırdığı medya kalemşörlerinde savaş tamtamları çalındı, iftira ve hakaretler bir emirle
başlatıldı. Türk medyası aklını yitirmiş gibiydi, devletle paralel gazeteciler, cemaatı paralel devlet
gösteriyordu.
Ergenekon davasıyla yıldızı parlatılan Şamil Tayyar bile twitter mesajlarında, “Doğru Cemaati bitirme
kararı 2004′de alındı; sonra emniyet cemaate bağlandı, dersane ve okul sayısı patladı, AK Partiye
kapatma davası açıldı. Fitneye destek verenleri görünce sorunun fitneciyle sınırlı olmadığı anlaşılıyor”
diyor, cemaatı “öcü” sayıyordu. “Günah keçisi” yapılan cemaat artık tüm “kötülüklerin babası”ydı.
Devletin kaymağını yiyenler, yolsuzluk, rüşvet ve gulul günahıyla boğazlarına kadar çamura batmış
olan AKP’liler, cemaatı suçlayarak yırtacaklarına pek sevindiler. Maskeler düşmüş, insanların tıyneti
ortaya saçılmıştı. Üstad Said Nursi’nin ifadesiyle “cismaniyet ve hayvaniyetten çıkıp kalp ve ruh
insanı” olamayan “ehli dünya çete”, cemaat düşmanlığında birleşmişti.

Hocaefendi’yi en fazla yaralayan hançer, Nursi’nin yaşayan bazı talabelerinin cemaatı infaz
hamlesine onay vermesiydi. Bunun iki sebebi vardı. İlki Risalelerin sadeleştirilmesine sert
muhalefet etmekle kalmamışlardı, cemaatı artık Nur cemaatı olarak görmüyorlardı. İkincisi,
Kemalettin Özdemir, Başbakanının Ayasofya Müzesini camiye çevireceğini ve Risaleleri devlet eliyle
bastırıp devlet okullarına tavsiye ettireceğini müjdelemişti. Bu iki işaret güya üstadın belirttiği
hususlardı ve Erdoğan’ın Mehdi olduğunu gösteriyordu. Halbuki üstad, risaleleri kendisi yaşarken bile
bir kaç kez sadeleştirmişti. Ben Mehdiyim diyenin Mehdi olamayacağını, Mehdinin bir şahsı manevi
olma ihtimalini belirtmişti.

Başbakan Erdoğan, algılar mücadelesinin dini alana kaydırıldığını ve gerekirse ilahiyat dilini de
kullanacaklarını meşhur Dolmabahçe toplantısında 46 cici gazetecisine duyurdu. Bir iddiaya göre,
İstanbul surları altında bulunan Hz. Musa’nın kutsal 10 emir tabutu ortaya çıkartılacak. Neden mi? Bu
işaret, “Mehdi’nin çıktığının delili” sayılıyor bazı zayıf hadislerde. Daha düne kadar fıkıh üstadı
saydığımız Hayrettin Karaman ve Faruk Beşer’in tarafını AKP yanında seçmesi ile devlet ilahiyatçıları
arasına yenileri de eklenmiş oldu. “İslam halifesinin beytülmal denilen hazinenin beşte birini kullanma
hakkı”nın bulunduğuna dair dini fetvalar ortalığa çıkabilir. Zaten AKP’liler kesinlikle yolsuzluk ve
rüşvet, hatta alınan yüzde 10 komisyon iddialarını kabul etmiyorlar. “Her şey devlet, her şey şeriat
içinmiş” ve cemaat ülkeye şeriatın gelmesini istemiyormuş! “Şii, Caferi olana Muta helal, sünni olana
Kur’ana göre dört kadın helal, sana ne bizim İslami (!) yaşantımızdan, zina iddialarınız şeriata aykırı”
diyorlar. Hatta daha da ileri gidip, “devletin selameti için cemaatı infaz veya cemaat kurmaylarını yok
etme fetvası gereklidir, normaldir, fetva alınmış ise isabet olmuş” bile diyorlar. Bu kadarına pes
diyorum, demek ki insanın içindeki hayvaniyet ve cismaniyet özellikleri ortaya çıkınca insanlık,
vicdan, Hak aşkı ölüyormuş…

AKP ve cemaatın dine kayan üslup savaşını izleyen Hürriyet Gazetesi yazarı Ertuğrul Özkök, “iki
tarafın kullandığı dini dilden hiç bir şey anlamıyorum, algı savaşında özel, sırlı, gizli bir dini dil
konuşuyorlar” diye laik Kemalistlerin bakışını özetlemiş. Dini dil savaşının varacağı yer bol bol gıybet
ve cehennem çukuruna yuvarlanmaya yol açacak kalplerdeki imanı sorgulamaktır. Gıbta ile başlayan
fitne, önce kıskançlığa dönüştü. Sonra eski kin ve nefretler depreşti, ayrımcılığa, ötekileştirmeye
evrilen nefretlerin hedefindeki cemaat şeytanlaştırıldı. Bundan sonraki aşama kafirleştirmedir. Bir
müslüman başka bir müslümana kafir derse, karşısındaki kafir değilse kafir olmadan ölmez. AKP ve
cemaat savaşını fitleyen perde arkasındaki global ve yerli şeytanların, Eski Türkiye’yi hortlattıklarını
ve bizzat AKP’ye bunu yaptırarak AKP’yi halk nezdinde küçük düşürdüklerini akıl ve kalp sahipleri
27
görebiliyor. Aklını ve kalbini iki ayrı kampa ayırmışlar büyük fitneyi göremiyor. Sıffın savaşı ve
Cemel vakasında bazı sahabeler bile fitneyi evvelden görememiş, yanlış cenahta yer almıştı. İki
taraftanda ölenlerin şehit olduğu veya cehenneme gittiği Sıffın savaşı, müslümanların basiretlerinin
bağlanabileceğini gösteriyordu. Hz. Ali, kalbinde nefret olan Haricileri huzurundan kovmuş, Zübeyir
bin Avvam’ı öldürmekle övünen cahile, “cehennemde yerin hazır” hadisini hatırlatmıştı. Yüzbine
yakın sahabi ve Ehli Beyt, Sıffın’den sonra hortlayan aşırı Arap milliyetçiliği nedeniyle başka
diyarlara hicret ettiler ve İslam’ın yayılmasında öncü oldular. Görünürde zulmeden Yezid müslüman
halife ve Haccacı Zalim müslüman alimdi. Sufi müslüman, tokadı Allah’ın vurduğunu bilir, vesile ele
bakmaz, sabreder.

Ameller niyetlere göredir, yanlış cenahta yer alsan bile Allah seni gerçek, saf niyetin ile yargılar. Kim
haklı, kim haksız, bunu zaman gösterecek. Alimlerin içtihatlarında keramet vardır. Tek bir tesellim
var: Her şeyde mutlaka bir hayır vardır, Allah şerleri hayra çevirir, bekleyim görelim Mevla’m neyler,
neylerse güzel eyler. Aktif tevekkül ve doğruyu söylemek zor zamanların işidir.

Enverland’tan Tayyipland’a rüyalarımız!

Almanlar, 1. Dünya Savaşı’ndan beş yıl önce Osmanlı devletinin ordusunda ve hükümetinde
ayrıcalıklı konuma yükselmişler ve ülkemizin adını “Enverland” koymuşlardı. Bunun sebebi, kuşkusuz
bireysel olarak Enver Paşa’nın, genelde ise, İttihat ve Terakki Partisi’nin yanlışlarıydı. Bugün, ABD,
Rusya, Çin, İsrail ve AB ülkeleri ülkemizin adını “Tayyipland” koydular. Bunun nedeni, bireysel
olarak Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın demokrasiyi özümseyememiş tavrı, enesi yüksek dikta
üslubu, genelde ise Adalet ve Kalkınma Partisi üyelerinin tek lider sultası altında yanlışlara direnecek
sağduyu ve vicdanlarını yitirmeleri. Erdoğan’ın Hizmet Hareketi’ni Hasan Sabbah’ın terör örgütü
“Haşhaşin”lere benzetmesinin ardından, toplum ve kendisi tam ortadan sanki kılıçla kesilir gibi ikiye
bölündü!

Ahirzaman’da sadık rüyalar çok sık görülür olur. Başbakan’ın ülkeyi uçuruma sürüklediğini rüyasında
görenler çoğaldı. Elbette rüyalar ile amel edilmez ama lahuti, metafizik alemde alemi şehadet
dediğimiz fiziki alemde cereyan eden veya edecekler görülebilir. Ebû Dücâne adlı kahraman sahabenin
Uhud savaşında kullandığı emanet kılıç, Haşhaşin fitnesinden bir gece önce ehli nifakı temsil edenleri
manevi alemde kabak gibi ortadan ikiye kesti. Kayseri’den gelen bir rüya tam bir bitirimdi! Rüyeti
Şir’de gördü aynısını. Bu iki rüya üzerine Ebû Dücâne ve Kılıcının hakkını hatırlatmak vacip
oldu. Asrın müçtehidinin elinde eğitim asası var, tiyatroyu locadan seyrederken sahneye iner ve
firavun önünde eğilmek zorunda kalır. Ebû Dücâne kılıcının sahibi nice kelleler alır, Uhud savaşı biter
ve kılıcı teslim eder. “Tek Başına” Bir Ordu ve Ebû Dücâne Kılıcının hakkı! başlıklı yazımı bulup,
okuyunuz.

Kayserili dostumun rüyasının ayrıntılarını anlatmaya mezun değilim, benzerini aynı gece bende
gördüğüm için doğru olduğuna inanıyorum. Remz, renk ve sembolü az, yoruma, izaha gerek
bırakmayan rüya bunlar! İki rüyada da yorumum, AKP’nin ikiye ayrılacağı yönünde oldu. Hakkı
temsil etmek isteyen vicdan ehli ile batıl yoldan gidenler iki kampta savaşacaklar ve ayrılacaklar.
Benim gördüğüm rüyaları yazmıyacağım, çok beklemeyin. Yazarsam, imtihan sırrı bozulur, kurulan
tiyatronun bir hikmeti var, çünkü her şeyde bir hayır vardır. İşimiz rüyalara kaldı! Bir arkadaş 5 yıl
önce üstad ve Hocaefendiyi aynı salonda görmüş. Haberleri film gibi birlikte seyrediyorlar: “Fitne başı
reis, Konya’da Muhammed isimli biriyle 2010′da tanışacak ve film oradan başlıyacak! Kuş kafesten
uçacak!” Bu ne demek diye bana sormayın, altı üstü şifreli bir rüya işte!

Bir başkasının rüyasında, ülkenin reisi elinde zararlı bir şey ile asrın gönül dostuna ihanet ediyor, zarar
vermek için ona doğru koşuyor, ancak tam zarar verecek iken yağmur gözlü dua ediyor ve mağrur
reisin bastığı toprak çöküyor. El uzatıp kurtarmak istesede enaniyetini aşamayan reisin tahtıda,
bahtıda, kendiside uçuruma yuvarlanıyor, gidiyor. Hak dostu yapacak bir şey bırakmadığı için
28
üzülüyor ve ‘artık çok geç’ diyor. Bir başka arkadaş, tüm olaylardan çok önce, ‘Reis Efendi’ye “yanlış
yapıyorsun, mal varlığına bak ve utan” diyor. Düğümün çözüleceği, zurnanın zırt dediği yerde işte
burası!

Helal ve haramın, doğru ile yanlışın birbirine karıştığını; deliller ve hukuk ortaya çıkarır, elbette
rüyalar değil. Ancak ülkede hukuk tatile çıktığı için rüyalarda ruhlar rahatsız. Olan bitenler, vicdanları
yaralayan hususlar, vatanı için ter döken salih kulların rüyalarına giriyor. Başka bir rüyada, ABD’deki
saf bir derviş dosttan geldi. “Efendi”, markete gidiyor, mercimek, soda ve pirinç alıyor. Ancak bunları
yere düşürüyor. Soda ile mercimek birbirine karışıyor ve mercimeği mahv ediyor. ‘Efendi’, taşını
bırakın, pirinci dahi ayıklayamıyor! Helale haram karıştıranlara eğer dur demezseniz, ukbada
Rabbimiz hepimizden hesap soracaktır. Eğer günaha ortak olduğunuz için ses çıkarmıyorsanız, umumi
felaketi bekleyin!

Bir bayan şakirde, rüyasında büyük bir deprem olduğunu görüyor. Adeta dünyanın altı üstüne çıkıyor,
hercü merc oluyor. Hanım kardeşimiz çocuklarına sarılmış evinde endişe ile vaziyetin geçmesini
bekliyor. Birden hava açılıyor, her taraf apaydınlık oluyor, hanım kardeşimiz evinin penceresinden her
yanın yemyeşil olduğunu ve büyük kamyonlar geçtiğini görüyor. Üç gün önce bir başka arkadaş,
‘Efendi’nin yazar Abdurrahman Dilipak ve bir bayan yazar ile cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ü ziyaret
edip çapraz ateşe aldığını ve “yanlış yapıyorsun” diye baskı uyguladıklarını rüyasında görmüş.
‘Kaptan Reis”in sanırsınız Karadeniz’de gemileri batmış, pek acayip kükremiş, gürlemiş, pek
sinirliymiş, Gül’ü fırçalamış. Kim başbakan kim devlet başkanı belli değilmiş rüyada. Gül kıpkırmızı
olmuş ve epey galiba tırsmış. Suskun olmasından belli değilmi?!

Bir başka dostum rüyasında, Hocaefendi ile sohbet ediyor, ona diyor ki, “bir sürü müslüman gibi
gözüken münafık var.” Bir diğerinde dostumu Hocaefendi tokatlıyor ve “kendinize gelin” diyor. Başka
bir rüyada, bir arkadaşımıza sabah namazına yakın bir vakitte tanımadığı biri “Hz.Ali’nin
Celceletuyesi onu tahtından edecek” diyor ve uyanıyor. Hayatında bu duayı yapmamış arkadaş, şimdi
her sabah namazını bile beklemiyor, gece hacet namazına kalkıyor ve Hz.Ali’nin Celceletuyesi’ni
okuyor. Hz. Ali’nin celceletüye duasını sabah namazından sonra okuyun, zira onların çok azdığından,
fitne ateşinin büyüdüğünden bahsediyor. Makamı İbrahim’in Türkiye’ye doğru yıkıldığını ve bir sel
felaketinin ortaya çıktığını gören yaşlı teyzemizin rüyasında, ‘son dava sancaktarlığı’nı yapan,
peygamberimizin yolundaki hizmeti yıkmaya çalışanların akibeti net olarak görülmüş: Hüsran. Zira
Hak dostu bu ninemize Efendiler Efendisi işaret ediyor: Allah inayeti ve peygamberimizin eli var
üzerlerinde, yıkmaya çalışmak yıkılmaktır.

Sufilik eğitimi alan dervişler bilir, dervişlik rüya ile başlar. Tertemiz ruh kumaşınızı nasıl kesip
biçtiğinizi görürsünüz, ruh kuşunuz rüyalarda uçar. Büyük Sufi alimlerden Şemsi Tebrizi rüya
görmezdi ama rüya yorumcusu idi. Rabbine, “bana bu geçici yalancı dünyayı bir rüya olarak göster,
uykumda rüya gösterme. Lahuti aleminde olanları ise apaçık bana yorumlat, bu dünyada rüya
görürsem yanlış yorumlarım” diye dua ederdi. Nitekim Mevlana’yı aşka uyandıran Tebrizi, kibri
tedavi ederek Osmanlı kurulurken ecdatımıza 600 yıl temel olacak mükemmel bir zemin hazırlattı.
Büyük Selçuklu devleti kurulurken yaşamış olan Hasan Harakani hazretleri ‘arslan terbiyecisi’ idi.
Osmanlı devleti kurulurken yaşamış Ahi Evren, ‘ejderha terbiyecisi’ idi. Yeni Türkiye kurulurken
yaşayan Fethullah Gülen Hocaefendi “goril terbiyecisi” oldu. Her nefis firavunlaştı, yolsuzluk, rüşvet
ve zina alenileşti. Her insanda, 14 ayrı çeşit veya beraber karışık hayvan nefsi bulunabilir. Sufilikte
bunun terbiyesi yapılır. Zira bazı hayvani hususlar önplana çıkarsa insanlık kalmaz. Gülen gibi alimler
şahıslarla, partilerle pırtılarla uğraşmaz, insanları cismaniyetten, hayvaniyetten insanlık mertebesine
çıkarmaya çalışır. Siyasilerin koltuk, makam korkusu, aşırı dünya sevgisi, şehevi ve gadabi duygulara
esareti hayvanlık derecelerinde bocalamalarından!

Başbakanımız umarım vatandaşların rüyalarına da karışmaz. Malumunuz İnternet’e sansür getirmeye


çalışıyorlar, yakında bunları okuyamaz olacaksınız. Herhalde rüyalar alemine sınır koyma saçmalığına
29
da kalkışmazlar! Rüyalar ile amel edilmez, ancak peygamberimize Kur’an’ın kırkaltıda biri rüyada
getirildiği için Sufiler Rahmani rüyalara büyük önem verirler. Enverland’tan Tayyipland’a evrilen,
savrulan ülkemizde rüyalarımız renklendi, vicdanileşti.

Cemaatleri devletleştirelim mi?

Eski köyümüzün değişmez adetidir cemaatleri, tarikatları devletleştirme, baskı altına alıp kontrol etme
hatta yok etme çabası. Mason Bektaşiler kitabımda bunun tarihçesini verirken, 2. Beyazıd döneminde
imparatorluk gücü ve kültürüyle bazı heratik veya kabul gören tarikatların sopa ile zoraki üç çatı altına
sokulduğunu sosyolojik perspektiften ele almıştım. Sofi padişahımızın tebasını kolay idare etme
gayretiydi.
Bu üç devletçi tarikat veya cemaat: Nakşilik, Bektaşilik ve Mevlevilik yollarıydı.

Nakşilik temel eksen olmakla birlikte pek çok tarikatı kucaklayabilecek enginliğe sahipti. Kadirilik
gibi tarikatlarda hoş görüldü ama mensupları devletleşmektense halk arasında kalmayı yeğledi. Pek
çok Nakşi yoluda aynı yolu seçmekle birlikte devlete etki etmeyi sevdi. Osmanlı padişahları
Halvetiliği beğendi ve hemen hepsi bir tarikata girdiler. Nakşi şeyhleri devlet nezdinde hep muteber
makama sahip oldular. İçlerinde Halveti Niyazi Mısri gibi ahir ömründe Limni adasına sürülüp son
nefesini yapayalnız verenlerde oldu. Oysa Mısri talabeleriyle pek çok savaşa katılan bir Sufi önderdi.
Bazı mübaşirler, yalakalar, fitneciler, devleti ele geçirecek, itibarı padişahtan daha yüksek diye zulmü
reva gördüler.

Bektaşilik, çoğu devşirme, mühtedilerden oluşan askerin, müslümanlık çatısı altında gizlenen Rum,
Ermeni ve Yahudi’nin ve elbette heratik görüldüğü için sünni zorba devletin horladığı pek çok Alevi
meşrep tarikatın sığındığı liman olacaktı.
Sultan Abdülaziz dışında Bektaşi padişahımız yoktur, oda hanımköylü olduğu için! 1826 yılında 2.
Mahmut’un Bektaşilik tarikatı ile birlikte Yeniçeri ocağını kaldırması, 10 bin askerin kellesinin uçması
tarihimize “hayırlı vaka” olarak geçse de sonuçları pek hayırlı olmamıştır. Tüm Bektaşi tekke ve
zaviyeleri, emlakları Nakşiliğe devredilince ülkemizde sünni ve bektaşi ayrımı, nefretleşme, kin alt
yapısı resmen başlamıştır. 1956’da Bektaşi Bezmialem Sultan’ın, Selanik sebataycı grubunun yoğun
çabası, masonların dışarıdan yaptığı baskılar ile Bektaşiler 30 yıllık bir mağduriyetten sonra tekrar
legalleştiler, tekke ve zaviyeleri iade edildi. Ancak yer altında geçen 30 yılda masonlarla yapılan
zoraki işbirliği yüzünden yozlaşmış, ritüelleri değiştirilmiş, Alevi toplumundan kopuk elit bir Mason
Bektaşilik gelip tepelerine gulyabani gibi yerleşmişti. Elit mason bektaşiler, köylü Alevileri cahil
30
gördü ve baskı altında tuttular devletleşince. Oysa Dedagan Alevi Dedelerinin hepsinin
peygamberimizin soyundan gelme şartı var iken, Babagan kolu bektaşiler seçimle şeyh olan devletçi
tarikata dönüşmüştü.

Mevlevilik, aslında Osmanlı’nın ilk 150 yılında pekte etkin bir tarikat olmadı, halk tabanına inemedi,
akademik kaldı. Osmanlı’nın ilk şeyhüislamı Molla Fenari’nin Mevlana ve Mevlevilik ile ilgili
yazdıklarına bakılacak olursa devletin ekseninde yerinin az olduğu anlaşılır. Daha sonra Osmanlı bir
imparatorluk kültürü oluşturunca Mesnevi’nin sunduğu aydınlığa ihtiyaç duyuldu. Böylece elit
Osmanlı’nın vazgeçemediği karizmatik tarikat olarak yerini aldı. Sema gösterileri, ney ve şiir
Mevlevilik ile divan edebiyatımız gelişti. Bir kaç tane mason Mevlevi postnişinin varlığı dışında
Bektaşiler kadar ele geçirilmediler ama içi son yüzelli yılda epey boşaltıldı.
Cerrahiler içini doldurmaya çalıştı.
Gülen grubu ise akademik çabalarla Batı’daki yanlış Mevlana imajını düzeltti.

Peki öteki tarikatlara ne oldu veya olacaktı?


Yok mu olacaklardı, bu üç şemsiye altında eriyecekler miydi, yoksa sadece ıslanacaklar mıydı?
Atatürk’ün Meclis başkan yardımcısı yaptığı ilk parlamentoda bir yardımcısının Mevlevi şeyhi,
diğerinin Bektaşi şeyhi olduğu unutulmamalı! Gerçi tekke ve zaviyeler kapatılınca Mevlevilik postu
Halep’e, Bektaşilik postu ise Tiran’a taşınmak zorunda kaldı. Atatürk, toptan yok saymayı kontrol
etme çabasından daha kesin sonuç olarak gördü. Nakşilere ise, İstiklal Mahkemelerinde asılmak düştü.
Dile kolay bine yakın şeyhin sudan bahanelerle yok edilmesinden bahsediyoruz. Şapka inkilabına
karşı kanundan 2 yıl önce eser yazdığı için asılan İskilipli Atıf Hoca sadece mağdurlardan birisidir,
zulüm döneminin simgesidir.

Derin devletimizi 1960’larda yöneten Faruk Güler, Muhsin Batur paşaların ve operasyonel birimin
başındaki Turgut Sunalp’ın Necmeddin Erbakan’ı üniversitede ders verdiği İsviçre’den neden ve nasıl
zoraki olarak ülkemize getirtip siyasi İslamı, Milli Görüş çizgisini kurdurduğunu, tarikat ve cemaatleri
kontrol altına almaya çalıştığını bir kaç defa evvelki makalelerimde yazdım.

Erbakan’a ret yanıtı veren Nur cemaatleri içinde Fethullah Gülen’de vardı. Gülen Hocaefendi,
1970’lerde küçük bir gruba sahipti, Erbakan onun Manisa’da dağda kamp yaptığı mekana bir kaç kere
geldi ama Gülen görüşmek dahi stemedi. Son gelişinde Gülen, bir sopa ile yerde daire çizdi ve ben
burada yokum dedi, burada yok dedirtirken. Siyasete girmeyeceeğini yüzlerce defa son 40 yılda ifade
eden Gülen, “en kötü devlet devletsizlikten iyidir, devlete isyan fitnedir” görüşlerini hep savundu ve
devletleşmemek, sivil toplum yapılanması olarak kalabilmek için azami özen gösterdi. Son 11 yılda ise
AK Parti’ye “ehveni şer” olarak destek verdi, tıpkı rahmetli Özal’ın ANAP’ına verdiği destek gibi.
Elbette Gülen’in izinden gidenlerin devlet memuriyetinde yer almalarını analarının ak sütü gibi helal
olarak gördü, asla devleti ele geçirme olarak görmedi. Dibine kadar haklıydı.

Bu özet tarihçemizi yazmanın nedeni son günlerde yaşanan AK Parti ve camia çekişmesinin
nereye varacağını kestiremeyen endişeli bir kitlenin varlığı.

Bu savaş, dış güçlerin tezgahı mı veya AK Parti’yi iktidardan indirmek isteyen yerli baron konseyinin
oyunu mu sorusu ile sık karşılaşıyorum. Keşke mantıklı açıklaması bu kadar basit ve kolay olsaydı.

Bugün AK Parti’nin cemaatlere operasyonlar yaparak kendisine tabi kılma ameliyesi veya gücünü
azaltma politikası yeni bir adet değil maalesef! Oslo sürecinden beri bir kırılma yaşanıyor. Kuşkular
artıyor, zira ortada ulusal değil uluslararası mekanlarda tezgahlanan bir proje olduğu iddiaları ayyuka
çıktı.

Bunlar saçmasapan komplo teorileri diyen Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve şürakasına inananlar
azalıyor. Neden mi?
31
Oslo’da PKK’nın dershanelerin kaldırılmısını önşart olarak masaya koyduğu, doğu bölgesinde Milli
Eğitim müdürlüklerini belediyelere bağlamaya çalıştığı kendi özel polis kolluk kuvvetlerinde ısrar
ettiği, bilinen ama yalanlanan gerçekler.

Ülkenin bölünme noktasına getirildiği, bir etnik ve mezhep çatışmasına, kutuplaşmaya doğru
çekildiğini aklı olan görüyor.

Bu arada sadece Gülen grubu değil diğer cemaat ve tarikatlarada devletçi bir tahakküm olduğu
kanıksanamaz boyutlara ulaştı.
İsmailağa cemaatinde derin devletin özel harp birimleri bir süre önce operasyona yeltendi. Cübbeli
Ahmet Hoca’nın itibarı çizildi.

Koskoca Kadiri tarikatını tek başına rezil rüsvay etmeyi başaran Haydar Baş’a derinciler yeni
oluşumlar ve projeler sundu ve eylem planı başlatıldı. Elazığ grubu devreye sokuldu, Malatya grubu
ise tetikte bekliyor.

Süleyman Efendi talabeleri tam ortadan ikiye bölündü.

Cerrahi tarikatında post davası başlatıldı ve Ömer Tuğrul İnançer’in karizmasını çizmek için medya
operasyonu yürütüldü.

Yahudi Haham Konseyi ile ilişkisini gizlemeyi başaran, anne ve babası Yahudi olan sebabataycı, güya
mason düşmanı 33. dereceden mason Adnan Oktar, “kedicikleri” ile İslamı kirletme operasyonuna
ivme kazandırdı.

Gülen’in AK Partiye desteğini, duasını kaldırması halinde Anadolu’da pek çok kanaat önderi Gülen’i
dinleyecek ve sandıkta AK Parti’yi bu kafa karışıklığı ile ikaz, uyarı, terbiye mahiyetinde kararlar
alabilir ve parti ayrımı gözetmeden lokal adaylara oy verebilir.

Cemaat ve tarikatları devletleştirme hep geri tepmiştir tarih boyu… Bakalım bu toplumsal doku ile
oynanınca ortaya ne çıkacak?

Bu yazdıklarımda objektif ve mümkün olduğu kadar tarafsız olmaya çalıştım, tarihsel ve sosyolojik bir
görüntüdür verdiğim. Beğenip beğenmemekte özgürsünüz. Bu tablo ile toplumsal barış olur mu?

Sakın, “Allah için çaldık” demeyin!

Algılar savaşının dine kayması ve yol açtığı nefretleşme depremlerinin ardından, sıra kaset savaşı ile
algıda yanılsama oluşturmaya geldi. Fesat Komitesi, oldukca profesyonel ve şeytani bir bilimsellikle
çalışıyor. Hırsızlığın, rüşvetin, zinanın değişik isim ve gerekçelerle alenileşmesi, daha kötüsü ahlak
dışı görülmemesi bize afet olarak yeter! Neredeyse, “biz Allah rızası için azıcık çaldık, hem sizde
farklı biçimde çaldınız” noktasına geldik, dayandık. Birileri yakaladığı fitne ateşine odun atmaktan
zevk alıyor, her iki tarafıda kızdıracak, büyük hayal kırıklığı yapacak malzemeyi servis ediyor.

Savcıların dik durarak Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve fitne üretim merkezi haline gelen Sabah
gazetesi hakkında suç duyurusunda bulunmasıyla paralel gelişmeler yaşandı. “Paralel devlet ve örgüt”
var diyen hükümet cenahı yolsuzluk ve rüşvet soruşturmasının örtbast etmek veya üstünü örtmek için
inanılması güç ahlaksızlıklara başvurdu. Kendini savunmak zorunda kalan ve daha az dayak yemek
için köşesinde kıvranıp nakavt olmamaya çalışan cemaat, üslubunu bozmamaya gayret ediyor.
32
Bank Asya’yı batırmak için hükümetin emri ile 900 milyon dolarlık mevduatı bankadan transfer edip
devletin bankaya el koymasına zemin hazırlayan bir iktidarda ne akıl, mantık nede izan ve vicdan
kalmıştır! Bankaya el koyma kararına direnen bakan Ali Babacan’da olmasa hükümet kendi eliyle bir
ekonomik kriz hançerini ülke bağrına sokmuş olacaktı. İyi ki, Fethullah Gülen Hocaefendi var. 24 saat
içinde vatandaşların başka bankalardaki mevduatları çekilip Asya Banka yatırılması ile fitne ellerinde
bir yüzkarası olarak patladı. Tek yaptıkları “alçak savunma”, Gülen’in halkın bankası batmasından
diye yapmış olduğu telefon konuşmalarını sızdırmak oldu. “Vay efendim, Gülen olmasaymış bir
bankanın batmasını engelleyecek 300 milyon dolar bir gecede bulunamazmış”, “bankaya el konacak
devlet kurumunda da adamları varmış.” MİT’in Aydınlık Ekibi’nin yargısız infaz mahkemesi şu karar
algısını toplumda oluşturmak istiyor: “Paralel devlet çok güçlü bir düşman!”

Hükümet, ısrarla “paralel devlet düşmanı” icat etmeye ve halkı ikna edecek bir algı yanılsaması ile
toplumu germeye çalışıyor. Koç Grubu ile cemaat arasında sıcak ilişkiler var izlenimi uyandırmak ve
komplo teorisi yazarlarına alçakca malzemeler sunmak MİT’in işi mi oldu? Sızdırılan Gülen telefon
kasedinde Uganda’da açılacak petrol rafinerisi ve hediye gönderilen ananas kısa sürede sosyal medya
da hit yaptı. Algı yanılsamasının ilk bilgisi olan Uganda olayında Gülen ısrarla soruyor, bu projeye
uygun Türk işadamı aranıyor. Cemaatın en zengin işadamı Akın İpek dahi olumsuz yanıt verince
Gülen şu anlamlı tasallutla bulunuyor: “Koç grubundan başka bu projeye yatırım yapacak kimse yoksa
o arkadaşları tavsiye edin, hem gönüllerine girmiş olursunuz.” Yani rafineri yapma işi bir Türk
işadamında kalsın da kimde kalırsa kalsın milliyetçiliği yapıyor. Peki fitne ekibi bunu nasıl satıyor?
“Bunlar Gezi olaylarında da beraberdi” algısı oluşturmak için Ali Koç’un selamı araya sıkıştırılıyor.
Birde “ananas hediyesi” var ki, çok pahalı hediye canım! Bizim burada tanesi 2 dolar, isteyen varsa
gönderelim, nede olsa 700 bin dolarlık bir saat değil bu. Rüşvet, komisyon, zoraki bağış hiç değil.

Türkçe olimpiyatlarına 2013 yılında Koç ve Doğuş gruplarının sponsor olmasından müthiş bir kara
propaganda çıkaran MİT’deki azınlık fesat grubu, Uganda’da rafineri projesine Koç’un önerilmesini
bir ortaklık olarak satmaya çalışıyor. Oysa bu girişim ne zaman olmuş: Kasım 2013’de. Olimpiyatlar
ne zamandı: Mayıs ve Haziran 2013. Gezi olayları ne zamandı: Haziran ve Temmuz 2013. Yani iki
olayla rafineri tasallutu arasında bir rüşvet münasebeti yok. Ananas hediyesi üzerinden veya
olimpiyata destek vesilesiyle bir metafor çıkartılması, sanki ayakkabı kutularının intikamı gibi. Ancak
iki metafor arasında algıda seçicilikte bariz uçurum bulunuyor. Aslında fitne ekibinin vermek istediği
algı, ülkenin dev holdingleri Koç ve Zorlu grubu iş adamları, hatta Alevi kökenli Adnan Polat ’ın ve
laik Kemalist Mustafa Süzer’in bile Gülen’in referansına ihtiyaç duyması. “Bu paralel devlet çok güçlü
cancağazım!” Mustafa Sarıgül, cemaat olmasa İstanbul’a belediye başkanı seçilemez, Ankara’da
Mansur Yavaş’a oy veren cemaat Melih Gökçek’in krallığını yıkar dedikodularını yayan Gökçek ekibi,
yanlış ata (düşmana) oynuyor.

“Reklamın iyisi, kötüsü olmaz” derler, bu nedenle algıda yanılsama oluşturmak için bir taraflarını
yırtan fitne ekibi cemaatı olduğundan daha büyük ve dev göstererek, korku değil “vay canına, helal
olsun adamlara, yapmışlar” repliği pompalıyorlar. İlk bakışta sakıncalı gibi dursa dahi bu kötü reklam
cemaata kan katıyor, moralleri yükseltiyor. Gülen Hocaefendi’nin sıradan bir cami imamı ve vaiz
olmadığı, 21. yüzyılın Türkiye ve dünyasına vizyon veren bir aydın ve aksiyoner olduğu ortaya
çıkıyor. Önümüzdeki 5 yılda Türkiye yeniden ve doğru kurulurken, Gülen’in yolsuzluklar ve rüşveti
bıçak gibi kesen sağlam ve mert duruşu sosyoloğlar ve tarihçiler tarafından bir kilometre taşı ve milat
olarak anılacaktır.

AKP’li bakan, başbakan, bakan ve başbakan çocukları ile ilgili ortaya çıkan kasetlerde ise genel algı,
yolsuzluk ve rüşvet var ve “balık baştan kokmuş” dedirten cinsten. Yanılsama şu: “Adamlar çaldı ama
sorun bakalım niye çaldı? Allah rızası için kurulan şeriat devletine adım adım ilerleyen AKP’nin kamu
ihaleleri üzerinden komisyon ve rüşvet alması için, kendi ifadeleriyle humus kapsamında görülmesi
için taş gibi sağlam fetva var!” Bu fitneyi veya yanılsamayı yayanlar, kesinlikle askeri siyasi arenaya

33
çekmeye, darbe yaptırmaya veya AKP aleyhine kapatma davası açacak delilleri kendi elleriyle
oluşturmaya çalışıyor!

Humus, bir İslam devletinde halifeye beytülmal denen hazinenin beşte biri üzerinde tasallut hakkı
sağlıyor. Halife, halkına ulufe, oşür, sadaka dağıtabiliyor, vicdanen gerekçesi varsa maaş dahi
bağlıyabilir. Her ihale, imar ve arsa olayında AKP’li kardeşlerimize verdiğiniz yüzde 10 komisyon,
hediye, işaret edilen vakıf ve kurumlara yaptığınız bağış “helal olmuş” oluyor. Bu sistemin bir laik,
sosyal hukuk devletinde nasıl olduğunu kimse sormuyor. Kanunlarınız humus almaya müsait değil,
bunu yaparsanız suç işlemiş oluyorsunuz, devletin savcısının görmemezlikten gelmesini
bekleyemezsiniz. “Sakın Allah rızası için çalmamız haram değil” diye kendinizi kandırmayın. Bal gibi
biliyorsunuz ki, bu yanlışa karşı çıkmak şeriata karşı çıkmak değildir.

Haydi, biraz geniş meşrepli, beş mezhepli olalım. Osmanlı padişahları kesinlikle karşı çıktı ama siz
doğrusunuz, Caferiye mezhebini de hak mezhepler çatısında kabul edelim. Mut’a nikâhı ile işlediğiniz
cürme varsa eğer “zina” bile demeyelim, günahınız kendi boynunuza! Haydi, “bal tuzağı” ile tuzağa
düşürülen, şantaj kasedi çekilen iş adamı, bürokrat ve siyasetçilerimize de gözlerimizi bağlayalım.
Haydi, Kur’an’da var diye aldığınız birden fazla eşlere, “nikâhta duyurma ve ilk eşinden rızalık alma
esastır” görüşünü de es geçerek, ses çıkarmayalım. “Kişisel hayatınız bizi ilgilendirmez” diyelim, ayıp
araştırmayalım. “Müslümanın kusurunu araştırmak insana günah olarak yeter, kul hakkı var” diyelim.

Peki, kamu malı üzerinden şahsi zenginleşme, Karunlar gibi vadilerinizi altınlarla doldurma caiz
midir? Doymak bilmeyen iştiha ile yedi sülalesine yetecek haram mal biriktirme doğru mudur? AKP
yararına, İslam davasına kullanılıyor dediniz, ağzımızı kapadık, sustuk. Peki, kamu ihalelerinde alınan
rüşvet ve komisyon partiye ve davaya değil de ceplere gidiyorsa? Peki, Başbakan’ın oğlu Bilal
Erdoğan, devlet gücünü kullanarak İslam’a hizmet eden büyük bir camiayı bitirmek için bir fitne ekibi
kurduysa? Peki, Bilal oğlan, devletin her birimine yerleştirdiği kankalarıyla ülkeyi şahsi hesapları
adına soyup soğana çeviriyorsa? Peki, bakan çocuklarından oluşan sonradan görme bu vurdumduymaz
gençlik bize “yeni Türkiye”yi kuracak “yeni AKP yüzü”, eliti olarak pazarlanacaksa? Peki, dün
arabasının eksozunu telle bağlayan birileri bugün 10 milyon dolarlık villalarda oturuyorsa ve Karun
gibi yaşıyorsa? Peki, tepede gözüken bu dünyevileşme tabanda yolsuzluk, hırsızlık ve zinayı aleni ve
alışkanlık hale getiriyorsa?

Elbette, Fethullah Gülen Hocaefendi’nin bir İslam âlimi olarak, toplumsal sorumluluğu vardır. Elbette,
50 yıldır yapılan hizmetleri yaşatma, milletin emanetini koruma gereği olarak, “yeter artık” diyecektir.
“Dün iyi idiniz, bugün ne oldu?” diyenler, “dün neydiler, bugün ne oldular?”; kendilerine aynada
baksalar yeterli.

Erdoğan nasıl kurtulur veya kurtulamaz?!

Hey gidi günler hey, işler tersine döndü! Ekim 2000’de Zaman gazetesinde “Recep Tayyip Erdoğan
nasıl kurtulur?” başlıklı siyasi bir analiz yazmıştım, bu yorumum sayesinde dikkati üzerime çekmiştim
ve Erdoğan’ı ABD’nin Siyasi İşlerden Sorumlu Büyükelçi yardımcısı Martin Lawrence ve Basın
Müşaviri Jesse Bailey’e mükemmel pazarlamıştım. Doğru bildiklerimi söylemekten hiç çekinmedim.
2000 yılında Erdoğan’ı CIA adamlarına pazarlamaktan pişman değilim, o gün zalim farklıydı. Bugün
vicdanım, “Erdoğan nasıl kurtulur veya kurtulamaz” başlıklı bir makale yazmak zorunda hissetti.
Kimseden emir veya talimat alarak, vede hesap vererek yazı yazmam, bilirsiniz.

Erdoğan, “12 Eylül 2010 referandumunda halkımız HSYK’ya fazla yargı özgürlüğü vermiş,
tırpanlamak zorundayım” diyerek yargıya hesap vermekten kurtulamaz. Halkın iradesine saygısızlık
yaparak siyasi iktidarda uzun süre kalamaz. 2011 seçiminde verilen emanet oyları halk yarın sandıkta
geri ister ve alır. Halk, elbette birgün “2011’de verdiğin sözlerin tam tersini yapıyorsun” der, mühlet
verir ama ihmal etmez. Halk, size seçimde verdiği emanet oyları kötüye kullandığınızı söyler, “mertlik
34
değil namertlik yapıyorsunuz” der. 3 Kasım 2002’deki partileri nasıl sildi atsıyda sizi de sandığa
gömer. Seçmen, yalancıları, yolsuzluk yapanları, toplumu bölenleri sevmez, zira müslümanın
münafıklık alameti olan 3 şeyi yapmayacağını bilir: “Müslüman, yalan söylemez, emanete hıyanet
etmez, verdiği sözde durur.”

Hakim ve savcıları kendi denetimine almaya çalışan bir lidere dünyanın her tarafında “diktatör” denir.
Bazı ülkelerde “firavun”, “tiran”, “padişah” veya “kral” dendiği vakidir. Ülkenin emniyet kolluk
kuvvetlerini yolsuzluklarımız ortaya çıkmasın diye mağdur eden bir lidere kimse inanmaz. Geç
bunları. Müslüman bir gönül, binlerce dindar kamu çalışanını insanı kışın ortasında mağdur edip,
tasfiye veya sürgün etmez. Bu insanlığa yakışmaz. Kendi düşen ağlamaz. Mazlumun ahını alırsan ahı
çıkar aheste aheste demiş atalarımız. Ağzı dualı insanların yeminleşmesine neden amin diyemediğinizi
tüm dünya biliyor. Haksız olan ahitleşmeden korkar, Allah’ın laneti isabet eder diye çekinir.

Bir başbakan, “HSKY’da yeni düzenlemenin Anayasa Mahkemesi’ne gideceğini varsayıp oraya
gözdağı vermeye çalışıyorlar” diyemez. Anayasa’ya aykırı olduğunu bile bile yargıya müdahale
edemez, yargıyı kontrol altına almak için düzenleme yapamaz, yargıyla dalga geçemez. Bugün
değiştirmeye çalıştığı kanun teklifi ile yarın AKP’yi kapatmak isterlerse, bu defa halktan dua
alamazsınız, yüzünüze dahi bakmazlar. Kapı kapı dolaşıp AKP için oy isteyen kardeşlerinizi,
yolsuzluğunuzu örtbast için bugün yolda bulduklarınıza tercih ederseniz, ne tarih sizi af eder nede
temiz vicdanlar!

Bu denli büyük yolsuzluk ve rüşvet iddialarından “mağduriyet edebiyat”ı ile haklılık çıkmaz.
“Hayırsever işadamı, bilirim iyi çocuktur” dediğiniz Reza Zarraf’ın Dubai’nin polis şeflerine eskort
kızlar ayarlamasına açıklık, izah getiremezsiniz. Daha kimleri tuzağa düşürdü bilemezsiniz. Bedava
hayat kadını sunmak zinaya onaydır, rüşvettir. Seks kasedi hazırlatanların şantaj ve tehditine açık
olmak, paçayı, pabucu kaptırmaktır. Zarraf’ın Çağlayan bakanınıza aldığı 700 bin dolarlık saat, hediye
değil, resmen rüşvettir. Zarraf’ın eski İçişleri Bakanınızın oğlu Barış Güler’e 2 yıllık danışmanlık
ücreti için ödediği 15 milyon dolar, rüşvettir. Halk Bankası Genel Müdürü’nün ayakkabı kutusunda
bulunan 4.5 milyon dolar, devlet parasıyla ticaretten elde edilen komisyon değil, rüşvettir. Bakanınız
Eğemen Bağış’a ödenen vatandaşlığa geçiş için ödenen birer milyon dolarlar danışmanlık, komisyon
veya bir hak değil, düpedüz rüşvettir. Altın dolu uçağın kalkışına izin verilmesi için Zarraf’ın ödediği
milyon dolarlar komisyon olamaz, rüşvettir.

Sadede gelelim. Bol maaşlı besleme yazarlarınız, devletin ihalesini peşkeş çekerek altın tepside
sunduğunuz devlet medyaları, devlete paralel gazetecileriniz, MİT ajanı kalemşörleriniz hava civadır.
Ne yaparsanız yapınız, oğlunuz Bilal Erdoğan’ın Harvard’tan mezun olduktan sonra geçen kısa sürede
nasıl 300 milyon Euro çeviren bir işadamı olduğunu halkımıza anlatamazsınız. Öğrenci iken mi
harçlığını biriktirdi, yoksa 10 bin TL olan maaşınızdan artırıp da mı koltuk çıktınız? “Başbakan ve
bakan çocuklarına iltimas geçiliyor, devletin içi boşaltılıyor, haksız rekabet yapılıyor” iddialarını boşa
çıkartamazsınız. Gelinizin hesabında bulunan 25 milyon dolar, izahtan vabestedir. Diyelim ki, bunlar
humus paraları ve hayırlarda kullanacak, bağışlar yapacaktınız, ülkemizde binlerce vakıf var, onlar
gibi neden yapamadınız?

Peki kızınız Esra’nın TÜRGEV’deki konumunu abartmadınız mı? Yazık değil mi sosyoloğunuz
Özlem’e, kardeşini bakan yardımcısı yapıp kalemini yamulttuğunuz Hilal Kaplan’a? Bu vakfa bağışı
mecbur kılmasaydınız, onca devlet ihalesi alan zenginleriniz neden zoraki yardımda bulunsun? Neden
Fatih Belediye Başkanı Mustafa Demir, sit arazisi olan arsayı siyasi hayatını tehlikeye atarak vakfa
versin, geri adım attığında zoraki imza atsın ki. Tarihi dokusu olan ve Turizm bakanlığına bağlı iki
skandala hiç değinmiyorum, küçük kalır sizin için. Ecdadın yadigarı Fatih’te otel ve restaurant mı
olmalıydı tarihi yapılar? Yazık değil mi? Şanlı Urfa Belediye Başkanı Fakıbaba, neden gözünden çok
sevdiği en değerli arsasını TÜRGEV’e bağışlayıp azabınızdan emin olsun? Hayırda yarışalım ama
haksız yarışmayalım. Korku ve tehdit ile yapılan hayırdan, devlet, kamu hakkı üzerinden verilen
35
komisyondan, rüşvetten tuvalet taşı bile yaptırılamaz. Hele hele rekabet damarı ile milletin vicdanı
olmuş cemaatın hayırları engellenemez. Blöf, şantaj yapılamaz.

Oğlunuz Burak’ın ticaret yaptığı 5 gemicik’inin 100 milyon doları geçtiğini, bunları verenlere “gebe
kaldığınızı” ve haklarını nasıl ödediğinizi bilmeyelim mi? Başbakan oğlu diye torpil geçiyor olabilirler
mi? Damadınız Berat ve ağbisi Serhat’ın babaları Sadık beyin yüzünü kara çıkartmasına mı yanalım,
yoksa Sabah gazetesinin MİT’in Aydınlık fitne ekibi ve AA destekli yürüttüğü asimetrik
dezenformasyon, yani psikolojik savaşınızın ahlaksızlığına mı? Berat, Fatih Koleji mezunudur, haramı
helalı cemaat ona öğretmişti, ikircikli işlerle bozduysanız günahı sizin boynunuza. 17 Ağustos
operasyonu sırasında devredilen Sabah elinizde patlayacak!. Aslında hiç devredilmeyen Sabah
gazetesinin yönetimi halen avucunuzda veya cuntaya verdiniz! Kalyonculara geçemez, zira mal
varlıklarına el konulma seviyesinde yolsuzluklara karıştığını elbette biliyor olmalısınız. Sabah’ı
bitirdiniz. Mızrap çuvala sığmaz.

Son yılların milyar dolarlık ihalelerinde dönen bol sıfırlı milyon dolarlık rüşvetlerde boğazda 3
politikacıya 3 yalı hediye edildiğini duymak bile istemiyorsunuzdur. Eğer tüm bu iddialar yalan, tek
doğru “uluslararası komplo “ise gazetecilik mesleğini bırakacağım, kalemimi de kıracağım! Sakın
sizin bunca zafiyetinizden yararlanan global ve yerli fitne fesat şebekesi, AKP ve cemaatı bitirme
operasyonu yapıyor olmasın! Kumpası sizin elinizle cemaaate kuran kurtların ve sırtlanların dönüp
sizden dişlerinin kirasını istemeyeceğinden emin misiniz? Recep Tayyip Erdoğan, tüm bu rezilliklerin
üstünü örterse, kurtulamaz. “Yolsuzluğu yapan oğlum, kızım, gelinim, damadım olsa yargı icabına
baksın” derse, kurtulur. Yargıya, emniyete müdahaleyle güven oluşmaz “Elit bakan çocuklarıyla yeni
Türkiye, yeni AKP kuracağım” der, milleti kandıracağını sanırsa, kurtulamaz. “Yeni Türkiye’de
ayrımcılık, nefret, ötekileştirme olmayacak, hukuk ve adalet herkese eşit dağıtılacak” derse,
kurtulur. Başka türlü kurtulamaz.

Gayretullah’a milim kaldı!

16 Haziran 2012’de sanki bugün yaşanacakları görmüş gibi “Gayretullah’a dokunur zulüm” başlıklı
makalemde şunları yazmışım:
“Devir değişti, ne post modern darbe, nede hükümete direk el koyan bir askeri darbe mümkün. Lakin
darbeden daha kötüsü olabilir. Ülkemizi Mısır’daki firavunlara benzer bir diktatör yönetebilir. Veya
askeri vesayeti devam ettirmek isteyen rövanş peşindeki Silivri şürakası, Roma’yı yakan Neron gibi
ellerinden güç gitti diye ülkemizi baştan sona yakabilir.”

Devam etmişim:
Bu noktaya nasıl gelindi?
“Özel Harbimizin gözde elemanları ve “Sakallı” Yeşillerimiz, MOSSAD ve CIA ile el ele vermiş,
Lübnan’da Beka vadisinde Büyük Kürdistan için harıl harıl hazırlık yapıyor. MİT, dedesi şeyh olan
PKK’nın Avrupa sorumlusu Zübeyir Aydar ve Sabri Ok ile Oslo’da barış deyince damarlar çatladı.
Hürriyet gazetesine röportaj veren Leyla Zana’nın ‘sorunu Başbakan Recep Tayyip Erdoğan çözer’
mesajının ardından gelen Dağlıca baskınıyla ordu, millet, hükümet el ele oldu. Al sana yeni bir çakma
toplum mühendisliği daha! Gazeteci ve Yazar Avni Özgürel, Karayılan’la görüşüp zeytin dalı güya
uzattı, ama nedense barış baltalandı. Öcalan’a ev hapsi önerisi ve Kürtçe’nin seçmeli ders yapılması
jestlerinden sonra olanlar oldu. BDP Lideri Selahattın Demirtaş, ‘PKK silah bıraksın’ dedi, Kürdistan
lideri Mesut Barzani ve Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani’nin ardı sıra. İncirlik’te ABD gözetiminde
tüm taraflar arasında yapılan görüşmelerden sonra nedense şehitler, ihanetler arttı. Ortalık maymundan
geçilmiyor!”

Şeytanla yatağa girenin şaşı kalkacağını adım gibi emin olduğumdan ve ders almayacaklarını bildiğim
için ciddi uyarmışım:
36
“Bugünkü hükümet ülkenin geleceği için önemli konuları sallamış, kontrol edemediği her durum ve
alan için kanun çıkarıyor. Sadece kendini düşünüyor. Yıpranmaktan, yıpratılmaktan ödü kopuyor. AK
Parti, bir suçu deşifre eden, suçüstü yapan bir gazeteciyi hapse tıkmak istiyorsa, kendi pisliklerinin
ortaya çıkmasından korkuyor demektir. Siz çıkardığınız sansür yasasıyla gazeteciyi, mesela beni içeri
tıkarsınız ne olacağını söylüyeyim: Ben dosyaları yayınlayacak mecra mutlaka bulurum. Bir gerçeği
yaymanın yolları sonsuz sayıdadır. Bütün yolları kapatsanız da fısıltı gazetesine, twitter’e, facebook’a
da sansür uygulayamazsınız. Yolsuzluk dosyaları, hortumculuklar, ihaleye fesat karıştırmalar, imam
nikahlı kaçak eşler, zamparalıklar, ahlaksızlıklar, rüşvet, yani bilimum zulüm er geç varsa ortaya çıkar.
Kalbimiz çok temiz, fitne çıkarma, biz haram ve helal dengesinde yaşayan, devletin kuruşuna dahi
dokunmayan dava erleriyiz iddiasındaysanız yandınız, zira ihlaslı, samimi olamayanların karizması
Hakk ve Hak dostlarınca çizilir.”

Peki kibirleri yüksek bu ekabir takımı ne planlıyor? Onu da ince ince yazdım:
“Dosta yapılacak darbenin en vahşet ve dehşet planı sahneye konur: Sansürle susmayan gazeteci
ebediyen susturulur. Eski dönemde 6 milyon insanımızı fişledikleri için ellerinde epey liste var ama
listeleri netleştirmeleri gerekiyor. Son aylarda öldürülmesi gereken ilk yüz kişi, bin kişi, tutuklanması
hapiste çürütülmesi gereken ilk onbin kişi listeleri hazırlamışlar, dost bildiklerimizle diz dize, el ele…
Bu “kelle avcıları” herkese her şeyi layık görüyorlar ama, kendilerine bunların yüzde birinin
yapılmasına razı değiller.. Kendilerinden çok eminler, ama akılsızca ve ahlâksızca işler yapıyorlar..
Yaşananlardan ders almıyorlar.. Belki de bunların adli takiple birlikte bir de psikolojik terapiye
ihtiyaçları var. İktidarın muktedir sarhoşluğu zayıflığın işaretidir.

Üç aşamalı darbe planına AK Parti dur diyemezse, elbette Gayretullah’a dokunur zulüm…”
4 Haziran 2013 tarihli, “Gayretullah’a dokundu zulüm” başlıklı yazımda açık açık AKP’nin
neden ilahi tokada koştuğunu 7 maddede özetledim:

Üniversiteye hazırlık dersanelerinin kapatılması tehditi birinci aşamaydı. Hizmetin insan yetiştirme
kanalını sekteye uğratma çabası, Kürt çocuklarını PKK’nın elinden kurtarma aracına takoz sokma
gayreti ne demekti acaba? Her hafta Ankara’da bir araya gelen iktidarın en üst düzey ekibinin, devlet
kadrolarından kendilerine 10 yıldır destek veren “şucuları bucu”ları temizleme kampanyası ne demek
oluyor? Bu hataları size kimler yaptırıyor? Milli Görüş’ün kıyısından köşesinden geçmiş, liyakatı,
keyfiyeti yetersiz güruhu, “bize sadık olurlar” diyerekten acaba devlet kurumlarına nasıl
yerleştirebilirizde kadrolaşırız toplantıları yapılması, zulmün ikinci aşamasıydı. Dindar kaymakamlar,
polisler, bürokrat dostlar kızağa öyle mi? Bunca yıllık Anadolu çocuklarının kendi devletine sahip
olma ideali sizin elinizle mi doğranacaktı? Başınıza vallahi billahi tallahi taş yağar, düşer…

Kendi zenginlerini oluşturmak için hazine garantisi ile bulunan dış kredilerle devasa milyar dolarlık
inşaat, ihale ve konsorsiyumlarda yapılan yolsuzluk, hortumlama, iltimas ve rüşvetin ayyuka çıkması,
üçüncü aşamaydı. Küçük bir hesap yapalım. İki nükleer ihalenin bedelinin her biri 22 milyar dolar,
yaptı mı 44 milyar dolar. 13 sene önce aynı ihaleyi aynı firmalar 7 milyar dolara yapıyordu, paramız
yoktu veremedik. Bugün üç katına çıkmış ihale bedeline kimse gıkını çıkartmıyor, sebebini sormuyor.
Aradaki fark kimin cebine giriyor acaba? ‘Gulul’ denilen devletin, kamunun malını çar çur etme,
zimmetine geçirme büyük günahtır beyler. Tüyü bitmemiş yetimin hakkı var kamu parasında… Daha
sayayım mı? Kanal İstanbul’a 40 milyar dolar, bir o kadar İstanbul’a 3. hava limanına, bir o kadar daha
3. köprüye. Garanti kredi devlet güveencesi ile işadamı olmak ne kolay değil mi? Devletin sırtından
zengin olma devri ne zaman bitecek, siz bunu çözersiniz sanıyorduk…

Ülke ekonomisi dev şantiye oldu, peki nerede ihracatı artıracak diğer önemli kalemler. Hayvancılık,
tarım öldü ölüyor, yerli otomobil markası rafa kalktı. Et fiyatlarını üç kat düşürmek için canlı hayvan
getirin, türedin, krediler boşa gitmesin, takip edin. Kanada’da da etin kilosu Türkiye’den üç kat ucuz,
benzin keza öyle. Peki ülkede yılda 10 milyar dolarlık petrol kaçakçılığı yapıldığını biliyorsunuz da
neden engel olmuyorsunuz? Yazayım mı tek tek kimlerin bu işleri yaptığını? Beslerseniz kargayı
37
gözünüzü oyar…

Son bir yılda açılan ve yapılan dev ihaleleri için Hazinemizin yabancı ülkelerin bankalarına verdiği
toplam garanti tutarı 200 milyar dolara yakın. Herşey para oldu, etrafınızda ne kadar çok sırtlan türedi
böyle? Eğer ihaleler başarısız olursa faturayı Hazine ödeyecek, tabi bu durum ihaleyi kapan iş
adamının zengin olmasını ve AK Partinin denetim dışı bağış hesabına yüzde 10 oranında ödeme
yapmasını engellemiyor. Lale devrinde de böyle yaparlardı. Nerede Hz. Ömer hassasiyeti, nerede
kamu malı üzerine titreme, nerede kul hakkından korkma adeti, nerede ha nerede kaldı?

30 yılda yetişmiş Anadolu’nun dindar evlatlarını devlet bürokrasisinden temizlemeyi “28 Şubat Ekibi”
bile başaramamış iken, MOSSADcı ekibin ‘Truva atı’ olan“7 Şubat Süreci” ile dindar bürokrat avına
çıkılması dördüncü aşamaydı. Etrafınızda kümelenen dalkavukları, yalakaları işe yerleştirme, devletin
nimetlerini peşkeş çekme derdine neden düştünüz? İsim isim vermeye gerek yok. Devletin en önemli
habercilik kurumu başına getirdiğiniz şahsın Muta nikahlı eşleri olduğunu bilmiyor muydunuz sahi?
Makamı, kasayı, nisayı kapmak sıradan mı oldu?

Hayret zulmün 5. Aşamasını, 10 senedir iktidarda olmanıza rağmen halen başörtülü öğretmen, öğretim
üyesi ve devlet memurlarına devlet kapılarında zulüm edilmesi, umutların, duaların söndürülmesini
göstermiştim. Fransa hariç Avrupa’nın tüm ülkelerinde, ABD, Kanada ve Avusturalya’da başörtülü
bayanlarımız devlet kurumlarında, eğitim kurumlarında, üniversitelerde dinlerini özgürce yaşayarak
çalışırken, öz vatanlarında parya muamelesi görmesi ve üniversitelerde öğretim üyesi olamaması
normal midir? Bu zor sorumdan sonra sihirli bir değnekle dokundular sorun çözüldü!

Muktedir devlet biziz, “şucular bucular”ın yurt dışı yapılanmasına devlet imkanlarıyla alternatif
yapılanma kuracağız veya bize tabi olmazlarsa iflahlarını keseceğiz planının, “devlette ikilik olmaz”
teraneleri ile baskıya dönüşmesi, altıncı aşamaydı. Yurt içinde zulmettiğiniz çevreyi köşeye sıkıştırma
taktikleri sürerken yurt dışında kafa kola alabileceğinizi mi sandınız? Devlette ikilik arıyorsanız size
derin devletin son bir yıldır yaptırdıklarına bakınız, ne kadar kendiniz kalabildiniz, değişen camia mı
yoksa siz mi?

Yedinci aşama, başbakanın egosuna oynayan derin yapının istihbaratı, üst general kademesi ve
işadamları grubunun, AKP’yi kullanarak camiaya örgüt operasyonu yapmasıdır. Köprü geçerken at
değiştirilmez derler, Erdoğan’dan vazgeçen yok, ama kellesini isteyen çete, bu sefer sıkı plan yaptı.
Milli İstihbarat Teşkilatı içindeki CIA ve MOSSAD’ın nüfuz ajanları, karakoyun fitne taifesi,
Fethullah Gülen cemaati hakkında 1 Ocak 2012 tarihinden itibaren Tayyip Erdoğan’ın talimatıyla özel
çalışma yaptı ve bir rapor hazırlattı. 40 klasörden oluşan rapora göre, MİT cemaatin önde gelen 4800
ismini iç düşman gibi adım adım takip etti. Bin kişi son iki yılda bürokrasiden hemen uzaklaştırıldı.
Güya cemaat, paralel devlet kurdu, sermayesi 150 milyar dolar. Cemaat 65′i büyük olmak üzere
toplam 700 şirket tarafından destekleniyor. “Cemaatin Kurmayları” olduğu tespit edilen, 4′ü politikacı,
2314′ü işadamı, 171 eski ülkücü, 5′i TSK mensubu, 173′ü emniyet mensubu, 47′si din adamı ve 23’ü
MİT mensubu olan isimler hakkında dosyalar hazırlandı. Yeni kabine operasyon amaçlı kuruldu,
fişlemeleri yapanlar İçişleri ve adalet bakanı oldular. Kuzuyu yemeğe karar vermiş kurt gibisiniz! Bu
arsız operasyona karışacakların iki dünyada da yatacak yeri olmayacaktır… Kamuoyunun beynini
yıkayarak şeytanlaştırmayınız.

Hele hele cemaat ileri gelenlerini suikast ile ortadan kaldırma görevi, vatanseverlik adı altında
lanse edilip, İsrail’in infaz birimi Simbet ve İran’ın infaz birimi Laşgavar Takavar 23 grubuna
MİT tarafından havale edilmesi asla af edilemez! Tarih sizi bağışlamaz.

Sayın Başbakan, oğlunuz Bilal Erdoğan başta olmak üzere AKP’nin karıştığı yolsuzluk ve rüşvet
olaylarını örtbast etmek için yaptığınız “postu kurtarma” olarak algılanan “istiklal savaşı”nız
ülkemizde hukuku tüketti. Anayasayı ihlal ettiniz, bağımsız yargıyı yok ettiniz, emniyeti
38
çalışamaz hale getirdiniz, yazının başındaki öngörümü gerçekleştirdiniz: “Tiranlaştınız.” Neron
olsa Roma’yı ancak bu kadar yakabilirdi! Ne bekliyorsunuz, “Gayretullah’a dokunmaya milim
kaldı”, Allah’ın tokadı inince mi rahatlayacaksınız!

Mavi Marmara ve Fethullah Gülen HocaEfendi’yi Anlamak


Okuyuculardan gelen yoğun talep üzerine Mavi Marmara olayını, “Fethullah Gülen HocaEfendi’yi
Anlamak” adına yorumlayacağım. Görüşlerim şahsımı bağlar, sosyolojik ve tarihi realitelerdir, belkide
hatalı analiz ediyorumdur. Bu yazacaklarımı 2010 Haziran’ında Toronto’da Başbakan’ın bir
başdanışmanına ve bakanına açıkca söyledim ve Recep Tayyip Erdoğan’a iletmelerini rica ettim.
Muhataplarım, ABD’de Yahudi lobilerini ikna turundan geliyordu, bu nedenle beni can kulağı ile
dinlediler ama başbakana ilettiklerini sanmıyorum.

Gülen’in Amerikan gazetelerine ilan vererek, “Mavi Marmara’da İsrail otoritesinden neden izin
alınmadı” görüşünü savunması, AK Parti ile cemaatın kırılma noktasıdır. Muhatabım, AKP’nin dış
politika ve kamu diplomasisini 7 yıl yönetmiş, başbakanın dünya liderleri ile yaptığı tüm ikili
görüşmelere katılmış, tercümanlık yapmış, tüm yurt dışı gezilerinde bulunmuş, tüm yurt dışı heyetleri
ağırlamış en etkili isimdi. Gençlik yıllarımızda 2 yıllık sıkı bir arkadaşlığımız olduğu için benim
sözünü esirgemeyen, kalpten konuşan “çılgın bir derviş” olduğumu bilirdi, bu nedenle sonuna kadar
dinledi.

İlk tepkim ve sorum şu oldu: “Mavi Marmara gemisiyle gerçekten, samimi olarak Gazze’ye yardım mı
götürüyordunuz, yoksa amacınız siyasi bir şov yapmak mıydı?” İHH Başkanı Bülent Yıldırım bu
projenin sahibi olarak gözüksede Erdoğan’ın emri ile yapılıyordu. Cevap veremedi, ben cevap verdim.
Gayeniz siyasi bir gösteri yaparak Arap dünyasında Erdoğan’ın popülerliğini artırmak, ölü doğan
Büyük Ortadoğu Projesi’nde halife lider oluşturmaktı. Eğer gerçekten yardım götürmek isteseydiniz,
Kimse Yok mu Derneği gibi yapar, İsrail ile diplomatik kanallarla görüşür ve yardımınızı Mısır
üzerinden kara yolu ile yapabilirdiniz. İsrail terör devleti, Filistinlilere zulmediyor söyleminizin
Gazze’deki mazlumlara, mağdurlara faydası olmadı. Kimse Yok Mu, milyonlarca dolarlık yardımını
elden ulaştırdı, siz ise ulaştıramadınız. Mesele İsrail’e boyun eğmek değildi, mazluma yardımdı. Bir
mazlumun derdine deva olmak siyasi getirilerden evladır. Aramızdaki fark bu, bizim siyasi takıntımız
yok, Allah rızası gayemiz.

Bu görüşüme, “uluslararası sularda 9 vatandaşımızı öldürdüler, hırsızın hiç mi suçu yok Faruk”
diyerek yanıt verdi. “Suçu var” dedim ama suç işleyeceğini biliyordunuz. MİT’in aldığı istihbarat
üzerine son anda gemiden AKP’li 5 milletvekilini indirdiniz ve siyasi krizin büyümesini ve sıcak
savaşa dönmesini engellediniz. Siyasilerin canı canda, gemidekilerin canı patlıcan mıydı? Amacınız
İsrail’i dünya kamuoyu nezdinde küçük düşürmek, haksız olduğunu dünyaya göstermekti. Bu
politikanızda ısrarcı oldunuz ve konuya Dışişleri bakanı Ahmet Davutoğlu ve Başbakan sahip çıktı, her
gittiğiniz ülkede kahramanlık tasladınız. Diyelim ki, doğru yaptınız. İsrail zalimine ders verdiniz.
Öldürülen vatandaşlarımız için tazminat ve İsrail’den zoraki özür aldınız, bunun Gazze’dekilere
faydası oldu mu? İsrail zulmünü daha da artırdı, elinizin ulaşmadığı topraklarda daha fazla masum
öldürüldü. Bir masum canı korumak için bir gemi batırılmaz. Bu üstadımız Said Nursi’nin bize
öğrettiği barış yoludur.

Muhatabım kendinden emin ve gururla dedi ki, “İsrail’a haddini bildirecek Türkiye’den başka ülke
yok, bu olay imajımızı yükseltti, gücümüzü pekiştirdi, müslüman ülkelerde başımız dik dolaşıyoruz.”
“Tamam, haklısın” dedim. Gazze’ye giden gemilere saldıran İsrail, aptallık denizinde yüzüyordu.
Beyaz bayrak taşıyan 32 milletten oluşan aktivistlerin 400’ü Türk kökenli, 700 silahsız kişiydi. Çok
sayıda gazeteci bulunan gemiye saldıranların sanırım imaj derdi yoktu. Savaş suçu veya insanlığa karşı
suç işliyorlardı. İsrail ile Türkiye savaş hâlinde olmadığı hâlde, hangi akla hizmetle barış misyonu olan
39
gemide Türk vatandaşları katledilemezdi. Osmanlı döneminde olsa bu bir savaş sebebiydi. Sınırsız güç
kullanan İsrail’i dizginleyebilecek tek güç Türk ordusudur. Böyle bir beklenti var. Krize tek çözüm
yolu bence şudur: Artık NATO bünyesinde Türk Barış Gücü, Gazze Şeridi’ne yerleşmeden insani
yardımlar mazlum Filistinlilere asla tam ulaştırılamaz.

Şu konularda da hemfikir olduğunu beyan ettim ve çözüm önerimi sundum: Tel Aviv’in, İsrailli
politikacıların hiçbir bahanesi kabul edilemez. Devletini savunmak böyle olmaz. İsrail, meşruiyetini
kaybetti. Suçu savunma, acizliğin, edepsizliğin itirafıdır. Uluslararası suda insan öldürmek ve
yaralamak sadece korsanlara mahsustur. 1947’de bağımsızlığını ilan eden İsrail, hâlen “korsan devlet”
gibi davranıyor. Bir devlet İsrail’in yaptığını yaparsa bunun adına “devlet terörü” denir. Elini Türk
kanına bulayan İsrail, resmen cami duvarına işedi. Zannımca siyaseten intihar etti. Müslüman
dünyasındaki 50 yıllık dostunu kaybetti. Türkiye’de eski dostları bile onu savunamaz artık! İsrail’i
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin, hatta tüm dünya ülkelerinin kınaması yetmez. Nasıl olsa
takmıyor. Yaptırımlar uygulamadan İsrail uslanmaz. Ekonomik ve siyasi boykotla yalnızlaştırma,
nükleer silahlarının elinden zorla alınması da yetmez. İsrail sadece silahtan, güçten anlar. Yıllardır
Sam Amcası şımartmıştır onu. Tüm çakma yalanlarına inanmak zorundadır. Uyanalım; bir millet,
Filistinliler ölüyor. Dünya vicdanı için atılan son adımı da iğfal etti İsrail. Söz ve kararlar geçersiz,
bahane denizi tükendi. Filistin devleti artık kurulmalıdır. Tarafların anlaşamayacakları tek sorun olarak
kalacak Kudüs’e ‘uluslararası kent’ statüsü verilebilir. Tüm inançlara açık politika dışı bir şehir hâline
getirilmesi ve güvenliğinin NATO Türk Gücü tarafından sağlanması tek çözüm yoludur. Ordumuzun
eline, bozulan imajını düzeltmek için mükemmel bir fırsat geçti. TBMM acilen bu kararı almalıdır.

Peki bu kararları alacak ve aldıracak güce sahip misiniz? Cevap veremedi. O halde Mavi Marmara ile
Arapların gönlünü kazanıp ABD’den kaçan 1 trilyon dolar ve Arap ülkelerinden gelecek milyarlarca
dolar yabancı sermayeyi çekmeye çalıştınız. Başını salladı, net konuşamadı. Buna da “tamam” dedim,
Arapların parası 11 Eylül 2001 olayından sonra ABD’den Fransa, Rusya ve Almanya’ya kaçtı, Türkiye
aslan payını bırakın, leşini bile alamadı. Ancak Filistinlilerin kanı ve beklentileri üzerinden politika
yaparsanız ve onları yarı yolda bırakırsanız yarın Arap dünyasını bir anda kaybedersiniz. Kendi
liderleri yıllardır halkını aldatıyor, sizde aldatırsanız, bunun adı kurtarma veya yardım götürme olmaz,
kendinizi düşünmek olur. Bugün sizi alkışlayan müslümanlar, sokaklara dökülenler, ve pankart
açanları siz terkederseniz, umutları söndürürseniz, bu hayal kırıklığının hesabını veremezsiniz.

“Hocaefendi neden böyle yapıyor?” diye sordu. Elbette binbir emekle büyüttüğü hayır ağacının sizin
siyasi şovunuz nedeniyle kesilmesini istemiyor ve sizle aynı karede görünmenin yarardan ziyade zarar
getirdiğini görmeye başladı. Yarın Afrika’da milyonlarca insana yardım götüren, katarakt ameliyatı
yapan İHH ve Deniz Feneri gibi insani yardım kuruluşlarınız “terörist listesi”ne alınır ve yardımlarınız
engellenirse, bunun vebalini de taşıyamazsınız. Kimse Yok Mu, 80 ülkede mazlumların yardımına
koşuyor, keza İHH ve Deniz Feneri’de öyle. Bunların yolunu siyasi şovlarla kesmeye hakkınız yok.
Nitekim dediğim gibi oldu, İHH ve Deniz Feneri, Yahudiler tarafından kara listelere sokuldu, önleri
kesildi, milyonlarca mazlum yardımsız bırakıldı.

Asıl can alıcı kritiği ve yorumu başdanışmana söylerken, yanımıza bugün “Camia’yı bitirmekten
sorumlu” psikolojik savaş haberlerini yazan ekibe başkanlık yapan AKP genel başkan yardımcısı,
halen “turistik işlerden sorumlu bakan”da vardı. Erdoğan ve AKP, İslam düşmanı, siyonist evanjelist,
neocon Amerikan derin devleti cumhuriyetçilerin rakibi olan demokrat Amerikan devletinin onayı,
desteği ve önünü açması ile iktidara geldi. Size Yahudi Haham Konseyi karşı olmasına rağmen siyasi
rakipleri olan diğer alternatif Yahudi lobilerini yanınıza çekmek için gayret ettiğimizi de biliyorsunuz.
Bu aldığınız destek sayesinde, eski Türkiye’yi yöneten global ve yerli baronların size devirmek için
ayırdıkları 1 milyar dolarla yaptırdığı 7 askeri darbe girişimi, başbakana 14 suikast engellendi.
Ergekoncuları temizlemek için başka bir derin Amerika’nın yardımını aldınız. Gülen grubu haktan
yana oldu. Sizi devirmeye çalışan “koç baron”umuza, çetelere dur demek için yırtındık durduk. Şimdi
Mavi Marmara ahmaklığı ile öyle bir damarı, taşı çatlattınız ki, iki ayrı yahudi lobisi size devirmek
40
için birleşti ve 10 milyar dolar ayırdı. 1 milyar dolarlık fitneyi 8 yılda zor savuşturduk, şimdi 10 milyar
dolarlık fitneyi nasıl savacağız? Faili meçhul cinayetler ve kaostan beslenen eski Türkiye’yi
hortlatmak isterlerse, camia sizi tekrar kurtarabilir mi? Söyleyin bakalım, ABD’de Yahudi lobilerini
Mavi Marmara konusunda ikna edebildiniz mi?

Başdanışman, “tavrımızı sonuna kadar savunduk, dik durduk, dinlediler ama kabul etmediler” dedi.
“Turistik bakan”, ağzında purosu ile bana çıkıştı: “Sen Kanada’da yahudi lobisini ikna edebiliyor
musun?.Kolaysa sen adamları şeytanlıktan vazgeçir!” Güldüm. Yahudilerin yapısını anlattım ve
müslümanlarla diyaloğa kapalı olan bu kapalı toplumun liberal ve laik kesimlerini İslam düşmanı ve
müslümanlara önyargılı bakan ve savaşan kesime karşı ikna edip, etkin ama sivil lobicilik yapmak
gerektiğini izah ettim. “Purolu bakan” adımı, “Bangladeş Faruk” koydu. Bunun nedeni, onları
gezdirdiğim arabamın 1992 model, eski püskü bir Nissan Sentra olmasıydı. “Koskoca bakan ve
başdanışmanı bindirecek başka araba bulamadın mı?” diye sordu. “Ben dervişim” dedim, “buda derviş
arabası.” Ekledim, “Sizin şişen egonuzu patlatmak için, havanızı almak için Allah beni
görevlendirdi.” “ Turistik bakan, başdanışmana döndü ve gülerek beni takdir etti: “Dostun gerçekten
eşi benzeri bulunmaz bir derviş. Anlattığın kadar varmış. Bu sözleri bize söyleyecek başka bir adam
tanımıyorum.”
Mavi Marmara balonunu patlattım ama egolarını patlatamadım.

İsrail neden özür diledi?16 Mayıs 2013

İsrail’in Mavi Marmara rezaletindeki hatasını üç senelik direnmeden sonra kabullenip özür dilemesi,
pek iyiye alamet olarak yorumlanmadı. Bayram değil seyran değil sahi İsrail bizi niye öptü? Bu
konuda ortaya atılan iddialar ve komplo teorilerinin hepsinde bir küçük doğruluk payı olabilir. Ancak
gerçek neden Lübnan, Irak ve Suriye’den gelebilecek yeni tehditlerden doğan İsrail’in güvenlik
endişesidir. Elbette muhtemel İran operasyonudur.

Lübnan’dan başlayalım. 2006 yılında Lübnan’a girerek Hizbullah’a büyük bir ders vermek isteyen
İsrail ordusu beklemediği bir hezimete uğradı. Tüm dünyada büyük bir imaj kaybına uğradı. Kısa
sürede geri çekilmesi de zaten başarısızlıklarını ispatlıyordu. Lübnan’da yaşayan pek çok Lübnanlı
yabancı vatandaşı Türkiye kurtardı. Kanadalı Lübnanlıları, Türk Hava Yolları taşıdı. Bu jestten sonra
Kanada ile Türkiye arasındaki limoni ilişkiler yumuşamaya başladı. Hizbullah’ı zayıflatmanın tek
çaresi Lübnan’ı istikrarsızlaştırmaktan geçiyordu. Bu politikayı harfiyen Suudilerle birlikte uygulayan
İsrail, Lübnan’ın politik yaşamında Hizbullah’ın yükselişini engelleyemedi. İran ve Suriye tarafından
desteklenen Hizbullah tehditini yok etmek için Suriye’yi üçe bölme projesi sahneye kondu.

Lübnan’ın Beka vadisi askeri kampları neredeyse 45 yıldır Ortadoğu’da terörist yetiştirme merkezi
olarak kullanılır. Ülkemizdeki pek çok aşırı solcu buradan çıkmadır. Gazeteci ve yazar Cengiz
Çandar’dan Faik Bulut’a buradan geçmeyen solcu iyi militan kabul edilmezdi. ASALA, PKK,
HAMAS militanları da buradan geçti. Finansmanını eskiden Sovyetler Birliği sağlardı. Yıkıldıktan
sonra İsrail bu görevi devraldı. Son iki yıldır bu kampları tekrar canlandıran MOSSAD ve MİT’in
asker kökenli Özel Harp elemanları Suriyeli muhalifleri birlikte yetiştiriyor. Esad rejimine direnecek
militan bulmakta zorlanınca önce yurtdışındaki Suriyelilerle işe başladılar. Irak’taki Suriyeliler ilk
başlarda Amerikan üslerinde eğitimden geçirildi, sonra Beka’ya alındılar. Beka’da planlanan yeni
Suriye kime hizmet edecek?

Susurluk’ta ceza alan tek komutan Albay Korkut Eken, hapisten çıktıktan sonra bir süre köşesine
çekilmişti. Şimdi Beka’da Suriyeli muhalifleri eğiten birimde çalışıyor. Yanında da Mahmut Yıldırım
kod adlı Yeşil ve yardımcısı Abdullah Argun Çetin bulunuyor. Ülkemizde planlanan, Suriye İstihbaratı
Muhaberat ve PKK üzerine yıkılan pek çok provakasyonu, Esad’ın A takımına yapılan suikastları hep
bu ekip organize etti. Amaçları İsrail’in güvenliğini sağlamak ve İsrail ile Türkiye’yi ortak düşman ve
hedefler etrafında birleştirmektir. İsrail’den özrün gelmesi bundandır. Esad’la iyi ilişkiler kurmak ve
41
son iki yıldır ikna etmek için Suriye’ye 66 sefer düzenleyen Dışişleri Bakanımız Ahmet
Davutoğlu’nun ‘Suriyeli muhalifleri eğiten özel harp elemanımız Suriye’de yoktur’ açıklamasını
gülümseyerek karşılıyorum. Türkiye hep politik, hem askeri lojistik olarak destek vermese Suriyeli
muhalifler direnemez. Elbette isyancılara ana finansmanı sağlayan Suudi Arabistan ve Katar’ı
unutmayalım. Buna rağmen yeterince silah vermiyorlar ki daha fazla Müslüman birbirini öldürsün.
Son iki sene içinde Esad rejimi 40 bin kişi öldürdü, 200 bin kişi ülkemize sığındı.

HAMAS’ın ana finansörü olan Suriye’nin Baas rejimi, bölgede yıkılmak istenen eski sistemi temsil
eden son firavunluk olarak direncini sürdürüyor. HAMAS’ın Lübnan ve Suriye’de askeri kampları ve
ideolojik eğitim okulları bulunuyor. HAMAS’ı ilk kurulduğunda FKÖ Lideri Arafat’a karşı desteleyen
İsrail’in şimdi tek amacı Suriye’yi bölerek HAMAS’ı güçsüz bırakmak. Tabi işgal ettiği Golan
tepelerini geri vermemekte işin ayrı kazancı. Suriye’de Nusayristan adlı denize kıyısı olan arazileri
kapsayan bir devletçik kurulduğunu ve Esad’la bu doğrultuda pazarlık yapıldığını bir yıl önce yazdım.
Marudi Hıristiyanları da bu bölgedir. Son iki yıldır etnik temizlik ile Lazkiye merkezli yapı şekillendi.
Rus üsleride bu bölgede bulunduğu için, kazanımlarını kaybetmeyecek Rusları ikna etmek zor
olmayacaktır. İkna olmak istemeyen Ruslara Kıbrıs’ta düzenlenen iflas tuzağının amacı bu olabilir.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın HAMAS’a destek veren siyasi şovları, Gazze’ye düzenlemeyi
planladığı şov ziyareti İsrail’in işine gelmiyor. Belki de özür dileyerek tükürdüklerini yalamaları
bundandır. Neticede Suriye bölününce Halep merkezli Sünni yapı doğal olarak Türkiye’ye bağlı veya
bağımlı yaşayacak. Kürtlerin bulunduğu bölge ise doğal olarak Erbil merkezli Barzani Kürdistan’ına
veya Diyarbakır merkezli Türkiye Kürdistan’ı ile zamanla birleşecek. PKK açılımına İsrail’in destek
vermesi birazda bundan olabilir. Büyük Kürdistan’ı Türkiye’yi büyütecek değil bölecek bir
milliyetçilik ayaklanması olarak görüyorlar ve zayıf bir Kürdistan’ı daha kolay sömürebileceklerinin
farkındalar. Kuzey Irak’ta Kürdistan’ı her yönden destekleyen ve Erbil’i cazibe merkezi haline getiren
İsrail, Kürtleri yönetme hevesinden vazgeçmeyecektir. PKK’ya bu zamana kadar destek vererek Türk
hükümetlerini kızdıran İsrail artık siyasileştirdiği PKK ve Kürt sorunu ile dost gözükmeye
mahkûmdur. PKK ile ‘milli barış’ tutmazsa İsrail B planına geçecektir.

İki senedir Amerikan ordusunun ayrıldığı Irak’ta işler sanıldığı gibi iyi gitmiyor. Şiiler ile Sünniler
arasında bir iç savaş bırakarak geri çekilen Amerikalılar geride bir sürü fitne ocağı bıraktı. Sanıldığı
gibi asıl sorunu çıkartan Irak’ın güneyinde Basra, Necef, Kerbela merkezli Şiiler değil, neoselefi
akımının radikalleştirdiği Sünnilerdir. Yine Suudi Arabistan ve Katar’dan finansmanın alan Vehhabi
zihniyetli terör gruplarını her gün bir intihar veya bombalama girişimi ile kendi Müslüman halkını
öldürüyor. Irak lideri Maliki ile Haşimi arasındaki siyasi ihtilafa Türkiye’nin müdahil olması iyi
olmadı. Sünni grupları Şiileri yok etmesi için örgütleyen Haşimi’nin arkasında İsrail ve ABD istihbarat
ve ordu birimleri vardı. Daha geçenlerde Kerkük’te 50 yerde birden bombalar patladı. Türkmenler ile
Kürtler, kente selefileri sokmamak için azami gayret gösteriyordu. Çünkü biliyorlar ki Vehhabi
militanları giren yerde kardeş kavgası başlıyor, halk ikiye bölünüyor ve işgalci dış düşman kıs kıs
hallerine gülüyor. Haşimi’nin önce Erbil’e sonra Ankara’ya sığınmasından sonra Kerkük merkezli
Türkmenler dahi Erdoğan’dan ve AKP hükümetinden kuşku duymaya başladı. Ankara, gerçekten
Haşimi’nin arkasında kim olduğunu bilmiyor mu yoksa İsrail ile güvenlik konusunda ortak çalışma mı
sergileniyor? Bu nedenle Maliki’nin ABD başkanı Obama’nın zoruyla Ankara ile aramızda sorun yok
açıklamasını çok çakma buluyorum. Zira Haşimi’nin yediği haltların belgelerini Maliki’ye veren CIA
ve MOSSAD. Maliki haksız sayılmaz.

İngiliz medyası İsrail’in Türkiye’den neden özür dilediğini önce ekonomik gerekçelere bağladı. Güya
Kıbrıs’ta büyük gaz rezervi bulan, bu doğalgazı hem Türkiye’ye satmak hemde yapılacak boru hattı ile
Türkiye üzerinden Avrupa’ya satmak için yelkenleri suya indirdi. Bu haberin özürden hemen sonra
dolaşıma sokulması kerizleri kandırmak içindi. Önceden hazırlandığı belliydi ve havadan sudan bir
gerekçe olduğu oldukça açıktı. İsrail ile Türkiye arasındaki ekonomik ilişkiler sanıldığı gibi Davos’ta
yaşanan kurgu ‘One Minute’ olayından veya siyasi şov için tasarlanan Marmara Gemisi olayından
42
sonra gerilemedi, kesilmedi, bilakis yükseldi. Askeri ihalelerde bazı geri adımlar olsada İsrail mevzi
kaybetmedi. Sadece istihbaratçılarımızı eğitme anlaşması askıya alındı. Suriye’deki gelişmeler
nedeniyle bir yıldır zoraki ortak çalışma ortamı oluşturuldu. Yani bu ambargoda güme gitti.

AK Parti hükümeti’nin dev projeler hazırlayarak kendi zenginlerini oluşturma hevesi İsrail’in
kaçıramayacağı bir boşluktu. Dünya finans merkezlerini elinde bulunduran Yahudi sermayesi kredileri
musluklarını sonuna kadar Türkiye için açtı ve ülkemiz aşırı borçlandırılmaya başlandı. Kanal İstanbul
gibi 40 milyar doları bulacak bir projenin gerçekleşmesi için Hazine’nin garantisi gerekiyordu, dış
kredi merkezleri kesenin ağzını açmadan yapılması zaten imkânsızdı. GAP projesini dahi henüz tam
bitirememiş bir Türkiye’nin dev projelerle Yahudi sermeyasinin kucağına itilmesi İsrail’in özrünü de
getirdi. Kaz gelen yerden tavuk esirgemeyen İsrail ve zengin Yahudi kapitali, Türk gururunu okşamak
zorundaydı!

İsrail Ulusal Güvenlik Konseyi Başkanı Yaakov Admiror, Ankara’daki Akıncı Hava Üssü’nde eğitim
izni istiyor. İngiliz Sunday Tİmes’ın haberine göre talepler içinde Türk hava sahasının İsrail savaş
uçaklarına açılması da var. Tel Aviv, buna karşılık Türkiye’ye hava savunma sistemi vermeyi
öneriyor. Söz konusu sistem içinde anti-balistik füzeler ve gece-gündüz fark etmeksizin her türlü hava
koşulunda çalışan üst düzey bir gözetleme teknolojisi de yer alıyor. Suriye’de Rusların verdiği 4800
füze var iken ülkemizdeki füze sayısı sadece 4. Üstelik füzelere karşı korunma sistemi Patriot’ları
Almanlar daha yeni verdi. Malatya’da kurulan üste ise Amerikalılar ve İsrail, son üç yıldır İran’ı adım
adım izliyor ve güya İran ve Suriye’den füze atılırsa ülkemizi koruyacaklar…

İsrailler kendilerinden emin. İki ülkenin kaderinin, güvenlik endişelerinin ortak olduğu konusunda
Ankara’yı ikna etmeleri zor değil. Obama’nın baskılarıda zaten bu yönde bir işbirliğini zorunlu kılıyor.
Türkiye ve İsrail, güya İran’ın nükleer programı ve Suriye’deki iç savaş konusunda ortak endişeleri
paylaşıyor ve bir uzlaşma sağlaması kaçınılmaz olarak lanse ediliyor. Zira sırada İran var iken İsrail’in
Türkiye ile kavga etmeleri aptallıktı. Kuru bir özürle ve ödenecek tazminatlarla Mavi Marmara diyeti
verildi. Peki Türk ordusu, MOSSAD ve CIA’nın oyunlarıyla Suriye ve İran ile savaştırılırsa bunun
diyetini kim ödeyecek? Erdoğan, Misakı Milli sınırlarını kazanan lider olarak tarihe geçmek istiyor.
Halep, Musul, Kerkük, Erbil, Zaho, Süleymaniye’yi Türkiye içine almak hepimizi mutlu eder. Her
şeyin bir bedeli vardır. Herhalde İsrail özrüne bedel aldı veya alacak. Umarız bu bedel yeni kanlar
dökülmesine yol açmaz. Yahudi sermayesinin teşvik ettiği ve kısa yoldan zengin olmak isteyen AK
parti elitinin üzerine atladığı dev projeler ekonomimizi batırmaz…

Hikmeti Hükümet ve saltanat tanımıyoruz!

Emeviler, dört raşit halife dönemindeki İslam’ı yıkarak saltanat devrini başlatmış, “hikmeti
hükümetten sual olunmaz, devlet her zaman haklıdır” yanılsamasını çok kelle alarak benimsetmiş ve
ehli beyti ülkeden kovmuşlardı. Arkasına eski Türkiye’nin fitnecilerini, fişçilerini, binbir kılıklı
şeytanlarını alıp, onca debdebeye rağmen masum gözükenlerin maalesef Haccacı Zalimlerin ruhunu
hortlatmasına az kaldı, doktorum nerede!

Oysa sahabe efendilerimiz, savaş ganimetlerinden dağıtılan kumaştan elbise yapan Hz. Ömer’e, “ben
yapamadım, sen nasıl bu payla yaptın” diye soracak kadar kamu hakkını arayan hakperest, cesur
yüreklerdi. Abdullah İbni Ömer, “ben kendi payımı babama verdim de iki kumaş payından bir elbise
çıktı, babam hak yememiştir” diye izahat getirmişti. Birileri bugün bırakın küçük bir kumaş parçasını
deveyi hamudu ile götürmüş ama havada binbir takla atarak hesap vermekten kaçıyor. Sanki şeriat
devleti kurmuşlar gibi beytülmal denen hazineden beşte biri kasalarına indirmişler, ganimet diye
taraftarlarına oşür dağıtmış, eleştirenlere “şeriatı yıkıyorsunuz” diyorlar. Kendi nefsi ile büyük cihadı
tamamlayamamışlar, güya şeriatı yıkmaya çalışanlara karşı çirkefce savaşıyor, “kendilerine
müslüman” olduklarını ıskalıyorlar. “Hırsızlık yaptık ama sorun biz niye yolsuzluk yaptık” diyen ve
hükümet icraatında hikmet arayanlara, nikmet tokadının vurulması kaçınılmazdır. Hükümet ehlinin bir
43
zamanlar pek sevdiği aydın Ali Şeriati derdi ki, müslümanlar dört zindanda hapistir: Tarih, toplum,
coğrafya ve enaniyet.

“Otoriteye, sizden olan emirlere saygı” hadisini delil gösterenlere hadisle diyorum ki, mazlum hakkını
bağıra bağıra alır, halife, mehdi, peygamberden bile olsa. Bunun peygamber efendimiz ve dört halife
devrinde o kadar çok örneği var ki, zulme mutlak itaat yoktur. “Bende hakkı olan varsa alsın” diyen
Hz. Muhammed (SAV), sırtını açıp kırbacı bir Bedevi’nin eline verecek kadar demokratikti, pek siz
neden adil olamıyorsunuz? İşte size muhteşem model. “Ulul emre, halifeye, padişaha mutlak itaat
etmeyen, fitne çıkarır, isyan eder” diyen “kamu yamyamları”na İslami muhalefeti öğretmek aydınlar
üzerine düşen bir namus borcudur. Kamu kasasından çalınan milletin vergilerini yandaşlarına “ganimet
payı” diye dağıtanlar, ötekileştirme yaparak, “bizimkiler güçlensin diğerleri yok olsun” diyenler,
adaletten bahsedemez. Hele hele milletin alınteri ile toplanan himmet, zekat ve sadakaların her
kuruşunu yerinde kullananlara iftira atamazlar. Hangi devlette yaşıyoruz? Ne zaman Türkiye’ye şerait
geldi, geldi ise bu mudur şerait? Kadıların, polisin işine engel olmak mıdır adil düzen? Kanunsuz
emirlere uyan kamu görevlileri yarın hesap verecektir. Bugünkü hukuk ihlalleri yarın mutlaka yargı
önüne gelir ve bugün zulmeden siyasilere boyun eğenler iki cihande da rezil olurlar. “Yetkim olsa
HSYKyı yargılarım”diyen zihniyetle, İstiklal Mahkemeleri kurup hukuk icra eden(!) zihniyetin
paralelliği halkın gözünden kaçmıyor. Yakın geçmişte vatan evlatlarını ordumuzdan “irticacı”
fişlemesiyle peygamber ocağından atanlarla AK Parti aynı yerde duruyor, zulme “hayır” diyeceğiz.

İslam’da gıbta caizdir ama hased ile komşudur. Hased kıskançlıkla komşudur. Kıskançlık kinle
komşudur. Kin nefretle şeytanlaştırma komşudur. Söylemeye dilim varmıyor ama şeytanlaştırmadan
sonraki aşama kafirleştirmedir. Biri diğerine kafir der, kafir değilse muhatabı, söyleyen kafir olur.
Partizanca hareket edenler, cemaata söverek, bir Hak dostuna iftira atarak cihad yaptığını sanacak
kadar pespayeleşmişse bu tehlikeli zincire üye demektir. Unutmayalım, Haricilerde kendilerinden
olmayan hamile bir kadını öldürür, sonra da evinin bahçesindeki üzüme para takar, haklı olduğunu
sanırdı. Adaletsizlik ve zulümde ısrarcı olarak ‘savaş’ yürütenler, iftira, hakaret ve küfürlere devam
ediyor. Korkunun temelinde öfke ve çaresizlik vardır. Tahammülsüzlük nedeni kısır döngüde
bocalamaktandır.

Yolsuzluklarla mücadeleyle halkın oyunu alan AK Parti, her devlet krizinde “milletin oyu arkamda,
susun sandıkta görüşürüz” diye milletini “aptal” yerine koyuyor. Temsili demokrasinin değil lider
sultasının olduğu ülkemde çoğulcu, katılımcı, müzakereci demokrasiden bahsetmek abesle iştigal.
Hatta suç olarak sayılıyor. Vatandaşın hakkı sadece oy kullanmaya beş yılda bir gidip, sonra susup
oturmak, yanlışlıklara “dilsiz şeytan” olmak değildir Batı demokrasisinde. Hükümeti, devleti
denetleyen, kamu yararına çalışan sivil toplum ve bağımsız medya güçlüdür. Kamu denetçisi Sayıştay,
teftiş kurulları özgürdür. Yargı bağımsızdır, kolluk kuvvetleri suçlu babası olsa işlem yapar. Hükümet,
kuvvetler ilkesini müdahale ederse anayasal suç işlemiş olur, devleti kendi malı ve partisinin malıymış
gibi yönetemez. Bunun aksi düşünülemez, hesap vermeyen politikacı ancak tek parti, ayetullah, şeyh,
kral gibi dokunulmaz yetkilerine sahip diktatörlüklerde olur.

AK Parti’nin gece yarısı çıkardığı adli kolluk yönetmeliği skandalını Danıştay’ın iptalinden sonra
benzer bir adım benzer bir hukuki metnin ortaya konulma yoluna gidilmemelidir. Polis teşkilatımızdan
tamamen ayrı sadece savcıların emrinde çalışan adli kolluk teşkilatı kurmamız gerekiyordu, standart da
budur. Sert yöntemleri uygulayanlar, polisimizi sindirerek, etkili bir şekilde görev yapamalarını
engelleyerek ülkeye huzur ve refah gelmeyeceğini görmelidirler. Polis binalarımıza medyanın
girmesini yasaklayan uygulamadan vazgeçilmediği sürece şeffaf bir ülkede güven içinde
yaşadığımızdan emin olamayız. Yargıda krize yol açan hesap vermekten kaçan hükümetin ta
kendisidir. Yargıda aslında kriz yok, yargıda müdahale vardır. Bu müdahale kalkarsa yargıda kriz
kalmaz. Bu gidişin demokratik bir rejim içinde sürdürülebilmesi mümkün değildir.

44
Görüntü ve tesbitlerim şunlar: Eğer şeriatı getirdik ve İran benzeri bir devlet kurduk diyorsa, AKP
bunu parti tüzüğüne yazmalı ve bu programı ile vatandaştan oy istemelidir. Eğer Ayetullahlar gibi
günah işlemeyeceklerine ve yargıya hesaptan muaf olduklarını düşünenler AKP’de varsa İran’a
gitsinler, burası Türkiye! Eğer krallık kurduklarını, kral ailesine mensup şürakının devletin malının
yüzde beşini hesaplarına geçirip, yandaşlarına “oşör”, “ulufe”, “makam” dağıtabileceğine inanan varsa
Suudi Arabistan’a gitsin. Ne İran nede İran’daki hükümetler İslam devleti değildir; biri kralllık
saltanat, diğeri molla görünümlü Fars oligarşik despotluktur.

Hikmetleri kendilerinden menkul hükümetlerin İslam’ın adını kirletmeye, “Milli Görüş”, “Milli
Düzen”, “Adil Düzen” diye diye müslümanlığı lekelemeye hakkı yoktur. “Kendi sırtımdaki dar Milli
Görüş gömleğini çıkardım, yüzde yüzün başbakanıyım” diye balkon konuşması yapıp, yüzde yüzün
sırtına “Milli Görüş gömleği” giydirmeye hiç hakkı yoktur. Ülkemizi zavallı bir Ortadoğu, Afrika,
Güney Amerika ve despot bir Asya ülkesi konumuna küçük düşürmeye kimsenin hakkı yoktur.

Türk insanı, Batılı standartlarında üstünde bir temsili, çoğulcu, katılımcı, müzakereci demokrasiyi hak
ediyor. Gerçi daha demokrasi gelişimini tamamlamış, gerçek İslam’ın öngördüğü Asrı Saadet dönemi
medeniyet seviyesine çıkamamıştır ama olsun helelik biz buna bile razıyız. Geriye dönüşe asla razı
değiliz. Özetle, hikmeti Hükümet teranelerine karnımız tok, İslam’da olmayan bir saltanatı ise asla
tanımıyoruz! AK Parti, 2002 ruhuna geri dönmezse, ülkemize yazık ediyor.

Samiri’nin put buzağısının akibeti- Faruk Arslan

İstiklal Marşımızın yazarı Mehmet Akif’in idealleştirdiği ‘Asımın Nesli’, Necip Fazıl’ın ‘Büyük Doğu
Nesli’, Nurettin Topçu’nun ‘Yarın ki Türkiye’nin Kurucuları’, Sezai Karakoç’un ‘Diriliş Nesli’,
Fethullah Gülen Hocaefendi’nin ‘Altın Nesil’ diye tanımladığı, zamanın sahibi Bediüzzaman Said
Nursi Hazretlerinin bahar çiçekleri olarak beklediği ‘Nur Nesli’ devlet okullarında yetişmedi. Özel
okullar ve dershanelerde, özelliklede ‘Işık Evleri’nde sohbeti cananlarla sümbüllendi, fide oldu, ağaç
oldu ve meyveye durdu.
İşte tam bu noktada neslin kılcal damarları ile oynamak isteyen devletin baskıcı, zorba, çatık kaşı
devreye girdi.

Kız erkekli evler tartışmasında asıl hedefin ‘Işık Evleri’ni fişlemek, takip altına almak ve öğrencileri
TOKİ’ye yaptırılan devlet öğrenci evlerine taşımak olduğunu bilen biliyor. Bundan sonraki aşama özel
yurtların sıkı denetlenerek bezdirilmesi ve MİT’in devreye sokulmasıyla velilerin gözünün
korkutulmasıdır. Peki nasıl oluyorda 28 Şubatcıların yapamadığı zulmü, AK Parti gibi muhafazakar
olduğu öngörülen bir parti gerçekleştiriyor? Devletçiliğin dik alası neden yapılıyor? AK Partili
belediyelerde açılacak dershanelerde oy ve rant kazanmak için mi bunca emek zayi ediliyor?

45
DP Lideri Adnan Menderes’in son beş yılına göz atarsanız aynı aşırı devletçi zihniyeti gözlemlersiniz,
bu nedenle de Menderes’in asıldığı günün ertesi hiç bir muhafazakar görüşlü yerel ve ulusal medya
Menderes için başımız sağolsun dememiştir.

1945 ile 1952 arası tek adam olmaya çalışan İsmet İnönü’nün icazetiyle Atatürk’e medyada en fazla
sövülen yıllardır. Menderes, Atatürk’ü Koruma Kanunu’nu İnönü’nün diktatörlüğe hevesli iştahını
kesmek için çıkardı. Ancak ordu İnönü’nün yanında yer aldı ve Menderes’i ipe götürerek, seçimle
iktidara gelmesi mümkün olmayan CHP’nin yolunu açtılar. Açın o günün gazetelerini okuyun.
Menderes’in son yıllarında CHP ile yarışarak İslami camianın nasıl baskı altına alınıp bezdirildiğini
hayretle göreceksiniz.

Konumuza, bugüne dönelim. Dershanelerin kapatılması tartışması, firavunun zulmünden Hz. Musa’nın
kurtardığı nesli yoldan saptıran Samiri’nin omzunda gezinen altın put buzağısıdır artık. Eski adetlere
dönüşü temsil ediyor. Firavundan tam kurtulmuşken mucizelere aldırış etmeyerek kavminin kılcal
damarlarıyla oynayan Samiri bir simgedir. Hocaefendi, Kuran’dan getirdiği bu sembol ve kıssa ile
şunu anlatmak istiyor olabilir: Eğer ufukta beliren altın nesli yetiştirmeye giden yolları keserseniz,
Allah sizi çöle atar ve 40 yıl yolunu bulamadan çölde gezinen Hz. Musa ve kavminin durumuna
düşersiniz. Ekmek ve helva ile beslenirsinizde beğenmezsiniz. Bir Hz. Yuşa ve eskinin baskıcı
zihniyetinden uzak bir altın neslin çölde 40 yılda büyümesi gerekir ki, Mısır’a, Kudüs’e öz yurduna
dönsün. Bu ilahi bir adalettir.

Herşey siyaset değil beyler! Siyasi İslam ile iktidara getirdiğiniz, devletin kılcal damarlarına
yerleştirdiğiniz kadrolar, hırsızlık, yolsuzluk, ahlaksızlık yapıyorsa bir yerlerde yanlış yapıyorsunuz
demektir. Devrim böyle mi oluyor? Hangi ihaleden ne kaparım, sülalemi, arkadaşlarımı nasıl
nemalandırırım hesapları yapan, satılmaya her an hazır bürokratlarınız varsa bunun adına yenilenme,
ustalık dönemi mi diyeceğiz?

İhtiyaç sürerken ve alternatif bulamamışken dershaneleri kapatırsanız herkes bunun siyasi olduğunu
düşünür. Güç savaşı mı yapıyorsunuz veya Ergenekon’dan daha derin ve örgütlü olduğu bilinen
Göktürk yapısının emrine mi girdiniz derler. Hatırlayalım, dershaneleri ortaya çıkartan zaten eğitim
eşitsizliği, at yarışı tarzında sınavlar değil miydi? Liselerde kaliteyi yükseltebilecek adımlar
atabilseydiniz ve üniversiteye giriş imtihanını kaldırabilseydiniz dershaneler kendi kendini kapatırdı.
Dershaneleri açan kapatır, kumarhane mi kapatıyorsunuz? Var mı dünyada bir örneği? Devlet elini
özel girişime müdahaleden çekmelidir.

Başbakan iki müsteşarını çok seviyor ve gözü kapalı dinliyor. Biri MİT Müsteşarı Hakan Fidan. Öteki
dershane skandal yasa taslağını hazırlayan, hazırlatan Milli Eğitim Bakanlığı Müsteşarı Doç. Dr.

46
Yusuf Tekin. Bakanlıkta 11 yılda beş bakan değişti ama siyaset bilimci Yusuf bey değişmedi. ‘Emret
Bakanım’ dizisini hatırlarsınız, bakanlara aslında fazla bir şey sorulmaz, müsteşar ve yardımcıları
seçtiği bürokratlarıyla işlerini saman altından yürütür. Bumerang yasası, Tekin’in
ekibinin marifetsizliği. Seçim sonrası gündeme getirilecekti, Zaman’ın manşeti ile foyanız ortaya
çıktı.

Tüm dershanelerin yıllık cirosu 7 milyar dolar civarında. Bir köprü, otoban yol, hava limanı veya bir
kaç AVM projesinin bedeli veya rantı tüm dershanelerin gelirine denk. Galiba devlete yaslanarak
zengin olmayı seven muhafazakar iş adamlarımız şiştikce Karunlaştı, şişenler devleti kendi çöplükleri
sanmaya basladı. Sonu vahim bir durum. Karun’un tüm hazinesiyle yerin dibine batırıldığını, ‘herşeyi
kendi ilmim,çabam ve zekamla yaptım’ diye diye enaniyeti nedeniyle zulmederek gayya çukurunu
boyladığını Kuran’daki ayetlerden hatırlayacaksınız. Kamuda tüyü bitmemiş yetimin hakkı vardır
anlayışına ne oldu? Hz. Ömer adaletine ne oldu?

Ayetlerle ve hadislerle sabittir, küfür devam eder ama zulüm devam etmez. Zalimi cezalandıran vesile
ne olursa olsun Allah’tır. Herşeyi kendine yontanlar, her başarıyı kendinden görenler nefsini
putlaştırır, firavunlaşır ve Allah’a iman ettikleri halde zulümleri nedeniyle kalpleri çevrilir ve her
şeyde Allah’ı göremezler. Tarihte iz bırakıp nesiller boyu anılmak istiyorsanız, önce kalplerde
sevilecek ve kalp kırmayacaksınız, kalp sultanı olacaksınız. Siyasi arenalarda sultan olupta, iktidardan
düştükten sonra sövülenler çoktur.

Evvela dershanelerin bizatihi kendisi terörle mücadeledir. Özellikle Güneydoğu ve Doğu’da


okuyamayan, işi olmayan genç ne yapacak? Bu hizmet para ile devletin gücü ile yapılamaz, nefesiniz
ve niyetiniz yetmez. Dershaneleri kuranlar Anadolu’nun zeki olmasına rağmen okuma imkânı
bulamayan çocuklarını ülkemize kazandırdı. Eğer mesele sadece para olsaydı her türlü alanda kısıntı
yapılır ek hizmetler verilmezdi. Özellikle kırsal bölgelerde dershaneler çok düşük ücretlerle veya
ücretsiz olarak eğitime destek veriyor, dağa militan çıkmasını engelliyor. Çok düşük maaşlarla veya
gönüllü olarak çalışan öğretmenler rant peşinde koşuyor olamaz. Herşeyi ranta çeviren hükümetciler
rant mı peşinde acaba denecektir. Her yıl 150 bin başarılı öğrenci geleceğe katkı için ücretsiz eğitim
alıyor. Birileri fakir ama zeki Anadolu çocuklarının okumasını ya istemiyor veya kendi kontrülünde
olmasa korkuyor sonucu ortaya çıkıyor. MİT’i devreye sokmanız bundan mı?

AK Parti bu yolu tıkarsa inandırıcılığını kaybeder ve kısa vadede oy kaybına uğrar. Dershaneler
dönüştürme gayretkeşliği orta direğin ve yoksul Anadolu’nun, elitlerin egemenliğine karşı hayatta
kalma çabasını dumura uğratır. Bunun sonucu sandığa yansır. Bedava hizmet sunan, dağın yolunu
kesen Etüd Merkezlerini yok etmeye çalışan AK Parti gerçektende BDP ve PKK ile seçim anlaşması
mı yaptı sorusu vatandaşın aklına gelecektir. Hizmet camiasından kaybedeceği oyları BDT ve PKK
oyları ile takviye etmeye çalışan, iktidarda kalabilmek için herşeye evet diyen bir tavır, geri teper.
Halkmız çarıklı evliyadır, samimiyetsizlik kokusunu hemen alır, mühlet verir ama ihmal etmez!

‘Siyasi hayatıma da mal olsa sekiz yıllık eğitimle ilgili kanunu çıkaracağım.’ diyen Mesut Yılmaz ile
AK Partinin dershane fiyakosu birbirine benziyor. Türkiye’yi yurtdışında başarı ile temsil eden ve
alnımızın akı Türk okullarını güya devleti(!) tehdit ettiğinden dolayı derhal dönüştürmek isteyen, 8
yıllık temel eğitimle hafızlık kurumunu yok eden, Kuran Kurslarına talebin önünü kesen 28
Şubatcılardan AK Parti’nin ne farkı kaldı? 28 Şubat’da zirve yapan jakoben devlet zorbalığı, AK parti
dayatmaları ile geri döndü. Bir askeri vesayetçiydi, öteki yeşil urbalı ve İslami üsluplu zorba!

Bir kere özel teşebbüsü ketmetme Anayasanın teşebbüs hürriyetine aykırı. İnsanların neye inanacağına
karar verebileceğini düşünmek ticareti engellemek ve özel girişimi törpülemek antidemokratik devlette
olur ancak. Dershaneler kapatılırsa veli, çocuğunu nereye gönderecek? Özel dersin saati 100 TL’den
başlıyor. Burada olan yine yoksul vatandaşa olacak. Öğrenci en iyi okulda okusa bile ek ders alıyor.
Veliler ve öğrenciler gelecek planlarında rehberliğe ihtiyaç duyuyor, devlet okulları aciz.
47
3 bin 10 dershaneden yalnızca 263’ünün ‘dönüşüme’ uyumlu olduğu ortaya çıktı. Hal böyle iken bu
kurumları nasıl dönüştüreceksiniz? Yalan bu. Halihazırda özel okulların durumu ortada.
Kontenjanlarının yüzde 40’ı boş. Devletimiz neden bunları desteklemiyor? Amaç bağcıyı dövmek.
Geçen yıl 1 milyon 857 bin öğrenci sınava girdi. Bunların yüzde 31’i mezunlar. Peki, mezunları
üniversiteye nasıl hazırlayacaksınız? Sınavla liseye, üniversiteye öğrenci almaya devam ettiğiniz
sürece dershanelere olan ihtiyaç sürecektir. Liselerinizi adam edin önce, dökülüyorlar. 350 bin
öğretmen atama beklerken, işsiz kalacak 150 bin dershane öğretmenini nasıl devletleştireceksiniz?!
Veya devlet kontrolüne almak zorunda mısınız?

Çözüm önerim şudur: Eğer Avrupa ülkeleri, Avusturalya, Kanada ve ABD de olduğu gibi lisenin son
2 yıl notlarına göre öğrenciyi üniversiteye alır, liseyi kaliteli yaparsanız dershane kalmaz. Eğer Kanada
ve Avrupa ülkelerindeki devlet okulları gibi danışmanlık ve rehberlik kuracak olsa bakanlığımız
tamam, olmadan hiç konuşmasınlar. Dershaneler liselilere destek veren ve rehberlik sunan kurumlar
olarak kalacaktır. Doğrusuda budur. Ölümü gösterip sıtmaya razı etme politikası izleyen başbakanımız
itidale gelecektir. Devlet, Batılı liberal demokrasi ve ekonomilerde küçülürken, devletin yükünü
azaltan özel girişimcilerin önü açılır. Bunun tam tersi yola sapmak akıntıya kürek çekmektir. Büyüyen
devlet ve devletçilik baskıcı ve kontrolcüdür.

Son uyarı: Samiri’nin put buzağı hevesi, İsrailoğullarının 40 yıl çölde hapis kalması cezası ve hazin
akibetine yol açtı. Hocaeefendi’nin Hacet namazı ve duaya çağrı mesajı, ne denli büyük bir felaket ile
karşı karşıya olduğumuzu ortaya koyuyor. Bunu hafife alıp, altın neslin yetişmesi uğrunda çekilen çile
ve gözyaşlarını görmezden gelenler, Anadolu halkının ak kazancı ile yükselen hayırları örtbast edenler,
kılcal damarlarımızla oynanmasına gözyumanlar, ilahi ceza tahakkuk ederse ne bu dünyada nede
ahirette hesap veremezler.

Kızıldeniz’de boğulmaya doğru!- Faruk Arslan

Kalplerin kalbini kalbin zümrüt tepelerinden konuşturmanın vakti geldi. Firavun ve ordusu,
istihbarat teşkilatı, nefsine esir medyaşörleri ile Kızıldeniz’de boğulmaya doğru koşarken,
münzevi Sufi’ye susmak yakışmaz.

Vicdan gerçekleri bilir, kalbin sahibini dinler, Kur’an’daki Hz. Musa ile Firavun’un meşhur kıssasını
kalp gözüyle okur. Sufiler Kur’anı sadece lafzıyla okumaz, mealin farklı tefsiri yorumlarını batını ve
batının batınıyla tahlil eder ve günümüze dersler çıkarır, sözünü sakınmadan söylerler. Sufizm
konusunda tez yazdığım için farklı bir bakış açısı ile gündemi yorumlamama, umarım Firavun ve Sufi
kızmazlar. Her nefiste firavun ve sufi nefisleri çarpışır.

Hz. İbrahim (AS) ve Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (SAV), kalplerin kalbini temsil
eder, tüm insanlığa tek doğruyu nasihat ederler: Allah en güzel vekildir. Hz. İsa (AS), kanunlar
nizamlar ötesinde ruhani kalbin içinden hitap eder. Hz. Musa (AS) ise, bir kaç nesil boyu köleleşmiş
bir kavmi firavunun zulmünden kurtararak özgürleştiren, 40 yıllık çöl hayatında Allah’ın kanunlarına
tabi kılan vicdani kalptir. Tiranlaşan firavun nefis ile özgür nefis arasındaki mücadele hiç bir zaman
bitmedi, bu nedenle meşhur kıssa sadece Yahudileri anlatmıyor, insan karakterini hatırlatıyor. Her
nefis tiranlaşmaya müsait bir firavun nefsi taşıdığı gibi, Hz. Musa’yı simgeleyen özgürleşmeye meyilli
bir nefsi de taşır. Önemli olan içimizdeki Hz. Musa nefsinin temayyüz etmesi ve firavunlaşan nefsi
yenmesi, doğru yerde sağlam durabilmektir. Aksi halde firavunun ordusuna katılan köle nefis, hemde
sayısız mucizeyi kendi gözleriyle görmesine rağmen dönekleşir ve Kızıl bir denizde boğulmak zorunda
kalır. Firavun’un Hz. Asiye gibi meleklerden evla bir eşi olmasına rağmen yanı başında duran
Hanuman gibi vezir ve danışmanları sonunu hazırlamıştır.

48
Metaforları net biçimde açarak günümüze net biçimde bir bir uyarlayalım.

Rabbimiz doğuştan kekeme Hz. Musa’nın (AS) dilini düzeltmiş ve yanına yardımcı olarak kardeşi Hz.
Harun’u (AS) vermişti. Firavuna tebliğe giderken onlara yumuşak olmalarını ve tatlı dille tek gerçeğe
çağırmalarını tavsiye etti. Erzurum şivesiyle konuşan Fethullah Gülen Hocaefendi’nin dilini İstanbul
Türkçesi’ne çevirmesi yıllarını aldı, yanına Allah Hz. Harun gibi yardımcılar verdi.
Diyalog, barış, sevgi dilini mükemmel kullandı, en galiz firavunların bile kalbini eritmeyi başardı,
nefsine köle olmuş nice tiranları özgürleştirdi. Kuran ve sünnete dayanan evrensel insanlık dilini
asrımıza taşıdı. Tatlı dili ve yumuşak edası kalpleri ve gönülleri feth etti.

Ancak kibri, enaniyeti, egosu yüksek firavunlaşmış, tiranlaşmış nefisler defalarca ikna olmalarına
rağmen, nefislerinin doymak bilmeyen iştahlarına, emellerine her ulaştıklarında cayıyorlardı.
Dönekliğin, takiyenin kralını yapan firavun nefisler, gözleri ile eğitim mucizesine tanık olmalarına ve
takdir etmelerine rağmen, nefsi emmarelerine mağlup oluyorlardı. Kalpler, her gün firavun ile Musa
arasında gel git yaşıyordu.

Firavun’u ikna etmek kolay değildi. Allah, Hz. Musa’ya dokuz mucize verdi.

Bunlardan ilki elindeki asasının ejderha olmasıydı. Gülen Hocaefendi’nin elindeki asası eğitimdi. 160
ülkede eğitim sancağı bayraklaştı, eğitim asasının ejderhaya dönüşmesi herkesi şaşırttı ve arkasında
Allah’ın inayeti ve Resulullah’ın eli olduğunu anlamakta gecikmediler. Müslüman olmayanlar dahi
hakkı teslim etti ve eğitim asasının cahilliği yutması karşısında vicdanlarını dinlediler.

Firavun’un sihirbazları ile halk önünde yapılan dershane sınavında Sufi’nin ejderha olan eğitim asası,
tüm çakma sihirlerini yuttu. Firavun deliye döndü.
‘Sufi’nin Allah’ına iman ettik’ diyen nice köşe yazarları, gazeteci ve aydınlarının el ve kolları çapraz
kesildi, işlerinden oldular. ‘Ben izin vermeden siz nasıl iman edersiniz Sufi’ye’ der gibiydi firavun,
haksız olduğunu bile bile kesti doğradı kendi seçtiği sihirbazlarını. Kendi ülkesindeki bu firavun, bu
keramatvari eğitim mucizesini defalarca övmesine rağmen, tiranlaşmış nefsinin kışkırtıcı sesine ve
etrafındaki dalkavukların fitnesine engel olamıyordu. Utanmadan eğitim asasının kapatılmasına karar
verdi. Aldırış etmedi kalbine, kulak tıkadı vicdanına, duymak istemedi halkın feryadını. Asayı ejderha
yapan Allah’ı unuttu, oysa asa kendi başına eğri bir sopadan ibaretti, birazda kötek demekti devlet
okullarında.

Firavun daha fazla mucize talep etti. Allah dostunun eli bembeyaz kesilip nur gibi parladı, yed-i beyzâ
mucizesinde keramet görenler iman ediyordu. Kalplerin kalbi sevgi olunca kainatın mayası olan sevgi
ateş böceklerinin ışığa koşması gibi Gülen Hocaefendi’ye koştular. Sevginin çekim gücü o denli güçlü
idi ki, her dinden her milletden her ırktan ve her dilden insanlar bu hal dilini anlıyordu. Ancak firavun
kıskanmaya başlamıştı, neden bana itaat etmiyorlarda, elinde devletin gücü, makamı, saltanatın
ihtişamı olmayan yalnız Sufi’ye tabiler demeye başladı.

Etrafındaki yalaka ve palyaçolar, firavunu eğlendirmeyi bırakmış şöyle korku pompalıyordu:


Efendimiz, bakmayın dünya tahtı istemem demesine niyeti size sıkmak, koltuğunuzda gözü var, sizin
altınızı oyuyorlar!

Gülen grubunun yeryüzü insanlık hizmeti global ve yerli şeytanları korkutuyordu, bu nedenle yerli
firavunun egosunu kullanmaya karar verdiler. Seneyi devriyesinde camiayı bitirin emrini imzalarken
pek gönülsüzmüş gibi davrandı. Zira etrafındaki insani şeytanların elinde güçlü bir ordu ve istihbarat
vardı. Böylece çekirge âfeti mu’cizesi ortaya çıktı. Yediden fazla darbe planı yaptı çekirge sürüsü.
Emirlerinde beş bin üst düzey yönetici ve yüz bin çalışan var iken Sufiyi bitirmek, henüz özgürlüğü
tam tatmamış, sistemin köleliğinden kurtulmamış kitleyi fişleyip temizlemek çocuk oyuncağıydı.
Çekirge sürüsüi paralel devlet yapılanmasıyla çok zarar vermeye başlayınca firavun aman diledi ve
49
Sufi’den dua, keramet talep etti. Sufi ve takipçileri öylesine güçlü dua ediyordu ki, çekirge sürüsünün
afeti bir anda yok edildi. Adeta ilahi bir temizlikti bu, iki asırdır milletin başına tebelleş olmuş şeytani
çekirgeler afetin bu kadar ustaca bertaraf edilmesine hem şaşırdılar hemde iman etmemeyi sürdürdüler.
Oysa planları kusursuzdu, adliye de polisiye de çekirgesavarlar olduğunu hesap edemediler. Bela def
olunca firavun iman etti.

Kısa süre sonra Firavun istediğini elde edince Sufi’ye verdiği sözden caydı ve kendi tiranlığını
kurmaya başladı. Bu sefer, bit âfeti mu’cizesi ve ardından kerameti gerçekleşti. Toplumun genel
çoğunluğu eski sistemin kudretli, elit bireylerini artık vebalı ve bitlenmiş kabul ediyorlar ve fellik
fellik kaçıyordu. Bulaşanları kaşıntı tutuyordu, hapishanelerde bit vakasından mağlup tiranlar
depeleniyor, kuduzlaşan salyalarından toplum korunuyordu. Bitliler karantinaya alınınca, faili meçhul
ölümler bıçak gibi kesilmiş, toplumun umumi bitlenmesi tehlikesi bertaraf edilmişti. Firavun yine iman
etti ve ‘Hz. Musa’nın Allah’ı büyükmüş’ dedi. Ne kadar büyük olduğunu öğrenmek için maliye veziri
Hanuman’a emir verdi ve yüksek bir kule yaptırdı. Kulenin tepesine çıktı, okunu attı ve yere kanlı
düşen oka kanarak ‘Hz. Musa’nın Allah’ını öldürdüm’ diye yaygara kopardı. Öldürdüğü, havadan
geçen ‘emniyet’li bir kuştu, kurtuldum ‘yargı’sına erken varmış firavunun basireti bağlanmıştı.
Emniyetini sağlayan yargıyı yok ederek sonunu hazırlıyordu.

Bu durumda, kurbağa sürülerinin ülkeyi istilâ etmesi kaçınılmaz hale geldi, mucizesi ve arkasından
kerameti gerçekleşti. Devşirilmiş renk renk kurbağalar ciyak ciyak ötüyor, halkı rahatsız ediyorlardı.
Kimisi kara, kimisi yeşil, kimisi kızıl, kimisi alacalı bulacalı bu kadar kurbağa hangi sulak arazide
büyümüştü, kimse akıl erdiremedi. Millette rahat, huzur kalmamıştı. Hangi taşı kaldırsan altından
bukelamun tazrında sinekle beslenen, bataklık seven bir kurbağa çıkıyordu. Kurbağalardan bıkan halk,
firavundan ricada bulunarak, Hz. Musa’nın Rabbine tekrar dua etmesi için tasallutta bulundular. Dua
hemen kabul edilmiş ve musibetin karanlık üreme merkezi tesbit edilip kolluk kuvvetlerince operasyon
yapılmıştı. Odasından çıkartılan kara ve kızıl kurbağalar bir bir hapsedildi, diğer kurbağalar korktu ve
seslerini kıstı. Firavun pek hoşnut oldu, iman etti, zira her geçen gün iktidarı daha da güçleniyordu.
Çekirgeler, bitliler ve kurbağalar temizlenmiş, önü açılmıştı. Firavunun sözünden caydığını hemen fark
eden Sufi, mert olmasını ve apaçık keramete karşı hareket etmemesini arzu etti. Firavun artık kendini
güçlü hissediyor, telefonlara çıkmıyordu, arabulucuları dinlemiyordu. Güç zehirlenmesi yaşıyor,
zehirlendiğini kabul etmiyordu.
İmanından dönen firavunu ikna etmek iyice zorlaştı.

Bu defa gerçekleşen mucizenin keramatvari boyutunun herkesi kendine getirmesi gerekirdi: Sular
kana inkılâp ediyordu. Rüşvet, yolsuzluk, hortumlama öyle bir kandı ki, içilen her helal suyu, malı,
metayı haram kılıyor, karartıyordu. Firavun ve taifesinin ne kadar kan içtiği ortaya çıkmıştı. Kamu
hakkı, amme hakkıydı, yetim hakkıydı, Allah hakkıydı. Sular kanlaştıkca kusması gerekenler,
alışkanlıktan olacak vampir leşmiş, daha fazla kan içmek ve devletin malını yemek için tüm güçlerini
kullanıyordu. Gıybetin kardeşinin ölü etini yemek olduğunu bildikleri halde kanla iyi gidiyordu. Bu
bulaşıcı virüs öyle bir salgındı ki, firavun taifesinden gıybetle kanlı ölü eti yemeyen, kamu hakkına
tecavüzden nemalanmayan neredeyse kimse kalmadı. Kamuoyu helali haram yapanlarla hak yolu
tavsiye edenleri puslu havada şaşırır hale geldi. Firavunun borazanları güçlüydü, matbuatı bir silah
olarak kullanıyor, psikolojik savaş yürütüyorlardı. Ülkesine hakim olan firavun, dış güçler bizi
devirmek istiyor gulyabanisini temcit pilavı gibi ısıtıp ısıtıp dayatıyor, bu söylemiyle halkın gözünü
boyuyordu. ‘Yolsuzluk helaldir, devletin beşte birini kasana koyabilirsin’ diye aldığı akıl almaz
danışmanlık, fetvada cepteydi. Firavun azmıştı, tüm devletini, gücünü tiranlığı etrafında toplamak için
kullanıyordu. Güçlü bir hatipdi, akı kara göstermek en iyi becerdiği işti. Fişleyin, şişleyin, dişleyin
emrini verene kadar Sufi umudunu yitirmedi ama firavun safını gücünü pekiştirmekten,
Karunlaşmaktan yana koydu ve kazanma kuşağında kaybetmeye doğru koşuyordu. Adalet tatile
çıkmış, haklının değil güçlünün haklı olduğu eski bozuk düzen firavunu cezp eder hale gelmişti. ‘Aptal
halk nasıl olsa arkamda, istediğim adamı genel kuruluma seçtirir, istediğimi kovar öldürür, istediğimi
oldurur, yaşatırım’ diyordu Firavun.
50
Çaresiz kalan Sufi, başka bir keramet göstermek zorunda kaldı. Tıpkı Tîh sahrasında, Hz. Musa (as)’ın
asasını taşa vurmasıyla on iki çeşmenin fışkırması gibi, 12 güçlü ışık yardımına yetişti. Bu ışıklar,
toplumun ana atardamarı olan kanaat önderleriydi. Şükreden bir kul, istifasını verirken krala
‘çıplaksın’ demeyi ihmal etmedi. Gayretullah’a dokunma sınırına az kaldığını Sufi’nin kalpleri titreten
ahitleşmesinden sonra fark eden 12 ışık ses, arka arkaya gür biçimde seslerini yükseltti. Su çıkmayacak
kayadan sular çıkmıştı, hiç umulmadık aydınlar toplum vicdanını firavuna ayan beyan gösterdi. Ancak
ne gam!

Firavun’un öfkesini artırmaktan, üslubunu bozmasından başka işe yaramamıştı. ‘İnlerine gireceğiz’
diyen firavun, halkını yaşatmayan devletin yaşamayacağını bir türlü öğrenememişti. Güç merkezlerine
pabucu kaptırmış, kirlendiğini saklamak için kanunları keyfine göre değiştirmiş, kendini defalarca
suikasttan kurtaran kolluk kuvvetleri başçılarını sürgüne yollamıştı. Korku bacayı sarmış, gölgesinden
bile tırsmaya başlamış, çekirge sürüsünü, bitlileri ve kurbagaları yardıma çağırmıştı. Yılandan,
çıyandan, akrepten, kobradan medet uman firavunun tek gayesi, Hz. Musa’nın kavmini, yani Sufi kalbi
yok etmekti.
Hz. Musa’ya kavmini firavunun zulmünden kurtarmaktan başka çare kalmamıştı. 1.5 milyon insanı
gece yarısı Kızıldeniz’den yürüyerek kaçıracağını kendisi bile bilmiyordu, sadece Rabbine güveniyor,
suçu Allah demek olan onu ve kavmini yarı yolda bırakmayacağına inanıyordu. Kızıldeniz’in
yarılmasıyla İsrailoğullarının denizi geçmesi gibi bugünde Sufi’nin ve ona sonsuz güven duyan
peşindekilerin denizleri yarıp geçmesi gerekiyor. Defalarca akdini bozmuş Firavun, darbe üzerine
darbe hazırlayan çekirge sürüsü, dezenformasyon konusunda uzman MAKcı Özel Harp bitlileri ve
medyada öten renk renk kurbağaları ile garip Sufi ve takipçilerinin peşinde onları denizde boğmaya
çalışıyordu. Arkada güçlü bir firavun ve şürakası, önde küçük bir grubu boğmaya hazır azgın bir deniz
vardı. ‘Allah en güzel vekildir, biz nefsine zulmeden zalimlerden olduk, sensin kimsesizlerin kimsesi’
demekten başka mazlumların ilacı yoktu. Firavun’un askerlerinin son neferide Kızıl denizlerine
girmeden, maskeleri düşüp iki yüzlü çehrelerini ifşa etmeden kızıl denizleri onları boğmak için
kapanmayacaktı. Kapanan, mühürlenen vicdanlar, kalplerdi. Boğulacakları Kızıldeniz, kasa, masa nisa
tepeleriydi, mal mülk, makam mansıp, şan şöhret, evlad ıyal, bu dünyanın fitneleriydi. Boğulacakları
yer ukbaydı, dünyada da huzur bulamayacak, vicdanları ölecekti. Denizin iki yanda yükseldiğini, Sufi
grubunun emin ve amanlık içinde denizi yararak karşıya geçtiğini görme kerameti bile azgınlar
sürüsünü gafletten uyandırmayacaktı. Hatta firavun ve taifesi gibi, bunlar mucize veya keramet değil,
kendi icatları sihirlerdir, çakmadır, ‘büyük bir oyundur’ diyerek kendi kendilerini de aldatmayı
sürdürecek, safları sıklaştıracaklardı.

Karşıya geçtikten sonra Musa kavmini, Sufi topluluğu veya kalbinizi bekleyen daha büyük sınavlar
vardı. İçinizde gizlenen dünyaperest Samiriler, dünyalıklarını da karşı kıyaya taşıyabilir ve fırsatını
bulur bulmaz altın buzağı putlarını kendi elleriyle yapabilirdi. Hz. Musa, bu kölelikten yeni kurtulmuş,
henüz gerçek özgürlüğü tatmamış topluluk üzerine, Tûr dağının yerinden kopartmak ve tepeleri
üzerine kaldırmak zorunda kalabilirdi. Bu tarzda büyük bir uyarıda ve bunca keramette bulunulduktan
sonra imandan dönmek ile Hz. İsa’nın gökten inen son yemeğine katılan havarilerden olupta Roma’ya
hainlik yapmak aynı ihanetle eşdeğer gibiydi. İhanet ehli, kemalettin olsa öz bir demir olsa kıymeti
yoktu ukbada.

Samiri gibi altın, makam sevenlere Hz. Harunlar engel olamayabilirdi. Hz. Cebrail’in ayak izinden
toprak alıp putuna ruh katan Samiriler kendini Mehdi, kurtarıcı, birleştirici sanabilirdi, fitneci bir
münafık ve şeytanın hizmetkarı olduğunu ıskalayarak. Bunun cezası da, Sina çölünde 40 yıl
hapsedilmek ve kölelik görmemiş altın bir neslin yetiştirilmesi için uygun zaman ve zemin arayışı
olabilirdi. Rabbiniz size gökten yağacak helva ve ekmekle beslerken, nankörlük edecekler olabilirdi.
Dün Hz. Musa’ya, ‘git Rabbin ile beraber sen düşmanla savaş, bizim rahatımızı bozma’ diyen
tenperverler, egoistler var iken, nefsindeki firavunu yenememiş bir toplulukla elbette firavuna karşı
tam zafer kazanamazdı Hz. Musa. Firavun, son nefesini verirken, azap gelmiş iken secdeye varacak ve
51
iman edecekti ama bu son tevbeyi Allah kabul etmeyecek, ibretlik bir kıssa olarak Kızıldenizde
asırlarca cesedi saklanacaktı. İbret alınsaydı tarih tekerrür etmezdi.

Sufi, sizi sahili selamete çıkartabilir, eğer Hz. Musa’nın kavmi gibi 40 yıl beklemek istemiyorsanız, ya
hepiniz bir Hz. Musa olun dimdik durun, yada içinizden Hz. Yuşa (AS) gibi kalp ve akıl ehli
komutanlar çıkmasını bekleyin ve önderliğini kabul etmeye hazır olun. Sufi, Hz. Musa gibi 120 yıl
yaşarsa, Hz. Yuşa’lar henüz doğmadı veya bebektir. Eğer Sufinin topluluğu Hz. Musa’nın kavmi gibi
yapmayacaksa, ‘git firavunla kendin savaş’ demeyecekse, 40 yıl beklenmesine ihtiyaç kalmayacaktır,
şafakın sökmesi yakındır.
Kızıldeniz’de boğulmaya doğru gidenle denizi yararak geçecekler belli olmasına rağmen şansınızı
zorlayarak firavunlaşan nefis olmayın, safınızı iyi belirleyin efendim! Hepimiz bir gün firavunda
olabiliriz, kalbimizdeki Hz. Musa’yı bulup denizleri geçip, aşılması zor tepeyi aşabiliriz de…
Kalbinizi, vicdanınız dinleyin, içinizdeki firavunu kontrol edin, sindirin ki, bir köşede mazlum mazlum
bekleyen Hz. Musa gibi nefis çıksın, Firavun’u Kızıldeniz’de boğsun. Sufinin kalbi ikiye bölünmez,
dualizm yoktur, kalplerin kalbini keşfedin.

Tâlût ile Câlût kıssasından asrımıza yansıyanlar

Kur’ân’da “Yaş ve kuru ne varsa ap açık bir kitapta yazılmıştır”1 âyeti mucîbince, bu tür kıssaların
bizlere, yaşadığımız asra ve olaylara çok önemli izdüşümleri olduğuna inanıyorum.

Tâlût ile Câlût hâdisesi Kur’ân’da bahsedilen bir kıssadır. “Tâlût, ordu ile hareket edince dedi ki:
‘Allah sizi mutlaka bir nehirle imtihân edecek. Kim ondan içerse, benden değildir.

Kim de onu tatmazsa, işte o bendendir. Ancak eliyle bir avuç alan başka (bu kadarına ruhsat vardır).’
Derken içlerinden pek azı hariç, hepsi de varır varmaz ondan içtiler. Tâlût ve berâberindeki îmân eden
kimseler nehri geçtiklerinde ‘Bizim bugün, Câlût ile ordusuna karşı duracak gücümüz yok’ dediler.
Allah’a kavuşacaklarına inanıp, bilenler ise şu cevabı verdiler: ‘Nice az topluluklar, Allah’ın izniyle
nice çok topluluklara galip gelmişlerdir. Allah, sabırlılarla berâberdir.”2 “Câlût ve ordusuna karşı
savaş meydanına çıktıkları zaman da şöyle dediler: ‘Ey Rabbimiz! Üzerlerimize sabır dök,
ayaklarımızı sabit tut ve kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et!”3 “Derken, Allah’ın izniyle onları
tamamen bozdular. Davud, Câlût’u öldürdü…”4

Kur’ân’da geçen Tâlût ile Câlût hâdisesinin geniş açıklamasını İslâmî kaynaklarda ve tefsirlerde
bulabiliriz. Biz ise burada Hz. Mehdî ile Tâlût arasında benzerliklerin olduğuna ve Hz. Mehdî’nin
askerlerinin Tâlût’un nehri geçen askerleri kadar az olduğuna dair hadîsi ve diğer bazı açıklamaları
paylaşmak istiyoruz. Çünkü, Hz. Mehdî’nin etrafında toplananların sayısı oldukça azdır. Ama
ihlâslıdırlar, sâdıktırlar ve sebatkârdırlar. Yılma bilmeyen bir azîm, korku bilmeyen bir cesâret, ender
rastlanan bir fedakârlık içersindedirler.

“Evet, onların başlangıçtaki sayıları Bedir Ashâbı, yanî 313 kişi kadar, Tâlût’la nehri geçenler kadar
az, kalpleri uzlaşmış, şehid düşenlerine üzülmeyen, kendilerine katılanlara sevinmeyen”5 kimselerden
müteşekkildir. Onlar Allah yolunda kınayanın kınamasından, dedikodusundan korkmazlar.6 Hz.
Ali’nin (ra) belirttiğine göre, bu insanlar hiçbir şeyden korkmaz, hiçbir menfâate de sevinmezler.7
Azdırlar ama bir ordu kuvvetindedirler. Onun için, Bedîüzzamân Hazretleri’nin ifâdesi ile “Ne kadar
da az olsalar, mânen bir ordu kadar kuvvetli ve kıymetli sayılırlar.”8

İhlâs, sadakat, tesânüd, sebât ve cesâret dolu bu topluluğun halleri, Hz. Musa (as) zamanında Câlût’la
mücadele eden Tâlût’u andırır. Tâlût’un kuvveti azdı. Emirlere uymayıp bir imtihân vesîlesi olan
nehirden su içip gevşeyen, Câlût ve ordusuna güç yetiremeyeceklerini söyleyen askerlere karşı, her
şeyi göze alan fedakâr ve cefakâr az bir grup ise şöyle diyordu: ”Nice az topluluk vardır ki, Allah’ın
izniyle çok topluluğa galip gelirler.”9
52
Tâlût ve Câlût hadisesi yukarıya aldığımız şekliyle âyet ve hadîslerde ifâde edilir. Bu kıssa ile ilgili şu
önemli tespitleri yapabiliriz:

* Tâlût peygamber olmadığı halde bir peygambere gelen vahiy ile inananlar ordusuna komutan
olmuştur. O dönemde peygambere gelen bir emri ordusuna duyurur ve nehirden izin verilen kadar su
içilmesi noktasında vahyin ölçüsünü ordusuna açıklar.

* Tâlût peygamber değil, bir komutandır. Ancak peygamber olan Hz. Davud (as) peygamber olmayan
bir komutanın komutası altında savaşmaktadır.

* İnananların sayısı başta çok olmasına karşılık sıcak ve yorgunluk nedenleriyle emrin ve vahyin oluğu
yerde emre değil de şartların gerektirdiği zorluklara aldanarak nefsî ve hissî davranıp büyük bir
kısmının nehirden izin verilenden fazla su içmeleri ibretlik bir durumdur.

* Nehirden su içmeyen ya da izin verildiği kadar su içen az sayıdaki tâifenin izin verilen kadar su
içmesi ile korkusuz oluşları ve cesâret kazanmaları emre itâat etmenin ne kadar önemli olduğunu
göstermesi açısından ma’nîdâr bir hadisedir.

* Ekser askerlerin nefislerinin istediği kadar nehirden su içmeleri ve su içenlerin şişmeleri, korkmaları
ve savaşacak takâtlerinin kalmaması çok ibretli bir olay olarak Tâlût kıssasında önümüzde durmakta
ve bize çok önemli dersler vermektedir.

* Su içmeyen veya verilen izin ve emir kadar su içenlerin Câlût ile yapılan savaş sonucunda gâlib
gelmeleri ise çok harika sırları taşımaktadır. Burada gâlib olanların sayısının az olması da çok
ma’nîdârdır.

* Câlût, Hz. Davud’un (as) sapan taşı ile öldürülür. Burada da ince dersler ve sırlar olduğu
kanaatindeyim. Bu sır “vahy-i semâvî kılıcıyla o müthiş dinsizliğin şahs-ı mânevîsini öldürür”10
hakîkati ile âhirzamândaki dinsizlik cereyanının öldürülmesine ve “Âl-i Beytten Muhammed Mehdî
isminde bir zât-ı nûrânî, o Süfyanın şahs-ı mânevîsi olan cereyan-ı münafıkâneyi öldürüp
dağıtacaktır”11 hakîkatine işâret ve beşâret olabilir.

“Mehdî’nin ordusu zaman zaman darbeler yiyecek, zaman zaman o çetin görevi üstlenememek,
rahatlık meyli; can, mal, mevkî korkusu gibi çeşitli sebeplerle kendisinden ayrılanlar olacaktır. Ancak
onlar buna aldırmayacak.”12 “Ayrılanlar da, muhalifler de ona zarar veremeyecek. O kendisinden
ayrılanlara rağmen muzaffer olarak yoluna devam edecektir.”13 Böylece “Mücâhede edenlerle
sabredenler ortaya çıkarılmış”14 olacaktır.

Tâlût’un ordusunda bulunan askerlerin çoğu imtihân olacakları nehirden su içerler. Nehirden çok az su
içilmesine izin olduğu halde ordudan çok az bir grup hariç su içerek Allah’ın emrine uymayıp imtihânı
kaybederler. Tabîi ki bu yapılan savaş maddî bir savaştır. Şartları önceden vahiyle belirlenmiş olan bu
savaşta gâlib olanların sayılarının azlığı ve sadâkatleri onları Allah’ın yanında makbûl yapmış ve
Efendimiz (asm) de Hz. Mehdî’nin askerlerinin sayısını, samîmiyetini ve sadâkatini Tâlût’un nehri
geçen askerleri ile irtibatlandırmıştır.

53
Savaş korosu ve hırsız kim Efendi!
Dört gündür sitem MİT’in yan kuruluşları Ankara EGM Bilgi İşlem ve Çizgi Bilgi İşlem Merkezi’nin
cyber saldırısına uğradı ve devre dışı bırakıldı. Yeni Şafak, Star, Sabah, Takvim, Akit başta olmak
üzere hükmettikleri gazete ve televizyonlarda, psikolojik savaş amaçlı açılan sitelerde AKP devletinin
tek taraflı kara propoganda savaşı yürütülüyor. Sosyal medyada,özellikle twitter’da binlerce maaşlı
veya AKP davası şuuruyla ücretsiz çalışanlar inanılması güç bir partizanlıkla gerçekleri tersinden
gösteriliyor. Demokrat sandığımız köşe yazarları devşirilmiş; kimliklerini, kişiliklerini, itibarlarını
yitirmişlerin sayısı her geçen gün artıyor. Belkide postu kurtarmak veya bilmediğimiz sebeplerden
dolayı resmen derin devletin devlet sandıkları güç merkezine, en hafif ifadesiyle saf değiştirmeye
zorlanmış, biraz daha ağır tabirle “satılmış” durumdalar. Daha dün askeri vesayetin, 28 Şubatcıların
yaptığı kara görevi icra etmek için ukbasını yakan muhafazakarlar işe alınmış ve ortak düşman
belirlemişler: Fethullah Gülen Hocaefendi, the cemaat veya camia…
İçininizde doğruyu yanlışı göstren Hakkı hakkaniyeti anlatan bulunsun diye bilinen ayet ve hadislere
inat, günah keçisi yapılan masum alperenler güya hükümeti yıkmaya çalışan global Yahudi çetesi,
İsrail, ABD’deki Yahudi lobisi veya MOSSAD’a çalışıyorlarmış. İftiranın, nifakın, fitnenin böylesi ne
görüldü nede duyuldu. Ülkemize sanki başkanlık sistemi gelmiş, kuvvetler ayrılığı ilkesi sona ermiş,
demokrasi rafa kalkmış, cadı avı başlamış, fişlenen halkımızın dindar kesimi devletten temizleniyor.
28 Şubat, yeşil kadrolar tarafından yürütülüyor. Kendisine “Efendi” denilen liderimiz, sanki halifelik,
Mehdiyet makamının sahibi olmuşta tek adamlık despotluğu kral gibi sivil toplumu boğuyor. Basın ve
ifade özgürlüğünden tutunda demokratik bir ülkede olması gereken nice haklar ayaklar altında
çiğnenirken, aydınlarımız kış uykusuna yattı.
Kimdir bu savaş korosu, kimdir savaşın tarafları, kimdir vatan evlatlarını biçenler ve kime hizmet
ediyorlar? Bu anlamsız kavgada bir tuhaflık yok mu? Neden herkes camiayı suçluyor, “sonunuz kötü
olur” diyorda, oyunu oynatanı göremiyor? AK Parti ile camia arasında kara kedileri sokan Türkiye’nin
geleceğini karartmak, önünü kesmek istiyorda, bunun tek çaresi kazanının olmayacağı bu fitne değil
mi? 12 yıllık iktidarını camianın desteğine borçlu olan AK Parti, aklını peynir ekmekle mi yedi de
ayağına kurşun sıkıyor? Veya camia, böylesine yüksek bir oy ile iktidara gelmiş güçlü bir iktidara
açıktan savaş açmış görüntüsü ile Hizmet hareketinin kredisini tüketmeyi neden göze alıyor? Oysa
biliyoruz ki, itibarı sarsılmasın diye camia, nice fertleri toplumun felahı için gözyaşlarına bakmadan
bir çırpıda feda edebilir. Tasfiye edilme riskini Hocaefendi göze alıyorsa, sulhu seven biri olarak daha
büyük bir tehlike görüyorsa, bu işin içinde mutlaka gayretullaha dokunmaya gidişat vardır.
Hizmet hareketini hep öven hemde döven Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, neden “örgüt”, “paralel
devlet”, “bana itaat etmiyorlar” diyerek dünyanın 160 ülkesinde İslam davasının yeryüzü mirasçıları
olan fedakar, cefakar Türk insanını göz göre göre ateşe atıyor? Hizmet hareketi içinde “derin bir
damar”, “örgüt” arayan Erdoğan, asıl operasyonun AK Parti’ye yapıldığını göremeyecek kadar neden
basiretten yoksun hale geldi? Erdoğan iyi ise, çevresindeki danışmanlar mı kötü? “Yoksa sen artık
devletsin, bedeli camiayı bitirmekten geçer” diyen Özel Hareketler Komutanlığı’nın (ÖKK)
dolmuşuna Erdoğan’da mı bindi? MAKcı denilen Özel Harbin birimleri, AK Parti ve cemaatlerin içine
sızarak camiaya karşı yürüttükleri akıl almaz savaşta vatanlarına mı çalışıyorlar yoksa CIA, MOSSAD,
BND, MI5 gibi yabancı istihbaratların nüfuz ajanlığını mı yapıyorlar? Fitne korosu kimler?
Sorular çok, cevapları ise aslında vicdan sahibi olan, kalbini karartmamış herkesin anlayacağı kadar
basit: Türkiye’yi bölme operasyonu başladı. Önce Gezi olaylarıyla halkı kutuplaştırıp, ayrıştırıp,
kamplara böldüler, nefret ve kin büyütüldü. Liderin yüksek egosu ve padişahlığa özenmesini iyi analiz
eden, neye nasıl tepkiler verdiğini hesap ederek fitneler çıkartan kara şebeke, halkımızın aşırı
milliyetçilik ve aşırı devletçilik temayülünü de mükemmel kullanıyor. “Yakoben”, “despot” bir

54
istihbarat ve istibdat devletinin “yeni Türkiye” diye satılması tam bir illüzyon olsa gerek. Medya’da
onlarca gazeteci ve köşe yazarı işini kaybetti. 28 Şubat sürecinde derin askerlerin bile yapamadığı
zulmü, sivil bir iktidarın reisi gayet normalmiş gibi yaptı, medya susturuldu, satın alındı, devşirildi.
Hizmet camiası çok ustaca yalnızlaştırıldı, Zaman ve Bugün gazete ve ilişkili televizyonları ile sınırlı
marjinal bir medya azınlığına sıkıştırıldı. Devletin kılcal damarları ile oynandı, bileğinin hakkı ile
bürokraside yer edinmiş Anadolu evlatları fişlendi, tasfiye edildi ve bu zulmü yaparken “devleti habis
unsurlardan koruma” gibi absürt bir bahane uyduruldu. Hizmet hareketi bir tarikat, lideride bir tarikat
şeyhi olmadığını yüzlerce defa ifade etmesine rağmen Camia üyeleri, şeyhine itaat eden tarikat
mensupları seviyesine indirgendi. Bu gerekçeyi uyduranlar, YAŞ kararları veya irtica bahanesi ile
ordumuzdan atılan onbine yakın Anadolu evladını benzer mantıkla kapı önüne koymuştu. AK Parti,
aynı zulme ortak olarak son 10 yılda yapmış olduğu devrimi çöpe attı.
AK Parti’ye bu kadar yanlış zorla mı yaptırılıyor? Halkın kafasındaki temel soru budur. AK Parti
seçmeni, yapılan hırsızlık, hortumculuk, rüşvet, kamu malını çarçur etme, israf, zımmetine para
geçirme gibi onlarca suçu görmezden geliyor veya bizimkiler yapıyorsa doğrudur havasında. Camiayı
başta İsrail ve ABD olmak üzere Yahudilerin “truva atı” olmakla suçlayanlar, AK Parti’de devlet
kaymağını yiyen tabakanın kimlerle iş tutupta 12 sene içinde bu kadar zenginleştiğini sorgulamıyor.
Yahudi lobisinin iki devi Rothchild ve Rockyfeller ailesinin 50 milyar dolar yakın parasını ülkeye
sokan, büyük inşaat ihalelerini hazine garantisi ile İsrail devletinin ana koruyucu derin gücü bu
şirketlerin yan kuruluşlarına altın tepside sunanların, camiayı İsrail ve ABD’ye çalışmakla suçlaması
tek kelime ile iki yüzlülük ve arsızlıktır. Yahudi paraları ile kirlenen, kamu hakkına giren, masayı,
kasayı, nisayı götürenlerin yaptıkları ahlaksızlığı örtbast etmek için tertemiz kalmayı başarmış camiayı
meze yapmaları utanmazlıktanta öte bir densizlik. Çünkü sadece kul hakkına değil cemaat hakkında da
girdikleri için ahirette hesap vermeleri için tüm camia mensuplarından helallık dilemeleri gerekir.
Kamu hakkı yemek yetim hakkı yemekle eşdeğerde günah olduğuna göre, ayet ve hadislerde bu büyük
günahın cezası zaten ateştir.
AK Parti’nin İran ile yoğun ilişkilerini bugüne kadar ideolojik, duygusal, doğu bölgemizin kaçak
ticareti ilee ayakta kalmasına katkı olarak gördüm. İran’dan getirilen, muta nikahı ile haremlerine
aldıkları 5000’e yakın Fars kadınını cinsel tercihleri yada özel hayatları olarak görmekle birlikte
ajanlık faaliyetine engel olmadıkları için MİT’i kınamakla yetindim. Meğerse olay sadece duygusal,
cinsel ve ideolojik değilmiş! Son dört yılda İran’dan gelen karşılıksız sıcak para 30 milyar dolar, Halk
Bankası’nın fatura ibraz edilmeden kanunsuz olarak aldığı transfer ücreti 150 milyon dolar, sadece
banka müdürünün evinde yakalanan 4.5 milyon dolar. “Ambargoyu deldik, gaz aldık, birazda rüşvet
aldık” denilerek büyük yolsuzluk operasyonunun sulandırılmasını kanıksayan kalem erbabına “yuh
olsun” diyorum. Bu ortaya çıkan “yağma Hasan’ın küçük bir böreği.” Peki dev inşaat ihalelerinde
alınan rüşvetler, komisyonlar, Hazine garantisini peşkeş, belli firmalara devlet piyangosuna ne
diyeceğiz. Bunlarda AK Partili kaymak yiyicilerin devletimizi çok güzel idare ettikleri için hak
ettikleri helal kazançlar mı? Hadi bizi kandırdınız, Allah’ı nasıl kandıracaksınız?
“Kabadayılık”, “mertlik” havası taslayan liderimizin bir soruya daha cevap vermesi gerekiyor.
Aldığım istihbarata göre, MİT, Reza Zehrab ile bakanlar arasındaki ilişkileri daha önce Erdoğan’a
bildirdi. Yolsuzluk ve rüşvet operasyonunda adı geçen tüm şüphelilerle ilgili MİT de teknik ve dijital
takip yapmış. Bu bilgilerden bir bölümü de Büyük Yolsuzluk ve Rüşvet operasyonunu yürüten
mercilerle paylaşılmış. MİT’in operasyona katkısının uluslararası boyutu da ilginç. İran istihbaratı,
MİT ile özellikle Reza Zarrab’ın “sınırı aşan” faaliyetleriyle ilgili istihbarat paylaşmış. İşlenen bu
bilgiler de soruşturmada kullanılmış. Şimdi sorulması gereken soru şu: MİT, bu bilgiler ışığında Reza
Zarrab’ın bakanlarla illişkilerini Başbakan Erdoğan ile paylaştıysa, Erdoğan neden sustu ve bekledi?
“Zamanlama sorunu var?” diyorsunuz ya, hangi zaman sizin için uygundur?

55
Sayın Erdoğan, ülkenize 1.5 ton kaçak altın taşıyan bir uçak geliyor, 17 gün sonra Dubai’ye içi boş
gönderiliyor. İddia edildiği gibi altınlarla gönderilmiyor. İki gümrük yetkilisini göstermelik olarak
açığa almakla yetiniyorsunuz. Bakanınız Zafer Çağlayan’ın emriyle, rüşvetini cebe indirmesiyle
yapılan yolsuzlukta İçişleri bakanınız Muammer Güler’in oğlunun da avantası var. Güler, evine gelip
giderken evindeki 6 çelik kasayı ve rüşvet balyalarını hiç görmüyorsa, (görmüştür tabi kör mü, o
yemez canım!) bu ülkenin güvenliğinden sorumlu kalabilir mi? Soruşturmanın selameti açısından bari
istifaları kabul etseydiniz, samimiyetinize bir nebze inanabilirdik. “Bakana, Emniyet Müdürüne haber
vermedi” diye soruşturmanın gizliliğini haklı olarak koruyan polisleri görevden aldınız. Ne yapsalardı,
“Güler’e haber verip, evindeki çelik kasaları ve balyaları yok et, gelip arama yapacağız, başın
yanmasın mı” deselerdi! Tuz baştan kokmuşsa devletin polisi ne yapsın? Savcıların işine karıştınız,
yargıya ağır müdahale ettiniz, hangi demokratik devlette böylesine büyük bir skandal işlenir ve bir
sivil toplum günah keçisi yapılarak onca günahtan yırtılanabilir. Kurduğunuz “Yeni Türkiye” bu
mudur?
“AK Parti’ye global operasyon var, canlar yedirmeyelim koruyalım” diyerek kendi kendilerini
avutanlara son çağrı: “Uçak kalktı, camia dolmuştan indi.” AKP ile birlikte bu onursuz savaşta birlikte
olmak ve hırsızlık karesinde görünmek istemiyor. Son soru: ÖKK ve MAK’ın fitne masasına bu kadar
malzemeyi camia mı verdi, yoksa bu günahları işlerken camiaya mı sordunuz? Neden “Efendi” dedim,
kim bu diyenlere küçük dipnot: Başbakanın rüşvet alırken, ihale verirken dar dairedeki kod adı
“Efendi”.

Asıl darbeciden mektup var!

“Büyük tiyatro”ya artık bir son vermenin vakti geldi. Düzgün kalem olmanın avantajı, vicdanını ve
insanlığını kaybetmemiş olanların size ulaştırdığı hayati bilgilerdir. Satın alınmış kalemlerin
yazamayacağını sizin yazabildiğinizi bildikleri için tarihin akışını değiştirebilecek istihbaratlar size
ulaşır. AK Parti ve camia arasındaki gerginliğin asıl sebebinin bir “postu kurtarma” mücadelesi
olduğunu biliyordum. Ancak kesin kanıta sahip değildim. Gerçekleşen darbenin asıl merkezinde görev
yapmış bir subay bugün bir mektup gönderdi ve işin arkasında kimin olduğunu açıkladı. Kripto
merkezlere giren ve darbe toplantısına katılan subay, bu mektubu bana göndererek darbeyi tutan elleri
gösterdi.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve AK Parti Hükümeti, cemaat veya uluslararası ortak bir komplo ile
değil, 3. Ordu’da hazırlanan bir darbe planı ile devrilmeye çalışılıyor. Askerlerin hiç
konuşmamasından ve sanki son krizle hiç ilgilenmiyormuş gibi yapmasından kuşkulanıyordum. Gerçi
Başbakan’ın Başdanışmanı Yalçın Akdoğan’ın ahmak “kumpas” tweet’inin abartılarak Genelkurmay
Başsavcılığı’nın Ergenekon ve Balyoz sanıklarını kurtarmak için suç duyurusunda bulunması, görenler
için müthiş paslaşmaya delildi.

Genelkurmay başkanı Orgeneral Necdet Özel’in Türkiye gazetesine verdiği röportaj ile darbe başladı.
17 Aralık ve 25 Aralık 2013 “Büyük Rüşvet ve Yolsuzluk” operasyonları, darbeyi
engelleyemedi. Cuntacı yapı, Özel Harb’in uyuyan hücrelerini son iki yıldır uyandırmış ve kendi
ifadeleri ile “kurtuluş veya istiklal savaşı” veriyor. Kurmay paşalara düzenli olarak brifing ve görevler
verilmiş durumda ve 3. Ordu’da yapılan bir toplantıda, “bu iş bitti, biz tüm planlarımızı ve
çalışmalarımızı yaptık , hiç endişeniz olmasın ülkeyi AK Parti ve cemaatın elinden kurtaracağız”
denilmiş. Teyakkuza geçirilen tüm sivil birimlerle özel harp inanılmaz ve ustaca bir siyasi infaz
yapıyor. Başbakan Erdoğan, tıpkı Süleyman Demirel’in 28 Şubat “Postmodern” darbesinin başına
geçmesi gibi “Yeşil 28 Şubat Postu Kurtarma” darbesinin başına geçti.

56
Tam bir paralel devlet olan ve 12 yaşlı emekli paşadan oluşan Milli Birlik Komitesi başkanı, eski Özel
Hareketler Komutanı Sabri Yirmibeşoğlu’nun onayladığı cunta ekibi başında tanıdık bir isim var.
Darbeyi, kamuoyunda Erzincan komplosu diye bilinen, bu nedenle hakkında Ergenekon’da dava
açılan, ancak ifadesi 2 yıl alınamayan Orgeneral Saldıray Berk yönetiyor. Şahsen Bakü’de askeri ataşe
iken 1998’de tanıştığım Berk’i cemaatın Türkiye düşmanı olmadığı konusunda ikna ettiğimi
düşünüyordum, yanılmışım. Berk, Erzincan’da oynadığı “Alevi oyunu” ve cemaat evlerine silah koyup
“terörist örgüt gösterme planı” ile deşifre olmasına rağmen, Genelkurmay’da planlama yapmaya
devam etmiş. Fişlemeyi asla bırakmayan, MİT’deki özel harp ekiplerini kullanan şebeke zaten fişleme
anayasaya aykırı laflarını bugüne kadar hiç iplemedi, bugün hiç takmıyor. Fişleme için hiç bir devlet
kurumu ve yetkilisinden özel izne ihtiyaç duymayan cunta ekibi, medya, siyaset, akademisyen
kanadında tüm gücünü kullanıyor.

Erzincan – Ergenekon davasının bir numaralı sanığı 2010 yılında Üçüncü Ordu Komutanı Orgeneral
Saldıray Berk’in kısa adı EDOK olan Kara Kuvvetleri Eğitim ve Doktrin Komutanlığı’na atandığını
herkes biliyor. Peki bilinmeyen, daha doğrusu pek hatırlanmayan önemli bir bilgi vardı. Hürriyet, 21
Haziran 2004 tarihli nüshasında rahmetli Yener Süsoy’untarihi söyleşini yayınladı. Söyleşiyi veren kişi
emekli korgeneral İzzettin İyigün’ündü. Türk Silahlı Kuvvetleri’ndeki takma adı “çift beyinli” olan
emekli Korgeneral İyigün bakın o gün neler anlatmıştı:

“ 28 Şubat’ta Sincan’da tankları yürüten, balans ayarını yapan benim. Öncesinden ne Karadayı’nın
haberi vardı, ne de Çevik Bir’in. Sadece 3 kişi biliyorduk: Kara Kuvvetleri Kurmay Başkanı Doğu
Aktulga, Kara Kuvvetleri Komutanı Hikmet Köksal ve ben. O tarihte EDOK Komutanı’ydım, zırhlı
tümen bana bağlıydı.”

O zırhlı tümen halen EDOK Komutanlığına bağlıdır. Sadece o tümen değil, Türkiye’deki tüm zırhlı
birlikler, kara havacılık komutanlığı, komando birlikleri, askeri okullar vb. tüm unsurlar EDOK
Komutanı’na bağlıdır. EDOK Komutanı bir anlamda ikinci kara kuvvetleri komutanı gibidir.

Bu koltuğa Orgeneral Saldıray Berk 2010’da oturdu ve ilk işi cemaatı MİT’de terör örgütü listesine
aldırıp, 4800 cemaat üyesini takip ettirmek oldu. Zira asıl meselenin Erzincan’daki tarikat soruşturması
değildi, artık sağır sultanda biliyordu. Bu sebeple suçlamaların merkezinde “İrtica İle Mücadele Eylem
Planı” bulunuyordu. Berk’in, Hükümetin sivil toplum kuruluşu kabul ettiği tarikatlara dokunması ile
AK Parti arasında anlaşma zemini arandı. MİT üzerinden “Sarı Öküz” formulü bulundu. Berk, “sen
bana cemaatı ver, diğer cemaatler senin olsun” pazarlığı yaptı ve istediğini aldı. MİT’in kullanıldığı bu
planda KCK’da “7 Şubat krizi” bizzat emekli Berk tarafından planlandı ve AKP ile cemaat arasında
kırılma tezgahlandı. Berk, başbakana olan hıncını ve cemaat nefretini sivil hayata taşıdı. Neden mi?

Berk, 20 Mayıs 2008 günü PKK’lı teröristler tarafından 1993’te 33 kişinin öldürüldüğü Kemaliye’nin
Başbağlar Köyü’nde düzenlenen törene katıldı. O dönem Üçüncü Ordu Komutanı olan Berk,
helikopterin gelmesini beklerken iddiaya göre vatandaşlara “Başbakanın memleketi sattığını da biliyor
musunuz?” dedi. İddianın internet sitelerinde yayınlanması üzerine 20 Temmuz 2010 günü Başbakan
Recep Tayyip Erdoğan’ın avukatı Fatih Şahin, Orgeneral Saldıray Berk hakkında ’Kamu görevlisine
hakaret’ ettiği gerekçesiyle Ankara Cumhuriyet Savcılığına suç duyurusunda bulundu. Berk, Başbakan
Recep Tayyip Erdoğan’a hakaret ettiği iddiası ile 11 ay 20 gün hapis cezasına çarptırıldı. 2011’de
emekli edilen Berk, Emekli Orgeneral Saldıray Berk, “terör örgütü üyeliği” suçlamasıyla ilk kez
Yargıtay’da hakim karşısına 14 Haziran 2012’de çıktı. Berk soruşturma açılması kararında
Ergenekon terör örgütünün Erzincan lideri olmakla suçlandı ve 7.5 ila 15 yıl arasında hapis cezası
istendi. Halen dava devam ediyor.

Berk’in geride bıraktığı planı devralan, hükümeti düğmeye basıldıktan sonra 6 ay içinde düşürme planı
yapan cunta ekibinin ilk hedefi Fethullah Gülen ve cemaatını AK Parti’den tamamen ayrıştırmak. Bu
amaçla Hizmet Hareketi’nin güvenirliği, halk nezdindeki kredisi ve olumlu imajı hedef alındı.
57
Gülen’in ahitleşme restinden sonra toplum büyük bir şaşkınlık yaşadı ama sis perdesi tam aralanmadı.
Başbakan bu darbe girişiminin farkına varmış olmalı ki, cemaatı cuntacı askerler önüne yem olarak
atıyor ve kamuoyu önünde şeytanlaştırıyor. Başbakanın “Haşhaşin iftirası” ile cemaatı satması, her
şeyde günah keçisi yapması ve cuntacılara yedirmesi hükümeti kurtarmaya yetmeyebilir. Emniyet’de
3000 kişiye yapılan operasyon resmen cunta ekibin emri. HSYK üzerinden yargı müdahalesini AK
Parti ve Erdoğan bir robot gibi yapıyor. Cemaate yapılan operasyonu başından beri bilen Erdoğan, iki
yüzlü tavır sergiliyor, pabuç bağlı olduğu için bu sefer dik duramıyor ve 12 yıldır beraber yürüdüğü
cemaatı arkadan hançerliyor.

Erdoğan, önüne konan darbe krokisine aynen uysa bile haziran ayına kadar istifa etme noktasına
gelebilir. 30 Mart 2014 seçiminde yüzde 35 eşiğine gerilemeyi göze alan Erdoğan’ın tek hedefi
cumhurbaşkanlığına çıkıp başkanlık yetkisi kullanarak askeri vesayeti durdurmak. Ancak kurmay
heyetin buna izin vermeyeceği ve Erdoğan’ın hem cumhurbaşkanı olup hemde AK Parti’yi idare
etmesine göz yummayacağı biliniyor. Zaten cuntanın amacı, yaza kadar AK Parti’yi kesin ikiye
bölmek ve temmuz ayında AK Parti içinden doğacak ikinci parti ile cumhurbaşkanlığı seçimi
atmosferine ülkeyi sokmak. Cemaatın parti kurmaya niyeti olmadığına göre suçlu aramayalım.

Özetle Türkiye’ye büyük bir tır tosladı, herkes bugün cemaatı suçluyor, ancak kara bulutlar dağılıp ak
ile kara ortaya çıkınca bugün kendini kullandıran, cemaata söven, öz kardeşine ihanet eden isimler çok
utanacaklar. Medya’da bu darbe sonrası büyük bir deprem yaşanır ve bugün kalemlerini bilerek veya
bilmeyerek cuntaya kiralayan veya satanların toplum huzuruna çıkmaya yüzleri olmayacak. Medya
sisteminin aşırı devletleşmesi, sivil toplumun öldürülmesi ve demokrasinin katledilmesi, Türk
toplumunda büyük bir travmaya yol açacaktır.

Erdoğan, yıllar sonra, eğer tabi halen yaşıyor olursa, bir özeleştiri yaparsa, eminim askeriyede kurmay
eğitim sistemini değiştiremediği veya özel harp dairesini küçümsediği için hata ettiğini söyleyecektir.
Ordumuzdaki kurmaylık eğitim sistemi, kendi halkını ayrımcılık yapmadan sevecek bireyler
yetiştirdiği zaman askeri vesayet düzeni tamamen kendiliğinden ortadan kalkacaktır.

MEKTUBUN SAHİBİNDEN TEŞEKKÜR GELDİ. HİÇ DOKUNMADAN YAYINLIYORUM.

Yazı cok guzel olmuş, ellerinize sağlık.


Başbakanın cemaatı verme kısmı çabuk geçilmiş. Türkiye deki tum cemaatleri toplasanız bir Camia
etmez. Okullarıyla , iş adamları dernekleri ile ve olimpiyatlar la camia hem bir rant kapısı hemde
Pırıltılı reklam kaynagı olması ile oy mıknatısı. Başbakan Olimpiyat finalinde alkışlandığı kadar hiç
coşku ile alkışlanmamıştı.. !!
Böyle bir oluşumdan kimse vazgeçmek istemez ama ele geçirmek ister. Camianin bitirilmesi teklifine
Başbakanın cevabı, bitirmeyelim ele gecirelim olmuştur.
Kemalettin e yapışmasının altında yatan asıl sebep buydu. Zaman icinde camiadan kopmalar meydana
gelmeyince bu sefer eşbaşkanlık planı devreye kondu. Hükümet camianin emireri pozisyonuna sokmak
istedi kendini. Manevi eşbaşkanlık da bir yol katetmekdi. Daha sonra bu da olmayınca camianin
kaynaklarını keserek güçsüz düşürmek, daha sonrada teslim alıp hem devlet başkanı hemde halife
ünvanı ile camianın başı olarak mutlak güçle hareket etmek istendi.
Neresinden bakarsan bak estetik durmayan bu plan alelacele hazırlanmıştı ve yeterince tahlil
yapılmamıştı. Ama zaman azdı, cumhurbaşkanlığı secimine kadar bu iş bitirilmeliydi.Camia bu işe
erken uyandı.Plan ele yuze bulaştı.
Akabinde camia tabanının ak partiye ve icraatlarına duyduğu sempati tahrik edilerek koparma girişimi
yapıldı, kısmen başarılı olsada kopan insanların dala sonradan tutturulan yapraklar olduğu anlaşılınca
bu planda boşa cıktı.
Artık çareler tükenmişti, benim olmayan kimsenin olmasın mantığı ile Elcilere talimatlar verildi.
Gittiğiniz ülkelerde hizmeti çete olarak anlatın. Bunlar haşhaşi dir vs..

58
Dünya üzerinde en büyük dini hizmeti yapmaya calışan adanmışları eline alamayan HALİFE
OLAMAZ…. Hedef açık değil mi ?

Yolsuzluklar üzerinden Cemaatı vurma planı, ilk gezi olaylarında prova edıldı. Tabandan olumlu geri
dönüşümler alınınca Son şekli verildi. Başbakanın bu kadar kendine güveni bu provadan
kaynaklanıyor söyle ki ;

Efkan abinin ateşlemesiyle başlayan gezi olayları çığrından çıktı. Çok geniş bir kitleye yayıldı.
Insanlar o kadar sahip çıktılar ki bende dahil bir çok arkadaşın birbiri ile arası açıldı. Facebook
arkadaşlık sayıları yarıya indi bir kaç günde. Başbakan ve yanındakiler başta önemsemedi, ama zaman
geçtikce nasıl bir girdabın içine girdiklerini dehsetle gördüler..
Bu durumdan en çabuk çıkma yolunu seçtiler. Basbakan bizim aylar öncesinden haberimiz vardı dedi,
yalandı. Haberi olsa toplulukları kışkırtacak açıklamalar yapılmazdı , çapulcular vs..
Çarçabuk bir plan yapıldı, hayali düşmanlar üretildi faiz lobisi falan gibi. Evet bu olayı destekleyenler
vardı ama sadece maddi olarak.Planlanmış bir olay değildi. Otpor benzeri bir ayaklanma isteniyordu.
Aktörler pusuda bekliyorlardı. Kendileri sebep oluşturmuyor, oluşan sebepten sosyal ayaklanma
başlatmaya calısıyorlar dı. Kürtaj da, TC krizinde denendi tabanda karşılık bulmadı. Bu planı yapanlar
dini hassasiyetimizi iyi çalışmamış demek ki. Ama ağaç ta tuttu.
Kurtlar vadisi izleye izleye komplo planlarına kafasında bir yer bırakan millet, Başbakanın komplo
planını cabuk yedi. Gezi temsilcileri toplandı, gezi ile akalası olmayan bu adamlar 3. kopruyu 3.
havalimanını istemezuk dedi. Faiz lobisi, BBC falan derken başbakan olaydan sıyrıldı.
Ama başbakan bu olaydan kendi planı ile sıyrılmadı, başbakanı kurtaran marjinal grupların
meydanlara inmesi oldu. Sosyal eyleme giden halk, elinde monotoflar bekleyenleri, pkk bayraklarını
görünce dondu. Bu eylemı organize edenlerin gözden kacırdığı bir şeydi bu. Başbakan hayali düşman
işe yaradı diye düşündü. Oysaki kurtuluş sebebi başka idi.
Bu durumu sadece başbakan değil, elbet birgün acıga cıkacak olan hırsızlık soruşturması üzerinden
kimleri vuracaklarını hesaplayanlar da izledi. Plana son şekil gezi çıkarımları ile verildi. Artık cemaat
paralel devlettir yalanına inanabilecek bir taban vardı.
Tebrik etmek lazım adamları, Firavun sabaha kadar uyumamış Musanın rabbine dua etmiş..sonunda da
duası kabul olmuş…
Ama Rabbim plan yapanların en hayırlısı dır. Camiaya yapışan bazı insanları kovsan gitmez di,
onlardan kurtulduk. Rabbim bizi koşturacak, ağırlıklarımızdan kurtarıyor. Bu şefkat tekmesi ile camia
da kendi dersini almalı. Şeytan bizim yakamızı hiç bırakmayacak..
Selametle..
İsmi bende mahfuz Meçhul Subay

Askerden ikinci mektup: İran oyunun neresinde ve düğmeye kim bastı?

Meçhul asker, herkesin kafasında olan iki soruya cevap veren iki mektup daha gönderdi. Gramer ve
font sorunu olan mektuplarda düzeltme yapmadım ki, bu asker mektuplarını benim uydurduğumu
düşünen komplocu kafalar yazı üslubuna baksın bakalım, benim yazı stilime benziyor mu?

İlk soru: En çok merak edilen sanırım İran’ın bu işin, oyunun neresinde olduğu sorusudur?

İkinci soru: İkinci global ölçekte global fitneciler Türkiye’ye ne gibi baskılar uyguluyor ve AK Parti
neden cemaatı ateşe atıyor? Özetle düğmeye kim basmış olabilir?

Öncelikle şunu belirteyim, devletler arenasında mutlak dostluk veya mutlak duşmanlık yoktur.
Örnegin ; Rusya,Çin ve Iran ; Suriye politikasında ortak hareket etsede, Rusya ve Iran Hazar
kaynaklarının paylaşımı konusunda ihtilaf yaşamaktadırlar. Rusyadan satın alınıp Iranda kurulacak
hava savunma sisteminin Rusya tarafından iptali ile Iran bu konuda daha teknolojik olan Cin yapımı
sisteme dönmüştür. Iranın ambargolar sebebi ile AB ye satamadığı enerji materyalleri boşluğunu
59
Rusya doldurmaktadır. Rusya ve Iran bu konuda rakip iki ülkedir.Öte taraftan Iran ın kımyasal
çalısmaları ıle ilgili Rusya arabuluculuk görevi üstlenmiştir.Çin ve Rusya arasında da benzer
çekişmeler vardır , bu meseleyi uzatmak istemiyorum…
ABD büyük ortadoğu projesini ve buna bağlı Arap baharını planlarken “islam ” faktörünü göz ardı etti.
Petrolü elinde bulunduran islam ülkeleri bir bir savrulurken, oluşan boşlukta Türkiye iktidarına çok
cazip gelen bir teklif yapıldı İngilizler tarafından. İslam üzerinden Yeni Osmanlıcılık…. Bölgesel güç
haline gelmek isteyen Türkiye, Davutoğlunun tarihe ve osmanlı derin devlet çalışmalarına duyduğu
hayranlıgında etkisiyle bu planı çabuk kabul etti. Plana göre zaten 400 sene yönetmış olduğumuz
topraklar Halife kontrolu altında bize verilecekti.PKK ile görüşmeler bu çerçevede gerçekleşmiştir.
Kulağa hoş gelen bu plan aslında bizi içinde çıkılmaz bir cenderenin içine çekme planıydı. Abdullah
Gül bu planı beğenmedi, Davutoğlu bu sebepten Erdoğana yakınlaştı.İslami cemaatleri baskı altına
alma ve ele geçirme planının temeli budur.
Gelişmeler Rusyanın kurmak istedigi Büyük Avrasya oluşumu için risk teşkil ediyordu. Ukrayna ve
Suriye bu oluşum için jeopolitik, ekonomik ve psikolojik öneme sahiptir. Gel görki ikisinde de ateş
var, enteresan degil mi ?
Iran yeni seçimlerle birlikte son 2 senedir ılımlı bir yol izlemektedir. Yapılan görüşmelere davet
edilmesi bu hareketler neticesindedir. Iran ırak petrollerinin yakın gelecekte Iran-Rusya kontrolundeki
Suriye üzerinden avrupaya açılması Büyük avrasya oluşumunun gücüne güç katacaktır.
Ote taraftan Suriye limanlarını Rusya ya askeri üs olarak kullandırmaktadır.Devler liginde kalmaya
calısan Rusya için çok önemlidir bu. Ayrıca Suriyenin silah ithalatının %70 i Rusyadan
yapılmaktadır. Kaddafinin düşüşü ile iptal edilen Rus silah anlaşmalarını hatırlayın. Ayrıca Rusya,
Esed in düşmesi ile iktirada gelecek taliplilere bakarak bunların radikal islam cevresinden olacagını
bilmektedir. Radikal islamcı cevrelerin Suriye uzerinden Kafkasyayı hareketlendirebilecegini ve Ateşi
Rusyaya sıçratabilecegini düşünmektedir.
Rusya karşılaştığı problemleri Güç ve politika ile cözmeye çalışsada, Iran her zaman belden aşağı
vurmayı tercih etmiştir. Siyasi oluşumu yıkmak için en kolay yöntem olan, muta nikahları ıle kaset
kayıtları ve yolsuzluk rüşvet para yedirme operasyonları ilerde kullanılmak üzere çok güzel
argümanlardır.
Öte taraftan yapılan bu plan içinde kendince strateji geliştiren Türkiye hükümetinin gösterilen
teveccühten havaya girip Abdulhamitcilik oynamaya calışması olayları içinden çıkılamaz bir hale
sokmuştur.
Zaten bu konuda sicili bozuk olan hükümet herkese soz vermiş ve yan cizmiştir. Örnegin 2008 de
çıkan savaşta Gürcistana silah desteği verirken, ABD gemilerinin boğazdan geçmesine izin
vermemiştir. Yeni osmanlıcılık ıcın muhalif grupları desteklerken, El altından Esed e destek vermiştir.
Türkiyede patlayan bombalar, Suriye tarafından atılan toplar hep Türkiyenin plandan yan çizmesi
sebebi ile iki ülkeyi sıcak savaşa sokma girişimleridir. Yaklatılan tırların hemen akabinde yayınlanan
55 bin resmi duşunun.
Gelinen nokta şudur; Hilafet için cemaatlere yapılan baskılar ve operasyonlar azami dikkat ile
çaktırmadan yapılıyordu. Fakat dansoz gibi ne yöne kıvırdığı belli olmayan dış politikalar karşısında
birileri bu gidişi durdurmak istedi.
Eski darbelerden dersini alan ve kendini çook derinlere gizleyen cunta yapısı zaten uzun zamandır
çalışıyordu. Şimdi ellerine herkes kendi cıkarına göre arguman veriyor. Tam bir bilek güreşi var. Bir
tarafta ABD diğer tarafta ingiltere, öbür tarafta Iran-Rusya ittifakı..
Hükümet bu cendere içinden sıyrılırmaya çalışırken, eski düşmanlarına imtiyazlar veriyor. Hilafeti
eline alabilmek içinde Camia yı ateşin içine atıyor. Bir taşla iki kuş, hem postu kurtar, hem yıllardır
uğraştığın camiayı bitir.
Bu savaşın tarafları hükümeti resmen bermuda şeytan üçgenine sokmuş durumda. Başbakan göbekten
bağlanmış, açıklar ailesine kadar uzanıyor. Camia direniyor.
Bu durumdan kol bacak saglam çıkmak imkansız görünüyor, ne diyelim ” Dünya lideri olmak
istiyorsan Ya çok güçlü olacaksın Yada Lekesiz”
Bu yazdıklarımın ispatı, Camianın olay boyunca saldırı degil sadece savunma yapması, sonunda da
sessiz kalmasıdır.
60
Hocaefendinin sessizlik kararı mükemmel bir karardır..
İKİNCİSİ GLOBAL FİTNECİ NE PEŞİNDE
Peki bunca olanlarin asil nedeni ne, Islam cografyasinda devletlerin hallac pamugu gibi savrulmasinin,
elekten gecirilmesinin asil sebebi nedir ?
Bildigin gibi devlet karsiligi olmayan para basamaz, bu basta iyi gozuksede cok agir ekonomik
sonuclari olur.Tabi Amerika istisna. Dunyada islem goren tum dolarlari toplasan ABD merkez
bankasinda karsiligini bulamazsin.Amerika karsiliksiz para basarak tum dunyanin servetini ulkesine
akitiyor. Ekonomisi etkilenmesin diye kendi ulkesine nakit girisini kontrol ediyor. Ticaret parasi da
evrak-mal takasi oldugundan problem yok.Amerika bastigi bu paralari kendi bankalari araciligiyla
veya ticaret yoluyla dunya piyasasina suruyor. Kagitla dunyayi satin almak zengin olmanin en kolay
yoludur sanirim. Bu sebepten tum terorist saldirilar amerikan bankalarina yonelik oluyor. Bu sistemi
bozmak icin…
Bu oyunu goren gucsuz Avrupa devletleri uzun yillar once tek para birimine donmeyi tartisti fakat
basaramadi. Bu hayal avrupa birligi ile gerceklesti. Tek para birimi Euro ya gecildi. Eurodan once
ornegin mark her ulkede kolaylikla bulunmazken, simdi Euro bulunur oldu. Peki Dolarin popularitesi
nasil azaltilabilir di ? Tabiki dunya uzerindeki ticaretin Euro ya donmesi ile. Saddamin amerikan
mudahelesi ile devrilmesinin altinda yatan gercek sebep de buydu. Petrol dolarla satilmaliydi.
Dunyadaki tum dolarlarin bankaya goturulup Euro ile degistirildigi bir durum hayal edin. Bu
Amerikanin sonu demekti. ABD yi bitirmek isteyen dolari bitirmeliydi, bunun yoluda petrole
hukmetmekten geciyordu.
Mevcut durumda diktatorlerle yonetilen ulkeler Saddam gibi sivri cikislar yapabiliyordu, onlari
yonetime getiren baskanlar olmus, zaman icinde gelisen carpik iliskiler her birinin kendi siyasetini
uretmesine firsat vermisti.
Ayrica Kotalarin kalkmasindan sonra zenginlesmeye baslayan Cin hizla buyuyerek bir tehdit haline
geliyordu. Eski dusmani Rusya ve Iran ile Cin in ayni frekansta bulusmasi gec olmadi.Bugunlerde Cin
in acikladigi ve ABD hava savunmasini delebilen fuzeler calismalarindan Abd nin ne zaman haberi
olmustur sizce….
Ote yandan Turkiye ABD ile muttefik calismalar yaparken, bir yandan da rakibi Avrupa birligine
girmek istiyordu, calismalar o yonde hizla ilerliyordu.AB bolgede etkin soz sahibi haline getirecegi
Turkiyeye ihtiyac duyuyordu. Fakat ic cekismeler nedeni ile bir turlu anlasamiyor, Turkiyeyi
alamiyordu.
Bildigin gibi tarhin en cok insan kaybi yasanan savasi olan 2 dunya savasinda hicbir musluman devlet
yoktur. Tamamen bir hristiyan savasidir.Olusan cekisme ve dusmanlik havasi hic hafiflememistir.
Turkiyeyi ingiltereye yakin goren Fransa bu yakinliktan cekinmis ve her seferinda takoz olmustur.
Turkiye ingiltere iliskilerini devlet ziyaretlerinde yapilan sicak karsilamalara bakarak anlayabilirsiniz.
Aslen ingilizler bize soguk sempati duymaktadirlar.
ABD isine gelmedigi halde Turkiyenin AB ye girmesini acikca onermis ve desteklemistir.Sebebi :
musluman topraklarda islami baglar koparildigindan Turkiyeyi o cografyaya hukmedebilecek bir unsur
olarak gormemesidir…
Tabi ingiliz siyaseti devreye girene kadar….!!!!
Davos cikisi,Mavi marmara showu,2012 de dedikodu gibi yayilan Ataturk un halifelik mirasi ….
Tek bir emirle Amerika ekonomisini bitirebilecek bir guc dostun bile elinde olamazdi…
Son yillarda Sudanin ayrilmasi ve petrol kuyularinin hristiyan guney sudanda birakilmasi, Libya, Misir
, Suriye hep bu planlar dogrultusunda yapilan calismalar di….
Iran abd ye karsilik Esat i desteklerken, Turkiye abd yanlisi olarak muhalifleri destekledi. Fakat
Davutoglu Abdulhamitcilik oynayarak el altindan el-kaide ve iran a destek verdi. Yonetimin gozu
zamaninda oldugu gibi INGILIZ OYUNU ile boyanmisti. Halifelik, iktidar.. dunya liderligi gibi
gazlarla sisirilen hukumet zamansiz ve sonu gozukmeyen dis politika oyunlarina giristi.
Herkese yuz verip, herkese yan cizme oyununu ancak Ak parti tabani yer…
Tabiki bu komik plani ellerine yuzlerine bulastirdilar. Ne tarafa donerlerse donsunler bir dusman var
artik. Hukumet mevcut durumda dost gorunmek icin herkesi herkese satmaya razi. Bu cendereden
cikmak zor. Isimlerin ustu cizildi bir kere.
61
Yuzlerce acigi olan siyasi bir partinin bu kadar oyunlari basarmasi istatistiksel olarak imkansizdir. Seni
istemeyen onlarca dusmanin, yillardir haril haril calisiyor.
Simdi soruyorum SIZCE DUGMEYE KIM BASMIS OLABILIR ?
Dar dairede yaptiginiz planlarinizla, buyuk devlet olma hayali ile Turkiyeyi icinden cikilmasi zor bir
duruma soktunuz.Batakliktan kurtulmak icin yaptiginiz her hareket bizi daha da dibe cekiyor.
Hatalarin en buyugu ise, kafanizi suyun ustunde tutmak icin Camia yi ayaklariniz altina almaya
calismanizdir. Bu vebal size yeter de artar bile…

Cemaat yaptı kolaycılığına düşmeyin!

Son iki aydır dünyanın her tarafından uzun yıllardır görmediğim arkadaşlarım, yüzünü bilmediğim
okuyucularım, tanıdık, tanımadık insanlar eposta atıyor veya telefon ediyor ve neden böyle oldu diye
soruyorlar. Ak Parti ile cemaatın kavga etmesi onlara göre beklenmeyen bir sürpriz. Bana göre normal.
Siyasi amacına ulaşmak için her yolu mubah gören, “Bushlaşan”, kendine oy vermeyecek herkesi
ötekileştiren çok hırslı bir liderimiz olduğunu söylüyorum. “Peki, cemaat ile derdi nedir?” sorusu
peşisıra geliyor. Bunun net bir cevabı var ama kimse dile getirmiyor. Nedir anlaşılamayan,
paylaşılamayan konu?

Bunca fitne ortalıkla dolaştığı için sanırım artık açık açık yazmamda sakınca yoktur. Cemaat, bence
Erdoğan’ın başkanlık sistemi kurmasını da, 6 ay sonra cumhurbaşkanı olmasını da istemiyor.
Cumhurbaşkanı olmak ve bu şerefli dünya rütbesi ile vefat etmek isteyen Erdoğan, ülkemizde
diktatörlüğün önünü açacak bir rejim kuruyor, kendisinden sonra kimin bu çarpık sisteme lider
olacağını pek umursamıyor. Cemaat ise, demokrasi, insan hakları ve özgürlüklerden taviz vermiyor,
Erdoğan’dan sonra “Hitlervari” biri lider olabilir diye endişe ediyor. Bu tedirginliğinde haksız
olmadığını Erdoğan son iki aydaki inanılmaz tavrı, üslubu ve konuşmalarıyla fazlasıyla gösterdi.
Neden cumhurbaşkanı olmaması gerektiğini ortaya koydu. Cemaatın dik duruşu ülkemizin geleceğini
kurtarabilir.

Bir okuyucum bugün şu yorumu gönderdi: “Maalesef şu an Ak Parti önceki yıllarda CHP’nin yaptığı
zulmün farklı bir versiyonunu uyguluyor. Kendi etrafındaki şakşakçıları ve kendilerini
zenginleştirdikçe zenginleştirdi. İlk başlarda bu kimseye batmıyordu. Ne yani sermaye hep tek eldemi
toplanacak birazda dindarlar kazansın diyorduk. Fakat şu anda öyle bir duruma gelindi ki açık açık
başbakan “bendenseniz kazanırsınız yok değilseniz sizinle hesabımız var” diyebiliyor. İhaleler hep
belli çevrelerin etrafında dönüp duruyor. Onlardan olmayan çarka giremiyor. Başbakan iktidar
olabilecek kadar oyu hedefleyip geri kalanları ötekileştiriyor. Yüzde 40 başbakanı seviyorsa yüzde 60
nefret ediyor. Ülke hiç bir zaman şimdiki kadar kutuplaşmamıştı. Peygamberimiz, dört raşid halife ve
sahabeler böyle değildi. Hz. Selman Hz. Ömer’e “Ya Ömer üzerindeki elbisenin hesabını vermeden
seni dinlemeyiz ve sana itaat etmeyiz” diyor. Yine bir gün Hz.Ömer(r.a.) karşısında Sahabe-i
Kiram’dan biri “Ya Ömer seni eğri kılıcımla doğrulturum” diyebilmişti. Bu felsefeyle iktidara gelen
birinin kendini bu kadar sorgulanamaz görmesi ve kendini ve etrafındakileri bu kadar zenginleşmesi
Hz. Ömer adaletiyle bağdaşmaz.”

Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olmasını istemeyen Ak parti içinde elit oligarşik bir kitle var ama seslerini
çıkarmaları mümkün değil. İsrail, Almanya ve ABD başta olmak üzere dünyanın etkili global güçleri
de Erdoğan’ı cumhurbaşkanı görmek istemeyince, bunu da cemaatten görme eğilimi başladı ve
Erdoğan’da cemaat korkusu paranoya haline geldi. Oysa reel politik hatalar yaptığı için onu
istemeyenleri kendisi çoğalttı. Bu denli paranoyak olmasının asıl nedeni etrafındaki danışman
ordusunun bilerek yanlış yönlendirmesinden kaynaklanıyor. Ortadoğu’da Türkiye’nin elinden Büyük
Ortadoğu Projesi liderliğini geri alan Amerikan derin devleti İran’ı, Şii Hilalini ve İran devlet başkanı
Muhammed Ruhani’yi önplana çıkartıyor ve pazarlıyorlar. Adeta bölgede Türkiye ve İran yer
değiştiriyor. Türkiye ve lideri içine kapanırken, İran ve lideri özgüveni yüksek bir edayla İran’ı
bölgesel lider yapmaya soyundu.
62
“Amerikan derin devleti ve İsrail neden Erdoğan’a oynamaktan vazgeçti?”, “ülkemizdeki bir sonraki
başbakan ve cumhurbaşkanı kim olacak?” sorularını bana en sık soran AK Parti’nin üst düzey
yetkilileri. Yanlış okumadınız, AK Parti’yi yönetenler, AK Partili milletvekilleri, il ve ilçe
başkanlarına laf anlatmaktan yoruldum. Neden bana sorduklarını inanın ben de çok merak ediyorum.
Gidin kendi başbakanınıza, sürekli, direk görüşme imkanınız olan Erdoğan’a sorun ve öğrenin neler
olup bittiğini diyorum. Nafile nefes tüketiyorum. Ay geçmiyor, hafta geçmiyor, aynı AKP’li eski
dostlarım yine kapımı aşındırıyor ve işin içinden çıkamadığı denklemi bana çözdürmeye çalışıyor.
Başbakan’ın şiddetli üslubundan dolayı en yakınında sandığım isimlerin bile Erdoğan’a en basit
soruları soramadığını, yanına bile yaklaşamadığını duyunca şaşırıyorum. Yalnızlaştırılan bir
başbakanla karşı karşıyayız, en yakın dostlarının bile kapsama alanı dışında kalmış liderin cemaatı
dinlemesi mümkün değil elbette! Zaten alıcıları kapattı, dinlemiyor.

13 yıldır Kanada’da yaşayan münzevi bu Sufi dervişe, Ankara’laşan AKP’li dostlarımın sorduğu siyasi
sorulara dervişce cevaplar vermeye çalıştım ama ısrarla net cevap istediler. “Senin kulağın deliktir,
Erdoğan’ın yerine derin Amerikalılar ve Yahudiler kimi hazırlıyor?” sorusunun yanıtını almadan
peşimi bırakmadılar. Ne mi cevap verdim? Doğrusunu söyledim, ben saf bir gazeteci, yazar ve
akademisyenim, muhataplarıma yalan söyleyen bir siyasetçi değilim. ABD Başbakanı Obama’nın
yönetiminde cemaatle hiç alakası olmayan bir Türk ninemiz çalışıyor. Oğlu Toronto’da master yaptığı
için arkadaşım olur, Kanadalı bir Yahudi ile evlendi ve İstanbul’a yerleşti. Cemaatle alakası yok, boş
yere komplo teorisi üretmeyin. Verdiği derin bir bilgiyi AKP’li dostlarla hep paylaştım, belki de hata
ettim. Ak parti ile cemaatın ayrıştırıldığı “7 Şubat krizi” olayından bir kaç ay önce başbakan bağırsak
kanserinden ameliyat olmuş ve 25 cm ince bağırsağı kesilmişti. Herkes başbakana bir suikast
yapıldığını biliyor ve üç yıldan fazla ömrü kalmadığını konuşuyordu. Peki, Obama yönetiminden
annesi vasıtasıyla haber alabilen derin arkadaşım suikastla ilgili ve Erdoğan’ın yerine düşünülen
adaylar konusunda neler demişti?

Suikastı uzaktan kumandalı bir mağnetik aletle, yakınında bulunan ve MOSSAD’a çalışan bir İsrail
uşağının yaptırdığını söyledi. Kanser yaptırarak sessiz öldürme CIA’nın da yöntemidir. Baba Esad’ı
da, Yaser Arafat’ı da böyle öldürmüşlerdi. “Bunu biliyoruz, geçelim bu konuyu, bize Erdoğan’dan
sonra kimi koyacaklar onu biliyorsan” söyle diye kafamın etini yedi AKP’liler. “Erdoğan kanser olsa
bile, cumhurbaşkanı olmayı, beş yıllık süresini tamamlamadan ölmeyi göze aldı, yani vazgeçmiyor”
dedim. “Bunu da biliyoruz, bilmediğimiz bir şey söyle” dedi muhataplarım. Ağzımdan baklayı
çıkardım ve galiba güce tapan bu AKP’lilere şu ifşaatımla büyük kötülük ettim: “MİT Müsteşarı
Hakan Fidan veya Başbakan’ın Başdanışmanı Yalçın Akdoğan bütün oyunların içinde olmalı ki,
Obama yönetimi bu müthiş ikiliye oynuyor. Obama ofisindeki Türk nineden gelen bilgi bu kadar, siz
artık bunun altını doldurursunuz.”

Üst düzey AKP’li dostum pişkin pişkin güldü ve şunları söyledi: “Hakan Fidan’ı İsrail’in sevmediğine
zaten AK Parti’de inanan bir tane saftorik bulamazsın, İrancı olduğu iddialarına ise kakır kakır
gülüyoruz. Caferi olduğu için İran ile en sıkı fıkı olan Beşir Atalay’ın TİKA başına getirerek
yükselttiği bir bürokrat olduğu doğru ama seçimi yaptıran asıl derin ellere bakmak gerekir. Fidan iddia
edildiği gibi Caferi filan değil, İsrail’e ve Amerikalılara düşman hiç değil. CIA başkanı seviyesinde
yetkilere kavuşan Fidan’a bu gücü veren derin Amerikalılar. Ancak Fidan’da hitabet kabiliyeti yok,
başbakan gibi geniş kitleleri arkasından sürükleyemez. Başbakan’ın en fazla dinlediği adamın Yalçın
Akdoğan olduğu doğru ama bu onu gelecek başbakanımız yapmaz. Akdoğan’dan lideri yöneten ikinci
adam olur, hepimiz kimin birinci adam olacağını bulmaya çalışıyoruz. Anlaşılan sende bilmiyorsun.”

Son iki yıldır AKP’li dostlarımızı, ayyuka çıkan yolsuzluk, rüşvet ve Mut’a nikahı, İran’ın bal tuzağı
ile tezgaha getirilen siyasetçi ve bürokratlar konusunda uyarmadan telefonu kapatmıyorum. Hepsi
rahatsız bu durumdan ve ustalık döneminin tam bir rant paylaşma ve yeme dönemi haline geldiğini
itiraf ediyorlar. AKP’li dostum sitem ediyor: “Büyük inşaat ihaleleri, imar skandalları, Hazine garantili
milyarlarca dolarlık dış krediler, Karun gibi yaşama hevesi bizi bitirecek, bunu hepimiz biliyoruz.
63
Avantasını vermeden babamın oğluna bile bu sistemde iş yaptıramıyorum. Sonumuz iyi değil, ne
zaman patlayacak bilemiyoruz. AK Parti bu girdabın altında kaldığında cemaat ne yapacak, merak
ediyoruz.”

Neden böyle oldu diyenler umarım anlamışlardır. 17 Aralık ve 25 Aralık operasyonları ile cerahat
patladı, ancak son iki aydır artık bu eski AKP’li dostlarım beni aramıyorlar ve akıl sormuyorlar. Dört
elle, son bir umutla, iktidarı ve büyük rantlarını, çıkarlarını korumak için yapıştıkları, kendilerininde
inanmadığı bir komplo teorisi ve mükemmel bir günah keçisi var: “Cemaat yaptı.”

“Tek Başına” Bir Ordu ve Ebû Dücâne Kılıcının hakkı!

Görülen bir rüya üzerine Ebû Dücâne ve Kılıcının hakkını hatırlatmak vacip oldu. Asrın müçtehidi
elinde eğitim asası var, tiyatroyu locadan seyrederken sahneye iner ve firavun önünde eğilmek
zorunda kalır. Ebû Dücâne kılıcının sahibi nice kelleler alır, Uhud savaşı biter ve kılıcı teslim
eder, okuyalım:
Resûlullah efendimizin fedâisidir.
Hicretten önce İslâm’a giren Ensâr’ın kahramanlarından meşhur sahâbî. Asıl adı Sammak olup,
Hazrec’in Saideoğulları kabilesine mensuptur. Hz. Peygamber hicretin birinci yılında Muhâcirler ile
Ensâr arasında ‘kardeşlik’ tesis ettiğinde, Ebû Dücâne de Muhâcirlerden Utbe b. Gazvan ile kardeşlik
oluşturmuştur. Ebû Dücâne, Ensâr’ın ve İslâm askerlerinin en cesur savaşçılarındandır. Üzerinde, bir
gömleği ve başında kırmızı sarığından başka bir şeyi yoktu. Fakirdi ama ölümden korkmayan takvalı
bir kuldu.
Uhud harbinde sevgili Peygamberimiz, son emirlerini verdiler. İslâm Ordusunun, nelere dikkat etmesi
gerektiğini, açık açık bildirdiler… Sonra, mübârek ellerinde tuttukları kılıcı göstererek buyurdular ki:
- Bu kılıcın hakkını yerine getirmek şartıyla, kim almak ister? Mücâhidlerin hepsi istiyordu.
Fakat Hazret-i Ebû Dücâne, yüksek sesle sordu:
- Yâ Resûlallah! Bu kılıcın hakkı nedir?
Kılıcın hakkı
- O’nun hakkı, eğilip bükülünceye kadar; düşmanın yüzüne vurmaktır, vurmaktır. Onun
hakkı, Müslüman öldürmemen, onunla kâfirlerin önünden kaçmamandır. Onunla Allahü teâlâ
sana zafer yahut şehîdlik nasîb edinceye kadar, Allah yolunda çarpışmandır.

Hz. Peygamber kılıcı Müslümanlara teklif ettiğinde ilk önce Hz. Ömer tâlip oldu; ancak Hz.
Peygamber ona vermedi. İkincisinde Zübeyr istedi, fakat ona da vermedi. Üçüncüsünde ise Ebu
Dücâne istedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber kılıcı ona verdi. O da bu kılıcın hakkını yerine getirdi.

Hazret-i Ebû Dücâne, Medîneli mücâhidlerin en bahadırlarından biriydi. Şunları söyledi:


- Kılıcı, o şartla alabilirim yâ Resûlallah.Peygamber efendimiz, tebessüm ettiler. Sonra, kılıcı
uzattılar. Üzerine, Arapça şu beyt oyulmuştu:
“Korkaklıkta zillet, utanç; ileri atılmakta, izzet, şeref vardır. İnsan, korkaklık etse bile;
kaderinden kaçamaz.
“Ebû Dücâne hazretleri o kadar sevindi ki, keyfinden, pehlivanlar gibi yürümeye başladı. Geniş ve
dik adımlar atıyordu. Başına, kırmızı bir tülbent sardı. Sanki fırtına gibi, düşmana esmek için
hazırlanıyordu. Onun bu haraketi Allah ve Rasûlullah’a canını vermeğe hazır bir fedai manası taşırdı.
Bir bahadırlık nişanı olan bu sarık dolayısıyla ona ”zü’l-Meşhere” unvanı verilmiştir.
Ebû Dücâne (r.a.), cesur bir sahabiydi. Allah ve Resûlü yolunda her an canını vermeye hazırdı. Bedir
Savaşı’nda olduğu gibi Uhud Savaşı’nda da bunun alameti olarak başına kırmızı bir sarık sardı. Bunu
gören Ensar, “Ebû Dücâne yine ölüm sarığını sardı!” dediler.Aslında Eshâb-ı kîrâm, ya’nî Peygamber
efendimizin sevgili arkadaşları; mütevâzi, alçak gönüllü, kibirsiz insanlardı. Halbuki şimdi Ebû
Dücâne hazretleri biraz gururlu görünüyordu. Kendi aralarında konuşuyorlardı:
- Böyle yürümek, Müslümana yakışır mı?
- Gurur ve kibir, bize göre değil ki.
64
Fakat Resûl-i Ekrem efendimiz, onları susturdular ve buyurdular:
- Bu bir yürüyüştür ki, harp meydanları dışında Allahü teâlânın gadabına sebeptir…
Savaşın kızıştığı ve Rasûlullah’ın öldürüldüğü söylentileri çıkarılarak müslüman ordusunun moralinin
bozulduğu sırada Rasûlullah’ın çevresini, Ebû Bekir, Ömer, Ali, Abdurrahman, Sa’d, Zübeyr, Talha,
Ebû Ubeyde ve Ebû Dücâne kuşatmışlardı. Ebû Dücâne, Rasûlullah (s.a.s.)’in üzerine kapanarak
düşman oklarına ve taşlarına karşı kendisini siper etmiş, yaralanmıştır. Müşriklerden Asım ve
Ma’bed’i öldüren odur (Vakidi, Meğazî, s.63).
Uhud Harbi’nin birinci safhasında Hz. Ebû Dücâne ve diğer sahabilenn gayretleri neticesinde ilk anda
büyük bir zafer kazanılmıştı. Bunun için mücahitler, müşriklerin bırakmış olduğu ganimetleri
toplamaya başladılar. Bu arada yerlerini bırakmamaları hususunda Peygamberimizin kesin talimatı
olmasına rağmen okçular da yerlerini terk ederek ganimet peşine düştüler. İşte, ne oldu ise o anda
oldu. Savaşın başından beri okçuları kollayan ve fırsat bekleyen müşrik atlıları, mücahitlere arkadan
saldırıya geçtiler. Bunun üzerine birçok mücahit şehit düştü, bir kısmı da paniğe kapılarak sağa sola
dağıldılar.Bu arada Peygamberimizin “ölüm haberi” şayiası yayıldı. Mücahitlerin moralleri iyice
bozuldu, pek çoğu harbi bırakıp tenha bir yere oturdu. Oysa müşrikler, Resûlullah’ı değil, ordunun
sancağını taşıyan Mus’ab bin Umeyr’i (r.a.) şehit etmişlerdi. Onu Peygamberimiz zannederek,
“Muhammed’i öldürdük!” diye bağırmaya başlamışlardı. Peygamberimiz ise o sırada düşmana ok ve
taş atıyor, yerinde sebat ederek hiçbir tarafa ayrılmıyordu. Bu arada 7’si Muhacirlerden, 7’si de
Ensar’dan olmak üzere 14 fedai, Resûlullah’ı kordon altına almış, müşrik saldırılarından koruyorlardı.
Bu gözüpek imanlı sineler, kendi canlarını feda etme pahasına Peygamberimizi yalnız bırakmamak
üzere söz birliği etmişlerdi. İşte, Ebû Dücâne de bunlardan birisiydi.
Resûlullah’ın duasına mazhar olan bu sahabilerden hiçbirisi şehit olmadı. Savaşın sonuna kadar vü-
cutlarını Peygamberimize siper ettiler.Ebû Dücâne ise, Resûlullah’ın üzerine eğiliyor, atılan oklardan
onu koruyordu. Oklar sırtına çarpıp hiç yaralamadan arka tarafına düşüyordu. Bu arada azılı
müşriklerden Abdullah bin Humeyd, Peygamberimizin sağ olduğunu ve sahabilerin onu koruduğunu
gördü. Vakit kaybetmeden atını o yöne sürdü. Ne pahasına olursa olsun, Resûlullah’ın canına kıyma
emelini besliyor, şöyle sesleniyordu:“Ben Züheyr’in oğluyum. Bana Muhammed’i gösterin. Vallahi
ya onu öldürürüm yahut ben ölürüm!” diye çığırtkanlık yapıyordu. Tepeden tırnağa zırha bürünmüştü.
Müslümanlardan hiç kimsenin karşısına çıkamayacağını tahmin ediyordu. Sinsi sinsi ilerliyordu.
Birden karşısında Ebû Dücâne’yi görünce afalladı. Ebû Dücâne, bu gözü dönmüşü görür görmez,
“Gel yanıma! Ben, Resûlullah’ın uğruna kendi vücudumu siper eden birisiyim.” dedi ve akabinde
kılıcını İbni Humeyd’in atının bacaklarına çaldı. At çökünce de, “Al, bu da ben Hareşe’nin
oğlundan!” diyerek bir vuruşta müşriği cansız yere serdi. Ebû Dücâne’nin kendisini korumak
hususundaki bu gayretini gören Peygamberimiz, ona şöyle duada bulundu:“Allah’ım, Hareşe’nin
oğlundan ben nasıl razı isem Sen de razı ol!”Ebû Dücâne, manevi mükâfatını âdeta peşin olarak
alıyordu…
Hazret-i Ebû Dücâne, şâhin gibi düşman üstüne atılıyordu. Elindeki kılıcın hakkını vermek için,
canını vermeye hazırdı. Önüne çıkan dinsizleri, müşrikleri kılıçladı, kılıçladı. Kimini öldürdü, kimini
yaraladı. Zâten yürüyüşünden, heybetinden korkan hâinler; çil yavrusu gibi dağılıyorlardı.Sevgili
peygamberimiz onun hakkında ”Ebû Dücâne’nin sesi bir bölük askerdir.” sitayişinde bulunmuştur.
O kurtulursa
Uhud Savaşında müşriklerin azılılarından Âsım bin Ebî Avf, kudurmuş bir canavar gibi
Müslümanlara saldırıyor, bir taraftan da:
- Ey Kureyş cemaatı! Akrabâlık haklarını gözetmeyen, kavminizi bölen kimse ile çarpışmaktan geri
durmayınız. Eğer O kurtulursa ben kurtulmayayım, diye bağırarak Kureyş kâfirlerini harbe teşvik
ediyordu.Ebû Dücâne hazretleri bu azılı kâfirin susturulması îcab ettiğini anlamış ve çarpışa çarpışa
ona yaklaşıp, bu İslâm düşmanını öldürerek gerekli cezâsını vermişti.Ebû Dücâne hazretleri bununla
meşgul iken, müşriklerden Ma’bed bin Vehb, Ebû Dücâne’ye müthiş bir kılıç darbesi indirmişti. Ebû
Dücâne hazretleri çok seri bir şekilde yere çökerek bu öldürücü darbeden kurtulmuş, hemen sonra
acele kalkıp hücum ederek, Ma’bed’i yaralamış, bir çukura düşürmüştü.Sonra da çukura atlayıp başını
kesip kâfirlere doğru fırlattı. Bu hâl, Kureyş kâfirlerinin zaten bozulmuş olan morallerini daha da
bozmaya sebep olmuştu.Uhud savaşının iyice kızıştığı sırada muhâcirinden Zübeyr bin Avvâm,
65
kılıcın kendisine verilmemesinden dolayı üzgün idi. Kendi kendine dedi ki:

“- Ben Resûlullahtan kılıcı istedim. Onu bana vermedi, Ebû Dücâne’ye verdi. Halbuki ben halası
Safiyye’nin oğluyum. Üstelik de Kureyşliyim. Halbuki önce ben istemiştim. Gidip bakayım, Ebû
Dücâne benden fazla ne yapacak?”

Ebû Dücâne’yi takibe başladı. Ebû Dücâne hazretleri beytler okuyor, müşriklerden kime rastlarsa,
onu vurup öldürüyordu. Müşriklerin en azılılarından, iri cüsseli Ebû Zûl-Kerş her tarafı zırhlarla
kaplı, sadece gözleri görünüyordu. Ebû Dücâne hazretleri ile karşı karşıya geldi. Kâfir bağırıyordu:
- Ben Ebû Zûl-Kerş’im!

Bu isim kendisine uzun boyuna rağmen büyük göbeğinden dolayı verilmişti.

İkiye biçti
Önce Ebû Dücâne hazretlerine hücum etti. Ebû Dücâne, onun darbesinden kalkanıyla korundu. Ebû
Zûl-Kerş’in kılıcı Ebû Dücâne hazretlerinin kalkanına gömüldü. Kılıcına asıldı fakat çıkaramadı. Sıra
Ebû Dücâne hazretlerine gelmişti. Bir kılınç darbesiyle omuzundan, tâ uyluklarına kadar ikiye biçti.
Canını Cehenneme yolladı.

Bu konuda Ka’b b. Mâlik şunları anlatmıştır: Ben Uhud’a katılan Müslümanlar arasında
bulunuyordum. O gün Kureyş müşriklerinin; ölen Müslümanların cesetlerini parçaladıklarını gördüm.
Ben müşrik saflarına yakın bir yerde bulunuyordum. O sırada onlardan, silahlarını kuşanmış bir kişi
çıkarak, “Kesimlik koyunların bir arada toplanışları gibi siz de bir araya toplanın!”diye bağırmaya
başladı. O anda gördüm ki Müslümanlardan bir kişi de silahlarını kuşanmış onu bekliyor. Ben de
gidip onun arkasında durdum. Sonra bu ikisini gözlerimle tartmaya başladım. Kureyşli müşrik, silah
bakımından daha zengin olup, kıyafeti de Müslümana göre çok daha düzgündü. Müslüman’ınsa
yüzünde bir örtü vardı ve kim olduğu belli olmuyordu. Oradan ayrılmayarak onları bekledim.
Sonunda çarpışmaya başladılar. Müslüman olan, müşriğe öyle bir vuruş vurdu ki adam boynundan
kasıklarına kadar boydan boya ikiye bölündü. Geriye dönen Müslüman yüzünü açarak bana, “Ey
Ka’b onu nasıl öldürdüğümü gördün mü? Ben Ebu Dücâne’yim!”dedi.

Bundan sonra Ebû Dücâne, önüne çıkan her kâfiri devirerek dağın eteğinde defleriyle müşrikleri
kışkırtan kadınların yanına geldi. Ebû Dücâne buyuruyor ki:
- Uzaktan bir kadın gördüm ki, müşriklere son derece kızıyor, bağırıyor ve harbe teşvik ediyordu.
Üzerine yürüdüm. Etrafından imdat istedi, bağırmaya başladı. Onun bir kadın olduğunu görünce
Resûlullahın kılıcının şerefini gözettim ve kılıcı kadına vurmadım.

Tir tir titreyen Kureyşli kadın bile, bu civânmertlik karşısında şaşırıp kaldı!

Bu kadın Ebû Süfyân’ın hanımı Hind idi. Daha sonra Mekke’nin fethinde Müslüman oldu.

Ebû Dücâne’nin her yere yetiştiğini, kılıcını kaldırdığı halde Ebû Süfyan’ın karısı Hind’i öldürmekten
vazgeçtiğini gören Zübeyr bin Avvâm hazretleri, kendi kendine buyurdu ki:
- Kılıcın kime verileceğini Allahın Resûlü benden daha iyi bilir. Vallahi ben onun çarpışmasından
daha üstün çarpışan, vuruşan bir kimse görmedim.

Sonra Ebû Dücâne’nin yanına vararak dedi ki:


- Yaptığın her şeyi gördüm. Kadına kılıcını kaldırıp sonra vurmaktan vazgeçtiğini de gördüm.

Ebû Dücâne cevap verdi:


- Resûlullahın kılıcına hürmet ettim ve onu kadın kanına bulaştırmadım.

66
Ebu Dücâne bir yandan da şu şiiri okuyordu: “Ben, dağın eteğinde bulunan hurmalıktaki dostunun,
kendisinden savaşta hiç bir zaman safların gerisinde kalmamak, Allah ve Resûlü’nün kılıcıyla
müşriklere devamlı vurmak üzere söz aldığı kimseyim”. Bu şekilde Ebu Dücâne önüne çıkanı
öldürüyordu. Müşriklerin arasında biri vardı ki savaş alanını dolaşır ve nerede bir yaralı Müslüman
görse hemen onu öldürürdü. Ben Allah’tan bu ikisini karşı karşıya getirmesini istiyordum. Çok
geçmeden bu arzum gerçekleşti ve Ebu Dücâne o kişiyle karşı karşıya geldi. İlk saldırıyı bu kişi yaptı
ve Ebu Dücâne’ye bir kılıç savurdu. Ebu Dücâne bunu kalkanıyla savuşturup hiç vakit kaybetmeden
bir vuruşta onu öldürdü. Daha sonra onu Hind binti Utbe’nin başucunda gördüm. Vurmak üzere
kılıcını onun başı üzerine kaldırdığı halde vurmaktan vazgeçerek geri döndü. Onun bu hareketini
gördüğümde kendi kendime, “Şüphesiz Allah ve Resûlü benden çok daha iyi bilir. Bu yüzden de kılıç
ona verilmiştir”dedim.

Daha sonra Ebû Dücâne hazretleri, Hazret-i Hamza ve Hazret-i Ali ve diğer Eshâb-ı kirâm ile beraber
yeniden düşman saflarına umumî taarruz için ileri atıldı. Birçok Sahâbî şehid düştü, fakat müşrikler
de kaçmaya başlamışlardı.

Peygamberimiz duâ etmiş idi


Uhud savaşında Müslümanlar bir ara dağılınca, Peygamber efendimizin yanında yedisi
muhâcirlerden, yedisi de ensârdan olmak üzere ondört sahâbi kalmıştı. Bu yedi ensârdan biri de Ebû
Dücâne idi.

Ebû Dücâne, aynı zamanda ölmek ve ayrılmamak üzere üçü muhacirlerden beşi ensârdan olan sekiz
sahâbiden biri olarak Resûlullaha biat etmişti. Bu sekiz sahâbiden hiçbiri Uhud’da şehid olmadı,
çünkü bunlara Peygamberimiz duâ etmiş idi.

Uhud savaşında, müşriklerin azılılarından Abdullah bin Hüneyd, Peygamberimizi görünce atını
mahmuzladı. Kendisi tepeden tırnağa silahlı ve zırhlar içerisinde olup, başında da miğfer vardı.
- Ben Züheyr’in oğluyum. Bana Muhammed’i gösteriniz. Ya ben O’nu öldürürüm yâhut onun
yanında ölürüm, diye haykırıyordu.

Ebû Dücâne hazretleri hemen onun karşısına çıkarak dedi ki:


- Gel yanıma! Ben vücudumla Resûlullahın vücudunu koruyan bir kişiyim.

Abdullah bin Hüneyd’in atının bacaklarına bir kılıç çaldı. Atın ayakları çökünce kılıcını kaldırıp:
- Al bunu da Hareşe’nin oğlundan, deyip bir vuruşta onu Cehenneme gönderdi.

Sen de râzı ol
Peygamber efendimiz bu olanları görüyordu ve buyurdu ki:
- Allahım, Ebû Dücâne’den ben nasıl râzı isem, Sen de râzı ol.

Ebû Dücâne hazretleri Uhud’da çok kahramanlık gösterdi. Resûlullah efendimiz Uhud gazâsından
dönünce, Ebû Dücâne hazretlerine vermiş olduğu kılıçlarını almıştı. Kılıcın üzerindeki müşrik
kanlarını silmek üzere mübârek kerîmeleri Hazret-i Fâtıma’ya uzattı. Bu esnâda, Hazret-i Ali de kendi
kılıcını uzatarak dedi ki:
- Şunu da al, bu gazâda çok iyi işime yaradı.

Bunun üzerine Peygamberimiz buyurdu ki:


- Sen muharebede sadâkat gösterdin, başarılı oldun; Sehl bin Hâris ve Ebû Dücâne de başarılı
olmuşlardır.

Böylece Ebû Dücâne ve Sehl hazretlerinin yapmış olduğu üstün hizmeti beyân buyurmuşlardır.

67
Hz. Peygamber, Uhud gazâsından sonra müslümanlara ihanet eden ve Resûlullaha verdikleri sözde
durmayan ve Resulullahı öldürmeye teşebbüs eden Beni Nâdir yahudilerinin üzerine yürüdü.

Yahudiler yenildiler. Yahudilere hiçbir mal götürmemek şartıyla eman verildi. Resûlullah Beni Nâdir
yahudilerinin terkettiği malların hepsine el koydu. Bu ganimet mallarının hepsini muhâcirlere
dağıtmak için istişâre etti. Böylece muhâcirler, ensârın evlerinde oturmakdan
kurtulacaklardı.Ensârdan Sad bin Ubâde ile Sad bin Muaz: Ya Resûlallah! Sen Benî Nâdirin mallarını
muhâcirlere dağıt. Onlar şimdiye kadar olduğu gibi yine evlerimizde oturmaya devâm etsinler
buyurdular. Resûlullah ensârdan Sehl bin Huneyf ile Ebû Dücâne hazretlerine fakir oldukları için bu
ganimetlerden onlara da pay verdi.

Cin mektubu
Ebû Dücâne hazretleri anlatır:
Bir gece yatıyordum. Değirmen sesi gibi ve ağaç yapraklarının sesi gibi ses duydum ve şimşek gibi
parıltı gördüm. Başımı kaldırdım. Odanın ortasında, siyah bir şey yükseldiğini farkettim. Elimle
yokladım. Kirpi derisi gibi idi. Yüzüme, kıvılcım gibi şeyler atmaya başladı. Hemen Resûlullaha
gidip, anlattım. Buyurdu ki:
- Yâ Ebâ Dücâne! Allahü teâlâ, evine hayır ve bereket versin!.

Kalem ve kâğıt istedi. Hazret-i Ali’ye bir mektup yazdırdı. Mektubu alıp eve götürdüm. Başımın
altına koyup, uyudum. Feryâd eden bir ses, beni uyandırdı. Diyordu ki:
- Yâ Ebâ Dücâne! Bu mektupla, beni yaktın. Senin sâhibin, bizden elbette çok yüksektir. Bu mektubu,
bizim karşımızdan kaldırmaktan başka, bizim için kurtuluş yoktur. Artık senin ve komşularının evine
gelemiyeceğiz. Bu mektubun bulunduğu yerlere gelemeyiz.

Sâhibimin izni olmadıkça


Ona dedim ki:
- Sâhibimden izin almadıkça bu mektubu kaldırmam.

Cin ağlamasından, feryâdından dolayı, o gece, bana çok uzun geldi.

Sabah namazını, mescidde kıldıktan sonra, cinnin sözlerini anlattım. Resûlullah “sallallahü aleyhi ve
sellem” buyurdu ki:
- O mektubu kaldır. Yoksa, mektubun acısını, kıyâmete kadar çekerler!

Bir kimse, bu mektubu, yanında taşısa veya evinde bulundursa, bu kimseye, eve ve etrafına cin
gelmez ve dadanmış olup zarar veren cin de gider.

Merak edenler için burada bahsi geçen Mektup yani Name-i Peygamber’i :

ŞEHİT OLUŞU

Ebû Dücâne hazretleri hicretin 13. yılında yalancı peygamber Müseylemet-ül Kezzâb ile yapılan

68
Yemâme savaşında şehîd olmuştur.

Nadiroğulları seferinden sonra ele geçirilen ganimetlerden Ebû Dücâne de payını almıştır (İbn Sa’d
Tabakat, II, 353). Siyer yazarları Rasûlullah’ın gazvelerinde onun seçkin bir yeri bulunduğundan söz
etmişlerdir. Bütün savaşlarda korkusuzca öne alıp çarpışmasıyla İslâm ordusuna büyük bir cesaret
örneği olmuş, askerleri savaşa teşvik ederek moral kazanmalarını sağlamıştır. İrtidat edenlere karşı
girişilen Yemame savaşında da yalancı peygamber Müseylime’nin mağlup edilmesinde onun bu
kahramanlığının büyük etkisi olmuş (Üsdü’l-Gâbe, II, 353), nihâyet Ebû Dücâne Ridde savaşlarında
şehid düşmüştür.

Cesaret ve kahramanlığı kadar üstün fazileti ile de tanınan Ebû Dücâne Hazretleri boş şeylerle meşgul
olmaz, hiç kimse hakkında kötü bir şey düşünmezdi. Bir gün hastalandı. Ağır hasta olmasına rağmen,
üstünde sanki hastalık eseri yoktu. Yüzü nurlu ve pırıl pırıldı. Ziyaretine gelenlerden birisi, “Yüzünün
böyle olmasının sebebi nedir?” diye sordu. Hz. Ebû Dücâne şu cevabı verdi:

“Güvenebileceğim ve beni kurtarabilecek iki amelim var: Birisi malayaniyle meşgul olmayışım,
diğeri de hiçbir Müslüman hakkında kalbimde en küçük bir kötülük bulundurmayışım ve
düşünmeyişimdir.”

TAKVALIYDI

Gönlü hakikat incileriyle bezenmiş yüce sahabe takvada en ileri derecedeydi. Bütün namazlarını
Peygamberin arkasında kılıyordu. Ebu Dücane seher vakti gelir gelmez evinden çıkıyor, Mescidi
Nebevinin yolunu tutuyor, sabah namazını devamlı olarak Kainatın Efendisiyle kılıyordu. Fakat
namazı kılar kılmaz dua ve tesbihleri beklemeden kalkıp gidiyordu. Bu husus Nebiyyi Muhteremin
dikkatini çekmiş olacak ki bir gür sordular:
- Ey Ebu Dücane! Neden acele çıkıp gidiyorsun?
Ebu Dücanenin gönül dudakları dile geldi ve:
- Ey Allah’ın Sevgili Rasulü, dedi. Sana feda olayım. Sebebi şudur: Komşumun bahçesindeki
hurmaların dalları bizim evin önüne kadar uzanıyor. Gecikecek olursam bizim çocuklar uyanacak ve
rüzgarın tesiriyle avlumuza dökülen olgun hurmaları bilmeyerek yiyecek, midelerine haram lokma
girmiş olacak. Buna meydan vermemek için dökülen hurmaları topluyor, komşumun evinin önüne
bırakıyorum.
Varlığın sebebi olan Peygamber gökleri aydınlatacak şekilde tebessüm buyurdular ve
memnuniyetlerini izhar ettiler.

Ebû Dücâne Rasûlullah’ın yakın ashâbından birisi olmasına rağmen kendisinden hiç hadis rivâyet
edilmemiştir. Bunun en önemli sebebi, onun Rasûlullah’tan hemen sonra şehid olmasıdır. Bu
sahâbînin (r.a.) Hz. Peygamber’e itâati ve imanının sağlamlığı onu en yüksek mertebelerden birine,
şehidliğe götürmüştür. Bu sebeple o İslâm’î hareketin büyük mücâhidleri arasında bir sembol
olmuştur. Tarihçiler onun şu mısrasını nakletmişlerdir:

‘Ben, sevgili peygamber ile ahde girmiş bir kimseyim,

Hurma korulukları yakınında tepenin eteğinde olduğumuz zaman.’

(İbn Hişâm, es-Sîre s.563: Taberî, s.1425-1426).

Ebû Dücâne hazretleri Peygamberimizin vefatından sonra ortaya çıkan irtidât, dinden dönme
fitnelerinin ortadan kaldırılmasında da çok büyük hizmet görmüştür. Dinden dönenlerin başında
bulunan Müseylemet-ül Kezzâb, peygamber, olduğunu ileri sürerek büyük fitne çıkarmıştı.

69
Hz. Halid bin Velid komutasındaki islâm ordusu bu fitnecinin üzerine sevk edilmişti. Harp esnasında
Hz. Ebû Dücâne düşmana çok şiddetli hücum ediyordu. Mürtedler, Hz. Halid bin Velidin çadırına
girip yağma yapmaya başlamışlardı. Bu sırada islâm askeri geri dönüp şiddetli bir hücum ile
Müseylemet-ül Kezzâbın ordusunu bozdu. Hz. Vahşi, Müseylemet-ül Kezzâbı katletti. Müseylemet-ül
Kezzâbın ordusunu teşkil eden Beni Hanife kabilesi yenilince etrafını duvarlarla çevirip tahkim
ettikleri büyük bir bahçeye sığınmışlar ve kapısını kapatmışlardı.

Bu bahçeye duvardan ilk atlayarak giren Ebû Dücâne idi. Aşağı atlarken ayağı kırıldı. Buna rağmen
gayretine zerre kadar eksiklik getirmeyerek, o muhkem bahçenin kapısını bekleyen müşrikleri dağıtıp,
islâm askerine bahçenin kapısını açtı. Tekrar düşmanın üzerine hücum etti ve şehâdet şerbetini
içinceye kadar savaştı ve burada hicretin onbirinci yılında şehid oldu.

Hazret-i Dücanenin şehid düştüğü Yemame savaşında, Müseylemet-ül Kezzâbın kırkbin kişilik
ordusundan yirmi bini katledilmiş, fakat müslümanlardan da iki binden ziyade şehid verilmişti.
Bunun üçyüzaltmışı muhâcirden, bir o kadarı da ensârdan ve kalanı da tabiînden idi. Şehid olanların
içerisinde yetmişten ziyade hafız vardı.

Hadisler

Bidâye, IV/15 (İmam Ahmed, Enes’ten); İbn Sa’d, III/101 (O da Enes’ten)


Heysemî VI/109 (Bezzar, Zübeyr bin Avvam’dan)
Hâkim, III/230 (Hâkim “Bu isnad sahih olmasına rağmen Buharî ve Müslim tarafından rivayet
edilmiştir”der)
Bidâye, IV/16 (İbn Hişam’dan)
Bidâye, IV/17 (Musa bin Ukbe’den)

Üstad, ‘Risaleleri sadeleştirin’ dedi

Uzun süredir devam eden bir fitneye son vermek için tekrar 3 delili yazıyorum, en sonda söylemem
gerekeni en başta ifade edeyim: Risaleyi Nur’un sadeleştirilmesi ve günümüz Türkçesine
uygunlaştırılması zaruri hale gelmişti ve Üstad Said Nursi’nin talimatıdır. Evvela saklanan bir gerçeği
itiraf edelim: Risaleler Üstad zamanında da bir kaç kere sadeleştirilmişti ve bizzat kendisi tashihini son
10 yılında yapmıştı. Risaleler, ne Kur’andır, nede Hadis kitabı. Kuran’ın mealen tercümesi, hadisin bil
mana mealen aktarımı oluyorda neden Risalelerin sadeleştirilmesi olmasın, Risaleler iki ana kaynaktan
üstün değil ki..

Bediüzzaman, Kastamonu lahikasında gençlerin Risalelerden mahrum kalmaması için bazı kelimeleri
kendisinin sadeleştirdiğini açıkca ifade eder. Sadece Tenvir Neşriyat’ın, Zehra Yayıncılığın ve Mutlu
Yayıncılığın neşrettiği Kastamonu Lahikası’nda yer alan bu ifadeler orijinal haliyle şöyledir:

“Fakat yirmi sene evvelki Türkçe ile şimdiki Türkçe farklı olduğundan, yeni Türkçe için bazı kelimat-ı
Arabiyede tasarruf edildi. Siz de öyle yapabilirsiniz. Risale-i Nur yirmi sene evvelki Türkçe ile
konuşur. O zamanı görmeyen gençlere teshilat (kolaylık) olması için bazı tabiratı değiştirirseniz iyi
olur.”

1925 yılına kadar üstadın yazdığı tam 48 eser var, Risaleyi Nurların içine bazılarına almış. Mesela
İşaratül İcaz, Mesnevi Nuriye, Sünuhat, Lemeat, Muhakamet, Kızıl İcaz ve Münazarat. Üstad eski Said
döneminde hatalar yaptıda tevbe etti, vazgeçti ve yeni said oldu diye bir efsane var. Yok böyle bir şey.
Eski eserleri ve 1925′den sonra yazdığı Risaleleri karşılaştırırsanız fikriyat ve düşünce olarak üstadın
çizgisini aynen koruduğunu görürsünüz. Üstad mert, cesur ve dürüst, öleceğini bilse takiyye asla
yapmıyor. Eski ve Yeni Said arasında hizmet taktiği ve strateji farkları var. Eski Said, hiç kimseden
korkmadan doğruları herkese söylüyor, siyaset sahnesinin en önünde, herkese İslam’ı çekinmeden her
70
yolla haykırıyor. Yeni Said ise siyaseti terk ediyor, en önde değil, her doğruyu her yerde söylemiyor.
Üstad çok fıtri ve gerçekçi. 1940′da dilin kısırlaştırıldığını ve neslin 1925 öncesi ve sonrası yazdığı
eserleri anlamadığını görünce hemen kısmi sadeleştirme yapıyor. Şaşırdınız değil mi?

Ahmet Nun’un aşağıdaki linkteki makalesini mutlaka okuyun

http://yeryuzumirascilari.com/yym/2012/risalelerin-sadelestirilmesi-uzerine/

Cumhuriyet döneminde iki nesil değişmiş ve yeni nesiller dili ve alfabeyi anlamaz hale gelmişti. Latin
alfabesine geçilmesi nasıl olmuştu? 1956′dan sonra Şanlıurfalı Seyyid Salih Özcan ilk defa matbaada
bastırdı. Üstadın son on yılı sürekli tashihle geçti. Tahiri Mutlu ağabey, köyündeki tüm arsalarını
satmış, parasıyla da üstadın haberi olmadan Risaleleri ilk defa Latin alfabesinde bastırmış, mavi
(kırmızı değil) kaplattırmış ve Isparta’da üstada sunmuştu. Herkes şaşkındı, üstadın Tahiri Mutlu’ya
çok kızmasını bekliyordu. Oysa üstad risaleleri Latin alfabesinde basılmış görünce gözyaşlarını
tutamamıştı. Tahiri Mutlu’yu tebrik etmek için onun makamının ne olduğunu meleklerin bile taktir
edemediğini, kimsenin de erişemeyeceğin dile getirmişti. İyi ki Risaleleri Üstad zamanında Tahiri
Mutlu ve Salih Özcan ağabeyler öncelik kullanarak Latin alfabesinde bastırdı. Yoksa bu mesele
bugüne kalsaydı, bazı talabeleri halen Osmanlıca harfleriyle yazar ve bu müthiş eseri dar bir daireye
hapsederdi! Üstad, gerçi üç talabesine Latin alfabesiyle Risaleleri okumayı yasaklamıştı: Bunlardan
biride Tahiri Mutlu idi.

Bir kere eserlerin sadeleştirilmesine gayret edenlerde ihlâs, samimiyet ve iyi niyet var. İkincisi sağlam
bilgi. Isparta’nın Nur talabelerinden Hasan Efendi’de üstadın Osmanlıca olarak el yazısıyla yazdırdığı
bir mektubu bizatihi gözleriyle gören Fethullah Gülen Hocaefendi’nin ilk talabelerinden Abdullah
Aymaz Hoca’nın gözleri faltaşı gibi açılır. 1939 tarihli Osmanlıca belgenin aslı ile Kastamonu
Lahikası’nda yer alan metin aynı değildir. Çıkartılan kısımda Üstad, harflerin ve Türkçenin son 20
yıldır değiştirilmesinden beri yetişen yeni neslin eserleri anlayamadığından dolayı, telif edilen dili
değiştirdiğini ve çağa uygunlaştırdığını ifade etmektedir.

Abdullah Aymaz Hoca, 1991 yılında bu metni orijinal nüshası ile Zaman gazetesinde yayınlayınca
kızılca kıyamet kopar. Gazeteye başta üstadın yaşayan talabeleri ve Nur cemaatlerinden olmak üzere
Zaman’ı ihanetle suçlayan onlarca mektup yağar. İşte aslı:

BU BELGE YETERLİ Mİ?

1 2 3

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvelâ: Seksen küsur sene bir ömr-ü manevîyi sizlere kazandıracak olan şuhur-u selâse-i
mübarekeyi ve bilhassa bu geceki Leyle-i Regaibi tebrik ediyoruz. Sizin beraatiniz ve manen
galebeniz zalimleri şaşırttı. Cepheyi burada değiştirdiler. Düşmanane taarruzdan vazgeçip,
dostane hulûl edip, has talebeleri Risale-i Nur’un hizmetinden geri bırakmak için memuriyet gibi
bir meşgale buluyorlar veya terfian işi çok diğer bir memuriyete veya diğer bir meşgaleyi
buluyorlar. Burada, o neviden çok vakıalar var. Bu taarruz, bir cihette daha zararlı görünüyor.

Saniyen: Burada, Lise mektebine tesirli bir nur girdi. O da Otuz İkinci Sözün Birinci Mevkıfı,
71
Otuzuncu Lem’anın İsm-i Adl ve Hakem Nükteleri, Tabiat Lem’ası hatimesine kadar, Ayetü’l-
Kübra’nın, “Evet, bu dünya memleketine ve misafirhanesine giren her bir misafir…” diye
başlayan Birinci Makamın başından ilham, vahiy mertebeleri hariç kalıp, tâ On Sekizinci Mertebe
olan kâinatınhudus hakikatı, tâ imkâna kadar, yeni hurufla, bir ihtar-ı manevî ile izin verdik.
Daktilo (el makinası) ile kendilerine yazdılar. Siz de bu dört parçayı birden cilt yapıp yeni hurufla
ehl-i inkâra on ikilik top güllesi gibi atabilirsiniz. Fakat yirmi sene evvelki Türkçe ile şimdiki
Türkçe farklı olduğundan yeni Türkçe için bazı kelimat-ı Arabiyede tasarruf edildi. Siz de öyle
yapabilirsiniz. Risale-i Nur yirmi sene evvelki Türkçe ile konuşur. O zamanı görmeyen gençlere
teshilât olmak için bazı tabiratı değiştirirseniz iyi olur.

Ben, bu sene çok zaif ve ihtiyar ve âciz bir halde bulunduğumdan, genç kardeşlerimden manevî
muavenetlerini bu mübarek şuhur-u selâsede rica ediyorum. Her birisine birer birer selâm ve
dâreynde selâmetlerine dua ediyoruz.

Bu havalideki talebeler namına da selâm ve dua ediyoruz.

Kardeşiniz Said Nursî


KAYNAK: http://www.nuralemi.com/sayfalar.php?id=34&sayfaNo=117&mode=nb

1- Allah’ın adıyla.
2- Hiçbir şey yoktur ki, Onu övgü ile tesbih ediyor olmasın. (İsra Suresi: 44)
3- Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun.
4- Baki olan yalnızca Allah’tır.

Aymaz Hoca, 1992’de ABD’ye gider ve 1995’de Zaman gazetesinin başına tekrar geri döner. 1995’de
ziyaretine gelen ABD’de eğitim gören farklı Risaleyi Nur cemaatlerinden bir talabe grubu haklarını
helal etmesini dilerler. Bu gençler, Aymaz Hoca’yı 1991’de sert bir dille kınayanlardan sadece bir
kaçıdır. Şu itirafta bulunurlar: 3 senedir ABD’de okuyoruz, orada bulunan Türklerin Risaleyi şu andaki
haliyle anlaması mümkün değil. Keşke uyduruk Türkçe ile bile olsa sadeleştirilse de imanlarının
kurtarılması için bu reçeteyi onlara sunabilsek. Aymaz abi şu acı gerçeği vurguladı: Bizim ABD’de
büyüyen kendi çocuklarımız bile eski dilde Risaleyi anlamıyor, hemen sıkılıyor ve kitabı kapatıyor.

72
Foto 2012′den ama: Abdullah Aymaz Hoca, sadeleştirme konusunda bu yılda Kanada’nın London
kentinde düzenlenen kış kampında net tavır ortaya koydu. Neden ve hata mı yapıldı sorularını iki defa
aynı biçimde cevapladı.

Aymaz Hoca, gelen sert tepkiler üzerine ara verdiği sadeleştirme sürecinin gereklerini ve temellerini
Risalelerde arayınca daha önce kimsenin fark etmediği bir gerçeği ortaya çıkarır. Şerhli yazma
konusunda görüş birliği oluşuncada Risaleleri açıklamalı yazmaya başlar. Aymaz Hoca, ilginç bir
tesbitte bulunur: Üstad, 19. Mektubu on günde yanında hiçbir kitap bulunmadığı halde yazmış ve 300
adet peygamberimizin mucizesini izah etmiştir. ‘Hadis bil Mana’ prensibini esas almıştır. Yani hadisin
kelime kelimesine lafzını tam aktaramasada, mezmumu, yani genel manasını başka kelimelerle
motomot ancak asıl, öz olan manaya sadık kalarak verdiği için hadisi aktarmasında bir sakınca yoktur.

Üstad, Bitlis’deki medrese hayatında 40 adet İslam’ın temel eserini harfiyen ezberlemiş, Van’da geçen
15 yıllık hayatında ise fen ilimlerine ait 50 temel eseri hıfzına almıştır. Bu ezberler ileri ki yaşlarda çok
işine yarayacaktır, zira sürgünde olduğu yıllarda, Kosturmaca’da ki esir hayatında ve 28 yıllık hapis
hayatında Kur’an dışında yanında kitap bulundurmasına izin verilmeyecektir. Üstad, hissi kablel vuku
ile başına gelecekleri görmüş ve temel ilim eserlerini ezberlemekle kalmamış, hepsini 90 günde bir
tekrar etmiştir. 1990’da Mucizeyi Ahmediye Risalesinde geçen hadislerin kaynak kitapları konusunda
araştırma yapan Gülen Hocaefendi’nin Hususi Talabe İlim Grubu, 35 temel hadis kitabındaki hadis
referanslarında hiçbir yanlışlık bulamamıştır. Sadece Hadis Bil Mana sırrınca ifade edilen kelimede
küçük farklılıkları mevcuttur. Hadis bil ittifak ile manaları tam veren üstattaki deha zeka
mükemmeldir.

Hadis Bil Mana oluyor, Kur’an’ın farklı dillere tercümesi oluyor da Risaleyi Nur’da Bil Mana veya Bil
Mana İttifak niye olmasın? Açın bakın elinizdeki Kur’an’ın meal tercümelerine, her tercümede farklı
Türkçe kelimelerle mananın verildiğini göreceksiniz. Kur’an’ın değişen dile göre sadeleştirilmesine
ses çıkarmayacak, hiç tepki vermeyeceksiniz, sonra da kalkıp Risaleyi Nur değiştirilemez diye tabu
koyacaksınız. Bu tabularla üstadın engin vizyonu örtüşmez.
73
Osmanlı’nın son dönemlerinde ve Cumhuriyet’in ilk çeyreğinde sanat sanat için mi yoksa sanat halk
için mi yapılır tartışması vardı. Bu kısır tartışmada kimse Allah rızası için sanat yapılır diyemedi.
Risaleyi Nurların dili pek güzel Osmanlıca sanat var diye sadeleştirilmesine karşı çıkmak bağnaz
aydınların sanat sanat içindir yaklaşımına benziyor. Sanat Allah rızası için yapılır, Risaleyi Nur,
Kur’an tefsiri olarak Allah rızası için okunur, sanatı takdir için okunmaz, müzelik sanat abidesi diye
saklanamaz. Yeni nesil eserleri anlamıyor ve okumuyorsa eserler müzelik olmaya doğru gidiyor
demektir. Mana bil ittifak ile risaleleri sadeleştirmek için üstadın talabelerinin komisyon oluşturmasını
beklerdim, oysa 50 yıldır artık vacip değil farz ihtiyaç olan bu açılıma karşı çıkmaları akıntıya kürek
çekmektir.

Abdullah Aymaz Hoca’nın yaptığı Sinek Risalesi dersinden ilham alınarak yazdığım bu şiirden sonra
sinek öldürmek bize haram oldu

Üstad’ın risaleleri “sünuhat-ı kalbiye” yani kalbe gelen manalar, doğuşlar ile yazdığı konusunda tüm
Risaleyi Nur Şakirdleri hemfikirdir. Eserlerin “Kur’anın malı” olduğu, verildiği konusunda da
herhangi bir ihtilaf yok. Said Nursi’nin talebelerinden Rahmetli Mustafa Türkmenoğlu, sadeleştirme
ile ilgili taleplerin gerçek manayı karşılayamayacağını Risale-i Nur’dan ve Said Nursi’nin sözlerinden
örnek vererek savunuyordu. İbrahim Kaygusuz’un yazdığı “Davaya Adanan Bir Ömür Mustafa
Türkmenoğlu” kitabında yer alan bilgiye göre Türkmenoğlu ağabeyin sözleri şöyleydi:

“Risale-i Nur’da yirmi beş bine yakın kelime var. Türkçe ile Risale-i Nur’ları tercüme edip yeniden
yazmaya çalışırsanız, dağarcığınızda iki bin tane kelime bulabilirsiniz. Bu iki bin kelime ile yirmi beş
bin kelime nasıl karşılanacak?

Karşıt görüşte olanlar Üstadın şu mektubuna esaslanıyorlar:

74
“Azîz, sıddîk kardeşlerim,
Hem bunu katiyen îlân ediyorum ki; Risâle-i Nur, Kur’ân’ın malıdır. Benim ne haddim var ki, sahip
olayım; tâ ki kusurlarım ona sirâyet etsin. Belki o Nurun kusurlu bir hâdimi ve o elmas mücevherât
dükkânının bir dellâlıyım. Benim karma karışık vaziyetim ona sirâyet edemez, ona dokunamaz. Zâten
Risâle-i Nur’un bize verdiği ders de; hakîkat-i ihlâs ve terk-i enâniyet ve dâimâ kendini kusurlu bilmek
ve hodfüruşluk etmemektir. Kendimizi değil, Risâle-i Nur’un şahs-ı mânevîsini ehl-i îmâna
gösteriyoruz. Bizler, kusurumuzu görene ve bize bildirene-fakat hakîkat olmak şartıyla-minnettar
oluyoruz, “Allah râzı olsun” deriz. Boynumuzda bir akrep bulunsa, ısırmadan atılsa, nasıl memnuz
oluruz; kusurumuzu-fakat garaz ve inat olmamak şartıyla ve bid’ alara ve dalâlete yardım etmemek
kaydı ile-kabul edip minnettar oluyoruz. ” (Tarihçe-i Hayat, 417)

Fethullah Gülen Hocaefendi, risalelerin sadeleştirilmesi meselesine evvelden beri soğuk bakmıyordu.
Hatta merhum Necip Fazıl bu işe talip olduğunda keşke üstadın talebeleri buna izin verseydi diye de
ifade etmişti. Çünkü Necip Fazıl’ın kendi revnakdar üslubuyla risalelerin sadeleştirilmesine ciddi katkı
sağlayabilirdi. Nurlar onlarca dile çevrildi. İngilizceye İspanyolcaya, Rusçaya kadar 50’ye yakın dile
çevrildi. Bir İngiliz dahi Risaleleri bir Türk’den daha iyi anlıyor. Onlar tahrifat olmuyor ama
Türkçesini günümüz Türkçesi ile ifade etmek mi tahrifat oluyordu? Nurlar kimsenin tekelinde değildi,
olmamalıydı. Üstadın talebelerinin elbette ciddi bir hatırı vardır, ancak bu konuda ihtiyaç ne ise ona
binaen davranılmalıydı. Orijinalini okumak isteyenler için zaten sorun yoktu. Risaleyi nurların hem
asılları hem de sadeleştirilmiş halleri olsa, isteyen onu isteyen öbürünü okusa bunun ne kötülüğü
olabilirdi? Nasıl olsa şu haliyle Risaleyi nurları Türkiye halkının yüzde 80′i anlamıyor, anlayamıyordu.
Müceddid-i Elf-i Sani Yani 2. bin yılın müceddidi olan İmam Rabbani KS hazretlerinin tüm eserleri
her ülkede kendi dilleriyle basılmış ve herkesin anlayacağı dilde yayınlanıyor.
Bunda ne kötülük var.

Gülen Hocaefendi, vaktiyle Necip Fazıl”ın Kırklareli”nde kendisine şöyle söylediğini belirtiyordu:
“Bediüzzaman, Sultanahmet”in mimarı gibi büyük bir adamdır. Bu büyük insanın büyük düşünceleri
var. Fakat köprünün altında, dubalarda yaşayan insanlar var. Bunlar Bediüzzaman”ı, bu büyük
mimarın sözlerini anlamazlar. Bana müsaade edilse de o dubalarda yaşayan insanların diline göre onu
sadeleştirsem.” Akabinde sadeleştirme yolundaki samimi gayretler, “Bu kitaplar böyle isteyene uluorta
verilmez. O kim oluyor sadeleştirecek?” mülahazasıyla akamete uğratılıyor. Gülen, şahsi gayretleriyle
bazı sadeleştirme denemelerinde bulunmakla beraber, kendi ifadesiyle “iki defa zılgıt” yiyor ve mesele
1965’de kapanıyordu.

Sadeleştirmeye “evet” diyorum. Ayrıca bu tahrifat değildir. Bunu yapacak olanlarında kimseden izin
alması gerekmemektedir. Gülen’in yeni açılımlarını destekliyorum. Ufuk yayınları tarafından
çıkartılan Lemalar’ın sadeleştirilmiş halini satın aldım, bu manifestoya tüm yüreğimle katılıyorum.
Ayrıca tarikatçı arkadaşlarında konuya alaycı- balıklama dalmalarına da karşıyım: Size ne? Sizi
ilgilendiren bir durum mu var? Bunu nur cemaatleri tartışır ve halleder.”Sadeleşmesini bizde istiyoruz
veya istemiyoruz” gibi bir şeylerde diyebilirler.
Onun dışında onların müdahaleleri yanık kokuyor. Bir farkla eğer Nur şakirdi olurlarsa, üstadın ifadesi
ile ; ” Esâsen Risâle-i Nur ise, ona şâkirt olmak şartıyla, herkesin kendi malı gibidir.” (Hizmet Rehberi,
271)

Tarikatçı olmak bu daireye girmeye engel değildir. Ayrıca üstadın tarikatçı kardeşlere şu övgüsünü de
ifade etmek istiyorum:

“Şimdiye kadar ben yalnız İmân hakikatini düşünüp “Tarikat zamanı değil, bid’alar mâni oluyor”
dedim. Fakat şimdi, sünnet-i Peygamberî dairesinde, bütün on iki büyük tarikatın hulâsası olan ve
tariklerin en büyük dairesi bulunan Risale-i Nur dairesi içine, her tarikat ehli kendi tarikatı dairesi gibi
görüp girmek lâzım ve elzem olduğunu bu zaman gösterdi. Hem ehl-i tarikatın en günahkârı dahi
çabuk dinsizliğe giremiyor; kalbi mağlûp olamıyor. Onun için onlar tam sarsılmaz, hakikî Nurcu
75
olabilirler. Yalnız mümkün olduğu kadar bid’atlara ve takvâyı kıran büyük günahlara girmemek
gerektir. Sünnet-i Peygamberî dairesinde, bütün on iki büyük tarikatın hulâsası olan ve tariklerin en
büyük dairesi bulunan Risale-i Nur dairesi içine, her tarikat ehli kendi tarikatı dairesi gibi görüp
girmek lâzım ve elzem olduğunu bu zaman gösterdi. ” diyor üstad. yani risaleyi nur dairesi on iki
büyük tarikatın hulâsası dır. ” (Emirdağ Lahikası, 217)

Sadeleştirme işi anlaşılır bir durum olması gerekirken, bazı Nur cemaatleri arasında krize dönüştü.
Ağabeyleri anlıyorum ama haklı bulmuyorum. Argümanlar şöyleydi:

“Tercüme etmek başka, sadeleştirme tamamen başka bir şeydir”. Misal olarak “Rububiyet” veya
“Ulûhiyet” kavramlarını nasıl tek kelime ile ifade edebileceksiniz, sadeleştirebileceksiniz? Risale-i
Nur’un üslubu “Has Üslup”dur. Has üslubun sadeleştirilmesi son derece yüzeysel ve yavan kalır.
Misal olarak Risale-i Nur’da kullanılan her bir cümle Risale-i Nur’un her tarafında aynı manayı ihtiva
etmiyor, cümle nerede kullanılmışsa o yere göre ayrı bir mana ihtiva ediyor. “Bu Kur’anda da
böyledir. Mesela, Musa Aleyhisselamın kıssası birçok yerde geçer. Bu kıssa her sureye göre ayrı mana
kazanır. Tefsir yapılırken muhtelif yerlerdeki manaya göre ayrı tefsir edilmesi gerekir. Yoksa büyük
bir yanlışlık ortaya çıkar.

Risale-i Nur’un sadeleştirilmesi ile ilgili daha önce kamuoyuna açıklama yapan Bediüzzaman Said
Nursi’nin talebeleri konuyla ilgili Fethullah Gülen’e de Mart 2012’de bir mektup gönderdi. Mektupta
sadeleştirilme çalışmalarının durdurulması istendi. Talebeler içinde Abdulkadir Badıllı bu mektuba
imzasını koymadı.

Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin vâris, nâşir ve talebesi olan altı kişinin imzasıyla yapılan
açıklama ve Fethullah Gülen’e hitaben yazılan mektup şöyleydi:
Risale-i Nur’ların ‘sadeleştirme’ adı altında tahrif edilerek neşredilmeye başlaması üzerine, Risale-i
Nur Külliyatı Müellifi Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin hizmetinde bulunmuş olan talebe ve
vârisleri olarak, bu mevzudaki görüşlerimizi kamuoyuna açıklamıştık.

Alenî olarak ve neşir yoluyla yürütülen bu faaliyete karşı bir taraftan Üstadımızın böyle bir tasarrufa
asla müsaadesinin bulunmadığını umumî olarak açıklarken, bir taraftan da, bu teşebbüsü yürüten
cemaatin Hocaefendi olarak tanıyıp hürmet ettiği muhterem M. Fethullah Gülen’e de ulaşmak ve
görüşlerimizi yazılı olarak kendisine bildirmek istedik. Bu maksatla bir mektup kaleme aldık ve bir
kardeşimizi elçi olarak tayin edip kendisiyle görüşmek ve mektubu takdim etmek üzere
vazifelendirdik. Fakat bize ulaştırılan cevap, ‘Mektubu İstanbul’daki filân kişiye bırakın’ şeklinde
oldu.
Bu durumda, biz de, bahis mevzuu mektubu, efkâr-ı umumiyeye tevdi ederek bu suretle kendilerine
ulaştırmayı kararlaştırmış bulunuyoruz. Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin talebe, hizmetkâr ve
vârisleri olarak M. Fethullah Gülen’e hitaben kaleme aldığımız mektup aynen şöyledir:

Muhterem Fethullah Hoca Efendi,

Evvelâ; selam ile sıhhat ve afiyetinizi Cenab-ı Hak’tan niyaz ederiz.

Saniyen; Ufuk Yayınları namı altında Bediüzzaman Hazretlerinin Lem’alar Risalesi kelimeleri
değiştirilerek güya sadeleştirme nâmı altında tahrib edilerek basılmıştır.
Bediüzzaman Hazretlerinin vâris, talebe ve naşirlerinden 6 kişinin imzası ile Lem’aların bu şekilde
asliyeti bozularak neşredilmesinin karşısındayız. Kat’iyyen tasvib etmiyoruz. Risale-i Nurları tahriftir
ve tahriptir diye beyanat verdiğimiz halde, bu beyanatımızı görüp okudukları halde, mezkûr yayınevi
bu ikazımıza hiçbir değer vermeden neşriyatlarına devam etmekte ve reklamlarını her tarafta ilan
etmektedirler. Onların bu tavrı Bediüzzaman Hazretlerinin vâris ve talebelerini ciddi bir surette
rahatsız etmiştir. Kendi kitapları olmadığı, vâris ve naşirlerinden izin alınmadığı, ve şer’an da caiz
76
olmadığı halde sırf kanunî boşluktan istifade ederek bu neşriyata madde ve nam için İslâmî hak ve
hukuku çiğneyerek pervasızca devam etmeleri hayret ve ibretle takip edilmektedir.

Muhterem Hoca Efendi, Lem’aları tahrip ederek basan bu Ufuk Yayınlarının sizin camiaya dahil
olduklarını duymaktayız. Sizin bu tahribattan haberdar olup olmadığınızı bilmiyoruz. Eğer haberdar
değilseniz lütfen size haber veriyoruz. Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin vâris, naşir ve talebeleri bu
neşriyattan ciddi surette rahatsızdırlar. Derhal bunları durdurmanızı ve o şekil neşriyata son
vermelerini rica ediyoruz. Bu hususta bizim bu mektubumuza da cevap vermenizi hemen rica
ediyoruz.

Mustafa Sungur, Abdullah Yeğin, Hüsnü Bayram, Ahmed Aytimur, Salih Özcan, M. Said Özdemir

Önemli bir hatırlatma daha yapalım: Üstadımız kendi sağlığında yazılmış olan risalelerin bir kısmının
o zaman basılmasını istememişti. Fakat aynı risalelerin daha sonra meşveretle basılabileceğini
söylüyordu. Üstad, talabelerine Tarihçe-i Hayat”ı ve bazı lahikaları gönderdiği zaman, onlara bazı
işaretler koyardı, “Şurdan şuraya basılmasın” diye. Ama zamanı gelir basılırdı. “Vehhabi” bahsi,
“Münafıklar” bahsi ve benzeri gibi birkaç tanesi var. Gayet tabii ki vakti geldiğinde basılması
normaldir. Üstad kendi zamanında bazı yerler ve zeyillerinin yazılmamasını istedi. Mesela bunlardan
birisi “Sinek Bahsi”dir. Hakikaten de doğruydu. “Basılmasın!” dedi. Hikmeti vardı. Ama, “Hiç
basılmasın” demedi. Vakti zamanı geldiğinde basıldı. Aklımız da doğruluyor ki, çok faydalı bir şey
oldu.

Özetle Risaleyi Nur, Kur’an gibi harfi değiştirilemeyecek kutsal bir kitap değil. Risaleye sevgi ve
hassasiyetlerinden dolayı aşırı koruma hissiyle sadeleştirilmesine karşı olmak, orijinallerin kasten
bozulduğunu iddia etmek sakıncalıdır. Neticede Abdullah Aymaz Hoca’nın dediği gibi, ‘asıl Risale
şakirdi eserleri Osmanlıca’sından üstadın dili ile okur ve anlamaya çalışır, sadeleştirilen Risaleler
kendisini Nur şakirdi sayanlar için değildir.’ Eğer Nur şakirdi iseniz ama Risaleleri uzun yıllardır
okumuyor, anlayamadığınızdan dolayı evinizin kütüphanesinde süs olarak tutuyorsanız, sakın ola ki
eleştiri yapmayın, münafık olma riski taşırsınız. Risaleler, kıyamete kadar taklidi imanı tahkiki imana
çevirme işlevi görecektir. Risaleyi Nur kıskançtır, perdesini samimi, ihlaslı okuyanlara indirir, ha eski
dilde ha yeni Türkçe ile… Okumuyorsanız, neyi tartışıyorsunuz? Üstad bile kendi devrinde Risaleyi
bir defa sadeleştirmiş 1950′lerin Türkçesine uygunlaştırmıştı, 60 yıldır değişen Türkçemize yakışır bir
sadeleştirme bugün aklın, mantığın, kalbin gereğidir.

Cemaat’e Paralel Cemaat kuruluyor!

Yaklaşık iki sene önce şimdilerde “AKP borazancılığı”nı yapan eski dost bir gazeteci arkadaşımla
yemek yiyor ve tartışıyoruz. Anlaşamıyoruz. Benim tesbitim oldukca net: “AK Parti kendi dini
cemaatını kuruyor ve 160 ülkede hizmet veren koskoca camianın cemaatını devletin parasıyla devlete
paralel kurduğu kimliksiz cemaatin siyasi emrine utanmadan, sıkılmadan boyun eğmeye çağırıyor.
Devlet güdümünde sivil toplum örgütü veya dini cemaat olmaz. Yurt dışında bu işin kokusu zaten
çıkar, kimse AKP destekli bir Türk diasporasını takmaz. Türk lobiciliğini bağımsız ve özgür yapan
Gülen cemaatı yutmaz bunu. Yolsuzlukla hırsızlıkla, rüşvetle, komisyonla, zorla bağışla kurulan dini
cemaatın bir defa ihlası olmaz.”

Gazeteci arkadaşım bugün AK Parti’nin kendi içinde tasfiye ettiği bir kaç bürokrat ve siyasetçi ismi
verdi ve “bu mübarek arkadaşlarla hizmet neden ortak çalışmasın, sorun nedir?” diye sordu. Güldüm,
“o saydıklarının koltuğu sallanıyor, yakında kendilerini dışarı atacaklar, yeni kurulan AKP temiz
adamları af etmez, barındırmaz” dedim. Arkadaşıma, AK Parti’nin kirlendiğini ve ne kadar sağlam
adam varsa ıskartaya çıkartacağını dilim döndüğü kadar anlatmaya çalıştım. Nafile çaba. İnanmadı
bana. Bugün yaşananları gördükçe artık inanmıştır herhalde diye hüsnü zan ettim. Haberlerine,

77
Facebook ve twitter’da yazdıklarına baktım, şok oldum. Ne inanması, kalemini kiralamış veya satılmış
gibi…

Cemaat’ın içine sızarak cemaatın başarılı çalışma sistemini kopyalayan ve aynısını para ile devletin
sınırsız gücüyle yapabileceğini sanan AKP nerede hata yapıyor? Kopya berbat. Gazeteci dostuma izah
edemedim, belki çılgınlar gibi bugün devlet gücüne tapanlara küçük bir kaç hatırlatma yapabilirim.

TÜRGEV, Ensar, İnsan ve Yunus Emre vakıflarında aklanan kara paraları, devlet ihalelerinde alınan
komisyon adında alınan rüşvetlerin nasıl aktarıldığını veya zoraki bağış yapmadan bir çöpe bile sahip
olamayacağınızı içeriden bir AKP’li dostum anlatmıştı. Gözlerim faltaşı gibi açıldı, çünkü İslami hayır
ve hizmetlerde kullanıldığı için bunların caiz ve helal olduğunu savunuyordu. İki sene sonra aynı
arkadaşın AKP’ye sövdüğünü duyunca merak ettim, ne olmuştu da yollar ayrılmıştı. Ağlamaklıydı,
“benim üzerimden çok para akladılar, beni kirlettiler, sonra da bir paçavra gibi sokağa attılar” derken
gözümün içine bakamıyordu. Meğerse herkes bu işten nasiplenip zenginleşirken, bunun yanlış
olduğunu söyleyen hakperest dostumu “fitneci” diye kapı önüne koymuşlar. “Parayı, makamı
bölüşemedi bizimkiler” dedi. “At, avrat, silah ortak olmaz” dedim, Cemil Meriç’in sözünü hatırlattım:
“Çıkar olan yerde vicdan susar.”

17 Aralık krizi sonrası, gözaltına alınan 3 bakan çocuğu ve Başbakan Erdoğan’ın oğlu Bilal Erdoğan
hakkındaki iddialarla birlikte TÜRGEV gündeme geldi.TÜRGEV’e Türkiye’nin birçok yerinde
usulsüz olarak arazi tahsis edildiğini, arazilerin Başbakan’ın çocuklarına peşkeş çekildiğini yazınca,
Başbakan Erdoğan buna daha önce şöyle tepki göstermişti TÜRGEV için, “Gençliğe Hizmet Vakfı
adıyla kurulmuş bir vakıf. Benim çocuklarım da var. Fatih Belediyesi bir yer kiralıyor. ÇYDD’ye
devlet, belediyeler bir sürü yer verdi. Orada aklınız neredeydi. İstek Vakfı’na verilirken neredeydi.
Türk Eğitim Vakfı’na verilirken neredeydi. Yasalarda buna engel bir şey yok. Verilebilir”

Şanlıurfa’da iki dönemdir Büyükşehir Belediye Başkanlığı’nı yürüten ve 30 Mart tarihinde yapılacak
yerel seçimlerde aday olmayacağını ilan eden Ahmet Eşref Fakıbaba, Başbakan Erdoğan’ın
çocuklarının yönetiminde olduğu TÜRGEV Vakfı’na belediyenin arazisini yurt yapılması için tahsis
etti.4 Kasım 2013 tarihinde toplanan Belediye Meclisi’nin birinci birleşiminde, mülkiyeti belediyeye
ait olan Dağeteği mevkiindeki değeri yaklaşık 3 milyon TL olan 7 bin 921 metrekarelik araziyi yurt
yapımı için verilmesinin neresi anormal mi? Meclis’te muhalefet partisi üyelerin itirazlarına rağmen,
arazinin TÜRGEV’e tahsis edilmesi karar altına alındı. Devlet baskısıyla veya sevgisiyle (!) bağış
normal midir?

5000 polis, 96 hakim, yüzlerce savcının sürgün yemesine sebep olan nedir? Soruşturmada, TÜRGEV’e
toplam kaynak belirtilmeden 3 milyon TL aktarıldığını savcılar tesbit edince kıyamet koptu. Listede
TÜRGEV’e parayı teslim eden kuryenin ismine bile yer veriliyor. Kurye paraları Temmuz 2013’te iki
seferde vakfa teslim ediyor. Bilal Erdoğan’ın yönetim kurulu üyesi olduğu vakfın genel kurul üyeleri
arasında soruşturma kapsamında gözaltına alınan AKP’li Fatih Belediye Başkanı Mustafa Demir yer
alıyordu. Fatih Belediyesi’nin sit alanındaki arazilerin bakanlığın gücünü kullanarak illegal olarak imar
ve inşaata açılması iddiası bile AKP’nin elde ettiği milyarlarca dolarlık haksız kazanç kapısını
gösteriyordu. TÜRGEV’in Fatih ilçesinde sit alanında yükselen öğrenci yurdunu tamamen belediye
bütçesiyle yapması iddiasında kuşkular ortaya çıktı. Bir defa belediyenin Kasım 2013’de hiçbir ücret
talep etmeden vakfa yurdu “25 yıllığına ücretsiz” tahsis etmesi, normal mi? Yurdun belediyeye olan
maliyeti güya yaklaşık 5 milyon TL ama bunu bağışlayanın İran altını vurgunu sanığı Reza Zarraf
olması, normal mi?

1996 yılında kurulan İstanbul Eğitim ve Gençliğe Hizmet Vakfı, 2012′de adını Türkiye Gençlik ve
Eğitime Hizmet Vakfı olarak değiştirdi. Erdoğan’ın İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı
döneminde kurulan İSEGEV mahkeme kararıyla 2012 yılında isim değişikliğine gitti ve TÜRGEV
adını aldı. Ve bu vakfın AKP’li belediyelerin desteğiyle açtığı yurt sayısı 12’ye aştı. Bakanlar Kurulu
78
kararıyla vergi muafiyeti kazanan TÜRGEV’in Ümraniye’deki yurdu Şule Yüksel Şenler Kız Öğrenci
Yurdu’nun açılışını Başbakan Erdoğan’ın eşi Emine Erdoğan yaptı. Yurdun adını ise Şule Yüksel
Şenler olarak Başbakan önerdi. Yurdun açılışına aynı zamanda TÜRGEV üyesi, Erdoğan’ın kızı Esra
Albayrak da katıldı. Tıpkı Fatih’teki gibi AKP’li Ümraniye Belediye Başkanı Hasan Can da bu vakfın
üyesiydi.

Başbakan Erdoğan’ın oğlu, kızı, damadının ağabeyi, oğlunun kayınvalidesi, eniştesi ve kızının eltisinin
de üyeleri arasında bulunduğu bir vakıf, İstanbul’da İbn-i Haldun adıyla üniversite kuruyor.
Üniversite, Türkiye Gençlik ve Eğitime Hizmet Vakfı (TÜRGEV) tarafından kurulacak. Vakıfta, AKP
milletvekilleri ve Belediye başkanları da bulunuyor. Üniversite iş adamlarından alınan zoraki
bağışlarla kuruluyor iddiası gözleri TÜRGEV ve vakfın kurucularından Fatih Belediye başkanlığına
hiç utanmadan yine aday olan Mustafa Demir üzerine çevirdi. Üniversiteyi kuracak olan ve halen 12
ayrı kız yurdu işleten TÜRGEV’in yönetim kurulunda, Başkan yardımcısı olarak Bilal Erdoğan yer
alıyor. Kursunlar, helal olsun ama sorun şurada bu vakfa devletin gücü ile zoraki bağışlar yaptırılması
doğru mu, caiz mi, helal mi, haksız rekabet değil mi? Hadi buda tamam, cemaatın neden önü kesiliyor?

AKP’nin iktidarı ilelebet elinde tutacağına dair bir kesin görüşü yok, ancak İslami bir cemaat
yapılanması oluşturarak devlete paralel cemaat kurma gayretinde kendini paralıyor. Çıkarcı olan,
özveri, adanmış ruh, vefa, tevazu ve fedakarlık kelimelerinin ne anlama geldiğini bilmeyen, ortak
manevi bir şuur ve cemaat bilinci, hele kimliği hiç geliştirememiş bu kitle devlet gücüyle ve zoruyla
cemaat kurabilir mi?

Sorun, bu dini gruba önderlik edecek İslam alimi kıtlığı, daha doğrusu fetva veren kişilerin arkasında
bir cemaatlerinin olmaması zafiyeti. Fetva alınan hocalar, ne Hayrettin Karaman nede Mustafa
İslamoğlu’nun kitleleri sürükleyecek bir etkisi dindar kesimler üzerinde yok. İkiside elli yıldır
konuşuyor, yazıyor, vaaz ediyor, lakin etrafında arkasından gidecek yüz kişi bile toplayamadılar. Buna
ben “Necip Fazıl veya Osman Yüksel Sendromu” diyorum. İki mübarekte güzel konuşurdu ama
arkalarından kimse gitmedi. Fethullah Gülen Hocaefendi’yi kıskanıyorlar, cemaatını ele geçirmeyi
Kemalettin Özdemir ile denediler, fiyasko ile sonuçlandı. “Derin damar cemaat” ve yurt dışında
hizmet eden alperenler ayrımı çıkartıp cemaatı ikiye bölmeyi denediler, tutmadı. Cemaate paralel
cemaati içinde kuramadılar, bazı biz dışında devlet gücüyle çakma kuralım diyorlar, sürdürülebilir
olmadığı belli.

Bilal Erdoğan’ı Cerrahi tarikatının yeni şeyhi yapıp devlete paralel cemaate dini lider yaparlarsa
yakışır doğrusu! Babası Halife cumhurbaşkanı olana elbette aşağı bir makamı layık göremeyiz! Tevbe
tevbe.
Bir kere ortada AK parti-Camia savaşı yok. Derin devlet, AKP’ye devletin tüm imkanlarını ayaklarına
sererek paralel cemaat kurdurmaya çalışıyor, bu arada cemaatın içinde cemaat kurma girişimi ise
başarısızlıkla sonuçlandı. Baktılar olmuyor, tüm cemaat toptan Haşhaşin ilan edildi, çuvalladılar.

Camianın yayınlarına bakınız, bir tanesi bile Hükümeti yıkmaya yönelik değil, iftira yok, yalan yok.
Tamamen kendini savunma var, iftira ve yalanı deşifre var. Ortada savaş yok, AK Partinin arkasındaki
fitneci oligarşik çetenin Camia’ya saldırısı söz konusu. Camia, nefsi müdafa yapmak zorunda kaldı,
çünkü AKP arkasına saklanan tüm global ve yerli şeytanları görebiliyor, AKP içindeki müslüman
kardeşleri adına da üzülüyor. İşin tuhaf tarafı, global fitne komitesine hizmet eden fesat oligarşi,
cemaati uluslararası komplonun parçası olarak göstererek maske takıyor, takiye yapıyor.

Medyayı ele geçiren, MİT’i emrinde çalıştırdığını zanneden AKP aklını peynir ekmekle yemiş gibi
davranıyor. Halk, “Haşhaşin” iftirasına kadar Başbakan Erdoğan, yanlışından döner diye umutla
bekliyor ve söylediklerimize inanmıyordu. Hangi siyasetçi Hak dostuna ve alperenlerine dünyanın en
büyük şeytanlarının bile atamadığı iftirayı atarak siyasi mevta olmadan ayakta kalabilir? Birlik olarak,
destek olarak büyümek varken, ayrıştırarak yok ederek büyündüğü nerde görülmüş! Umarım
79
Başbakan, çok geç olmadan bu yanlışlarından, iktidarın verdigi güç sarhoşluğundan döner ve biraz
eleştriye açık olur. Aksi halde, 1. Dünya savaşı sonuçları gibi büyük hayallerle çıktığımız bu
yolculuktan büyük bir hüsran ile döneceğiz.

1908 ile 1918 arasında Osmanlı’da paralel cemaat kurmaya çalışan paralel devlet gibi çalışan 30 bin
gönüllü ve devlet adamını bünyesine toplayan Teşkilatı Mahsusa vardı, güya amacı Osmanlı’yı
dağılmaktan kurtarmaktı. “İslamcılık ve Turancılık” ülküsü vardı. İnsanlar neden geçmiş hatalarından
ve tarihten ders çıkarmıyor diye sık sık sorguluyorum. Bir zamanlar Turan hayali ile bizi 1. dünya
savaşına sokanlar vatan sever insanlardı kendilerince. Ama onları o cendereye itenlerin planları
başkaydı. Yıllar sonra II. Abdülhamid tahtdan inince birkaç ittihatçı ziyaretine gitmişti. II. Abdülhamit
Han haritayı açtı önlerine, işaretleyin İngiliz sömürgelerini dedi, işaretlediler. Yazın asker sayılarını
dedi yazdılar. Bu adamlar iyi eğitim almış bilgili insanlar demek ki. Peki dedi Han, işaretleyin Alman
sömürgelerini ve asker sayılarını. Sıfır. Hiç İngilizlere karşı Almanların yanında savaşa girilir mi diye
sordu, şu kadarcık basit hesabı da yapamadınız mı?

Eskiden Turan hayali idi, şimdi “Yeni Osmanlıcılık” hayali oldu. Hemde İslam üzerinden.. Halife ne
demek, görevleri nelerdir. İslam coğrafyasını yönetmek, kollamak, düzenlemek ve gelişmesi yönünde
önünü açmak değil midir? İslamın dünya üzerinde gelişmesini hedefleyen bir kurumun yada bu
kurumu canlandırmaya çalışanların, dünya üzerinde en kapsamlı İslami çalışmayı yapmaya gayret
eden Camia’yı bitirmeye çalışması akıllara zarar bir tezat değil mi ?

Devlet büyüklerinin kafası çalışmıyor mu? demeyiniz! “Hikmeti Hükümet cahilliği” yüzünden koca
Osmanlı yıkıldı. Yukarıda yakın tarihten verdiğim örnekte cevabı yazıyor. “Yeni Osmanlıcılık”
üzerinden kurulacak bölgesel güç halindeki büyük Türkiye ile İslam Devletinin yeniden devler
arenasına döndürülmeye çalışılması amacı ile cemaatlere ve dolayısı ile İslama darbe yapılması ne
demektir? Devletin bekası için kardeş katli gibi fetvalar bu gidişatı açıklamıyor mu? Mümin olduğunu
iddia eden hükümet üyelerine silah dayasan yaptıramayacağın bu katliamı, İslam adına İslam’a karşı
yaptırıyorlar! Pes doğrusu!

Yanlış hesap Allah’tan döner

Darbe şartlarını olgunlaştıran fitne güruhu gittikçe büyüdükce toplumda endişeler artıyor. 12 Eylül
öncesi yaşanan akıl tutulması, kutuplaşma, birbirini dinlememe ve en kötüsü “en vatansever benim”
dayatması sırıtıyor. Star yazarı Fehmi Koru, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın “cemaat
düşmanlığını” önümüzdeki üç seçimde oy oranını artırmak için “seçim jargonu” olarak seçtiğini ileri
sürdü.

Ankara Belediye Başkanlığı’na yeniden aday yapılana kadar konuşmayan Melih Gökçek, seçimden
onbeş gün önce Ak Parti ve karşıt taraflara suikastlar yapılacak iddiası ile ortaya çıktı. Kurt kuzuyu
yemek için puslu havayı sever, Gökçek ve Erdoğan’ın yanlış av peşinde olduğu açık. Allah dostları ve
takipçileri siyasi parti değildir, hiç bir zamanda olmayacaktır. Seçim ortamında atılan iftira, söylenen
yalan ve sergilenen onursuzluklar vicdanları yaralıyor ve ruhlarda travmalara yol açıyor. Rahmetli
şehidimiz Muhsin Başkan’ın dediği gibi üç günlük dünya için ve geçici dünya saltanatı için bunca
fırıldak çevirmeye değer mi?

Erdoğan, neden muhalifleri, rakipleri CHP ve MHP üzerine oynamıyorda, cemaat başında boza
pişiriyor? Cemaat’ın oyu yüzde 1 ise, korkusu nedendir? Yoksa cemaatın özgül ağırlığı oyunun yüzde
30 olduğu konusunda elinde ciddi bir anket çalışması mı var? Yüzde 30’lara varan kararsız oyları
kendi safına çekmek isteyen Ak Parti, mevcut muhalefet partilere vurmaktan daha fazla getiri
sağlayacak kitle olarak cemaati gördü ve onun üzerine oynuyor. Mertliğe yakışmayan bu çok tehlikeli
tavrın ana nedeni cemaatın Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığına onay vermemesi ve cumhurbaşkanı
Abdullah Gül’ün ikinci defa cumhurbaşkanı olması için tavrını net ortaya koymasından kaynaklanıyor.
80
Gül’ün 30 Mart’tan sonra kuracağı partiyi erkene alan Kayserili hemşerileri ve 11 eski ülkücü bugün
kurmak için biraraya geliyor. Erdoğan’ın erken genel seçim kararı alacağı tiyosu kulaklarına kar suyu
kaçırmış olmalı! Sonuçta Gül, Cumhurbaşkanı da, Başbakan da olsa, her halükarda “oligarşik
danışman kadrosu” kaybedecektir. Buna formül arıyorlar.

Başbakanı yanıltan fesat oligarşinin koçbaşı olduğu ortaya çıkan İçişleri Bakanı Efgan Ala, 6 Ekim
2013’de Konya’da Rixon Hotel’de üç MİT görevlisi ile neler görüştü? Ala’nın bir robot olduğunu
anlamak için çok zeki olmaya ihtiyaç yok. 8 ay önce MİT’den gelen Reza Zarraf uyarısını hasıraltı
eden o dönemdeki Başbakan Müsteşarı Ala, neden yolsuzluğu örtme ve yargıya müdahale ile hukuku
yok etme hamlesini planladı? Paralel devlet iddiası ile yolsuzluğun örtbast edilemeyeceği ortada iken,
bu inanılmaz şeytanlığı öneren danışmanları kimlerdi? Ak Parti’yi eriten bu yanlış kararlara Erdoğan
daha ne kadar dayanabilir? Son yaptırdığı kamuoyu yoklamalarında cemaata açtığı savaş sonucu yüzde
10 oranında AKP’nin eridiğini anlayan Erdoğan, geri adım atmazsa tek başına iktidar olamayacağı gibi
asla cumhurbaşkanı da seçilemeyecektir. Ankara, İzmir ve Antalya belediyelerini kaybedeceği ortaya
çıktı. Eğer İstanbul’u da kaybederse, AKP’nin hızla çöküşe doğru koşacağını kavradı. Kendi
yolsuzlukları konusunda yargıya hesap vermediği halde CHP İstanbul Adayı Mustafa Sarıgül’ü eski
bir yolsuzluk dosyası ile vurması ahlaksızdı.

Gökçek’i yakından tanırım, kaybedecek ata oynamayı sevmez, hangi kuşun eti yenir, hangisi yenmez
bilir. Ankara’da 1999 seçimleri öncesi Gökçek aleyhinde Zaman gazetesinde ciddi bir haber
yapmıştım. Ertesi gün pazardı, işe sabah geldiğimde baktım ki Melih Gökçek odamda beni bekliyor.
“Bu gazetede benim aleyhimde haber yazılamaz , sen kimsin?” dedi. Gökçek kartel medyasına kızıp
sarı basın kartı sahipleri gazetecilerin haklarını yasadışı biçimde iptal etmişti, keyfi bir intikamdı.
Yaptığı yanlışı izah ettim, düzeltene kadar haber yazmaya devam edeceğimi söyledim, sağlam
durdum. Basın müşaviri eski dostum İbrahim Aşık idi, kurduğu Kanal A televizyonu başındakiler
arkadaşlarımdı, en ilginci ise Samanyolu Koleji’nde okuyan iki oğlunu terbiye eden belletmen ve
rehber öğretmen bacanağımdı. Gökçek, iki saat dil döktü, inatçı olduğumu anladı ve sırlarını açıp şöyle
samimi olmaya çalıştı: “Bak Farukcum, galiba sen Hz. Ömer yolundan gidiyorsun. Herkese bir
düşman, bir Moskova lazımdır. Ben bir düşman seçerim, düşmanlarımı birbiri ile kavga ettiririm ve
aradan sıyrılarak yine başkan seçilirim. Anlaşalım.”

Ankara’nın kurdu olan Gökçek, elbette özel harbin aydınlıkçı MİT elemanları ile Silivri’den çıkmaya
çalışan Ergenekoncuların yaptığı müthiş kaçış ve intikam planının farkında. 3. Ordu’da 2010 yılında
hazırlanan 2011’de EDOK şubesinde Orgeneral Saldıray Berk ekibince son hali verilen ve özel harbin
tüm uyuyan hücrelerinin uyandırılmasıyla düğmeye basılan darbe planını biliyor. Fethullah Gülen’in
şahsına ve cemaatın itibarına yönelik karakter suikastı ve kredisini tüketme girişimlerinin kaynağını
görüyor. Cemaatın kendini savunmaktan başka bir şey yapmadığını anlıyor ama Ankara’nın güç
merkezine yaslanarak iktidarda kalmak tatlı geliyor. Gökçek, artık faili meçhul cinayetler işleme
aşamasına geçildiğini topluma deklare ederek puslu havayı daha fazla bulandırdı veya aslında
“cambaza bakma, asıl darbeciye bakın” demek istedi. Kimin tarafından hazırlandığı ve yürütüldüğü
pek net olmayan “Erdoğansız bir AKP planı” var.

Bu süreçte Sabah, Takvim, Star, Yeni Akit ve Yeni Şafak gazeteleri gazeteciliği bıraktı, tetikçiliğe
soyundu, yazarları ve muhabirleri akılalmaz, inanılmaz komplo teorileri yazmakla gazetecilik
mesleğine karalar çaldılar. Bu kadar fazla psikolojik savaş haberiyle MİT’in darbesinde yıprandıklarını
görmüyorlar mı? Yalan dolanlarla, hedef gösterme ve çarpıtmalarla “vatanseverlik” yaptığını sanan
kalemlerin olması bile İslami kesim adına bize günah olarak yeter! Daha dün ABD’nin Demokrat
Parti’ye bağlı yüzyıllık Brooklyn Enstitüsü’nü “cemaatci” yapan Takvim gazetesi, Kurtlar Vadisi Pusu
dizisi seviyesinde Hizmet Hareketi, baronlar ve masonlarla Yahudi lobisini aynı kareye
soktu,Tapınakçıları bile güldürecek bir senaryoyu manşet yaptı. Halkımızın zeka seviyesi ile alay eden
bu tür yaklaşımların maalesef toplumda karşılığı var. Ak Parti’nin sunduğu çıkarları korumak için her
türlü komplo teorisine inanan kimliksiz bir müslüman güruh türedi. Fetvalarla vicdanını bastıran,
81
yanlışa diklenemeyen, üç kuruşluk dünya nimetlerini ukbaya satan talihsiz insanlar aramızda
dolaşıyor. Bu karanlık hava dağıldığında özür ve eman dileyeceklerdir. Kaderleri budur, elbette
cemaatce af edileceklerdir!

Ne olacak bu işin sonu diyenlere tarihten çarpıcı bir örnek sunuyorum: 1822’de Mevlana Halid
Bağdadi, hakkında soruşturma açtıran, dergahlarını kapattıran, mülklerine el koyan, takipçilerini
sürgün eden Osmanlı padişahı 2. Mahmud, önce bu fitnelere yol açan danışmanı, Mevlevi veziri Said
Halet Efendi’yi Konya’ya1823’de sürgüne gönderdi. Devlet adamları ve saray personeli, sâbık
müşavirin yokluğunda yaptığı işler hakkında padişaha ihbarlarda bulundular. Yıllarca birçok mahfilde,
diz dize sohbet edip kader dostu kabul ettiği kişi hakkında, anlatılanlar Padişahı hayrete düşürmüştü.
Yaptırdığı soruşturmalar sonucunda iyice hiddetlenen Padişah, Halet Efendi’yi sürgün ettiği Konya’da
idam ettirdi. Mevlana Halid ise, 1927’de Şam’da vebadan vefat etti. Tüm mücedditler gibi gurbette
mazlum öldü ama davası öldükten sonra daha hızlı yayıldı.

Fethullah Gülen Hocaefendi ve takipçileri bugün İmamı Azam, Rabbani, Mısri, İbni Arabi, Bağdadi ve
Said Nursi ile aynı ortak kaderi paylaşıyor, zulme uğruyorlar. Geçmişte Rabbani, Bağdadi, Mısri,
Nursi gibi Alah dostları siyaset değil tebliğ yapmasına rağmen, ileride devletin başına iş açabileceği,
hükümeti, padişahı devirebileceği evhamıyla yok edilmeye çalışıldı. Tebliğ erlerine şüphe ile yaklaşan
devletin danışmanları ve fitne ocakları, bu tür toplumun tabanından yükselen halk hareketlerini ezdiler,
ama yok edemediler. Allah’ın inayeti ile hakkın şahsı manevisini temsil eden doğruluk ve emanet,
elbette sabır, şükür, tefekkür ve sağlam ihlas ile temiz niyetle hep galip geldi. Hak her zaman zulüm
karşısında üstün gelir. İlahi adalet budur.

Rabbani, Bağdadi ve Gülen’nin ortak kaderi!

Tarih boyu Allah dostlarına zulmedilmiş, gadre uğradıkca toplum vicdanında daha derin ve kalıcı izler
bırakmışlardır. İlk müslüman sosyolog, hatta sosyoloji’nin babası kabul edilen İbni Haldun’a göre,
günümüzde olan herşey geçmişte de olmuştur, tarih ibret alınmadığı için tekerrür eder, durur. Hak
dostu kahramanlar ve yaşananlar koşullar değişir ama yapılan haksızlıklar ve izlenen kader güzergahı
hep aynı benzerlikleri taşır. Allah’ın sadık kulları, gökteki yıldızlar kadar parlak çalışmalar yapsalarda,
sağladıkları faydayla devlet ve halk nezdinde itibar kazanmış olmalarına rağmen, kimi kesimlerin
kıskançlığına, kin ve hased etmesine engel olamadılar. Olumlu hareket etmelerine karşın, her tarafta
hızla kök salan tebliğ erlerine şüphe ile yaklaşan devletin danışmanları ve fitne ocakları, bu tür
toplumun tabanından yükselen halk hareketlerinin ileride devletin başına iş açabileceği, hükümeti,
padişahı devirebileceği evhamıyla yok etmeye çalıştılar. Gülen ve takipçileri bugün Rabbani ve
Bağdadi ile aynı ortak kaderi paylaşıyor, zulme uğruyor.

Ülkemizde bugün yaşananları geçmişte büyük din alimlerine yapılan zulümler ile karşılaştırırsak
nereye doğru gidiyoruz daha iyi anlayabiliriz. 1575′te Hindistan’ın en büyük camisini yaptırarak
kendini halife ilan eden Ekber Şah, din- i ilahi adında yeni bir din kurar. Ekber Şah’ı hayali
Hindistan’da yaşayan dinleri birleştirmekti. İslam, kadim Hindu dini ve Sihizm tek bir din haline
dönüşebilir ve bu dinin halifesi ve koruyucusu da pekala hükümdarın kendisi olabilirdi. Tıpkı Gülen
gibi Nakşibendi tarikatının önemli mutasavvıflarından İmam Rabbani’de Ekber Şah’ın uygulamalarına
karşı çıktı ve ülkeyi diktatörlüğe götüren uygulamalarını sert bir dille eleştirdi. Kendini Halife gören,
hatta kelimeyi şehadete kendi ismini katacak kadar yüksek egoya sahip olan Ekber Şah, tüm firavunlar
gibi kaybetti. Kalpler sultanı Rabbani ise, uzun bir mücadele ve çile döneminden sonra kazandı. Bugün
Fethullah Gülen Hocaefendi’nin sağlam ve dik duruşu buna benzer bir milattır. Devrimizin Ekber
Şahı, Rabbani’ye benzer zulmü reva görmüştür.

Ekber Şah, ülke topraklarını adım adım genişleterek, Hindistan’ı tek bir merkezi idare altında
toplamayı başaran ilk hükümdardır. O, iyi bir savaşçı olduğu kadar iyi bir ıslahatçıydı. Vergi
konulması ve tahsili, idari teşkilat ve ordu sistemi gibi konularda çok önemli yenilikler getirmiştir.
82
Ekber Şah’ı etkileyenlerin başında Şii ulemadan Şeyh Mübarek b. Hıdır en-Nagori ile iki oğlu Feyzi ve
Ebü’l-Fazl el-Allâmî gelmekte idi. Ebü’l-Fazl, Ekber Şah’ın bazı akıl ve mantık dışı çocukça
hareketlerine Allah’a yakınlık ve ibadet vasfını veriyor, kaside ve methiyelerinde onu dünyaya ilahi bir
vazifenin ifasına gelmiş bir hükümdar gibi gösterip övüyordu.

Uydurma “Din-i İlahi”, Ekber Şah’ın şahsında merkezileşen bir kült olarak gelişmişti ve dine katılacak
kişiler dahi hükümdarın kendisi tarafından seçiliyordu. Saltanat, güç-kuvvet, iktidar, beldeler… emri
altındaydı. Ona kim karşı durabilir, İslam’a kim yardımcı olabilir ve Allah’ın dinini kim savunabilirdi?

Zayıf cüsseli, mal-mülk, makam ve mevki sahibi olmayan fakat Allah’a kavi bir imanla inanmış, mala
mülke bakmayan, dünyaya değer vermeyen, onun fani lezzetlerine iltifat etmeyen bir derviş kalktı
dikildi. İmam-ı Rabbânî diyorlardı adına. Fârûkî idi, yani Hz. Ömer soyundan… Allah’ın yardımıyla
büyük dedesi Hz. Ömer gibi hakkı batıldan ayıracaktı… O, doğrudan Ekber Şah’ı ıslaha kalkışmadı,
daha yaygın bir rûhî ve fikrî inkılâba girişti. Mektuplar yazdı, uyardı, irşad etti, doğruyu gösterdi. Bu
silahsız ve kimsesiz kişi hakim irade tarafından yürütülen ilhad hareketine bir başına karşı çıktı.
İktidarın himayesindeki bütün çirkin ve gayr-i meşrû işlere muhalefet etti. İslâm’ı savundu. Geniş
imkânlarına rağmen idare, onu mağlup etmekten ve susturmaktan âciz kaldı. Sonuçta İmam Rabbânî
kötülük akımının yönünü değiştirmeyi başardı.

İslam dünyasında İmam Rabbani olarak bilinen Ahmed Sirhindi ya da Serhendi, Hindistan’ın Serhend
şehrinde 1563 senesinde doğmuş, 1624’te çileli bir ömür yaşayarak vefat etmiştir. İmam Gazali’den
sonra ikinci müçtehit yani zamanın yenileyicisi kabul edilen Ahmet Sirhindi, şeriattan kıl kadar
sapılmamasını emreden bir tasavvuf din anlayışını savunmuştur. Ekber Şah ve oğlu Cihangir Şah’ın
yaptıklarına koskoca Hindistan ülkesinde sesinin yettiği kadar tek karşı çıkan oydu. Ekber Şah’ın
karşısında eğilmeden, korkmadan eleştirmiş Ekber şah’ın uydurduğu Hinduizmden beslenen yeni ortak
dinin İslamdan sapma olduğunu haykırmasına rağmen bir isyan hareketine de girişmemişti. Ekber Şah
ve oğlu Cihangir Şah tarafından defalarca hapsedilmiş ve sürgüne gönderilmesine rağmen kalbindeki
öfkeyi bir katliama dönüştürmemişti. Yıllar sonra hatasını anlayan Cihangir Şah, müçtehidin sürgün
edildiği köye giderek affını istemiş ve 2000 altın vermeyi teklif etmişti. Amacının mal mülk
olmadığını, kalbinde mehamet ve sevgi ateşinin yandığını söyleyen Ahmet Sirhindi, altınları fakir
halka dağıtmasını tavsiye etmişti.

Ekber, 1605 Ekim ayı başında şiddetli bir dizanteriye yakalandı, ardından da dili tutuldu. Komaya
girmeden önce işaretlerle oğlu Selim’i (Cihangir) veliaht tayin etti. Ekber Şah’ın oğlu Cihangir, saygı
secdesi yapmadı diye Kevalyar Hapishanesi’ne attırdığı İmam Rabbânî’nin fikirlerini nihayetinde
kabul etmek zorunda kaldı ve Şah-ı Cihan adıyla yerine geçecek olan oğlu Hürrem’i de onun müridleri
ve talebeleri arasına soktu. Artık devletin İslâm’a karşı kini, saygıya dönüşmeye başlamıştı. Ekber
Şah’ın Din-i İlahi’si, adamları ve çevresi tarafından uydurulan bütün bidat ve sapıklıklarıyla beraber
son buldu.

19. asrın müceddidi kabul edilen, Bağdat’ta ikamet eden Mevlânâ Hâlid Hazretleri, 2. Mahmud
döneminin zor şartlarında vazîfe yaptı, Nakşibendi tarikatına Halidilik kolunu katan müstesna büyük
bir alim ve mürşiddir. Dört bir yandan insanlar Bağdat’a gelip, Nakşibendi tarikatının yeni bir yorumu
sayılan bu ekolün piri Mevlana Halid’e intisap ediyor, talebeleri de Asya’dan Kafkasya’ya,
Anadolu’ya ve Afrika’ya irşad vazifesiyle hicret ediyordu. 1818’de Mevlana Hâlid talebelerini
İstanbul’a gönderdi, Halifesi Muhammed Salih’e başkentte açacakları dergâh için devlet ve
adamlarından maaş ve bağış talep etmemelerini, onların peşinde bulunmamayı, dünya ehli ve
idarecilerin yaptıkları gibi dünya malı toplamaya dalmamalarını yani irşada zarar verecek her türlü
faaliyetten ve görüntüden uzak durmalarını nasihat etti.

Dönem Sultan II. Mahmud zamanıydı. Cezayir’den, Kafkasya’ya, Romanya’dan Hind Okyanusuna
uzanan Osmanlı, iç ve dış problemlerle boğuşuyordu. Bir yanda Sırp ve Yunan isyanı bulunduğu
83
bölgeyi ateş içerisinde tutuyor, beri taraftan ülke Rusya, İngiltere ve Fransa’nın sürekli tehdit ve
tacizlerine maruz kalıyordu. Yirmi yıldır Mekke, Medine Vahhabilerin işgali altında olup Hâc bile
yapılamıyordu. Osmanlı’nın her zor durumundan istifade etmiş olan İran, Doğu Anadolu’nun bir
kısmını ele geçirmişti. Devlet-i Âli’nin bu kadarla iktifa ettiğimiz dış endeksli problemlerinin yanında
içeride de büyük problemleri vardı. Balkanlar’da ve Anadolu’da büyük toprak sahibi âyanların,
derebeyleri gibi kendi başlarına hareket etmeleri devlet otoritesini sarsmıştı. Bunlar halktan zorla ağır
vergiler topladığından toplumun huzursuzluğu had safhadaydı. Bütün bu dertlerin yanında her türlü
yeniliği aleyhlerinde görüp devletin gelişmesine mani olan, eli silahlı yeniçeriler başkentte çeteler
oluşturmuş, esnaf ve halka korku saçıyorlardı.

Yunanlılar 1821 yılında dış faktörlerin de katkısıyla Mora’da bir isyana kalkışmıştı. Bu duruma bir
hayli öfkelen Sultan, isyanda payı olduğu düşüncesiyle sorgulanıp suçlu bulunan Rumların Fener Baş
Patriği’ni kilisenin kapısında astırdı, isyanın liderleri bulundukları şehirlerde idam edildiler. Hassas
konjoktüre aldırmayan Sultanın bu sert tavrı, isyana uzak duranları dahi olumsuz etkiledi. Nüfusun
%25’i Rum olan başkentte dahil olmak üzere Osmanlı ülkesinin birçok yerinden önemli sayıda Rum
isyana fiilen katıldı. Birçok zengin ve elit tabakadan Rumlar da çeşitli yollarla isyana önemli katkıda
bulundular. Güçlü ilişkileri sayesinde abartarak aktardıkları haberler Avrupa medyasında geniş yer
buldu. Bütün bunlar Avrupa kamuoyunun infialine sebep oldu, birçok Avrupalı gönüllü olarak
yunanlıların safında savaşmaya Mora’ya geldi. Ve nihayetinde dünyanın en güçlü üç devleti İngiltere,
Fransa ve Rusya tarihlerinde ilk defa birlikte hareket ederek Osmanlı’ya saldırıp donanmasını yok
ettiler ve bu olayın sebep olduğu Rusya savaşı’nın hezimetiyle Edirne’nin dahi işgal edilmesi
Yunanistan’a bağımsızlık yolunu açtı. Osmanlı Devleti’nin yaşadığı bu zor durumdan istifade eden
Fransa, Barbaros Hayrettin’in Osmanlı’ya hediyesi olan Cezayir’i pervasızca işgal etti.

Son derece otoriter bir hükümdar olan Sultan Mahmud’un verdiği kararı, etrafında değiştirebilecek bir
kudret yoktu. Ancak verdiği kararlarda etkisi olan yakın çevresinden bir dönem en önemli müşaviri
konumundaki Said Halet Efendi vardı. Padişah gibi Mevlevi olan Said Halet Efendi, meşrebinin
avantajı ve zekasıyla kendini sultana kabul ettirmişti. O, 1815-1823 yılları arasında devletin önemli
kararlarında padişahın en yakınındaki isimlerden biriydi. Sultanla baş başa sohbet eden, dertleşen
yakın dostuydu. Halidilik İstanbul’da yayılmıştı, ancak aynı tarikatten oldukları Nakşibendiliğin
Müceddidiye mensupları tarafından dahi sıkca eleştiriliyorlardı. Birçok sufi kesim ve topluluk,
Halidileri sözlü ve yazılı hedef alıyordu. Özellikle Baş Müşavir Halet Efendi boş durmayıp Halidiler
konusunda padişaha sürekli telkinler verip, onlara karşı temkinli olmasını tavsiye ediyordu. Her tarafta
hızla kök salan bu hareketin ileride devletin başına iş açabileceğini söyleyerek sultana birçok ihbar
mektubu sundu. Danışman, “Şeyh Hâlid ve halifelerinin amacının “fesad”tan ibaret olduğu bilinse de
pek çok kişi bunların görünüşlerine aldandıklarından fesad tohumlarını ortaya çıkarmak için fırsat
aramaktadırlar. Hatta araştırmaya göre ileride mehdilik davasına teşebbüs edebilecekleri
anlaşılmıştır…” diyordu. Günümüzdeki danıiman krizine ne kadar çok benziyor.

Nihayet 1822 yılında II. Mahmud Han, Bağdat Valiliği’nden Mevlana Halidi hakkında soruşturma
yapılmasını emretti. Bunun üzerine tarikatın merkezi olan dergâhta sıkı bir kontrol ve tahkikat yapıldı.
Devletin bu tavrına üzülen Halidi Bağdadi Hz.leri, has talebeleriyle Bağdat’ı terk edip Şam’a
yerleşti.Bağdat Valisi Davut Paşa ise incelemeler sonrası İstanbul’a şöyle bir rapor gönderdi:
“Mevlâna Halid’in gayesi Sünnet-i Seniyeyi ihya ve talebelerini irşad etmektir. Onun tavır ve
hizmetlerinden anlaşıldığına göre, dünyaya kat’iyyen temayülü yoktur. Mevlâna siyasetten itina ile
kaçınmaktadır. Hattâ, Mevlâna Halid’in hiçbir zaman devlet işlerine karışmayacağını da taahhüd
ederim.” Gülen’in 9 yıl yargılanıp beraat ettiği davaya benziyor.

Mevlana Halidi Hz.lerinin uzlaşmacı kimliğine rağmen özellikle Halet Efendi’nin sebep olduğu menfi
yaklaşım, Hazrete bağlı olanların gözünden kaçmıyor ama bu durumu sinelerine atıyorlardı. Halidiler,
bitmeyen akıl almaz ithamlardan ve sürekli devlet takibatından bunalmışlardı, sonunda hocalarından
Halet Efendi’ye beddua etmesini isterler. O ise bunu yapmayacağını söyler ve “biz onu pirine havale
84
ettik” der. Ve 1823 yılında Padişahın mahrem dostu, aynı meşrebin yolcusu, sadrazam ve vezirlerin
dahi kendisinden çekindiği Halet Efendi gözden düştü. Tarihçiler buna sebep olarak müşavirinin
tavsiyesiyle yapılan uygulamaların aksi sonuçlarını padişahın artık görüp kabul etmek zorunda
kalmasıdır der. Halet Efendi önce Mevlana Celaleddin’in beldesi Konya’ya sürülür. Böylece onun
gazabından çekinen devlet adamları ve saray personeli, sâbık müşavirin yokluğunda yaptığı işler
hakkında padişaha ihbarlarda bulundular. Yıllarca birçok mahfilde, diz dize sohbet edip kader dostu
kabul ettiği kişi hakkında, anlatılanlar Padişahı hayrete düşürmüştü. Yaptırdığı soruşturmalar
sonucunda iyice hiddetlenen Padişah, Halet Efendi’yi sürgün ettiği Konya’da idam ettirdi. Mevlana
Halid, 1927’de Şam’da vebadan vefat etti. Tüm mücedditler gibi gurbette mazlum öldü.

Bu arada Mevlana Halid’e, ölmeden evvel İstanbul temsilcisinin kendi adına bağımsız hareket ettiği
haberleri ulaşınca İstanbul halifesi Abdülvehhâb es-Sûsi’yi tarikatten uzaklaştırdı, İstanbul’daki
cemaatin geneli de Hazretin bu tasarrufuna itaat etti. Her ne kadar es-Sûsi’nin bağımsız hareketi
başarısızlıkla sonuçlansa da bu olay sadece tarikat içinde kalmadı ve Osmanlı yönetiminin dikkatini
çeken bir tartışmaya dönüştü. Vazifeden alınması üzerine es-Sûsi ve bir arkadaşı, Halid-i Bağdadi’ye
ve İstanbul’da faaliyet gösteren talebelerine yönelik devlete kimi belgelerle birlikte suçlamalarda
bulundular. Hatta “ilhad ve fitneye” kadar varan ithamlarla, dinin hükümlerine karşı gelmelerinin
yanında Sultan’a karşı hareket edeceklerine dair saraya mektuplar göndermişlerdi. Onları bu konuda
yönlendiren Padişaha yakın kimileri, cemaati en iyi bilen birinin ihbarına itibar edilmesi gerektiği
konusunda II. Mahmud’u ikna etmiştir. Kemalettin Özdemir üzerinden buhün Gülen ve cemaatı
üzerinde yürütülen infaz operasyonuna benziyor.

Hâlidîler, 1828’de bir Ramazan günü Sultan’ın emriyle İstanbul’da sahip oldukları tüm müessese ve
dergahlara devlet tarafından el konup Sivas’a sürüldüler. Bu sürgün tarikatın tarihindeki en kapsamlı
ve toplu sürgündür. Bu operasyon sadece başkentteki Halidiler için değil Osmanlının birçok şehrindeki
temsilcileri ve müesseseler için de geçerliydi. Şam Valisine gönderilen emirle Halidilerin mekanlarına
el konarak hepsini, Bağdat ve Süleymaniye’ye gönderilmesi istendi. Bu kadarla da kalınmayarak
Bağdat valisine onları Bağdat ve Süleymaniye’de tutması ve içlerinden birinin halife olarak İstanbul
veya başka bir yere gönderilmesine engel olması emredi. Bunun anlamı Hâlidîlerin sürgününün yeterli
görülmeyerek tam anlamıyla tecrit edildikleridir. Görünüşe göre böylesine geniş kapsamlı bir sürgün
ve tecridin sebebi onlar hakkındaki korkulardı. Çünkü birçok belgede Hâlidîler hakkındaki endişeler
çok açık bir biçimde dile getirilir.

Mevlana Halidi’nin başlattığı bu yeni hareket her ne kadar devlet tarafından kısıtlayıcı politikalara
maruz kalsa da sonrasında da dinamizmi ile günden güne büyüdü.Hatta müesseselerini kapatıp
kendilerini sürgün ettiren Mahmud Han’dan sonra yerine geçen oğlu Sultan Abdülmecid, Halidilere
son derece hürmet gösterip onları maddi manevi destekledi. Halidilerin ıslahatın bazı şekilci kalan
yönlerini eleştirmeleri, dönemin kimi sufi kesimlerin garazı ve II. Mahmud’un kişiliğidir. Bu dönemde
müntesipleri hızla artan bir tarikatın eleştirisi, yönetim tarafından kabul edilebilir bir şey değildir.
Nakşibendi Tarikatı’nın Halidi kolu, günümüz İslam dünyasının neredeyse her köşesinde kabul
görmüş durumda. Mesela Türkiye’de farklı isimler altında bildiğimiz sosyal, siyasi ve ekonomik
alanda çok etkili olan, birçok cemaat ve tarikat ehli Halidi meşreplidir. Mevlana Halidi Bağdadi, İslam
Dünyası’nda pörsümeye yüz tutmuş olan Sünni akideyi, neşrettiği, talebeleri ve faziletiyle canlandırdı.
Günümüzde yüz milyonlarca kişiye ulaşmış olan bağlıları, kalplerini ve gönüllerini onun sözleri ve
eserleriyle besleyip hayatlarını şekillendiriyor. Bu yazıda Eyyup Ensar Uğur ve Doç. Dr. H. Ahmed
Özdemir’in makalelerinden yararlanılmıştır. Tarih ibret alınmadığı sürece tekrara mahkumdur.

85
Gülen’e Niyâzî-i Mısrî zulmü!

17. yüzyılda Halvetiye tarikatının Niyâziyye veya Mısriyye kolunun kurucusu Niyâzî-i Mısrî ile
eskiden beri yobazlık yapan softa “Medrese Kadızâdeleri” arasında bir fıkıh ve tasavvuf savaşı
yaşanır. Kadızâdelerin fitnesi devleti ele geçirmiş ve Hak ereni üstadı ahir ömründe yaşına
başına bakmadan Sultan fermanıyla 15 yıl Limni adasına sürdürmüştür. Bugün Gülen’e yapılan
zulüm, bana Mısri’yi hatırlattı. Büyük bir sûfî ve tasavvuf edebiyatı ustası şairdir,
Nesimî ve Fuzulî’yi aşmış, 2. Yunus Emre olarak adını edebiyatımıza yazdırmıştır. Gülen’e ve
cemaatına yapılanlarla 19. yüzyıl mücedditi Mevlana Halidi Bağdadi’ye Vezir Said Haleti ile II.
Mahmud’un yaptığı devlet zulmü arasında olan benzerlikleri yazmıştım. 17. yüzyılda Mısri’nin
başına gelenlerle bugün Gülen’e layık görülenler arasında inanılmaz paralellikler bulunuyor.

“Yobaz Kadılar”dan çektiği kadar kimseden çekmeyen Mısri, padişah ve halk tarafından çok
sevilmesine rağmen aynen devleti kutsayan Said Nursi ve Fethullah Gülen Hocaefendiler gibi zulme,
gadre uğrar. Çünkü Mısri, her yüzyılda bir geldiği bilinen devrin kutbu azamı, mücedditidir, asrın
mürşidi, ruh yapıcısı, dine sokulan fitneleri temizleyip özüne kavuşturandır. Devletin din adamları
bunu kaldıramazlar. Mısri, Bursa’da iken “kutbiyyet makamı”na ulaşır. Kadızâdeler kıskanırlar ve
fitne kazanının ateşini yakarlar, Sultan IV Mehmed’ten 1666’da, “Sofiyenin devaranı ve dedegânın
semâ’ları yasaktır!” fermanını verdikleri fetvayla alırlar. Bugün Hayrettin Karaman’ın verdiği fetvaya
benzer biçimde, devlete yaslanıp, siyasetin emrine girmeyen İslam alimi Sufi Niyazi ve Halveti
cemaatinin yok edilmesi, devlete nüfuz ve etki etme kabiliyetinden dolayı caiz hale getirilir.
Halvetiliğin yaygın hale gelmesi bu zulmün neticesidir.

Halk halkalarında zikirler durdurulur, neyler susar, semalar semağlar ortadan kaldırılır ve tekkeler
kapatılır. 1674’de Ayasofya Câmisi’nde bir Cuma günü Niyazi Mısrî Hazretleri irticâlen ve coşkulu bir
vaazla İlâhî Aşkın yaşayışa geçişi olan Aşk ü cezbe zikrini anlatınca halk hıçkırıklara boğulur. Sultan
mahfelinden olanları izleyen Sultan IV Mehmed tekkeleri kapatma yasağını derhal kaldırır. 1675’de
Sadrazam Fazıl Ahmed Paşa, Mısri’yi tuzağa düşürür, Edirne’ye dâvet eder ve ne yazık ki Niyazi’nin
açık eleştirilerini kullanan kadızâde fitnecileri Rodos adasına kalebend olarak sürülmesini sağlarlar.
Kendisini adaya götüren Azbî çavuş, sâdık bir müridi olacak ve ölünceye kadar hizmet görecektir.

Rodos sürgününden sevenlerinin duasıyla kurtulup Bursa’ya döner. Ancak azılı düşmanı Vanî Efendi
denilen kimse ve yandaşları, akıl almaz iftira ve tuzaklarla 15 yıl kalacağı Limni Adası sürgününü
tezgâhlayıp gerçekleştirirler. 1691’de Sultan II Ahmed sürgünü kaldırır ve Bursa’ya döner. Ancak
fitneci kadızâdeler durmak usanmak bilmez, Mısri’nin 78 yaşında bir Piri Fani olmasına bakmazlar.
Ölümünden bir yıl kadar önce affedilmesini umursamazlar ve Bursa Kadısı‘nın şikayeti üzerine Mısri
tekrar Limni’ye gönderilir. Böylece 1693’de yılında tekrar Limni Adası sürgünü başlar ve burada aynı
yıl vefat eder. Celvetiyye Tarikatı Selâmiyye kolunu kuran Selami Ali Efendiden tutun da Vanlı Vanî
efendiye kadar taş yağmuruna tutulan bu eşi bulunmaz Gönül Dostu Kâmil Âşık, son seferinde Limni
Adasına götüren gemi Anadolu kıyılarından açılınca göz yaşları içinde şu beyti okur: “Osmanlı
sülâlesinin inkirazı için dördüncü semâya bir kazık çaktım! Bu kazığı benden başka kimse çıkaramaz!”

Asıl adı Mehmet olup, 12 Rebiülevvel 1027 / 8 Şubat 1618′de Malatya‘nın şimdiki adı Soğanlı köyü
olan İşpozi kasabasında dünyaya gelmiştir. Babası, yöresinin önde gelenlerinden Nakşbendiyye tarikatı
mensubu Soğancızâde Ali Çelebi’dir. Niyâzî ve Mısrî ise mahlaslarıdır. Mısrî mahlası tahsilini
Mısır’da yaptığından dolayıdır. Çeşitli medreselerde eğitim görmüş ve farklı yerlerde tasavvuf bilgisini
geliştirmiştir. 1655 yılında Halveti şeyhi Ümmi Sinan’dan hilafet alarak irşada mezun kılınmış,
memleketin pek çok yerinde vaazlar vererek halkı irşad etmeye çalışmıştır. Şöhreti her yana yayılan
Niyazî Mısrî, ordunun maneviyâtını yükseltmek için Sultan IV. Mehmet tarafından Lehistan seferine
götürülür. Hakkında ileri sürülen iftiralardan sonra Limni adasına sürülür ve burada onbeş yıl çileli bir
86
hayat yaşar. Türkçe ve Arapça manzum ve mensuron ciltten fazla eseri bulunmaktadır. Aruz ölçüsü ile
yazdığı şiirlerinde genellikle Nesimî ve Fuzulî’nin, heceyle yazdığı şiirlerinde ise Yunus Emre’nin
etkisinde kaldığı görülür. Divanı’nın yanı sıra, “Risaletü’t-Tevhid, Şerh-i Esma-i Hüsnâ, Sûre-i Yusuf
Tefsiri, Şerh-i Nutk-ı Yunus Emre, Risale-i Eşrât-ı Saat, Tahir-nâme, Fatihâ Tefsiri, Sûre-i Nûr
Tefsiri” eserlerinden bazılarıdır.

Bugün fitnecileri, Gülen’e “ABD ve İsrail ajanı”, “vatan haini” gibi iftiralar atarak, kültürler ve
dinlerarası diyaloğ girişimlerini çarpıtarak fitneci kadızâdeler oldular. Ülkemizin 160 ülkede alnın akı
olan ve İslam’ın bayraktarlığını yapan tertemiz insanlara şer atanlar cami duvarına işiyorlar ve Hak
erenlerinden ahitleşme bedduası alıyorlar! İftiracı iftirasını ispatlıyamıyor. O devrin kadızâdeleri
Mısri’yi gözden düşürmek için ‘ilmi cifri’ kullanmasını bahane ederler. Harflerin sayı değerlerinden
mânâ çıkararak elde edilen bir ilimdir. Ebced : Arabça Eski Sâmi alfabesindeki harf sırasının sayı
değerine göre tertiplenmesinden meydana gelen birinci kelime. Bu tertip İbrâni ve Süryâni
Alfabesindeki harfleri içine alır. İbâredeki kelimelerin sırası ve harflerin rakam değerleri şu suretle
gösterilmektedir. (Ebced) (Hevvez) (Hutti) (Kelemen) (Sa’fes) (Kareşet) (Sehaz) (Dazig) Bu sekiz
kelime bütün huruf-u hecâ denen yirmi sekiz harfi içine almış ve sıra ile eliften gayn harfine kadar,
birden bine kadar her harfte aşağıdaki sıra ile gösterildiği gibi değerler verilmiştir. Elif: 1, Bâ: 2, Cim:
3, Dal: 4, He: 5, Vav: 6, Ze: 7, Ha: 8, Tı: 9, Yâ: 10, Kef: 20, Lâm: 30, Mim: 40, Nun: 50, Sin: 60, Ayn:
70, Fe: 80, Sad: 90, Kaf: 100 Rı: 200, Şın: 300, Te: 400, Se: 500 Hı: 600, Zel: 700, Dad: 800, Zı: 900,
Gayn: 1000. Şimdiki Arabcada alfabe bu sırayı tutmuyorsa da harflerin rakam gibi kullanıldığı zaman,
yine eski sıraya uymak için Ebced sırasını da devam ettirmişlerdir. Hem birbirine benzeyen harfler bu
sırada dizilmiştir. Eskiden İslâmlarda matematik ve fizikte bu harflerin rakam yerine kullanıldıkları
biliniyor. Gazi Üniversitesi Çorum İlahiyat Fakültesi Yayınlarında Doç. Dr. Ferhat Koca’nın 2002’de
yayımlanan makalesinden uzun bir alıntı yaparak, konuya açıklık getirelim:

“Osmanlılar dönemi fıkıh – tasavvuf ilişkileri arasında mücadele uzun dönemli tarih perspektifinden
bakıldığı zaman, iş hep ilhad ve tekfir denen dışlamalara kadar varmıştır. Bu iki disiplin arasındaki
çeşitli gerginliklerin teorik temellerini vahdet-i vücut, hulûl, ilham, vesîle ve vâsıta, istimdâd, râbıta,
Mehdî ve Mehdîlik, Hızır, hatmü’n-nübüvve, zikir, raks, semâ, deverân; kahve ve tütün vb. çeşitli
keyif verici maddelerin kullanılması ve bazı giysilerin giyilmesi gibi konulardaki ihtilaf ve
tartışmaların oluşturduğu görülür. Sorumluluk sahibi bu kişiler arasında; fıkıhçılardan Molla Fenârî,
Zenbilli Ali Efendi, İbn Kemâl ve Ebüssuûd Efendi gibi şeyhülislâmlar; mutasavvıflar arasında ise her
biri aynı zamanda zâhirî ilimlerde de büyük bir derinlik ve nüfuza sahip olan Dâvûd-i Kayserî,
Bedreddin İbn Kadı Simavna, Abdurrahman b. Ahmed el-Câmî, Nûreddinzâde Muhyiddin Muhammed
b. Mustafa, Aziz Mahmud el-Hüdâyî ve Bursalı İsmail Hakkı ve Niyazi Mısri gibi meşhur
mutasavvıflar bulunmaktadır. Bu iki zümre arasındaki ilişkilerde sürekli olarak tek bir renk hâkim
olmayıp karşılıklı geçiş ve uzlaşmalar yanında, bazı gerginliklere her zaman rastlanabilir. Bazı
Şeyhülislâmlarımız sağlam sufidir.

Osmanlı devletinin kuruluş döneminde, Orhan Gazi tarafından, 1336 yılında inşaatı biten İznik’teki ilk
Osmanlı medresesinin müderrisliğine atanan, medresede hadis ve fıkıh gibi dinî ilimler yanında,
felsefe ve mantık gibi aklî ilimler de okutan ve Osmanlı devletinin dinî siyasetinin oluşmasında önemli
etkileri bulunan Dâvûd-i Kayserî, aynı zamanda İbnü’l-Fârız (ö. 632/1234), Muhyiddin İbnü’l-Arabî
(ö. 638/1240) ve Abdürrezzâk Kâşânî (ö 730/1329) gibi sûfîlerin geliştirip sistemleştirdikleri vahdet-i
vücut nazariyesini benimsemiş ve yazdığı eserlerin hemen hemen tamamını tasavvuf ve felsefeye
tahsis etmiştir.

Yine, ilk Osmanlı şeyhülislâmlarından Molla Fenârî (ö. 834/1431) tasavvufa karşı olumlu bakmış ve
bu konuda Risâle fi’t-tasavvuf, Şerhu Dîbâceti’l-Mesnevî, Misbâhu’l-üns beyne’l-ma’kûl ve’l-meşhûd
fî Şerh-i Miftâhi’l-gayb el-Cem’ ve’l-vücûd ve Sûfiyye’nin Libas ve Etvar ve Meslekine Dair İtirazlara
Reddiye gibi çeşitli eserler yazmıştır. Geniş bir tasavvuf kültürüne sahip olan Şeyhülislâm Hoca

87
Sa’deddin Efendi (ö. 1008/1599) Risâletü’l-Kuşeyrî ile Abdülkâdir-i Geylânî’nin menkıbelerine ait bir
kitabı Türkçe’ye tercüme etmiştir.

Öte yandan, Şeyhülislâm Ebü’l-Meyâmîn Mustafa Efendi (ö. 1013/1604), Melâmî – Hamzavî
şeyhlerinden İdrîs-i Muhtefî’nin (ö. 1024/1615)müritlerinden biri olduğu gibi, Şeyhülislâm Bahâî
Mehmed Efendi (ö. 1064/1654) Nakşibendiyye veya Mevlevî tarikatına intisap etmiştir. Şeyhülislâm
Çatalcalı Ali Efendi (ö. 1103/1692) tarikata mensup bir aile ortamında yetişmiş, babası Mehmed
Efendi önce Nakşibendî şeyhi olmuş, daha sonra da Halvetiyye şeyhi Ömer Efendi’ye intisap ederek
onun zâviyesinde uzun yıllar halife olarak bulunmuş, Şeyhülislâm Ali Efendi de tarikata ilgisi
sebebiyle “Mecmau’l-Bahreyn” (İki Denizin Birleştiği Yer) lakabıyla anılmıştır. Şeyhülislâm
Sadreddinzâde Sâdık Mehmed Efendi ise (ö. 1121/1709) Cihangir Şeyhî Efendi’den inâbet almış ve
tasavvufla ilgili olarak Risâle fi’t-tasliye ve’t-tarzıye, Risâle fî beyâni fazîleti zikri’l-hafî ale’l-cehrî
adlı eserlerini yazmıştır. Diğer taraftan, şeyhülislâmlardan Feyzullah Efendi (ö. 1115/1703) Halvetîlik
yanında, Nakşibendiyye tarikatına da intisap, Vassaf Efendizâde Mehmed Es’ad Efendi (ö. 1192/1778)
sûfî meşrep bir şeyhülislâm iken, Feyzullah Efendizâde Mustafa Efendi (ö. 1158/1745), Mekkîzâde
Mustafa Âsım Efendi (ö. 1262/1846), Refik Efend (ö. 1288/1871) ve Musa Kâzım Efendi (ö. 1920) ise
Nakşibendî tarikatına bağlanmışlardır. Bunlardan Şeyhülislâm Musa Kâzım Efendi, Şeyh
Bedreddin’in Vâridât’ı ile Mehmed Cemâleddin Nûri Efendi’nin yazdığı vahdet-i vücûdun tahkîkine
dair bir risalesini Türkçe’ye tercüme etmiştir.

XVII. Yüzyıl tasavvuf – fıkıh ilişkileri bakımından önemli olaylardan bir kısmı da asıl adı Mehmed
Niyazî olan Niyazî-i Mısrî etrafında cereyan etmiştir. Devletin, başından beri başarıyla sürdürdüğü
fıkıh – tasavvuf ve fukahâ – meşâyih arasındaki denge politikasının, çeşitli dönemlerde bozulmuş
olmasının da bu olayların artmasında etkili olduğu söylenebilir. Mesela, güçlü bir padişah olan IV.
Murad (ö. 1049/1640) bir yandan toplumsal hayatın düzenlenmesi hususunda Kadızâdelilerin katı
görüşlerinden ilham alırken, diğer yandan da Sivâsîlere karşı saygı ve hürmette kusur etmemiştir.
Ancak, bu denge politikasının devam ettirilemediği veya dengenin taraflardan biri lehine bozulduğu
dönemlerde, fukahâ ile meşâyih arasındaki kamplaşmalar ve gerginlikler artmıştır. (Bugün Ak Parti,
bu sağlam dengeyi bozmuştur. FA)

XVII. asırda, IV. Murad devrinin (1623-1640) başlarından IV. Mehmed’in saltanatının (1648-1687)
sekizinci yılına kadar yaklaşık otuz küsur yıl süren ve “dinde tasfiyecilik (puritanizm)” adı
verilebilecek bir hareket başlatan Kadızâde Mehmed Efendi adlı vaiz etrafında gelişen olaylar, bu
dönemin fukahâ – meşâyih ilişkilerini en çok gerginleştiren etkenlerden biri olmuştur. Birgivî Mehmed
Efendi’nin sûfîler aleyhindeki görüşlerini benimseyen Kadızâde Mehmed Efendi, bilhassa Halvetî
şeyhlerinden Abdülmecid Sivâsî (ö. 1049//1639)174 ile tarihe “fakılar ile sofular mücadelesi” olarak
geçen sert tartışmalara girişmiş ve bu mücadele, adı geçen iki şahsın ölümünden sonra da Kadızâde
taraftarı Üstüvânî Mehmed Efendi (ö. 1066/1655’den sonra) ile bazı tarikat şeyhleri arasında giderek
şiddetini artıran bir biçimde devam etmiştir.

İki liderin ölümünden sonra ise, bilhassa Kadızâdelilerin bayraktarlığını yapan Arap asıllı Ayasofya
vâizi ve “sultânü’l-vâizîn”, “padişah şeyhi” gibi sıfatlarla ünlenen Üstüvânî Mehmed Efendi ile Fatih
vâizi Şeyh Veli, Yeniçerilerin Orta Camii vâizi Hüseyin Efendi, Hurşid Çavuşoğlu, Türk Ahmed,
Uşşâkî oğlu Macuncu Hamza ve Köse Mehmed gibi bazı vâizler büyük bir kampanya başlatarak,
devrin şeyhülislâmı Zekeriyazâde Yahya Efendi (ö. 1053/1644) başta olmak üzere vezirleri suçlamaya,
şeyh ve dervişlerin dinsiz olduklarını yaymaya başlamışlardır. Bu arada, 24 Eylül 1656’da, Fatih
Camii’nde müezzinler makamla nat-ı şerif okurken bir grup Kadızâdeli onlara saldırmış, camide kavga
çıkmış, kendilerine engel olmak isteyenlere karşı silahla mukâbeleye karar vererek, Fatih Camii’nde
toplanmak üzere taraftarlarına haber göndermişler ve ertesi gün kalabalık gruplar halinde camiye
gelmeye başlayan Kadızâdeliler sokaklarda rastladıkları Mevlevî, Halvetî, Celvetî ve Şemsî şeyh ve
müritlerine, “Tahta tepenler, düdük çalanlar” şeklinde çeşitli tahkir edici sözler söyleyerek, onları
tecdid-i imana davete ve direnenleri de “kafir” olarak ilan etmeye başlamışlardır.
88
Olayı haber alan yeni sadrazam Köprülü Mehmed Paşa (ö. 1072/1661) onlara nasihatte bulunmuş ise
de söz dinletememiş, bunun üzerine ulemâyı toplayarak konuyu görüşmüş ve âlimler Kadızâdelilerin
iddialarının geçersiz (bâtıl) olduğunu ve “İkâz-ı fitneye bâis olanların cezaları tertib olunmak lazım
idüğü”ne dair fetva vermişlerdir. Köprülü, durumu sultan IV. Mehmed’e arz ederek olay çıkaranların
katilleri hususunda ferman almış, ancak yeni olaylara yol açmamak için Kadızâdelileri öldürmeyip,
Üstüvânî Mehmed Efendi (ö. 1066/1655’den sonra) ile Türk Ahmed ve Divâne Mustafa’yı Kıbrıs’a
sürmüş ve böylece Kadızâdeliler hareketi fiilen sona erdirilmiştir.”

Özetle, tarih tekerrür ediyor, Vehhabi ve Şii İslam’ı ile savaşan Gülen dışlanıyor!

Türklere zebani lazım değil!

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, kazara Ottava Büyükelçiliğimiz ve Toronto Konsolosluğumuza,


“Türk okullarını kötüleyin, paralel devlet örgütünü ve lideri Fethullah Gülen’i Kanadalı yetkililere
anlatın” diye kriptolu veya resmen açık bir mektup gönderirse, diplomatlarımıza yardımcı olmak için
bazı tiyolar yazayım, sevaptır!

Kanadalılar İngiliz ve Fransız devletçiliğinden, Orta Çağ’ın “cadı avları”ndan geliyor,


epey şüphecidir, öyle kolay kolay ikna olmazlar! Akla, mantığa yaklaştırmak için Kanada tarihinden
örnekler vererek Ankara’da yaşanan “paranoyak tavrı” izah edebilirsiniz! Mesela, “sizde de paralel
devlet var, Katoliklere daha Kanada kurulmadan önce ayrıcalıklar vermeniz hukuka ve anayasaya
aykırı” diyebilirsiniz! “Neden Katolik okullarına destek veriyor, devlette kadrolaşmasına fırsat
tanıyorsunuz, devletinizin altını oyuyorlar tesbiti”, mükemmel ve zekice olur; Gülen’in “paralel
devlet” yapılanmasına ‘çuk’ oturuyor! Hem 1998’de Papa Jean Paul ile Gülen Vatikan’da görüşüp el
sıkıştığına göre, pekala Katolikler ve Gülenciler elele verip “Kanada devletini ele geçiriyor” olabilir!
Bu dinlerarası, kültürlerarası diyaloğ mu nedir neyse artık, adamlar sizin elit bürokrasinizle sık sık
görüşüyor, “paralel güç kuruyorlar” filan dersiniz!

Ciddi ispiyonlama seanslarına ve ziyaretlerinize biraz espiri katmalısınız ki, muhataplarınız sizin
saçmalıklarınıza gülebilsin, “bir üçüncü dünya ülkesinden ancak bu beklenirdi” diye içinden hiç
olmasa kakır kakır sırıtsınlar, yüzünüze ise yapmacık biçimde gülücükler dağıtsınlar!

Meşhur bir siyasi fıkra vardır, yerinizde olsam bunu anlatırdım: Bush bir gün ölmüş ve (doğal olarak)
Cehenneme gitmiş. Cehennemde her milletin ayrı kuyusu olduğunu ve o kuyuların başında bekleşen
zebanileri görmüş. Yanındaki baş zebaniye soru soran gözlerle bakınca, baş zebani hemen açıklamış:

Efendim bu gördüğünüz Almanların cehennem kuyusu. Cehennemlik tüm Almanlar bu kuyudaki


kaynar suda yanarlar. Eğer kafasını sudan çıkarmaya kalkan olursa, kuyunun başında bekleyen
zebanilerimiz onları kargılarıyla cehennem dibine bastırırlar. Fransızların, Japonların, Çinlilerin
kuyuları böyle devam edip gidiyor.

Bush, Amerikalıların kuyusuna doğru ilerlerken, başında zebani bulunmayan tek bir kuyu olduğunu
görmüş ve hayretle sormuş: Bu kuyu kimin kuyusu, bakın ne güzel başında zebani bile yok. Ne medeni
bir millet; demek ki bunlar hiç kaçmaya falan yeltenmiyorlar? Usul usul cezalarını çekiyorlar?

Baş zebani şöyle bir sırıtmış ve cevap vermiş: Hayır efendim sandığınız gibi değil. O Türklerin
cehennem kuyusudur. Onlar aslında hep kaçmaya çalışırlar ama oradan asla kimse kaçamaz. Çünkü ne
zaman aralarından birisi kafasını sudan dışarı çıkarmaya kalksa, diğerleri hemen onun bacaklarına
yapışır ve onu en dibe çekerler. Biz de o yüzden buraya nöbetçi bile koymaya gerek görmeyiz. Çünkü
Türkler içlerinden bir kimsenin yükselmesine asla izin vermezler!

89
Uçuk bir fıkra ama ne kadar da “bizi” anlatıyor değil mi? Hayırlı yapılan her işi engelleme kültürü
elbette sadece Türklere özgü bir husus değil. Hayırlı işlerin şeytanı bol olur!

Sufi kültüründe ve İslami gelenekte, ‘her şeyde hayır vardır, Allah, şerleri hayreyler, görelim neyler,
neylerse güzel eyler sabrı ve metaneti’ vardır. Hikmeti anlamak için zaman en iyi ilaçtır. Ak Parti
partizanları, “cemaat başbakanı sattı” diye veryansın ediyor, oysa yeni Türkiye’yi yolsuzlukların
dibine kadar batmış siyasi ve bürokratların kuramayacağını ıskalıyorlar. Bu nedenle Gülen’in
“beddualaşma” diye lanse edilen “ahitleşme resti” ve haksızlığa karşı zulmeden varsa sağlam durma
mertliği, ülkemizin demokrasisinde bir milat ve kilometre taşı olacaktır. Sosyoloğlara ve tarihçilere
biraz zaman verin, lütfen! Konumuza dönelim.

Diplomatlarımızın, Hizmet Hareketi “devletin akıncı beyi” değil, “derin devletin ajanı” hiç değil tam
tersine “paralel devlet” demesi, 17 Aralık ve 25 Aralık “Büyük Rüşvet ve Yolsuzluk Operasyonlar”ı
öncesi olsaydı, cemaat aleyhine olurdu. Bugün ise lehine olur ve önünü açar. İktidarı yarı yarıya
paylaştığı imajı uyandıran ve ağzı ile kuş tutsa bu sakat duruşu değiştiremeyecek
cemaatı diplomatlarımızın kötülemeleri faydalı olur. Türk diplomatının hizmeti tavsiye etmesi ve
övmesi daha kötü olurdu! Şimdi tüm dünya cemaatın bir sivil toplum örgütü olduğunu, halkın oyunun
yarısını alarak gelmiş güçlü bir iktidarı bile yanlış yaptığı zaman uyarabildiğini ve bedel ödediğini
görüyor. Hizmet Hareketi tüm dünyaya rüşdünü ispat ediyor, bağımsız ve özgür olduğunu haykırıyor.
Yapılan bunca tezvirat, iftira ve aşağılamanın getirisi daha büyüktür! Kimse devletin emir eri sözde
sivil toplum örgütü ile çalışmaz, ciddiye almaz.

Üç sene önce Kanada Başbakanı Stephan Harper’in Kanada’daki diyasporaları kontrol ve idare
etmekten sorumlu kıldığı üst düzey bir danışmanı ile görüşüyoruz. İlk sorusu şu oldu: “Fethullah
Gülen Türk devletinin gizli ajanı mı, Hizmet hareketi devletin lobicilik gücü mü?” Doğrusu böyle bir
soru beklemiyordum, ne cevap vereceğimi şaşırdım. Karşı soruyla zaman kazanmaya çalıştım ve “siz
ne düşünüyorsunuz?” diye sordum. Cevap tarihiydi: “Google’da araştırma yaptım, karşıma bu soruma
neden olan olumlu ve olumsuz pek çok site, köşe yazısı ve akademik makale çıktı. Saatlerce okudum,
edindiğim izlenim, Gülen ve takipçilerinin kesinlikle devlet ajanı olmadığı ve sivil toplum gücü
oldukları oldu. Bu görüşümü size teyit ettirmek için sordum, yoksa öküz altında buzağı aramıyorum.”

İnsaf ve vicdan işte böyle bir şey! Cemil Meriç’in sözüdür: “Çıkar olan yerde vicdan susar…”

Cemaatı infaz ve kredisini bozma ve yıpratma operasyonu ülkemizde aslında bir darbe olduğunu
gösteriyor. Başbakanın arkasına saklanan Ergenekoncular intikam alıyorlar! Bu ifrit ve kesif ortamda,
diplomatlarımızın Hizmeti kötülemesi pek çok ülkede açılması engellenen kırk civarında okulun
açılmasına sebep olabilir. Bazı ülkelerde Hizmet Hareketi çok devletçi gözüktüğü ve Ak parti
hükümeti ile beraber hareket ettiği için tırpan yemiştir. Kanada’da 2003 yılında Cumhurbaşkanımız
Abdullah Gül’ün başbakan iken gönderdiği kriptolu bir Dışişleri mektubu eski Ottava büyükelçimiz
Aydemir Erman benimle paylaşmıştı. Gül, Hizmet’e kefil oluyor ve büyükelçimize “ortak çalışın”
diyordu. Çok şaşırmıştım. Büyükelçi Erman, mektubun gereğini istemeye istemeye yapmış, sözde
“Kemalist ve laiklik” bir federasyonun devlet destekli bütçesini ise kesmişti.Oysa ben hep tokat
yemeye alışmış bir neslin evladıydım ve ‘linç edilme’ beni kamçılıyordu. Cemaate saldırı, Hizmetin
büyümesi ve hicret, AKP’nin ise çöküşüdür…

Faruk Arslan, Canadatürk, 01.02.2014

90
Parabol parti devletinin çöküşü!

Paralel ve gizli devletleri 2. Dünya savaşından sonra NATO ülkelerine yerleştiren Amerikan derin
devleti, Gestapo ve SS ajanlarını kullanmıştır. Başındaki isim Gehlen, 300 SS ajanı ile CIA emrine
girdi ve 1979’a kadar hizmet etti. Paralel devlet tarifini 2. Dünya Savaşı yılları sonrasından dünyada
ilk defa tanımlayan kişi, Amerikalı tarihçi Robert Paxton’dır, onun tanımına göre ‘devlet içinde
devlet’, aslında yıllardan beri bildiğimiz despot derin devletten başkası değildir. Derin devletleri,
emperyalizm sınırları dışına çıkmasın diye NATO’nun kurduğunu, yönlendirdiğini, gerektiğinde
kadroları değiştirdiğini sağır sultanlar bile duydu.

1996’daki Susurluk kazasına kadar paralel veya derin devlet konusunda Türk kamuoyu
kararsızdı. ”Derin devlet”in kökenine dair en az iki teori vardı: Kimilerine göre “derin devlet”in
kökleri Soğuk Savaş döneminde NATO’ya üye ülkelerde oluşturulan ve CIA tarafından yönetilen ve
finanse edilen istihbarat ve silahlı operasyon örgütlerine dayanır. Bu örgütün Türkiye’deki adı
“Kontrgerilla”dır. Ondan ilk kez 1974 yılında merhum Başbakan Bülent Ecevit söz etmiştir.
Başkalarına göre ise “derin devlet” köklerini, Osmanlı devletinin son yıllarında İttihat ve Terakki
yönetimi tarafından kurulan gizli istihbarat ve askerî operasyon örgütü olan “Teşkilat-ı Mahsusa”dan
almaktadır. 2007’den beri paralel devlet, Türkiye’de geçmişte kullanılan ‘derin devlet’, ‘Gladiyo’,
‘Ergenekon’ kavramlarının bugünkü hali olarak tanımlanabilir. Gladio’nun Türk devletindeki hali ise,
‘Ergenekon’, şimdi ise adı ‘Göktürk’ yapılanmasıdır.

Ancak Ergenekon yapısı AK Parti’nin iktidara gelmesi ile de iktidar bloğunda bölünmeyi beraberinde
getirdi. Özellikle 2007′deki seçimler ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra Ergenekon yapısı
olarak tanımlanan paralel devlet, temel stratejisini değiştirmedi; ancak Paralel devletin erkini elinde
bulunduran güçler değişti. Kemalist statükocu elitin yerini Türkçü İslami muhafazakar statükocu elit
aldı. Bu paralel yapılanmanın yeni sahipleri ise geriletilmiş Kemalist statükodan arta kalan ve yeni
devlet yapısı ile uzlaşan askeri ve sivil bürokratik kesimlerle AK Parti’nin muhafazakar İslami elitiydi.
AK parti, bir parti devleti oluşturmaya yöneldi, buna en yakın örnek Hitler’in yapılanması veya
Atatürk’ün tek parti dönemi CHP’si idi.

Cemaat siyasetin ve oligarşinin emrine girmediği için bu yeni yapıyla uzlaşmadı ve tasfiye edilmek
için düğmeye basıldı. 7 Şubat krizi, derin olişarşinin truva atıdır ve cemaat ile AKP’yi ayrıştırarak
AKP’ye tamamen kendi emrine almaları için dizayn edilmiştir. 2010 yılında MİT’in cemaatı terör
örgütü listesine alması, 4800 takipçisini fişlemesi, dinlemesi ve izlemesine onay veren AKP eliti,
Ankaralaşmıştır. 2010 referandumu ve 2011 seçiminde ayrışma öncesi son goller cemaat tarafından
atılsada, 2011 yazından itibaren derin oligarşi cemaat memurlarını devletten temizlerken, öte yanda
zenginleşen ve kirlenen AKP’nin paragöz elitlerini tepe tepe kullandı. Parti devletinde liderin egoist
olması tercih edilir. Hitler’i Almanya’da iktidara getiren dış gücün Büyükdede Bush ile Yahudi
zenginleri olduğu hep gizlenir. Hitler aslında zayıf Yahudileri yok ederek ve korkutarak tüm
Yahudileri yeni kurulacak İsrail’e postalamaya çalışan bir emir eriydi. Ancak kantarın topuzu bir defa
firavunun eline geçmeye görsün, fitneyi durdurmak kolay değildir.

Parti devleti tanımına en uygun paralel devleti Hitler, faşist Nazi Almanya’sında Gestapo diye bilinen
bir siyasi polis teşkilatı ile kurdu. Seçimlerle iktidara geldi ve tek başına güç elde ettiği anda güç
zehirlenmesi yaşadı. Bugün istihbaratı tek elde toplayan ve muhaberat devleti kuran Erdoğan gibi
Hitler’de Gestapo ile devlete paralel bir ‘gizli devlet polisi’ oluşturdu. Devlete değil Hitler’in partisine
hizmet eden Gestapo’nun en mühim görevi siyasi casuslar ile muhalifleri bertaraf etmek olmuştu.
Ayrıca bir diğer paralel devlet yapılanması olan SS’ler gibi fakir Yahudiler, Çingeneler ve
homoseksüellere yönelik soykırımda olağanüstü yetkilerle görev almışlardı. Kin, nefret ve öfke dili
kullanıyor, toplumu ötekileştiriyorlardı, Almanlar büyülenmiş gibiydi, Hitler güçlü bir hatipdi.

91
Gestapo ve SS, devlet içinde resmi yapılar olmasına rağmen raporlamalarını devletten çok Nazi
Partisi’ne vermiştir ki paralel devlet tanımlamasını en çok hak ettiği unsur budur. MİT, bugün AK
Parti ile devleti birbirine karıştırdı, başbakanın yanlışlarını örtbast etme derdine düştü. Zaten paralel
devlet kavramının en ince mevzusu budur. Paralel devlet denilen şey, aslında derin devlet kadar gizli
bir şey değildir. Devleti esir almış bir siyasi parti organizasyonu için hizmet eden bir unsurdur.
Almanya örneğimizde bu unsur Nazi Partisi’dir. Türkiye’de AKP paralel devlet partisidir. Gestapo gibi
SS’ler de ordudan ve klasik polisten çok daha fazla yetkilere sahiptiler. SS’ler ‘özel olarak
yetkilendirilmiş’ birimlerdi. Ne var ki SS’ler de devlet içinde devlet olmamışlar ve devleti ele geçirmiş
olan siyasi organizasyonun ideolojisi gereği devletin içinde devlet gibi hareket edebilmişlerdir. Onlara
bu özgürlüğü sağlayan ise devleti ve kurumlarını ele geçirmiş olan Nazi Partisi’ydi. AKP, devlet
kurumlarını tek tek ele geçirerek yandaşlarına dağıttı, toplumda yanlışa direnecek hiç bir güç kalmadı,
çünkü Gestopa ve SS başlarını ezdi, zalimce muhalifler yok edildiler.

İtalyan faşistlerinin ‘kara gömleklileri’ de bir diğer çarpıcı örnektir. Onların da görevi muhalifleri
susturmak, sindirmek, yok etmek ve ortadan kaldırmaktı. Paralel parti devlet örneklerinin karakteristiği
evrensel, ulusal hukuk standartlarına uymak zorunda olmamalarıydı. Yargısız infaz yapabilirlerdi.
Kurdukları devlet destekli medya kara propoganda yapar, hedef gösterir, SS tetikçileri hemen
öldürürdü. Derin devletlerden farklı olarak bu infazlarını aynı faşizmin ele geçirdiği medya vasıtasıyla
halka “hukuk standartları” içinde sunabilme kabiliyetleriydi. İnfaz ettiklerini, çoktan ele geçirilmiş
faşist medya kanalları ile kolaylıkla vatan haini ilan ederlerdi. Soğuk savaş sonrası türeyen derin
devletler, infazları çaktırmadan işlerken, hatta suçu başka unsurlar üzerine atarken paralel parti
devletleri herkesin gözü önünde her türlü cinayeti işlemekte özgürdüler. Bu cinayetler bazen bildik
cinayetler, bazen hukuk cinayetleri olabiliyordu. Yüzsüzdüler. Devleti korudukları için Gestopa ve SS
subayları hep vatansever olduklarını iddia edeceklerdi.

İstihbarat devletinde parti tek hakimdir, bazen sivil teşkilatlar, STK’lar ve hatta dini bazı cemaatler de
bu güce tapar, korkar ve işbirlikçi sınıfa girebilir. “Öl de ölelim, gir de girelim” diye yırtınan herhangi
bir siyasi partinin gençlik kolu da paralel devlet olabilir ki yine bunun en meşhur örneği Nazi
gençliğidir. Hitler’in yaptığı seçim meydanları ve salonlarda Nazi gençliği vardır, Hitler’in halk ile
irtibatı kopartılmıştır. Tıpkı AKP ve Erdoğan örneği gibi. Erdoğan’ın konuşma yapacağı yere 3000
AKP gençliği alkışlasın diye götürülüyor ve liderin gözü boyanıyor. Krala çıplak olduğunu kimse
söylüyemiyor. Dört beş danışmanla her şeyden haberdar olduğunu sanan lider yalnızlaşıyor ve
kaybediyor.

Öte yandan, boğazına kadar siyaset ve ticarete batmış, buna rağmen “biz hayır yapıyoruz” diyen
çıkarcılar, nemalananlar, öküz lider Hitler ölene kadar diktatöre güya ölümüne bağlıdırlar, basiretleri,
ferasetleri yoktur. Aslında para bol olduğu için ‘emret komutanım’ edasında olan bu tiplerin onurları,
şerefleri, hele hele şahsiyet ve kimlikleri hiç yoktur. İki dakikada taraf değiştirebilirler, renk
değiştirmede bukalemonları, vahşilikte sırtlarını geçerler, dişleri olsa yamyam olur kardeşlerini yerler.
İnsaf ve vicdanları hiç yoktur. 2. Dünya savaşında 50 milyon insan öldü, sebebi Hitler’in nefret ve kin
diliydi.

Bizimki gibi tek parti devletlerinde ise, istihbarat teşkilatları dışında paralel devlet olmaz. Özel Harp
ne derse o olur. Cemaat gibi toplum yararına çalışan, eline silah almamış sivil toplum örgütlerinden
paralel devlet çıkarmak iğne deliğinden deve geçirmekle eşdeğerdedir. Para, makam, güç, yargı, polis,
istihbarat, ordu elinde olan güç tek adamsa paralel devleti kolayca kurabilir. Kısacası, bizzat
hükümetin başı olan şahsın isteği ve emri doğrultusunda devletten yetkili birtakım işler çeviren
yapılanmalara‘paralel devlet’ denir. Paralel devletler hükümet aleyhine işler çevirmezler. Siyasi
emrinden kimse çıkamaz. Cemaat, siyasetin emrine girmeyerek aslında herkese paralel
devlet olmadığını ispatladı. Cemaata derin devlet hiç denilmez ama AKP’ye olsa olsa “parabol devlet”
denilebilir.

92
Türkiye’de siyasal olarak iktidar olan bir yapının ‘derin devlet’in onayını almadan ya da onunla
uzlaşmadan iktidara gelmesi, bunca kirlenmişlikten sonra helede iktidarda kalabilmesi çok zordur.
Dolayısıyla AK Parti’nin derin devlet ya da paralel devlet ile bağı söz konusudur. Şimdi bu bağla ciddi
sorunlar yaşanmaktadır. Derin devlet veya paralel devlet denilen bu oluşumlardan ülke olarak
temizlenmek gereklidir. Devletin derini yada paraleli olmaz, olmamalıdır. Demokrasi, özgürlük ve
insan hakları olan, kolluk kuvvetleri dürüst işleyen, işletilen, tarafsız ve adil bir yargı ve hukuk devleti
üzerinde durulması, olması gerekendir. Cemaat, Hitlerizm’e giden ülkedeki yanlışlara dur diyebilen
cesur yürektir.

Parabol parti devletine artık bir son verelim! Sandıkta alınan halkın iradesi yetkisi suistimal edilmiş ve
AKP Hitlervari hareket eden liderine teslim olmuştur. Onca yolsuzluktan sonra istifa ettirilen,
başbakan da istifa etsin, o yaptı diyen eski bakan Erdoğan Bayraktar’ın özrü buna en açık delildir, zira
parti devletinde lider hata yapmaz ve eleştirilemez. Bu partiden bu ülkeye artık hiç bir hayrın gelmesi
beklenemez. İşte bu nedenle AK Parti önümüzdeki seçimlerde diz çökecektir ve halk emanet oyunu
geri alacaktır.

Hz. Ömer adaleti nerede kaldı?

Milli Görüş camiası ile tanışmam 1970’li yıllara dayanır. Hemşerimiz Çorumlu yazar Sadık Albayrak
baba dostuydu, babamda merhum Erbakan’ın ordudaki tek tük adamlarından biriydi. Dolayısıyla
çocukluğum Seyyid Kutub, El Mevdudi okuyarak geçti, Hilal dergisinin 1960’larda çıkan 12 yılık 12
ciltlik fasiküllerini defalarca hatmetmiştim. Malatya’da merhum Muhammed Said Çekmeğil’in
talabesi olarak hidayete eren babam merhum Turgut Özal’a kadar sıkı “Erbakancı”ydı. Siyasal İslam
tarafından zehirlendiğimi henüz bilmiyordum.

Beni “Erbakancı” çizgiden şakirdlik yoluna getiren tarihi olay 1979 Kabe baskını idi. 1984 yılına
kadar bu olayı babamdan farklı duymuştum, Amerikalılar yaptı sanıyordum. İlk Işık evine 1984
başında Ankara’da Aşağı Ayrancı’da gittiğimde askeri bir lisede okuyordum ve sadece 15
yaşındaydım. İlk defa Risale dinledim ve teybe konan kasette ilk defa Fethullah Gülen Hocaefendi’yi
duyuyordum. Ağlayarak konuşuyor, hıçkırıklarla 1979 Kabe baskınını 400 İranlının nasıl yaptığını
anlatıyordu. Çok şaşırdım. Halbuki CIA oyunu değil miydi bu baskın? Müslümanların gazetesi,
televizyonu yoktu, bir kaç İslami dergi vardı, onlarda bir Afganistan cihadı, bir Filistin cihadı
tutturmuş mücahid ve yardım topluyorlardı. Gülen’in 1979’da İzmir İslam Enstitüsü’nde Milli
Görüş’ün 500 adam toplayarak Amerikan kolejini Kabe baskını suçlamasıyla taşa tutmasını eleştirmesi
ve kendi talabelerini sokağa çıkmaktan men etmesi dikkatimi çekti. Neticede İranlı baskını yapmıştı,
polis Milli Görüş şovunu dağıtmıştı. Ortada bir oyun vardı ve müslümanlar koyun olmamalıydı,
basiretli olmalı ve zulüm etmemeliydi.

Milli Görüş ve Erbakancı yaklaşım askeri lisede müslümanları ikiye bölmüştü. Namazını gizli kılan,
orucunu gizli tutan bizler İslami yaşantıya hoş bakmayan askeri okul yönetiminin hışmını üzerine
çekmemeye çalışıyordu. Milli Görüşcü Ali ve Mikail ise açıkca devlete “tağut”, “şeytan”, “put devleti”
diyor, bu sistemi yıkıp İslam şeriat devleti getireceklerini ulu orta haykırıyordu. Afganistan savaşına
mücahid yazdıklarını hayretle öğrendim, gençlik kolları lideri Recep Tayyip Erdoğan’a düzenli bilgi
veriyorlardı. 2. Sınıftım ve bir alt sınıftaki İsa, Musa ve Adem’i bir üst sınıfımda yer alan Ali ve
Mikail’in kafaladığını öğrenince kan beynime sıçradı. Normalde bir üst sınıftaki abiye askeri lisede
dayılanmak direk dayak yemek demektir. Aldırmadım. Ali ve Mikail’i öyle bir fırçaladım ki, tüm okul
kavgamızı duydu. Hz. Ömer adaletiniz bu mu demiştim: “Gidin başka saf bulun, şakirdlerden el
çekin.” İkili bana, “sizin hocanız koyun yetiştiriyor, biz İslami cihada kahraman yazıyoruz” demişti.
Utanmadan eklemişlerdi: “Okul yönetimi sizin gibi sümsük koyun müslümanları okuldan atmaz, bizim
gibi mücahitlerle savaşır ve mağdur eder!” ‘Hz. Ömer’in adaletini size tekrar hatırlatacağım’ dedim.

93
Afganistan’da dönen dolapları henüz bilmiyorduk, El Kaida’yı CIA’nın kurdurduğunu, İslam
ülkelerinden 30 bin mücahit genç topladığını ve bu görevin ülkemizde Erbakancılara verildiğini yıllar
sonra öğrenecektim. İç güdümle, aklımı, vicdanımı kullanarak İsa, Musa ve Adem’i
ellerinden kurtardım ama hep birlikte 1987’de okuldan atıldık. Şeriat devleti peşindeki mücahitler Ali
ve Mikail ise mezun oldular. Dört yılda etraflarında beş kişi toplayamamışlardı, biz ise 23 kişi atıldık,
geride bunun iki katı şakird bırakarak. 1996 yılıydı, Antalya’da askerlik muayenesi için gittiğim askeri
birlikte Mikail’i tevafuken gördüm. Namazını gizli kıldığını, her an ordudan atılabileceğini söyledi ve
askeri lisede iken bize yaptıkları zulümden dolayı özür diledi, helallık aldı. Atıldıklarını duydum,
hemde YAŞ kararını hocaları Erbakan imzalamıştı. Etme bulma dünyası, kader adalet ediyor. 12 Eylül
2010 referandumunda cemaatın azmi sayesinde reforma evet denmesiyle bu arkadaşlar özlük haklarına
kavuştular, biz ise yine mağdur kaldık. AKP için sadece kendi adamlarının hakları vardı, Hz. Ömer
adaleti ölmüştü!

Mikail’e, biliyor musun veya hiç merak ediyor musun dedim, 1985’de sizin ellerinizden kurtardığım
İsa, Musa ve Adem bugün neredeler ve şimdi ne yapıyorlar? İlgisizce başını salladı. Bırakır mıyım,
anlattım: “Ben Azerbaycandayım, İsa Kazakistan’da öğretmen, Musa Balkanlar’da, Adem
Bangladeş’te İslam davası için koşturuyor. Bize tepkisiz, Filistin ve Afganistan’a duyarsız, koyun
müslümanlar dediniz , kuzu idik kurtların önüne attınız, yem ettiniz. Siz dört duvar arasında salon
müslümanlığı, boş nutuklar, mitingler ve şovlarla güya cihad yaparken, bizim mağdur edilen bu garip
arkadaşlarımız karın tokluğuna dünyanın dört bir yanında mazlumların, mağdurların yardımına,
imdatına şov yapmadan yetişiyor.” Mikail başını önüne eğdi: “Haklısın Faruk. Allah bizi af etsin, siz
haklı çıktınız, dualarımız sizinle” dedi.

Aradan yıllar geçti ve bugün benzer bir oyun cemaata yine kendini mücahit zanneden “paragöz parti
devleti” haline gelmiş “Milli Görüş artıkları” tarafından oynanıyor. Daha beş yıl önce AKP’yi “ABD
Derin devleti ve Yahudi lobisi kurdu” diye kitap yazan Star yazarı Nasuhi Güngör TRT Haber Müdürü
oldu. İran’ı 1980’lerde su yoluna çeviren, Milli Görüş’ün İrancı kanadının mücahit gençliğini
Tahran’da yetiştirmekle görevli, Selam Gazetesi eski Yayın Yönetmeni Kemal Öztürk Anadolu Ajansı
Genel Müdürü makamını işgal ediyor. Muta nikahını ülkemizde yaygınlaştıranların dik alası artık ülke
iç güvenliğinden sorumlu “hafakan bakan” oldu. İran’ın 47 Üniversitesi diplomasına ülkemizde
denklik verdiren, Van’da Tebriz Üniversitesi açtıran, 2000 İranlı hemşire ve hasta bakıcı işçi, 5000’de
İranlı yabancı öğrenciyi ülkemize burslu getiren Beşir Atalay, Kürt sorununda “açılım diye saçılım,
bölünme” politikasını yürütüyor. Amerikan Demokrat Derin Devleti’nin Erdoğan sonrası için seçtiği
ve desteklediği iki isim MİT Müsteşarı Hakan Fidan ve Başbakan’ın Başdanışmanı Yalçın Akdoğan,
“Suriye’nin Afganistanlaştırılmasından” ve ülkemizin doğusunun “Kürt kartıyla
Filistinleştirilmesinden” sorumlu “CIA’nın müstamleke valisi” gibiler! Yaptıklarının hesabını elbette
birgün vereceklerdir. İlahi adalete güvenelim. Hz. Ömer adaleti, zalimin tepesine kılıç gibi inecektir.

Afganlıların mücahit değil uyuşturucu müptelası, yetiştiricisi ve taciri, İranlıların dinle imanla alakası
olmayan, Sünni İslam’ı yok etmeye yeminli kinci, müslümanlık düşmanı Pers nefretini temsil ettiğini
anlamak için Kanada’ya gelmişleri görmem gerekiyormuş. İsrailli, Yahudi ve Amerikalı iş adamlarıyla
milyarlarca dolarlık işlere girenler, bugün cemaatı kuzu sanıyor ve yine kurtların önüne atıyorlar!
Utanmadan, “CIA ve MOSSAD damgası” vuruyor ve “vatana ihanet”le suçluyorlar. “Masayı, kasayı,
nisayı” götüren, kirlenen, boğazına kadar çamura batmış, yolsuzluk bataklığında boğulanlar, Allah’ın
davasını savunan Hizmet Hareket’ini üflemekle söndüremezler. Allah nurunu tamamlayacaktır,
zalimler, münafıklar ve kafirler istemesede…

94
Ahir zamanda fitnenin tamiri!- Faruk Arslan 7 Şubat 2014

Said Nursi’nin değerli eseri Risale-i Nur’da; 5. Şua, Kastamonu Lahikası, Emirdağ Lahikası, 1. Şua,
14. Şua, 24. Söz, 15. Mektup dışında ahir zaman fitnesini tamir edecek Mehdiyetle veya Şahsı Manevi
ile ilgili en geniş ve stratejik işaretler içeren Risalesi, 29. Mektup’un 7. Kısmıdır. Sosyal ve siyasi
hareketleri remzeden bu yedinci kısmın isminin de “İşarat-ı Seb’a” olması, insanların materyalizm ve
dağılmaktan dolayı stratejik davranamayacaklarını bildiriyor. Üstad üç soru sorar ve net olarak yedi
işaret ile cevaplar. “Hakkın Şahsı Manevisi”ni temsil eden cemaat veya camia, fesadın çıkış sebebi
olan yolsuzluk, israfa ve rüşvete dayanan bozuk düzeni devleti yıkmadan tamir edecektir.

“Büyük Sufi”nin yardımcılarının emniyet ve yargı güçleri olacağını ifade eden Nursi, Seyyidler
cemaatının zor zamanda yardımına, imdatına koşacağını belirtir. Nursi ne yazmış aktarayım, siz
kararınızı verin…

29. Mektup’un 7. Kısım 6. işarette, devlet burjuvazisi ve oligarşisi israf ve rüşvetle toplumu ifsat ettiği
hengamede, Said Nursi o nuranî cemiyetin ortaya atılarak, ıslah çareleri sunacağını, devlete adalet ve
istikamet vereceğini izah ediyor. Bazı Risale talabeleri maalesef üstadın eserlerini yanlış yorumluyor
ve halen bazıları yanlış kampta yer alıyorlar. Cemaatın yurtdışı açılımı ile zaten Nursi’nin müjdesini
verdiği zatı muhterem veya Nur dışı Nur hareketinin ne olduğu henüz 1990’larda anlaşılmıştı.
Üstadın en aktif ve en çok sevilen talabesi merhum Mustafa Sungur abi, 1992 Mart’ında bunu açıkca
bir sohbetinde Bakü’de benimde bulunduğum ortamda söylemiş ve son şüphesininde dağıldığını
anlatmıştı. Herkesin bu yazdıklarımı anlaması, ferasetle gerçeği görmesi gerekmeyecektir.
Manipülasyon ve spekülasyona açık bir konu. Bir defa ben Mehdiyim diye ortaya çıkan her kimse
kesinlikle Mehdi değildir, kimse kimseyi dolduruşa getirmesin!

Tamir edici cemiyetin lüzumunu izah edip gerekçelerini gösteren üstad Nursi, “ümmetin fesadı
hengâmında mehdiyet, içtimai bir hakikat olarak tecelli eder” mealindeki ifade kulanır. Bu konu yanlış
taraflara çekildiğinden “fitne ve fesadı tamir edici camia” diyelim.

Üstad, burada geçen “fesad”ın ne demek olduğunu dört işaretle açıklıyor, ümmeti ifsad edenleri
susturmaya çalışırken, aslında anahtar kelimeler ile bu fesadın sebeplerini ve ıslah çarelerini anlatıyor.

İslam Âlemindeki “süfyanî ifsat topluluğu”nun temel karakteri israfçı ve dünyacı olmalarıdır. Çoğu
kültürel olarak müslümandırlar ve içlerinde münafık çoktur. Bunun belirtisi rahat yalan söyler, iftira ve
bühtan atar, verdiği sözde durmaz ve emanate hıyanet ederler. Dünyayı çok sevdikleri için kutsal ve
gaybi boyuta imanları yoktur. Allah’a inanırlar ama aslında paraya, makama, dünyevi nimetlere
taparlar. İman olmayınca insanda ve toplumda tek geçerli değer, nefis, bencillik ve hedonizm kalır.
Enaniyet, kıskançlık ve tamahkarsızlıkta firavunlar ve Karunlarla denktirler. Böyle insanlara dinin
literatüründe “Yecüc-Mecüc” denilir. Yolsuzluk, rüşvet ve hırsızlık bir hastalıktır, virüs gibi
bulaşıcıdır ve “süfyanî grubu” net tanımamızı sağlar.

Tamir edici aydın cemiyetin elinde mucizekâr asa vardır, bu manevî kılıç eğitimdir. Bu aydın cemiyet,
bilim ve dil sayesinde dinin mucizeliklerini gösterip, dini hurafe sanan ve dolayısıyla dine karşı cephe
alan çevreleri imana getirecektir. Yani âlem-i İslamdaki gizli dinsizlik akımı durdurulsa, âlem-i İslam
ıslah olur. Komünizmi ve anarşizmi dağıtacak ve onların enkazını temizleyecek bu “Yüksek Değerler
Etrafında Toplanan Hareket”in veya cemaatin nitelikleri,

Risale Akademi sitesinde yayınlanan Risale-i Nur’da Mehdiyet haritası yazı yazarı,

Bahaeddin Sağlam’a şunlardır:“a) Hz. İsanın din-i hakikisini, (yani şefkati, kardeşliği, ruhaniliği)
esas alacak.
95
b) O din-i hakikiyi İslamiyet’in hakikati (yani başta madde-mana ve ilim-inanç bütünlüğü gibi değerler
ile) birleştirmeye çalışacak.
c) Hamiyetkâr ve fedakâr olacak.. (Evet, her şeye rağmen bütün insan hakları örgütleri yine Batıdan
çıktı.)
d) “Müslüman İseviler” ismine layık. (Yani bunlar Kilisenin hurafeleri dışında olacak.)
e) Hz. İsanın riyaseti altında.. Yani onların tüzüğü ruhanilik, fedakârlık, antimateryalizm gibi
değerlerden oluşacak. Veya Kiliseyi bunları yönlendirecektir veya temizleyecekleridir.

Evet, özünde İncil ve İslam medeniyetine dayanan bugünkü olumlu Batı Medeniyeti, insanlığı
komünizm belasından kurtarmıştır. Fakat kendi içinde gizli olan aşırı liberalizm ve sözde bilimsel
materyalizm deccallerine karşı henüz savaşı kazanmış değildir. Çünkü Batının başta Kilise olmak
üzere bütün müsbet kurumları ve İslam dininin önemli yazarları bu iki düşmana karşı savunma
refleksinden gerçek cevap ve hamle girişimine geçemiyorlar.

29. Mektup’un 7. Kısmındaki Beşinci İşaret ve bu beşinci işarette 15 anahtar kavram var, şöyle
ki:

a) “Fesada girmiş âlemi ıslah edecek Mehdi…” Demek ahir zamanda bozulma sadece âlem-i İslama
has kalmayacaktır. Bütün dünya, dinî ve manevî değerlerinden soyunmaktan dolayı bozulmuş
olacaktır. Mehdi sadece Müslümanlara değil; bütün dünyaya hitap edecektir. Onun için 19. sure olan
Meryem suresinde Hz. Zekeriya (bugünkü İslamiyet) kemiklerinin (maneviyatının) ve saçlarının (bilim
birikiminin) çok çok zayıfladığından dolayı kendine bir varis ister; bana (dine) ve Al-i Yakuba (insanî
birikime) varis olsun; diye dua eder. İşte bundandır ki; Mehdi’ye Halifetü Resulillah değil de
Halifetullah denilir.

b) “Mehdi hakkında birçok sahih rivayet var..” Peki, buna rağmen neden bazı hocalar ve bir kısım
muhaddisler, Mehdinin geleceğini inkâr ediyorlar. Cevap şudur: Emevi sultanları bu gibi rivayetler
karşısında bir nevi deccal gibi göründüklerinden bu rivayetlerin yayılmasını yasak ettiler.

c) “Cemaat-ı beşeriyenin büyük ifsatları…” Yani olumlu veya olumsuz ahirzamanın bütün akımları
bütün beşeriyeti kuşatacak şekilde yayılacaklar ve lokal kalanlar eleneceklerdir.

d) “Mehdinin bütün işleri harika (mucizevî) olsa hikmet-i ilahiyeye aykırı olur..” Demek her yönden
harika bir Mehdi tasavvuru dinî ve ilmî olamaz; avamî bir hurafe olur; ehl-i ilmi ve ehl-i hakikati
umutsuzluğa sevkeder.

e) Mehdinin vasıfları: “En büyük bir müçtehid, en büyük bir müceddit, hem devlet adamı (hâkim)
hem manevî bir mürşit, hem Mehdi…” Yani iki açıdan bu vasıflar gereklidir. Çünkü ümmet ve
insanlık hem çok büyük bir bozguna uğramıştır. Hem de bu yıkılışı önlemek için ıslah niyetiyle fakat
çok daha zararlı hareketler ortaya çıkmıştır. İşte bu iki nevi temizlik için bu vasıflara sahip bir
mehdiyet zorunlu, sosyal bir ihtiyaçtır. Ayrıca ümmetin moral bulması için umut kaynağı ve manevî
bir çaredir.

Müçtehid demek, yeni bir hukuk anlayışı ortaya koyacak demektir. Bu vasıf, Emirdağ Lahikasında
“mürur-ü zamanla zedelenmiş olan şeriat-ı Muhammediyeyi ihya edecek” ifadesi ile geçiyor.

Müceddit.. Yani dinî literatürü ve dinî anlayışı yenileyecektir.

Devlet adamı (hâkim) olması, yeni bir siyaset anlayışı getirecek demektir, yoksa siyaset adamı veya
devlet başkanı olacaktır demek değildir.
Mürşit, arınma ve maneviyat alanında yeni bir yol ve yöntem gösterecek demektir.
Gerçek Mehdi, yeryüzündeki bozguncu hareketleri temizleyebilmelidir. Nefret ve kin dili yerine
96
evrensel sevgi dili geliştirmelidir.

Demek eğer bu beş temel vasıf birisinde yoksa o Mehdi değildir. Veya bu vasıfları icra edecek olan
mehdi, şahıs değil de bir cemaat olacaktır. Ki bu 5. İşaretin başındaki sorudan da bu anlaşılıyor.
Maalesef Ortaçağın skolastik bataklığından çıkamayan birçok zevat Mehdiyet iddia etmekle dünya
büyüklüğündeki bir meseleyi kirletmiş oluyorlar.

f) “Mehdi Al-i Beytten olacak…” Ya neseben veya manen.. Yani İslamiyet ailesi içinden, İslama çok
yakın bir çevreden olacaktır.

g) “İsmi Muhammed Mehdi olacaktır.” Yani Hz. Muhammed gibi başta ilim ve inanç olmak üzere
bütün zıtları istikamet ve denge dairesinde birleştirecektir.Ve bu sayede yani bu mucizevî tılsım ile
âlemin ifrat ve tefritini yani fesadını izale etmiş olacaktır. Yoksa zahiren ismi “Muhammed Mehdi”
olsa, bu da hikmet-i ilahiyeye ve imtihan sırrına ters olur.

h) “Mehdi hakkında hiç rivayet yoksa da esbap dairesi açısından onun gelmesi Allah’ın hikmetinin
gereğidir.” Çünkü kâinatta her zıt mutlaka eşit ayarda zıddını çağırır. Yani eğer büyük bir ifsad
olmuşsa büyük Mehdi yani büyük ıslahatçı da mutlaka var olacaktır. Bu gerçeklik, diyalektik sürecin
en temel kanunudur. Hikmet-i İlahiye denilen müsbet ilimler, daima bu kanun üzere çalışırlar ve ona
göre çerçevelenirler.

i) Sosyoloji bilimi açısından bu realite şöyle gerçekleşecektir: “Başta seyyidler olmak üzere İslamın
yakın çevreleri bu evrensel bozgunculuğa bir gün elbette tepki göstereceklerdir.”

29. Mektup’un “Hücumatı Sitte” adlı Altıncı Kısım’da anlatılan insani ve cinni şeytanların altı
fitnesine karşı altı hücum ve akim bırakma yolları izah ediliyor.

Beşinci şeytani desiseden, çağımızın süfyanilerinin enaniyeti, kıskançlığı kullanarak Hz. Yusuf’un
çağımızdaki muadilini veya varisi olan alim zata zulmetmesi remz ediliyor. Nur’un 10 kardeşinin en
mümtaz olanı kuyuya atması, bir kardeşinin (Yeni Asya grubu) ihanet etmediği çıkartılabilir.

Altıncı Kısmın Zeylinde üstad, o asrın densizlerinin yüzüne tükürmüş ve altı sualine cevap istemiştir.

29. Mektup’un “Telvihatı Tis’a” adlı kısmında bu devirde velayet yoluna dokuz telvihte bulunan üstad
Said Nursi, Sufilik yolunun tarikatsız bireysel olarak nasıl yaşanacağını ve davayı ehli velayet
olmayanların yürütemeyeceğini ve yollarda çakılıp kalabileceğini anlatıyor. Ahir zaman fitne fesadı
pek çok insanın elenmesine yol açacak ve geriye kalan sağlam adanmış ruhlarla tamir edici hakkın
şahsı manevisini temsil eden cemaat, fitneleri tamir edecektir.

İman davası, tahkiki iman taşıyan kalp sultanı Sufilerle “111 Hak çekirdeğini” açtıracaktır. Hz. Ali
(RA), Gavzı Azam Abdülkadir Geylani (KS) ve Hz. Hızır (RA) nice işaretlerle bu orduya yardım
edecektir.

Zaten başında Peygamber Efendimiz (SAV) ve ashabının olduğu bir ordu var ve “Süfyan Cemiyeti” ile
harp ediyor iken, suskun “Büyük Sufi Alime” ve cemaatına bozgun yoktur.

97
Hizmete Şer atan Rabıta’nın Ensar’ı!

AK Parti, bir yandan Hizmet Hareketi’ne karşı rakip olarak devlet destekli Ensar, Birlik, Bereket ve
TÜRGEV gibi vakıfları önplana çıkartırken, bir yandan da RABITA ile ilişkilerini örtbast etmek için
cemaata “CIA ve MOSSAD’a çalışıyorlar” iftirası ve bühtanı atıyor. Bunu niye yapıyorlar?
Arkalarında kimler var? Daha düne kadar derin askerler Rabıta’nın Türkiye’deki adamlarına “irticacı”
damgası vururken, bugün neden ele ele kol kola cemaatı yıkmaya çalışıyorlar? Hizmet’e şer atan
RABITA adlı Suudi örgütün Türkiye ayakları fitne çıkarmasa bu yazıyı hiç yazmazdım.

Rabıtat al-Alam Al-İslami adlı RABITA, dünyanın en zengin İslam örgütü, örgütün maddi kaynakları
arasında Suudi-Amerikan ortak petrol şirketi olan Aramco’nun sağladığı fonlar, Arap şeyhlerinin
milyonlarca dolarları, en başta Suudi kraliyet ailesi bulunuyor. Suudiler Hizmet Hareketi gibi devletten
bağımsız bir sivil toplum örgütü çıkartamazlar, zira devlet himmet edenin parasını alır tek elde toplar,
ülke içinde ve dışında Vehhabiliği korur, yayar. Bireylere bir cami bile yaptırmazlar size, hayır
işlemek istiyorsan devlete vereceksin tıpış tıpış. Böylelikle rejimi korumak ve kontrol kolay olay olur.
Aleyhte konuşanı çöle götürüp kafaya bir kurşunla rejimi koruma kollama adına infaz ederler. Mekke
ve Medine’de Türklere sorun, çok konuştuğu için yargısız infaz eedilmiş nice insanımız var.

AK Parti, buna benzer bir yapılanmaya gidip cemaatleri devlete bağlamaya çalıştığı ve otoriterleştiği
için Hizmet ile her zaman çelişti, şimdi ise resmen ölümüne çatışıyor. Fethullah Gülen Hocaefendi, bir
hatırasında “RABITA’nın kendisine defalarca milyonlarca dolarlık yardım vermeye zorladığını”, her
seferinde ”yabancı güdümüne girmemek için ret ettiğini” anlatır. Milli Görüşçü çizgiden gelenler ise
geri çevirmemiştir, aradaki fark budur. RABITA ile zoraki evlillikten doğan veledi rüşvettir.

Sorun, AKP ileri gelenlerinin kurdukları vakıflarda hayır işleri yapması, hatta RABITA’dan gelen
avatanta bağışlar, yardımlar değildir. Sorun, Suudi Vehhabi ve İran Şii anlayışında sivil toplumu, farklı
cemaatlari yok eden, hepsini devletleştirmye çalışan diktacı zihniyettir. Devlete yaslanarak haksız
vakıfcılık yapmak, kamu ihaleleri karşılığı haraçla, rüşvetle komisyon veya zoraki bağış adı altında
Humus toplamak, helale haram karıştırmaktır. Yabancı uyrukluların siyasi bir partiye yardımda
bulunması ise parti kapatma sebebidir. Ensar ve TÜRGEV’de havuzda toplanan paraların seçim
kampanyalarında kullanılması, mdya satın alınması, satılık ve kiralık kalem yemlenmesi, demokraside
haksız rekabet ortaya çıkartıyor. RABITA ile vakıfların ilişkisi, nereden koştukları, akrabalık
ilişkilerini gazeteci Uğur Mumcu kitabında daha önce yazmıştı. Bugün gelinen nokta, gittikce tek parti
devleti haline geldiğimiz ve ülkemize Suudi Arabistan ve İran’da olduğu gibi ruhu alınmış, ürkütücü
bir İslami anlayışının hakim olmasıdır.

Rabıta örgütünün kuruluşunda Türkiye’yi, 1960′larda Hilal dergisi sahibi Salih Özcan temsil eder,
daha sonra Necmettin Erbakan’ın lideri olduğu Milli Selamet Partisi’nden (MSP) Şanlıurfa milletvekili
seçilir, ardından da “Faisal Finans Kurumu”nun kurucusu olur. İkinci adamı Türk-Suudi Arabistan
Dostluk Cemiyeti Başkanı Ahmet Gürkan DP’den iki dönem milletvekilliği yapmıştır. Bugün
Başbakan Erdoğan oğlu Bilal ile özdeşleşen TÜRGEV Vakfına 100 milyon dolar bağışlayan Suudi
Arabistan kökenli Muvvafaq Vakfı’nın başkanı ve kurucusu işadamı Yasin el Kadı, RABITA’nın AKP
ile ilişkilerini koordine ediyor. Rahmetli Seyyid Kutub’un ailesi, El Kadı ile başbakanın ailesi arasında
ticari ilişkiler ayyuka çıktı. Yasin El Kadı, Türkiye’deki şirketleri aracılığıyla Albaraka Türk’ün de
ortakları arasında yer almıştır. Al Baraka Türk Özel Finans Kurumu’nun yönetim kurulu üyelerini
sayarken Kemal Unakıtan’ın adına rastlarsınız. AKP’nin ilk Maliye Bakanı olan Unakıtan ve oğlu da
nice yolsuzluklara karıştı ama yargılanamadı. 2001’de “El Kaide ve Taliban mensubu olan ya da bu
örgütlerle bağlantılı kişiler ve kurumlar” listesinde olan El Kadı, AKP marifetiyle listeden ülkemizde
çıkarılmıştı, zira AKP seçim kazansın diye haracın, kesenin ağzını açmıştır.

98
Kalyoncular ve Albayraklar Erdoğanlarla akraba oldukları için vakıf işlerinde hep onları görüyoruz.
Hasan Kalyoncu, Erdoğan’ın kurucusu olduğu Birlik Vakfı’nın, eski AKP’li bakanlar Abdülkadir
Aksu, Ali Coşkun ve TBMM Başkanı Cemil Çiçek ile birlikte Yüksek İstişare Kurumu üyeliği
yapmıştır. AKP kadrosunun iskeletini oluşturan Türkiye Gönüllü Teşekküller Vakfı’na bağlı Birlik
Vakfı yöneticileri arasında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve Bilal Şahin’de bulunuyordu. Bereket
Vakfı’nda Topbaş ailesinden de isimler var: Ahmet Hamdi Topbaş, Osman Nuri Topbaş, Mustafa Latif
Topbaş, Ali Eymen Topbaş. Bu açıdan bakıldığında Bereket Vakfı, AKP dönemi kadroları açısından
çok bereketli bir vakıftır. Kurucuları arasında bugün hizmete en fazla şer atan şebeke Kanal A’nın
patronu Abdullah Tivnikli de vardı. M. Latif Topbaş ile Gül ailesi ile 30 yıllık dostlukları bulunuyor.

Türkiye Gönüllü Teşekküller Vakfı’da (TGTV) AKP’ye siyasetçi yetiştiren bir çatıydı adeta. Yine
TGTV’ye bağlı Ensar Vakfı’ndan eski İstanbul Büyükşehir Belediyesi Genel Sekreteri Mustafa
Açıkalın, İlim Yayma Cemiyeti’nden Hayati Yazıcı (şimdi Gümrük ve Ticaret Bakanı), İnsanlığa
Hizmet Vakfı’ndan Hikmet Özdemir, Dayanışma Vakfı’ndan Süleyman Gündüz, Ankara Kültür ve
Eğitim Vakfı’ndan Ali Yüksel Kavuştu, Hayra Hizmet Vakfı’ndan eski İstanbul Belediyesi Yol
Bakım-Onarım Müdürü Zülfü Demirbağ, Gençleri Evlendirme ve Mehir Vakfı’ndan Halil Ürün, Hak-
İş’ten Hüseyin Tanrıverdi ve Agah Kafkas AKP’den milletvekili seçilmişlerdi. Erdoğan’a uzun süre
danışmanlık yapan Ömer Çelik’in Ankara sorumluluğunu üstlendiği o Bilgi ve Hikmet dergisi, AKP
iktidara gelince Başbakanlık Müsteşarlığı, daha sonra Çalışma Bakanlığı yapan ve Milli Eğitim
Bakanlığı makamında oturan Ömer Dinçer de buradan yetişmiştir. RABITA’nın Türkiye temsilcisi bir
iddiaya göre Kadir Topbaş’tır.

Yıllar sonra AKP’den Maliye Bakanı olacak Kemal Unakıtan ve Al Barakacılarla birlikte Bereket
Vakfı’nın kurucusu olan Abdullah Sert, 1979’da bir grup isimle birlikte bu kez “Ensar Vakfı”nı
kurmuştur. Bu isimlerin arasında bugün AKP’den İstanbul Anakent Belediye Başkanı olan Kadir
Topbaş da vardır. Ensar Vakfı kurucularından bir başka isim de Ahmet Şişman’dır. E nsar Vakfı’nın
başkan yardımcılarından Mehmet Sarımermer, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün damadıdır. Bir diğer
Genel Başkan Yardımcısı Hasan Can, AKP’li Ümraniye Belediye Başkanı’dır. Vakfın Sekreteri
İbrahim Bacacı, Gül’ün damadı Mehmet Sarımermer’in Fenn Bilgi Teknolojileri Sanayi ve Ticaret
şirketinden ortağıdır. Ensar Vakfı Mütevelli Heyeti üyeleri arasında AKP’li Zeytinburnu Belediye
Başkanı Murat Aydın, AKP İstanbul Milletvekili Feyzullah Kıyıklık da bulunmaktadır. Bir başka
heyet üyesi de, AKP’li Bahçelievler Belediye Başkanı Osman Develioğlu’nun oğlu Ziya
Develioğlu’dur. Dinçer’in oğlu ve aynı zamanda Enerji Bakanı Taner Yıldız’ın damadı olan Asım
Dinçer de vakfın bugünkü mütevelli heyetinde üyedir.

Anlayacağınız, Ensar Vakfı bugün adeta TÜRGEV gibi AKP’nin bir aile kuruluşudur. TÜRGEV’in
son yıllarda İstanbul’da yaptığı 15 yurdun hepsi ayrı bir skandal. Altın skandalı sanığı Reza Zerrab’ın
5 milyon bağışla yaptırdığı kız yurdunu Fatih Belediyesi’nin 25 yıllığına bedelsiz TÜRGEV’e hediye
etmesi skandalı ortadan kaldırmıyor. İş adamları verdikleri haraç bağış karşılığında daha yüksek
kazanç getiren ihaleleri devletten bekliyorlar. Bu durum kamuda ve piyasada maliyetleri artırıyor,
haksız rekabet ise fiyatların düşmesini engelliyor. Ensar ve TÜRGEV vakıfları, bugün AKP’nin kara
para aklama merkezi haline gelince, 17 Aralık ve 25 Aralık soruşturmaları başlatıldı. Hükümetin darbe
dediği ve gizlemeye çalıştığı olay, RABITA ile ilişkilerinin ortaya çıkacak olmasıdır. Keşke bu kadar
kirlenmese, bu kadar rahat iftira ve bühtan atmasalardı da, ben de bu makaleyi yazmak zorunda
kalmasaydım…

99
Historia’da büyük yolsuzluk Faruk Arslan yazıyor

17 ve 25 Aralık’ta başlayan Büyük Rüşvet ve Yolsuzluk operasyonlarında iddialarının merkezinde yer


alan TÜRGEV Vakfı’nın İstanbul’un en büyük AVM’lerinden olan Historia’yı Fatih Belediyesi
Başkanı Mustafa Demir ile anlaşarak ucuza kapattığı ortaya çıktı. Yüzde 50’lik hissesi 87 milyon
TL’ye 2012’de TÜRGEV’e satılan Historia Alışveriş Merkezi (AVM)’de ihaleye fesat ve yolsuzluk
karıştırıldı. 2010 yılında 110 milyon TL bedelle ve encümen kararı ile satışa çıkarılan, 2011 yılında
125 milyon TL’ye talipçisi çıkmasına rağmen satılmayan yüzde 50 belediye hissesi, çok aşağı bedele
TÜRGEV’in oldu. Skandal satışın belgeleri yapılan büyük yolsuzluğu gözler önüne seriyor.

Historia AVM’nin temeli, Fatih Demir’in de ortak olduğu Asitane Limited Şirketi ile Gül-Keleşoğlu
İnşaat tarafınan 2006’da atıldı ve 1 Ağustos 2008 tarihinde açılışı yapıldı. 70 milyon TL’ye malolan
alışveriş merkezinin yüzde 50’si belediyenin olurken, geriye kalan yüzde 50’si Gül-Keleşoğlu ve
Mustafa Demir arasında bölüşüldü. Demir, Historia’daki ticari operasyonunu belediyeye ait olmayan
Fatih Alışveriş Merkezi Temizlik İşletmecilik ve İnşaat A.Ş. üzerinden yürütüyor.

Historia AVM ihalesine fesat karıştığı iddia edilen Demir’in ihaleye girmesi için birlikte iş yaptığı üç
şirketi ihaleye formalite olarak davet ettiği, ancak ihaleyi ortakları içinde yer aldığı TÜRGEV’e
zararına vermesi dikkati çekti.. Historia’nın yüzde 50’lik hissesini satın alan TÜRGEV’in bugün
yönetim kurulunda bulunan Demir, geri kalan yüzde 50’lik hisseyi Gül-Keleşoğlu İnşaat ile
paylaşmayı sürdürüyor. Demir, Historia AVM’yi artık belediye adına değil TÜRGEV ile birlikte kendi
adına yönetiyor.

DEMİR TÜRGEV’E NE ZAMAN ALINDI?

Yolsuzluk Operasyonu sırasında gözaltına alınan Demir, polis ve savcılar “hiç bir şey sormadılar diye
üstünü örtmeye çalıştığı Historia skandalı, polis ve savcılığa ulaşan belediye çalışanlarının ihbarı
sonucu detaylarıyla belgelendi. Belgeler arasında, kapalı zarf usulü ihale yapılmasına rağmen ihale
usulsüzlüğü yaptığı ileri sürülen Demir, bu sayede TÜRGEV’in eliti haline geldi.

Savcılar, Demir’in TÜRGEV vakfı yönetimine ihale öncesi mi yoksa sonrası mı dahil olduğunu
araştırıyor. Demir’in Historia’yı TÜRGEV’e peşkeş çekmesi sonrası söz verildiği gibi resmen
yönetime alındığı öne sürülüyor. Bir iddiaya göre, Demir, sorgusunda Historia skandalını itiraf
etti. Başbakanlık’tan gelen baskı üzerine serbest bırakılan Demir’in Başbakan RecepTayyip Erdoğan
tarafından yeniden Fatih’e AK Parti’nin belediye başkanı olarak gösterilmesi bekleniyor. Demir’in 18
Şubat’ta aday olarak açıklanmasına kesin gözüyle bakılıyor.

Kamu malı olan Fatih Belediye Başkanlığı’nın hisselerini ucuza sattığı Historia AVM, Fatih’te Vatan
Caddesi üzerinde bulunuyor. Daha önce İskenderpaşa Daimi Halk Pazarı’nın bulunduğu yeşil alan
arsanın imarı değiştirilerek üzerine Gül-Keleşoğlu İnşaat tarafından inşa edildi. Historia AVM, altı
katlı olarak yapıldı. Anıtlar Kurulu’nun yapıma uzun süre direnmesine rağmen Kurul bypass edildi.
AVM’de toplam 76 mağaza, 8 sinema salonu ve restoranlar bulunuyor. 52 bin metrekarelik kapalı
alana sahip olan AVM’nin oturum alanı 7 bin metrekare. AVM’de üç katlı, 500 araç kapasiteli otopark
ve süper market de yer alıyor. TÜRGEV’e satılan bağımsız bölümlerin 36 adedi dükkan, sekiz adedi
sinema salonu, bir adedi oyun alanı, diğeri de sergi salonu. Bu bölümlerin alanları 61 ile 792 metrekare
arasında değişiyor.

100
VARAN 2: Fatih’de İskele haracı Faruk Arslan yazıyor

İstanbul’da Fatih Belediye’sinde alınan “İskele Haracı” ayyuka çıktı. 1. dereceden sit alanı olan Sur
içindeki binlerce yıllık tarihi geçmişi olan alanlarda tarih yağmalanıyor. İskele ruhsatı adı altında
otellerden ve iş hanlarından rüşvet veya haraç alınarak tarihi binalar yıkılıyor ve eski imar planına göre
aynı yükseklikte yeniden yapılmalarına ve haksız kazanç sağlamalarına rüşvet karşılığı müsade
ediliyor.

İstanbul’un tarihi semti olan Fatih’te binaların dış cephelerinin bölgenin dokusuna göre yenilendiği
iddiası ile büyük yolsuzluk yapıldığı ortaya çıktı. “Yenilenen alan, Fatih’in yüzde 12′sini kapsıyor”
diye konuşan Belediye Başkanı Mustafa Demir, dönen iskele haracının boyutu konusunda bir fikir
veriyor. Sadece Fatih semtinde dönen haraç miktarının 2 milyar doları aştığı ve toplanan haraçların
AK Parti’nin gizli kasalarına aktarıldığı ileri sürülüyor.

AK Parti’nin haraç memuru Abdullah

Fatih Belediyesi’nde bulunan gizli kasa, 3. katta kimsenin irtibat kurmadığı karanlık bir odada oturan
“Abdullah D.” adlı şahıs olduğunu sadece “iskele haracı”nı verenler biliyor. İsmini vermek istemeyen
iskelece haracı mağduru bir otel işletme sahibi, vicdan azabı duyduğunu, geceleri uyuyamadığını
söyledi. Haraç mağduru, talep edileni vermekten başka çareleri olmadığını savunurken, İstanbul’un
AK Parti’ye ait her belediyesinde AK partiye ait haraçları toplayan bir “Abdullah” bulunduğuna
dikkati çekti. Yaptıkları suçun 5 yıl ağır hapis cezası gerektirdiğini bilmelerine rağmen Demir’in
yukarıların talebini yerine getirdiğini dile getiren haraç mağduru, “Balık baştan kokar. Sur içinde dış
cephesi yapılan onlarca otellerin tamamı büyüklüğüne göre, hiç afları yok, mutlaka iskele haracı
vermiştir ” dedi.

800 camisi ile Osmanlı’nın en büyük tarihi eser ve kültür varlıkları cenneti olan Fatih’te Kültür
Bakanlığı’na bağlı ve Anıtlar Yüksek Kurulu adıyla da bilinen ve korunması gerekli taşınmaz kültür ve
tabiat varlıkları (Sit alanları) korunamıyor. Fatih Belediyesi, restorasyonunu yapma vaadiyle talepte
bulunan işletmelerden iskele haracı alıyor, yıkıldığında 3 katlı yapılması gereken sit oteller eskisinden
büyük yapılıyor. İşletmelere dış cephede boya badana ruhsatı veren belediye, toplum görmesin diye
yıkılacak binayı komple kapatıyor, tarihi eserlerin yıkılıp 7 katlı yeniden inşa edilmesine iskele haracı
karşılığı göz yumuyor.

Anıtlar Koruma Kurulu böyle bypass ediliyor

Sur içinde bulunan Laleli Ordu ve Piyer Loti caddelerinde dış cephesi restore yapılmış tarihi oteller
incelendiğinde boya badana bahanesiyle yıkılıp yeniden yapıldığı ve Anıtlar Kurulu denetiminin
bypass edildiği ortaya çıkıyor. Fourseasons Otel daha önce Bizans Sarayı üzerine yapıldı ana inşaatı
durduruldu. Benzer bir skandal, Sultanahmet’te 1. Derece Koruma Bölgesi içinde 2012’de yaşandı.
Kentsel ve arkeolojik sit alanı içindeki Bizans Büyük Saray’a ait olduğu düşünülen tarihi yapı iş
makinalarıyla 2012 başlarında yerle bir edilip yıkıldı. Yerine hızla hemen beş katlı otel dikildi. Bu
sırada durumu fark eden uzmanların İstanbul 4 Numaralı Koruma Kurulu ile Fatih Belediyesi’ne
yaptığı bildirim sonuç vermedi. Koruma Kurulu bir ay sonra inşaatın durdurulması yönünde karar aldı.
Ancak bir ay içinde inşaat beş kat yükseldi, çatı aşamasına geldi. Anıtlar Koruma Kurulu, bu sefer 18
Ocak 2012 tarihli kararını aldı ve tarihi duvar kalıntılarını İstanbul Arkeoloji Müzeleri Müdürlüğü’ne
inceletti. Kalıntı rölevesinin ve niteliği araştırıldı ve rapor hazırlanarak kurula kalıntıların tarihi olduğu
iletildi.

Bunun gibi sit alanı yıkımları için yasalarda 5 yıla kadar hapis cezası öngörülüyor. 2863 sayılı Kültür
ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu’nun 65. maddesi a fıkrası şöyle: “Korunması gerekli taşınmaz
kültür ve tabiat varlıklarının yıkılmasına, bozulmasına, tahribine, yok olmasına veya her ne suretle
101
olursa olsun zarara uğramalarına kasten sebebiyet verenler iki yıldan beş yıla kadar hapis ve beş bin
güne kadar adli para cezasıyla cezalandırılır”

VARAN 3: Ranta doymuyorlar! Faruk Arslan yazıyor

Fatih Belediyesi’nde bulunan Marmara caddesinde imara açılması mümkün olmayan 4.5 dönümlük
2385 ada, 322 pafta ve 149. Parseldeki yeşil alan üzerinde yapılan imar usulsüzlüğü ile 25 milyon
dolarlık rant elde edildiği ortaya çıktı. Fatih Belediye Başkanı Mustafa Demir’in kendi el yazısını
üzerinde taşıyan parselde avukat Ender Yağcı’dan yeşil alanın 1.390 bin TL verilerek satın alındığı
yazıyor. İnşaat ruhsatı verilen parsel, 72 daire yapılmak ve her biri 600 bin TL’den satılmak üzere
hazır hale getirildi ve 25 milyon TL’lik ranta dönüştü.

Akmercanlar’ın kara işleri

Cemal ve Gazi Akmercan yönetimindeki Akmercanlar şirketi, Mustafa Demir’in taşeron şirketi olarak
her taşın altından çıkıyor. Zeytunı Baba Vakfı’na ait 219.00 metrekare arsanın Demir ve ekibi
tarafından zorla alınmak istendiği savcılığa suç duyurusu olarak yansıdı. Vakıflar Bölge Müdürü,
Demir’den randevu alarak bu vakıf soygununu engellemeye çalıştı. Demir, arsa üzerindeki
gecekondular çıkarılmak kaydı ile satış yapabileceği konusunda ısrar etti. Vakıf Müdürü, böyle kamu
hakkını yiyen kirli bir işin içinde olmayacaklarını sert bir dille Demir’e iletince, vakıf arazisi Fatih
Belediyesinin temizlik ve kiralık araç işlerini de yapan Akmercanlar aracılığıyla şirket elemanlarından
birinin üzerine devir edildi.

Cemal ve Gazi Mercan hakkında Marmaray üzerine yapılan otel skandalı olarak kamuoyunda bilinen
imar usulsüzlüğünün gizli kalan bir boyutu daha bulunuyor. 1300 metrakarelik otopark alanına T2
ruhsatı vererek imara açan Demir, Şifa Hastanesinden Bülent adına kayıtlı 4.5 milyon dolarlık
otoparkın arsa bedelini Akmercanlara ödetti ama kendi adına aldı ve yapılacak otelde hisse sahibi oldu.
Bunun karşılığında Akmercanlara belediyenin temizlik işlerini verdi.

Ütopya Mimarlık gerçeğe dönüştürüyor

Demir’in belediye sınırları içindeki şahsi operasyonlarını, otel, iş merkezi ve arsa proje işlerini Ütopya
Mimarlık Mühendislik Sanayi Ticaret Limited Şirketi yürütüyor. Ütopya şirketine ortak olan Belediye
Başkanı Demir, Sıddık Demir adlı akrabası üzerinden aracı ile zenginliğine zenginlik katıyor. En son
Şifa Hamamı sokak ile Küçük Ayasofya caddesi kesişiminde haberlere konu olduktan sonra
göstermelik yıkma süsü verilen otel inşaatı Ütopya Mimarlık marifeti ile yapılmıştı.

Marmaray tehdit altında, hayatın önemi yok!

17 Aralık’ta başlayan siyasi müdahale nedeniyle derinleşemeyen soruşturmada daha ciddi iddialar
bulunuyor. Marmaray Sirkeci İstasyonu’nun üzerinde bulunan tarihi bir binanın ve boş bir arazinin
üzerine inşaat yapılması karşılığında Demir’in koruma kurulu üyeleri ve tapu müdürlüğü çalışanlarının
da aralarında bulunduğu isimlere milyon dolarlara varan rüşvet verildiği, inşaata izin veren
bürokratların binlerce insanın hayatını hiçe saydığı öne sürülüyor. Soruşturma dosyasına yansıyan
iddialar şöyle: “Akmercanlar inşaat firmasının sahibi Gazi Akmercanö Marmaray’ın Sirkeci
İstasyonu’nun üzerinde bulunan arsaya Otel inşaatı yapmak istediç Fatih Hoca Paşa Mahallesi 4. ada 1.
parselde yapılmak istenilen Otel nşaatında yerin 3 kat altına inilmesi ve üst yerüstündeki kısmının ise 4
kat olarak inşa edilmesi için 2012 yılında girişimlere başlandı. Marmaray’ı inşaa eden Japon
mühendisler ve DHL olumsuz görüş bildirdi. İnşaat’ın bu haliyle Marmaray’a 50 metre yaklaşarak
zarar vereceğini belirten DLH’nin olumsuz görüş bildirmesi üzerine Demir’in, Başkan Yardımcısı
Ednan Güler’e talimat vererek İstanbul 4 Numaralı Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu Müdürü
Günseli Aybay ve başkanı Oğuz Ceylan’ı ikna etmesini istedi. Güler’in ise kurul müdürü Günseli
102
Aybay ile görüşerek DLH’nin raporunun işleme koymadan dosyanın Belediyeye geri gönderilmesini
sağladı.”

İtiraz edene tehdit ve sürgün

Mustafa Demir ve yardımcısı Güler’in, Marmaray’a zarar verecek projenin izin belgelerine onay
vermeyen İstanbul 4 Numaralı Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu başkanı Oğuz Ceylan’ı,
bakana söyleyerek görev yerini değiştirmekle tehdit ettiği iddialar arasında yer aldı. Ayrıca aynı
ikilinin rüşvet konusunda Belediyede kendilerine sıkıntı çıkaracağını düşündükleri İmar ve Şehircilik
Müdürü Refik Lal’i görevden aldığı ancak susmasını sağlamak amacıyla Ulaşım Hizmetleri Müdürü
olarak görevlendirdikleri öne sürüldü.Yine başkan Demir’in, 1. derece tarihi eser niteliğindeki yerin 2.
dereceye düşürülmesi karşılığında çete lideri mimar Sevinç Doğan’dan 1,5 milyon dolar istediği ileri
sürülüyor. Projenin onay sürecinde Doğan’ın, Demir’in kardeşi Sebahattin Demir ile de görüşerek
onayı hızlandırmaya çalıştığı Soruşturma dosyasındaki iddialar arasında yer aldı.

Helale haram karışırsa…

Fatih Belediye Başkanı Mustafa Demir ile ilgili elimde o kadar fazla rüşvet, yolsuzluk, israf, iltimas,
usulsüzlük dosyası var ki, inanmakta güçlük çekiyorum. Beş vakit namaz kılan bir insan nasıl bu kadar
kamu hakkı yiyebilir? Elbette alınan haram paraları tek başına cebe indirmiyor. Fatih belediyesinin 3.
katında karanlık bir odada AK Parti adına haraçları toplayan gizli kasa Abdullah D. gibi kişiler ana
havuza taşıyorlar. Demir’in kendi cebine indirdiği 300 milyon TLcik bir şey, AK Parti’ye kazandırdığı
bunun on katı haram para. Her AK Parti belediyesinde çark benzer biçimde işliyor, balık baştan
kokmuş durumda.

Fatih’de Sur içinde tarihi kültür mirasımız olan alanda mevcut imar durumundan dolayı 1. Derece sit
alanı olan nice emlaklar ya 2. dereceye düşürülüyor veya Anıtlar Kurulu’nu bypass yöntemiyle
suistimaller gırla gidiyor. Otellerden iskele izni adı altında otelin büyüklüğüne göre alınan haraç veya
rüşvet 100 bin TL ile 3 milyonTL arasında değişiyor. Sur içinde kaç tane otele ortak olduğunu Demir
kendisi bile unutmuş durumda!

İskele izni alan otel veya iş merkezleri mevcut binaları yıkp yerine yeni binalar yapıyorlar. Dış cepheyi
güzelleştirme maskesiyle boya badana ruhsatı verilen binaların etrafı kapatılıyor ve sessizce yıkılıyor.
Yeni imara göre yıkılan 7 katlı otel 3 katlı yenidden inşa edilebilirken, restore edilme yalanıyla
yeniden yapılıyor. Anıtlar Kurulu’nın şikayetleri kulak ardı ediliyor, halk suskun, bir tarih
yağmalanıyor.

Ordu caddesi, Laleli, Piyer Loti üzerindeki oteller, işyerleri, Sultanahmet’deki oteller ve işyerleri
rüşvet karşılığı eski imara göre yenileniyor. Sulu kule projesinde Demir’in payı olduğunu halk
konuşuyor. Sur içindeki kaçak yapılar ve yapılanmalar haraç karşılığı kontrol altında!

Belediyeye ait oto parklardan Demir hisse alıyor. Ortak olduğu kendi şirketine ait çekicilerle
otoparklardan payını alıyor. Operasyon, Halktaş A.Ş. tarafından yapılıyor. Şirketin genel müdürü
Kemal Arslan, Demir’in Simras Ltd’e daha önce çalışan bir emir kulu. Halktaş paravan bir şirket,
ihaleler önce Halktaş’a daha sonra ortak şirketlere veriliyor. Hekimoğlu Ali Paşa Parkı ve kafetarya
yapılıp işletilmekmaksadıyla belediye parasıyla yaptırılmıştır. Bu parka Demir ortak ve operasyon yine
Halktaş A.Ş. üzerinden yürütülüyor.

Fatih Belediyesi’nde bulunan Marmara caddesinde imara açılması mümkün olmayan 4.5 dönümlük
2385 ada, 322 pafta ve 149. Parseldeki yeşil alan üzerinde yapılan imar usulsüzlüğü ile 25 milyon
dolarlık rant söz konusu. Demir’in kendi el yazısını üzerinde taşıyan parselde avukat Ender Yağcı’dan

103
yeşil alanın 1.390 bin TL verilerek satın alındığı yazıyor. İnşaat ruhsatı verilen parsel, 72 daire
yapılmak ve her biri 600 bin TL’den satılmak üzere hazır.

Cemal ve Gazi Akmercan yönetimindeki Akmercanlar şirketi, Mustafa Demir’in taşeron şirketi olarak
her taşın altından çıkıyor. Zeytunı Baba Vakfı’na ait 219.00 metrekare arsanın Demir ve ekibi
tarafından zorla alınmak istendi. Vakıflar Bölge Müdürü’nden randevu alan Demir, bu vakıf
soygununa kılıf aradı. Vakıf Müdürü, Demir’e arsa üzerindeki gecekondular var bunları çıkarman
kaydı ile satış yapabileceğini söyledi. Demir, bunun üzerine vakıf arazisini gasp edemedi ama Fatih
Belediyesinin temizlik ve kiralık araç işlerini de yapan Akmercanlar aracılığıyla Zeytunı Baba
Vakfı arsasına konma oyununa devam ediyor.

Cemal ve Gazi Mercan hakkında Marmaray üzerine yapılan otel skandalı olarak kamuoyunda bilinen
imar usulsüzlüğünün gizli kalan bir boyutu daha bulunuyor. 1300 metrakarelik otopark alanına T2
ruhsatı vererek imara açan Demir, Şifa Hastanesinden Bülent adına kayıtlı 4.5 milyon dolarlık
otoparkın arsa bedelini Akmercanlara ödetti ama kendi adına aldı ve yapılacak otelde hisse sahibi oldu.
Bunun karşılığında Akmercanlara belediyenin temizlik işlerini verdi.

Demir’in belediye sınırları içindeki şahsi operasyonlarını, otel, iş merkezi ve arsa proje işlerini Ütopya
Mimarlık Mühendislik Sanayi Ticaret Limited Şirketi yürütüyor. Ütopya şirketine ortak olan Belediye
Başkanı Demir, Sıddık Demir adlı akrabası üzerinden aracı ile zenginliğine zenginlik katıyor. En son
Şifa Hamamı sokak ile Küçük Ayasofya caddesi kesişiminde haberlere konu olduktan sonra
göstermelik yıkma süsü verilen otel inşaatı Ütopya Mimarlık marifeti ile yapılmıştı.

17 ve 25 Aralık’ta başlayan Büyük Rüşvet ve Yolsuzluk operasyonlarında iddialarının merkezinde yer


alan TÜRGEV Vakfı’nın İstanbul’un en büyük AVM’lerinden olan Historia’yı Fatih Belediyesi
Başkanı Mustafa Demir ile anlaşarak ucuza kapattığı ortaya çıktı. Yüzde 50’lik hissesi 87 milyon
TL’ye 2012’de TÜRGEV’e satılan Historia Alışveriş Merkezi (AVM)’de ihaleye fesat ve yolsuzluk
karıştırıldı. 2010 yılında 110 milyon TL bedelle ve encümen kararı ile satışa çıkarılan, 2011 yılında
125 milyon TL’ye talipçisi çıkmasına rağmen satılmayan yüzde 50 belediye hissesi, çok aşağı bedele
TÜRGEV’in oldu. Skandal satışın belgeleri yapılan büyük yolsuzluğu gözler önüne seriyor.

Historia AVM’nin temeli, Fatih Demir’in de ortak olduğu Asitane Limited Şirketi ile Gül-Keleşoğlu
İnşaat tarafınan 2006’da atıldı ve 1 Ağustos 2008 tarihinde açılışı yapıldı. 70 milyon TL’ye malolan
alışveriş merkezinin yüzde 50’si belediyenin olurken, geriye kalan yüzde 50’si Gül-Keleşoğlu ve
Mustafa Demir arasında bölüşüldü. Demir, Historia’daki ticari operasyonunu belediyeye ait olmayan
Fatih Alışveriş Merkezi Temizlik İşletmecilik ve İnşaat A.Ş. üzerinden yürütüyor.

Historia AVM ihalesine fesat karıştığı iddia edilen Demir’in ihaleye girmesi için birlikte iş yaptığı üç
şirketi ihaleye formalite olarak davet ettiği, ancak ihaleyi ortakları içinde yer aldığı TÜRGEV’e
zararına vermesi dikkati çekti.. Historia’nın yüzde 50’lik hissesini satın alan TÜRGEV’in bugün
yönetim kurulunda bulunan Demir, geri kalan yüzde 50’lik hisseyi Gül-Keleşoğlu İnşaat ile
paylaşmayı sürdürüyor. Demir, Historia AVM’yi artık belediye adına değil TÜRGEV ile birlikte kendi
adına yönetiyor.

Historia AVM ihalesine fesat karıştığı iddia edilen Demir’in ihaleye girmesi için birlikte iş yaptığı üç
şirketi ihaleye formalite olarak davet ettiği, ancak ihaleyi ortakları içinde yer aldığı TÜRGEV’e
zararına vermesi dikkati çekti.. Historia’nın yüzde 50’lik hissesini satın alan TÜRGEV’in bugün
yönetim kurulunda bulunan Demir, geri kalan yüzde 50’lik hisseyi Gül-Keleşoğlu İnşaat ile
paylaşmayı sürdürüyor. Demir, Historia AVM’yi artık belediye adına değil TÜRGEV ile birlikte kendi
adına yönetiyor.

104
Haram ile helali birbirine karıştıran AK Parti’nin sadece havuza değil, humus için değil, kendi
ceplerine, istikballerine çalıştıklarını, kamu malını çalıp çırptıklarını daha açık ve net nasıl
anlatabilirim acaba?

Yeni Türkiye’yi bunlar mı kuracak?

İfritten dönemin ifritleri!

17 Aralık’tan beri herkes aynı soruları soruyor: “AK Parti ve Fethullah Gülen Cemaat’ını bitirme
planının arkasında kimler var ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan neden bu güce boyun eğdi?” İfritten
bir dönem geçiriyoruz ve ifritlerin en büyükleri en büyük fitnelerini toplum üstüne boca ediyorlar.
Güven bunalımı oluşturup puslu havada “cadı avı”yla kaos tezgahlayanlar, kimsenin kimseye itimat
etmemesini sağladılar. En başından beri diyorum: “MİT içinde Ergenekoncularla dirsek temasında bir
MOSSAD ekibi var, bu ekip çok zeki ve iyi çalışılmış bir plan yaparak hükümeti esir almayı
başardılar.” Bu ekip tasfiye edilmeden fitne sona ermeyecektir veya milletimiz rehin olan AKP’den
emanet oyları sandıkta geri alacaktır.

Ergenekon’un ismini Göktürk olarak yenileyen “şamanist” bir grup var MİT içinde ve bunların çok
derin timleri MİT dışında devlet bütçesi ile fitneyi yönetiyorlar. 28 Şubat sürecinde iç savaş çıkarma
planı yapan MOSSAD ekibi, “Tapınak Şövalyeleri” denilen “Amerikan Illuminati”sine çalışıyor.
Hedeflerinde önce AKP’yi kapatmak, sonra cemaatı bitirmek vardı. Hatalı sıralama yaptıklarını
anladılar, şimdi Hizmet Hareketini AKP eliyle yalnızlaştırıp, zayıflatmayı, daha sonra ise “Erdoğansız
AKP”yi Yalçın Akdoğan ve Hakan Fidan ile idare etmeyi planlıyorlar. Uzun soluklu bir plan yaptılar,
ancak cemaat bunu anlayamadı.

Seçilmiş AKP’lileri cemaat içinde mütevelli yaptılar, halk sohbetlerinin müdavimi eylediler ve
Hizmet’in çalışma sistemini çözmekle kalmadılar tüm önemli isimlerini de fişlediler. Ölümle tehdit
edilenler, parayla kandırılanlar, makama kananlar, bal tuzağına düşenler bu AKP’lilerdi, güya
cemaatciydiler, ancak aslında bunlar çıkarlarının peşindeydi veya fitne ekibine esir olanlar arasında
yerlerini aldılar. Elde edinilen derin bilgiler, Mason localarının derin yapısı içinde bir havuza toplandı
ve MİT’deki MOSSAD ekibi, operasyonu “cemaat ile AKP’yi kavga ettirme, ayırma, her ikisini de
tarihe kaldırma planı” olarak yaptı.

Merkezi New York’ya bulunan Yahudi Haham Konseyi ve Telaviv’e nüfuz ajanlığı yapan bazı MİT
bürokratları, Özel Harp elemanı MAK mensupları veya düz MİT elemanı olan bu Tapınak Şövalyeleri,
dinleme kayıtlarını MİT içinden yapmadılar. Hizmet Hareketi, her ne kadar dinlemelerin MİT’in işi
olarak öngörse de, fitne merkezi MİT dışında bulunuyor. İsrail’in ülkemizde müthiş bir dinleme ağı
var, dinleme için böceklere ihtiyacı yok. İsrail, sesi algılayan, ses akustiğini tanıyan ve fiber ağdan
geçen tüm bilgilere ulaşmak için özel olarak geliştirdiği ileri teknoloji dinleme yöntemiyle bunları
yapıyor. Bu bir üst düzey yazılım işi. İlk önce dinleyecekleri kişilerin sesini yazılıma yüklüyorlar.
Daha sonra da o kişi kimin telefonuyla konuşursa konuşsun, fiber ağdan geçen ya da uydudan gelen
tüm verileri otomatik. kaydediyor. Çok ileri bir dinleme teknolojisi bu. Bu ileri teknoloji dinleme
yönteminde yazılıma tanıtılan sesin beş on yıllık görüşmelerini de almak mümkün. ABD’nin
Demokrat derin devleti onay vermese Cumhuriyetçi Neocon derin devletinin Amerikalıları, MİT ve
MOSSAD ile bu tezgahı kuramazlardı.

AKP; yolsuzluk operasyonu üzerinden “AKP’ye cemaatın darbesi var” iddiasında, “ihanetten,
casusluktan” bahsediyor ama kazın ayağı öyle değil. “Yeşil 28 Şubat”ta hedef “paralel devlet” diye
cemaatı etkisiz hale getirmek, 30 Mart seçimlerinden sonra doğumuzda özerk Kürdistan’ı ilan etmek.
Büyük Kürdistan’ı KCK yapılanması ile zaten MİT Müsteşarı Hakan Fidan’a dört ülkede
kurdurduklarını, başına da PKK elebaşı Abdullah Öcalan’ın getirileceğini anlamak için siyasi deha
olmaya gerek yok. KCK tüzüğünün Udo Steinbach adlı Alman BND’nin en derin profesörü ile Yalçın
105
Akdoğan nasıl anlaşıp yazdıkları elbet birgün ortaya çıkacaktır. PKK liderlerinin AKP’yi savunup
cemaatı hedef alması ifrit planı göstermeye yetiyor.

Bu dehşetli planda hizmete gönül veren tüm polisler, emniyet amirleri, yargıçlar takip edildi. Zaten
başbakana 2010’dan beri MİT kanalıyla yaptırılan resmi operasyonda fişleme yapıldığı net ortaya
çıktı. 8 ay öncesinden MİT’in başbakanı MOSSAD’a çalışan İran SAVAMA elemanı Reza Zarrab
konusunda uyarmasına rağmen kulakardı edildi. Yolsuzluklar engelleneceğine üstünü örtmek için
medya fitne ekibi bu defa MİT içinde kuruldu. Nuh Yılmaz başına getirildi, Tutkun Akbaş ve Cem
Küçük gibi gazeteciler kiralandı. Medya almaya doymadılar, 12 televizyonla ve gazeteleri, bol kepçe
maaşlı kiralık gazetecileri tetikçiliğe soyundular.

Başbakanın önüne sahte belgelerle şişirilmiş çok kalın dosyalar koydular ve eğer cemaatı bitirmezse
cemaatın AKP’yi bitireceğini söylediler. AKP’liler cemaat içinde “derin bir damar” aramaya koyuldu.
İlk başlarda “cemaatın tabanı iyi, tavanı kötü, Gülen ise kandırılmış, habersiz olan bitenden” diye
komplo uydurdular. Başbakan buna inandı, cemaatın tabanını AKP’ye katacağını sandı ve başına
“yaşlanan” Gülen yerine Kemalettin Özdemir veya Latif Erdoğan’ı koyabileceğine inandı. Kemalettin
Özdemir, 22 Aralık’ta beyin tümorü teşhisi ile Sema Hastanesine kaldırıldı, hafıza kaybı yaşıyor,
kanser. Latif Hoca, başbakanla İran gezisi öncesi son görüşmesinde, “Sizin A,B,C, D planlarınız varsa,
benim bildiğim Hocaefendi’nin Z planı vardır, siz bu satrançta onu yenecek zekadan yoksunsunuz.
Ben kendimi kullandırmam, benden bu kadar” dedi ve havlu attı. Bu plan çökünce başbakan kalktı tüm
cemaatı toptan “haşhaşin” yaptı, büyükelçilere “Türk okullarını kötüleyin” dedi ve kendisi bizzat
telefonla arayıp hiç utanmadan cemaatı karaladı. 28 Şubat sürecinde en kötü askerler bile, Çevik Bir ve
Güven Erkaya Paşalar hariç, bu kadar alçalmamıştı.

Gülen’in ahitleşme resti cemaatta dağılmayı önledi ve başbakanın eli boş kaldı. Yolsuzluk ve rüşvet
ses kayıtları, hakimlerin onayından geçen savcıların sunduğu delillerdi, kaçak göçek değildi. MİT
içindeki Tapınakçılar, “cemaat içinde derin yapı bunu yapıyor” diyerek kamuoyunu aldatırken, bir
yandan cemaatla ilgili sayısız sahte belge, bilgi, haber üreterek ortamı iyice gerdiler. Böylece AKP ile
Cemaat çarpışmaya başladı. Hem AKP’nin hem Fethullah Gülen Hocaefendi cemaatini kışkırtıcı ses
kayıtlarını yayımlıyorlar ve fitneyi sürekli besliyorlar. Cemaata, “MİT yaptı” diyorlar, AKP’ye “CIA,
MOSSAD , Koç grubu ve cemaatla birlikte size darbe yapıyor” diyorlar. Hem AKP hem cemaat bu
tuzağa düştü. Cemaat kendisini ilk defa bu kadar net savunmak zorunda kaldı, zira MOSSAD ekibi
“Yeşil bir 28 Şubat” ortamı meydana getirdi ve AKP’yi, Başbakanı araç olarak kullanıyor.

2010’da 3. Orduda Özel harbin yetiştirdiği orgeneral Saldıray Berk tarafından hazırlanıp MOSSAD’a
ihale edilen bu fitne planında sıra seks kasetlerine geldi. Cemaatın kredisini bozmak için
yapmayacakları şeytanlık yok. 40 kadar AKP’linin kasedi olduğunu 2 yıldır yayıyorlar, bunları
yayınlayıp suçu cemaatın üstüne atacaklardır. Gülen’e “başbakan ölsün diye 3 yıldır beddua ediyor”
diyen bu omurgasız nüfuz ajanlarından her türlü ifritlik beklenebilir. AKP kesiminde Gülen gibi 40
yıldır konuşan bir Allah dostunu ve 165 ülkede hizmet eden adanmışları daha dün tanımış gibi basiret
ve akıl tutulması havası var. Buna başbakanın ifrit üslubu neden oluyor. Alnı secdeli başbakanın
müslümanlara zulüm etmesini vicdanlı gönüller kabul edemiyor.

Medya onurunu kaybetti!

Yalan rekoru kıran yandaş medya bu yalan rüzgârında onurunu kaybetti. Sahibinin kim olduğu tam
bilinmeyen Sabah, Takvim, Türkiye, Akşam, Habertürk, Yeni Akit gibi gazeteler, ‘Alo Fatih’
gazeteciliği yaparak iktidara esir düştü. Tarafsızlığını ve bağımsızlığını kaybeden medya, özgür haber
ve yorum yayamaz, bir psikolojik savaşın “onursuz tetikçisi” olur, şerefini çiğner. Çıkardığı yayın zift
çamur üretir, yalan, iftira ve bühtanlarıyla hırsızların sözcüsü, yolsuzlukta zirve, ensesi kalın oligarşik
devletin yalancısı olur. Yalan makinesine bağlamaya bile gerek bu arkadaşları! Devlete paralel
besleme gazetecilikte Sovyet medyasına, Pravda’ya döndüler.
106
Medyadaki yalan haberler bir kitap olacak hacime ulaştı. 90 günde 142 yalan haber tekzibi ile Yeni
Akit, Türk gazetecilik tarihinde aşılması zor bir rekora koşuyor. Düşünebiliyor musunuz, bu gazetenin
Hasan adlı ölçüsüz yazarı, trafikte hız yapmaktan radara yakalanıyor ve “cemaatın polisleri ceza
yazdı” diyebiliyor. Dosyası epey kabarık bu paçavranın: Hizmet Hareketi’nin CHP ile ittifak yaptığını
öne sürdü, yalan çıktı. Hatay’da savcılık kararı ile durdurulan TIR haberini yapan Radikal Gazetesi
Muhabiri Fatih Yağmur’un cemaat mensubu olduğunu iddia etti, yalan çıktı. Cemaat, Almanya kökenli
‘sapkın eğilimli’ bir vakıf ile çalıştay düzenledi’ dedi, yalan çıktı. Bahsettiği vakfın Camiayla hiçbir
ilgisi yoktu. Bununla da yetinmeyen gazete, sosyal medyada AK Parti’li olduğunu iddia eden troller
tarafından yayıldığı tespit edilen bel altı montajlarla ilgili de ‘cemaatin internet sitelerinde yayınlandı’
dediVelilerin Hizmet Hareketi’ne yakınlığıyla bilinen okul ve dershanelerden çocuklarını aldıklarını
iddia etti, yalandı. Kasetleri yayınlayan Özel harpçi fitne ekibini ustalıkla gizliyorlar ve hedef
saptırıyorlar.

Sabah ve Takvim’in sayfalarında yalan ve iftiralar geniş yer tutuyor. Çünkü bu medya grubunun sahibi
belli değil, Ahmet Çalık zaten idare etmiyordu, damat Beraat’ın abisi Serhat Albayrak yönetiyordu. 17
Aralık operasyonundan hemen önce Kalyonculara devretmek istedi başbakan ama alamadı, zira
havuzda haraçla toplanan paralar ortaya çıktı ve satış havada kaldı. Daha doğrusu bu grubu bir süredir
ele geçiren MİT’deki MOSSAD ekibi, Aydınlık grubu ve AKP’’ye sızan fitne fesat cihadcı Hizbullah
grubu, elele yalan rüzgarıyla cemaatı infaz ediyorlar. Hiçbir belge ve kanıta dayanmayan manipülatif
haberleri manşetlerine taşıyan Sabah ve Takvim, inanılmaz iftira ve bühtanlarla, “biz medya
onurumuzu kaybettik” diyorlar. Sabah’ın ‘Savcı Öz’den Dubai’de kral tatil’, Takvim’in de ‘Adaletin
bu mu Zekeriya’ başlıklı haberlerinde, yalan haberle savcı “karakter suikastı”na uğradı. Başbakan’a
savcı Öz’ün 22 defa yurtdışına gittiği yalanını söyleten, bu yalanı eline tutuşturan her kimse, bu medya
grubunu işte o özel harp merkezi yönetiyor demektir. Sabah, polise ait kayıp 11 dinleme cihazının
Emniyet Genel Müdürlüğü’nün çatısında faal halde bulunduğunu ‘Paralel yapı çatıya çıktı’ başlığıyla
haber yaptı. Takvim de aynı haberi ‘Çatı çöktü’ başlığıyla duyurdu. Ancak bu haber de yalan çıktı.

Takvim gazetesi, ‘Cemaati karıştıracak belge’ başlıklı yayınıyla yalan habercilikte zirveyi zorlayarak
komik durumlara düştü. Bir dönem ağaçla röportaj yapan gazete bu kez de kurucusu 1932’de ölen AB-
D’li düşünce kuruluşu Brookings Enstitüsü’nü ‘Hizmet Hareketi’nin kurduğu’ yalanını sayfalarına ta-
şıdı. 2 yıl sonra 100. yılını kutlayacak enstitünün Hizmet Hareketi’nin parasıyla kurulduğu iddiası sos-
yal medyada alay konusu oldu. Takvim, daha önce gazeteci Amanpour ile hayali röportaj yapmış ve
mahkemelik olmuştu. Brookings’e cemaatçi diyen, hayali örgüt şemaları yayınlayan, suikast timleri
var diye fitne çıkartan Takvim, tarihe kötü karışacak elbet. Gülen için başkanlık sarayı diye haber
yaptığı çiftliğin sahibi Akın İpek’ten yalanlama geldi. Takvim yaptığı ”yalan haber ve kara
propaganda” ile tarihe gazetecilik nasıl yapılamaza örnek olarak geçti. Düşünsenize, adamlar hapiste
hayalen “Çakal Carlos” adıyla hafızalara kazınan Ilich Ramirez Sanchez’u konuşturdu ve Türkiye’nin
gündemini değerlendirdi. Carlos, “Başbakan Erdoğan, Türk vatanseveri. Gülen cemaatinin arkasındaki
odak, bence ABD Haberalma Teşkilatı CIA” diye konuştu.” Türk milletini resmen “aptal” yerine
koydular.

Star gazetesinin yalanları konusunda çakma söylemler geliştirdi. “Karşı saldırıya geçme zamanı”
olduğunu belirten Star yazarı Albayrak; Cemaat için “karşımızdaki kadrolar düpedüz emperyalistlerin
hizmetindeki 5. kol!” dedi ve “Onları sadece kendi adımıza değil bütün İslam dünyası adına
durdurmaya mecburuz” diye yazdı. Elif Çakır’ın düzeysiz saldırılarını Mustafa Karaalioğlu’nun kasdi
saçmalıkları takip ediyor, Fehmi Koru “cemaat parti kuracak” diye “saçmalama özgürlüğü”nü
kullanıyordu. Star’ın başını çektiği cemaate açıktan saldırı dalgasının “komutan”ı, başbakanın
başdanışmanı Yalçın Akdoğan ve müstear adı Yasin Doğan, Yeni Şafak tarafından manşetten
yayımlanan yazısının başlığı bile çok şey söylüyordu: “Her türlü oyunun farkındayız…” Akdoğan,
cemaate karşı eleştirilerinde yavaş yavaş vites yükseltti ve “Küresel tezgahın zavallı piyonları” dediği
“paralel yapılanma” diye yaftaladığı camiayı uluslararası güçlere “taşeronluk” yapmakla suçladı.
“Kumpas tweet”i ile Balyoz ve Ergenekoncuları salmayı pazarlığı yaptığını ortaya koyan Akdoğan,
107
Bank Asya’nın batırılması için devreye giren başbakan ulağı olarak tarihe “dönek” ve “onursuz” ve
“fitneci” biçimde geçecektir.

Yeni Şafak gazetesi, medyanın omurgasız hale gelmesi ve çürümesinde büyük paya sahip.
Çünkü MİT’deki MOSSAD ekibi medyayı yönlendiren “Küçük ajanları”nı burada “Cem”leştirdi.
Açık açık medya çalışanlarını tehdit ve şantaj edilmesi, andıçlanması bu medya organında yaşanıyor
ve bu şahıslar gazeteci olduğunu iddia ediyorlar. Oktay Ekşi, 28 Şubat’ta sadece üç gazeteciyi
andıçlamış, kıyamet kopmuşt; bu arkadaş, Cüneyt Özdemir’den Nazlı Ilıcak’a darbeye direnen kim
varsa hepsine hakaretler etti, tehditler savurdu. “Tayyibun Bacıyan” adını verdiğim 9 adet başörtülü,
güya entelektüel bayan yazarın çoğu bu yayından atış yapıyor. Hilal Kaplan, Özlem Albayrak
gibi Hizmet’in dersanelerinde okumuş, Hizmet kurumlarını seven aydınlar bu süreçte kıblelerini
şaşırdı. Cemaata saldırmayanlar kapı önüne kondu, Osman Özsoy ve Murat Menteş onurlarını ve
kalemlerini satmadılar ve şerefleriyle ayrıldılar. Dirayetli sandığım Yusuf Kaplan’ı bile pes etti ve
vicdan ile cüzdan arasında sıkıştı, kaldı. Tamer Korkmaz en fazla üzüldüğüm yazarlardan. Yakından
tanırım, riski sevmez, dışarıda bu saatden sonra iş tabiki bulamaz, masasını korumak için kalemini
yamulttu ve gözümden düştü.

Taraf, Türkiye, Habertürk, Bugün gazeteleri arasında köşe yazarı “becayiş”leri, transferleri yaşandı.
Yıldır Oğur, kalemini satanlardan, kullanışlı ve cebi para gören “gazeteci aptal” olmayı tercih
edenlerden, hayırlı olsun! Yediğin haramla yazdığın iftira boğazında düğümlensin, aksi ile tokat olsun
bühtanlarınız zehir zıkkım olsun! Amber Zaman, Mehmet Altan satmadı, helal olsun.

DÖRT İMAMIN SUÇU NEYDİ?

Kaderin cilvesine bakın ki dört büyük mezhep imamının tamamı, devlet zulmüne maruz kaldı. Onlara
o zulmü reva görenler, yaban ellerden gelip İslam ülkelerini istila eden ‘küffar’ değildi. Pek çoğu
‘İslam devleti’nin amiri, hatta bazen halifesiydi. Hilafet mührünü elinde bulunduran o zevatın derdi
neydi ki Ahmed bin Hanbel’e, İmam-ı Âzam Ebu Hanife’ye, İmam-ı Malikî’ye ve İmam-ı Şafii’ye
baskı yapmış, haklarında dava açmış, hapis ve işkence ile ceza vermeye cüret etmişti? Dört imamla
başlayacağımız örnekleri okudukça mesele ayan beyan ortaya çıkacak. O yüzden en iyisi tarihin
sararmış yapraklarına dönmek.

AHMED BİN HANBEL (İmam-ı Hanbelî):

Aslında Abbasi Halifesi Me’mûn, ilme meraklı bir insandı. Bağdat’ın bir ilim merkezi haline
gelmesine emeği geçti. Ne var ki Halife bir noktaya gelip tıkandı. Devrindeki âlimleri “Kur’an
mahlûktur” demeye zorladı. Etraftaki telkin ve tazyik de artınca herkese, özellikle de döneminin en
büyük âlimlerinden Ahmed bin Hanbel’e baskı yapmaya başladı. “Kur’an yaratılmıştır” demediği için
İmam-ı Hanbelî’yi, Ramazan’ın son on gününde kesintisiz kırbaçlattı. Halife Me’mûn ölünce Ahmed
bin Hanbel gibi muazzam bir kutbun çilesi biter sanılmıştı. Heyhat! Hilafet makamına oturan
Mu’tasım ondan beter çıktı. Aynı inat üzerine İmam hapiste tutuldu, kırbaçlandı, bayılıncaya kadar
dövüldü; kılıçla dürtülüp ayıltılarak tekrar işkenceye tabi tutuldu.

Etrafa korku salmak isteyen iktidar sahipleri, bir gün İmam’ı hücresinden alıp Halife’nin huzuruna
getirdi. İdama mahkûm iki kişinin boynunu oracıkta vurdurarak devletin resmî görüşü için onay
vermesini beklediler. Ne yazık ki cinayet işlenen o mecliste âlimler de vardı ve zulmü seyrediyordu. O
meş’um manzarayı gözünü kırpmadan izleyen Hanbelî mezhebinin kurucusu, bir ara İmam-ı Şafii’nin
tilmizlerinden birini fark etmiş ve ona fıkhî bir meseleyi sormuştu. “Mest üzerine mesh hakkında
İmam-ı Şafii’nin kavli nedir?” diye soru sorunca (Hilyetü’l-Evliya’nın naklettiğine göre) Halife’nin
dinî müşaviri Ebu Duad, öfkeyle şöyle demişti: “Şu adama bakın! Boynu vurulmak üzere ama hâlâ
fıkhî meseleleri münakaşa ediyor…”

108
Aslında tarih bu sahne ile iki konuda ders veriyor: 1- Zulme maruz kalan kimseler asla ye’se
kapılmamalı ve hizmetleri için gayretten asla taviz vermemeli. 2- Pek çok örneğini ileride göreceğimiz
gibi, bir âlime zulmeden zalim, genellikle bir âlimi yanına alarak vicdanını serin tutmak ister. Ve
maalesef zalimler pek çok defa da aradığı âlimleri (Bediüzzaman buna “ulema-i sû” diyor) bulur,
onların fetvası, hatta kimi zaman kışkırtması ile çileli dönemler yaşanır…

Onca zulüm o güzel insana reva görüldü de ne oldu? Zalimlerin alınlarına yapışıp kaldı o kötülükler.
Ama Ahmed bin Hanbel hayatı ve eserleriyle hâlâ bir numune-i imtisal. Ya yetiştirdiği talebeler?
Buhari, Müslim, Begavî…

NUMAN BİN SABİT (İmam-ı Âzam Ebû Hanife):

Rivayet o ki Halife Cafer El Mansur (emrine ram olmadığı takdirde öldürmek maksadıyla), Ebû
Hanife’yi huzura davet etti. Zehirli bir süt ikram etti. Ebû Hanife yanına oturduğu halifeye sütün
midesine dokunduğunu ifade ederek içmek istemedi. Halife ısrar ediyordu. Hanefî mezhebinin
kurucusu o büyük âlim sütü içti ve ayağa kalktı. Halife hayret içinde sordu: “Nereye?” İmam,
mütevekkil bir eda ile döndü ve taşı gediğine koydu: “Senin gönderdiğin yere!” Kitabü’l-Mihen’de
nakledilen bu hadiseye pek de şaşırmamak lazım; zira Ebû Hanife, hayatının çok büyük bir kısmını
devlet zulmü altında yaşadı. Emevî döneminde de Abbasî devrinde de çekmediği cefa, görmediği eza
kalmadı. Neden?

Emevî yönetimi Ebû Hanife’ye kadılık görevi teklif ederek o büyük âlimi icraatına (biraz da zulmüne)
ortak etmek istedi. Irak Valisi (Ömer bin Hübeyre) tarafından yapılan teklifin aslî maksadını anlayan
Ebû Hanife, görevi kabul etmeyince gözaltına alındı ve kırbaçlatıldı. Öyle ki, kırbaçlama işini yapan
zindancı bile bir gün bu zulme “Yeter!” deyip isyan edecekti.

Devir değişip Abbasîler iktidara gelince Ebu Hanife hazretleri çok sevindi. Ona göre hak yerini
bulmuş, Emevî zulmü sona ermişti. Maalesef bu umut çok sürmedi, güç zehirlenmesi ile malul Abbasî
yöneticileri de benzer bir siyasete devam etti. Pek çok âlim ve âbide zulmetmeye başladılar. Abbasî
halifesi, Ebû Hanife’yi yanına almak istemiş, ona hediyeler göndermişti. Büyük imam, kamu imkânları
ile alınan hediyelerin hiçbirini kabul etmedi ve meşru görmedi. Buna da çok içerledi Halife Ebû Cafer
el-Mansur. Musul isyanını bahane ederek halkı katletmek için fetva isteyen halifeye menfi cevap veren
Ebû Hanife için tekrar zindana girmekten başka çare kalmadı.

Hanefi mezhebinin ve İslam tarihinin muhteşem mütefekkiri Ebû Hanife, ne Emevî zulmüne ortak
oldu, ne Abbasî baskısına boyun eğdi; ama bu mehip duruşunu özgürlüğüyle, canıyla ödedi. Ona
zulmedenler kendilerini “halife-i ruy-i zemin” olarak tanıtıyor; ama siyasî kaygılar nedeniyle o koca
İmam’a cevr u cefa etmekte bir sakınca görmüyordu. Ebû Hanife, arkasında onlarca eser bıraktı,
milyonlarca insana ilham kaynağı oldu ve hep hayırla yâd edildi. Ya ona bu zulmü reva görenler?

MALİK BİN ENES (İmam-ı Malikî):

İmam-ı Malikî, Emevî dönemini de gördü Abbasî dönemini de. Siyasetten olabildiğince uzak durdu.
Onun siyasete mesafe koymasında kendinden önceki siyasî isyanlar, fitneler ve katliamların payı
vardır kuşkusuz. Kendi döneminde de dini kullanarak siyasî cinayetler işleyenleri görmüştü zaten.
Devlet idarecileriyle iyi ilişkiler kurmasına, onlara hayırhahlık yapmasına rağmen siyaset
merkezindeki güç odakları onun bu müspet hareketini yeterli görmedi ve birileri pusuya yatıp hep
fırsat aradı. Nitekim buldu da. İmam, baskı altında yapılan boşanmanın geçersiz olduğuna dair hadis
rivayet edince goygoycular devreye girdi. Onlara göre bu hadisin nakledilmesindeki asıl maksat Ebû
Cafer el-Mansur’a yapılan biatın geçersizliğini ima etmekti. Güya İmam, bu rivayetle Nefsü’z-
Zekiye’ye biat edilmesini teşvik ediyordu. Medine valisi derhal tutuklanmasını ve kırbaçlanmasını
emretti. Vahşet o kadar kabaca yapılıyordu ki İmam-ı Malikî’nin işkence sırasında omzu sakatlandı.
109
Gerçek, zaman içinde ortaya çıktı ama olan olmuş, zalim zehrini kusmuştu. O kusmuk İmam’a bir
leke bulaştırdı mı? Haşa!

İmam-ı Malikî’ye yapılanlar halk arasında infiale yol açtı. Halife Mansur, hac için geldiğinde büyük
İmam’dan özür diledi, gönlünü aldı. Hatta derlediği hadisleri çoğaltıp dağıtmak ve herkesin bu
hadislere göre amel etmesini sağlamayı teklif etti. Tabii ki kabul etmedi İmam-ı Malikî. Müstağniydi,
adildi, âlimdi, arifti çünkü.

Ona devlet zırhına bürünerek zulmedenlerin ne adı biliniyor ne sanı. Ama o muazzam âlim, büyük
âbid, harika zahid hâlâ eserleriyle kalp ve kafalara ilham veriyor…

MUHAMMED BİN İDRİS (İmam-ı Şafii):

akirliği sebebiyle annesinin evini rehin göstererek Yemen’e giden İmam-ı Şafii, nereden bilecekti ki
kendini orada siyasi bir entrika bekliyor. Bir dönem bizzat derslerini dinlediği İmam-ı Malikî’nin
vefatından sonra Mekke’ye dönmüş o sırada Hicaz’da bulunan Yemen Valisi’nin daveti üzerine
yolculuğa karar vermişti. Bir yandan kamu görevi yapmış, diğer yandan beş yıl boyunca ilim
meclislerini takip etmişti. Ta ki siyasî bir kumpasla karşı karşıya kalana dek…

İmam-ı Şafii hazretlerini emrine amade haline getiremeyen Vali, tezvirata başladı. O günkü yönetim
için “Aleviliğe taraftar” olmak büyük suç telakki ediliyordu. Vali önce (bugünkü tabirle söylemek
gerekirse) fişleme yaptı ve 9 kişiyi ayaklanmak üzere hazırlık yapan Aleviler şeklinde kayda geçirdi.
Sonra da Halife Harun Reşid’e bir mektup yazarak durumu rapor etti. Valinin ihbarına göre İmam-ı
Şafii, kalkışma planı yapan o dokuz kişiden daha tehlikeliydi; çünkü sohbet ediyor, insanları
etkiliyordu.

Ve kara plan işletildi on kişi huzura çıkarıldı. O dokuz adam idam edilirken İmam’ın katlinden son
anda vazgeçildi. İmam-ı Şafii Hazretleri Rakka ve Bağdat’ta hapis yattı. Mekke’ye gideceği ana kadar
mecburi ikamete mahkûm edildi. Bu zor dönemde o dönemin önemli âlimlerinden Şeybanî’nin
derslerine devam etti. İmam-ı Şafii, bir dönem talebelik yaptığı İmam-ı Malikî ile ilgili ilmî tenkitler
yapınca fanatik bazı kişilerin zulmüne de maruz kaldı maalesef. Ulema sadece umeradan değil,
cüheladan da çok çekmiştir. En kabası da umera ve cühelanın el ele vererek ulemayı hedef almasıdır.
Nitekim Vali, İmam-ı Şafii’den Şam’ı terk etmesini ister ve üç gün süre verir. Ama kader o zulme
müsaade etmez. İlerleyen dönemlerde Halife Me’mun, İmam-ı Şafii’ye kadılık görevi teklif eder. O
müstağni İmam, ellerini açıp yalvarır: “Allah’ım! Dinim, dünyam ve ahiretim için hayırlı olacaksa
nasip eyle, değilse canımı al.” Üç gün içinde öbür âleme yürür, dünyanın makam ve mevkileri
karşısında iki büklüm olmaz…

Ekrem Dumanlı, Zaman, 18.02.2014

MASKELİ ZULÜM

Tarih boyunca zalimler, ne ilim adamı dinlemiştir ne gönül adamı. Kâh kuşkunun esiri olmuştur
devlet yöneticileri, kâh kıskançlığın. Ne var ki o vehim ve zaaflar hep maskelendi. ‘Devleti ele
geçirmek’ten ‘halkı kışkırtmaya’ kadar pek çok propaganda yapıldı. Sis bulutları dağılıp
gerçekler ortaya çıkınca linç psikolojisine kendini kaptırarak savrulup dağılanlar mahcup bir
duruma düştü. İşte üç zirve insan ve onların çetin sınavı.

MUHAMMED ES-SERAHSÎ (İmam-ı Serahsî):

110
İmam-ı Serahsî’yi bir kuyunun dibine hapsedenler, karanlığın bağrından nurefşan eserlerin nasıl
yazılacağını bilemezlerdi. Bilemezlerdi; çünkü Serahsî’ye defter, kâğıt, kitap yasaklanmıştı. Sanılmıştı
ki o büyük fıkıhçı, kuyunun dibinde karanlığa gark olur. Oysa ilim erbabının nezdinde onun adı:
“Şemsü’l-Eimme”; yani “İmamların Güneşi” idi. Kitap yazmak için şartlar müsait değildi hapishanede;
ama kalbi ve kafası aydın bir insan için esbabın çok da önemi yoktu. Talebeleri, Özkend Kalesi’ndeki
zindanda Hocalarını yalnız bırakmadı. Kuyunun başında toplanan o vefalı talebelerle o büyük âlim
arasında müzâkereli dersler başladı. Otuz ciltlik El-Mebsut’u yazarken Serahsî (yasak edildiği için)
hiçbir kitaba müracaat edemedi. On dört yıl! Evet, tam 15 yıl boyunca hafızasında yer alan bilgileri
kullanarak eser telif etti Şemsü’l-Eimme. Ve bir gün, 1087’de çıkarıldı. 3 sene sonra vefat ettiğinde 81
yaşındaydı. Demek ki, zalimler onu tutukladığında İmam Serahsî 64 yaşındaydı. Buna rağmen
hapsedilmiş ve 15 senesini bir hücrede geçirmek zorunda kalmıştı. Neden?

Zor bir dönemden geçiliyor, insanlar imtihan üstüne imtihan yaşıyordu. Bir yandan Haçlı Seferleri
dalga dalga âlem-i İslam’ın üzerine geliyor; diğer yandan Karahanlılar’daki iç kargaşa bir türlü
durulmuyordu. Bu arada ülkeyi yönetenler âlimler ve fakihler üzerine ağır bir baskı kurmuş; hatta
birçoğunu hapis ve idama mahkûm etmişti. Diğer yandan insanların adeta belini kıracak hale getirilmiş
vergi yükü her gün artıyor, halk devlet baskısı içinde inim inim inliyordu. İmam-ı Serahsî bu zulme
karşı çıktı, devlet politikalarındaki aşırı uygulamaları tenkit etti. Sen misin devleti eleştiren! Araya, her
zamanki gibi, iktidar goygoycuları girdi ve Hakan Emir Hasan’ı doldurdu. Suç bulunmuştu: Halkı
isyana teşvik etmek. Devleti elinde tutanlar ilerleyen yaşına, ilim yolundaki gayretlerine bakmaksızın
zulme başladı…

Vefat ettiğinde arkasında bıraktığı kitaplar, nerdeyse, insan boyunu aşacak gibiydi. Hayatını hep
asaletiyle yaşadı; sızlanmadı, şikâyet etmedi; talebeleriyle birlikte hizmetinden en zor dönemlerde bile
taviz vermedi. Ondan geriye şöyle sitemkâr bir cümle nakledilir: “Bütün beyinsiz zındıkların
kışkırtması, kötü arzuların peşinden korkunç kimselerin ve fena tertiplerde bulunanların kışkırtmaları
sonucu vatanından ayrılmış ve Sultan tarafından hapsedilmiş, fakir kul… Allah onların hepsini
kahretsin. Büyük küçük herkese ibret yapsın.” Ne diyelim? İbret yapsın inşallah!

AHMED SİRHİNDÎ (İmam-ı Rabbanî):

İmam-ı Rabbanî Hazretleri, sadece âlim bir kişi değil; aynı zamanda tasavvufa ayrı bir derinlik katan
zirve bir veli idi. Ona, “Müceddid-i Elf-i Sani” (ikinci bin yılın müceddidi) denmesi, boşuna değildi.
Hurafelere meydan okumuş, insanı kendi ruhuna yönelmeye davet etmişti.

Maalesef o güzel müceddid de kendini zindanda buluverdi. Onun hapse atılmasında kullanılan bahane
fevkalâde düşündürücüdür. Vaktiyle şeyhi Bâki Billâh’a yazdığı mektupta yer alan seyr-u sülûk ile
ilgili bir bölüm sebep gösterilerek Hindistan Sultanı Cihangir tarafından tutuklatılıp hapse atıldı. Tarih
bakımından sabittir ki bahsedilen mektup 1012’de yazılmış; ancak tutuklama işlemi 1028’de
yapılmıştır. Yani 16 sene sonra. Üstelik Sultan Cihangir vaktiyle İmam-ı Rabbanî’ye talebelik yapmış,
ondan feyz alacak derecede İmam’a saygı beslemişti. Hatta Cihangir’i, İmam-ı Rabbanî talebelerine
“İslam Padişahı” olarak tanıtmış ve tahta geçişine olan sevincini ifade etmişti. Şimdi ne olmuştu da bir
“Müceddid”i hapse gönderiyordu?

Prof. Dr. Necdet Tosun’un kaleme aldığı kıymetli eserde (İmam-ı Rabbanî Ahmed Sirhindî, İnsan
Yayınları, 2005) delilleriyle izah edildiği gibi Cihangir’in sorgulayıcı tavrına İmam makul cevap
verince cezadan vazgeçilmişti. Tam bu aşamada araya goygoycuların girdiğini, padişaha telkinde
bulunduğunu görüyoruz. Bu seferki bahane başkaydı: “Selamlama secdesi yapmadı, ordu içinde de çok
müritleri var. Yakında kalabalık müritleriyle bir fitne çıkarabilir ve mülkünüze zarar verebilir.”

Bak şu kaderin cilvesine! Bugün “polisin içinde, yargının içinde adamları var” lafı ete kemiğe
bürünmüş bin sene önceki iktidarın gözüne görünmüş. Oysa İmam-ı Rabbanî bir yandan Cihangir’in
111
babası Ekber Şah’ın, dinlerin birleştirilerek yeni bir din oluşturma fikrine şiddetle karşı çıkmış; diğer
yandan da Cihangir’le ilgilenerek onun tahta çıkmasını umutla beklemişti. Hal böyleyken kimin
haddineydi ki Cihangir ile İmam arasına girsin ve bir fitne çıkararak zulme zemin hazırlasın? Kaldı ki
ordu içinde de bürokraside de İmam-ı Rabbanî’yi seven çok sayıda insan vardı. Bu suç değildi ki! Gel
de bu durumu o günkü ‘paralel devlet’ kâbusu yazarlarına anlat! Nitekim devletin kritik noktalarında
görev yapan insanların İmam’a yapılan zulme içerlediği; ancak büyük İmam’ın onları teskin ettiği
rivayet edilir…

Tosun’un yaptığı alıntılar insanı derinden derine düşündürecek kadar ürpertici. Bazı kaynaklara göre
padişahın veziri ve mabeyni çoğunluk itibarıyla Şiilerden oluşuyordu. İmam-ı Rabbanî Hazretleri’nin
Şia’yı eleştiren risaleleri bulunuyordu. Bu durumu hazmedemeyen mabeyn, bahaneler uydurarak
İmam-ı Rabbanî ile Cihangir’in arasını açtı ve zulüm adalet tacını giyerek o koca gönül sultanını
zindana attı. Hapisten çıktıktan sonraki durumun bir serbestlikten ziyade mecburî ikamet olduğu
anlaşılıyor. Hayatının son dönemini köyünde münzevi bir şekilde geçiren büyük Müceddid, cuma
namazı hariç evinden çıkmıyordu. Vefat ettiğinde arkasında pek çok mektup ve risale bırakmıştı.
Kiminin arkada bıraktığı ilim, kimininki zulüm; dünyanın kaderi bu olsa gerek…

EBU’L-HASAN EŞ-ŞAZİLÎ (İmam-ı Şazilî):

Şâzilîye tarikatının kurucusu büyük İmam Ebu’l-Hasan eş-Şâzilî, münzevi bir hayat sürüyordu. Şeyhi
öyle istemiş o da bihakkın o öğüdü dinlemişti. İnzivası bitince Tunus’a geldi. Daha gelir gelmez
‘enaniyet-i ilmiye’ devreye girdi ve bazı âlimler onu çekemedi; hatta o güzel gönül sultanına iftira etti.
Âlimin âlimle imtihanı çok ama çok çetindir; hele bir de devreye zalim girerse. Nitekim öyle oldu ve
Sultan, İmam-ı Şâzilî’yi huzuruna çağırdı, göz hapsine aldı. İmam için hicret yolu görünmüştü artık.

Şâzilî Hazretleri’nin fani dünyada gözü yoktu; ama öbür âleme gözü kapalı olanların bunu anlaması
mümkün değildi. Onun mütevazı bir evde kalması bile birilerini şüpheye sevk ediyordu; çünkü o gönül
sultanı âlimlerin, ariflerin teveccühüne mazhardı. Sohbet halkası genişledikçe kıskançlık çemberi
daralıyordu. “Kadılar Kadısı” diye anılan ve Başkadı olan Ebu’l-Kasım İbn-i Berra’nın kıskançlar
arasında yer aldığını söylüyor tarih. Makamının elinden uçup gitmesi ihtimaline karşı tedbir aldığı,
kıskançlığını gizleyebilmek için senaryolar üretmekten çekinmediği rivayet ediliyor.

Soluğu Hafsi Devleti’nin Sultanı Ebu Zekeriya’nın yanında alan Başkadı’nın “Bu İmam-ı Şâzilî’nin
saltanatta gözü var. Halkı size karşı kışkırtmak için bazı hazırlıklar yapmaktadır.” dediği naklediliyor.
Hatta karalama yapabilmek için o günkü devlet yöneticilerinin hassas olduğu bir konuyu kaşımayı
tercih eder. İmam-ı Şâzilî’nin soy kütüğünü gündeme getirir İbn-i Berra. Dedelerinin İdrisî Sultanı
olduğu, soyağacının Hazret-i Ali’ye dayandığı; dolayısıyla Fatimîlerle bir irtibatının bulunabileceği
telkin edilir. Hasedinden dolayı büyük İmam-ı Şâzilî’nin selamını bile almayan ‘Kadılar Kadısı’
başkanlığında yapılan kara propaganda tesirini gösterir ve İmam-ı Şâzilî’ye ev hapsi cezası verilir.
Artık halkla irtibat kuramayacak, ders halkaları oluşturamayacak, insanlarla sohbet edemeyecektir.

Bir zaman sonra İmam-ı Şâzilî, Halife’den hacca gitmek için izin istedi ve müspet bir cevap alınca
hemen hazırlıklara başladı. Heyhat! İbn-i Berra kâbus gibi takip ediyordu İmam’ı. Daha İmam-ı Şâzilî
Mısır’a ulaşamamıştı ki İbn-i Berra’nın jurnali Mısır Sultanı’na yetiştirildi. Mektupta İmam-ı
Şâzilî’nin Tunus’ta karışıklık çıkardığı, Fatimîlerle gizli ittifakının bulunduğu, her an Mısır’da da kaos
başlatabileceği iddia ediliyordu. Jurnal ağır bir makamdan gelir de tesir icra etmez mi? Sultanın emri
üzerine İskenderiye Valisi, İmam-ı Şâzilî’yi göz hapsine aldı. Mecburi ikamet sırasında yine insanlar
yavaş yavaş İmam-Şâzilî’nin etrafında toplandı; âlimler, arifler, zahidler İmam’ı yalnız bırakmadı.
İmam-ı Şâzilî bir vesile bulup Kahire’ye gidince Sultan gerçeği yakından gördü, İmam’ın kıymetini
anladı, özür diledi. Bu ihsan ve lütuf, hac için kapıların yeniden aralanması anlamına geliyordu; ancak
geride çileli, meşakkatli, ıstıraplı bir dönem kalmıştı; üstelik bu zulümlerin hepsi bir gurur, kibir ve
hasedin eseriydi…
112
Ekrem Dumanlı, Zaman, 19.02.2014

İKİ MEVLÂNÂ’NIN HİKÂYESİ

İki Mevlânâ… Biri, Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî. 13. yüzyıldaki fetret döneminde zuhur etti;
insanları sevgiye, umuda, diyaloğa davet etti. Casuslukla, dini tahrif etmekle vs. suçlandı. Diğeri,
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî. Osmanlı’nın yıkılış dönemine (19. asır) denk geldi, bozguna karşı ıslah
hareketine öncülük etti. Ona da “devleti ele geçirme”, “isyan çıkarma” gibi yakışıksız
suçlamalar yapıldı. Şimdi her iki Mevlânâ da rahmetle, saygıyla, sevgiyle yâd ediliyor. Ya onlar
hakkında her türlü yalan, iftira ve karalama yapanlar!

MEVLÂNÂ CELÂLEDDİN-İ RÛMÎ:

Hoşgörüsü, sevgisi ve kucaklayıcı tavrıyla çağları aşan Mevlânâ’ya neler denmedi neler? Ajan dediler,
casusluk yapmakla itham ettiler, olmadık iftiralar yaydılar dört bir yana. İstilâ ettiği her yeri çekirge
sürüsü gibi talan eden Moğollara karşı neden sessiz kaldığını sorguladılar. Ve “Moğol casusu”
yaftasını yapıştırdılar Mevlânâ’nın alnına. Oysa bilemiyorlardı ki Mevlânâ Hazretleri bugüne
takılmıyor, çağı aşan bir nazarla yarınların bağrındaki oluşumları hesaplıyordu. Burnunun ucunu
göremeyenler, ufukların sonsuzluğunu nasıl idrak edebilirdi ki!

Şöyle düşünmüştü Mevlânâ: Nasıl olsa bir gün bu kargaşa dönemi sona erer ve Moğol istilacıları
Anadolu topraklarının müşfik bağrında kendi öz dönüşümlerini yaşar. Zaten fetret döneminin en ağır
şartları yaşanıyordu o günlerde ve Moğol ordusunu durdurabilecek bir güç yoktu ortada. Mevlânâ,
gönüllerin fethine odaklanmıştı; toprakların istilasına değil. Nitekim büyük Üstâd’ın ufuk ötesi duası
kabul gördü ve Anadolu pek çok kavmi kendi potasında yoğurup şekillendirdiği gibi Moğolları da
bambaşka bir kıvama getirdi. Bu sebeple tarih kitapları Moğol istilasının ayrıntılarını nakleder; ama
Moğolların Anadolu’dan def ü ref edilişine dair bir savaştan bahsetmez. Öyle bir cenk yaşanmamıştır
çünkü.

“Gel, kim olursan ol yine gel…” Araştırmacılar bu cümlenin lâfzen Mevlânâ’ya ait olmadığını; ancak
mananın Mevlânâ’ya tastamam uyduğunu söylüyor. El hak doğrudur. O, “Hıristiyan, Yahudi, Mecûsi”
demeksizin herkesle irtibat kurdu, onlarla konuşmayı tercih etti. Bu davet, başlı başına bir bedeli göze
almaktı; “ham yobazlar”ın, “kaba softalar”ın ağır eleştirilerine maruz kalmaması mümkün değildi.
Diğer dinlerin önde gelenleriyle, kimi zaman bir araya geldi. Nasıl gelmesin ki! Hazreti Muhammed
Aleyhisselam onlarla defalarca bir araya gelmiş, konuşmuş, komşuluk yapmış, ticaret yapılmasında
beis görmemişti. Hazreti Mevlânâ “kölesiyim” dediği Kitap’tan ve “ayağının tozuyum” dediği
Rehber’den cüdâ düşebilir miydi? Başka din mensupları ile kurduğu diyalog nedeniyle çok ağır
ithamlarla karşı karşıya geldi; ama o, karanlık bir dönemin ışık öncüsüydü ve herkesle iletişim kurmak
zorundaydı.

Rivayet o ki, bir gün bir papazla karşı karşıya gelince ikisi de birbirine ta’zim etmek istedi. Mevlânâ
daha atik davranarak papaza karşı saygısını ifade etti. Homurdananlar oldu; bugün bile o homurtu
devam ediyor. Hazreti Mevlânâ, “Tevazu makamını rahip efendiye bırakmak istemedim; o yüzden
ondan daha hızlı davranarak saygımı ifade ettim.” deme lüzumunu hissetti. Ne var ki dini, ana
kaynaklarından bütün erkânıyla bilemeyenler Mevlânâ hakkında en ağır ithamlarda bulundu; halen de
bulunuyor. O kadar ki casusluk iddiasının yanına başka din mensupları ile işbirliği gibi laflar eklendi.
Hatta hızını alamayanlar, evlat katlinden Nasrettin Hoca’nın öldürülmesine kadar bir sürü yalan yanlış
lafı boca ederek kara propagandaya devam etti. İşi yüz kızartıcı iftiralara kadar vardıranların unuttuğu
bir nokta var: Müfterilerin oluşturduğu dalga kısa bir süreliğine etkisini gösterse bile güneşi balçıkla
sıvamak imkânsızdır. Nitekim gıybetçi ve iftiracılardan geriye kin ve husumetten başka bir şey
kalmamış, hoşgörü ve diyalog kahramanları ise arkalarında yaşanabilir bir medeniyet bırakmıştır.

113
MEVLÂNÂ HÂLİD-İ BAĞDÂDÎ:

Haset, fitne ve iftiranın devlet eliyle nasıl bir zulme dönüşebileceğine dair en çarpıcı örneklerden biri
hiç kuşkusuz Mevlânâ Halid’dir. 19. asrın müceddidi sayılan büyük insan, payitahtta dergâhını açarken
müritlerine çok sıkı tembihatta bulunmuş, devletten maaş almamaları, hiç kimseden yardım talep
etmemeleri, dünya malından uzak durmaları konusunda hassasiyetini dile getirmişti. Vazifesi irşad ve
tebliğ olan insanların menfaat ilişkilerinden uzak durmasını istiyordu. Ne var ki o konudaki teyakkuz
bile bazı fettan kişileri durduramadı.

İstanbul’da talebelerinin hızla artması üzerine bazı çevrelerde rahatsızlık emareleri görüldü. Bunların
başında gelen kişi Padişah II. Mahmud’un yakın ahbabı ve danışmanı Sait Halet Efendi’ydi. Kendisi
Mevlevî olduğu ve padişahın da o meşrebe yakın bulunduğu söylenir. Araya kıskançlık girince, bir de
devlet imkânları söz konusu olunca Halidîler için zor bir dönemin yaşanması kaçınılmaz hale geldi.

Mevlânâ Halid ve talebeleri, devlete karşı değildi; ama kıskançlık duygusuna mağlup olmuş kimi
bürokratlar Halidîleri hedef tahtasına koymaya karar verdi. Halidîlerin hususî mahiyette okudukları
özel virdlerine (hatm-i hacegan) dair keskin eleştiriler başlatıldı. Bu arada Saray’da da kara
propaganda başlatılmış, Padişah’a gizli raporlar sunuluyordu. II. Mahmud’a bu akımın bir gün devletin
başına bela olacağı telkin ediliyordu. O kadar ki resmî evraka yansıyacak şekilde bir belge düzenlendi
ve ‘fesat tohumu’ olduğu söylenerek ‘fişleme’ işlemi yerine getirildi. O rapora göre Mevlânâ Halid
kısa bir süre içinde mehdilik ilan edecekti. Tabii ki aslı faslı yoktu bu iddiaların; ama kimin umurunda!

Danışman öncülüğünde yapılan mâbeyn kuşatması meyvelerini verdi ve 1822’de Padişah, Bağdat
Valiliği’ne emir vererek Mevlânâ Halid hakkında soruşturma yapılmasını emretti. O andan itibaren
yoğun baskı dönemi resmen başlamış oldu. Baskınlar, sürgünler, hapisler… Neyse ki Bağdat Valisi
Davut Paşa, insaflı bir adamdı ve olumlu bir rapor göndererek Mevlânâ Halid ve talebelerini himaye
etti. Mabeynin goygoycuları boş durmadı, tahrike devam ettiler. Operasyonlar durmadı; ancak her
insafsız müdahale Mevlânâ Halid Hazretleri’nin hizmetlerini daha da büyüttü.

O günkü İslam coğrafyasının büyük bir kısmına yayılan Halidîler için yeni bir imtihan baş gösterdi.
Abdülvehhab Es-Susi İstanbul’a gönderilmiş, Trakya’nın büyük bir kısmında tanınır ve sevilir hale
gelmişti. Bu pişkin müridin Mevlânâ Halid’in halifesi olmak gibi bir niyeti ve arzusu vardı. Bu
emeline nail olamayınca tarikat içindeki itibarını sermaye yaparak kendisi yeni bir oluşum ortaya
koymak istedi. Her ne kadar Mevlânâ Hazretleri şöhretperestlik ve hodgamlık ifade eden bu teşebbüse
karşı Es-Susi’yi tarikattan uzaklaştırsa da mesele hızla yayıldı ve cemaat içinde bir ayrışmaya dönüştü.
İhtilafa başkaları da müdahil oldu. Cemaati bölmek için harekete geçen Es-Susi, yanına birkaç adamı
da alarak Mevlânâ Halid-i Bağdadî Hazretleri’ni şikâyet etmeye karar verdi.

Elinde bazı belgeler olduğunu söyleyen Es-Susi, devlete başvurdu. Mevlânâ Halid Hazretleri’ni ve
talebelerini bir suç örgütü imiş gibi takdim ediyordu. Zaten saraya bazı mektuplar gönderilmiş,
cemaatin Sultan’a karşı olduğuna dair taşlar yeterince döşenmişti. Şimdi de Mevlânâ Halid’in en yakın
adamlarından biri ihbarda bulunuyordu. II. Mahmud artık çileden çıkmış, çok sert tedbirler almaya
karar vermişti. Allah’tan ki aşırı Frenk yanlısı olarak bilinen Padişah, Şeyhülislam’a sorma gereği
hissetti. Bu da bir asalet olsa gerek! Şeyhülislam, aklıselimi tavsiye ederek hukukî bir yolun takip
edilmesi gerektiğini, şikâyet edenin beyanı ile ceza verilemeyeceğini söyledi. Bu da ilmin izzetini
korumak olsa gerek! Bunun üzerine Şam’a iki müfettiş gönderildi. Şam Valisi Salih Paşa, müfettişlerin
yaptığı gizli soruşturmanın sonucunu Padişah’a yazdığı bir mektupla (1827) bildirdi. Abdülvehhab ve
arkadaşının Mevlânâ Halid Hazretleri’ne iftira ettiği ortaya çıkmıştı. Ne acıdır ki bugün bile bazı kalbi
bozuklar (üstelik kendilerine tarikat süsü vererek) o uyduruk belgeler üzerinden 19. asrın müceddidine
“İngiliz ajanı” diyor. Haşa! Bu büyük zevata ajan diyenin ajanlığından şüphe duyulur.

114
Ortaya çıkan gerçek, baskıları bir zaman hafifletse bile Padişah II. Mahmud’u tekrar normalize etmek
mümkün görünmüyordu. Halidîlere karşı sert hümayunlar neşreden Padişah, bu konuyu şahsî bir
takıntı haline mi getirmişti, yoksa hâlâ goygoycular ve itirafçıların telkini mi söz konusuydu;
bilemiyorum; ancak 1828 Ramazan ayına denk getirilen sürgünün yürekleri dağladığında şüphe
yoktur. O dönemde çok çile çekildi. Halidîlerin müesseselerine el konuldu, dergâhları yasaklandı, önde
gelen kişiler sürgüne yollandı.

Onca eza ve cefa yapıldı da Halidîler yok mu oldu? Hayır. Halk arasındaki sevgi ve bağlılık devam
edip gitti. Zaten arkadan gelen padişahlar, yapılan hatayı kabul edip hem Hazreti Mevlânâ Halid’e hem
talebelerine sahip çıktı. O kadar ki Abdülmecid Han, her cuma günü kabrinin başında bir Halidî
şeyhinin ve on dervişin ‘hatm-i hacegan’ okumasını ve bunun kıyamete kadar sürmesini vasiyet etti.
Tekke ve zaviyelerin kanunla kapatılacağı ana kadar (1925) o vasiyet yerine getirildi.
Ekrem Dumanlı, Zaman, 20.02.2014

BEDİÜZZAMAN’IN ÇİLESİ

Başını yakın talebelerinden birinin dizine yaslamış Urfa’ya doğru yol alan Bediüzzaman Said
Nursi, yürek dağlayan şu cümleyi tekrarlıyordu: “Beni anlayamadılar…”

İniltiler halinde söylenen bu yanık söz, 82 seneye sıkışan bir hayatın özetiydi. 1952’de Üstad’ı ziyaret
eden Eşref Edip’e de benzer cümleler kurmuştu Said Nursi: “Anlamıyorlar… Yahut anlamak
istemiyorlar. Beni skolastik bataklığı içinde saplanmış bir medrese hocası zannediyorlar.” Demek ki
hayatının pek çok safhasında dile getirilen derin bir sitemdi bu.

Nasıl anlaşılabilirdi ki! O kendini günün siyasî/idarî tıkanıklığı içine hapsetmemiş, kuşatıcı bir nazarla
yarınlara seslenmişti. O yüzden daha çok erken yıllarda şöyle feryat etmişti: “Şu muasırlarımız, varsın
beni dinlemesinler. Tarih denilen mazi derelerinden sizin yüksek istikbalinize uzanan telsiz telgrafla
sizin ile konuşuyorum. Ne yapayım, acele ettim kışta geldim; sizler cennetâsa bir baharda
geleceksiniz…” Çağdaşları onu anlayamadı; anlaması da çok zordu.

Üç nur ve üç zulmetin iki farklı dünyanın ufkunda tecelli edeceğini çok önceden görmüş ve taş üstünde
taşın kalmadığı o yıkılış döneminden şöyle seslenmişti insanlara: “Ümitvâr olunuz, şu istikbal
inkilabatı içinde en yüksek, gür sadâ İslam’ın sadâsı olacaktır.” Günlük telaşe içinde çırpınıp duran
insanlar o engin ufka tekabül eden vizyonu nasıl anlayabilirdi ki?

ÇAĞINI AŞAN UFUK

Daha meşruiyetin mahiyeti hakkında enine boyuna düşünülmemişken “meşrutiyet-i meşrua”dan


bahseden ve ona dair prensipler vaz’ eden bir tefekkür insanının herkes tarafından tastamam
anlaşılması beklenemez. Cumhuriyet kelimesinin belli çevrelerde telaffuz bile edilmediği bir dönemde
cumhuriyet ile ilgili temel değerlendirmeler yapması tesadüf değil, basiret ve firasetin yansımasıydı.

Nitekim bu anlaşılamayan tefekkür insanı, her dönemeçte ayrı bir imtihanla karşı karşıya kaldı, zulme
maruz bırakıldı. Selanik’te yaptığı tarihî konuşmaya, ‘aşair arasında dolaşarak’ yaptığı yorumlara,
Şam’da verdiği hutbeye vs. vâkıf olamayanlar, onun o özgürlükçü yaklaşımından da haberdar değildi.
Mesela 31 Mart Vak’ası’nda fitnenin önüne geçebilmek için çırpınan Bediüzzaman gözaltına alındı.
Güya İttihad-ı Muhammediye adlı örgüte üyeydi ve isyancılarla hareket etmişti. Bahçede kurulan
darağacı ve darağaçlarında asılı insanlara aldırış etmeksizin yaptığı cesur müdafaa, eşi benzeri az
bulunur bir hukuk mücadelesidir. Mahkeme bu âteşîn dimağı serbest bırakır. O, Beyazıt’tan
Sultanahmet Meydanı’na kadar kalabalık bir kitlenin önünde yürürken bugün bile kulaklarımızı
çınlatan bir meşhur cümleyi haykırır: “Zalimler için yaşasın cehennem!”

115
SÜRGÜNLER, MAHKEMELER, HAPİSLER…

Sultan II. Abdülhamid akıllı, zeki, dindar bir insandı; ama Bediüzzaman gibi bir deha ile yüz yüze
gelemedi. Görüşebilselerdi birbirlerini anlayacaklardı kuşkusuz. Ancak Sultan’ın etrafını etten
duvarlarla örmüştü mabeyn-i hümayun. Bir gün Bediüzzaman, çağını aşan bir üniversite projesiyle
Padişah’ın kapısına dayandı. İstiyordu ki fen bilimleri ve dinî ilimler izdivaç etsin ve çağıyla
hesaplaşabilmenin kapıları aralansın. Heyhat! Abdülhamid gibi eğitim konusunda fevkalade hassas bir
Sultan’ın etrafını kuşatan çapsız danışmanlar kendilerine adeta bir misyon biçmişti: Padişah’ı
aydınlardan yalnızlaştırmak, herkesten uzak tutmak, yazar çizer insanları Sultan’a jurnallemek, gazete
ve dergiler üzerine baskı kurmak, sansür sistemini işletmek. O dönem aydınlarının neredeyse tamamı
(Bediüzzaman ve Mehmet Akif başta olmak üzere) ‘istibdat’tan şikâyet etti. Bediüzzaman etten
duvarları aşabilseydi sadece çağını aşan bir üniversite modeli ortaya konulmuş olmayacak; Kürtçeye
ilim mahfilinde serbestiyet tanınmış, Kürt sorununa ta o yıllardan çözüm kapısı aralayan bir proje
ortaya çıkarılmış olacaktı. O gammaz ve sansürcü danışmanlar, kendi ve aile fertlerinin menfaatini
düşündüğü kadar alimlerin tekliflerine kafa yorsalardı, tarihî fırsatlar heba edilmemiş olacaktı.

Bediüzzaman Hazretleri’nin heyecan veren o mücadele hayatını safha safha bu sütuna taşımak
mümkün değil. Kestirmeden yol alıp şöyle diyebiliriz: Hemen her dönemde devlet zulmüne uğradı
Bediüzzaman. Sürgün edildi, mecburî ikamete zorlandı, hapse atıldı, defalarca zehirlendi… “Siyasetin
şerrinden Allah’a sığınırım.” deyip Erek Dağı’na çekilmiş, inzivada yaşıyordu. Ne var ki bir bahane
icat edildi ve sürgün yılları başladı. İnsanlarla irtibattan men edildi; ama o hep dimdik ayaktaydı.

Hakkında davalar açıldı, iddianameler hazırlandı, hâkim karşısına çıkarıldı. Afyon savcısı “600 bin
talebesi var” diyerek “asayişe zarar gelir” iddiasında bulunmuştu mesela. Oysa dünyanın en barışçıl ve
sivil akımlarından biriyle karşı karşıyaydı. Afyon savcısı, Bediüzzaman ve talebelerini “Hasan
Sabbah”a; yani Haşhaşilere benzetti. (Kaderin cilvesine bak ki o savcının lafı bugün başka ağızlara
sakız olmuş!) Hiçbir insaf ölçüsü yoktu suçlamalarda. Mesnetsiz bir sürü iddia ve kara propaganda.
“Dini siyasete alet etmek” gibi bir suç isnat ettiler, “gizli örgüt” dediler, davalar açtılar; hatta hapis
cezaları verdiler. Kâh Tesettür Risalesi bahane edildi, kâh Gençlik Rehberi adlı eseri. Beraat etmesine
rağmen tekrar tekrar dava açıldığı da oldu.
DEMOKRAT PARTİ DÖNEMİNDE BASKILAR
Üstad Bediüzzaman’a yapılan zulmün belki de en acı vereni 1950’den sonraki döneme aittir; çünkü tek
parti diktası sona ermiş, millet derin bir oh çekerek Menderes ve partisinden daha özgürlükçü bir
atmosfer beklemişti. Vakıa, iktidar bir türlü muktedir olamıyor ve siyasî iradesini ortaya koyamıyordu;
ama her seçimde halkın verdiği kredi artıyor, zulmün bir an önce bitmesi bekleniyordu.

Maalesef beklentiler bir zaman sonra boşluğa düştü. Menderes döneminin istihbarat servisi MAH
(bugünkü adıyla MİT), Bediüzzaman’ı adım adım takip ediyor, rapor tutuyordu. Üstelik Üstad’ın
talebelerini il il, ilçe ilçe fişliyordu. Her ilin başında bir kişinin olduğu düşünülüyor, her ders yapılan
evin bir “örgüt” yuvası olduğu kayıtlara geçiriliyordu. Bugün ortaya çıkan resmî vesikalara göre Üstad
ya da talebelerine temas eden milletvekilleri ve bürokratlar da fişlenmiş, Ankara’ya bildirilmişti.
Bediüzzaman ve talebelerinin avukatlığını üstlenen merhum Bekir Berk’e göre 750 dava beraatle
sonuçlanmıştı. Ama davaların ardı arkası kesilmemiş ve yıllar boyunca sürdürülen davalar nedeniyle
toplum nezdinde kriminal bir algı oluşturulmaya çalışılmıştı.

Her şeye rağmen Demokrat Parti ve Menderes’e destek vererek daha özgürlükçü bir atmosferin
oluşmasını arzu etti Bediüzzaman Hazretleri. Hak ettiği vefayı bulamadı bir türlü. 1957’de DP üçüncü
kez seçimleri kazanmıştı; ama Nur talebelerinin üzerindeki devlet tehdidi bitmemişti. 1958’de açılan
bir dava nedeniyle Ankara, İstanbul ve Isparta’da tutuklamalar yapılmış, Risale-i Nur talebeleri
Ankara Cezaevi’ne konulmuştu.

116
Vefatına doğru Üstad Bediüzzaman, talebelerine veda edercesine Anadolu’ya açılmıştı. Pek çok
vilayete uğradıktan sonra tekrar (3 Ocak) Ankara’ya çeviriyor rotayı. Aslında Menderes’le görüşmeyi
arzu ediyor. İhtimal ki toplum katmanlarında hissedilen fırtınayı haber vermeyi, belki tedbir nevinden
bazı düşüncelerini aktarmayı arzu ediyor. CHP’nin ve İsmet Paşa’nın haşin yaklaşımı ve o günkü
basının anlayışsız tavrı yüzünden Demokrat Parti yetkilileri korkuyor, tırsıyor. O kadar ki 11 Ocak
1960’ta Ankara’ya gelen Said Nursi Hazretleri’ne hitaben radyodan hükümet bildirisi okundu.
Üstad’a, Emirdağ’da oturması salık veriliyordu.

Seçimlerde verilen desteği unutmuş gibi görünen DP, Üstad ve talebelerinde büyük bir hayal
kırıklığına yol açtı. 1959’da Eskişehir’e girerken arabası durdurulmuş ve şehre giremeyeceği polislerce
tebliğ edilmişti. Bediüzzaman’ın tek cümlecik sorusu vardır: “Emir buradan mı, Ankara’dan mı?”
Komiser sükut eder. Cevap bellidir.‘
BENİ ANLAYAMADILAR…’
Artık Hakk’a yürüme zamanı gelmiştir. Üstad Hazretleri, Urfa’ya doğru yola çıkar ama devlet terörü
soğuk yüzünü DP’nin içişleri bakanı vasıtasıyla bir daha gösterir. Bakan, emir üstüne emir yağdırarak
ölüm döşeğinde son nefeslerini veren Bediüzzaman’ın Urfa’dan zorla çıkarılmasını ister. 23 Mart
gecesi vefat ederken (ve halen) kulaklarda aynı cümle yankılanır: “Beni anlayamadılar. Skolastik
bataklığa gömülü bir medrese hocası sandılar…” Evet ey Büyük Mütefekkir! Seni en uzak daireden en
yakın halkaya kadar tastamam anlayamadık; keşke anlayabilseydik!
Ekrem Dumanlı, Zaman, 21.02.2014

Korkmadım, korkmadık, korkmayacağız

5 Ağustos 1986 ile 19 Şubat 2014 arasına geçen 28 yıl gözümün önünden film şeridi gibi geçiyor.
1986 Ağustos’u başında Hürriyet ve Milliyet gazeteleri Said Nursi ve o günler henüz tanınmayan
Fethullah Gülen Hocaaefendi ile ilgili yalan, yanlış ve çarpıtmalarla dolu MİT servisi iki yayın dizisi
yayınlıyor. İki muhterem hoca şahsıda “dört eşli”, “ehli keyf” ilan ediyor. Derin devleti ilk fark ettiğim
zaman dilimi bu, ama adını koyamıyorum.

Henüz 17 yaşında iken GATA Psikiyatri kliniğinde karşılaştığım Yüzbaşı İhsan yardımıma koşuyor.
Van’da görevli iken PKK timini tuzağa düşürmüş, hepsi ölmüş, bacağında ve karnında kurşunla ölü
diye bırakmışlar. Pusudan bir gün önce PKK lideri Abdullah Öcalan’ı yakaladığı için
cezalandırıldığını söylüyor. Helikoptere bindirip Genelkurmay’a paketi teslim edeceği tarih 2 Mart
1987, ancak ‘götür Suriye sınırına bırak’ emri geliyor, “Öcalan bizim adamımız” diyen sesi hiç
unutmuyor. Komando timini pusuya gönderen postasının PKK’lı olduğunu sonradan öğreniyor, derin
devleti pek milli bulmuyor.

Yüksek Askeri İdare Mahkemesi’nde 18 Mart 1989’da yaptığım tarihi konuşmada henüz 20 yaşında
iken, “GATA’da derin devlet var, hırsız, uğursuzlar güruhu hastaneyi zina merkezine çevirdi” diyorum
ama mahkeme heyeti beni “deli” sanıyor. Silivri mahkumu Engin Alan ile tanıştığım 1993 yılında
halen gözüm kapalı idi, el yordamı ile yanlış giden bir şeyler var diyordum. Alan’ın 1994 ve 1995’te
OMON timi komutanı Rövşan Cevadov ile Azeri Lider Haydar Aliyev’e karşı giriştiği darbe ve beş
suikast teşebbüsünde derin devletin tüm birimleri görev alıyordu. Susurluk çetesi ve raporu ile 1996’da
fotoğrafın bir yüzü aydınlanıyor, babası MİT, kendisi MİT elemanı gazeteci Can Dündar, yapının adını
gazeteci Celal Kazdağlı ile yazdıkları kitap ve belgeselde 1997’de ilk defa koyuyordu: “Ergenekon.”
Sol görüşlü gazetecilerimizin ortaya çıkardığı Ergenekon örgütünde ciddi bir sorun hemen sırıtıyor. Eli
kanlı katillerin hepsi ülkücüler olarak gösteriliyor. Ne solcusu var yapıda ne askeri, ne medyası, ne
oligarşisi, ne iş adamı. Kaynayan düdüklü tencerenin sadece gazı, havası kaçsın diye düdüğünü
açmaya izin verdikleri belli. Yemiyoruz bu oyunu!

28 Şubat 1997’de Susurluk’a “fasa fiso” diyen siyasiler “mevta” oluyor ama geride kalanlar ülkeyi
idare etmekten aciz, derin yapının beceriksiz kuklaları gibiler. 1999’da rahmetli Bülent Ecevit’i
117
Başbakanlıkta takip eden muhabirim, Kriz Masası ve Gölge Bakanlar Kurulu ile tanışıyorum. Hepsi
asker kökenli özel harp elemanları, başbakana istedikleri genelgeyi hazırlayıp imzalatıyorlar,
diledikleri kanun hükmünde kararname albaylar gözetimindeki bakanlar tarafından sorgusuz sualsiz
imzalanıyor. Derin oligarşinin gücünü görüyorum, bu fitne şebekesi en masum insanları bile iki üç
dönemde şeytana çevirir diyorum içimden.

Başbakanlık müşaviri adı altında hem MOSSAD, hem CIA’ya çalışıp hemde MİT elemanı olan bir
sürü “double double” ajan ile tanıştığım Ankara yıllarımda Ergenekon’un iskeleti gözümde canlanıyor,
ama halen et giydiremiyorum. NATO’nun uydusu maskesi altında 1960 askeri darbesinden beri
“Amerikan mandası” olduğumuzu geç fark ediyorum ve sol görüşlü kardeşlerimi daha dikkatli
dinlemeye başlıyorum. “Atatürk döneminde İngilizler ne dese onu yaptık, güya sömürge değildik”
diyen Enerji Sendikasından 1970’lerin hızlı solcusu bir arkadaş ekliyor: “Göstermelik bir bağımsızlık
vererek onurumuzu, haysiyetimizi, dinimizi, medeniyetimizi, kültürümüzü, ekonomimizi Batı’ya
sattık, geri almamız için çalışan sağdan soldan vatan evlatlarını fişlediler, birbirine düşürdüler. Yeter
artık, hep beraber savaşmalıyız.” Hak veriyorum. ‘Bizi biz yapan öz değerlerimizle el ve gönül birliği
vermek, düşmanı tepelemektir’ sözleri hala kulaklarımda…

2000 ‘de Fethullah Gülen Hocaefendi’ye açılan davanın 80 sayfalık iddianamesini okuyan ve haber
yazan ilk gazetecilerdenim. 40 sayfasında Said Nursi ve Nurculuk suçlaması yapılıyor ve Gülen
Nurculuğun en güçlü devamcısı diye gösteriliyordu. Üstadın emanetlerini Tahiri Mutlu ve Hulusi
abilerin Gülen’e 1980′lerde teslim ettiğini, Nur davasının lideri olduğunu Ergenekoncular biliyorda,
başbakan bilmiyor mu? Star gazetesinde dün 18 Şubat 2014′de Başbakanın Başdanışmanı Yalçın
Akdoğan, derin devletin planını değiştirdiğini ispatlayan bir Said Nursi ve Gülen yazısı kaleme aldı.
Fitnecilerin üstadımızı bile kullandığı ve neden kullandığı net anlaşıldı. Gülen bu sefer Nursi düşmanı
olmuş, üstelik Nurculuğa yakışmayan tavırlar içindeymiş! Ne utanıyorlar nede edepleri kalmış. Diğer
Nurcu cemaatlere oy versinler diye şeker dağıtan Akdoğan, cemaatı Nurculardan uzaklaştırıp
yalnızlaştırmaya çalışıyor. Liderliği ele geçiremediler, bari bölelim havasındalar! Sen kim oluyorsunda
Nurculara ders veriyorsun diye kimse sorgulamıyor. Dün Nurcu diye yargılanan Gülen idi, Rusya ve
Çin’e Nurcu diye gammazlanan Gülen idi, Komünizme bunlar karşıdır açtıkları Türk okullarını
kapatın diyenler Gülen’i Nurcu sayardı. Bu sefer münafıklıklarına şeytanlıklarına bir yenisini
ekliyorlar: Gülen Nurcu değilmiş, vurun gitsin! Yeni Asya Nurcu grubu, görülen bir rüya üzerine
safını Gülen yanına yerleştirdi, darısı diğer Nurcuların başına. Cemaat, İslami cemaatler arasında
yüzde 45′lik oya ve ağırlığa sahip. Diğer Nurcular yüzde 25′lik ağırlıkta, ondan fazla cemaata
bölünmüş durumda. Nurcular, AKP’ye oy vermezse yüzde 30 altına düşecekleri kesin, korkudan nasıl
yalan söyleyeceklerini bilemiyorlar. İftira, bühtan ve fitnenin bini bir para, sonu yok bu siyasi
yalancılığın. Nur’un tüm kardeşlerine Allah basiret, feraset verin!

Ağaç kabuğunda yaşamadım ve dün ortaya çıkmadım. Kalemimi hiç satmadım, mertlik ayarını
üstadımız Said Nursi ve Gülen’de buldum, sokakta bulmadım. Devletten beslenip, MİT tarafından
ulufelerle altın tepside köşe yazarlığı hediye edilmedi! 2000 ile 2006 arasında gerçek Ergenekon’u
ortya çıkarma adına sonsaniye.net de yarım düzine yiğit kalemle yaptığımız kalemşörlük yine
Genelkurmay’ın bizi andıçlayıp hakkımızda dava açma tehditine tosluyor. Yeni Ergenekon’u ortaya
çıkardığım kitap 2005 Haziran’ında Silivri mahkumu Sedat Peker mafyası tarafından bertaraf ediliyor.
Ağustos 2006’da Ergenekon’u genel hatlarıyla deşifre edecek Tuncay Güney, Toronto Türk
Festivalinde kendi ayağıyla geliyor, benim yazı ve kitaplarımın hayranı olduğunu söylüyor ve imzalı
kitap istiyor.

Şüpheleniyorum: “Çorum’dan Yahudi çıkmaz ve benim Yahudi hayranım pek yoktur!” 1 Ekim
2006’ya kadar ona randevu vermiyorum ama adam yapışkan, King otelinde ilk diyalog yemeğinde
beni buldu, imzalı kitabımı söke söke aldı ve kendini evine bıraktırdı. Kendi kaşındı! Sabaha kadar
konuşup Ergenekon’u bana ayrıntılarıyla, epeyde çarpıtarak, hedef saptırarak anlattı. Ertesi gün
sonsaniye.net de haber olacağını ve bu yazının Ergenekon operasyonunda köşe taşı oluşturacağını ne
118
Güney nede ben tahmin edebiliyordu. Korktu, “Veli Küçük beni öldürmeye ABD’den suikast timini
gönderecek” dedi. “Korkma, konuşanı öldüremezler, bak Mahir Kaynak halen yaşıyor. Bundan sonra
susamazsın.” dedikten sonra cesurca konuştu. Güney’in telefonunu isteyen tüm gazetecilere
veriyordum. Meşhur oldu, ancak bir süre sonra “medya budala”sına döndü. Hakkında 2008’de ilk
kitabı yazıp gerçek yüzlerini gösterdim. Ne yapalım, Ergenekon’u sulandırmak isteyen Doğan grubu
keklenmeyi, işletilmeyi seviyor. Adamı haber yapma uyarılarımı dinlemiyorlardı. Geç dinlediler.

Ergenekon’u Kanada’da yayınladığımız gazetemiz Canadatürk’teki köşemde hiç sektirmeden tam beş
yıl aralıksız yazdım. 2012 yazından beri yazmıyorum, bir anlamı kalmadı. Tam beş kitap çıkardım bu
süreçte ve ekstradan sağa sola yazdığım değişik müstear isimlerimde de hep derin devletin karanlık
yüzünü detaylarıyla yazdım, her gittiğim yerde değişik topluluklara sansürsüz anlattım. Ergenekon’un
“Göktürk” adlı yeni bir yapılanmaya dönüştürüldüğünü yazalı iki yılı geçti. Müstear isimlerimin
hepsini kaldırdım, başka bir isimde yazmıyorum, dimdik buradıyım, yazdıklarımın arkasındayım.

AKP Göktürk adlı derin oligarşik yapının içine girdi ve zafiyetleri üzerinden yapılan tehdit ve
şantajlarla, yolsuzluk ve rüşvetlerle kirletilerek ele geçirildi. Milleti temsil etmiyor, Ankaralaştı. 20 yıl
istikrarlı bir hükümetle bu yapıyla savaşmadan yüzbin nemalananı, beş binde üst düzey yönetici
bulunanan, dış güçler tarafından finanse ve organize edilen sistemi çökertip, kendi milli derin
devletimizi kuramayacağımızı dile getirdim. Erdoğan ve MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın Milli devleti
kurdukları koskoca bir yalandır. Artık AKP’den ve Milli Görüş çizgisindeki siyasal İslam
projelerinden hiç bir hayır gelmeyecektir. Bunu en son Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, İnternete sansür
kanununu onaylayarak gösterdi. Allah bilir, HSYK kanununuda 2010′daki halk referandumuna rağmen
onaylayacak ve halkın değil başbakanın cumhurbaşkanı olduğunu bir kere daha haykıracaktır. Kimse
Gül’ün Erdoğan’a rakip alternatif parti kuracağını zinhar beklemesin, boş umut ve rüyadan uyanalım.

2013 yılı münafıkların ortaya çıkması yılıydı. Yolsuzluk ve hırsızlıklara, rüşvete karşı mücadele eden
hak tarafındadır. Bunu Said Nursi, 29. Mektup. 7. Kısımda izah ediyor. 2014 yılının, Fesad
Komitesi’nin Türk ordusunun boynuna doladığı kölelik kemendini fark edip çıkaracağı yıl olacağını
yazdım. Mücadele bitmedi, sürecektir. Yalancı bir fecri sadıktan sonra gerçek bir sabah doğacaktır.
2015 sonrası yeni Türkiye’yi kuracaklar adanmış ruhlar olacak, temel özellikleri satın alınamamaları,
asla rüşvet yememeleri ve yolsuzluk yapmamaları olacaktır. AKP’liler bu tanıma uymadığına göre
Abbas yolcudur! Bugüne kadar zalimi tesbit, hakkı batıldan ayırma noktasında ismimle müsemma
olmam nedeniyle hiç şaşırmadım. Kamu vicdanı gerçekleri görecektir, iman ile yalan yanyana durmaz!

Velhasıl kelam, maskeleri, hüviyetleri sık sık değişse de hiçbir zaman zalimden korkmadım,
korkmadık, korkmayacağız. Mağdur edilmek ukbada bir şeref madalyasıdır.

Gestapo devletine doğru!

Üstad Said Nursi sıkıntılı anlarında, umumu ilgilendiren bir bela ve musibet ufukta göründüğünde
Abdülkadir Geylani’nin dua kitabından veya İmam Rabbani’nin Mektuplarından sık sık tefeül yapardı.
Bende Risale-i Nur’dan yaparım, yaptım ve çıkan şu oldu: “Çünkü rıza-yı küfür, küfür olduğu gibi,
zulme rıza da zulümdür.” Mektubat, Sayfa 408.

Üstad Said Nursi, iyi niyetle ziyaret ettiğini söylese de hıyanet için yanına gelen devlet memurlarını
yılan ve köpek suretinde görürdü. Bazıları fitne fesat komitesine yılanlık ve köpeklik ettiği için olacak
bu suretlere bürünürdü. Bu ülkede bazı alçaklıklar hiç değişmiyor demek ki. Mektubat’tan soldan sağ
sayfaya geçtim, ortalara gözüm ilişti, tefeülüme irkildim, şöyle yazıyordu: “Çok alçak olmamak ve
yılan gibi dalalet zehrini serpmekten lezzet almamak şartıyla en inatçıyı dahi ikna ederim.” Satırların
biraz yukarısına çıktım, fesübhallah dedim: “Hafiyelik yapıp güya cinayet yapıyormuşuz gibi ihbar
eden ve taarruz eden, elbette insafsıza zalime hizmet etmekten zevk alan bir köpektir.” Üstad hakaret
etmeyi sevmediği için Ziya Paşa’nın meşhur beytini isim vermeden vermiş ve yorumlamıştı. Hayretle
119
‘ne yapmalıyım’ diye bir vizyon aradım. Sonra ki cümle imdatıma yetişti: “İnsan suretindeki yılanlara
hakikatları söylemek, hakaika karşı bir hürmetsizliktir. Zira bilerek hakkı zındıka dalaletlerine
çürütmek ister.” Üstad noktayı keskin koymuştu: “Fakat nihayet derecede alçaklığa düşmüş bir vicdan
ki; bilerek dinini dünyaya satar ve bilerek hakikat elmaslarını değiştirir; münafık yılandır.”

Sosyal medya’da Başbakan’ın başdanışmanı Mustafa Vrank, Turizm Bakanı Ömer Çelik ve Süleyman
Soylu komutasında 9 bin maaşlı tweeter savaşçısı kin ve nefret dolu üsluplarıyla ülkemizde dirlik ve
birliği korumaya çalışan cemaata karşı amansız bir yıpratma, aşağılama, tekfir etme, yalnızlaştırma ve
mümkünse köklerini kazıyıp yok etme savaşı veriyorlar. Devletin ve AK Parti’nin tüm imkanları bu
kirli siyasi infaza seferber ediliyor. “İstiklal savaşı” adı altında istikbal mücadelesi verenlerin hiç bir
ahlak ölçüleri ve etik sınırları bulunmuyor. ‘Savaşta hile, aldatma, yalan söyleme, iftira ve bühtan atma
caizdir’ diyorlar ve İslam’ın elmas dini hakikatlarını yamultup pis siyasetlerine çekinmeden,
utanmadan alet ediyorlar.

Biz ve ötekiler ayrımı, siyah ve beyaz olarak yapılmış durumda, tam bir iç savaş senaryosu ile karşı
karşıyayız. Ellerinde Özel Harbin Psikolojik Savaş Dairesi’nde yazılmış profesyonel bir fitne programı
var, cetvelde ne varsa her hafta, hatta her gün yeni bir fitne tohumu ortaya atılıyor. Bunları
temizlemekten yorulduk ama onlar bıkmadı, usanmadı. Hepsi paranoyak olmuş, devletin yağlı
kaymağı ellerinden çıkacak diye tüm çirkefliklerini sergiliyorlar. Paranoyak kendinden başka kimseyi
tanımaz; vefasızdır, ahd ü peymânına asla güven olmaz; kat’iyen adalet tanımaz ve hakka karşı da
fevkalâde saygısızdır. Dahası o, bu kabîl değerlere bağlı yaşamayı aptallık sayar. Zaman zaman en
masum hareketlerden dahi işkillenir ve en yararlı gayretleri bile kuşkuyla karşılar ve sorgular. Mağdur
edilen, mazlum cemaatı savundukca hedef gösteriliyoruz ve devletin düşman savma mekanizması
hatırlatılıyor. Partileri devlet olmuş, biz ise “vatan haini” düşmanlar, canımızın değeri yok ki,
sözümüzün ağırlığını anlayabilsinler.

Dine gelen zararı Allah’a havale ettik ama devlete, kamuya gelen zararın boyutu her geçen gün
büyüyor. Devletin kılcal damarları ile oynanıyor ve tek adam diktatörlüğüne dayalı otokratik bir
Gestapo istihbarat ve istibdat devleti olmaya doğru hızla yol alıyoruz. Yolsuzluk ve rüşvet olayı
patlayınca AKP resmen aklını, mantığını ve vicdanını yitirdi. Manzara gerçekten ibretlik, neden
başkanlık sistemi ülkemizde olmamalı, neden demokrasi yolundan dönmemeliyiz ve neden bir daha
asla Milli Görüş çizgisinde siyasal İslam’a güvenmemeliyiz, yaşayarak öğreniyoruz. İnternete sansür,
halkın iradesini çalarak HSYK yasası çıkarmadan sonra yeni MİT yasası ile Hitler sistemi dayatılıyor.
Hitler, Gestapo ve SS ile öyle bir güç elde etmişti ki, kim sorgularsa “düşman”, “hain” bahanesiyle
anında öldürtüyor, haksız siyasi rekabet yapmakla kalmıyor, Gestapo ile bir korku imparatorluğu
kuruyordu. Alman totalarizmi iki defa dünya savaşı çıkmasına yol açtı. Almanya’da iki dünya savaşı
önceside bir iç savaş yaşanmış ve suni çıkartılan kaosları bastıran Hitler tüm ipleri ele geçirerek
Almanları uçuruma sürüklemişti. Ülkemizde yaşanan süreç, bir iç savaş senaryosudur ve halka kendini
zorla seçtirmek isteyen Hitlervari bir AKP devleti partileştirmiş ve “Gestapo”su ile kimseye göz
açtırmamaktadır.

Bunun en bariz ve net delili 2 yıldır sürdürülen böcek efsanesinin çöküşüdür. TÜBİTAK’taki
görevinden uzaklaştırılan, 24 yıldır aynı kurumda görev yapan onurlu bilim adamı Hasan Palaz’dır,
“İstenilen raporu hazırlayan ve biat eden bilim adamı olmayacağım” dedi. Zehir zemberek
açıklamasında açıkca: “Başbakanın ofisinde bulunan böcekle ilgili raporda tahrifat yapmam istendi…”
diye hukuksuzluk talebinin geldiği adresi gösterdi. Başbakan’ın ofisine böcek koyup dinleyen cemaat
olsaydı yedi düvele davul zurna ile çoktan duyururlardı.

MİT’e, 12 Eylülcülerin bile almadığı yetki veriliyor ve başbakana bağlı Gestapo tarzi istihbarat devleti
kuruluyor. MİT personeli normal mahkemede yargılanamayacak artık. MİT personelinin Ankara’da
özel belirlenecek ağır ceza mahkemesinde, müsteşarın ise ancak Yargıtay tarafından yargılanabileceği
öngörülüyor. MİT personelinin MİT faaliyetleriyle ilgili tanıklık yapamayacak olması da teşkilatın
120
suç olabilecek faaliyetlerini ortaya çıkarmayacaktır. MİT’e ait rapor, analiz ve belgeler suç unsuru
içerse dahi delil olarak kullanılamayacak, sorgulanamayacak. Hitler Gestaposu da işte tam böyleydi.
MİT belgelerinin soruşturmada kullanılmasını yasaklayan madde, MİT fişlemelerinide mahkeme
tarafından cezalandırılmasının da önüne geçecek. Özetle başbakanın izin vermediği ne MİT personeli
yargılanabilir nede MİT müsteşarı. İstedikleri kadar halka zulmedebilirler. Peki, ya başbakan zalimse?
Gelecek başbakanlardan zalim Hitler çıkarsa!

Açıkcası, hükümet MİT aracılığıyla yasak dinleme yapmış, fişlemiş, bir sürü kirli tezgaha karışmış,
özerk Kürdistan sözü vermiş, şimdi üstlerini örtüyor. Şimdi anlıyorum, biz fişlemeler alçakca,
başbakanın kullandığı dinlemeler yasadışı dedikçe AKP partizanları bilgiçce alay ediyordu, Meğer
baştaki balık ta, tuz da kokmuş! MİT yasası çıkarsa, medyada millete söven gazeteci ve yazar tehdit
eden MİT yazarları “Küçük Cemler”, kırk yalanı bir makalede toplayan “ROKlar”, 9 adet başörtülü
“Tayyibu Bacıyan” yazarları, “Alo Fatihler”, serbestce nefret ve kin yaymaya devam edecekler.
Medyada artık MİT’e çalışıp, parti devleti sayılan hükümet adına tetikçilik yapan “Oğursuz Yıldırlar”,
“Dilenci Ergünler”, “Dilieşek Abdurahmanlar” özgürce millete hakaret yağdırabilecek. Hesap vermek
yok nasılsa, başbakan arkandaysa, atış serbest!

MİT elemanı gazeteci ve yazarlar derhal bu seçim sürecinde kalemlerini bırakmalıdır, bir siyasi parti
adına tetikçilik yaparak devleti savunmak devletçilik veya vatanseverlik değildir. MİT adına suç
işlemek serbest olunca nefret, kin ve halkı fesada, fitneye, isyana teşvik etmek mubah mı oluyor
şimdi? Peki, adam öldürmekte helal mi? Muhsin Yazıcıoğlu işte böyle fetvalarla şehit edildi. Bir siyasi
parti, rakiplerini ve düşman gördüklerinin listesini MİT’in tetikçilerine verip infaz ettirirse, bunun adı
vatanı kollamak olur mu? Gelişmiş ülkelerde istihbarat tekeli yoktur, elemanlarına da bu kadar güç
verilmez. ABD’de 26 çeşit istihbarat kurumu vardır, istihbarat sağlaması böyle yapılır. Birileri
ülkemizde “Gestopa rejimi” kuruyor, vatanımızı kendi içine kapatıyor, herkesi birbiri ile kavgalı hale
getiriyor, iç savaş senaryosu yazmış oynatıyor, seyirci kalanlara yazıklar olsun!

Kunut ve dua

Ben yaklaşık 5 yıl diye hatırlıyorum; arkadaşlarıma da sordum, onlar da öyle söylediler. Dile
kolay tam 5 yıldır Hocaefendi cehri kıraat yapılan namazlarda istisnalar hariç imamlık
yapmıyor.
Arkasında namaz kılınacağına, imamlık evsafını haiz olduğuna inandığı insanları mihraba geçiriyor.
Ama 10 Şubat 2014 günü akşam namazında bir istisna daha yaşadık. İmamete geçmek için mihraba
doğru yürümeye başladı Hocaefendi. Sevinçle dolu bir şaşkınlık vardı hepimizde.

Eski günleri hatırladım. Hem kendisinin hem de arkasında saf tutan gözü yaşlı, bağrı yanık nice
insanların hıçkırıklarla kıldığı namazları. Bu namaz da öyleydi çünkü. Arka saflardayım ama
duyuyorum. Hocaefendi ağlıyor. Ağlamaları karşılıksız kalmıyor; yüksek dağlarda yankılanan ses
misali cemaatten gönlü hüşyar bazıları ağlayarak karşılık veriyor bu ağlama ve hıçkırıklara. Rüku’da,
kaveme’de, secde’de duyduğumuz tesbihatlar ateş üzerinde kaynayan güveç misali ses çıkartıyor.
Tesbihatlar, tazimler, tebciller sanki susuzluktan kıvrım kıvrım olmuş insanın dudaklarının su ile
buluştuğu zaman çıkardığı sesler eşliğinde yapılıyor.

İki rekat böyle bitti. Üçüncü rekattayız. Kaveme’ye sıra geldi. “Semiallahu limen hamideh” beyanı
“Rabbena leke’l hamd, hamden, tayyiben, kesiran mübareken fîh” diye karşılık buldu cemaatten her
zamanki gibi. Secdeye gideceğiz ama gitmiyoruz. İntikal tekbirini bir türlü almıyor Hocaefendi. Tam o
esnada cehren “Allahümmehdina fîmen hedeyte. Ve âfina fimen âfeyte…” duası duyduk
Hocaefendi’nin sesinden İ. Abbas tariki ile gelen kunut duasını okuyordu ağlaya ağlaya.

‘Nâzileler’ esnasında kunut…

121
Sizi bundan 29 yıl öncesine götüreyim şimdi. Ankara İlahiyat’ı yeni bitirmiş çiçeği burunda mezunum.
Hocaefendi’nin yanına tefsir, fıkıh, hadis tedrisi yapmak üzere gittim bir arkadaşımla beraber. 10
arkadaşız. 24 saat aynı atmosferi paylaşıyoruz. Büyük bir lütuf bizler için. Günde sadece ders
halkasında birlikte geçen zamanımız 3-4 saat. Öğle yemeği, ikindi namazı ve akşam yemeği sonrası
oturmaları da hesaba katarsanız günde en az 7-8 saat beraberiz. Namazlar, tesbihatlar, yemek sofraları,
2-3 kişiyi geçmeyen ortamlardaki beraberlikler, geziler… Hasılı birlikte geçirdiğimiz hayatın her bir
karesi bizler için ders mahiyetinde. Eskilerin talim-terbiye diyerek anlattığı muhtevayı her gün ve her
an yaşıyoruz. Hangi ölçüde istifade ettik, o ayrı bir mesele. İstifade etme herkesin istidâdına vâbeste.

O günlerde benim dikkatimi çeken şeylerden birisi Hocaefendi’nin bazen sabah namazı farzının ikinci
rekatında kaveme’de yaptığı kunutlar. Kunut sözlükte “Allah’a itaat etme, mahviyet ve tevazuunu
ortaya koyma” manasında bir kelime. Istılahta ise bu manayı muhtevi dualarla Allah’a yalvarma
demek.

İlahiyat mezunuyum ama Şafilerin sabah namazında kunut okudukları haricinde kunut hakkında sadre
şifa bir bilgim yok. Okunan dua da zaten ezberimizdeki kunut değil. İzah etti Hocaefendi; nâzile
kelimesini kullandığını bugünkü gibi hatırlıyorum. İlk defa duymuştum bu Arapça kelimeyi. Nâzile
“şiddetli musibet” demek. “Nâzileler esnasında Efendimiz (sas) okumuş.” dedi. Pekâlâ nâzile neydi?
Irak’tan Afganistan’a, Cezayir’den Mısır’a, Filistin’e kadar ümmet-i Muhammed’in başına gelen
musibetlerdi, felaketlerdi. Nereden mi hatırlıyorum? Kendi el yazısı ile yazdığı ve sürekli yenileyip
bize okumamız için verdiği dualardan. Bu ülke isimleri de oradan kalma.

İşte o gün akşam namazında kunut duasını duyduğum an zihnim maziye doğru gitti ve aklıma gelen ilk
şey nâzile oldu. Namaz sonrasında bu nedir diye etrafıma toplanan birkaç kişiye ‘Hikâyesini yazarım
ama sıradan değil sıra dışı bir şey.’ dedim Efendimiz’in hayatındaki kunutları da hatırlatarak.

Şöyle ki, Efendimiz’in (sas) Hanefilerin vitir, Şafilerin sabah namazlarında yaptığı kunutları ve
okuduğu duaları vardır. Kunut, namaz ibadeti içinde yapılan o hareketin, duruşun, yönelişin, itaatin,
tevazu ve mahviyeti ortaya koyuşun adı. Biz o yönelişteki dualarla kunut kelimesi birleştirmiş ve
kunut duası demişiz. Bizim vitir, Şafilerin sabah namazında okuduğu dualar bu cümleden.

Bununla beraber Efendimiz (sas), bazı hadiseler münasebetiyle de kunutlar yapmış ve kunut
yapmasına gerekçe teşkil eden hadiselere uygun şekilde dua veya havalelerde bulunmuştur. Mesela,
Bi’r-i Maune faciasında 69 sahabinin şehit edildiği haberi geldikten sonra Allah Rasulü (sas) ashabını
şehit eden Necd kavmine ve onların elebaşı Amir b. Tufely’e beddua yapmıştır. Söylediği şey:
“Allah’ım! Mudar kabilelerini kahreyle! Onların yıllarını Yusuf Peygamber’in kıtlık yılları gibi çetin
yap, başlarına dar getir! Allah’ım! Lihyanoğullarını, Adal, Kare, Zi’b, Ri’l, Zekvan ve Usayye
kabilelerini sana havale ediyorum.” Tam bir ay süren bu duaya, havaleye -isterseniz beddua deyin-
sahabe-i kiram da “amin” demiştir.

Şimdi kunutun çerçevesini böylece belirledikten sonra dönelim o günün akşam sonrası muhabbetine.
Söz ister istemez kunuttan açıldı. Birkaç soru sordum. İlki, nâzile meselesi. Merhum Osman Demirci
Hoca’dan referansla anlattı. Çok eski yıllarda Hocaefendi’nin Şafiî mezhebini takliden sabah
namazlarında okuduğu kunutu ona sormuşlar. O da benim yukarıda arza çalıştığım türden bilgiler
vermiş. “İyi ama şimdi felaket mi var?” deyince dinleyiciler; “İnsaf edin. Âlem-i İslâm’ın içinde
bulunduğu bugünkü halden daha büyük musibet ve felaket mi olur?” diye cevap vermiş. Sorumun
cevabını almıştım hem de fazlasıyla. Fazlası şu, demek ki Hocaefendi 1985’ten önce de çeşitli
vesilelerle kunutta bulunuyormuş.

İkinci sorum; fıkhî ahkam adına oldu. Fıkıh kitaplarında hatırladığım bazı içtihadî bilgilerdeki tercihini
sordum. Kunutun 5 vakit namazda da yapılabileceğini söyledi. Sabah ve akşam namazlarında cehri
olarak okunması, cemaatin de amin demesi tercihinde bulundu. Cemaatle olunca hadisteki “ihdinî,
122
âfinî” türünden tekil sigalarının “ihdinâ, âfinâ” şeklinde çoğula değiştirmenin mahzuru olmadığını
ifade etti.
İbni Abbas’tan gelen rivayet
Pekâlâ Hocaefendi kunutta ne okudu? Yukarıda hikâyesini anlatırken ilk iki cümlesinden çıkartanlar
olmuştur ama herkes önce derin bir nefes alsın; hani sebeplerin bütünüyle sükût ve sukût ettiği zaman
Hocaefendi’nin meseleyi asıl sahibine havale ettiği -bazıları bunu çarpıtarak hâlâ beddua demeye
devam ediyor- gibi havale etmedi. Efendimiz’in (sas) Bi’r-i Maune sonrası yaptığı türden isimler
sayarak bedduada da bulunmadı. Sadece ve sadece İbni Abbas rivayetiyle bizlere intikal eden duayı
çoğul kipini kullanarak okudu. Hepsi bu kadar. Hatta o akşam “Niçin bu kunutu tercih ettiniz?” dedim.
“Daha câmi” bulduğunu söyledi.
Bu yazı ile siz de sabah ve akşam namazlarında kunut yapın mı diyorum? Ben vâkıayı ve
Hocaefendi’nin tercihini naklettim. Bu tercihi tercih edip etmeme herkesin kendi bileceği bir şey.
Bununla beraber bir kanaatimi izhar edeyim; bizler şu an merhum Osman Demirci Hoca’nın yaptığı
tesbitin bir adım ötesinde bulunuyoruz. O âlem-i İslâm’a gelen musibet diyordu; ben dine gelen
musibet diyorum. Zira son iki aydır ülkemizde yaşananlar gösteriyor ki şahıs, grup, devlet değil, bu
süreçte en büyük zararı maalesef din görüyor. Bundan daha büyük musibet mi olur? Bediüzzaman
Hazretleri ne güzel söyler: “Asıl ve muzır musibet, dine gelen musibettir.”
Ahmet Kurucan, Zaman, 21.02.2014

"Alın size turpun en büyüğü Muhsin Başkan‘ın öldürülmesinden Beyefendi haberdardı"

http://www.farukarslan.com/genel/muhsin-baskanin-oldurulecegini-efendi-biliyordu/comment-page-
1/#comment-41999

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın oligarşik kadrosu ve Özel Seçilmişleri, fellik fellik, bugün
attığı tweetlerle BBP eski lideri Muhsin Yazıcıoğlu’nun öldürülmesinden başbakanın haberi olduğunu
ileri süren eski ekip elemanlarından Fuat Avni‘yi arıyor. Herkes birbirinden şüphe ediyor, zira
tweetlerin mahiyetinden kim olduğu bilinmeyen Avni’nin başbakanın yıllarca çok yakınında
bulunduğu anlaşılıyor. Fuat Avni, Gaffar Okkan’ı Ergenekon özel timinin öldürdüğünü açıkladı.
Ortaya attığı diğer kozmik bilgiler turpun büyüğünü ortaya çıkardı. Kozmik belgelerin teslim edildiği
Ergenekon davası tanığı Muhsin Başkanı aynı ekip tarafından Başbakan Erdoğan’ın bilgisi dahilinde
devletim bekası gerekçesiyle ortadan kaldırıldı. Bununla ilgili Kozmik Oda’daki belgeler, Kemalettin
Özdemir’e verildi, oda gidip Beşir Atalay’a teslim etti ve Atalay da bunları başbakana sunup, “sizi de
alacaklar, bunları gizlememiz lazım” diye gözünü korkuttu.

İşte TİB ekibi erişimi engellemeden, MİT ekibi ortadan kaldırmadan önce @fuatavni hesabından
atılan o tweetleri buradan toplu okuyun:

TSK‘nın ‘Kozmik Odasın‘da Kadir Hakim neden hiç bir şey bulamadı? Muhsin Başkanla nasıl bir
ilgisi olabilir Kozmik Oda‘nın?

Ergenekon yapılanmasının sahada görev yapan özel yetiştirilmiş birliği vardır. Bu birlik tamamen
operasyonel işlerde kullanılır. Birlikteki kişilerin çoğunun aileleri eşleri bile ne iş yaptıklarını bilmez.
Nokta konumlara helikopterle bırakılıp PKK ile savaşmışlardır. Bu savaşlarda deneyim kazanırlar.
Özel olarak yetiştirilen bu kişler için adam öldürmek sıradan bir iştir. Bunlardan biriyle Başbakanlıkta
bir arkadaşım vesilesiyle samimiyetimiz gelişti. Tabi ki kim olduğunu bilmiyordum. Zaman içerisinde
haftada bir iki gün odama gelip gitmeye başladı. Çok durgun hüzünlü bir hali vardı. Anlatacak bir
şeyleri olduğu belliydi.

123
Yakın çevremden ve etki alanımın güçlü olmasından ötürü bir ricası olduğunu söyledi. Onun TSK’da
görevli sıradan biri olarak biliyordum. GATA‘dan rapor alması gerektiğini söyleyince şaşırdım.
Şaşkınlıkla nedeni ve neden benden istediğini sordum? Bana o özel ekibi ve kendisininde o ekipte
olduğunu, saatlerce anlattı. Duyduklarıma inanamıyordum. Gaffar Okkan suikastını bizzat bu ekibin
yaptığını anlattı. Dikkat çekmemek için şalvar ve puşi giymiş olduklarını, olayın hemen sonrasında bir
camiye saklandıklarını söyledi.
Bir kaç içerisinde camiden ayrılarak özel askeri araçla Hatay‘a ardından Suriye ve oradan Kuzey
Irak‘a geçtiklerini dile getirdi. Okkan suikastinde yer alan ve konuşacaklarından şüphelenilen bazı
arkadaşlarının Malatya‘da sevkiyat yapan askeri uçağa bindirildiğini, fakat uçağın ilginç bir şekilde
yere çakıldığını, onlarca masum erin de uçakta feda edildiğini anlattı.

“Bizi hep bu tip operasyonel işlerde kullanıyorlar ve farklı zamanlarda farklı vesilelerle ortadan
kaldırıyorlar” dedi. GATA‘dan rapor alamazsa görevli olarak Kuzey Irak‘a gönderileceğini ve orada
infaz edileceğini söyledi. Nasıl bu kadar emin olabileceğini sorunca, komutanının kendisini özel olarak
çağırıp, “seni bir kaç güne K.Irak‘a gönderecekler sakın gitme. Sizin ekipten 3 ay önce giden kişiyle
akibetin aynı olacak. 3 ay önce bir arkadaşımız şehit oldu diye infaz edilmişti” dedi.

“Rapor alırsınız ya da almazsınız ama benim elimdeki bilgi ve belgeleri birine aktarmam lazım. Kime
güveniyorsanız vereyim” dedi. “Ne gibi belgeler var” dedim. “Ankara‘da bir hakim Kozmik Oda‘ya
girmeden evvel biz girdik. Orayı temizlememiz istendi. Üç kişi geceli gündüzlü temizlik yaptık. Fakat
başımıza bir şey gelir korkusuyla bir çok belgeyi de yedekledik. Hepsi elimizde. Uzun zamandır
operasyona bizi göndermiyorlardı. Bir kaç ay evvel ekipteki bir kaç kişi yeni bir infazı konuşuyorlardı.
Ne oluyor diye sorunca, abi şu meşhur gizli tanık namussuzunu ortadan kaldımazsak bir numarayı bile
deşifre edeceğim demiş, dediler.”

Meşhur gizli tanık dedikleri maalesef Muhsin Yazıcıoğlu’ydu. Herkesin güvendiğı tek siyasetçi
olduğundan bir çok belge ona giderdi. Muhsin Başkan‘la ilgili söylediği doğruydu. Benim de
bulunduğum bir ortamda ki Başbakan koltuğa yeni oturmuştu. Tepedeki aktif görevlileri Başbakanlığa
çağırdı. “Ne kadar kirli derin yapı varsa hepsiyle ilgili ne varsa ortaya dökün. Ne kadar derin yapı
varsa çökertin” demişti. Bazıları heyecanla, “Efendim sonu nereye varırsa varsın devam edelim mi?”
diye sorunca, ”Evet, kefenimizle geldik biz bu makama” demişti.

Fuat Avni olarak o gün benim için inanılmaz bir gündü. Milletimiz yüzlerce yıllık esaretten kurtulacak
artık diye düşünmüştüm. O gün orada olan kişiler ki hepsi hayattadırlar benimle, aynı duyguları
paylaşmıştı. Ve o ekip geceli gündüzlü yıllarca çalıştı. O ekipten biri, “küçük bir kızım var her gece
onun yatağında yatıyorum belki bu benim son günüm olacak” demişti. Yalçın Akdoğan‘ın “kumpasçı”
dediği insanlar, onlar iktidarlarını sağlama alsınlar diye günlerce adeta kan kusuyorlardı. Çocukları
bile tehdit ediliyordu. Bu çalışmada elde edilen ne kadar bilgi belge varsa, Başbakan‘la beraber birine
daha servis edildi: Rahmetli Muhsin Başkan‘a…

Şimdi karşımdaki bu zatta bana meşhur gizli tanık demişti. Muhsin Başkan, Başbakan‘ın
“inanmıyorum siz zıvanadan çıktınız” diye tasfiye ettiği Ekibe inanıyordu. Çünkü Başbakan İstanbul
sokaklarında hamasi nutuklar atarken o hapiste yıllarını geçiren bir dava adamıydı. Gelelim zatın
anlattıklarına: “Abi Muhsin Başkan‘ı öldüreceklerini anlamıştım günlerce uyuyamadım dedi. Sonra bir
gün ekibe acil hareket emri geldi. Helikopterle M. Başkan‘ın öldürüldüğü yere geldik. İnfaz çoktan
gerçekleşmişti bizden olay yerini temizlememiz istenmişti. O gün daha dün gibi aklımda olay yerini
temizlerken kayda aldım her şeyi”
Gözyaşları içinde dinledim onu. “Merak etme ne yapabileceğimize bakalım, ben sana rapor alacak
birilerini bulurum inşaallah. Elindeki bilgi ve belgelere gelince onları da güvendiğimiz birilerini
bulursak bir şekilde verelim” dedim. Hatta o gün aklıma Taraf gelmişti. Günlerce güveneceğimiz bir
mecra bulmaya çalıştım. 2007‘den beri Recep bey ve etrafındaki kimseye güvenmiyordum. Hayatımın
en büyük hatalarından birini o günlerde yaptım. Emniyet istihbarattaki birine durumu anlattım. “Teyit
124
edelim anlattıklarını” dedi.

Bir tarihte karar kıldık. Benim ofiste onları buluşturdum. İstihbarattan 3 kişi geldiler, içlerinde sadece
arkadaşım olanı tanıyordum. Bana anlattıklarının aynısını onlara anlatmaya başladı. Biri sadece izliyor,
öbürü not alıyor, diğeri de dikkatle sorguluyordu. Görüşmeden 3 gün sonra ofisime geldiler.
“Anlattıklarının hepsi doğruymuş belgeleri ondan alacağız merak etmesin raporu da ayarlıyoruz.”
dendi. Kozmik Oda‘daki bilgiler Muhsin Başkan‘ın vefatıyla ilgili bilgi ve görüntüler bu kişilere
verilmiş oldu.

Peki belgelerin akibeti ne oldu?

Meğer bana gelen istihbaratçılar Kemalettin Özdemir‘in yıllardır beraber oldukları ve onu
efsaneleştiren kişilerden bazılarıymış. Ne kadar bilgi, belge, görüntü varsa Özdemir‘in eline geçmişti.
Bunu aylar sonra Bakan Atalay bazılarımızın olduğu ortamda bizzat söyledi. “Sizden hiç bir şey olmaz
Özdemir olmasaydı değil siz, ben, Beyefendi bile içeri girecekti” deyip kendisine ulaşanları
açıklamıştı.

Bir şey daha, çok önemli bazı siyasetçi, iş adamı, bürokrat, yargı mensubu kişilerin kasetleri de
kozmik odadan onların eline geçmişti. Alın size turpun en büyüğü Muhsin Başkan‘ın öldürülmesinden
Beyefendi haberdardı. Bunu devletin bekası için kabullenmişti. Beyefendi‘nin en büyük korkusu bunu
bildiğine dair ses kaydının ortaya çıkacak olması. Korkunun ecele faydası yoktur.

Ümitsizliğe düşmeyin, belgelerin hepsi başkalarında da mevcut. Kelle koltukta dolaşan dava adamları
bir kaç kişiden mi ibaret sanıyorsunuz?

Başbakanın Cemaatı bitirme komplosu!

Esrarlı tweet kulanıcısı Fuat Avni, 2 gündür müthiş bir fenomen oldu. Kim olduğunu bilmiyorum
ama aşağıdaki tweetlerini birleştirdim, okumanızda fayda var.

1. Camia niçin MİT‘le uğraşıyor? 2. Hakan Fidan‘dan alıp vermedikleri ne? 3. 7 Şubat‘ta camianın
parmağı var mı? Analiz edilmesi gereken 3 soru var. Aslında Soru şu olmalı: Başbakan‘a bilgi taşıyan
mekanizma tek çatı altında toplanmışsa Başbakan, gelen bilginin doğru olup olmadığını kime
sorgulatacak?

Vatan ihanet, darbe girişimi ve casusluk davası açmayı düşündükleri camiaya karşı bilgi ve belge
üretmektedirler. Proje adamlar iş başında. Yeni MIT yasasıyla BB‘den bile daha çok dokunulmazlığa
sahip olacak olan Fidan, E. Ala ile birlikte camiaya yapılacak operasyonu yönetiyor. MİT-Emniyet-
Genelkurmay-Jandarma istihbaratı “Milli İstihbarat Koordinasyon Kurulu” olarak tek çatı altında
toplandı ve Fidan‘a bağlandı. BB‘nin “Benim sır küpüm. Türkiye Cumhuriyeti devletinin sır küpü.
Türkiye’nin geleceğinin sır küpü” dediği adam “Özel Seçilmişler“dendir.

Can alıcı nokta şuydu: İran’ın nükleer çalışmalarının uluslararası krize dönüştüğü sırada Uluslararası
Atom Enerjisi Ajansı Y.K üyeliğine atandı. BB 2007’de onu yanına aldı.Dış politika ve uluslararası
güvenlik konularından sorumlu Başbakanlık Müsteşar Yardımcılığı görevine getirdi. Atalay‘ın,
Erdoğan’a sürekli Fidan‘ı anlatması Erdoğan‘ın ilgisini çekti. O dönem Gül‘ün referansı önemliydi ve
çoktan ayarlanmıştı. Hem Dışışleri, hem de istihbarat birimleriyle işbirliği halinde faaliyet gösteren
TİKA’da başkanlık, Fidan için biçilmiş kaftandı. Atalay‘ın yoğun tahşidatıyla dönemin Dışişleri
Bakanı olan Abdullah Gül ile ilişkileri o kadar iyiydi ki Gül onunla her şeyini paylaşır oldu. Çünkü
TİKA o dönem Devlet Bakanı Beşir Atalay’a bağlıydı. Atalay’a çok yakın çalıştı. Projenin en büyük
ayağı tamamlanmış oldu.
125
Fidan’ın hızlı yükselişi, 2003′te Türk İşbirliği ve Kalkınma İdaresi (TİKA) Başkanlığına atanmasıyla
başladı. Tika neden önemli? Mecburi görev süresi biter bitmez TSK‘dan istifa etti. Askeri kariyeri bu
kadar parlak biri sebepsiz yere kurumdan ayrılıyordu. Dış görevle gittiği Almanya’da NATO Süratli
Reaksiyon Kolordusu’ndaki görevi İstihbarat ve Harekat Başkanlığı’ndaydı. En kritik yerdeydi yine.
TSK ile ilgili tüm bilgi ve belgelerin merkezine konumlanmıştı. Ardından ne hikmetse Nato‘da
görevlendirilerek yurt dışına gönderildi. Kara Kuvvetleri Komutanlığı’nda OBİ (Otomatik Bilgi İşlem)
bölümünde bilgisayar teknisyenliğıne getirilerek projenin en önemli ayağı tamamlandı. O yıllarda ve
yakın zamanlara kadar Kara Kuvvetleri Muhabere Okulun‘da okuyacak kadar kabiliyetli tek doğulu
olması tesadüf müydü?

Vanlı olup Kürt olmadığı ve hatta Van’ın Acem köylülerinden olduğunu da söyleyenlere göre Caferi
idi ve Persin uzun soluklu proje adamıydı. Eşi kapalı olarak Brüksel’de Nato da ki o dönem(!) görev
alması tesadüf müydü? TSK‘nın herkesi fişlediği ve referansı sağlam olamayan birini asla almadığı o
günlerde Fidan kimlerin referansıyla alındı. Genelde MİT’in başına subay olanlar atanırdı ama ne
hikmetse Fidan gibi eski bir Astsubay ilk defa atanıyordu. 1986 yılında Türk Silahlı kuvvetlerine
girdiğinde 18 yaşında olan bu zattan başka kaç tane Van‘lı girebilmiştir TSK‘ya. Çocukluktan
alınmıştı, özel seçilmişti bu Vanlı, bir proje adamıydı. Humeyni‘nin arkadaşının maharetiyle yanına
yerleştirip koruması altına aldırdılar.

Bırakın başbakan ülkeyi kendi yönettiğini zannetsin anlayışıyla ve her şeyin en iyisini siz bilirsiniz
söylemiyle, bütün istediklerini yaptırdılar. Erdoğan‘ın en büyük zaafı olan dini önder olma arzusunu
tetikleyerek Beyefendi‘yi kontrolden çıkarıp kendi rüzgarlarıyla yönlendirdiler. Humeyni ile 2 yıl
Paris‘te beraber kalan ve devrim günü onunla beraber İran‘a girecek kadar yakın olanlar Başbakanı
bugün diktatörleştirdiler. Beşir Atalay’ın babasının 30-35 sene İran’da yaşadığını ve bu süre içinde
çocuklarını sadece 1-2 defa gördüğünü biliyor muydunuz?

Sanmayın ki başbakan etrafındaki Özel Seçilmişlerden dolayı camiaya düşman. Düşmanlığı cibillidir.
Sadece ülkeyi kendisinin yönetmediğini anlayacak yakında. Bu günlerde safmışız, aldanmışız dedi
kalabalıklara. Aynı cümleyi olayın gerçekliğini gördüğünde yine zikredecek ama kendi kendine.
Erdoğan camianın üzerine gittikçe etrafındaki “Özel Seçilmişler“ in gücünü ve kendisinin nasıl
kumpasa alındığını fark edecek..

DERİNLERİN TRUVA ATLARI

Camia içinde kontrolden çıkmış bir kısım insanlar var diyorlardı ya doğru söylüyorlar satın aldıkları üç
beş kişi var. Derinden kullandıkları kendi truva atlarıdır. Malum kendisiyle mezara gidecek Y.
Büyükaanıt‘la Dolmabahçe‘de paylaştığı sır afişe olabilir. Bence Erdoğan‘ın paranoyak olması
normaldir. Suriye‘de kan döken ve tamamen kontrolden çıkan Elkaide Örgütü ile Erdoğan ilişkisi net
olarak belgelenebilir. Bir Bakan‘la ilgili Erdoğan‘ı delirtecek ve kıyametleri koparacak görüntü ve ses
kayıtları internete düşebilir. Bilal ve Burak Erdoğan‘ın iş takibi yaptıkları hatta bakanlara fırça attıkları
görüntüler ortaya çıkabilir. Başbakanın PKK ve Öcalan‘la ilgili verdiği vaadleri “özel seçilmişler“ net
biliyor. Bu taahhüterin ses kaydı çıkabilir. Wikileaks belgelerini hatırladınız mı? Belgelerde İsviçre
Bankaların‘da 8 ayrı hesabı olduğu yazılmıştı. Bunlar belgelenebilir. Erdoğan apar topar internet
yasasını uygulamaya sokarken neden kokuyor olabilir? Dinlemelerle ilgili neden bu kadar telaş
içindedir?

ANLAMADILAR

Said Nursi, neni anlayamadılar demişti, Gülen’i de anlamadılar. Skolastik bataklığa gömülü bir
medrese hocası sandılar. Fişleme, takip, baskı, hapishane her zaman cemaat için dava adamı yetiştirme
aracıdır. Buna üzülünür mü, sevinilir mi, bir garip! Biz muhabbet fedaisiyiz, asayişten sorumluyuz
husumete vaktimiz yoktur ifadeleri talebelerine nasihat, onlara da tokat gibi bir cevaptır.
126
Camianın Erdoğan, Atalay, Ala, Fidan vb gibi kişilerle tek problemi vardır.Kendisini bitirmeye çalışan
bu bloğa karşı varlığını korumak. Kendi elleriyle oluşturdukları belgeleri delil diye istedikleri yerlere
yerleştirme gayretindeler. Efgan Ala bu planı Başbakan’a sunmuş durumda. Erdoğan, 17 Aralık‘tan
beri parlel yapıyla ilgili belgeler yağıyor dedi her zaman ki gibi yalan konuşuyor. Camiaya ait olduğu
bilinen mekanları ararlarken casusluk yapıldığına dair çakma belgeler(!) bulacaklar. Başbakan
günlerdir abi ve ablalara casus diyor. Adamların bir bildiği varmış iyi ki de Ankara‘da bu kararı
almışlar algısı yerleşir yerleşmez Paralel Yapı aramalarına zemin hazırlanacak. Havuz medyası
devreye girip bu haberleri köpürtecek. Erdoğan‘ın nasıl canına kast edilmeye çalışılan bir lider olduğu
konuşulacak.

Gazeteci Yazar Emre Uslu’nun un günlerdir değindiği göstermelik suikastlerin düzenlemiş delilleri bu
evlerde bulunmuş gibi medyaya servis edilecek. Baskınlar neticesinde göstermelik suikastlerini
perdeleyecek bilgi ve belgeler o evlerden çıkmış olacak. nkarada‘ki evleri arama kararına tepki artıkça
Ulusalcı olarak fişlenmış evlere ve DHKPC evlerine göstermelik baskınlar yapılacak. Oligarşik
danışman kadrosundaki beyler, özel seçilmişlerle yaptıkları toplantıda mekan aratma olayına 9 gün
önce karar verdiler. Yeni hain bulmakta zorlanan hükümet, eski göz ağrısı K.Özdemir‘in verdiği
bilgileri işleme koyacak. Ankara‘daki mekanlar o yüzden aranacak. Ankara Vali‘liğinin aldığı karara
göre polis mahkeme kararı olmaksızın istediği eve girip arama yapabilecek.

7 ŞUBAT KRİZİ KOMPLOSU

7 Şubat 2012‘den beri Fethullah Gülen olayın kendileriyle alakası olmadığını anlatması nafile bir
uğraştan öteye geçmemiştir. Erdoğan dün yapmış olduğu açıklamada camianın terör örgütü
olduğundan 7 Şubat‘tan sonra emin olduğunu açıkladı. 7.Şubat olayındaki savcı kimler tarafından
kendisine ulaşan bilgi ve belgelerle hareket ettiğini anladığında çoktan iş işten geçmişti. 7 Şubat
olayında ihanete uğrayan biri varsa o da Gülen‘dir. Gülen‘e 40 yıldır yakın duran biri olayın hem fikir
babası hem icraatçısıdır. 7 Şubat olayına kadar her yerde camianın BB‘yi istemediğini ısrarla iddia
edenler olayın gerçekleşmesinde en önemli aktörlerdir. Camiayı Erdoğan‘ın gözünde tehlikeli bir yapı
haline getirip manipüle eden Özel Seçilmişler 7. Şubat olayıyla muratlarına ulaşmışlardır. Erdoğan
TSK ve Mit‘ten camiayla ilgili hangi dosya gelirse gelsin imzalamış ve işleme alınmasına göz
yummuştur. Tasfiye yeni değil. Bütün cemaatler AKP döneminde tehlike olmaktan çıkarılırken, camia
yine en büyük tehlike olarak listedeki yerini korumuştur.

Bu yapıyı 7 Şubat‘ta farkettim diye bugün açıklama yapan BB Türkçe Olmpiyat‘da Fethulah Gülen‘i
tutuklatmak için mi Türkiye‘ye davet ettin? 7.Şubat‘ın perde arkasında, 7 Şubat‘a kadar her yerde
camia, Fidan üzerinden Başbakanı hedef haline getirecek diyenler var. Başbakan 20 Şubat’ta AK parti
milletvekilleriyle yaptığı toplantıda Paralel Yapı‘yı 7. Şubat‘ta fark ettik dedi. O zaman dersaneler
eğitimden ötürü kapatılmıyormuş.

Camianın kendini koruma ve kollama durumu onu her dakika MİT‘le karşı karşıya getirmiştir.MİT ile
kavga Hakan Fidan daha doğmadan başlamıştır. Camia daha camia olmadan Mit camiayı terör örgütü
olarak listesine almış ve en büyük iç tehdit olarak görmüştür. Onların nezdinde Bediüzzaman‘ın
ekolünden gelenler içinde en tehlikelisi Gülen‘dir . Bir tek o insanları kritik yerlere teşvik etmektedir.
Ambargonun delinmesi Gülen‘i ve etrafındakileri terör listesine almak ve devlete sızıyorlar diye
yaftalamak için yeter de artar. Mit‘in takibinde olan bu insanları, uyaran, ve tedbir yollarını onlara
anlatan Gülen vesilesiyle bu insanlar ambargoyu delmiş olurlar. Onun etrafındakilerin asker, polis,
hakim, savcı, bürokrat olma şansı yoktur. Anadolu insanları kendi ülkelerinde azınlıktırlar.

Her dakikası göz hapsinde olduğunu çok iyi bilmektedir. Etrafındakileri sadece imani hususiyetlere
değil, eğitime de sevk eder. Etkilidir, hatiptir, icaraatçıdır, fikirleri ve stratejileri vardır, altın nesil
iddiası vardır En önemlisi o da komitacıların farkındadır. Zamanla, Fethullah Gülen daha ilk
yıllarından itibaren ‘Nurcu‘ diye kayda geçirilip, özellikle dikkat edilmesi gereken kişi olur. Artık
127
istihabratın yapacağı tek şey adım adım bu yapıyı takip etmek, fişlemek ve kritik hiç bir yerde onlara
hayat hakkı tanımamaktır.

En kritik adım sokağa dökmektir tahrik edip sokaklarda çatışma ortamına çekmek isterler, çünkü bir
yapı sokağa çıkınca kontrolünü kaybeder. Cemaatin SOKAKLA hiçbir işi olmadığının/olmayacağının
en büyük kanıtı 90 küsür günlük DURUŞUdur. İstihbaratın kılcallarına gün doğmuştur. Örgüt ilan
ederek tepelerine binerler, zulmederler, işkence ederler ama yollarından çeviremezler. Bediüzzaman
gibi bağımsız, hiç bir yapının adamı olmayan samimi ve ihlaslı birinin etrafında ölümü göze alacak
dava erleri toplanıverir. İstihbarat‘ın kılcalları, kendilerini deşifre eden böyle zatları en büyük tehlike
olarak görürler. Böyleleri satın alınamaz, korkutulamaz. Sadece din alimi olan biri komitaları, imani
meseleleri anlatan eserlerinde dile getirince kendini deşifre olmuş hissedenler rahatsız olur.
Bediüzzaman‘ı okuyanlar iyi bilir ki Hazret kitaplarında “gizli ecnebi komitesi, içimize sızmış
komitacılar“ diye yazmıştır.

Ebrehe’nin filleri ve İlahî teminat

Hadise, Efendimiz’in (sas) dünyayı teşrifinden kısa bir süre önce gerçekleşiyor.

Her şey bir kıskançlıkla başlıyor. İnsanların fevc fevc, kafile kafile Mekke’ye gitmeleri, Kâbe’yi tavaf
etmeleri Yemen Valisi Ebrehe’yi kıskandırıyordu. Bu nedenle San’a’da halktan zorla topladığı
paralarla heybetli ve ihtişamlı büyük bir mabet inşa eder. Her türlü tezyinatla süsler fakat yaptığı
mabedin ihtişamı, hacıları Kâbe’den vazgeçirmez. Yaptığı mabet insanları celbetmez. Bunun üzerine
öfkelenir, ‘Kâbe’nin taşlarını teker teker söküp, yerle bir edeceğim.’ diyerek içinde dev fillerin de
olduğu altmış bin kişilik büyük bir ordu ile Kâbe’yi yıkmak için yola çıkar. Kendisi en büyük fil olan
Mahmud’un üstüne kurulur.

Mekke’ye yaklaşınca bir elçiyle Kâbe’yi yıkma kararını Mekke’nin önde gelen insanı olan
Efendimiz’in dedesi Abdulmuttalib’e haber verir. Mesajı yerine ulaştıran elçinin Abdulmuttalib’den
128
aldığı cevap, onları şaşırtır: “Vallahi, biz Ebrehe ile savaşma niyetinde değiliz; zaten buna gücümüz de
yetmez. Ben, sadece kendi develerimin sahibiyim, Kâbe Allah’ın evi ve O’nun dostu İbrahim (as)’den
bize yadigârıdır. Allah mutlaka Kâbe’yi koruyacaktır; eğer yıkmasına müsaade edecekse bizim
yapabileceğimiz bir şey yok.”

Abdulmuttalib daha sonra Mekke’yi boşaltıp ahaliyi dağlara sevk etti. Ardından maiyeti ile dua için
Kâbe’ye geldi. Kapının halkasına yapıştı, hep beraber uzun uzun gözyaşlarıyla Allah’a dua ettiler. Bir
kenara çekilip beklemeye koyuldular. Sonra olanları Kur’an anlatıyor. Altmış bin kişilik ordu sürüler
halindeki binlerce kuş ve onların taşıdığı taşlarla helak oldu. Ebrehe, isabet eden bir taşın etkisiyle
yıkılmış, vücudu pul pul dökülmüş, ıstırap ve korkuyla son nefesini vermişti.

Hz. Bediüzzaman, Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyân’ın umum asırlarda baktığını, umum nev-i beşerle
konuştuğunu ve ders verdiğini söyler. “Eski zaman hâdisesindeki Kâbe’nin nurunu söndürmek için,
hilelerle hücum edenlerin kendileri yokluk, zulümat dalâletinde aksü’l-amelle aleyhlerine dönmesiyle
tokat yedikleri gibi; bu asrın aynen hilelerle, desiselerle, zulümlerle edyan-ı semaviye kâbesini,
kıblegâhını dalâlet hesabına tahribe çalışan cebbar; mağrur ehl-i dalâletin tadlil ve idlâllerine semavî
bombalar tokadıyla cezalanmasını…” istinbat eder. Ve de şunu ekler: “Bu asra dahi hitap eden o
cümle-i kudsiye, mânâ-yı işârîsiyle der ki: Senin dinin, İslâmiyet’in, Kur’ân’ın, ehl-i hak ve hakikatın
cebbar düşmanları olan dünyaperest ve dünyanın menfaati için mukaddesatı çiğneyen o ashab-ı
dünyaya, Rabb’inin nasıl tokatlarla cezalarını verdiğini görmüyor musun?”

Bu, müminler için hem müjde hem teminat hem de ikaz. ‘Ehl-i hak ve hakikat’ yeryüzünde ila-yı
kelimetullahtan gayrı sevdalara kapılmadıkları, kibir ve hasetten uzak durdukları, benlik ve enaniyet
girdabına sürüklenmedikleri sürece Kâbe kutsiyetindeki ‘hizmet’leri İlahî teminat altında olacak,
atmosferleri daima ‘semavî zırhlar’la korunacaktır. Bediüzzaman Hazretleri’nin Cihan Harbi’nde savaş
uçaklarıyla tevil ettiği ‘ebabil’lerin yerini şimdi yeni dünyanın sanal kuşlarının (Twitter) taşıdığı celali
mesajlar almış olabilir mi? Ehl-i Hak ve hakikat düşmanlarına karşı benzer bir neticeye vesile oluyorsa
‘ebabil’ hakikatinin bir cüz’ü niye olmasın? Haddi aşmayıp konuyu müfessirine bırakalım. Bize düşen
dua ile Allah’a tam teveccüh ve uhuvveti muhafaza etmek. Gerisi Cenab-ı Allah’ın teminatı altında.
Bediüzzaman’a ait şu muhteşem ölçüyle bitirelim: “Deseler ki, ‘Kızılordu mekanize birlikleriyle
üzerinize geliyor!’ hiç umurumda olmaz; ayağımı ayağımın üzerine atarım, ‘Zübeyr kahvemi yap!..’
derim. Fakat, duysam ki, iman hizmetindeki iki kardeş birbirine düşmüş, odama çekilir hıçkıra hıçkıra
ağlarım!..”

VEYSEL AYHAN
22 Şubat 2014

Zaman, Genel Yayın Editörü.

ZAMAN GAZETESİ OKUYUCU MEKTUBU..22 Şubat 2014

Sevgili hırsızım; Bugünlerde apartmanımıza gelen gazeteleri topluca yürütmen beni çok
duygulandırıyor. Zira yılların abonesiyiz hiç böyle yapmazdın. “Zamanlaman manidar”

Demek ki hakikatin sesi olan bir yayının önemini şimdilerde idrak edebildin. Bunun için öncelikle seni
kutluyorum. Eğer kul hakkına girdim endişesiyle birgün kapımıza titreyerek gelirsen bilesin ki hiç
gerek yok! Gelme.. Çünkü o şuuru yakaladıysan zaten gazetenin sayfalarını çevirmeye başlamışsın
demektir. O yüzden sana hakkım külliyen helal olsun! Eğer gazeteleri toplayıp okumadan çöpe
atıyorsan yine hakkımı helal ediyorum. Zira ben her sabah sabırsızlanıp gazeteyi internetten takip
ediyorum ama akşama eşim elinde ikinci bir gazeteyle eve geliyor! Eşimin “örgüt”ten olmadığını da
bilmeni isterim. Bu vesileyle tiraj artışına yaptığın hizmet çok büyük olduğu gibi eşimin bu zor
129
zamanlarda ne kadar samimane yanımızda olduğunu da sayende öğrenmiş bulunuyorum. Eğer evliysen
Allah bize yaptığının aynısını senin yuvana da nasip etsin. Eğer bunların gazetesi birdi şimdi iki oldu
daha da çoğalır endişesiyle yapıyorsan hiç dert etme. Kemmiyet değil keyfiyet önemlidir bizde. Şu
aralar ikimize “Akın” var, üçüncüsünü hiç düşünmüyoruz. Velhasılı kelam; kardeşim yaptığın yürütme
vazifesi çok kutsal. Çok rica ederim; Durmak yok, işine devam... BÜŞRA ALTINER

Çıkış yolu bu değildi!

Hem kuruluş felsefesi, hem politikalar itibarıyla AK Parti ne İslamiyet’i referans aldı ne İslamcı
kimliği benimsedi. Dolayısıyla politikalarından ne İslam ne İslamcılık sorumludur.

Ancak “iki tür İslamcı” tipolojisinin sorumlu olmadığı söylenemez: Biri yıllarca “İslamcı” geçinip
iktidar hırsıyla yanıp tutuşanların fırsatını yakaladıkları anda hemen iktidar trenine atlayanlar; diğeri
güçleninceye kadar “laik düzenin verili mevzuatının takip edilebileceği”ne hükmedenler. Kuşkusuz ilk
gruptakiler muhteris bezirgânlar, ikinci gruptakiler “içtihatlarında isabet etmeyen iyi niyetli”
kimselerdir.

AK Parti’li Türkiye’nin bu noktaya gelişinin sebeplerini şöyle sıralayabiliriz:

1) 2002’de iktidar olurken başta Amerika ve İsrail ile yerine getirilmesi zor taahhütlere girdiler, 2011
yılında -Suriye’den başlamak üzere- Ortadoğu’da kimseyi tanımayacaklarını, Kürt meselesinde
kendilerine çizilen sınırın dışına çıkacaklarını belli ettiler. Sistem onlara “dur” levhasını gösterdi.
Hataları işin başında taahhüde girişmeleriydi; bölge ülkeleriyle -liderlik ve bölgenin Osmanlı tipi
temellükünü öne sürmeden- bu onurlu işi yapabilirlerdi, ideolojileri buna elvermedi.

2) Yine 2011 seçimlerinden hemen sonra iç toplumsal, fikrî ve politik güçlerle yaptıkları anlaşmayı
bozdular, AK Parti’nin bir koalisyon değil kendi tabanlarından ibaret olduğunu, AK Parti’yi bu tabanın
her seçimde oyunu artırarak iktidar yaptığını zannettiler. Demokratlarla, liberallerin önemli bir
bölümüyle yollarını ayırdılar.

3) AK Parti’ye destek veren grupların tamamının arzusu “yeni sivil anayasa” idi, 12 Eylül 2010
referandumu, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün seçimi ve 2011 seçimleri bunun göstergesiydi. AK
Parti kurmayları “Aslında bu anayasa da fena değil, herkes tepe tepe kullandı, biz de kullanalım” deyip
anayasayı askıya aldılar. Bu konuda diğer üç partinin günahı tabii ki görmezlikten gelinemez, ama bu
AK Parti için “Körün istediği bir göz, Allah verdi iki göz” kabilinden nimet oldu. Anayasa olmayınca
Kürt sorunu çözülmedi, araçsallaştırıldı, Aleviler ilk noktada çırpınmaya devam ediyorlar,
gayrimüslimler bildiğiniz gibi!

4) Sosyal ve iktisat politikalarını uzun uzadıya anlatmaya gerek yok. Gelir adaletsizliği her gün biraz
daha artıyor; emeklilere kulak veren yok; varoşlarda fakir fukaranın gecekonduları kentsel dönüşüm
adı altında yok pahasına ellerinden alınıyor, tercihli kimselere veriliyor; toplumsal çözülme hızlanmış
durumda, kadın bir daha dönmemek üzere evden çıktı; evlilikler itibardan düştü; sonradan görme,
tüketici, gösterişe tutkulu bir “muhafazakâr zümre” türedi, toplumun öfkesine muhatap; yolsuzluklar-
rüşvet, usulsüzlükler herkesin dilinde ama soruşturulamıyor; şehirler rant alanına dönmüş, her yere
AVM ve gökdelen dikiliyor, üstelik bu “bizim medeniyetimiz” oluyor.

5) Tam merkeze oturduklarını düşünmeye başladıklarında, 10 yıllık koalisyonun katma değeri en


yüksek ortağı Hizmet’i etkisizleştirme düşüncesiyle “cemaate karşı cemaat” doktrini geliştirildi.
Dershanelerden başlandı, beklenmedik tepkiyle karşılaşınca ve tam o sırada yolsuzluk operasyonları
başlayınca hem dışarıdan AK Parti’ye ders vermek isteyenler hem içeride bu iktidar döneminde
devletin dindar renge büründüğü değerlendirmesini yapıp devleti tekrar eski “laik karakteri”ne
döndürelim diyenler elbirliği yaptılar. “Hükümete karşı darbe yapılıyor” konseptiyle faaliyete geçtiler.
130
Bu, başta Hizmet olmak üzere diğer cemaatlerin tamamına ve AK Parti’yle gelen dindarlığa karşı da
düzenlenmiş çok yönlü ve çok kapsamlı bir operasyondur. Hizmet’ten başlandı, diğerlerine sıra
gelecek.

6) AK Parti’nin en etkili isimleri, hatta bakanlar “paralel yapı”ya inanmıyor, ama AK Parti’nin tepesi
buna inandırılmış durumda. Bu herkesi acıtacak operasyonda Hizmet sadece bir enstrüman, belki ilk
kurbandır ve maalesef Başbakan tarafından bir “seçim stratejisi” olarak kullanılmaktadır. Bu, ateşle
oynamaktır.

AK Parti büyük hatalar işledi, Türkiye’yi tehlikeli bir noktaya getirdi. Her ne olursa olsun, çıkış yolu
bu değildi, hep birlikte çok daha makul çıkış yolu bulabilirdik. Ali Bulaç 22.02.2014 ZAMAN

Ağlayın, su yükselsin!” Herkul | 23/02/2014. | YAZARLAR

Necip Fazıl ne hoş söyler “dua”sında:

“Bıçak soksan gölgeme / Sıcacık kanım damlar / Gir de bak bir ülkeme / Başsız başsız adamlar…

Ağlayın, su yükselsin! / Belki kurtulur gemi / Anne, seccaden gelsin / Bize dua et, e mi!”

Dün ikindi namazından sonra kısacık hasbihal eden muhterem Hocaefendi’yi dinlerken önce “Bari
annemi arayayım; ölü kalbime bedel ondan gözyaşı dileneyim: Seccadeni hiç kaldırma anacığım!”
diyeyim düşüncesi doldu zihnime.

Keşke kalbi hüşyâr, gözü yaşlı bir insan olabilseydim!.. Keşke hıçkırıklarla ağlayabilse ve suyun
yükselmesine katkıda bulunabilseydim!..

Neden mi? Hem sebebini hem de dünkü hasbihalden bazı paragrafları aktaracağım. Fakat evvela
twitter üzerinden paylaştığım bugünkü mesajları tavzih edeyim:

Önce tekye adabıyla müeddep zannettiğimiz bir bakan “Üç yıldır Erdoğan’ın ölmesi için beddua
ediliyor” dedikodusunu seslendirdi. Sonra havuz medyası (!) hep bir ağızdan kahriye haberleri
yapmaya ve bunu sahte ihbarlarla şişirmeye başladı. Akabinde “sayın” ile “muhterem” berzahında
yaşayan bir yazar on kişiye kahhariye okunduğunu yazdı. Dahası -aslını hiç araştırmadan- Dışişleri
Bakanı’nın da, hakkında kahriye okunan kimseler arasında bulunduğunu yaydı.

Nihayet, öfke patlamasına şahit olunan miting meydanlarında, varlığı şüpheli birkaç talebenin iftiraları
dile getirildi. Yozgat’ta bazı kız öğrencilerin gece zorla kaldırılıp Başbakan’a beddua ettirildiği üst
perdeden seslendirildi.

Camia içerisinde biraz bulunmuş insanlar bu iddiaların hiçbirinin gerçeği yansıtmadığını ve birer
iftiradan ibaret olduğunu bilirler. Belli ki bu iftiraları seslendirenler ve yayanlar ya kasden hilaf-ı vaki
beyanda bulunuyor ya da güftugûlarla aldatılıyorlar. Belki de sinsice araya sızmış/sızdırılmış kullanışlı
kimselere önce o çirkin şeyleri yaptırıp sonra da camiayı karalıyorlar.

İddia sahipleri isim versinler, hep beraber onları kınayalım, hatta tel’in edelim; yoksa bu iftiraları
seslendirmek Allah’tan korkmazlığın ifadesidir.

Bu camiada Kur’an talebeleri, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) önemli bir sünnetini ihya
etmek için sadece iki ay ya da üç yıl değil onlarca seneden beri hemen her gece teheccüde kalkarlar.
Katiyen hiç kimseyi, hatta evliler kendi eşlerini ve çocuklarını bile zorla uyandırmaz, sadece sohbetler
esnasında teheccüde teşvik ederler.
131
Çünkü teheccüd, ötelerin karanlığına karşı bir meşale, berzah azabından koruyan bir zırh ve ahiret için
mühim bir azıktır. Hak erleri gecelerin zülüflerinde seccadelerine koşar; iki, dört ya da sekiz rekat
namaz kılar, sonra da Mevla-yı Müteâl’e yakarırlar. El-Kulubü’d-Daria, Cevşen-i Kebir, Bir Kırık
Dilekçe gibi mecmualardan bazı bölümler okur; bütün insanlığa, özellikle ümmet-i Muhammed’e ve
umum hizmet erlerine dua ederler.

Bizim meşrebimizde kahriye okumak yoktur ve hiç olmamıştır. Çaresiz kaldığımız zamanlarda bile
zalimleri Allah’a havale etmekle yetiniriz. Onu da “şartlı havale” şeklinde yapar, önce ıslah ve hidayet
diler, “Murad-ı ilahî bu değilse, Rabbimiz, Sen bilirsin!” deriz.

Ayrıca adanmış ruhlar hiçbir zaman şahısları hedef almazlar, onların problemi kötü “sıfatlar”ladır.

Katiyen beddua ve kahriye olmayan şartlı havalelerimizin konusu zulümdür; sadece kendimize değil
kim olursa olsun müminlere yapılan zulüm.

Bu itibarla da haramîliğini müminlere gadrederek gizlemeye çalışanlar ve diğer zalimler dışında


kimsenin teheccüd dualarından rahatsız olmaması gerekir.

Yolsuz, yalancı ve zalim değilseniz, hiç korkmayın, hiçbir “havale” de size dokunmaz; aksi halde bir
de iftiralara dil oluyorsanız, titreyin!..

Bu zaruri açıklamayı tekrarladıktan sonra şimdi başlangıçtaki hissiyata geçiyorum:

Elhamdulillah muhterem Hocamızın sağlık ve sıhhati her zamanki gibi. Sabahları tefsir ve fıkıh
derslerimizde inkıta yok. Fakat, Hocaefendi, sohbetler konusundaki sükût tercihini devam ettiriyor.
Bazen namazları müteakip çok kısa hasbihallerde bulunuyor. Dün de beş on dakika kadar böyle bir
hasbihal oldu. Girişte de dediğim gibi kalbimin katılığını ve gözlerimdeki yaşın azlığını sadece
anneciğimle tamamlamaya ve aldığım notları arşive kaldırmaya niyetlenmiştim. Zira, hemen her
sözümüzün sağa sola çekilmesi âdetten oldu. Fakat, sonra “Kim ne derse desin, hiç olmazsa dostlarım,
arkadaşlarım, kardeşlerim nasiplensin!” mülahazasıyla bazı paragrafları paylaşmaya karar verdim:

İşte dünkü kısa sohbetten insanın yüreğini kavuran o cümleler:

Dünya alevler içinde kıvranırken, etrafımız ateş çemberine dönmüşken, Türkiye bir belalar ve
musibetler sarmalı içindeyken, hasımların hakim olduğu dönemde bile görülmemiş kötülükler
planlanırken böyle bir dönemde burada oturup yemek -ki ne kadar yediğimi de arkadaşlar biliyorlar-
yerken, “Böyle yemek yemeye, bu çayı içmeye hakkım var mı benim?” diye düşünmeden
edemiyorum. Belki bütün rahat yaşayanlara da “Etrafta yangın almış gidiyorken, be utanmaz adam,
yemek yiyecek zaman mı, çay içecek zaman mı?!.” demek iktiza ediyor.

Meselenin ciddiyetine ne kadar inanıyoruz? Hepimiz ölüp gitsek ne çıkar? Hiç önemli değil! Fakat
seneden beri taşınagelen bir emanet var üzerimizde. El değiştire değiştire bu günlere kadar gelmiş bir
emanet. Şimdi dört bir yandan böyle tecavüzler ve saldırılar oluyor. Böyle bir dönemde, bence yemeyi
içmeyi bile sorgulamak icab ediyorsa, oturduğumuz yerde boşuna oturma, orada eğlenceye dalma,
konuşma, gülme, insanları eğlendirme.. bu türlü şeyleri zaman ve konjonktür açısından haram saymak
lazım.

İmkan varsa, mesela oturduk bir yerde, karşılıklı laf edeceğimize Cevşen’i bölüştürelim. On insan
varsa orada, on faslın her bir faslını bir arkadaş okusun, orada bir Cevşen tamamlanmış olsun. Daha
fazla zamanımız varsa, Evrâd-ı Kudsiye’yi de okusun arkadaşlar. Kendi aralarında Salât-ı Tefriciye’yi
taksim etsinler. Bulundukları yerde varsa o taksime tâbi olacak arkadaşlar, her gün onu kendilerine,
her bir ferde 40-50-60 ne kadar düşüyorsa, pay etsinler; gezerken, otururken, hatta istibra yaparken,
132
yemek yerken, dişlerini fırçalarken, ellerini yıkarken en azından mülahazalarla Allah’a yönelsinler;
hiçbir zaman aralığını boşa geçirmesin, her ânı Cenab-ı Hakk’a tazarrû ve niyazla değerlendirsinler.

Başımıza gelen musibetlerden murâd-ı ilâhî bizim kendisine yürekten dönmemiz ise, döneceğimiz âna
kadar o musibetler gırtlağımızı sıkar ve devam eder. Kendisine dönmemiz için o musibetleri salması
bile bir yönüyle rahmetin ayrı bir tecellî dalga boyudur. Kullarını Kendisine döndürmenin bir vesilesi
onları ızdırar içinde bırakmak ve bütün sebepleri ellerinden almaktır; ta ki nur-u tevhîd içinde sırr-ı
ehadiyeti duysun, görsün ve hissetsinler. Yunus ibn Mettâ (alâ seyyidinâ ve aleyhisselam) gibi “Lâ
ilâhe illâ ente subhâneke innî küntü mine’z-zâlimîn” desinler. Geceleri yataklarından fırladıklarında
abdest alsın, başlarını yere koysunlar. Gözleri yaşarmıyor ve ağlamıyorsa, kendilerini levmetsinler;
“Yuf bana, bu kadar da katı kalblilik olur mu?” desinler. Gözlerinin yaşlarını salabiliyorlarsa, o esnada
ellerini Allah’a açsınlar, “Allahım bütün ümmet-i Muhammed’den belaları musibetleri def eyle,
hususiyle memleketimizde bozulan vifak ve ittifakı temin buyur; çünkü o, Senin tevfîkinin en büyük
vesilesidir” desinler.

Kendimiz için yaşamamamız lazım. İmkan varsa, evi barkı olan arkadaşlar bile buralarda kanepelerde
tüneyin, bir iki saat uykuyla iktifa edin, sonra kalkın 50 rekat namaz kılın, sonra da başınızı yere koyun
ağlayın, hıçkıra hıçkıra ağlayın. Cenab-ı Hak, emanet olarak yüklediği bu mefkureyi -ki başkalarının
da hukuku işin içine girmiştir- bizimle zayi etmesin.

Bütün dünya bu ızdırabı duymayabilir. Türkiye’de mütecâvizlerin zaten öyle bir derdi yok, inananıyla
inanmayanıyla. İnanan nasıl böyle bir zulmü yapar, onu Allah’a bırakmak lazım. O mevzuda bir şey
demeyelim. Mürüvvetimizin, insan olmamızın gereği “Allah hepimizin kalbini, kafasını, efkârını,
ukûlünü ıslah eylesin!” demekle iktifa edelim.

Böylesine iç içe asimetrik saldırılar karşısında bence itikaf yapıyor gibi bir yerlerde -bağışlayın-
tünesin arkadaşlar. Kalksınlar, soldan sağa, sağdan sola dönüşlerinde “Allahım bizi ıslah eyle, bela ve
musibetleri sav üzerimizden; kusurlarımızdan dolayı gelmişse, bizi bağışla; bizi imtihan ediyorsan, o
mevzuda bize mukavemet, sabır, azm-ı ikdam lütfeyle!” desinler, yalvarıp yakarsınlar.

Bir dakikayı boş geçirmeyin. “İstibra” dedim, o anı bile boş geçirmemeli. O esnada bazı duaları
dilinizle söylemeyi saygıya aykırı buluyorsanız, içinizden söyleyin onu, niyet edin, kelam-ı nefsî ile
mırıldanın.

Bilemediğimiz bir cendereden, bir preslenmeden geçiyoruz. Dünyadaki bütün insanlık da geçiyor.
Suriye’de olup biten şeylere içimizde acı hissetmiyorsak, insanlığımızı yitirmişiz demektir. Somali’de
olup biten şeylere içimizde bir ızdırap duymuyorsak, insanlığa ait çok şeyleri yitirmişiz demektir.
Sahipsiz, himayesiz, inayetsiz, riayetsiz, dünyanın bakıp da bir şey yapmadığı Myanmar’da, o saf
inanan insanlara yapılan mezâlim karşısında yüreğimiz titremiyorsa şayet, vicdanımızı yitirmişiz
demektir. Kalbimiz yok demektir. Ya kendi ülkemiz!..

Bir de yapılan hizmetler var. Kadınıyla erkeğiyle fedakâr arkadaşlar 160 ülkeye gitmişler. Şimdi,
bağışlayın, hayasızca, edepsizce, saygısızca onlara da saldırılıyor. Allah, bu hayasızlığın cezasını verir
mi, biz istemiyoruz, “Allah ıslah etsin” diyoruz. Fakat öyle bir edepsizlik müsellemdir, muhakkaktır.

Şimdilik bize düşen Allah’a tevekkül etmek.. sa’ye sarılıp hiç boş durmamak; biri bin etmeye bakmak..
ve hikmete râm olmaktır: “Allâh’a güven, sa’ye sarıl, hikmete râm ol / Yol varsa budur, bilmiyorum
başka çıkar yol” (M. Akif)

Şu anda öyle bir ruh haleti içerisindeyim ki; annemi babamı çok severdim.. ahirete yürüyeli biri 40
sene oldu, biri de aşağı yukarı 20 seneyi geçti. Hâlâ aklıma geldiklerinde burnumun kemikleri sızlıyor.
Fakat şimdi onlar olsalardı, ev başlarına yıkılsaydı ve cayır cayır yansalardı, Allah uzun ömür versin,
133
kardeşlerim de cayır cayır yansalardı, ben bu kadar üzülmezdim. Ülkeye, millete, dine, davaya ve
hizmete gelen zarar karşısında şu anda üzüldüğüm kadar üzüntü duymazdım. Hem de sizinle beraber
secde eden insanlar tarafından, din düşmanlarının dahi yapmadığı şekilde bir saldırı yapılması
karşısında ondan çok daha derin bir üzüntü duyuyorum.. o ölçüde üzüntü duymayanlara gönlümün
kırıldığını da burada söyleyeceğim, söylemeliyim. “Bunlar hiç bu meseleleri anlamıyorlar mı?
Hadiseyi ferdî ya da sadece bir şahs-ı maneviye ait mi görüyorlar? Bu mevzuda insânî değerlere bu
kadar yabancılaşma mı olmuş?” diyorum.

Herkese de deyin! Tebessümle dudağı geri giden herkese, “Mevsim o mevsim değil arkadaş!” deyin.
“Irzımızdır çiğnenen, evladımızdır doğranan / Hey sıkılmaz, ağlamazsan, bari gülmekten utan!” (M.
Akif)

Çalmadık, çırpmadık, rüşvet almadık, irtikâba/ihtilâsa girmedik, kimsenin hukukuna tecavüz etmedik,
bazen hakkımız gibi görünen şeylerden bile fedâkârlıkta bulunduk. Fakat suçlu gibi, müebbet
mahpuslar misillü cefâ görme meselesi öyle bir bela ve öyle bir musibettir ki şayet bu durumda
bulunan insanlar Allah karşısında bu halin gerektirdiği şeyleri yerine getirmezlerse, Allah hesabını
sorar.

Osman ŞİMŞEK-HERKUL

GEZİ’DEN ZARRABA MİT SKANDALLARI!

Gizemli tweet yazarı Fuat Avni, bu defa Pazar günü bombaladı. Başbakan’ın Gezi’de izlediği iki yüzlü
ve diktacı politikanın perde arkasını seri attığı tweetlerle bugün ortaya çıkardı. Hakan Fidan ve Yalçın
Akdoğan’ın maskelerini düşürdü. 4 bakanı bakanlıktan etmesine ragmen halen Zarrab’ın neden

134
kollandığına açıklık getirdi ve MİT yasası ile neler planlandığını anlattı. MİT’in karıştığı skandalları
okuyunca küçük dilinizi yutacaksınız.

Okuyalım:

Türkiye‘deki toplumsal olayların ya başlangıcında, ya gelişiminde ya da sonucunda MİT‘in mutlaka


rolü vardır. Gezi olayına Kabataşki kadın ve başörtü takıp müftü karısıyım diyen kadın zaviyesinden
farklı bir bakış. Bunlar zorla mı sembol oldular? Gezi olayları ilk patlak verdiğinde yılların verdiği
baskıya karşı direniş göstermek isteyen herkes bir anda sokaklara döküldü. Böyle toplumsal bir
reaksiyon bir kaç olumlu adımla noktalana bilecekken devreye Özel Seçilmişler girdi. BB‘ye gelen ilk
rapor korkutucuydu. Bu olay BB‘nin iktidarını devirmeye yönelikti. Dış güçler özellikle Alevilerle
ittifak edip BB‘yi devirecek planlar yapmıştı.

Turgay Ciner Genel Yayın Yönetmeni Oğuz Usluer‘e biz Gezi‘yi görmeyeceğiz, nasıl girileceğine dair
en tepeden aradılar dedi. Ankara Yenimahalle‘de saatlerce toplantı devam etti. BB ne yaparsanız yapın
bu olayı çözün demişti. Kararlar alındı:

a)Muhafazakarlar sokağa dökülecek b)İslam‘i cemaatler tahrik edilecek ve tepki vermesi istenek
c)Cami, başörtüsü gibi hususlar kullanılacak. d)Fethullah Gülen camiasının desteği alınacaktı
Karışıklık halinde Gezi‘ye müdahale de haklı olunacaktı.

Kara propaganda aşama aşama gerçekleştirilirken, bazı sol tandanslı yazar ve sanatçılar adeta
ekmeklerine yağ sürüyordu. Hele ki mesele Gezi değil hala anlamadınız mı diye atılan twit
ekmeklerine yağ sürmüştü. Sosyal Medya‘nın gücünü keşfetmişlerdi. En önemli olay CHP‘li birilerini
satın alıp, onun üzerinden meseleyi farklı mecralara taşımaktı.

Gezi tartışmalı hale getirilmeliydi. Barmen kadın anlaşılan o ki bunun için biçilmiş kaftandı. Ne kadar
para verdiler acaba? Akıllı bir kadındı Sarıgül‘ün yanında çalışmıştı. Daha kadının kim olduğu belli
olmadan sosyal medya sorumlusu vatandaş, ‘Yemi yuttular Yılmaz Özdil bile yazmış‘ deyişi dün gibi
aklımda. .Büyük gazetecilik başarısı gösteren ‘Deşifre‘ci vatandaş tam gözde olmuştu Önceden spariş
edilen dosyaları deşifre etmeyi iyi bilirdi (!)Gezi olaylarında şiddete uğrayan kadınlar değil, Barmen
kadın ve Kabataş‘taki kadın konuşuluyordu sadece. Algıyı ele geçirmişlerdi.

Başörtülü Kabataş‘lı hanıma gelince ki kendisinin kadrolu eleman olduğu, Mit‘ten aylık aldığı söylenir
ve de tamamen kumpas elemanıdır. Olayın mizansenini ayarlayıp BB‘ye sununca Efendim olay çok
vahim görüntüleri bile var denmişti. BB kendine söylenen çoktan inanmıştı. Meydanlarda avazı çıktığı
kadar bağırdığı o günlerde İstanbul Teşkilat toplantısında bir kişi rezil olacağız görüntüleri istiyor dedi.
Haliyle görüntüler hiç çıkmadı. Bu arada istihbarattan yemlenen köşe yazarları olayı toplumun
hafızasına kazıdılar. Cami yalanı ortaya atıldı. Danışmanlar her gün BB‘den küfürler yiyordu. Hala
neden çözemediniz diyordu. Anketlerde oylar düşük çıkıyordu.

BB bu süreçte iki şeye çok bozulmuştu. Gül‘ün mesaj alınmıştır açıklamasıyla Gülen‘in çapulcu
demek yanlıştır ifadesi. BB‘nin %50‘yi içerde zor tutuyorum açıklaması koskoca bir yalandı. %50
dışarı çıkarılıp olaylar farklı hale gelecek BB mağdur olacaktı.

Fethullah Gülen Hizmet‘tekilere bu süreçte Cevşen, Ashab-ı Bedir okuyun, küçük çocuklarınıza bile
dua ettirin diye tavsiye de bulunuyordu. Pensilvanya‘daki eylemciler ‘evini basacağız‘ dediğinde
‘buyursunlar çay hazır‘ cevabı verince Özel Seçilmişler adeta kudurmuştu. Muhafazakar halk sokağa
çıkıp Gezi Eylemcilerine tepki vermeyecekti. A. Babacan ve Arıç‘ın bu planı bozmak için çaba
sarfettiğine şahidim.

135
Derken bir ‘Yiğit‘ çıkıverdi ‘Faiz Lobi‘si diye bir şey attı ortaya. BB yaklaşık 40 kişilik bir gurupta
bize bunun kadar olamadınız dedi. Bakmayın siz Arınç‘ın omurgasız duruşuna arada makul adımlar
atar tabi Oligarşik Danışmanlar‘ı aşmayı başarırsa. Yiğit Bulut‘un Faiz Lobi‘si tezine odaklandılar.
Babacan ne zaman bu lafı duysa acı acı tebessüm eder. Tamamen bir balondur Lobi tezi. Gezi
sürecinde iki şeyi çok iyi anladılar. Sosyal Medya ve ne kadar çok satın almaya müsait gazeteci ve
televizyoncu olduğu. Gezi sürecinde kim AKP‘nin yanındaysa şimdi de 17 Aralık Yolsuzluğunun en
yaman savunucu olmuş durumda.

BB‘nin eline kan bulaşmış. Uluderede 34 kişi ve Gezi‘de onlarca kişi. Halife‘ye biat etmek için daha
kaç kişi ölmeli. Allah Kadir‘i Mutlak..

DİKTATÖR’ÜN ALGI DUVARI YIKILIR!

Sürekli dillere pelesenk edilmiş çok saçma bir iddia var, ‘Erdoğan‘ın alternatifi yok‘ diye. Bu neden
zikredilir? Yok mu alternatif?

İlk önce medyaya müdahale edildi ve aynı günlerde Habertürk‘te bir çok Alevi televizyoncu TV‘den
atıldı. Alo Fatih bazıları için Nirvana‘dır. BB Bizi de doğrudan arayıp şereflendirse, ne arzuluyorsa
yapmaya hazır diyenlerin sayısı hayli fazladır.

Erdoğan‘ı iyi okumak lazım, en çok neden korkuyorsa, onun zıddını dillendirir. Kendisine alternatif bir
yapı çıkacağını çok iyi biliyor. Etrafındaki algı yöneticileri ve medyadaki dilleri yerel seçimi hiç
beklenmedik şekilde genel seçim algısına dönüştürdüler. 17 Aralık‘tan bir hafta sonra olağanüstü bir
toplantı yapılmıştı,İstanbulda Alınan en önemli karar seçimi genel seçim atmasferine sokmaktı. Bu
algının oluşması için önemli adımlar atılacaktı. Ellerindeki televizyonlarda konuşan herkes şunu dile
getirecekti. Alternatif yok.

Aynı gün bütün cemaat liderlerine gidilip konuşulacak BB‘nin alternatifi yok ama camianın alternatifi
sizler olacaksınız, denilecekti. Plan aynen devreye sokuldu. Hatta cemaatlerden bazılarına bize
sizlerden isim verin, camianın adamları yerine onları monte edelim dendi. Televizyon
programlarındaki bütün tetikçiler şunun şurasında bir iki ay var, bu kadar kısa sürede BB‘nin
alternatifi zaten olamaz dediler.

Meşveret cemaati olarak bilinen Nurcu‘ların bütün sohbetlerinde o ana kadar hiç olmayan birileri
beliriverdi. Özel görevliydiler. Bilen iyi bilir o tür sohbetler herkese açıktır ve dileyen gidebilir. Çay
esnasında özel görevliler sürekli aynı şeyi sayıkladı. Aslında camianın alt tabanı iyidir ama
duyduğumuza göre BB‘ye alternatif olsun diye Halk Partisi‘ni destekleyeceklermiş. Bu ifade yetti.
Nurcuların en önemli zaafı Halk Partisi kelimesidir. Bu kelime Üstad‘ı direk akla getirdiğinden şifre
gibidir. Dehşete düşürür.

Nurcular‘ın kodlarını çok iyi bilen Y.Akdoğan. B. Bozdağ, H.ÇELIK gibi önemli figürler vardır
Akp‘de. Akdoğan‘ın özel ilgi alnına girer. Uzun zamandır Akdoğan yazılarında Risale‘den örnekler
verir. Hatta Bediüzzaman‘la, Hocaefendiyi mukayese eden bir yazı kaleme almıştır. Akdoğan
mukayese yazısı özellikle yazılmış bir yazıdır. Nurcular‘ın gönlünde Bediüzzaman‘dan başka hiç
kimseye yer yoktur. Özel görevliler Gülen‘in kendisini Bediüzzaman‘ın yerine koyduğu camianın
Hocaefendi‘yi ondan daha üstün gördüklerini anlattıp durdular. Akdoğan‘ın yazısı da bu algıyı
zirveleştiren yazıdır. Akdoğan Risale-i Nurlar‘ı ve Üstad‘ı Erdoğan‘a kalkan haline gtirmiştir.

Akp‘ye oy veren tüm cemaatler ve merkez sağda duran herkes hatta camiaya mensup bir kesim
Başbakan‘ın alternatifi yok diyor artık. Seçim şarkısı bile AKP şarkısı değil, Erdoğan şarkısıdır. Ve
Erdoğan bu bir yerel seçim değil genel seçimdir diye meydanlara bağırıyor. Bir ay alternatifsiz olabilir
Erdoğan, ama genel seçimlere neredeyse 2 yıl var. 2 yılda Türkiye‘de hiç bir şey alternatifsiz kalmaz.
136
YENİ OLUŞUM HAZIRLANIYOR

En büyük yanlışımız bize bilerek verilen argümanlarla ve enjekte ettikleri fikirlerle düşünüyor
olmamız. Farklı açılardan bakmamız lazım. Camia asla bir parti kurmayacak bunu herkes bilsin ve her
yerde anlatsın. Peki önümüzdeki iki yıl içerisinde ne olacak? Yaklaşık bir yıldır kapalı kapılar ardında
yeni bir oluşumun hazırlığı yapılıyor. Zannedildiği gibi bu oluşumun merkezinde Gül yok. Merkez sağ
ve soldan tecrübeli siyasetçiler,Akp‘nin dışladığı ve halk tabanında yeri olan kişiler, hali hazırda bakan
seviyesinde olanlar, Akp‘de 40‘a yakın milletvekili, liberal demokrat, kendini çok iyi yetiştirmiş
bürokrat, akademisyen, gazeteci,yargı mesubu, iş adamı hazırlanıyor. Dünya siyesetini ve ilişkilerini
çok iyi bilen düşünce adamları bu yapının içinde. Erdoğan ve etrafındaki dar kadronun korkulu rüyası.

Dünya üzerindeki tüm iktidarlar gayrı memnunlar tarafından yıkılmıştır. Erdoğan‘ın ötekileştirdiği
herkes tek mozaik olmuştur. Türkiye‘yi kucaklayacak bu yapının liderliğini, hukuk, evrensel haklar ve
dünyaya entegrasyon ilkeleri belirleyecek. Katılımcı demokrasiyi çoktan hak eden Türkiye‘nin herkesi
dışlayan ve kontrol altına almaya çalışan, ötekileştiren lidere ihtiyacı yok. En basit ifadeyle Erdoğan
figürü miadını çoktan doldurdu. Ne kadar bağırırsan o kadar iyi lider olursun tezi 10 yıl öncesinde
kaldı. Unutmayın bu Erdoğan‘a alternatif arama seçimi değil, şehrinizi en iyi yönetecek idareciyi
seçmeye gidiyorsunuz, Erdoğan gibi düşünmeyin.

Fakat şunu da aklınızda iyice tutun AKP‘ye atacağınız her oy yeni yapıyı ve özlediğiniz katılımcı
demokrasiyi zedeleyecektir. Ümidinizi asla kaybetmeyin. Anadolu‘nun toprakları bir değil binlerce
lideri doğuracak berekettedir. Allah Kadir‘i Mutlaktır.

ZARRAB KİM OLUYOR?

Öyle birini düşünün ki dört bakanı istifaya sürükleyecek yapının mihenk taşı olacak ve BB onun için
hayırsever bir iş adamıdır diyecek. Yaklaşık 7 yıldır İran‘ın kara parasının aklanma merkezi Türkiye
haline gelmiştir. Özel Seçilmişler ve Oligarşik kadro bunu iyi bilir. Danışmanların ortak zaafı paradır.
Mesela Mut‘a olayına hiç bulaşmamış olanlar vardır ama haram paraya bulaşmayan kalmamıştır.
Oligarşiklerden ilgi alanıma en çok giren Y.Akdoğan olmuştur. Zira BB‘ye halifeliği ilk yakıştıran
şahıstır. BB bu yakıştırmayı çok sever.

Y.Akdoğan‘ın ahkam kesen haline aldanmayın parayı çok seven, bir çok paravan şirketi olan, bunun
ortaya çıkmasından çok korkan biridir. Başbakan‘ı inanılmaz stratejilerle ayakta tutmaya çalışan
Akdoğan, BB‘nin kendisi için kalkan olduğunu çok iyi bilir. Bakanlar tarafından sevilen bir tek
Danışman yoktur. Fakat en çok Akdoğan‘dan nefret ederler.Çünkü BB‘den sonra en çok ondan fırça
yerler.

MİT İLE BAKANLARI DİNLİYORLAR

Özel seçilmişlerin çatışı B.Atalay‘ın başlarda onunla ilgili bazı tereddütleri vardı. Akdoğan, Atalay‘ın
etkisini çok iyi biliyordu. BB‘nin danışmanı olmasına rağmen her fikri önce Atalay‘a sunardı. Atalay
bundan inanılmaz haz alır, herkes onun gibi olsa derdi. B.Atalay İran‘ın kara para trafiğinin
kılcallarına hakim biridir. Hangi bakanın kullanılabileceğini çok iyi bilir. Y. Akdoğan‘ı bakanlar
üzerinde tehdit unsuru olarak kullanır. Özel Seçilmişlerden Fidan‘ın yetkilerinin bir kısmı Akdoğan‘a
verilmiştir. Akdoğan bakanların ofisini, odalarını telefonlarını Mit tarafından özel oluşturulmuş bir
yapıyla dinler, Atalay‘ın hepsinden haberi var.

Kara para trafiğinde kullanılamayan her Bakan‘la aralarına mesafe koyarlar. Kabinelerin kimlerden
oluşacağını çok iyi bilirler. Yeni Kabine açıklanmadan önce sadece BB‘den başkası bilmez görüşü
tamamen bir efsaneden ibarettir. Dar oligarşik kadro bunu çok iyi bilir. Bir kaç dönem önceki kabine
açıklanmadan evvel kabine de yer alacakların listesi M.Varank‘ın elinde dolaşıyordu. Bununla
137
övünürdü. BB‘nin telefonunu taşımakla görevli danışman M.Varank bile kabine listesinden haberdar
olabiliyor ama sır saklamayı bilmiyordu.

Sırları, ağırlığını orada burada hissettimek için kullanı verince gözden düştü. Sosyal Medya
trollerinden sorumlu hale getirildi. Bir dönem kabine açıklanmadan bir kaç saat evvel, P.Sözcüsü
H.Çelik bulunduğum bir ortamda ben de ekranlardan öğreneceğim diye sitem etti. Yani
danışmanlardan en zayıf halka bile kabineyi bilirken Bakanlar ve P.Sözcüsü akibetlerini ekrandan
öğreniyordu. Dolayısıyla BB‘nin dediği gibi bir paralel yapı gerçekten vardı. Dar Oligarklar ve Özel
Seçilmişler paralel bakanlar kuruluydu.

Bu yapı para trafiğini ellerinde bulundururken kullanışlı bakanlar da farkında olarak ya da olmayarak
onlara hizmet ediyordu. Size bir kaç gün önce yolsuzlukta adı geçen kişilerden ziyade geçmeyenlerden
korkun demiştim. Tam da kast ettiğim bu çatı yapıydı. Bakanları parmaklarında oynatan bu yapının
özel kuryesi R.Zerrap‘tır Zerrap kendini bile idare edemezken bu kadar parayı mı idare edecek? Sıcak
paradan Halife‘nin de ülkeye ve İslam‘a hizmet için istifade etmesi şarttı Zaten kendisi de yolsuzluk
tanımını bu minvalde yapmıştı.

Hiç kimse BB‘nin kendisi de dahil bir gün bunların ortaya çıkacağını tahmin etmiyordu. Gücün verdiği
körlükle her şeyi aleni yapıyorlardı. Yine de kendilerine zarar verebilecek ve biat etmeyeceğini
düşündükleri herkesi hatta alevileri bile cemaatçi diye pasifize ettiler. B. Atalay‘ın bütün bu pasifize
işlerinde kullandığı kişi de E.Ala‘dır. E.Ala normalde düşünce üretebilecek biri değildir. Biraz saftır.
E.Ala bu kara para aklama pastasından değil, arsa işleri ve ihale işlerinden nasiplenir. BB giderse onun
da sonu olur. Bağırması ondandır.

Bütün cabalamalarına rağmen kirli paranın peşine birileri düşüp takip edince 12-13 ay evvel haberdar
oldular. BB aşırı sinirlenmişti. Bunları bulun diye bağırıyordu. Yoğun gayretler sonucu bir şeyler
bulunamamıştı. BB‘nin haberdar olduğundan savcıların bilgisi olmuştu. Tam bir mücadele ortamına
girilmişti. E.Ala ve H.Fidan‘ın ekibi bu işin içinde camiaya yakın yargı mensupları var diye rapor
edince BB deliye dönmüş köklerini kazıyın bunların demişti.

DERSHANE BAHANEYDİ

Camianın insan kaynağı dershanelerdir diyen K.Özdemir‘in raporu işleve kondu. 2010 yılından beri
BB‘nin elindeki en büyük koz dersanelerdi. Hocaefendi beni ortadan ikiye bölün ama dersaneleri
kapatmayın demişti. Dersanelerinizi kapatacağız kozu camiaya sürekli ihtar edildi. Operasyona kılıf
hazırdı. Dersanelerine dokunduk başlattılar denecekti. Yalnız operasyonun hemen patlak vereceğini
farkında değillerdi. Savcıların bu kadar mesafe katettiklerinden haberleri yoktu. .Bir yıla kadar kimse
operasyon başlatamaz o zamana kadar tüm tedbirlerinizi alın denmişti.Bir çok kişi operasyondan önce
kıyıma uğramıştı.

Operasyon sabahı hepsi şoktaydı. Zerrap, Bakan‘ları arayıp bir şeyler olacağını ima edince korkma hiç
bir şey olmaz diyorlardı. Operasyon‘daki kilit ismlerden biri de Zerrap‘ın özel sekreteri olan kadındı.
Zerrap göz altına alındığı esnada olay yerindeydi. Bir kaç gün sonra bizzat Beyefendi‘nin yardım ve
talimatıyla yurt dışına çıkarıldı. Bir çok kayıt onunla gitti tabi. BB dersanelerini kapatıp rantalarına
dokununca böyle yaptılar dedi.Sonra bunları çok daha önce tesbit etmiştik diye kendini yalanladı.

R.Zerrap kimin, kiminle nasıl ilişkiler çevirdiğini en iyi bilenlerdendir. BB bile onunla ilgili olumsuz
konuşamaz. Günler önce 15 gün içerisinde salıverilecek demiştim, KK‘da gurup toplasında dile
getirince halkın tepkisinden korkup olayı soğuttular. Şu ana kadar Oligarşik Danısman Kadrosu‘ndan
iki kişinin en yakın adamları R. Zerrab‘a gidip sabırlı olmasını salık verdi. Zerrab bunları kale bile
almadı. Bizzat Danışmanlar‘la görüşmek istediğini aksi halde her şeyi açıklayacağını söyledi.

138
MİT YASASI YOLSUZLUKTAN ÖTE

Oligarşik Kadro ve Özel seçilmişler bu kapristen hem rahatsız oldu hem de korktular.Bir Bakan‘ı
devreye soktular. Bakan görüşmeye gitti. Hapishane teyakkuza geçirildi tüm kameralar kapatıldı.
Görüşme yaklaşık 3 saat sürdü. Dışarı nasıl çıkarılacağı kendisine anlatıldı. Bakan‘ın anlattığı strateji
bu gün gündemde olan MİT yasasıydı.Ülke‘nin akibetini etkileyecek maddeler 29 yaşında biriyle
paylaşılıyordu.

MŞT yasasında 3 önemli madde var. 1. MİT mensubunun mahkemelerde tanıklık yapmasını ortadan
kaldıran düzenleme. 2.MİT‘in belge ve bilgilerine TBMM dahil hiç bir kurumun ulaşamayacağı.
3.Tutuklu bulanan yabancıların başka bir ülkeye gönderilebileceği.

R. Zerrab şimdilik sessiz kalmaya ikna edilmiş durumda. Zaman neyi gösterir bilinmez. Allah Kadir‘i
Mutlak‘tır. Reza Zerrab‘a istihbaratçıdır diyecekler, lakin Milli Irade içinde İran‘lı birinin ne işi var
sorusuna henüz mantıklı bir cevap bulamadılar. Yeni MİT yasasında, MİT istediği kişilere sistemli
sorgulama yapabilir deniyor. İstihbarat dilinde sistemli sorgulamanın adı ‘işkencedir‘.Camia‘nın suç
işlediğine dair, hiç bir belge yok. Gözaltına almayı düşündükleri kişilere işkence yapmaya kapı açacak
bir düzenlemedir bu.

Fehmi Koru Habertürk‘te: ‘Akp kadrosunu çok iyi tanıyorum bu yeni Mit yasası onların düşüneceği
bir şey değil‘ dedi Peki kim düşündü? Yeni MİT Yasası Batı Çalışma Gurubu‘nun 28 Şubat sürecinde
kozmik bir şekilde hazırlamış olduğu MİT yasasıyla içerik olarak aynı. Meğer 28 Şubat bin yıl sürecek
derken, RTE‘ye güveniyorlarmış. Yeni Mit Yasası geçerse Ergenekon‘un 54 yıllık hayali gerçekleşmiş
olacak.

Bu nesil kendi sonunu kendi eliyle hazırlayan birilerine ibretle şahit olacak. Bazen acısam mı bu
insanlara diye düşünmüyor değilim. Yeni MİT Yasa‘sı akla şunu getiriyor. Bu adamlar nasıl bir suç
işledi ki böyle bir koruma kalkanına ihtiyaç duyuyorlar? Oy oranı %1 olan bir camiayı bitirmek için
bütün bir ülkenin kaderine etki edecek yasalar çıkarmak tek kelimeyle akıl tutulmasıdır.
Bediüzzaman‘ı nasıl siyaset malzemesi yapacaklarını yazmıştım. Başbakan bu gün meydanlarda
sürekli ondan örnekler verdi.

Haklı insaflı olur… Bediüzzaman Said Nursi. Sizler‘e Allah neler nasip edecek bilseydiniz
heyecandan uyuyamazdınız… F. Gülen.

Yalan ve çalan korku imparatorluğu yıkılıyor

Turpun büyüğü meğerse başbakanın oğluyla yaptığı sıfırlanma konuşmasıymış! Başbakanlık ses
kayıtlarını yalanladı. Bu güne kadar neye yalan dedilerse doğru, neye doğru dedilerse yalan çıktı.
Binlerce polis ve yargı mensubu boş yere mi sürgünden sürgüne gönderilip durdu? Üst üste çıkarılan
kanunlarla neyin üzeri örtülecekti? Yapı kendi içinden bölünüp parçalanacak, Danışmanlar korkularını
yüksek sesle dile getirmeye başladılar, korku duvarı aşıldı mı korku imparatorluğu yıkılacaktır.

Camia‘ya seçimlerden sonra yapılması düşünülen operasyon, bütün riskler göz önüne alınarak seçim
öncesine çekilebilir. Başbakan‘nın en büyük korkusu ve telaşı Bilal‘in fiziki takipteyiz babacım
görüntüde olabilir dediği gibi ortaya, ses kaydında geçen sevkiyatın görüntülerinin çıkabilecek
olmasıdır.

Frekans seslerini bilerek söylüyorum bu ses dalgalarının montajlanması, konuşmanın gidişatındaki


tonun montajla yakalanması mümkün değildir. Oligarşik Kadro ve Özel Seçilmişler, şunu
düşünüyorlardır, BB ve oğlunu takibe almışlarsa bizim tüm kirli çamaşırlarımızı biliyorlardır. Koca
çınar sanıp arkasına saklanarak bağırdıkları çınar bu akşam devrildi. Bu saatten sonra açıkta kaldılar.
139
Yeterince hain de bulamadılar.. Herkes iki kişinin arasında geçen konuşmanın şokundayken Havuz
Medya‘sı dün ortaya attığı 7 bin kişilik dinleme yalanıyla meşguldü. 7 bin kişinin dinlenmesi için kaç
tane eleman gerektiğini, kaç tane savcı kararı alınmasının zaruri olduğunu bilmeyenler iyi sallamış
yahu! Savcı çıktı açıkladı, yine rezil rüsva oldular. Abdestiniz de namazınız da sağlam olabilir. Allah
kabul etsin. İbadetinizi takdir ediyoruz, mesele kamu malını ilgilendiren günahlarınız!

İslam hukukuna göre birinin zulmüne ya da günahına taraf olursanız o günaha ortak olmuş olursunuz.
Hayrettin Karaman Hoca‘m bunu iyi bilir. Memleketin vatansever yargı mensupları derin yapılarla
perde ardıda mücadele ederken Başbakan, Belediye Başkan‘ı bile değildi. Buhar olup memlekettenj
uçmadılar ya. Elbet bu yolsuzlukların hesabı sorulacaktır.

İSTİFA ETMELİDİR

Kolay tesbitlerimi yapayım ve zor sorularımı sorayım. Başbakan ve oğlu açıkca yolsuzluk
soruşturmasında delilleri karartarak 1 milyar doların bulunmasını engelliyorlar. Cemaata karşı atılan
paralel devlet vaiz lobisi iftiralarıyla yürütülen ahlaksız kin ve nefret operasyonu şimdi net
anlaşılmıştır.17 Aralık’ta operasyonun Bilal Erdoğan’ın evine de yapıldığını ama başbakanın özel
harpten ekip getirtip polisi sokmadığını biliyordum. Başbakan ve oğlu telefon konuşmaları montaj
olamaz, zira başbakanın sesi çok üzgün panik halinde korkmuş, oğlunun salaklığı üstünde zaten.
Başbakan kısık sesle konuş dinlerler, para mara deme diyor, Bilal babacım senin paran diyor. Bizzat
başbakan 30 milyon Avro şu iş adamına 20 milyon Avro şu iş adamına diye emir veriyor oğluna.
Adam ülkeyi kendi holdingi zannetmiş sanırım. Başbakan bu sefer hayır işlemek için evimizde bir
milyar dolar toplamıştık yalanını da söyleyemez; Bilal, ‘vakfa mı verelim’ diye soruyor, Başbakan,
‘yok, sıfırla, iş adamlarına dağıt’ diyor.

Başbakan, oğulları ve kızları yargı karşısında çıkartılamazsa bu ülkede hukuk kalmaz, hiç kimse
yargının işlediğine inanmaz, deniz tükendi, bu skandalla bitmiştir. İnsanlar madenlerde çöplüklerde
boğaz tokluğuna üç kuruşa çalışırken, evindeki 1 milyar dolarla hayır işliyordum yalanını
söyleyemezsin. Bu ülkede başbakan, oğulları, kızları ve kardeşi evinde hesabı bilinmeyen 1 milyar
doların sıfırlanması hesabı verilmeden seçim de yapılamaz. Haksız elde edilen haraçlarla finanse
edilen, havuz medyası ile zihinlerin bulandırıldığı bu seçim anlamını yitirdi. Başbakan Erdoğan ve
Bilal Erdoğan’ın 1 milyar doları nasıl sıfırlayalım konuşmaları net hukuki delildir. Bundan sonra ya
savaşarak ülkeyi daha fazla rejimine sokacaklar veya herhalde yargıya hesap vermek istemiyorlarsa
Cem Uzan ve ailesi gibi yurt dışına kaçacaklardır. Başbakanın oğluyla yaptığı 5 evdeki 1 milyar doları
iş adamları arasında dağıtma telefon konuşmaları turpun büyüğüdür, buna kılıf yoktur. Başbakan 17
Aralık’ta evlerinde tuttugu 1 milyar doların hesabını veremez, derhal istifa etmelidir; sıfirladığınız
milyar dolar değil, kendiniz.

Bilal Erdoğan’ın ‘bizi cemaatın kurmay heyet dinletiyor baba, cemaatın büyüklerinin hepsini temizle
ki çaldığımız belli olmasın mealinde sitemi, cemaata ve Gülen’e yapılan zulmü izah eder. Haırsız
Yavuz olmuş masumları katlediyor ve buna hakkı olduğunu savunuyor. ‘Erdoğan, evvelki gün ABD
başkanı Obama‘ya Fethullah Gülen‘i şikayet etti. Hani Gülen’in arkasında ABD, CIA; MOSSAD
vardı? Yalancılar size! Bülent Arınç, ‘yok Kıbrıs konuşuldu‘ dedi. Şimdi televizyonlar ve gazeteler bu
akıl tutulması şikayeti konuşuyor. Şu ana kadar camiayı bitirmeye yönelik 17 adım atıldı.

Danışmanların içinde öyle bir korku var ki, bu ara her söze küfürle başlıyorlar. İnsan iç siyaseti, dış
siyaseti, dünya siyasetini bilmeyebilir ama insan kendini bilmelidir. Yalçın Akdoğan Hizmet‘in tüm
küskünlerine ulaşalım demişti sürecin başında. Latif Erdoğan‘a gittiler, kendileriyle hareket etmesini
söylediler. Latif Erdoğan bir hamle hakkınız var bitirdiniz bitirdiniz, bitiremezseniz bitersiniz dedi.
Akdoğan bu sözün anlamını çok iyi biliyor. Akdoğan Üstad‘ın talebeleri saftır ne dersek inanırlar
dediğinde Bakan Bekir Bozdağ kafa sallayarak onaylamıştı. Risaleden örnek vermesi tam riyakarlık
örneği. Üstad‘ın talebeleri onların kirli siyasetini bilmeyecek kadar saf ve temizler doğrudur ama
140
hakikati kısa sürede fark edecek ferasettedirler. Camianın tüm gayrı memnunlarıyla görüşüldü
yeterince destek bulunamayınca Başbakanı teskin edip yatıştırmak ve korkutmak amacıyla ‘belge
yağıyor belge‘ dediler.

MİT YASASI BAŞKANLIK SİSTEMİ İÇİN ÇIKARILIYOR


Twitter’da fenomen olan Fuat Avni’nin yeni MiT Yasası tweetleri aşağıdadır, bu arada kaynamasın.
MİT yasası geçmeden ve sansürle susturulmadan sözümüzü söyleyelim. Başkanlık sistemi ve
Kürdistan kurma derdindeki MİT’i iyi okuyabilmek için Hakan Fidan‘ın göreve getirildiği şartları iyi
bilmek gerek. 3‘lü zirve kararıyla başa getirildi. Başbakan, Cumhurbaşkanı ve, Beşir Atalay‘ın ortak
kararıydı. Atalay‘ın en temel görevi doğudaki özerk yapıyı oluşturmaktır. 1972 yılından beri proje
adamdır. Türkiye‘nin en krıtik olaylarında bu proje adamların asli rolü vardır, hedef odaklı çalışırlar.
Sonradan evrilmiş değillerdir. Atalay 1993‘ten itibaren Kürt meselesine odaklı çalışır. Zaten yükselişi
de manidardır. Öncesinde 2 yıl Humeyni ile birlikteliği vardır. Başkanlık sistemi fikriyle büyülediği
Başbakanı Akdoğan da hilafetle süsleyince muhtar bile olamaz denilen adamı avuçlarına almışlardır.

Başkanlık sisteminin konuşulmasının tek nedeni, eyalet yapısının özerlikle olan benzerliğidir.
Başbakan dünden Başkanlığa hazır bekliyordur. Daha Fidan göreve gelmeden Erdoğan kendini başkan
olarak görmeye başlamıştı. Kafasına sokulmuştu. Eyalet sistemi şarttı. Bir taşla 2 kuş vurulacaktı.Terör
sorunu cözülecek, Erdoğan, efsane bir Başkan olarak gorevi yürütecekti.O andan itibaren dünya lideri
dediler. Oslo görüşmeleri Fidan tarafından yürütülürken, kendisi görüşmede Başbakanı kastederek
bizzat Beyefendi‘yi temsil ediyorum demişti. Öcalan‘la defaatle görüşmeye gönderilmişti. Fidan‘ın
çocuk yaştan itibaren planlı yapının adamı olduğunu yazmıştım. Onun için çekirdekten gelme bu
adama Atalay azami güveniyordu. Atalay, Acem‘in piyonu değil kendisidir. 3 vakit namaz
kılanlardandır.

Atalay, Anadolu insanından nefret eder. Rektörlüğü döneminde camianın hiç bir adamına göz
açtırmayacaksınız diye yardımcılarına talimat verir. Erdoğan‘ın yanına yerleştirilen Fidan artık onun
en çok güvendiği sırdaşıdır. Başbakan adına Öcalan‘la irtibatı kuvvetlendirir. Oslo‘da eyalet sistemine
karar verilirken dikkat çeken bir isim vardı masada Nuriye Kesbir. Bu isim neden önemliydi. Öcalan
ve Fidan eyalet sistemi konusunda çoktan anlaşmışlarken, Öcalan tarafında bazı problemler vardı. Ona
güvenmeyenler mevcuttu. Öcalan eğere PKK içindeki etkinliğini kaybederse Erdoğan’ın başkanlığı
hayal olacaktı. Tüm oyun bunun üzerine kurulmustu.

Daha bir ay önce Atalay‘ın Öcalan bütün Kürtler‘in lideridir ifadesini lütfen hatırlayın. PKK‘nın değil
bütün Kürtler‘in. Öcalan‘ın etkisini en çok kıran ve PKK içindeki Aleviler‘in üzerinde ağırlığı olan
Sakine Cansız‘dı. Cansız açıktan Öcalan‘ı eleştiriyordu. Oslo‘daki görüsmeye katılmak isteyen
Cansız‘ın yerine Nuriye Kesbir gönderilmiş oldu. Cansız Oslo‘nun peşini hiç bırakmadı. Üzerine
gittikçe rahatsız olan Öcalan‘ın Fidan‘dan bir isteği oldu. Kibar yollu Cansız‘ın etkisizleştirilmesi
gerektiğini söyledi.

Fidan, Erdoğan’dan ve.Atalay‘dan asla bağımsız hareket etmez. Ne gerekiyorsa yapın arkanızdayız
dendi.Öcalan‘ın talimatı yerine gelecekti. Fidan göreve başladığı ilk gün Erdoğan ona seni buraya iki
meseleden dolayı getiriyorum dedi. A.Terör sorunu ne bedel ödenirse ödensin çözülecek. B. Her şeyde
bize ayak bağı olan camia temizlenilecek. Hiç şaşırmayın, Erdoğan o gün camianın fişini çekmişti.
Perde altında hep ikili oynadı. Zaten Oslo görüsmelerinde de hizmet hareketini doğudaki etkisi masaya
yatırılmıştı. Cemaatın kalemi 17 Aralıkta değil, Oslo‘da kırılmıştı.

CANSIZ’I ÖCALAN MİT’E ÖLDÜRTTÜ


Cansız etkisiz hale gelecek Doğu‘da KCK yapılanması güçlendirilecekti KCK yapısı içinde istihbarat
elemanları konuşlandırılmıştı bile. Cansız‘ın operasyonunun kod adı Lili Marleen‘di. Operasyon Ömer
Güney üzerine kurgulandı. Tetikçiliğini o yapacaktı. .Avrupa‘daki PKK içinde etkili isimlerden biri de
Mustafa Karasu‘ydu.Öcalan‘a çok yakın biriydi, Cansız onun için Ergenekon‘un adamı derdi. Oslo
141
görüsmelerini kurcalayan Cansız‘a mesaj göndermişti. Akıllı olsun yoksa ona Lili Türküsünü okuruz
demişti. Operasyondan haberdardı. Mustafa Karasu ve yine etkili bir isim olan Rıza Altun referansıyla
örğüte biri monte edilmişti. İran‘lı Dewran. Cansız‘ın yanındaydı.

Operasyonun MİT ayağını görev bölgeleri Avrupa ve alanları PKK olan O.Y ile U.K üstlenmişti. Şu
an MİT‘te daire başkanlığı yapıyorlar. Tetikçi Ömer Güney‘le defalarca görüşme yaptılar.
Dinlemelerden birine takılan O.Y Atatürk Havaalanında göz altına alındı. Hemen özel bir emirle
bırakıldı. Operasyon kusursuz bir sekilde gerçekleştirilirken, Ömer Güney‘e kapıyı da İran‘lı Dewran
açmıştı. Düşünebiliyor musunuz Öcalan‘ın emriyle Mit adam öldürüyordu. BDP olaya nasıl tepki
vereceğini bilememişti. Öcalan hemen devreye girdi. Hiç bir şey barış sürecini engelleyemez dedi.
Kandil‘e göz dağı verilirken kontrol bende diyordu.İstihbaratçı gazeteciler devreye girdi. Günlerce
eyvah yine kan dökülecek demiş milleti korkutmakla kalmamış Öcalan‘ın önemini vurgulayıp
durmuşlardı. İstedikleri olmuştu.

MİT’İN KCK YAPISI KÜRDİSTAN’I KURUYOR


Doğudaki KCK yapısı içindeki istihbaratçılar her türlü oyunu bizzat organize ediyorlardı. Kürdistan’I
MİT kendi eliyle KCK’ya 4 ülkede kurduruyordu. CIA ve MOSSAD’ın da zaten istediği buydu.
Abdullah Öcalan bu oluşumun başına getirilecekti. Meydan onlara kalmıştı. Kimse dokunamıyordu.
Şehir merkezine bile inmişlerdi.Merinos Eyalet Komutanlığı adı altında zengin iş adamlarından
tehditle vergi adı altında para alıyorlardı. Şimdi süreç tam istedikleri kıvama geldiğinden BDP yüksek
sesle özerklik talebini dile getiriyor. MİT artık onların suçlarına ortak. Yeni çıkacak MİT Yasası bütün
bu kirli işlerin üstünü örtecektir. Yasa geçerse kimse yargılanamayacaktır. Belgeleri TBMM bile
alamayacaktır.

Erdoğan’ın, başkan olma hırsıyla girdiği bu yolda MİT tamamen kirlenmiştir. Emir ve talimatlar
Erdoğan’dan geldiğinden yasa ona kalkan olacaktır. .Bu yasa sadece olacakların önünü açmak için
değil olanların da üstünü öretmek içindir. Geçerse eğer yapılan ihanetler kapatılacaktır. PKK
aklanırken camia da terör listesine konmuş olacak. Hiç bir şeyin hiç bir yerde hiç bir zaman
kapanmadığını gördük. Allah Kadir-i Mutlak.

MİT’in yapısı ve İran kumpası!

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, maalesef Hitler’in kurmayı Joseph Goebbels’ın Hitler’e yazdığı
taktikleri kullanıyor. Goebbels, “propagandası yapılan şeyin gerçek ya da yalan olduğu önemli
değildir, önemli olan çok kişiye ulaşmasıdır” diye yazmıştı. Ancak kara propagandayı pervasızca
kullananlar bilmeli ki, ‘yalan ve gösterişler gürültülü, hakikat ve samimiyet sessizdir’, gerçeklerin bir
gün ortaya çıkma gibi kötü bir huyu vardır. MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın doktora tez konusunun
kara propaganda olması elbette tesadüf değildir.

Rahmetli Özal’ın kurmaylarından eski bakan Mehmet Keçeciler, ‘7 bin kişi dinlendi’ iddialarının
Cemaat’e mal edilemeyeceğini söyleyerek, “Böyle bir şey asla kabul edilemez.” dedi. Son bir yıldır,
korkutma, damgalama, günah keçisi ilan etme şeklinde kara propaganda teknikleri MİT tarafından
hoyratca kullanılıyor. Seçilen anahtar kelimelerle zihinlerde yanlış çağrışımlar yaptırılıyor, zihinler
yönetiliyor. Bu anahtar iftira, bühtan, karalama merkezli kin ve nefret pompalayan kelimelerin listesini
çıkardım, bu bir doktora veya kitap konusudur. Bu kelimeleri kullanan insanın müslüman kalması
zordur, siyasette yalan caizdir fetvası aldılarsa bilemem.

Camia neden tek ‘günah keçisi yapılıyor sorusunu herkes soruyor. 7 bin dinleme yalanını savunmaya
devam eden havuz medyası, her görüşten onlarca aydın, yazar, siyasetçi ve sanatçıda ‘korku ve nefret’
hasıl etmeye ve ‘paralel’ damgalamasını oturtmaya çalışıyor. Elbette Başbakanın “15 gün sonra size
operasyonu canlı izleteceğim” dediği “Büyük Casusluk ve Vatana İhanet” soruşturması için sahte,

142
çakma delil oluşturuluyor. 28 Şubat sürecinde Vural Savaş’ın izlediği taktik kopyalanmış; medyada
açacağın davanın delilini oluşturma eski bir yöntem.

Gazeteci ve yazar Hasan Cemal, Erdoğan’ın bağımsız yargı önünde hesap vermesi gerektiğini
savundu ve bu hükümetin meşru yollardan son ermesi gerektiğini yazdı. Resmen ülke siyasi bir dizi
seyreder hale sokuldu, milleti komplo teorisi manyağı haline getirdiler. Erdoğan ve Havuz Medyası,
yolsuzlukların ortaya çıkmasından sonra büyük bir telaş içinde sağlam çelişkilere imza atıyor ve büyük
bir travma geçiriyorlar.

Ülkemin başbakanı cemaatı ABD Başkanı Obama’ya gammazlıyor. Erdoğan bu gerçeği kendi
milletvekillerine itiraf etmiş: Obama’ya, “İçişlerimize karışan o zat sizin ülkenizde misafir. Oradan
buraya müdahale ediyor” demiş ve hiç utanmamış. ‘Başbakan hem Cemaat’in ABD ve İsrail’le hareket
ettiğini söylüyor hem de Obama’ya Gülen’i şikayet ediyor. Bu saçmasapan iki yüzlü tavrı eleştirmek,
akılsızlığın yorumunu yapmak hakkımız değil mi?

Başbakan siyaset için çok rahat yalan söylüyor. Şimdi de diyor ki “o telefon konuşması montaj”. İyi de
nasıl inanalım, bunca yalandan sonra? Neden doğruyu konuşmuyorsunuz? MİT, tüm dinlemeleri
Gölbaşı’ndaki merkeze almaya çalışıyor. Hiç bir savcı bundan sonra dinlemenin manipüle
edilmediğinden emin olamayacak, hatta yürütmenin baskısı, izni ve emri olmadan sağlıklı bir
soruşturma ve kovuşturma dahi yapamayacaktır. Daha düne kadar doğru istihbaratın yüzde 87′sini
elinde bulunduran Emniyet İstihbarat, “cemaatci” bahanesiyle tokatlandı, yüzde 3 güvenli isthbarat
başarısı bulunan MİT’e yakayı kaptırdı.

Havuz medyası kullanılarak legal 2 bin küsur dinlemeyi çarpıtarak medyalarında 7 bin yaptıran MİT
tezgahının hedefi, parti devletinin “Gestopası”nın istediğini mahkeme kararı olmadan dinlemektir.
Polis savcı ve hakim üçgeninde sağlam bir delil zinciriyle yapılan dinlemeler tarihe karışıyor, bundan
sonra MİT’in yasal izin almadan yapacağı dinlemeler olacak ve bu durum ülkeyi bir Gestopa rejimine
götürüyor. Yargının yaptığı tüm yasal dinlemelerin cemaatın üzerine yıkılması, Hakan Fidan’ın
yazdığı bir tiyatro, tam bir cambazlık ve sihirbaz illuzyonuydu. MİT’in kurduğu yeni KGB sisteminde
yargı gereksiz bir unsur ve ayak bağı. Yeni MİT yasası ile dokunulmazlık zırhında serbest suç
işleyecekler.

Twitter’de 4 günde 124 bin takipçiye ulaşarak fenomen haline gelen Fuat Avni, herkesin merak ettiği
MİT’de neler oluyor sorusuna cevap verdi. Evvela Fuat Avni ben değilim, ama twitter’da destekledim
ve meşhur olmasına katkıda bulundum. Kim olduğunu elbette biliyorum ama başbakana ve meraktan
çatlayan MİT mensuplarına söyleyemem. Bu karanlık dönem dağılana kadar kimseye söylememe
konusunda kendi kendime söz verdim, yerin kulağı var. Okuyalım:

MİT’in yapısı nasıldır? MİT‘in içinde birbirini iyi bilen 3 ana gurup vardır. 1.İran‘ın hedefleri
doğrultusunda hareket eden Özel Seçilmişler‘in kontrolündeki yapı. 2.Her türlü kirli işlerde
kullanılabilen eskiden Ergenekon‘a çalışan, etkinliğini kaybetmesine rağmen hala blok halinde hareket
eden yapı. 3. gurup Sünnisi, Alevisi, ateisti, dindarı, sağcısı, solcusuyla memleketin selameti için
çalışan gurup. Son 20 yılda hayli güçlendiler. MİT içindeki 2. yapı zaman zaman 1. yapının kontrolüne
geçer.2 gurup kirli işlerde ittifak ederler. Hakan Fidan bunlara hakim olduğunu zanneder.

Bu iki yapının içinde Alman, İngiliz, İsrail, ABD istihbaratçıları diledikleri gibi at koştururlar. MİT
Müstaşarı Hakan Fidan o yüzden kontrolü sürekli kaybeder. Her yapının MİT dışında beraber hareket
ettikleri kurum ve kişiler vardır. Asker, emniyet, yargı mensubu, basından gazeteciler ve iş adamı
ayakları bulunur. MİT o yüzden bu kadar etkilidir. Ak Parti iktidara geldiğinde en güçlü yapı olan
Ergenekon yapısı zayıflatılırken, özellikle ilk 5 yıl bağımsız olan 3. yapı çok kuvvetlendi.

143
Siyasi İslam geleneğinden gelen Başbakan, Özel Seçilmişler‘in telkinleriyle MİT‘in ancak bu geleneğe
evrilirse milli olacağı yanlışına inandırıldı. Başbakan buna ikna olunca İran yapılanmasına gün doğdu.
Böylece 1. yapı zayıf olan 2. yapıyı da bünyesine katarak bağımsızları hedef aldı. Yıllardır bağımsız
gurupla çalışan, emniyet ve yargı güçleri, 17 Aralık‘ta tepelerine bindi. Menfaat birlikteliği olan 1.ve
2. gurup dağılmaya başladı.

Peki, operasyonu kim yaptı? Neden bu güne kadar beklendi? Dersanelere dokunulunca operasyon
başlandı demek cehalettir.Türkiye‘nin gücünü dershanenin koruyucularından ibaret sanmak
ahmaklıktır. İran ambargosu kalkmasa ve İran elini Türkiye‘deki kılcallardan çekmeseydi, operasyon
yapılamayacaktı. Bilgi ve belgeler yine istiflenecekti ama rejim krizine dönüşen yolsuzluklar vebrüşvet
belkide ortaya dökülmeyecekti.

İran denizi bitti. Tahran başbakan ve şürakasına kazık attı. Başbakan ve Özel Seçilmiş‘lerin üzerindeki
koruma kalkanı kalkmıştı. 7 yıldır beklenen an gelmişti. Derinden yürütülen operasyonlara gün doğdu.
Nükleer antlaşmadan 3 gün sonra Hakan Fidan‘ın yardımcılarından biri Başbakanlık‘ta bir devrin sonu
geldi dediğinde kimse bir anlam verememişti. Kara para trafiğinin kilit ismi Babek Zencani‘nin göz
altına alınacağı dilden dile dolaştı. İnanılmaz bir telaş yaşadılar. Boşluğa düştüler. İran nükleer
anlaşmayı yapıp üzerindeki ambargo kalktığında kara para aklama işi bitmiş oldu.İlk darbe ağababaları
olan İran‘dan geldi.

Neden 17 Aralık‘a kadar beklenildi? 1. ve 2. yapının İran‘ın tam desteğiyle korunduğundan başbakan
rahattı. Ancak şunu hesap edemedi, İran elbette işi bitirince çekilecekti. 11 yılda kimin ne kadar pisliğe
bulaştığını çok iyi biliyorlardı. Bal tuzakları, Muta operasyonu ile çok sayıda bürokrat ve politikacı
kirletildi. Tehdit ve şantajla Tahran’a nüfuz ajanı yapıldı.

Memleketi sahipsiz zannedenler açıktan her türlü ihaneti ve günahı işledi. Başbakan ve Ak Parti
kadrolarına hiçbir zaman güvenmediler. Vesayetin ne olduğunu iyi biliyorlardı. 11 yıl her şeyi
belgeleyip kayıt altına aldılar. Çünkü bağımsız yapı tek bir aidiyete mensup değildi. Türkiye
mozaiğiydi. 20 yıldır zannedilenin üstünde çok daha güçlüydü. Tedbirliydiler. Bağımsız yapı içinde
camiayı asla tasvip etmeyenler bile camianın adamları diye tasfiye edilmeye çalışıldı. En büyük
hataları bu oldu. Aynı zaman diliminde algı işlenmeye baslandı. Camia Mit‘i ele geçiriyor engel
olacağız burası son kaledir dendi. Başbakan buna çok şartlanmıştı.

Peki, belgeler neden yavaş yavaş veriliyor? Arap ülkeleri veya Ukrayna değiliz yüz yıllardır istihabarat
geleneği olan bir ülkeyiz. Her şey bir anda boca edilse ülkede iç savaş çıkar. Neden her şey bir anda
ortaya dökülmüyor? Ülkenin menfaati düşünülüyorda ondan. Taşlar yerine yavaş yavaş oturtuluyor.
Strateji izleniyor. AKP bilsin ki 11 yıldır hangi kirli işe bulaştıysalar bilgisi, belgesi, kaydı var. Milleti
nasıl kandırdıkları gün gün ortaya çıkacak.

Ülkeyi seven herkes bilsin, ülkenin selameti için hayatını vakfetmiş kişiler onların tahmin ettiklerinin
çok üstünde Allah Kadir‘i Mutlaktır.

HAKKIMI HELAL ETMİYORUM

Hanımının adı Efendimizin annesinin adı, kendisinin iki adından biri Efendimizin “Receb Allahın
ayıdır” buyurduğu üç aylardan mübarek Receb-i şerifin adı. Diğeri Cenab-ı Hakkın “Size verdiğimiz
rızıkların tertemizinden (helalinden) yiyin” ayetende geçen ve tertemiz manasındaki Tayyib kelimesi,
çocuklarının adları; Efendimiz (sav) in, Hz Bilal-i habeşinin ve sahabiye annelelerimizin adları.
Görülüyor ki siz dindar bir ailesiniz. Hem böyle dindar bir aile olacaksınız, hem dinimize dünyada
kimsenin yapamıyacağı karalamayı yapacaksınız. Böyle isimleri dahi dine dayanan, dindarlıkları, değil
Türkiye bütün Dünyaca bilinen sizlerin şu mübarek, pırıl pırıl, nur gibi dine ve O nun mensubu olan

144
müslümanlara sürdüğünüz leke on senede yirmi senede temizlenmez de, 40-50 senede temizlenir mi
bilmiyorum.
Bundan sonra hiç bir müslümanı ” o müslüman adam, dindar adam”diyemiyeceğiz. Çünkü cevabı
hazır “müslümanları da gördük”.
Çocukluğumuzda çoğu insanda “hocalar yiyicidir” kanaatı vardı ve müslümanların itibarı yoktu.
Düğün yemeği gibi toplu yemeklerde, bilhassa hocaların bulunduğu sofralarda hep hoca-manda
hikayeleri anlatılırdı ve kahkahalarla gülünürdü. Bir bakkal dükkanında, bakkal imama “hoca
kahveden üç çay söyleyip gelsenya ” diyebiliyordu.
Senin her gün ayrı ayrı yaftalarla yerip yerin dibine batırmaya çalıştığın o cemaat tâ Bediüzzaman Hz
lerinden başlıyarak müslümanların itibarını kurtarabilirmiyiz diye en muhtaç olan talebelerine kadar ne
zekat aldı, ne sadaka. Ve Allaha şükür hoca- manda hikayeleri de unutulmuştu. Ama bundan sonra
müslümanları hangi hikayaler, hangi hakaretler bekliyor bilmiyoruz. Dinimize bu akıl almaz kötülüğü
yapanlara HAKKIMI HELAL ETMİYORUM.
Selamla başlayıp yüz milyonlar EURO ları nasıl kaçıracaksınız, nerelere saklıyacaksınız
görüşeceksiniz sonra yine selamla bitireceksiniz. Bari İslamın şiârı olan o mübarek kelimeleri ağzınıza
alıp kirletmeseniz. Selamla başlayıp selamla bitirenlere HAKKIMI HELAL ETMİYORUM.
Başta bütün bir milletin mes’ûliyetini yüklenip, milletin başı manasında bir ünvanla makamına oturan,
ama milletinin hakkına sahip çıkmayan, üstelik evlerinden bunca EURO ların kaçırılmasının ardından
“aferin, çok iyi ettiniz” dercesine HSYK kanunu tasdik eden sayın (içimden gelmese de) Cumhur
başkanına HAKKIMI HELAL ETMİYORUM.
Özürlü, hasta çocuğu olup fakirlikten ameliyat yaptıramayan, tedavi ettiremeyen, fakirlikten hayvan
damı gibi evlerde oturan binlerce, belki milyonlarca vatandaşı olan bir ülkede bu kadar milyarların
yenilmesine sadece makamı ve partisinin hatırına ses çıkarmayan Bakan ve millet vekillerine
HAKKIMI HELAL ETMİYORUM.
(Neyin hatına bilemiyeceğim )bütün zulümler, bütün haksızlıklar ortada iken hala bunları destekliyen
yazarlara HAKKIMI HELAL ETMİYORUM.
Ve en acısı, en acısı kimlerin ve neyin hatırına ise 70 milyonun, tüyü bitmemiş yetimlerin hakkını ,
hatırını arkaya atıp “bunlar size az gelir yiyin daha da yiyin ” dercesine bunlara fetva veren hocalara!
HAKKIMI HELAL ETMİYORUM.
“Ben askerde telsizciydim, her zaman önümde devletin keğıdı kalemi vardı, ama ben devletin bir tane
keğıdını kullanmadım, devletin kalemiyle kendim için bir harf yazmadım” diyen, beş sene
müdürlüğünü yaptığı yurtta talebenin yemeğinden bir lokma yemiyen, gerektiğinde (müşahedemle)
soğanı katık yapıp karnını doyuran, dikili bir ağacı olmayan, 70-80 tane esri olan, helalinden
besliyemem ve hizmetime de mani olur endişesiyle izdivacı dahi düşünmeyen, bir cani gibi
kovalanırken dahi gitmesi gereken her yere giden ve hizmetlerini kesinlikle aksatmıyan, okumaktan,
okutmaktan ve fakir talebeleri himaye etmekten başka birşey düşünmeyen, hak mezheblere sımsıkı
bağlı, sünnî akîdeden hiç taviz vermeyen, hayatını Kur’an ve Sünnet çizgisinde en hassas şekilde
sürdüren, hizmetlerini yürütürken kimsenin medyuniyeti altına girmeyen, nereden besleniyorsunuz
diyerek Amerikaya ve Suudi Arabistana işaret edenlere “bir dolar, bir riyal aldığımızı isbat etsinler
kendimi pencereden atarım” diyebilen, kendisi için milyonların canını fedaya hazır olan, kendisine
atılan o çirkef sözler (kem söz sahibine aittir) milyonların vicdanını delik deşik ederken O
“uslubumuzu bozmayalım” dediği için sabreden bir din âlimine o çirkin isnatlar yapılırken makam ve
mevkiinden ötürü, particilikten ötürü, farklı bir cemaatta bulunmaktan vs. den ötürü susanlara da
HAKKIMI HELAL ETMİYORUM.
Aksine herşeyi göze alıp Yahya Alkan, Şeyh Nureddin Mutlu hocalarımız gibi zatlara çok teşekkür
ediyor ellerinden öpüyor, onlar gibi hakkın yanında olan hocalarımıza uzun ve bereketli ömürller
diliyorum.
Neyimiş Camia bu partiyi yıkacakmış da kendisi parti kuracakmış. Hoca Efendi bir parti kuracak veya
kurduracak olsaydı şu zamandan daha uygun bir zaman mı bulacaktı? Herkes biliyor ki bu pisliklerle
bu parti bitmiştir. Gidecek bir alternatif olmadığı için bekliyor. Beklentisi olmayanlardan neredeyse
hergün az da olsa istifa haberleri görüyoruz. Bugün Erdoğanın etrafından duranlar alternatıfsizlikten
durmaktadır.
145
İşte böyle bir zamanda Hoca Efendi ” Bediüzzaman Hz. lerinin Şeytandan ve siyasetten Allaha
sığınırım sözünün manasını şimdi daha iyi anlıyoruz” diyor, bizim Şeytandan kaçar gibi siyasetten
kaçmamız gerektiğine işaret ediyor. Biz de Allahın yardımıyla kaçacağız, inşaAllah o pisliğe
bulaşmayacağız.
Bitirirken şunu da hatırlatmak istiyorum; bu yazıyı okuyanlardan belki yüz binlerce belki milyonlarca
insan ben de “HAKKIMI HELAL ETMİYORUM” diyecektir.
İsmail Büyükçelebi
http://ibuyukcelebi.blogspot.ca/2014/02/hakkimi-helal-etmiyorum-hanmnn-ad.html

Hangi birini yazacaksınız?

Biz nasıl bir ülke olduk Allah’ım demekten kendini alamıyor insan. Yatsıyı bulmadan sönen
yalancının mumundan mı, sorumsuzca sorumluluklarını tüketen sorumluların beyanlarından
mı, hakaret kelimesinin dahi anlam çerçevesini aşan hakaretlerden mi yoksa bu köşenin
muhtevasını belirleyen dinî değer ve hükümleri hiçe sayan savrulmalardan mı?

Notlarıma baktım; “sahte veli, yalancı peygamber, içi boş alim müsveddesi.” Ardından “çanlarına ot
tıkayacağız; biz varsak siz de varsınız, biz yoksak siz de yoksunuz” tehdidi. Sonra “Kimsin sen? Senin
ağababalarını yenmişiz” sözleri. İtikadî ve hukukî açıdan değerlendirme yapacaktım bunlara ama sıra
gelmeden yenileri devreye girdi. Bu yazıyı yazarken yeni ilavelerin olacağından da hiç şüphem yok.
Onun için yazıyı kaleme almak için oturduğumda haber sitelerine baktım. Bugünün flaş konusu Yeni
Şafak ve Star’ın listesini verdiği 3 ve 7 bin kişinin –nedense aralarında anlaşamamışlar veya tashih
hatası olmuş!- dinlenme meselesi. Yazı bitince yeniden bakacağım, bakalım neler olacak?

Devreye giren yeniler nedir? Şefkat Tepe dizisindeki rüya sahnesinde Efendimiz’in (sas) ışık sûretinde
sembolize edilmesi. Akit gazetesinin ezan karikatürü. Başında kippa, boynunda Hz. Davud yıldızını
resmeden bir müezzinin ezanda “haydi salaha ve felaha“ yerine “haydin yalana, kumpasa ve ihanete”
diye ezan okuyuşu. Ertesi gün tasması bir Yahudi’nin elinde köpek şeklinde resmedilmiş ve
Türkiye’ye dışarıdan havlayan insan karikatürü. Kim o insan? Şiddeti zuhurundan gizli? Hâlâ daha
tahmin edemiyorsanız ya Türkiye’de yaşamıyorsunuz ya da bu gazeteleri takip etmiyorsunuz
demektir? Sivas ve Kütahya’daki seçim propaganda konuşmalarında “Aile nedir, çoluk-çocuk bilmez
o”, Yozgat’ta Hizmet’in yurtlarında hükümete beddua için yataklarından kaldırılan kız çocukları” ve
Afyon’da Bediüzzaman’ın Afyon Cezaevi’nde çektiği sıkıntılar üzerinden Hocaefendi’ye yapılan
göndermeler.

Haklı değil miyim dostlar nasıl bir ülke olduk demekte? Değil benim gibi haftada bir defa 3500
vuruşla bunlara cevap vermek, her gün müstakil bir gazete çıkarsan yetmeyeceği açık.

Bu hafta diğerlerinin eskimesi, rüya meselesinin ise çok dile dolanmasından hareketle rüya ekseninde
yazayım istiyordum. Hani Kur’an’ın aralarındaki fark mahfuz “menâm, büşrâ ve hulm” kelimeleri ile
anlattığı rüyadan. Allah Resulü’nün (sas) “nübüvvetin 46 parçasından biri” ve “mübeşşirat” dediği,
ashabına zaman zaman “bugün mübeşşirat göreniniz yok mu?” diye sorduğu rüyadan. Ehl-i hakikatin
Efendimiz’in (sas) istihare tavsiyesine ilave ettiği rüyadan. Âyân-i sâbitenin misal ve berzah âlemine
sembollerle akseden rüyadan. Ümmü Eymen Validemizin tespitine göre Efendimiz’in (sas) ruhunun
ufkuna yürümesi ile kapanan vahyin bereketini devam ettirdiği rüyadan. Madde ve fizik ötesi âlemi
“aklı gözlerine inmiş” maneviyat körü insanlara gösteren rüyadan. Ruhun idrak ufkunu münkirlere bile
tasdik ettiren rüyadan. Belki de ilk insan Hz. Adem’den bu yana beşerin ayrılmaz bir parçası, nice hak
dostunun, hakikat âşığının, gönül mimarının hayatlarına yön veren rüyadan. Objektif bir bilgi sebebi
ve kaynağı olmamasına rağmen subjektif manada tabire ihtiyaç duymayacak ölçüde fizikî âlemde
146
tezahür eden, kader’den kaza planına geçen rüyadan. İsterseniz daha müşahhas ifade edeyim; “Şeytan
benim suretime giremez.” diyen Allah Resulü’nün (sas) Çanakkale’de at sırtında Müslüman
Mehmetçik’le birlikte küffara karşı birlikte savaştığının görüldüğü rüyadan.

Bahsedecektim ama gördüğünüz gibi yerim bitti ve edemiyorum. Şu kadar söyleyeyim; Şefkat Tepe’de
resmedilen o rüya masa başında senaryo olarak yazılmış değil, aksine bizatihi görülmüş. Bu bir.
İkincisi; İslamî kurallara uygun biçimde -ki daha önceleri âsâ, gül ve Osmanlı minyatür sanatında
beyaz sarıklı, yeşil cübbeli bir hâle şeklinde sembolize edilmiştir- ekrana yansıtılmış ve ışık sembolü
kullanılmıştır.

Ben meselenin Hz. Peygamber’e (sas) karşı duyulan hassasiyet olduğuna nedense inanamıyorum.
Dizinin Konya’da valilik tarafından çekimlerinin yasaklanması da bunun göstergesi. Eğer dinî
hassasiyet, Peygamber sevgisi olsaydı rüşvet, irtikap ve yolsuzluktan adam kayırmacılığa, yalan
söylemekten kul hakkına tecavüze kadar uzayan açık dinî emir ve yasaklara aynı ölçülerde riayet
edilirdi.

Yer bitti, yazı da bitti. Yaklaşık 45 dakika oldu. Tekrar bakıyorum haber sitelerine. O da ne; o telefon
dinlemelere izin verdi denilen savcı açıklama yapmış; “O tarihlerde ben özel yetkili mahkemelerde
savcıydım, bundan haberim yok.”

İşte böyle dostlar; hangi birini yazacaksınız ki?

Ahmet Kurucan, Zaman, 27.02.2014

HEPİMİZ 28 ŞUBATÇIYIZ… KIVIRMAYALIM…

İstiklal Mücadelesi veren bir milletin evladını İstiklal Mahkemelerinde yargılayanlar, Ulucanlar’da
asanlar, kesenler kimlerdi, nereden gelmişlerdi?
Şefkatli, merhametli bir milletin içinde, o caniler, zorbalar, katiller nasıl barınabilmişti ve
kendi çocuklarına nasıl kıyabilmişlerdi!
Gelelim 28 Subat’a…
Faturayı sadece bir kaç paşaya, medyadaki bazı gazetecilere, milletvekillerine, bürokratlara,
hatta bazı cumhurbaşkanlarına, başbakanlara kesip işin içinden çıkıyoruz. Böylelikle, giriftar
olduğumuz müşterek günahımızdan (collective guilt) kurtulmanın yollarını arıyoruz!
Halbuki bu günah, gelecek nesillerin de ibret alabilecekleri bir tevbe-i nasuh gerektiriyor. O da
toplumun demokrasi bilincini içselleştirmesine ve birlikte yaşama anlayışının yerleşmesine
vabeste…Heyhat, toplum olarak, bundan hala çok uzağız.
Şimdilik, 28 Şubatçıları yargılamak için eğer bir Nurnberg Mahkemesi kuracaksak , topyekün bir
millet olarak sanık sandalyesine oturmamız gerekiyor. Evet, ne yazık ki suçlular ve suçlu olma
potansiyeline sahip olanlar aramızda: sen ben o siz biz onlar…

28 Şubat döneminde ben de özel okulun birinde idealist bir muallimdim. Gestapolar tarafından
takip, teftiş hatta tedhiş edildiğimiz o meşum günlerde, alelade işlerimi bile sakit bir infialle
görüyordum. Verdiğim bir mücadele vardı; bu, genç yaşımda beni yormuştu; hatta derin
bir ümitsizliğe boğulmak üzereydim. O dönemlerde yapılabilecek en iyi şey askere gitmekti, ben de
gittim. Haziran fırtınasının ortalığı kasıp kavurduğu günlerde askerdim.
Sonra, nice öğretmenler tanıdım, dindardılar, perukluydular, aralarında yakınlarım da vardı. Bir sabah
ellerine zarflar tutuşturuldu: “Devlet memurluğundan çıkarıldınız” “Umut ne kadar azdı.”
Onbinlerce özbeöz vatan evladının hayatı karartıldı.
Ellerindeki master ve doktora diplomalarıyla ortada kalakaldılar, sekreter bile olamadılar; evlerinde
ah vah edip kafayı yedi onbinlercesi.
Binlerce avukat, doktor, mühendisin canına okundu.
147
Toplumda yüzde bir bile tabanı olmayan bir şirzime -i kalil, masum insanlardan cüzzamlı, vebalı
insanlar üreten üfunetli bir sistem yarattı..
Bugün 28 Şubat bitti diyenlerin hiç biri de o günlerin mağdurlarından değildi.
Güce tapanbu topraklarda, 28 Şubat ruhunun her an hortlayabilme ihtimali ve potansiyeli sürekli
sözkonusu olacak, 28 Şubat farklı şekil ve şemaillerde bin yıl değil, ebediyen sürecek.
Ülkemizdeki neme lazımcı, hepbanacı ve hamsofta kaba yobaz bir din anlayışı, kafatası
milliyetçiliği, bağnaz laiklik her zaman 28 Şubatlara zemin hazırlayacak…
Bu meyanda, isterseniz o dönemin perde arkasındaki bazı aktörlerine kısaca bir göz atalım:
Bölüğünü, taburunu, tugayını fişleyen komutanlar ne kadar 28 Şubatçıysa, mangasındaki
erleri dini durumlarına göre,üstlerine gammazlayan Tokatlı onbaşı, Çankırılı yazıcı, kısa dönem
asker arkadaşlarının fişlemelerini maharet ve ievkle bilgisayara geçiren ilahiyatçı yedek subay
da o kadar 28 Şubatçıydı. Askerliklerini rahat yapıp bitirdiler, terhis olunca da
gerektiğinde hortlamak üzere 28 Şubatçı zihniyetlerini de yanlarında alıp memleketlerine döndüler.
Yegane vazifesi okulundaki öğretmenlerini gammazlamak ve raporlamak olan gölgesinden korkan
ülkücü, mukaddesatçı, muhafazakar,dinidar bilumum müdürler de dönemin malum zihniyetli
gaddar Maarif nazırı kadar 28 Şubatçı.
Kazanılan bütün işten atılma davalarına hiç geciktirmeden cevab-ı red veren Danıştay devletlüleri…
Başıörtülülüleri Milli Eğitim Müdürlüğü binalarına sokmayan kapıdaki görevli, itiraz
dilekçesini imza karşılığı almayarak çöpe atan kraldan fazla kralcı evrak kabul memuru siz
28 Şubatçı değil misiniz? Ve bugün Türkiye’de yaşamıyor musunuz!
Kararlara imza çakan muhterem siyasiler…Bugün attıkları o imzayı hala savunmuyorlar mı!
Cumaları kürsüde ellerine tutuşturulan hutbeleri harfi harfine okuyan, imani meseleler bir yana, her
biri bitki çiçek börtü böcek uzmanı olan resmi hizmete mahsus imamlar…Neylersin viran
olası hanede evlad u iyal var…değil mi!
Üniversitedeki odasında pısırık pısırık oturup da dua hakkını, inşallah sıra bana gelmez
diye kullanan miskin akademisyenler…
Her dönemin adamı, idare-i maslahatçısı seni…
Bugün analizleriyle mangalda kül bırakmayan muhafazakar köşe yazarları…
Ellerinde çetele, halkı sokak sokak ev ev fişleyen mahalle muhtarları…
Sadece vicdanlarımızı değil, ceplerimizi de kurutan 28 Şubat’ın siz sayın banka memurları, ultra
çağdaş memureleri…ihlaslı kazanç kurumlarının genel müdürleri…
28 Şubat şahsı manevisinin prototipi ve mümessil- i azamı Demirel’i 40 yıldır bu memleketin
başına musallat eden siz bilumum sağcı, muhafazakar, mukadesatçı halk kitleleri…
Muhafazakar dergilere, gazeteler vs. reklam vermekten korkan muhafazakar işadamları…
Ve ben… Her gün çalıştığı okulun öğretmenler odasına gelip üniformalarıyla oturan, keyfine göre
derslere girip okulu teftiş eden askere “komutanım siz niye kışlanızda değilsiniz” bile diyemeyen
ben….Nihayetinde terk-i diyar eden ben, ben de 28 Şubatçıyım.
Milli iradenin şaha kalktığı Kurtuluş Savaşından hemen sonra bile,milletin iradesini darbe ve
sadmelerle mefluç eden gizli komitaların heveskar gönüllüleri aramızda oldukça… işimiz zor.
Ama duam şudur:
Allah bir daha bu millete ebediyete kadar 28 Şubat zulümleri göstermesin; ve biz 28 Şubatçılara ilk
taşı 29 Şubatta doğanlar, masumlar atsın

Engin Sezen

http://esezen.blogspot.ca/

Neydi, Ne Değildi, Ne oldu 28 Şubat?

28 Şubat 1997 ’post-modern’ darbesi, hukuksuzları çağrıştırdığı için devleti kurtarmayı değil
çöküşünü anımsatıyor. Bu nedenle bin yıl devam edemedi, 17. yıldönümünde acılarıyla anılıyor.

148
50 milyar dolarımızın havaya uçtuğu, irticanın bahane edildiği şahane bir soygun süreciydi. Sisi
gibi bir homoseksüel istihbaratcı olabildiği için bir ’Travesti darbe’siydi 28 Şubat.

Ak Parti, bugün 17 Aralık 2013′den beri değil, Eylül 2011′den beri Yeşil bir 28 Şubat süreci
yürütüyor, 200 milyar dolarımızın nasıl hesapsız kitapsız har vurulup harman savrulduğunu
gizlemeye çalışıyor. 17 yıl önce olan “postmodern” darbe şekil değiştirdi, bunun adı, AKP’nin
cemaata attığı kazık veya bir “dostmodern” darbesidir.

Her şeyden önce 17 yıl önceki darbenin arkasında her darbe gibi ABD ’nin tam desteği bulunuyordu.
28 Şubat sürecinin başlangıç tarihi, sanıldığı gibi Demirel’e askerlerin brifing verdiği ve kendisinin
darbeyi yönetmeye başladığı Aralık 1996 değil 15 Ekim 1996 tarihli ABD Dışişleri Bakanlığı’ndan
ABD Ankara Büyülelçisi Mark Grossman’a gönderilen ’ Çok Gizli’ kriptolu bir mektuptur. Darbe için
düğmeye basılmış ve Refahyol’un Amerikan çıkarlarına uymadığı bildirilmiştir. Grossman, bugün
Neoconların borazanı Fox tv’nin satın aldığı TGRT’nin Başdanışmanıdır. Mossad ve CIA’nın derin
devletimizi tüm enstürumanlarıyla başarıyla kullanarak, yarısından çoğu ’aptal’ yerine konan bir
milleti, birbirine düşürerek nasıl maymun gibi oynatılabileceklerini simgeleyen bir tiyatro resitaliydi
28 Şubat.

Bugün yaşanan yeşil 28 Şubat da tam bir tiyatro, palyaçolar geçidi! Cemaat, bu nedenle bedduaya
rahatlıkla ‘Amin’ diyor ama Ak parti, diyemiyor. Hükümeti yıkmak isteyen MİT içindeki Mossad ve
CIA ekibi çete maalesef, bu defa yeni yöntemlerle halkımızı aptal yerine koyuyor. Başbakan, ailesi ve
bakanlarla ilgili son 7 yıldır hazırlanan yolsuzluk ve rüşvet dosyaların boyu başbakandan daha uzun!
Ayrıca özel harp destekli dinleme ve takiplerle, 40 seks kasedi de var ellerinde. Cemaat ile Ak
Parti’nin arasını bunlar 2009′dan beri ince politikalarla açtılar. Başbakan mecburiyetten ne deseler
yapıyor, aslında cemaati siyasi rakip gördüğü için işine de geliyor. Cemaat, yolsuzlukla ve rüşvetlerle
aynı karede görülmek istemediği için fırsattan yararlandı ve ipleri kopardı. Ak Parti içinde ne kadar
dürüst adam varsa durumdan rahatsız, ama sesleri çıkamıyor. Cemaata zulmettirenler 28 Şubat’taki
derin devlet ve aynı dış merkezler; AKP buna alet oldu, tarihe gömülecektir. Zalimin yanında olamam,
zulmü asla sevemem, zalim güçlü diye önünde eğilemem.

17 yıl önceki darbe, İstanbul baronlarının, dükalığının Anadolu kaplanlarını yeşil sermaye yaftasıyla
kafese sokma darbesiydi. Beşbinden fazla mütedeyyin iş adamının önü sadece dindar oldukları için
kesilmiş ve dış sermaye ve gizli dış yapılanmalarla organik bağı olanlar korunmuştu. Bunu kapı önüne
konduktan sonra ilk itiraf eden gazeteci Can Ataklı’ydı. Refahyol devrilir devrilmez “İyi oldu. Biz de
destek verdik” diyen Rahmi Koç baş destekçiydi. Karşılığını aldı. Kocaeli’nde Ford-Koç ortaklığına
Demirel’in ’ Gelsinler Köşkün bahçesini vereyim’ demogojisiyle bedava arsa verildi. Aynı grubun
İstanbul’da 100 dönümlük bir çam ormanını talan ederek paralı üniversite kurmasına göz yumulmuştu.
Bugün Acarİstanbul faciasının arkasında da Doğan Holding ve avaneleri duruyordu. Yıkamıyorlardı.
Hürriyet, 28 Şubat’ı ’Sivil Darbe Zaferi’ diye hep alkışladı, alkışlayacaktı. Bir ülkede hukuk, anayasa
herkese aynı uygulanmıyorsa laik olmuş olmamış ne yazar! Ertuğrul Özkök gibi eskiden sosyal eşitlik
sevdalısı eski solcularımızın patron olduğu, darbeyi savunarak ’bardak’ olduklarının ilanıydı 28 Şubat.

Hızını almayan büyük sermaye basınının “Andıç” adı verilen talimatnamelerle doğrudan doğruya
yönetilmesine 28 Şubat paranoyası imkan sağlamıştı. Cengiz Çandar, Mehmet Barlas ve Mehmet Ali
Birand gibi tecrübeli, üstelik laik gazetecilerin, PKK teröristi Sakık’ın itiraflarını değiştiren MGK
Genel Sekreteri Erol Özkasnak’ın marifetiyle ’vatan haini’ diye kovulduğu basın tarihimizin yüzkara
dönemiydi 28 Şubat. Paranoyak dönemlerde en sık kullanılan psikolojik savaş damgasıdır vatan
hainliği. Andıçlananlar, demokratik, gelişmiş bir ülkede yaşadıklarına inansalar, andıçın sorumlularını
cezalandırmak için tazminat davası açarlardı. Yapanın yanına kar kalmazdı. 28 Şubat, hukuksuz
davranışları cezalandırılamayanların demokrasiyi kırpıp kırpıp yıldız yaptığı anomalidir. Bu psikozdan
beslenenler serbest gezdiği sürece yeni darbelere ilham kaynağıdır 28 Şubat.

149
Çevik Bir’in o dönemin gazete patronlarına baskı yaparak, haber toplantılarına katılarak manşet
attırdığı, demokratik bir ülkede asla hayale gelmeyecek üsullerle çalışıldığı zaman dilimiydi;
gazetecilerin servis haberleri kanıksamadığı ve gazeteciliğin provokatörlük haline dönüşüp meslek
etiğinin iflas ettiği onursuzluk zinciriydi 28 Şubat. Darbecilerden korkup, yazarlara çizerlere baskı
yapmanın utancı kabullenildi. Medya patronlarının bu ayıbı içine sindirdiği, her gazeteyi yönlendirmek
için bir Albay tayin edilen, bakanlara zoraki asker danışman verilen askeri vesayetin gölgesinde
gölgesinden korkulan bir hayaletti 28 Şubat.

Bugün 28 Şubat sürecini küçümsemeye çalışanların Çevik Bir ve Güven Erkaya’ya karşı “kıskançlık
hissiyle” hareket ettiğini söyleyen Özkasnak, “Tek bir mermi atılmadı, tek bir burun kanamadı. Tıpkı
NATO’nun Varşova Paktı’nı teslim alması gibi” dedi 28 Şubat’ı ilk defa ’ Post modern’ darbe diye
övünerek tanımlarken. Utanmadan hukuk dışılıklarını savunanların medyada boy gösterdiği bir
dönemeçte hakkı söyleyenlerin hain sayıldığı, zalimler korosunun nöbet tuttuğu, bakanlıklara gölge
cuntacı bakanların kurulduğu ve başbakana Başbakanlık Kriz Merkezi tarafından genelgeler yazılıp
imzalatıldığı için ülkenin başbakanının kim olduğu belli olmayan devletsizlik dönemiydi 28 Şubat.

Bozacının şıracıyı savunması normaldi. 7. Cumhurbaşkanı Kenan Evren, Erol Özkasnak’ın “28 Şubat
post – modern bir darbedir” açıklamasını değerlendirirken “TSK ikaz görevini yapmıştır ve iyi de
olmuştur” dedi. ” 28 Şubat olmasaydı acaba ne olurdu? Onu ben sizin takdirlerinize bırakıyorum”
diyen Evren, sözlerini şöyle noktaladı: “Bu, MGK’da alınmış bir karar. MGK, Anayasal bir kurum.
Söylenecek bir şey yok.” Darbeyi savunmak anayasal bir suç iken, darbeyi savunanlar halkımıza
sürekli korku pompalayanlar ve darbe zeminini kurgulayanlardı. Gerçek bir hukuk devleti olsaydık
“anayasal bir suçu” itiraf edenler çoktan yargının önüne çıkmış olurdu. Cami ile kışlanın arasını açan,
vatandaşın devletine olan güvenini sarsan, suç işleyen güçlüyse, apoletliyse suçsuz sayılan, suçluların
halen suçlarını suç olarak görmemeyi sürdürdüğü ve yargılanamadığı patolojik bozukluğun fiziki
patlayışı, dam başında saksağanlığın daniskasıydı 28 Şubat.

Ulusal çıkarlarımızı koruma ve kollama görevi “Batı Çalışma Grubu”gibi hukuksal demokratik sosyal
devlet yapısında yeri olmayan illegal cuntacı asker-sivil bir çeteye teslim edildiği ve askeri hiyerarşi
bozulduğu için askeriyemizin yıprandığı bir süreçti 28 Şubat. 3 milyon insanımızı fişleyen grubun
fişleri 1999 İzmit depreminde Gölcük’te yerin derinliklerine gömülmeseydi, ülkemiz bir açık hava
hapishanesi veya ağlama kampına dönebilirdi.’ Bu ülkeyi adam etmek için gerekirse beş milyon
irticacıyı toplama kamplarına alır, açlıktan öldürürüz, nasıl olsa nüfusumuz fazla’ diyebilen ve bu
espiriye gülebilen vicdansızları, kalpsizleri, demokrasiden nasibini almamışları içinde barındırıyordu
28 Şubat. Kimse bu yapılanmaların legalliğini sorgulamaya cesaret edemedi ve yol kesen hayduta
hesap sorulamadığı gibi karşısında tırsıldı. Yargı mensuplarının illegal yapıdan brifing aldığı ve
alkışlatıldıkları için yargı bağımsızlığının mevta oluşunun adıydı 28 Şubat.

Halkın hiçe sayıldığı ve inançlarıyla alay edildiği, aydınların basiretlerinin bağlandığı ve hakkı
haykıramadıkları yanlışlar zinciriydi. 18 maddesinden sadece bir tanesi uygulanabildi ve 8 yıllık temel
eğitime geçildi. Diğer 17 maddesinin neden yazıldığı meçhuldü. Faaliyetiyle çeşitli “sivil toplum
örgütleri” ve üniversiteler de bu sürece eklemlendiği için NGO anlayışına fesat karıştırılan ve ilim
yuvalarına siyasetin alet edildiği fetret dönemi darbesiydi 28 Şubat. Başörtülülere zenci muamelesi
yapılan, üniversitelerde nazi tarzı sorgulama odaları kurulan üniversitelerin ilmin değil insanlık ayıbı
filmlerin çevrildiği mekana dönüştürülmesinin resmiydi 28 Şubat.

28 Şubat kararları, alınırken kullanılan kaynak eser nedeniyle sorunluydu. 28 Şubat’ın asıl
müsebbibinin asker değil, medya ve sivil toplum örgütleriydi. O dönemde, ülkede aydın kimse
kalmamıştı sanki; Faik Bulut gibi eski bir terör suçlusunun kitabından yararlanıldı ve bu ülkenin
yetiştirdiği ilim adamlarına hakaret edildi. Bulut’un kitabında yer alan cümlelerle, MGK kararlarındaki
bazı cümleler aynıydı. BÇG’den çıktığı söylenen el altı açıklamalar vardı. Bunlar bile kitapdaki
cümlelerden, virgülüne kadar intihal edilmişti. Kalıp olarak alınmıştı. Türkiye’ye karşı örgütlü yapılara
150
teori üreten kişinin aynı zamanda devletin en hassas kuruluşlarına da teorisyenlik, kılavuzluk yaptığı
bir süreçti 28 Şubat.

’Laik rejimi kurtaralım’ ayaklarıyla yola çıkıp bankaların içini boşaltanların cirit attığı, devletin yol
geçen hanı gibi soyulduğu ve hortumculuğun doğal karşılandığı, ülkenin 3. dünya ülkesi görünümüne
hapsedildiği karanlık günlerdi. Gerçek hortumcuların ve ülkeye zarar verenlerin kimler olduğunu
askerlerden, yargı mensuplarına kadar herkes gördü, bildi, tanıdı. Ülkeyi çok korkunç bir ekonomik
krize sürüklemelerinden sonra inandırıcılıklarını kaybetmelerine rağmen halen yüzümüze baka baka
tek tutundukları daldı 28 Şubat. Halk, artık darbe ortamı oluşturmak isteyenlere acaba şimdi hangi
bankayı hortumlayacaklar gözüyle bakıyor. Banka hortumlayan işadamlarının hep laik kimlikli
olmaları da laik darbecilerin sırtında koca bir kambur olarak duruyor. Yeşil sermaye diye öz halkını
kategorize eden azınlıkların ülkemizin koruyucu ve kollayıcısı bazı askerlerimizi tepe tepe kullandığı,
ama evdeki hesaplarının çarşıya uymayacağını gösteren oyunun dramalarla, acılarla dolu son perdesi
sandık 28 Şubat’ı. Son vesayet değilmiş meğer.

Allah, bu millete bir daha darbeler, 28 Şubatlar yaşatmasın dedik ama sapı bizden yeşil baltalar eliyle
yaşıyoruz bugün. Devleti soyan, içini boşaltanlar, yaptıkları şahane vurgunu gizlemek için cemaatı
günah keçisi seçti. Fişlemeler, sürgünler, baskılar, zulümler hiç değişmedi. 28 Şubat’ın sonuçları
aslında toplum mühendislik projeleri iflas eden derin devlet kalıntılarının kendi kendilerini tasfiyeye
başladıkları tarihin adıdır. Bize bunca acıları yaşatmasalardı, derinden derine ülkeyi karıştırmayı
sürdürebileceklerdi. Nitekim darbeye bulaştıkları için pişmanlıkları dile getiren ve oyuna
getirildiklerini kabul eden asker-sivil ehli insafların sayısı her geçen yıl artıyor. 28 Şubat tarihi bize,
darbelerin tarihe karışması gerektiği arzusunu hatırlatıyor; tahrik ettiği, karşısına aldığı geniş halk
kitlesi düşünülürse, uyuyan aslanı uyandıran tarihi sürecin remzidir 28 Şubat.

Başbakan Erdoğan’ın tıpkı Demirel gibi darbenin başına geçmesi mukadder sonunu
değiştirmeyecektir. Cemaat, bu süreçte, sadece kendini savunuyor ve maalesef AKP’nin yok
edileceğini de görüyor, bu gidişattan belli. Global ve yerli şeytanlar, önce mümkün olduğu kadar
cemaata zarar vermeye çalışıyorlar. Zira, AKP’yı çantada keklik görüyorlar, çok fazla kirlendikleri
için onları saf dışı etmek çocuk oyuncağı. Son üç aydır kamuoyunda rezil edilip AKP’ye ve
başbakana olan güven nasıl bitti değil mi? Halk, darbeciyi çöpe atar, elbette darbenin perde arkasında
duran suflör ve senaryo yazarları , cemaat hizmetini öyle kolay kolay diz çöktüremeyeceklerini
biliyorlar.

Dahasına katlanmaya hazırım

İkindi sonrası. Küçücük salonda herkes kendine bir yer bulmuş. Bir bardak çay için bile olsa
oturacağını tahmin ediyoruz. İstinad noktamız, hatırı sayılır misafirlerin varlığı. Tahminimiz
doğru çıktı. Herkesi cepheden, yandan görebilecek konumda yerleştirilmiş koltuğuna oturdu ve
başladı sohbete…

Şimdi size 10-15 dakikalık sohbetin en sonuna götürecek ve tekrar başa döneceğim. Hani bazı filmler
vardır, senarist olmadığınız, o filmi daha önce hiç izlemediğiniz halde sonucu tahmin edersiniz ya; ben
de sohbetin böyle bir sonla biteceğini tahmin ettim. Gözyaşı ile bitecek dedim içimden. Gidişat onu
gösteriyordu. Mantıkî hiçbir boşluğun olmadığı, akla gelmesi muhtemel sorulara cevapların verildiği,
sorularla muhtevanın derinleştirilmeye çalışıldığı ve hepsinden önemlisi his ve heyecanın yavaş yavaş
zirve yaptığı bu sohbetin gözyaşları ile biteceğini tahmin etmek bu türlü sohbet meclislerine âşina olan
insanlar için zor olmasa gerekti.

“Hepinizin hissiyatına tercüman olma manasında diyorum ki…” diye son cümlelerine başladı ve
“cennet” dedi. Sonra cennetin bütün güzelliklerini tarif ve tavsif etti. Kur’an ayetleri, Hz.
Peygamber’in (sas) beyanları ile temellendirilebilirdi bu tarif ve tavsifler… Ardından; “İşte, böylesi bir
151
cennete girmek mi yoksa şu katlandığınız sıkıntıların, yaşadığınız daralmaların onlarca katına
katlanarak insanlığa hak ve hakikati anlatmak mı? Bu uğurda yaptığınız hizmetlere hiçbir şey olmamış
gibi devam etmek mi?” Gür sesle birisinin “ikincisi” dediğini duyduk hep birlikte. Sesin geldiği yere
kafasını çevirip tasdik makamında başını salladı ve son cümleyi söyledi: “Sizin hissiyatınızı benim
hissiyatımdan daha dûn görmüyorum ama kendi namıma söyleyeyim; şu sıkıntılı halime rağmen
bunların çok daha fazlasına katlanmaya hazırım.” Kopacaktı zaten salon, bu cümleler kopmanın
başlangıcını teşkil etti. Hocaefendi ağlaya ağlaya odasına girerken, salonda gözyaşları Sahibine doğru
yola çıkıyordu.

Geriye döneyim şimdi; sohbet Alvarlı Efe Hazretleri’nin “Perişanım bugün cânâ perişan olmayan
bilmez. Cevahir kadrini cevher fürûşân olmayan bilmez.” dizeleri ile başladı. “İnsanın böyle ahvâl
karşısında perişan olması biraz imanının seviyesi, biraz insanlığının derinliği, biraz su-i akıbet
endişesi, biraz hüsn-ü akıbetin neler vaat ettiğini bilmekle olur. Sûfiler gerçek insanî değerleri üns
billah’a bağlamışlar. Zirve seviyesinde bunu temsil eden peygamberler de insanlar üns billah’a
gelmiyorlar diye ölüp ölüp dirilmişler. Sırasıyla evliya, asfiya, mukarrabîn. Zilliyet planında bu
insanlar duymuş aynı sıkıntıları.” Burada durdu, çoklarımızın bildiği nice isimler saydı. İmam
Rabbani’den Şeyh Sibgatullah’a, Abdulkadir Geylani’den Muhammed Küfrevi’ye kadar birçok isim.
Sonra cümlelerini şöyle sürdürdü: “Büyük insan yetimi bir nesiliz biz. Görmedik böyle insanlar…”
Defalarca dediğim gibi denge insanı. Sözün tam burasında, “Mutlak manada bunları tezkiyede
bulunmak Allah’a karşı ayrı bir saygısızlıktır ama büyük insanlar bunlar bilebildiğimiz kadarıyla.”
dedi.

Benim burada dikkatimi çeken şey iman ve üns billah münasebeti oldu. Şuara ve Kehf surelerinde
hemen hemen aynı mealde iki ayetle anlatılan bu hakikati biz hep muhataplarının iman etmesi olarak
anlıyorduk. Daha doğrusu ben öyle anlıyordum. Dolayısıyla Efendimiz’in (sas) iman etmeyenler
ekseninde böylesi bir sıkıntı içine girdiğini ve Kur’an’ın, “Şimdi, bu söze inanmazlarsa, demek sen
onların ardına düşüp nerdeyse kendini helak edeceksin.” ayetiyle onu tebcil ve takdir ettiğini
düşünüyordum. Doğru, bu anlamada bir problem yok ama üns billah dediğinizde ötesini de
görüyorsunuz; o da iman edenlerin imanda seviye kat’ etmemeleri de aynı ölçüde olmasa bile
Efendimiz’i (sas) dilgîr etmiş. Bir anahtar hüviyetinde olan bu yaklaşımı merkeze alırsanız, bunu
destekleyecek onlarca, yüzlerce hadise bulmak mümkün Efendimiz’in (sas) hayatında. Tafsilatı
müstakil bir yazı konusu olan bu hususu şimdilik bir kenara bırakıp sohbete dönelim.

Tahmin edeceğiniz gibi sözün bundan sonraki akışında başta peygamberler olmak üzere günümüze
kadar uzayan büyüklerin din-iman uğrunda çektikleri sıkıntıları anlattı. Oldukça uzun süren bu
bölümden sonra dedi ki: “Onların çektikleri ile bizimkiler mukayese bile edilmez. Biz maddi sebepler
planında yapılması gerekli olan şeyleri hiç ihmal etmeden yapıp vazifemize devam etmeliyiz.
Gelecekte kimin haklı, kimin haksız olduğu görülecek. O günler geldiğinde siz de diyeceksiniz ki; iyi
ki katlanmışız bu sıkıntılara. Eğer bunlara katlanmasaydık hizmet muzaaf veya mük’ap olarak
katlanmayacaktı.”

Önemli bir cümle bu. Kehanet değil, dünden hareketle bugünü, bugünden hareketle yarını görmenin
ifadesi. Allah’a, O’nun sonsuz lütuf ve ihsanlarına halis bir iman ve itminanın göstergesi. Artık siyasî
literatürümüze de giren cümleyle “abdestinden ve namazından emin oluşun” tezahürü. Nitekim
devamında söylediği şu cümleler bu yorumlara haklılık kazandırıyor: “Verdiği şeyler vereceği şeylerin
teminatıdır; en inandırıcı referansıdır. Biraz önce söylediğim o büyük kametlere nispetle zahmetsiz,
meşakkatsiz yaptığımız hizmetlere azmimizi, cehdimizi katlayıp devam edeceğiz. Üstad’ın aktardığı
gibi ‘gemiler sizin arzusuna, isteklerinize göre seyretmez.’”

Birisinin hatırlatması ile şahsen tekrarından benim utandığım “sahte veli, yalancı peygamber, âlim
müsveddesi…” gibi sözler devreye girdi. Cümleyi bitirmesine imkân vermedi. “Önemsememek lazım.

152
Herkes kendi karakterinin gereğine göre amel eder. Çevre görmüyor mu? Hepsini bir anda
göremeyebilirler. Ama zamanla görecekler. Acele etmeyin…”

“Dua vakti geldi, abdest tazeleyecek olanlar tazelesin.” dedi ama kimse yerinden ayrılmadı. Bir
mahzuniyet çökmüştü herkesin üzerine. Hakaret kelimesinin hafif kaldığı son sözlerin hatırlatılması
ayrı bir havanın esmesine sebebiyet verdi her nedense. Huzurun insibağına boyanmış simalar, meltem
misali esen rüzgârdan istifade eden gönüller bu mahzun ortamda teselli ve tesliye babında bir şeyler
demek istiyordu. Fakat mehabetin araya koyduğu mesafeyi, huzurda bulunmanın lazım-ı gayr-ı
müfârıkı olan saygının eşiğini aşıp kimse de bir şey diyemedi. Hocaefendi gibi mütecessis bir insanın
bunu görmemesi, duymaması, hissetmemesi mümkün değildi. Bana sorarsanız; gördü, duydu ve
hissetti ki yazının başlangıcında söylediğim “Hepinizin hissiyatına tercüman olma manasında diyorum
ki…” cümleleri ile yeniden söze başladı. Gerisini biliyorsunuz.

Farklıydı bugün burası. Farkı fark etmek için “fark” makamında olmaya gerek yoktu. Hele hele Faruk
olmaya hiç ihtiyaç yoktu. Allah’a şükür, tasavvuf erbabının dediği gibi “Cem’den sükût, fark’ta sübût”
noktasını yakalamış, “cemâl ile celâl’i bir bilip kemâl’in mazhariyetine ermiş” bir mürşid-i kâmil vardı
ve onun gönüllere akan beyanları muvakkaten de olsa muhataplarını oralara çıkarıyordu. Hamd O’na,
minnet O’na, şükran O’na (cc).

Ahmet Kurucan, Zaman, 01.03.2014

153
154
3. Dolmabahçe krizi!

Diyeceksiniz, biz daha 1. ve 2. Dolmabahçe krizlerini bilmiyoruz ki, 3. kriz nedir bilelim. İlk
Dolmabahçe krizi, Eski Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt ile başbakanın sır kalan görüşmesidir.
Büyükanıt, eşi ve kızı ile ilgili hazırlanan skandallarla dolu dosya üzerinden cemaatı infaz etmeye
çalışan MİT’in karanlık şebekesi, avcunu yaladı. Zira o dosyaları benim gibi sağ görüşlü sayılan
gazeteci ve yazarlara servis edip, suçu cemaatın üstüne atmaya çalıştılar. Bu fitneyi yayan kürşad
hareketi sitesinin gerçek yüzünü deşifre ettim ve sağ medyada haber yapılmasını engelledim.
Büyükanıt cemaatı günahı kadar sevmez ama onu korumak zorunda kaldım. 1. krizde halen gizemli
kalan, başbakanın ‘cemaatı infaz edelim, yoksa kellemi istiyorlar’ diyen Büyükanıt’a verdiği cevaptır.
Bugün ne cevap verdiğini öğrendik, artık merak etmiyoruz. Niyeti kötü, hem de çok kötü…

2. kriz, başbakanın Uzakdoğu seferine çıkmadan önce beyefendilerin seçilmiş 47 köşe yazarını
topladığı tarihi Dolmabahçe baskısıydı. 17 ve 24 Aralık’ta başbakanın sıkı bir tüccar olduğu,
makamını kullanarak milyarlarca doları tokatladığı ortaya çıktı. Bu örtbast edilmesi imkansız
hortumculuğu, şahane vurgunu örtmek için “cemaat paralel devlet” bahanesi yazarlara empoze edildi.
Kimse, “madem başbakan ticaret yapmaya hevesli, siyaset millete hizmet yeridir, devlete yaslanarak
servet devşirme, ihale alma yeri değildir” diyemedi. Sadece TUSKON Başkanı Rıza Nur Meral, dün
bunu nihayet söyledi, haksız kazanç sağlayan ve haksız rekabet yapan başbakanı mindere eşit şartlarda
davet etti. Dolmabahçe’den sadece Zaman yazarı Ali Bulaç doğruları yazdı. Fehmi Koru ise
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile Fethullah Gülen Hocaefendi arasında arabuluculuğa soyundu. Bunun
nasıl bir oyun olduğu Koru’nun, “Erdoğan’ın kasetleri doğru olsa bile inanmam” tavrıyla deşifre oldu.
Gül’de oyunun içinde, Koru’da…

3. Dolmabahçe krizi, Erdoğan’ın biat alma girişimidir. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Dolmabahçe
sarayında 15 gün önce İslami cemaat liderlerini toplayarak seçimde oy ve cemaatı infaz için biat
almaya çalıştı. Başbakan ilk sözü Nur grubundan Üstadın talabesi Mehmet Fırıncı’ya verdi ve Gülen
Hocaefendi aleyhine konuşmasını istedi. Başbakan Fırıncı’ya ‘anlat’ diyor ve Fırıncı, “biz
Hocaefendi’nin bu işlerde parmağı olduğunu düşünüyor ve sizi destekliyoruz” diyordu. Fırıncı,
açıklama yapmış ve “böyle bir görüşme olmadı” demiş. Benim kaynağım görüşmeye katılan biri, yani
sağlam. Siyasete karışınca Nurcu kalınmıyor işte!

Sonra sözü başka bir Nur talabesi kardeşimiz alıyor (şahit olan aktaran arkadaş herkesi ismiyle
tanımıyor, ismini unutmuş) ve başlıyor sallamaya. O sırada başka bir Nur talabesi kardeş tersliyor ve
karşı çıkıyor. Gülen’i savunma konumunda olan kardeş Yeni Asya grubundan olabilir. Başbakan,
Gülen ve cemaatına infazı onaylamayan Nurcu lideri Dolmabahçe salonundan hemen kovmaları için
korumalarına baş kaş göz ediyor ve dışarı atıyorlar.

Mahmut Ustaoğlu Hocaefendi ve Cübbbeli Ahmet Hoca’da başbakanın cemaatı ve Gülen’i infaz
kararını onaylamıyorlar ve onlarda kovuluyorlar. Emin misin diye sordum aktaran şahit arkadaşıma. 90
yaşına merdiven dayamış Mahmut Hoca sanmıyorum ki katılmış olsun. Hem Cübbeli Ahmet Hoca
oradaysa ne diye katılsın? Hem Ak Parti’ye oy verecekleri konuşuluyor. Cübbeli Ahmet Hoca,
kendisini Silivri’ye attıran komployu cemaatın değil MİT’de başbakana çalışan ekibin kurduğunu
öğrendiğinden beri başbakana serbest atış yapıyor. Hapiste Gülen Hocaefendi’yi rüyasında gören
Cübbeli Ahmet Hoca, tavrını zaten belirledi: AKP’ye oy yok. Biat etmeye gelince, Cübbeli, asla
hırsıza biat etmez. Bunu açıkca vaazlarında söylüyor. Vaaz vermesin diye Başbakanın danışmanının
Mahmut Ustaoğlu’nu aramasından çok rahatsız olmuş.

Asıl bombayı Dolmabahçe’de Süleyman Efendi talabeleri patlatıyorlar. Aslında Hizmet ile araları
limonidir, desteklediklerini hiç duymamıştım. Zaten Mehmet Denizolgun ve Ahmet Denizolgun
arasında cemaat ikiye bölünmüş durumda. Biri MHP’yi destekliyor, öteki AKP’yi. 3 kişiyle
katılmışlar. Toplantıdan daha birgün evvel iki gruptan biri AKP’ye destek kararı almışlardı ama ertesi
155
gün ne olduysa kararları değişti. Bundan başbakanın haberi yok, orada öğreniyor. Süleyman Efendi
talabelerinin başbakanın Gülen ve cemaatını infaz kararına destek vermekten vazgeçiren, üç Süleyman
Efendi talabesinin de gördüğü aynı, ortak bir rüya. Efendimiz Hz. Muhammed (sav) Gülen
Hocaefendi’ye destek olunmasını üç kardeşin rüyasına da girerek emretmiş. Bunu aynen toplantıda
aktarmışlar. Başbakan tabi delirmiş, etrafı tekmelemiş ve provakasyonla suçlamış onları. 3. kriz böyle
çıkmış ve salondakilerin yarısı hemen bu vahim şerde biat toplantısını terk etmişler. Fiyasko ile
sonuçlanmış toplantı.

Kısacası,başbakanın İslami cemaatlerden destek alarak cemaatı ve Gülen’i infaz girişimi elinde
patladı, Peygamberimizle (sav) savaşılmaz, daha anlamamış. Bu toplantıda olanları toplumdan
gizlemeye çalışıyorlar ve olduğunu bile inkar ediyorlar. Bana peygamberimizi gören arkadaşların çok
ilginç başka rüyaları da geldi ama paylaşmadım. Başbakanın sonu belli olduğu için uğraşmıyorum.
Şeytan, Peygamberimizin (sav) suretine, simasına rüyada veya yakazaten giremiyor, gören bunu
kalben hemen anlıyor. Nereden biliyorsun diyorsanız, tecrübe ile sabit.

Herkes Adıyaman Menzil grubunun durumunu ve tavrını soruyor. Şeyh Abdülbaki Hazretleri,
Hocaefendi’yi pek sever, sosyal medyada, “Gülen’e sövenin nikahı düşer fetvası” dolaşıyor. Ancak
Menzil grubundan çok sayıda kişi AKP eliyle devletin üst düzeyine taşındı. Menzil’e ciddi baskılar
yapıldı, herkesin dilinde olan söz konusu fetvasını söylemediğini itiraf etmesi talep edildi. Dik, sağlam
ve mert durmanın gittikce zorlaştığı bir dönemdeyiz. Menzil, sanırım AKP’ye yine oy verecektir, risk
almayı sevmezler.

Nakşibendilerin durumu en karışık olanı. Esad Coşan Hocaefendi’nin damadıyla 28 Şubatcı askerler,
özel harp tarafından Avusturalya’da bir trafik kazası süsü ile öldürülmesinden sonra Nakşiler dörde
beşe bölündü. Tek çatı yapılanması bitirildi. Şeyh Nazımı Kıbrısi, Adnan Oktar’ı Mehdi tanıyacak
kadar uçuk bir grup. Adnan Hoca, “Mehdi’nin özellikleri arasında hırsızlık yok, o halde devleti soyan
Erdoğan Mehdi değil, bir rakibimi daha safdışı bıraktım” diye bugünlerde çok sevinçli! Ancak
televizyonunda başbakana “yalakalık” ve “dalkavukluk” yaparak biatlarını bildirdi. Nakşilerin diğer
şeyhi, ABD’nin Rochestar kentinde yaşayan Çorumlu hemşerim Yusuf Hoca, eski bir cami imamıdır.
Şahsen tanırım, kapasitesi belli, köy imamlığını geçemez.

Norşin Medresesi’nin başında bulunan Doğu’nun en önemli kanaat önderlerinden Şeyh Nurettin
Mutlu’dan sonra Nakşibendi şeyhi Muhammed Ziyaeddin’in torunu Şeyh Abdülkerim Çevik de
başbakanın tavrından duyduğu üzüntülerini dile getirdi. Şeyh Çevik, böyle bir cemaatin hizmetlerini
‘yok’ görmeyi ‘talihsizlik’ olarak nitelendiriyor. Bitlisli kanaat önderi Celaleddin Farukoğlu da “Allah
ve Kur’an yolunda yapılan hizmetleri kim takdir etmezse Allah ile kendi arasını bozuyor demektir.”
uyarısında bulundu. Doğu şeyhleri hep Gülen’in yanında yer aldı.

Haydar Baş’ı Kadiri bile saymıyorum, MİT’in karanlık şebekesi elinde oyuncak olanları adam
yerine koymak bir iltifat olur. Kadirilerde Elazığ ve Kerkük grubunun tavırları önemlidir, oyları
AKP’de, gönülleri Hocaefendi’nin yanında. Cerrahiler Gülen’i severler ama onlara da ciddi operasyon
yapıldı, Bilal Erdoğan’ı az kalsın şeyh ilan edeceklerdi, ortaya çıkan bunca zibilden sonra bunun
imkansız olduğunu anlamışlardır. Karagümrük, Tosun ve Ömer Tuğrul Babalar sağlamdır.

AKP’nin Nur cemaatleri oylarına dört elle sarılması manidar. Bir yandan Said Nursi Hazretleri’ni
politikalarına alet et, bir yandan Nurculuk hareketinin en mümtaz temsilcisi Gülen’e ve cemaatına yok
etme operasyonu düzenle! Mustafa Sungur abi sağ olsaydı, Nurcu kardeşler bu kadar savrulmazdı. En
azından Çantacı Necmi Abi ve Mehmet Fırıncı saçmalasa bile bir uyaranı bulunurdu. Şimdi basiret
bağlandı, feraset öldürüldü. İşaratul İcazı devlete bastıran Yalçın Akdoğan şeytana külahını ters
giydirme derdinde. Soralım: Sözleri, Lemaları, Mektubat’ı ne zaman basacaklar? Basmazlar. Bir,
eserlerin basımı 6 üstadın talabesi tekelindedir, devlet basarsa para kazanamazlar. İki, Bekir Berk abi

156
1991’de basım hakkını Gülen’e devrettiği için gerçekleri bir türlü kabullenemiyorlar, yoksa
sadeleştirme bahane.

Nur hizmeti içinde ve özellikle Erzurum’da müstesna yeri bulunan Mehmet Kırkıncı Hoca, Gülen gibi
bir Hak dostunu karalayanları Allah’a havale etti ve iflah olamayacaklarını söyledi. Hepimizi şaşırtan
Ahmet Akgündüz oldu. Oğluna Belçika’da müşavirlik ve Hollanda’da başında olduğu üniversiteye
denklik karşılığında hizmeti çok ucuza sattı. Okuyucu ve Yazıcı kardeşler tasfiye edilen Gülen
cemaatına sempati duyanlar yerine yerleştiriliyor. Ankara’da belediyenin yaptırdığı 400 kişilik öğrenci
yurdu bedava hediye edildi onlara. Yani Nurcular oy versin diye atmadıkları takla kalmadı AKP’nin.
Hocaefendi iyi demişti: “Allah rızasından başka neye satılırsanız satılın ucuza gitmişsiniz demektir.”

Faruk Arslan
NOT: Aşağıdaki haberi gönderen bir okuyucum yazımdaki konuyu tashih etti.
Risale-i Nur’ları bastırma hakkı konusu
Risaleleri basan yayınevleri hakkında genel bilgi verir misiniz, isale-i Nur’ları bastırmak
isteyenin önüne engel çıkabilir mi, basım işleri için birilerinden izin almak gerekir mi?
Yazar: Sorularla Risale, 17-3-2010
Bu soruların cevaplarını şu anda Antalya’da ikamet etmekte olan ve Üstad’ın avukatlığını yapmış
bulunan Avukat Gültekin Sarıgül Bey’den sorduk. Kendileri yazılı olarak bize aşağıdaki bilgileri
faksladılar. Şöyle ki:**Risale-i Nur külliyatını basmak isteyen bir yayınevinin neşriyatına, bugünkü
haliyle hukuken mani olmak mümkün değildir.

**Hali hazırdaki neşriyat evlerinden evvel, yeni yazı ile Risalelerin neşir yetkisi Antalya’da İleri
gazetesi sahibi Suphi Türel Bey’e Üstad hazretleri tarafından şifahen verilmiştir. Küçük risalelerden
bazıları 1954 yılında Antalya İleri Matbaası’nda neşredilmiştir.

Bilahare külliyatın tamamının daha mütekamil manada neşredilmesi takdir buyrulmuş, Ankara Hukuk
Fakültesi talebesi merhum Atıf URAL, “Sözler” kitabını o günkü dar imkanlar tahtında neşretmiştir.
Bu bir başlangıç olmuştur. Bilahare Ankara’da Said Özdemir ağabey’e neşretme mevzuunda, Üstad
Hazretleri tarafından yetki verilmiştir. Keza aynı devrede İstanbul’da Ahmet Aytimur ağabeye de
yine Risaleleri neşretme yetkisi verilmiştir. Bu yetkilendirmeler şifahidir. Noter marifetiyle bir
vekaletname şeklinde olmamıştır.

**Üstad’ın eski ağabeylerden on iki zevatı, naşir olarak tayin ettiğine dair Emirdağ
Lahikalarındamektubu vardır. Bu mektup bir nevi vasiyetname şeklindedir. Ancak hukuken bağlayıcı
vasfı bulunmamaktadır.

Ancak manevi ciheti düşünüldüğü takdirde neşriyat mevzuunda bu muhterem zevatın muvafakatı
düşünülebilir.

** “ENVAR” yayınevi takriben otuz yıl evvel, cemaatimizin bir cenahı nezdinde icra edilen istişare
neticesinde kurulmuş ve Abdülkadir Badıllı ağabey sehabetinde neşriyatına devam etmiştir. Sonraki
takip edilen yıllarda yayınevi Ahmet Aytimur ağabeyin uhdesine tevdi edilmiştir.

** “SÖZLER” yayınevi, daha önceki yıllardan beri, gayri resmi icra edilen kitap neşriyatının devamı
mahiyetinde yetmişli yılların başlarında kurulmuş, mülkiyeti Mustafa SUNGUR Ağabeye tevdi
edilmiştir.

** “İHLASNUR” yayınevi elli yıldan bu tarafa Said Özdemir Ağabey tarafından icra edilen
neşriyatın sonradan iktisap ettiği durumdur. Yani; yayınevi şekline iblağ edilmiştir. Halen de devam
etmektedir.

157
** “TENVİR” neşriyatın Mustafa ACET’ten icazet aldığı şeklinde bir rivayet var. Her ne kadar
böyle olsa bile, cemaatin büyük ekseriyetinin tasvibi mevzubahis değildir.

** “YENİ ASYA” ve “SÖZ BASIM” herhangi bir izin ve müsaadeye bağlı olmaksızın, kendi hizmet
ekiplerince verilen karar tahtında neşriyat sahasına çıkmışlar, ancak Üstad Hazretlerinin tashih ettiği
şekle sadık kaldıklarından cemaat nezdinde kendilerine karşı bir muhalefet olmamıştır.

**Üstad Hazretlerinin yeğeni merhum Suat ÜNLÜKUL, 1989 yılında Nur külliyatının
tamamıyla alakadar telif hakkını Antalya 1. Noterliğinde tanzim edilen devir senediyle, Av.
Gültekin SARIGÜL’e devretmiştir. Üstad Hazretlerinin kanuni varisi olmak hasebiyle hukuken
kıymet ifade eden tek vesika bu devir senedidir. Fakat bugünkü haliyle, bu senede istinaden,
herhangi bir neşriyatın durdurulması mümkün görülmemektedir. Bir ihtimal olsa bile asla böyle
bir şey düşünülmemiştir. Çünkü külliyatın bütün Müslümanlara aidiyeti esastır. Yeter ki; asli
şekline sadakat gösterilsin.

Ayrıca sermayenin tamamen neşriyata hasredilmesi, ancak hasıl olan gelirden Üstad’ın vasiyeti üzere
yüzde yirmisinin ayrılarak, Üstad’ın zekatı olarak hizmet ehli kardeşlere verilmesi de şart kılınmıştır.

** Cemaat mensuplarının herhangi bir iştiraki olmaksızın, himmet ehli bir iki zat-ı muhteremin imkan
tahsisi etmeleri, ayrıca tamamen şeffafiyet tahtında neşriyatın yürütülmesi gibi, tahaddüs eden
zaruretler tahtında cemaatçe icra edilen istişare neticesinde RNK neşriyatın vasıtasıyla daha hesaplı
ve daha kaliteli bir şekilde risalelerin neşredilmesi cihetine gidilmiştir. Av. Gültekin SARIGÜL’den
istek üzere herhangi bir ücret mevzubahis olmaksızın RNK neşriyata muvafakat edilmiştir.

** Merhum Tahir ağabeyin, Hizmet vakfından ayrılırken kendi yerine Muhterem Fethullah hocayı
mütevelli heyet mensubu olarak tayin ettiği bir vakıadır. Bu kitap neşriyatı mevzuunda bir müsaadeyi
tazammun etmemektedir.

Ancak sonraki yıllarda Tahir Ağabeyin kaldığı Tavruz Apartmanı yedinci kattaki dershanedeSungur
Ağabey, Abdullah Ağabey, Salih Özcan ve Merhum Bayram Ağabey ve Av. Gültekin
Sarıgül arasında icra edilen istişarede Risale-i Nur kitaplarının asli şekline sadık kalmak
kaydıyla Fethullah Hoca ve arkadaşlarına neşriyatta muvafakat edildiği beyan edilmiştir.

Bu muvafakat Fethullah Hocaya, hemen akabinden Gültekin SARIGÜL tarafından ulaştırılmıştır.


Herhangi bir rahatsızlığa meydan vermemek için ancak belki yirmi yıl sonra “IŞIK” yayınevi devreye
girmiştir…

http://www.sorularlarisale.com/makale/12967/risaleleri_basan_yayinevleri_hakkinda_genel_bilgi_veri
r_misiniz_risale-
i_nurlari_bastirmak_isteyenin_onune_engel_cikabilir_mi_basim_isleri_icin_birilerinden_izin_almak_
gerekir_mi.html

Sıffın hicret demektir!

Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi mezunu Azeri dostum ısrarla, “Muaviye’ye hazret deme, o
cehennemliktir” diyor ve neden Fethullah Gülen Hocaefendi Muaviye’yi sahabe statüsü veriyor diye
acımasızca eleştiriyor. 20 yıldır bu arkadaşımı Hocaefendi’nin sahabe mesleğine duyduğu aşk
konusunda ikna edemedim. “Yahu sahabeler hiç mi aralarında kavga etmemişler” diyerek beni hep
tersliyor. Muaviye tartışmamız Yezid’e lanette birleşmemizle son buluyor. Bugün cemaat ile Ak Parti
arasında yaşananları tarihe ibret vesikası olarak geçen Sıffın savaşı ile izah getirenler, kim hangi tarafı
temsil ediyor şaşırmış durumda. Teşbihte hata olmazsa, Hz. Ali’yi (r.a) temsil eden ehli velayet Gülen

158
ve cemaaatı ise, ehli siyaseti temsil eden saltanat meraklısı başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve AKP
olduğu ortaya çıkıyor. Sanırım infazda bu noktaya doğru gidiyoruz.

Kim kazanır ve kim kaybeder tartışmasına girmeden en sonda yapacağım tesbiti en başta söylemek
zorundayım: “Sıffın savaşı sonucu, Arap kavmiyetçiliği soya dayalı saltanat sistemini kurmuş, yüzbine
yakın sahabe ve ehli beyte dünyanın dört bir köşesine hicret ederek İslam’a hizmet düşmüştür.
Fetihleri Emevi saltanatı yaptı sanılsada İslam’ın kalplerde yerleşmesini sağlayan ehli velayeti seçen
ehli beyttir. Muaviye sonrası Yezid ile Başvezir Haccacı Zalim, iktidara biat etmeyen 30 bin
müslümanı keserek ehli siyasetin ne kadar zalim olabileceğini göstermiştir. Sonuçta ortada zulümler
olsa da İslam kazanmış, sahabe efendilerimizin pek azı doğdukları beldelerde ölmüştür. Kısacası
Gülen cemaatına belki de hicret yolu gözüküyor.”

Sıffın savaşı öncesinde fitne Hz. Osman’ın (r.a.) hunharca susuz bırakılarak şehit edilmesiyle
başlamıştı. Müşriklerden su kuyularını birer birer satın alarak Mekkelilere bedava su sunan Hz.
Osman’a bu zulmü reva görenler müslümandı. Fitne, Hz. Osman efendimizin akrabalarının devletin
üst düzeye getirildiği ve atanan valilerin debdebe içinde yaşadığı dedikosu ile başlamıştı. Sufi bir
yaşamı seçen pek çok sahabe de durumdan rahatsızdı. Hariciler akımı işte bu puslu havada münafıklar
tarafından ortaya çıkarıldı ve asırlarca müslümanları ikiye böldü. Hz. Ali, evlatları Hz. Hasan ve Hz.
Hüseyin’in şehit edilmesine giden süreci körükleyenler aslında güya Hz. Ali’yi çok seven Haricilerdi.
Hz. Ali kaç defa fitneyi bastırmak için üzerlerine gitse bile halk kitlesi içinde adaletin çatladığına dair
güçlü bir inanç vardı.

Böyle bir fesat ortamında meydana gelen Sıffın savaşında her iki taraftada sahabeler vardır, farklı
içtihatlarla birbirine muhalif cenaha düşmüştür. Cennetle müjdelenen Talha bin Ubeydullah (r.a.) ve
efendimizin (sav) cesur havarisi Zübeyir bin Avvam (r.a.) bu süreçte şehit edilecektir. Zübeyir bin
Avvam’ı (r.a.) öldüren bedbaht Harici Hz. Ali (r.a.) huzuruna çıkıp bunu müjde olarak sunacak kadar
gözü dönmüş bir cahildir. Hz. Ali (r.a.) ona hadisi okur ve Zübeyir bin Avvam’ı (r.a.) katledenin
cehennemlik olduğunu hatırlatır.

Muaviye Hz. Ali’ye biat etmemeye kararlıydı. Buna gerekçe olarak önce Hz. Osman’ın katillerinin
kendisine teslim edilmesi gerektiğini söylüyor, hatta daha da ileri giderek Hz. Ali’nin
Osman’ın katlinden sorumlu olduğunu ileri sürüyordu. Ve Şam halkını da halifeye karşı bir tehdit
unsuru olarak kullanıyordu. Muaviye’nin Hz Ali’nin biat çağrısına cevaben yazdığı mektup şöyledir:
“… Sen Muhacirleri Osman’ı öldürmeleri için tahrik ettin. Ve Ensar’ın onu himaye etmesini
engelledin. Sonuçta cahil Sana itaat etti ve güçsüz güçlendi. Şam halkı ise Osman’ın katillerini teslim
alıncaya kadar Seninle savaşma kararı aldılar. Eğer Sen onların isteğine uyarsan hilafet meselesi bir
şûrada görüşülecek tir. And içerim ki Senin benimle olan durumun Talha ve Zübeyr’le olan
durumundan çok farklıdır. Zira o ikisi Sana önceden biat etmişlerdi. Ancak ben biat etmedim. Ve
ayrıca Şam halkı, Basra halkı gibi değil. Çünkü Basra halkı Senin halifeliğini kabul etmişti. Ancak
Şam halkı böyle bir şey yapmadı. Tüm bunların yanında ben Senin İslam’daki önceliğini, Resulüllah
ile olan yakınlığını ve Kureyş arasındaki dereceni inkar etmiyorum.”

Muaviye, Sıffin Savaşı’ndan sonra Hakem Olayı’nda hile yapmıştır. Hakem Olayı’nın ardından
yapılan antlaşmada Hz. Osman’ın katilleri konusu hiçbir şekilde yer almazken, Muaviye kendini halife
ilan ettirmiştir. Muaviye, siyaseti bir yalancılık dili haline getirerek Başbakan Erdoğan’a ilham
veriyor.

Bu süreçte Allah Resulü’nün “Seni asi bir grup öldürecektir” dediği Ammar b. Yâsir öldürüldü. Bu
düşünüp, ibret alanlar için büyük bir işaretti. Ammar’ın öldürüldüğünü gören ve o zamana kadar
tarafsız kalmış olan sahabeden Huzeyme Hazretleri savaşa girdi ve şehit olana kadar savaştı. Çünkü
Resulüllah’tan, “Ey Ammar! Seni asi bir topluluk öldürecektir” hadisini işitmişti. Hz. Ammar’ın
öldürülmesi Şamlılar arasında büyük etki yarattı. Abdullah b. Amr, Muaviye’ye gelerek,
159
“Resulüllah’ın hakkında, ’Seni asi bir grup öldürecektir’ buyurduğu kişiyi öldürdük” dedi.
Muaviye’nin cevabı ibret verici oldu: “Sus, onu biz mi öldürdük? Onu Ali ve arkadaşları öldürdü. Onu
buraya getirdiler ve kılıçlarımızın önüne attılar.”

Şamlılar Hz. Amr bin el-Âs’ı, Hz. Ali tarafındaki Iraklılar da Hz. Ebu Mûsâ el-Eş’arî’yi hakem tayin
ettiler. Şamlıların “Kur’an’ın hakemliğine davet etme” hilesi neticesini verdi. Hz. Ali’nin ordusunda
dalgalanmalar oldu. “Allah’ın Kitabı’na icabet edelim” demeye başladılar. Nihayet Iraklılar Ebu
Musa’yı, Şamlılar da Amr b. As’ı kendilerini temsil etmek maksadıyla hakem tayin etiler. Ve taraflar
tahkim antlaşmasını imzaladılar. (H.37). Her iki tarafın hakemleri sözleşme metnini yazmak üzere bir
araya geldi. Amr, sözleşmeye, ”Emirü’l-mü’minin” ifadesinin yazılmasını kabul etmedi. İmam Ali
bunun üzerine şöyle dedi:

“Bugün Hudeybiye gününe benziyor. O zaman Süheyl b. Ömer Peygamber’e, ‘Sen Allah’ın Resulü
değilsin’ demişti. Sonra Resulüllah Bana şöyle dedi: Buna benzer bir olay Senin de başına gelecek ve
Sen haksızlığa uğrayacaksın.” Sözleşmesinin en önemli maddesi ateşkes ilan edilmesiydi. Taraflar
aralarında sorunların çözümünde Allah’ın Kitabı ve Peygamber’in sünnetine başvuracaklardı. Her iki
hakemin de doğru yoldan ayrılmadıkları sürece canı ve malı muhteremdi ve yine her iki hakem Kur’an
ve sünnete göre hareket etmezlerse taraflar arasında savaş devam edecekti. Hakemler Şam ile Irak
arasında bir noktaya istedikleri kişilerle birlikte gelecek ve Ramazan ayının sonuna kadar bir karar
alacaklardı. Eğer gerekirse bu süre hac mevsiminin sonuna uzatılabilirdi.

Hariciler, Hz. Ali’nin bu kararını beğenmeyen 12 bin kişidir ve Kufe’ye girmeyerek hilafet meselesini
tartışmaya açtılar. Bundan sonra ne laftan anladılar nede kılıçtan. Bu tür çekişmeler uzun bir süre daha
devam etti. Onlar sulhün böyle devam edemeyeceğini, hem Hz. Ali hem de Muâviye’ye bey’at
edilmemesi gerektiğine inanarak fikir birliğine vardılar. O halde yeni halife müslümanlar tarafından
seçilmeliydi. Şimdi yapılacak iş bu kararlarını müslümanlara bildirmeye gelmişti. Amaca ulaşmak için
siyasete hile karıştırılması şöyle başladı. Bu kararı cemaate açıklamak üzere Ebû Musa minbere çıktı
ve Allah’a hamd ve senadan sonra konuştu:

“Ey nas! Biz ümmetin durumunu düşünüp bir formül bulmakta epey zorlandık. Hem benim, hem de
Amr’ın görüşü şudur: Hz. Ali ve Muâviye’yi hilâfetten uzaklaştırmak ve ümmetin kendisinin istediği
birisini hafife tayin etmelerini sağlamak gerekir. Bundan dolayı ben, Hz. Ali ve Muâviyeyi hilâfet
görevinden alıyorum” dedi. Sıra Amr’a gelince O da minbere çıktı ve şöyle konuştu; “Şüphesiz Ebû
Musa’nın söylediklerini duydunuz. O Ali’yi görevden almıştır. Ben de onun yerine Muâviye’yi halife
tayin ettim” deyince herkes şaşkınlıktan ne yapacağını, ne diyeceğini bilemedi. Bu karara Ebû Musa
derhal itiraz ederek ” Sana ne oluyor ki anlaşmaya ihanet ediyorsun, sen facir oldun. Allah seni
başarıya ulaştırmasın” diyerek orayı terketti.

Ebû Musa bu olaydan duyduğu utanç ve üzüntü üzerine insanlardan uzaklaşmak amacıyla Mekke’ye
giderek orada yalnız başına yaşamayı tercih etti. Bu olay üzerine müslümanlar dağılmış, Muâviye
kendisini meşrü halife ilan ederek İslâm tarihinde çift halife dönemi başlamıştır. Bu durum Hz.
Hasan’ın elinden halifeliğin alınmasına kadar devam etmiştir. Ancak Hz. Ali hiç bir zaman
Muâviye’yi meşru halife olarak tanımamış, şehîd edilinceye kadar Şam hariç bütün müslümanlarca
halife olarak kabul edilmiştir. İki halife ortaya çıktı.

Hakem olayı böyle bir hileyle sonuçlandıktan sonra İmam Ali’yi hakeme gitmeye zorlayan bir grup
İmam Ali’nin hakeme gittiği için büyük bir günah işlediğini, tövbe etmesi gerektiğini söylediler. İmam
Ali’nin dinden çıktığını düşünen bu sapık hareket Bedevi Arapların da katılımı ile güçlendi. Bu
gelişmeler Nehrevan Savaşı’na yol açtı, ardından fitne büyüdükçe büyüdü.

Hz. Muaviye döneminden itibaren Ömer b. Abdülaziz’e kadar Emevî idarecileri tarafından hutbelerde
Hz. Ali’yi kötüleme adeti/bid’atı devam etmişti. Fakat Hz. Muaviye’nin bizzat bu işi yaptığı veya
160
yaptırdığı sabit değildir. Kendisinden sonraki halife namzedi olarak oğlu Yezid için halktan biat almış
ve bu durum büyükler tarafından hoş karşılanmamıştır. Ancak bunu, hilafet ve saltanat yüzünden yeni
kavgaların çıkmasını önlemek için yapmıştır. Hz. Ali ve Hz. Muaviye arasındaki siyasi kavgada, Ehl-i
Sünnet’e göre Hz. Ali haklı, Hz. Muaviye ise içtihat ve muhalefetinde hatalıydı. Ama Hz. Muaviye
dahil hiçbir sahabiye karşı olumsuz konuşmak, hakarette bulunmak bizler için caiz değildir.

Hz. Muaviye’nin vefatından sonra (60/680) oğlu Yezid’in halifeliği ilan edilmişti. İçki ve sefahate
düşkün birisi olan Yezid’e bazı ileri gelen zatlar biat etmek istememişlerdi. Hz. Hüseyin, Abdullah ibn
Zübeyr, Abdullah ibn Ömer bunların başında geliyordu. Bu arada Kûfe’deki Yezid muhalifleri de
Mekke’ye gitmiş olan Hz. Hüseyin’e yüz elli kadar mektup göndererek, kendisine biat için onu
Kûfe’ye davet etmişlerdi. Hz. Hüseyin’i Kerbela’da şehit eden fasık Yezid -sahabi değildir- üçbuçuk
yıllık saltanattan sonra otuz sekiz yaşında sarhoş olarak avlanırken bindiği yaban eşeğinden düşüp
boynu kırılarak ölmüştür.

Ak Parti’nin cemaatı infaz girişimi dini değil siyasi bir havayla yapılmaktadır. Herşeyden önce,
politika adına birilerinin hakkı korunurken, birilerinin hakkına da tecavüz edilmiştir. Kamu hakkı
Allah hakkıdır, yenmiştir. “Haklı haksızı Allah bilir; biz karışmayalım” mantığının bilimsel açıdan hiç
bir geçerliliği yoktur. Cemel Vakası ve Sıffın’de Hz. Aişe, kadınsal duygusallığının, Talha ve Zübeyr
dünyevi çıkarlarının etkisiyle, dini duyguları emellerine alet etmişlerdir. Birçok İslâm aliminin “hüsn-ü
niyet ve ictihad farklılığı” tezleri havada kalmaktadır. Hele hele Muaviye ve Amr b. As’ın sahabe
oluşları noktai nazarından hareket edilerek, bu ictihad farklılığı kriteriyle değerlendirilmeleri, ciddiye
dahi alınamaz. İsyankar bir valinin saltanatı ele geçirmek için, bir halifenin kanını ve Allahın kitabını
siyasi emellerine alet etmekten başka şekilde değerlendirilemez. Ak parti İslam dinini siyasetine alet
ederek, yalancılık ve yolsuzluğu legalleştierrek dine en büyük lekeyi sürüyor. Buna sessiz kalmak
dilsiz şeytan olmak demektir.

Meçhule Giden Gemi

‘Artık demir almak günü gelmişse zamandan,


Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan.’

Söz sultanlarından biri ”meçhule giden bir gemi kalkar” demiş ya 22 Mayıs günü İstanbul’ dan
kalkan gemiyi tarif etmiş sanki o günlerden bugüne .

27 Mayıs günü tüm hazırlıklarını yapıp yola çıkan gemidekiler, bir ülkenin tarihini ters düz
edeceklerinin belki hiç farkında değillerdi. Çünkü gemidekilerin bir çoğunun amacı İsrail in kuşatması
altında ezilen Filistinli kardeşlerine uygulanan ambargoyu kırıp, yardım ulaştırmaktı. Ancak bu
seyahatta acaba herkesin niyeti bu düzeyde miydi?

Aslında meselenin kodlarını çözmek için olayı çok öncelerden almak gerekir. 2009 yılında Davosta
yaşanan ‘One Minute’ olayından sonra İsrail-Türkiye ilişkileri yeni bir boyuta girmiştir. Bir anda
Arap halkları nezdinde Kahraman-Neo Osmanlı olarak anılan Türkiye’ nin bu imajını, plan
uygulayıcılar asıl projeleri için kullandılar. Artık isminin dahi geçmemesi istenilen BOP’ un yeni
versiyonu olan Arap Baharı olayları ile Ortadoğunun çehresi değiştirilmeye başlanmıştı. Bu konuda iki
161
anektod, meseleyi özetlemekte bize yetmektedir. Birincisi ABD Dış işleri Eski Bakanı Rice’ ın 2003′
te yayınladığı ve Fas’ tan Basra’ ya kadar olan yönetimlerin dönüştürülmesi gerektiğini savunan
raporudur. Diğeri ise Hürriyet Gazetesi yazarının köşesinde bahis ettiği 28 Şubat’ ın en etkili ismi Ç.B
nin İsraile sunduğu Ortadoğu değiştirelim teklifidir. Bunun üzerine İsraillilerin verdiği yanıt ise
ilginçtir. ”Bu işin içinde biz olursak bu iş olmaz, siz kendi başınıza yaparsanız başarılı
olur.” sözüdür.

Arap Baharı ile çevre coğrafyada yönetimler bir bir değişirken, Ortadoğu’ da ülkemizin artık söz
sahibi bir ülke olduğu tezleri ortalıkta dolanmaya başlamıştır. Çevre ülkelerle sıfır sorun politikasıyla
yola çıkan Türkiye’ den rahatsız olanlar, ülkenin iç dinamiklerini kullanarak -değerli yalnızlık
pozisyonuna getirecek- planı sahneye koydular.

Ülkemizi uluslararası alanda sıkıştırmak isteyenler ülkenin yumuşak noktasını bularak nokta atışı bir
plan kurgulamışlardır. İşte bu süreçte İsrail ile Türkiye’ yi karşı karşıya getirip ülkemizin Batı’ dan
kopmasını, böylece tek başını kalmasını sağlayan plan; meşhur gemi hadisesi ile başlamıştır.Belki
içindeki katılımcıların halisane duygularla yola çıktığı bu yolculukta plan uygulayıcılar, devreye
girerek, ülkemizin itibarını sarsmışlardır.

Gemi hadisesinin öncesi ve sonrası iyi incelendiğinde son derece profesyonel bir istihbarat operasyonu
olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu olay ile Türkiye kaybederken, Sion-Pers ittifakı kazanmıştır.

22 Mayıs’ta İstanbul’ dan yola çıkan geminin hikayesi oldukça ilginçtir. 25 Mayıs’ ta yola çıkmak için
vardığı liman Antalya’dır. Alanya Limanı’ nın en önemli özelliği ise -özellikle- İsrail’ e ait gemilerin
en sık uğradığı yer olmasıdır. Hatta hatırlatmakta fayda var; One minute olayından sonra bu limanın
yönetiminden, BB’ nın İsrail den özür dilemesi gerektiği şeklinde beyanlar gelmişti. İsrail’ e bu kadar
önem veren bir limandan İsrail ambargosunu delecek bir geminin, yola çıkması manidar değil midir?

Alanya’ dan hazırlıklarını tamamlayarak yola çıkmaya hazırlanan gemide ilginç bir gelişme daha
yaşanmıştır. Yola çıkacağı vakit gemiden Türk bayrağı indirilmiş, Komor Adaları bandrası alınıp bu
ülkenin bayrağı çekilmiştir. Bu aslında çok kritik bir hamledir. Tüm dünyaca Türk Yardım Gemisi
olarak bilinen gemi hukuki anlamda Komor Adaları’nın gösterilmiştir. Böylece uluslararası sularda
saldırıya uğrayan geminin Nato ülkesi olan bir gemi olmasına engel olunmuştur. Yoksa Nato
anlaşmasına göre üye olmayan İsrail, üye olan Türkiye’ ye daha doğrusu Nato’ ya karşı saldırıda
bulunmuş olacaktı. Yani İsrail-Nato krizinin önüne başlamadan geçilmiştir. Bu stratejik zekayı
okumak olayın boyutlarını çözmek adına önemli bir adım olacaktır.

Gene bu kalkış sürecinde enterasan olaylar peş peş gelmiştir. Bu olayların en ilginçlerinden birisi de
hükümet milletvekillerinin son dakika, genel merkezden yapılan uyarı ile gemiye binmekten
vazgeçmeleridir.Vazgeçen milletvekillerinden bazılarının yardım derneğinin dolaylı ortaklarından
olduğunu belirtmeden edemeyeceğim. 28 Şubat’ ın saç ayaklarından biri olan Kudüs Gecesi’ ne
rahatsızlandığı için son anda katılmaktan vazgeçen gazetecinin, aynı tesadüfü bu yardım gemisi
olayında da gerçekleştirmesi ayrı bir mana kazanmaktır. Yardım gemisine bineceği önceden ilan edilen
bu şahısın oğlu, o gün babasının umre ziyaretinde olduğunu beyan etmiştir.

Gemi meçhule giden yolculuğunu sürdürürken zamanlaması manidar bir olay meydana gelmiştir.
Gemi baskınından saatler öncesi İskenderun’ da bulunan Deniz Komutanlığına ait birliğe roketatarlı
saldırı gerçekleştirilmiştir. Saldırıyı her ne kadar bölücü örgüt üstlense de ,yapılan eylemin
özelliğinden, bir istihbarat operasyonu olduğu o günlerde vurgulanmış ve özellikle İsrail bağlantısı ele
alınmıştır. Daha sonra olayın sorumluları, çıkarıldıkları mahkemede İsrail bağlantılarını itiraf
etmişlerdir.Ülkemiz bu olayla uyanırken aynı günün ilerleyen saatlerinde İsrail birlikleri yardım
gemisine operasyon düzenlemişlerdir. Olayda, 9 yolcu İsrail komandoları tarafından öldürülmüştür. Bu
yolculardan 8 i Türk diğeri ise Türk asıllı Amerikan vatandaşıdır. Aslında 800 mürettabatı olan gemide
162
sadece Türkler’in öldürülmesi tesadüf müdür yoksa bilinçli midir, bunu sizlerin takdirine bırakıyorum.
Altı gemilik filoda, beş gemi sorunsuz ele geçirilirken- içinde dernek başkanı dahil ilginç kişilerin
bulunduğu- altıncı gemide olay çıkması yine tesadüfler zincirinden birisidir.

Gemide bulunan ilginç karakterlerden birisi E.T’ dir. Bu kişi yine 28 Şubat’a giden süreçteki önemli
saç ayaklarından biri olan feribot kaçırma olayının baş karakterlerinden birisisdir.E.T. Avrasya
Feribotu’nun kaçırılması olayında hapse girmiştir. Hapisten çıktıktan sonra ise kendisinin ifadesiyle
yardım gönüllülerine katılmıştır. Burada ilginç bir tesadüf daha karşımıza çıkıyor; yardım gemisinin
baş aktörü olan, yardım derneğinin başkanının da aynı feribot olayıyla anılmasıdır.Feribot olayının iki
önemli karakteri yıllar sonra yine İsrail’ in işine yarayan bir meselede başrolü oynamaları ilginç değil
midir?

Gene bu gemide ilginç karakterlerin birisi Amerikalı- sözde- aktivist Edward Peck’ tir. Kendisi ABD’
nin Moritanya Eski Büyükelçisi’ dir. Amerikan ordusunda çeşitli görevlerde bulunan Peck daha sonra
müsteşarlığa yükselmiştir. Bağdat Misyon Şefliği yapan bu kişi daha sonra dış hizmetler görevlisi
olarak çeşitli Ortadoğu ülkelerinde görev almıştır. Dış işlerinde, Mısır’ dan sorumlu, gizli operasyon
biriminde görev alan Peck son olarak Terörle Mücadele Birimi’ nde yardımcılık yapmıştır. Bu derece
operasyonel kabiliyeti olan birinin yardım gemisindeki işini sorgulamak gereklidir! O günlerde ortaya
atılan, gemide CIA bağlantılı El Kaide’ cilerin olduğu iddiaları da unutlmamalıdır.

Aslında o gün planlanmak istenilen Türk-İsrail savaşıdır. Savaş çıkmasa bile Ortadoğu da Türk
etkinliğinin kırılıp Pers yükselişinin önünü açmaktır. O gün Türk donanmasının gönderilmesine karşı
çıkarak, büyük krizi önleyen ‘isimsiz kahramanları’ ise tarih bir gün elbet kayda alacaktır.

Bu olaydan sonra yardım gemisi başkanının, İran dini liderinden -hediye- aldığı yüzük ise kulaktan
kulağa yayılmaktadır. Daha önceki yazımızda belirttiğimiz olayda ana muhalefet partisinin bir
görevlisinin” ”BB bu şahıs hakkında ”İran istihbaratının adamıdır.” dedi.” sözü bu parçaları
birleştirince daha anlamlı hale geliyor.

Gemi olayı ile Türkiye’yi köşeye sıkıştıran zihniyet, Pers yükselişinin önünü açmıştır. Planın bir
sonraki ayağı ise ülkemizin bu yeni sürece entegre olmasının önünde engel gördükleri camiaya,
operasyon yapmak olmuştur.Bugün yaşanan hükümet-cemaat çatışmasının başlangıç noktalarından
birisi: meçhule giden gemi meselesidir. Bu meselenin arka planı aydınlandığında nasıl bir ihanet ile
karşı karşıya geldiğimiz daha iyi anlaşılacaktır.

Meseleyi son bir anektodla kapatalım. Bir rivayete göre Asrın Söz Sahibi’ nin mesele ile ilgili
kullandığı sözlerin manasını anlamayıp, ” Çıksın, özür dilesin!” diyenlerin; o gece ciddi bir ‘tokat
yeme! durumuyla karşı karşıya kaldıkları, kulaktan kulağa yayılmaktadır. O gün yenecek tokatın belki
önümüzdeki seçimlerde gelebileceği, bu gün yaşananlara göre aşikardır.
Osman Yılmaz http://gundemdesifre.com/2014/02/09/mechule-giden-gemi/

İskariyotlar her zaman oldu- Ali Ünal

Hz. İsa’ya (as) havarî olmakla şereflenmiş, 12 Havarî’den biriydi Yahuda İskariyot. Fakat,
peygamberler arasında Rûhullah olarak anılan Hz. İsa’ya ihanet ederek, O’nu Romalıların eline verdi.

Neyin karşılığında? Matta İncili’nde yazdığına göre otuz gümüş (para) karşılığında. Fakat Yahuda bu
otuz gümüş parayı da kullanamadı; gitti kendini astı. Yahuda İskariyot, bir prototiptir; kazanma
kuşağında kaybetmenin; zirveye ramak kalmışken, Cennet’e adımını atacakken düşüp rezil ve sefil
olmanın ve Cehennem’e yuvarlanmanın; Kur’ân’ın tasviriyle, Allah’ın âyetlerinin âlimi kılınmışken,
derinin vücuttan soyulması gibi o âyetlerden sıyrılmanın ve üzerine varıp uzaklaştırmak için kendisine
bir şey atsan, acaba bir kemik midir diye seğirtip dili dışarıda soluyan, kendi haline bırakıp bir şey
163
yapmasan, yine kemik peşinde yanına sokulup, dili dışarıda soluyan bir kelb sîreti kazanmanın; yine
Kur’ân’ın tasviriyle, Kitab’ı yüklendikten, öğrenip üzerine aldıktan sonra ona karşı sırtında ciltler
dolusu kitap taşıyan bir merkebe dönmenin prototipi.

Yahuda İskariyot, 30 gümüş paraya satıldı. Bazı İskariyotlar vardır, yüzbinlerce kardeşiyle birlikte,
yetişmesini bütünüyle kendisine borçlu olduğu üstadını, hocasını, onun yerini almak hevesiyle satar;
tatmini mümkün ve mukadder olmayan bir hevese satılır. Bazı İskariyotlar, çocukluğundan beri içini
kemiren, fakat tatmini imkânsız büyüklük ve büyük olma kompleksine satılır. Karun misal bazı
İskariyotlar vardır, servete satılır da, karşılığında Firavunlara milletini, peygamberini satar.

Evet, satmanın en acısını da insana kardeşleri yaşatır. Onun en büyük sebebi de kıskançlıktır.
Safiyullah lâkaplı bir rasûlün evlâdından biri kıskançlık sebebiyle, “Sen beni öldürmek için elini
uzatsan da, ben seni öldürmek için elimi uzatacak değilim.” diyen kardeşini öldürür. Yine, tertemiz kul
manâsında İsrail lâkaplı bir başka büyük rasûlün on oğlu, babaları kendisini daha çok seviyor diye
kıskançlıkla küçük kardeşleri aleyhinde ittifak eder ve ölsün gitsin diye çölde kuyuya bırakıverirler.
Sonra da onu bir kervanın çıkardığını görünce kelepir fiyatına satıverirler; bu pazarda satma, satılma
ile aynı manâyadır. Bu yetmediği gibi, kendisine iftira da atarlar. Firavun’un nikâhındaki bir kadın
dünyanın dört büyük kadını arasına girerken, bir diğer büyük rasûlü hem karısı, hem bir oğlu satar;
yine bir diğer büyük rasûlü, yine karısı satar. Risaletine, misyonuna kâinatın, duasına Âhiret’in
yaratıldığı İki Cihan’ın Efendisi’ni Ateş’in Babası lâkabına lâyık amcası satar; O’nu yabancı
diyarlardan sahiplenenler havârileri, yani Ensar olma mertebesiyle ebedlere kadar rahmetle anılma
makamına yükselirken, kabilesi satar, aşireti satar. Yakınlığın, kardeşliğin hâsıl ettiği kıskançlık öyle
onulmaz bir derttir ki, kardeşi kardeşe küfrün sebep olduğu düşmanlıktan daha çok düşman eder; öyle
bir derttir ki, Kur’ân, tarih boyu sağlanan bütün kutlu birliklerin bağy, yani kıskançlığın, “Niye ben
değil de o; niye bana değil de ona?” kıskançlığının yol açtığı tecavüzler sebebiyle parçalandığını
buyurur.

Anadolu Selçuklu Devleti’nin parçalanmasıyla ortaya çıkan beyliklerin en küçüğü Osmanlı


Beyliği’ydi. Ama samimiyet ve hârice karşı cihadla diğerlerinin önüne geçti; ne var ki, bir yandan
mefkûresini hep hâriç istikametinde yayarken, diğer yandan iki asra yakın Karaman beyliği gibi iri
beyliklerin hedefi olmaktan kurtulamadı.

Yahuda İskariyot hep var oldu; o bakımdan, bugün yaşananlara, Hocaefendi’ye ve “Camia”ya reva
görülenlere ve bunlar karşısında ebkem kesilenlere hiç şaşırmıyoruz.

http://www.zaman.com.tr/ali-unal/iskariyotlar-her-zaman-oldu_2202758.html

Müslüman Martin Luther kazanacaktır!

Epey iddialı bir başlık attım, zira bu benzetmeyi Foreign Affairs’dan ödünç aldım. Victor Gateean
imzalı 20 Şubat’ta yayımlanan haber yorumun orjinal başlığı şöyleydi: “The Muslim Martin Luther?
Fethullah Gulen Attempts an Islamic Reformation”. 15. Asırda Hıristiyanlığın Protestanlık olarak
yırtılmasına yol açan Martin Luther ile Gülen’i kıyaslayanlar, genelde siyahi Martin Luther King ile
birbirine karıştırırlar. Gülen’in İslami bir reform yapmaya çalışan ABD’nin sembol isimlerinden
Martin Luther King’in müslüman versiyonu olarak gösterilmesi, öküz altında buzağı arayanları daha
fazla tahrik edecektir. İki Martin Lutherde benzer özelliklere sahip. Siyahi olan King, renk
ayrımcılığına dayalı ırkçılığa karşı çıkmıştı, diğeri bir vaizdi, politika ile işi yoktu. Gülen’de bir vaiz
164
ve siyasette bezi olmadığı açık, Hizmet Hareketini bir siyasi partiye çevirmemesinden belli. Bir “renk
körü” olan Gülen, ideolojik ayrımcılığa karşı mücadele ediyor ve 20. asrın en büyük hastalığı olumsuz
milliyetçiliği ve kavmiyetçiliği ayakları altına alıyor. İki Martin Luther de kazandılar, elbette Gülen’de
kazanacaktır.

Batı dünyasının medyası, hatta Türk medyası Başbakan Recep Tayyip Erdoğan önderliğinde eski dar
Milli Görüş gömleğine dönen AK Parti ile Gülen arasındaki tartışmayı bir güç savaşı olarak
yorumladılar. Hizmet Hareketi, siyasi bir parti olmadığı için AK Parti’nin rakibi değil, dengi hiç değil.
Yolsuzluk, rüşvet ve hortumculukla mücadele her vatandaşın görevi, peki sivil toplum örgütlerinin
görevi değil midir? İşte neden Hizmet Hareketi, Ak Parti ile 12 yıllık birlikteliğini sona erdirdi sorusu
burada ortaya çıkıyor. Gülen, dünyanın 165 ülkesine yayılmış, yüksek insani değerleri ilke edinmiş,
vizyonu sağlam bir sivil toplum hareketinin önderi. Türkçülük yaparak Ak Parti’nin her günahını
sineye çekmesi beklenmemeli. Sabır taşı çatlayınca, 2011’den beri yapılan ciddi uyarılar dikkate
alınmayınca ipler koptu. Normal bir soruşturma, krize dönüştü.

Gülen ve Hizmet Hareketi öncüleri, söz konusu makalede gözlemlendiği gibi başarılı biçimde Martin
Luther’in dilini kullanıyor ve reform misyonunu İslami kaynaklardan alıyor. Neyi savunuyordu Martin
Luther? Eşitliği, sosyal adaleti, devletin siyahlara eşit haklar tanımasını ve ayrımcılık yapmamasını.
Gülen’de aynı temel insani hakları talep ediyor ve ideolojilerin kamplaştırmaya ve ötekileştirmeye yol
açması karşısında dev bir baraj, set gibi sağlam, dimdik duruyor. Umarım Gülen’in hayatı Martin
Luther gibi sonlandırılmaz: Devlet terörüyle! “Önce öldür, sonra dinle bakalım ne diyor kültürü”, bu
günlerde ülkemize hakim maalesef.

Hizmet Hareketi’nin paralel devlet veya örgüt havasında sokulması hukuki anlamda imkansız. Çünkü
üyelik kaydı olmayan, hiyerarşik bir sistemi olmayan, gönüllü esasına dayanan bu manevi yapıda
taban ile tavan arasında uçurum bulunmuyor. Politik hedefleri olmayan, devleti ele geçirmeye
çalışmayan bir sivil toplum hareketi demokrasilerin olmaz ile olmazıdır. Zaten Hizmet’e örgüt
damgası vurmak için 40 yıldır uğraşanların elleri böğürlerinde kaldı. Bunu başarabilselerdi, Gülen
hakkında 2000 yılında açılan ve 2008’de kesin beraat ile sonuçlanan örgütçülük ve bölücülük
davasından kesin beraat çıkmazdı. Demek ki, başka bir yöntem deneyeceklerdi, çünkü hukuk buna
imkan vermiyordu. MİT formulü 2009’da bulundu.

Gülen, Ak Parti’in tersine İslam’in, dinin politikaya karıştırılmasına, misyonunu devraldığı Said Nursi
gibi şiddetle karşı çıkıyor. Söz konusu makale bam telini yakalamış, Gülen’in Müslüman Kardeşler ve
AK parti tarzında siyasetin dine zarar verdiğini düşündüğüne vurgu yapmış. Gülen’in yaptığı iddia
edilen reformda işte burada net görülüyor. Dinin siyasi bir kimlik haline getirerek esası yalancılığa
odaklanmış politikada kullanılması anlayışı Ak Parti’nin hukuk usulsüzlükleri ile çöküyor. İslam bir
ideoloji değil, yüce bir din, bu nedenle siyasi bir partinin iktidara gelme aracı olamaz. İslam’ın elmas
hakikatları aksi taktirde yolsuzluk yapan, rüşvet alan siyasilerin cebinde kömüre dönüşür. Gülen, İslam
dininin özünü koruyor, aslına döndürmeye çalışıyor, AK parti ise kirletiyor. Gülen aslında reform
yapmıyor, dinin emir buyurduğu temel insani hakları hatırlatıyor ve “kim olursan ol kamu hakkı
yemek yetim hakkı yemektir” diyor. Ak Parti, İslami etik ve kuralları hiçe sayıp helal ile haramı
birbirine karıştırdığı için Hizmet’in prensiplerine ters düştü. Ve Hükümet, bir “Gestopa ve KGB
devleti” kurma yoluna girdi.

Ak Parti ile cemaat arasında süren temiz toplum ve kirli siyaset mücadelesi ve tartışmasını Kanadalı
Profesör John Kresden’a sordum. Winnipeg Üniversitesi’nde yıllarca İslamizm dersleri vermiş olan
John’u Kitcehener’da ücra bir kasaba kilisesinde İslam’ı anlatan bir seminer verirken yakaladım, Tim
Hortons’da ülkemizdeki sorunu anlattım ve çözüm önermesini istedim. Köşedaşım Engin Sezen ve
bizden fazla diyalog hizmetinde koşturan Pastör dostumuz Leon ile hayatında ilk defa Gülen ve
Hizmet adını duyan John’u bilgilendirdik. John, tarafsız bir gözdü benim için. Kilisede anlattığı
müslümanlık dersinden sonra bir kilise müdavimi John’a müslüman mı oldunuz diye sordu. Bir
165
Mennonit olan John’un kafasında hemen Orta Çağ Avrupasında Hollanda, Almanya ve İsviçre’de
küçük Mennonit tarikatına yapılan cadı avı kafasında canlandı. Bir kültür grubu veya mezhep olarakta
görülen Menonitler, Pensilvenya’ya sığınan mazlum, saf, temiz kalmış bir grup. Siyasete asla
bulaşmama kararı almışlar. Yolsuzluk ve rüşvet üzerinden kopan fırtınayı dinleyen John acı acı güldü
ve Hizmet hareketine hicret yolu gözüküyor babında konuştu: “Martin Lutherler er geç kazanırlar ama
iyi ruhlar ve kötü ruhlar mutlaka elenme döneminden geçer.”

Sonuçta Gülen’in son aylarda her gelen ziyaretçiye ve duvarlara, aleme bakarak ağzından çıkan tek
kelimenin şu olduğunu duydum: “Allah’ın dediği olur ama kullarının duasına, ibadetine, ameline,
aksiyonuna da bakar.” Allah en güzel vekildir, bekleyip neticeyi göreceğiz…

Eğer ülkemiz temiz bir toplumu hak etmiyorsa, ne iseniz sizi o türden idareciler yönetecektir. 28 Şubat
ile tüm Türkiye Gülen’i tanımıştı, şimdi ise tüm dünya Gülen’i bu Yeşil 28 Şubat sürecinde konuşuyor
ve gerçek İslam’ı temsil eden müslümanların haksızlık karşısında susmayacağını öğreniyor.
Kıskançlık, haset, kin ve nefret hislerini bastıramayan, tedavi edemeyen, kendi içinden çıkanı
hazmedemeyen Türk toplumu bireyleri ile Hizmet’in benimsediği yüksek insani değerlere dayalı
insanlık hizmeti arasındaki derin uçurum hortladı ve fark gittikçe açılıyor. İslam, 21. yüzyılda en gür
seda olacaktır, ama bunu sağlayacak keyfiyetteki insanlara “casus”, “vatan haini” diye iftira ve bühtan
atan sapı bizim milleten kazmalarla nereye kadar gidebilirsiniz ki! Başbakan ve şürakasında bu kalite
yok ise, Gülen ne yapsın! Demokrasi, insan hakları ve özgürlükleri savunamayan bireyler, hangi
ideoloji, ırk ve dinden olursa olsun, Martin Luther’i hiç anlamamış demektir. Foreign Affair’in tesbiti
ile bitireyim: Ak Parti ve Gülen münakaşasında sosyal adaleti sağlayacak İslami kültürün yok edilmesi
asıl trajedidir.

Canadatürk, 01.03.2014

Çakma delil nasıl oluşturulur?

Ahmet Hakan’ın sunduğu CNN Türk’te yayınlanan “Tarafsız Bölge” programında AKP Milletvekili
Mehmet Metiner, Cemaate operasyon için “DELİLLER OLUŞTURULUYOR” itirafında
bulundu. 17 Aralık yolsuzluk ve rüşvet operasyonu sonrası Başbakan Erdoğan hemen hemen her
konuşmasında, her mitinginde Cemaate operasyondan bahsediyor, “inlerine gireceğiz” diyordu.
Metiner’in bu İTİRAFI ortada bir delil olmadığı için acaba operasyon için“DELİLLERİN
OLUŞTURULMASINI” mı bekliyorlar sorusunu akıllara getirdi? Doğrusunu isterseniz hiç
şaşırmadım. Sahte delil oluşturarak ordumuzdan 1986’dan beri 10 bin askeri öğrenci, subay ve
astsubayın nasıl kapı önüne konduğunu burada ilk defa yazıyorum. Süfyanizmi temsil eden derin
oligarşik yapının kullandığı insanlar, ideolojiler değişiyor, darbe ve zulüm mantığı değişmiyor.

Türk ordusundan iftira ile atılanların gerçek öyküsü Samanyolu tv’de Ötesiz İnsanlar dizisinde
başörtüsü dramı ile beraber anlatılıyor. YAŞ kararlarında kesin ihraç çıkması için dönemin despot
askeri vesayeti, delil bulamayınca sahte bir delil oluşturmuş, her atılma dosyasının üstüne bu delili
koyuyordu. Merhum Turgut Özal bile bu çakma delil karşısında direnememişti. Peki, neydi bu sahte
delil? Ben nereden biliyorum bunu? Kader işte! O sahte delili işkence altında imzalayan astsubay
Turgay Cüce, Eskişehir 1. Ana Jet Üssü’nden babamı tanıyan biriydi. 4 yıl Yunus Emre caddesinde
ihraç edilmesine yol açtığı Halim Dağlar ile beraber aynı evde kalmıştı. Ve bir gün Turgay Cüce
1990’da atıldıktan sonra kendi ayağı ile Alanya’da dükkanıma, elime düştü!

Asker emeklisi babam sert mizaçlı biriydi, asla sevdiğini belli etmezdi. Emrine itaat esasdı. Emekli
olduktan sonrada adetlerini değiştirmemişti. Askerlik ruhuna işlemişti. Sabah 6′da evde herkes
yatağından asker gibi kalkmalıydı, kalkmazsa zorla kaldırırdı. Doğduğumdan beri askerdim.
Mantıksızda olsa babamın emirlerini yerine getirmezsem asker fırçası yerdim. Askeriyede hep
namuslu ve dürüst insanlarla muhatap olmuş babam, sivil hayatda önceleri çok bocalamıştı.
166
Aldatmayı, yalanı, üçkağıtçılığı, sahtekarlığı asla affetmezdi. Oysa sivil hayatda bunlar toplumun
gündelik alışkanlıklarıydı. Emekli ikramiyesi ile 1985’de satın aldığı Alanya’daki bakkal dükkanında
herkesi halen asker olarak görmesine içimden gülerdim. Ama asla terbiyesizlik yapmazdım. Bir
keresinde dayanamamıştım, yarı şaka yollu sözümü söyledim:

“Baba müşterileri bari asker gibi fırçalama, adam isterse bizden almaz, eğer günlük fırça çekme
ihtiyacın hasıl oluyorsa, fırçayı bana çek, ben kaldırırım.” Kızdığı zaman babamın karşısında
kaymakam olsa fırçayı yemesi Allah’ın emriydi. Alanya’da zaten Zabıta amirinden, emniyet
müdürüne, kaymakama kadar asker fırçasını yemeyen kalmamıştı. Bu nedenle babamın Alanya’daki
ismi “Komutan” olarak kalmıştı. Alanyalıların ismim yerine bana ‘”Komutanın Oğlu” diye hitap
etmesine alışmıştım. 1987’de 4 yıl askeri lisede okuduktan sonra namaz kılmaktan kapı önüne
konmuştum, babamın bakkalında çalışıyordum.

1990’ün Temmuz ayı yaşanıyordu. Bir gün dükkanımıza ürün satmak için gelen kamyondan eski hava
astsubayı Turgay Cüce çıktı. Babam, bu genç astsubayın ordudan atıldığını hayretle öğrendi ve
gerekçesini sordu. Beni tanımayan Turgay, yaşadıklarını sansürsüz anlattı:

“1989’da Etimesgut hava ikmal komutanlığına görev diye çağırıldım. Gözlerim bağlandı ve hücre
hapsine atıldım. Hücrede 28 gün işkence gördüm. Soğuk betonda yatırıldım. Lambalar gece gündüz
açıktı. 28. gün gözlerim bağlı olarak götürüldüğüm işkence odasında tenasül uzvuma elektrik bağlandı.
Bekardım. Kısır kalmaktan, hiç çocuğumun olmamasından korktum. Ne getirirlerse imzalayacaklarını
söyledim. Boş kağıda imza attım.”

Burada kendimi tutamadım, çıldırmıştım:

“Sen eşek misin, aptal mısın? Hiç boş kağıda imza atılır mı?”

Babam, beni şaşkın Turgay’a tanıştırdı ve başımdan geçenleri bir çırpıda anlattı. Sakinleşmemiştim.
Hiddetle sordum:

“Peki boş kağıdı nasıl doldurduklarını biliyor musun?”

Turgat Cüce, yapmış olduğu cüceliğin boyutlarını kestirememişti. Suçluluk duygusuyla başını salladı.
Yaptığı eşekliğin onbinlerce insanı mağdur edebileceği hiç aklına gelmemişti. Ağlayarak anlatıyıordu:

“Nasıl doldurduklarını atılma dosyamda gördüm. Oysa beni atmayacaklarına dair şeref sözü, asker
sözü vermişlerdi. Türk ordusunda ”Nurcu Dahhakcı” bir yapılanma olduğunu kabul etmişim. İmamlık
sistemi var demişim. Tarikatda üst mertebede olan astsubayların subaylara emir verdiğini
vurgulamışım. Orduda askeri hiyerarşiyi yok eden disiplini bozan bir dinci yapılanmaymış bu. En
kötüsü “Dahhakcı”ların, yani tarikatın ilkokul mezunu lideri emir vermeden orduda kimsenin kılını
kıpırdatmayacağı ileri sürülmüş. Hava Kuvvetlerinden hiç bir uçak kalkmayacak, Kara kuvvetleri
tankları yürütemeyecek, topçular topları kullanmayacakmış. Bu deli saçmalarına kim inanır değil mi?”

Ağzımdan şu kelimeler döküldü:

“Sen su katılmamış bir eşeksin Turgay abi!”

Bana bu zamana kadar inanmayan babam da dayanamamıştı:

“Oğlum, sen benim oğlandan daha eşekmişsin! Benim oğlan hiç olmazsa susma hakkını kullanmış,
susmuş.” “Başka ne sordular sana?”

167
“Bana Eskişehir 1. Ana jet üssünde namaz kılan astsubayların isimlerini sordular.”

“Kimlerin ismini verdin?”

“Sadece dört kişinin. Halim Dağlar, Necdet Öz, Nedim Özüak ve İbrahim Aşık…”

“İyi halt yemişsin, aferin! Kendin cücesin ama dev bir eşeklik etmişsin, eşekler cennetinde bile yatacak
yerin yok. Eşekoğlu eşek seni!”

Bundan sonra YAŞ kararı ile atılan tüm subay ve astsubayların dosyasının birinci sayfasına Turgay
Cüce’nin ifadesi konacaktı. Boş kağıda atılmış bir imza ve içi insani şeytanlar tarafından doldurulmuş
yalancı bir metinle binlerce insanın kanına girilecekti. Hiç bir askeri irade ve sivil politikacı bu
saçmalığa direnemeyecekti.

Öyle ya, orduda hiyerarşi düzenini bozan dini bir yapılanma vardı! İmam olan astsubayı subayların
dinlemek zorunda olduğu gulyabani bir yapı! En baştaki imama göre uçak kaldıran, tank yürüten bir
ordu mu olurdu? Ordu için bu bir felaketti. Tabii doğru olması şartıyla. Kurmay zekası ile övünen
omuzu bol apoletli, bol yıldızlı subaylarda akıl tutulması veya ideolojik körlük mü vardı? Kendilerini
dalgaya alan bir ifadeye hemen hepsi koşulsuz iman ediyordu. Veya öylesi işlerine geliyordu. Oysa
ortada koskoca bir yalan vardı ama kimse yanlışa kalkışıp “kral çıplak” diyemiyordu.

Bilinçaltımdaki sesleri susturamıyordum:

“Bir gün bütün bu eşeklikleri dünya aleme duyuracağım!”

Şahit ol, duyurdum Yarabbi!

AK Parti’yi, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ı kullanan aynı fesat komitesi, son üç ayda on bin kişi
mağdur etti, şimdi de sıra sahte delillerin oluşturulmasına geldi. Araf’ta kalmış şakirtlerden üstünü
kendilerinin doldurduğu ifadeler almak çok daha kolay bugün. Yapacaklarından emin olabilirsiniz.
Milyarlarca dolarlık yolsuzluğa bulaşmış Başbakan ve ailesi, kendi günahlarını örtbast etmek için
derin oligarşik çete ne dese yapacaktır, ‘paralel devlet’ diye cemaat suçlanacaktır. “Devlette ikilik
olmaz, devlet düzeni, disiplini ve hiyerarşisi bozuluyor” diyerek mutlak biat ve itaat damarından
girdiler Erdoğan’ın kanına. Oyun aynı oyun, bu oyunu fark edemeyen müslümanların basireti ve
feraseti satın alınmıştır!

Erdoğan delilleri karartıyor

Fuat Avni’den sonra twitter’de fenomen olmaya başlayan başka bir twitter kullanıcısı da Ebru Canlı
müstear ismini kullanan @CanliEbru adlı hesap sahibi. 17 ve 25 Aralık soruşturmasını yürüten, ancak
sürgün yiyen polis veya savcılardan biri olduğu izlenimi bırakan gizemli Ebru Canlı, Başbakan Recep
Tayyip Erdoğan’ın yayınlanan ses kayıtlarıyla ilgili montaj ve dublajı ispatlayamadığı için delilleri
tamamen karartmaya yöneldiğini ileri sürdü. Eğer bu iddialar doğru ise, ülkemizde sadece hukuk değil
devlet de kalmamış demektir ve bu tweetler ciddi bir suç duyurusudur. Ebru Canlı, “Başbakan çıkıp
bunları yalan desin, ben de diğer bilgileri paylaşayım.” dedi

Okuyalım:

Başbakan HSYK’yı kendine bağladı. Ardından tahliyeler ve terfiler gelmeye başladı. İstanbul Yeni
Başsavcı vekili Faruk Erşen Yılmaz kim? Faruk Erşen Yılmaz, Yolsuzluk ve Rüşvet soruşturması
sanığı Fatih Belediye Başkanı Mustafa Demir’in öz teyze oğlu olduğunu biliyor musunuz?

168
Tahliyelerin neden yapıldığı, tapelerin niçin yok edildiği, soruşturmaların kimlerce yapıldığı şimdi
daha net anlaşıldı.

23 Şubat akşamı internete düşen ve Başbakan ile Bilal Erdoğan. arasındaki konuşmaları içeren tape
gündeme bomba gibi düştü. 23 Şubatta yayınlanan tape Erdoğan’ın evinde milyar dolar tutması ve 17
Aralık sabahı evindeki paraların evden çıkarılmasını içeriyordu. Daha önceki tapelere ya cevap
vermeyen ya da sonrasında cevap veren Başbakan 23 Şubat gecesi derhal Dar Oligarşik Kadrosuyla
toplandı. 23 Şubat tapeleri önemliydi, zira Başbakan’ın yolsuzluk ve rüşvet çarkının merkezinde
olduğunu ispat ediyordu.

Sobelenen Başbakan ve besleme medyası ile tetikçileri kayıtların montaj, dublaj, illegal olduğu vb pek
çok yalanı ileri sürdü. 23 Şubat tapelerini inkâr eden BB’a muhalefet partileri dâhil herkes “TİB ve
TÜBİTAK elinin altında, yalan olduğunu ispat et” dedi. Erdoğan’ın ve HİSleriyle ünlü bakanının tüm
baskı ve tehditlerine rağmen TÜBİTAK uzmanları tapelere montaj, dublaj raporu vermedi. Erdoğan ve
e HİSleriyle ünlü bakanının sahte rapor talebini geri çeviren TÜBİTAK uzmanları görevden alındı.
Başbakan ve ve avanesi müthiş panik halindeydiler. TÜBİTAK’tan istedikleri sonucu alamayınca
TİB’e yöneldiler.

Başbakan çok açık ve net bir şekilde talimatını verdi: 23 ŞUBAT DÂHİL 17 ve 25 ARALIK
SKANDALI İLE İLGİLİ TÜM TAPELERİ ve KAYITLARI SİLİN. Erdoğan’ın DELİLLERİ YOK
EDİN talimatı üzerine TİB Başk. “Alo Cemalettin”, Adalet Bak., MİT ve EGM İstihbarat yetkilileri
toplandı. Adalet Bakanlığına “17 ve 25 Aralık soruşturma dosyaları ve fezlekelerini inceleyip kaydı
silinecek görüşmeleri tespit” görevi verildi. TİB, MİT ve EGM İstihbarat da Adalet Bakanlığının
verdiği bilgiye göre kendilerindeki CDR kayıtlarını silecekti.

TİB, MİT ve EGM İstihbarat CDR kayıtlarının silinmesiyle delillerin tam olarak karartılamayacağını
biliyorlardı. Çünkü TİB, MİT ve EGM dışında 3 GSM şirketinde de Trafik ve Konum verileri vardı.
Bu şirketlerdeki kayıtların da silinmesi gerekiyordu. 3 GSM şirketindeki delilleri sildirme görevi “Alo
Cemalettin”e verildi ve 28 Şubatta 3 GSM şirketinin tepe yöneticileriyle biraraya geldi. “Alo
Cemalettin” 3 GSM şirketinin yöneticilerine, “bazı görüşmelerin trafik ve bazı kişilerin konum
verilerini silmeleri” talimatı verdi.

3 GSM şirketinin yöneticileri kayıtları silmeleri halinde suç işleyeceklerini belirtip talimatı
yapamayacaklarını ifade ettiler. “Alo Cemalettin” ise “bu hayat memat meselesi, hangi kanun sorunsa
değiştiririz, gereğini yapın yoksa sonuçlarına katlanırsınız” dedi. 3 GSM şirketi de delillerin
silinmesine olumlu yaklaşmayınca farklı mekanizmalar devreye sokuldu. Sahiplerinden ”Becerikli
Abdullah T” nin devreye girmesiyle Avea; yönetimindeki 3 AKP’linin devreye girmesiyle Turkcell
ikna edildi. Vodafone “Paralel Yapıyla işbirliği yapmakla suçlanacağı” tehdidi ve hakkındaki
soruşturmaların kapatılacağı taahhüdüyle ikna edildi.

3 Mart akşam üzeri 3 GSM şirketi ikna edilmiş ve TİB, MİT ve EGM İstihbarat delilleri silmeye hazır
hale geldi. Gözler Adalet Bakan’ındaydı. Adalet Bakanı Bekir Bozdağ, 17 ve 25 Aralık
soruşturmalarının üstünün kapatılması için silinmesi gereken kayıtların listesini 4 Mart öğlen TİB’e
verdi. “Alo Cemalettin” Adalet Bakanlığından aldığı silinecek trafik ve konum verilerini hemen MİT,
EGM ve 3 GSM şirketine yolladı.

17 ve 25 Aralık soruşturmalarının en önemli delillerinden olan haberleşme kayıtları 4 Mart


akşamından beri siliniyor. Haberleşme kayıtları silindiğinde yapılan bazı görüşmeler olmamış; bazı
kişiler farklı yerde bulunmuş gibi görünecek. Böylece 17 Aralıkta Erdoğan’ın oğlu Bilal ile yaptığı
görüşme kayıtları ve kızı Sümeyye’nin İstanbul’da bulunduğu kaydı yok olacak. Tüm kayıtlar
silindikten sonra Başbakan “Alo Cemalettin”den alacağı sipariş bir yazı ile bakın bunlar montaj
diyecek. Yerseniz elbette.
169
Wikileaks : Tayyip Erdoğan’ın İsviçre’de 8 hesabı var

WikiLeaks internet sitesi, ABD’nin karşı çıkmasına rağmen yeni belgeleri Le Monde, El Pais, Der
Spiegel, Guardian ve ilk öncü olarak New York Times’da 28 Mart 2013′de yayınladı. Twitter
fenomeni Fuat Avni, Erdoğan’un İsviçre’de 40 milyar doları var deşifresiyle WikiLeaks iddialarını
doğruladı.

MUHALEFET SESSİZ

Türkiye’de büyük yankı uyandıran bu açıklamalarla ilgili muhalefetten henüz ses çıkmadı.. AKP’li
bakanlar ve Erdoğan hakkında ciddi iddialar muhalefet için argüman olabilecek nitelikte.. Ancak gece
geç saatlerden bu yana gündemi meşgul eden iddialarla ilgili ne Chp ne de Mhp’den bir açıklama
gelmedi..

Wikileaks‘in yayınladığı belgeler arasında Erdoğan’ın İsviçre’de 8 hesabı olduğu iddia edildi.

YOLSUZLUK BELGELERİ

Belgelerin içinde ABD’nin eski Ankara Büyükelçisi Eric Edelman’ın AKP hükümetindeki yolsuzluk
iddialarına dair geçtiği gizli belgeler de bulunuyor. Ankara’dan 30 Aralık 2004 tarihinde geçilen
belgenin 21. maddesinde Erdoğan’ın İsviçre Bankası’nda 8 ayrı hesabı olduğu iddia ediliyor.

CİDDİ YOLSUZLUKLAR VAR

21. maddede şu ifadeler yer alıyor:

“AKP iktidara yolsuzlukların kökünü kazıyacağını söyleyerek geldi. Halbuki AKP’lilerin bize
anlattığına göre, partinin ulusal, bölgesel ve yerel seviyesinde ve bakanların aile üyeleri arasında çıkar
çatışmaları ve ciddi yolsuzluklar var.

ERDOĞAN’IN 8 BANKA HESABI

İki ayrı kaynaktan edindiğimiz bilgiye göre, Erdoğan’ın İsviçre bankalarında sekiz ayrı hesabı var.
Erdoğan’ın varlığının oğlunun düğününde gelen hediyeler ve dört çocuğunun okul masraflarını
karşılıksız ödeyen Türk işadamından kaynaklandığını söylemesi ise çok yüzeysel”

YOLSUZLUĞA KARIŞAN BAKANLAR

Aynı belgenin 22. maddesinde ise yolsuzluğa en çok karışan bakanların İçişleri Bakanı Abdülkadir
Aksu, Dış Ticaretten Sorumlu Devlet Bakanı Kürşat Tüzmen ve AKP eski İstanbul İl Başkanı Mehmet
Müezzinoğlu olduğu iddia edildi.

Başbakan Erdoğan, Libya’ya gitmeden önce havaalanında düzenlediği basın toplantısında dün
açıklanan Wikileaks belgeleriyle ilgili kısa bir değerlendirme yaptı.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, WikiLeaks internet sitesinde açıklanan belgelerle ilgili olarak, ”Şu
anda WikiLeaks‘in eteklerinde neler var, bunları bir döksün görelim. Ondan sonra da bunların ne kadar
ciddi, ne kadar gayri ciddi olduğunu öğreniriz. Çünkü WikiLeaks‘in ciddiyeti şüphelidir. Bu bakımdan
şu anda sadece biz eteklerindeki taşın dökülmesini bekliyoruz. Ondan sonra da değerlendirmesini
yapar, gerekli açıklamaları yaparız” dedi.

170
WikiLeaks: ERDOGAN AND AK PARTY AFTER TWO YEARS IN POWER:TRYING TO GET A
GRIP ON THEMSELVES, ON TURKEY, ON EUROPE

Biz yazamıyoruz onlar yazıyor Wikileaks iddialarını Türkiye’de sadece 2 gazete yazarken Avrupa
basını Recep Tayyip Erdoğan’ı manşetlerine taşıyor.

WikiLeaks belgeleri ile ilgili Türk basını ne kadar ortamı yumuşatmaya çalışırsa çalışsın, Avrupa
basını yazmaya devam ediyor.

Üstelik de, “Bunları yazanlar da, yayınlayanlar da alçaktır, namussuzdur“ sözlerini hiç de dikkate
almadan.

Der Spiegel, Başbakan Tayyip Erdoğan ile ilgili ABD’lilerin değerlendirmelerini ilk yazan olarak
tarihteki yerini alırken, İsviçre basını da “tersten çakmaya“ devam ediyor.

Basler Zeitung’tan sonra bu kez ülkenin en çok satan gazetesi Blick ve Neue Züricher Zeitung (nzz),
Erdoğan’ın İsviçre bankalarındaki hesaplarıyla ilgili iddiaya yer verdi.

Blick, Erdoğan’ın açıklamasını “Ben ve İsviçre’de para mı? Varsa istifa ederim“ başlığıyla verdikten
sonra, “kaderin garip bir cilvesi”ne değindi.

BLICK: MALVARLIĞI BİZE EMANET

Blick, ABD Büyekelçiliği’nin kriptolarında Erdoğan’ın İsviçre’de en az 8 hesabı olduğu iddialarının


bulunduğunu belirttikten sonra, şu yorumu yaptı:

“Türk lider için büyük aksilik… Aslında o, geçen yıl Erdo-dev (Erdowahn) unvanını almış ve
İsviçre’yi minare yasağı konusunda faşist bir devlet olarak tanımlamıştı. Şimdi ise malvarlığını
İsviçre’ye emanet ettiği ortaya çıkıyor. Ve bundan da haberi yokmuş?”

Blick devam ediyor:

“Erdoğan’ın çok kızgın olduğu görünüyor. Kendini öne atıp, mal varlığı ve İsviçre’deki hesaplarla
ilgili iddiaların doğru olduğu ispatlanırsa istifa edeceğini söylüyor. Ama mal varlığının kaynağını da
tam olarak açıklayamıyor. Çocuklarının nasıl olup da yüksek vergiler ödediği sorusu da hala cevap
bekliyor…”

BAŞROLDA HEP TÜRKİYE VAR

WikiLeaks’in belgeleriyle ilgili Avrupa basınındaki haberlerin tümü Türkiye ağırlıklı. Rus Mafyası,
Putin, Berlusconu, Ahmedinejad tabii ki var ama onlar başrolde değil…
Başrolde ve manşetlerde yine Türkiye var.

Türk basınının aksine, Avrupa basını “sözünü esirgemiyor“ da üstelik.

Her yapılan haberde, ABD kriptolarında Türk hükümet üyeleri ve başbakan Erdoğan için verilen
tanımlamalar tekrar tekrar kullanılıyor.

Euronews, “Erdoğan ABD’ye kızgın“ başlıklı haberinde, “Türkiye ile ABD ilişkileri açıklanan
belgelerden sonra biraz dumanlı. Başbakan Erdoğan, kendisini İsrail’e kini olan göz yumucu bir
İslamist olarak tanıtılmasından rahatsız“ diyor.

171
Haberde ayrıca İsviçre’deki 8 hesap konusu işleniyor ve Erdoğan’ın buna karşı öfkelendiği
vurgulanıyor.

HÜSEYİN ÇELİK TARTIŞMA KONUSU…

Özellikle İsrail nefreti konusu ile ilgili haberler önemini yitirmeye başlamışken, ABD’li diplomatların
tespitini doğrularcasına gelen Hüseyin Çelik’in yaptığı açıklama yine gündem oluyor.
Çelik’in, “Bu belgelerin açıklanması en çok hangi ülkenin işine geliyor bakmak lazım. İsrail çok
memnun“şeklindeki sözleri Avrupa basınında “ironik“ bir şekilde yer buluyor.

Almanca yayın yapan İsrailHeute isimli internet sitesi, bu açıklamayı geniş şekilde duyuruyor.

Haberde, “Türkiye suçluyu buldu; İsrail“ denirken, ABD dökümanlarında Türkiye için neler
yazıldığının bir özeti veriliyor, İsviçre bankalarında hesap olup olmadığı konusunun büyük tartışma
yarattığı vurgulanıyor.

İslamcılar’ın sık başurduğu “İsrail’i hedef seçme“ yönteminin bu olayda da kullanılması, kafalardaki
soru işaretlerini artırıyor ve yargıları pekiştiriyor.

NZZ: İSVİÇRE’DE KARA PARASI VAR

Başbakan Erdoğan’ın açıklamaları ve İsviçre’deki hesaplar konusu Neue Züricher Zeitung (NZZ)
isimli İsviçre gazetesinin de baş konusu.

Gazete, “Türkiye’nin başbakanı ABD eski elçisinin cezalandırılmasını talep ediyor“ başlıklı
haberinde,“Erdoğan’ın İsviçre’de kara parası var… Bunu ABD’nin eski Ankara Büyükelçisi belirtiyor.
Erdoğan kızgın“ diye yazıyor ardından da, Erdoğan’ın servetini oğlunun düğününde takılan takılarla
açıklamaya çalıştığını, kızlarının ise bir işadamı tarafından ABD’de okutulduğu vurgulanıyor.

İletişim çağında, tüm haberler aynı anda her yerde işte böyle yayınlanıyor…

Die Presse isimli gazete, diğer onlarcası gibi konuyu manşetlerine taşıyanlardan…

Erdoğan’ın “İsviçre’de param yok“ açıklamasını başlığa taşıyan gazetenin internet sitesinde, ABD’li
diplomatların Erdoğan’ın kişisel karakterini olumsuz tasvir ettiği, onu bir maço olarak tanıttığı, otoriter
eğilimli ve kendini beğenen biri olduğunu vurguladıklarını belirtiyor.

Die Presse, Erdoğan’ın gelirlerini oğlunun düğünüyle açıklamaya çalışması ve kızlarının ABD’de bir
işadamı tarafından okutulması konusunu da haberinde işliyor.

Avrupa’nın yazılı basınının yanı sıra TV’leri de konuyu geniş işleyenlerden.

N-TV’nin dışında, genişçe gelişmeleri aktaranlardan biri Alman Devlet Televizyonu ARD oldu.

ARD: ABD’YE BU KAISER LAZIM

Ana Haber Bülteni Tagesschau’nun internet sitesi, “Washington’un Anadolu’daki bu kaiser’e


(Volkstribun) ihtiyacı var“ başlığıyla duyurduğu haberinde kızdıracak yorumlar yaptı.
Tagasschau’da, “Wikileaks’taki Erdoğan’la ilgili açıklamalar hoş değil; ABD Elçiliği tarafından göz
yumucu bir İslamist olarak tanımlanmış… Washington’un Ankara’ya ihtiyacı var, çünkü onların
İran’la bağlantıları kuvvetli“deniliyor.

172
Ulrich Pick imzalı olan ve ARD-Hörfunk-Studio İstanbul mahreci taşıyan yazı, ABD Elçiliği’nin
belgelerinde Erdoğan için ne denilmişse yeniden özetleniyor.

Geniş bir haber analiz yayınlayan Tagesschau, Erdoğan’ın İran’ın dışında Suriye ile ilişkileri
geliştirdiğini, İsrail’le ilişkilerin kötüleştiğini, 1 Mart Tezkeresi’nin reddi ile ABD ilişkilerinde
sıkıntılar yaşandığı sözde Ermeni soykırımı gibi konularda da sorunların sürdüğünü irdeliyor.

http://istihbaratalani.wordpress.com/2013/03/29/wikileaks-tayyip-erdoganin-isvicrede-8-hesabi-var/

Genel

Ben cemaat okullarında yetişmiş, bugüne kadar ak partiye oy vermiş bir insanım.bugünden sonra
elbette vermeyeceğim. ama anlayamadığım bir husus var o da CHP gibi bir partiye oy verme mantığı?
öyle boş bir insan değilim, siyaset üzerine eğitim aldım. ayrıca sağcı solcu demeden tüm kesimleri
takip ederim fakat yine de CHP ye oy vermeyi vicdanım kabul etmiyor. Belki sizde cevabı vardır, bir
danışmak istedim. eğer bu mesajı görüp de cevaplarsanız çok mutlu olurum. vaktinizi çaldım hakkınızı
helal edin.

CHP’ye oy verilecek diye size kim söyledi? Yok böyle bir baskı. 30 Mart yerel seçim, AKP dışında
herhangi bir parti adayına oy verebilirsiniz. Normalda çöpünüzü toplayacak adamı seçeceksiniz.
Başbakan bu yerel seçimi yolsuzlukları ve cemaata operasyona bir güven oyuna çevirdiği için
kesinlikle AKP’ye bir oy bile verilmeyecek. Genel seçime 1.5 yıl var, yeni bir alternatif o zamana
kadar çıkacak, CHP’ye oy vermek zorundayız diye bir şey yoktur.

İhvan-ı Müslim nasıl bitirildi?

İhvan-ı Müslim nasıl bitirildi? Dar oligarşik yapının rolü…

Aşağıdaki yazılar tweetten alıntıdır. Yazı sahibi fuatavni’dir.

https://twitter.com/fuatavni

Mısır’daki İhvan-ı Müslim neye, kime güvenerek hareket etmişti? Binlerce insan silah
kullanmadığı halde eylem de şehit edildi. Hükümet hem kendini hem de bu güzelim hareketi
bitirme noktasına nasıl getirdi? İşte bu da gerçeğin özü…

1. BB’nin gelmiş olduğu Siyasi İslam çizgisinin en önemli ayağını Arap Ülkeleri ile olan duygusal
bağlar oluşturur.

2. Hamasi duygularla Arap Ülkelerine olan yakınlık, Siyasi Islam geleneğinden gelenleri
oralarda ticari ve siyasi bazı oluşumlara itmiştir.

3. Milli Görüş geleneğinden gelen BB, Türkiye’deki konumunu güçlendirdikçe Arapları da içine
alan bir liderlik dürtüsü baş göstermişti.

4. Zaman zaman buna benzer ifadeler kullanır, İslam coğrafyasına sahip çıkmalıyız derdi. Mesaj
alınmıştı. Danışmanlar zaafını farketmişti.

5.Y. Akdoğan BB’ye İslam halifesi yakıştırmasını ilk yapan kişidir. Bilerek mi yapmıştı,
ağzından mı kaçırmıştı, bilemem. BB çok haz almıştı

173
6. BB’nin her hazzı aynı zamanda bir zaafıdır. Danışmanlar bunu değerlendirmek için her
fırsatı kullanırlar. Halife söylemi yaygınlaştırıldı

7. İslam halifesine inandığı andan itibaren BB?nin düşünceleri sarpa sarmaya başladı.
Kavramlar karıştı.İç ve dış politikaya bakışı değişti.

8. BB’nin yanında uzun zamandır yer alan, partinin her türlü reklam ve tanıtım işleri yapan
Erol Olçak’a yeni bir alan açıldı. Arap ülkeleri

9. Oligarşik Danışmanlar için en önemli ve hesabı sorulmayan alanlardan biri reklam ve tanıtım
pastasıdır. Pastadan payı az alanlar darılır.

10. Pastadan az pay alan ve Erol Olçak’ın ne kadar büyük vurgunlar yaptığını bilen
Danışmanlar soyadına göndermede bulunarak alçak Erol der.

11. Erol Olçak, Özel Seçilmişler’in kadrosundan destek alarak ki en büyük destekçisi
H.Fidandır, Arap Ülkelerinde pr çalışmasını güçlendirdi

12 BB’nin İslam Halifeliği güçlü algılar üzerine inşa edilecekti. Arap Ülkelerinde aylarca bu algı
için görev yapan istihbaratçılar oldu.

13. Bu kişiler özel olarak sokalarda gösteriler düzenlemeye duvarlara Arapça Erdoğan yazmaya
başladılar. Bayraklar posterler taşıyorlardı.

14. BB, ziyarete gittiği ülkelerde kalabalıkların içinde H.Fidan’ın adamlarının olduğu onlarca
kişi Erdoğan sloganı atardı. Poster taşırdı

15. Erol Olçak oradaki bütün olayları organize ederdi.Para karşılığında bazı aileler çocuklarına
Tayyip ismini koyuyordu. BB’nin diğer zaafı

16. BB o ülkeler gittiğinde nasıl oluyorsa o aileler mutlaka karşısına çıkardı. Anlayacağınız her
şey mizansendi. Erol o konuda çok mahirdi.

17. BB’yi halife olduğuna inandırdıkları yetmezmiş gibi olumsuz bir durum olduğunda adam
kendini iyice halife sandı diye dalga geçerlerdi.

18. BB’nin Suriye’de Esed’le Mısır’da Mübarek’le arası çok iyiydi. E.Olçak bunu onların
etrafındakilere verdiği maddiyatla sağlıyordu.

19. Dışardaki Erdoğan algısı tamamen devletin maddi olanakları ve istihbaratçıları tarafından
oluşturuluyordu. BB gaza getiriliyordu.

20. E.Olçak KDK’daki bazı kişiler para karşılığında Arap gazetecilere Erdoğan’ı öven
makaleler yazdırıyor bunu gelip ona okuyorlardı.

21. Erdoğan’ın o dönemlerdeki konuşmalarına bakarsanız kendisini nasıl İslam Alemi’nin lideri
olduğuna inandırdığını görürsünüz.

22. Mısır’daki olaylar patlak verdiğinde BB’nin Danışmanları bunu fırsata dönüştürdüler.
İstihbaratçılarımız orada cirit atıyordu.

174
23 Ellerinde Erdoğan?ın posterleri vardı. BB bu görüntülerden birini ekrandan gördüğünde
keyifli keyifli gülüp bunlara destek olmalı demişti

24. Mısır halkına destek diye ayrılan paraların bir çoğu E.Olçak ve paydaşları tarafından kendi
aralarında pay edilmişti. BB bunu bilmez.

25. Mısır’daki olaylar durulduğunda BB, Mısır’ı ziyarete gitti.Tarihi bir yanlışlık yaptı.
Laiklikten nefret eden halka laiklik önerisi yaptı.

26. Yıllarca parayla pulla oluşturulmaya çalışılan Erdoğan algısı bir konuşmayla heba oldu.
Halkın BB’ye ve Türkiye’ye bakışı değişti.

27. Mısır’da yıllarca hizmet etmiş ve halk tarafından çok sevilen Sunni İslam geleneğinin en
önemli temsilcisi İhvan-ı Müslimindir.

28.İhvan iktidara hazırlandığı andan itibaren H.Fidan ve adamları sürece dahil olmuş onları
yönlendirmiş BB bizzat organize etmiştir.

29. İktidara gelen Mursi’nin en önemli akıl hocası BB olmuştur. Ülke içindeki muhalifler yanlış
adımlar atıldığı kanaatini dile getirmiştir.

30. Mursi, BB’nin cesaretlendirmesi sonucu yıllara yayarak yapması gereken icraatlerde acele
davranmıştır. Mısır?da darbecilere gündoğmuştur

31.Mısır’da dış politikayı iyi bilen her kim Türkiye’ye darbe riskini anlatmışsa da bizimkiler
tarafından bunun mümkün olmadığı söylenmiştir

32 BB, Mursi’ye aynen şunu söylemiştir? Bizden önceki siyasi irade dik duramadı dağıldı biz 27
Nisan Muhtırası karşısında dik durduk, kazandık

33. BB ve dış politika cambazlarına aldanan Mursi, maalesef darbeyi önleyememiş ve Mısır
felakete sürüklenmiştir. Rabia kana bulanmıştır.

34. İhvan heyetinden bazıları Türkiye’ye son geldiğinde felaketin sorumlusunun BB? olduğunu
zikredince Dış İşleri’nce kovulmuştu.

35. Mursi bir kaç kez sitemde bulunsa da artık Türkiye’nin uzaktan Sisi’ye küfredip 4
parmağını kaldırmaktan öte yapacağı birşey yoktur.

36. Mısır’da yıllarca hizmet eden Hasan El-Benna’ların,Seyit Kutup’ların İhvanı Müslimin’in
beli kırılmıştır. Sünni bir gelenek bitirilmiştir.

37. Mısır’da dökülen masum kan BB’nin basiretsizliği yüzünden 4 parmak işareti yapan her ele
bulaşmıştır. Allah Kadir-i Mutlak…

‘Allah’ım yardımın ne zaman?’ demeyin!

“Allah’ım, yardımın ne zaman, demeyin.” Dün akşamın flaş cümlesi buydu bana göre.
Çarpıldım denir ya hani halk arasında; inanın bana çarpıldım hatta irkildim bu cümleyi
duyunca Hocaefendi’nin ağzından. İki sebepten dolayı.

175
İlki, hafız değilim ama bu dua cümlesinin ayette yer aldığını biliyorum, hatta bu ayetin yer aldığı sayfa
ezberimde. Bakara Sûresi’nde geçen söz konusu ayet sırf iman ettiklerinden dolayı dayanılmaz ölçüde
bela, musibet, şiddet, mihnet, felaket ve işkencelere maruz kalan önceki peygamber ve ümmetlerden
birinin duası. Onlar karşılaştıkları bu sıkıntılar karşısında böyle dua etmişler.

Şimdi Kur’an ayeti ile sabit bu duayı Hocaefendi bize neden etmeyin diyordu? Siz olsanız şaşırmaz
mısınız? Devam etmeden önce ayetin mealini vereyim isterseniz: “Yoksa siz, daha önce geçmiş
ümmetlerin başlarına gelen durumlara mâruz kalmadan cennete gireceğinizi mi sandınız? Onlar öyle
ezici mihnetlere, öyle zorluklara düçar oldular, öyle şiddetle sarsıldılar ki, Peygamber ile yanındaki
müminler bile ‘Allah’ın vaat ettiği yardım ne zaman yetişecek?’ dediler. İyi bilin ki Allah’ın yardımı
yakındır.”

İkincisi; dershane kapatma tartışmalarından bu yana geçen üç ayda maruz kalınan hakaretler bile başlı
başına bu duayı etmeyi gerektirmez miydi? Benim bu soruya cevabım net; evet, gerektirir. Devletimin
Başbakanı tarafından Hocaefendi gibi bire bir ismen ve cismen tekrarı gönül incitici hakaretlere direkt
muhatap olmasam da, boğuyor beni o sözler, hayatı dar ediyor, yaşanmaz kılıyor, her şeyden iştahımı
kaçırıyor, geceleri uykumdan ediyor ve bazen yerin altı, Allah’ım, üstünden daha mı hayırlı, dedirtiyor
bana. Hissiyat dünyası itibarıyla tahayyüllerimizi aşkın zirvelerde pervaz eden Hocaefendi’nin bu
atmosferde benden binlerce kat fazla etkilendiğini, rencide olduğunu düşünmemek mümkün değil. O
zaman “Allah’ım yardımın ne zaman?” şimdi denmeyecekse, ne zaman denecek? Dolayısıyla
yaşadığımız güncel hadiseler karşısında “Allah’ım yardımın ne zaman, demeyin” sözünü anlaması, bir
temele oturtması elbette düşünülemez. Şaşırmamın ikinci sebebi bu.

Bir daha söyleyeyim; kısa süreli de olsa şok yaşadım. Atlatmalıydım bu şoku. Söz, sıradan bir söz
değildi ama bu sözü söyleyen de sıradan bir insan değildi. Öyleyse konuşmanın devamını ciddi bir
şekilde takip etmeli ve içimdeki soruya cevap bulamazsam meclis bitmeden mutlaka bunu
sormalıydım. Öyle yaptım. Dikkat kesildim konuşmanın devamına.

“Kur’an bunu anlatıyor bize ama biz oradaki çaresizliğin, esbabın bütün bütün sükût etmesinin
seviyesini bilmiyoruz.” Kurban olayım sana. Almıştım cevabımı. Hem de bir cümle içinde kafamda
oluşan iki sorunun cevabını bulduğum gibi Kur’an’a vukufiyetine de, dinî hassasiyetine de, Allah’a
karşı olan saygısına da bir kez daha hayran olmuştum. Nitekim bu yazıyı kaleme almak için
bilgisayarın karşısına oturmadan mealleri karıştırdım ve hayretler içinde gördüm ki Bakara 214. ayet
benim yukarıda “Peygamber ile yanındaki müminler bile ‘Allah’ın vaad ettiği yardım ne zaman
yetişecek?’ dediler” diye mealini verdiğim yere birçok meal yazarı “Allah’ım yardımın ne zaman,
diyecek hale geldiler” şeklinde meal vermiş. Hocaefendi’nin sözleri bu yaklaşımı tercih ettiğinin açık
beyanı. Öyleyse yukarıdaki meali buna göre düzeltmek lazım. “Hatte yekulû” dediler değil “diyecek
hale geldiler”.

Tamam, da burada bir boşluk oluşmadı mı? Allah’ım yardımın ne zaman yerine ne diyecek, nasıl dua
edeceğiz? “Ben öyle demiyorum” dedi ve 4 tane ayet okudu üst üste. “Ben bunları diyorum.”

Birincisi; Hz. Yusuf hasreti ile yanıp tutuşan Hz. Yakup’un duası: “Ben sıkıntımı, keder ve hüznümü
sadece Allah’a arz ediyorum.” (Yusuf, 86). İkincisi; Hz. Nuh’un (as) duası: “Ya Rabbî, ben
mağlubum, Sen bana yardım et!” (Kamer, 10) Üçüncüsü: Hz. Şuayb’ın (as) duası: “… Rabb’imizin
ilmi her şeyi kapsar. Biz yalnız Allah’a dayanırız. Ey bizim Rabb’imiz! Bizimle şu halkımız arasında
Sen âdil hükmünü ver, haklı haksız açığa çıksın. Sen elbette hüküm verenlerin en iyisisin!” (A’raf 89).
Dördüncüsü: Hz. Yunus’un duası: “Ya Rabbî! Sensin İlah, Senden başka yoktur ilah. Sübhansın, bütün
noksanlardan münezzehsin, Yücesin! Doğrusu kendime zulmettim, affını bekliyorum Rabb’im!”
(Enbiya 87). Bir de Efendimiz’in Taif duasını zikretti. “Bakın o duaya. Çaresizliğin sesi soluğudur
o…” cümleleri ile birlikte.

176
Anlaşılmıştı mesele. Demek ki Hocaefendi benim ve benim gibi binlerin belki de milyonların
katlanılmaz bulduğu hakaretleri, sıkıntıları, eziyetleri mezkûr duayı yapacak ölçüde olmadığını
düşünüyor, Kur’an, hadis ve tarih bilgisine dayanarak yaptığı mukayeseler onu böyle bir sonuca
ulaştırıyordu. Bu dua belki de zulmün son noktasında yapılmalı ama şu an o noktaya gelinip
gelinmediğini tayin etmek haddi aşmak olur, “kaderin kendi keyfimize göre tecellisini isteme”
manasına gelir kanaati hâkimdi.

Nitekim sözün akışı içinde Nesimi’ye ait olduğunu bildiğim şu mısrayı dile getirmesi benim arza
çalıştığım tesbitimi doğrular mahiyette: “Ehl-i dil söyleyemez derdini Allâh’a bile.” Evet Nesimi böyle
diyor: “Söylemem derdimi hem-derdim olan âha bile / Belki sînemdeki şu nâle-i cângâha bile / Kendi
bî-şübhe bilir râz-ı derûnum yoksa / Ehl-i dil söyleyemez derdini Allâh’a bile.” Bunu okuduktan sonra
“fakat” dedi Hocaefendi; “bu bir seviye meselesi”.

Ne yapacağız o zaman? Bu seviyelerin insanı değiliz. Yapılan zulümlere, ülkemizin ses bayrağını 160
ülkede dalgalandıran insanımıza yapılanlara, faillerinin Müslüman ve devlet adamı oluşuna, sağda
solda her gün savrulan sözde dostlara, aydınlığın nefesini kokladığımız anda gelen bu musibetin
ülkemize, devletimize, insanımıza, Müslümanlığımıza kaybettirdiklerine üzülmeyecek miyiz? Elbette
üzülecek ve elbette etkileneceğiz. Robot değiliz ki, insanız. O zaman soruyu tekrar edeyim: Ne
yapacağız?

Hocaefendi veriyor cevabını sohbetin devamında: “Bağışıklık sisteminizi güçlendirecek ve Allah’ın


lutfuna, inayetine sığınarak hiçbir şey olmamış gibi, hiçbir şey yokmuş gibi yola devam diyecek,
yapmakta olduğunuz hizmete devam edeceksiniz. Önemli olan her şeyin yolunda olduğu, halk
ifadesiyle arz edeyim her şeyin tıkırında gittiği zamanda değil, tsunamiler gibi belaların üzerinize
dalga dalga geldiği zamanda “çok şükür; hiçbir şey yok” deyip yola devam etmektir. Unutmayın inne’l
akıbete li’l-müttakîn; hayırlı âkıbet müttakilerindir. “Hak üstündür ve ona galebe çalacak hiçbir şey
yoktur.”

Yatsı namazı sonrası eve geri dönüyorum. Bir arkadaşımın dediği gibi her zaman “sırtımı dağlara
yaslamış gibi” güven duyguları ile dopdoluyum; buraya gelirken hissettiğim daralmalardan iz ve eser
kalmamış bende. İzahını yapamıyorum ama çok farklı bir ruh haleti içindeyim. İnşiraha ermiş, bast
halinin en üst seviyesini yaşıyorum sanki. Allah bu hali makama çevirsin ve bizleri de o makama layık
olan kullarından eylesin. Âmin.

Ahmet Kurucan, 05.03.2014

TAKİYYE SİYASETİ, BAŞKANLIK YOLU VE İLAYI KELİMETULLAH… 06/03/2014 by


Numan Nuh

“Müslümanlık nerde bizden geçmiş insanlık bile.


Âlem aldatmaksa maksat aldanan yok nafile…
Irzımızdır çiğnenen evladımızdır doğranan.
Hey sıkılmaz ağlamazsan bari gülmekten utan”(Akif)

İnsanlığın bir şeyler beklediği ve umutla gözüne baktığı bu ülkede son yıllarda aleni olarak izlenen
takiyye görünümlü gayr-ı samimi politika zihinlerimizi alabora etmektedir. Bu politikanın sonucu
olarak makamlarda bulunanlar, ülkeye hizmet konusunda gayr-i samimi iseler bunun karşılığını
bu dünyada ya da mahkeme-i Kübra da er geç göreceklerdir.Bu ismin devlet
reisi,bakanı,bürokratı veya www.numannuh.com sitesinin yazarları olması durumu
177
değiştirmeyecektir. Şu an iktidara sahip olan kadroların icraatları ülkeye hizmet konusunda samimi
olup olmadıklarının sorgulanmasına neden olmaktadır.11 yıldır üzerinde güneş batmayan iktidarda
bütün sistem yakınların ve makamlara çıkmak için dini araç olarak kullananların hesabına
işletilmektedir. Dünya sevgisinden dolayı ülkenin geleceğini dinamitleyenlerin oyunlarına dahi bile
bile lades denilmektedir. Ülkede tuhaf bir durum vardır. Vatandaş gündelik işlerin telaşı ile bir
tarafa doğru gidiyor velâkin nereye gittiğinin umurunda da değildir. Üzülerek görüyoruz ki
ciddi bir çoğunluk ülkenin sürüklenmek istediği anaforu anlama düşüncesinden yoksun
bulunduğu gibi bir şey de anlamak istemiyor. Anlatsanız da anlayan kim derken Merhum Akif’in
“Birlik” şiirinin dizelerini hatırlıyorsunuz.

“Müslümanlık nerde bizden geçmiş insanlık bile.


Âlem aldatmaksa maksat aldanan yok nafile…
Irzımızdır çiğnenen evladımızdır doğranan.
Hey sıkılmaz ağlamazsan bari gülmekten utan”

Biçare halimize ne ağlıyoruz ne de gülmekten utanıyoruz. Büyük Türkiye hayali, ülkede


oynanan derin oyunları ve kendini dindar gösteren insanların yapmış olduğu hatalara
muhatabınız, bakın, hastanede, resmi dairelerde başörtülü insanlar var. İHL mezunlarına ve
imamlara kadrolar verildi. Ev, araba aldık diyebiliyorlar. Anlaşılmamazlık içerisinde “Beni
skolâstik bataklığı içine saplanmış bir medrese hocası zannediyorlar, beni anlamıyorlar” diyen 20.asrın
müceddidi büyük dava ve kavga adamının yalnızlığını ve dine hizmet modelini 1000 kişiden sadece bir
kişinin anlayabildiği son yüzyılın büyük aksiyon ve ruh mimarının çekmiş olduğu derin çileyi çok iyi
anlıyorsunuz.

Perslere özgü olan Takiyye politikası iktidara hâkim olan gücün etrafını saran ve yetkilendirilen
kadrolar tarafından ustalıkla kullanıldığı için ülkenin geleceği konusunda bir şey
anlatılamamaktadır. Gözlerini makama, paraya ve kadına dikenlerin gül devrinin gelmesi ile
ilgili bir idealleride yoktur. Bireysel menfaat odaklı politika ile ülke bir meçhule doğru yol
almaktadır ama yolun sonunun nereye çıkacağı da bilinmemektedir. İMF’ ye olan borcumuzun
azaldığı bitme noktasına geldiği söylenmekte ama ithalat ve ihracat arasındaki açıktan kimse
bahsetmemektedir. İktidarın ilk yıllarında AB’ye gireceğiz diye tam tam çığlıkları atılırken 11 yıllık
süreçte umutlar nerede ise bitme noktasına getirildi. Ekonomi her geçen gün rakamsal ve hareketlilik
anlamında geriye gitmektedir.
Dış politika komşularımızla olan başarılı(!) ilişkilerimizden belli olmaktadır. İsrail’le ilişkilerimiz
kavgalı görüntüye rağmen hareketlenmiştir. 2009 yılında İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres’e karşı
alınan sert tavır karşısında ne oldu da İsrail’le ekonomik ve siyasi alandaki ilişkilerimiz gelişme
eğilimi gösterdi. İsrail’e karşı kavgalı görünüp diğer yandan bütün ilişkileri geliştirme politikasını
Takiyye politikası dışında ne ile açıklayacaksınız. Hiç bir şeyin tesadüf olmadığına inandığım bu
dünyada Başbakan’ın, İsrail Başbakan’ı ile yapmış olduğu kavganın dahi önemli bir planın
parçası olduğuna inanıyorum. Bu tartışma her anlamda patolojik olan Arap âleminde yeni
liderler seçtirmek için böyle bir yol izlenmiş, İsrail Arap âlemini bizim aracılığımız ile kontrol
etmek istemiş olamaz mı? Çünkü bu olaydan sonra Arap âleminde itibarlı bir kişi haline
gelinildi. İsrail tarafından Arap dünyasında Erdoğan’a sempati duyan kişilere kontrollerinde partiler
kurdurulursa ona da şaşmamak gerekiyor. Kendine oy veren tabanı ile kavgalı hale getirilen ve
başkanlık hesabı yapan liderin ilmi siyaset yapacağını düşünmüyorum. Alın size eskimiş yüzlerin
yerine İsrail’in desteklediği yeni liderler. Stratejistlerin bu konuyu derin olarak incelemesi gerekir.

11 yıllık süreçde İran’la ticari ilişkilerimizde iyidir. Ayrıca İran’dan gelen turist sayısı iktidarın
ilk yıllarında 400 bine yakınken daha sonraki süreçlerde 1 milyonda noktalanmıştır. Ne amaçla
geldiğini veya geleceğini bilmediğimiz ve İstanbul’un sözde muhafazakâr sosyetesinde
kaybolacak İranlı hemşirelerde madalyonun ayrı bir yönüdür. Neden başka bir ülke değilde
Mut’a nikâhının devlet korumasında olduğu İran’dan Hemşire ithal etmenin hazırlığını
178
yapıyoruz çok şey anlıyorum ama takdiri okuyuculara bırakıyorum. Bu konuda bir çok iddiaya
rağmen bir adım atılmaması düşündürücüdür. ABD’den gelen turist sayısının 600’ binlerde
seyrettiği bir durumda İran’dan gelen turist sayısındaki hareketlilik Yavuz Sultan Selim
dönemindeki hareketliliği hatırlatıyor. Aynı şekilde ülkemizden İran’a giden insan sayısında da
ciddi bir artış olduğunu tahmin ediyorum.

Türk Cumhuriyetlerinde “Oğlum babam ölüm döşeğinde iken Anadolu’dan bizi kurtarmaya
gelecekler, ben ölüyorum, onlara benden selam söylemeden ölme dedi diyerek hıçkırıklarla
Önden Giden Atlılara sarılanların ve şimdiye kadar nerede idiniz benim seksen yaşında babam
vardı her sabah Karadeniz’e doğru bakardı, oğlum Türkiye’den bizi kurtarmaya gelecekler,
Allaha yalvarıyorum onları görmeden ölmeyeyim diye dua ederek ölen bir babanın evladının,
şimdiye kadar nerede idiniz, bir kaç yıl erken gelemez mi idiniz, babam sizi sayıklayarak öldü
diye feryat eden insanların bulunduğu münbit Türk Cumhuriyetleri ile mesafeli ilişkilerimiz
devam ederken patolojik durumdaki Arap coğrafyası ve İran’la samimi ilişkilerimizin devam
etmesi bana tuhaf bir durum olarak geliyor. Ülkedeki mevcut duruma bakınca insan hayret ediyor.
Gençlik yıllarında bir davayı savunarak iktidarlara gelenlerin gayeleri nedir ki ülkede yapısal
değişikliklerden ziyade Takiyye politikası ile idare ediyorlar. Halk olaylara halk gözü ile baktığı için
her şeyden memnun bir tablo çiziyor. Liderin etrafındaki takiyyecilerde pers oyunlarını büyük bir
planın parçası olarak daha iyi oynuyorlar.

Peki, pers oyunlarına alet olanların bir ideali olamaz mı? İktidara hâkim olan güçler hangi ideale
kilitlenmişlerde gözleri kendilerinden başkasını görmüyor anlaşılmış değildir. Belirli bir ideal olmadığı
için bütün çalışmalar bireysel daire etrafında dönüp durmaktadır. Dünyaya kazık çaktığını
düşünenlerin, armut gibi döküldüğünü göremeyenler “ben ben” deyip durmaktadır. Güce tapan
İdealsiz takiyyeci kadrolar İlay-ı Kelimetullah duygusunu öldürdüğünden dolayı ENE iktidarı o
denli sarmıştır ki en küçük birimden en büyük birime kadar “Ben, ben, benim menfaatim”
türküleri nakarat olarak söylenmektedir. İktidarın milletin yüce menfaati için “Büyük
Medeniyet Projesi” olmadığından dolayı pers oyunlarının kucağında bocalama evresi
geçirmektedir. Heyhat ki bu kadar makama tapma olunca Kur’an öğrenen küçük çocukları tüfek
dipçikleri ile duvardan duvara vuranlar kadar cesaret gösterilememektedir. Üzülerek görüyoruz ki
zirvelerde ebedi kalacağını zannedenler, Büyük İskender ‘in Diyojen’e gölge etmesi gibi hülyalarımızı
süsleyen, insanlığın kurtuluşu olacak “Büyük Medeniyet Projesi”ni gerçekleştirmek için dünyayı nakış
nakış işleyenler Yarın ki Türkiye’nin kurucularına gölge etmekten başka bir iş yapmamaktadır.
Makamların büyüsü iktidar içinde temeli çürük olanları sarhoş etmiştir. Altın tepsi ile kendilerine
iktidar takdim edilenler, mefkûreleri unutturulduğu için belirli bir zümrenin menfaatine taviz verir hale
gelmiştir.

Makamınız vardır. Yetmez. İyi araba ister. O’nuda alırsınız oda yetmez, başka istekler devreye
girer. Temeli olmayan ve piyon olan her dindar görünümlü kişilerin düştüğü tuzaklardan en
önemlisi kadın devreye girer. Kadın devreye girdikten sonra bu işe bireysel anlamda meşruluk
kazandırmak istersiniz. Dört eşe veya Mut’a ya sığınırsınız. Kardeşim dünyanın tek İslam
ülkesinde Mut’a devlet kontrolünde yapılıyor da bizde olamaz mı? Tabii olur. Siz kendinizi yüce
ideallerle donatmazsanız, İlay-ı Kelimetullah duygunuzu öldürürseniz makamların ve paranın etkisi ile
her şeyi kendinize meşru hale getirebilirsiniz.
Şu an ülkeye hâkim olan kadroların yanlış bağladıkları ip acem oyunları sayesinde kör düğüm
olmuştur. Bu oyunların etkisinden dolayı iç ve dış politika ile ilgili bize yakışan net açıklamalar
yapılamamaktadır. Oysaki İran’a özgü Takiyye siyaseti “Ehl-i sünnet vel-cemaat” e uyan bir
davranış değildir. Günü birlik politikalar ve her konuda spekülasyonlar vardır ama bana göre net bir
duruş yoktur. Mut’a hatırına İran’a her açıdan yeterli kaset ve koz verilmiştir. Kürt meselesinin
çözümü için Oslo süreci ile senaryosu yazılan tiyatro oyunu oynanmaktadır. Adalet Bakanlığının
ziyaret yönetmeliği değiştirilerek dış dünyaya karşı iyimserlik duygusu canlı tutulan Abdullah
Öcalan’a nasıl bir söz verildi, o da bilinmiyor. Oramar Tepesi’ne çıkamayanlar Öcalan’la
179
masaya oturmuştur. Oysa ki Güneydoğu’da şu an kapatılma hesabı yapılan dershaneler
sayesinde örgüt eleman ve taban bulma anlamında ciddi bir darbe yedi. Bölücü güçler PKK’yı
kontrol altına aldılar. İçişleri Bakanı Muammer Güler’in talimatı ile Oramar’a, Kazan’a,
Karacehennem’e girildiğinde örgüt zaten bitecekti. 3 milyon insanı öldürmeyi ve 1000 yıl
bitmeyecek süreci göze alarak darbe planı yapan ve iddianameleri binlerce klasörü bulan
Ergenekon zanlıları ile nasıl bir pazarlık yapıldı da hastane odalarında ziyaretler ve ikinci
adamlar tarafından yargıyı etkilemeye yönelik açıklamalar yapılıyor, o konuda da Takiyye
politikasını hissediyor, yargı paketlerinin yolu nereye çıkacak diye merak ediyorsunuz.

Her şeyin son durak menfaate göre şekillendiği ve “Menfaat üzerine dönen siyaset canavardır”.
Sırrınca Perslere özgü olan Takiyye politikası ile ülkedeki iç ve dış politika bir sır olarak izleniyor.
Dostlara düşman mesajı veriliyor, düşmanlara dost mesajı veriliyor. Bilinmiyor ki dostlar
kaybedilecek, düşmanlar kazanılmayacak ve arada helak olunacağı hatırlanmadan bütün yolların
Başkanlığa çıkması hesaplanıyor.

“Yollar boşaldı artık, yolcular buldu vaha/ Yolcular çıkmasa da yollar çıkar ALLAH’a” dizeleri
gibi bütün yolların varış noktası Allah’ın rızası olması gerekirken ideal ruhu öldürülen bu
ülkede bütün hesaplar Takiyye siyaseti ile Başkanlık için yapılıyor ise vay halimize… Bu kadar
uygun ortamda Takiyye politikaları ile gül bahçelerinde bir kısmında dahi Dırar mescitleri
kurarak zakkum yetiştirmeye çalışanların son durakları Başkanlık olur mu? Onu da bilemem.
Hakikaten iş zor, yol çileli, boyunduruğu yere bırakılan, alnı secdede olanlar tarafından dahi bin
kişiden ancak bir kişinin anlayabildiği büyük bir DAVA…
Bir hikâye; Çölde ölmek üzere olan bir adamı, atlının biri su ekmek verir, hayata döndürür. Atlı ağacın
dibinde uyurken adam atı alarak kaçar. Atlı uyanır ki ne adam var ne de atı. Bakar ki yardım ettiği
adam atı ile kaçıyor. Arkasından bağırır. Ekmeğimi, suyumu, atımı paylaştım helal olsun, atımı
çalmışsın helal ediyorum. Ama insanlara olan güvenimi sarstın İşte onu helal etmiyorum. Bizde oy
verdik, oy için insanları ikna ettik helal olsun. Makam kazandılar, paraya doydular, yakınlarını
devlet imkânlarından faydalandırdılar, başkanlık hesabı yapıyorlar o da helal olsun. Ama
Takiyye Politikası ile bu milletin İlayı Kelimetullah duygusunu öldürmeye çalışıyorlar. Sizi
bilmem ama işte ben bu noktada duruyor ve hakkımı helal etmiyorum.

 NoT: Bu yazı 01 Mart 2013 tarihinde Numan NUH tarafından yazılmıştır…

Hz Hüseyin’in başını Rey valiliği için…Numan NUH

“Siz Resûlullah’a, Araplarla ve Arap olmayanlarla savaşmak üzere söz vereceksiniz. Birçok
tehlikeye maruz kalacaksınız. Bu işte ölmek var, mal kaygısı ve dağılmak tehlikesi var. Bu
tehlikeleri göze alıyorsanız biat ediniz.”H.z Abbas

Ülkemizde son iki yıl ve birkaç ayda yazılanlara baktığımız zaman bir hakikat kendini gösteriyor.
Kuzu postunda herkese hoş görünmeye çalışan ne kadar çok insan varmış da haberimiz yokmuş.

Bu süreç “ebedi bir hayatı kazanma ve kaybetme gibi” büyük bir davada maskelerin bir bir düşmesini
katkı sağlama anlamında önemli bir süreçtir.

Asrın söz sultanının dediği gibi “ferman artık kapı kullarının eline geçmiş”

Bu fermanla nefsanî arzularına kapı kulu olanlar, insanlığın son ümidi olan büyük davanın neferleri
adına kendilerine bakmadan söz kesiyorlar.

180
Şekil Müslümanlığı dışında dinle alakası olmayan ve siyaseti de kendi menfaatleri için arkalarına
aldıklarını düşünen bu gayri samimiler ordusunun maskesi yırtılmaktadır.

Yapmış oldukları hizmetlerle dünyaya çığır açan maddi ve manevi fedakârlıklarla süslenmiş Hizmet
Hareketini ve bu hareketin ilham kaynağına tavırlarına karşı ilahi bir esintiyi beklemekten başka çare
yoktur.

Tamamen iman ve Kur-an davasına hizmet gayesi ile komik üniversitelerin, hokkabaz
profesörlerin, çıkartma kağıdı şerhi ders kitaplarından aldıkları zihinleri bulandıran eğitimle
mezun olan insanların, Osmanlı Devletinin gidemediği topraklara kadar giderek hizmet
etmelerine sert tavır göstermeleri, bu hizmetleri de maddi ve manevi olarak
destekleyenleri,sempati duyanları da paralel devlet,paralel örgüt,mağarada yaşıyorlar
ithamından sonra hızını alamayıp tarihin en kanlı örgütü Haşhaşilere benzeten şeytani
düşüncelerle değerlendirip,dünyevi menfaatler için cepheden kaçanların hazırladığı
planlarla toptan bir yok etme girişimine şaşırmamak gerekiyor.

Asırlardır boyunduruğu yere bırakılan bir dava için yola çıkanlara karşı olanlar bilmiyorlar ki!

Akabede Hz Muhammed Mustafa (sav) elini biat için sıkanlara amcası Hz. Abbas’ın “Siz Resû-
lullah’a, Araplarla ve Arap olmayanlarla savaşmak üzere söz vereceksiniz. Birçok tehlikeye
maruz kalacaksınız. Bu işte ölmek var, mal kaygısı ve dağılmak tehlikesi var. Bu tehlikeleri göze
alıyorsanız biat ediniz.” demesine rağmen insanların akın akın İslam’a koştuğu gibi büyük davanın
piri Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin Mektubat’ında işaret ettiği rüya tevilinde “Şu anda
aramıza girmeye namzet, kuvve-i velayetle ortaya atılacak dediği sarıklı, küçük
genç zat’ın”etrafında bulunanların oluşturduğu halkalarında, ilk tohumları atıldığı günden
itibaren bütün cihanı karşılarına almadan bu yola çıktığını zannediyorlar.

Bilinmiyor ki Musab Bin Umeyr,Saad Bin Muaz,Eyyubel el Ensari gibi dünyanın dört bir tarafına
bir daha dönmemek üzere giden sahabelerin ruhunu alarak, külahın içinden kura çekerek bir
meçhule doğru yola çıkan,büyük davanın üniversite mezunu beklentisiz
neferleri,Şadırvanlarda,Süleymaniyelerde,Pendiklerde,Fatih’te, Kartal’da, Kocatepe’de ruhu
mayalanan insanların maddi ve manevi fedakarlıklarını, anlamıyorlar.

Bu ruhu, ne AT’ın, ne kediciklerle yaşayan MeŞe’nin , İslama imaj anlamında zarar veren olayları
plandıktan sonra son dakikalarda mazereti çıkan adamın,Müslüman’ı terörist olarak tanıtan adamların,
Cevher Dudayev’i Çeçenistan dağlarında verdikleri telefonlarla patlattıran adamın izinden gittiğini
söyleyenlerin, telefonu verip görevi tamamladıktan sonra bavul bavul paraları alarak yardım hamisi
kesilenlerin,ne de soyunu bir kasabada gizleyen sakallı adamdan aldıkları ihaleden pay alma fetvaları
ile B.şehir’de günübirlik eş ve son model arabalarla dünyanın her türlü zevkinin sefasını sürenlerin,
ulufeye göre fikirlerini belirleyen tetikçilerin anlaması mümkün değildir.

Maddi ve manevi imkânlarla semiren, semirdikçe de daha çok semirmek isteyen bu güruh yeni bir
görevi de yerine getirmenin aşkı ve şevki ile zil takıp oynayarak, yüksek tirajlı maaşlarla transfer
olmanın zevki ile orantısız olarak devam eden kavgayı kızıştırıp kendi paralel yapılarını güçlendirip
her açıdan kazanmaya çalışıyorlar.

Paranın insanı nasıl değiştirdiğini anlamak için bir kaç gün sonra beş katı fazla maaşla işe başlayan
yumuşak sesli adamın yazılarını takip etmeniz yeterli olacaktır.

Dünyayı kazanmadan başka derdi olmayan, güce yaklaşan bu grubun temsilcileri saldırmak için
toplumsal bir mühendislik çalışması ile ortaya attıkları sözde paralel bir yapının bütün ayaklarını
ortaya çıkarmak için ya tutarsa diye hedef belirliyorlar, köşelerini ona göre ayarlıyorlar.
181
Bu konuda iştahlı olan grup şehirleri kan gölüne çeviren, sözde mahkemelerle insanları yargılayan,
vergi toplayan haraç kesen, güvenlik birimi oluşturan, Kürtçe ilan basan, örgüte eleman kazandıran, en
acısı ülkenin belirli bir bölgesini bölmeye çalışan ve anayasa hazırlayan KCK denen yapıya karşı,
derin ittifaktan dolayı bu kadar istekli davranmıyorlar.

Yolsuza,hırsıza,harama göz yummadan kılı kırk yararak yaşayanlar değil,asıl ülkeyi yıllardır sülük gibi
emen her dönemde yıldızı parlayan,iktidarlara ve konjoktörlere göre şekil alan her dönemde olduğu
gibi şimdide iktidara yapışan bu güruh tehlikeli bir paralel yapıdır.

Bilinmelidir ki mahiyetini korumak için kanun değiştiren, toplumu manipüle eden, devleti içte ve dışta
kokuşturmayı hizmet gibi sunan ülkeye sülük gibi yapışan bu yapı uzaklaşmadan ülke
rahatlamayacaktır.

Biz görüşlerimizi, iktidarın hataları duyurmak için uyarı anlamında yazıyoruz.

Hz Ömer’le birlikte gururu kırılan, Yavuz Sultan Selim’le birlikte duraklama dönemi yaşayan şimdi de
her yöntemi mübah kılarak, takiyye yöntemi ile hızlı bir çalışma sürecine giren, son 11 yıldır ise
uzantıları ile devlette daha etkin bir çalışma yöntemini, uygulama fırsatı bulan derin bir tehlikeye
dikkat çekmek istiyoruz. Zira bu tehlike kurduğu oyunla zayıf noktasından yakaladığı iktidarı ve
insanlığın ümidi olan bir camiayı vuruşturarak yok etmek istiyor. Partinin içinde bulunan
milletvekilleri ve parti tabanının rahatsız olduğu bu kavga bir insana camiaya atılabilecek iftiranın en
adisi ile şiddetle sürdürülmek isteniyor.

Bu millet için samimi olarak hizmet ettiğine inandığımız ve İslam âleminin tek ümidi olduğuna biat
ettiğimiz samimi bir camiayı herhangi bir organik bağ olmadan beyinlerimizden fışkıran yazılarla
destekliyoruz.

Özgür irademizle fikirsel anlamda yaptığımız bu desteğin, tetikçilerin hedef göstermesi ile biteceğini
bekleyenler varsa onlarında yanıldığını söyleyebiliriz.

Bizim soyumuz, makam hırsı ile gözü dönen, Peygamber efendimizin sevgili torununun canına
kıyacak kadar iktidar hırsı ile hareket eden Ebu Süfyan soyu gibi değildir.

Peygamber efendimizin arkasında birinci safta namaz kılan Abdullah İbn-i Selül hiç olmadık,
Müseylemet-ül Kezzab olmayı, kendimizi mehdi, kurtarıcı ilan etmeyi hiç düşünmedik.

Peygamber efendimizin torunu Hz Hüseyin’in mübarek başını Rey valiliği için Yezid’e sunan Saad
Bin Ebi Vakkas’ın oğlu Ömer Bin Saad hiç değiliz.

Son günlerde görüyoruz ki bazı art niyetli kalemşorlar güya paralel yapı dedikleri cemaat
örgütlenmesini olabildiğince geniş kitlelere yaymak, bunu da güçlendirmek için tam gaz tetikçilik
görevlerini yerine getiriyorlar.

Öyle ya paralel yapı basit bir organizasyon olmamalıdır.

Tetikçilikleri irsi olanlar kime ait olduğu bilinen bu sitede;

Anayasanın fikir özgürlüğü kapsamında yazılan analizleri de o kategoriye sokmak içi bütün güçleri ile
çalışma içerisine girerek ustadan biraz daha çok Ulufe alma hesabı yapıyorlar.

182
Bizim özgürce doğru olduğuna inandığımız görüşlerimizi, yazdığımız sitenin farklı değerlendirmeye
tabi tutularak gizemli bir yapı olarak sunulma gayretini anlamış değiliz.

Kuruluş kaynağı bilinmeyen bir gazetede yazarın biri güya merakını yazmaya çalışarak maaşını aldığı
grubun bir geleneğini güçlendirmek istiyor. Böyle bir yazı ile sözde merakı giderme hevesinde olarak
hedef göstermeye çalışan derin tetikçilere şunu söylemek gerekiyor.

Bu görev size yabancı değil.

Siz nereden beslendiği belli olmayan hangi inanç sistemine hizmet ettiği bilinmeyen her şeyi karanlık
ama görüntü, İslam süslemeli bir gazete ile hep samimi Müslümanlara darbe vurdunuz.

Siz ki bu milletin dini duygularını, aksiyoner düzeyden menkıbe düzeyine çekerek evliya hikâyeleri ile
resmi ideolojiye hizmet ediyorsunuz.

İslamiyet’i badem bıyığın, menkıbelerin ve dünya nimetlerinin arasına sıkıştırmak istiyorsunuz.

Kurmuş olduğunuz ajansın, gazetenin, TV’nin kimden emir alarak kurulduğunu araştırırsanız bilgi
hazinenizde ciddi bir gelişme meydana gelir.

Sizler, provokasyon olduğu açık olan bir ilimizdeki olaylarda çekmiş olduğunuz görüntüleri istihbarat
örgütlerine vererek bir çok masum insanı cezaevine gönderen bir gelenekten geliyorsunuz.

İnsanların İslami hassasiyetini istismar ederek kurduğunuz finans şirketleri ile vatandaştan topladığınız
paraları dansözlere verdiğinizi bunu da İslam’a hizmet diye sunma becerinizi açıklamalısınız.

Kurucularından aldığı görevi ustalıkla yapan tetikçiye sormak gerekiyor. Senin çalıştığın yerde yetimin
hakkı, dindar diye para yatıran samimi Müslümanların parası var.

Müslüman’a olan güveni sarsılan insanların beddualı parası var.

Hedef göstererek kurumsal tetikçiliği sürdürenlerin bizi takip ederken çıkacağı yol, Anadolu kokan
temiz, duru, helal para ile yaşayan, insanlığın kurtuluşu olan bir hizmet hareketine gönül bağı olan
hedef göstermelerle pabuç bırakmayacak ve kimseden emir almayarak kendince düşüncelerini
paylaşan temiz evladı Fatihalara çıkacaktır. Ama aynı tetikçileri takip etmeye başlarsam yolumun
haram bir tarladan beslenmenin dışında hiç de bu kadar temiz bir kaynağa ulaşacağını zannetmiyorum.

İktidar paralel yapı diyerek yolsuzluğa, hırsızlığa, hakkaniyete, adalete hizmet eden insanları tenzili
rütbe yapacak yerde, kendi içinde dünyevi zevkler için her yolu mubah gören dünyayı her şeye tercih
eden acemden beslenen kendini yiyecek paralel yapıya dikkat etmelidir.

Bu kavga kır bekçisi ile takip edilmeye başlayan büyük bir davanın, uluslararası düzeyde dikkat
çekmesinin sindirilememesinin kavgasıdır. Yıkılan bir medeniyetin inşası için safi kadroları oluşturma,
ebedi bir hayatı kazanma ve kaybetme kavgasıdır.

Bu kavgada hiç kimseden bir beklentisi olmayan bizim kaynağımız belirli bir yola çıkacakta acaba
kavgada samimi Müslümanlara Haşhaşi benzetmesi yapanların, tetikçilerin yolu nereye çıkacak onu da
zaman içinde göreceğiz.

Son olarak ülkemizde yaşanan blok cepheye baktığımda “Ümit var olunuz şu istikbal inkılabatı
içerisinde en gür sedanın İslam’ın sedası olacaktır” sözüne inancım elli kat daha artmış oldu.

183
Kaleler ve derin ittifaklar Numan NUH

Uluslararası yazılan oyunun bir parçası olarak Oslo ile başlayan PKK’ya yönelik açılım sürecinde
atılan adımlar her zaman olduğu gibi yine soru işaretleri ile devam ediyor.Yıllar önce bittiğini
zannettiğim pazarlık çözüm diye ustalıkla sunulmaya çalışılıyor.
Teröristlerin güllerle karşılandığı Habur’la başlayan gelişmelerden sonra işleyen sürece ve çözüm için
izlenen yola bakıyorsunuz kimin hesabına hangi güçler adına çalışmalar devam ediyor diye merakınız
iyice artıyor. Bu ülkede terör sorununun çözülmemesine değil, şehitlere, gazilere ve ailelerine dil
uzatılmadan, ülkenin milli onurunun da ayaklar altına alınmadan çözülmesinden yanayız. Zira sorunun
ilk çözüm adımı göstermektedir ki koskoca bir milletin milli onuru milletin abide şahsiyetlerine
saldırılarak ayaklar altına alınarak daha ileri taşınarak devam etmektedir.
Milyonlarca insanını bu topraklar için feda eden bu milletin temsilcilerinin Oramar’a, kara cehennem
ormanına girmeden arabulucular vasıtası ile çözüm diyerek teröristle masaya oturması hiç bir akıl ve
mantık kuralı ile açıklanamaz. Ömür boyu hapis cezasına çarptırılmış elinden hala bu milletin
evlatlarının kanı damlayan bir teröristle aracılar vasıtası ile masaya oturuluyorsa bu işin arkasında
ciddi bir gücün olduğu aşikârdır. Devletin aradan geçen yıla rağmen hala lider olarak kabul ettiği ve
liderliğini pekiştirmesi için elinden geleni yaptığı bir caninin örgüt gözünde hala gücünü koruyacağı
tartışmasızdır. Sanki şimdiye kadar korunan bir kişiye şimdide sen rolünü oyna diye fırsat verilmiştir.
Ama yıkmaya alışan terörist planın parçası olan rolünü oynarken dahi zihinleri bulandırarak işe
soyunmuştur.
Bu necip milletin evlatlarına, kökü dışarıdaki ifsad komitelerine dayanan bir güç tarafından masaya
oturun ve eli kanlı caniyi dışarı bırakında bu sorunu tam değil, kısmen çözün denilme ihtimali zihnimi
alabora etmektedir. Çünkü bu millet akan kanın durmasının çözüm olacağına o kadar inanmıştır ki
aksini söyleyenlere hain damgasını vurmaktadır. Oysaki belirli merkeze bağlı, onlarca ülke tarafından
madden ve manen desteklenen bir örgütün bir talimatla dağıtılması mümkün değildir.
Kestirmeden sonuç şöyle olacaktır. Eli kanlı terörist ve yandaşlarına af gelecek ve bunun karşılığı
olarak ülke içerisindeki militanlarında Suriye ve İran’a konuşlanması ile son bulacaktır. Geçici olarak
kanı durdurduğuna inananlar başkanlık koltuğu hayali ile şehir meydanlarında 35 yıldır devam eden
sorunu biz çözdük diyerek haykıracaklardır. Oysaki örgütün tam olarak dağılacağı konusunda kimse
garanti veremeyecektir. Örgütün üst kadrosu serbest kalacak ama şahinler kanadına kime söz
geçiremeyecektir.
Bir masa başında karşılarında kutsal bir adam varmış gibi teröristi dinleyen üç kişi ve gözlemci
rolünde 1974 yılından beri kendilerini hiç terk etmeyen bir görevli nezaretinde eylemsel olarak 35
yıldır bu ülkenin başının belası olan PKK sorununu çözmek için bir araya gelinmeye başlanacak. Bu
görüşmeler sonucu da toplum mühendisliği harikası olarak ortak düşmana karşı zihinleri bulandırarak
toplumsal barışı bozmak için hazırlanan tutanaklar bir planın parçası olarak servis edilecek. Sonra
çaycı sızdırdı gibi oyunlarla geçiştirilmeye çalışılacaktır.
Zaten bu milletle asırlardır oynanmıyor mu? Toplum mühendisliği olarak yapacaklarını yap ve daha
sonra basit gerekçelerle olayı geçiştirmeye çalışmak izah edilir bir durum değildir. Oysaki bu taktik
pozitivist bir örgüt olan Ergenekoncuların kullandığı önemli bir taktiktir. Sen ülkeyi kan gölüne
çevirmek için 5000 sayfalık darbe planı hazırla, en üst rütbedekilerin cezaevinde bulunsun,3 milyon
insanı öldürmeyi hedefle sıkışınca da savaş tatbikatı planı diye açıklamada bulun. Bu zihniyetle sinsi
bir taktikle tutanakları sızdırıp,çaycı sızdırdı diye açıklama yapanlar arasında bir fark görüyor
musunuz?
Bu şekilde masaya oturma süreci göstermiştir ki uluslararası desteği alan PKK şimdiye kadar bu ülkeyi
ekonomik siyasal açıdan yıprattığı gibi şimdide kaos meyvesi ile milli gururu da ayaklar altına alarak
süreci tamamlayarak kendisini asıl hamilerinin eline bırakacaktır. Devletleşmiş hali ile bu ülkenin
başının belası olmaya devam edecektir.
Bu örgütün arkasında olan güçler o kadar derin çalışmaktadırlar ki sorunun çözümü için milli onuru
ayaklar altına alarak eli kanlı bir cani ile dahi masaya oturabilmenin mantıklı olduğuna bu milleti ve
hakim kadroları ikna etmişlerdir. Gelişmelerden haberdar olmak içinde yılların alışkanlığı gereği bir
görevlide hazır edilmiştir.
184
Arkadaş bu ülkede ülke aleyhine olan bilgileri toplamak, toplumsal huzura bozacak olaylara karşı
önleyici önlemler almak kimin görevidir de her yerde birileri devreye giriyor.Yoksa bazı kurumların
sadece millisi bize ait olduğu için mi bu ülkede yaprağın kımıldamasından haberdar olunmak
istenmektedir.
Bir taraftan Suriyeli muhaliflere destek verilirken diğer taraftan Hatay’da yanındaki iki subayla birlikte
kaçırılan muhalif lider Albay Hermuş olayı vardır. Ne kadar garip bir ülkede bulunuyoruz. Hizbullah
denen bir örgüt kurulur, Çorum, Maraş, Başbağlar, Sivas, Malatya, Hrant Dink gibi binbir türlü olaylar
çıkarılır arkasında izler görürsünüz. KCK eylemlerinde bankamatiklere saldıranların, sabotaj
yapanların tutuklandığını ve bizim adamlarımız diye karakollardan savcılık olmadan bırakıldığını
duyarsınız. Birde savunuruz. KCK kontrolümüzde idi KCK sayesinde dağdan şehre inen örgüt
elemanlarını armut gibi topluyorduk. Üç polis yüzünden deşifre oldu. Kontrolümüzdeki KCK çöktü.
Nasıl bir mantıksa KCK denen PKK’nın şehir yapılanmasını kuruluyor. Şehir merkezleri kan gölüne
çevriliyor. Otobüslerde insanlar cayır cayır yakılıyor.
Görevli elemanların PKK’nın üst kadrolarında görev aldığı biliniyor. Önleyici bir müdahale
yapılmıyor. Senaryosu yazılmış sözde çözüm süreci başlıyor ve 1974 yılından beri alınan rol gereği
yine sahneye çıkılıyor.
Madem masaya oturacaksınız. Örgütün uluslararası ayağını keserek, terör örgütü olduğunu kabul
ettirerek barış için masaya oturun, artık kan akmasın ama başka hesaplar için milletin onurunu kıracak
bir sürece de girmeyiniz. İmralı tutanaklarını toplum mühendisliği olarak sızdıranlara sanki olaylardan
haberi yokmuş gibi batsın sizin gazeteciliğiniz diye öfkelenenlere terörle mücadelede yapılması
gerekenleri yapmadan Milli gurur ayaklar altına alındıktan sonra olmaz olsun sizin çözüm önerileriniz
diye bağırasınız geliyor.
Bu millet ilk defa içinden birinin çevresindeki pers uzmanlarından öğrendiği Takiyye politikası ile
incitici bir davranış görmeye başlamıştır.Oysaki terörist ile masaya oturmadan bu problem bal gibi
çözülürdü.
Düşünün yüzbinlerce cana kıyan, ülkeyi kan gölüne çeviren, ülkenin her alanda geri kalmasını
sağlayan dış güçlerin bu ülke toprakları üzerindeki emellerini gerçekleştirmek için örgütü kurdurduğu
günden itibaren müsteşarlara yakın ve müsteşar sever şaibeli bir isimden medet umuluyor.
Dünyanın bir çok yerinde terör problemi çözülmüştür de ben cezaevindeki bir kişiden medet
umulduğunu ilk kez duyuyorum.İş terörist başı ilede sınırlı kalmayacaktır. Teröristbaşının 35 yıldır
arkadaşı olduğunu söyleyen Murat Karayılan gibi onlarcası İmralıyı su yolu yapma hevesine
kapılmışlardır.
Görüşmeden sızan bilgilerde en dikkat çekici husus lider ile elinden kan damlayan terörist aleni olarak
müsteşarı koruma noktasında birleşmişlerdir.
Oslo görüşmeleri kamuoyuna sızdıktan sonra hangi amaçla korunduğu bilinmeyenleri korumak için jet
hızı ile yasalar çıkartılırken,bu esnada bölücübaşıda zindanda sahip çıkalım,kale yıkılmasın diye telaşa
kapılıyor. Düşünün dünya görüşlerinin farklı olduğunu zannettiğim kişiler ortak noktada
birleşiyorlar.Bence burada en önemli hamleyi teşkilat yapısını çok iyi bilen Öcalan yapmıştır. Demek
ki bu ülkede onca operasyona rağmen daha düşmeyen kaleler var.Demekki kökü dışarıda olan
kriptolar,sebatayistler,her türlü beyazlar hala ülkenin kilit noktalarındaki kalelerinde hüküm sürüyorlar
demektir.Acaba bu kaleler kimin adına korunuyor da Anadolu kürsüsü ile bölücübaşı birbirleri ile
yarışıyorlar.
Bana göre Öcalan’ın görüşme tutanaklarının kamuoyuna bilinçli olarak sızdırılmasındaki önemli
nedenlerden bir tanesi şu an gül devrinin gelmesi için adım adım ilerleyen paklardan en pak nur
hareketi konusunda halkın gözünde soru işaretleri bırakmaktır. Halkı şüpheye düşürmek için kökü
tertemiz anadolu kokan bu hareket içine fitne tohumları saçmaktır. Bu tutanaklar sonucunda öyle
dezanfarmasyon yapıldı ki milli gururun kırılması unutturuldu, nur cemaati ile ilgili söylemleri ön
plana çıkarıldı. Peygamber efendimizin soyunun yaşadığı Nurs köyünün eski bir Ermeni köyü
olduğunu söyleyen bölücü kafa nedense Ömerli köyünün ve kendi kökeninin açıklanması konusunda
toplumu aydınlatıcı bir bilgi vermedi.açtığı nurlu yolla insanlığın kurtuluş reçetesi hazırlayanlara sızdı
diyenler,kendisinin nerelere sızdığını da açıklamadı.
Aynı kafa Fethullah Gülen Hocaefendi’nin neden ABD’de bulunduğunu çok iyi bilmesine rağmen
185
milletin zihnini bulandırmak için cemaatin merkezi olarak ABD’yi göstererek Anadolu’da cemaate
sempati besleyen muhafazakâr grupların arasına fitne tohumları saçarak İslam cemaatinin
birleşmemesi için toplum mühendisliğinin ilk hamlesini uygulama safhasına koymuştur.
Güneydoğu’da uyuşturucu tarlaları,haraç, insan kaçakçılığı,tehditle, şantajla yurtiçi ve yurt dışındaki
kürtlerden silah zoru ile para toplayarak örgütü ayakta tutan zihniyetin,samimi Anadolu insanının
gönlünden koparak verdiği himmetlerle dünyanın dört bir tarafında nerede ise 150’ye yakın ülkede
okul, yurt, etüd merkezi, dil merkezi açmasını havsalasının anlaması çok zordur. İnsanları ölüm tehdidi
ile örgütte zor tutanların, o ülkelere giden yüz binlerce insanı idrak edememesi normal bir durumdur.
Bu kafanın dünya ve ahiret hayatını feda eden fedakârlıklarla dünyanın dört bir yanına Şehbal açan
ışığın ordusunun askerlerini anlaması çok zordur.Öcalan’ın İmralı görüşmesinin tutanakları bilinçli
olarak kamuoyuna sunularak gelecekteki önemli güç algısı ile ilgili zihinler karıştırılmak istenmiştir.
Dikkatiniz çekmiyor mu Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, Fethullah Gülen Hocaefendi ve Alpaslan
Türkeş gündeme getiriliyor. Başka bir isim gündemde yok.
Bediüzzaman bu ülkede iman kalesini sıfırdan tamire başladı. Hocaefendi maneviyat ağırlıklı olarak
bu işin aksiyon planını gerçekleştirmeye çalışıyor. Türkeş’in tabanı ile dünyanın dört bir yanında Türk
Bayrağı dalgalandıran cemaatin bir noktada buluştuğundan dolayı Öcalan’da bilinçli olarak bu üçlü
kaleyi vurmaya çalışıyor.
İmralı tutanaklarından şunu hissettim. Iyi kurgulanmış senaryo,sözde yeni yazılıyor gibi bir hava
oluşturularak millete sunuluyor.
Bu ülkede bölücülerin ve liderin ortak noktada birleştiği kaleler mevcudiyetini koruyor.Işığın ordusuna
karşı, bölücü zihniyetteki insanlar ile dünya sevgisinden dolayı alnı secdeye gelmiş insanların dahi
ittifak yapabileceğinin sinyalleri verilmeye başladı.
Terörün üst kadrosunun adli kontrolle tahliye olması ve silah bırakarak yurt dışına çıkması takiyyeyi
bize öğreten İran ve Suriye’de konuşlanması sağlanmasına sağlanacak da bu süreçle birlikte anlaşma
gereği başkanlığa doğru ciddi bir adım da atılmış olacak.Teröre karşı samimi bir mücadele
göstermeyenler, samimi mücadele gösterenleri harcayanlar, kalelere dokundurmayanlar, senaryosu
yazılmış bir tiyatroyu oynayanlar, tiyatronun en zayıf yerinde kendilerine verilecek başkanlık rolüne o
kadar kapıldılar ki gözleri hiç bir şeyi görmüyor. Oysa ki bu ülkede hala akil insanlar Başkanı
belirleyecek ve seçtirecek güce sahiptir.Bizim ülkemiz sürprizlere hazırlıklı bir ülke değil midir.

Osmanlı’nın yıkılış günlerinde devletin içindeki fitne ocağını haline gelen Yeniçeri Ocağını 2.
Mahmut tarafından kaldırılmış,Yeniçeri Ocağı tarafından korunan kalelerde tarumar edilmişti. Aklıma
geldi de tarihten ders almalı mıyız?

Not: Bu yazı 15 Mart 2013 tarihinde yayınlanmıştır.

Başbakan’ın Cemaat’le derdi nedir?

Tasfiyeler

Cemaatçi diye fişlenenler zaten uzun süredir tasfiye ediliyordu.Bu süreçte sadece daha yoğun ve gözle
görülür hale geldi.Üstelik cemaatçi adı altında hiç alakasız kişiler de sürüldü.Adem Yavuz Arslan’ın
aşağıdaki yazılarını okuyabilirsiniz.

27.05.2013 tarihli yazı:


http://www.bugun.com.tr/istihbaratta-deprem-yazisi-641401
01.07.2013 tarihli yazı:
http://www.bugun.com.tr/akintida-geriye-donulmez-yazisi-699885
08.01.2014 tarihli yazı:
http://www.bugun.com.tr/emniyetteki-kiyim-rekora-kosuyor-yazisi-924261

Başbakan’ın Cemaat’le derdi


186
1-) Başbakan’ın kendi cemaatini kurmaya çalışması
Erdoğan kendi cemaatini kurmaya çalışıyor.Diğer cemaatleri kendine bağlı veya bağımlı hale
getiriyor.
Kendine bağlayamadıklarını yok etmeye çalışıyor.Aşağıdaki yazıları okuyabilirsiniz.

Yusuf Gezgin’in 16.05.2012 tarihli yazısı:


http://www.farukarslan.com/genel/4576/
Faruk Arslan’ın 23.01.2014 tarihli yazısı:
http://www.farukarslan.com/genel/cemaate-paralel-cemaat-kuruluyor/

2-) Oslo’da birtakım sözler verilmesi


Nedense Erdoğan’ın terör örgütünü ve liderini kötülediğini hiç duymuyoruz.Öcalan neredeyse bir akil
adam veya siyaset adamı ilan edilecek duruma geldi.“Öcalan yaşatmayı seçti” diyen yazarlar bile çıktı.
Beşir Atalay’ın “Öcalan Kürtlerin lideridir.” lafı da cabası.AKP’nin doğuda bilerek zayıf adaylarla
seçime gideceğini söyleyenler var.KCK/PKK’nın son 30 yıldır hiç bu kadar güçlü olmadığı söyleniyor.
Okuma salunu ve dershaneler, çocukların/gençlerin dağa çıkmasının/teröre katılmasının önünde
önemli bir engel olmasına ve bunun gerek bölge halkı gerekse kanaat önderleri tarafından takdirle dile
getirilmesine rağmen ısrarla kapatılmak isteniyor.Dolayısıyla Cemaat dershanelerin kapatılmasına
karşı çıktığı için yıpratılmaya çalışılıyor.

3-) İran’la ilişkiler


Son zamanlarda hiç olmadığı kadar kaset, muta, takiyye konuşmaları duyuyoruz. Erdoğan’ın İran’da
“ikinci evimizdeyiz” demesini pek de küçümsememek lazım. Erdoğan dahil bakan ve vekillere şantaj
yapılıyor olabilir veya zaten uygulamaya başladıkları humus adı altında rüşvet almayı diğer insanlara
meşru göstermeye çalışmak için ortam hazırlıyor da olabilirler. İran’ın Türkiye’de şimdiye kadar hiç
olmadığı kadar yayıldığı söyleniyor. Öyle ki 4 mezhebe ek olarak ders kitaplarına Caferilik de eklenir
oldu. Manisa’da caferi imam ilkokulda ders verdi. Sünni cemaatler bir şekilde susturuluyor veya
yardımlarla taraftar ediliyor. Onlarca alimin ve Diyanet İşleri Başkanı’nın bulunduğu toplantıda
Erdoğan “sahte veli”, “içi boş alim müsvettesi” gibi hakaretler ettiği halde kimse itiraz etmedi, tepki
göstermedi, sesini çıkarmadı. Diyanet, “Cemaat kanalı” diye bilinen bir kanaldaki rüya sahnesini
kınarken, bir vekilin “günah işleme özgürlüğü”, bir diğerinin “Erdoğan Allah’ın bütün vasıflarını
toplamış”, Başbakan’ın “Rahmetimiz gazabımızı geçecek” ve birçok kişinin buna benzer apaçık günah
olan sözlerine karşı sessiz kalıyor. Kısacası Diyanet ve bazı dini grup ve cemaatler çoktan teslim
olmuş, sadece “Cemaat” dik durabilmiştir. Bu yüzden Cemaat yine hedeftedir.

4-) Dezenformasyon ve goygoyculuk


İstihbarat tarafından sürekli Cemaat’in düşman olduğu yönünde söylemler geliştiriliyor. Özellikle 7
şubat mit krizinde Cemaat Başbakan’ın gözünde iyice düşman edildi.Erdoğan’ın enaniyetine yönelik
gaza getirici konuşmalar yapılıyor.Bizim rüşvet-haraç dediğimizi, o en doğal hakkı olarak
görüyor.Adam kendini dünya lideri görüyor. Her şeye müdahale ediyor. Bu yüzden Cemaat’in var
olma ihtimaline bile tahammül edemiyor.
(Halife-Mehdi gibi yakıştırmalara girmek bile istemiyorum.)

5-) 17 Aralık ve sonrası


Erdoğan kendini devletin sahibi olarak görüp rahatça suç işlemiş. Belki de hiç hesap vermeyeceğini
zannetmiş.
17 Aralıkta kirli çamaşırlar ortaya dükülünce ne yapacağını şaşırdı. İnsanlar büyük yalanlara daha
kolay inanır. “Paralel devlet” sağolsun olağan şüpheliydi. Hem suç örtülecek hem de uzun zamandır
bitirilmek istenen Cemaat’e darbe vurulacaktı. Bir defa bu yola girilince yalan yalanı doğurdu,
ergenekonculardan medet umuldu.
Öyle ki 28 Şubat argümanlarıyla psikolojik savaş yapmaktan geri durulmadı. Dershane kapatma

187
gündemi nedeniyle zaten Cemaat hedef ilan edilmişti. Aynı hızla devam edilmemesi için bir neden
yoktu.

TANER ÇETİN NOT: BİR OKUYUCU MEKTUBUDUR.

AK Parti Cemaatleşiyor…

MİT’le, Hakan Fidan’la ilgili kriz çıktığında bazı mahfillerde “paralel devlet”ten bahsedildi; hukuki
gerekçeler ve yargının bağımsızlığı dikkate alınmaksızın olay “hükümete ve başbakana bir rest” olarak
sunuldu ve AKP yandaşı medya bir anda MİTsever oldu. Kırk yıllık MİT bir anda, bir Fidan’la
AKPak hale geldi. Erdoğan’la göbek bağı olan gazeteciler günlerce MİT’in kahramanlıklarını(!)

yazdılar. Memleket MİT’in ne müthiş işler yaptığına bu


gazeteciler sayesinde muttali oldu!.. Bu süreçte sıkça “Cemaatin devletleştiği” üzerinde durularak
kontrol edilmesinin gerekliliğine işaret edildi.
Aslında MİT krizi çıkmazdan çok önce, birkaç yıldır devlet içinde ve hükümet marifetiyle bir cemaat
avı olduğu ve cemaatten insanların belirli noktalara getirilmediği cemaat mensupları tarafından hafif
yollu dillendirilmekteydi. Başbakanın bürokrasideki bazı prenslerinin yaptığı üst düzey “bürokrat
havuzları” artık herkesçe malum. Kulislerde dolaşanlara göre bu havuzun oluşturulmasının
birinci nedeni cemaat mensubu kişilerin kazara üst düzey bir yere gelmesinin önüne geçmekti.
Cemaat ise sürekli ve sadakatle oy verdikleri bir siyasi hareket tarafından, 28 Şubat sürecinde
yaşadıkları takip ve tarassudun, tecrit ve dışlamanın bir benzerinin kendilerine yeniden yaşatıldığını
düşünüyor. Eski fişlemelerin, andıçların hesaplarının görüldüğü böyle bir dönemde, 28 Şubata benzer
yeni fişlemelerin olduğu yönünde uç iddialar da var.
Hükümet cenahından bazı isimlerin askerlerle-aristokrasi ve kripto beyaz kesimlerle doğrudan
vuruşmamak için, bazı işleri cemaate yükleyerek aradan sıyrılma stratejisi izledikleri biliniyor.
Başbakanın bir hafta önce 28 Şubat soruşturmalarını hararetle savunurken, birkaç gün sonra “bu
dalgalar ülkeyi boğar!” söyleminin-çelişkisinin de birilerine: “bunları ben yapmıyorum, onlar
yapıyor!” şeklinde bir gönderme olduğu yönünde yorumlar var. Haşmetmeaplarının askerlerin
tutuklanması konusunda da aynı şark kurnazlığını yaptığı rivayet ediliyor. Ergenekon
operasyonlarının, darbe soruşturmalarının sandığa yansıyacak tarafları sahiplenilirken, “cıslı” tarafları
birilerine adreslenerek, onlar hedef haline getiriliyor… Böylece tam biatı alınamamış bir kesimle,
sistemin sahipleri vuruşturularak aradan sıyrılmak, her iki cenahtan da kurtulmak umut ediliyor
olabilir?
Cemaatin ne kadar devletleştiği tartışılabilir; ancak hükümet ve AK Parti çok hızlı bir şekilde
cemaatleşiyor, cemaat yapılanmaları kuruyor…
Hükümetin imam hatiplerin önünü imam hatipler mağdur olduğu için değil, kendisine “arka bahçe”
olacak, taban oluşturacak mekteplere kavuşmak için açtığı söylemi kamuoyunda ciddi yer buluyor. AK
Parti mevcut imam hatipleri kendi namına kurtarılmış hale getirmenin ötesinde, yakın zamanda
İHL’lerin sayısını 1000 rakamına ulaştırmak istiyor. MSP çizgisinin eleman üreten kurumsal gençlik
yapıları Milli Gençlik Vakfı (MGV) ve Milli Türk Talebe Birliği (MTTB) yeniden organize edildi ve
ülke sathında yaygınlaştırılıyor. Bütün üniversitelerde parti adına sıkı bir örgütlenmeye girişildi. Parti,
cemaatlerin klasik faaliyet alanları arasında olan, yurt, okul, ev açma gibi faaliyetlere hız verdi.
Ülkenin her yerinde kamu kaynaklarını da kullanarak yurtlar açıyorlar, okullar yapıyorlar. Paralel
cemaat yapılanması yurt dışında da devam ediyor, pek çok ülkede hızlı bir şekilde kurumlar, okullar,
188
yurtlar açıyorlar. Yurt dışından kendi kontrollerindeki kurumlara, yerlere öğrenciler getiriyorlar.
Diyelim ki içeridekiler siyasi faaliyet cümlesinden. Oy devşirmek, kadro yetiştirmek için yapılıyor.
Peki, yurt dışında, Afrika’da, Asya’da yapılanlar nasıl siyasi faaliyet sınırlarına giriyor?
Son yıllarda açılan bazı kamu kurumları adeta devlet namına değil, AKP’ye taban oluşturmaya yönelik
faaliyet gösteriyorlar. Devasa bütçelere sahip bu kurumlar yurt içinde ve yurt dışında cemaatlere
alternatif faaliyetler yürütüyorlar.
Son dönemde Parti hızla cemaatleşiyor; bundan sonra artarak cemaatleşeceğine dair sinyaller
var. Başbakan 3. dönemi dolan siyasetçilerin artık STK’ların, derneklerin başına geçerek
(cemaat tarzı) çalışmalar yapacağını ifade etti.
AK Parti Özal’ın dört eğilimine benzer şekilde, başlarda farklı eğilimleri bünyesine almış ve onlarla
birlikte hareket etmişti. Artık AK Parti güçlendi, başbakan rüştünü ispat etti, ustalık dönemine geçildi.
Parti yeterli toplumsal tabana ve ilgiye mazhar oldu. Bu nedenle olsa gerek, son dönemde AK
Parti’de tek renkliliğe dönme, “Erbakanlaşma” ve Erbakan’ın eski çocuklarını yeniden bir çatı
altında toplayarak MNP-MSP çizgisine dönme gayreti görülüyor. Bu arada, kendisine destek
veren, derin güçler, aristokratik yapılar karşısında şirin görünmesine neden olan liberal yapıları ve
merkez sağ kanatları tasfiye etme yoluna girdi. Bu tasfiye sürecinden kendisini destekleyen bazı
cemaatler ve camialarda nasibini alıyor. Başbakanın sonradan dil sürçmesi dediği “tek din” söylemi de
tek sesliliğe, eski zihniyete dönüşün sinyallerini veriyor.
AK Parti’yi artık siyaset alanı kesmiyor; AK parti hükümet imkânlarını da kullanarak hızlı bir şekilde
cemaatleşiyor; okullar açıyor, yurtlar yapıyor, eğitim faaliyetlerine giriyor. Erdoğan dünya çapında, en
azından İslam dünyası çapında bir cemaat yapılanması kurmaya çalışıyor… Cemaatin devlette önü
kesilirken, Parti devlet imkânları ile hızla cemaatleşiyor…
Parti’nin cemaatleşmesinin hiçbir mahsuru yok!… Hem siyasette hem cemaat alanında rekabet artsın
ki kalite artsın. Cemaat ve cemaatler bir siyasal partinin cemaatleşmesinden, siyasal partiler de
cemaatlerin, cemiyetlerin siyaseti etkilemesinden, baskı gurubu olarak siyasi taleplerde
bulunmasından, beklentilerini siyasi mekanizmalara iletmesinden gocunmamalı. Eğer yıkıcı, tahripkar
çabalar içine girilmezse, tatlı bir rekabet olur. Hiçbir hizmet alanı kimsenin mülkü değil….
***
Suriye’de rehin alınan gazetecilerin İran eliyle Türkiye’ye teslim edilmesi ve aracılık yapan,
gazetecilerle poz veren siyasi gayrı siyasi kişilerin, kanlı gemicinin devrede olması ibretler ve
mesajlarla dolu. İran bu gün Türkiye’de, Türk devleti içinde ABD-MOSSAD’a yakın bir güce ve
etkinliğe, operasyonel kabiliyete sahiptir. Birilerinin bunu görememesi ve görmek istememesi
nedeniyle bu kabiliyetini sürekli artırmaktadır. Türkiye İran ilişkilerinde 2. Beyazıt dönemini
yaşıyoruz, Anadolu delik deşik ve sorumlular-yetkililer bundan gafil. Umarım bir Yavuz çıkana kadar
geç kalmış olmayız…
***
Geçen yıl Japonya’da meydana gelen depremde ve arkasından vuku bulan tsunamide “The Cemaat”in
etkisi varmış… Japon halkına ve dünyaya verilecek zararın artması için Japonya’da yaşayan bir
cemaatçi ilave olarak nükleer santralin şartelini indirerek nükleer sızıntının yayılmasına neden
olmuş… Bütün bunları yapabilen THE CEMAAT için Fenerbahçe’ye mağlubiyet yaşatıp kupayı
Galatasaray’a vermek çocuk oyuncağı.
Geçen yıl Fransa devlet başkanlığına aday olacakken bir hizmetçinin iftirasına maruz kalan ve madara
edilen İMF (Yahudi) başkanını da, Sarkozy’nin (Yahudi) selameti için cemaat tuzağa düşürmüş…
The Cemaatin lideri 1980 darbesini desteklemişti, 28 Şubatta da lokma döktürmüştü… Bunların piri
olan Bediüzzaman da 2. Dünya Savaşı’nın sorumluları arasındadır… Savaş birazda onun yüzünden
çıkmıştı. O yıllarda yüksekçe bir tepenin başında yaşayan Said Nursi’nin o tepeden 2. Dünya savaşını
idare ettiği rivayetleri var…
Son zamanlarda her probleme, sıkıntıya, beceriksizliğe, başarısızlığa merhem: THE CEMAAT…

Yusuf Gezgin. 16.05.2012. Yusufgezgin.com

AKP-CEMAAT kavgasının zararları


189
Twit Siyaset adlı kullacı zarar hesabı çıkarmış.
AKP-CEMAAT kavgasının ülkemiz için çok büyük zararları
1) Dindar siyasetçiler işbaşına geldiğinde bu Türkiye için en son ümit demekti. Sağ-sol pek çok siyasi
hareket denenmişti
2) Hepimizi heyecanlandıran bir süreçti bu. Ülkeden umudunu kesen birçoğumuz bile: “Galiba bu
sefer olacak” demiştik!
3) Kabul edelim ki; ilk başlarda çok da iyi gitti. Kuşkuyla bakanlar bile olumluya dönmeye başlamıştı.
Sevinmiştik.
4) Tersine göç başladığı yönünde konuşulan ve yazılanlar, kendimize güvenmemizi sağlamıştı.
İnancımız arttı.
5) Yaşı büyük olanlar bizi kenara çekip uyardı: “Çok fazla güvenmeyin, bunların ne olacağı belli
değil” gibilerinden!
6) Hiçbirine kulak asmadık bunların. Genç kuşak güvenli bir gelecek istiyorduk. Hayalini kurmak
değil, onu yaşamak…
7) Ta ki tarihimizin en büyük yolsuzluklarını yapanların hacı hoca ayaklarına yatan muhteremler
olduğunu öğrenene kadar!
8) Bu son umudun boşa çıkmasından ve aldatılmaktan ötürü insanların pek çoğu bunu kabul etmek
istemedi, inkar edildi.
9) Toplum olan bitene duyarsız kaldı. Değerler üzerinden değil kişiler üzerinden fikirler savunuldu.
Toplum bölündü!
10) Devlet ciddiyetinin ortadan kalkması, ülkenin hukuk açısından Afrika ülkeleriyle kıyaslanır hale
gelmesi can sıkıcı!
11) Fikrine önem verilen kanaat önderlerinin birer birer elden kayması, ilkesiz birer zombiye dönmesi
büyük talihsizlik!
12) Bütün bu yaşananlar bir kuşağı daha bitirdi. Umutlarını kırdı. Ülkeye olan aidiyet duygusunu
kaybettirdi! Ne acı!
13) Yeni kuşak gençlerin, ülkenin yaşanır bir yer olduğuna dair fikirleri tarumar oldu. Bizim
yaşadığımızı yaşadılar!
14) Bizi biz yapan “değer” ve “ilke”lerin alt üst edilmesi, “çıkar”ın tek geçer akçe olması, büsbütün
umutları kırdı!
15) Dürüstlüğün, adaletin, ahlakın, insanlara güvenin ülkede beş para etmez değerler olduğu algısı
pekişmiş oldu! Yazık!
16) “Dinci de solcu da sağcı da gelse, kim gelirse gelsin, ülkeden birşey çıkmaz, bu ülke düzelmez,
algısı tescillendi!
17) Bu kayıp bütün kayıpların üstünde bir değerdedir. Telafisi aylarca, yıllarca mümkün olmayacak en
büyük manevi kayıp!
18) “Gelen herkes zenginleşcek, köşeyi dönecek, hukuku yok edecek,cebini dolduracak,ne yaparsak
yapalım” fikri kökleşti!
19) Keşke sadece bu kadar olsa. Bir de işin dini kısmı var. Artık kimse “dini argüman” kullanamaz,
Kutsaldan bahsedemez!
20) Birbirimize olan güveni tamamen yitirdiğimiz için, artık kimse birliğimizi borçlu olduğumuz
değerlerden bahsedemez!
21) Artık hiç kimse inançlı olmanın erdemli olmayı sağladığına, dinin insana değer kattığına inanmak
istemez. Ne acı!
22) Artık din ve inanç, yeni kuşaklar için değersiz bir kandırma aracı olarak görülecek. İnsanlar daha
zor ikna olacak!
23) Dine ve dindara olan otomatik saygı bu kavgada tamamiyle yok olmuştur. Ve bunlar kimsenin
umurunda değil gibi sanki.
24) Bu kavgada ruhumuz ölmüştür.Burayı bizim için huzurlu yuva yapacak hiçbir değer
kalmamıştır.Kendimize yabancılaştık!
25) Hülasa; etkisi yıllar sürecek büyük bir depresyon yaşıyoruz, bu toplumsal travmanın hasarsız
geçmesini diliyorum!
190
Biz o işi düzeltiriz!..

Asker olarak Amerika’da füze eğitimleri almak için gittiğimiz yıllardı. Yanıma bir arkadaş
geldi, dedi ki: “Seni yarbay çağırıyor…” Gittim, yarbayın ilk sözü: “Tevkif oldunuz,
hazırlığınızı yapın, ilk uçakla Türkiye’ye iade edileceksiniz. Şimdi, buyurun mahkemeye
gideceğiz…” Beni arabasına aldı, belki 15 kilometre gittik.

Bir salona aldılar. Albay, “Sizi buralara getirdik ki, bilginizi, görgünüzü artırasınız; hâlâ örümcek
kafalısın, hâlâ ortaçağlara bağlısın… Sen tahsilsiz bir insansın, bu kitapları okuyup anlayamazsın, ne
diye Risale-i Nurları okuyorsun?” Dedim ki: “Albayım, benim 94’ten aşağı notum yok. Hem bu
cihazları bilirim, yaparım, hem de füzelerin gölgesinde namaz kılarım.” Masaya bir yumruk indirdi,
ayağa kalktı; “Bu uçakları, füzeleri hocalar, papazlar yapmadı. Bunlar teknik adamların başarısıdır.
Anlamıyor musun, sen teknik adamsın.” “İslamiyet ilme ve tekniğe mani değildir. İlmi ve tekniği
yasak eden bir tek ayet ve hadis gösterilemez. Tam tersine Kur’an ilimde ve teknikte ilerlememizi
emretmektedir.” “Yeter, yobaz yeter! Sizler değil misiniz, bu milleti geri bırakan. Şimdi odana git.
Gözüm üstünde! Seninle Türkiye’de hesaplaşacağız…” deyip, kapıyı çarpıp, çıktı.

Esas duruşta ifade vermekten ve albayı dinlemekten başım dönmeye başlamıştı. Odaya çıktım.
Yatakhanedeki arkadaşlar yanıma gelip sordular; “Ne oldu?” “Arkadaşlar, içki, kumar, bar, hepsi
serbest. Sadece namaz kılmak, İslamiyet’i öğrenmeye çalışmak ve yaşamak yasak. Yüz kişiyiz. Gece
hayatı yaşayan, sabahlara kadar uykusuz kalan, derste uyuklayan hangi arkadaşımız hakkında
soruşturma açıldı? Bizim derste başarılı olmamız önemli değil, önemli olan İslamiyet’le olan
ilişkilerimizi kesmek!”

Ben ordudan atıldığımı kabul ederek böyle konuşuyordum. Arkadaşlar birer, ikişer dağıldılar. Hiç
kimse kalmadı. Ben de kafayı vurup yattım. Asap bozukluğunu belki uykuyla giderebilirim…

Gece rüyamda toprağın üzerine oturmuşum, otları söküp köklerine bakıyorum. Baktım Said Nursi on
metre ileride, ayakta dua ediyor, başını da çevirmiş bana bakıyor. Birdenbire elini uzattı; “Sen karışma,
biz o işi düzeltiriz!” dedi. Öyle bağırdı ki, korkudan fırladım, sabah namazı vakti. Namazı kıldım,
kahvaltıya gittim. Amerika’dan kovulduğuma, askeriyeden atıldığıma memnunum, hapisliği merak
ediyorum, içim rahat.

O gün hem çalıştım, hem de haberciyi bekledim. “Haydi Türkiye’ye!” diyecekler, fakat gelen giden
olmadı. Akşam yemeğini yedik. Çok yorgundum. Çünkü dersler uygulamalı yapılıyor. Bazen kocaman
cihazları taşı, çalıştır… Gömleğim su kesiliyor. O sırada birisi geldi: “Sizi tabur kumandanı çağırıyor.”
dedi. Zaten bekliyordum, koşa koşa gittim. “Buyurun kumandanım…” “Bazı işler olmuş, sen karışma
biz o işleri düzeltiriz.” “Baş üstüne kumandanım!”

Kumandan, rüyamda Said Nursi’nin söylediği cümleyi aynen söyledi, hayret! Sonra bir subaydan
duydum. Albay, kumandanları toplamış: “Bu adamın işi gücü din. Gerici, yobaz… Bunu Türkiye’ye
göndereceğim, orada yargılanacak ve ordudan atılacaktır.” Subaylardan biri demiş ki: “Albayım, Ömer
Okçu derslerinde başarılı, çalışkan ve itaatkâr. Buradakilerin yarıdan fazlası gece hayatı yaşıyor, bazen
işini yapmayanların işini de Ömer Okçu’ya yüklüyoruz. Bize bilgi ve itaat gerek, özel hayatı bizi
ilgilendirmez.” Böylece Türkiye’ye iademiz durdurulmuş.

Aylar sonra Türkiye’ye döndük. Herkes bağlı olduğu kumandanlığa gidip, tayin olduğu yeri öğreniyor.
Bizim Albay da öyle yapmış. Tayin olduğu yeri öğrenmek isterken, emekli olduğunu kendisine
bildirmişler. Yani biz kaldık, o gitti. Eğer Albay emekli olmasaydı, ben ihraç edilecektim. Generalliği
beklerken emekli edilmesiyle şoke olmuş… İnsanı korursa Allah korur. Allah’ın korumadığını hiç
kimse koruyamaz…

191
Hekimoğlu İsmail, Zaman, 08.03.2014

HALK ARTIK HİKAYESİNİ YAZMALIDIR

Son günlerde yaşadığımız skandal üstüne skandal olaylarından çıkarmamız gereken dersler olduğu gibi
anlamamız gereken çok önemli detaylarda vardır. Artık şu kesin bir şekilde netleşti ki yaşanan bu
kavga ve skandallar sadece Ak Parti ile Cemaat’in savaşı değil, yaşanan şey, aynı zamanda bir
hegemonya ve bir meşruiyet krizidir.

Hükümetin Gülen hareketine yönelik başlattığı öncü ve ölümcül saldırılarda bile farkında olmadan
kendisinin de dağılıp ne yaptığını bilemez hale düştüğüdür.

Kuşkusuz devlet düzeyinde bir “çatışma” söz konusu olduğunda mutlaka emperyalist faktörlerinde
olduğunu da unutmamalıyız. Çünkü yaklaşık iki yüz yıldır devlette belirli aralıklarla, [20-25 yıl],1839,
1856, 1876, 1908, 1923, 1946, 1960, 1971, 1980 ve 1997′de yaşanan olaylarda bunun açık bir
ispatıdır.

Bununla birlikte hükümetlerin ve devlet içindeki kompradorların yaptıkları bütün antidemokratik ve


hukuk dışı eylemliklerine de daima “kutsal devlet” kılıfını da uydurmuşlardır.

Osmanlı İmparatorluğu’nda da devlet kutsaldı, devlet her şeydi.

Cumhuriyet döneminden şimdiye kadar devlet kutsallığını koruduğu gibi Atatürkçü’lüğü de silah ve
kanun zoruyla da korumuştur.

Cumhuriyet öncesi ve sonrasında da yönetici kompradorlar hiç değişmedi. Cumhuriyet ilan edilmeden
önce kimler yönetiyorsa, cumhuriyetten sonra da aynı ekip yönetmeye devam etti. Dolaysıyla topluma
aşılanan “kutsal devlet” zırhıyla devletin bekası için bireye yönelik yapılacak her türlü eylem de haklı
ve meşru sayıldı.

Bu durumda devlet içinde bir iktidar ikiliği de oluştu. Biri “asıl devlet partisi” denilen iktidar ve güç
odağı, diğeri de görünen-bilinen iktidar, yani “seçimle” gelen “iktidar.“ Asıl devlet partisi” her zaman
kendini devletin varlığından ve bekasından sorumlu hissediyor. Gerekli gördüğü zaman duruma
müdahale ederek, rayından çıktığını düşündüğü aracı rayına oturtuyor.

Dini cemaatlerin üzerinde silindir gibi geçme, onları etkisizleştirme, hizaya getirme, adam etme ve
laikçilerin bile ne olduğunu pek çözemediği “laiklik” adı altında bütün inançları dört duvar arasında
hapseden militarizm anlayışıyla hareket devlet milletin canına hep okumuş ve okumaya devam
etmektedir.

Ankaralılaştıkça yalnızlaşan, yalnızlaştıkça kendisine yeni partner arayan ve girdiği girdaptan çıkmak
için artık her yolu mübah gören Ak Parti, vesayetçi, cuntacı, darbeci ve demokrasi düşmanı dediği
kesimlerle dirsek temasına girmekte ve güya ordunun imajını düzeltme yoluna gitmektedir.

Ergenekoncu, Balyozcu, Poyrazcı, Eldivenci ve 28 Şubat darbecisi diye vesayete karşı çıktığını,
bunlarla mücadele ettiğini söyleyen Ak Parti bu söylemleri üzerine de iktidar olduğu ve iktidarını 3
dönemdir devam ettirdiğini bilinen bir gerçektir.

Bugün yaşanan krizden çıkmak için çok daha sorun yaratmak, vesayetçilere sarılmak ve şiddetin
dozunu arttırmak sorunu çözmeyeceği gibi arlanmadan şiddetin dozuna kılıf uydurup “demokrasiden”,
192
“hukuk devletinden” ve “temel insan haklarından”da söz etmek toplumun aklıyla alay etmekten başka
bir şey de değildir.

Doğu’dan Batı’ya, Kuzey’den Güney’e, bu ülkede yaşayan 76 milyon milletimizin artık bu rezilliklere
son verilmesi için sesini gür çıkarması, rejim krizinden çıkmak için seyirciliği bir tarafa bırakıp kendi
hikayesini kendisi yazması ve bu hikayeyi Ak Parti hükümetine de anlatması lazım.

Yarhu arkadaş yanlış yapıyorsun demesi lazım…

17 Aralık’tan bu yana bütün dünya medyasının dilinde pelesenk olduk. Rezil ve kepaze olduk. Türkiye
Cumhuriyeti tarihinde ilk kez bir başbakan ABD hükümeti tarafından yalanlanmıştır.

ABD’nin ve Batı’nın, özellikle Gezi olaylarından sonra, Ak Parti’nin yıldızının söndüğünü görmekle
birlikte 17 Aralık’tan bu yana da yeni alternatif arayışı içine girdiği de bir gerçektir.

Başbakanın yakın danışman kadrosu bunu görmüyor, onu uyarmıyorlar mı?

Padişahım hay sen çok yaşa demekten başka ne işe yarıyorlar bu kadrolar?

İlker Başbuğ’un tahliyesinden önce yapılan “kumpas” tartışması ve dün yaşanan tahliye olayında şunu
da anlıyoruz ki, Ak Parti orduya ve ulusalcılara yönelik son bir ittifak yapmış, geleneksel sermayeye
de ittifak çağrısını yapmıştır.

Ordu ve ulusalcılarla ittifaka giren Ak Parti iktidarının yürütmenin gücünü kullanarak Cemaat’i tasfiye
etmeye çalışması ona hayır getirmeyecek, tersine ok’un ucu kendisine dönecektir.

Yolsuzluk, üsulsüzlük, rüşvet, adam kayırma, çürüme, sömürü, yağma ve talan ayyuka ulaştı ve tüm
iktidar bünyesini ahtapot gibi sardı.Devletin varlığını, milletin geleceğini ve hayatını riske sokan bu
aymazlıktan artık vazgeçilmesi lazım.

O halde artık yüksek sesle dillendirilen “aydınlara çağrı” ve “haykırışlara” karşı artık bu millet de
yüksek sesle sesini çıkarmalı, olanlara karşı tepki koymalı, hukukun, adaletin, temel hak ve
hürriyetlerin ayaklar altına alınmasına şiddetle tepki göstermelidir.

Parsel parsel parsellenen ve Perslilere peşkeş çektirilen milli kaynaklarımıza sahip çıkmalı ve koca
hükümetin bakanlarının da Perslilerin önünde yatmaktan vazgeçmeleri sağlanarak bu ülkenin onur ve
haysiyetini korumalıdır.

Facebook, tweetter ve bütün internetin dilini keserek bu ülkeye ne demokrasi gelir, ne de adalet. Tam
tersine ülke orta çağ karanlığa geri döner, bu ülke İran, Irak, Suriye ve Tanzanya olur.

Yarı demokrasi, kör topal bir hukuk rejiminden tam gaz otokratik bir rejime gittiğimiz kuşkusuzdur.

HSYK’nın tarumar edildiği, hırsızların serbest, hırsızı kovalayanın sürüldüğü, cezalandırıldığı,


insanların fişlenerek yaşamlarının karartıldığı bir yerde biz hangi demokrasi ve hangi temel hak ve
özgürlüklerden söz edebiliriz ki?

Toplumun taraflara bölündüğü, kutuplaştırıldığı, Türk-Kürt düşmanlığının körüklenmeye ve bin yıllık


kardeşlik bağının koparılmaya çalışıldığı bir yerde biz hangi toplumsal barıştan söz edebiliriz ki?

193
Yani artık taraf-maraflara değil kendimize bakmanın, kendimize gelmenin ve silkilenmenin zamanı
geldi. Kokuşmuş, çürüyen cesedi mezarına gönderecek ve gerçek yaşamsal alternatifi yeşertecek tek
yol: Hukuk ve adalettir. Toplumsal barış ve kardeşliktir…

Son olarak da; İlker Bağbuğ tahliye olduktan sonra; “Benim hayatımın 26 ayı benden çalındı”dedi.
Bende buradan Başbuğ’a soruyorum:

Sayın Başbuğ; sizin hayatınızın 26 ayı sizden çalındı ve hayat çalmanın, karartmanın ne kadar da
acımasız olduğunu da öğrendiniz. Peki sizin komutanınız beni fişleyerek 23 yıllık hayatımı benden
çalarak, benden dolayı ailemin ve daha dört yaşındayken ayrılmak zorunda kaldığım evladımın
hayatını çalıp karartan sizlerin ve komutanlarınızın vicdanı hiç mi hiç sızlamadı? Diye sormak
istiyorum.

CÜNEYT ALPHAN

http://www.diyarbakirhaber.com.tr/cuneyt-alphan-halk-artik-hikayesini-yazmalidir/YazarDetay/472

Çöküşü hazırlayan 3 fetva, 3 vahim sonuç

Muazzam bir hırsla yola çıkıyorsunuz. Niyetiniz her siyasi parti gibi iktidara gelmek. Sizin niyetiniz
daha ötesi. İktidara gelince bir daha gitmemek. Ne yaparsınız? Bunun için neler lazım? Bir: bol para,
iki: siyasi rakipleri her türlü yolla elimine etme. Bu iki şeyi sağlama alırsanız rahatça 2023’ü hatta
2071’i bile görebilirsiniz. Ama size bu yolda her türlü ‘aracı’ mubah kılacak fetvalar lazım. Yoksa
beraber yürüdüğünüz kadrolara izah edemezsiniz.

Birinci fetva:Uzun vadeli siyasi projelerinizde, propaganda faaliyetlerinizde ve kamuoyu oluşturmak


için medya satın almanızda sıkıntı yaşamamanız lazım. Yani bol paranız olmalı. Bunun için size özel
bir para havuzu gerekiyor. Devlet ihalelerinden, belediye projelerinden alınacak komisyonlarla bunu
oluşturmayı düşünüyorsunuz. Vakti zamanında bunun fetvası alınmış. Zaman yazarı ve o çevrelerin
‘cemaziyelevvelini’ iyi bilen Ali Bulaç, o günlere şahit olmuş, şöyle diyor: “1996 yılında birer kamu
kuruluşu olan belediyelerden ihale alan işadamlarının çeşitli cemaat, vakıf ve derneklere bağış yapıp
yapmamaları konusu gündeme gelmişti. Hakim görüşe göre ihale alan bir işadamı, gösterilen bir yere
yüzde 10 bağış yapabilir, ‘zor faktörü’ kullanılmayacaksa bunda bir sakınca yok.” Bulaç, bunu
kesinlikle onaylamamış, işin nerelere uzanacağını görmüş ama kapıyı birileri açmış.

194
Hayrettin Karaman Hoca, o dönem için verdiği fetvayı geçenlerde açıkladı: “‘Devletten veya
belediyelerden haklı ve meşru olarak ihale alıp istifade ve kâr eden kimseleri, yardımda bulunsunlar
diye hayır kurumlarına yönlendirsek bunda bir sakınca var mıdır?’ diye sordular. Buna verdiğim cevap
şudur: Hayır işlesin diye teşvik ve sevk ettiğiniz kimseler Müslüman iseler ve siz istemeseniz bu
yardımı yapmayacak idiyseler ve/veya bir daha iş ve ihale alamam diye bu yardımı yaparlarsa bundan
ecir (sevap) alamazlar.” (27.12.2013/Yeni Şafak) Diyor ama fetvasını veriyor. İğne deliğinden deve
geçirmeyi başaracak şark kurnazlığı bu fetvayı maymuncuk gibi kullanıp her işten nemalanma yolunu
böylece meşru hale getirmiş.

Fetva her partilinin elinde maymuncuğa dönüşünce ‘metazori bağış’ bir süre sonra ‘hayırsever’
işadamları üretiyor. Bu ‘maymuncuk anahtar’ otoyol yaptığınızda, AVM kondurduğunuzda kolayca
dünyevi bir ‘cennet anahtarına’ dönüşüyor. Parti rozeti takan herkes aynı zamanda böyle bir ‘cennet
anahtarı’ da edinmiş oluyor. Projelerin kaliteli olması, uygun ham maddeyle yapılması sizi çok
ilgilendirmiyor. Alacağınız ‘ulvi amaçlı’ komisyonun miktarı önem kazanıyor. Müteahhidin başı rahat,
‘bağış’ını yapmış, denetlenme korkusu yok. Bu tür işadamı prototipini İranlı işadamı Reza Zarrab
oluşturuyor. Gerekli ön bağışlarını periyodik olarak yapmış. Başbakan, ‘hayırseverliğini’ yakinen
biliyor, kefil oluyor. Bakanlar bir tehlike anında kendilerini Zarrab’ın önüne atmayı taahhüt ediyor. Bu
fetvanın bir de seçilen belediye başkanının orayı fethettiği, dolayısıyla gelirin beşte birine el
koyabileceği veya Halife’nin/Emirülmüminin’in mülkün/ülkenin sahibi oluşu ve beşte bir hakkı olması
gibi versiyonlarının fiili olarak kullanıldığı biliniyor. Başbakan’ın “Alınan para devletin kasasını
soymuyorsa yolsuzluk değildir.” cümlesi, bunun bir nevi kabulü. Sonuç: Fetvayı kapan on binlerce
‘cennet anahtarlı’ partili gönül rahatlığıyla ayakkabı kutularını istifleyebiliyor. Yakınlarına
hayırseverlik yapıp villa hediye edebiliyor.

İkinci fetva: Siyasi rakipleriniz var. İyi konuşuyorlar. Hitabetiyle sizi sarsıyor, moralinizi bozuyor. Siz
böyle kara kara düşünürken rakibinizin özel hayatında titiz olmadığını öğreniyorsunuz. Diğer rakip
partinin durumu daha kötü. Hemen hemen önde gelenlerin hepsi dikkatsiz. Size bağlı her emrinize
amade istihbaratçılarınız da varsa ve ufukta bir seçim de görünüyorsa küçük bir el hareketiyle
yapılacakları onaylıyorsunuz. Ama ‘titiz!’ olduğunuz için yine bir fetvaya ihtiyacınız var. Onu da ödül
verdiğiniz din âliminden almış oluyorsunuz. Fetva şu: “Eğer ayıp ve günahını gizleyerek işleyen bir
mümin kamu görevlisi veya kamu görevine talip biri ise bu takdirde ‘halkı onun zararından koruma’
vazifesi, ayıbı örtme vazifesinin önüne geçer ve ilgililere durum açıklanır; yani bu durumda ayıp ve
günah gizlenemez… Ama gizlenen kusur ve günah kamuyu ilgilendiriyor ve bilinmemesi kamuya
zarar veriyorsa devreye ‘zaruret’ girer ve zaruri olarak tespit ve gerektiği kadar teşhir edilir.
(12.05.2011/Yeni Şafak/Hayrettin Karaman) Bu da tamam olunca geriye taşeron birilerini bulmak,
yayınlatmak kalıyor. Muhal farzla ifade edeceğimiz varsayım ve isnadı aklımıza getiren kişi CHP
lideri. Kılıçdaroğlu, bu olaylardan Erdoğan’ı sorumlu tutuyor: “Şaibeli bir kişidir. Onun bilgisi
dahilinde gerçekleşen bir olaydır. Bu kadar net söylüyorum. Kendisi talimat verdi.” diyerek, olayın
failinden emin olduğunu açıkladı. Başbakan, seçimler öncesi ortaya çıkan bu rezaletleri meydanlarda
“Bu özel değil, bu genel genel…” diyerek siyaseten istismar etmişti. Baykal, özel hayatına ait ortaya
çıkan bu skandalla istifa etmiş, Başbakan zorlu bir rakibini diskalifiye etmiş, konuyu meydanlarda
seçim malzemesi yapmıştı. Olayın failleri tabii ki aranıp bulunamadı. Kılıçdaroğlu, net olduğunu ifade
ettiği delillerini henüz açıklamadı. Meydan, delilsiz iftira atmayı bir itiyad haline getiren Erdoğan’a
kaldı. Bugünlerde diğer her skandalda olduğu gibi yapılan bu fecaati cemaate mal ediyor. Sonuç
öncelikler ve AK Parti trolleri kaynaklı çakma Numan Kurtulmuş vakası.

Üçüncü fetva:Eğer uzun vadeli olarak rakipsiz ve alternatifsiz olmak istiyorsanız aynı cephede
bulunduğunuz refiklerinizi yanınıza çekmelisiniz. Numan Kurtulmuş veya Süleyman Soylu gibi
isimler yarın bir gün alternatif olacaksa siz onları bir şekilde ikna edip yanınıza çekerseniz akıllılık
etmiş oluyorsunuz. Peki ikna olmayan olursa ne olacak? Bu sorunun cevabını bilmiyoruz. Sadece
‘Acaba o da mı?’ diyerek bir soruyu seslendirebiliriz. Geçenlerde Karaman Hoca, yazısının son
paragrafında ilginç bir ipucu verdi. “Kamuya (ve bu arada ümmete) ait zararı önlemek için bir şahıs,
195
bölge veya gruba ait zarar göze alınır, sineye çekilir. Siyasette olan selim akıl ve kalb sahiplerine de bu
kuralı hatırlatıyor ve örnek olarak merhum şehid Muhsin Yazıcıoğlu’nu dua ile anıyorum.” (Yeni
Şafak/19.12.2013) Normalde böyle bir yazıda siyak sibak bütünlüğü içinde bu son cümleye ihtiyaç
yok. Hoca bunu niye kullandı? Merhum Yazıcıoğlu’nun vefat tarihi değil, doğum tarihi de değil. Peki
Hayrettin Hoca bu cümleyi niye kullandı? ‘Fail, olay mahalline mutlaka geri döner.’ gibi bir şey miydi
bilmiyoruz? Acaba yazısında ifade ettiği argümanlar AK Parti alternatiflerini elimine etmek, ‘etkisiz
hale getirmek’ fetvasını içeriyor olabilir mi? “Devlet geleneğimizin kendini korumak için geliştirdiği
reflekslerin bir kısmı epeyce ürpertici, benden hatırlatması” diyebilen bir şahıs Başbakanlık
müşavirliği yapıyorsa bazı kuşkular haklılık kazanmaz mı? AK Partililerden bu tezi destekleyici başka
sözler de geldi ama işin gerçeğini Allah bilir.

Müslüman ahlak ve dürüstlüğü derin bir yara aldı. Bediüzzaman Hazretleri alelusul içtihatların
akıbetini anlatan sözlerini neo-müçtehidler de okumalı: “Nasıl ki, kış mevsiminde, fırtınaların şiddetli
olduğu vakitte, bir binadaki küçük delikler dahi kapatılır, yeni kapılar açmak hiçbir şekilde akıl kârı
değildir. Hem nasıl ki, büyük bir sel baskınında, tamir için duvarlarda delik açmak boğulmaya sebep
olur. Aynen öyle de, haramların işlendiği, yabancı âdetlerin her yeri sardığı, bid’atların çok arttığı ve
dinsizlik tahribatının olduğu şu zamanda İslamiyet kalesinde içtihat adıyla yeni kapılar aralamak, o
kalenin duvarlarında bozguncuların girmesine sebep olacak delikler açmak İslamiyet’e karşı bir
cinayettir.”

VEYSEL AYHAN 9 Mart 2014, *Zaman, Genel Yayın Editörü

Camia havuzu ve AKP havuzu!

Üstad Said Nursi, bugünleri görmüş olacak, büyük bir havuzdan bahsediyordu, ehl-i hakikat için,
zamanın şahsiyet ve enaniyet zamanı olmadığını vurguluyordu. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, bu
havuzu yanlış anlamış olacak ki, “medya havuzu” diye ortaya çıkan modelde olduğu gibi aslında
“halife havuzu” adı altında milyarlarca dolar istif etti. Oysa üstad hazretleri cemaatten çıkacak bir
şahs-ı manevinin “Süfyanizm”e karşı başarılı mücadelesine dikkati çekerken, ’zaman cemaat
zamanıdır, tarikat zamanı değildir’ diyordu. Erdoğan, bunu da yanlış anladı ve devletin, kamunun
imkanlarını kullanarak kendi cemaatını zorla oluşturmaya çalıştı, hatta halifelik iddiası ile devlet
zoruyla diğer cemaatlerden biat talebinde bulundu.

Tepeden inmeci, “Yakoben siyasal İslam” ile halkın tabanından çıkan sivil toplum İslam’ı savaşıyor.
İslam’ın Cumhuriyet anlayışı ile dine siyasetin alet edildiği saltanatın kavgasıdır bu. Erdoğan, Hz.
Muaviye’nin halifeliğini, Hz. Ali’nin (r.a) elinden hile ile aldığı despot Emevileşmeyi, yani azgın nefsi
siyaseti temsil ediyor. Gülen Hocaefendi ve cemaatı, kalp ehli olduğu için Sufiliğin merkezindeki Şah-
ı Merdan Hz. Ali (r.a) ile belki kıyaslanabilir. Şeriatın bir hakikatı için baş vermeye razı Gülen.
Yolsuzluk ve rüşvet ile mücadele, kamu hakkını, yetim hakkını, Allah hakkını, umumun hakkını
korumak İslam aliminin boynunun borcu.

Meşhur Firavun ve Hz. Musa (a.s.) kıssasını Muhyiddin Arabi hazretleri, kalp ve nefis mücadelesi
olarak okur. Hz. Ali (r.a.) ve Hz. Muaviye arasındaki mücadele de kalp ve nefis harbidir. Allah, ancak
temiz kalplere sığar ve gelir. Kamu hakkı yiyende temiz kalp kalmaz, sadece nefsinin azgın
dürtüleriyle zalim bir firavun olur, kendisini kurtaracak Hz. Musa nefsini ve cemaatını topyekun
Kızıldeniz’de boğmak ister. Ancak kendisi ve ordusu boğulur. Üstad Nursi’ye dönecek olursak, büyük
bir havuza sahip olmak için siyasi iktidar, güç ve para lazım değildir. Üstad Kastamanu Lahikasındaki
mektubunda (sayfa 108) der: “Büyük bir havuza sahip olmak için bir buz parçası hükmündeki enaniyet
ve şahsiyetini o havuza atmak ve eritmek gerekir. Yoksa, o buz parçası erir erir, zayi olur; o havuzdan
da istifade edilemez.”

196
Tehlikenin büyüklüğünün farkında mısınız? Erdoğan, hiç utanmadan Üstad hazretlerini siyasetine alet
ediyor, üstadın talabelerini yemleyerek, baskıyla, rüşvetle, sindirmeyle veya çaresiz bırakarak yanına
çekti. Gerçi bazıları buna teşniydi, yıllardır elde edemediklerini sunan hemde “İslami” bir iktidar var.
Hangi diyet ve bedele karşı teslim oldular peki? Erdoğan, Nur’un has talabesi Gülen Hocaefendi’ye
hakaret edilirken, sövülürken ses çıkarmayarak ne kadar Nurcu kalınabilir ki! “Halife’ye, Ulu-l Emre
biat, itaat etmedi, cezayı hak etti” diyen bir Said Nursi ben tanımıyorum. Üstad münafık değildi,
korkak değildi. Mertoğlu mert idi.

Bugün güç zehirlenmesi yaşıyan Erdoğan’ın siyasi hırslarına yeter artık diyen Gülen Hocaefendi gibi
diğer Nur talabeleri ve cemaatleri de karşı çıkarsa ne olacağını ben size şimdiden haber vereyim:
Erdoğan Said Nursi’ye de sövecek, hakaret edecek, aşağılayacaktır. O zamanda susacak mısınız?
Derin Oligarşik Fesat Komitesi dediğim “Süfyanizm”, Erdoğan’a Said Nursi’yi kullandırarak Gülen
Hocaefendi’yi Hz Yusuf (a.s.) misali kuyuya atıyor. Hz. Yakup’un (a.s.) 12 oğlu vardı. Risale-i Nur’da
da 12 cemaat var. Biri ( Hz Yusuf’u kuyuya atmadan öz kardeşi Bünyamin planda yoktu, Yeni Asya
sağlam duruyor) dışında 11 tanesi Nur davasına ihanet etti ve en çok sevileni el birliğiyle kuyuya
atarak yalnızlaştırdı. Kıssa sanki gerçekleşiyor!

Camia’nın ‘çökertilmesi’ için Hocaefendi’nin sekiz yıl yargılandığı ve bearaat ettiği davanın
iddianamesinde öngörülen stratejiyi bugünkü iktidar temsilcilerinin birebir uygulaması dikkat çekici
değil mi? Peki, bu davada Gülen’in Nurculuktan yargılandığını bilmiyor musunuz? Savcı Yüksel,
‘Nurculuğun Tarihi Gelişimi’ni* anlatarak başladığı iddianamede, Bediüzzaman’ın ne kadar tehlikeli
biri olduğunu, “Nurculuğun Laik Cumhuriyete ve Atatürk’e karşı bir hareket olduğunu görebilmek için
Nur Risalelerine bakmak gerekmektedir.” diyerek anlatıyordu. Farklı risalelerden cümleleri, iddiasına
‘delil’ olarak göstermişti. Hocaefendi’nin Bediüzzaman için kullandığı ‘asrın çilekeşi, çağın büyüğü,
kamil-i mürşid, ruhların hekimi’ gibi sözler bile suç unsuru olarak iddianameye girmişti.
‘Değerlendirme ve Hukuki Durum’ başlıklı bölümde Bediüzzaman için ‘küstah’ ifadesini kullanan
Nuh Mete Yüksel, Hocaefendi’nin neden Üstad’ın yolundan gittiğini sorduktan sonra, “Bütün bu
faaliyetlerin hedefi İslam devletini kurmaktır.” diyordu. Bugün Başbakana yaptırılan Nurculuğun
yeniden bitirilmesi savaşıdır.

Erdoğan, Gülen’in Üstadı hiç ağzına almadığını mitinglerde söyleyerek ne yapmaya çalışıyor? Üstadın
talabesi Said Özdemir, eş zamanlı olarak Gülen’in üstadı “kullandığını, yolundan çıktığını, Risale
yerine kendi kitaplarını okuttuğu” fitnesini neden yayıyor? Gülen’in yoldan çıkan ilk talabelerinden
Latif Erdoğan’a neden “üstadın yolunda değiller, Gülen Allah ile konuşuyor” iftirasını
attırıyorlar? Yıllardır cemaatı ele geçirme peşinde koşan Kemalettin Özdemir ve Latif Erdoğan’ın
“Süfyanizm”in fitnecilerinin kucağına oturduğunu görüyoruz. Başbakan Erdoğan’a Latif Erdoğan son
görüşmesinde, “Gülen’i ve cemaaatı bitirmek için sadece bir şansınız var, eğer bitiremezseniz sizi
bitirirler. Sizin A, B,C, D planınız varsa, Gülen’in Z’ye kadar planı vardır” diye taktik veriyordu.

Gülen ve cemaatına planlanan operasyon MGK gündemine getirildi ve devletin tüm birimlerinin ortak
görüşte olduğu kamuoyuna açıklandı. 28 Şubat’ta İçişleri ve Dışişleri bakanlığı 30 Mart 1998
MGK’sında bu feci infaza karşı çıkmıştı. 17 ve 25 Aralık Büyük Rüşvet ve Yolsuzluk davasını hukuk
devletini yok ederek bertaraf eden Erdoğan, Ergenekoncuları Silivri’den çıkartarak askeri vesayete
selam durdu. PKK elebaşısı Abdullah Öcalan ile Mudanya’da yaptığı görüşmenin ses kaydı yakında
ortaya çıkacaktır. Muhsin Başkan suikastına göz yummasını gösterecek ses kaydı, iktidarı elde tutmak
isteyen bir firavun nefsi resmedecektir. Halifeliği kurmak için kamudan haraçlarla çalınan milyar
dolarları belki halk anlayışla karşılıyor olabilir. Ancak Muta nikahı tuzağına düşen ve zimmetine
milyon ve milyar dolarlar geçiren AKP’lileri bu millet asla af etmeyecektir.

Erdoğan, üstadın eserlerini hiç okumamış, belli. Büyük Havuz’tan Risaleyi Nur mensuplarının anladığı
kalp ehlinin içinde eridiği şahs-ı manevidir. Yoksa, halkın parasının haram yollarla toplanmasını üstad
asla öngörmemiştir. Büyük gizli havuzlarda yığılan yetim hakkıyla Erdoğan’ın Gestapo tarzında
197
kurduğu başkanlık sistemini onaylamıyoruz. Erdoğan’ın halifelik hırslarının tatmin edilmesi için
haksız rekabetle devletin soyularak elde edilenlerle seçim kampanya yürütülmesi oy toplanması,
haksız ticaret yapılaması ve sivil toplumun öldürülmesine karşıyız. İslami cemaatlerin devletle göbek
bağı kurarak devletleştirilmesi İslam’a yapılacak en büyük ihanettir. Erdoğan, bilerek veya bilmeyerek
üstadın oluşması için ömrünü verdiği şahs-ı maneviyi hırpalamaktadır. Gülen Hocaefendi’in kurduğu
camia, Nurlardan çıkan belki aynen üstadın öngördüğü gibi tam Nurcu görünmeyen şahsı manevidir.
Hakkın şahs-ı manevisi ile savaşan firavun elbette havuzunda boğulur! Camia’nın havuzu eneleri
eriten tevazu havuzudur, AKP’nin para havuzu ise enaniyetleri kabartıp, firavunları artırıyor. Manevi
havuz kazanacaktır…

Fuad Avni kayboldu, son tweetleri: ERDOĞAN REJİMİ


Bugün herkes bana Fuadavni yakalandı mı diye soruyor. Bu yola yakalanacaağını bilerek çıktı.
En az beş fuatavni daha başbakan ve şürakasının enselerinde boza pişiriyor.
Fuat Avni, 5 Mart’tan 9 Mart’a kadar dört gün boyunca Erdoğan Rejimi’ni topa tuttu, ancak
son 24 saattir kendisinden haber alınamıyor. İşte son dört günde meçhul askerin ortaya
çıkardığı dehşet tablo:
Oligarşik Danışmanlar ve Özel Seçilmişler yaklaşık 5 yıl önce BB‘yi dünya lideri ve İslam
halifesi olduğuna inandırdılar. Hilafetin kuvvetli olması gerekirdi. Paraların çoğu bu minvalde
değerlendirildi. BB yaptığı yolsuzluğu din adına yapıyordu. Dünya lideri, yarın hortlaması
muhtemel vesayetlere karşı kuvvetli olmalıydı. Diktatörlerin çoğu dolar ve altın zenginidir.
Arap Krallarının zenginliği ve ihtişamı alınan dini fetvalarla BB için rol model oldu. İslam halifesi
hepsinden zengin olmalıydı. İran irili ufaklı El kaide örgütleriyle ve Hizbullah‘la sürekli dirsek
temasındaydı. Onları yurt dışında kirli eli olarak kullanırdı. Ruhani‘nin gelişiyle yeni dünya düzeni
içinde rol almak isteyen İran, büyüttüğü ve geliştirdiği bu örgütleri birine pazarlayacaktı. Ruhani‘nin
gelişi bir projedir. İran siyasetinde yeni bir ivmedir. A. Nejat‘ın son yıllarında El kaide ağır ağır
pazarlanıyordu. El Kaide’nin tüm kirli işlerini ve organizesini üstüne almaya meraklı biri vardı.
Mücahit gelenekten gelen yeni İslam halifesi Erdoğan.
Özel Seçilmişler kara para trafiğini yürütüyor ve BB‘ye İslam ordularına sahip çıkması telkiniyle El
Kaide’ye yardım ettiriyorlardı. El Kaide’ye para yardımı yapan Yasin El kadı Türkiye‘ye girişi yasak
olduğu yıllarda bizzat BB‘nin konvoyu ile Türkiye‘de gezdiriliyordu. İran yıllardır desteklediği El
kaide örgütlerini Türkiye‘nin kucağına bırakarak geri çekildi. Nükleer antlaşmaya zemin hazırladı.
Türkiye dünya siyasetinde İran‘ın yerini alırken İran bölgenin tek abisi konumuna gelmiş oldu.
Türkiye gittikçe içe kapanan bir ülke oldu.
En son açıklanan raporda Türkiye ve İran teröre destek veren ülkeler arasında zikredilse de yakında
İran o rapordan çıkarılacak. İslam halifesi BB, yeryüzünde Allah diyerek kan döken örgütlerin
lideridir. Maddi ve manevi destek vermiştir. Dünya bunun farkındadır. İslam halifesi, dünya lideri,
İslam adına mücahede derken paranın, makamın gücüne boyun eğen BB, ülkeyi karanlık dehlizlere
sürüklemiştir
Önümüzdeki seçimler ülkenin ya 3. Dünya ülkesine dönüşeceğini ya da demokratik ve özgür ülkeler
seviyesine çıkacağını belirleyecek.
BB gerçekten haklıdır. Bu hukuk, özgürlükler, demokrasi ve evrensel ilkeler adına Türkiye‘nin bir
istiklal mücadelesidir.. BB ülkeyi avuçlarına almak adına paralel yapı bahanesiyle tüm kurum ve
kuruluşları işgal etmiş durumdadır. Erdoğan Rejimi kurulmuştur.
Akıbeti doğru okuyabilen hiç kimse bunu AKP ve Camia kavgası olarak göremez. Erdoğan Rejimi
kazanırsa Camia değil ülke kaybetmiş olacak. Yiyin birbirinizi diyen ilkesiz ve dünya siyasetini
bilmeyen partizanlar az geri dursun. BB‘ye Türkiye‘yi yedirmeyecekler olayın farkında.
El Cezire, El Kaide, El Kadı, el insaf elin ne uzunmuş…

198
BB, damadı Berat vasıtasıyla E.Sancak ve A.Çalık üzerinden El-Cezire TV’yi de almış. Havuz
Medyası gittikçe genişliyor.
Alo Fatih Haber Türk’ten ayrılınca E.Çelik üzerinden istediğini yaptırmaya çalışıyor. Bakalım o ne
kadar kalabilecek. Ciner isyan etti edecek
Y. Akdoğan‘ın eskisi kadar medya üzerinde etkisi kalmadı. Haber Türk %1 kadar aranamıyor.
NTV’nin vesayetten kurtulmasına da az kaldı.
Bu gün BB‘nin her şeyini savunanlar Havuz Medyası‘nda çalışanlardır. Onları da hoş görmek lazım.
BB çalıştıkları kanalın patronu ne de olsa.
Bu günler turnusol kâğıdı gibi siyasetçinin sahtesi kadar gazetecinin de sahtesini ortaya çıkarması
açısından önemli.
A. Selvi, Hocaefendi‘yle çektirdiği fotoğraf elinde, çocuk gibi dolaşır herkese gösterirdi. Bakmayın
kükrediğine güçlüye karşı zaafı vardır.
Altan Öymen, Nazlı Ilıcak, Kadri Gürsel‘in karşısındaki Nagehan Alçı ve Abdulkadir Selvi‘ye bakın
BB‘nin hayalindeki Yeni Türkiye‘yi anlayın
İlerleyen günlerde ana akım medya ile Havuz Medyası tamamen ayrılacak. Erdoğan Rejimi‘ni
savunmak karakterli duruşu olan herkesi yıpratıyor.
İnançlı biri, hislerin galebe çalmasıyla anlık günaha girebilir ama günde 40 yerde herkesin gözünün
içine baka baka 40 yalan nasıl söyler?
Adetullahtandır, hastalık kalp ve lisana ulaşmadan ‘Hz Eyyup‘lar şifaya ermez.
Güzel insanlar, dualarınızı bekliyorum. Allah‘a itimat edenler asla ümitlerini kaybetmezler.
Unutmayın, beklenen yarın çok yakın.
Camia‘ya sürekli Yahudi uşağı derken, komşunuzun bile Yahudi olabileceği gerçeğini nasıl
atlıyorsunuz Düşünce düşmanlığı beyninizi kirletmiş
Eski Türkiye‘de düşünce suçlusu vardı, Erdoğan Rejimi Yeni Türkiye çatısı altında 10 binlerce
düşünce düşmanı oluşturdu.
Her yorumuna küfürle başlayıp küfürle bitirenlerin, sokağa dökülmeye yakın olduğunu unutmayın.
Nefretin dili insanları şiddete yönlendiriyor
BB, karşı geldiği düşünceleri istediği gibi yalan söyleyerek yıkacağını düşünüyor. BB‘nin düşünce
düşmanlığı Vandallık düzeyine çıkmış.
BB iktidara geldiğinde şimdinin genç kuşağı ergen dönemlerindeydi. Onu idol olarak kabullendiler.
Avazı çıktığı kadar bağıranlar da onlar.
BB‘nin makam ve parayla satın alıp ekranlara taşıdığı sözüm ona gazeteciler tetikçilik yaparak genç
kuşağı günden güne sokağa yaklaştırıyor.
BB‘nin kullandığı dile, muhatapları aynı şekilde karşılık vermiş olsa Türkiye‘nin sokakları 30-40 yıl
önceki sokaklara dönecek.
Şiddeti mağduriyete dönüştürmekte pek mahir olan AKP stratejistleri cihad mantığını körükleme adına
Camia‘ya Yahudi uşağı dedirtiyor.
Camia‘ya dış güçlerin, İsrail‘in ABD‘nin kullandığı kirli örgüt dedikçe, Camia mensuplarına saldırı
haklı hatta sevap düşüncesine kayıyor.
BB için şiddetten haz alacak genç kuşağa BB‘nın her gün yurtlarında gece seansı yapıp bana beddua
ediyorlar demesi açık hedef göstermektir.
Her gün abiler ve ablalar kirli örgüt adına kapınıza geldiklerinde kovun diyen BB masum insanları
sokağa çıkmaya korkar hale getiriyor.
BB, okullarına dershanelerine çocuklarınızı göndermeyin dedikçe, Camia‘nın öğretmenlerine,
idarecilerine yapılacak şiddeti meşrulaştırıyor.
BB kendini ve evlatlarını koruma adına 100 binlerce anne, baba ve evladı kendi fanatiklerine şikâyet
edip, korumasız hale getiriyor.
Hayrettin Karaman‘ın fetvası 1. Kamuya ve ümmete ait zararı önlemek için bir şahıs, bölge veya gruba
ait zarar göze alınır, sineye çekilir.
2 Siyasette olan selim akıl ve kalb sahiplerine de bu kuralı hatırlatıyor ve örnek olarak merhum şehid
Muhsin Yazıcıoğlu’nu dua ile anıyorum

199
3. Güzel insanlar her 2 madde Hayrettin Karaman Hoca‘nın Yeni Şafak gazetesinde yazdıklarıdır.
Yorum katılmamıştır.
4. Fetvada geçen feda edilebilir şahıs Muhsin Başkan mı? Bölge, Doğu Anadolu Güney Doğu‘nun bir
kısmı mı? Grup, Camia mı?
Güzel insan @kemalgulen Bey iyi bil ki ‘Fethullah Gülen Hocaefendi, bizim ailemiz biz de onun
ailesiyiz‘ Güzel insanlar adına Fuat Avni.
Hocaefedinin bütün ailesinin bütün mal varlığını toplasanız BB‘nin tek çocuğunun mal varlığının %1
etmez Anadolu insanın feraseti bunu anlar
Hocaefendi‘nin aile fertlerinde ya da Camia mensuplarında zerre kadar korku emaresi görmeyince
kalbinize korku düşüyor. Korkmayın, titreyin.
BB, bizden önce Şanlıurfa‘da hiç bir hizmet yapılmadı diyor. Senden önce Urfa‘da Refah Partisi vardı
ve sen o partinin üyesiydin.
10 sene önce BB‘nin evinden kamyonetlerle para taşınmasına rağmen sıfırlanamayacağına inanır
mıydınız?
Kalabalıklarla övünmek diktatörlerin en büyük zaafıdır.
BB‘nin şehir şehir dolaşmasının nedeni çalışkanlığı değil. Kalabalıklar karşısında egosunu tatmin
etmekten aşırı haz alıyor. Onunla besleniyor
Senin döneminde Adalet Bakanlığı’nın yaptığı açıklamaya göre cinayete kurban giden kadınların
sayısı son 10 yılda yüzde bin dört yüz arttı.
Senin döneminde sigaraya başlama yaşı 10, alkolde 11, uyuşturcuda 12‘ye düştü. Kimse senin
korkundan sana bunları rapor edemedi.
Müferreh toplum mu dedin? Senin döneminde, intihar edenlerin oranında yüzde 36’lık bir yükselişle
en yüksek intihar kaybına ulaşıldı.
Haşhaşi mi dedin? Emniyet‘e göre 2009-2012, Türkiye’de yakalanan kokain miktarında % 572 esrarda
son 5 yılda % 140 oranında artış oldu.
Millete hizmet mi dedin? Diyarbakır’da PKK’nın uyuşturucu koluyla mücadele eden emniyet gücünü
millete hizmet için mi dağıttın?
3 çocuk mu dedin? Senin döneminde evlenen çift oranı azalırken boşanan çift oranı ciddi biçimde arttı.
Aile kurumu ciddi oranda zedelendi.
Senin döneminde karapara aklama, yolsuzluk, rüşvet gibi suçları cezalandıracak hukuki yollar kapandı.
Toplumdaki ahlaki çöküntü artacak.
Senin döneminde laf çoğaldı ama manevi yaşamda gerileme oldu. Şekilci, sloganik bir İslamcılık
üretildi. Sana biat etmeyi farz sayanlar oldu
Senin döneminde toplumda dindarlığı yaşama konusunda anlamlı bir gelişme olmazken zahire bakarak
liderini kutsama eğilimi arttı.
Senin döneminde Müslümanlar, hırsızmış, Allah diyerek memleketi soymuşlar deniyor. Sen insanların
dine bakışını kirlettin. Kaybedenlerdensin
Senin döneminde iyi şeylerde oldu elbet. Hepsini kendinden bilerek egonu şişirip diktatöre dönüştün
Yaptığın iyi şeyleri tek tek tüketiyorsun
Dün BB çalıştıkları kanalların ve gazetenin patronudur, idare edin tetikçi gazetecileri demiştim.
Dinleyin görün.
https://www.youtube.com/watch?v=34un0Kg4PSg …
Toplumun düşünce üretecek adamları ekrandan uzak olduğundan her türlü pisliği normal karşılayan
insanlar büyülenmiş gibi seyrediyor olanları
Bilincini yitirmeyen sosyal medya Erdoğan Rejimi‘nin korktuğu tek mecra. İnternete, kontrol altına
alamamanın verdiği öfkeyle yaklaşıyorlar.
BB‘nin taraftarlarında ne yapsa iyidir, muhaliflerinde ne yapsa yeridir algısı oluştuğundan toplum
bilinci kısa süreli felç yaşıyor.
BB doğruyu yanlış, yanlışı doğru gösterecek şeytani bir hitap kullanıyor. Menfaat çarkı içinde
erittiklerinden bir kalkan oluşturmuş kendine
En kolay dağılan birliktelik menfaat birlikteliğidir. Güç zaafa uğradığında tehlike çanları çalmaya
başlamıştır. BB‘nin gözlerinde korku var
200
Korku onu öfkeli hale getiriyor. Tek hayali halk tarafından seçilen ilk CB olmaktı. Bunu kaybettiğini
bildiğinden etrafına nefret saçıyor.
BB Parti‘nin ağır abileri ve CB‘yi 2 yıldır silmişti. Ondan randevu bile alamıyorlardı. Bu süreçte
onlara muhtaç olmak bütün büyüsünü bozdu.
3 dönem kuralı parti devletini oluşturup avuçlarına alacağı ve Çankaya‘dan yöneteceği rejimi için çok
önemliydi. Kuralı mecburen kaldıracak.
Bir aydır etrafındaki insanlarla pazarlık masasına oturmuş olmanın sıkıntısı had safhaya ulaşmış. Tek
adam artık istese de tek adam olamaz.
Kirli işlerini paylaştığı kişilerin sayısını 3‘le sınırladığından, daha önce halkada olanların
memnuniyetsizliği sarmış etrafını.
Yıllardır dikkate almadığı bakanlar, milletvekillerinden ekranlarda açık destek istedi. Tabiri diğerle
adam yerine koymadıklarına muhtaç oldu
Parti‘nin oyları hızla düşüyor. Kulislerde fısıltı halinde işin içinden çıkılamayacağı konuşuluyor.
Çaresizlik ve kararsızlık sinmiş içlerine
Partiyi, partizan kafalı fanatiklerinden başka destekleyen kalmadı. Ülkenin yüzde ellisi artık bir hayal.
Gücün körlüğü dağılıyor.
Gücün körlüğü dağıldıkça akl-i selim yeniden hakim olacak. Vaziyeti iyi bilen BB korkuyor. Bugün
polislere tepkisi korkusunun dışa vurumuydu
Ne yaparsan yap, kurtulamayacaksın, saltanatın yıkılacak. Görüyorum ki korkuyorsun, korkma titre.
Allah Kadir-i Mutlak
Deliller oluşturuluyor, yargı hazırlanılıyor sonra Camia‘ya operasyon yapılacak demek hukuk devleti
değiliz kabile devletiyiz demektir.
‘Kriptolu telefonu bile dinlemişler‘ Sana devletin sırlarını konuşman için verilen kriptolu telefonu bile
suç işlemek için kullanmışsın…
‘Kriptolu telefonla devlet başkanlarını arıyorum‘ Devlet başkanlarını aramak için sana verilen
telefonla oğlunu neden arıyorsun?
Dinlenilmediğini düşündüğün telefonla oğlunu arıyorsan, suçlu olduğunu anlamak için seni dinlemeye
gerek yok.
H.Fidan koskoca MİT‘i BB‘nin kirli paralarına ve ticaretine feda etti. Değer miydi diye düşünüyor
mudur? Son zamanlarda hiç rahat değil.

Devletin sadece yargısına değil her kurumuna AKP‘nin nasıl ve ne kadar eleman koyduğunu
gördüğünüz gün paralel yapıyı anlamış olacaksınız.

Dün Ergenekon‘un savcısıydın bu gün Camia‘nın savcısısın. Yarın kapına gerçek savcılar gelecek..

E.Ala, yarın öbür gün mahkemede ‘Ben kimim ki siz ağababalarımı sorgulayın, ne dedilerse onu
yaptım der mi‘? Der.

Adetullahtandır, salihler içindeki hainler tasfiye olmadan salahe erilmez.

Adetullahtandır, Hak dostuna dil uzatan hainler iflah olmaz.

Güzel insanlar duanız içinde yer almak şeref olacak… Ümidinizi asla kaybetmeyin, beklenen yarın çok
yakın..

Dünya basını, Youtube ve Facebook‘u kapatabiliriz diyen BB‘ye tepkili. ‘Bu yasak Türkiye‘nin Kuzey
Kore ile birlikte anılmasına yol açar‘
Başbuğ, Ergenekon‘un savcısı AKP‘yi mi avukatı CHP‘yi mi destekleyecek? Reza‘yı 2 ay tutmayıp
kendisini 26 ay içerde tutan BB‘ye güvenir mi?
Başbuğ‘a geçmiş olsun telefonu açmak için sıraya girenler yarın kendileri hapse girerken, Başbuğ‘dan
geçmiş olsun telefonu alırlar mı?
201
12 gün sonra Obama‘dan yalanlama geldi. BB uluslararası bir yalancıdır.
pic.twitter.com/ZgAJOkn1SX
Kadınları başörtülü ve açık diye ayırmıyorsan, neden Kabataş‘taki kadın başörtülü olduğu için o
muameleyi gördü dedin?
Hakkâri’deki havaalanı terör sebebiyle, gecikiyor. Hani artık terör yoktu. Bölgeyi PKK‘ya peşkeş
çektin en çok Kürtler‘e eziyet ediliyor.
PKK şehir merkezlerinde ellerini kollarını sallayarak vergi topluyorlar. Hiç bir zaman PKK destek
vermeyen Kürtleri PKK‘nın eline bıraktın.
BB‘yi sadece Türkler değil, Kürtler de affetmeyecek. B.Atalay Öcalan bütün Kürtler‘in lideridir dedi.
Bir kişi ancak hain olsa bunu söyler.
Öcalan‘ın sabrını taşırmayın diye BB‘ye çağrı yapan BDP‘ye hiç bir tepki verilmedi. BB, Öcalan
karşısında dik duramaz. Eli mahkûm.
PKK‘nın istediği her şeyi OSLO‘da verdiler. Elbette PKK eylem yapmayacak 30 yılık mücadeleyi
kazandılar. BB muhalif tek şey söyleyemez.
Öcalan‘nın emriyle H.Fidan Avrupa‘da, Öcalan‘a muhalif olanları Mit‘e öldürtmüştür. Öcalan infaz
işlerinde PKK‘yı değil Mit‘i kullanıyor.
H.Fidan Bey benimde bulunduğum bir toplantıda öyle şeyler var ki, beni de BB‘yi de idama götürür
dedin. Onları bilen bir sen değilsin.
Ey Erdoğan ne ‘Tayyip‘liğin kaldı ne de ‘Latif‘liğin !!
Latif Şener AKP‘den ayrılmadan yıllar önce Latif Erdoğan, Camia‘dan ayrılmıştı. Havuz Medyası
Camia‘nın küllerinden yalan inşa etme derdinde
Hitler‘den tek farkın var o dört parmağını öne uzatıyordu sen yukarı kaldırıyorsun.
M.Metiner ve Ş.Tayyar‘a kızmayın.. BB 7 ay önce onların partide yeri olmayacak dediği andan
itibaren gözüne girmek için her şeyi yapıyorlar.
Y. Akdoğan önümüzdeki seçimde milletvekili olacakları çoktan belirlemişti. BB‘yi canhıraş savunan
vekillerden hiç biri o listede yoktu.
AKP kurucularının çocukları partiye monte edilecek hali hazırdaki milletvekillerinin çoğunluğu tasfiye
edilecekti. Bunu kendileri de biliyor
Kendi ikballeri adına BB‘yi olmadık şekilde sahiplenen milletvekilleri belki BB‘nin gözüne gireriz
derdindeler. Karaktersizlik, felakettir.
Elçiler yurt dışındaki okulların çete olduğunu anlatamayınca, BB devreye girdi Her gün okulları
kapatın diye bir ülkenin Başbakan‘ını arıyor
Eski Türkiye: Ülkenizde bu okulların açılmasına müsaade etmeyin. Yeni Türkiye: Ülkenizdeki bu
okulları kapatın.
Yıllarca perde ardında tüm vesayetlerle mücadele eden bir devlet aklı var. Vesayetler elbirliğiyle
devrilirken kaymağını BB yemiştir.
Devrilmeye yüz tutan tüm vesayetler BB‘nin tek adam olma arzusundan ve zaafından yararlandı. Birer
birer çevresinde yedeklenerek biat ettiler
Makul her siyasi akıl bilir ki, sivil anayasa tüm dar ve oligarşik üstünlerin sonu olacaktı. Başkanlık
sistemi BB‘nin aklına sokuldu
Sivil anayasa BB‘nin başkanlık zaafına feda edildi. MEB‘in meşhur müsteşarı BB‘nin emriyle
Türkiye‘yi dolaşarak başkanlık sistemini anlattı.
İl teşkilatlarında bile akla yatmayan başkanlık sistemini canlı tutan, dağılmakta olan vesayetlerin
BB‘ye sürekli yalakalık yapması oldu.
Sivil anayasa başka bir bahara ertelenirken devlet aklının mücadele ettiği tüm vesayetler BB‘nin
kanatları altında eski güçlerine kavuştular
Şimdiye kadar neredeydiniz diye soranlar bilsinki bu akil duruş yıllardır neredeyse yine orada.
Mücadele 17 Aralık‘ta başlamadı zaten vardı.
BB‘nin kanatları altında serpilen yapılar BB‘ye öyle hukuksuz adımlar attırdı ki, gün gelecek BB‘nin
kanatlarını kendileri kıracak.
BB‘nin etrafına çöreklenen yapılar birbirlerine düşecek. BB kendini akıllı sana dursun birileri ona
kendi eliyle sonunu hazırlatıyor.
202
BB ne zaman tüm vesayetleri bitirdiği zehabına kapıldı o gün kendisi için sonun başlangıcı oldu.
Yakında hiç bir şeyin bitmediğini anlayacak
Dünya lideri, okulların kapatılmasıyla ilgili aradığı Başbakanlar‘dan tokat gibi cevaplar alıyor. ‘Onlar
bizim okullarımız‘.
ÖZEL YETKİLİ MAHKEMELERİN KALDIRILMASI
Dün CB‘nin imzalamayasıyla beraber Özel Yetkili Mahkemeler kaldırıldı. CB bu yasayı imzalayarak
hangi davalara engel oldu? BB aslında Özel Yetkili Mahkemeleri kaldırtarak hangi davaların askıda
kalmasını istiyor. ÖYM‘den alınan davalar yıllarca bitmeyecek. Geçen hafta Malatya savcılığının talep
ettiği dosyalara Ankara savcılığı engel oluyor demiştim. Malatya’daki davalar çöpe gitmiş oldu.
Tunceli Jandarma Alay Komutanlığı görevini yürütürken 1994 yılında hayatını kaybeden Kazım
Çillioğlu dosyası artık neticelenmeyecek. 2010 yılında başlatılan soruşturmada Çillioğlu’nun mezarı
açılmış, bilirkişi raporu olayın intihar değil cinayet olduğunu ortaya koymuştu. Çillioğlu‘nun cinayeti
çözülseydi, Ergenekon‘un en önemli ayağı ve istihbaratın PKK ile olan bağı çözülmüş olacaktı.
Çözülmesi istenmiyor
Madımak katliamıyla ilgili başlatılan soruşturma rafa kalkmış olacak. Yerel mahkemelere havale
edilecek olan bu dosyada çözülemeyecek. Sivas’ta 37 kişinin hayatını kaybettiği olaylara karışanlarla
PKK terör örgütü arasındaki ilişki tespit edilmişti. Bunlar, PKK’nın üst düzey bir ismiyle
irtibatlıydılar. Bu kişi, Alevi ve Sünnileri birbirlerine kırdıracak eylemleri organize ediyordu
BB ve Öcalan arasında nasıl bir anlaşma yapıldıysa, PKK‘nın bulaştığı tüm kirli işleri BB temizlemek
için yoğun gayret sarfediyor.
Muhsin Başkan‘ın dosyası, sona yaklaşmış olan Malatya ÖYM‘den alınıp Kahramanmaraş
Cumhuriyet Savcılığı‘na verilecek. Her şey silinecek.
Kahramanmaraş yerel mahkemeler Malatya ÖYM‘nin aldığı mesafeyi 5 yılda alamaz. Ankara savcılığı
zaten Malatya‘ya belgeleri vermiyordu.
Yedi yıldır sona gelinen Zirve Yayınevi davası, yeni mahkeme tarafından görülecek. Binlerce sayfalık
dosyalar yeniden incelenmiş olacak.
BB ve CB elele vererek Ergenekon ve PKK‘nın ilişkili olduğu dosyaların hepsini rafa kaldırmış oldu.
Bu adamlar ne yapmaya çalışıyor?

EKONOMİMİZ VE BİZİ NASIL KANDIRDILAR?


Ekonomimiz çok mu iyi?
Bizi nasıl kandırdılar?
12 yıl önceki verilerle değerlendirmek doğru mu?
İnsanların ekonomik verilere olan ilgisizliğinden ötürü, ekonomiyle ilgili insanları hep olmayan
rakamlara inandırdılar. En büyük yalan Türkiye‘nin dış borcu azalıyordu. IMF‘ye olan borç 426
milyon dolardı kapatıldı ama dış borcumuz 300 milyar dolara ulaştı.
Halkın refahı arttı, yaşam kalitesi düzeldi deniyor. OECD yaşam kalitesi verilerine göre yaşam kalitesi
konjonktürel olarak geriye gitti
İşsizlik azalıyor dendi. Akp iktidara gelene kadar işsizlik hiç %9‘u aşmadı. 10 yıllık AKP döneminde
%10‘nun altına düşmedi.
Cari açık tüm dönemlerin en yüksek seviyesini ulaştı. Cari açıkla milli gelir oranı herşeyi ele verir.
Avrupa‘nın en kötü oranına sahibiz.
Merkez Bankası döviz rezervleri 100 milyarı aştı deniyor. Bu rezervin yarısından fazlası bildiğiniz
emanet para. 20 milyarı altın rezervi Türkiye Dünya ekonomisinde 16. sıraya yükseldi. Sırası doğru
yükseldiği yalan AKP geldiğinde Türkiye zaten Dünya 16.‘sıydı.
Türkiye‘nin 2000 yılıyla 1990 yılını karşılaştırmak ne kadar doğruysa 2014 yılı ile 2002 yılını
karşılaştırmak o kadar doğru. Hukuka güven ve istikrar oluşacak düşüncesiyle ülkeye giren sıcak para
çok önemliydi. Artık hukuk kalmadığına göre sıcak para hayal oldu.
Halka istedikleri rakamları istedikleri şekilde yorumlayarak algı oluşturdular. Propagandayla
ekonomiyi düzgün gösterdiler. Fed piyasaya para sürmeyeceğini açıklandığı andan itibaren ülke dar
boğaza girdi.

203
Babacan 8 aydır bununla boğuşuyor. Sıkıntı yeni değil. Babacan çırpınarak ekonomiyi düzlüğe
çıkarmaya çalışırken, ekonomide hayaller satan Y.Bulut danışmanlığa getirildi. Tam fiyaskoydu. Faiz
Lobisi kavramını bularak BB‘nin gözüne giren Bulut‘un danışman olmasının ekonomide oluşturduğu
sıkıntılar yakında patlak verir.
Cumhuriyet tarihinde yapılan özelleştirmenin toplamından fazlası AKP döneminde yapıldı. Ülkede
satılmayan kuruluş kalmadı. Özelleştirmeden ve yabancı yatırımcıdan gelen para kaynağı kurudu.
Ekonominin kötüye gittiğini Babacan çıkıp net şekilde ifade etmeli. Ekonomi iyiyse neden halkın
çoğunluğunun cebine yansıyan bir şey yok. 10 yıl önce ay sonunu zor getirenler yine ay sonunu zor
getiriyor.
Mücahitlikten, müteahhitliğe geçenler Türkiye’de yeni bir zengin sınıfı oluşturdular. Ekonominin iyiye
gittiğini bir tek onlar savunuyor. Kısaca evindeki bütün demirbaş malzemeleri satıp dışarda har vurup
harman savunan günü birlikçi bir adam görüntüsü verev bir ülkeyiz. Milyarlarca dolarlık ihale
yolsuzlukları da ekonomiyi felç eden diğer bir sebep. BB Çankaya‘ya çıkıp, kurtulma ümidi taşıyordu.
Olmayacak.
İki yıldır M.Şimşek, A.Babacan bu durumun ızdırabını çekiyor. BB‘nin uzun zamandır haz almadığı
bu adamlara ekonomiden dolayı eli mahkûm
Ekonomi 17 Aralık‘tan sonra kötüye gitti tezi koskoca bir yalan. Ekonomiden anlayan birçok uzman
olduğundan artık bunu dillendirmiyorlar. Erdoğan Rejimi‘nin büyüsü bozuluyor. Sis bir dağılsın o
zaman ekonomi uzmanları size bu gün yazdıklarımı tek tek anlatacaklar.
Gazetelerin 24. sayfasına tv‘lerin alt yazısına müdahale eden bir BB‘nin ekonomik göstergelerle
oynamadığını sanmak saflıktır. Yarın, mitinglerde BB ekonomik verilerle politikalarını savunup
dursun artık.
Allah Kadir-i Mutlak
Katıldıkları tv programlarında her ara verildiğinde Fuat Avni‘nin twitlerine bakan BB‘nin tetikçi
gazetecileri neden korkuyorsunuz acaba?
Fuat Avni‘nin attığı tiwitin zamanını yanındakilere gösterip, ‘Bak bu saatte beraberdik bu ben değilim‘
diyen Danışman neden korkuyor acaba?
Oligarşik Danışman ve Özel Seçilmişler, uzun adamın boyu günden güne kısalıyor, farkındasınız, gece
uyuyamaz haldesiniz. Korkmayın, titreyin.
Fuat Avni‘yi yapacağımız operasyonda içeri alacağız diyorsunuz. Almazsanız, alınırım..
Adetullahtandır, Firavun ordusuyla ardınıza düşmeden önünüzdeki okyanuslar, ikiye bölünmez…
Adetullahtandır, çile çekilmeden kemale erilmez…
Güzel insanlar, duanızı bekliyorum. Ümidinizi asla kaybetmeyin, beklenen yarınlar çok yakın.
İlker Başbuğ‘un çıkarılması talimatını BB, ulusalcı cenahı kendi yanına çekmeyi ve en az bir hafta
gündemi baskı altına almayı hedefliyor.
İlker Başbuğ tahliye edilecek. Türkiye‘nin akil insanları ve medyası buna odaklanacak. Ergenekon
tekrar konuşulacak. Gündem değişikliği olacak
Balıkesir ve Niğde‘deki montajdan sonra, Elazığ‘a çevre illerden toplamış oldukları kalabalıklar,
BB‘yi fazlaca heyecanlandırmışa benziyor.
30 Mart‘ta AKP Belediye Başkan Adayları‘nın alacağı oylarla Erdoğan Rejimi hırsızlıklarından beraat
edecekmiş. Yaşasın hukuk devleti.
BB, hala bu kadar kalabalık toplanıyor. Mhp, Chp, diğer muhalifler şaşkınlık içinde diyor. ‘Bunca
hırsızlığımıza rağmen, buradasınız‘
BB artık İslam coğrafyasından bahsetmiyor demiştik. BB bugün onlardan bahsediyor. Danışmanlar
yazdıklarımızı BB‘ye aktarmış görünüyor.
BB, oyumuz arttı diyor. O zaman neden yandaşlarınıza yaptırdıklarınız anketleri bile yayınlamaktan
korkuyorsunuz?
BB dünyayı dolaşıyoruz uçma özürlü değiliz. Uçak seferlerinde hangi ülkeye ne kadar altın ve para
kaçırdınız? Siz uçurmayı iyi bilirsiniz.
Son günlerde bazı abi ve ablalar kapıları çalıyorlar diye Camia‘yla dalga geçiyorlar. Bu günlerde değil,
yıllardır gönül kapılarını çalıyor.

204
Halife olduğunu düşünerek milyarlarca doları istifleyen BB, Camia hedefe varmak için her yol mübah
diyor. Hayrettin Karaman demiş olmasın.
Gece evlerde yurtlarda teheccüd için kalkan masumlara, gece seansı yapıyorlar diyen BB‘ye beddua
eden yok. Ama bu cümle zaten sonunu getirir
Kirli örgüt, çete, Yahudi uşağı olan bir topluluk eğer size beddua ediyorsa neden ağrınıza gider ki,
gülüp geçersiniz.
Mısır analizimizi Danışmanlar iyi tahlil etmiş, BB‘ye rapor etmişler anlaşılan. BB ‘Rabia İşareti‘nin ne
olduğunu anlatmaya çalışıyor şu an.
Sen iktidara geldiğinde hiçbir şeyin yokken şimdi milyarlarca doların var. Değişen dünya
ekonomisinde müsaade ette ülkemizde kalkınmış olsun
12 yılda Elazığ‘a yaptığın hizmetler evinde sıfırlayamadığın paraların onda biri değil. Elazığlı bunu
bilmiyor mu sanıyorsun?
Elazığ‘da Camia‘nın okulu var mı bilmiyorum diyen BB, Kenya‘da bile okulu var bunların. Cehalet
kötü bir şey olsa gerek.
BB bize oy vermeyen kâfirdir diyen bir gelenekten geliyor. İslam esaslarına göre birine kâfir
dediğinizde o kâfir değilse siz kâfir olursunuz
Camia‘nın evlerinden ve yurtlarından ayrılanlar, AKP il ve ilçe teşkilatlarına sığınıyormuş !! Aileleri
falan yok mu bu insanların?
Fethullah Gülen‘in 16 yıl önce söylediklerini çarpıtarak, onun üzerinden siyaset yaparsanız bu sizin 28
Şubat projesi olduğunuzun kanıtıdır.
Camia adına açıklama yapma yetkisine sadece Gazeticiler ve Yazarlar Vakfı sahiptir. Benim
yazdıklarım Camia‘yı bağlamaz.
Camia‘dan hiç kimseden emir, talimat, bilgi alarak yazmıyorum. Yazdıklarım beni bağlar. Camia‘nın
neferi olduğum için Allah‘a hamd ediyorum.
‘Fethullah Gülen, Humeyni gibi dönecek‘ İran Şahı Recep Tayyip Erdoğan.
‘Ben İranlı değilim ki, Humeyni gibi döneyim. Kendim gibi döneceğim‘ Fethullah Gülen Hocaefendi.
40 yıl evvel tahta kulübesinde, ‘Yeni Bir Dünya‘ şiirini yazanları, 2014‘te saraylarında ‘Yeni Türkiye‘
diyenler anlayamaz.
Milliyetin sahibi E.Demirören BB‘nin karşısında ağlıyorsa, oğlu olan Federasyon Başkanı Yıldırım
Demirören ne yapar?
https://www.youtube.com/watch?v=hHBJgxgDIP4
Milliyet‘in patronunu ağlatan BB‘nin Rejimi‘ni, tetikçi gazeteciler canhıraş bir şekilde savunmazlarsa
başlarına ne gelir anladınız mı?
Azerbaycan‘daki okulların sorumlusu Enver Özeren imzasıyla Hocaefendi‘ye yazdıkları düzmece
mektup Havuz Medyası‘nın alçaklığının göstergesi
Ne demiştim ben size, ‘Uluslararası yolsuzluklarını örtmek için uluslararası yalan konuşacaklar‘ Yalan
ustası BB, yalanları koordine ediyor.
‘Alo Demirören‘den sonra ‘Alo Fatih‘ ne kadar da masum geliyor insana…
BB, Bu kadar serveti güçlü bir lider olmak için yaptım, siz güçlü bir lideri hak ediyorsunuz dese
kendisini alkışlayacak milyonlarca saf var
78 yaşında bir medya patronunun BB‘nin karşısında ağlaması, haysiyetini satan gazetecilerin düştüğü
durumun resmidir.
Güzel insanlar, bu hesaptan başka bir tek İngilizce hesabım var. Başka bir hesabım ya da facebook
hesabım yoktur. İlgililere duyurulur.
Tek adam olmak değil marifet, marifet ‘adam‘ olmaktır.
Oligarşik Danışmanlar ve Özel Seçilmişler‘in BB kontrolünde yapıp, Camia‘ya ihale ettikleri ne kadar
pislikleri varsa ortaya dökülüyor.
-Muhsin Yazıcıoğlu.
-Uludere.
-Hrant Dink.
Bir aloyla çözeceği bu 3 olayı Erdoğan Rejimi çözmüyor, açıklığa kavuşturmuyor? Neden?

205
1. Erdoğan Rejimi ‘Ala‘ kardeşlere camiayı fişlettiği zaman odama bir milletvekili geldi. Ona da
fişlemeyle ilgili görev verilmişti.
2.Kendisine Camia‘nın adamlarını neye göre tespit ediyorsunuz dedim. Gülerek abi teşkilattan
olmayan ve namaz kılan herkesi fişliyoruz dedi.
3. Onların yerine koyacak adamımız yok. Onun için namaz kılmayan, içki içen, kumar oynayan, zina
yapmış olanlar tercihimizdir.
4.Fidan‘ın ekibi bizi bilgilendiriyor. Verdikleri dosyalarda bu kişilerle ilgili her şey var.
Kullanabileceğimiz kişiler aktive ediliyor
5. Söz geçiremediğimiz her kişiyi Alevi, Solcu diğer cemaat mensubu olanları Camia dosyasına
koyunca BB sorgulamadan hemen onaylıyor.
6. Oluşturduğumuz bürokrat havuzunda sadece Camia‘ya mensup kişiler yok. O yüzden kimi neden
pasivize ettiğimizi pek anlamıyorlar.
7. B.Atalay‘ın önerisiyle E.Ala göreve geldiğinden beri bu işlemleri yapan özel bir ekibimiz var ben de
koordine edenlerdenim demişti.
8. Bu milletvekili arkadaş benim kim olduğumu adı gibi bilir. Benim kim olduğumu açıklarsa
kendisinin çevirdiği dolapları da açıklamış olur.
9. Arkadaş bunları okuyorsa bu gece uyuyamaz. Kendini iyi bilen bu arkadaşa E.Ala musallat olur
artık. Korkmayın titreyin diyorum.
Evdeki paralarını kamyonetlerle taşıyarak geceden sabaha sıfırlayanlar, halk nezdindeki kredilerini ne
kadar sürede sıfırlayacak göreceğiz.
Allah‘ım Hizmet-i İmaniye ve Kuran‘iyeye zarar verenleri ıslah eyle yoksa kahreyle deniyor BB bana
beddua ediliyorlar diye üzerine alınıyor.
Geçen haftalarda BB‘yle gittiğimiz her yerde,‘Efendim size beddua ettiriyorlar ama duamız sizinle‘
diyen ayarlanmış birçok kişiye rastladım
Oligarşik Danışmanlar‘ın elinde birbirlerinin ve BB‘nin kirli işleriyle ilgili öyle bilgi ve belgeler var
ki, kimse kimsenin kuyruğuna basmaz
Oligarşik Danışmanlar ve Özel Seçilmişler tam bir şantaj çetesidir. Farklı ülkelerden aldıkları teknik
takip cihazları vardır.
Kimin kimi dinlediği, nasıl şantaj yaptığı yakında net bir şekilde ortaya çıkar. O zaman BB, etrafındaki
şantaj çetesini fark eder.
BB‘nin odasındaki böcekle ilgili kim Tübitak‘ı arattırıp raporun tarihini değiştirin dediyse, böcekte
onun parmağı var. Neden 2 yıl çıkmadı?
Başbakan değil de BB yazmamın nedeni karakter sınırı (!) olmasıdır.
1. Güzel insanlar Koç‘un Barzani aracılığıyla BB‘den randevu aldığı tamamen mizansendir.
Y.Akdoğan ve H.Fidan Barzani‘yi aradılar.
2. Zamanında Barzani‘ye milyarlarca dolar para aktarıp, kendi politikaları için kullanıyorlar. Bu
paralar örtülü ödenekten verildi.
3 Barzani aranarak Koç‘la BB görüşmeli. Koç bizim için önemli dendi. Barzani bizzat Koç‘u aradı.
Sonra BB aranarak görüşme talep ediliyor dendi
4. Koç‘la neden görüştün diyenlere Barzani aradı ben de kabul ettim denecekti. Yoksa M.Barlas,
Barzani’nin aradığını nereden bilsin? Mizansen
BB‘nin karşısındaki gazeteci Erdal, BB‘nin eşine ve kızına küfretmişti. BB bunu çok iyi biliyor ve şu
an ona Erdal Bey diye hitap ediyor.
D.Baykal‘ın görüntüleri BB‘ye Ankara Subayevleri‘ndeki evinde gösterildi. BB yayınlanmasına izin
verdi Akit‘in internet sayfasında verildi.
Camia‘yla ilgili suç isnat edecek alt yapılar oluşturuluyor. (Az önce ATV‘de) Recep Tayyip Erdoğan.
BB‘nin yapısını anlatması adına şu an ki program yeterlidir. Suriye kan içinde Kırım Rusya‘ya
bağlanıyor orada kahvehane muhabbeti yapılıyor
BB oy oranı veremiyor. Amaç birinci parti olmak diye geçiştiriyor. İki ay önce %50 demişti. Korkma,
titre.
Sizce BB, cebindeki anketi çıkaracak mı?

206
Halkın zekâsıyla dalga geçiliyor. BB nasıl montaj yapılacağını ekrandan izletiyor ama kendi ses
kaydının montaj olmadığını ispatlayamıyor.
BB‘nın, A.Bakanı üzerinden yargıya müdahalesini ‘bundan doğal ne olabilir‘diye savunması, hukuk
devletini savunan entellektüellere tokattır
Adaleti elleriyle dizayn eden ve kalkınmayı istediğine yönlendirerek şekillendiren birinin, sandığı
işaret etmesi makul akıllara hakarettir.
Medyanın kılcallarına adamlarını koyup tv‘lerin alt yazılarına dahi müdahale eden birinin ülkede
muhalefet yok demesi, demokrasiye ihanettir
Sandığa giden yolları devletin bütün imkânlarıyla manipüle edip algıyı şekillendiren birinin,
meydanların kalabalığıyla övünmesi basitliktir
Diktatörlerin, etraflarında farklı sendromlarla oluşturulmuş kalabalıkların desteğini kaybetme
korkusuyla yapmayacakları hiçbir şey yoktur.
Kalabalıklar karşısında kendi halkına meydan okuyan, sizin için her şeyin iyisini ben bilirim diyen tek
adamların hepsi, tek olarak ölürler.
Halkın malını çalmak hırsızlık, hukukunu çalmak vicdansızlıktır. Hırsızlıklarına montaj diyenler,
vicdansızlıklarıyla övündüler.
Montaj dediğine pişman olan BB‘ye Danışmanlar, ‘Efendim keşke montaj değil de içeriği farklı
anlaşılan bir konuşma deseydiniz‘ diyor.
BB, yaptığı hukuksuzlar çıktığında, onu mantığa büründürecek şeytani akla sahip Danışmanları
olduğundan bundan sonrakilere montaj demeyecek.
Eskiden göbeğini kaşıyan adam diye dalga geçilen seçmenlere, şimdi göbeğini doldurduğumuz
adamlar diye bakılıyor. Doyuyorsunuz ya susun!
Halkın feraseti şimdilik ‘Bu adamlar dindar, hırsızlık yapmaz‘ algısından, ‘Hırsızlık yapıyorlar ama
hizmette ediyorlar‘ algısına dönüştü.
Yarın halkın feraseti, hırsızlığınız da yalanlarınız da yaptıklarınız da yapmayı düşündükleriniz de
başınızı yesine dönüşür Süreç zaman ister
10 yıldır, ırzına geçilen ülkenin feryadına ama ben sana 10 yıldır üst baş almadım mı deniyor.
Bu gün bir milattır. ‘Milletin malını çalma özgürlüğümüze kimse karışmamalı‘ diyen bir
milletvekilimiz var.
Bugün bir milattır.‘Dilediğim zaman, dilediğim kişinin davasıyla ilgili Adalet Bakanı‘nı aramam kadar
doğal bir şey olamaz‘ diyen bir BB var
Günahtan daha büyük bir günah varsa günahına kılıf uydurmaktır. Ondan da büyüğü günahına dini
kılıf uydurmaktır. Fethullah Gülen Hocaefendi
Alo Fatih, Alo Sadullah, Alo Bilal diye mafya baronu gibi telefonlar açarsanız, savcılar elbette sizi
teknik takibe alırlar.
17 Aralık‘tan bu yana BB‘yi hiç bir savcı dinlemiyor. Daha önce telefonda konuştuğu suçlarını şimdi
kalabalıklara söylüyor. Her sözü suçtur.
Fuat Avni

Okuyucu mektubudur 07-03-2014

HİZMET ve GÜLEN’İ ANLAMAK

Son zamanlarda yaşanan olayların derinliğini anlamak ve yapılan savaşların sebebini görmek için
Kur’an-ı Kerim’de yer alan ahir zamana mesaj veren hadiseleri iyi algılamak ve ilahi matematiği ve
denklemleri görmek gerekmektedir.

Kur’an-ı Kerim’de ismi en çok zikredilen peygamber Hz. Musa’dır. Hz Musa ile Firavun arasında
geçen ve İsrailoğullarının kölelikten kurtuluşu ve firavunun ve sisteminin ortadan kaldırılması
anlatmaktadır.

207
NEDEN HZ MUSA VE FİRAVUNUN KISSASI BU KADAR ÖNEMLİ?
Firavun Ne Yapardı?
Firavun kendisini GÜNEŞ TANRISI olarak tanımlamakta ve kendisine tabi olan insanlardan kendisine
tapmasını istemektedir.
Güneş tanrısı olmasının sebebi, kral mezarı olarak bilinen piramitlerin elektrik santrali olması ve bu
sebeple ark lambaları ile ışığı kullanabilme avantajıdır. Bu elektrik teknolojisi sayesinde Mısır’da
teknoloji kökenli çalışmalar metalürji ve tarım alanı başta olmak üzere birçok alanda kullanılmıştır.
Piramitlerin bu sırrını o çağda sadece firavun ailesi hatta bu çağa kadar da kimse bilmemekteydi.
Eski Mısır’da firavun bilginin gücüyle tanrılığını ilan etmiş ve ilim çalışmalarını halka yasaklamıştır.
Eski Mısır’da yapılan ritüellere ve bazı kabala kaynaklarına göre firavun ailesinin erkekleri şeytana ve
cinlere tapıyor ve bu yönde ainler düzenlemekteler. Nil nehrinin toprak katmanları arasından geçerken
elektrik oluşturma potansiyelini piramitlerle kurgulama ilmini de cinlerden öğrendikleri tahmin
edilmektedir.

İLAHİ MATEMATİK NASIL İŞLER?


Firavun bir rüya görür ve İsrailli bir erkek köle tarafından sonu gelecektir.
Bu yüzden biri dışında yeni doğan tüm İsrailli çocuklar öldürülür.
Hz. Musa o gün İsrailoğulları için felaket sayılabilecek bir durumun içinde Nil vasıtası ile Firavun
ailesine girmiş olacaktır.
Bu sayede Firavun ailesinin tanrısal gücü olarak lanse ettirdikleri çok gizli IŞIĞIN SIRRINI yine o
aileden, ailenin gönüllü öğretmenliği ile öğrenmiş olacaktır.

SONUNDA NE OLDU?
Hz.Musa firavunu ilahlık iddiasından vazgeçerek, halkıyla beraber Allah’a inanmaya davet etti. Bu
olmayınca ve Firavununda Hz.Musa’nın mücizeleri karşısında çaresiz kalmasının verdiği dirençsizlik
ve kurtuluş umuduyla Hz.Musa’nın İsrailoğullarını alarak Mısır’dan çıkmasına razı olmasıyla son
bulur.
Ancak Hz.Musa, büyük piramitte bugün çalınmış/açılmış mezar olarak lanse edilen taş sandık içindeki
ALTIN KAPASİTÖRÜ’de alarak Mısır’ın tüm elektrik gücünü kapatarak Mısır’dan çıkmış ve tanrılık
iddasında bulunan firavunun onu almak için peşinden gelmesini sağlamış ve kızıldenizde boğularak
insanlığa ibrete dönüştürmüştür.

SONUÇ OLARAK:
Biliyoruz ki Kur’an-ı Kerim kıyamete kadar geçerli bir ilahi mektuptur/kitaptır.
Biliyoruz ki Efendimiz Hz.Muhammed (S.A.V) dahil tüm peygamberler bize ahir zaman deccalını tarif
etmektedir.
O zaman Hz.Musa kıssasının aktörleri ile ilgili kıyamet kopana kadar geçecek herhangi bir dönemde
insanlık yeniden bazı sorunlar yaşayabilecektir ve Allah o sorunların teşhisinde ve çözümünde bize
mesajını kıssanın içinde sunuyor olabilir.
Kıssanın aktörleri ve stratejisi;
İsrailoğulları,
Kendisine tapılmasını isteyen sahte tanrı firavun
ve Hz Musa.

İsrailoğulları:
O dönemin köleleri ancak bu dönemde iyi eğitilmiş insan gücü, siyon’da kurdukları devletleri ve güçlü
lobi faaliyetleri ile küresel güce sahiptirler. Ve birçoğu benimsemede devlet politikaları ile tüm
ırklardan üstünlük iddiasındadırlar.

208
Firavun:
Kendisini tanrı olarak ilan eden ve halkları köleleştirerek kendisine kul yapma gayretinde bulunan
ZAMANE DECCAL’I.

Hz.Musa:
Deccal’ı ve sistemini binlerce yıllık bir yıkıma uğratacak hamleyi yapan Allah’ın Özel Kulu

Ezcümle: Yeryüzünde insanları Allah’tan başka tanrılara tapmaları konusunda şeytan’ın uyguladığı
etkin bir stratejidir. Bu strateji günümüzde firavunun döneminin aynı simgeleriyle temsil edilmektedir
en bilineni RA’nın piramit içinde her şeyi gören gözüdür.

Şeytan Hz.Musa ile karşılaşmasında öyle bir yenilgi almıştır ki, tüm dünyaya yayabileceği bu TANRI
RA projesi çökmüştür. Bir Musa daha çıkar korkusuyla zamanımızda ve bundan sonrası için
uygulayacağı stratejisi HER NEFİS BİR FRAVUN STRATEJİSİDİR. Böylece kendi nefsine tapacak
ve köleleştirilmiş insan modelleri oluşturmaya ve bu modelin doğru model algısı popülarize edilmeye
çalışılmış ve genel olarakta kabul görmüştür.
İnsan dünyevi alanda özgürleşecek bu özgürlük istediği kendini sonsuzluk yönüyle destekleyecektir.
Bireysel alanda özgürleştikçe, bu özgürlüğün tetiklediği tüm nefsani ihtiyaçlarının kölesi haline
gelecektir. Bu kölelik onu doyumsuz, zalim, acımasız, umursamaz, ölümden korkan Allah’ı unutmuş
ve sorumsuz bir tür anarşist birey haline getirecektir. Değer yargıları kaybolacak her şeyi kendine nasıl
hizmet eder hale getireceği tasavvur eden birey ve toplumlar haline getirecektir.

Hz Musa zamanında kendini ilah ilan eden bir firavun varken, ahir zamanda kendi firavununa tapan
milyarlar olacaktır. Bu milyarlar kendilerine tehdit olarak görebilecekleri tüm akımları yok etmeye
odaklıdırlar. Doyumsuzluk hisleri ile değerleri olmayan şekilde ticaret ve siyaset yapacaklardır. Bu
yüzden rakip veya tehdit algılarıyla dünyaya bakmaktadırlar. Ve hızla yayılmaktalar.

Tarihin kırılma noktası ve ahir zaman firavunlarının oluşması


Ahir zaman deccalının ortaya çıkması Kudüs’ün yeniden Selahaddin Eyyübi tarafından alınmasıyla,
tapınakçıların Hz Süleyman’ın sandukasını hazine parçası sanarak Avrupa’ya götürmesiyle başlar.
Şeytan’a ve cinlere tapan bir örgütlenme içine girerler. Finans ve ticaret alanında güçlü yapılar
oluşturular. Organize güç oldukları için ticaret ve siyaseti şekillendirme gücüne ulaşırlar ancak büyük
problem toplumlara yayılmalarıdır. Kurulan sistem kölesiz ilerleyemez ve yaşayamaz. Sistemi
yaşatacak organizasyonu 1700’lerin sonunda stratejisi ve eylem planıyla hazırlarlar. Bu dönemden 100
yıl önce Devleti Aliyye-i Muhammediyye (Yavuz Sultan Selim’in ilanıyla) güç kaybetmeye başlamış.
Şeytani örgütlenmeye bu sayede saha bırakmıştır.

Bu örgüt dinleri ve değerleri hedef almaktadır. Hedefi ırk, din, dil fark etmeksizin tüm insanlığın
köleleşmesi ve sisteme güç katmasıdır.
Bu yüzden öncelikle gençlerin yetişmesi alanında tüm dünyayı kapsayacak bir eğitim hareketi
başlattılar ve bu hareketi siyasi ve finansal güçleriyle desteklediler.
Osmanlının son döneminde çoğunluğu bu yapılanmaya ait olan sayıları 1300’ü bulan yabancı misyon
okulu Osmanlı topraklarında Müslüman gençleri kendi ideallerine uygun olarak devşirmektedir.
Dünyada bu yapılanmayla ticaret, hukuk, bilim, askeriye siyaset ve finans dünyası kontrolleri altına
alınmıştır.

Bundan sonraki adımda kitleleri topluca dinlerinden koparma girişimlerine başlamışlardır. Bunun için
çıkış stratejileri medya ve bilimdir.

Bilimle insanların akıl ve kalplerine şüphe atacaklar ve ALLAH inancını ortadan kaldırmaya adım
atacaklardır. Bu konuda en ilginç ve başarılı buldukları ve dünyaya yaygınlaşmasını istedikleri ve ders
kitaplarıyla ilkokullara kadar uzanan EVRİM TEORİSİ kullanıldı.
209
Bu Hıristiyan dünyasında derin şok etkisi oluşturdu ve Vatikan bu çıkış karşısında çaresiz kaldı. Buna
cevap vermeye ne bilimsel tabanları nede iman tabanları bulunmaktaydı. Evrim teorisi materyalizmin,
komünizmin gibi tanrı tanımaz akımların en güçlü silahlarından biri oldu ve ateizm modasını başlattı.

Ancak geşmişimizde sıkıntı gibi gördüğümüz, Müslümanların çok azının özellikle 1900’lü yıllardaki
okur yazar olması nedeniyle Evrim Teorisi, Müslümanlar arasında rahat yayılamamış ve teori çöküş
döneminde bu İslam dünyasıyla tanışmıştır. İslam dünyasının eğitimsizliğini şer olarak görenlerin bu
rahmeti görmesi çok geç olmamıştır. Çünkü Allah katında geçerli olan ilke İMAN’dır… İmanı
olmayan toplulukların dünyada yaptıkları kariyerin hiçbir anlamı yoktur.

1900’lü yılların 2. Çeyreğinde, yani şeytanın uşaklarının dünyaya yayılmaya kararından yaklaşık 150
yıl sonra Bedüzzaman Sait Nursi, Kur’an-ı Kerim’in İman hakikatleri üzerine olan külliyatı oluşmaya
başlamıştır. İman zırhı neviisinde olan bu eser siyasi baskılar yüzünden özellikle Anadoluya yayılımı
yavaş olmuştur.
Ancak ilahi bir matematiği görmek bunu okuyacak insanlar arasında özellikle bir kişinin bu eser ve
islamiyeti tüm dünyaya sunabilmesi için uygun bir zamanda tanışması gerekmektedir. Bu uygun
zaman çocuğun sağlıklı doğması gibi normal bir hamilelik dönemi ve süresi sonunda doğmasına
benzetilebilir. Bediüzzaman ve öğrencileri uygun zamana kadar bu eseri taşımış ve ilk adımda
Anadolu insanıyla ve Fethullah Gülen Hocaefendiyle tanıştırmışlardır.

İmanların yakıldığı bir zamanda Hocaefendi dünya üzerinde dönen oyunların farkında ve HER
FİRAVUNA KARŞI MUSALAR ORDUSUNU kurmak için yıllarca sürecek çileli bir yola girecektir.
Bu yolda kendisini tümüyle vakfedilmeden olamayacağı bilmekte ve Yunus’un Taptuk Emre
dergahına getirdiği odunların bile düz oluşu gibi Allah’a giden yolda hiçbir yere sapmadan ve
takılmadan dosdoğru yürüneceğini bilerek hareket rotası belirlemiştir.

Çileli yolunda acılarla birlikte ilk etapta toplumda rüşdünü ispat ederek, bir kişi bir kişi cemaatini
oluşturmaya başlamış ve taşıdığı yükü Allah’ın dinine hizmeti ve Allah’ın dininin sahabe gibi
sahiplenilmesi gerektiğini onlarla paylaşıma girmiştir.

Bundan sonra insanlığın derinlerine inecek, Firavunları Musalaştırcak, firavunlaşmayanları da


şeytanilerden önce keşfedecek bir hareket başlamış olacaktır. Bu hareketin adı Allah’a Hizmet, İslam’a
Hizmet’ten gelen kısa ismiyle HİZMET HAREKETİ olacaktır.

Hizmetin çıkış stratejisi Efendimiz Hz Muhammed’in, Hz Erkam’ın evinde başlattığı eğitim ve İslamı
anlatma stratejisiyle aynıdır. Evler, yurtlar, kurslar, dershaneler ve okullarda İslam yaşayarak
anlatılacak, temsil edenleri el-emin olacak ve efendisi Hz. Muhammed (SAV)’in birebir izinden
gidecektir. Hiçbir Allah’ın kulunu ayırmayacak yanan imanlara su taşıyacak bir neslin iyi eğitilmesi ve
bu eğitim faaliyetlerinin yayılması gereğince vaazlar veriyor, Allah’ı kullarını dine sahip çıkmaları,
Allah’ın sevgisini insanlara hissettirebilmek için kendisini parçalarcasına hırpalıyor, yaptığıyla
yetinmiyor, yanan imanlara yetişemediği için acziyetini Allah’a şikayet ediyordu.

Firavunları Musalaştıracak Altın Nesili, Peygamber efendimizin övgüyle bahsettiği, kardeşlerim dediği
ışık ordusunu kurmak için çabalıyordu. Engeller çıkıyor, kaçmıyordu. Her engel daha da
olgunlaştırıyor ve her engelden sonra Hizmet dünyaya daha da yayılıyordu.
Firavunların sistemi YENİ DÜNYA DÜZENİ derken, O; YENİ BİR DÜNYA KURUYORUZ diye
hülyalarına, şiirlerine, hizmetine nakşetmişti bile… Sahte ışığa karşı, Allah’ın nurunu taşıyan IŞIK
ORDUSUNUN kuruluşuna başlamıştır.

Ve birgün firavunları yetiştirenler uzaktan izledikleri, düşer, tökezler dedikleri HİZMET


HAREKETİNİ artık bitirilmesi gerek bir risk olarak görmeye başladı. İslam dünyasında istediklerine
210
ulaşamamışlardı ama dünya halklarının birbirine yaklaşmasıyla firavunlarının çoğunluğu de-organize
olan topluluğu eriteceklerini ve imanları silerek, sistemin köleleri haline getireceğini biliyorlardı.
Ancak bu hareket diğerlerinden farklıydı. Şeytanın organize olan topluluklar için akan hayat içinde
kurduğu tuzaklardan haberdardı. Hizmet siyasete girmiyor, barış dışında bir söylemde bulunmuyor,
kavga etmiyordu. Onu yok etmek için olanları biliyor, niyetlerini biliyor ve onlarla bile münasebete
geçmekten çekinmiyorlardı.
Hizmet hareketini bitirmek için ilk etapta onun yapıldığı hamur kullanılacaktır. Çünkü onun düşmanı
tarafından bu işin yapılması daha fazla taraftar toplamasına sebep olacaktır bu yüzden en iyi olan
yöntem kendi hamuruyla yani bilinçsiz Müslümanlarca silinmesi karşısında dünyada izi kalmayacaktır.
Bu yüzden ilk adımda Müslümanların gözünde itibarsızlaştırmak gerekmektedir.

Müslümanlara Duygusal Hareket Tuzakları

İslam barıştır ve barış ortamında yayılır ve ilerler. Bunun en ilginç ve önemli örneğini Hudeybiye
barışında ki (628) Müslaman sayısı ile savaşılmayan Mekke fethinide sayarsak (630) arasında geçen
sürede, Müslümanların sayısı 2-3 bin’lerden 200 bin’lere ulaşmıştır. İslam’a hakkıyla sahip çıkanların
varolduğunda İslam’ın barış ortamındaki yayılım gücü başta şeytan ve şeytanin uşaklığını yapan
firavunları korkutmaktadır. Bu yüzden Müslümanlar sürekli saldırı altında tutulmalı ve birlik olmaları
fitnelerle engelleyecek stratejilerle İslam dünyası üzerine gelinmektedir.

İslam dünyasına yapılan operasyonlar kafire ve özellikle firavun ordusuna verilen kozlarla olmaktadır.
Bu kozlar cılız güçleriyle egemen güçlere karşı koymaya çalışan safi Müslümanların oluşturduğu
örgütler.
Veya safi Müslümanları terör amacıyla kullanılmasıyla oluşturulan tuzaklar.
Veya Müslümanlara zulüm yapılması yoluyla diğer Müslümanları duygusal tepkiler verdirerek hatalar
yapmasını ve kendi kurdukları terör amaçlı örgütlere kaymalarını sağlayarak yönlendirmektedirler.
Efendimiz (SAV) Mekke’de ilk Müslümanlara zulüm yapılarken, işi terörize etmemiş, kan davası
gütmemiş, duygusal tepkiler vermemiş veya duygusal tepkiler veren amcası dayısı bile olsa onlara izin
vermeyerek İslamiyeti ve Müslümanları tehlikeye atmamıştır. Bu yüzden Hicret etmiş ve ettirmiştir.

İtibarsızlaştırma Tuzaklarından biri de DUYGUSAL TEPKİ VERME TUZAĞIDIR.

Son dönemlerde yaşanan bazı olaylarda Hizmet ve Hocaefendi, dişe diş, silaha silah tepkisi vermediği
için İslam düşmanı gibi ithamlara maruz kalmıştır.
Hocaefendi, Mısır’da darbe olduğunda halkın meşru direnişini görmüş, acılarını paylaşmış ancak
sonrasında direnişin uzamasıyla aslında büyük senaryonun ihvan başta olmak üzere Mısır’daki İslami
Sivil Toplum yapılanmasını yok edecek bir plan endişesiyle İhvan’a direnişi sonlandırıp yeni anayasa
çalışmalarına katılmalarını tavsiye etmiştir. O zamanlarda bu tavsiye, konuya duygusal bakanlar ve bu
duyguları kullananlar açısından tepkilerle karşılandı. Darbe taraftarı olmakla suçlandı. Ancak sonradan
Hocaefendinin gördüğü risk gerçekleşmiş ve ihvan ve İslami sivil yapılanmaların çoğu duygusal tepki
tuzağına düşürülmüştür. Şimdi yönetimi 1 yıl için devralabilen Mısır halkı en az 20-30 yıl sürecek bir
toparlanabilme zamanı ve eski fırsatları arayacaktır. Ama Mısır halkı ve İhvan’a direnin arkanızdayız
diyenler, meydanlara adam gönderenler artık seslerini çıkarmamakta, sahip çıkarız deyip şimdi olduğu
gibi yüz üstü bırakmışlardır.

Bu gibi olaylarda her zaman karşılaşılacak taslak tuzak orda bir Müslüman ezilirken suskun kalmak
veya duygusal tepkiler vermemek konusunda ötekileştirilme üzerinedir. Bu konuda firavun sisteminin
planlayıcıları İslami sivil yapılanmaları büyümeden yok edebilmek için duygusal tepkiler vermeye
itecek tuzaklar kurarak radikalize ederler. Bunun için öncelikle kontrol edilebilen İslami hareketleri,
İslam dünyasına yapılan saldırılarda sürekli duygusal tepkiler vermeye yönlendirir ve onları sistemin
sigortası gibi görürler. Böylece Hizmet Hareketi gibi oluşumları pasif gösterilmesini sağlar ve insan
kazanımında popülaritesini zaafa uğratmak isterler. Kontrol edilebilen gruplar ve duygusal tepkileri
211
mantıklarının önüne geçmiş olan bilinçsiz müslümanlar, Hizmet Hareketini Müslümanlara yapılan
zulme sessiz kalmakla onları suçlayacaklardır. Ancak Peygamberinin izinde yürüyen Hizmet’in hocası
hiçbir müminin incinmesini istemez ve bilir ki efendimiz Hz Muhammed Müslümanlar güçsüzken
onları ezdirmemek ve İslam’ın oluşumunu riske etmemek için hicret etmiş, Mekke’yi ele geçirmeye
çalışmamıştır. Halbuki o kainatın efendisiydi ve istese Müslümanlar dışındaki tüm Mekke’lerin
helakını isteyebilirdi Allah’tan ve olurdu Allah’ın izniyle ama o aynı zamanda sebepler dairesinde
yaşayarak ümmetine örnek olan bir peygamberdi. Şimdi toplanmaya çalışan darbe üzerine darbe yiyen
ve iyileşmeden ayağa kalkmaya çalışan İslam dünyasının en büyük ve sadece sevgiyle yürüyen bu
organizasyonunu olan Hizmet hareketini Hocası’da, Efendimiz (SAV) gibi silahlı düşmanların
karşısında ezdirmemesi yok edilmemesi gerektiğini çok iyi bilir. Çünkü Hizmet’in hedefi; şehirleri,
bankaları, ülkeleri fethetmek değildir, kalplerdir. Hedef firavunlaştırılmış kalplerin Allah’a
dönmesidir. Bu kavgayla, küfürlerle ve duygusal tepkilerle olabilecek iş olmadığını diğer Müslümanlar
zamanla anlayacaktır.

İkinci dünya savaşından sonra hayata geçirilmek istenen, temelinde Vatikan’ın şeytani sisteme
direnmek ve yeni Hıristiyanlar devşirebilmek amacıyla başlattığı ancak o dönemde herhangi bir İslami
oluşum olarak muhatap bulamadıkları için fiyaskoyla sonuçlanan proje olan Dinler Arası Diyalog
çalışmalarına Hizmet Hareketinin de girmesi, Vatikan ve hristiyanlarla sadece savaşılabilir mantığını
güdenler için İslam’a ve Müslümanlara ihanetmiş gibi yorumlanıp, algılatılmak istenmektedir. Ancak
zaman gösterecek ki bu diyaloglarla İslam’ın geniş kitlelere topluca yayılmasında yeni bir yol daha
açılmış olacaktır. Ve ithamlarda bulunanlara Hizmet yine ve yine rüşdünü ispat etmiş olacaktır.

Fitne devrinde olduğumuz için bundan sonraki aşamalarda da sürekli olarak Müslümanlara yönelik
tuzaklar kurulacaktır ve Hizmet Hareketi Müslümanlar içinde yalnızlaştırılmak istenecektir. Bu aşama
başarılamadığında iftiralara uğrayacaktır.

İslam dünyasına Müslümanlarca ve Müslüman olduğu düşünülen kişi ve organizasyonlar tuzaklar


kuracak ve bu tuzaklara Hizmet hareketi düşürülmek istenecektir. Deccal’ın asrında halifelikten tutun,
alimlere kadar her şeyin sahtesini görebileceğiz. Bu tuzaklara düşenler düşecek, Hizmet hareketine
yapıldığı gibi tuzağa düşmeyince itilmek istenecektir. Sivil bir hareket olduğu için Hizmet’in kimyası
bozulmak istenecek, kavgaya, mücadeleye tahrik edilecektir. Çünkü Hizmet’i yok etmek isteyen
karşıdaki güç, onu rahatça yok edebileceği yere çekmek isteyecektir. Çünkü bu dönemde İslami sivil
yapılanmalar Müslüman ülkelerden tek tek tesviye edilecektir. Bunların yerine dini ve yaşanan dinin
yozlaştırması için sahte ve bozuk itikatli cemaatler oluşturulacaktır. Bu cemaatler sürekli skandallarla
dağılacak sonra yenileri kurulacak ve aynı yollarla gideceklerdir. Bu da toplumlarda tiksinme hissi
uyandıracak ve böylece İslam toplumunun organize oluşunun önüne geçilmiş, dünyevi ihtiyaçlarının
kölesi olmuş firavunlarıyla da imanlarını kaybettirilmiş et yığınlarına dönüşmüş sadece isimleri
Müslüman kalmış topluluklar inşa edilmiş olacaktır.
Tuzaklara düşmeyen Hizmet iftiralara maruz kalacak ama aklanacaktır. Müfteriler halklar karşısında
rezil olacaktır.

Müslüman sanılanların veya bilinçsizce saldıran Müslümanların saldırılarından daha da güçlenerek


çıkacaktır Hizmet.

“Hiçbir şey bizimle başlamadı,


bu yüzden hiçbir şey bizimle bitmeyecektir” diyen hocaefendi süreçleri ve tüm insanlardan önce
görmekte ve Işık Ordusunun dünyaya yayılmasının hızını kesmemektedir.
Çünkü Allah, peygamberi ve dininden emindir.
Cemaati içinde o emindir.

KAİNAT DÜZENİNDE SİSTEM KARŞITIYLA VARDIR.


Gece –gündüz, ak-kara, artı-eksi varken bu kadar firavunun olduğu ve olacağı bir dünyada ilahi
212
matematiğin denklemi Musasız ve dengesiz olmayacaktır. Bu denklemin bir tarafı olma görevi
Hizmet’e verildiyse ve Allah Hizmet erkanından razı ise onu NURUNU TAMAMLAMAK adına
koruyacaktır.

HERKES ALLAH KARŞISINDA HADDİNİ BİLECEK VE ONA GÖRE YERİNİ ALACAKTIR.

Karınca S

Yerin Altı da Bekliyor, Üstü de! Her Beldenin Bir Sâhibi Var!

Bazı beldelerin bağrında, Yahya Kemâl’in anlatımıyla, bir “âsûde bahar ülkesi” olan berzah âleminde,
Dîn-i Mübîn-i İslâm’ın gül devrinin iştiyâkıyla subh-i kıyâmeti bekleyen bir kısım hak dostları vardır
ki, onlar, oraların mânevî sâhipleri, dinamikleri ve o şehirlerle özdeşleşmiş tapu senetleridirler.
İstanbul’da Eyüp Sultan Hazretleri; Ankara’da Hacı Bayram-ı Velî; Konya’da Hz. Mevlânâ; Bursa’da
Hz. Üftâde… bu yiğitlerden sadece birkaçıdır. O şehirlerde bulunan ehl-i hizmet insanlar, çoğu zaman
buralara uğrar, onların mânevî himmet, irşât ve işâretlerinden istifâde etmeye çalışır ve onların zaman-
üstü soluklarını yakalamaya özen gösterirler. Zîra buralardaki mâneviyât büyükleriyle, günümüzün
fedâkâr hizmet erlerinin hayatlarının anlam ve gâyesini oluşturan güzellikler arasında, muhakkak ki
çok büyük bir irtibat vardır. Onlar bir yönüyle bu hizmetlere muzâhir, teşvikçi, alkışlayıcı ve dâvet
edici konumundadırlar.

Şehirleri temsil eden böyle başyüceler olduğu gibi, ülkeleri ve hattâ kıt’aları besleyen daha başka aşkın
şahsiyetler ve himmet erleri de vardır. Hindistan deyince meselâ İmâm-ı Rabbânî’yi (ra) hatırlamamak
mümkün mü! Orta Asya ve bir baştan bir başa Türk dünyası denince, Ahmed Yesevî’yi (ra) anmamak
olur mu! Ancak bizler, o güzel insanların, genelde meşhurlarını tanırız. Meselâ, Hindistan’da öncelikle
İmâm-ı Rabbânî’yi biliriz! Fakat o coğrafyaların bağrında, bizim az bildiğimiz, ya da hiç
tanımadığımız, ancak kendilerini bize bir şekilde ihsas ettiren nice gönül erleri de mevcuttur. Bu
meyanda, eğitim elçilerimizin başından geçen ilginç bir iki olayı aktarmak isterim.

Öğretmen İsteniyor!

Büyük bir ülkenin, bir eyâletinin başı, bir devlet büyüğü. Oradaki eğitim elçilerimiz tarafından
Türkiye’ye, İstanbul’daki gözümüzün nuru eğitim müesseselerine, Eyüp Sultan Hazretlerine bir gezi
düzenlenir. Bu zat, buralardaki faaliyetleri, esnafımızın fedâkârlığını ve daha başka hizmetleri
hakkalyakîn yerinde müşâhede eder. O zat, gezip gördüklerinden çok etkilenir; bu yüzden kendi
memleketine dönünce, “acaba ben neler yapabilirim, kendi konumumun hakkını nasıl verebilirim”
diyerek, birtakım fikir teâtîlerinde bulunur. Birgün arkadaşlarımızı alır, 5-6 saat yolculuktan sonra
farklı bir şehre getirir. Orada 670 kişilik bir okulu gezdirir. Sonunda, “Bu okulu size teslim edeceğiz.
Öğretmen maaşlarını biz vereceğiz; her masrafı üstleniyoruz. Türkiye’deki o seçkin
öğretmenlerinizden göndereceksiniz, onlar burada rehberlik yapacaklar!” der. Bunun üzerine
arkadaşlarımız, bu meseleyi bir istişâre etmemiz lâzım, derler. Öyle ya, ileri düzeyde yabancı dil bilen
müsâit öğretmen sıkıntısı vardır. Bu yirmi öğretmeni bulmak biraz zor olacaktır. Vermeyi düşündüğü
bu okulun yüzde yetmişi putperest, gerisi de müslüman öğerencilerden oluşmaktadır. Devlet büyüğü,
arkadaşlarımızdan, bu meseleyi âcilen çözmelerini ister. Böyle bir çalışma, belki onu, siyâsî hayatında
sıkıntıya sokacaktır ama, o, bunu zaruret derecesinde önemli bir iş görmektedir. Bu şekilde sözleşip
ayrılırlar. On beş gün sonra tekrar gelir, yetkililerle tekrar görüşür. Ancak henüz cevâb-ı sevâp
alamamış, mesele henüz halledilememiştir. Bunun üzerine bu aşklı şevkli zat, kızıp sitem edecektir.
Hattâ işi daha da ileri götürüp, vizelerin iptaliyle tehdit edecektir. Çünkü, o eyâletteki bütün
öğretmenlerin vizeleri, ondan sorulmaktadır. Bunu yapabilir de. Ama biraz daha müsâade eder. Ancak
problem devam etmektedir. Çünkü, dünyanın değişik yerlerindeki taleplerden dolayı, yetişmiş
öğretmen sıkıntısı vardır. Sonunda iş tatlıya bağlanır. Türkiye’den hizmet için oralara gidecek
213
öğretmenlerin ayarlanması adına birkaç ay daha müsâade istenerek, anlaşmaya varılır. Yetkililerden
edindiğimiz bilgiye göre, öğretmenlerimiz, yakın zamanda oraya gidip, eğitim faaliyetlerine inşallah
başlayacaklar. Görüyorsunuz, yerin üstü, fedâkâr eğitim elçilerimizi iştiyâkla bekliyor.

Gönül Erleri, Günümüz Hizmet Erlerini Çağırıyor!

Sinesi pak ve duru bir eğitim elçimiz, rüyâ görür. Rüyasında sarıklı muhterem bir zat, “Beni
unuttunuz, beni tanımıyorsunuz, ben de sizi istiyorum, sizi buralara getirmek için mürâcaat ediyorum!”
demektedir. Evet bu zat, abimizin rüyâlarında defâatle görünüp, “beni ihmâl ettiniz!” diye
yakınmaktadır. Arkadaşımız, anlam veremediği buolay üzerine, durumu oradaki abilerine nakleder.
Abilerimiz, tabii öncelikle bu zatın kim olduğunu merak ediyorlar, ancak tam olarak da
kestiremiyorlar. Kimi ihmâl ettik acaba, diyerekten, önemli türbelere gidip dua dua yalvarıyor, Yâsîn-i
şerîf okuyorlar. Âdetâ bir “dinler arenası” olan bu yerlerde, türbelerle ilgili âdetler de şirke varan
ölçülerdedir. Mezarlarda yapılıp edilen şeyler tiksinti uyaracak türdendir. Türbe ziyaretleri âdetâ
putperestlikle aynı ölçülerdedir. Çoğu şeyin aslı faslı çoktan bozulmuştur. Meselâ müslümanlar da
vardır, ama bazıları namaz bile kılmazlar, ancak, delicesine zikir yaparlar… Her neyse, arkadaşlarımız
değişik türbelere gidip dua dua yalvarıyor, bu rüyalarda defâatle görülen meçhul zatın kim olduğunu
tesbit etmeye çalışıyorlar. O türbeye gidip Kur’ân okuyor, bu türbeye gidip dua ediliyor… Ama
abimiz, aynı rüyâyı hâlâ görmektedir. Her defasında da Hazret, “Beni ihmal ettiniz, beni yalnız
bıraktınız, beni küfürbaz sihlerin arasında garip perişân ettiniz, buralarda sadece filânca zatlar mı var,
ben de varım!” diyerekten sitemini bildirmektedir. Hattâ bir keresinde bu eğitim elçimiz, rüyada ciddi
ciddi hırpalanır!

İşin sonunda bu zatın meçhûl biri olmadığı, aksine pek meşhur biri olduğu anlaşılacaktır ama bunun
için biraz zaman geçecektir. Evet, aramışlar sormuşlar ve başka bir şehirde büyük bir zatın yatmakta
olduğunu öğrenmişlerdir. Bu zat, Muînüddîn’den başkası değildir. Belli ki oralarda, hizmet ve ziyâret
adına ihmal edilmiştir. Çünkü, o bölge ve özellikle o Hazret’in türbesi ziyâret edilip Kur’ân okununca,
kardeşimiz bir müddet bu tür rüyaları görmez olmuştur. Aradan zaman geçer. Bu zat yine kardeşimizin
rüyalarına teşrif etmeye başlar. Bu sefer, memnûniyetini izhar eder ama, bir taraftan da ziyâretin
ötesinde, arkadaşlarımızdan daha başka şeyler de beklemektedir; “Bana falanca öğretmeni, daha başka
bir de şunları bulup gönderin!” diye şaşırtıcı bir şekilde açıktan açığa işârette bulunmaktadır. Evet,
eğitim faaliyetlerinin henüz ulaş(a)madığı o bölgede okul yapılması istenmekte, ve: “Diğer yerlere
gönderdiğiniz, fiziğe kimyaya Allah dedirten öğretmenlerinizin aynılarından bana da gönderin!”
denmektedir.

Sonunda, âhirzamanın kızıl kıyâmetine bir yağmur tanesi gibi düşen yağmur topluluğun fertleri, eğitim
gönüllülerimiz, işâret edilen yere de hizmet götürmeye, oralara da el uzatmaya, rüyâlarda yeniden
istenen öğretmenleri göndermeye karar verirler ve bunu gerçekleştirirler. Tabii asırlardır bekleyen,
karanlık ruhların çizmeleri altında inim inim inleyen o zatın da gönlünü almış olurlar. Artık kardeşimiz
de rüyâlardaki fırçalardan kurtulmuştur. Epey zaman sonra, bu olup bitenlerden haberdâr olmayan,
Hızır-misâl bir zat, bir rüyâ görür. Rüyasını gelip kardeşlerimizden birine aktarır. Der ki: “Rüyamda,
Hz. Muînüddîn’i gördüm, sizlere selâmı var; gönderdiğiniz adamlar istenen yere ulaşmışlar; artık
herhangi bir problem kalmamış!”

Evet, Mesele Anlaşılmıştır!

Evet, anlaşılmıştır, yerin altı da bu güzel insanları beklemektedir, üstü de. Anlaşılmıştır, tek çaremiz
adam yetiştirmek ve “ben acele ettim kışta geldim, sizler cennet-âsâ bir baharda geleceksiniz” diyerek
asırlardır bu günleri intizâr eden çilekeş ruhları daha fazla bekletmeden, onları, bari bir buket çiçekle
kabirlerinde sevindirmek gerekmektedir. Evet anlaşılmıştır, bu mesele Allah’ın dâvâsıdır, bunun
önünde hiçbir beşerî güç duramayacaktır. Evet anlaşılmıştır, bu güzelliklerin şehitlerle, toprağın
altındaki yiğitlerle çok büyük bir irtibatı vardır. Evet anlaşılmıştır, Asrın Dertlisi Hz. Üstad’ın, “Ben
214
tahmin ediyorum ki, eğer Şeyh Abdülkâdir-i Geylânî (ra) ve Şâh-ı Nakşibend (ra) ve İmâm-ı Rabbânî
(ra) gibi zatlar bu zamanda olsaydılar, bütün himmetlerini, hakâik-i îmâniyenin ve akâid-i İslâmiye’nin
takviyesine sarf edeceklerdi.” buyruğu. Anlaşılmıştır, nefsimizin cümleden ednâ, hizmetlerin de
cümleden a’lâ olduğu hususu. Anlaşılmıştır, “Muînüddîn” kelimesi, “dinin yardımcısı ve hizmetkârı”
demektir. Adıyla tamâmen bütünleşmiş bu zat, asrın Muînüddînlerini iştiyâkla beklemektedir.
Hayatında-memâtında hep çağrılar, dâvetler, görünüp himmet etmeleriyle meşhûr olan bu zât,
günümüzün çilekeş hizmet insanlarına da bir selâm çakmış, onları yanına, hizmet için dâvet etmiştir.
Kimbilir hangi mekânlarda, hangi toprağın altında, daha başka hangi ölümsüz ruhlar, kaç zamandır bu
güzel insanları, eğitim gönüllülerini çağırmakta ve beklemektedirler.

Ey Günümüzün Ebû Bekirleri, Muînüddînleri!

Ey günümüzün Ebû Bekir timsâli esnafları, Hz. Muînüddîn misâl muhâcir öğretmenleri, çalışanları,
mühendisleri! Şahıslar farklı olsa da, aslında çağrılan sensin. Senin ayağa kalkman, himmetini “dünya
ve mâfîhâ”ya değil, sadece ve sadece Allah yoluna sarfetmen beklenmektedir. “Çok sıkıyor, pek
sıkıştırıyorsunuz; ülkenin durumu da zaten belli, lütfen biraz…!” filan demeyin ne olursunuz!
Görüyorsunuz, beklemeye mühlet ve tahammül var mı! Hadi biz beklesek, acaba onlar bekleyecek mi!
İmâm-ı Rabbânî’ler bize zaman tanıyacak mı! Zannetmiyorum. Bekleyenlerin tahammülü yok. Bizim
ayağa kalkmamızı ve üzerimizdeki ölü toprağını atıp, kendimize gelmemizi bekliyorlar. Dünyâ-âhiret
adına kurtuluşumuz da zaten buna bağlıdır. Âhiret’te, o çetin günlerde bu büyük zâtları şefâatçi ve
muzâhir olarak yanımızda görmek istiyorsak, birazcık halden dilden anlamalı ve ne yapıp edip acele
etmeli, utana sıkıla kapımıza gelen ve bize derdini şerhetmeye, dil dökmeye çalışan hizmet erlerini
daha fazla yormamalıyız!

Bayram Kusursuz | 10/03/2008. | YAZARLAR


http://www.herkul.org/yazarlar/Yerin-Alti-da-Bekliyor-Ustu-de/

Münafık Bir Üstad Tanımıyorum

Bu yazımı fitne çıkmasın diye bu siteden kaldırmıştım. Ancak son yaşadıklarımızla birlikte 12
Risale cemaaatından 10 tanesi AKP cenahına geçip, cemaatın kuyusunu kazıp, hayli yoğun
biçimde siyasete alet olunca tekrar buraya koymam vacip oldu. Zaten İnternet’te başka siteler
alıntı yapmıştı, yani kolay kolay bilgi silinemiyor…

Fethullah Gülen'in Mesih İsa Makamı ve Hizmetin Siyasi Kısa Tarihi - Faruk Aslan

Blog sahibinin notu: Bu yazı, orjinalinde "Münafık Bir Üstad Tanımıyorum" başlığı altında yer
almıştır fakat Word ile 23 sayfalık yazıda -bana göre- alt başlıklar şöyledir:
1- Bediüzzaman Said Nursi'nin Adnan Menderes'e Dua Ederken Ellerini Ters Çevirmesi
2- Osmanlıca Bilen Bediüzzaman Said Nursi'nin 35 Yaşında Türkçe'yi Öğrenmesi
3- Risale-i Nurlar'ın Latin Alfabesi İle Basımı
4-Fethullah Gülen Hocafendi'nin İsa Mesih Makamında Olması
5- Said Nursi'nin Talebelerinin, Fethullah Gülen'in Yanında Yer Alması
6- Fethullah Gülen Hocafendi'nin Yetişmesi
7- Hizmet'in Tarihi
8- Siyaset ve Hizmet
9- Erbakan ve Gülen

215
10- Hizmet ve 28 Şubat
11-Hizmet ve ANAP
12- Camia ve Ecevit'e minnettarlık. Ve daha yazamadığım nice alt başlık:

Münafık Bir Üstad Tanımıyorum

"Ben sizin tanıdığınız gibi münafık bir üstad tanımıyorum” diye gürledi ve masaya yumruğunu vurdu.
Onu kimse bugüne kadar böylesine hiddetli ve heybetli görmemişti. Üstadın yakın talabelerine saygıda
asla kusur etmezdi ama bu konu başkaydı. Şeytandan kaçar gibi siyasetten kaçan Bediüzaman Said
Nursi’nin eski Demokrat Parti Lideri ve Başbakan Adnan Menderes’i desteklediğini ve bir nevi
politika yaptığını dile getiren abiye sert bir bakış fırlattı. Oysa onu tanıyanlar halim, selim, yumuşak
huylu olduğunu bilirdi. Karıncayı dahi incitmezdi. Peki neden bu denli kızmıştı? 1973 yılına kadar
Risale-i Nur camiasının içinden kopmayan ve ayrı bir cemaat kurmayan Fethullah Gülen Hocaefendi
bir yol ayrımındaydı. Şartlar onu zorluyordu. Üstadın çizgisi değiştirilemezdi.

“Üstad asla iki yüzlü davranmamış, takiyye yapmamıştır” diye sözlerini sürdürdü genç hoca. Henüz
35 yaşındaydı ve üstattan başkasına talabe olmayı zül sayan talabelerine sözünü
dinletemeyeceğini biliyordu. Menderes’in devamcısı sayılan AP Lideri Süleyman Demirel’e oy
vereceklerini açıkca ifade eden grubun sözcüsü hiç istifini bozmadı. Üstada iftira atarak, “Isparta’nın
İslamköy beldesinden çıkacak şahıs Risale-i Nurları tanırsa İslam’a büyük hizmet edeceğini”
bildirdi diye savundu. Daha sonra şehir efsanesine dönüşecek bu yılan hikâyesi Nurcuların uzun yıllar
Süleyman Demirel’in yönettiği partilere oy vermesine yol açacaktı.

Gülen, daha ilk günden siyaset yoluyla gitmek isteyen Nur camiası lideriyle arasına mesafe koydu.
Bundan sonra gerek Nur camiasından olsun, gerekse başka bir parti liderleri olsun yanına kim gelse
aynı tavrı izledi. Çizgisinden asla taviz vermedi Hocaefendi. İslam’in elmas hakikatlarını siyasetin
kömür yalanlarına kesinlikle alet etmeyecekti. Siyasilerle görüşmesi hizmetin önündeki tıkanıklıkları
açmak, yerli ve global şeytani planlar uygulayanların oyunlarını bozmak içindi.

Üstad, 1960′da ölmeden on beş gün önce, çok hasta, yaşlı ve 38 kiloya düşmüş bir piri fani iken
şöforüne ‘sür Ankara’ya’ dedi. Oysa Isparta’da kaldığı evi polis gözetimindeydi ve izinsiz ayrılmasına
müsade etmiyorlardı. Üstad, Mart 1960′da tam üç kez Ankara’ya gitti. Gayesi Başbakan Adnan
Menderes’i yaklaşan tehlike, askeri darbe konusunda uyarmaktı. İki kez Ankara’ya girdi, ancak
başbakan ile görüştürülmedi. 3. kez geldiğinde ise Ankara girişinde tüm yollar tutulmuş, polis
kuvvetlerine kesin emir verilmişti. Atatürk Orman Çiftliği mevkinde arabası durduruldu. Polis amiri
geri dönmesini, aksi taktirde ateş açma emri aldığını söyledi. Üstadın cesareti dillere destandır,
müthiştir, Allah’tan başka kimseden korkmaz, inandıklarından asla taviz vermezdi. Polis amirine hiç
aldırmamış, ‘sür oğlum’ demişti, arabasının ardından şaşkın şaşkın bakan polisler ateş edememişti. Elli
metre giden araba hızlı bir fren yaptı ve geri döndü. Üstad Polis amirine hitaben: Evladım, ben şimdi
giderim, sen de bir şey yapamazsın ama daha sonra sana zulmederler. Ben buna razı olamam. Geri
dönüyorum.

Üstad, o güne kadar Adnan Menderes’e dua ediyordu. Geri dönüşte şöfore baktı, dua ederken ellerini
ters çevirdi ve üzülerek ‘böyle oldular’ dedi. Bunun anlamı ‘bittiler’ demekti. Uyarmasına izin
vermemişlerdi. Menderes’in etrafına çeviren mabeyinci danışmanlar başbakanı gerçeklere kör ve
sağır ediyor, yaklaşan askeri darbeyi haber vermiyordu. İslam’a büyük zarar verecek bu darbenin
mahiyeti üstada manevi alemde bildirilmişti. Üstad, 1950′lerde Menderes’e mektuplar göndermiş,
kapatılan camileri açtırdığı, İslam şeari olan ezanı tekrar Arapça okutulmasını sağladığı için teşekkür
etmişti. Menderes zamanında üstad ve talabeleri nisbeten rahat etmişti, Nurlar Latin alfabesinde
216
basılmıştı ve 1953 yılında Eskişehir hapishanesinden alınan son beraat kararı ile serbest bırakılmıştı.
Hapishane dönemi bitmişti. 23 yılda tamamlanan risalelerin yazılımı 1946′da sona erdiğinde üstad,
‘daha fazla yazılmasına izin verilmedi’ diyordu. Latin alfabesine eserler uzun yıllar basılmamış, elle
veya basit teksir makinası ile çoğaltılarak yayılmıştı. Osmanlıca’yı korumak isteyen üstad yeni
alfabeye ve uyduruk Türkçe’ye direnmişti. 35 yaşından sonra Türkçe öğrenen üstad çok iyi bildiği
Arapça, Farsca ve Kürtçe değilde eserlerini Türkçe yazmada inat etmesinin önemli bir sebebi vardı.
İslam sancağı düştüğü yerden Türkiye’den, yine Türklerin ve kahraman Türk ordusunun eliyle
doğrultulacaktı. Elli sene sonraki kardeşlerini düşünen üstad aktif sabır gösteriyordu. Ancak
Cumhuriyet döneminde iki nesil değişmiş ve yeni nesiller dili ve alfabeyi anlamaz hale gelmişti. Latin
alfabesine geçilmesi nasıl olmuştu? Tahiri Mutlu ağabey, köyündeki tüm arsalarını satmış, parasıyla da
üstadın haberi olmadan Risaleleri ilk defa Latin alfabesinde bastırmış, mavi (kırmızı değil)
kaplattırmış ve Isparta’da üstada sunmuştu. Herkes şaşkındı, üstadın Tahiri Mutlu’ya çok kızmasını
bekliyordu. Oysa üstad risaleleri Latin alfabesinde basılmış görünce gözyaşlarını tutamamıştı. Tahiri
Mutlu’yu tebrik etmek için onun makamının ne olduğunu meleklerin bile taktir edemediğini,
kimsenin de erişemeyeceğin dile getirmişti.

Üstadı hayatında iki saat görmüş, talabesinin talabesinden bile ders almamış olanların kendisini
üstadın talabesi olarak çevresine satması en hafif tabirle sahtekarlık ve riyakarlıktır. Üstadın feyzinden,
ilminden faydalanan talabe, yüz metre öteden belli olur, zira siyasetle uğraşmaz. Nurlarla taklidi
imanları tahkiki imana çevirmeye çalışan bir muhabbet fedaisi olur. Tıpkı üstadın manevi evladı
sayılan rahmetli Mustafa Sungur abi gibi son nefesine kadar kardeşlik ve ihlas der durur. Nifak peşinde
olmaz, vifak ve ittifak içinde çabalar, siyasete bulaşmaz.

Envar Vakfı’nın kurucularından, üstadın Anadolu’nun pek çok yerinde onu gezici Nur vaizi gibi
hizmete gönderdiği Rahmi Erdem beyin hazırladığı ‘Davam’ kitabı, Risaleyi Nur şakirdlerinin
1960′dan sonra ilk 30 yılda çektiği çileleri pek güzel anlatır. 1991′in Ramazan’ında bir iftarda Rahmi
Erdem ile Süleymaniye cami sohbetinde bulunmuştum, benim hikayemi dinledikten sonra seni ‘Nur
şakirdi’ olarak kabul ediyorum demişti. Kitabını imzalayan Erdem, ömrümün sonuna kadar dava
adamı olmamı salık verdi ve benden söz aldı. Rahmi Erdem’in “Beyaz Gölgeler” adlı eserinde Sungur
ağabey Hocaefendi hakkında şöyle diyordu: “Rahmi bey kardeş, bu zaman da hakikat-i Kur’aniye’de
saf tutan kardeşlerimizin manevi hüviyetini bendeniz ihatadan acizim. Bilhassa Fethullah Efendi
hakk?nda fikir ve kanaatimi rica ettiniz. Daha önce de “o zatlarla arkadaş olmak, kardeş ve beraber
olmak hepimiz için birer mazhariyettir. Bir lütf-u ilahidir. Böyle masum ve yıldız misal zatlarla
daima iftihar ederiz. Onlar bizim şeref tacımız” demiştim. Fethullah Hocaefendi, deruhte ettiği
hizmet-i Kur’aniye ve imaniyesi, bir ve beraberlik içinde bulundukları kardeşleri ve
arkadaşlarıyla âlemşümul bir hizmeti kucaklayan, gençliğin ve nesillerin imdadına maarifi ilahi
ile koşan âli himmet ve kerimüssıfat bir mübarek zattır. Hz. Üstadımız, Kastamonu Lahikası’nda
bir mübarek talebesi için “kalemi gibi kalbi de harikadır.” dediği bu manaya, Hocaefendi ve mübarek
kardeşleri de mazhar ve masadak olduğunu gösteriyorlar. Onlar ahirzamanda âlemi ışıklandıracak
bu nur-u Kur’an’ın mübarek, halis hameleleri olarak takdir ve tebrike sezadırlar. Hepimiz ve
hep beraber bu nur-u Kur’an ağacının etrafında Rahmet-i ilahiye ile bulunmak nimetine mazhar
olmuşuz. Malumunuz böyle hayatlarını İslamiyet’e, milletin saadet ve selametine halisane ve
fedakarane bir surette adayanlar o hulus ve vüsat içinde çalışanlar; nihayette Hakk’ın keremi ile bir
millet olarak ebediyet ve beka bulacaklardır inşallah. Belki onlar bunu da gaye yapmadan yalnız
rıza-i ilahinin hudutsuz fezasında yol almak emelindedirler. Bu öyle bir nimet ve lütuftur ki
Allah onu dilediğine verir.”

Cemal Uşak beyefendi 1996 Eylül ayında bir trafik kazası geçiren Sungur ağabeyi hastanede
ziyaretinde, Sungur ağabeyin: “Şimdilerde Hocaefendi ve hizmetine birçokları müspet bakıyorlar.
Keşke 20 sene önce de böyle bakabilselerdi, ne iyi olurdu.” dediğini nakletmişti. Yine Cemal beyin
nakline göre; “1972’li yıllarda Hocaefendiye izafeten; “Hocaefendiye Hazret-İsa (AS) diyorlar”
diye bazı kimseler serişte ederek Hocaefendiyi suçluyorlar, itham ediyorlar ve camiadan dışlamaya

217
çalışıyorlardı. O yıllarda Sungur ağabey de Mehmed Feyzi ağabeye gidip; “Hocaefendi hakkında
bazıları böyle söylüyor. Ne diyorsunuz?”diye soruyor. Mehmed Feyzi ağabey de tebessüm ederek:
“Kardeşim olur böyle haller. Bana da söylüyorlar. Etrafımdakiler beni de öyle gördüklerini
söylüyorlar. Bunun bir fitne yönü, fesat yönü veya zararlı bir yönü yoktur. Velayet
makamlarında tıpkı makam-ı Hızır gibi her bir peygamberin makamı vardır. Makam-ı İsa da
vardır. Bir takım zatlar ya İsa meşrep olurlar. Veya makam-ı İsa’ya çıkarlar. O zatları sevenler
de, kendi kalp ayinelerinde o zatı ayn-i İsa gibi görür. Bu, o zatın ya makam-ı İsa’da olduğuna
delalet eder. Veya o zatın İsa meşrep olduğuna delalet eder.” diyor. Kıymetli yazar Cüneyd
Suavi Bey, 2 Kasım 2001 tarihinde Adapazarı’nda görüştüğümüzde Sungur ağabeyin bir mecliste
Hocaefendi için: “Kardeşim, büyük evliyadır” dediğini nakletmişti.

‘Nasılki her peygamber ve Alim Zat Allah’ın bir ismine mazhar ise, aynen onun gibi Fethullah
Gülen Hocaefendi de:’ Mesih’in sahip olduğu nefese sahiptir’ Mustafa Sungur Abiye göre.
1991′de istanbul’da Çamlıca Kuran Kursu üst katında, 6 Mart 1992′de Bakü’de 1 Nolu
Komünist Partişkola’da Gülen’in öğrencilerine Sungur ağabey aynı dersi yaptı ve şunları
vurguladı: Her Alim Allah’ın bazı isimlerinin ve bazı peygamberlerin sahip olduğu özellikleri,
mizaclarında tecellileriyle daha fazla nümayiş ettirir. Mesela Üstad Hazretleri, Allah’ın
‘Rahman’, ‘Rahim’, ‘Sabr’ isimleriyle müsemmaydı. Peygamberimizin kopyasıydı. Alimler
peygamberimizin varisidir derler ya, tam bir varisti. Hocaefendi ise, peygamberler içinde
diriltici ruh üfleyen, dertlere derman olan sıfatlarıyla en fazla Hz. İsa’ya, Mesih’e
benziyordu. (Bahse konu ‘Mesih’e benzeme, sıfat itibari ile kast edilmiştir. Dünya’nın dört bir
yanında açılan Eğitim Müesseselerinin hızlı inkişaf etmesi, Hz.İsa (AS) mın ölüleri diriltmesi gibi
manevi bir Dirilişe vurgu yapılmıştır.)

Üstadın gerçek talabelerinin çoğunluğu ortadan ikiye çatlayan Nur camiasının bu yol ayrımında Gülen
Hocaefendi’nin yanında durdu. Mustafa Sungur abi kendi oğlu Muhammed Nur Sungur’u
Gülen’e eğitmesi için verdi ve ilk açılan Nur evine kendi elleriyle yerleştirdi. 1974 yılına kadar
Nur camiasından ayrılmayı veya farklı bir görüntü vermeyi aklının ucundan bile geçirmeyen
Hocaefendi, üstadın talabeleri ile 1966 yılından beri düzenli olarak istişarelere katılıyordu. İzmir’de
kalan üstadın en iyi talabelerinden Ahmet Feyzi’nin haftalık dersini hiç ihmal etmezdi. Konyalı
öğretmen olan ve üstadın varisim dediği, ancak genç yaşta vefat eden Zübeyir Gündüzalp ve Aralık
2012’de Hakk’a yürüyen Mustafa Sungur ile çok iyi ilişkileri vardı. 40 yıl uğraşarak yazdığı tevafuklu
Kur’an’ı Kerim ile gönüllerde taht kuran Hüsrev Altınbaşak, 1977’de vefat edene kadar Gülen
Hoca’nın yanında yerini almıştı. 1931 yılında Said Nursi’nin talabesi olan Hacı Hüsrev, 40 yıl boyunca
hep Risale yazmış ve yaymıştı. En önde gelen talabelerden Tahiri Mutlu, üstadın Muhammed Mevlana
Bağdadi’den kalan cübbesini ve diğer emanetlerini Hocaefendi’ye rüyasında gördüğü üstadım emri
üzerine 1980 öncesi teslim etti. Yazar Cüney Süavi, Tahiri Mutlu’nun Hocaefendi’yi çok sevdiğini ve
vefatına yakın Hizmet Vakfı Mütevelli Heyeti’ne kendi yerine Gülen Hocaefendi’yi seçtirdiğini
doğruluyor. Hocaefendi bir sohbetinde Tahiri ağabeyin kendisine verdiği bir hediyeden
bahsediyor: “Yazdığı şeylerden Mesnevi-i Nuriye de vardı, bana hatıra vermişti. 80 ihtilalinde
birisi benim evimden almış, onları çatıya koymuş, yağmurda çürüdüler, tamir edilir mi diye çok
uğraştım, hatıra kendi el yazısı, fakat maalesef.”

Elazizli (Elazığ) Hulusi Yahyagil bey, askerdi ve üstada 1929’dan 1986’da ölene kadar bağlı kalmış en
sadık talabesiydi. Nur’un ilk talabesi olarak üstadın taltif ettiği Hulusi ağabey, Hocaefendi’ye üstadın
yayınlanmamış ve vakti gelince yayılması gereken emanet risale ve diğer emanetlerini rüyasında
gördüğü üstadın emri üzerine 1980 başlarında yine Hocaefendi’ye getirip teslim etti. Gazeteciler ve
Yazarlar Vakfı’nın eski başkanı Cemal Uşşak anlatıyor: Hocaefendinin 1995’te Moral FM ve Nesil
matbaalarını ziyaretinde M. Emin Birinci abi şunları söyledi: “Ne kadar biz uyduk o ayrı konu.
Zübeyir Ağabey; “Hizmetle alakalı meselelerde Fethullah Hocaefendi kardaşımla istişare edin.
Onun fikirleri musibtir.” demişti deyince, Hocaefendi: “Estağfurullah! Zübeyir ağabey iltifat
etmiş” dedi.
218
Hocaefendi Edirne’de vazifeli iken İstanbul’da Zübeyr ağabeyi ziyarete gelirdi. Şöyle anlatıyor:
“Zübeyr abi çok ciddiydi, sevgisini dışarıya vurmazdı. Yanına gider gelirdim. Bir iki defa da bana
nasihat etmişti. Ben çok müstağniyim, param yok, gider cami penceresinde yatarım. Param varsa, gider
otelde yatarım. Sonrası üstü kapalı bana “kardeşim” dedi. “Üstad, Hastalar Risalesinde “gençlik ve
sıhhat önemli iki gaflet unsurdur” diyor. Dersane çok önemlidir.” Sonra öğreniyorum ki, Kırkıncı
Hocaya da diyor: “Geldiğinde dershanede kalsın.”

Mehmed Kırkıncı Hocaefendi 22. 10. 2003 tarihinde Erzurum’da Kümbet medresesinde bu konuda
talabelerine şunları söylüyordu: “Zübeyir abi bana dedi ki “Hocaefendiye söyle, İstanbul’a gelip
geçerken bana misafir olsun.” Hocayı o kadar sevmişti ki… Onun da (Hocaefendinin) ağabeylere
saygısı öyle ki… Bambaşka bir şey canım.”

Cemal Uşşak Bey anlatıyor: “Bir gün Bekir ağabeyin Kığılı Pasaj’ındaki yazıhanesindeydik. Arka
odada Zübeyir ağabey de, diğer ağabeyler de vardı. Birisi İzmir’den bir haber getirmiş; “Fethullah
hoca Kestanepazar’ından ayrıldı” demişti. Zübeyir ağabey bunu duyunca dizleri üzerinde doğruldu ve
şöyle dedi: “Fethullah Hocaefendi kardeşim fevkalade isabet etmiştir. İnşallah bundan sonra
Nur’un izzetine münasip bir tarzda hizmetine devam edecek.”

Nur’un ilk talabesi Hulusi Yahyagil, Hocaefendi’ye hak ettiği değeri everdi. Üstad’ın talebelerinden
Salih Özcan beyin nakline göre Hulusi ağabey merhum Hocaefendi için:”Bu gence dikkat edin,
ilerde istikbal vaat ediyor” demişti. Hocaefendi 1983’de Elazığ’da Hulusi Yahyagil ağabeyi ziyaret
ettiğinde Hulusi ağabey üstadın iktisat risalesinde bahsettiği kerametli baldan bir kaşık teberrüken
hocamıza vermişti. Hocaefendi bunu şöyle anlatıyor: “Albay Hulusi Bey’e uğradım 83’de. Yani
üstad vefat ettikten tam 23 sene sonra. Hulusi Abi merhum yine bana bir yemek kaşığı bal verdi,
o baldan. Bitmemiş daha”
Hocaefendi bir sohbetinde Hulusi ağabeyle alakalı bir hatırasını şöyle anlatıyor: “Hulusi abinin oğlu
vefat etmişti. Biz taziye için orda bulunuyorduk. Bize güzel şeyler anlattı. Ve “Bütün menba-ı
varidat benim için bir yönüyle o işin prizması olan Hz. Bediüzzaman’dır. Yani Kur’an nur
ışıkları içinde akar gelir ona. Ve bizde ondan aldık onu. Sünnet akar gelir biz ondan
aldık.” Böyle anlattı.”

Üstadın avukatı Bekir Berk, İslam Davasının meşhur Nur talabesiydi. Hastanede vefat ederken
yanında sadece Hocaefendi vardı. Merhum Bekir Berk bey ile Hocaefendinin karşılıklı büyük sevgi ve
saygıları vardı. Burada buna kısa bir hatıra ile değinelim. Muhammed Nur Sungur beyefendi
anlatıyor:1986’da Fethullah Hoca hacca gelmişti. O zaman evimiz vardı,ticaretle uğraş?yorduk. Hac
dönüşü Cidde’de hocayı misafir ettik. Tabii o sırada hergün Bekir Berk ağabey gelip gitti. Aralarında
karşılıklı olarak müthiş bir muhabbet ve hürmet vardı. Sohbetleri oluyor, eski hatıralarını yâd
ediyorlardı. Bir gün Bekir Ağabey ayrılırken Hocaefendinin onun ardından; “Hey kafesteki koca
aslan” dediğini hiç unutamam.

12 Mart 1971 askeri muhtırasında Fethullah Gülen’i hapse atan cunta, onun yanına iki adet azılı
Komünist koymuştu. Bekir Berk ve Mustafa Birlikte aynı koğuştalardı. Komünist Bekir ağabeyi
hırpalayınca Hocaefendi iri ve heybetli cüssesiyle öne atıldı ve Komünist efendi ranzanın altına
saklandı. Tuvalet yasağı vardı, 24 saat içinde sadece bir defa defi hacet yapmaya izin veriyorlardı. Nur
davasından tutuklananları Fethullah Gülen aleyhine kışkırtan ve sahte ifadeler hazırlayan cunta
ekibi, mahkemede zorla Nur talabelerinin tek suçlu olarak Gülen’i suçlamasını sağlamıştı.
Hocaefendi’nin hayatta en fazla yıkıldığı, kırıldığı anlardan biriydi. dava arkadaşları ona ihanet
etmiş, satmıştı. Asker korkusu üst seviyedeydi. Bir kişi Gülen’i o mahkemede satmadı, ihanet etmedi:
Necdet Başaran. Necdet Hoca2yı 12 Eylül 1980 askeri darbecilerinden kaçırmak için yıllarca
Hollanda’da tutan Gülen, 1999′da ABD’de zoraki sürgüne gittiğinde yanına canyoldaşı, cankuşu
olarak Necdet Başaran’ı alacak ve vefasını gösterecekti. 6 ay sonra hapisten çıktığında onu
karşılamaya kimse gelmedi. Ne talabeleri ne İzmir esnafı, nede 5 yıl emek verdiği Kestanepazarı
219
Camii mütevellisi. Herkes korkuyordu. İzmir’de tek tek esnafı dolaştı. Çok güvendiği bir esnaftan hiç
beklemediği şu sözleri duydu: Hocam bir daha buraya gelmeyin, bizim başımızı derde sokacaksın,
çoluk çocuğumuz var, bu iş artık olmaz’ dediğinde başından kaynar sular boşalmıştı. İzmir’de
kalacağın evi, yurdu yoktu, çaresiz memleketi Erzurum’a döndü.

Ahmed Feyzi Kul, üstadın talabeleri arasında Hocaefendi’ye en yakın olan ve en çok
sevenlerdendi. Merhum Cahid Erdoğan anlatıyor: Rahmetli Ahmet Feyzi Kul abi, pek vaiz
beğenmezdi. Kendisine ne Tahir Hoca’yı ne de Yaşar Hoca’yı dinletmem mümkün olmadı. Zaten
kendisi de alim bir zattı. Hocaefendi’nin İzmir’e gelişinin tahminen üçüncü haftasıydı. Ben vaaza
giderken yolda Ahmet Feyzi abi ile karşılaştım. Nereye gittiğimi sorunca vaaza gittiğimi söyledim.
“Beraber gidelim” dedim, kabul etmedi. Israr ettim. Beni çok sevindirdi. Çok fazla ısrar edince
teklifimi kabul edip geldi. Vaaz bitti, Cuma namazı kılındı, cemaat boşalmaya başladı. Ben de
malzemeleri toparlıyorum. Baktım, Hocaefendi oturuyor, Ahmet Feyzi abi de birkaç saf arkada
oturuyor. Hocaefendi yerinden doğrulunca o da ayağa fırladı ve koşup Hocaefendi’yle musafaha
ettiler. Aralarında neler konuştular bilmiyorum; fakat bildiğim bir şey varsa Ahmet Feyzi
abinin bu vaaza gelişinden gayet memnun olmasıydı. Çünkü biraz sonra yanıma gelip, “Sen
haklıymışsın, bu diğerlerine benzemiyor” demişti. Bu cümleyi vaaza gelmeden evvel ben ona
söylemiştim ve şimdi o da aynı kanaati benimle paylaşmış oluyordu.

Üstadın talabelerinden Abdülkadir Badıllı, Hocaefendi ile ilgili şunları kayda geçirdi: “Bu
makamda hak adına ve bitarafane bir muvazene ile şöyle diyebilirim ki; Fethullah hocanın vasıtasıyla
iman ve hidayete ermiş, İslamiyet nuruyla ahlâklarını düzeltmiş binlerle insan vardır. Bunun
yanında hocanın şahsî kemalatı, tevazu’u, edep ve ubudiyeti de çok yüksek mertebelerdedir. Bu
hakikat muvacehesinde Fethullah Hoca, en az bin Muşlu Molla kadar İslâma hizmet etmiş, eserleri de
meydandadır, her ne ise..”

Abdullah Yeğin, Fethullah Gülen Hocaefendi ile eskiden tanışmaktadır, şunları anlatıyor: “Üstad’ın
talebeleri Hizmet Vakfı’nın mütevelli heyetine aza oldular. Tahiri Ağabey vefatına yakın bir zamanda
‘ben mütevelli heyetini bırakıyorum. Fethullah Hoca var, ben yerime onu tayin edeceğim.’ dedi.
Vakfın tüzüğüne göre üç kişi tayin edilir, mütevelli heyeti de onlardan birini seçerdi. Tahiri Ağabey
istifa edince Fethullah Hoca seçildi. Eskiden de tanırdım ben Fethullah Hoca’yı. Hatta ziyaretine gittik
Edirne’de, İzmir’de… Ben Adana’da iken yanımıza gelmişliği vardı. Epey bir zamandır
görüşmedik fakat onun da gayesi İslamiyet’tir, başka bir şey değil.”

Abdullah Yeğin ve Bayram Yüksel gibi üstadın feyzi ve terbiyesini almış diğer iki talabeside
Hocaefendi ile yakından tanışmış ve dava samimiyetini görmüştü. Şanlıurfa’da yaşayan Yeğin Hoca
bir sohbetinde şunları kaydediyordu: ‘Hocaefendi mektep açmış, dersane açmış, kolej açmış. Orada
da mümkün mertebe kendi anlayışları, kabiliyetleri ve güçlerinin yettiği kadar Risale-i Nur’u,
birşeyleri öğretmeye çalışıyorlar. Herkesin gayesi neticede imana hizmet olduğu için hepsinin
gayesi birdir. Ben hepsi dinsizliğin karşısında bir yumruktur diyorum’. Abdullah abinin bu
çıkışı Nur camiasında yurt ve kolej açmaya yönelik inadı kısmen kırmıştı. Zira pek çok Risaleyi
Nur grubu Hocaefendiyi çok sert bir dille eleştiriyor, ‘Üstad zamanında yurt, okul mu vardı, bu
diyalog çalışmaları da nereden çıktı, Gülen bidat çıkartıyor’ diyorlardı. Açıkcası Gülen’in en
yakınındakileri bile ikna etmesi etmesi kolay olmuyordu. 1975′den beri yanında olan Hüsrev
abinin talabesi Saadettin Başer’e 2012′de şunu söyleyecekti: On yıl ötesinin planını yapıyor ve
ona göre adımımı atıyorum. Gözlerinizin içine bakıyorum evet kabul diyorsunuz ama bir
acabayı da seziyorum, görüyorum. Ben bunları gerçekleştirmeye niyet ediyorum. 13 yaşında
Erzurum’da annem beni koyunları gütmeye gönderirken dağarcığıma azığın yanında
Hayatüssahabe kitabını da koyardı. 9 defa okudum ve ezberledim. Bugünün planlarını 13
yaşında bir çoban iken yaptım. Eğer bana engel olursanız veya ağır aksak davranırsanız 10 yılda
yapılabilecekler 50 yılda yapılır ve aradaki 40 yıllık gecikmenin hesabını siz verirsiniz, ben
vermem. Çünkü ben yapmak istiyorum.

220
Hocaefendi’yi 18 yaşında Erzurum’da medrese talabesi iken üstadın talabesi Muzaffer Aslan’ın
sohbetine ilk götüren, kendisinden yedi yaş büyük Mehmet Kırkıncı Hocaefendi’dir. Üstad 1957′de
Muazaffer Aslan’ı 6 aylığına Erzurum’a hizmete gönderir. Onun sadeliği, mütevaziliği, ilmi ve
sahabeye benzer abide duruşu Hocaefendiyi çok etkiler. Genç Gülen ‘bu devirdede sahabe gibi
yaşamak ütopya değilmiş’ diye düşünür. Buradaki sohbetlerin sonunda tren garında Muzaffer Hoca’yı
uğurlamaya gelen sadece üç öğrenci vardır: Fethullah Gülen, Mehmet Kırkıncı ve Hüseyin Hatemi.
Sohbetlerine katılım on veya onbeş kişiyi geçmemiştir ama dönüşte üstadtan şu müjdeyi alır:
Muzaffer’in 6 aylık Erzurum seferinden elde edilen semere 20 yıllık Risaleyi Nur hizmetine bedeldir.
Kırkıncı Hoca, Gülen ile ilgili şunları ifade ediyor: Hilkaten dürüst, halim, iffetli bir genç idi.
Müşfik ve merhametli idi. Her nutku bir belagat ve fesahat şaheseriydi. Hocaefendi, bizden bin
adım ileri attı. Hariçteki hizmetleri ile de milletimizin dışarıdaki itibarını artırdı. Bediüzzaman
Hazretleri’nin ‘Size kat’iyyen ve çok emarelerle ve kat’i kanaatimle beyan ediyorum ki, gelecek
yakın bir zamanda, bu vatan, bu millet ve bu memleketteki hükümet, alem-i İslam’a ve dünyaya
karşı gayet şiddetle Risale-i Nur gibi eserlere muhtaç olacak, mevcudiyetini, haysiyetini, şerefini
mefahir-i tarihiyesini onun ibraziyle gösterecektir’ sözüne masadak oldu. Yüzlerce ve binlerce
gencin fazilet ve irfanına vesile olmuştur. Bu ağır vazife, genç yaşta saçlarının ağarmasına sebep
olmuştur.’

Kırkıncı Hoca, Hocaefendiye yazdığı bir mektupta “Bu kudsi hizmetinizi değil ki biz, felekler ve
feleklerdeki melekler dahi tebrik ediyor.” demişti. Gönül Damlalar adlı eserinde ise Hocaefendi
için; “Letafetli bir lebib ve fesahatli bir edip” tâbirini kullanmaktadır. Hocaefendiye gönderdiği ve
1997 Ramazan bayramında Zaman gazetesinde “Her ehl-i hamiyeti ağlatan zulüm” adıyla
yayınlanan bir mektuplarında Kırkıncı Hocaefendi şöyle demektedir; “Sizi iki cihanda bahtiyar
etmeye vesile olacak kutsi hizmetinizde Cenab-ı Hakk’ın size yüz binlerce sadık mücahitleri
hayrul halef olarak bahşetmesi en büyük tesellimizdir.” Ve şöyle devam ediyordu: “Muhterem
efendim, sizin saffet ve masumiyet içerisinde geçirdiğiniz hayatın sayfa ve yaprakları gayet açık
ve parlaktır. Katiyyen bu gibi hadiseler mir’at-ı kalbinize toz konduramaz ve hizmetinizi
gölgeleyemez. Zira bu gayretinizi bütün Anadolu ve âlem-i İslam, hatta cevv-ü sema ve fezayı
âlem alkışlıyor, belki kâinat dahi memnun, mesrur oluyor.” Artı Haber adlı dergide bir soru
üzerine Kırkıncı Hoca şöyle diyordu: “Fethullah Hoca çok muhterem bir zattır. On sene benim
yanımda kaldı. Devletin yapması gerekenleri yapıyor. Okullar açtı, çocuklar orada Türkçe
öğreniyorlar, Müslüman oluyorlar. Onu baş tacı etmek lazım. Zaten ben onun çocukluğunu
bilirim, müşfik, devletine bağlı. Hatta milliyetçilik namına benden biraz daha ileriydi.”

Hocaefendiye Nurlardan ilk bahseden Mehmed Kırkıncı hoca olmuştur. Hocaefendi Rotterdam
sohbetinde Kırkıncı Hoca’dan şöyle bahsediyordu: “Bana Risale-i Nur’u tanıtan da o oldu. Abimizdi,
hamimizdi. Hâlâ da hâlisane hizmet eder -kendisi nasıl düşünürse düşünsün- ama düşüncesi oydu:
Ellerini dizlerine vurur; “Hocaefendi akibetimden çok endişe ediyorum” derdi. Kırkıncı Hoca
Aksiyon dergisine verdiği röportajda Hocaefendi ile alakalı şunları söylüyordu: “1956′da tanıştık, 1966
yılına kadar beraber iman ve Kur’an’a ait hakikatleri okuduk. Bu süre içinde aramızda tatlı
bir uhuvvet ve muhabbet teessüs etmişti. Onunla birlikte geçirdiğimiz zamanları tahattur ettikçe
kendimi firdevsi bir saadet içerisinde hissediyorum. Bazen cumaları müftü efendiden izin alarak
herhangi bir camide vaaz ederdi Hocaefendi. Sabahtan öğleye kadar risaleden bazı yerleri ezberler,
kürsüye çıkar, kekelemeden konuşurdu. Bak ben kekeliyorum ama onda kekeleme yok. İşte onları
ezberleye ezberleye kendine bir hal geldi. Öyle bir hafızası var ki, 1966′ya kadar beraber
bulunduğumuz her şey hafızasanda. Onun vaaz ve nasihatleri en duygusuz insanı bile heyecana
getirip ağlatır. Dünya zevkleri onu hiçbir zaman aldatmadı. İbadetine düşkündü, geceleri
teheccüd namazını kılar ve secdeye kapanarak bu millet için dua ederdi. Dalalet ve sefahat
girdabına düşen, dini ve milli seciyelerini kaybeden gençlerimiz için ağlar ve necatları için
halisane niyaz ederdi. İslamiyet’in neşir ve tebliğini farz telakki eder ve bunu ifaya çalışırdı. Bu
çalışmasında da muvaffak oldu.
221
Onun en bariz meziyetlerinden birisi de vatan ve milletini çok sevmesi idi. Kendisi için değil milleti
için yaşar ve düşünürdü. O nedenle, onun hizmetlerini çekemeyenler, ona karşı olanlar
memleketin, milletin dostu değil. Kendisine yapılan saldırılara rağmen azim ve sebatla, sabır ve
tahammülle taviz vermeden davasını takip etti. Bir gün adaletin zulme, hakkın batıla galebe
edeceğine inanıyordu. Fikir ve irfanla ve neşriyatla insaniyete hizmet etmeyi gaye edinmişti.
Hoşgörü sahibi idi. Muhaliflerine bile kat’iyyen düşman nazarı ile bakmazdı. Hakikate muhalif
hiçbir menfi harekette bulunmamıştır.”

Kırkıncı Hoca, “Hayatım- Hatıralarım” adlı anı eserinde risalelerin Hocaefendi üzerindeki etkisine
şöyle değiniyor; “Feyz kaynağı olan Risale-i Nurları tahkik ve tetkik ettikten sonra Hocaefendi
yepyeni bir hususiyet kazanmış oldu. Risale-i Nur’daki cevherler onun ruhunu alevlendiren bir
mürşid-i azam oldu. Risale-i Nur’un rahle-i tedrisinde istidatlarını yoğurdu. Onun düsturlarını
kendisine meslek ittihaz etti. Hocaefendi o cevherleri aşk mayası ile yoğurarak gençlerimize
verme bahtiyarlığına erişti. Şimdi ise hizmeti bütün dünyanın gözlerini kamaştıracak bir hal
aldı. Çağımızda iman ve İslam aksiyonunun müstesna temsilcilerinden biri oldu.”

Hocaefendi’yi hayatta en fazla üzen hadise Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın suikastla


zehirlenerek 17 Nisan 1993′de öldürülmesiydi. Gece ve gündüz bir hafta hiç durmadan ardından
ağladı. ‘O bulunduğu yerde tek adamdı, yeri doldurulamaz’ diyordu. İlginçtir, Haziran 1993′de
çok sevdiği annesi Refia hanım vefat ettiğinde Hocaefendi hiç ağlamadı. Bu benim şahsi meselem,
arkadaşlarımı buna karıştırmam düşüncesindeydi. Talabeleri bir gün eline kendi yazdığı anne şiirini
vererek okumasını istediler, daha ilk cümlede gözlerinden yaşlar boşandı ve şunu itiraf etti: Evet,
odamda annemin ayaklarım üşümesin diye benim için ördüğü patikler çekmecemde duruyor. Her gün
açıp bakıyorum ve odamda iki saat sessizce ağlıyorum. Kırkıncı Hocaefendi şunları da ifade ediyordu:
Yıllar sonra annesinin vefatı üzerine Osman Hoca ve Ahmet Şahin’le birlikte taziye için gittik. Dört
saat yanında kaldık. Çok güzel sohbetler oldu. Birkaç gün önce bir rüya görmüştüm. Rüyada geniş bir
bina, ucu bucağı görünmüyor, zemini de halı gibi döşenmiş. Hoca efendi birden yanımda durdu ve
binayı bana anlatmaya başladı.

Dedim: “Buraya gelmeden önce böyle bir rüya gördüm. Tabiri nedir?”
Dedi: “Estağfurullah, siz daha iyi bilirsiniz.”
Ben de “Sizin hizmetinizden çok gelişeceğine işarettir” dedim.
Hocaefendi: “Bu sizin hizmetiniz , sizin , sizin…”diye ağlamaya başladı.

İzmir’de hapisteyken Nazım Gökçek, Necmettin Bey ziyaretine gideceğiz. Gitmeden öncede bir rüya
gördüm. Rüyada Cebrail, elinde bir masa saati. Bana “Al bunu Fethullah Hocaya ver.” Ziyaretine
gittiğimizde bu rüyayı anlattım. “Hocam, bunu işittikten sonra 10 sene hapiste kalsam hiç aldırmam”
dedi. Yüz yetmiş ülkede okul yapmak ne demek? Cebrail’in rüyadaki saati bu işte…
Ben, “Cenabı-ı Hak, Bediüzzaman’ı kendisini anlatmak için yaratmış, Fethullah Hocayı da
hizmet için yaratmış.” diyorum. Benim inancm bu…

Kırkıncı Hocanın hizmetlere dair gördüğü iki rüyasını Hocaefendi bir sohbetinde şöyle anlatıyor:
“Benim öteden beri hep kendisine saygı duyduğum bir zat. 5–10 yaş benden ilerde olmasının yanı
başında aynı zamanda 5–10 sene evvel de Hazret-i Bediüzzaman’ın dünyasına erken uyanmış olması
itibarıyla benim saygı hisleri, saygı duygularıma bir o kadar daha saygı ilave ettiren bir insandır. İki
sene evveldi, bu müesseselere gelmişti. Bana iki enfes şey anlattı. Bunlardan bir tanesi şuydu:
Gözyaşlarıyla, 60 yaşındaki insan hıçkıra hıçkıra anlattı. Az belki ayrı gibi görülebilirdi. Ben görmem
de, o da görmez, başkaları görebilirdi. Şafii-Hanefi ayrılığı, Şafii-Maliki ayrılığı içinde biraz da
metotta, usulde değişik yollarla aynı hedefe varma ayrılığı gibi bir şey. “Etturuku ilallah bi adedi
enfasi halaik” Allah’a giden yollar mahlukatın solukları sayısınca. İşte bundan nasiplilik içinde mini
222
bir farklılık, bir ayrılık. Tabii bunu neye söylüyorsun. Çünkü “Sizin hizmetiniz” deyip de, başarıları
ifade ederken böyle bir insanın o başarıları gözyaşlarıyla ifade etmesi çok manidardır. Dedi ki; “Bu
müesseseleri gördüm. Her birisi dünyayı idare edecek büyük saraylar gibi geldi. O saraylarda beni
gezdirdiler. Bir yere gelince o saraylarla alakalı insanları, görünce, anladım ki meğer dünyayı idare
eden o saraylar bu hizmet ve bu hizmetin arkasındaki insanlarmış” dedi. Ve hıçkıra hıçkıra ağladı. Ve
sonra arkasından ayrıbir şey anlattı: “Gördüm ki yine” dedi. “Anadolu seller içinde, seylâplar içinde. O
seller binalar? önüne katıp bir kütük gibi sürükleyip götürüyor. Ve herkes endişe telaş içinde. O esnada
ümitlerin ayakta kalması düşünülemez. Herkes sarsık, belki her vicdanda yeis yaşanıyor. Fakat o
esnada nereden çıktığı belli olmadan birden Bediüzzaman belirdi. O selin içinde, sizin yurtlarınızı,
pansiyonlarınızı, evlerinizi, kaya gibi kucaklıyor, selin önüne koyuyor ve bir baraj yapıyor. GAP barajı
gibi bir baraj yapıyor. Derken sular çekildi. Zararlı olma durumu inkitaa uğradı. Ve faydalı bir
baraj haline geldi. Anadolu da seylâpların erozyonundan kurtuldu.” Bunlar iki sene evvel derin
duygularla, coşkun heyecanlarla anlatıldı.”

Hizmet’in İzmir’de başlamasının da bir hikmeti vardır. Levanten, Rum ve Ermeni nüfusu nedeniyle
Osmanlı döneminden beri ‘Gavur İzmir’ denilen bu şehir Eylül 1922′ün ilk haftası kaçan Rumlar
tarafından yakılmıştı, yıkılmıştı. Cumhuryet’in ilk 50 senesinde de İzmir, dinin merkezi değildi.
1966′da Hocaefendi, Edirne’den Kestane Pazarı camisine imam ve vaiz olarak atandığında tarihin akışı
değişti. Kur’an Kursu’nda beş yıl boyunca müdürlükte yapan Hocaefendi, Kestane Pazarı Cami vakfı
kurucu ve yetkililerini zor durumda bırakmamak için öğrenci kamplarını hep kendi bulduğu bütçelerle
dışarıda yapmıştı. 1968′de Buca’da ilk kampa gittiklerinde 75 öğrenci vardı ama bunların erzak ve
iaşesini nasıl karşılayacağını bilmiyordu. 30 yaşındaydı, o yıl ilk defa hacca da Diyanet görevlisi
olarak gidecekti. İkinci sene 1969′da Manisa kampında öğrenci sayısı 250′ye çıkmıştı. Tüm bunların
masrafını karşılayan fakir İzmir esnafıydı. Hocaefendi, 1969’da İzmir’de Tepecik mahallesinde ilk Işık
Evi sayılan dersaneyi açtığında üniversite ve lise öğrencisi talebelerini burada eğitmeye başlamıştı. Bu
evde kalanların hepsi daha sonra Gülen’in kuracağı sosyal hareketin önde giden atlıları ve üst düzey
yöneticileri olacaktı. İçlerinde kimler yoktu ki… Abdullah Aymaz, Mehmet Atalay, Ali Candan,
Hüseyin Rencber, Halil İbrahim Uçar, Mehmet Kadan ve İlhan İşbilen. Fehmi Koru ile Abdullah
Aymaz aynı lisede okuyordu ve Koru Gülen’in tedrisinden geçen ilk talabelerdendi. Nur talabelerinin
öğrenci dersanesi nasıl çalıştırılır hiç biri bilmiyordu. Bu nedenle staja ihtiyaçları vardı.

Gülen, kırk kişilik bir topluluk oluşturarak Ankara’da Dışkapı semtinde Nur apartmanında oturan
Bayram Yüksel’in dersanesine bir gezi düzenledi. Aynı gün başka bir yerden gelen 40 kişilik başka bir
grupla evde 80 kişi olmuşlardı. Evde olanlara şahit olan, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
öğrencisi Bekir Aksoy, Fethullah Hocaefendi’yi ilk defa orada gördü. 31 yaşındaki bu genç bu
dünyadan değildi. Hal ve haraketleri, edebi, saygısı, oturuşu bir başkaydı. Dizleri üstünde genç bir
medrese talabesi gibi tir tir titriyor, buram buram terliyordu. Bayram Yüksel, ders yapması için
Risaleyi Nur’u genç Fethullah’a uzattı. Uzun boylu, yakışıklı, yüzünden nur damlayan Gülen
Hocaefendi’nin dilinden tek bir kelime döküldü: Estağfirullah…

Bayram Yüksel, ısrarla Gülen’in dersi okumasını talep ettikce hep estağfirullah kelimesini işitti.
Bardaktan boşanan yağmur altında kalmış gibi sırılsıklam ter olan Hocaefendi, edep ve terbiyesinden
kıpkırmızı olmuştu. Bir büyüğün karşısında nasıl oturulur, nasıl konuşulur hal lisanıyla gösteriyordu.
Bekir Aksoy, çok etkilenmişti. Eski evliya menkibe ve siyer kitaplarında gördüğü bir tabloydu bu.
Kitaplarda kaldı, bir daha yaşanmaz sanıyordu. Tam 40 defa Gülen Estagfirullah dedi ve Bayram
Yüksel’in olduğu ortamda Risaleyi Nur’u okumaktan hayâ etti, saygıda kusur etmedi. Gülen’in
karakter ve ahlak yapısına aşık olan Bekir Aksoy, herkes gittikten sonra Bayram Yüksel’e şunu
söyledi. Bu şahıs, Fethullah Gülen çok büyük bir şahıs olacak, ömrümün sonuna kadar ona hizmetçi
olmak isterim. 1979’da ABD’ye imam olarak gönderilen ve orada kalan Aksoy’un bu duasını Cenabı
Allah kabul edecekti. 1992 yılında Fethullah Gülen ilk defa ABD’ye geldiğinde yanından yer almayan
Aksoy, 1997’de ikinci gelişinde yine tercümanlık ve rehberlik yaptı. 21 Mart 1999’da Gülen’in zoraki
sürgünle daimi olarak ABD’de Pensilvenya’da kamp yerine yerleşmesinden sonra yanından hiç
223
ayrılmadı, özel kalemi oldu. Ankara’da ilk talebe hizmetlerini başlatan Bayram Yüksel ağabeydi ve
Bekir Aksoy’da en samimi ilahiyatta okuyan öğrencilerdendi. Hacı Bayram’daki meşhur 27 numaralı
ev çok hizmet etti. Bayram ağabey, iki dakika boş zamanı olsa hemen boynunda asılı duran torbadan
Risale-i Nur çıkarır, okurdu. Onun, Risale-i Nurlara böylesine bağlı olmasına her Nur şakirdi hayran
olurdu. Cenaze namazının bizzat Hocaefendi tarafından kıldırılmasını vasiyet etmiştir.
Hatta Bayram Yüksel, 1997’de dar-ı bekaya irtihal etmeden önce teveccühü en uç noktaya
taşıdı. Hocaefendi, Bayram abinin teveccühünü şöyle anlatıyordu: “Bayram abi enfes şeyler
anlattı bana. “Tamamen bu neşri size devredelim” dedi. Bunlar hep Allah’ın lütfu…”

Üstadı 1956’da tanıyan ve ABD’ye ilk Risaleleri götürme ve ABD Kongre müzesine hediye etme
emrini bizzat üstattan alan Hekimoğlu İsmail, bugüne kadar 55 yazdı, hepsini okudum. Mütevazi bir
Nur şakirdiydi. Bayram abiyi ve Gülen’i Hekimoğlu şöyle anlatıyor: Hacı Bayram Camii civarında çok
sade bir evde otururdu. Bir gün dedi ki, “Ben evde bir saat oturdumsa, bin kere tövbe etmem lazım. Bu
kadar çok talebe, bu kadar çok yapılması gereken iş varken…”

Yine bir gün Hacı Bayram 27 numaralı evde ders yapıldı. Bayram ağabey, dersten sonra ocağı yaktı,
kaynayan suya erişte attı, biraz da salçayla karıştırıp ikram etti. Dersten sonraki ikramlar için saatlerce
mutfakta uğraşmak diye bir şey yoktu. Başka bir gün yine bizi yemeğe davet etti. Gittik. Çorba
yapmış. On kaşıkta bir şehriye tanesi geliyor kaşığa… Amma o çorbanın tadını unutamam… Fethullah
Gülen Hocam’ın buyurduğu gibi, “Ben Hazreti Üstad’ın etrafında bir kısım itibarıyla hakikaten ümmi,
fakat hizmet felsefesine vâkıf öyle dâhilere şahit oldum ki, isim de tahsis edebilirim… Bayram ağabey,
mektep okumamış bir köylü çocuğu idi. Fakat vallahi-billahi-tallahi bir devletin başına koyun, o
nurları çok hazmetmiş olması itibarıyla, idare ederdi.”

Bediüzzaman’ın, “Japonya’ya Bayram’ı göndereceğim.” demesi üzerine bir kardeşimiz, “Üstad’ım,


oralara tahsilli ağabeyleri gönderseniz daha iyi olmaz mı?” diye sorar. Üstad der ki, “Tahsil değil, ihlas
hizmet eder…”
Birkaç ay önce Gülen’in Pensilvanya’daki kaldığı çiftlik evine gelen Teksaslı Amerikan gazeteciye
duvarda yazılı olan levhada ki ‘Burada ya ahireti konuş veya sus’ yazısını tercüme etti Bekir Aksoy.
Sonra da şaşkın şaşkın bakan muhatabının kafasındakileri okumuş gibi şunları söyledi: Siz dünya
çapında 150 ülkede faaliyet gösteren, okulları ve üniversiteleri olan bir sosyal hareketin liderinin
kaldığı mekanda herhalde dev bilgisayarlar, Uganda masası gibi ülke birimleri bulmayı bekliyordunuz.
Milyar dolarlarla oynandığına göre muhasebeciler ordusu çalıştırılıyor olmalıydı. Böyle hummalı bir
çalışma göremeyince şaşırdınız değil mi? Gülen sadece ahiret ile meşguldür, dünya kelamı etmez ve
ettirmez. Zaten kendini dinleyenlerden dünya makam ve zenginliklerine talip olmamalarını sadece
Allah’ın rızasını, hoşnutluğunu kazanmalarını istiyor. Siyasetten uzak duruyor.

İzmir’de Bornova’da Hisar camisinde Hocaefendi ilk vaaza başladığında Yaşar Tunagör
Hocaefendi’nin sohbetlerini kasede kaydeden Cahit Erdoğan da camidedir. Ancak kayıt aletini
getirmemiş, bu genç hoca yaşar hocadan daha iyi değilki kaydı hak etsin diye düşünmüştü. Vaaz boyu
kıvranmış durmuş, terlemiş, bin pişman olmuştu. O gün kendisine söz verdi, Hocaefendi’nin hiç bir
vaaz ve sohbetini kaçırmayacak ve kaydedecekti. İlk kayıtları gizli yapmıştı, zira çok mütevazi olan
Hocafendi ‘ben buna layık değilim’ diye izin vermiyordu. Onu ikna etmesi kolay olmamıştı. Tuzcu
Cahit Hacı Kemal Erimez’den yardım istedi. Hacı Ata’nın net tavrı olmasa belkide Hocaefendi
vaazlarının Cahit Erdoğan tarafından kayda alınmasına izin vermeyecekti. ‘Rahmetli Cahid Erdoğan
bey Bediüzzaman’ın sağlığında sesini kaydetmek için teybini de ziyarette yanında götürmüş,
fakat Üstad izin vermemiş ve Cahid ağabeye: “Bu teyb ilerde büyük hizmet edecek”
buyurmuştu. Daha sonraları bu teyb Fethullah Gülen hocaefendinin vaaz ve sohbetlerini ilk
kaydeden ve bizlere intikalini sağlayan Cahid Ağabeyin vesilesi ile aynı teyp olmuş, Üstadın
ihbarını da tasdik etmişti.’ Tuzcu Cahit abi ahir ömründe İstanbul Çamlıca’da yaşadı. Çamlıca
Kuran kursu’nun revirine bakan sağlık memuru olarak hergün iğnelerini vurmak için evine

224
gidiyordum. Allah rahmet eylesin, Cahit abinin kaydettiği kasetler bir neslin kurtarılmasında
önemli rol oynadı.

‘Evet’, dedi Amerikan gazeteci, burada kalan şahsiyet sanırım ruhani biri. Çok sade, mütevazi,
ruhaniyet ağırlıklı bir mekan. Bildiğim her şey yanlış olmalı. Buraya doğruları yazmaya geldim,
psikolojik savaş ürünü çakma haber peşinde değilim.

Elin Amerikalısı Gülen’i ve örnekleri kendinden olan 21. yüzyıla şekil veren veya verecek olan Gülen
Hareket’inin Türk İslam medeniyetinin ana kaynaklarını tanımaya, hiç olmazsa samimi gayret ediyor.
Ancak ülkemizin aydını halen suskun, medyası onca yediği yalanlama tokadına rağmen halen açık
arıyor…
28 Şubat 1997 sürecinde Gülen Hocaefendi’yi siyasete bulaştırmak isteyen derin devlet güçleri, fesad
komitesi medya ile el ele vermiş imaj bozma operasyonu sergiliyordu. 1998 Şubat ayında “İşte MİT
raporu” diye bir belge gazetelere düştü. Susurluk olayı patlak verince, MİT Başbakan Erbakan’a 17
Aralık 1996′da bir bilgi notu ulaştırmıştı. Bu notta 58 isim yer alıyordu. O rapor, MİT Müsteşarı
Sönmez Köksal tarafından Erbakan’a sunulmuştu. 58 isim arasında Tansu ve Özer Çiller’in, Mehmet
Ağar’ın, Mehmet Eymür’ün, çok sayıda mafya mensubunun, hatta Fethullah Gülen’in bile adı vardı.
1998′de gazetelerde yayınlanan MİT’e ait bilgi notunun bir bölümü kamuoyundan özenle gizlenmişti.
Bugün de gizleniyor. Çünkü o raporun her sayfasının altında bütün bilgilerin basından, özellikle
Doğu Perinçek’in Aydınlık adlı dergisinin 22 Eylül 1996, 17 ve 24 Kasım 1996 tarihli
nüshalarından alındığıbelirtiliyordu. Azerbaycan darbesi iddiaları, Çiller Özel Örgütü’ne ilişkin
haberler hep basın kaynaklarından derlenmişti.
Dediğim gibi her sayfanın altına “İddialar basından alındığı biçimde aktarılmıştır” diye ibare
düşülmüştü. Zaten, bu bilgileri Erbakan da o tarihte kamuoyuyla paylaşmıştı. Demek Milliyet’teki
haberin yeni bir tarafı da yok.

O raporda, meselâ Fethullah Gülen’in CIA bağlantısı şu şekilde anlatılıyordu: “Gülen, eski CHP
milletvekili Kasım Gülek ile yakındır. Gülek, Moon Tarikatı üyesidir. CIA bu tarikatla işbirliği
halindedir. Dolayısıyla Fethullah Gülen de CIA ile ilişkilidir.”

Aynı rapor, Gülen ile mafya arasındaki münasebeti de şöyle bir mantığa dayandırıyordu: “Haluk
Kırcı, Türkmenistan’da bulunduğu sırada ‘Hoca efendinin görüşlerine inanıyorum’ demiştir.
Çatlı’yı İsviçre’deki cezaevinden CIA kaçırmıştır; daha sonra Haluk Kırcı ölen Çatlı’nın yerine
geçmiştir.” Haluk Kırcı, Fethullah Gülen’e sempati duyduğuna göre, bir ucu CIA ve Mossad’a, diğer
ucu Susurluk’a dayanan karışık bir yumak işte bu şekilde ortaya çıkmıştır.

Beni hayrete düşüren, medyanın, yeni bir şeymiş gibi, Şubat 1998′de, kamuoyunu yönlendirmek
amacıyla paylaşılan bilgileri, ısıtıp yeniden gündeme getirmesidir. Bu raporun arkasında tekrar
hatırlatalım: Doğu Perinçek’in Aydınlık gazetesi var. Doğu Perinçek Ergenekon sanığı. Zaten MİT’in
yazdığı o bilgi notu da, kaynak olarak Aydınlık dergisini gösteriyor. Özellikle gazeteciler hafıza
zaafına uğrayınca, fark etmeden tehlikeli misyonları üstlenmiş oluyorlar.

Hocaefendi siyasilerle görüşmesinin nedeni şöyle izah ediyor: Siyasilerin bizimle görüşme talepleri,
elbette sadece benim şahsımdan kaynaklanmıyordu. Onlar, bizim arkadaşlarımızda gördükleri veya
zannettikleri potansiyel gücü, ‘rey’e çevirebilmek cehdi ve gayreti içindeydiler. Aslında bir siyasi lider
için böyle bir davranış gayet normal ve tabiidir, ancak, eskiden beri ruhuma hakim olan bir düşünce
vardır. Bu adamlar politikacıdır; görüşmeleri, konuşmaları hep birer siyasî yatırım olabilir. Bugün
burada bizimle oturur bir şeyler konuşurlar. Yarın gider bunu bir yerde kendilerine malzeme
yapabilirler. Bu iş basına akseder ve bunun tekzibi de mümkün olmaz, ancak, tavrımızın siyaset üstü
olduğunda şüphe edilmemelidir.

225
Fethullah Gülen Hocaefendi, mürşidi Said Nursi gibi, ‘siyasetden şeytandan kaçar gibi kaçan’ ve
takipçilerini kesinlikle siyasete sokmayan tek sivil ve dini toplum örgütü lideri Türkiye’de. Her seçim
döneminde bazı isimler gündeme yalan yanlış getirilir. Gülen, hiç bir zaman ‘şuna oy verin’ diye
yönlendirme yapmayacak kadar demokratik, nezaket sahibi biri. Tüm siyasi parti liderleri kendisiyle
bu beklenti ile görüştü, iskeleye yanaştı; ama sonuç alamadı. AK Lideri ve Başbakan Recep Tayyip
Erdoğan buna dahil. 12 haziran 2011 genel seçimi öncesi ısrarla the cemaatden 50 milletvekili isteyen
ve ısrarla göndermeyen Gülen değil mi? Erdoğan’ın aşırı talebinden sonra bugün AK Parti
saflarında milletvekili olan İlhan İşbilen ve Muhammed Çetin’den başkasına kefil olmayan ve
‘yapmasalar daha iyi olur’ diyen Gülen’i ve the cemaat’ı politika yapmakla suçlayanlar insafsız,
vicdansız, karaktersiz değil mi? Gülen siyasete girdiği, gücü, parayı, makamı ve iktidarı elde ettiği
halde imanen, kalben sağlam kalabilmiş tek bir insan tanıdığını söylüyor. Merhum şehidimiz Turgut
Özal. Gülen, birde merhum diğer şehidimiz Muhsin Yazıcıoğlu’nun bir siyaset adamı değil bir alperen
olarak orada bulunduğunu dile getirerek yiğide hakkını veriyor. Gülen’in kısacası siyasette harcayacak
talabesi de yok, boşa harcayacak zamanı da.

O, tüm halkımızı kucaklamak, siyasi tefrika yoluyla bölmek istemiyordu. Elbette sorumlu bir vatandaş
olarak görüşlerini söyleyecek ve elinden geldiği kadar kendini sevenleri yönlendirecektir. Bunun adına
siyaset yapmadan siyaset yapmak denir. Siyasilerle irtibatını sağlayan, yıllarca yanında bulunmuş
yetkin bir iş adamı, Aralık 1995 seçiminde Gülen’in haberi olmadan DYP Lideri Tansu Çiller’e gidip
‘beni İstanbul’dan birinci sıradan birinci aday yapacaksınız’ diye girişimde bulunduğunda Çiller bile
buna inanmamıştı. Çiller’in sordurmasıyla bunu öğrenen Gülen’in sinirlenerek bayıldığını ve ‘bu
zatla ilgimiz yoktur’ diye Zaman gazetesine ilan verdiğini hatırlıyorum. Bu zat hatasını anlamış, iki
gözü iki çeşme ağlıyordu. Bu zatı muhteremi Çiller’in 1995′de Bakü’ye yaptığı gezide yakından
tanımıştım. Gezi programına Bakü Türk Koleji ve Kafkas Üniversitesi alınmayınca köpürmüş ve
büyükelçinin canına okumuştu. Çok samimiydi. Çiller onu kıramadı ve büyükelçiye rağmen ayak
üstüde olsa Azeri lider Haydar Aliyev ile Kafkas üniversitesini ziyaret etti. Ancak Bakü Büyükelçisi
Ömür Orhun, Bakü Türk kolejine adım atmamakta yeminliydi. Aralarında çıkan laf dalaşı, muhteremin
büyükelçi Orhun’un gözünün üstüne bir yumruk atmasıyla kavgaya dönüştü. Korumalardan önce ben
araya girdim ve ayırsamda ikinci yumruğuda yedi büyükelçi. Gözleri mosmor olunca kara gözlük
kullanmak zorunda kaldı. Bu kadar samimi olan birinin ihanet edeceğini hiç sanmıyordum. Daha sonra
ortaya atılan, ‘evvelden sokulmuş uyuyan bir ajan’ olduğu yalanlarına hiç inanmadım, inanmayacağım.

Ancak şu gerçeğide gözardı edemem. Muhteremin bol para harcama ve lüks yaşama zafiyeti vardı. Bu
nedenle bir yandanda Turgay Ciner’in adına açtığı hesaba yatırılan 60 bin doları afiyetle yedi ve
İstanbul’da Beykoz’da tahsis edilen evde kalıyordu. Park Holding’in 10 yıllık dönem bilançolarına
maliyeciler bakarsa bunu görecekler, benim nasıl bildiğimi ise sormayın, gazeteci kaynaklarını
açıklamaz. Gülen, bir ay huzuruna onu kabul etmedi. Bir hafta geldi, onun dergahında ağladı. Yüzüne
dahi bakmadı. Affetme ufku geniş Gülen, nihayet onu bir daha Türkiye’ye dönmemek ve tüm
zamanını bu hizmetlerde sarfetmek kaydıyla, Afrika’da hizmete gönderme şartıyla affetti. Ama
dinlemedi. Tersini yaptı, bir defa şeytanların kucağına düşmüştü. İmtihanı kaybetmişti, nefsine
yenilmişti. Bir gün geri döneceğine, hatasını anlayacağına inanıyorum. Bu hizmetin çayını çorbasını
içen unutamaz. İşte Gülen budur. Teklif var, ısrar yoktur ama kendini bırakanı kendi adına affetsede,
the cemaat’a zarar verdiği, Hakkın hukukuna tecavüz ettiği için hesabını Allah’a verecektir, ahirette
mutlaka ince hesap görülecektir. Doğan içinde, generaller içinde aynı durum söz konusu. 28 Şubat
davası bu dünyada belki bir sorunu çözer ama büyük mahkemedeki hesaplaşmada kıl kırk yarılacak ve
hesap çetin geçecektir. Gönül isterki hesap o tarafa kalmadan bu dünyada eşeklik edenler çıksın özür
dilesin, neyse cezası çeksin, toplumda barış ve huzur olsun. Böylelikle bir daha aynı palavralar
atılmaz. Adalet yırtılmaz.

Peki kim olabilir bu Gülen’i tehdit eden şantajcılar? Gülen, ‘bu sırlar benle mezara gidecek’
diyor ama biz tek tek inceleyelim. Merhum Necmeddin Erbakan’la ilk yüzyüze buluşmam 1989
belediye başkanlığı seçimleri öncesine rastlar. 20 yaşında Alanya’da genç bir esnaftım; gazeteci
226
değildim. 30 yıldır Erbakan’den medet uman, emekli asker olan babamı Erbakan Alanya belediye
başkanlığı adaylığı için düşünüyordu. Dar daireli bir ev toplantısında Erbakan, ‘Özal ve Fethullah
Gülen, CIA’nın ajanlarıdır. Bir numaralı düşmanımız Zaman gazetesi ve Gülen Grubudur’ dediğini bu
kulaklarımla duymasam inanmazdım. Erbakan’a göre kendi partisine oy verenler müslümandı;
vermeyenler’ patates din’indendi. Kıpkırmızı olmuştum, babamı adaylıktan vazgeçirdim, yine de
babam seçim kampanyasında tüm araçlarını onlara tahsis etti. Ses çıkarmadım. Bu olayı birkaç yıl
sonra Gülen’e bir talabesi vasıtasıyla ulaştırdığımda Gülen’in ‘Susma, yorum yapmama hakkımı
kullanıyorum’ dediğini ibretle öğrendim. Gülen’in ufkuna, vizyonuna aşık oldum. Erbakan’ı ülkemize
getiren ismin Faruk Gürler ve Muhsin Batur paşlar olduğunu yıllar sonra öğrenecektim. Dini yapıları,
tarikatları tek elde toplayıp kontrol etmek isteyen Gladyo ve Türkiye’deki generalleri Erbakan’a
yumurtaları tek sepette toplama görevi vermişti. Gülen’in siyasete girmeme kararına Erbakan 1970
öncesi pek bozulmuştu. Erbakan, Gülen’in Buca ve Manisa’da öğrencilerle yaptığı kamplara tam üç
kez geldi ve hepsinde Hocaefendi’den ‘ Biz siyasete girmeyeceğiz’ kelamını işitti. Son geldiğinde
Gülen, Erbakan ile yüzyüze görüşmek istememiş, yalan söylemek istemediği için de elindeki sopla ile
bir yerde bir daire çizip, ortasına sopayı değdirip’ Burada yokum’ deyin lütfen diye mesajını iletmişti.

1994 belediye başkanlığı seçimlerinde RP’nin başarısını tüm hezeyanlarına rağmen sevinmiştim.
Aralık 1995 seçimlerinde Gülen’in ne düşündüğünü öğrenmek için Altunizade’de sohbetine girmek
istemiştim. Yurt dışında olduğum için o zamana kadar hiç oy kullanmamıştım, ilk defa yurtdışına
giderken hava alanında oy kullanacaktım. Gülen, yanlış anlaşılır düşüncesiyle kimseyle
görüşmüyordu. Küçük bir imasınını bile yanlış yorumlayanlar oluyordu. Sürekli onla görüşenler bile
yanına giremiyordu. Bu kafa karışıklığıyla hayatımın en büyük hatasını yaptım ve RP’ne oy attım. Bu
dönemde Gülen Grubu’na ciddi baskılar vardı, şantaj dostlardan da geliyordu. Erbakan’a kızgın
olmama rağmen ‘ehveni şer’ diye ona oy atmam, Milli Görüşcü kardeşlerden nefret etmediğimi
yeterince göstermiyor mu? Bugünde AK Parti’ye ‘ehveni şer’ diye oy veren çoktur. Sanıldığı veya
uydurulduğu gibi the cemaat iktidarı AK Parti ile yarı yarıya paylaşmıyor veya iktidarı ele geçirmeye
çalışmıyor. Mevlana’nın parti kurması ve hükümeti ele geçirmesi için organize çete kurması ne kadar
saçmaysa Gülen’in ve takipçilerine isnad edilen iftiralar o denli saçmasapan, bilumum şeytanların
çıkardığı fitne fesatlardır vesselam.

1996′da REFAHYOL hükümetinin başbakanı Erbakan çok şımarmıştı. Gülen’i siyasi rakip olarak
görüyordu. Bazı odaklar, bu sıralarda Gülen ile Erbakan’ı karşı karşıya getirmek için ince oyunlar
oynadılar. Gülen’i onaylar gibi gözüktüler. Gülen, bu devreyi lehine iyi kullanarak hoşgörü ve diyalog
girişimleri başlattı, medyanın her çeşitinde boy göstererek derdini çok iyi anlattı, zenginler kulübü
patronları ile iftarlarda buluştu. Rahmi Koç ile aynı masada iftar açtı. Cumhurbaşkanı Demirel, onun
elinden hoşgörü ödülü aldı, sanat dünyası ve entellektüel kesim onu keşfetti, açtırdığı okulları gezdi.
Daha sonra Hava Kuvvetleri Komutanı olan MGK Genel Sekreteri Orgenaral İrfan Kılıç,
Selanik’te Atatürk’ün adına bir İmam hatip mahiyetinde okul açtırması konusunda Gazeteciler
ve Yazarlar Vakfı Başkanı Harun Tokak vasıtasıyla Gülen’e mesaj gönderdi. Gülen, ‘neden
imam hatip istiyorlar ki, laik okul olsun daha iyi’ dedi. Afganistan ve Kuzey Irak’taki Türk
okullarının açılımında arada referans olarak meşhur statükocu İhsan Doğramacı vardı. Doğramacı, bu
devrede Bakü Türk kolejine yaptığı ziyarette değişmişti. Yıllardır sövdüğüm adamı okula götürmek
için kapısında üç gün yatmıştıkda, Doğramacı’yı zor ikna etmiştik. Bunun hikayesinden bir roman
çıkar ya, neyse. MİT ve derinciler, Doğramacı olur verince bu okullara Kuzey Irak ve Afganistan’da
destek verdi. Bazıları, eşek ya, semerlerini yediler; Gülen’i avlamak isterken avlanmışlardı. Barış ve
huzur ortamını bozmak için devreye giren fitneci güruhu, Gülen’in oluşturduğu bütünleşme, bir, diri ve
iri olma misyonunu 1999′daki maskeli baloda baltaladı.

Bunun için Erbakan’a akıl almaz bir iş yaptırdılar veya kendisi bunu seve seve yaptı. Bilemiyorum,
günahı kendi boynuna. Tarihten ders alınmazsa tekerrür eder diye bunu hatırlatıyorum. MİT’de
Terörle Mücadele Başkanı olan Mehmet Eymür’ün meşhur 2. MİT raporunu yazdı ve the Cemaat’a ilk
çeltik atıldı. Mesut Yılmaz Başbakan olunca Kutlu Savaş’a meşhur Susurluk Raporunu yazdırdı.

227
Mafya ve karanlık ellerle irtibatlı 58 isim üzerinde duruluyordu. Erbakan, başbakanlığa gelen MİT
raporuna 59. isim olarak hiç ilgisi olmadığı halde Fethullah Gülen’in ismini ekletti veya onun
haberi olmadan eklediler. Bugünkü MİT krizine ne kadar benziyor. Bununla kalmadılar. İstihbarat
örgütlerimizin hızlı ’007 James Bond’u kod adı ‘Yeşil’ olan Mahmut Yıldırım ile Gülen’in ilgisi
olduğu ortaya atıldı. Zaman gazetesi, Yeşil’in cep telefonuyla kimlerle görüştüğüne ilişkin bir listeyi
sekiz sütuna manşet verdi. Sesleri kısıldı. Yeşil, MİT’den JİTEM’e kadar tüm istihbarat örgütlerimize
çalışan başbakandan bakanlara, üst düzey askerlerimize kadar herkesle pervasızca telefonla görüşen
derin bir adamdı. İlgisi olamayacağı Gülen’le irtibatlandırma, kamu oyundaki olumlu imajını yıkmaya
yönelikti. Erbakan’ın toplumu geren konuşmalarını Gülen ustaca yatıştırdı. İçimizdeki beyinsizlerden
dolayı milyona yakın insanı toplama kamplarında öldürmek isteyen dıştaki şeytanlar ve içteki
yardakçılarına manevralarıyla Gülen engel oldu. Bu dehşet planın ayrıntılarını yakında açıklayacağım,
küçük dilinizi yutacaksınız. O zaman Gülen’in ülkemizi nasıl bir badireden kurtardığını
anlayacaksınız.

28 Şubat sürecine gelinmesi, başörtüsü krizi Erbakan’ın belkide bilinçli ahmak politikalarının
sonucudur. Bilinçli değilse bile o güne kadar Özal’dan beri sorun olmayan baöörtüsü ile
üniversitede kızlarımızın okuma şansını Erbakan, sarfettiği ‘Rektör başörtülüye selam duracak’
cümlesiyle elleriden aldı. Halbuki Erbakan deha seviyesinde zeki biri, böylesine açık hataları
neden yapıyordu? Bu dönemde Allah’a, peygambere küfredecek kadar din düşmanı olan bir azınlık
gemi azıya aldı. Eski Cumhurbaşkanı Demirel’in hükümeti kurma görevini, ekibini tasfiye ettiği için
kızgın olduğu Çiller’e değilde azılı rakip partisi ANAP’ın başındaki Mesut Yılmaz’a vermesi
düşündürücüdür. Asker baskısıyla DYP’den itifa eden Demirel’in truva atları, Yalım Erez sendromu
siyasi tarihimize kara leke olarak geçti. Bu talep askerlerden gelmişti. 6 defa gidip 7 defa gelen
Demirel koltuğa sıkı sıkı yapışmıştı, artık gitmek istemiyordu. İstediği kadar ’28 Şubat’ın başına
geçerek zararı azalttım ve milletimi hizmet ettim’ desin, şeytanların kurguladığı oyunda kuklaydı.
Çiller’in yakıştırmasıyla ’28 Şubat’ın Onbaşısı’ olmayı içine sindiren Mesut Yılmaz, siyasi kariyerini
bitiren biçimde ‘post modern darbecilerle-kolkola’ görüntüsünü çekinmeden verdi. 1998 Eylül’ünde
Zaman gazetesinde köşe yazmaya başlayan sürgün yazar Mehmet Barlas, henüz 22. yazısını yazmıştı
ki, birden ayrılmak zorunda kaldı. Demirel ve Yılmaz’ın azılı düşmanı Barlas’a Zaman’ın kapı açması
üzerine Mesut Yılmaz, Zaman gazetesini Barlas’ın ifadesiyle tehdit etti ve şantaj yaptı. Daha sonra
başka bir partide faaliyet gösteren genel başkan yardımcısı, eski vali Hayri Kozakçıoğlu telefonla
arayarak ‘Barlas’a yazdırmaya devam ederseniz. Okullarınızı kapatırız.’ şeklinde bir şantaj savurdu.
Ben buraya kadarını biliyorum. ANAP Muhabiri arkadaşım Ömer Şahin daha fazlasını bilir. Anlaşılan
şantajın boyutu daha büyüktü. DGM savcısının hazırladığı komplo iddianameye destek verilmesi de
söz konusuydu. Verildi de. ANAP’ı tarih sahnesinden silen işte bu görüntüdür.

1988 Mart MGK’sında Fethullah Gülen dosyası masaya yatırılmıştı. Dışişleri ve İçişleri’nden gelen
olumlu raporların karşısına MİT masaya, eski Ankara Emniyet İstihbarat Bölümü’nden telekulak
skandalı nedeniyle tasfiye edilen Cevdet Saral ve Osman Ak ekibinin raporunu koydu. Başbakan
Ecevit’in Gülen’i savunan açıklaması oy avcılığı için değildi. Ecevit, 1992′de Gülenle iki defa
görüşmüş onun samimiyetine inanmıştı. Gazeteci Sadullah Amasyalı arkadaşım Ecevit’e Gülen’i
tanıtmasa, bu açılım olmazdı. Elbette Allah’ın takdiri, planı ve dilemsi vardı ama bireysel emekler
unutulmamalı. Gülen taraftarlarının DSP’ye oy verdiğini, tabii bazı saftorik arkadaşlar hariç,
sanmıyorum. Gülen’i bitirmek için çalışan ekip pes etmemişti. Artık Ergenekon’un gerçek karakutusu,
Albay Ergenekon Veli Küçük’ün Osman Gürbüz adlı bir tetikçiye öldürttüğü anlaşılan Necip
Hablemitoğlu, dananın kuyruğunun kopma noktasıdır. Hablemitoğlu ve ekibine, Gülen’le ilgili
yalanda olsa raporlar hazırlamasını, Orta Asya ve Azerbaycan’da imajının sarsılması için derinciler
destek verdiler. Hablemitoğlu başarılı olamadı. İtiraf etmeliyim, bu konuda zamanında fitneden
haberdar olup Azeri medyasını evvelden örgütledim ve Hablemitoğlu Bakü’de sap gibi ortada kaldı. 28
Şubat Ekibi genel koordinatörü, Başbakanlık başdanışmanı ünvanını taşıyan eski Deniz Kuvvetleri
Komutanı Güven Erkaya idi. Erkaya, Rus Lider Boris Yeltsin ile görüşüp, ‘Gülen’in okullarını
kapatırsanız sizden silah alırız, helikopter ihalesini size veririz’ diyecek kadar şantajı ve yemlemeyi
228
bilen biriydi. O sırada Allah, Üzeyir Garih’i Gülen’in yardımına gönderdi ve Rus liderleri ikna eden
Garih, Erkaya’nın akıl almaz oyununu bozdu. Erkaya eceliyle öldü, ancak Garih’i kimin öldürttüğünü
arayanların daha derin araştırma yapmasını tavsiye ederim. Garih, Gülen’i savunduğu için global
şebeke tarafından infaz edildi. İsrail’den gönderilen ve TÖMER’de Türkçe dersi aldıktan sonra tetikci
Yener’i ayarlayan, ancak Yener beceremeyince infazı yapan kara kuru kızı MOSSAD’ı araştırın savcı
beyler!

Karanlık odaklar Gülen’in idam fermanını 1999 başında imzaladı. Suikastla öldürülmesi, İBDA-C adlı
sözde ‘İslami terör örgütü’ne ihale edildi. Bu örgütde Özel Harpci askerlerimizin çakma kuruluşudur.
Gülen’in derhal ülkeyi terketmesi, aksi halde öldürüleceğini haber veren isim Ecevit’in o dönemdeki ‘
kara kutusu’ yardımcısı Hüsameddin Özkan’dı. Ecevit ciddiye almaz diye bizzat kendide aradı ve
uyardı. Gülen, 22 Mart 1999′da ülkeyi terketmeseydi, öldürülecekti. 1999 genel seçimi öncesi tablo
böyleydi. Gülen takipçilerinin bu karanlık tabloda kime oy verdiğini bilemiyorum. Ancak büyük
oranda MHP’ye kaydığı söylenebilir.

Oysa MHP, bu partiden ayrılarak BBP’ni kuran Muhsin Yazıcıoğlu’nun aklını Gülen’i çeldiğini
düşünerek ona kin biliyordu. Halbuki böyle bir durum söz konusu değildi. Yazıcıoğlu’nun Gülen’e
olan sevgisi bu iddialara neden olmuştu. Azerbaycan ve Orta Asya’da Gülen Grubu’nun önünü kesmek
için rahmetli başbuğ Alparslan Türkeş talimatlar vermiş ve Azeri lider Elçibey’in aklı 1992-1993
periyodunda çelinmişti. Kullandıkları iftirayı hep gizledim. ‘Bunlar kene gibidir, kanınızı emerler’
demişlerdi saf Elçibey’e. (Kendi ağzından duydum) 1996′da günah çıkartan Türkeş, Gülenden özür
dilemiş ve onun hizmetlerini takdir etmişti. Elçibey ise 1998′de ve ölmeden önce Ağustos 2000′de
bana verdiği son röportajında günah çıkardı ve Gülen’den affını istedi, hatta yaz dedi, bende
‘Fethullahçıyım’. Gerçi Zaman’ın editörleri taşra baskısında girdikleri bu ifadeyi şehir baskısından
çıkardı ve Elçibey’in tevbesine inanmadı ama ben samimiyetine şahidim, inanıyorum. Bu açılımdan
sonra MHP’nin 28 Şubat süreci sırasında Gülen’e şantaj yapacağını sanmıyorum. MHP’de böyle
‘şerefsiz’ bir siyasetçi göremiyorum. 28 Şubat sürecinde bize en fazla bilgi sızdıran Erkan Mumcu ve
bazı onurlu MHP milletvekilleri idi. 28 Şubat’ın gerçek kitabını yazarsam belki isimlerine yer veririm
ve tarihe bu gizli kahramanlar geçmiş olur. Mumcu, derinci güce teslim olmasaydı, geçmişte yaptıkları
ile kahramanlaşabilirdi, kendi ayağına asker tehditi (İsmail Hakkı Karadayı telefonu olayı) nedeniyle
2007′de kurşun çıkarak siyasi hayatını kara leke ile noktaladı. Bugünkü MHP’nin Devlet Bahçeli
başkanlığında izlediği politika talihsizdir, birileri sanki MHP’ye şantaj yapıyor, Engin Alan gibi
2001′den beri Ergenekon’un operasyon başkanı olan birini zorla milletvekli yapmaya çalışması buna
en bariz delildir. MHP ve başkanı Ergenekon’un esiri gibi davranıyor. Pek çok ülkücü arkadaşım
şokta, hakkı savunması gereken mert ülkücü kardeşlerim iki arada bir derede beynamaz durumundalar.
Yetmedi mi sayın Bahçeli!

1999 seçiminde hüsrana uğrayan ANAP ve DYP, Gülen Grubu’ndan oy alamadığı için kızgındı.
Gülen’e her zaman kibar davranmış, aslında hırçın biri olmayan CHP Lideri Deniz Baykal, zaten oy
beklemediği için Gülen’e şantaj yapan parti ve lideri olamaz. Baykal derinlerden aldığı icazetle siyaset
yapmış ve tasfiye edilmiş biri olsada samimi inançlı biridir. Seks kasediyle tahtından edilen Baykal,
okyanus ötesine selam çakarak, fitnenin çok yakınındakiler tarafından çevrildiğini itiraf etti aslında.
Tansu Çiller, Asya Finans’ın açılış törenine katılmış ve Gülenle aynı ortamı paylaşarak hizmetlerinden
dolayı teşekkür etmişti. Bu dönem Gülen’i herkesin alkışladığı bir dönemdi. Asıl yiğitlik onun
hakkında asılsız iddialar, iftiralar atıldığı 1999 Haziran fırtınasında onu savunabilmekti. Çiller bu
cesareti gösteremedi. Ne Yılmaz, ne Çiller, ne Bahçeli, ne Demirel iki çift olumlu laf etti. Sadece
Muhsin Yazıcıoğlu, Hasan Celal Güzel ve Ecevit, ‘erkek’ çıktı. Daha önce Gülen Grubu’nun önünü
Azerbaycan ve Orta Asya’da açmak için defalarca referans mektupları yazan, elinden ödül alan
Demirel’de inanılmaz bir ikiyüzlülük gösterdi. TRT’de kartlaşmış bir dinazor olan Kutlu Altuğ’un
karşısına geçip, ‘Madem Gülen devleti ele geçirecek, parti kursun’ diyecek kadar saçmaladı. Demirel,
cumhurbaşkanlığının sonuna kadar darbecilerin sözlerini dinleyen, bunca yıldır kendisini desteklemiş

229
seçmenini aldatan bir profil çizdi. 28 Şubat davasında yargılanması gerekir. 40 yıldır milletimizi nasıl
uyuttuğunu anlatsa yeter.

Çevik Bir ve ekibi, 28 Şubat sürecinde inanılmaz şantaj, tehdit usüllerine başvurdular. 1998 Mart
MGK’sında Gülen’in ipinin çekilememesinin baş sebebi, o dönemde Dışişleri Raportörü Bakanlık
Müsteşar Yardımcısı, daha sonra Müsteşar, sonra Washington’da 5 yıl büyükelçimiz, emekli olduktan
sonra ise ASAM’ın başına geçen ve bugün CHP Adana milletvekili ve CHP Genel Başkan Yardımcısı
olan Osman Faruk Loğoğlu idi. Bir ve ekibi Loğoğlu’nun evine 31 Mart 1998 aşkamı giderek olumlu
raporunu değiştirmesi için şantaj yaptı ve cesur yürek Loğoğlu’ndan ‘yanlış biliyorsunuz, bu okullar
Türkiye’nin imajını parlatıyor’ nasihatı dinledi. Babam kadar sevdiğim ‘kankam’ Loğoğlu şaşırmasın,
bu olayı ondan duymadım, o akşam orada olan Bakü’deki devletin açtığı okulun müdürü Mehmet bey
anlattı. Bakü büyükelçiliğimizin Basın Müşaviri Turgut Er ise, Loğoğlu’nun Bakü büyükelçisi iken
yazdığı ve MGK’ya sunduğu büyükelçiler raporunu bana okuttu. Loğoğlu’nu CHP’deki konumu
nedeniyle anlıyorum, yinede kamu oyunu doğru bilgilendirme sorumluluğu var. Aydın, demokrat, asil
duruşunu sergilerse, CHP belki ileride iktidar olur. Yobaz ve bağnaz anlayışla halkın gönlünü
kazanması ise çok zor.

İsmail Hakkı Karadayı eminim 1 Nisan 1998′de Bakü havalimanında kendisine yaptığım 1 Nisan
şakamı asla unutmamıştır. Şaka değildi tabi. 1918′de şehit olan Türk askerine anıt mezar
yapılması projesini Azerbaycan Zaman’ın manşetine taşımıştık, bu projeyi havalimanında ona
zoraki olarak anlattım. 5 dakika elini sıktım bırakmadımda dinlemek zorunda kaldı.
Karadayı’nın the cemaat’ı infaz ettirmediğini o gün anladım. Teşekkürler, biz iyiliği unutmayız.
Türk askerine anıt mezarı Şehitler Hıyabanına yaptırdığınız içinde şükran borçluyuz. Biraz biz
zorlamış olsakta önemli olan neticedir. Değil mi sayın Saldıray Berk? Siz o gün orada Bakü
Askeri Ataşesi olarak bulunuyordunuz. The Cemaat’ın zararlı değil faydalı olduğunu en iyi
bilenlerdensiniz. Keşke insaflı, vicdanlı olabilseydinizde bugün hakkınızda açılan davada
işlediğiniz suçları hiç işlemeseydiniz.

Bir ekibinin Nisan 1999 MGK’sına sunduğu ve kısmen kabul ettirdiği irticaya karşı yaptırımlar
konulu politika önerileri ve Nisan 2000′de alınan 109 emirin birer kopyası elimde. Getiren MHP
milletvekillerine şükranım. Bu belgeyi Zaman Haber müdürü Ali Akkuş yakınlarda yayınladı. 28
Şubatcıların yargılanmasını sağlayacak asıl hukuki belge budur. İddianame açıklanınca göreceğiz. 28
Şubat kararlarından daha dehşetlisi olan bu rapora göre, Gülen’in okullarına el koyup, başlarına Milli
Eğitim’den müdürler tayin edilmesi, yurtlarının tasfiyesini öngörmüştü. Ecevit’in ‘ iç savaş çıkar’ diye
itiraz etmesine kızan Bir, bunun üzerine Gülen’le ilgili DGM sürecinin başlatılması ve grubunun
tahakküm altına alınması için senaryolar üretti, medyayı top gibi kullandı. Ancak emekli edildikten
sonra medya sözünü dinlememeye başladı. Hele cumhurbaşkanı adaylığı fiyaskosu ile iyice gözden
düştü.

Hocafendi, eğer ahirette insanlara şefaatci olmak, kurtarmak için elinde yetki olsa ilk kurtaracağı iki
ismi telaffuz ediyor. Biri 1966′da İzmir kahvehanelerine gidip halk sohbeti yapmaya çalıştığında ona
hakaret etmelerini engelleyen Eşrefpaşalı Koca Yusuf adlı ismi cismi pek bilinmeyen biri. Demek ki
Hocaefendi kahvehanelerde insanların ağır küfürleri ve vurdumduymazlığından öylesine sıkılmış ki,
Koca Yusuf’ın ‘ Kesin ulan, dinleyeceksiniz bu hocayı’ diye kahvehaneyi susturmasıyla ilk defa rahat
bir nefes almış. İkincisi geçmişte işlediği günahları ve hataları kendi boynuna ne olursa olsun
Bülent Ecevit. En yakın siyasi dostların bile suskun kaldığı, ağzını açamadığı, iftiralara destek verdiği
o günlerde, dostların ağlatan karanfil sopalarına inat Ecevit bir gül gibi sıyrıldı ve ‘Gülen’e ben
güveniyorum, kefilim’ dedi. Ecevit’i fikrinden caydıramayan derin devlet şürakasının yargısız infazı
yarım kaldı. Ecevit’in sağlam duruşu Davos zirvesindede devam etti. Ankara’da bu yıllarda kendisini
izleyen bir Başbakan muhabiri olarak samimi olduğuna canı gönülden inanıyorum. Neticede
seçimlerde Gülen cemaatı Ecevit’in partisi DSP’ye oy vermedi, Ecevit’in tavrı da oy avcılığından
değildi, samimi inandığı bir düşüncenin arkasında durmaktı, mertlikti.

230
2000 yazında medyada yeniden fırtına kopartılmak istensede, ilk fırtınadaki ‘Düğmeci Ali Paşa’ evinin
asasöründe 24 saat ‘ düğmeye basmayın’ diye bağırdığı için sesi kısılmıştı; tekrar düğmeye basan
bulunamadı. Bu operasyonda kullanacak dezenformasyon malzemesini bize getiren Radikal
gazetesinden Deniz Zeyrek’te teşekkürü hak ediyor. Psikolojik savaş için Cumhuriyet gazetesinin
nefesi yetmedi. Tek yol kalmıştı. Asker nefesi. Devrin Genelkurmay Başkanı Org. Hüseyin
Kıvrıkoğlu’nun ‘Gülen devletin altını oyuyor’ işaretini alan DGM savcısının ertesi gün 2000
Eylül’ünde açtığı davanın beraatle sonuçlanacağı 80 sayfalık iddianamedeki saçmalıklardan belliydi.
Bu iddianameyi ilk okuyan ve hukuki hataları haber yapanlardanım. İddianameyi yazanlar adeta Nur
davasını, Said Nursi’yi yargılıyordu. Suçta bireysel hukukunu unutmuşlardı, tek kişilik terör örgütünü
dayandırdıkları kurum ve kuruluşlar, devletin yıllardır denetimi altında, izni ile açılan legal
kurumlardı. Dava, 2003′de Gülen’in deyimiyle’ Ne cennet, ne cehennem’ şeklinde zımni beraat ile
sonuçlandı. Yargıtay Genel Kurulu’nda 2008′de aldığı kesin beraata kadar sonuç almaya çalışan global
ve yerel çete hiç rahat durmadı ve sonunda hüsrana uğradı. Allah tuzak kuranların en hayırlısıdır, 28
Şubat çetesi kendi kazdıkları kuyuya kendileri düştüler.

Bütün bunları bugüne nasıl gelindiği bilinsin diye yazıyorum. Seçmen, zaten kime oy vereceğini iyi
biliyor. Gülen’e kimin şantaj yapmış olabileceğini umarım anlatabildim. Yazdıklarımın belgeleriyle
ispatını Gülen başka bahara ertelemiş olabilir, ancak 28 Şubat savcılarına düşen görev, 28 Şubat post
modern darbesinin bu yönünü de araştırmaktır. Bence CHP Genel Başkan Yardımcısı Faruk
Loğoğlu’nun ifadesine tanık olarak savcıların acilen başvurması gerekir. Süreci yakından bilen
Loğoğlu, o dönemde direnme cesareti gösteren değerli bir bürokrattı, bugünde düzgün kişiliğinin
gereğini yapmalıdr.

Dönemin Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı’ya 31 Mart 1998 MGK’sında the cemaat’ı
infaz kararı aldırmadığı için teşekkür borçluyuz, savcılar ise Karadayı’nın şahitliğine ve tanıklığına
muhtaç. Karadayı konuşmadan 28 Şubat davası net anlaşılamaz. 1960 darbesinden bugüne kadar her
darbenin bir tarafından çıkan Karadayı, ABD’nin Cumhuriyetçi derin devletinin kaybettiğini artık
görmeli. Kıvrıkoğlu’ya Gülen davasını kimlerin zorla açtırdığı bulunmadan bu dava öksüz, yetim kalır.
Kıvrıkoğlu’nun vereceği ifade tarihi değiştirecektir. Kıvrıkoğlu’da Çevik Bir ekibini tasfiye sürecini
1999 Marmara depreminden sonra başarıyla yürüttüğü için teşekkürü hak ediyor. Karadayı ve
Kıvrıkoğlu, depremden önce Gölcük’te yapılan toplantıda, ülkemizde bir milyon insanın toplama
kamplarında öldürülme projesine onay vermeyen isimler olarak Güven Erkaya, Çetin Doğan, Çevik
Bir ve diğer MOSSAD şürakasını nasıl durdurduklarını veya engel olmak isteselerde olamadıklarını
çıkıp anlatmalılar ki, bu millet neden depremle ikaz edildiğimizi anlasın ve deprem sayesinde nasıl bir
beladan Allah’ın bizi kurtardığını öğrensin. Fethullah Gülen Hocaefendi’ye reva gördükleri zulmü,
eziyeti itiraf etmeliler ve özür dilemeliler ki, vicdanları rahatlasın, ordumuz hak etmediği zandan
kurtulsun. 17 Ağustos 1999 depremi, Türkiye’nin kırılma günüdür, depremde ölen şehitlerin hatırına
Allah ülkemize bir defa daha özüne dönmesi için mühlet vermiştir. Herşey göründüğü gibi değildi.

Fethullah Gülen, 20. yüzyılın son çeyreğinde Türkiye’ye damgasını vurmakla kalmadı küresel bir
hareketi Allah’ın izin ve inayetiyle yoktan ilmek ilmek oluşturdu. Bu hareketin, Müslüman Kardeşler,
Rabıta, Tebliğ Cemaati gibi diğer uluslar ötesi İslami yapılanmalardan en önemli farkı, dini değil
eğitimi ön plana çıkarması; böylece sadece Müslümanlara değil her inançtan insanlara
seslenebilmesidir. Bu hareketin 21. yüzyılda da etkisini kaybetmemesi, tam tersine sürekli
güçlenmesine bakarak tam bir başarı öyküsüyle karşı karşıya olduğumuzu söyleyebiliriz. Kuşkusuz bu
başarı kolay elde edilmemiştir ve ana öznesi sıfır liderlik anlayışını getiren mütevazi vaiz Fethullah
Gülen’in kendisidir.

Şifreli yazmıyorum, net biçimde gazetecilik, sosyolojik ve dini açıdan durum tesbiti yapmaya
çalışacağım. Zengin ve fakir uçurumunun, eşitsizlik ve adaletsizliğin, kast sisteminin halen hüküm
ferma sürmesinin asıl sebebi, yeryüzü mirasçısı olacak, Hakk’ın şahsi manevisini yükselten camianın,
henüz Asr-ı Saadet’deki kıvama ulaşamamasıdır. Ölçünün, kıvamın, şartların neler olduğunu Fetih

231
suresinin son ayetinde yapılan mükemmel tanımlamalardan anlıyoruz. Ashab-ı Kehf’in 300 yıllık
uykusundan uyandığını ve dünyaya bir kez daha asrı saadet muştularını sunduğunu basireti olan
kavrıyor. Ashab-ı Kehfi ele veren ve kendi mağaralarına çekilmesine yol açan paraydı, yani
maddiyattı, dünyevilikti…

Muhammedin Resulluah (SAV). Kast sisteminin olmadığı, iman kardeşliğini ve takvayı esas alan,
eşitliğin, adaletin insan ve hayvan haklarının zirveye ulaştığı, fitne ve fesada imkan tanınmayan,
cahillik, yobazlık, tasssup, ırkçılık, fakirlik, ihtilaf ve ayrımcılığın sona erdiği bir medeniyet kurdu.
Hatemü’l Enbiya’nın her derda deva bulan, bir neşterde çözümlediği o medeniyetle insanlık öylesine
ayağa kalktı ki, nurunun ışığı 30 yılda tüm alemi hızla kapladı. Öyle bir medeniyetin benzeri bir daha
görülmedi. O’nun elinde sihirli bir değnek yoktu ama Kur’an vardı. İnsandı, iyi bir kuldu. Etrafında
hale oluşturan sahabeleri, adanmış ruhlardı, kamil insanlardı. Özveri, fedakarlık, diğergamlık, vefa
mertlikte eşsizdiler. Ölümden korkmuyorlardı, yaşatmak için yaşıyorlardı. Asla siyasi iktidar
mücadelesi yapmadılar, dünya sevdası, şeytanın kullandığı insani zafiyetler onlarda görülmüyordu. Bir
insan kalbi, gönlü kazanmayı hacca gitmeye, tüm dünyanın hazinelerine, makam ve mansıplarına, şan
ve şöhrete tercih ediyorlardı. Veda hutbesini verirken Kutlu Mesihi, Nebi’yi dinleyen ve tabi
olmuş 130 bin sahabe bulunuyordu. Ulvi mesajı iletmek için çatlarcasına dünyaya dağılan
sahabelerden sadece 10 bininin mezarı Medine ve Mekke’de meskundur. Vehhabiler mezara karşı
olduğu için onları ziyaret etmeniz bugün mümkün değil. Birinci müslüman vasfı, Kur’an ahlakına
sahip olup, Peygamber Efendimizin (SAV) sünnetine aynen riayettir.

Burada parantez açarak, Anadolu’nun sahabe mezarları cenneti olduğunu hatırlatayım. İstanbul’da 27,
Diyarbakır’da 400 sahabe mezarı var. Memleketim Çorum’da sahabe mezarı olduğunu annem Nehire
Arslan’ı aile kabristanlığımıza 1989’da gömerken fark ettim. Çünkü Sahabe Yayan Dede ile komşudur
annemin mezarı. Bunun dışında Çorum’un Hıdırlık adıyla anılan mahallinde bulunan küçük bir tepe
üzerinde üç sahabe türbesi daha var. Bu sahabelerin Süheyb-i Rumi, Ubeydi Gazi ve Kerebi Gazi
oldukları rivayet edilir. Bu üç sahabeye ait türbeler Çorum’da en çok ziyaret edilen yerlerdendir.
Yayan Dede fazla bilinmez, türbesi yoktur, sade bir mezardır. Çorum halkı tarafından gelin alma ve
sünnet törenlerinde buranın ziyaret edilmesi bir gelenektir. Ayrıca bu mekanın çevresinde bulunan
yeşil alanda Hıdrellez şenlikleri yapılır. Bu sahabeler, Çorum’un asırlardır manevi dinamikleridir.

Tekrar konuya dönelim. Fetih suresinde müslümanın ikinci en büyük vasfı doğruluk, sadıklık ve
sıddikiyet yer alır. Peybamberlerle haşrolur sıddıklar. En büyük sıddık 1. Halife Hz. Ebu Bekir’dir
(RA). Miraç hadisesi gibi inanılması güç bir olay meydana geldiğinde kafirler ve münafıklar hemen
O’na koşarlar ve “dostun bunları söylüyor, hala peşinden gidecekmisin?” diye alay ederler. Hiç
tereddüt etmeden cevap verir. O söylemişse doğrudur. “ Doğrucu Davud musun?” diye halk arasında
bir deyiş vardır. Öz değil özgedir bu söylence! Oysa doğruyu söylemek müslüman vasfıdır. Şaka yollu
bile yalan söyleyemez gerçek müslüman. Aldatmaz, mübalağa etmez. Takiyye yapmaz. En zor kaldığı
durumda ‘Tevriye’ denilen doğruyu sanatlı söyleme hakkına sahiptir. Aldatmak ve yalancılık, hile ve
iki yüzlülük müslüman gömleğine yapıştığı sürece Asrı Saadet kıvamını tutturmamız ne mümkün! Hz.
Ebubekir (RA), halifeliği döneminde yalancı peygamberlere, fitnelere göz açtırmadı. Bugünün küfür
ve iman savaşı, kılıçla, topla tüfekle değil, medenileri kalemle, sözle ikna olduğuna göre, doğru
söyleyeni dokuz köyden kovanlar, bilmeden Asr-ı Saadet medeniyetine ihanet ediyorlar
demektir. Kabiliyetleri yerinde istihdam ustasıdır Sıddık-ı Kerim ve damadı… Yanlış yerde
görevlendirme, laçkalık ve haksızlık meydana getirir çünkü… Samimiyet, ihlas, kardeşlik ancak
doğruluk ile ebed müddet devam eder…

Fetih suresinde bahsi geçen, kafirlere karşı pek şiddetli, müslümanlara karşı tevazu kanatlarını yerlere
kadar indirmiş pek merhametli sahabe, 2. Halife Hz. Ömer, Faruk’ul Azam’dır (RA). Hakkı batıldan
ayırmada üzerine yoktur. Koca Sasani devletini ve Roma’yı iki vuruşta felç eden koca halife, kum
üzerinde yatacak kadar mütevazidir. İdare ettiği devleti Osmanlı’dan daha büyüktür ama o kendisinden
yardım isteyen yaşlı kadının un çuvalını sırtında taşıyacak, gizli gizli ev işlerini görecek kadar halk

232
adamıdır. Roma imparatoru elçisiyle ona birgün düşmanlarını öldürmesi için çok güçlü bir zehir
gönderir. Elçinin gözleri önünde hediye zehri önce Bismillah çekip bir dikişte içer, Allah’a imanı ve
güveni o kadar sağlamdır ki, ecelin bir olduğunu ve O’nun izni olmadan kimsenin canını almayacağına
emindir. (Siz denemeyin sakın) Elçi bayılır, uyanıncada müslüman olur. Kudüs’ün anahtarlarını teslim
almaya giderken devesini kölesiyle paylaşır, şehre girerken devenin üstünde köle yularını çeken halife
vardır. O zaman Yahudiler ve Hıristiyan liderler derki, işte Tevrat ve İncil’de vasfını gördüğümüz lider
budur. Çünkü kenti ele geçirmesine rağmen Romalılar gibi süslü püslü giyinmiş Müslüman
komutanlara anahtarı vermek istememişlerdir. Tüm ısrarlara ragmen Havra ve Kilisede namazlarını
kılmaz adalet timsali halife. Daha sonra gelecek müslümanların gerçek müslüman kıvamından saparak
buraları camiye çevirmesinden endişe duyar. Vasıf kriteri değişmemiştir, bu tarife uyan bir
müslümanlar topluluğu oluşmadıkca ne Filistin sorunu çözülür nede Kudüs’ün statüsü…

Müslümanlara karşı sonsuz şefkati, cömertliği, alicenaplığı, yumuşak huyluluğu 3. Halife Hz. Osman
(RA) temsil eder Fetih suresinde. Susuzluk çeken müslümanları Mekkeli müşriklerin sömürüsünden
kurtarmak için henüz Mekke dönemi yaşanırken ve Mekke feth edildikten sonra tek tek su kuyularını
satın alan ve halka bağışlayan ve binlerce insanın kalbini kazanarak müslüman olmasına vesile olan
verme kahramanıdır peygamberimizin iki kızıyla da evlenmiş damadı. Tebük seferine hazırlanan
orduyu neredeyse tek başına teçhiz eder, bin devesini yüküyle (kıyaslayacak olursak bin adet Mercedes
aracını) himmet eder, bağışlar. Kur’an hafızıdır, Kur’an’ın kitap haline getirilmesi için hafızları
toplayan, İslam’ın dört ayrı merkezine göndererek orjinal Kur’an’ın bugünlere gelmesini sağlayan
ufuk insanıdır. Zayıf bedenlidir, bunu Topkapı müzesinde sergilenen ince hafif kılıcından
anlayabiliyoruz. Ancak yüreği ummanlardan geniştir, imanı ve himmeti tüm kainata denktir. Cennetle
müjdelenir, çünkü zenginlerden hesapsız cennete gidecekler kendilerine Allah’ın verdiklerinden
cömertce Allah yolunda harcayanlar, en güzel ticareti yaparak ahiret yurdunu satın alanlar; fakiri,
yetimi, yolda kalmışı doyuranlar, dulu gözetenler, hastalara ve yaşlılara yardım edenler ve cebinde var
iken hiç bir hayır işine yok demiyenlerdir. Cimri zenginin işi zor hesap gününde.

İbadette derinliği, ulviliği, namazlaşma vasfını, ulaşılması güç zirveyi Fetih suresindeki sıraya göre 4.
Halife Hz. Ali (RA) hak etmiştir. Haydar-ı Kerrardır, Allah’ın Esadullah’ı Arslanıdır, çiftbaşlı
Zülfikar kılıcının üstadı, sahibidir, harb meydanlarının cengaveridir, cesareti ve cesametine denk biri
bugüne kadar gelmemiştir, gelmeyecektir. Atının adı Düldüldür, tıpkı peygamberimizin katırının adı
Düldül olduğu gibi; çünkü peygamberimizin tıpatıp kopyası, takipçisidir. En fazla rüku ve secde
edenlerin kralıdır, neredeyse hiç bir gece namazını kaçırmamış, namazını kazaya bırakmamış, nafile
namazlarda uzaktıkca uzatmış, çok abdest almasından dolayı abdestin nuru tüm uzuvlarında parıldamış
bir namaz abidesidir. Birgün sabah namazını kaçırır, o kadar tevbe eder, ağlar, yalvarır ki, güneş
Allah’ın izni ile yeniden batar O’nun namazını ikame etmesi için. Bundan sonra hiç bir namazını
kaçırmaz, zira şeytan aynı duaları tekrar eder diye O’nu namaza bizzat kaldırır. İlmin kapısıdır,
evliyaların, erenlerin şahıdır, şiir, mersiye uzmanıdır, şairdir, ledünni ve gizli alemlerin anahtarı
ondadır, ilimlerin sultanıdır, kalp ve ruhların çıkabileceği Everest tepesinde tahkiki imanda zirvedir,
gönüllerin piridir. Her hücresi her dem ubudet ve ubudiyette Allah diyen Hz. Ali’yi (RA) sevmeyen
müslüman olamaz, müslüman kalamaz. Bu Hz. Ali’ye ben aşığım ve bu nedenle en büyük Aleviyim,
en büyük Şiayım, yolunun yolcusuyum; ilmine, ilhamına erişmek için tüm kainatın servetini bir
salisede gözüm kırpmadan veririm. Namazlaşmadan Hz. Ali’yi (RA) sevdiğini iddia edenleri siyasi
buluyorum, samimi bulmuyorum. Ehli velayeti temsil eder O, siyaseti değil…

Hz. Hasan (RA) ve Hz. Hüseyin’in (RA) şehit edilmesiyle ve halifeliğin ellerinden zorla alınmasıyla
adalet çatlamıştır ve Asr-ı Saadet dönemi sona ermiştir. Öyle bir çatlak ve fitne oluşmuştur ki, 14
asırdır kapanamamıştır. Arap ırkçılığını, elit asilliği hortlatarak kast sistemini saltanat ile yeniden geri
getiren Emeviler, İslam’da birliği parçalamış ve Ehl-i Beyti kovarak laneti hak etmişlerdir. Ömer Bin
Abdüzaziz dışında Asr-ı Saadet kıvamında adil bir halife çıkaramamışlardır, onuda zaten 2.5 yıl sonra
zehirleyerek öldürdüler. Yolsuzluk, debdebe, zulüm ve eşitsizlikler, ayrımcılıklar siyasetin alışkanlığı
haline geldi.

233
Abbasiler sistemi revize etselerde ırkçılığı yenemediler, saltanatın insan haklarının ruhuna aykırı
düzeni, Türklerin müslüman olup orduyu ve ilmiye sınıfını eline geçirmesiyle yeni bir ivme
kazandı. İslam’ın hamisi olan Selçuklular, Fars sistemini İslamileştiren, Sufi İslam’ı yerleştiren
yapısıyla Arapların bağnazlığını tarihe postaladı. Haçlılarla boğuşan, ilim ve kültürde Arapların ilk
yüzyılarda kurduğu İslam medeniyetini zirveye taşıyan Selçuklularda Asr-ı Saadetin kıvamını tam
yakalayamadılar. Roma’nın hukuk ve devlet sistemini İslamileştiren, Anadolu’da eskiden kurulmuş,
batmış 21 ayrı medeniyetin tortularını harmanlayan, Selçuklukların mirasını zorda olsa devralan
Osmanlı, en az 300 yıl dünyaya medeniyet dersi verdi. Ancak kullandıkları devşirme
sistemi yozlaşınca, Kur’an bayraktarlığını bırakıp Frenk hayranlığına kendini kaptırıp, bilim ile dini
ayırınca, ilimde, teknolojide çağı ıskalayınca, insan kalitesi yukarıda saydığımız beş prensibi ihlal
edince 624 yıl sonra battı ki, batması haktı…

Türkiye Cumhuriyeti, Asr-ı Saadet kıvamında insan yetiştirmeyi hiç gündemine almadı, tam tersine
yasakladı, dini toplum hayatından çıkartarak imkansızı başarmak istedi, başaramadı. Elbette
belleklerin silinemediği bir teknoloji ve bilim dünyasında çakma tarih, kültür, din ve medeniyet
kurgulanarak insan ruhlarının tatmin edilmesi mümkün değildir. Üzerine ölü toprağı serpilmiş nesiller
üzerinden 300 yıl geçti, Ashab-ı Kehf, milletimizi özüne döndürmek için son bir defa daha geri döndü.
Allah’ın nuru üflemekle sönmeyeceğine göre, inananların yeryüzü mirasçısı olmasına dünyanın tüm
küfür şebekeleri bir araya gelse güçleri yetmeyecektir. Çünkü 21. yüzyılın yeni Asr-ı Saadet
medeniyetini kuracak ve en az 40 yıl ayakta kalmasını Allah’ın izniyle sağlayacak bir Şahs-ı Manevi
geldi, küfrün beli kırıldı, batıl zail oldu.

Şahsen, Türkistan ve ötesine hicretim Ağustos 1990′da başladı. “Doğru söyleyeni dokuz köyden
kovarlar” demiş atalarımız. Hakla batılı ayırt etmeyi vazifesi bilenler için her zaman bir 10. köy vardır.
Hep bir Ebu Zer Gifari, bir Behlül-i Dânâ gibi yaşamak, ismimin manasıyla müsemma olmak
istemişimdir. 1991 ve 1993’de Gülen Hocaefendi şahsıma özgü iki defa benzer duayı yapmıştı:
İlkinde, 1991′de istanbul’da yapılan cetele yarışmasında birinci olduğum için verdiği hediye olan
‘Hüzmeler ve İktibaslar’ kitabını imzalarken, ‘Hakkın batıldan ayrılmasında mübarek ve mücehhez
‘dava arkadaşım’ demişti, ikincisinde cevşenimi imzalarken; ‘Hakkın batıldan ayrılmasında
muazzez dava kardeşim’ Faruk Arslan beye diyordu… Dava arkadaşı mı yoksa dava kardeşi mi daha
üstündür diye Çamlıca Kuran Kursu’nun Müdürü Harun Bulut Hoca’ya sormuştum. Elbette ‘dava
kardeşi’ demişti, kardeşler birbirine vefalıdır. Dava dostları ve dava arkadaşları daha sonra gelir.

28 Şubat davası sürecinin Nisan 2012’de başlamasıyla bazı bukalemonlar, takiyyeciler, Fethullah
Gülen Hocaefendi’den medet ummaya başladılar. Oysa Gülen 28 Şubat sürecinin en fazla mağdur
edilen ismidir. 9 yıl süren sancılı davasını açtıran 28 Şubat generalleriydi, destekleyen Doğan, Ciner ve
Uzan medyalarıydı. Uzanlar hak ile yeksan oldu. Ciner kaç defa şekil değiştirdi, sayamadım. Haziran
1999’da düğmeye bastığını itiraf eden Ali Kırca tevbe etti. Dava beraat ile sonuçlanınca tebrik ve özür
dilemek için ilk arayanda Aydın Doğan idi. Doğan özründe samimi miydi? Allah bilir ama pek
sanmıyorum.

AK Parti ile the cemaat arasında kavga çıkartmaya çalışan aynı şeytanlar değil mi? MİT ile Polis ve
yargı krizini yumurtlayanlar, AK Parti ile the Cemaat’ı eğer birbirine düşürürsek, ‘AK Parti ilk
seçimde itibar ve oy kaybeder, koalisyon dönemleri gelir ve askeri vesayeti tekrar kurarız’ planları
yapanlar, aynı şer şebekesi değil mi? AK Parti’de bazı densizlerin hata yapma, yanlış tavırlar içine
girme lüksü olabilir ama büyük Türkiye adına, İslam dünyası adına the Cemaat’ın şeytanlara prim
verme hakkı, hukuku, şansı yoktur.

1973’de “Ben sizin tanıdığınız gibi münafık bir üstad tanımıyorum” diye siyasileşen Nur talabelerine
karşı çıkan Fethullah Gülen Hocaefendi ile 2012’de “bırakın dünyayı, makam peşinde koşmayın,
sadece Allah rızasını kovalayın, siyasetle uğraşmayın” diyen aynı şahıstır. Çizgisi değişmemiştir,
elbette hizmetin devamı için strateji izlemesi normaldir. Münafıklardan hoşlanmaması doğaldır. Bazı
234
politikacılar, herkesi kendileri gibi çıkarcı sanıyor ve Gülen Hareket’ini haksız yere hedef alıyor.
“Kendi ayağına kurşun çıkana acınmaz” derler ama ayağına makinalı ile saydıranlara ne demeliyiz
bilemiyorum. Gayretullah’a dokunulursa ve hizmete engel olunursa günah kuldan gider…

Ahmet Şahin hocamız Hocaefendi’nin kardeşlik ve birlik mesajını şöyle aktarıyor:


İslam tarihi boyunca maneviyat büyüklerinin üzerinde en çok titredikleri konu, “Kardeşliğimizin
korunması” olmuştur. Birlik beraberliğimizin özünü teşkil eden bu kardeşliğimizin korunması konusu,
halen hepimizin bir numaralı meselemiz olma özelliğini devam ettirmektedir.

Nitekim Hocaefendi de sohbetlerinde hep bu kardeşliğimizi koruma konusuna vurgu yapmış, özellikle
Uhuvvet Risalesi’nden verdiği bir misalinde de “bir nizaa değmeyen!” dünyevi konuların ayrılık
sebebi olmaması gerektiğine işaret ederek şu tespitleri dikkatimize sunmuştur:

 Uhuvvet Risalesi’nde Üstad Hazretleri, Hâfız-ı Şirazî’den “Dünya öyle bir metâ değil ki bir
nizâa değsin!.” ifadesini naklediyor. Zannediyorum hiçbirimiz “Hafız-ı Şirazi bu sözüyle
mübalağa yapıyor.” diye içimizden geçirmemişizdir. Demek Hafız-ı Şirazi doğruyu söylüyor,
hakikati ifade ediyor. Gerçekten de dünya öyle bir meta değil ki bir nizaa değsin de birlik
beraberliğimizi bozsun!..
 Öyle ise biz, bu doğruyu hayatımıza ne kadar yansıtıyor, fiilen ne kadar benimsiyoruz? Burası
cayi dikkattir!..
 Bunları düşününce “O hâlde ne güne okuyoruz bu kitapları, ne diye Kur’ân ve sünnetle meşgul
oluyor, ne diye Nurlarla iştigal ediyoruz ki?” diye sormadan edemiyorum kendi kendime..
Şayet bu uyarılar bize bir şeyler ifade etmeyecekse, kemalat-ı insaniye adına elimizden tutup
bizi Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’a ulaştırmayacaksa, niçin zamanımızı israf ediyoruz bu türlü
meşguliyetlerle?..
 Doğrusu, bîzarım bir nizaa değmeyen konularda bile birbirini affetmeyen kardeşlerden,
bağışlamayan dostlardan. Dedi-koduya meyleden çevrelerden..
 Demek bir yerde bir rehabilitasyona, davranışlarımızı yeniden gözden geçirmemize ihtiyacımız
var. Kanaatimce hepimiz için geçerli bir husus bu..
 Zira çok küçük şeyleri büyütüyor, dil ucuyla dahi olsa hemen gıybetlere giriveriyoruz. Böylece
zihinler gıybet mülâhazasıyla kirletiliyor; gönüllerin aydınlık çehresine gıybet ziftleri akıtılıyor.
 Halbuki gıybet büyük bir günahtır. Gıybet eden kimse, gıybet edilen tarafından affedilmedikçe
yaptığı gıybet günahı bağışlanmaz!..
 Gıybet eden, önce gıybetini yaptığı kimseye sevaplarını verecek, yetmezse onun günahlarını
yüklenecek, helalleşme ancak böyle gıybetçinin iflasıyla mümkün olacaktır!. Demek ki
gıybetin, gıybet yapanı iflasa sürükleyen kısımları da söz konusudur…
 Mesela, insanların hüsnüzan besleyip arkasından gittiği büyük zatlar hakkında gıybetle
konuşmak büyük bir günahtır. Çünkü böyle bir zatın gıybeti, arkasında olan bütün insanların
hakkına girme gibi altından kalkılamayacak bir günahı netice verebilir. Demek bazı gıybetlerde
sonuç bu kadar büyüktür..
 Eğer temelde biz, Allah Teala’nın büyük gördüklerini büyük görüp büyük kabul etmiyorsak,
neticede nice küçük mevzular gelip bu büyük meselelerin yerini alacaktır/almaktadır da.!
 Hâsılı, dertliyim, üzgünüm, bîzarım mü’minlere yakışmayan tavır ve davranışlardan, ortaya
konulan birlik beraberliği bozacak zaaf ve boşluklardan!..
 Evet, bîzarım birbirini affetmeyen kardeşlerden, bîzarım hep kusur gören arkadaşlardan,
bîzarım kardeşinin hata ve kusurlarını kaydedip, sevaplarını hiç görmezden gelenlerden!..
 Şunu da ifade edeyim ki; bütün bunları, kendi heva-ü hevesime göre değil, sizin de saygı
duyduğunuz kaynaklara bağlı olarak dile getirmeye çalıştım. Bu sebeple diyebilirim ki; eğer bu
söylenenlere gerçekten inanıyorsak, o zaman gelin, kardeşliği zedeleyecek her türlü duygu ve
düşüncenin rüyalarımıza dahi girmesine hep birlikte fırsat vermeyelim!.

235
 Gelin bize sırtını dönenleri dahi kucaklama ahlakımıza devam edelim, Mevlânâ gibi hareket
ederek, “Dövene elsiz, sövene dilsiz” olma düsturunu hayatımıza hayat kılma azmimizden geri
kalmayalım!.”

Çünkü bugün ülke çapında birlik beraberliğe, dünden daha çok muhtacız!

Özetle, ne münafık bir üstad Said Nursi tanıyorum, nede Fethullah Gülen Hocaefendi. Onlar sözlerinin
eri, mert, centilmen, beyefendi insanlar. Sıdk, doğruluk, sadakat, vefa, ihlas, samimiyet ve ismet
sıfatları, fıtratları olmuş iken aksini iddia edenlerin münafık olma ihtimali yüksektir.

İran ve Muta

Şii mezhebini Sünni mezhepten ayıran önemli farklardan bir tanesi Arapçada “Nikâh Mut’a” Farsçada
ise “Sigheh” diye adlandırılan geçici evliliktir. Özellikle dini kılıf altında zinayı meşrulaştırma
eleştirilerine maruz kalan Mut’a nikâhı, İran’da son yıllarda ciddi bir artış göstermiştir. Mut’a nikâhı,
İran’da insan ticareti ile uğraşan illegal yapılara ciddi bir ekonomik getiri sağlamak ile beraber İran’ı
da çevre ülkeler açısından ciddi bir cazibe merkezi haline getirmektedir. Ülke dışında yaşayan Şii
nüfusun yanında, Sünni inanca göre zina sayılan evlilik dışı beraberliklerin, Mut’a yoluyla yapılması
Sünni inanca sahip kişileri de İran’a bağlamak adına kullanılmaktadır. İran’ın, Mut’a nikâhını,
özellikle çevre ülkelerde yer alan liderleri, siyasi figürleri ve iş adamlarını Mut’a nikâhı ile seks
tuzaklarına çekip daha sonra kayıt altına alınan videolarla şantaj yaptığı ve dolayısıyla bir dış politika
enstrümanı olarak kullanıldığı bilinmektedir. Bu durum genelde, ya çevre ülkelere yollanmış İranlı
kadın ajanlar yoluyla ya da siyasi, diplomatik, ticaret, kültür vb. sebeplerle İran’ı ziyaret eden önemli
kişilere sunulan Mut’a nikâhı ikramı ile yapılmaktadır.

Mut’a nikâhı

Mut’a, bir erkeğin bir kadın ile belirli bir süreliğine belirli bir para karşılığında yaptığı geçici evliliktir.
Nikâhın süresi cinsel bir beraberlik için gereken en kısa zaman diliminden 99 yıla kadar
değişebilmektedir. Mut’a nikâhıyla evli olan kadın, sürekli evlilikten farklı olarak, miras, nafaka ve vb.
hiçbir haktan faydalanamamaktadır. Temel İslami inanca göre evliliğin amacı neslin devamıdır.
Sürekli evlilik bu amacı taşırken, Mut’a nikâhının amacı ise bedeni haz ve arzuların tatmin
edilmesidir.[1] Zaten, Müt’a ( ‫) عت‬, Arapçada zevk, hoşnutluk manasına gelmektedir. Kısaca, Sünniler
Mut’a’nın zina dolayısıyla yasak olduğu inancını taşırken, Şiiler Mut’a’yı evliliğin başka bir türü
olarak değerlendirmektedir. [2]

İslami kaynaklar Hz. Peygamber zamanında Mut’a nikâhının var olduğunda hemen hemen hemfikirdir.
Ancak, Sünni kaynaklar, Kuran’da yer alan Mü’minun suresinin 6 ve 7. ayetlerini[3] işaret ederek, bu
uygulamanın Hz. Muhammed tarafından daha sonra yasaklandığını ileri sürerken, Şii kaynaklar Hz.
Peygamber zamanında bu uygulamanın var olduğuna, ancak ikinci halife Ömer tarafından bunun
yasaklandığını iddia ederler.

Mut’a Şiiler arasında yaygın bir uygulamadır. Dolayısıyla, Mut’a nikâhı, Şiiliğin devlet politikası
haline dönüştüğü İran’ın yanı sıra, Şii nüfusunun var olduğu, Irak, Lübnan, Suriye, Bahreyn ve
azınlıkta da olsa var olduğu diğer Arap ülkelerinde önemli bir etki alanı oluşturmaktadır. Mut’a’nın
çok yaygın olduğu İran’da ise, bu dini pratik, bizzat Humeyni tarafından İslam devrimden sonra
yaygınlaştırılmaya çalışılmış[4] ve fetva makamı olan bir sonraki dini lider Hamaney tarafından
müstehap (tavsiye edilen) olarak nitelendirilmiştir.[5]

Fuhşun artması ile beraber, 2010 yılında Mut’a nikâhı altında olmak kaydı ile genelevlere izin
çıkmıştır.[6] Normalde, devrim ile beraber genelevler yasaklanmış ancak yasal olmayan yollar ile
236
mevcudiyetlerine devam etmiştir. Bugün ise, İran Ortadoğu’nun, seks turizm ile bilinen Tayland’ı
haline gelmiştir. Her ne kadar dışarıdan Şer’i hükümlerle yönetilen İslam devleti görüntüsü verse
de, Entekhabgazetesinin iddiasına göre bugün İran’da 85.000’e yakın kişinin hayat kadınlığı yaptığı
tahmin edilmektedir.[7] Bu kişilerin, cadde, sokak ve 250’ye yakın genelevde hayat kadınlığı yaptığı
bilinmektedir.[8]

Dış politika enstrümanları

İran’ın dış politikasında beşinci kol faaliyetlerini hayli maslahatkarane yürüttüğü bilinmektedir. Bu
noktada vekâlet savaşlarından, radikal unsurların desteklenmesine, Şiileştirme politikalarından, kara
propaganda yöntemlerine kadar birçok aracın İran dış politikasının temel yapı taşları olarak başarıyla
kullanıldığı bölgeyi yakından tanıyan hemen herkesin üzerinde ittifak ettikleri bir gerçektir.

Teşhiye[9] olarak bilinen Şiileştirme faaliyetleri, İran’ın dış politikasının en temel dinamiği olarak
karşımıza çıkmaktadır. Jelle Puelings, Şii Ahtopotundan Korkmakadlı kitabında İran’ın Teşhiye’yi
temel olarak iki şekilde yaptığını belirtmektedir.[10] Bunlardan birincisi; çok sayıda televizyon
kanalından ve internet portalından oluşan medyadır. Hizbullah’ın El-Manar (Fener Evi) ve İran’ın El-
Alem (Dünya) televizyonları ve El-Sistani’nin internet sayfası olarak bilinen ve yaklaşık 30 dilde bilgi
sağlayan www.al-shia.org bunlara örnek verilebilir. Bu noktada İran’ın medya vasıtasıyla Sünni
toplumlara ulaşma konusunda son derece mahir ve başarılı olduğunu ifade etmek gerekmektedir. Zira
İran’ın bizzat sahibi olduğu ya da finansal destek verdiği yaklaşık 30 civarında Arapça yayın yapan
kanalı bulunmaktadır. İran’ın medyayı bir yumuşak güç unsuru olarak kullanan en başarılı
devletlerden biri olduğunu söylemek abartı olmayacaktır.

İkinci yöntem ise, cami inşa etmek, enstitüler/kurslar açmak ve İran’a geziler düzenlemek şeklinde
özetlenebilir. Bu faaliyetler genelde 1990’da rejimin merkezindekiler tarafından kurulan Al-Majma Al-
Alam li Ahl al-Bayt (Ehli Beyt için Dünya Derneği) vasıtasıyla düzenlenmektedir. Bu anlamda bu tür
faaliyetleri düzenleyen bu kurum koordinasyondan sorumlu temel aktör olarak öne çıkmaktadır. Aynı
kitapta Sünnilikten Şiiliğe geçişin genellikle miras hakları ve Mut’a nikahı gibi bir takım pragmatik
sebeplerden dolayı ortaya çıktığı ve İran’ın bunu Sünniler arasında destek bulmak adına kullandığı
belirtilmektedir. İran İslam inancını yaymak için başvurulan bu metotlar, mevcut Siyaset-i dest-i
gül[11]anlayışıyla da uyumludur. [12] Son dönemde özellikle Irak ve Suriye bağlamında yukarıda
ifade edilen metotlar kullanılarak yoğun bir Şiileştirme gayretinin olduğu alandan gelen bilgilerle de
teyit edilmektedir. Bu noktada İran’ın Şiileştirmeyi mezhepsel ve dini motivasyonlardan ziyade kendi
milli menfaatlerini maksimize edebilme adına kullandığının da altı çizilmelidir.

Bu noktada Mut’a nikâhının varlığı, İran’ı çevre ülkeler açısından bir cazibe merkezi haline
getirmektedir. Yukarıda da bahsedildiği gibi başta Irak olmak üzere diğer birçok Ortadoğu ülkesi
önemli bir Şii nüfusu barındırmaktadır. Yumuşak güç unsuru olarak Mut’a aynı zamanda Sünnilere de
hitap etmekte ve Mut’a nikâhı İran’ı ziyaret edenlere bir hizmet olarak sunulmaktadır. Ancak, Mut’a
nikâhının İran İstihbaratı tarafından yoğun şekilde kullanılması Mut’a’yı yumuşak güç unsuru
olmaktan çıkarıp bir şantaj enstrümanı haline getirmektedir.

Dış politika enstrümanı olarak Mut’a

Geçmişte özellikle İsrail’in Mossad ve Rusya’nın KGB istihbarat örgütlerinin Bal Tuzağı (Honey
Trap) diye adlandırılan bu yönteme sıkça başvurduğu bilinmektedir. Bu örgütler, önemli siyasi
figürleri ve iş adamlarını seks tuzağına çekip daha sonra şantaj yapmakla tanınmaktadır. İsrail eski Dış
İşleri Bakanı Tzipi Livni’nin daha önce Mossad’da görev yaptığı süre boyunca, üst düzey Filistinli
yetkili ve baş müzakereci Saeb Erekat, FKÖ görevlisi Yasser Abed Rabbo, Katar Emirleri ve diğer
Arap liderleri ile yattığı ve bunun bu kişilerin İsrail lehine yönlendirmek adına kullanıldığı, iddialar
arasındadır.[13] Kadın cazibesine dayalı istihbarı operasyonların benzer şekilde İran’ın VEVAK
237
(İran Ulusal İstihbarat ve Güvenlik Organizasyonu), Pasdaran ve Savama örgütleri tarafından
da yürütüldüğü belirtilmektedir. [14] İran, Mut’a nikâhı üzerinden yürüttüğü bu faaliyeti iki
şekilde yapmaktadır:

Birincisi, yukarıda da belirtildiği gibi İran’a yapılan turistik, diplomatik, eğitim ve ticaret
amaçlı gezilere katılan önemli kişilere Mut’a nikâhı önerilmektedir. Kabul eden kişilerin ilişki
görüntüleri kaydedilip ileride şantaj için kullanılmak üzere arşivlenmektedir. İkincisi, çevre
ülkelere İran istihbarat örgütleri tarafından kadınlar gönderilmekte ve bu kadınlardan özellikle
ordu ve polis teşkilatında çalışan önemli kişilerle ilişki kurup önemli bilgileri İran istihbaratı
adına toplaması istenmektedir.

İran Mut’a nikâhını, bir yumuşak güç ve nüfuz unsuru olarak kullanmaktadır. Puelings’in
kitabına atıf yaparak belirtildiği üzere, Mut’a, İran’ınteşhiye yani Şiileştirme politikasının bir aracı
olarak Sünnileri etkilemek için kullanılmaktadır. Abdullah Bozkurt’un 26 Nisan 2013
tarihinde Today’s Zaman’da kaleme aldığı yazı da benzer şeyler ifade edilmektedir. Bozkurt,
yazısında, İran istihbaratının Mut’a nikâhını Ortadoğu’daki insanları İran-yanlısı yapmak adına
kullandığından bahsetmektedir. Bu doğrultuda, görünürde konferansa katılmak ve tedavi maksatlı İran
ziyaretlerine katılan birçok kişinin aslında büyük bir seks endüstrisinin müşterileri haline geldiği iddia
edilmektedir. Bu şekilde İran, özellikle, birçok din görevlisini ve aşiret liderlerini İran’a yaptıkları sık
ziyaretler sırasında etkisi altına almaya çalışmaktadır.

Her ne kadar dışarıdan Şer’i hükümlerle yönetilen İslam devleti görüntüsü verse de, 85.000’e yakın
kişinin hayat kadınlığı yaptığına yönelik tahmin oldukça manidardır.[15] [16] Tüm bunlar dikkate
alındığında, İran’ın çevre ülkelerde yaşayan insanlar açısından neden daha cazibedar bir merkez haline
geldiğini açıklamak zor değil.

Diğer yandan, 2009 yılında, Wikileaks’te yayınlanan bir takım belgeler bu durumu kanıtlar
niteliktedir. Yayınlanan belgelerde, Irak’taki önemli aşiret liderlerinden Abu Cheffat’ın Amerikalı bir
diplomata, Tahran’ın, görünürde İran’ı medikal sebeplerden dolayı ziyaret eden Iraklı siyasetçiler
üzerinde, İranlı kadınlarla Müt’a evlikikleri gibi teşvikler kullanarak ciddi bir nüfuz oluşturduğunu
söylemektedir.[17] Aynı wikileaks belgelerinde, aşiret lideri İran’ın mut’ayı yaygınlaştırmaya
çalıştığı, Irak’taki etkisini güçlendirme amacıyla Arap aşiret şeyhlerine mut’ayla kadın temin ettiğini
söylemekte ve şunları eklemektedir:

İran’ı ilk ziyaretimizin ardından bu ülkeyi ziyaret eden tüm aşiret önderlerinin mut’adan istifade
ettiklerinin farkına vardım!. İran’a her gittiğimde akrabalarımıza tedavi için oraya gittiğimizi
söylüyorduk. İran’da bizler İranlı yetkililerin sağladığı imkânları kullanıyor, mut’anın keyfini
çıkarıyorduk.[18]

Foreign Policy’deki bir makalesinde bu durumu değerlendiren, Carnegie uzmanı Karim Sadjadpour,
İran’ın sekse karşı tutumunun tıpkı devlet yönetme anlayışı gibi tamamen pragmatik ve çıkarcı
dürtülerle şekillendiğini ve bunun değişen duruma göre bir baskı, teşvik ve tahrik unsuru olarak
kullanıldığının altını çizmektedir. [19] Bozkurt, ne yazık ki bu faaliyetlere Türkiye’nin de maruz
kaldığının altını çizmektedir. Buna göre İran, kurulan bir çok vitrin şirketi ve kurumu vasıtasıyla İran
şehirlerine olan grup turlarını finanse etmekte ve bu insanların Mut’a nikâhı dâhil radikal İran
İdeolojisine maruz kalmasını sağlamaktadır. [20].

Benzer şekilde Kuwait Times’ta çıkan bir habere göre Şii Nusayri Devlet Başkanı Beşşar Esad’ın
danışmanı Buseyna Şaban, 23 Aralık 2011 tarihinde basına bir açıklama yapmış ve ellerinde Körfez
ülkeleri liderlerinin seks kasetlerinin bulunduğunu ifade etmiştir. Ayrıca bu kasetleri internet
sitelerinde yayınlamakla tehdit etmiş ve ‘kasetleri internet sitelerinde yayınladıktan sonra Arap
yetkililer, elimizdeki kozları görecekler’ demiştir. Gültekin Avcı, Şaban’ın yaptığı bu tehditten sonra
238
Körfez ülkelerinin Beşşar Esed‘e olan baskılarındaki azalmaya dikkat çekmiş[21] ve Suriye
Muhaberatı’nın da İran tarafından eğitildiğini belirtmiştir.[22] Avcı, daha sonra santaj ve tehditle
sonuçlanan Mut’a macerasına girenleri şöyle tarif etmektedir[23]: bazı devlet adamları; siyasiler ve
kritik nokta bürokratları; ve iş dünyasının önemli simaları…. Avcı, “Mut’a operasyonlarıyla İran’ı ve
Suriye’yi ziyaret eden Ortadoğulu devlet adamları, siyasiler, istihbaratçılar ve bürokratlar tuzağa
düştüyse önlerinde iki yol” kalacağından bahsetmektedir: “Ya Şii jeopolitiğine ve talimatlarına ram
olmak ya da görüntülerin servisiyle prestijinin/istikbalinin yerle bir olmasını kabul etmek….” Avcı
aynı zamanda ciddi şekilde bugün İran’ın savunuculuğunu üstlenenlerin, geçmişlerinde belirli
sürelerle İran’da bulunmuş olmalarını da manidar bulmaktadır.

Bir başka İran müttefiki olan Hizbullah da, benzer amaçlar için Mut’a’ya başvuran aktörler
arasındadır. Hizbullah’ın Mut’a’yı kendi askerlerinin kullanması için bir araç haline getirdiği ve cinsel
yönden istismara açık gençlik üzerinde siyasi kontrol sağlamak amacıyla kullandığı dile
getirilmektedir. [24]

Ayrı bir yöntem olarak, İran Mut’a üzerinden yürüttüğü nüfuz ve istihbarat faaliyetlerini
sadece İran ile sınırlı tutmamakta, komşu ülkelere gönderdiği farklı gruplar ile bu çalışmalarını
yurt dışında da yürütmektedir. Bu yöntemin, medyaya yansımış en belirgin örneklerinden birisi
de Türkiye’dir. İhtimal bu faaliyetlerin birçoğu diğer Ortadoğu ülkelerinde de yürütülmektedir
ancak Türkiye’yi farklı kılan böyle bir şebekenin geçen Mayıs (2013) ayında yapılan
operasyonlar sonucu açığa çıkartılmış olmasıdır. Hürriyet gazetesi ve diğer birçok gazeteye
yansıyan habere göre; Türk askeri, polisi ve devlet görevlileri ile Mut’a nikâhı yaptıran İranlı
kadınlar, devlet güvenliğini tehdit edecek birçok bilgiyi İran istihbaratına teslim etmekle
suçlanmıştır. İranlı kadınların İran istihbaratı tarafından Türkiye’ye yollandığı ve İran adına
casusluk yapmaya zorlandığı belirtilmiştir. Operasyonda tutuklananlar arasında bulunan Zehra
Y’nin telefonunda askerlere, polislere ve devlet görevlilerine ait çıplak fotoğraflar bulunmuştur.
Tutuklananlar arasında bulunan bir diğer isim Elvina A. ise Mut’a nikâhı yaptıklarını kabul etmiş ve
grup seks yaptıklarını da itiraf etmiştir.[25] Gültekin Avcı, bu konuda özellikle İranlı Basij
kadınlarının yoğun bir faaliyet içinde olduğunu dile getirmektedir. [26]

Bal Tuzağı adlı kitabın yazarı Cevheri Güven ise Zaman’a verdiği röportajda bu konu ile alakalı şu
önemli açıklamaları yapmaktadır:

Haham Ari Schavat, Bal Tuzağı’nın Museviliğe aykırı olmadığı hatta Kitab-ı Mukaddes’e dayandığı
şeklinde fetva yayınladıktan sonra İsrail istihbaratı elini çok güçlendirdi. Pek çok elemanını bu işte
kullanmaya başladı. İran da benzer biçimde mut’a nikâhı üzerinden aynı şeyi yine aynı kolaylıkla
yapıyor. Bel altı istihbarat tekniklerinde İsrail’le İran arasında çok güçlü paralellikler var. Arap
coğrafyası ve hatta Türkiye’den İran’a gidenler, çeşitli yöntemlerle yaklaşılarak mut’a nikâhına
özendiriliyor. İran’ın elinde çok geniş bir kaset arşivi var. Yolu öğrencilik, dil öğrenme ya da ziyaret
için İran’a düşenler, İran istihbaratı tarafından asla affedilmez. Hele geleceği parlaksa… İran ve
Suriye’deki oteller, İran istihbaratına çalışır. Suriye istihbaratını tepeden tırnağa İran kurmuş ve
organize etmiştir. İran Bal Tuzağı yöntemlerini Suriye’de de çok uzun zamandır uyguluyor. Savaşın
başlamasıyla Arap ülkelerinde Suriye direnişine destek vermeyi planlayan güç sahibi kişilerin bu
kasetlerle tehdit edildiğini biliyoruz. [27]

Güven, Mut’a nikâhının Türkiye’ye yansımalarını ise şu şekilde ifade etmektedir:

Türkiye’nin bu anlamda hedef olduğunu ilişkilerimiz ters gitmeye başlayınca fark ettik. Zaten son
birkaç aydır İran istihbaratı adına faaliyet gösteren ve ‘mut’a çetesi’ olarak anılan gruplara
operasyonlar yaptı emniyet. İran’ın, Türkiye’deki temel istihbarat operasyonu, Sünni kesimi provoke
edip devletle karşı karşıya getirmekti. Böylece Türkiye’de muhafazakârların yükselişini engelleyip
yanı başındaki Türkiye gibi bir devi kısır çekişmelerin içinde bırakmak. Kritik zamanlarda
239
muhafazakâr kesimin içinden çıkıp ‘Anıtkabir’i yıkacağız, Kemalistleri keseceğiz’ gibi açıklamalar
yapıp vesayet rejiminin eline koz verenlerin mut’a kasetleri olduğundan şüphem yok. Suriye krizinden
sonra İran istihbaratı taktik değiştirdi. Artık Türkiye’den bilgi sızdırma daha önemli hale geldi. Bal
Tuzağı ise en kolay yöntem oldu. Mut’a nikâhını kullanmaya başladı. Mut’a Çetesi’ne yapılan son
operasyonda ele geçirilen İranlı bir kadınla Türk vatandaşının Mut’a nikâhı görüntüleri çok şeyi izah
ediyor. [28]

Aslında, İran’ın Mut’a yoluyla yaptığı casusluk çalışmaları sadece Mayıs 2013’te yapılan operasyonla
gün yüzüne çıkmamıştır. 12 Ağustos 2012’de de Iğdır Cumhuriyet Savcısı’nın başlattığı başka bir
soruşturmada da İran Ulusal İstihbarat ve Güvenlik Organizasyonu VEVAK için çalıştığı belirlenen bir
casusluk çetesinin, yerel yöneticilere, uygunsuz çekilmiş videolarıyla şantaj yaptığı
belirlenmişti. Yapılan operasyonda, askeriyede, poliste ve yerel mahkemelerde çalışan birçok devlet
görevlisi ile alakalı CD ve belgeye ulaşılırken, kamu binaları, askeri konvoy geçiş güzergâhları ve
askeri karakollara ait dokümanlar bulunmuştu. Ayrıca PKK’nın da İranlı ajanların yaptığı bu
faaliyetlere, bu kişilerin sınırdan geçişini kolaylaştırarak yardım ettiği de belirlenmişti.[29]

İran’ın aynı zamanda değişim (Exchange) programlarından yararlanarak birçok akademisyen


ve din adamını, Mut’a nikâhını yaymak için Türkiye’ye gönderdiği de iddialar arasındadır.
Raporlara yansıdığı kadarıyla, Siirt, Erzurum ve diğer şehirlerdeki üniversitelerde bulunan
İranlı akademisyenlerin Mut’a nikâhı hakkında açık açık konuştukları ve bunun yerel halkın
büyük tepkisini çektiği belirtilmektedir.[30] Hatırlanacağı üzere, Mısır’da da İran
yayılmacılığına benzer bir tepki oluşmuş, özellikle Selefi gruplar İranlıların Mısır’ı turist
kafileleri şeklinde ziyaret etmelerine, İranlıların bu şekilde Mısır’a sızacakları, Şii doktrinini ve
Mut’a’yı yayacakları endişesiyle karşı çıkmışlardı.[31]

Sonuç olarak, Şii inancını Sünni inanıştan ayıran temel özelliklerden biri olan Mut’a nikahı,
diğer devlet yönetim işlerinde olduğu gibi, İran rejimi tarafından gayet pragmatik sebeplerle bir
dış politika enstrümanı olarak kullanılmaktadır. Mut’a enstrümanın hem İran içinde hem de
komşu ülkelerde yumuşak güç ve cebri bir unsur olarak kullanıldığından bahsedildi. İran’da ve
komşu ülkelerde İranlı kadınlar üzerinden sunulan Mut’a nikâhları, Şii ve Sünni kitleleri İran’a
bağlamak adına bir teşvik unsuru olarak kullanılırken, Mut’a nikâhı yapan önemli kişilere
uygunsuz görüntülerle şantaj yapıp tehdit etmek de Mut’a’yı yumuşak güç unsuru olmaktan
çıkartıp, cebri bir unsur haline getirmektedir. Mut’a nikâhı hem cebri hem de iradi yönleri ile
hem ülke için de hem de ülke dışında kullanılarak İran açısından önemli bir dış politika unsuru
haline gelmektedir. Son derece İslami bir görüntü verdiği halde, kadınların bir “bal tuzağı”
olarak istihbarat ve dış politika amaçları için kullanılması amaçlar uğruna bütün araçları
mubah gören makyevelist İran devlet geleneğinin en çarpıcı örneklerinden bir tanesidir.

Mahmut Akpınar

http://www.mahmutakpinar.com/iran-ve-bir-dis-politika-enstrumani-olarak-muta.html

[1] Taushıf Kara. (2011) “Mut’a and Hezbollah; The Politicization of Sex” Canons, s.22;
http://www.mcgill.ca/religiousstudies/sites/mcgill.ca.religiousstudies/files/canons2011.pdf.
[2] “What is Muta Marriage (Shia Law) (M.M.Law)”;
http://makashfa.wordpress.com/2011/11/06/what-is-muta-marriage-shia-law-m-m-law/.
[3] Mü’minun Suresi 6. ve 7. Ayetler.
6 – Ancak eşleri ve ellerinin sahip olduğu (cariyeleri) hariç. (Bunlarla ilişkilerinden dolayı) kınanmış
değillerdir.
7 – Şu halde, kim bunun ötesine gitmeyi isterse, işte bunlar, haddi aşan kimselerdir.

240
[4] Ghodsi, Tamilla F. “Tying a Slipknot: Temporary Marriages in Iran”, Michigan Journal of
International Law 15 (1994): 645-686. S. 645. Alıntı yapılan yer: “What is Muta Marriage (Shia
Law) (M.M.Law)”, s.26; Makashfa.wordpress.com. http://makashfa.wordpress.com/2011/11/06/what-
is-muta-marriage-shia-law-m-m-law/.
[5] “In response to a question about Mutah, Grand Ayatollah Khamenei responded and declared that
Mutah (temporary marriage) is not only permissible but rather it is Mustahabb (highly recommended).
Ayatollah Khameini said:
“Although mut‘ah marriage is permissible, or rather mustahabb [highly recommended] in our view, it
is not obligatory in shar‘[iah].” Kaynak için bakınız:
http://answers.yahoo.com/question/index?qid=20100110100718AAe7EiR
[6] Albawaba (2010) “Iran Permits Brothels Through Temporary Marriages”,Albawaba, Haziran 7,
2010. http://www.albawaba.com/behind-news/iran-permits-brothels-through-temporary-marriages
[7] Afshin Shahi (2013). “Erotic Republic”, Foreign Policy, Mayıs 29, 2013.
http://www.foreignpolicy.com/articles/2013/05/29/erotic_republic_Iran_sexual_revolution%20?page=f
ull.
[8] Donna M. Hughes . (2011).“The Mutah Pimps – Islam for Muslims – Nairaland”,Nairaland
Forum, Aralık 19, 2011. “http://www.nairaland.com/828391/mutah-pimps.
[9] (İngilizce: tashayyu: the act of becoming Shiate)
[10] Jelle Puelings (2010). Fearing a Shiite Octopus’ Sunni – Shi`a Relations and the Implications for
Belgium and Europe. Gent: Academia Press. s. 29.
[11] Bir Avuç Gül Demeti Politikası olarak Türkçeye çevirebileceğimiz bu ifade, İran’ın yumuşak güç
unsurları kullanarak etki alanları oluşturma manasına gelmektedir.
[12] Jelle Puelings (2010). Fearing a Shiite Octopus’ Sunni – Shi`a Relations and the Implications for
Belgium and Europe. Gent: Academia Press. s. 29.
[13] Livni’nin bu itirafları The Times gazetesinde yayınlanmakla beraber detaylı makaleler için
bakınız: Lenziran. “Story of Tzipi Levni sex , blackmail of Emir of Qatar and relation with Gaza war
told Doctor Abbasi” http://lenziran.com/2012/11/28/story-of-tzipi-levni-sex-blackmail-of-emir-of-
qatar-and-relation-with-gaza-war-told-doctor-abbasi/. Ayrıca MTV, “Tzipi Livni: I had sex with
Erekat and Abed Rabbo” Kasım 6, 2013 mtv.com.lb/en/News/27111.
[14] Gültekin Avcı. (2013). “İstihbaratta mut’a operasyonları” Bugün, 07 Ekim 2013.
http://gundem.bugun.com.tr/diger-yuzu-irandir-haberi/819228
[15] Afshin Shahi (2013). “Erotic Republic” Foreign Policy, May 29, 2013.
http://www.foreignpolicy.com/articles/2013/05/29/erotic_republic_Iran_sexual_revolution%20?page=f
ull.
[16] Donna M. Hughes . (2011).“The Mutah Pimps – Islam for Muslims – Nairaland”.Nairaland
Forum. Aralık 19, 2011. “http://www.nairaland.com/828391/mutah-pimps.
[17] Karim Sadjadpour. (2012).The Ayatollah Under the Bed(sheets)”, Foreign Policy, Nisan 23,
2012.
http://www.foreignpolicy.com/articles/2012/04/23/the_ayatollah_under_the_bedsheets.
[18] “Şantaj Aracı Mut’a” İran Tehlikesi http://www.irantehlikesi.com/?p=480
[19] Karim Sadjadpour. (2012).The Ayatollah Under the Bed(sheets)” Foreign Policy, Nisan 23, 2012.
http://www.foreignpolicy.com/articles/2012/04/23/the_ayatollah_under_the_bedsheets.
[20] Abdullah Bozkurt. (2013). “Iran’s clandestine operations in Turkey”. Today’s Zaman. 26 Nisan,
2013. http://www.todayszaman.com/columnists/abdullah-bozkurt_313785-irans-clandestine-
operations-in-turkey.html.
[21] “Şantaj Aracı Mut’a” İran Tehlikesi http://www.irantehlikesi.com/?p=480
[22] Gültekin Avcı. (2013). “İstihbaratta mut’a operasyonları” Bugün. 07 Ekim 2013.
http://gundem.bugun.com.tr/diger-yuzu-irandir-haberi/819228
[23] Gültekin Avcı.(2013)“Mut’a arşivlerinde kimler var?” Bugün. 10 Ekim 2013.
http://www.bugun.com.tr/muta-arsivlerinde-kimler-var-yazisi-822276

241
[24] Taushıf Kara. (2011) “Mut’a and Hezbollah; The Politicization of
Sex” Canonshttp://www.mcgill.ca/religiousstudies/sites/mcgill.ca.religiousstudies/files/canons2011.pd
f. p.23
[25] Today’s Zaman. (2013).”Iranian spies involved in prostitution in Turkey, report says”. 24 Mayıs
2013. http://www.todayszaman.com/news-316439-iranian-spies-involved-in-prostitution-in-turkey-
report-says.html
[26] Gültekin Avcı. (2013). “İstihbaratta mut’a operasyonları” Bugün, 07 Ekim 2013.
http://gundem.bugun.com.tr/diger-yuzu-irandir-haberi/819228
[27] Cevheri Güven, röpörtaj, Zaman, 9 Haziran 2013. “Muhafazakâr biri aniden ulusalcı oluyorsa
orada Bal Tuzağı vardır” http://www.zaman.com.tr/pazar_muhafazakar-biri-aniden-ulusalci-oluyorsa-
orada-bal-tuzagi-vardir_2098502.html
[28] Cevheri Güven, röpörtaj, Zaman, 9 Haziran 2013. “Muhafazakâr biri aniden ulusalcı oluyorsa
orada Bal Tuzağı vardır” http://www.zaman.com.tr/pazar_muhafazakar-biri-aniden-ulusalci-oluyorsa-
orada-bal-tuzagi-vardir_2098502.html
[29] Today’s Zaman. (2012). “Iranian spy gang blackmailed Turkish bureaucrats using sex-tapes”
Aralık 14, 2012. http://todayszaman.com/news-301166-iranian-spy-gang-blackmailed-turkish-
bureaucrats-using-sex-tapes.html
[30] Bu paragraftaki bilgiler için bkz: Abdullah Bozkurt. (2013). “Iran’s clandestine operations in
Turkey”. Today’s Zaman. 26 Nisan, 2013. http://www.todayszaman.com/columnists/abdullah-
bozkurt_313785-irans-clandestine-operations-in-turkey.html.
[31] Al Akhbar (2013). “Egypt: Salafis and Brotherhood Squabble Over Iranian Tourism” Mayıs 27,
2013. http://english.al-akhbar.com/node/15924

Bir Büyükanıt daha yıkıldı!

3. Dolmabahçe krizi makalemde, dönemin Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt ile Başbakan Recep
Tayyip Erdoğan arasındaki Dolmabahçe gizli görüşmesini ilk defa deşifre ettim. Meğerse pislikler
ortaya saçılmayı bekliyormuş, benim ardımdan önce Taraf gazetesi yazarı Emre Uslu ve sonra üç
günlük suskunluk orucundan sonra muhteşem dönüş yapan twitter fenomeni fuatavni yazdı. İlk defa
yazmak her gazeteciye nasip olmaz. Zaten cesur olmayan kalem gazeteci de olamaz. Bir Büyükanıt
yıkılırken, bir arkadaşım dün Büyükanıt’lı rüyasını gönderdi. Cenaze merasimine hazır olmak lazım!

Önce 2 Mart’aki köşe yazımda ne yazmıştım, ona bakalım: “İlk Dolmabahçe krizi, Eski Genelkurmay
Başkanı Yaşar Büyükanıt ile başbakanın sır kalan görüşmesidir. Büyükanıt, eşi ve kızı ile ilgili
hazırlanan skandallarla dolu dosya üzerinden cemaatı infaz etmeye çalışan MİT’in karanlık şebekesi,
avcunu yaladı. Zira o dosyaları bana servis edip, suçu cemaatın üstüne atmaya çalıştılar. Bu fitneyi
yayan kürşad hareketi sitesinin gerçek yüzünü deşifre ettim ve sağ medyada haber yapılmasını
engelledim. Büyükanıt cemaatı günahı kadar sevmez ama onu korumak zorunda kaldım. 1. krizde
halen gizemli kalan, başbakanın ‘cemaatı infaz edelim, yoksa kellemi istiyorlar’ diyen Büyükanıt’a
verdiği cevaptır. Bugün ne cevap verdiğini öğrendik, artık merak etmiyoruz. Niyeti kötü, hem de çok
kötü…”

Taraf gazetesi yazarı Emre Uslu, 12 Mart tarihli yazısında 2011 yılında açıklanan demokratikleşme
paketinin Kürt haklarının iadesiyle alakası olmadığını Ergenokuncuları kurtarma planı olduğunu
savundu. Ve bu planın parçası olarak dönemin Genelkurmay Başkanı Başbakan Erdoğan ile
‘Dolmabahçe Görüşmesini’ Cemaat’in bitirilmesi için dershanelerin kapatılması gerektiğini
konuştuklarını belirtti. Uslu şöyle sonuçlandırmış: “En önemlisi E- Muhtıra bir boruymuş. Muhtırayı
veren Genelkurmay Başkanı mahkemeye bile çıkarılmadı. Muhtırayı yiyen Başbakan muhtıraya
muhtıra bile diyemedi. O komutan şimdilerde çevresine Dolmabahçe Görüşmesi’nin sırlarını
anlatıyormuş. Dolmabahçe’de, Erdoğan’la Cemaat’in bitirilmesi için dershanelerin kapatılması
konusunu konuştuğunu söylüyormuş. Bu konuda kaynağımın sağlam olduğunu bilmenizi isterim.”

242
Yaşar Büyükanıt, 1984’de Kuleli Askeri Lisesi Komutanı iken 4 kardeşimizi sırf namaz kıldıkları için
askeri okuldan atan cibilliyeti bozuk, agnostik bir Sebataycı. Eşinin kamu harcamalarında yaptığı
müsriflikleri ayyuka çıkmış, kızını Sebataycı biri ile evlendiren bir Genelkurmay başkanının Ağlama
Duvarındaki görüntüleri umarım tıpkı Başbuğ gibi bir gün Türk medyasında gün yüzüne çıkar. Yahudi
gibi ağlayan bir genelkurmay başkanından Gülen Hocaefendi, cemaatı ve tüm Türkiye için hayırlı bir
iş çıkacağını zaten beklemiyordunuz umarım. Başbakanın Büyükanıt ile yaptığı gizli anlaşması aslında
İsrail ve MOSSAD ile yapılan bir anlaşmadır. İsrail, Gülen ve cemaatını tüm dünyada ve ülkemizde
etkisiz hale getirmek için Büyükanıt’a görev verdi, oda bu işi Türk ordusunun adını bulaştırmadan
Erdoğan’a yaptırıyordu. Yaşanan tüm maskaralıkların nedeni budur.

12 Mart’ta fuatavni kirli çamaşırları tamamen şöyle döktü:

Başbakanın Ergenekon‘un bittiğine çok önce inandırdılar. Herkesi Ergenekon torbasına doldurarak
sulandırdılar.Toptancılık sonun başlangıcıydı. Oligarşik Danışmanlar‘ın siz vesayeti bitiren dünya
liderisiniz ifadeleri de kendini dev aynasında gören Erdoğan’ı kontrolden çıkardı. Ergenekon‘un para
kaynakları karapara aklamanın dolaylı yoldan Erdoğan’a hazzını tattırıp, egosunun altına sığınarak
kendilerini büyüttüler.

Ergenekon‘un derinlerine asla ulaşılamadı. Verdiği sözü uygulamakta kararlıydı. Derinlerle anlaşmıştı
ona sürekli topuk selamı çakılıyordu. 2008 yılında kontrol edilemeyen Ergenekon klikleri hariç
diğerleriyle anlaşma sağlandı. Aslında feda edilebilir olanlar içeri atıldı.

Büyükanıt, Avrasya projesinin uygulanacağını, Hizmet dahil, hiç bir irticai yapının kalmayacağını
bağlı olduğu derin yapılara aktardı. Büyükanıt‘ın ismi hiç bir darbe dosyasında yer almadı. Yarı yolda
bıraktığı Ergenekon‘dan korktuğundan kendisine zırhlı araç alındı. Başbakan hem asker içindeki
vesayetten hem de Camia‘dan kurtulma fırsatını hiç beklemediği bir anda kucağında bulmuş oldu.
Erdoğan, asker içindeki darbeci kilikleri ayırmayı başarmıştı. Büyükanıt geri adım atma karşılığında
2004 MGK kararlarının uygulanması istedi.

Erdoğan ile Büyükanıt bu kozlar çerçevesinde antlaşmaya vardılar. Büyükanıt dava arkadaşlarına
sırtını çevirdi. İlker Başbuğ orada feda edildi. Peki nedendir? Şundandır:

a) Büyükanıt‘ın İsviçre hesapları. b) Mit tarafından hazırlanan aile dosyası. c) Başbakana düşünülen
bazı suikastlerde Büyükanıt‘tın etkisi.

Erdoğan’ın Dolmabahçe‘de üç kozu vardı. Büyükanıt‘a bu kozlar şantaj olarak kullanıldı. Asker
içindeki darbecilerle araya mesafe konmalıydı. Başbakan, kendini kabile lideri sandığından
Dolmabahçe görüşmesinin kendisiyle mezara gideceğini zannediyor. Kozmik Oda‘yı mezarı mı
sanıyor? Büyükanıt Dolmabahçe‘de, Öcalan‘ın Oslo‘da dersanelerin kapatılması isteği, dersanelerin
kapatılmasıyla Camia‘nın biteceğini düşünmeleridir. Dolmabahçe görüşmesinde, Başbakan, Yaşar
Büyükanıt‘a dersaneleri kapatma sözü verirken anlaşılan o ki Abdullah Gül‘ün cumhurbaşkanlığı için
de desteğini almıştı.

Dolmabahçe’de aslında Büyükanıt ile Erdoğan’ın orada egosunu şişirerek oturtanlar yarın öbür gün ilk
fırsatta başbakanın altındaki sedyeyi de çekeceklerdir. Birbirlerini yiyeceklerdir. Kapalı devlet haline
getirilecek ve azınlığın tahakkümünde ve kontrolünde olacak devlet politikasını bizzat Erdoğan’a
yaptırmış oldular. Avrasya Projesi‘nin en önemli ayağı olan Şangay 5‘lisine katılmayı Erdoğan‘ın
Rusya‘da dillendirmesi, bugünkü Ergenekon tahliyelerinin müjdesiydi.

Sol koluna Perinçek‘i, sağ koluna Said Nursi‘yi takarak meydanlarda kalabalığa hitap etmek, oy adına
şeytanca algı üretme kurnazlığıdır. Halk, kendini kurtarma adına celladına sarılan ve günden güne
kredisini tüketen birini ibretle seyrediyor.
243
Farkı fark etmeye doğru

Hocaefendi’nin “Bir gün gelecek bugünkü hadiselerdeki farklılığımızın çerçevesini bütün


boyutları ile herkes anlayacak.” sözünü aktarmıştım bir yazımda.

Arkasından da sohbetin akışı içinde ene, nahnu ve hüve’ye atıfla beyan buyurduğu inci mercan
hakikatleri. Birileri yanlış anlamış; cemaat asabiyesi demişti bu yaklaşıma. Hüve’yi Cemaat’e hasr
etme ve teslimiyet beklentisi içinde olduğumuzu da kendisine göre derin tahlillerle anlatmaya
durmuştu. Cevap vermeyi düşünmedim; hâlâ da düşünmüyorum. Ama o yazıda kimseyi suçlamamakla
beraber üzerine alıp cevap verme veya tashih ya da tenkit bağlamında kaleme alınan bir yazıdan
haberdar olduğumu belirtmemek de muhatabı kaale almama ve hakikatnâşinaslık olurdu. Onun için bu
satırları yazıma giriş yaptım.

Madem yaptım; o zaman birkaç cümle ile devam edeyim. Hocaefendi’nin evet “biz” dediği zaman
Cemaat’i kastettiği yerler olduğu gibi ümmet-i Muhammed’i kastettiği yerler de vardır. Bunu sözün
akışına, eskilerin siyak sibak, yenilerin konteks veya bağlam olarak ifade ettiği zaviyeden bakarsanız
rahatlıkla anlayabilirsiniz. 30 yıla yakın beraberliğimiz, 67’li yıllarda kahve konuşmalarından
konferanslarına, vaazlarından neredeyse bütün sohbetlerine kadar bütün ses kayıtlarını dinlemiş,
kitaplarını defalarca okumuş bir insan olarak söyleyeyim; Hocaefendi, saydığım konuşma ve
yazılarının tamamında “biz” dediği yerde % 90 itibarıyla ümmet-i Muhammed’i, % 10’unda ise fikrî
liderliğini yaptığı Cemaat’i kastetmiştir.

Kuru, ucu açık, altı boş bir iddia olarak görebilirsiniz bu tespitimi. Hocaefendi’nin bir tek kitabını
okumamış, beş-on sohbetini baştan sona dinlememiş insanlar olarak haklı da olabilirsiniz bu
itirazınızda!. O zaman çözümü basit; bir değil onlarca master ve doktora tezlerine konu yapalım bu
meseleyi, var mısınız? Meseleyi küçümseyerek master ve doktora için değmez diyorsanız, gelin
çalışma grupları oluşturalım. Dinî literatüre vâkıf tarafsız insanlar olsun bu gruplarda. Rahmetli Tuzcu
Cahit Erdoğan, Koca Yusuf namıyla meşhur merhum Yusuf Öztansan Ağabey’in tekerlekli
kasetlerinden başlayalım, dün-bugün yayınlanan Bamteli ve Herkül Nağme sohbetlerine kadar hepsini
yıl yıl bölelim çalışma gruplarına. Bakalım sonuç ne çıkacak?

Bu bir yana, gelelim o yazıdaki biz’e. O yazıya konu olan ve farklılığı nazara veren cümlesindeki ‘biz’
elbette benim % 10 diye nitelendirdiğim Cemaat’in kastedildiği bir ‘biz’ ve orada hükümet tarafından
bitirilmek üzere hakkında idam fermanı verilmiş bir cemaat var. Eğer 14 Kasım 2013 dershane
kapatma tartışmalarından bugüne Türkiye’de yaşıyor, yazılı ve görsel medyayı takip ediyor, halkın
içinde halkın sesini duyuyorsanız buna ait bir delil istemezsiniz sanırım. Şiddeti zuhurundan gizli.
Başbakan’ın 25 Şubat 2014 tarihindeki Meclis konuşmasında “ayakta duruyormuş gibi yapıyorlar”
cümlesi bile bunu ispata kâfi. Kaldı ki Cemaat’e maddî destek veren işadamlarına gönderilen malî
müfettişler, Bank Asya’yı batırma teşebbüsleri, yalan ve tezviratın iç içe olduğu nice haberler ispata
ihtiyaç bırakmıyor.

Pekâla Aralık 14’te “Ben değil, biz de değil sadece O (cc)” başlığı ile yayınlanan o yazıdan bugüne
meydana gelen hadiseler Hocaefendi’nin bahsettiği o farklılığı bizatihi ortaya koymadı mı? Zaman ve
STV’de yayınlanan kaç habere tekzip davası açıldı haberiniz var mı? Ama hükümete yakın medya
organlarına açılan davalar medya tarihimizde rekor kırdı. Yapılan onca hakaretlere rağmen Zaman ve
STV kaç tane hakaret kelimesi kullandı acaba? İnceleme zamanınız oldu mu? Şöyle de sorabilirim;
şartlanmış olmakla kendinizi hapsettiğiniz zihnî zindanların çeperinden kurtulup bu hakikatlere bakma
ihtiyacı duydunuz mu?

Sözü uzatmaya gerek yok; işte Hocaefendi’nin bahsettiği farklılık bu ve hamdolsun o yazının
mürekkebi kurumadan hakikatler güneş gibi tezahür etmeye başladı.

244
Eğer sözün geldiği bu safhada hâlâ nedir o farklılıklar diyorsanız; size yardımcı olmak için şunları
söyleyebilirim; İslamî ilkelerden taviz vermeme; insanî duruşu bozmama; ahlakî yozlaşmaya kapı
açmama; kutuplaşmalardan uzak durma; sağduyuyu her şeye rağmen terk etmeme; Hak yolunda
hizmete her şeye rağmen devam etme; iyiyi, güzeli, doğruyu destekleme, kötünün, çirkinin, yanlışın
karşısında durma.

Her neyse; geçtiğimiz üç ay, farkın fark edilmesi adına o kadar çok malzeme verdi ki insanımıza
bakmamak, görmemek, düşünmemek ve hayret etmemek elde değil. Keşke bütün bunlar
yaşanmasaydı. Keşke birer kâbus olsaydı. Keşke!

Ben inanıyorum ki aralık ortasında o yazıyı kaleme alan zat eğer ehli insaf ise ortalığa dökülen bunca
delilden sonra aynı yazıyı bugün yazamaz.
Aydınlığın şafaktaki emarelerini gördükten sonra tekrar karanlıklara boğulmak insana çok acı geliyor.
Meğer ki yalancı şafakmış… Ahmet Kurucan, Zaman, 13.03.2014

Türk Prometheler, Ergenekon ve Bir Numara…

Yarım asırdan fazla bir süre Topağacı Ihlamur Yolu, H. Apt. No:…Nişantaşı, İstanbul adresinde
oturan 12 Aralık 2009’da Milliyet’ten Serpil Yılmaz’a verdiği mülakatta “darbelerin bakanı” olarak
anılmak istemediğini özellikle vurgulayan Ş.Ş.K’nın nisan ayının son günlerinde ölmesi ile birlikte
gazetelerde çıkan haberler ve verilen vefat ilanlarının satır aralarına bakıldığı zaman bazı gerçekleri
daha iyi anlarız.

Nitekim Ş.Ş.K.’nın ölümü üzerine TİSK Yönetim Kurulu Başkanı Tuğrul Kudatgobilik, “Büyük
eğitim gönüllüsü Ş.Ş.K’nın, Türk sanayi ve eğitimine yaptığı katkılarla daima TİSK camiasının
gönlünde yaşayacaktır” dedi ve ekledi: Kurucumuzdur.

Başka bir sivil toplum kuruşunun “Merhuma Tanrı’dan rahmet, kederli ailesine tüm sevenlerine
sabırlar dilediği ilanı ile öğrendik ki Ş.Ş.K, 1967 yılında kurulan Türk Eğitim Vakfı’nın kurucu
üyesi, yönetim kurulu ve mütevelli heyeti üyeliği yapmış bir isim.

Sportoto Süper Ligi kupasını Kadıköy’de kaldıran kulübün sitesinden yapılan açıklamadaki ifadeler ise
özenle seçilmişti ve daha dikkat çekiciydi. Satır aralarında Ş.Ş.K’nın ülkemizin en kritik
yıllarında üstlendiği büyük sorumlulukları başarıyla yerine getirmesine dikkat çekiliyordu.
Ülkemizin en kritik yılları ifadesine nasıl bir anlam yüklememiz gerektiğini düşündüm ve Galatasatay
yönetiminin bu cümlelerinden öğrendim ki kulüp en yaşlı üyesini, divan kurulu üyesini
kaybetmenin üzüntüsünü yaşıyordu. İlanların arasında gezerken Ş.Ş.K’nın Marmara Grubu
Stratejik Ve Sosyal Araştırmalar Vakfı’nın kurucu üyesi ve onur madalyası sahibi olduğunu,“
“Vakfın aziz büyüklerinin(!) cenazesinin Teşvikiye Camii’nden 27 Nisan 2012 günü öğle namazını
müteakip Zincirlikuyu Mezarlığı’na defnedileceğini” anlattıkları ilanı okuyunca” bu cümlelerin aslında
başlı başına mana taşıdığını düşünmeden edemiyor insan.

245
Ölüm ilanlarındaki kelimelerin özenle seçilmesine ve 96 yıllık ömrüne sığdırılan işlere baktığımız
zaman karşımızda aslında “Orta boy sıradan ve kendi halinde yaşayan daha da önemlisi 52 yıldır
oturduğu evi değiştirmeyen, hiç özel arabası olmayan, sıradan bir insan havasında yaşayan bir
işadamının durduğunu görürüz.” İşin ilginç ayrıntısı Ş.Ş.K sadece bir iş adamı değildir… 11 Mayıs
1954′ten 22 Eylül 1980′e kadar tam 26 yıl Şişecam Fabrikalarının Genel Müdürlüğünü yapmış
bir profesyonel yöneticidir. Patron olmadığı halde “patronlar kulübü” olarak bilinen
TÜSİAD’da başkanlık yapan Ş.Ş.K’nın izlerine burada da her dönem rastlamak mümkündür.
Ş.Ş.K, TÜSİAD’ da 1971-1975’de Vehbi Koç ile 1980 – 1981, 1982-1984’de Nejat F. Eczacıbaşı ve
1987-1988’de ise Sakıp Sabancı ile Yüksek İstişare Konseyi Başkanlık Divanında Şinasi Ertan,
Feyyaz Berker, Melih Özakat gibi isimlerle birlikte yer almış. Bir dönemin iktidar belirleyen
kurumunda patron olmadığı halde başkan olmak ve Yüksek İstişare Konseyi Başkanlık
Divanında uzun yıllar yer almak nasıl bir gücün yankısıdır merak edilmez mi? Nitekim
Ş.Ş.K’nın patronlar kulübüne işveren olmadığı halde 1985-1986 yılları arasında başkanlık yapması da
ayrıca değerlendirilmelidir.

Darbelerle anılmak istemeyen ama demokrasiye ara verilince aranıp bulunan Ş.Ş.K’nın, 1960- 1961
yıllarında Sanayi Bakanlığı, 1980-1981 darbe döneminde ise askerler tarafından Sanayi ve
Teknoloji Bakanlığı koltuğuna uygun görülmesinin de bir hikmeti olsa gerekir. Fakat Ş.Ş.K’nın
bakanlık dışında yapması gereken işlerin büyüklüğü sebebiyle koltuğu kısa bir sürede terk
etmesi daha da önemlisi bakanlık gibi bir makamı elinin tersiyle iade etmesi de hayatının iyi
anlaşılmasına yardımcı olacak bir bilgidir. 1995-2003 yılları arasında Yıldız Sarayı Vakfının
Başkan Yardımcılığı görevini de yürüten Ş.Ş.K’nın, Marmara Grubu Stratejik ve Sosyal
Araştırmalar Vakfı’nın 1997 yılından beri “Duayen Başkanı” olarak anılması tesadüf değildir.
Ergenekon terör örgütü davasının sanıklarından B. G’nin avukatlığını yapan emekli tuğgeneral E.B’nin
adının Marmara Grubu Stratejik Sosyal Araştırmalar Vakfı’nın bünyesinde kurulan akademik konsey
ile birlikte 26.11.2008 tarihinde gündeme gelmesi dikkatlerden kaçmamıştı. Nitekim akademik konsey
ile birlikte ismi anılan kadroları merak ettiğimiz zaman şimdilerde Sincan sakini olan Emekli
Orgeneral Çevik Bir’in, bölücü terör örgütü yandaşı öğrencilere burs verdiği iddia edilen Çağdaş
Eğitim Vakfı’nın Başkanı Gülseven Yaşer’in adlarının karşımıza çıktığını görürüz.

1916’da İstanbul’da doğan Ş.Ş.K“Yerin İçine gir, araştırarak gizli taşı bulacaksın.” deyişinin
çizdiği hedef doğrultusunda “Eleme, seçme, tanıtma, eğitme ve kendine benzetme” süreçlerinden
başarıyla geçer. Cumhuriyet’in kurulduğu yıl başladığı Beşiktaş’taki Taş Mektep’te öğretmenleri
tarafından ‘kayan yıldız’, ‘cesur yürekli’ manasına gelen ‘Şahap’ isminin verilmesi ile ismi o
günlerden sonra Şahap olarak kalmıştır. Nüfus kâğıdındaki adını ise değiştirmeyerek hayatını
dikkat çekmeden iki isimli bir şekilde kendi halinde sürdürmüştür.
246
1936’da Galatasaray Lisesi’nden mezun olan Ş.Ş.K’nın, Atatürk’ün Cumhuriyet’i kurduktan sonra
‘Kıvılcım olarak gidecek, volkan olarak döneceksiniz’ diyerek yurtdışına eğitime gönderdiği 700
isimden birisidir. Atatürk, genç cumhuriyetin sanayi ve kültür alanında kalkınmasını sağlamak için
1925 yılında başlayarak birçok yetenekli ve zeki çocuğu yurtdışına eğitime göndermiştir. Bu proje
Atatürk’ün ölümüyle kesintiye uğramamış 1947 yılına kadar devam etmiştir. Bu proje doğrultusunda
Milli Eğitim Bakanlığı, Maden Tetkik Arama Enstitüsü, Sümerbank gibi farklı kurum ve
kuruluşların açtığı sınavları kazanan yetenekli öğrencilerden kimi mühendislik, kimi tıp eğitimi
almaya gönderildi. Fakat geri döndüklerinde aslında hiç birisi gönderildikleri noktada değildi. Büyük
umutlarla yurt dışına gönderilen 700 çocuktan bir elin parmaklarını geçmeyecek kadarı
memleket için kolları sıvarken farklı merkezler tarafından devşirilenlerde yeni hedefler için
hazırlıklara başladılar. Kanaatim odur ki bugünlerde gündem olan bazı davaların köklerine
ulaşmak için ta o günlere gitmek gerekmektedir. O günlerde seçilen ve yurt dışına gönderilen bu
çocuklar ve aileleri mercek altına alındığı zaman sis perdesinin biraz daha aralandığı görülür.
Özel sınavlarla seçilen ve o günün Türkiye’sinin zeki çocuklarının Almanya, Fransa, İsviçre,
Amerika gibi ülkelerde boş bırakıldığını düşünmek boş bir hayaldir. Bu çocuklar ülkelerine
döndüklerinde, bir taraftan alanlarında büyük başarılara imza atarlarken bir taraftan da hazırlandıkları
yeni görevlerinde ciddi bir varlık gösterdiler. Örneğin Beşiktaş’taki Taş Mektep’te öğretmenler
tarafından ‘kayan yıldız’, ‘cesur yürekli’ manasına gelen ‘Şahap’ adı verilen genç adam devlet
bursuyla gittiği Belçika’da metalürji, ABD’de seramik eğitimi aldı. Sümerbank’ta 5 yıl mecburi
hizmetin ardından, 26 yıl Şişe Cam’ın Genel Müdürlüğünü yürüttü. Bütün bunları yaparken
Masonlukta iki yılda art arda üç terfi alarak Kalfalığa terfi ederken kendisine güvenenleri
yanıltmadığını gösterdi. Çünkü bir Masonun iki yılda Kalfalığa terfi etmek için en az on çırak
toplantısına, Üstatlığa yükselmek için ise en az üç Kalfa Toplantısı’na katılmış olması gibi ağır
şartlar vardı. Ş.Ş.K’nın birinci dereceyi 6 Haziran 1955′te alırken, bir sonraki yıl yapılan terfi
toplantısında ikinci dereceye, 2 Aralık 1957 tarihindeki toplantıda da üçüncü dereceye terfi
etmeyi başardı. Kıvılcım olarak gönderilen ve volkan olarak dönmesi beklenen Ş.Ş.K. iki yılda
üç terfi alarak gayretini ve samimiyetini göstermesini bilmiştir. Yurt dışına eğitim için
gönderilen genç cumhuriyetin 700 çocuğundan geri dönenlerin memleket için hayırlı iş
tutmadıkları ulaştıkları derecelere bakılarak çok kolay anlaşılabilir.

Büyük umutlarla eğitim için uğurlanan bu kadronun bu topraklarda kurdukları kripto derin yapı sivil
güçlere, siyasetçilere, aydınlara, sermayeye, medya gücüne, hâsılı hayatın her alanına nüfuz
ederek Türkiye’yi yılarca dar bir çember içinde tutmayı başarmış ve iktidarların muktedir
olmasını engellemişlerdir. Ne yazık ki bugüne kadar başarılı da olmuşlardır. Çünkü iktidarlar iş
başına geldikleri zaman bu yapının oyunları ve kafa kolları karşısında şok geçirmekte, sanal
gündemden çıkarak büyük hedeflerle ilgilenememektedirler. Yapılan askeri darbelerin, çıkan
ekonomik krizlerin, bu toprakları kan deryasına çeviren terör örgütlerinin, naylon tarikat ve
cemaat kadrolarının, Liderin çevresindeki bazı isimlerin beslendikleri havuz işte bu havuzdur.
Nitekim bir bankanın yayınladığı “Türk Promethe’ler Cumhuriyet’in Öğrencileri Avrupa’da”[1]
isimli çalışma ile bu kadronun üstüne sis perdesi çekilmiş ve kamuoyuna birkaç isim sunularak
meselenin araştırılmasının önüne geçilmiştir.

Bu günlerde iktidarın af için formüller aradığı bazı isimleri, Atatürk tarafından “Sizi birer
kıvılcım olarak gönderiyorum, volkan olup dönmelisiniz” sözü ile uğurlanan kadroların
yaptıkları “Beşinci Kol Faaliyetlerine” bakarak düşünmek daha doğru olacaktır.

Özellikle ramazan aylarında öğle yemeklerinde buluşan ve toplantı yapan akşamda geniş
katılımlı iftarlar verdiği iddia edilen Marmara Grubu Stratejik ve Sosyal Araştırmalar Vakfı’nın
2006 yılında Ş.Ş.K’nın 90.Yaş günü anısına Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı’nda düzenlediği
etkinlikte söylenen sözler kadar etkinliğe katılan isimlerde dikkat çeker. Ş.Ş.K’nın onur gecesinde
buluşan “Süleyman Demirel, Bülent Eczacıbaşı, Aldo Kazkowski, Alev Yaraman, Rona Yırcalı,
Orgeneral Atilla Ateş, Barlas Doğu, Prof. Dr. Ahmet Samsunlu, Org. Necdet Timur, Prof. Dr. Tunç
247
Erem, Org. İsmail H. Karadayı, Org. Hüseyin Kıvrıkoğlu gibi önemli isimlerin K ile nasıl bir gönül
bağı içerisinde olduklarını hep merak etmişimdir. Nitekim toplantıda yapılan konuşmaların verdiği
mesaj toplantının içeriği kadar önemlidir.

Yapılan toplantıda Marmara Vakfı Başkanı Suver’in “Ş. Ağabeyimiz Türkiye için önemli bir
sembol, yaşayan bir anıttır.” demesi, Rona Yırcalı’nın, “Bey’in Türkiye’nin kalkınması için her
alanda takdire şayan emek sarf ettiğini vurgulaması, Demirel’in “Ş.Ş.K bu ülkeye ve ülkem
insanına hizmet için hala elinden geleni yapıyor.” Cümlesinin alkış almasının mutlaka bir anlamı
olmalıdır.

Lev Nikolaviç Tolstoy ne güzel demiş: “Ateşi kıvılcımken söndürmek lazım.”

[1] 1925-1947 tarihleri arasında sınavla yurt dışına eğitim için gönderilen isimlerden bazıları
şunlardır: Nüvit Arıcan, Necip Tolon, Emin Ünalan, Haşim Şensoy, Lütfullah Ulukan, Mustafa
Bayram, Tahsin Önalp, Şükrü Topsakal, Prof. Seyfettin Saraçoğlu, Adnan Erkmenol, Bedrettin Sarp,
Suat Seyhun, Dr. Şahabettin Şefketli Kocatopçu, Bahri Ersöz, Ulvi Cemal Erkin, Hasan Ferit Alnar,
Ahmet Adnan Saygun, Necil Kazım Akses, Nurettin Topçu, Necip Fazıl Kısakürek.

Lokman Erdoğan, 19.05.2012 yusufgezgin.com

Hanimiş son NOT: Bu yazıda geçen şahsın gizli bir numaramız, Selanik Dönmelerinin tahtsız kralı
Dr. Şahabettin Şefketli Kocatopçu olduğunu halen anlayamadı iseniz pes doğrusu! Cumhuriyet’in
altın çocukları olarak lanse edilipte aslında milli devletimize, milletimize değil masonlara hizmet
edenler içinde bir tek Necip Fazıl Kısakürek üretim hatasıdır! Ezberleri bozan bir yazı değil mi!
Teşekkürler Lokman Erdoğan’a. FA

AKP ile Cemaat arasındaki farklar!

AK Parti ile Gülen cemaatı, İslami anlayış ve Kur’an’ı yorumlama açısından 4 konuda ayrışıyorlar.
İslam’da yönetim, şeriatın uygulanması, insan hakları, birey özgürlükleri ve düşünce azatlığı
konusunda iki grup arasında ciddi uçurum bulunuyor. AKP, diğer İslami cemaatleri devletin gücüyle
kendine benzetirken, cemaatın başındaki karizmatik liderin entelektüel duruşu nedeniyle cemaat
mensuplarını kendi potalarında eritemedi, satın alamadı. Bir AKP’li üst düzey dostum bunu açıkca
söyledi: Çalmıyorsunuz, sorun bu!

Birinci temel farklılık, AKP, “politik İslamizm” ile İslam’ı bir ideoloji derecesine indirgiyor.
Müslüman Kardeşler’in yaşadığı onca başarısızlığa, Erbakan’ın partisi 4 defa kapatılmasına rağmen
İslam’ı siyasi bir akım haline getirme yanlışlığını onaylatmaya çalışıyor. Cemaat, “İslam dini
evrenseldir, bir partinin kamu hakkı yeme, ticaret yapma, oy toplama ve kazanç elde etme aracı
olamaz” diye dik ve sağlam duruyor. Çünkü kesinlikle İslam’ı bir ideoloji olarak görmüyor, ve asla bir
partinin tekelinde olmayacak kadar yüce, son din olarak görüyor.

Milli Görüş gömleğini çıkardığını iddia eden Erdoğan’ın insanları yanılttığı ortaya çıktı. Şimdi,
‘çıkardım’ dediği dar gömleği yüzde 50 oranındaki seçmene zorla giydirmeye çalışıyor. Bunu
yapabilmesi kolay değil. Belki de bir Hitler olup, kitleleri aşırı sağ uça taşıma hayali var ki, başarırsa
tarihe geçer. Ancak, merkezi sağdan seçmeni marjinal sağ alana götürmek için ona bir Gestapo devleti
lazım! Genelde aşırı sağ liderler merkeze yaklaşır, seçmen temayülüne uyarlar, bunun tersini bu
zamana kadar sadece Hitler ve Mussoloni gerçekleştirdi. Sonlarını biliyorsunuz, kendileri ile birlikte
ülkelerini yıktılar.

248
İkinci ayrışma noktası, AKP tepeden inmeci, İngilizce tabirle “top down” veya meşhur Fransız
terimiyle bir “Yakobenlik” peşinde, diktacı devlet anlayışı benimsedi. Yolsuzluk ve rüşvet
operasyonundan üç yıl önce başlayan güç zehirlenmesi başbakanın “bossy” tavırlarıyla Gezi
olaylarında patladı. Ekonomi kötü durumda olmadığı için başbakan dış düşman fobisi meydana
getirerek Gezi’den yüzde 5 oy artımı ile çıktı. saldırgan üslubunun yine ona oy olarak döneceğini
sandı. PKK ve Ergenekon ile ittifak AKP’ye yaramadı. Hele cemaat düşmanlığı ile resmen çakıldı.

Erdoğan’ın yeni yaptırdığı bir anket çalışmasında AKP, 30 Mart seçimlerinde yüzde 29’a düşmüş
gözüküyor. “Yüzde 1 oyu var” diye küçümsenen cemaatın özgül ağırlığı ve oyunun yüzde 15 ile 20
arasında etki gücü olduğu ortaya çıktı. Başbakanın tüm telaşı devletin kaymağının elinden kayması.
Seçmen oyu ile beslenen “Hitler”imiz, oy kaybettikce daha buyurgan kanunlar çıkardı. Devleti
partileştirdi.

Cemaat, halkın en tabanından gelen, sivil toplumcu, antipolitik, dini ilhamla yola çıkmış bir camia.
Batı’da İngilizce tabirle bunlara, “grassroot” diyorlar, “bottom up” denilen aşağıdan yukarı çıkan,
ayağı yere sağlam basan yapılar. Said Nursi Hazretlerini bile durduramamış “Zındıka Komitesi” veya
bugünkü adıyla “Fesat Göktürk Oligarşisi”nin Nursi’nin temelini attığı şahs-ı maneviyi yüze katlayan
Gülen cemaatını bitirmesi imkansız. Bu süreç, mert ile namertleri ortaya çıkarıyor. Ülkemiz, tek bir
adamın hırsları uğruna kredisini tüketirken, AKP içinden, aydınlardan ve İslami kesimlerde yaşanan
suskunluk insanı çileden çıkarıyor. Gülen Hocaefendi, zalimlik karşısında susanlara bu sefer gönül
koyuyor, sitem ediyor.

Üçüncü ayrışma noktası, AKP, despot, eski model bir devleti, yani eski Türkiye’yi temsil eder hale
geldi. Yasakçı, devletin herşeyi kontrol ettiği, fişlediği, ayrıştırdığı ve iç düşmanlar ürettiği bu yapıyı
yeniden yaşatmak, hortlatmak bu devirde imkansız. Aşırı devletçi sistemler, sadece geri kalmış
ülkelerde halen yaşıyor. Gelişmiş Batı devletlerinde devletin bireylere baskısı en az seviyeye
düşürülüyor, diğer ifadeyle devlet küçülüyor. AKP, devleti büyütürken, hızla kadrolaşıyor ve
kendisine sürekli oy verecek asalak bir kitle oluşturuyor, akıntıya kürek çekiyor.

Cemaat, özgürlükcü, birey ve insan merkezli yeni bir Türkiye peşinde. 165 ülkede edindiği tecrübeleri
ülkemize taşımaya çalışıyor, ancak oligarşik çete birey özgürlüğüne son yıllarda darbeler vurarak
ülkeyi kapalı bir açık hava hapishanesi haline getirmeye çalışıyor. Cemaatın insan haklarını esas alan
duruşu Batı’dan takdir gördükce devletçi AKP komplo teorisi üretiyor. Gelenekçi ve yenilikçilik
anlayışında cemaat ileri ve modern bir vizyon sergilerken, AKP, geri kafalı, yobaz, değişime karşı bir
konuma düşüyor.

Dördüncü ayrışma noktası, AKP’nin Kur’an, Hadis anlayışı ve yorumu çok çıkarcı ve sadece
yönetmeye endeksli. Oysa Kur’an’da Said Nursi’nin ifadesiyle sadece yüzde 5 olan devlet yönetimini,
AKP yüzde 100 olarak görüyor. Nurcu cemaatleri yanına alan Erdoğan ve şürakası, hiç Risale
okumadığı halde Gülen gibi Nurculuktan yargılanmış bir lideri Nurcu olmamakla suçluyor. Nurları
siyasete alet eden başbakan ve AKP, ama suçlanan siyasetten Said Nursi gibi kaçmaya çalışan Gülen
Hocaefendi.

Cemaat, Nursi’yi takip ederek Gülen’in peygamberimizin modeli Kur’an ve hadis anlayışını
savunuyor. Yani önce devlet yönetimi esas değil. Zira, Kur’an yüzde 95 oranında insanların, imanı,
tebliğ, ahireti ve ahlakı ile ilgileniyor. “Halifelik yarışı” diye ortaya atılan fitnede bu yorumlama farkı
net olarak ortaya çıktı. “Halifelik ve Mehdilik” iddiasında bulunarak cemaatlerden biat alan Erdoğan,
bu iddialarda bulunmayan Gülen’i haksız yere suçluyor.

249
30 Mart seçimlerini bir “istiklal savaşı”, “ölüm kalım savaşı” olarak gören Erdoğan, cemaatı siyasi
rakip haline getirdi. Yurt içi ve dışında beş bine yakın vakıf ve dernek kurmuş, eğitim, ayrılıklar ve
yoksulluk sorunları ile ilgili sayısız proje hayata geçiren cemaat, devlete muhtaç değil. Bağımsız oluşu
ve devletin dini cemaatleri devletleştirme girişimine olumsuz yanıt vermesi nedeniyle hedef haline
getirildi. “Devlette ikilik olmaz” denilerek sanki cemaat devleti “paralel yapı”yla ele geçirmeye
çalışıyor kara propagandası yapılıyor.

Oysa cemaata sempati duyanların devlet memuru olması kadar doğal bir durum olamaz. Yanlış olan
devlet memuru olan herkesin zorla parti devleti gibi düşünmeye, yaşamaya zorlanması. Bu resmen
birey özgürlüklerine saldırıdır. Medyanın Erdoğan tarafından ele geçirilmesi ile basın, fikir ve düşünce
özgürlüğü tamamen liderin inisiyatifine bırakıldı. Bu tür ülkelere demokrasi değil, “diktatörlük”
diyorlar.

Tüm gelişmiş Batı ülkelerinde Gülen cemaatı gibi sivil toplum yapılanmaları devleti yanlış yaptığında
uyarır ve kamu yararını devleti soyup soğana çeviren hırsızlardan üstün tutarlar. Halkın tabanından
koşan sivil bir hareket olarak son 50 yılda toplum güvenini kazanan cemaat, hırsızlık yapmayarak ve
doğrulukla bugünlere geldi. Aslında, sivil toplum ve sosyal hukuk devleti nasıl olur, bir partiye
yaslanmadan sivil toplum halkına eşit ve adil nasıl sosyal yardım götürür gösterdi.

Cemaatın modeli, bugün İskandinav ülkelerindeki, Kanada ve Avusturalya’dakı sosyal demokrat


modellere bakılarak anlaşılabilir. Sivil toplumu güçlü olan bu ülkelerde birey özgürlüğü devletin
çıkarlarından daha önemlidir. Devlet, hiç bir cemaat mensubunu damgalamaz, cadı avı yapamaz.
Başka bir ülkeye çalışıyor iddiası ispatlanmadığı sürece saçmadır. Suçta bireysellik esastır, topyekun
bir cemaatın günah keçisi yapılmasına Batılı demokrasiler gülerler, kimse bu akılsızlığa inanmaz.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan AK Parti kurulurken, Menderes’in halk adamı imajına ve Özal’ın
dört eğilim mirasına sahip çıkarak merkezi sağa oturdu. Ancak oligarşik fesat komitesi, 3. dönemden
itibaren hızla AKP’nin, Başbakan ve ailesinin zafiyetlerini şantaj unsuru olarak kullanarak AKP’yi
Ankaralaştırdı. Şimdi Erdoğan, CHP’nin Milli şef döneminde takındığı aşırı zıt uçta geziniyor,
ayrıştırıcı, ötekileştirici üslupla seçmeni iteliyor ve hakları ellerinden alınmış bireylerden de
utanmadan oy istiyor.

Ermeniler, Rumlar, Yahudiler, Liberallar, ülkemize AB standartları yakalansın ve özgürlüklerde


medeni seviyeye gelelim umuduyla AKP’ye oy verdi. İlk defa bir Ermeni Patrik, sağ bir partiye,
AKP’ye seçmenleri yönlendirdi. Merkezi Teksas’ta Houstan’da bulunan Gülen Enstitüsü Müdürü Dr.
Doğan Koç anlattı: “2007 seçiminin ertesi günü Teksas’tan bir heyetle Fener Patriği ile görüştük,
patrik AKP seçimi kazandı diye çocuklar gibi şendi, mutluydu. Elbette Heybeliada Ruhban Okulu
açılacak diye bir beklenti içindeydi.”

AKP ve cemaat arasındaki söz konusu dört temel fark, bugün daha belirginleşti, sosyoloğların ve
politik bilimcilerin gözüne net biçimde çarpıyor. Cemaat, en önemlisi AKP’ya yapışan hırsız ve
rüşvetçi imajına ortak olmayarak güvenirliğine leke sürülmesine engel oldu. Bu nedenle Erdoğan’ın
yaptığı hakaretlerin yakın gelecekte cemaat adına büyük bir kazanç olduğu açıktır. Allah, cemaatın
helal himmetine AKP haramı karıştırmıyor.

Dâbbetü'l-arz ve örümcek yuvası

Hz. Süleyman (as) bir melik-peygamber olarak, tarihin en kudretli hükümdarıydı.

250
Cenab-ı Allah (cc), O'nun Din'e hizmet aşkıyla kendisinden sonra hiçbir hükümdara nasip olmayacak
kudrette hükümdarlık niyazını (Sâd Sûresi/38: 35) kabûl buyurmuştu. Hükmü kuşlara, rüzgâra, cinlere
de geçen bu emsalsiz otoritesine rağmen ömrünün sonuna doğru asâsını bir "dâbbetü'l-arz", yani yerde
üreyen bir kurt veya kurtlar kemirmeye başladı ve bir gün üzerine dayanmakta iken asâsı kırılınca
vefat ettiği anlaşıldı (Sebe' Sûresi/34: 14). Bu hadiseden sözeden âyetin çok önemli bir iş'ârî manâsı
vardır ki, bir asânın içine, bir ağacın gövdesine girip onu kemiren kurtlar gibi, Hz. Süleyman'ın
idaresini içten içe kemiren kurtlar, yani, bugünkü tabiriyle, mafya tipi, çeteler türü ve daha başka
türden gizli teşkilatlar vardı. Cinler, Hz. Süleyman'ın asâsının içten kemirildiğini fark edememişlerdi.
İnsan, cinlerden çok daha kabiliyetli bir varlık olarak, onların bile fark edemeyeceği, bilemeyeceği
faaliyetler ortaya koyabilir. Nihayet, bu yeraltı teşkilatlarının Hz. Süleyman'ın idaresini içten içe
kemirmesinin neticesinde onun vefatıyla birlikte ülkesi, İsrail ve Yahuda krallıkları halinde ikiye
bölündü.

Evet, Hz. Süleyman idaresi kudretinde de olsa, bir ülkenin en zayıf yanı, onu içten kemiren gizli
oluşumlardır ve tarihte bu oluşumlar, son derece etkili olmuş, Osmanlı Cihan Devleti de, büyük ölçüde
özellikle kendisini içten kemiren bu oluşumların faaliyetleri neticesinde yıkılmıştır. Kur'ân-ı Kerim'de
Kıyamet'e yakın da bir dâbbetü'l-arzın çıkacağı ve insanlara iman sahibi olmadıklarını haykıracağı
beyan buyrulur (Neml Sûresi/27: 82). Bu dâbbe konusunda üzerinde genellikle birleşilen yorum şudur:
Âhir zamanda dinsizliğin ve fıtrata müdahalenin neticesinde mikrop türü, biyolojik ajanlar türü veya
daha başka türde küçük canlılar üreyecek ve bunların meydana getirdiği önü alınamaz tahrip ve
hastalıklar, onların asıl sebebinin imansızlık olduğunu ortaya koyacaktır. Âhir Zaman'da ortaya
çıkacak dâbbetü'l-arza, Hz. Süleyman'ın asâsını kemirenin de bir dâbbetü'l-arz olduğu açısından
yaklaştığımızda şu sonuca varabiliriz ki, bilhassa Âhir Zaman'da yer altı, yer üstüne âdeta hükmeder
hale gelecek, gizli teşkilatlar, yer altı örgütlenmeleri ülkelerin idaresinde çok önemli roller
oynayacaklardır.

İlgili âyette dâbbetü'l-arz imanla ilişkilendirildiğine göre, demek ki sözkonusu gizli teşkilatlar, iman
nûruyla ve imanın sağladığı basiret ve ferasetle görülebilecek, onlarla ancak imanın imkânlarıyla
mücadele edilebilecektir. Kur'ân-ı Kerim, bir de örümcek ağından bahseder ve "Allah'ı bırakıp da
başka koruyucu, başka velîler, başka aslî otoriteler edinenlerin hali, örümceğin haline benzer.
Örümcek, barınmak için kendine bir yuva yapar, fakat yuvaların en zayıfı örümceğin yuvasıdır. Keşke
bilselerdi!" buyurur (Ankebût Sûresi/29: 41). Örümceğin yuvası, evlerin, yuvaların en zayıfıdır; fakat
âyette zayıf manâsında kullanılan "ehven" kelimesinin âyete kazandırdığı bir diğer manâ daha vardır
ki, bu yuva zayıf olmaya zayıftır, fakat sineklerin onun ağlarına takılması gibi, insanlar da, Allah'ın
dışında velîler edinenlerin kurdukları bu yuvanın ağlarına pek kolay düşerler. Bu ağlar, makam-mevkî
sevgisidir, tamahtır, şöhretperestliktir, kibir ve kıskançlıktır, kendini beğenmedir, şehvet, para, mal ve
araba gibi eşya düşkünlüğüdür, korkudur, aileyi ve yakınları kayırmadır, kabileciliktir, ırkçılıktır vs.
İşte, bir ülkede idareciler bu ağlardan birine veya birkaçına takıldığında, halk da aynı ağların zebunu
olduğunda, artık bu ülkede dâbbetü'l-arzın, kurtların, gizli teşkilatların, yer altı oluşumlarının gövdeye
girip onu kemirmesi ve bir gün yere sermesi denebilir ki mukadder hale gelir. Tek başına Hz.
Süleyman dahi bu âkıbetten kurtulamayabilir.

Evet, örümcek yuvasının ağlarına takılmamak, dâbbetü'l-arz tarafından kemirilmemek, ancak iman ve
onun kazandırdığı hayat ve basiretle mümkündür. ALİ ÜNAL-ZAMAN

Hizmet’i kimse yıkamaz

2011′de Toronto Polis şefleriyle 10 gün ülkemizde 7 şehir gezdik. Konya’da İbrahim
Büyükkoyuncu’nun yaptığı fedakarlığı dinleyen zenci Ford ve eşi gözümün önünde ağladılar. Bir
insan düşünün. Tüm servetini Konya’daki bir okulun inşaatına harcasın, son 2 yılını inşaatta bir
kulubecikte yatarak geçirsin ve 1986′da öğrenci tam alınırken meyveleri göremeden ölsün. İşte
Toronto Polis Şef yardımcısı zenci Ford’u bu gerçek hikaye ağlattı, hepimizin gözleri yaşardı. Bu
251
güzel tabloya, MOSSAD ve CIA komplosu katanın Allah belasını versin, zaten verecektir. İbrahim
Büyükkoyuncu gibi ülkemizde o kadar fazla, sayısız isimsiz kahraman var ki, bunları yazarken
kendimden utanıyorum. Keşke saldırmasalarda anlatmak zorunda kalmasaydım.

Şanlıurfa’da Kanadalı polisler bu okulların bir sponsorunu gösterin tanışmak istiyoruz dediler. Bizi bir
kundura tamircisine götürdüler. Endenozya’da bir okula bakıyormuş. Gözlerimize inanamadık.
2009’daki ilk gezide yaşanan olayda, Toronto Polis Genel Müdürü Bill Blair ve 3 yardımcısı, eşleriyle
resmen şok oldu. 3 metrekare dükkanında kundra yapıp, tamir ederek bir okula bakan gönlü zengin bir
adanmış kul, bizi ağlattı. Kendi geçimini zar zor sağlayan bir Anadolu kahramanı dede vardı
karşımızda. Toronto Polis şefi Bill Blair’in yorumu halen kulaklarımızda çınlıyor: “Bu hizmeti kimse
yıkamaz. Bir kunduracı bir okula bakıyor, kendimizi insan sanıyoruz.” Bugün o ayakkabıcı ve ailesini,
Endenozya’da ücra bir köşede kimseye muhtaç olmadan sessizce dervişce hizmet ederken
bulabilirsiniz. Alnından öpüp dua ediniz.

Yetişmemde rol oynayan İstanbul’da Ali Katırcıoğlu’nun Çamlıca Kur’an Kursu’nu gezdirirken büyük
zevk aldım. Ali abinin eski evi ve 8 villasının Coşkun Koleji’ne çevrildiğini gören Kanadalı polisler
havlu attılar. Pes doğrusu dedirten bir manzaraydı bu. Ali Katırcıoğlu abimiz gibi devletten çalmadan
alın teriyle kazandığı servetini Hizmet’e harcayanlarla kamu ihalesi haracıyla vakıfcılık, okulculuk,
yurtculuk oynayan elbette bir değildir. Güney Afrika’da 34 milyon dolar harcayarak Selimiye
camisinin kopyasını külliye, imam hatip ve aş evi olarak açan 84 yaşındaki Ali bey ve eşi, cami
inşaatında bizzat çalışarak gerçek müslümanlığı gösterdi.

Kanadalı polisler Kimse Yok Mu Derneğinde ‘yok bu kadarı da olmaz’ dediler. Haiti’de yapılan
hastane olayı, Burma’da yaşananlar Hizmeti net gösterdi. Burma’da yaşananlar daha ilginç. Sel
felaketi için yardıma koşan Kimse Yok Mu bir engelle karşılaşıyor. Müslümanlara ülkede Budist
zulmü var. Arakan’da olanları biliyorsunuz. Sel felaketini hatırlayacaksınız, milyonlarca insan evsiz
kalmıştı Myanmar denilen bu ülkede. Burma’da Türk okulu her nasılsa açılmış, kurban bayramlarında
Budistlere, hatta tapınaklarına gidilerek Türk müslümanların yaptığı kurban yardımı kalpleri
yumuşatmış. Burma Devlet Başkanı, halkın sevgisini kazanmış bu adanmışların siyasetle ilgisi
olmadığını kavramış, bu nedenle sadece Hizmet’e ait bir kuruma güvenirim diye dış yardıma evet
diyor. Aslında Burma devlet başkanı hiç bir dış yardımı kabul etmiyor. Ülke zaten açık hava
hapishanesi gibi, dış etkilere uzak diktatör bir yönetim var. Kimse Yok Mu’ya devlet başkanın verdiği
ödül ve Budist Tapınağı rahibinin gönderdiği mektup, bu inanılmaz yardım öyküsünü ispatlıyor.

Haiti’ye İslam’ın gülen ve sevdiren yüzünü temsil eden Hizmet hareketinin Kimse Yok Mu Derneği ile
nasıl girdiği bir destan gibi, orada yaşananlardan inanın nice kitaplar çıkar. Haiti’de müslüman yok
veya çok az, inançları Vudu denilen şeytana tapmayı gerektiren kara büyü ile karışık Paganistik bir
Karipyen dini. ABD’de Hıristiyanlar, Müslümanlar ve Yahudilerin çoğu onları sevmiyor. Bu nedenle
kimse yardıma koşmuyor, ağırdan alıyorlar. Depreme ilk koşan Hizmet, ihtiyacı hemen görüyor ve bir
hastane yapmaya karar veriyor. Hastane bitiyor, ancak teslimde problem çıkıyor. Kimse Yok Mu
hastane yapıp yetkililere teslim eden bir kurum. Haiti devlet başkanı, ‘hastaneyi bizim elimize
vermeyin çalıp çırparız ne olur siz çalıştırın, dürüst ve temiz insanlarsınız, burada kalın’ diye ısrar
ediyor. İlk defa dernek yetkilileri, gönüllü doktorları ve hemşireleri organize ederek Haitide kalıcı bir
hastane hizmetine ikna ediyorlar.

Kimse Yok Mu Derneği’nin ilginç insanlık modeli ve kuralları var. Tabi felakete uğrayan kim olursa
olsun hemen yardım kampanyası açılıyor. 6 yıl önce Peru’da olan depreme yardım götürürken orada
Türk büyükelçiliğinin olmaması ve iki ülke arasında hiç ilişki bulunmaması ilginçti. Kimse Yok Mu
her ne kadar az veya çok yardım toplarsa bunu hemen kendi eliyle, iş adamlarını da götürerek felaket
bölgesine ulaştırıyor. Kimse Yok Mu, Peru’da depremzedelere 300 prefabrik ev yaptı ve teslim etti.
Meğerse depreme yardım eden tek uluslararası kurumlarmış. Peru parlamentosu Kimse Yok Mu’nun
yardımını çok büyük olay olarak gördü ve temsilcisini parlamentoda konuşturdu, devlet başkanı kabul
252
etti. Peru ve Türkiye arasındaki diplomatik ilişki talebi üzerine iki ülkede büyükelçilik açılması Kimse
Yok Mu teşvikiyle oldu. Dışişleri Bakanı Ahmed Davudoğlu bilir. “Türkçe olimpiyatlarına gitmeyin”
derken acaba hiç utanmadı mı? Geçen yaz Alanya’ya gittiğimde Peru’da Türk okulu açılması
projesinin Alanya esnafına verildiğini öğrendim. Alanya’nın fatihi Sabri İşman ve Mehmet beylere
yeni hayırlar işleme fırsatı çıktı. Alanya esnafı daha önce Kenya’da 3 okul, Gürcistan, Çeçenistan ve
Dağıstan’da okullar yaptı, masraflarını karşıladı. Bunların hepsi Anadolu’nun helal alın teridir.

35 okulun bulunduğu Irak’ta Kürt, Türkmen, Sünni, Şia, Arap aynı sınıfta okuyor, birbirlerini sevmeyi,
farklılıklara saygıyı öğreniyorlar. Müslüman ve Hıristiyanların Bosna gibi etnik sorunları olan
ülkelerdeki okullarda yanyana okuması birlik, beraberlik ve barışa hizmet ediyor. Hizmet Hareketinin
165 ülkede eğitimsizlik, ihtilaf ve yoksulluk sorunlarını çözmeye çalışması, birbirinden etkilenen bu
dertleri yok ediyor. Peki Gülen Hizmet Hareketi neden ve nasıl bugün hedef haline geldi ve Başbakan
Recep Tayyip Erdoğan’ı esir alan çetenin gayesi nedir?

Dr. Doğan Koç’un 55’i kitap 436 çarpıtma makale üzerinde yaptığı akademik araştırma Gülen ve
Hizmeti karalayanların maskesini 2010’da düşürmüştü. Akın Birdal suikastında tetiği Ergenekon adına
çeken gizli Özel Harpci Semih Tufan Gülaltay, Fethullah Müslüman mı? adlı kitabında Gülen’i Bahai
gösterdi. İftiranın böylesi görülmedi. Ergün Poyraz gibi ultra laik Kemalistlere çalışan bir psikopatın
Gülen’in sadece Siyonistler için çalıştığı kitabı, yalanı AKP dilinde bugün.

Jandarma istihbarattan para alarak kitap yazan Ergün Poyraz’ın Gülen’i, Erdoğan ve Abdulah Gül’ü
gizli Yahudi olarak gösteren kitapları unutuldu mu? Neden Erdoğan, Poyraz oluverdi? Doğu Perinçek
gibi 40 yıllık profesyonel bir yalancı ve İngiliz istihbaratının dezenformasyon adamına Erdoğan’ın
inanmak zorunda kalışı acıdır. Belli ki pabuç bağlı, şantaj yapıyorlar. Perinçek, yıllardır Ergenekon
operasyonunu SuperNATO yaptı ve arkasında Gülen var diye gösterdi, ABD ilişkisini tabi İsrail ve
MOSSAD ile hemen bu komploda kuruyordu.

Perinçek’in tüm kirli komploları AKP, Başbakan ve Gülen, cemaat savaşı ile yıkıldı ama adamlarda
yüz yok ki yalanın şekli hemen değişti. Batı dünyasında 12 yıldır Perinçek grubu Erdoğan’ı Gülen’in
talabesi gösteriyor, yani BOP Lideri Erdoğan gözüksede arkasında Gülen var güya. İngiliz ajanı
olduğu kesin Doğu Perinçek, Gülen’i ABD hatta SuperNATO’nun BOP projesi için çalışan CIA ajanı
gösteriyor ama BOP lideri Erdoğan ise bu kavga niye çıktı?

Değişik dillerde yapılan farklı karalama kampanyasının merkezi aynı: Ultra Ortadoks Yahudi Haham
Konseyi ve satılmış yerli işbirlikçileri. Yalancı karanlık şebekenin ıskaladığı hem Türkçe hem
İngilizce konuşan çok sayıda akıllı insan var, diyalog sayesinde Hizmeti iyi tanıdılar.

Batı’da Gülen, İslam’ın içine sızdırılmış bir “Amerikan Humeyni”si, niyeti Osmanlı’yı yeniden kurup
evrensel İslam Halifelik diye gösterilip, korku pompalanıyor. İki ana bakış yalanı var. Ülkemizde ultra
laikler Kemalistler ve radikal islamcılar Gülen’i “ABD kuklası, “Siyonist”, “Vatikan ajanı” diye
bühtan atıyor. Yalancı şebeke asla Gülen’in fikirleri veya Hizmet Hareketini eleştiremiyor. Bunun
yerine ortaya komplolar atarak karakter suikastı yapıyorlar. Batı’da Gülen şöyle gösteriliyor: “Yahudi
düşmanı”, “Batı karşıtı”, “Hıristiyanları müslümanlaştırıyor”, “2. Humeyni” olur, “Halifelik sistemi”
kuruyor. Ülkemizde ise, Gülen karşıtı propagandayı yürütenler, “CIA”, “Siyonist”, “ABD kuklası”,
“Papa’nın gizli Kardinali”, “Batı Virüsü” diyorlar, yani Batıdaki kara propagandanın tam tersini
söylüyorlar. Dikkat ederseniz Erdoğan’in dili bugün Perinçek’in kin ve nefret dili. Konuşma
metinlerini sanki Perinçek, Soner Yalçın, Ergün Poyraz ve Yalçın Küçük beraber yazıyorlar.

1999 kaset furyasından önce yapılan bir ankette, halkın % 86’sının Hocaefendi’yi sevdiği ve sempati
duyduğu belirtiliyordu. Şimdi nasıldır? Ahzap ordusu gibi tüö şerirler saldırıyor, Hizmet’in kredisi ve
güvenirliği sarsıldı mı bilemiyorum doğrusu.15 yıl geçti aynı yalanlara devam ediyorlar. Gülen
Hocaefendi ve arkadaşları bildikleri yolda devam ediyor. Daha bakalım neler görecekler? Halkın % 86
253
çoğunluğu ve bunların evlatları devlete girince veya anneleri ve babaları Hocaefendiye sevgi ve
sempati duyuyorsa bu suç mudur? Gülen’i sevmek ve cemaatın makul projelerine destek vermek eğer
suç ise ülkemizin açık hava hapishanesi haline getirilmesi gerekir. Sanırım Başbakan Erdoğan, son üç
aydır çıkardığı yasalarla bunu yapıyor. Ancak sürdürülemez bir mücadele bu, kaybetmeye mahkum!

Villalar, katlar, gemicikler, ülkenin tüm emlakının haracı, ihale komisyonları sizin olsun, ama bizim
büyük Türkiye hayallerimizi ve insanlık hizmetimizi çalmayınız. Allah’ın ihsan ve inayeti ile yürüyen
bu hizmeti ne Erdoğan ne bir başkası yıkabilir. Toronto Polis Şefi Bill Blair bu gerçeği hemen anladı,
ama maalesef anlamayan çok sayıda sapı müslüman baltacı ahmak bulunuyor. Lütfen, müslümanlar
tek başlarına bir iş başaramaz, illa ki Batılı desteği lqazım tarzındaki bu aşağılık kompleksinizi yıkınız!
Hizmet bu 300 yıllık fobiyi çoktan yıktı, körlere gösterdi, sağırlara duyurdu, yepyeni yeni bir dünya
kuruyor.

Bir ayyaş kadar olsun…

Zaman Yazarından Havuz Medyasına Sert Eleştiri: Bir Ayyaş Kadar da Olsa Haysiyetli
Olmalıydınız!

Zaman gazetesi yazarı Ali Ünal, bugünkü yazısında Cemaate yönelik sert eleştiriler, Gülen’e karşı
kullanılan ifadeler için isyan etti. Ali Ünal’ın hedefinde Başbakan Erdoğan ve ona destek çıkan
gazeteler vardı.

İŞTE ALİ ÜNAL’IN BUGÜNKÜ YAZISI;

Bir ayyaş kadar olsun…

Peygamber Efendimiz (sas), bir kardeşini yüzüne karşı övene “Kardeşinin boynunu kırdın.” ikazında
bulunur; “Allah varken, O’na karşı kimseyi tezkiye edemem.” buyururken, Başbakan’ı şirke kadar
giden sıfatlarla yüceltmekte yarıştınız; “İslâm dünyasının halifesi; Ortadoğu’nun imparatoru; dünya
başbakanı” dediniz.

Yetmedi; “Başbakanımıza dokunmak ibadettir; Tayyib’i üzmek Allah’ı üzmektir; Erdoğan bizim için
ikinci peygamber gibidir.” dediniz. Yine yetmedi; “Başbakan, Allah’ın sahip olduğu bütün sıfatlara
sahiptir.” dediniz. Oysa Allah (cc), ezelîdir, ebedîdir, ölümsüzdür, varlığı Kendi’ndendir, yaratandır,
rızıklandırandır, sonsuz ilim ve kudret sahibidir, her şeyi görür ve her sesi işitir, doğmamıştır; annelik,
babalık gibi özelliklerden mutlak münezzehtir, yarattıklarından kimseye benzemez…” Ne başbakan,
ne içinizden tek bir kimse, ne icraatlarına fetva veren ne de onu destek için bildiriler yayınlayan
hocalardan kimse bunlara itiraz etmedi; oysa küfre rıza küfür, fıska rıza fısk, zulme rıza zulümdür.

İslâm’ın temeli sıdk, yani doğruluktur; Hz. Bediüzzaman’ın ifadesiyle, bize daima ve her zaman lâzım
olan sıdk iken, Peygamber Efendimiz’i a’lâ-yı ılliyyîne yükselten sıdk, Müseylimetü’l-Kezzâb’ı esfel-i
sâfilîne düşüren yalan iken; Kur’ân, masum insanlara iftira atanların dünyada ve Âhiret’te lânetlenmiş
olduğunu açıkça beyan buyururken; hadis-i şerifte, “Münafığın alâmeti dörttür; bunlar kimde
bulunursa katışıksız münafıktır: Konuştuğunda yalan söyler; sözünde durmaz; emanete ihanet eder;
hasımlaştığında sınır tanımaz.” buyrulurken, son dört ay içinde Sabah 160, Akit 146, Star 132, Akşam
105, Yeni Şafak 93 tekzip yayınlamakla, tarihte en kısa zaman içinde en fazla yalan söyleme rekoru
kırdınız. Kur’ân-ı Kerim, “Yapmadığınızı, yapmayacağınızı söylemeniz Allah katında ne menfur, ne
korkunç bir günahtır.” buyururken, Hz. Ali (ra), “Sizin için ancak münafıktan korkarım. Hoşunuza
gideni söyler, hoşunuza gitmeyeni yapar.” ikazında bulunurken, Başbakan, yapmayacağını söylemeyi
ve söylediğinin tersini yapmayı bir politika haline getirdi; internette “Bir Başbakan, iki Erdoğan”
254
videoları dolaşıyor. Başbakan, 2010’da mitinglerde “Öcalan, kitabında ‘Tanrı’yla savaştım, O’nu
yendim ve kendimin tanrısı oldum!’ diyor; gelin bu oyunu bozalım!” derken, onun oyununa ortak
oldunuz. Halkın altınıza koyduğu koltuklar birer emanetken, savcılık iddianamesine, fezlekelerine ve
ortaya saçılan ses kayıtlarınıza göre, tarihte eşi görülmedik bir yolsuzluk, irtikap, zimmet, ihtilâs,
rüşvet, karapara aklama kirlerine bulaşarak, o emanetlere ihanet ettiniz. Ve hayatlarında ellerine bıçak
dahi almamış, suça bulaşmamış, yüz kızartıcı davranışların yanından geçmemiş, büyük fedakârlıklarla
İslâm adına, Türkiye adına, nesiller adına, insanlık adına dünyaya yayılmış yüz binlerce müntesibi,
seveni, sempatizanı bulunan bir Cemaat’e ve bu Cemaat’in rehber tanıdığı ve hayatında tek bir leke
olmayan Hocaefendi’ye tarihte kimsenin kimseye atmadığı iftiralarla ve yalanlarla şeytanı utandıracak
düşmanlıkta bulundunuz; yüz binlerce ailenin kendi çocuklarını yaptığı gibi, bizzat kendi çocuklarınızı
büyük bir güvenle teslim ettiğiniz müesseselerini kapatma yoluna gittiniz.

Hz. Bediüzzaman hakkında onu suçlayacak tek bir şey bulamayan memurlar, bir ayyaşı yakalayıp
tehdit eder ve bir kâğıda “Said’in hizmetçisi bir dükkândan rakı alıp ona götürmüş.” yazarak, ayyaştan
kâğıdı imzalamasını isterler. Ayyaş, “Tövbeler olsun; bu acayip yalanı kim imzalayabilir?” der. Bir
ayyaş kadar olsun haysiyetli ve aklı başında davranmanız ve kendinize yazık etmemeniz gerekmez
miydi?

Üç Dönem Rüyası

2002 yılıydı , daha sonra Enerji Bakanı olacak bu aile dostumuz bana :”Sen neden katılmıyorsun , üç
dönem İktidarda kalacağımızın rüyası görüldü.” demişti. Ben nezaketen teşekkür etmiş , annemin
milletvekili adayı olması nedeniyle , aileden bir kişinin siaysette aktif olmasını yeterli görmüştüm.

Askeri Vesayetin Rövanşı olduğu konusunda artık hiç şüphemin kalmadığı 17 Aralık 2013 sabahı
Yolsuzluk ve Rüşvet Operasyonunu TV’lerde izlerken , bu rüya hadisesi aklıma geldi. Günümüzde
anlatılan bazı rüyalar hernekedar alay konusu yapılıyor olsada, benim o zamanlar da inandığım bu “üç
dönem rüyası” böyle mi bitecekti ?

Oysa Hocaefendi, Herkul.org sitesi Editörü Osman Şimşek Hocamızın belgelediği 2006 yılındaki uyarı
mektubundan önce , 2003 ‘lü yıllarda da uyarmıştı ! Duyumlara göre ihalelerden alınan belli
komisyonlar ile ilgili konu hakkında bilgi istendiğinde: “ İleride partimiz kapatılabilir. Parti kurmak
çok masraflı oluyor. Bu çerçevede bu şekilde topluyoruz.” demişlerdi. Konu ile ilgili şerh konmasına
rağmen , toplanan paralar bir partiyi değil , artık 9 – 10 parti parasına yaklaştığında yapılan itirazlar
artık cevab bulamıyordu.

2010 Referandum süreci ve 2011 genel seçimleride Anayasa değişikliği hususu topluma söz
verildiğinden , ülkemizin insan hakları ve daha demokratikleşmesi adına destek verilmesi Hizmet
Vicdanlarında makes bulmuştu. 2011 genel seçimlerinden kısa bir üre önce, Hocaefendiyi de şaşırtan,
Başbakan tarafından 52 kişilik bir milletvekili isim listesi gönderilmiş olmasıydı. Halbuki
Hocaefendinin ne geçmişte nede o günlerde böyle bir talebi olmamıştı. Güya liste Gönüllüler
Hareketinden veya çok yakınlarından oluşturulup sunulmuştu. Hocaefendi , böyle bir taleblerinin
olmadığını , siyaset işinin Hizmet işi olmadığını belirtti. Çok ısrarlar gelince , muhatabın yapısını da
göz önünde bulunduran Hocaefendi , bari 2 kişi kafi olsun demişti.

2012 yılında , Deniz Kuvvetlerinden Balyoz tutukluları Tuğamiral Cem Aziz çakmak ve Tuğamiral
Fatih Ilgar’ın internete düşen ve halen yayında olan ses kayıtlarını dinlediğimizde ; Başbakan hakkında
10′larca dosyanın hazırlandığı , bunların 1-2 sene içinde ortaya çıkacağı , çıktığında hükümetin Dip
yapacağı , Çoluk-Çocuk demeden rövanş alınacağı , ve bir kanun maddesi çıkartılarak kendilerinin
çıkartılacaklarından 2 sene önce bahsediyorlardu. Dedikleri de aynen harfiyyen çıktı. 17 Aralık
operasyonunu Ergenekon ve Balyoz Örgütünün bazı istihbarat örgütleri ile ortak hazırladıkları ,
maalesef içi dolu bir operasyondu.
255
2004 MGK kararları ile başlayan , 2010 yılından 2013 yılına kadar MİT tarafından fişlendiği Taraf
Gazetesi tarafından belgelenen Hizmet Hareketi , AKP Genel başkan yardımcılarından birinin bunu :”
Fişleme MİT‘in eski alışkanlıklarıdır , kesinlikle Başbakana sunulmamıştır “ dese de Başbakana Arz
edilmiş olmasının belgeside yayınlanınca şok olmuştuk. Olayın üstüne birde dersane kapatılması süreci
devereye girince üç dönem rüyasının gerçeğe dönmeye başladığına şahit olmuş ve “Bu rüya böyle mi
bitecekti ?” demiştim.
Halbuki ; daha önce duyduğum nice müjdeli rüyalar olmuştu, hiçbirinin sonu böyle bitmemişti.
Örneğin ;

1993 yılında Bosna Savaşının en şiddetli olduğu dönemde , 3 arkadaşı ile birlikte Hicret eden Ali hoca
, 8-9 ay geçmesine rağmen birtürlü Okul açamadıkları için acaba geri dönsek mi diye aralarında
konuştukları o günün gecesinde gördükleri rüyada yine Efendimiz(SAV) :” Sabredin az kaldı ,
sabredin az kaldı” müjdesini ertesi sabah Milli Eğitim Bakanının telefonu ile gerçekleştiğine şahit
olacaklardı.

2000’li yılların başında Afganistan’a Hicret eden Eğitim Gönüllüsü Süleyman Hoca , açılan Türk
Okullarının Taliban askerleri tarafından defalarca basılıp , bilgisayar ve teknolojik cihazların Kafir
icadı olduğundan tahrib edilip kendileri ölümle tehdit edildikleri zaman, başka bir Eğitim gönüllüsü
arkadaşımızın “Abi , ortam hergeçen gün kötüye gidiyor, ülkemize dönsek acaba ileride huzur
sağlandığından tekrar gelsek” dediği akşamı gördüğü rüyada Efendimizin (SAV)” Emaneti terk
etmeyin” sözüne itaat ediyorlardı . Rüyada gösterilen listede bazı isimlerin ahiretini kazandıkları
müjdesini almışlar ve senelerdir hizmetler büyüyerek kendi ihlas ve saflığını koruyarak devam
etmekteydi.

2005 yılında Tanzanya ‘ya ikibin Dolar ile Okul açmaya giden Alptekin Hoca , parası bitmeye
başladığında kalmaya başladığı Caminin cemaati olan Şah İsmail ‘in kendisi ile daha önce tanışıp
tanışmadıklarını sormuştu. Alptekin hoca Tanzanyaya yeni geldiğini anlatırken , Şah İsmail Alptekin
hocaya seneler önce Dubai’de Ticaret yaptığı zamanlarda görmüş olduğu rüyasını anlatacaktır : “
Rüyamda Efendimiz (SAV) elinden senin elini tutmuş ve bana : “Şah İsmail , Tanzanya’ya dön ,
kardeşlerim gelecek onlara sahip çık” demişti.” diyecekti.

2014 yılı , Allahu Alem , AKP ‘nin gümbür gümbür dağılıp yıkılma trendine gieceği bir yıl olacaktır.
Merkez Sağda yeni fakat temiz kalma cehdini gösterecek bir oluşumun ayak seslerini duymaya
hazırlanın. Ümitsiz olmayın , gayret edin , haklıysanız elbette kazanan siz olacaksınız. Neye dayanarak
mı bunu ifade ediyorum ? Sadık bir başka rüyaya binaen…..

Dr.Güven Yıldırım
19.03.2014

Yargısız infaza savunmamdır!

Hizmet Hareket’ine dava açabilmek için canhıraş gayret gösteren “Oligarşik Fesat Çetesi”, beni de
cemaatın uydurulmuş “paralel devlet çetesi”ne eklemek için hedef gösterdi. Belirlenen 425 isme 30
Mart sonrası operasyon yapmaya hazırlanan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın yanlış yaptığını
duymaya tahammülü yok. Doğruları yazan gazeteci ve yazarları tehdit etme, şantaj yapma, korkutma,
sindirme, işten attırma taktikleri çoktan insanlık sınırlarını aştı, ben son kurbanı oldum. Beni
“MOSSAD ajanı” zaten ilan etmişti AKP’liler, şimdi delil oluşturuyorlar.

Ülke Tv’de 17 Mart’ta Turgay Güler’in sunduğu Sıradışı programının konuğu Yeni Şafak gazetesi
yazarı Yusuf Kaplan’ı da oyuna getirmişler. Kaplan sevdiğim bir insan, entelektüel yaşamına kara bir
leke olarak geçecek ve utanç duyacağı bu yargısız infazı durdurmak için üzerime düşen görevi yaptım
ve uyardım. Bu infazı, “MİT ajanı” havasındaki başbakanın medya görevlisi Küçük Cem Efendi’nin
256
organize ettiğini öğrenmem zor olmadı. 19 Mart’ta Kanada’dan Kaplan’ı telefon ile aradım ve 45
dakika boyunca iddia ettiği yalanı, “Yahudi lobisi ile içli dışlı Faruk Arslan” komplosunu çökerttim.
Yazdığım tweetlerin iç yüzünü, bahsettiği olayın perde arkasını birinci elden duydu. Kaplan her ne
kadar, “sizi hedef göstermedim” dediyse de programı izleyen herkes, iki yerde açık açık hakkımda
dava açılması için hedef gösterildiğimi anlıyor.

Önce Kaplan’a da izah ettiğim ve tashih etmek zorunda kaldığım şu “Yahudi lobisine çalışan Faruk
Arslan” öyküsünün aslını, faslını anlatayım. Pire nasıl deve oldu, paranoya hangi seviyede anlamanız
açısından mükemmel bir trajedi-komedi! Olayın ravisi, yani Hocaefendi’den referansla anlatanı Zaman
gazetesi yazarı Ahmet Kurucan. Zaten Kaplan, Kurucan’ın ismini duydu ve daha olayın ne olduğunu
anlatmadan, “O anlatmışsa doğrudur” dedi. Kaplan, işin aslını dinledikten sonra, “elbette bu cemaat
Yahudileri kıyamete kadar koruyacak, Yahudi lobisinin emriyle başbakanı devirmeye çalışıyorlar”
yorumunu yaptığına pişman oldu. Önce tweetlerimden bu yorumu çıkardığını inkar etti, daha sonra
kabulendi ve konuşmamız başka bir mecraya kaydı. 22 yıllık gazeteci, yazar ve akademisyenim, bilgi
ağım Kaplan’ı epey şaşırtmış.

En başından olayı yine de aktarayım. Fethullah Gülen Hocaefendi’nin Kalbin Zümrüt Tepeleri
eserinden ve Said Nursi’nin Risale-yi Nurlarından çıkarımla Sosyal Hizmetler alanında Kanada’nın
Wilfrid Laurier Üniversitesi’nde “Sufi Farkındalık Terapi” tezi yazdım, savunma aşamasındayım.
Kurucan Hoca, geçtiğimiz Aralık ayı sonunda tezi dinleyip yorum yaparken, konu Yahudilerden açıldı.
Budizm’de, Hindularda, Ortadokslarda, Şialarda, hatta Kabala’da değişik Sufi yorumları var dedim.
“Hocaefendi bireysel Sufi” dedi, laf lafı açtı ve Kurucan genel sohbet esnasında geçtiğimiz yıl yaşanan
bir Yahudi akademisyen ziyaretini anlattı.

Önce biraz olayın perde arkası: AK Parti Hükümetinin desteklediği Pasaport adlı bir belgeselde 2.
Dünya savaşı sırasında Hitler’in zulmünden kaçan Yahudi akademisyenlere kucak açan İstanbul
Üniversitesi olduğu anlatılıyor. ABD ve Kanada’da büyükelçilik ve Konsoslosluklarımızı öncülüğünde
Hizmet Hareketi’nin de omuz vermesiyle bu belgesel Yahudi toplumunda büyük yankı yaptı ve
Türklerin Yahudi düşmanı olmadığı tescillendi. Sonra ne oldu?

Kurucan’dan sonrasını dinleyelim: “Yahudi akademisyen Gülen Hocaefendi ile yediği yemekte,
ecdatımızı temsilen bu yardımdan dolayı teşekkür ediyor. Hocaefendi, ‘o ne ki ecdatımız Osmanlı sizi
İspanya’da soykırıma uğradığınızda 500 sene önce de kurtarmıştı’ diyor. Yahudi akademisyen
şaşırıyor, bunun için de teşekkür ediyor. Meğerse bu olaydan haberi yokmuş. Hocaefendi hiç istifini
bozmadan 3. golünü atıyor: “Eğer yarın ABD veya başka bir ülkede soykırıma uğrarsanız, bizim
milletimiz asil müslümanlardır, sizi yine kurtarırlar…”

Olay bundan ibaret. Bu hikayeden, bu cemaat zaten İsrail ve MOSSAD’a çalışıyor, Faruk Arslan da
Yahudi lobisi ile içli dışlı, hatta Yahudi lobisinin has adamı komplosu çıkar mı? Çıkmaz değil mi?
Yusuf Kaplan, epey bir zorlama ile çıkardı. Kendisine kimseye eyvallahı olmayan dürüst bir
müslüman entelektüel diye saygı duyardım, hatta pek çok makalesine sitemde yer verdim. Kaplan, çok
üzüldü. Geçmişimi detaylı biçimde anlattım, “cemaatın piramadi”nde bana pek yer bulamadı herhalde,
gerçeği öğrendiğinde de sanırım düştüğü oyunu anladı. “Dünyanın 165 ülkesinde okul açan ve hizmeti
bulunan bir cemaatın İsrail gibi okul açılmasına izin vermeyen bir ülke ile ne alakası var?” diye
sordum. “Filistin’de mesele İsrail’in devlet zulmüdür, mesele Müslüman ve Yahudi, yani din ve
milliyet savaşı değildir, buradan Yahudi düşmanlığı devşirilmesi ve sahte politikalar izlenmesi
Filistinlilerin dertlerini çözmüyor” dedim.

Ahmet Keleş’in ortaya attığı “cemaat piramadi komplosu”nun neden çakma olduğunu izah ettim.
Cemaatın tavanı diye ileri sürülen 5., 6. ve 7. katmanlarda üst düzey yönetici gözüken yetkililerin
beklentisiz insanlar olduğunu, bugün tepede iken yarın sıradan bir nefer olabileceklerini ifade ettim.

257
Cemaatın medyada abartıldığı kadar devleti ele geçirmiş çok güçlü bir yapı olmadığını, tabanın
teyakkuza geçtiğini, bu zulme sessiz kalınamayacağını dile getirdim ve şunları söyledim:

“17 ve 25 Aralık Büyük Yolsuzluk ve Rüşvet operasyonunu sadece cemaatın polisleri ve savcıları
yaptı demek saflıktanda öte devleti tanımamak demektir. Erdoğan’ın mağdur ettiği 10 bin polis,
binlerce savcı ve hakimin yüzde 80’inin cemaatla alakası olduğunu sanmıyorum. Çoğu AKP karşıtı
CHP’li, MHP’li, Ulusalcı veya Alevi bunların. Başbakan soruşturmayı hukuk sistemini ortadan
kaldırarak örtbast edince çaresiz kalan, sürgün yemiş polis ve savcıların legal mahkeme ve hakim
kararı ile yapılmış dinlemelerle intikam alması kanıksanmamalı. Ayrıca 5 yıldır Silivri’den kaçış planı
yapan Ergenekoncuların ve ilişkide oldukları yabancı istihbaratların başbakanı illegal dinlemeleri
mümkündür. Neden tüm suç cemaatın üzerine atılıyor? Başbakan tek düşman olarak neden, kimin
emriyle cemaatı seçti? Hocaefendi gibi bir alim ve tüm dünyada ve ülkemizde nice İslami hizmetlere
imzasını atmış Hizmet bunca küfür, yalan, hakaret, iftira ve bühtanı hak etti mi? Yolsuzluk ve kamu
hakkı günahında boğulan AKP ikiye bölünecektir.”

Kaplan’a ‘cemaat enaniyeti’ ve ‘dünyevileşme’ konusunda Hizmet hareketine yönelik yaptığım


eleştirilerimi de anlattım ve Sufice diyecek olursak, “hakikata göre Allah’ın hizmet’e AKP eliyle
şefkat tokadı vurduğunu” ama “AKP’nin ve Erdoğan’ın siyasi ikbal gerekçesiyle cemaata ihanet
ettiğini” vurguladım. Kaplan, başbakana toz kondurmuyor, yozlaşma ve cemaaatın hedef haline
getirilmemesi için Erdoğan ile süreç öncesi konuştuğunu belirtiyor. İslami hizmetlerin geleceği
açısından kaygı duyuyor ve cemaata, “geri çekilin yoksa yanarsınız” demeyi ihmal etmiyor.

MİT- TİB – GES- KURUMLAR VE ÖNEMİ

FUAT AVNİ’NİN 19 MART DEŞİFRELERİ


İstihbarat dinlemelerinde Mit istediği gibi hareket etme yetkisine sahip olduğundan telekulak
skandalına imza atmakta sınır tanımıyordu. Telefon dinlemelerinin bir disiplin çerçevesinde olması
için TİB kuruldu. İstihbari dinlemelerde TİB’in aracılık etmesi MİT’i rahatsız etti. Mit istediğinin
telefonunu dinleyip keyfi kayıt altına alıyor. Tetikçi gazetecileri aracılığıyla dinlediklerine şantaj
uyguluyordu. MİT’in dinlemerine TİB’in aracılık etmesi planlarını askıya almalarına neden oldu.Mit
müsteşarına sunulan raporda rahatsızlık anlatıldı. Dinlemeler TİB dışında olmalı ya da TİB bütünüyle
MİT’in kontrolünde olmalıydı. Ergenekon operasyonları ilerlediğinden bu adım atılamadı.

Ergenekon’da TİB sisteminin çok önemli fonksiyonu olmuştu. Ogün Samast hemen yakalanabilmişti.
Ardındaki devasa elde elbet bir gün çıkar.

TİB’in en önemli işlevi Muhsin Başkan’ın düşen helikopterinin yerini kısa sürede tesbit etmek oldu.
Tutanak DDK ve meclis raporlarında var. Ne hikmetse Musin Yazıcıoğlu iki gün boyunca TİB’in
işaret ettiği yerin dışında arandı.Kurtarma operasyonunu yapanlar yanlış yönlendirildi. Başbakanlık’ın
koridorlarında normal zamanda filim seyretmeyi çok seven arkadaşın ‘bana hemen uydu görüntülerini
getirin’ demesi manidardı. Uydu görüntülerine odaklanır gibi yapıp herkes tarafından bilinen bir
gerçeğin çarpıtılıyor olması kötü niyetin göstergesiydi. Zaman içerisinde anlaşıldı ki Muhsin
Başkan’ın olay anına müdahale edilmemesi için yoğun bir gayret sarf edilmiş ve göz yumulmuştu.

Mit’in usülsüzlüklerini tesbit eden ve önünde engel olabilecek olan GES komutanlığı BB’nin yoğun
baskısıyla MİT’e bağlandı. MİT’teki on yıllardır yerleşik derin ve sistemli yapı, kirli operasyonlara
engel teşkil eden TİB’i bünyesine katmak için harekete geçti.

Ergenekon aklı son kalesi MİT üzerinden taktik değiştirerek hükümeti yanına çekmeye çalıştı.B.Atalay
vesilesiyle Fidan BB’ye takdim edildi. O günkü konjonktöre göre TİB’in MİT’e bağlanması
dillendirilemiyordu. Rahatsızlık özellikle siber güvenlik konusunda had safhaya çıktı.
258
MİT siber güvenliği bahane ederek internette bazı usulsüzlükler yapabileceğini düşünüyordu ancak bir
türlü başaramıyordu. Binalı Yıldırım siber güvenlik gibi kritik bir konunun MİT tarafından değil
kendisi tarafından yürütülmesi gerektiğini düşünüyordu. Siber güvenlikle ilgili çok miktarda ve yüksek
meblağlarda alımlar yapılacaktı. B.Yıldırım bu gücü kaybetmek istemiyordu. BB, pastanın B.Yıldırım
üzerinden kolay dağıtılacağını bildiğinden, işe onun vaziyet etmesini istedi.Yolsuzluklar BB’nin
kontrolündedir.

Son genel seçimlerden 3 gün önce güvenli internet hizmeti bahane edilerek TİB’e çok büyük bir siber
saldırı gerçekleştirildi. Asıl amacın seçimlere şaibe karıştırmak için YSK olduğu söylendi.TİB bu
saldırıları boşa çıkararak büyük bir yükün altından kalkmış oldu.

TİB’in başarısı ve B.Yıldırım’ın siber güvenlik konusundaki ısrarı üzerine, siber güvenlik TİB’de
kalınca MİT büyük yenilgi almış oldu. B.Atalay Binali’den asla hazetmez. Fidan’la zaten araları bozuk
olan Binali, TİB’in nemasını MİT’e kaptırmayınca araları iyice açıldı. B.Atalay benim de olduğum bir
yerde en büyük hedefinin Fidan’ı başbakan yapmak olduğunu ama Binali’nin engellemeye çalıştığını
söylemişti. 2011′den beri B.Atalay Binali’nin aleyhine çalışır ve istememesine rağmen İzmir’e
gönderilmesi için yoğun çaba sarf etmiştir. Binali devre dışı kalınca MİT’in TİB’i ele geçirme
işlemleri hızlandırıldı.Paralelci diye mevcut herkesi pasifize edip değiştirdiler.

17 Aralık’tan sonra TİB’in başına MİT’ten Ahmet Cemaleddin Çelik atanınca yıllarca hayal olan bir
durum gerçekleşmiş oldu. H.Fidan TİB Başkanı’nın ataması için son dönemin en büyük atmasını
gerçekleştirdim demişti.Ülkenin kontrolü artık MİT’te. Havuz Medya da paralel dinleme yalanını
ortaya atarak TİB’in tamamen tasfiye edilmesine zemin hazırlamış oldu. İstediklerini
atadılar. TİB’deki daire başkanları, şube müdürleri, kritik görevlerdeki herkes değiştirildi. Dar
Oligarklar her şeyi avuçlarına almış durumdalar. Başkanlar ve şube müdürleri görevden alındıktan
sonra yalan yanlış haber yapanlara gün doğdu Nasıl olsa kimse çıkıp aksini savunamaz. Başbakanlık
Teftiş Kurulu’ndakiler görevden almalarla ilgili yapılan usulsüzlüklere zemin hazırlayıp göz yumarak
suça ortak oluyorlar.

Fuat Avni

19 MART GÜNLÜĞÜ’NDEN

30 MARTTA MİLLİ İRADE ÇALINACAK. NASIL MI?

Teşkilat tarafından yapılan son anketler iç açıcı değil. Büyük bir şok yaşanıyor. Cumhuriyet tarihinin
en büyük seçim hilesi yapılacak. Yapmayı planladıkları seçim hilesini birazdan maddeler halinde
yazacağım. Demokrasiye inanan herkes okumalı ve etrafına duyurmalı.

Teşkilat içerisinde çok güvendikleri 40 kişiden bir ekip oluşturuldu. Gerekirse seçim hilesi için
oluşturulan ekibi isim isim açıklayacağım. Üsküdar İlçe Seçim Kurulu Başkanı gibi stratejik isimler
özel olarak seçildi. Bu ve benzeri kişilerin konumları kullanılacak. Hem oy tutanaklarının hem
imzaların hem de sandıktaki oy pusulalarının sahteleri hazırlandı. Önemli bir merkezde depolanmış
durumda.

İlçelerden merkeze sonuçlar gönderilirken hile yapılıp yakın partinin oyu örneğin 450 iken 45
yazılacak. Fark edilirse hata oldu denilecek. Oy tutanakları değiştirilecek sahte imzalar atılacak Not:
Tutanaklar fotoğraflanıp itiraz durumunda imzalar özellikle kontrol edilmeli.

Geçen seçimde Çekmeköy sahte oy torbaları ile kazanıldı. İlçe Başkanı, İstanbulda’ki bir
toplantımızda övünerek anlatmıştı. Sandık Başkanı’na İlçe Seçim Kurulu’na evrakları verip listeleri
gireceği ana kadar eşlik edilmeli. Hile bu safhada yapılacak.
259
Özel bir çalışmayla sandık başkanlarının siyasi düşünceleri öğrenilmeye çalışılıyor. Her birine ulaşılıp
tekliflerde bulunulacak.

Sahte oy kullanacak kişiler için hayali adresler çıkarıldı. Hayali mahalle,cadde, sokak, ev (vb).
Gecekondular adres olarak verildi. AKP’lilerin ev ve işyerlerleri binlerce hayali kişinin kaydı
yapılarak seçim adresi gösterildi. İncelenirse görülecektir.

Seçimde CHA görevlilerine ve sair parti yetkililerine problem çıkarılacak. Kavga ve kargaşa
çıkarılarak iş yapmaları engellenecek. İtirazların boşa çıkması için İlçe Seçim Kurulu’ndaki hakim ve
savcılar özel olarak söylenileni yapacak kişilerden seçildi.

Oy pusulaları fazla basılıp sandıkların içi değiştirilecek. Başarılı olunamazsa bilgisayarlarda seçim
sonuçlarına müdahale edilecek. İstanbul’un Ataşehir, Üsküdar ve Beykoz ilçelerinde sistemli bir
şekilde mükerrer oy kullanılacak. Ataşehir’de şimdiden sistem hazır.

Duyarlı sandık görevlileri mutlaka bütün sandık sonuçlarının fotoğraflarını çekmeli ve açıklanan
sonuçlarla karşılaştırmalı. Milletin her şeyini çalanlar şimdi iradesini çalma peşindeler. Demokrasi
isteyenler el birliğiyle oyunlarını bozmalı.

Allah Kadir-i Mutlak

Fuat Avni

TİB VE MİT İLİŞKİSİ

İstihbarat dinlemelerinde Mit istediği gibi hareket etme yetkisine sahip olduğundan telekulak
skandalına imza atmakta sınır tanımıyordu. Telefon dinlemelerinin bir disiplin çerçevesinde olması
için TİB kuruldu. İstihbari dinlemelerde TİB’in aracılık etmesi MİT’i rahatsız etti
Mit istediğinin telefonunu dinleyip keyfi kayıt altına alıyor. Tetikçi gazetecileri aracılığıyla
dinlediklerine şantaj uyguluyordu. MİT’in dinlemerine TİB’in aracılık etmesi planlarını askıya
almalarına neden oldu. Mit müsteşarına sunulan raporda rahatsızlık anlatıldı. Dinlemeler TİB dışında
olmalı ya da TİB bütünüyle MİT’in kontrolünde olmalıydı. Ergenekon operasyonları ilerlediğinden bu
adım atılamadı.
Ergenekon’da TİB sisteminin çok önemli fonksiyonu olmuştu. Ogün Samast hemen yakalanabilmişti.
Ardındaki devasa elde elbet bir gün çıkar.
TİB’in en önemli işlevi Muhsin Başkan’ın düşen helikopterinin yerini kısa sürede tesbit etmek oldu.
Tutanak DDK ve meclis raporlarında var. Ne hikmetse Muhsin Yazıcıoğlu iki gün boyunca TİB’in
işaret ettiği yerin dışında arandı. Kurtarma operasyonunu yapanlar yanlış yönlendirildi
Başbakanlık’ın koridorlarında normal zamanda filim seyretmeyi çok seven arkadaşın ‘bana hemen
uydu görüntülerini getirin’ demesi manidardı
Uydu görüntülerine odaklanır gibi yapıp herkes tarafından bilinen bir gerçeğin çarpıtılıyor olması kötü
niyetin göstergesiydi. Zaman içerisinde anlaşıldı ki Muhsin Başkan’ın olay anına müdahale
edilmemesi için yoğun bir gayret sarf edilmiş ve göz yumulmuştu. Mit’in usulsüzlüklerini tesbit eden
ve önünde engel olabilecek olan GES komutanlığı BB’nin yoğun baskısıyla MİT’e bağlandı.
MİT’teki on yıllardır yerleşik derin ve sistemli yapı, kirli operasyonlara engel teşkil eden TİB’i
bünyesine katmak için harekete geçti. Ergenekon aklı son kalesi MİT üzerinden taktik değiştirerek
hükümeti yanına çekmeye çalıştı.B.Atalay vesilesiyle Fidan BB’ye takdim edildi O günkü konjonktöre
göre TİB’in MİT’e bağlanması dillendirilemiyordu. Rahatsızlık özellikle siber güvenlik konusunda
had safhaya çıktı.
MİT siber güvenliği bahane ederek internette bazı usulsüzlükler yapabileceğini düşünüyordu ancak bir
türlü başaramıyordu. Binalı Yıldırım siber güvenlik gibi kritik bir konunun MİT tarafından değil

260
kendisi tarafından yürütülmesi gerektiğini düşünüyordu. Siber güvenlikle ilgili çok miktarda ve yüksek
meblağlarda alımlar yapılacaktı. B.Yıldırım bu gücü kaybetmek istemiyordu.
BB, pastanın B.Yıldırım üzerinden kolay dağıtılacağını bildiğinden, işe onun vaziyet etmesini istedi.
Yolsuzluklar BB’nin kontrolündedir Son genel seçimlerden 3 gün önce güvenli internet hizmeti
bahane edilerek TİB’e çok büyük bir siber saldırı gerçekleştirildi. Asıl amacın seçimlere şaibe
karıştırmak için YSK olduğu söylendi. TİB bu saldırıları boşa çıkararak büyük bir yükün altından
kalkmış oldu. TİB’in başarısı ve B.Yıldırım’ın siber güvenlik konusundaki ısrarı üzerine, siber
güvenlik TİB’de kalınca MİT büyük yenilgi almış oldu.
B.Atalay Binali’den asla hazetmez. Fidan’la zaten araları bozuk olan Binali, TİB’in nemasını MİT’e
kaptırmayınca araları iyice açıldı. B.Atalay benim de olduğum bir yerde en büyük hedefinin Fidan’ı
başbakan yapmak olduğunu ama Binali’nin engellemeye çalıştığını söylemişti. 2011′den beri B.Atalay
Binali’nin aleyhine çalışır ve istememesine rağmen İzmir’e gönderilmesi için yoğun çaba sarfetmiştir.
Binali devre dışı kalınca MİT’in TİB’i ele geçirme işlemleri hızlandırıldı. Paralelci diye mevcut
herkesi pasifize edip değiştirdiler. 17 Aralık’tan sonra TİB’in başına MİT’ten Ahmet Cemaleddin
Çelik atanınca yıllarca hayal olan bir durum gerçekleşmiş oldu. H.Fidan TİB Başkanı’nın ataması için
son dönemin en büyük atmasını gerçekleştirdim demişti. Ülkenin kontrolü artık MİT’te. Havuz Medya
da paralel dinleme yalanını ortaya atarak TİB’in tamamen tasfiye edilmesine zemin hazırlamış oldu.
İstediklerini atadılar.
TİB’deki daire başkanları, şube müdürleri, kritik görevlerdeki herkes değiştirildi. Dar Oligarklar her
şeyi avuçlarına almış durumdalar. Başkanlar ve şube müdürleri görevden alındıktan sonra yalan yanlış
haber yapanlara gün doğdu Nasıl olsa kimse çıkıp aksini savunamaz. Başbakanlık Teftiş
Kurulu’ndakiler görevden almalarla ilgili yapılan usulsüzlüklere zemin hazırlayıp göz yumarak suça
ortak oluyorlar. Sarıoğlan, (kimi kastettiğimi kendi anlamıştır) BB’nin gözüne girip genel müdürlük
kapma derdindeyken binlerce masum yerinden oluyor.
Başbakanlık ve ona bağlı kurumlar menfaat peşinde olduğundan en rahat olan benim çünkü herkes
birbirini Fuat Avni diye gammazlıyor.
Fuat Avni

KOZMİK ODA VE MUHSİN YAZICIOĞLU ANALİZİ

1.Muhsin Yazıcıoğlu neden hedefteydi?


2.Eğer öldürülmeseydi kimleri deşifre edecekti?
3.Devletin tepesinin bundan haberi var mıydı?
TSK‘nın‘KozmikOdasın‘da Kadir Hakim neden hiç bir şey bulamadı?
Muhsin Başkanla nasıl bir ilgisi olabilir Kozmik Oda‘nın?
Ergenekon yapılanmasının sahada görev yapan özel yetiştirilmiş birliği vardır. Bu birlik tamamen
operasyonel işlerde kullanılır. Birlikteki kişilerin çoğunun aileleri eşleri bile ne iş yaptıklarını bilmez.
Nokta konumlara helikopterle bırakılıp PKK ile savaşmışlardır Bu savaşlarda deneyim kazanırlar. Özel
olarak yetiştirilen bu kişiler için adam öldürmek sıradan bir iştir.
Bunlardan biriyle Başbakanlıkta bir arkadaşım vesilesiyle samimiyetimiz gelişti. Tabi ki kim olduğunu
bilmiyordum. Zaman içerisinde haftada bir iki gün odama gelip gitmeye başladı. Çok durgun hüzünlü
bir hali vardı. Anlatacak bir şeyleri olduğu belliydi. Yakın çevremden ve etki alanımın güçlü
olmasından ötürü bir ricası olduğunu söyledi. Onu, TSK görevli sıradan biri olarak biliyordum
GATA’dan rapor alması gerektiğini söyleyince şaşırdım. Şaşkınlıkla nedeni ve neden benden istediğini
sordum?
Bana o özel ekibi ve kendisinin de o ekipte olduğunu, saatlerce anlattı. Duyduklarıma inanamıyordum.
Gaffar Okkan suikastını Bizzat ekibin yaptığını. Dikkat çekmemek için şalvar ve püs giymiş
olduklarını, olayın hemen sonrasında bir camiye saklandıklarını Bir kaç içerisinde camiden ayrılarak
özel askeri araçla Hatay‘a ardından Suriye ve oradan Kuzey Irak‘a geçtiklerini söyledi. Okkan
suikastinde yer alan ve konuşacaklarından şüphelenilen bazı arkadaşlarının Malatya‘da sevkiyat yapan
askeri uçağa bindirildiği Fakat uçağın ilginç bir şekilde yere çakıldığını onlarca masum erin de uçakta
feda edildiğini anlattı.
261
Bizi hep bu tip operasyonel işlerde kullanıyorlar ve farklı zamanlarda farklı vesilelerle ortadan
kaldırıyorlar dedi. GATA’dan rapor alamazsa görevli olarak Kuzey Irak‘a gönderileceğini ve orada
infaz edileceğini söyledi. Nasıl bu kadar emin olabileceğini sorunca komutanının kendisini özel olarak
çağırıp seni bir kaç güne K.Irak‘a gönderecekler sakın gitme Sizin ekipten 3 ay önce giden kişiyle
akıbetin aynı olacak. 3 ay önce bir arkadaşımız şehit oldu diye infaz edilmişti dedi.
Rapor alırsınız ya da almazsınız ama benim elimdeki bilgi ve belgeleri birine aktarmam lazım. Kime
güveniyorsanız vereyim dedi. Ne gibi belgeler var dedim. Ankara‘da bir hakim Kozmik Oda‘ya
girmeden evvel biz girdik. Orayı temizlememiz istendi. Üç kişi geceli gündüzlü temizlik yaptık. Fakat
başımıza bir şey gelir korkusuyla birçok belgeyi de yedekledik. Hepsi elimizde. Uzun zamandır
operasyona bizi göndermiyorlardı. Bir kaç ay evvel ekipteki bir kaç kişi yeni bir infazı konuşuyorlardı.
Ne oluyor diye sorunca, abi şu meşhur gizli tanık namussuzunu ortadan kaldırmazsak bir numarayı
bile deşifre edeceğim demiş, dediler. Meşhur gizli tanık dedikleri maalesef Muhsin Yazıcıoğlu’ydu.
Herkesin güvendiği tek siyasetçi olduğundan birçok belge ona giderdi. Muhsin Başkan‘la ilgili
söylediği doğruydu. Benim de bulunduğum bir ortamda ki Başbakan koltuğa yeni oturmuştu. Tepedeki
aktif görevlileri Başbakanlığa çağırdı. Ne kadar kirli derin yapı varsa hepsiyle ilgili ne varsa ortaya
dökün. Ne kadar derin yapı varsa çökertin demişti. Bazıları heyecanla Efendim sonu nereye varırsa
varsın devam edelim mi diye sorunca, evet dedi kefenimizle geldik biz bu makama demişti.
Fuat Avni olarak o gün benim için inanılmaz bir gündü. Milletimiz yüzlerce yıllık esaretten kurtulacak
artık diye düşünmüştüm. O gün orada olan kişiler ki hepsi hayattadırlar benimle aynı duyguları
paylaşmıştı. Ve o ekip geceli gündüzlü yıllarca çalıştı. O ekipten birinin küçük bir kızım var her gece
onun yatağında yatıyorum belki bu benim son günüm olacak demişti. Akdoğan‘ın kumpasçı Dediği
insanlar onlar iktidarlarını sağlama alsınlar diye günlerce adeta kan kusuyorlardı. Çocukları bile tehdit
ediliyordu.
Bu çalışmada elde edilen ne kadar bilgi belge varsa, Başbakan‘la beraber birine daha servis edildi.
Rahmetli Muhsin Başkan‘a. Şimdi karşımdaki bu zatta bana meşhur gizli tanık demişti. Muhsin
Başkan, Başbakan’ın inanmıyorum siz zıvanadan çıktınız diye tasfiye Ekibe inanıyordu. Çünkü
Başbakan İstanbul sokaklarında hamasi nutuklar atarken o hapiste yıllarını geçiren bir dava adamıydı.
Gelelim zatın anlattıklarına. Abi Muhsin Başkan‘ı öldüreceklerini anlamıştım günlerce uyuyamadım
dedi. Sonra bir gün ekibe acil hareket emri geldi. Helikopterle M. Başkan‘ın öldürüldüğü yere geldik.
İnfaz çoktan gerçekleşmişti bizden Olay yerini temizlememiz istenmişti. O gün daha dün gibi aklımda
olay yerini temizlerken kayda aldım her şeyi dedi. Gözyaşları içinde dinledim onu. Merak etme ne
yapabileceğimize bakalım, ben sana rapor alacak birilerini bulurum inşallah dedim.
Elindeki bilgi ve belgelere gelince onları da güvendiğimiz birilerini bulursak bir şekilde verelim. Hatta
o gün aklıma Taraf gelmişti. Günlerce güveneceğimiz bir mecra bulmaya çalıştım. 2007‘den beri BB
ve etrafındaki kimseye güvenmiyordum. Hayatımın en büyük hatalarından birini o günlerde yaptım.
Emniyet istihbarattaki birine durumu anlattım. Teyit edelim anlattıklarını dedi. Bir tarihte karar kıldık.
Benim ofiste onları buluşturdum. İstihbarattan 3 kişi geldiler içlerinde sadece arkadaşım olanı
tanıyordum.. Bana anlattıklarının aynısını onlara anlatmaya başladı. Biri sadece izliyor öbürü not
alıyor diğeri de dikkatle sorguluyordu.
Görüşmeden 3 gün sonra ofisime geldiler. Anlattıklarının hepsi doğruymuş belgeleri ondan alacağız
merak etmesin raporu da ayarlıyoruz. Kozmik Oda‘daki bilgiler Muhsin Başkan‘ın vefatıyla ilgili bilgi
ve görüntüler bu kişilere verilmiş oldu. Peki, belgelerin akıbeti ne oldu? Meğer bana gelen
istihbaratçılar K.Özdemir‘in yıllardır beraber oldukları ve onu efsaneleştiren kişilerden bazılarıymış.
Ne kadar bilgi, belge, görüntü varsa K.Özdemir‘in eline geçmişti. Bunu aylar sonra B. Atalay
bazılarımızın olduğu ortamda bizzat söyledi. Sizden hiç bir şey olmaz K.Özdemir olmasaydı değil siz,
ben, Beyefendi bile içeri girecekti deyip kendisine ulaşanları açıklamıştı.
Bir şey daha, çok önemli bazı siyasetçi, iş adamı, bürokrat, yargı mensubu kişilerin kasetleri de
kozmik odadan onların eline geçmişti. Alın size turpun en büyüğü Muhsin Başkan‘ın öldürülmesinden
Beyefendi haberdardı. Bunu devletin bekası için kabullenmişti.
Beyefendi‘nin en büyük korkusu bunu bildiğine dair ses kaydının ortaya çıkacak olması. Korkunun
ecele faydası yok.
Allah Kadir‘i Mutlak
262
Hepinizden çok dua istiyorum. Oligarşik kadro ve Özel Seçilmişler, Fuat Avni‘yi arıyormuş. Komik
olan da birbirlerinden şüphelenmeleri. Ümitsizliğe düşmeyin.
Belgelerin hepsi başkalarında da mevcut. Kelle koltukta dolaşan dava adamları bir kaç kişiden mi
ibaret sanıyorsunuz?
Fuat Avni

Rehabilite merkezi

Yazılarımı takip eden okuyucularım biliyor, yaklaşık 14 yıldır yurtdışında, Amerika’da


yaşıyorum.

İslâm hukuku ve Hocaefendi’nin sohbet ortamlarını tasvir ve yorum yazıları kaleme alıyorum. Ama bir
son 3 ay var ki fıkıh yazılarımı askıya aldım. Onlarca hazır yazım, cevaplanacak yüzlerce soru
olmasına rağmen. Neden? 17 Aralık’tan beri ülkemizin yaşadığı ve her geçen olağanüstü keyfiyetini
devam ettiren mevcud durum beni bana bırakmıyor. Türkiye ile 7 saat zaman farkı olması, çok farklı
bir çizgide devam eden iş hayatım ve yoğunluğum, beni Türkiye’yi takipten alıkoyamıyor. Dünyayı
avucumuzun içine koyan teknolojinin imkânları beni Türkiye’ye bağlayan ayrı bir faktör. Halbuki tam
aksini savunan insanlardan biriyim ben. ‘Biriydim’ demek daha doğru sanırım.

Pekâlâ ne elde ediyorum bu gündemi takipten? Dini inançlardan, insani değerlerden, ahlaki ölçülerden,
hukuki hükümlerden verilen tavizler, kaygı verici ekonomik gelişmeler, bölgesinde etkileyici ve
belirleyici güç olma hedefinden uzaklaşmış Türkiye, son 12 yılda iktidarın kendi elleri ile kazanmış
olduğu itibarını yine kendi elleri ile yıkan ve Hizmet’i düşman ilan edip ona uygun stratejiler ve
uygulamalarda bulunan AK Parti hükümetini görmekten ne elde edilebiliyorsa onu elde ediyorum.
Yani sıkıntı, üzüntü, keder, gam. Bu süreçte çok sık tekrar ettiğim sözle bana “ah ki ne ah” dedirten
halet-i ruhiye.

Ama geçen hafta bir vesileyle geldiğim Türkiye’de çeşitli dostların teklifleri ile bazı il ve ilçelerimizi
dolaşıyorum. Karşılıklı muhaverelerde bulunuyorum. Çay-kahve ve yemek vesilesi ile bir masa
etrafında fikir alışverişleri yapıyorum. Gazeteleri ve TV’leri de takip ediyorum. Bunların hepsi benim
sıkıntıma sıkıntı katacak unsurlar zahiri açıdan. Nedense öyle olmuyor, aksine bende acayip kelimesi
ile ancak anlatabileceğim bir rahatlama var.

Niçin? Bu soruyu ben de sordum kendime, niçin? Daha fazla olması gerekmez mi? Doğru cevap, evet.
Ama bu cevap vakıaya mutabık değil. Vakıaya mutabık olan rahatlık. Nihayet buldum bunun sebebini;
yurdumun insanı. Kaynağı Allah’a iman, O’nun her şeyi ayan-beyan gördüğü ve bildiği gerçeğinden
hareketle kendilerine duydukları güven, kainata meydan okur tarzdaki çekincesiz, tavizsiz duruşları.
Mesela diyeceksiniz.

Müthiş bir hazım

Mesela; bir Hizmet kurumuna giriyorum. Girişte karşılıyorlar. “Abi, in’inize hoş geldiniz?
Fesüphanallah, güler misin ağlar mısın? Mesela; tanışıyoruz. “Abi, ben örgüt elemanı Ali!” Bir diğeri;
“Abi, ben sülük.”

Mesela; akşam kayınvalidem soruyor; “Bugün yine ne iftiralar attı, ne tür yalanlar söyledi?” Ve
yüzünde istihzaî bir tebessüm…

Müthiş bir hazım bana göre. Kaale almama. Kendini bilmenin, durduğu yerin farkında olmanın, yanlış
yapmadığından emin oluşun göstergesi. O zaman ortalıklarda her gün uçuşan bu hakaretler mizahın
konusu oluyor halk arasında. Hani ‘izahı olmayanın mizahı olur’ derler ya, izahını yapamadıkları,
yapılan izahlara inanmadıkları için mizahını yapıyorlar.
263
Mizah derken işin bir de 30 Mart sonrası adına yapılan tehditlere bakan boyutu var. Mesela; “Eğer 31
Mart sabahı seni almaya gelirlerse benim eve göndereceksin polisleri, jandarmaları.” Neden? “Çünkü
bu Hizmet’e ben senden önce girdim!” Müsaade ederseniz bir kez daha tekrar edeyim; güler misin,
ağlar mısın?

Mesela; “Sen çok horluyorsun. Seninle aynı koğuşta kalmam.” Diğeri cevap veriyor: “Abi merak etme.
Silivri’yi boşalttılar ama bize orası yetmez. Stadyumları hapishane yapacaklarmış.” Bir başkası atılıyor
oradan; “İyi ama ben üşürüm. Kapalı yer lazım bana.” Cevap gecikmiyor; “En güzeli ev hapsi. Herkes
kendi evinde çeksin cezasını. Yoksa hangi stadyum, hangi hapishane alır ki bizi?” Bir diğeri “Herkesi
almayacaklar ki. Tavandaki idarecileri sadece.” Cevap geliyor arkadan: “Olur mu abi? Tabanı, tavanı
mı var? Onları alırlarsa, gider savcılığın kapısına dayanır; kendimizi ihbar eder ve biz de örgütteniz
deriz.”

Ne bu yahu dediğinizi duyar gibiyim. İşte ben de bunu soruyorum, ne bu yahu? İnanın bu türlü
manzaraları göre göre Amerika’daki sıkıntımdan iz ve eser kalmadı bende. Rehabilite merkezi gibi
geldi bana gezdiğim her yer, konuştuğum her insan, oturduğum her sohbet meclisi. Ve şükür ettim
Rabb’ime; bana böylesine iman dolu, cesaret dolu, kararlılık dolu ağabeyler, ablalar nasip ettiği için.
Tarihin mutlaka yazacağı bu karanlık dönemlerde sürekli aydınlık soluklayan ve etrafına solukladığı
bu aydınlık havayı oksijen gibi üfleyen ağabey ve ablalar ihsan ettiği için. Cemaat, camia, hareket,
Hizmet değil ülkenin huzuruna, milletin birlik ve beraberliğine ve devletin neredeyse iflasına doğru
sürüklenen Türkiye’de büyük resmi görüp ona göre tavır alan ağabeyler, ablalar lütfettiği için.

Sekine indiği kanaatindeyim

Bir başka husus; sekine. Ben şahsen sözünü ettiğim “devletin vicdanı” ve milletin ruhu olduğuna
inandığım “yurdum insanlarına” Allah’ın sekine indirdiği kanaatindeyim. Sübjektif bir yorum bu.
Amenna. Objektif değil ve kimsenin inanmasını da beklemiyorum. Zaten inanç mevzuu değil. Kabul
ve tasdik gerekmez. Hatta tenkide de açık. Ama ben başka türlü izah edemiyorum bu insanlardaki
korkusuzluğu, pervasızlığı. Bir ülkenin Başbakan’ı seçim meydanlarında “İn’inize inecek, zamanı
geldiğinde, 30 Mart’tan sonra şunu bunu yapacağız” diye tehditler savuruyor ve onlar bunu alaya
alıyor, istihza ile karşılıyor. “Hakiki imanı elde eden adam kainata meydan okuyabilir” vecizesi aklıma
geldi her nedense şimdi!

Ha, sekine ne derseniz? İnsanlara en zor şartlar altında bile gönüllerine inşirah veren, sükûnet hali hasıl
eden bir haldir. Hocaefendi, bunu şöyle tarif eder: “Sekîne; sükûn kökünden, vakar, ciddiyet, mehâbet,
ünsiyet; ruhta dalgaların dinmesi ve sâkinleşme manalarına gelir ki, hafiflik, huzursuzluk, kararsızlık
ve telâşın zıddıdır.” Sekine, Allah’ın ihsanı olduğu ve Allah’tan gelen şeyler hep “yukarıdan aşağıya
doğru indiği” için genelde halkımız bu kelimeyi “sekine indi” şeklinde kullanır ki katılmamak
mümkün değil. Savaşın başlangıcında bozgun yenip dağılmaların söz konusu olduğu Huneyn’de nazil
olan sekine, bu konuda sizlere bir fikir verebilir. İsterseniz şu ayete bakın: Andolsun Allah size birçok
yerde, Huneyn gününde de yardım etmişti. Hani (o gün) çokluğunuz sizi böbürlendirmişti; ama o,
hiçbir yarar sağlamamıştı. Derken bütün genişliğine rağmen yeryüzü size dar gelivermişti.. nihayet
bozularak arkanızı dönmüş (kaçmaya başlamış)tınız. Sonra Allah, Resûlü’nün ve mü’minlerin üzerine
sekînesini (güven veren rahmetini) indirmiş ve sizin görmediğiniz askerler gönderip kâfirleri azaba
çarptırmıştı (bozguna uğratmıştı)…” (Tevbe, 9/25-26)

Bu yazıyı yazdığım gün Başbakan’ın Adana’da söylediği, “İyi ki 17 ve 25 Aralık oldu.” sözlerine bir
esnaf ağabeyin cevabı; “İyi ki 17 ve 25 Aralık oldu. Biz kendi dar çerçevemizde kendi kendimizle
oturup kalkıyorduk; şimdi hiçbir parti ayırt etmeden toplumun bütün katmanları ile diyalog
halindeyiz.”

264
Son sözlerim yurtdışında yaşayanlara; gazete manşetlerinden gördüğünüz Türkiye’den farklı bir
Türkiye var benim gördüğüm. Bana inanmıyorsanız, gelin kendi gözlerinizle görün, rahata erin.

Ahmet Kurucan, Zaman, 21.03.2014

45 Milyar dolarlık uluslararası komplo!

Piyasada çok sayıda hükümeti devirmeye yönelik uluslararası komplo teorisi dolaşıyor. İran ile altın
ilişkilerini aşan boyutlarda AKP hükümetinin uluslararası finans çevrelerine esir olduğu ileri
sürülüyor. Rusya’nın Kırım’ı ilhakına gıkını çıkaramayan Erdoğan’ı bağlayan Ruslara verilen 42
milyar dolarlık nükleer santral ihalesi ve yüze 70 oranında Rus doğalgazına olan bağımlılığımız
olabilir. Londra merkezli 45 milyar dolarlık bir soygun yaklaşıyor, bu sisli havada camia düşmanlığı
şahane bahanedir! Borsa’da 30 Mart’dan sonra oynanması planlanan büyük vurgun komplosundan
önce dış politikalarımızı etkileyen Suudi sıcak paralarına kulak kesilmek icap ediyor.

Bilal Erdoğan’ın iş ortağı Yasin El Kadı ile Başbakan Recep Tayyip Erdoğan arasındaki RABITA
bağlantısı, milyar dolarlık ticari yatırımlar ve TÜRGEV vakfı ilişkileri, Suudi Arabistan komplosunu
gündeme getirdi. Mısır’da Müslüman Kardeşler’e idam kararı verilirken Erdoğan’ın neden sustuğu
anlaşıldı. Arap dünyasında neredeyse bir asırlık bir siyasal İslam umudu veya modeli olan Müslüman
Kardeşler, Suudi Kral’ın Vehhabi rejimi için en büyük tehdit idi. Bu nedenle Suriye’de El Nusra,
Mısır’da darbeci Sisi’yi destekledi Kral.

Erdoğan’ın sırf Kral’dan aldığı ulufeler devam etsin diye Müslüman Kardeşler’in önce Mısır sonra da
Suriye’de feda edildiği anlaşılıyor. Bilal Erdoğan ile babasının telefon konuşmalarından Erdoğan’ın
Suudi Arabistan’ı eleştirilemez konuma yükselttiği, oğlu Bilal’i bile ‘düşman içimizdeymiş’ diye
fırçaladığı ses kayıtlarında ortaya çıkmıştı. Garibim Bilal, Suudileri twitlerinde ağır yermiş, tüm suçu
bu. İçerideki düşman, hain veya casus olmak için Erdoğan’a göre onunla aksi görüşte olmanız yeterli
sebep. Ne acı bir esaret bu Allah’ım!

Diktatörler, toplumun çoğu ekmek, iş derdiyle uğraşsın, başlarını kaldırıpta lidere laf söyleyecek mecal
bulamasın isterler. Zaten kendilerini dokunulmaz, günahsız, hatasız konuma çekerler, karşıt olanları
bitirirler. Bakınız baba Hafız ve oğlu Beşar Esad, Saddam ve Kaddafi böyleydiler. Tunus’ta yaşanan
borsa, döviz ve faizi darbesinin bir benzerinin ülkemizde 30 Mart’tan hemen sonra uygulanacağı
bilgisi AKP içinden bana ulaştı. Komplo teorisi mi bilemiyorum. Okuyun ve kararı siz
verin. Kaynağım sağlamdır.

Türkiye Merkez Bankası’nda mevcut 125 milyar dolarlık nakit ve altın rezervinin yüzde 55′inin
Rothchild ailesine ait olduğunu biliyor muydunuz? İngiliz Kraliçesi Derin devletinin finansörü olan
Rothchild, ülkemizde 50 milyar dolara yakın parayı 3. adamlar üzerinden AKP’lilerle ortak
kullanıyordu. Büyük inşaat ihalelerinin dış kredisini Rothchild yine 3. El şirketleri vasıtasıyla
sağlıyordu. Bakmayın Erdoğan’ın herşeyi ben yaptım havasına, AKP’nin arkasında ciddi bir Yahudi
sermayesi duruyordu. Rothchild, Erdoğan ailesi ve şürakası ile ticari ilişkilerini sonlandırmaya karar
vermiş ve Hazinemizdeki sıcak parasını tahsil etmek istiyor. Mavi Marmara olayında hükümetin
mağdurları davadan vazgeçirmesi bile Rothchild grubunu yatıştırmaya yetmemiş. Erdoğan kendi
günahları artık üstlense iyi olur.

Erdoğan’ın günahı cemaat üstüne atarak İsrail ve MOSSAD’ı, ABD veya CIA’yı suçlamasının ana
nedeni sanırım iki Yahudi devi Rothchild ve Rockefeller gruplarının AKP, başbakan ve hükümetten
paralarını borsada oynanacak bir oyunla geri istemeleri. Bu borsadaki kaynaklarımdan edindiğim,
ayakları yere basan bir komplo teorisi. Ancak unutmayın, Mart 2001 ekonomik krizinde de 10 milyar
dolarlık bir oyunla ülke batırılmış ve halkımız yüzde 50 fakirleşmişti. Hazine aslında boşmuş, olan
sanal parada bizim değil, bunu çalacaklar diyor kaynaklarım. Türk toplumu ve devleti yeni bir soyguna
265
uğramasın, başları öne eğilmesin, cepleri boşaltılmasın, iradeleri çalınmasın diye son uyarılarımı
yapayım.

Rothchild ve Rockefeller’in başbakanla anlaşarak seçim sonrası yapacağı borsa, döviz ve faiz
darbesini bugün yazıyorum, kaydedin bir yere bunu. Bir Takvim köşe yazarı sık sık Londra derin
devletinin komplosunun reklamını yapıyor. Köşesinden yalan, iftira, çarpıtma yağan isim Ergün Diler.
Gayesi şahane soygunu cemaatın boynuna yıkmak ve bu arada Erdoğan’ın 20 milyar dolarını da
aklatmak. Erdoğan’ın Ekonomi Başdanışmanı Yiğit Bulut’da Diler gibi İngiliz kraliyet derin
devletinin emirlerini yerine getiriyor. Pek çok akılsız danışmanlıkları, fesatları ile Bulut, Erdoğan’ı ve
ülkeyi hızla ekonomik krize ve uçuruma sürüklüyor.

17 Aralık operasyonu bir işaret fişeği idi. Hemen ertesi gün Takvim ve Sabak’ta atılan vaiz lobisi ve
faiz lobisi manşetlerinden zaten gayeleri belliydi. Bulut ve Diler’in saldırısının gayesi, tarzı, bu
yazdıklarımı komplo olmaktan çıkarıyor. Tiyatroyu yazanlar aslında komplonun içindeki bu İngiliz
nüfuz ajanları. Başbakan, vaiz lobisi deyip duruyor ama kendisi Türk tarihinin 2001′den sonraki ikinci
büyük faiz ve borsa soygununa hazırlanıyor.

Seçim sonrası manipülasyonla doların ateşi çıktıkca Merkez Bankası Gezi olayları sırasında yaptığı
gibi ateş düşürme müdahalesi yapacak ve hergün bir kaç milyar sıcak para piyasaya akıtacaktır. Yine
bu süreçe tıpkı Tunus’ta olduğu gibi aynı şekilde banka faizleri yüzde 7 artırılacaktır, uyanalım.
Rothchild ve Yiğit Bulut başbakan adına totalde 45 milyar dolarlık sanal borsa ve Hazine fonu
kullanma konusund anlaşmaya vardı. Bununla piyasadan ucuz dolar kriz öncesi toplanacak, dolar satın
alınacak ve dolar fırlayacak. Daha sonra Merkez Bankası müdahale edince dolar düşecek, bu arada
voleyi vuracaklar. Bu kadar basit.

Gezi olayları sonrası başdanışmanlığa getirilen Yiğit Bulut güya vaiz lobisinin operasyonunu
engelledi. Oysa kazın ayağı öyle değildi. Gezi’nin perde arkasında gaye banka fazilerini yüzde 14’e
çıkarmaktı. Şimdi hedef daha büyük. Faizler % 30′lara fırladığında, sermaye rasyosu % 12-20
bandında olan, ebitda’si % 15′i geçmeyen şirketler batmaya gidecektir. Otomotive dikkat edin. Eğer bu
hafta ucuz dolar toplanmazsa Merkez Bankası’nın manipülasyonundan Türk sanayisi ağır zarar
alacaktır. Rothchild, aynısını yakın geçmişte Tunus’ta yapmıştı.

Merkez Bankası, yüksek miktarda döviz çekecektir. Banka, faizleri 7-10 puan artırma zorunda kalınca,
önümüzdeki 2 ay içinde. dolar 3 TL’ye kadar fırlayabilir. Oyun yazarları, vurup kaçtıktan sonra doları
2.5 TL seviyesinde bırakırlar. Bu oyun oynanırken, zamanında dolar alırsanız belki kazanabilirsiniz.
Ancak şu anda ve her zaman borsada ve dövizde daima büyükler kazanır, küçükler yutulur, Unutmayın
kumarı hep oynatan kazanır. Başbakan aklı varsa şimdiden Almanya ve Fransa’yı uyarmalıdır. Çünkü
eğer dolarda böyle bir oyun oynanırsa, otomotiv sektörü ülkemizde ciddi zarar görür, Eğer ekonominin
motoru bu sektör batarsa, Alman ve Fransız otomotivide krize girer.

Erdoğan, samimi olmalı ve uluslararası oyuncuların esiri olmaktan kurtulmalı ve tüm suçu cemaatın
üstüne atıp temize çıkma huyundan vazgeçmelidir. Çok ciddi bir fırtına geliyor. Ülkemizi yatırım için
güvenilmez hale getiren Erdoğan, uluslararası kredi notu veren kurumların ülke notumuzu çok
düşüreceğini biliyordur. Ses kayıtları gösterdi ki, ülkenin tüm ipleri otoriter ve diktacı bir lider olan
Erdoğan’ın elindedir. Popülizm ile yol alınma devri geçti. İftiralara uğrayan camia’yı hedef almakla
veya hedef saptırmakla Erdoğan, yaklaşan fırtınayı atlatamaz. Ülkeyi kendisi ile birlikte batırmaya
doğru götürüyor. İşin tuhaf tarafı Erdoğan, camiayı suçladığı tüm bühtanları bizatihi kendisi yapıyor.
Ne demişler, iftira atarsan, attığın iftirayı yaşamadan ölmezsin.

Kalp ve Akıl dönemi

266
Sosyologlar sosyal hareketlerde beş aşama olduğu konusunda birleşir: Doğuş, gelişme, kurumsallaşma,
kopukluk ve dağılma. Bürokratik sıkıcılığın, samimiyetten yoksunluğun bir kâbus gibi çöktüğü
kurumsallaşma döneminde kendini akıllı zanneden zekiler iş başındadır. Çoğunun mastırı, doktorası
vardır ama kalbi hayatı zayıftır, vicdanı aklına yenilmiştir. Çözülmeyi engelleyecek olan kâinatın
mayası sevginin yanı sıra İslami ahlakın temeli vefa, sadakat, saygı ve edeptir. Üstad, dağılmadan
camiayı kurtaracak anlayışı kalp ehli ve ilim sahibi akıl sahiplerinde görür. Vicdan ve zekâ
makuliyette birleşirse ihsan iner. İşimiz her zaman olduğu gibi Allah’ın inayeti ve yardımına kaldı.

Eskiden ecdadımız cami, tekke ve zaviyelere ‘edep ya hu’ yazarlardı. Dinin yarısı edep, geri kalan
yarısı sabır ve şükürdür. Fethullah Gülen Hocaefendi, bir süredir kaldığı evin duvarlarına ‘vefa ya hu’,
‘sadakat ya hu’, ‘edep yahu’ yazdırdı. Zira the cemaat veya camia ne derseniz deyiniz, 3. dönemden 4.
aşamaya geçiş sürecini yaşıyor. Çok sancılı bir devredir bu. Neden mi?

Belki cemaat enaniyeti veya kibriniz burnunuzun dibindekini görmeyi engellerde ondan. Çok büyük
başarılar elde ettiğinizi sanırsınız, oysa dava kardeşinizin, arkadaşınızın kalbini kırmış, kısacası nice
Kâbe’ler yıkmışsınızdır. Pek çok arkadaşınızın boynunu vurmuş Araf’a atmışsınız, üstelik kurtarıcı bir
el uzatmayı da çok görüyorsunuzdur. İşi, makamı, kariyeri iyi değilse selamı sabahı kesersiniz. Çok
meşgulsünüzdür veya daha önemli hizmetler vardır! Zaten himmet edecek parası, sunacak bir ilmi
derecesi veya faydalanacağınız bir makamı yoksa zaman harcamaya değmez! Gariplerle bu davanın
yükseldiğini unutur, gariplerin duasını bile istemezsiniz… Gecelerde gözyaşı dökmek, dua zor gelir.

Küskünlerin bir çığ gibi büyüdüğü, İslam düşmanı insani ve cinni şeytanların yolda kalmışları
kullanmaya çalıştığı sinir bozucu bir süreçte bulunuyoruz. Dostların vefasızlığı, saygısızlığı,
sevgisizliği, insan kazanmadan uzak tavırları ürkütücü… Çünkü fasık ve münafıkların ekmeğine yağ
ve bal sürüyorlar. İman hakikati hizmetinin kıyamete kadar sürmesi gerektiği unutulmuş sanki.
Psikolojik travmaların yaşandığı 3. ve 4. dönem, gayrimemnunları ihanete sürükleyebilir. Fraksiyonlar
hep dağılma sürecine girmeden önceki dönemde ortaya çıkar. Şeytan fitneyi sever.

Sakın ha, ‘olmaz böyle şeyler, biz dört başı mamur, sağlam ilerleyen, ayakları yere basan bir cemaatız’
demeyin. Unutmayın, Sıffın savaşında çoğu sahabe, 70 bin Müslüman, böyle bir ayrışma nedeniyle
birbirini öldürdü. Cemel vakasında bir tarafta peygamberimizin damadı, öte yanda eşi vardı. Cennetle
müjdelenen Talha bin Ubeydullah bile haksız cenaha düşmüştü. Hz. Aişe’nin hatasından dönmesi,
daha sonraki dönemde Zübeyir Avvam’ın şehit edilişi ve Ammar bin Yasir gibi İslam’ın ilk Sufilerinin
sağlam duruşları bile Haricileri kesmemiştir. Şia uleması halen bu durumu kullanarak cennetle
müjdelenen 10 muhterem insana sövmeyi caizleştirmiş ve mevcut sahih hadisleri yok saymıştır.

Sahabeleri bile ihtilafa sevk eden amiller var iken, bugün benzer fitnelerin olmadığını iddia etmek
saflık olur. İlk cumhuriyeti, şuarayı yıkarak saltanat davası güden, halifeliği taht kavgasına çeviren
aşırı Arap milliyetçisi Emeviler bugünde içimizde yaşıyor. İlk aşırı milliyetçi şeytandı. Peygamberimiz
tüm insanları eşit, özgür ve mutlu yaptı. Kadınlara özgürlükler sundu, hak ve hukukun sınırlarını
gösterdi. Birey özgürlüğü adı altında ‘nefsi emare imparatorluğu’ kuranların firavunlaşmış emellerini
yıktı. Kalplerdeki putları birer birer kırdı, şeytana hizmet eden tabuları, adetleri değiştirdi.

Kalp ve akıl, İslam’ın ilk otuz yılında gurbete düşmemişti, beraber çalışıyordu. Fitne, Hz. Ömer şehit
edilene kadar Müslümanların kapısından girmedi. Hz. Osman döneminde işi ehlini vermek yerine
akraba, yakın, dost ve tanışları iltimasla devlete yerleştirme ve nemalandırma başladı. Hz. Osman’ın
şehit edilmesinin ana nedeni bir grubun adalet arayışıydı. Sıffın savaşının ve Cemel vakasının arka
planında yine makam ve mansıpların yanlış ellere geçtiğine dair inanç vardı. Dünya sevdası ahiret
kazancının önüne geçince fitnelerin ardı arkası kesilmedi. Aynı veya benzer sorunları yaşıyoruz…

Gülen Hocaefendi’nin son iki yıldır vaaz ve nasihatlerine bakıyorum, dinliyorum, okuyorum ve hep iki
nokta görüyorum: Dünya emellerini terk ve kalbin zümrüt tepelerinde Allah aşkında gark olma
267
davası… Niyeti bozanların kalbini tamir etmeye gayret ediyor. Hep Yunus Emre’nin ve Niyazi Mısri
gibi 17. yüzyılda 2. Yunus sayılan kalp ehli erenlerin şiir diliyle gönüllere sesleniyor. ‘Bir gönül yıktı
isen kıldığın namaz namaz değil’ demeye getiriyor ama işin bürokrasisi içinde kaybolanlar pek
dinlemiyor. Elbette sözüm herkese değil. Kim üzerine alındıysa ona. Nedamet duymayanlar, hacalet
çekmeyenler ne söylesek algılamazlar, hipnozla kafalarına yerleştirecek halimizde yok… Kaç kişinin
manevi katilisiniz, yani hizmetten kopmasına vesile oldunuz, soğuttunuz, sorun nefsinize..

Hocaefendi’nin Kalbin Zümrüt Tepeleri eserini hep Türkçesi hem de İngilizcesinden okudum, didik
didik ederek yeniden her okuduğumda şaşırıyorum. Her defasında yeni bir mana ve derinlik çıkıyor.
Sızıntı dergisinin orta sayfasında 1979’da yayınlanmaya başlayan bu Sufi terminolojisi ve hakikatlerini
okumuyoruz ve anlamıyoruz. Bazıları Risaleyi Nurlar gibi bu eserinde sadeleştirilmesini talep ediyor.
Buna katılmıyorum. İbni Arabi’den, Mısri’ye Mevlana’dan Yesevi’ye, hatta Şemsi Tebrizi’nin
Makalaat’ına kadar pek çok Sufi eser okudum ama hiç birinde konseptlere göre sistematik bir inceleme
bulamadım. Heretik sayılan Sufi sözlerine dahi Kur’an ve Sünnet anlayışıyla açıklama getiren başka
bir çalışma bulmak zor. Bu hal ve makamları yaşamak ve yazmak için nice erbainler çıkarmış olmalı.

Bu eser üzerine akademik tez yazmaya çalışan bir akademisyen olarak, camianın artık akıldan ziyade
fertlerin kalbi hayatı üzerinde yoğunlaşması gerektiğini düşünüyorum. Bu eser üzerine her yerde
müzakereli dersler yapılmasını her fırsatta yetkili kardeşlerimize öneriyorum. Zira kalbin vicdanı
hissetmediği akıl kördür, zulüm eder. Bazı ayetlerde Allah, fasıkların yanı sıra zulüm edenlerin
kalplerini kaydırmakla tehdit ediyor. Kalbinizde imanın tahkiki olmasını istiyorsanız, kalbiniz
aklınızın önüne geçmeli, zira kendini akıllı zanneden pek çok Müslüman zalim imanını koruyamadı ve
şeytanın fitne aletlerinin kölesi oldu.

Bedenimiz cismani hayata köle olduğunda ruh zaafa uğrar, kalp renk atar, his şuur kirlenir. Hz.
Mevlana, Sufi kalpler içinde reca ve ümit eksenli bir çizgi izlediği için kapsayıcıydı. Feridun Attar,
Yahya bin Muaz, Ebu’l Hayr, Hasan Al Harakani gibi Sufilerin şiirlerinden etkilendi Mevlana. Gülen
Hocaefendi’nin Sufizme yeni soluk getiren bu eserinde Mevlana’dan İmam Rabbani’den Said Nursi’ye
devam eden bu sevgi ve aşk yoluna şevk katıyor. Hal lisanıyla tebliği bangır bangır konuşmaya ve
propaganda tarzında yapılan nefret ettirici, zorlayıcı tebliğe tercih ediyor. 21. yüzyılda camianın
fertlerinin kalplerine dönerek Allah’ın sığdığı bu yüce gönül mekânında imanlarını her gün
tazelemeleri zaruri hale geldi. Politika ile kalplerin kirlendiği, dedikodu ile fitnenin kol gezdiği, tuli
emellerin ‘bana seni gerek seni ‘ deme noktası olan kasrı emele dönemediği ahir zamanda yaşıyoruz.
Oysa zümrüt tepelerinde dil susuyor, takıyye yapılmıyor, sadece kalpler konuşuyor. Bizi dünya
garipliğimizle, duru, saf ve samimi gönüllerimizle sevdi, benimsedi.

O halde hiçliğimize dönüp kendimizi sıfırlamanın vakti halen gelmedi mi? Kalp ve akıl dönemi
camiaya hakim olacak ve dağılma sürecine girilmesini dört gözle bekleyen, bölme planları yapan, ferdi
zafiyetlere yatırım yapan yerel ve global insani şerirler hırslarından kafayı yiyeceklerdir…

Faruk Arslan 11.03.2013

DEVLETİN KILCALLARINDAKİ “İRANCILAR”

FUATAVNİ DEVLETİN KILCALLARINDAKİ “İRANCILARI” YAZDI Analiz - 26 Mart


2014

Twitter’ın Fenomen İsmi Fuatavni’den devletin kılcallarına kadar yerleşmiş olan “İrancıları”
yazdı. Fuatavni, “7 bin kişi dinlendi” yalanıyla Selam-Tehvid Kudüs Ordusu soruşturmasının
nasıl engellendiğini deşifre etti.

Yedi bin kişilik dinleme yalanı neden ortaya atıldı?


268
Selam-Tevhid Kudüs Ordusu soruşturması ne anlama geliyordu?

Selam – Tevhid / Kudüs Ordusu operasyonu Türkiye tarihinin en önemli operasyonu olacaktı. Ancak
17 Aralık ve 25 Aralık operasyonlarının gölgesinde kaldı.

“MİT TARAFINDAN HABER YAPTIRILDI, OPERASYONUN ÜZERİ ÖRTÜLMEYE


ÇALIŞILDI”

“Paralel yapıyı dağıtıyoruz” diyerek yargı ve emniyet mensupları dağıtılırken, bu operasyonun tüm
birimleri de diskalifiye edilecekti. ’7 bin kişilik dinleme’ haberi, MİT tarafından bazı medya
kuruluşlarına manşet yaptırılarak operasyonun üstü örtülmeye çalışıldı. Bunda da başarılı olundu.

“Herkesi dinlemişler” yalanıyla operasyonu deşifre ettiler ve zaman içerisinde operasyonu yönetenleri
de başka yerlere sürdüler. Oysa İstanbul merkezli Selam – Tevhid soruşturması kapsamında inanılmaz
bilgi ve belgelere ulaşılmıştı.

SORUŞTURMA KİME UZANIYORDU

Soruşturmanın ucu AKP’nin kuruluşundan itibaren parti kadrolarında yer alan ve iki dönem
Ankara milletvekilliği yapan Faruk Koca, iş adamı Selçuk Şanlı ve en önemlisi de MİT
Müsteşarı Hakan Fidan’a uzanıyordu.

2000 yılında başlatılan ‘Umut Davası Soruşturması’ neticesinde elde edilen belgelerden;
doğrudan İran dini liderine bağlı çalışan İran Devrim Muhafızları Ordusu – Kudüs Gücü
mensubu İranlı istihbaratçıların yönlendirmesiyle ülkemizde bir çok faili meçhul cinayetin
işlendiği ortaya çıktı.

1990′lı yıllarda işlenen siyasi cinayetler yakalanan ve yargılanan şahıslar arasında Faruk Koca’nın
yeğeni Musa Koca, Mehmet Gürova ve Tekin kod adlı Ferhan Özmen de vardı. Adı geçenler Faruk
Koca ile beraber Ankara – Aydınlıkevler’de oto galerisi işletiyordu. Bu mekan ise İrancı örgütlerin
buluşma ve görüşme mekanıydı.

İran‘da askeri ve dini eğitim alan Hakkı Selçuk Şahin, Faruk Koca ile birlikte İran İslam Devrimi’ne
benzer bir devrim yapma düşüncesindeydi. Ayrıca daha sonra AKP bünyesinde milletvekilliği ve üst
düzey yöneticilik yapan M. İhsan Aslan ve pek çok isim gibi Faruk Koca da 1990′larda Mazlum-Der
bünyesinde görev almıştır. AKP’nin kuruluşu esnasında partiye angaje olan bu gruplar Başbakan’ın
yakın çevresinde konumlandılar.

ERDOĞAN’IN EVİNİN SAHİBİ FARUK KOCA

Faruk Koca’nın en önemli özelliklerinden biri de; Erdoğan’ın Ankara – Subayevleri’ndeki


evinin sahibi ve aynı zamanda komşusu olmasıdır.

2011 yılında başlayan ve hassas bir şekilde sürdürülen Selam – Tevhid / Kudüs Ordusu
soruşturmasında Faruk Koca’nın 1990′lı yıllardan beri Hakkı Selçuk Şahin ve Hakan Fidan’la (O
dönem Ankara – Keçiören’de oturuyordu) irtibatlı olduğu ve birlikte hareket ettiği ortaya çıktı.

Hakan Fidan henüz 28 yaşındayken İran DMO-KG tarafından İran hesabına çalışmak üzere angaje
edilmiş, 2011-2014 yılında istihbaratçı General Seyed Ali Akbar Mirkavali’ye bağlı olarak bu 3′lü çok
gizli hücresel yapı içinde hareket etmiştir.

KOD ADLARI
269
Belli bir disiplin içinde İran menfaati için hareket eden bu hücrede Fidan ile Seyed Ali Akbar arasında
Faruk Koca ve Selçuk Şanlı köprü görevi görüyorlar. Hücre içerisinde Faruk Koca ‘Furkan’, Hakan
Fidan ‘Emin’, Seyed Ali ise ‘Hamit ve Hüseyin’ kod isimlerini kullanıyordu.

Gündelik telefonların dışında örgütsel ve istihbarı paylaşımlar için sahte isimler üzerinden temin
edilmiş hatlar kullanıyorlardı.

“EN YAKIN NARGİLE ARKADAŞI HAKAN FİDAN”

Faruk Koca’nın sahibi olduğu S’LO Nargile Cafe’nin izole edilmiş üst katı örgütsel ve istihbari amaçlı
buluşma ve görüşmeler için kullanıldığı, Koca’nın en yakın nargile arkadaşının da Hakan Fidan olduğu
ortaya çıkmıştır.

Faruk Koca milletvekili olduğu dönemde sıklıkla İran’a gider, ülkemizdeki İran’lılarla görüşür ve
İran’da hatırı sayılır ticari yatırımları Başbakan’ın yakın çevresinden Sıtkı Ayan’la birlikte takip eder.

“BAŞBAKAN, İRAN AJANI BİRİSİNİN KİRACISIDIR”

Başbakan İran ajanı birinin kiracısıdır. Beşir Atalay “H. Fidan’ı bürokrasiye ben kazandırdım” diye
sürekli övünür.

Başbakan’ın Subayevleri’ndeki ofisine böcek koyanlar Başbakan tarafından çok iyi bilinir ancak sessiz
kalınır. Etrafındaki ajanlara müsamaha gösterilir. Onları deşifre eden operasyona engel olup bütün
yargı mensupları dağıtılırsa akla şu soru geliyor; ‘Erdoğan’ı ne ile bağladılar?’

Halihazırda 17 Aralık ile ortaya çıkan yolsuzluk ve rüşvet iddialarıyla uğraşarak ‘İstiklal Mücadelesi’
veren Erdoğan, etrafındaki ajan şebekesine pek aldırış etmemektedir. Ancak bilinmeli ki İran’ın
Türkiye’deki istihbarat ağı ortaya çıktıkça karanlık işlerin, oluşturulmaya çalışılan algıların
gerçek rengi ortaya çıkacaktır.

Bugün yaşananları “Her şeyi İrancı’lara bağlıyorlar” diye küçük görüp sulandıranlar, yarın hakikatler
gün yüzüne çıktığında yüzleri kızaracak ve yıllardır perde arkasında ülkenin selameti için nelere
katlanıldığı herkesçe bilinecek.

Suriye savaşını İsrail istiyor!

Dış işleri Bakanı Ahmed Davutoğlu, MİT Müsteşarı Hakan Fidan, Dış işleri Müsteşarı Feridun
Sinirlioğlu ve Orgeneral Yaşar Güler, 4 kişi oturmuş Suriye ile savaş planı yapıyorlar. 30 Mart’ta
seçimi yaptırmaya hiç niyetleri yok. Bu skandalı ortaya çıkartanlara “vatan haini”, “casus” diyorlar ve
ulusal güvenlik zırhı arkasına saklanıyorlar. Siz vatan evlatlarını İsrail ve ABD çıkarları için Suriye’ye
süreceksiniz ve bu mesele kamuyu ilgilendirmeyecek, öyle mi?

İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu’nun özel temsilcisi Maidan, Hakan Fidan’la Suriye savaşının
olası senaryosunu konuşuyor ve bu bizi hiç ilgilendirmiyor mu? İsrail’in, son 3 yıldır Türk ordusunu
Suriye’ye sokmak için atmadığı takla, çevirmediği fırıldak, kullanmadığı taşeron kalmadı. Erdoğan,
Nisan ayında Filistin’e Gazze’ye değil Tel Aviv’e giderek gelinen noktayı masaya yatıracak, verdiği
sözleri niye yerine getiremiyor izah edecektir.

Savaş sanılandan çok daha büyük. Olay, çoktan AKP-Cemaat kavgasını aştı. Cemaat’in üzerinden
operasyon yapanlar, hem AKP’yi hem de Cemaat’i bitiriyor. Siyasal İslam çöküyor! New York
270
Hahamlar Konseyi ve derin İsrail’in BOP planı çöktü-çökecek. Erdoğan Büyük Ortadoğu Projesi
(BOP) Eşbaşkanlığı görevini yerine getiremiyor, başarısız oldu. İspanya başbakanı zaten
eşbaşkanlıktan istifa etti, Erdoğan ise görevden alındı. Mısır’da Müslüman Kardeşleri Erdoğan’ın
Suudi Kralın Yasin El Kadı ile yolladığı sıcak parasına dayanamayarak feda etmesi ile ilk darbeyi
yiyen BOP, Esad’ı savunan Rusya ve İran’ın çok sağlam muhalefeti ve ülkemizin altını üstünü
oymasıyla çöktü.

Erdoğan’ı görevden alan ABD Başkanı Barak Obama değil, bizzat Rothschild tarafından BOP
liderliğinden alındı. Ona son bir şans veriliyor ve deniyor ki, Suriye’ye savaş aç, eğer Esad düşmezse,
sen düşersin. Bu artık çok net! Savaşa İsrail veya onu yöneten derin el tarafından zorla itiliyoruz.
Erdoğan’ın kurtuluşu Suriye meselesine bağlı, bunu kendisi de farkediyor. Rockefeller ailesi, bu
süreçte Suriye konusunda ABD’nin yanında görünmüyor.

Yahudi lobisinde ikiye ayrılmışlık dikkati çekiyor. New York Times, The Economist gibi Rothschild’a
bağlı gazete ve dergiler gittikçe artan Erdoğan karşıtı yazılara yer veriyorlar. Köşeye sıkıştırılan
Erdoğan ile ülkemiz resmen savaşa itiliyor. Erdoğan hep Rothschild’a yamanmaya çalıştı. Erdoğan
dünya ekonomisini elinde tutan Rothschild ailesine kendini pazarlarken, Hazine’ye 50 milyar
dolarlarını kazandırdı, ortak işler yaptı. Ancak Rothschild ve ona bağlı Soros medyası da bugün
Erdoğan’ı köşeye sıkıştırmış vaziyette. Erdoğan’dan cemaatı infaz etmesi talep ediliyor, can
derdindeki Erdoğan bu onursuzluğu yapıyor, birde utanmadan cemaatın ardında CIA ve MOSSAD var
yalanını söylüyor.

İsrail, daha önce uçağımızı havada kitleyip düşürmüş suçu Suriye’nin üzerine atmıştı. Bu tür kumpas
ve tehditle önümüzdeki 3 günde yeni provakasyonlar yaşanabilir, başta Genelkurmay Başkanlığı’mız
olmak üzere kimse tuzağa düşmesin! Reyhanlı’da MOSSAD ile ortak çalışan Özel Harp’deki kara
koyunlarımız, taşeron örgüt kullanmıştı. Şimdide Suriye’deki teröristler tarafından uçağımız
düşürülüp, Suriye’ye saldırı bahanesi üretilebilir. Başbakanın başdanışmanları İbrahim Kalın ve Ömer
Çelik’i ta Haziran 2010 yılında Toronto’da derin Ergenekon devletinin sağ kolu ve Demirel’in özel
adamı müsteşarları Feridun Sinirlioğlu konusunda uyardım, Yeşil’in sağkolunun, “Suriye’de vatana
ihanet ediyoruz mektubu”nu geçen yıl sitemde yayınladım. Turbun büyüğü arayanlar, işte size Suriye
ile savaş tiyatrosu. Bunu 2012′den beri yazıyorum ama dinleyen yoktu. Davudoğlu yalanlamıştı beni.
Bugünkü ses kaydı doğruladı.

Hatırlarsınız, Cenevre 2 görüşmelerinden hemen önce eşzamanlı dört medya kuruluşu; RT-AA-CNN-
Guardian Esad karşıtı ‘tertip kampanya’sı yaptı ama peki niye yaptı? Esad’ın 11 bin kişiye işkence
yaptığı fotoğrafları savaşa Türk kamuoyunu ikna altyapısıydı. Dehşet fotoğraflarla ilgili rapor
hazırlanmış, raporun finansörü Katar ve şeyhi elbette. Raporu hazırlayan İngiliz menşeili hukuk bürosu
Carter-Ruck and Co. Suriye’yi işgale soyunan herkesin savunucusu Carter-Ruck, “Esad işkence yaptı”
diyor, fotolarla bizim de inanmamızı istiyordu! Peki Carter-Ruck şirketinin müşterileri arasında kimler
vardı? 1. Recep Tayyip Erdoğan 2. Yasin El Kadı 3. Katar şeyhi. Burnunuza sizinde kötü kokular geldi
mi? Carter-Ruck, fotoğrafları Suriye Ulusal Hareketi’nden edinmişti. 8 günde 3 kez görüşerek tam 55
bin fotoğrafı her nasılda incelemişlerdi ve hemen doğruluğuna kanaat getirilmişti. Hepimiz buna
inandırıldık ve Suriye’ye girip zalime haddini bildirmek için kinle doldurulduk. Müslümanı
müslümana kırdırma taktiği izleyen insani şeytanlar bunlar!

Bugün anlıyoruz ki, asıl zalim bizim içimizdeymiş. Kendi ülkesini Suriye’ye çevirmeye çalışan bir
“Acem uşağı” müsteşarın kara oyunlarını bertaraf etmeye çalışıyoruz. Hırslı adamın son çaresi savaş
kaldı: Erdoğan’ın tek kurtuluşu SURİYE SAVAŞI! Koltuğunu kurtarma adına ülkeyi savaşa
sürükleyecek hamleler atabilir. Çünkü seçimi ertelemenin tek çaresi bu. Olay, kesinlikle Cemaat-AKP
kavgasından koptu, Davutoğlu-Fidan’ın Suriye ile ilgili ses kaydının sızdırılması bunun ispatıdır.

271
Ses kaydında MİT Müsteşarı Hakan Fidan diyor ki: “8 tane füze de attırırım. Ben gerekçe üretirim.
Gerekirse Süleyman Şah türbesine saldırı düzenletiriz. Gerçi bu bahane mantıklı değil ama…” Daha
vahimi, son bir yıldır Suriye’deki savaşı yönetecek bir orgeneral görevlendirdiklerini, MİT’in 2000 tır
silah yolladığını ve sorunun silah değil savaş iradesini ortaya koymak olduğunu açıkca savunuyor. 25
Aralık soruşturması kapatılmasaydı, Erdoğan’ın Latif Topbaş ile Konya’daki silah fabrikasından
Suriyeli muhaliflere ne kadar silah satıp, ne kadar para kazandığını öğrenecektik. 200 bin insanın
ölümü, 2 milyon Suriye’nin aç sefil mülteci durumuna düşmesi Erdoğan’ın suçudur.

Bu ses kaydını CIA sızdırmış olamaz, içerden biri veya ortam dinlemesidir. CIA sızdırdıysa; CIA
neden Türkiye-Suriye savaşı planını bozsun, var mı mantıklı bir açıklaması olan? Fidan’ın, “Esad
yanlısı ISID’ı vurursak içerde yani Türkiye’de bombalar patlar, sınırda kontrolümuz yok” itirafı ülke
güvenliğinin ne halde olduğunu gösterdi. Davudoğlu’da bu direkt savaş planı konuşmalarında
Suriye’nin daha güçlü olduğunu da itiraf ediyor. 4800 füzesi bulunan Suriye’ye karşılık ülkemizin
kendisini korumak için Almanlardan aldığı NATO gözetimde sadece 400 Patriot füzesi var. Üstelik
bunların denetimi ve kullanma izni ülkemize verilmedi. 1. Dünya savaşı önceside parasını ödeyerek
yaptırdığımız denizaltıları İngiltere vermemişti, Almanlar bize silah teknolojilerini koklatmamıştı.

Tam 100 yıl önce, Enver, Talat ve Cemal Paşalar, Almanlar cenahında savaşa girerken, bu dört üst
düzey yetkili ile aynı düşüncedeydi. Padişaha ve millete sormayarak, gerçekleri gizleyip, devleti
bypass yapıp savaşa girdiler ve koca Devleti Aliyeyi arkada 2 milyon şehit bırakarak tasfiye ettiler.
Şimdi günümüzdeki benzerlerine nasıl güveneceğiz? Başbakan 30 Mart seçimini kaybedeceğini anladı,
Hakan Fidan’a Suriye ile savaşı başlatmak için zemin hazırla demiş belli ki, skandal işte
budur. Meğerse bir yıldır Suriye ile savaş için hazır bekliyorlarmış. Bu adamlarda akıl fikir
kalmamıştır.

Gider ayak tüm projeler devrede

İyice köşeye sıkışmış olan Fidan, önümüzdeki günlerde benzer bir şekilde Genelkurmay'daki bir
toplantı kaydını sızdırabilir. TSK tarafından güvenilirliği sorgulanan Fidan, bu sebeple kendisine karşı
olan askerlerin tasfiye edilmesine zemin hazırlayabilir. Bu saatten sonra dikkat edilmesi gereken en
önemli husus budur.

"Yedi bin kişi dinlendi" yaygarasıyla üzeri örtülmeye çalışılan ve 3 yıldır büyük gizlilik içerisinde
sürdürülen Selam - Tevhid soruşturmasının içeriği kamuoyuna yansıdı.

Bu aşamadan sonra Hakan Fidan ve çevresindeki şahısların 20 yıldır İran Devrim Muhafızları
Ordusu - Kudüs Gücü mensubu üst düzey İranlı istihbaratçıların emrinde çalışan 'casuslar' olduğu da
kamuoyunca bilinmiş oldu.

Fidan bir casus olarak yaptığı işin doğası gereği attığı her adımı, edindiği her bilgiyi, istihbari nitelik
taşıyan her görüşmeyi kaydedip kendisini sevk ve idare edenlere yazılı, sözlü, sesli veya görüntülü
olarak rapor etmek zorundadır.

2001 yılında, astsubayken manidar bir şekilde TSK'dan emekli olan Fidan'ın 2010 Mayıs'ında MİT
Müsteşarı olacağı ana kadar gözlenen inanılmaz yükselişinde Beşir Atalay ve Davutoğlu'nun büyük
katkısı var. Katkı sağlayan isimler olağan şüpheli olmakla beraber tamamen şaibelidir.

Fidan ve yakınındakilerin ihanetten ve casusluktan hüküm giymeleri mevcut siyasi ortamın


değişmesiyle ilgilidir. AKP etkisini kaybettiği an İran'ın uzun yıllar süren projesi ve proje adamları
272
akamete uğrayacak. Düne kadar İran istihbaratının en seçkin elemanı olan Fidan deşifre olmuş ve
kullanım süresinin sonuna gelmiştir. İran istihbaratı miadını doldurmuş bu elemanını artık
fütursuzca kullanmaya başladı.

Fidan kendisine koruma ve dokunulmazlık sağlayan mevcut siyasi ortamın değişmemesi adına yoğun
gayret sarf ediyor. Türkiye'yi Suriye ile savaşa sokmak için elinden gelen gayreti göstermiş ancak
hakkında çıkan bilgi ve belgelerden dolayı TSK nezdinde itibarını kaybettiğini anlaması uzun sürmedi.

Eğer Fidan Selam-Tevhid soruşturmasında deşifre olmasaydı Türkiye belki çoktan savaşa
sokulmuştu.

TSK nezdinde Fidan'ın itibarının kalmadığını anlayan İran istihbaratı, B planını devreye sokarak 4
kişinin katıldığı ve adamının baş şüpheli olacağını bildiği gizli toplantının ses kaydını servis etti.

İran bu hamleyle sızdırma işini Başbakan'ın Hizmet Hareket'ine mal edeceğini iyi biliyordu. Olağan
şüpheli hazırdı. Bu olayla Hizmet Hareketi Hükümet'in değil devletin düşmanı halini alacak, seçim
öncesi gündem değişerek AKP rahatlatılacak, yolsuzluk ve rüşvet gündemi ötelenecekti. Ayrıca
dışişleri bürokrasisinde İran karşıtı çevreler tasfiye edilecek, Türkiye'yi kendi ürettikleri IŞİD gibi
terör örgütlerine operasyon yapamaz konuma sokarak Esed'i güçlendirecek planların devreye
sokulmaya çalışıldığı da akılcı perspektiften net görülmüş oluyor.

Fidan ve yakın adamları da deşifre oldukları için onlar da son hamleyle bitirilmiş olacak.

Fidan'ın öz güveni ise MİT'in gücünden kaynaklanmıyor. MİT o kadar güçlü olsa Suriye politikamız
bu hale gelmezdi. Oradaki güven bağlı bulunduğu İran'ın Suriye'deki imkan ve kabiliyetleridir.

Zaten fiilen Suriye'yi ve IŞİD'i İran'ın yönlendirdiği herkesçe malum.

İyice köşeye sıkışmış olan Fidan, önümüzdeki günlerde benzer bir şekilde Genelkurmay'daki bir
toplantı kaydını sızdırabilir. TSK tarafından güvenilirliği sorgulanan Fidan, bu sebeple
kendisine karşı olan askerlerin tasfiye edilmesine zemin hazırlayabilir. Bu saatten sonra dikkat
edilmesi gereken en önemli husus budur.

MİT'in başında belgeli - tescilli bir İran casusu olduğu sürece MİT tarafından yürütülecek her
faaliyetin İran'ın menfaatine olacağı ülkemizde askeri-sivil kadrolaşmasını tamamlama adına İran'ın
her türlü dini, siyasi ve kültürel yapıları bertaraf edeceği unutulmamalıdır.

Sonuç itibariyle İran tarafından gözden çıkarılan Fidan, gitmeden önce onun üzerinden bütün kritik
projeler hızla devreye sokulacaktır.

@fuatavni / ROTAHABER

Bir devrin sonu

Hz. Bediüzzaman (ra), “Her bâtıl mezhepte bir hakikat danesi bulunur ve bu mezhep, o dane
üzerinde sümbüllenir.” der.

Şia, Ehl-i Beyt muhabbeti ve bağlılığı hakikati üzerinde sümbüllenmeye durdu; fakat bu hakikati
mecrasından siyasî alana taşırıp siyasî bir hizipleşmeye âlet etti ve katı bir azınlık mezhebi olarak, tarih
boyu mücadelesini hep Müslüman çoğunluğa karşı verdi. Hz. Ali’nin (ra) kuduz hastalığı olarak
nitelediği Haricîlik, hükmün Allah’a ait olduğu hakikatine dayandı; fakat bu doğruyu yanlışa âlet
273
ederek, yine katı bir siyasî klik, bir terör örgütü gibi vücut buldu ve yüz binlerce Müslüman’ın kanının
akıtılmasına sebep oldu. Evet, din siyaset temelli tanımlanıp, siyasî‒sosyal bir ideoloji, özellikle bir
muhalefet ideolojisi haline getirilince mecrasından sapar. Bu sapma, siyasetin ve ideolojik katılığın
tesiri altında tarafgirlik ve “meleği şeytan, şeytanı melek gösteren” inatla birleşince şeytan ölçüsünde
bir tehlike haline gelir ve Hz. Bediüzzaman’a “Şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım.” dedirten de
budur.

Birbirine zıt gibi görünen, fakat çıkış noktalarındaki ve yollarında takındıkları tavır itibarıyla aynı
nitelikte iki akımdan biri olan Şiîlik İslâm tarihi boyunca varlığını sürdürürken, Haricîlik, İslâm
dünyasının kurtuluş yolu aradığı son bir buçuk asrında pek çok özellikleri itibarıyla Neo-Selefîlik veya
İslâmcılık perdesi altında yeniden vücut buldu. İslâm’ın temeli olan Tevhid’i siyaset temelinde tarif
eden bu akım bir yandan bir ideoloji olarak pek çok ülkede çok sayıda Müslüman aydını, hattâ kitleleri
etkisine alırken, diğer yandan, İslâm dünyasında Müslümanların ve İslâmî akımların ikide bir tenkiline
de sebep oldu, zemin teşkil etti. Tarihlerimize 31 Mart Vak’ası olarak geçen hadise, bu sebep olma ve
zemin teşkil etmenin bir asırdır tekrarlanagelen şablonudur. Önce, İslâm’ı din olarak sindirememiş,
hayata hayat yapamamış, zihinleri, kalbleri ve ruhları itibarıyla İslâm içinde yoğrulup şekillenememiş,
onu bir muhalefet ideolojisi, siyasî bir akım gibi benimsemiş bazı aydınlar ve kitleler harekete
geçirilmekte, tahrikle bazı suçlara itilmekte ve sonra da onlarla birlikte daha başka Müslümanlar ve
İslâmî akımlar, tenkile tâbi tutulmaktadır. 31 Mart budur; Şeyh Said ayaklanması, Menemen hadisesi
ve Türkiye’deki askerî darbelerin bir zemini budur; İhvan-ı Müslimîn’in başına gelenler ve en son
“Arap baharı”yla özellikle Mısır’da maruz kaldıkları netice yine budur.

Evet, Türkiye’nin özellikle nihayet AKP iktidarıyla yaşadığı da farklı bir süreç değildir. İslâm ilim,
ahlâk ve maneviyatı içinde bütünüyle yoğrulup şekillenemeden İslâm’ı siyasî bir ideoloji halinde
benimseme, onu siyasete zemin kılma ve bu zemin üzerinde iktidara yürümenin varacağı başka bir
netice olamazdı. Yolsuzluk, para ve güç zehirlenmesi, rüşvet çarkı, manevî-ahlâkî erozyon, halkı
kamplaştırma, dış politikada fiyasko; suçüstü yakalanmayı hukuksuzluk, kanunsuzluk ve yaygarayla
örtme çabası ve tarihte Haricîlerin yaptığı, Şia’nın yapageldiği gibi, İslâm’ı gerçekten temsil edenler
aleyhinde her türlü yalan ve iftira üzerine kurulu bir propaganda ve karalama kampanyası. Ama,
seçimlerin neticesi ne olursa olsun ve ülke çapında belki ağır bedeller ödenebilecek de olsa, inşaallah
Müslüman kitleler kendilerine teorik olarak anlatılamayan gerçeği yaşayarak görecek, “Camia” ülke
içinde ve dışında çok daha güçlenerek ve prestiji artmış olarak bu badireden çıkacak, Türkiye’de
şimdiye kadar ona şüphe ile yaklaşan bir kesimle de aralarında sağlam köprüler kurulacak ve İslâm,
artık gerçek temsili ve temsilcileriyle tanınır ve anılır olacaktır.

Ali Ünal, Zaman, 31. Mart 2014

31 Mart Vakası!

“Celladına aşık olmuşsa bir millet, İster ezan ister çan dinlet. İtiraz etmiyorsa sürü gibi illet,
Müstehaktır ona her türlü zillet!” (Ömer Hayyam)

31 Mart’ta sabaha karşı YSK’da seçim sonuçlarında yapılan hilenin doruğa ulaşması ile AKP, 30 Mart
2013 yerel seçimini 1950’den beri yaşanan en şaibeli seçim haline getirdi. Bir iddiaya göre, yüzde 6
oranında sandıkta oy sahtekarlığı yapıldı, AKP’nin aldığı gerçek oy yüzde 38 idi. Başta İstanbul,
Ankara ve Antalya olmak üzere AKP, kaybettiği illeri halkın iradesini çalarak zorla aldı. Normal ve
düzgün şartlarda, AKP gibi bir partinin kaybetmesi lazımdı… Allah milletimizin basiretini ferasetini
artırsın… Musibetlerden korusun… Ülkemizin İslam ülkeleri ve Batı dünyasında demokrasiye uygun
sandıkta hile yapmayan tek ‘Müslüman Ülke’ imajı ağır darbe yedi.

Twitter yasaklı, YouTube kapalıydı ve ilk defa devletin haber ajansı AA manipüatör görevini üstlendi.
70 bin kişiyle seçimi en doğru ve erken haber veren CHA’ya siber atak yapıldı ve seçim sonuçları
274
eskiden olduğu gibi sabaha kadar öğrenilemedi. Zaman, Taraf gibi güçlü muhalif görülen yayın
organları bizzat MİT’e çalışan siber çetesi tarafından bloklandı. En büyük komedi, çağ atladığımız
iddia edilen ülkemin 40 ilinde tam oylar sayılacak iken elektrikler kesildi, ileri demokrasimizde oylar
fenerle, mumla sayıldı. Ampül patladı, boş oylara AKP mührü basıldı, oy çuvalları, mühürlü sandıklar
çalındı, iki bine yakın sahtekarlık tutanağı tutuldu ve bu oylar iptal edildi.

Türkiye, 30 Mart seçimi kadar kirli ve çirkin bir seçim kampanyasıyla gidilen bir yerel seçim görmedi.
Başbakan çaldı mı çalmadı mı halen anlayamadık ama popülizmin ve devlet gücünü elde edene her yol
mubah anlayışının kazandığı bir gerçek! Seçim sürecinde cemaata başbakan gibi sataşmayan Ankara
Belediye Başkanı Melih Gökçek’ın 31 Mart’ın sabahı gece 04.00 ile 07.00 arasında 3 saatde yaptırdığı
sahtekarlıklarla zafer kazandı ve hemen ardından ilk konuşmasında cemaata ilk defa ‘paralel devlet’
dedi. 20 yıl önce Murat Karayalçın’a karşı 7 bin oy farkla kazanan Gökçek, bildiği tüm hileleri
devreye soktu.

Derin devlet Göktürk, İçişleri Bakanı Efgan Ala’nın YSK’yı polislerle basarak, Çankaya ve Yeni
Mahalle’den gelen son 500 küsür sandığın sonuçlarını yanlış girmelerine göz yumduğu ileri sürülüyor.
AKP Genel Başkan yardımcısı Salih Kapusuz ve ‘Ferrari Osman’ olarak tanınan Melih’in oğlunun
mafyoz adamları ile Seyranbağları sandığını kaçırması ispatlanırsa Ankara’da seçim iptal edilebilir.
Osman Gökçek’in 06 AN 1886 plakalı SİYAH TRANSPOTER ile sandık kaçırdığı , sahte sandık
getirdiği twitter’da ihbar edildi ama ülkenin 10 bin polisi sürgünde olduğu için müdahale eden olmadı.
Mobese kayıtları siilinmezse bu tesbit edilebilir.

Seçim yapıldı başbakan ve ailesi hala neden Malezya ve Katar’a kaçmadı diye benden hesap soranlar
keşke halkın iradesini çalandan hesap sorabilseydi. YSK’yı basan Ala’nın fütursuz oy hırsızlığı
sayesinde, saat 6:00 ile 6:30 arasında Ankara oyları, milletin iradesi çalındı. Melih Gökçek, Adalet
Bakanı Bekir Bozdağ ile görüştü ve ‘kazanamazsam olacaklardan sorumlu değilim’ diye tehdit etti.
Birden Seyranbağları sandığı tepesinde bir helikopter dolaşmaya başladı. Oyların sayımı nedense
durduruldu. Faşizme direnen Ankara, sandık başından ayrılmadı. Ancak saat 06:30’da Ankara’da
açılan sandık: %100 CHP: %43.9 AK Parti: %44.8 oluverdi. Bu seçimde sağ ve sol ideolojisi, CHP ve
MHP ayrımı çöktü.

Gece yarısı Mansur Yavaş, twitter’dan ‘Keçiören Kalaba’da çuvallarla sahte oy taşınmaktadır. Bütün
Ankaralılar’ı Kalaba’da oylarına sahip çıkmaya çağırıyorum’ diye çağrı yaptı. Ankara-Çankaya 3169
nolu sandıkta @KoaladanHallice adlı bir twitter kullanıcı çektiği fotoğrafla girilen rakamların
tutmadığını açıkladı. Efkan Ala gibi birinin İçişleri bakanı olduğu bir Türkiye’de seçimin şaibesiz
olmasını beklemek mümkün mü? Bir iddiaya göre, YSK’nın sistemi en başta her 300 oyda 30 oy
AKP’ye otomatik olarak ayarlandı. Bulunduğunuz sandık sonuçlarıyla karşılaştırın, bu bir MİT cuntası
oyunuydu. Saat 4:10’de 27 bin 500 oy CHP öne geçince Ankara’da 06.00 YSK oy sayımını durdurdu.
MHP’liler, Tomaların önünde, Tekbir çekerek, CHP’nin oylarını koruyordu. Bu yeterli olmadı.
Polislerle YSK’ya baskın yapan Efkan Ala oy sayım merkezine gitti; 30 dakikada AKP 9 bin oy
gerideyken, 18 bin oy öne geçirildi. Oh ne Ala ne Ala seçim, ne biçim seçim bu! Darbeci askerler ve
MİT’deki Karanlık Cunta, ‘AKP cemaatın işini bitirsin defterini dürsün’ diye yolsuzluklardan sonra
seçimde yapılan sahtekarlıklara da sesini çıkarmıyor olabilir. Bir çok ilde sonuçlar 200-300 farkla
bitmiş durumda. Yalova’da tek oyla AKP’li aday seçim kazandı, İstanbul’da Ankara’da akıl
almaz kirli oyunlar yapıldı. AKP bu seçimi batırdı ve iktidarda kalmak için ülkemizi 3. Dünya ülkesi
haline getirdiler.

AA ile seçim sonuçları parti devletinde çarpıtıldı. Başbakan’a psikolojik savaş aracı olarak balkonda
erken zafer konuşması yapma fırsatı sunuldu ve halkın iradesine sandıkta sahip çıkan seçmenin
inadının kırılması hedeflendi. Hırsızlıkları, yolsuzlukları, rüşveti kitabına uydurdukları gibi, elimizde
275
kalan tek demokrasi umudu seçimide atladıkları çağa uydurdular. Yüzde 85.4 ile katılımın yüksek
olduğu seçimde, 52,709,945 seçmenden geçerli oy sayısı 43,434,601. 1 milyon 579, 381 oyun geçersiz
sayıldığı 30 Mart seçimleri Türk demokrasi tarihine bir yüz karamız olarak geçti. Mutlu musunuz, artık
seçime de güvenimiz kalmadı. Süleyman Efendi talabeleri son anda aldıkları kararla boş oy attı, sadece
merkezleri olan Alanya’da 30 bin oy blok olarak MHP’ye gitti. Halkın seçime olan güvenini sarsmak
kadar kötü bir durum olabilir mi? 64 yıldır sandıkta hile yok diye övünüyorduk, şimdi ne diyeceğiz?
Sokaklarda sabahlara kadar oy kovalayan bir ülke olmak ne kadar acıttı beni bilemezsiniz. Bu ülkede
seçim demokratik, öyle mi?

Meşhur tarihçi entelektüelimiz Prof. Dr. İlber Ortaylı,106 yıl sonra 2. defa yaşanan 31 Mart vakasını
gece yarısı yazdığı tweetinde çok güzel şöyle özetledi: AKP’nin izlediği cahilce bir yol; -Ajansları
kitle -Elektriği kes -Aleyhte oy olan ilçeleri sona bırak -Milletin dağılmasını sağla -Kazan!?

Çalıyor ama çalışıyor! O meşhur ‘sıfırlama’ tapesinden sonra bu hükümetin devam etmesine
şaşırmıyoruz da seçim sonuçlarına mı şaşırıyoruz? İstanbul’da CHP adayı Mustafa Sarıgül’e oynanan
oyun farklı değildi. CHP’nin blok kazandığı ilçeler YSK merkezinde nedense gece yarısına kadar
girilmedi. Bunlarda: Kadıköy 72% CHP, Beşiktaş 77% CHP, Şişli 61% CHP, Sarıyer 53% CHP,
Bakırköy 69% CHP, Ataşehir 51% CHP iken ortaya çıkan sonuçlar şaşırttı. Beyoğlu’na oy çalmaya
giden araçların plakaları: 16 JBS 79 – 34 SN 181 – 34 RA 576 – 34 GT 9540 olarak twitter’da tesbit
edildi. Hem Üsküdar hemde Kadıköy’de 10 bin CHP oyu geçersiz sayıldı. Çankaya Kızılbağ
Lisesi’nde sandık görevlilerini dışarı atan cübbeli kişiler vardı, hemde oy çuvallarıyla birlikte!
Fuatavni başbakanın kalkıştığı tüm seçim hilelerini bildi. Oyuna sahip çıkmak için sandıkta geceleyen
demokrasi mi olur? Utansın Erdoğan ve şürakası! Bakırköy Ticaret Lisesinde seçim görevlilerinden
biri bir çuval oyu aracıyla kaçırdı. Twitter’da plakası polise verildi: 34 RE 439. Pek çok sandık
itirazlar üzerine 3 veya 4 defa sayıldı, kimsenin kimseye güveni kalmadı. MHP’nin son gün yaptığı
İstanbul ve Ankara’da oylar CHP’ye çağrısı çok geçti, bu mesaj seçmene ulaşmadı. BDP, Batı’da
AKP’yi destekledi. BDP ve AKP’nin ihanet ortaklığını herkes gördü. Oylar AKP’den Doğu’da
BDP’ye gitti ve Kürdistan’ın kurtarılmış bölgesinin 11 ili altın tepside hediye edildi.

Bundan sonra Ağustos’da başbakan Erdoğan cumhurbaşkanı seçilirse monarşili demokrasi oluruz.
Padişah olan halifemiz, parlamentolu bir diktaya, Baas rejimine ülkeyi götürür ve başbakan kuklası
olur. Önümüzde cumhurbaşkanlığı seçiminde adayım Meral Akşener, MHP ve CHP anlaşırsa
Erdoğan’ın karşısına cesur yürek bir kadın çıkar ve kazanır. Hile hurda elde edilen %43.26’luk AKP,
özerklik vaadiyle BDP’nin %4.63’ini heybesine koyar; öteki %25.75 CHP ile %17.76 MHP de ortak
bir cumhurbaşkanı aday çıkarmalıdır. ABD’de olduğu gibi ülke demokratlar ve dini istismar eden
sözde muhafazakar Cumhuriyetçiler diye ikiye bölündü. Twitter Partisi kaybetti diyenleri hayal
kırıklığına uğratacağım. ANAP, yolsuzluk kasetlerinin ortaya çıkmasından sonra girdiği ilk seçimde az
erimiş, daha sonraki 3 seçimde eriye eriye, en son Erkan Mumcu tarafından 2007’de mezara
gömülmüştü. Kaderi dilediğimiz gibi biz belirleyemeyiz, eğer gayret ederseniz etkiniz olur. Haziran
2015’de yapılacak genel seçime kadar 22 aylık bir mücadele süreci daha yeni başlıyor. Kalpleri evirip
çeviren Cenab-ı Hak… O’nun takdiri karşısında boynumuz kıldan ince. Vardır bir hikmeti. ALLAH
VAR, GAM YOK.

Küfürbaz bir Başbakanı demek ki halkımız hak ediyor, hakaret, küfür, iftira ve bühtanla yola devam
etmek isteyenlere oy verenler kaybedendir. Eğer canınız sıkıldıysa, Türkiye’den hicret edip ver elini
Afrika’da ücra bir köşede hizmet deyiniz ve ahiretinizi kurtarınız, varsın dünya onların ukba bizim
olsun. AKP’nin aldığı oy halkımızın hırsızlığı pek sorun olarak görmediğini ispatladı. Hicret etmenin
vaktidir, dünyevileşen yozlaşanlardan kaçınız. Yok eğer mücadele etmek için ülkemde kalacağım
diyorsanız, satılmadan dik durmalısınız. Müslüman ülkeler içinde seçime hile karıştırmayan tek İslam
ülkesi imajımız 31 Mart vakamız ile hak ile yeksan oldu. Bundan sonra demokrasi modeli olarak
kimse ülkemizi artık model almayacaktır. Sadık bir rüyaya binaen iddia ediyorum ki, oylarda yüzde

276
6 sahtekarlık var Türkiye genelinde. AKP sandığa da kesinlikle yolsuzluk ve hile bulaştırdı.
Ülkemizin tek olumlu imajı da yok edildi.

Birde olayın diğer boyutu, yani Allah’ın gerçek planı var. Allah, Camia’yı ötekileştirilen Türkiye’nin
içine iterek, iman hizmetinde kazanılması gereken nice kalpler ve gönüller olduğunu
hatırlattı. Türkiye’de şimdiye kadar ona şüphe ile yaklaşan kesimlerle Camia arasında sağlam köprüler
kuruluyor ve İslâm, davayı doğru temsil edenlerle daha iyi tanınır ve anılır olacaktır. Cemaat enaniyeti
tamamen kırılacak, sansürlenen cins beyinler önplana çıkacak ve sosyal akımlarda sürü mantığıyla tabi
olanların değil yanlışa diklenenlerin değerli olduğu anlaşılacaktır. Fertlere yapılan haksızlıklara son
verilirse umumi zulmü Allah kaldıracaktır. Bir ferdin hakkı cemaatın hakkına feda edilemez hukuk
ilkesi olacaktır. Şekilcilik, ayrımcılık, gösteriş budalılığı ve kast zihniyeti son bulmazsa felah
bulunamaz.

Tebliğ işini ihlasla yapan ve yalancı siyasi propagandanın tekeline vermeyen “Camia”, aslında öteki
Türkiye’de kredi kazandı, yozlaşan sözde muhafazakar cephede bugün görünüşte kredi kaybetti. 2 yıl
sonra bu süreç sonlandığında ülke içinde ve dışında Camia çok daha güçlenerek ve prestiji artmış
olarak bu badireden çıkacaktır. AKP’nin başvurduğu Emevileşme formulü, yani İslâm’ı siyasî bir
ideoloji halinde benimseme, onu siyasete zemin kılma ve bu zemin üzerinde iktidara yürümenin
varacağı yer, İslam’ı tebliğ makamı açısından bir uçurumdur. Erdoğan’ın yaptığı hukuksuzluk ve
kanunsuzlukları yaygarayla örtme çabasını tarihte Haricîler ve Şia yaptı ve İslâm’ı gerçekten temsil
edenlere yalan ve iftira attılar. Daha sonra Haccacı Zalim, 30 bin Müslümanı keserek Ehli Beyti,
sahabeleri ve talabelerini hicrete mecbur etti.

Yolsuzluk, para ve güç zehirlenmesi, rüşvet çarkı, manevî-ahlâkî erozyon, halkı kamplaştırma, dış
politikada fiyaskoyu, AKP 31 Mart ile örtbast etti. Buna basiretin bağlanması da denebilir. 30 yıldır
Hizmet’i tanıyorum. Sesimize ses verenin olmadığı çok çaresiz günler gördüm. Ama sonuçta herşey
güzel oldu. Sabredin, 2 yıl belki zulüm, baskı, ayrımcılık göreceğiz, ama her şey 2015 ile çok güzel
olacaktır. 2020’da ülkemiz yeryüzü mirasçılarıyla dünya lideri olacaktır.

Şimdi konuşma değil, daha çok dua zamanı… İnşallah milletimizin başına topyekün bir felaket
gelmesin; gece gündüz dua dua yalvaralım… Hayırlara gebe olan, hikmet dolu bir ilahî kumpas ile
bütün Türkiye imtihan oluyor…Dua, dua… Allah’ın ipine sımsıkı sarılın.

Hüseyin Gülerce’ye dair

“Ben iyi kafa atardım. Kafa atmanın faydası odur. Bir şaşkınlık geçiriyor karşınızdaki. Ondan istifade
tekme ve yumruk atmaya başlıyorsunuz”
Bu cümleler yıllarca belli kesimlerin Hocaefendinin sağ kolu,camaatin sözcüsü diye adlandırdıkları
Hüseyin Gülerce Beyin gazeteci bir arkadaşımızla yaptığı bir röportajdan gençlik yıllarını anlattığı
kısımdan küçük bir alıntıdır.Yazıma neden bu alıntıyla başladığımı garipseyebilirsiniz.Gerçi
sempatikliği ve soyadı gibi güleç simasıyla bilinen bir yazarın bir röportajda bu ifadeleri kullanması
apayrı bir garebet!
17 Aralıktan sonra hizmet hareketine yönelik başlayan sistematik linç girişiminin ardında
gerçekleşen 30 Mart yerel seçiminin akabinde Hüseyin Bey bir gazeteciye (Başbakanın balkonda
yineleyerek İNLERİNE GİRECEĞİZ sözünden etkilenerek) apar topar hizmeti tenkit eden bir
açıklamada bulundu…Yıllarca bu ailede bulunan herkes bilir ki küçükten büyüğe bu camianın her
ferdi; ŞURA SURESİ 38.ayetteki (ve emruhum şûrâ) onların işleri şura iledir düsturuyla
ahlaklanmıştır. Bu camiadaki herkes ,acaba atacağım adımla hem hizmete hem de insanımıza bir zarar
gelir mi endişesiyle her zaman bir büyüğüne az önce iktibas ettiğim ayetin terbiyesiyle danışır ve ona
göre hareket eder. Her ne kadar yıllarca bu gazetede yazan kendisinden saygıyı eksik etmediğimiz
277
büyüğümüz Hüseyin Bey Hem Yalovada bir otelde istişaresiz İmralıdakinin avukatlarıyla görüşse de
(Hizmeti o dönemde zor durumda bırakmaya vabeste bir görüşmeydi) ki bu ilk değil eğer yanılıyorsam
ve hilafı vaki beyanda bulunuyorsam düzeltilebilir birkaç görüşmesi daha olmuştu;sadece bir tanesini
belirtip esas konuma geri döneyim.
Tarih 31 Nisan 1999 u gösteriyor… 18 Nisan 1999 genel seçimlerinden iki hafta sonrası. 28 Şubat
süreci devam ediyor. Yer: Filizli Köşk. Parlamenterler Birliği’nin İstanbul Göztepe’deki sosyal
tesisi.Hüseyin Bey yanında hizmetle gönül bağını koparmış kendini beklenen mehdi ilan etmiş biriyle
bir parti lideriyle bir görüşme yapar. Yanındaki bu kişi şu anda müminlere iftira merkezi haline gelen
bir gazetede yazmakta ayrıca cebine indirdiği paralar karşılığında da televizyonlarda Hocaefendi
hakkında akla ve mantığa aykırı mesnedsiz çirkin ithamlarda bulunmakta.Açıklamalarıyla yakın
ailesini çok ama çom üzen bu kişiyle Hüseyin Bey:Ne Hocaefendi ne de hizmetteki diğer kişilerle
istişarede bulunmayarak bir parti lideriyle görüşmeye gider. Biliyorum hepiniz merak ediyorsunuz bu
parti liderini ve ne var ki bu görüşmede diyorsunuz. Eğer bu parti lideri Türk siyasetinde ve basın
hayatında Melih Gökçek,Cemil Çiçek,Ahmet Taşgetiren,Ali Müfit Gürtuna,Taha Akyol,Atilla
Yayla,Hüseyin Gülerce gibi önemli kişilere 1970 de yayın hayatına giren bşr dergiyle liderlik yapan ve
hep kuytularda kalan bir kişiyse önemlidir.Bugün hizmet siyasete bulaştı diye konjektürel hesaplar
peşinde olan Hüseyin Bey nedense hizmet adına hizmetten kimseyle görüşmeden 2000 li yılların siyasi
planlarını yapmakla meşguldü. İnsanlar hizmet hareketini eleştiremez mi tabi ki eleştirebilir.Tabi ki
beğenebilir yada beğenmeyebilir ama insaf ve vicdanı elden bırakmayarak.Bakın Hüseyin Beyin
hizmetteki insanların biraraya geldiği bir konferansta gıybetini yaptığı twitlerini eleştirdiği Kibar ve
nezaket timsali Osman Şimşek Ağabeyin Cevabı ne kadar latif ne kadar nezih:
( Medya’da Hüseyin Gülerce Beyin seçim sonrası yaptığı açıklamalar yer aldı. Nakledilen cümlelerde
bir yanlışlık olabileceği ve kendilerince düzeltileceği düşüncesiyle şimdiye kadar bir yorum
yazmadım. Fakat, herhangi bir tekzip ya da tashih göremeyince bir iki hususu açıklama ihtiyacı hasıl
oldu.
Öncelikle Hüseyin Ağabeyin de defalarca belirttiği gibi kendisi Camia’nın “sözcü”sü değildir;
gazetelerde yer alan yorumlar kendisine aitse sadece şahsını bağlar. Nitekim, şu yazdıklarım da bir
sözcü sıfatıyla değil Camia’ya gönül vermiş bir fert vasfıyladır.
Bununla beraber, özellikle dört hususla alakalı nakledilen ifadelerin Camia’nın genel duruşunu
yansıtmadığı aşikardır.
Camia hiçbir zaman kavga taraftarı olmamıştır; hele kendi hükümetine savaş açtığı iddiası gerçekleri
ters yüz etmekten ibarettir. Aslında, aylardır Hizmet hareketine yönelik yoğun bir linç kampanyası
yürütüldüğü açıktır. En üst düzeydeki yetkililer ve hükûmete yakın medya tarafından ortaya konan
öfkeli itham, hakaret ve iftiralarla nefret suçu işlenmiştir/işlenmektedir.
Camia’ya gönül verenler, dün olduğu gibi bugün de nezih üsluplarını namusları gibi koruma
gayretindedirler. Maruz kaldıkları tahrik edici dile ve provokatif söylemlere rağmen akl-ı selimden
asla ayrılmamışlardır/ayrılmayacaklardır. Yaptıkları açıklamalar, kanuni haklar çerçevesinde, isnat ve
iftiralara cevap sadedinde olmuştur. Kimin nasıl bir dil ve üslup kullandığı miting meydanlarında ve
seçim konuşmalarında da açıkça görülmüştür.
Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın ve Hizmet gönüllülerinin defalarca açıkladıkları gibi; Camia’nın
herhangi bir partiyle ittifakı kesinlikle söz konusu olmamıştır; bu iddia büyük bir yalandır.
İlk günden beri Hizmet’in felsefesi çoğunlukla beraber hareket etmek değil hep doğrunun ve makulun
yanında yer almaktır. Dünden bugüne Camia’nın desteği ya da eleştirileri, manevi buudlu demokrasi,
evrensel insan hakları, özgürlükler, şeffaf ve hesap sorulabilir bir devlet gibi değerler etrafında
olmuştur; bundan sonra da destek ya da tenkitler değerler üzerinde olacaktır.
Bunları en iyi bilmesi gereken insanlardan biri olarak tanıdığım Hüseyin Gülerce beye o cümleleri
yakıştıramadığımı ve hangi sebeple/endişelerle onları telaffuz ettiğini anlayamadığımı da ifade
etmeliyim.)
***
Bugün Hizmeti siyaset yapmakla itham eden Hüseyin Bey gençliğinden bugüne siyasetten hiç dur
olmamış bir şahsiyettir.Bir yıl beraber aynı evde kaldığı Cemil Çiçek ağabeyi Anapta siyasete
başlayınca o da siyasete ısınır hatta Kadıkör Reks Sinemasında yaptığı siyasi içerikli bir konuşmanın
278
ardında bugün Ergenekon davasında firari olan Bedrettin Dalan tarafından bir çocuk gibi
kucaklanır.Birbirlerini çok severler.Bunu bizzat Hüseyin Beyin kendisinden dinlemiştim.Dalan
aleyhine söz söyletmez siyasi hırları insanlara böyle şeyler yaptırır demişti.Hüseyin Bey bu konuda
haklı siyasi hırslar insanlara çok ama çok yakışıksız şeyler yaptırabiliyor.
Hatırlarsanız iki önemli yazarın (Ahmet Hakan ve Ertuğrul Özkök) Hüseyin Gülerce ile ilgili yazıları
çıkmıştı ve Hüseyin Beyde hemen bu yazılardan sonra Zaman gazetesinde bir makalesi çıkmıştı orada
kendine yakışanı söylemiş:( Sevdam bu polemik minderine gelmeyeceğim.İki arkadaşla da polemiğe
girmeyeceğim. Mücadeleyi sevdiğim halde, polemiğin kralını yapacağıma inandığım halde
yapmayacağım.) demişti. Ama ne hikmetse bu iki kaleme karşı polemiğe girmeyen Gülerce,ne zaman
ki televizyonunda program yaptığı,yakın akrabasının aynı televizyonda idarecilik yaptığı Milli
Mücadeleden kadim Dava arkadaşı Melih Gökçek’in Oğluna ,Emre Uslu bir uyarıda bulunanca herkesi
şaşırtacak bir şekilde polemik minderine balıklama atlamıştı.Hatta ağır bir ithamla Emre Uslu’yu
fitnecilikle suçlamıştı. Oysa Emre Uslu Osman Gökçek’i (henüz 17 Aralık süreci başlamamış
başbakan hizmeti haşhaşi ilan etmişken ) Beyaz Tv de program yapan tetikçi bir kalem hakkında
uyarmıştı.Ama yılların gazetecisi Hüseyin Bey tarafından Fitneci ilan edilmiş aynı gece twitterdeki
trollere yem etmişti.Emre Bey bilerek mi söylemişti yoksa bir tevafuk muydu bilemeyeceğim ama
Hüseyin Beyi hemşehrisi bugünlerin popüler Keşanlısı Yiğit Buluta benzetmiş “İçine Yiğit Bulut
Kaçmış”demişti.Haddime değil yoksa ben de şu anda starda yazan eski bir yol arkadaşı mı kaçmış
derdim ama demeyeceğim.
Burada maksadım art arda Hüseyin Bey i derişte etmek değil.Çelişkilerle dolu bir hayatın acizane
küçük bir fotoğrafını çekmekti.
Son olarak Hüseyin Bey;iyi kafa attınız şaşkınlık içindeyiz aynen dediğiniz gibi.Ama attığınız kafanın
acısı kalbimizin içinde.Bunu bilesiniz…
Yavuz Berk Gündüzalp, 01.04.2014

İki farklı İslam, iki Türkiye!

AK Parti’nin izinden gittiği siyasal İslam ile Fethullah Gülen Hocaefendi’nin takip ettiği Anadolu Sufi
İslam’ı keskin ayrışma noktasını geldi, hatta olay bunu da aştı. Bu mücadele, Waterloo ve Wilfrid
Üniversitelerinin ortak bölümü olan Global Governance’da kabul edilirse Felsefe alanında benim
doktora tez konum. Din ve Kültür Kürsü Masa Başkanı Dr. Paul Freston ile bu konuyu müzakere
ettik, İslam’ın bir ideoloji olmadığı ve AKP’nin İslam’ı yolsuzluklarla kirletmesinin kırılma noktası
olduğu konusunda görüş birliğine vardık. Türkiye uzmanı Kanadalı akademisyenler, bizi bizden daha
iyi takip ediyor, oturaklı ve sağlıklı yorumluyorlar.

Din ve Kültür Bölüm fakülte profesörleri; koordinatör Dr. Christopher Ross ve kliniksel psikoloji ve
ruhani tedaviler uzmanı Dr.Richard Walsh, master tezim olan kalp merkezli Sufi Farkındalık Terapi
modelimin sosyal hizmetler, psikoterapi ve psikolojide çığır açabileceği konusunda beni
cesaretlendirdiler. Sufizm ilgi odağı haline geldi ve Sufi terapiler İngiltere’den sonra Kanada’da
nihayet biraz zorlarsak akademik eğitim müfredatı içine girecektir.

Dr. Freston’a dedim ki, Gülen’in cemaatı, İslami anlayış ve Kur’an’ı yorumlama açısından 4 konuda
AKP’den ayrışıyorlar. İslam’da yönetim, şeriatın uygulanması, insan hakları, birey özgürlükleri ve
düşünce azatlığı konusunda iki grup arasında ciddi uçurumlar bulunuyor. Gülen, ‘Kur’anda yüzde 95
oranında iman, ahiret, teblig ve ahlaki öğretiler var, devlet siyaseti işin yüzde 5’i’ derken, Erdoğan
‘particiliği Kur’an’a yüzde yüz giydiriyor ve kendini İslam’ın ve dini hizmetlerin tek kurtarıcısı halife’
gösteriyor. Erdoğan, mutlak biat istiyor, Gülen ise tarikatsız bireysel Sufiliğin modern temsilcisi olarak
helal ile haramı birbirine karıştıran, siyaseti yalancılık ve kamu hakkını yeme mesleği haline getirene
biat etmiyor. Bu direniş ibretle izleniyor.

Dr. Freston’ın Gülen’i yakından takip ettiğini görünce biraz daha derin analiz yaptım: “Bugün
Türkiye’de ve tüm dünyada yaşananlar aslında İbni Teymiye ile İbni Arabi savaşıdır” dedim. İbni
279
Arabi ekolü ve İbni Teymiye ekolü tarih boyu hep çarpışmıştır. Halifeler güç zehirlenmesi yaşadığında
Sufi mürşidlere kulaklarını tıkarlar. Daha yakından örnek vermek gerekirse, “Bediüzzaman Said
Nursi-Seyyid Kutup” veya “Bediüzzaman-Mevdudî” ekollerinin savaşı da denilebilir. Sufizm uzmanı
Kanadalı profesörler anladı: Sufi İbni Arabi Gülen’i, İbni Teymiye’nin İslam’ını kullanan Vehhabi
doktrini Erdoğan’ı temsil ediyor. Suudi Arabistan, bugün İbni Teymiye’nin 10 ciltlik Kuran tefsirini
siyasetine alet edip kralın talebine göre fetvalar çıkartıyor. İnkar etsede Hayrettin Karaman’dan fetva
alan Erdoğan’ın tam olarak yaptığı da budur.

İbni Arabi, dinin devlet elinde yozlaşmasına en sert muhalefeti yapan bir alimdi. Politik İslam’ın, dinin
dünyevileşmeyi örtmek için bir kılıf olarak kullanılmasına karşı çıktı. Devrin halifesine, “sizin
Allah’ınız altın” dedi, Şam’da Emevi camisinden çıkan cemaate de “sizin Allah’inız benim ayaklarım
altındadır” dedi. Moğol işgalinden ve yıkımdan hemen önceydi, 500 eser vermiş devrin müceddidi İbni
Arabi’yi bu sözleri nedeniyle Şam Kadısı Halife’nin emriyle yargıladı. Önce idam vermek istedi,
ulema umeraya karşı çıktı, halk isyan edince, ceza tecrid içinde ölene kadar sürgün yaşama çevrildi.
Gülen’e de aynı ceza verilmedi mi? İbni Arabi, 80′inde vefat ederken, cenazesi Şam’ın çöplüğüne
atıldı. 500 sene kaldığı ıssız mekan Şam çöplüğünden onu bir rüya üzerine Yavuz Sultan Selim Şam’ı
fethinde gelip kurtardı ve hak ettiği yüksek makamı verdi. Arabi’nin “Allah’ınız altımda” dediği
ayağının bastığı yeri kazdırdı ve çil çil altını buldu.

Kanadalı profesörler bana, “ülkenizdeki amansız mücadeleyi kim kazanır?” diye sordu. “İbni
Arabi’nin izinden giden devrin Mevlanası kazanır” dedim. Mevlana, yumuşak üslubu ve aşk yolu ile
50 yılda tüm Moğolların Sufi Anadolu kültüründe müslüman ve Türk olmasını sağladı. İbni Arabi,
Mevlana, Niyazi Mısri, Mevlana Bağdadi, Said Nursi ve Gülen Hocaefendi’nin yolu aynıdır, kalp
yoludur, sıratı müstakimdir, siyaset yolu değildir. Mevlana’ya bazı densizler “Moğol ajanı” demişti,
oysa vahşileri uysallaştırıyordu. Devrin Moğolları, Gülen’e “ CIA ajanı” diyeceklerdir. Cemaata
açılması planlanan casusluk davası binlerce insanı hicrete zorlayacaktır.

İbni Teymiye Harran doğumludur, İbni Arabi Anadolu’da Sadrettin Konevi’nin üvey babası olup
Mevlana’yı 12 yaşında tanıyıp, “aşkı bu okyanus diriltecek” diyen velidir. İbni Teymiye siyasal
İslam’ın babası gösterilir. Aslında oda başlangıçta Sufi idi, halifeye yaklaşınca “devlet imamı” oldu,
sözde sert bir “Asrı Saadet modeli” kurarken sayısız siyasi fetvalar verdi. İbni Teymiye, Karaman gibi
bir İslam alimiydi, ama halifeye sunduğu İslam modeli yozlaşma, hırsızlık ve kamu soygunlarını
engelleyemedi. Moğollar, İslam ülkelerini yağma edip taş üstünde taş baş üstüne baş bırakmazken,
müslümanlar dünyaya dalmış zevk içinde beş vakit namaz kılıyordu.

Rehavete dalıp dünyevileşen müslümanları Moğol belası ile cezalandıran Rabbimiz adli Mutlaktır,
zulüm sebebsiz değildir. Malum Hülağu, İskendireye’yi yakıp, Bağdat’ta zavallı halifenin ihtişamlı
sarayına konduğunda ilk işi halifeyi lüks havuzunda boğmak oldu. İslam’ı bir ideoloji derecesine
indiren, yolsuzluklarını örtmek için İslami söylem kullanan halifeyi ve şürakasını Allah, zalim Moğol
eliyle terbiye etti. Allah, zalimi bir kılıç olarak kullanır, sonra döner ondan da intikamını alır. İnşallah,
bu süreç sonrası, Hizmet hareketi safralarını atar, temizlenir, cemaat enaniyeti kalmaz. İbni Arabi
okuyanlar bilir; Adetullah’tandır, Nemrud’u sinek öldürür, Firavun, korktuğu sarayında beslediği
Musa’yı Kızıldeniz’e kadar takip eder ve Allah’ın orada gazabıyla, zalim ordusuyla boğulur,
Rabbimizin hikmetinden sual olunmaz.

Vehhabi rejimi 300 sene önce ortaya çıkaran İngiliz ajanı Hempfred, Abdülvehhab efendiyi Necef’te
egosundan yakaladı, Osmanlı karşıtı Arap milliyetçisi yaptı. “İngiliz casusunun itirafları” isimli
kitapda bu süreç anlatılır. Ecdatımızı Araplara arkadan vurduran İngiliz ajan Lawrence, Vehhabi
rejimini Ebu Suud ailesine teslim ederken, Erdoğan şimdi bu rejim benzerine talip. Müslüman
Kardeşlerin Mısır ve Suriye’de yükselişinin,Vehhabi rejimi Suudi Arabistanı da yıkacağını gören Kral,
Erdoğan’ı Yasin El Kadı’nın milyar dolarlarıyla yanına çekti. Erdoğan’ın Mısır ve Suriye’de
Müslüman Kardeşleri tavsiye ettiği yanlış politikalarla mezara gömmesi yetmedi, şimdi hedefinde
280
cemaat var. İslam’ın ak, temiz, kirlenmemiş yüzünü tüm dünyada temsil eden cemaat ile boğazına
kadar yolsuzluğa batmış “siyasal İslamcı”yı herkes ayırıyor.

Türkiye’den dönen arkadaşım, Ulaştırma Bakanlığı’nda yolsuzluğun nasıl yapıldığını birinci elden
anlattı, ağzım açık kaldı. Devlet soyuluyor. 259 bin TL’lik bir ihale, bakanlıkca 800 bin TL’ye yandaş
şirkete verilmiş. Aradaki fark,yüzde 20 başbakana ve diğerleri diye bölüşülmüş. Başbakan diyordu ya,
“devletten ihale almak yolsuzluk değildir.” Hakkı 2 lira olan ihaleyi yandaşa 10 liraya verir, aradaki 8
lirayı cukkaya indirmek nedir? Kanadalı yabancılar bile ne kadar rüşveti kime vereceğini biliyor ve
projelerine bunu yazıyorlar artık. Utanmayacak mısınız?

Erdoğan, 30 Mart seçiminden sonra AKP içindeki güya küskünlerden çakma bir parti kurdurup
toplumun AKP’den kurtulma umutlarını oraya boca edebilir. İran’da yıllardır havagazı alma böyle
yapılıyor. Birileri cambaza bak diyor ve Erdoğan’ı cemaata karşı kullanıyor. Erdoğan’ın miadı
dolunca buruşturup atacaklardır. “Yeşil 28 Şubat”, iki seneden önce bitmeyecektir.

Canadatürk, 01.04.2014

Fuat Avni 22 ay daha dedi

Adetullahtandır, zalimin en şiddetli zulmü bile mazlumun kalbine korku salamaz!

Erdoğan Rejimi’ni yıkma savaşı daha yeni başlamıştır. Ümidini kaybeden yolda kalır. 22 aylık
bir sürece giriyoruz. On iki yılda inşa edilen saltanat yavaş yavaş yıkılacak. Kırk günde sarsılan bir
güç iki yıla kalmaz yerle yeksan olur. Kaybedenlerdensiniz.

Yaşadığınız sevincin tadını çıkarın. Öteki’lere nasıl savaş açacağınızın hesaplarını iyi yapın.
Çünkü artık ülkeyi yönetemeyeceksiniz. Yiyin birbirinizi diyenler, bir kaset çıksa diktatörlük
devrilse diyenler, merak etmeyin mücadele nasıl edilir, şahit olacaksınız.

Bu gün sevinen hırsızlar, yargılanacak, mal varlıkları ellerinden alınacak, tetikçileri köşe bucak
saklanıp insan yüzüne çıkmaya utanacak. Hitler, 5 Mart 1933 teki son seçimde %43,9 almış ama sonu
intihar olmuştu. Korkuların ve paranoyaların hiç bitmeyecek. Korkma, titre.

İki ay önce savaş ilan ettin biz sabırla bekledik, an itibariyle savaş nasıl olurmuş anlayacaksın.
Korkma, titre.
281
Balkonda dizlilenlere iyi bakın çoğu er geç hakim karşısında dizilmiş olacak.

Kimsenin kaçtığı yok. Bekliyoruz. Sen günlerce ‘in’de tuttuğun evladınla, vatan evlatlarını
karıştırmışın. %45′in efendisi oldun ama %55′in hizmetkarı bile olamazsın. Kaybedenlerdensin.

Adetullahtandır, zalimin en şiddetli zulmü bile mazlumun kalbine korku salamaz.

Güzel insanlar. Duanızı bekliyorum. Kazandığını zannedenler sevinedursun, siz ümidinizi asla
kaybetmeyin. Beklenen yarınlar çok yakın. Yosuzluk, hırsızlık ve diktatörlüğünü hoş görenler, seni
hak ediyor. Değil %45, %90 oy da alsan sana biat etmeyeceğiz.

Kurt gövdenin içine girdi. Çatırdayan saltanatın ağır ağır devrilecek. Diktatörlüğün uzun
sürmeyecek çünkü karşında direnenler hep olacak. Birilerinin her şey bitti diye ümitsizliğe
kapıldığı yerde bazıları yepyeni ümitle yeni bir başlangıcın ilk adımını atarlar.

Güçlü olanlar sonuca varmak için tek plan üzerine yürürken haklı olanların onlarca alternatif planları
vardır. Biri biter öteki başlar.

Güzel insanlar, buradan yazmaya başlamamın en önemli nedeni günler önce ülkenin içine
düştüğü ümitsizlik girdabıydı. Haklı ümitsiz olamaz.

Bu gün ümidinizin şaha kalktığı bir gün olsaydı size veda etme zamanı geldi diye düşünecektim.
Görüyorum ki ümidinizi fazlaca yitirmişsiniz.

Bu davaya tam da bu günler için girdik. Bir çok kişinin gözümüzün içine baktığı dönemde
ümitsiz olmaya hakkımız yok. Elbet geçecek bu günler.

Menfaat için biat edenlere inat yolsuzluklara, hırsızlıklara, diktatörlüklere dur demenin izzeti bir günde
kaybolacak değil. Duruşumuz yeter Mücadele bizden mufavvakiyet Allah’tandır. Biz vazifemizi
yapar, Allah’ın vazifesine karışmayız. Mücadelemiz bitti sananlar aldanıyorlar.

Bu gün, yarın ne olacak diye anlık gel gitler yaşayanlar bilsin ki diktatörün sonunu getirecek ve 22 ay
sürecek bir kavgaya tutuştuk. Uzun soluklu, çetin, ızdıraplı bir savaş başlamıştır.Erdoğan
Rejimi,stratejimizin yüzde birini bilmiyor. Tek dayanakları gözümüzü korkutmak.

Korkmuyoruz. Ne kaçan var ne kaçacak olan. Zamanı geldiğinde bir gece yarısı korkarak ülkeyi
terk edecek olanlara hepiniz şahit olacaksınız.

Fuat Avni

31 Mart 2014

Kaynak: https://twitter.com/fuatavni

Hz. Musa-Hz. Hızır kıssasını anlamayan

282
1980 yılında İsmail Kıllıoğlu Bey anlatmıştı: “Bir arkadaşım var. Askerliğini yedek subay olarak
bir kurmay subayın yanında yapıyor. Kurmay subayın ‘Türkiye’de Dinci Hareketler’ isimli bir
çalışması var. Subay, bu çalışmasında şu değerlendirmede bulunuyor: “Komünistleri anlıyor ve
çözebiliyoruz. Ülkücüleri anlıyor ve çözebiliyoruz. Fakat dincilerin örgütlenme ve haberleşme
yapısını hiç anlamıyor ve çözemiyoruz. Bir hadise oluyor, Erzurum’daki dinci ile İstanbul’daki
dinci aynı anda aynı tepkiyi veriyor; bu haberleşmeyi anında nasıl sağlıyorlar, bir türlü
çözemiyoruz.”

Hadiselere sadece zahirî sebep–sonuç ilişkisi penceresinden, yani materyalist açıdan bakan, dinî
aklîliği veya rasyonaliteyi bilemeyen, Din’e ya Hıristiyanca veya materyalist bilim açısından yaklaşan
insan, İslâm’ı da, Müslüman’ı da, Müslümanların davranışlarındaki maksadı, sebep ve faktörleri de
anlayamaz; anlayamayınca herhangi bir hadiseye Erzurum’daki “dinci” ile İstanbul’daki “dinci”nin
aynı anda aynı tepkiyi vermesinde bir örgüt yapısı ve örgüt haberleşmesi arar; ortada böyle bir şey
olmadığı için aradığını bulamaz; bulamayınca uydurur. İşte, Fethullah Gülen Hocaefendi ve bütün
faaliyetleriyle “cemaat”, bu anlayamamanın, daha da kötüsü, yanlış anlamanın ve uydurmanın
kurbanıdır.

Kur’an-ı Kerim’de anlatılan Hz. Musa (as) ve Hz. Hızır (as) kıssası, bize Hocaefendi’yi, “cemaat”i ve
“cemaat” etrafındaki spekülasyonları anlamamıza ışık tutuyor. Bu kıssada insanlık tarihindeki bütün
hadiselerin manâsını, hadiselerdeki hikmetleri, Kader– insan iradesi münasebetini, hiçbir hadisenin
başka hadiselerden bağımsız tekil bir hadise olmadığını, konjonktür dediğimiz şeyin aslında
Kader– insan iradesi münasebetleri temelinde hadiseler bileşkesi olarak Kader’in örgüsünden ibaret
bulunduğunu ve manânın madde üzerindeki hakimiyetini okuruz.

Söz konusu kıssa, Hz. Musa ile Hz. Hızır’ın bir yolculuğunu anlatır. Hz. Musa, insanlık âleminin
zahirinde, Hz. Hızır ise bâtınında vazifelidir. Hadiseleri anlamak, zahir ile bâtını birlikte görmeyi
gerektirdiği için, Cenab-ı Allah (cc) bâtında yaptırdığı bu yolculukla Hz. Musa’ya bir bakıma seyr u
sülûkünü veya miracını tamamlatır. Bu yolculukta Hz. Hızır, bindikleri gemiyi sağlam gemileri
gasbeden kraldan kurtarmak için deler; büyüdüğünde şerli olacak, anne–babasını da yoldan çıkaracak
diye bir çocuğu öldürür; yıkılmakta olan bir duvarı doğrultur ve karşılığında ücret almaz. Yapılan bu
üç işten birincisi sahibinin izni olmadan yapıldığı için, ikincisi ise mutlak manâda Şeriat’ın zâhir
hükümlerine terstir; bu bakımdan Hz. Musa itiraz eder. Önce hemen belirtelim ki, Hz. Hızır,
yaptıklarını zâhir veya maddî âlemde yapmamıştır; öyle yapmış olsaydı, Hz. Musa itirazlarında elbette
haklı olurdu. Çünkü, meselâ gelecekte şerli biri olacak diye masum bir çocuk öldürülmez. Hz. Hızır,
yaptıklarını bâtın, manâ veya sırf Kader âleminde yapmıştır; onları maddi âlemde icra eden ise
başkaları olabilir. Yani bir başkası keyfî olarak gemiyi delmiştir veya gemi bir kayaya vurarak
delinmiştir. Çocuk zahirde başka bir sebeple ölmüştür. Hz. Hızır, sırf Kader’in elidir, hadiselerdeki
manâyı ve asıl hikmeti temsil eder. Onun sırf Kader, bâtın veya manâ âleminde yaptığını, maddî
âlemde bir başkası bir başka sebeple icra eder. Kader, hem aslî hem zahirî sebeple neticeye bir bakar;
yani sebep ve netice için iki ayrı kader yoktur. Masum çocuk bir sebeple ölür veya onu bir başkası
bizzat iradesiyle öldürür; oysa onun ölümüne hükmeden Kader’dir. Fakat Kader hükmünü verirken,
onu icra edecek iradeyi de elbette nazara alır. Dolayısıyla kimse yaptığından Kader’i sorumlu tutamaz.

Hocaefendi, bir bakıma manânın, Kader’in elini temsil eder. Manâ hükmünü verdiği zaman, (donmuş)
nazik suyun demiri parçaladığı gibi, madde onun önünde duramaz. Her şeye maddî açıdan bakanlar da
ortada örgüt arar, “ordu” arar; bulamayınca da uydururlar ve kendilerini mahkûm edecek hata üstüne
hata yaparlar; Bahçeli ve diğerleri gibi.

Ali Ünal, Zaman, 03.04.2014

283
AK Parti gemisinden, indik elhamdülillah

Kaptanı gemiyi batırıyordu ve biz hasbelkader o gemideydik. Yalvardık, ikna olmadı.

Uyardık, tınlamadı. “E bari biz inelim,” dedik, bizi hain, casus, sülük ilan etti. “Kendiniz inemezsiniz,
indirirsem ben indiririm,” diye kibirlendi. Allah var, onu, hak etmediği kadar sevmiş ve bize
yakışmayacak ölçüde bağlanmıştık ona. Kendi başımıza inmeye kalksak, inmekte zorlananlarımız
olabilirdi. Sağ olsun, ite kaka, vura söve indirdi bizi gemisinden. Zor oldu; dayak yedik, sürüldük,
aşağılandık, müesseselerimiz örgütlü bir şekilde saldırılara maruz bırakıldı, giderken “bekleyin, yine
geleceğiz” tehdidini bırakarak gittiler. Ama günün sonunda, batmakta olan AK Parti gemisinden, indik
elhamdülillah…

Bu seçimin kazananı biziz. Halkın teveccühüne talip insanlar değiliz ki ekser milletin AK Parti
adaylarını desteklemiş olmasından gocunalım. Dünyanın makamlarına, koltuklarına, yatlarına,
katlarına talip değiliz ki dövünelim. Rahat arayan insanlar değiliz ki rahatımız kaçmış olsun. İçimizde,
o balkon fotoğrafında bulunmak emeli olan bir tek kişi yoktu ki öykünelim, ah u enin edelim. Hırsızın
övgüsünü kim ister? Haraminin senasından kim haz alır? O balkon konuşmasında bize saldırılmasaydı
kaygılanmalı değil miydik? Biz “karşı taraf” ilan edildiğimiz gün doğru tarafta olduğumuzu
biliyorduk… Seçimler bütün Türkiye haritasını turuncuya boyasaydı ne kaybederdik! Bütün dünya
kadar on yüz bin tanesini bir tek ferde kazandıracak bir davanın kara sevdalıları haritanın renklerinden
gamlanır mı sanırsınız? AK Parti’nin muhayyel hayatının –velev bin yıl yaşasa– on yüz bin katından
daha fazlasını bir tek ferde yaşatacak ebedi saadetin taliplileri dört beş sene sürecek yalancı ikbal
sevdalarına kapılır mı hiç?

Halkın seçim mesajını biz şöyle okuyoruz: “Mal da yalan, mülk de yalan; kaptancığım, çok
oyalandın, gel biraz daha oyalan…”

Aksi ihtimali düşünelim… AK Parti seçimden birinci parti olarak çıkmamış olsaydı… Kaptan zaten
bizi gemiyi delmekle itham ediyordu. O zaman aynı gemide olduğumuz gerçeği, ilelebet aynı gemide
kalacağımız yanılgısını oluşturmuştu. Dolayısıyla gemiye gelen her zarar bize de dokunacaktı.
Başbakan, çok arzuladığı ve sonunda nail olduğu üzere sandıktan birinci parti olarak çıkamasaydı biz
gemiyi batıran ekip bilinecektik. İslam’a ve dindarlığa karşı cibilli düşmanlıkları olan bazıları, “Gitti
Erdoğan, geldi Cemaat! Gelen gideni aratır!” diyeceklerdi. Allah’a şükür, olmadı. Gemide AK
Parti’nin kendi adamları ve yeni AK Partili eski Ergenekonculardan başka kimse kalmadı. Görüyoruz,
bu gemi batıyor. Bizler, kaptanı da dahil, geminin bütün yolcu ve mürettebatının kurtulması için fiili
duamızı yaptık; kavlî duamızı yapmaya da devam edeceğiz.

Gemi bizi topa tutar mı? Tutabilir. Dershanelerimiz hukuki olarak kapatıldı; sıra okullara, yurtlara,
evlere gelir mi? Gelebilir. Birliğimiz dağılır mı? Dağılmaz! Dağılamaz!

Bizi binalar bir araya getirmemişti ki binalar elimizden alınınca dağılalım. Onlar derde derman
idiler; ama biz derman arayışındayken değil, dert arayışındayken oluşturduk birliğimizi. Oralarda
yüzümüz güldü, doğru, ama biz güldüğümüz günlerde değil, hep birlikte ağladığımız günlerce cemaat
olduk. Derman elden alınmış, ne gam! Derdimizi de elimizden alamazlar ya! Yüzümüz gülemez hale
gelecekmiş, ne ala! Gözyaşımıza da engel olamazlar ya! Allah yeryüzünü mescidimiz, gökyüzünü
kubbemiz yapmış. Bizim namazımıza kim engel olası!

Hiç mi hata yapmadık? Yaptık! “Bu işi biz yaparız,” zannettiğimiz ölçüde hata yaptık. “Çoğuz,”
dediğimiz ölçüde hata yaptık. Her şeyi Yapan Yüce Mevla bize hiçbir şeyi yapamayacağımızı bir defa
daha öğretti. Biz O’nu unutmak üzereydik, O bize Kendisini hatırlattı.
284
Biz hiçiz! Sifiriz biz, sifir! Her şey O! Her şey O’ndan! Biz yoğuz!

Yoğu kim sindiresi! KERİM BALCI-ZAMAN

Acemler ve Acem ajanları-Bütün belgeler mevcut

Yasadışı Kudüs Ordusu / Tevhid-Selam Örgütü Davası Gerekçeli Kararı

https://docs.google.com/file/d/0B8HNuQTxeEJWeGJhU2tKblBDMkU/edit
https://www.youtube.com/watch?v=DK9_NI2Hi38
31 Ocak 1990: Prof.Dr. Muammer Aksoy Selam örgütü mensubu Tekin Kod isimli Ferhan Özmen
tarafından öldürüldü.
6 Ekim 1990: Doç.Dr. Bahriye Üçok Selam örgütü mensubu Tekin Kod isimli Ferhan Özmen
tarafından öldürüldü.
24 Ocak 1993: Gazeteci Uğur Mumcu Selam örgütü mensubu Ferhan Özmen, Necdet Yüksel ve Oğuz
Demir tarafından öldürüldü.
21 Ekim 1999: Prof.Dr. Ahmet Taner KIŞLALI Selam örgütü mensubu Ferhan Özmen, Necdet Yüksel
ve Oğuz Demir tarafından öldürüldü.
10 Mart 1988: İstanbul Şişli?deki Suudi Amerikan Bank Selam örgütü mensubu Hakkı Selçuk Şanlı
tarafından bombalandı.
25 Ekim 1988: Suudi elçilik görevlisi Abdulgani Bedevi Selam örgütü mensubu Ferhan Özmen
tarafından öldürüldü.
18 Haziran 1990: Ankara Sıhhiye?deki Diyanet Vakfına ait binaya bomba saldırı düzenlendi.
26 Mart 1991: Irak Büyükelçilik görevlisi Kays Ali Hüseyin?in suikast sonucu yaralanması.
28 Ekim 1991: Mısır Büyükelçiliği görevlisi Hüseyin El Kuraby?in suikast sonucu yaralanması.
7 Mart 1992: İsrail Büyükelçiliği görevlisi Ehud Sudan?ın öldürülmesi.
Ve Türkiye?yi 28 Şubat?a götüren Sincan?daki Kudüs Gecesi provokasyonu…
.
7.000 kişi dinlendi yalanı
https://www.youtube.com/watch?v=7K0hd-6ClYg&feature=youtu.be
Davacı: Kamu
Davalı: Selam Tevhid-Kudüs Ordusu Terör Örgütü
Dosya No: 2011\762
.
Kamile Yazıcıoğlu?nun İstanbul İfadeleri, Bursa ifadeleri, polise teslim ettiği belgeler
http://acemusaklari.wordpress.com/yazicioglunun-getirdigi-belgelerden-ornekler/
.
Devletteki İRAN Örgütlenmesinin Zihin Kodları
Acem Uşağı Hasan Kanaatlı ve arkadaşı Allah lafzıyla dalga geciyor…
Acem Uşağı Hüseyin Adıgüzel Halid Bin Velid (r.a) sahabe efendimize hakaret…
Acem Uşağı Adem Çaylak Sakalı Şerifle dalga Geçiyor..
https://www.youtube.com/watch?v=MParZEbi3tA&feature=youtu.be
.
İran Ajanlarının Buluşma Görüntüleri
https://www.youtube.com/watch?v=YPx4cxbAGwY&feature=youtu.be
İşte teslim edilen dosyada yer alan bilgilerden bir kısmı
https://twitter.com/ACEMUSAKLARI/status/442014874181197825
https://twitter.com/ACEMUSAKLARI/status/442015584637566976
https://twitter.com/ACEMUSAKLARI/status/442016209106509825
.
285
Hüseyin Avni Yazıcıoğlu?nun buluştuğu devrim muhafızları Türkiye sorumlusuna kucak açan medya
grubu sizce hangisi?
https://twitter.com/ACEMUSAKLARI/status/442341219922743298
Devrim Muhafızları Ordusu Türkiye sorumlusu takipten korkunca hangi gazeteden yardım istedi.
https://twitter.com/ACEMUSAKLARI/status/442342495653867520
Peki bu medya grubunu bu seviyeye getiren İran ajanı/aşığı kim?
https://twitter.com/ACEMUSAKLARI/status/442344443190853632
.
SELAM TEVHİD ÖRGÜTÜNÜN ETİLER EYLEMİ
https://www.youtube.com/watch?v=Wuprl5MV-f0&feature=youtu.be
26 Mayıs 2011 günü İstanbul Etilerde gerçekleştirilen bombalı saldırıyı Selam Tevhid örgütü
gerçekleştirdi.
1′i polis memuru 8 kişinin yaralandığı saldırıda Ayten Bal’ın bacağı kopmuştu.
Etiler saldırısını gerçekleştiren İran’lı Rızazade Metin, Fatih’te kiraladığı depoda patlayıcıları
muhafaza etmişti.
Patlayıcıları sağlayan Selam Tevhid mensubu, 90′lı yıllarda Tahran’da askeri eğitim alan Abdülhamit
Çelik’ti.
Abdülhamit Çelik, 1996′da Türkiye’ye sığınan 2 İranlı rejim muhalfni öldürmekten tutuklandı. 2004′te
AKP’nin çıkardığı yasayla serbest kaldı
.
İşte İran Ajanlarının İstanbul Başkonsolosluk keşif Çalışması
https://www.youtube.com/watch?v=L9lOjDT3XaU&feature=youtu.be
.
Acem Uşaklarının ABD İstanbul Başkonsolosluğu Keşif Çalışması
https://www.youtube.com/watch?v=j0o9ZXF2prM&feature=youtu.be
.
İşte İranın Türkiye’deki Acem Oyunu Muta ve MUTAşaları
https://www.youtube.com/watch?v=BssDn83Hfvw&feature=youtu.be
İşte Gahafari?nin MUTAşalarından biri…
https://twitter.com/ACEMUSAKLARI/status/444201337773780992
https://twitter.com/ACEMUSAKLARI/status/444202796997287936
https://twitter.com/ACEMUSAKLARI/status/444204602074730496
https://twitter.com/ACEMUSAKLARI/status/444205071237005312
.
İşte belgeli İran Ajanı MİT Müsteşarımız hakkında Emnyet Gnl Müdrlğü’nün 2001 yılında Genelkrmy
ve MİT’e yazdığı yazı
https://twitter.com/ACEMUSAKLARI/status/444254380523413504
https://twitter.com/ACEMUSAKLARI/status/444274784751194112
Hakan Fidan’a sadece aile bireyleri ve çok yakın çevresi Metin olarak sesleniyordu ve tüm bu
biyografik bilgiler Hakan Fidan’a işaret ediyor
.
İran Paralel Devleti
https://www.youtube.com/watch?v=ZlIkoz4The0&feature=youtu.be
https://www.youtube.com/watch?v=rQshh_BDDBk&feature=youtu.be
.
15 yıldır devlet arşivlernde bulunan ve Selam Tevhid Kudüs Ordusu soruştrmsı ile gün ışığına çıkan
belgenin detayları
https://twitter.com/ACEMUSAKLARI/status/445276319866036225
.
Belgenin eklerinden Hizbullah Operasyonunun ayrıntıları?
https://twitter.com/ACEMUSAKLARI/status/445277521848709121
https://twitter.com/ACEMUSAKLARI/status/445278123722936320
286
https://twitter.com/ACEMUSAKLARI/status/445278743288758272
https://twitter.com/ACEMUSAKLARI/status/445280332384706560
Metin Fidan kod adlı Hakan Fidan, ?UZUN ZAMAN İÇERİSNDE BU ARKADAŞLAR
VASITASIYLA ORDU İÇİNDE BİR ŞEBEKE KURABİLİRİZ”
https://twitter.com/ACEMUSAKLARI/status/445286648733896704
.
İşte Hakan Fidan’ın Ajanlık Serüveni…
https://www.youtube.com/watch?v=D8JFLLnhzqY&feature=youtu.be
https://twitter.com/ACEMUSAKLARI/status/445302615098667008
EMİN/METİN KOD HAKAN FİDAN?ın derin hücresinde kendisi ile beraber DÖRT KİŞİ bulunuyor.
1. AKP eski Milletvekili ve BB?nin Ankara?daki evinin sahibi FARUK KOCA,
2.Umut Operasyonunun kilit ismi, onlarca insanın katillerini yetiştiren isim HAKKI SELÇUK ŞANLI,
3.Devrim Muhafızları Ordusu Kudüs Gücü generali SEYED ALİ AKBAR MIR VAKILI
.
İşte İranın Bakanlar Kurulundaki Derin Kulağı Hakan Fidan BK’da geçen gizli bilgileri nasıl sızdırmış
https://www.youtube.com/watch?v=HZO4Or0L4lM&feature=youtu.be
Gezi Parkı olayları sırasnda yapılan Bakanlar K. toplantısının detayları HF anında İRAN DMO/KG
GENERALİNE aktarmakta
İran Ajanı Emin/Metin Kod Hakan Fidan Bakanlar Kurulundaki gizli bilgileri hemen İran Generaline
sızdırmaktadır.
.
İşte İran?ın TR?deki aktif eylem hücresinin Lideri H.AVNİ YAZICIOĞLU?NUN ağzından eski dostu
HAKAN FİDAN..
https://www.youtube.com/watch?v=a7nkKboi-NM&feature=youtu.be
https://www.youtube.com/watch?v=HZO4Or0L4lM
Selam T. Örgütü, TR?de mevcut rejimi değiştirip yerine Şİİ ESASLARA dayalı yöntm tarzını hâkim
kılmayı hedeflemiştir
Selam T. Örgütü, bu amacna ulşmk için Şİİ ders grupları oluşturup, İRAN menfaatlerine çalışacak
AJANLAR DEVŞİRMİŞTİR
Hakan Fidan?da, H.A.Y. ile birlikte Ankara?da gençlik yıllarında katıldığı Şİİ DERS grubu
aracılığıyla ACEM UŞAĞI haline gelmiştir.
.
İşte Selam Tevhid Örgüt üyelerinin ağzından EMİN KOD HAKAN FİDAN: H.F.; %100 ŞİİDİR VE
YÜZ YILIN ATAMASIDIR..
https://www.youtube.com/watch?v=dlmjQCZREGo&feature=youtu.be
.
Selam Tevhid Terör Örgütünün amaç ve misyonlarını bir kez daha hatırlayalım…
https://twitter.com/ACEMUSAKLARI/status/446352879951945728
.
İşte belge ve delilleriyle İRANCI Beşir ATALAY Gerçeği…
https://www.youtube.com/watch?v=5LWSsY3-rEE&feature=youtu.be
Şii inancı gereği takiyyeyi çok iyi kullanarak bulunduğu mevkilere kadar gelen ATALAY?ın ailesinin
Kırıkkale?ye İRAN?dan göçtüğü biliniyor.
.
Devletin Zirvesindeki Kriptolardan Efkan Ala
https://www.youtube.com/watch?v=k29DfdtYnko&feature=youtu.be
GHAFARI’nin etki ajanı olarak kullandığı bu şahıs, 1995′te kapatılan Yeryüzü Dergisi?nin sahibi
Burhan Kavuncu?dur.
GHAFARI?den aldığı talimatları etki sahasındaki bürokrat ve siyasetçilere iletmekle görevlidir.
Efkan ALA’da istenen atamaları onaylıyordu.
.
İşte fuhşun kılıfı, İran’ın İslam ülkelerine yönelik etkin silahlarından MUTA..
287
https://www.youtube.com/watch?v=dw0-qkZO8nA&feature=youtu.be
.
2010 yılında Başbakan hangi cemaatlerin önünü kesmeye çalışıyor ve haddini bildirmek istiyor?
Acemlere göre Şiiliğe karşı düşman olan cemaatler hangileri?
https://www.youtube.com/watch?v=4pqmrlbA5lo&feature=youtu.be
https://twitter.com/ACEMUSAKLARI/status/448540842857226240
https://twitter.com/ACEMUSAKLARI/status/448541177038385152
https://twitter.com/ACEMUSAKLARI/status/448543622632194048
https://twitter.com/ACEMUSAKLARI/status/448545420025679872
https://twitter.com/ACEMUSAKLARI/status/448549972594552832
.
Türk Dış Politikasındaki Acem Oyunları
Taner Yıldız’ın Kuzey Irak’a geçmesine izin vermeyen Irak ülkesini Türkiye’deki Acemler, İran’daki
bağlantıları kullanarak razı ediyor. Asıl paralel yapı kimmiş?
Acem oyunları ile Hakan Fidan?ın Dış Politikada nasıl parlatıldığını izleyeceksiniz.
https://www.youtube.com/watch?v=S6yiYxVeoK4&feature=youtu.be

https://twitter.com/ACEMUSAKLARI

İran, Mısır ve Suriye gerçeği!

28 Şubat sürecinin MGK Genel Sekreterlerinden Orgeneral Tuncer Kılınç, Türkiye’nin Rusya
ve İran seçeneklerine yönelmesini istemesi fırtınaları koparmıştı. “Madem Avrupa Birliği bizi üyeliğe
almıyor, biz de Çin, Rusya, İran ve Suriye ile ittifak yaparız” diyen paşanın politikalarını Erdoğan
rejimi bugün aynen hayata geçiriyor. Bu nedenle yaşadığımız dönemin adı “Yeşil 28 Şubat”. “Madem
halk Erdoğan’da güveniyor, seçsinler, biz bildiğimizi okuruz” diyen derin devlet sahne aldı. Ülkemizin
ekseni Atatürk’ün hedef gösterdiği Batı standartlarından, sürekli kaçtığımız demokrasi karşıtı Doğu
despotluğuna kaydı.

Bir hakim kararı ile herkesin telefonunu dinleme hakkını ulusal güvenlik gerekçesiyle üzerine alan
yeni MİT yasası, “İranlaşma” hamlesidir. İran’da her mahallede SAVAMA’nın telefon dinleme
merkezleri vardır, yurt dışıyla konuşan herkes mutlaka dinlenir. Geldiğimiz nokta budur. İran’daki 12
Kişilik dokunulmaz sözde “Günah İşlemez” Ayetullahlar Konseyi ile bizim 12 kişilik Milli Birlik
Konseyi veya “Zevad-ı Mutade” benzerdir. İngiltere, Kanada ve Hollanda ’da dinleme için yürütme ve
yargının izni şart. Bu MİT yasası ile Avrupa Birliği bizi artık kesinlikle almaz. Ülke çapındaki
dinlemeler için bir hakimin izninin yeterli olacağı yeni MİT yasası ile Suriye olduğumuz kesinleşecek,
bu geriye gidiş vatanıma yakışmıyor.

Neden derin paşalarımız zorla ülkemizi İran veya Suriye yapmaya çalışıyorlar ve Erdoğan’ı
kullanıyorlar? Cemaat korkusu bu denli mi büyük? İslam düşmanlığı, kin ve nefret bu kadar mı
kavi? Üllkemizi sürükledikleri İran ile ilgili yanlış bir imaj var. Sosyal yapısı felç bir toplum olan
İran, kendi bozuk anlayışını yurdumuza paşaların izniyle ihraç ediyor. Erdoğan rejiminin yaptığı bunca
densizliğe rağmen derin askerlerden hiç ses çıkmaması ve Doğu Perinçek grubunun cemaatle savaş
için Erdoğan’a monte edilmesi bundandır. Türkiye’nin İranlaşmasına, Suriyeleşmesine,
Malezyalaşmasına engel olabilecek tek manevi dinamik cemaat kalmıştır. Tüm global ve yerli şebeke
güç birliği yaparak yıkmaktan umudunu kestiği camia ile savaşıyor. “Şii Hilali” idealini pomplayan
global güçlerin önündeki tek engel cemaatın faaliyetleridir, Erdoğan’ı besleyip Anadolu evladını
oyduruyorlar.

MISIR GERÇEĞİ

288
Müslüman Kardeşleri kimin emriyle bu duruma düşürdüklerini hareketin kurucusu Hasan El
Benna’nın torunu Tarık Ramazan yazıyor, Erdoğan ve ekibi hiç utanmazlar ki! Zaten hiç hata
yapmıyorlar, ne yolsuzluk yapan var, nede seçimde hile yapan, öyle değil mi? Suriye’de 200 bin
müslümanın kanında, 2 milyon mültecinin gözyaşında, tecavüze uğrayan 25 bin kadının ahında
Erdoğan rejimi nasibini alıyor. Müslüman Kardeşler’in 529 mazlumuna ağlarken, İhvanları Suudi
dolarlarına satan Erdoğan rejiminin iki yüzlülüğünü unutmayın, infaz sırası cemaata gelmiştir.

Tarık Ramazan her sene Toronto’ya gelir, akademide konuşmalar yapar. Mısır’ı satan Erdoğan
rejimini tüm açıklığıyla anlatıyor, şok oluyorsunuz. Tarık Ramazan, akademide küçük masa
toplantılarında görüşlerini daha açık net söylerken, makalelerinde takiyeci politika yapıyor, istikbalde
gözüken islam dünyası liderliğine oynuyor. Ramazan, Gezi olayları sonrasında ortaya çıkan
Erdoğan’ın güçlü cumhurbaşkanı olma hırsını Arap diktatörlere benzetiyordu ve net söyledi: Gelecekte
Türkiye model olamaz, almayız. Okuyun. http://www.e-ir.info/2013/07/31/interview-tariq-
ramadan/ …

Tarık Ramazan, her yerde Erdoğan için “diktatör bizim Arap liderlerden farkı yok, Türkiye artık model
değil” diyor, sonradan yalanlasada, inkar etsede, diyor. Kendi kulaklarımla duyduğum ifadesiyle 67
defa Suriye’ye gidip Esat ile kanka olan, bunun yarısı kadar Mısır’a gidip bol bol akıl veren Ahmet
Davudoğlu, nedense hep yanılmıştır. Türkiye, Mısır ve Güney Afrika’da ‘social inclusion’ modelinden
‘social exclusion’ modeline geçildi. Ötekileştirme, gettolaştırma amaçları.

Global şeytanlar, İslam’ın ayağa kalkma ihtimalindeki sadece Türkiye ve Mısır’da değil, 4 yıldır
Afrika’nın umudu Güney Afrika’da operasyon yapıyorlar. Salon, miting müslümanlığı yapıp Rabia
diye bağıran namazsız İslamcılar ile salon milliyetçiliği yapıp hizmet zamanı hicrete gitmeyenleri aynı
kefede değerlendiriyorum.

Erdoğan ile Bilal arasında geçen telefon konuşmalarında Bilal bile Suudilerin Mısır politikasını
eleştirdiği için ‘iç düşman’ sayılmıştır. Bizim düşman sayılmamız çantada kekliktir. Suudi Vehhabi
rejimi kendisine en büyük tehdit olarak gördüğü Müslüman Kardeşler akımını durdurmak ve yok
etmek için Erdoğan’ı kullanmıştır. Müslüman Kardeşler’in Suudi kralı ve Katar şeyhinin verdiği kaç
milyar dolara Erdoğanca satıldığını öğrenmek isteyen Tarık Ramazan’ı dikkatli okusun.

Halife diye pazarlanan Erdoğan, daha burnunun dibindeki müslümanları korumaktan aciz kaldı.
Mısır’ın liderliğine hazırlanan Tarık Ramazan, “Türkiye artık model değil diye ağzı kulaklarında
geziyor ve Arap liderlerinden farkı kalmamış diktatör Erdoğan, Mısır’a karışmasın” diyor.

SURİYE GERÇEĞİ

El Nusra’ya Erdoğan rejiminin desteğini ilk defa yazan Emre Uslu’yu kutluyorum. Suriye’de cihad
yaparken kimyasal silah kullanan, 25 bin Suriyeli kadına savaş ganimeti diye veya geçici Muta nikahı
ile tecavüz eden zihniyet Vehhabi ekolüdür. Bu zalimleri desteklemek zulme ortak olmaktır. Ünlü
gazeteci Seymour Hersh, gerçekleri yazdı ama bizde bunu ortaya çıkartacak savcı, polis, hakim,
gazeteci hain sayılıyor. http://www.lrb.co.uk/2014/04/06/seymour-m-hersh/the-red-line-and-the-rat-
line …

Suriyeli mülteci sayısı son 2 yıldır, İran’dan kaçanların sayısını geçti. Zengin olanları hemen
ülkemizde benzerlerini, kankalarını buldular. İran’ın derin devleti kimdir, ülkemizde mezhep savaşı
başlatmak istiyen bu şer şebekesi neden Suriye kartını kullanmaktadır? MİT Müsteşarı’nın Suriyeli
muhaliflere gönderttiği 2000 tır silahla işlenen zulümlere ve kana Erdoğan rejiminin eli bulaştı.
AKP’nin Suriye politikasından rahatsız olmayan sağduyulu AKP’li kalmadı. Sadece Erdoğan ailesi ile
Suriye’ye silah satan Latif Topbaş ve grubu savaştan çıkar sağladığı için gayet memnunlar. Erdoğan’ın
sadece İran değil Suudi etkisinde kaldığı da ortaya çıktı. Kahire büyükelçimizin Mısır’dan kovulmasını
289
kahramanlık olarak satan, diplomasiden nasibini almamış Erdoğan asılacak 529 ihvana ağlıyamaz.
Ağlasada inanmayınız.

İRAN GERÇEĞİ

Biraz temel bilgiler vereyim. Humeyni rejiminden kaçan 6 milyon İranlının çoğunluğu ABD, Avrupa
ülkeleri ve Kanada’da yaşıyorlar. Ülkemizi rejim kaçağı İranlılar atlama taşı olarak kullanıyor.
Göçmenlik kanunumuz olmadığı için mülteciler 3. güvenli ülkeye başvuruyorlar. Muhalif Azeri
Türklerinin sözde lideri Prof. Dr. Mahmud Ali Çehregani 2004′de ABD’ye siyasi ilticada bulundu.
Akıllı olanlar çakmayı tanıdı ve peşinden gitmediler. CIA’nın desteklediği hiçbir lider 35 yıldır başarılı
olamadı, çünkü Fars tilkisi bu liderleri veya çevresini satın almayı başardı.

1979’da kaçan Şah rejiminin zenginleri ABD’de keyif içindeler, karşıt devrim yapmaya hiç niyetli
değiller. Eski Komünist İranlılar ise, akademide ütopik ve teorik kalıyorlar. İranlılar Türklerden daha
fazla okuyan bir millettir. Batı ülkelerinde akademide çok sayıda İranlı görürsünüz, bunların çoğu
TÜDEVci eski komünistlerdir. Dava adamlarıdır ama arkalarında kimse yoktur.

Yurt dışına çıkan İranlı kadının ilk işi başını açmaktır. Zorbalık dinden soğutmuştur. Dinini yaşayan
Türklere hayran kalıyor ve hayret ediyorlar. Türkler dışında Farslı dindara henüz rastlayamadım.
Baskıcı Molla rejimi, münafık bir toplum meydana getirdi, dış düşman fobisinden başka ellerinde
malzeme kalmadı. Siyasal İslam, ülkemizde de bu son noktaya geldi.

İran’ın aslında bir Turan olduğunu yazmıştım. Şark tilkisi Farslar ile eski Pers milleti arasında bugün
neredeyse hiç medeni bağlantı kuramazsınız. İslam medeniyeti 7000 yıllık Pers devletini ve kültürünü
yok etti diye bilinçaltlarında inanılmaz bir kin iç güdüsü bulunuyor. Farslı kadınlar süsü püsü ile
uğraşıp özgürüm havasında feminist edayla kocasına bakmadığı için Fars erkekleri Türk kadınla
evlenmeyi tercih ediyorlar. Türk kadınları Fars erkeklerini dönüştürmüş durumda. Bir dostum, “Fars
kadınla evlenen Fars erkek, akademide kendini ilme vererek kafasında boza pişirenden kurtulmuş
oluyor” demişti. Müthiş bir gözlem. Doğrudur. Fars kadınları eğlenceye, zevke düşkündür, dinle hiç
alakaları yoktur, ancak çok okumuşlar ve oldukça uyanıklar… Mutacılara duyulur.

İran derin devletinin başı Muhammed Haşimi Rafsancani’nin İtalya’da Molla rejimi’ni korumak için
170 milyar dolar depo ettiğini bilmeyen İranlı yoktur. İran’ın “Yakoben Molla rejimi” bir
sahtekarlıktan ibarettir, baskılar sonucu münafıklar çoğalmış, inanç yok edilmiştir, Tahran’da ahlak
inanılmaz derecede bozuktur. Sokakta bar, pavyon yoktur ama sık sık ev partileri yapılmaktadır. Kaçak
yapılan içki su gibi tüketilmektedir, günah mefhumu kodlarında kalmamıştır. Evlerinde Amerikan barı
bulunduran pek çok evde namaz kılınmaz, oruç tutulmaz, Türkler ve mollalar dışında hacca ve umreye
gidene rastlayamazsınız.

Rafsancani, Ayetullah statüsündedir, yani günah işlemesi kendisine haramdır! Şaka yapmıyorum,
durumun özeti budur. Masuniyet ve ismet sıfatı addedilen Ayetullah makamına yükselmiş 12 isim İran
derin devletinin sahibidir. Türk kökenli Ali Hamaney başlarında olsada Fars milliyetçiliğine hizmet
eder. Çünkü devletin sahibi Farslardır, Türkler önemli makamlara yaklaştırılmaz. Kripto Yahudi ve
Ermeniler daha efdal görülür.

Rafsancani, günah işlese bile beri baştan Ayetullahlar Konseyi fetvayla silmiştir hepsini! Böyle sakat
bir sözde İslami anlayış siyasal İslam’ın temsilcilerinin arayıpta bulamadığı bir yoldu. Erdoğan’ın
model olarak kendine örnek aldığı Rafsancani uyanık bir molladır. Rejimi koruma paralarıyla kendi
şahsına Batı ülkelerinde emlaklar almıştır, çoğunu kızının adına yaptı.

Rafsancani her hafta Tahran üniversitesinde Cuma hutbesi okur ama molla rejimini koruma parası
maalesef uyuşturucudan kazanılmıştır ve çoğu İtalya’da Rafsancani adına yatmaktadır. Neden İtalya?
290
İtalyan petrolcü AGİP İran’da ayrıcalıklı konuma sahiptir. Kazanılan milyar dolarlar molla rejimini
koruma hesabına ustaca vergisiz algısız aktarılır. Kanada’nın tek paralı özel otobanyolu 407, Haşimi
Rafsancani’ye aittir, bu nedenle kesinlikle kullanmıyorum, kamu hakkı yiyene kuruş vermem.
Rafsancani’nin kızı ve kendi adına aldığı molla emlaklarının büyük çoğunluğu Kanada, Avrrupa ve
ABD’dedir. Mollaların ABD düşmanlığı İsrail düşmanlığı gibi çakmadır. Dış düşman söylemi, halkı
birarada tutmaya yarıyor. Erdoğan onları taklit ediyor.

İran’da 400 bine yakın Yahudi ve bir bu kadar Ermeni’de duvarlı bölgede serbest yaşıyor. Kripto
Yahudiler güçlü konumdadır, Tahran’da aslında mollaları yönetenlerdir. İran’da 7 milyon sünni Kürt,
4 milyon sünni Türkmen ve 3 milyon Beluci’de yaşıyor. Fars nüfusunu toplasan 20 milyon çıkmaz,
çoğunluk ve üstün nüfus Türklerdedir. Ancak Türklere bırakın siyasi hakları kültürel özerklik bile çok
görülmüştür. İran Türklerinin Kuzey Azerbaycan’la birleşme ideali, 20. yüzyılda üç defa kanlı biçimde
bastırıldı.

İran’da üç çeşit Türk vardır. Birinci grup, “İran zaten Turandır” der hiç isyan etmez. Diğeri
Humeyni’ye rağmen kültürel özerklik peşindedir, 35 yıldır alamasa da sabırlıdır. İran Turandır
diyenler rejim dağıldığında hazırdır, yoksa rahatlarını bozmayı düşünmezler. Devrimi yapan yapsın
üstüne otururuz görüşündedir. İran Türklerinin 7 milyonu başkent Tahran’da yaşar, para onlardadır,
rejimi devirmek işlerine gelmez. Dindar olan Türkler mollaları severler, zaten Şialığı yayan
misyonerler onlar içinden çıkar. Üçüncü grup, İran’da yapamadığını yurt dışında arayıp “sürgünde
Güney Azerbaycan devleti” kuranlardır. Ancak bu hareketin içine sızan İran istihbaratı SAVAMA,
havagazı alma peşindedir, ajanlarını içlerine kondurmuştur. Rejim muhaliflerini fişlerler. Akıllı olan
Türkler sokağa çıkıp çakma hareketlerle kendilerini şişletmezler.

Reza Zarrab ile Erdoğan rejiminin altın ticareti, en fazla İran Türkleri arasında hayal kırıklığı meydana
getirdi. Tamam, iyi para kazanmışsın ama neden orada umutla bekleyen Türkleri salladın, unuttun?!
Oysa 30 milyona yakın Türk nüfusu dört gözle Türkiye’nin Fars milliyetçisi Tahran yönetimini ikna
edip verilmeyen haklarını almayı bekledi. AKP ve Erdoğan, İran’da paranın ekonominin Türklerin
elinde olduğunu gördü, sadece para kazandı, oraya hizmet götürme pazarlığı yapmadı. İran aslında
Turan’dır.

İngilizler 1925′de 10 asır sonra azınlık olan İslam düşmanı Farslara verdi hakimiyeti, halen geri
alamadı Türkler. Pehlevi rejimi (1925-1979) aradına “İran milleti” diyerek, Molla rejimi de “islam
ümmeti”diyerek Türklerin kimliklerini tanımadı. İran Türkleri, kendilerine Azeri denmesinden nefret
ederler, bu tabir 1920′de Bakü’yü işgal eden Rus general Kirov’un uydurduğu bir millet ayrıştırma
taktiğidir. Azerbayaclılar bunub yutmuştur ama İran Türkleri kanmamıştır, kendilerini Türkiye ile
direkt akraba görürler. İran’da Tebriz, Meşhed, Kum ve İsfahan dışında, birazda Tahran’ın fakir semti,
dindar insan nerdeyse yoktur, dindarların hepsi Türklerdir.

İran halkının genelinde Türkiye olma ideali vardı, ekonomi Türklerin, devlet, ordu ve istihbarat
farsların elindedir, dindar bulmak zordur. İran kokuşmuş bir toplum, inançsızlık yüzde 40, namaz
kılan, oruç tutan insan sayısı yüzde 10, hacca giden yüzde 2, onlarda Türklerdir. Batmasını İsrail
önlüyor. Global ve yerli şeytanlar biliyor ki, İslam’ın doğru temsil edilmesini sağlayan Hizmet
özellikle Orta Asya’da Vehhabi ve İran atlarının önünü kesti. İsrail ve İran yıllardır danışıklı döğüş
yapar. Molla rejimi için dış düşman söylemi lazım ki Azeri, Kürt,Türkmen, Belucileri elinde tutabilsin
ve kimse Farslara kızmasın.

Erdoğan rejimi için ülkeye sıcak para girişi önemlidir, Şia’dan gelmiş Vehhabiden gelmiş önemsizdir.
Yiyin için zevk edin oyunu bu, uyanalım. Ayasofya’yı ibadete açmak ve Risalelerin tamamını devlet
eliyle bastırmk Erdoğan’ı mehdi veya halife yapmaz, Nurcular bir gün uyanır uykudan. Türkiye, başta
Mısır ve Suriye olmak üzere İslam dünyasındaki ağırlığını yitirdi. Erdoğan’ı halife sanan bizdeki
namazsız İslamcılardır veya zavallı bir çıkarcı güruhtur. Erdoğan, Türk dış politikasını Vehhabi
291
Suudların ve Fars milliyetçisi Şiaların verdiği sıcak paralara sattığını halkımız bugün anlamıyor, zira
gaflet perdesi pek kalın örgülendi.

Büyük bir balon var ekonomide, sıcak paranın, hoşafın suyu kesildi mi güm diye patlatacaklar,
şimdilik Milli Birlik Konseyi’mizdeki özel harpçi generallere “cemaatı ezsin” diye diktatör lazım oldu.
İthalat ve ihracat dengesinde açığın 12 yıl öncesine göre 5 kat artması da önemsiz halka, nasıl olsa 5
kat büyüdük ya, daha hızlı tüketiyoruz. Türk halkı geçmişe göre rahat yaşadığı için yolsuzluk, kamu
soygununu önemsemiyor, ülkenin 656 milyar dolarlık veresiye ile yaşaması önemsiz. Prof. Dr. Şerif
Mardin, 6 yıl önce “Türkiye Malezyalaşma sendromu yaşıyor” demişti de inanmamıştım, dünün
ekonomik devi Malezya bugün yolsuzluk, hortum ve rüşvet girdabında batmıştır. Halkımız sanırım
evlerine ateş düşmeden krizde olduğumuzu anlayamayacaklar.

Çok ucuza sattılar

Öğrencilik yıllarımda Ramazan aylarında İzmir-Buca Cezaevi’nde vaaz ediyor ve teravih namazları
kıldırıyordum.

Biraz, mahkûmların alâkasını çeksin diye Yusuf Sûresi’nden konuları seçiyor ve bulundukları yerin bir
Medrese-i Yusufiye yani Yusuf Aleyhisselam’ın Medresesi yani Üniversitesi olduğunu söylüyordum.
Bediüzzaman Hazretleri’nin Denizli Hapishanesi’nde yazmış olduğu Meyve Risalesi’nden de bahisler
aktarmaya çalışıyordum. Bir gün yine Yusuf Aleyhisselam’ın kardeşleri tarafından susuz bir kuyuya
atılıp sonra geçen kervanlara satılışını, sonra da Mısır pazarlarında bir köle gibi satılışın arkasından
Mısır Azizi’nin evine İlahi bir irade ile yerleştirilişini anlatıyordum. Âyette “Nihayet Mısır’a varınca,
onu düşük fiyata, birkaç paraya sattılar. Zaten ona pek kıymet biçmiyorlardı. Mısır’da Yusuf’u satın
alan vezir, hanımına; ‘Ona güzel bak! Belki bize faydası dokunur, yahut onu evlad ediniriz’! dedi.
Böylece Yusuf’un o ülkede yerini sağlamlaştırdık, ona imkân verdik ve ona tevil-i ehâdisi (rüya
tabirlerini, olayların dilini anlamayı) öğrettik. Allah Taâla iradesini yerine getirmekte her zaman
mutlak galiptir, fakat insanların çoğu bunu bilmezler.” (Yusuf Sûresi, 12/20-21) buyuruluyordu.

Bu âyetlere dayanarak, Cenab-ı Hakk’ın icraatındaki hikmet ve sırları anlatmaya çalışıyordum.


Bazen şer zannettiğimiz şeylerin hakkımızda nasıl hayra dönüştüğünü, seneler sonra nasıl hayrete
düştüğümüzü misallerle ifade etmeye uğraşıyordum. Konuşmam bittikten sonra yanıma bir mahkûm
geldi. Kendisinin hâfız olduğunu, çok iyi bir medrese tahsili gördüğünü, fakat bir aile meselesinden
dolayı hasımlar ile giriştiği amansız mücadeleden dolayı hapse düştüğünü söyledi. Bu Karadenizli
hocamız beni imtihan etmek istiyordu… Dedi ki: “Vallâhü ğalibün alâ emrihî” âyetinde ‘ğalibün’ ism-
i fâil kelimesi yerine ‘yağlibü’ fiil-i muzârî fiili de aynı mânayı ifade ediyor. Niye fiil yerine isim
tercih edilmiş?” Biz, Allah rahmet eylesin Simavlı Hacı Ali Hocamızdan Arap edebiyatından “Meânî”
kitabını okumuştuk. Ayrıca Üstad Bediüzzaman Hazretleri de İşârâtü’l-İ’caz tefsirinde, Bedî, Beyan ve
Meânî kaidelerini hep cümlelere ve kelimelere tatbik ediyordu. Onun için dedim ki: “İsim cümleleri
devama delâlet eder. Fiil cümlelerinde hareketlilik vardır. Yani bu şekliyle âyet, Allah’ın her zaman
işine, icraatına hâkim, devamlı gâlip olduğunu ifade ediyor. Halbuki fiil cümlesi olsaydı. Sadece o
olayın olduğu anda gâlip geldiğini ifade edecek, devam ve sübut mânası olmadığından isim
cümlesinin verdiği o mânayı ifade edemeyecekti.”

Bunları söyleyince, “İmam-hatip okullarında bunların öğretildiğini bilmiyordum. Çok güzel!”


dedi. Zaten biz bunları okulda değil de, İzmir İmam-Hatip ve İlahiyata Öğrenci Yetiştirme Derneği
Kestanepazarı Yurdu’nda özel olarak aldığımız derslerde öğreniyorduk.

Bunları niye anlatıyorum? Bu günlerde “Vallahü ğâlibün alâ emrihî.” âyetini çok okumaya
başladık da… Hem de kardeşlerini kuyuya atan kardeşlerin, sonra onu çok ucuza, üç-beş paraya köle
diye nasıl satabildiklerini düşünmeye başladık…

292
Ama Allah işine, icraatına her dâim hâkim ve galiptir… Zaten âyette, “Yusuf’u Mısır Sarayı’na
Aziz’in evine biz yerleştirdik.” buyuruluyor. Hiçbir şey tesadüf değil…

Bakınız vaaz için gittiğim bu hapishaneye çok geçmeden 12 Mart 1971 fırtınasında biz de
düştük. Sonra hayırlara vesile olduğuna da şâhit olduk…

Mahkûmlar arasında Tireli Zeki Kamalı isminde bir delikanlı vardı… 18 seneye mahkûmdu.
Bizimle tanıştıktan sonra, Kur’an öğrendi, ilmihal bilgileri edindi ve namaza başladı. Hatta başka
hapishanede bulunan bir arkadaşına yazdığı dînî muhtevalı mektubundan dolayı ayrıca altı aya
mahkûm oldu. Ama o çok sevinçliydi… Ziyaretine gelen babasına artık namaz kılması için
yalvarıyordu. Kendi küçük kardeşini çobanlıktan aldırıp imam-hatibe göndermesi için babasının her
ziyaretinde gönül koyucu ifadelerle teşviklerde bulunuyordu. Bir gün bizlere dedi ki: “Ne iyi oldu da
bu hapse düştüm!.. Yoksa ben dağlarda dinden-imandan habersiz, güttüklerim gibi boşu boşuna
yaşayıp gidecekmişim. Meğer bu hapis benim hakkımda ne kadar hayırlı imiş! Allah sizlerden razı
olsun…”

Evet, Yusuf’lar için hapishane bile, bir medrese, bir Medrese-i Yusufiye’dir. Gerisini kardeşlerini
üç-beş paraya satanlar düşünsün!.. ABDULLAH AYMAZ-ZAMAN

BULAÇ: CEMAAT ŞU ANDA ŞEHZADE MUSTAFA KONUMUNDA

ALİ BULAÇ’TAN TARİHE NOT DÜŞEN ANALİZ

Analiz - 12 Nisan 2014

Zaman Yazarı Ali Bulaç, hem Başbakan’a hem Hükümete, hem İlahiyatçılara hem Cemaatlere
seslendi. Hizmete ve Gülen’e hakaretler için “ayıptır, günahtır, suçtur” dedi.

* Ebu Hanife büyük bir müçtehitti, aynı zamanda ticaret yapardı. Zorba yöneticilere karşı
direnerek hayatını kaybetti. Eğer muhafazakâr-dindarlar“Hoca’nın siyasetle, ticaretle ne işi
var?” diyorlarsa feci halde zihinleri laikleşmiş, farkında değillerdir.

293
* Söyleyip yazdıkları ortada iken, Hocaefendi’nin “yalancı peygamber” ilan edildiği toplantıda
hocalar, ilim adamları hiç değilse bu rijid söylemi yumuşatacak, ortalığı yatıştıracak bir-iki
cümle söyleyebilirlerdi

* Cahil değillerse bütün ilahiyatçılar bilir ki, Hocaefendi “beddua” etmedi, Kur’an’da karşılığı
olan “mübahale ve mülaane”de bulundu, bu da hükümete karşı bir komplo içinde olmadığını
anlatmak içindi. Aylarca İslamî bir teamül çarpıtıldı, hocalardan biri çıkıp İslam adına bu çarpıtmayı
düzeltmedi.

* Bugün Hizmet’e dayak atanların desteklediği cemaatler ve gruplar aynı dayağı bir
başkasından yer ki, aslında dayağı atan el devletin elidir ve bu devlet bir ruh, bir zihniyet olarak
her dönemde bedenden bedene geçmektedir.

* Aylardır tekrar edip duruyoruz: İddia edildiği üzere kim yurtdışı güçler adına devlete karşı
komplo içinde olmuşsa, kim hükümeti devirmek üzere kumpas kurmuşsa, kim yasa dışı yollarla
yatak odalarına girmişse, bulunsun ve yargılanıp cezalandırılsın. Ama bunları bahane edip
yolsuzluk ve rüşvetin üzerini örtmeye çalışmak, bir cemaati seçim stratejisi çerçevesinde
şeytanlaştırmak ve suçsuz yüz binlerce insana acı çektirmek ayıptır, suçtur, günahtır.

İŞTE ALİ BULAÇ’TAN TARİHE NOT DÜŞEN ANALİZ

Devletin kendini İttihatçı zihniyetle bir kere daha restore ettiği sürecin henüz muhasebesini yapmadık,
doğru dürüst hasar tespiti bile yapmış değiliz. Fakat hayat öğreticidir, bazı olayları sıcağı sıcağına
kritik edebiliriz.

Süreç “siyasî”dir. Siyaset geriden ahlakî değerler ve hukukî kurallar eşliğinde yapılır. Eğer siyaset
yönetme sanatı ve iktidar ilişkisini düzenleme etkinliği ise ahlaktan ve hukuktan bağımsız
düşünülemez.

Siyasetçiler, rakiplerini tasfiye etmeye kalkışırken ahlakî ve hukukî kuralları ihlal ediyorsa, mücadele
“pozitif siyaset alanı”ndan çıkar, “Zer-u zor-u tezvir (para, aldatma ve baskı)”nın hükümferma
olduğu “negatif siyaset”e döner.

SİYASET BÖYLE YÜCETİLEMEZ

Unutmayalım ki şiddet, terör ve savaş da siyasetin araçlarıdır. Böyle bir siyaset yüceltilemez.Ahlakî
ve hukukî kaygıları olanlar bu siyasetin savunucusu olamazlar. Hele söz sahibi, entelektüelse ya
gücün yanında duran bir oportünisttir veya tercihini yapmış bir partizandır.

Meşru siyasetin zorluğu altın (zer), aldatma, algı operasyonu, demagoji (tezvir) ve baskıdır
(zor). Tezvirin açık örneklerinden biri Fethullah Gülen Hocaefendi’nin İslam dinine “paralel bir
din” kurmakla suçlanmasıdır. Hocaefendi’ye yöneltilen suçlamaya göre, onun din anlayışı İslam’ın
tevhid inancının sınırlarını zorlamakta, “İslam içinde paralel bir din” meydana getirmektedir.

Bölgemizi kasıp kavuran mezhep çatışmalarında katliam yapanlar, sözde meşruiyetlerini diğer mezhep
mensuplarını tekfir etmekten almaktadırlar. Şu soru önemli: Bir Şii nasıl oluyor da bir Sünni’nin
mescidini veya bir Sünni bir Şii’nin türbesini havaya uçurup yüzlerce insanın canına
kıyabiliyor? Katliamları yapanlar kendilerinden olmayanları “Müslüman” görmüyorlar. Müslüman
görmedikleri gibi “mutlak kötü”, ontolojik şer görüp imha etmeyi inançlarının ve mücadelelerinin
gereği sayıyorlar.

HOCAEFENDİ, TÜRKİYE’NİN YETİŞTİRDİĞİ ÖNEMLİ ÂLİMLERDEN BİRİDİR


294
Türkiye’de de ilk defa geniş bir cemaat grubu böylesine bir algı operasyonuna tabi tutuluyor.Liderine
“yalancı peygamber, sahte veli, alim müsveddesi”; yüz binlerce mensubuna “bilinci
uyuşturulmuş, narkoz yutmuş haşhaşi”; konumuna “sülük, sülükten beter”; barındığı yerlere
“in” deniyor. Ve daha neler!

ÜRETİLMEK İSTENEN İMAJ

Üretilmek istenen imaj şudur: Bu insanlar bilinçten, akıldan yoksun; merkezden emir alan -haşa-
sürüdürler; haşhaşin gibi tehlikeli örgüt üyeleridir, zararlıdırlar; öyleyse toplumun -aslında devletin-
bunlardan bir an önce temizlenmesi lazım. Bunlara yapılacak her türden kötülük caizdir.

Hocaefendi, Türkiye’nin yetiştirdiği birkaç önemli âlimden biridir. Yerel ve ulusal sınırları aşmış,
küresel bir vizyona ulaşmıştır. Tefsir, fıkıh usulü, kelam, tasavvuf ve özellikle hadis ve siyer alanında
muazzam bir birikime sahiptir. Türkçeyi en beliğ kullanabilen üç-beş kişiden biridir.

HOCAEFENDİ’NİN REFERANSI KUR’AN VE SÜNNETTİR

Bilgi elde etme ve düşünme usulü hermönetik, tarihselci veya kafadan değil, İslam’ın meşru ve makbul
usulüdür. Üniversite mezunu değildir, akademik kariyeri yoktur, ama zaten onu “İslam âlimi”
yapan geleneksel usulde yetişmiş olmasıdır. Referansı Kur’an ve Sünnet’tir ve İslam’ın ana
gövdesine (sevad-ı azam) ve ana caddesine (gelenek) bağlıdır.

Dahası modern dünyayı, Batılı bilimleri ve felsefesini de yakından takip etmekte, yerine göre kolayca
referanslar verebilmektedir. Her makbul İslam âlimi gibi sosyal hayatla, ticaretle, ekonomiyle,
bölgesel ve küresel siyasetle, eğitimle ilgilenmektedir. (Bkz. A. Bulaç, Din, Kent ve Cemaat -Fethullah
Gülen Örneği, Ufuk y. İstanbul.) Eğer Efendimiz (sas)’in buyurduğu gibi “Âlimler peygamberlerin
vârisleri” ise -ki öyledir- bu durumda Hz. Peygamber ne ile ilgilenmişse âlimler ve hocalar da onunla
ilgilenir, ilgilenmelidirler.

ZİHİNLERİ FECİ HALDE LAİKLEŞMİŞ

Ebu Hanife büyük bir müçtehitti, aynı zamanda ticaret yapardı. Zorba yöneticilere karşı direnerek
hayatını kaybetti. Eğer muhafazakâr-dindarlar “Hoca’nın siyasetle, ticaretle ne işi var?” diyorlarsa feci
halde zihinleri laikleşmiş, farkında değillerdir.

HOCAEFENDİ’Yİ İSLAMİ GÖRÜŞLERİ DOLAYISIYLA SİYASİLER ELEŞTİREMEZ

Elbette Hocaefendi ve Hizmet hareketinin yapıp ettikleri eleştirilebilir. Her beşerî fiil ve hareket hata
ile maluldür. Eleştirileri usulüne ve konusuna göre yapmalıdır. Mesela eğer Hocaefendi’nin yanlış
görüşlerini kendi kulvarındaki âlimler yapmalıdır; eleştirilerini de konuyu kaydırmadan, bağlamdan
çıkarmadan İslam usul içinde yapmalıdırlar. Tefsirse tefsir, kelamî konu ise kelamî konu vs.
Hocaefendi’yi İslamî görüşleri dolayısıyla siyasiler ve cahil köşe yazarları eleştiremez.

PEKİ BU İLAHİYATÇILARA NE OLUYOR?

Hocaefendi’ye isnad edilecek yanlışlar, rivayetleri meşkuk şahitliklere, dedikodu kabilinden haberlere
değil, konuşmalarına ve kitaplarına dayandırılmak gerekir. Söyleyip yazdıkları ortada iken,
Hocaefendi’nin “yalancı peygamber” ilan edildiği toplantıda hocalar, ilim adamları hiç değilse
bu rijid söylemi yumuşatacak, ortalığı yatıştıracak bir-iki cümle söyleyebilirlerdi. Bu,
Hocaefendi’nin hak ve hukukunu savunmak yanında ilmin ve âlimin haysiyetini korumak
olacaktı. Hadi diyelim ki siyasiler kızgın, peki ilahiyatçılara ne oluyor? Onlar ateşin üzerine su

295
dökmeli değil mi? Bu toplum cinnet geçirirse kim aklını başına, vicdanını kalbine iade edecek?
Biz de birbirimizi boğazlayacak mıyız?

CAHİL DEĞİLLERSE BİLİRLER, HOCAEFENDİ BEDDUA ETMEDİ

Cahil değillerse bütün ilahiyatçılar bilir ki, Hocaefendi “beddua” etmedi, Kur’an’da karşılığı
olan “mübahale ve mülaane”de bulundu, bu da hükümete karşı bir komplo içinde olmadığını
anlatmak içindi. Aylarca İslamî bir teamül çarpıtıldı, hocalardan biri çıkıp İslam adına bu çarpıtmayı
düzeltmedi.

Bizim hüküm vermek üzere takip ettiğimiz usulümüz var. Mesela Hocaefendi eleştiriyi hak edecek bir
fikri kendi ağzından söyledi mi, kitaplarında yazdı mı? Bu yanlış fikir, sabit oldu mu (sübut)? Sabit ise
sarf ettiği lafızdan bu mana çıkar mı? Diyelim ki bizce böyle bir mana çıkıyor. Yine de Hocaefendi’ye
sormalı: Maksadınız bu muydu? Bu üç ilkeye (sübut, delalet ve maksadı beyan) riayet etmeden hüküm
vermenin, bir insanı ve sevenlerini İslam dairesinin dışına çıkarmanın ne büyük bir vebal ve uhrevî
cezayı gerektirdiğini hesaba katmak gerekmez mi?

Siyasiler, onun siyasete ilişkin tutum ve davranışlarını eleştirebilirler, bu onların hakkıdır. Ancak onu
İslam dairesi dışına çıkarma hak ve yetkileri yoktur. Eleştirebilirler, onunla teşrik-i mesai yapmak
istemeyebilirler ama Hocaefendi’yi ve Hizmet’i topluca cezalandıramazlar, “paralel din” kurma
suçlamasıyla kötü niyetli kimselerin hedefi haline getiremezler; kelime-i tevhidi dahi bilmeyen, -
haşa- “Lailahe Muhammed!” diye bağıran lümpenlerin, tinercilerin müesseselerine
saldırmalarına izin veremezler. Hocaefendi veya bir başkası, diğerlerinden farklı din görüşüne sahip
olma hakkı vardır.

İKTİDAR VE TÜKETİM AŞKI KALPLERİMİZDEKİ MERHAMETİ KURUTTU MU?

Aylardır yüz binlerce mü’min erkek ve mü’min kadın kahır içinde yaşıyor, gözyaşı döküyor, aileler
çözülüyor. Günah, yazık değil mi? Hangi cemaat veya grup olursa olsun kardeşlerimize “zalimken de,
mazlumken de yardım etmemiz” gerekmez mi? Aynı kıbleye yönelenler hani “duvar taşları” gibi
olmalıydı? Hani birinin ayağına diken batsa diğerlerinin tümü acısını hissederdi? Hani “birbirimizi
sevmedikçe iman etmeyecek, iman etmedikçe de cennete de girmeyecektik?” Bütün bunları nasıl
bir anda unuttuk?İktidar ve tüketim aşkı kalplerimizdeki merhameti mi kuruttu?

Eğer siyasiler İslam âlimlerini, hocaları ve cemaatleri yargılayacak olurlarsa, devlete ve iktidarlara son
derece tehlikeli yetkiler verilmiş olur. Hiçbir iktidar yeryüzünde kalıcı değildir; yarın bir başka iktidar
gelir aynı şeyi bugün yapanlara ve destek verdiği cemaatlere yapar. Hoşlanmadığı cemaatlerin malına
mülküne, okullarına, finans kuruluşlarına, medyasına el koyma, varlıklarını tasfiye etme hakkını
kendinde görür. Bugün Hizmet’e dayak atanların desteklediği cemaatler ve gruplar aynı dayağı
bir başkasından yer ki, aslında dayağı atan el devletin elidir ve bu devlet bir ruh, bir zihniyet
olarak her dönemde bedenden bedene geçmektedir.

Hem eğer Sünni ana gövde içinde farklı düşünen, farklı pratikleri olan bir cemaatin hayat hakkı
olmayacaksa diğer mezhep mensuplarının, gayrimüslimlerin ve farklı siyasî ve felsefî görüşte olanların
temel hak ve özgürlükleri ne olacak? Bir Müslüman bir Şii’yi veya bir Sünni’yi ehl-i kıble saymayıp
hak ve hukukuna saygı göstermiyorsa, diğerleri için en büyük tehdit olur.

Aylardır tekrar edip duruyoruz: İddia edildiği üzere kim yurtdışı güçler adına devlete karşı
komplo içinde olmuşsa, kim hükümeti devirmek üzere kumpas kurmuşsa, kim yasa dışı yollarla
yatak odalarına girmişse, bulunsun ve yargılanıp cezalandırılsın. Ama bunları bahane edip
yolsuzluk ve rüşvetin üzerini örtmeye çalışmak, bir cemaati seçim stratejisi çerçevesinde
şeytanlaştırmak ve suçsuz yüz binlerce insana acı çektirmek ayıptır, suçtur, günahtır.
296
Ey vicdan ve akıl sahipleri (ulu’l-elbab)! Gelin, bir kere daha düşünelim. Asr Sûresi’ni okuyup
kendimize gelelim.

BULAÇ: CEMAAT ŞU ANDA ŞEHZADE MUSTAFA KONUMUNDA

Güncel - 13 Nisan 2014

“Temel alınması gereken insandır. İnsan devletten çok daha değerli bir şeydir. Allah’ın isimleri
insanda tecelli eder. Devlette tecelli etmez.”

Ali Bulaç’ın tam da içinde bulunduğumuz siyasî atmosferi anlamada ilaç niteliğinde bir kitabı çıktı;
Din ve Siyaset. (İnkılap) Aslında İslam ve siyaset ilişkisini anlatan, tarihten bugüne kadar geçen süreci
eleştirel bir bakış açısıyla ele alan kaynak niteliğinde bir çalışma olmuş. Kitabın yayımlanmasının
bugünlere denk gelmesi moda tabirle ‘manidar’. Zaman’dan Gülizar Baki, Bulaç’la, Müslümanların
modern zamanlarda tarihin ve siyasetin kurucu öznesi olamamasının sebeplerini konuştu. ‘İslam’da
demokrasi mümkün mü?’ diye sordu.

Bu kitabı kaleme almanızda son yaşanan süreç mi etkili oldu?

Üzerinde çalıştığım bir kitaptı. Aslında denk geldi.

Din ve siyaset, hatta İslam ve demokrasi 20. yy ikinci yarısından beri en çok tartışılan
mevzular. Kitapta bunları mı ele alıyorsunuz?

Siyaseti iki şekilde tanımlamak mümkün. Birincisi yönetme sanatı, ikincisi iktidar ilişkisini
düzenleyen bir kurum. İktidar ilişkisini düzenliyorsa bunun sanatla, estetikle ve hukuk temelinde
olması, arkasında da yüksek ahlakî ideallerin olması gerekir. İkincisi, siyaset toplumsal bir olaydır, en
temelde toplum vardır. Toplumun hayatında ortaya çıkan etkinlikler bulunmaktadır; siyaset,
iktisat, beşeri ilişkiler, Komşuluk, akrabalık ilişkileri, cemaatler arasındaki ilişkiler vs… O
halde siyaset sosyolojik bir olaydır ve eğer dinler sosyal beşeri hayatla insan hayatıyla ilgili
birtakım hükümler getiriyorsa, normlar vazediyorsa mutlaka bir yerde siyasetle ilgilenmeleri
gerekir.Bu son derce önemli fakat biz din ve siyaset ilişkisini Batı’dan aldığımız için ve laik
düşündüğümüz için din ve devlet birbirinden ayrılmalı diye algılıyoruz. Hâlbuki Batı tarihinde
toplumlarında din ile devlet birbirinden ayrı değil. Batı’da ayrı olan Kilise ile devlet. Batı’da
laiklik, ruhani iktidarın cismani iktidarın üzerindeki etkisini ortadan kaldırması; din ve vicdan
özgürlüğünü ve sıradan Hıristiyan’ın da -laik Hıristiyan demek ruhban sınıfına ait olmayan
sıradan Hıristiyan’ demektir- siyaset yapma hakkının hukuk teminatı altına alınması
demektir. Bizde kilise yok. Cami de kilise değil. Devlet veya cismani iktidar üzerinde bir ruhanî güç,
dinî sınıf olmadığı için bizde bu laikliğin karşılığı yoktur. Karşılığı olmadığından laikliği savunanlar
297
toplumsal hayatı dinden arındırmak isterler; bu ise toplumu sekülerleştirme ameliyesidir. Bu çerçevede
siyaseti dinle ilişkilendirdiğimiz zaman siyasetin bir ahlak ve hukuk içerisinde yürütülmesi gerek.

Bu durumda İslam ile siyasetin ilişkisi nasıl olmuştur?

İslam tarihinde siyaset her zaman hukuk içerisinde cereyan etmemiştir. Yani padişahlar, hilafet
rejimleri, saltanatlar, zorba yönetimler de olmuştur. Adil yöneticiler olduğu gibi adil olmayan
yöneticiler de olmuştur. Böyle durumlarda İslam âlimleri Sünni ulema bir değerlendirmede
bulunmuştur. Bir yönetim adil değilse, zulmediyorsa, haksızlık yapıyorsa, hukuku ihlal ediyorsa
buna karşı Müslümanların tavrı ne olmalıdır?

Burada üç ana akım ortaya çıkmıştır; Biri Hariciliktir. Demiştirler ki bir yönetim adil değilse,
Allah’ın indirdiğine göre hükmetmiyorsa, zulmediyorsa, haksızlık ediyorsa ona karşı silahlı
mücadele vermek lazım. Sonucu önemli değil, mutlak manada huruç ala sultan derler.
(Yönetime karşı ayaklanma) İkinci ana akım Şia’nın düşüncesidir. Şia’ya göre zaten yeryüzünde
adaletin gerçekleşmesi mümkün değil. Adaletin gerçekleşebilmesi için Mehdi’nin gelmesi
gerekir. O halde Mehdi’yi bekleyeceğiz. Sultana karşı ayaklanmak doğru değil, yönetime karşı
kendini korumaya çalışır, bunu da takiye ile yapar. Zalime karşı kendini gizler. Sünni ekol ise
‘temkin modeli’ der. Eğer ayaklandığınızda yüzde yüz netice almak mümkünse ayaklanın. Çok
ağır bir zayiat olacaksa, ümmet zarar görecekse, fitne anarşi olacaksa o zaman sabredin.
Güçleninceye kadar sabrı tavsiye ediyor. Mesela bugün Suriye’de yaşananlar tam da temkin
modeline riayet edilmeden Harici usulle olan ayaklanmanın getirdiği acı sonuçlardır. Peki, böyle bir
durumda ne yapmak gerekir zorba veya baskı rejimine itaat etmek mi gerekir? Sufiler dediler ki
inzivaya çekilelim kendi hayatımızı yaşayalım. İmam Gazali, İbni Teymiye, İbn Cem’a,
Maverdi gibi büyük İslam bilginleri dediler ki; cuma namazının kılınması, nikâhların kıyılması,
ticaretin devam etmesi yani toplumsal hayatın devam etmesi için gerekirse zalim zorba yönetime
itaat edilir. Şimdi bu yöneticilere büyük bir kolaylık sağladı. Osmanlı’da ikili hukuk çıkmasının
sebebi işte budur. Bir şeriat hukuku var, bir de örfî hukuk var idare hukukunu tanzim
ediyor. Örfî sultanın koyduğu yasaktır. Sultanın koyduğu yasak şeriata aykırı olabilir. O zaman
şeriat içerisinde sultana başkaldıran eleştirilenler eğer cezalandırılacaksa buna isim koydular,
‘siyaseten katl’ dediler. Bunu o kadar geniş tuttular ki evlat ve kardeş katline kadar bu
yaygınlaştırıldı ve bu devlete muazzam bir güç kazandırdı. Maalesef fıkıhta ta geliştirilen
“ta’zir” yöneticiye büyük yetkiler tanımaktadır.

Kitapta bunu mu kastederek; Ak Parti ve Gülen Hareketi gerilimi için kadim devletin ‘siyaseten
katl’ yüzünün bir göstergesidir diyorsunuz?

Bugünkü olaylara baktığımızda bu bizim gelenekte devam ediyor. Eskiden olağanüstü hal veya
sıkıyönetime, örfî idare derdik. Bugün de hukuk askıya alınmış durumda. Neden çünkü hükümet
tarafı diyor ki devlet tehdit altında. Devleti, hükümeti tehdit eden bir örgüt çete var dolayısıyla
normal hukukî yollarla buna karşı mücadele edilmez. Bunların beşerî kaynaklarını kurutana
kadar mücadele edeceğiz. Bu tamı tamına ‘siyaseten katl’dir. Yoksa normal bir hukuk
devletinde hükümeti eleştirmek mümkün bu bir hak ve görevdir. İfade özgürlüğü bunu gerektirir,
yurttaşlar kendi hükümetlerinin icraatını eleştirirler. Muhalefet ederler, örgütlenirler, hükümeti
değiştirmek isterler, bu onların en tabii haklarıdır. Ama nasıl yaparlar bunu hukuk dahilinde kalarak.
Seçimle yapmaya çalışırlar.

Cemaatin yaptığı bu mu?

Cemaate bir türlü hukuken kanıtlanamayan bir dizi suç isnad edilmekte, yüzbinlerce insan
töhmet altında tutulmaktadır. Cemaat aslında mağdur vaziyette.Cemaat kendini bu olayın
içinde buldu. Dershaneler kapatılmak istendi, okulları kapatılmak isteniyor. Peki, şimdi
298
herhangi bir grup bu kadar mal varlığına, kurumlarına karşı saldırı olduğunda ne yapar? İnsan
ne yapar? Bağırır çağırır. Bundan daha doğal bir şey yok. Cemaat de bağırıyor, diyor ki sen
benim okulumu kapatıyorsun.

Siz seçimde AK Parti’nin yüksek oyunu yukarıda anlattığınız sebebe mi bağlıyorsunuz?

Halkın kolektif hafızasına bakmak lazım. Aydınlarına da bakmak lazım. Bir cemaatin tümüne
karşı devletin böyle bir operasyon yapması doğru değil aslında, ama değil midir ki devletin
kendisi tehdit altına girdi o zaman bu yapılabilir. İşte bu siyaseten katildir. Ortada yolsuzluk
iddiaları var. Ama devlet tehdit altına girdi, o zaman bunu erteleyelim bu önemli değil.

Devlete yönelik tehdit nedir peki?

Soyut, mücerret bir tehdittir. Ne olduğunu bilmiyoruz. Kim devleti tehdit ediyor? Biz de diyoruz ki;
eğer devlete karşı bir tehdit varsa, hükümete bir komplo kuruluyorsa… Olabilir! O zaman
hükümetin yapması gereken, kim bu işin içindeyse kim komplo kuruyorsa bunu ortaya
çıkarması, yargıya teslim etmesi, yargının bunu soruşturması ve yargılaması ve cezasını vermesi
lazım. Sizi kim dinliyorsa, yasa dışı dinleme yapıyorsa, kim yatak odalarınıza kadar girip
kayıtlar yapmışsa, kim yurtdışındaki güçlerle işbirliği halindeyse, kim hükümeti yasa dışı şekilde
devirmek istiyorsa ortaya çıkarın ve yargılayın. Cezasını verin. Ancak diyorsunuz böyle bir
tehlike var, bu tehlike adına hizmet veya cemaat dediğimiz bir gruptan geliyor. O halde bu
grubun tamamını cezalandıralım. Şimdi İslam değil bütün evrensel hukuk değerlerine aykırıdır.

Bunu en baştan beri siz dile getiriyorsunuz, seçimde görüldü ki halk böyle düşünmüyor…

Bu Osmanlı’dan gelen bir kültürdür. ‘Siyaseten katl’! Devlet her şeyin üstündedir. Devletin varlığı
eğer tehdit altındaysa cemaatlerin varlığı feda edilir.

Yolsuzluk iddialarına dair, herkes yiyordu. Bunlar hiç olmazsa dindar, çalışıyor diyerek oy
verilmesini nasıl okuyorsunuz?

Toplum kendi içinde yekpare değil. Ayırmak lazım. Ağırlıklı kısım, devlet tehdit altındaysa cemaat
de feda edilebilir diye düşünüyor. Mecelle’nin 26. maddesinde umumun menfaati için özel
şahısların grupların menfaati feda edilebilir. Diğer bir grup da şöyle düşünüyor; bu devletin ve
siyasetin bizatihi kendisi kirlidir zaten. Bunun içine giren mutlaka bir şekilde kirlenir. O zaman
şuna bakacağız; bunlar çalışıyorsa arada da yolsuzluk oluyorsa bunu tolere edebiliriz. Düşünün
ki hiç çalışmıyor ama çalıyor! Hani bal tutan parmaklarını yalar. İlki kadar tehlikelidir bu. Bu
iki mantıkta da devlettir temel alınan. Hâlbuki temel alınması gereken insandır. İnsan devletten
çok daha değerli bir şeydir. Allah’ın isimleri insanda tecelli eder. Devlette tecelli etmez. Devlet
tüzel kişiliktir, elle tutulmaz gözle görülmez bir şey. Nüfus dairesine gittiniz müdür size iyi
davranıyorsa devlet odur. Kamu görevlileri yaptıkları iş karşılığında hem ücretlerini alıyorlarsa
hem de yolsuzluk ve rüşvette alabiliyorlarsa ve bunu toplum hoş karşılıyorsa o toplumun ahlakî
bakımdan tefessüh ettiğini gösteriyor. Burada devlet ayakta duramaz. Eğer insan toplum
bozulduysa sadece toplum değil kâinat bozulur.

Böylesi bir duruma İslam, nasıl bir çözüm sunuyor?

Dine göre insan devletten çok daha değerlidir. Aslolan insandır. Her ne surette olursa olsun
hukuk dışı, ahlak dışı, hırsızlıklar, yolsuzluklar, rüşvetler mazur görülemez. Ancak biz şu parti,
şu bakan, şu genel müdür hırsızdır da diyemeyiz. Ona da yetkimiz yok. Buna kim karar verecek
mahkemeler karar vermek zorundadır. Eğer mahkeme yargılar ve hüküm verirse o zaman o suçlu
olur. Ancak şimdi bu suçlananlar yargılanmıyor, o zaman herkes kafasına göre bunları suçlu ilan
299
edebilirler. Bütün yazılarımda söylüyorum; ahlakî olan siyasî olandan çok daha önemlidir. Toplumda
bu anlayış bozuldu, yok.

Cemaatin şu anda yaşananlar karşısındaki duruşu ne oluyor? Tarihte benzeri var mı?

Tarih boyunca sivil toplum, sivil ulema, tarikatlar ve cemaatler hep böyle bir duruş
sergilemişlerdir. Cemaat bir sivil harekettir. Bir yapının sivil olmasını mümkün kılan üç kriter
vardır; hükümet dışı olması, özerk ve gönüllü olması lazım. Hizmet Hareketi’ne bakınca hükümet
dışıdır -ama devlet hükümet düşmanı değil-. Gönüllüdür ve özerktir. Ama devletle de bir ilişkisi
vardır. Çocukları okuyor, memur oluyor. Çok doğal bir şeydir. İskenderpaşa’da da, Menzil’de
de, Ensar Vakfı’nda da öyledir. Erenköy cemaatinde de… Hepsinin devlette kamuda görev
yapan elemanları vardır. Bunda garipsenecek bir durum yoktur.

Paralel değildirler yani…

Hiçbirisi değildir. Garipsenecek olan şey cemaat üyesi bir müdürün kamu görevlisinin direktifini
amirinden değil cemaat liderinden alması. Varsa öyle bir şey idare hukuk içinde sorgulanması
cezalandırması gerekir. İkincisi devletin işleyişini kendi cemaati adına aksatacak faaliyetlerde
bulunmasıdır. O zaman diyeceksiniz ki bu cemaatler devletin içinde yer almasın. Bence de
cemaatlerin de devlet içinde yer almaları ve bu kadar sahiplenmeleri devleti doğru değil. Bu durumda
şunu yapmak gerekir; önce devletin bütün cemaatler karşısında tarafsız olması gerekir. Birini
cezalandırırken diğerlerini koruyorsa bu adaletsizliktir. Mesela şu anda Hizmet’e mensup kamu
görevlileri tasfiye ediliyor, Erenköy cemaati ve Menzil cemaati dolduruluyor. Hizmet Hareketi’ne
yapılanı ben şuna benzetiyorum, teşbihte hata olmasın. Kanuni’nin başta olduğunu
düşünelim. Cemaat Şehzade Mustafa konumundadır şu anda. Tarihimizi tekrar ediyoruz
biz. Burada yapılması gereken, devletin hukuk devleti olması.

Cemaat alabileceği hasarı aldı, bundan daha büyük hasar almaz

Sizce 17 Aralık büyük yolsuzluk operasyonunu Cemaat mi yaptı?

Ben 17 Aralık’ın daha çok İran’daki Ruhani’nin seçimiyle bağlantılı olduğunu düşünüyorum.
Çünkü Ruhani seçildikten sonra İran köklü bir reform yaptı. Bu reformun ana tezi şuydu: İran
kayıt dışından kayıt içine geçecek. Batı ile iyi ilişkiler kuracak ve tekrar uluslararası camiada
kendini temsil edecek. Böyle olunca ambargo dolayısıyla kayıt dışı yollarla sattığı petrol ve
doğalgazda önemli rol oynayan Babek Zencani ve Türkiye’deki bağlantıları açığa çıktı. Üstünün
örtülmesi zaten mümkün değildi. Asıl patron tasfiye olunca onun elemanları da tasfiye olacaktı.

Fakat görünen o ki hükümet yolsuzluk operasyonunu cemaati yıkmak için büyük bir argüman
haline getirdi…

Türkiye’nin iç ve dış politikasında 2011 yılında büyük bir kırılma meydana geldi. Türkiye bütün
Ortadoğu’ya hakim olmak istediğini, yeni Osmanlı’yı kurmak istediğini beyan etti. Bu, Ortadoğu’daki
50 ülkeyi tedirgin etti, müttefiklerimiz NATO ve ABD’yi tedirgin etti. 2011 yılında başlamak üzere
hükümette etkin olan bir klik, bütün hükümet üyeleri ve AK Parti değil, özellikle altını
çiziyorum, küçük bir grup 2002 yılından bu yana bu partiyi iktidara getiren bütün koalisyonu
dağıttı. Sadece biz hakim olacağız diğerlerini sistem dışına çıkaracağız.

Mesela kimler?

En başta hizmet. Şimdi dış politikada ve içerdeki bu kırılma ile NATO merkezli bir operasyon
başladı, içeriden destekli. Uluslararası boyutu olan bir operasyondur, içeriden destekli. Buradan
300
destek verenler dindar grupların devletten atılmasını sürülmesini istiyorlar. Derin devlettir, eski
geleneksel devlettir bunlar. Ergenekon’la bunlar dışarı çıktılar ve hükümetle işbirliği yapıyorlar.
Bu yapı içeride bu dindar grupların tamamını, AK Parti dahil olmak üzere tasfiye edelim
derken kimden başlayalım diye düşündüler. Hizmet Hareketi’nde karar verdiler. Çünkü en
büyük ve etkin gruptur. Diğerlerini ve AK Parti’yi tasfiye etmek çok daha kolay olacak diye
düşündüler. Bu sayede TC, yeniden Osmanlı kurmak, Arapları kendi hakimiyeti altına almak
fikrinden vazgeçecektir. Dolayısıyla bu NATO merkezlidir. Bu dinlemeler, tapeler Cemaat’in
yapabileceği şeyler değil. Cemaat’i çok aşan maharetlerdir.

Seçim sonuçlarına ve toplumda oluşan algıya göre bazıları ‘Cemaat yanlış yaptı’ diyor.

Hayır. İnsani olarak çok tepki gösterdi. Haklı olarak çok tepki gösterdi. Biraz daha düşük
yoğunluklu bir tepki gösterebilirdi. Ama Cemaat kendini bu olayın içinde buldu. Yani istemedi. Şöyle
düşünün bir havuz var ve katil bir timsah var içinde. Sizi atmışlar içine, siz o timsahla mücadele
ediyorsunuz. Cemaat de kendi varlığını korumak için dershanelerini, içerde ve yurtdışındaki
okulları korumak için bağırıyor. Tabii hükümetin aleyhinde bir tape yayınlandığında Cemaat
buna sahip çıkıyor. Seçim dönemi geliyor ‘bu hükümet zayıflasın diye ne yapayım?’ diyor
MHP’ye, Saadet Partisi’ne, CHP’ye hatta BDP’ye oy vereyim diye çırpınıyor. Artık iş normal
bir mecradan çıktı şu anda.

Çırpınması fayda ediyor mu/etti mi?

Cemaat benim kanaatime göre alabileceği hasarı aldı, bundan sonra daha büyük hasar meydana
gelemez. Fakat bu Cemaat için de hayırlı oldu. Çünkü Cemaat bu sefer sosyal, toplumsal hayata
dönme lüzumu hissetti. Çok fazla siyasetin içine girmişti bi zarure.

Cemaate yönelik eleştirilerden biri de şöyle; “Fethullah Gülen Hocaefendi niye siyasete bu kadar
müdahale etti?” Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Bizim dinimizde siyaset ve din birbirinden ayrı değil. Bir hoca din adamı siyasetle ilgilenebilir,
ticaretle ilgilenebilir. Bu çok doğal bir şeydir. Burada örnek alacağımız şahsiyet
Efendimiz’dir. Hz. Peygamber siyasetle de ticaretle de ilgilenmiştir. Savaşla da ilgilenmiştir. Fakat bir
yerleşik anlayış var; bir hoca var ve bu hoca siyasetle, ticaretle ilgilenmemeli o gece gündüz kapalı
dört duvar arasında dua etmeli. Ruhban sınıfı gibi. Böyle bir şey yok bizim dinimizde. Fakat bu on
sene içinde Cemaat, AK Parti’ye çok destek verdi. AK Parti’nin bu seviyeye gelmesinde en
büyük amillerden biri de Cemaat. Ergenekon ve Balyoz darbe teşebbüslerini ortaya çıkardı,
Tayyip Bey’e 11 suikast teşebbüs edildi, Cemaat’in elemanları onu korudu. Kapatılacaktı parti,
kurtardı. 12 Eylül referandumunda canı gönülden destek verdi. 2011 seçimlerinde yüzde 50 oy
aldı ve 2011’den sonra AK Parti’nin tepesinde inisiyatifi ele geçiren bir klik “artık Türkiye’yi
biz yöneteceğiz, kimseyle paylaşmayacağız” deyip tasfiyeye Cemaat’ten başladılar. Varlığı
ortadan kaldırmak isteniyor. Mesele sadece dershaneler olsa vazgeçtim sizin olsun derler ama
öyle değil Cemaat’in bizatihi kendisini ortadan kaldırmaya niyetlendiler.

Zorba yönetimlere verilen fetva Müslümanların siyasetin kurucu öznesi olmasını engelliyor

Müslümanların modern zamanlarda tarihin ve siyasetin kurucu öznesi ol(a)masını engelleyen


‘dini sebepler’ vardır diyorsunuz. Bu sebeplerin Kur’an ve sünnetin yorumları olduğunu
vurguluyorsunuz. Nelerdir bunlar?

Birincisi Sünni ekolün fitnenin olmaması ve anarşinin ortaya çıkmaması için zorba rejimlere
fetva vermesi. En önemli sebep bu. Çünkü İslam’da siyasetin en önemli yegane gayesi adalettir. Eğer
güvenlik öne geçerse, ilke adaletin önüne geçmiş olur. ikinci önemli sebep siyasetin din karşısında
301
özerkleşmesidir; yani siyaset ve din birbirinden ayrı şeylerdir. Siyasette aslolan başarıdır. Bunu
da Muaviye yerleştirdi bizim zihnimize.Başarmak için her yolu denemek gerekir. Bu yollar da söz,
para ve güçtür. Yerine göre sözle ikna edeceksin, yerine göre para vereceksin, siyaseti finanse
edeceksin, yerine göre güç kullanacaksın. Bu siyasetin kendini mutlaklaştırması anlamına gelir. Şöyle
anlatabiliriz bunu; farz edelim ki iktisadın asıl gayesi çok kazanç elde etmektir. Zaten kapitalizmi,
sınırsız sermaye biriktirme rejimi olarak tanımlarlar. Benim yegane hedefim çok para kazanmak olursa
helalinden harama kanuna ahlaka riayet etmem. Çünkü hedefim bu. Halbuki İslamiyet’te havuç
satarken bile yüz gramlık hile yaparsanız bu hem hukuk ihlalidir hem ahlak ihlalidir hem de
dinen günahtır. Bakın burada siyaseti, dini, hukuku birbirinden ayırt edemiyoruz. Öyleyse
aslolan adalet ise adaletten sapan her türlü doktrin eylem ve fiil ahlaksızlıktır ve
hukuksuzluktur. Şimdi bu Sünni doktrinde yeterince ayırt edilmemiştir maalesef. Diğer önemli bir
şey devletin kutsallaştırılması. Diyoruz ki devlet ebet müddettir. Ne demek yani! Varlık
aleminde Allah’tan başka ebedi var mı? Bütün yeryüzü, bütün gökler, bütün galaksiler yok olacak
da devlet ebet müddet olacak diyoruz bunun itikadî bakımdan bir problem vardır. Fakat Müslüman
zihin diyor ki devlet kutsaldır. Devlet kendi varlığını korumak için hukuku çiğneyebilir. Bunu
Müslüman zihin sorgulamıyor. Az önce bir dişçi arkadaşa uğradım orada da tertemiz Müslüman bir
adam vardı, dedi ki hocam ne yapalım. Dedim ki; zalimlerin ve hırsızların yanında durma. Dedi ki;
zalimlerin yanında durmam ama hırsıza bir şey diyemem, hırsıza göre değişir. Bu, toplumda
Müslüman zihninin ahlakının çöktüğünün belirtisidir bu toplumdan hiçbir şey çıkmaz. O zihin diyor
ki istikrar ehemdir, en önemli şey istikrardır. Hırsıza ceza vermek mühimdir. Mühimi
erteleyebiliriz, ehem daha önemli, istikrar bozulmasın. Peki, istikrar bozulursa ne olur? İstikrar
bozulursa borçlarımı ödeyemeyeceğim. Araba alamayacağım, bu refahı sürdürmeyeceğim. Bu
iktidar Müslüman zihninde öyle bir tahribat yaptı ki sade hayat yaşayan Peygamber
Efendimi’ze özenen, idealinde Peygamberimiz’in hayatı olan milyonlarca mümin kadını mümin
erkeğin ruhunda tüketim tohumunu patlattı. Şimdi Hizmet Hareketi, tekrar topluma döner ve
toplumu ahlakî ve sosyal bakımdan takviye ederse bütün bu yaşadıklarından güzel sonuçlar çıkarırsa
ve diğer parti seçmenleriyle de yeniden iyi ilişkiler kurarsa bu süreçten kazançlı çıkacaktır.

İslam demokrasisini tasarlayabilirsek Ortadoğu ve Batı için açılım olur

İslam’da demokrasi mümkün müdür?

Mümkündür diye düşünüyorum. Fakat liberal ve Batılı demokrasilerden farklı olmalı. Batılı
demokrasilerin birkaç handikabı var. Halkın iradesini mutlaklaştırmasıdır. Demokrasiler,
mutlakiyetçi idarelere karşı çıktılar ama o mutlak iradeyi tanrı ve kralın elinden alıp halka
devrettiler. Halk kendisi mutlak bir irade sahibi olamaz. Çünkü mutlak olan Allah’tır. Halkın
üzerinde Allah vardır. Halk zaten yaratılmış demektir. Eğer biz Müslüman olarak halkın
iradesini mutlak olarak kabul edersek halk bir gün der ki başörtüsü yasaktır. O zaman
yasaklanır. Bu, İslam toplumunun kabul edeceği bir demokrasi değildir. Genel çerçeve içerisinde
kalarak halkın kendi yöneticisini seçmesini kabul edebilir. Benim birinci itirazım bu. İkinci
itirazım; çoğunluk karşısında azınlığı nasıl koruyacağız? Azınlığı şöyle tarif ediyor sosyologlar;
çoğunluğa göre bazı mahrumiyetlere katlanmak zorunda olan dinî etnik ve siyasî gruplardır.
Eğer kararları çoğunluk veriyorsa şöyle diyebilir mesela; İstanbul Fatih ilçesinde referandum
yapacağız ve yüzde 95 diyecek ki Suriyeli mülteci istemiyoruz . O zaman Suriyeli mültecileri
Fatih’ten atma hakkı doğar mı bize? Batı’da bu haksızlığı önemek için hukukun üstünlüğünü ve
azlık haklarını ayırmışlar. Uluslararası hukuk sözleşmelerini üst referans koymuşlar. Türkiye
insan hakları beyannamesine aykırı anayasa yapamaz mesela. İslam’da ise Kur’an’a aykırı
anayasa yapamaz. İnsanların çoğu dese ki biz hırsızlığa aldırmıyoruz hırsızlık meşru olur mu
olmaz. Demek ki oylamanın üstünde bir şey var. Batı toplumları bu çoğulculuğu yapamıyor.
Birden fazla partiyi kabul etmesi itibarıyla siyasal çoğulcudur fakat sosyo kültürel alanda
çoğulcu değildir. İslam’da ise yüzde bir dahi olsa tek bir kişi bir Hıristiyan yaşıyorsa bile İslam
devletinde, o yüzde 99 Müslümanlar onun dinine, inancına, örfüne, âdetine, yemeğine
302
karışamaz. Böyle bir demokrasi tasarlayabilirsek hem Ortadoğu için hem de Batılı demokrasiler
için açılım getirecek. Çünkü Batılı demokrasiler aynı zamanda kriz içindedirler. Daha başka
faktörler var; mesela lobiler demokrasileri manipüle edebiliyorlar. Silah tüccarları, petrol
şirketleri, Yahudi lobileri, medya demokrasiyi manipüle edebiliyor. Mükemmel bir rejim
değildir.

AK Parti, Ortadoğu’yu dönüştürebilirdi

İslam ve demokrasi ne kadar birbiriyle uyuşur? İslam dünyası Batı dışında nasıl bir demokrasi
üretebilir? İslam’ın dünya görüşüne uygun bir model üretilebilir mi?

Bu soruya olumlu cevap verebilmemiz için İslam’ın çoğulcu bir siyasi rejim meydana getirip
getirmeyeceğine bakmak lazım. Bütün dinler, mezhepler, cemaatler bir şemsiye altında toplanıp
iktidarı paylaşabiliyorsa, özgürse, kendilerini ifade edebiliyorlarsa, görünür kılabiliyorlar ise
İslam çoğulcu bir demokratik rejimi öngörüyor diyeceğiz. Farklı grupların görünür olması
İslamcı yeni siyasetin en önemli ideallerinden veya tezlerinden biri olacaktır. AK Parti
tecrübesinden biraz ümitliydik, zaman içerisinde çoğulcu bir demokrasiye doğru gidecek ve
Ortadoğu için de muhafazakâr demokrasinden Müslüman demokrasi diye evrilecek ve
Ortadoğu’yu da dönüştürecek diye beklerken 2011 yılında başlamak üzere tersine bir sürece
girdi. Tekrar otoriterleşti, geleneksel devlet reflekslerini ortaya çıkardı.

Röportaj: Gülizar Baki/Zaman

Hizmet için hep zafer

Allah (c.c.), 17 Aralık’ta başlayan süreçte Hizmet Hareketi’ne kendi çizgisinde zafer üstüne zafer
kazandırıyor:

1. Hizmet Hareketi, bir zaman Demirelci, bir zaman Özalcı, bir zaman Erdoğancı olmakla suçlanırdı.
Oysa Hizmet Hareketi, seçimlerdeki tavrıyla bütün partilere eşit mesafede olup, her zaman hak,
hakikat, kendi çizgisi ve ülke yararı adına doğru bulduğu pozisyonu aldığını göstermiş; yine, daima
iktidar partisini tuttuğu suçlamalarına maruz kalan Hareket, böyle olmadığını, parti taraftarlığından
uzak bulunduğunu ortaya koymuştur.

2. Hizmet Hareketi, genellikle sağ-muhafazakâr tabana yayılıyor, sol tabanla olması gereken
münasebeti kuramıyordu. Cenab-ı Allah (c.c.), bu defa sol tabana, Hizmet Hareketi’nin insanları
kesinlikle siyaset temelinde değerlendirmediğini gösterdi ve Hareket’e şimdiye kadar tam açılamadığı
sol tabana açılma, sağ-muhafazakâr tabanda da bilhassa son senelerde kendisine kısmen mesafeli
duran ANAP-DYP-MHP’li kesimlerle daha sıcak münasebetler kurabilme imkânı verdi. AKP tabanı
da, bugün içlerinde particilik faktörüyle mesafe koyanlar bulunsa da, sonunda yine kaçınılmaz olarak
Hizmet’e el verecek, çocuklarını yine güven ve itimatla Hizmet Hareketi’ne teslim edecektir.

3. Hizmet Hareketi, siyasî hedefleri olmakla suçlanıyor ve Türkiye’deki bazı kesimler bu korkuyu
pompaladıkları gibi, Hareket’i yurtdışında şikâyet ediyorlardı. AKP hükümeti, bugün bu suçlamalara
ve şikâyetlere dünya çapında bütün gücüyle sarılma “şeref”ini kimseye bırakmıyor. Fakat siyasî bir
hedefi varsa bunu AKP saflarında daha rahat gerçekleştirme yolu izleyebilecek bir Hareket’in hak,
hakikat ve dürüstlük adına AKP’ye karşı durabilmesi ve seçimlerde güçlü bir siyasî etkisinin olmadığı
gibi bir neticenin çıkması, Hareket’i bu suçlamalardan da beraet ettirmiş bulunuyor.

4. Hocaefendi’nin sık sık ikaz buyurduğu ve ihlâsa kesinlikle mâni “Cemaat” ve “Biz gururu”, Hizmet
içinde bazılarına yol bulmuş olabilirdi. Söz konusu süreç, bu gurur ve aldanışı da inşaallah izale
etmiştir.
303
5. Hizmet Hareketi içinde bazıları mevcut iktidarla bir “gül devri” yaşanabileceği zehabına kapılmış,
siyasetten beklentilere girmişlerdi. Mevcut süreç, bu zan ve beklentileri de inşaallah gidermiştir.

6. İslâm, özellikle son yıllarda terör suçlamalarıyla büyük yaralar almıştı; İslâm dünyasının perişan
hali ve bu dünyadaki özellikle siyasî-İslâmî hareketlerin yanlışları, hem Müslüman kitlelere yılgınlık
ve ümitsizlik yaşatıyor, hem de İslâm’ın imajını kararttıkça karartıyordu. Türkiye’de İslâmcı kökenli
güçlü bir iktidarın onca yolsuzluk, rüşvet, ihtikâr ve ihtilâs gibi savcılık iddiasına girmiş ve bilhassa
İslâm ile asla bağdaşmayacak suçlarına, hukuksuz-kanunsuz uygulamalarına karşı Müslüman kesimler
içinde en güçlü itirazı Hizmet Hareketi’nin yapması, hem Türkiye içinde, hem dışarıda bu suçların
İslâm’a mal edilmesinin ve İslâm’ın imajının bir yara daha almasının önüne güçlü bir set çekti ve
Hareket, bilhassa dışarıda kendi prestij ve güvenirliğini de arttırdı. Bugün bilhassa “meşrep” ve
“menfaat” mülâhazalarıyla iktidarın yanında duran Müslüman cemaatler yarın bu tavırlarından çok
utanıp pişman olacak ve kitleler, daha bir itimat ve güvenle Hizmet Hareketi’ne yönelecektir.

7. İktidar, seçimleri kazanmış olmanın hızıyla bilhassa Hizmet’e karşı zulüm üstüne zulüm işlemeye
devam edecek görünüyor ve bu da, onları mukadder sonlarına daha hızla ve şiddetle yaklaştıracaktır.

Evet, Kur’ân buyuruyor: “Olur ki, siz bir şeyden hoşlanmazsınız da o şey hakkınızda hayırlıdır; bir
şeyi seversiniz ama, o şey ise hakkınızda şerlidir. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (2, 216) ALİ
ÜNAL-ZAMAN 14.04.2014

Kumpas kumpas üstüne!

Prof. Dr. Ümit Özdağ, MiT Müsteşarı Hakan Fidan’ın Suriye ile savaş komplosu ve cemaata kumpas
tiyatrosuna son noktayı tweet mesajında şöyle koymuş: “Dış İşlerini hangi hain dinledi. Bilmiyoruz.
Ama hangi hainin kendi türbesini, kendi askerini bombalatmak istediğini biliyoruz.”

Camia’yı zayıflatma adına kumpas üstüne kumpas kuranlar, iftira üstüne iftira atanlar “Siyasal İslam”
devrinin bittiğini müjdeliyorlar. “Parti Devleti” ile demokrasi bağdaşmaz, örtüşmez. İktidar, devlet
nimetlerini seçmen avlamak için hoyratça kullanan AKP, demokrasiyi yanlış anladığımızı Türk
toplumuna gösterdi. Halk kitlesi devletin kesesinden, tüm miletin vergisinden verilen AKP ulufeleri ve
sosyal yardımları devlet değil, AKP yapıyor sandı ve Erdoğan bunları ustaca oy olarak devşirdi. Oysa
sosyal hukuk devletinde muhtaç olan vatandaşlara sunulan sosyal yardımların herhangi bir partinin
yararına kullanılamaması gerekir. AKP’nın cemaata kumpas kurmasının nedeni, bu haram ve yanlışı
yüksek sesle söylemesi ve ciddi uyarmasıdır.

YEZİTLEŞME SENDROMU

Erdoğan ve şürakası en üst düzeyde “Yezitleşme Sendromu” olan en vahim günahı da işledi. Bu
aşamadan sonra Anadolu’da yaygın tabirle desek, “AKP’den bir cacık olmaz.” Tekfir tezviratın en
açık örneklerinden biri sergilendi ve Fethullah Gülen Hocaefendi, İslam dinine “paralel bir din”
kurmakla suçlandı. Bu resmen “şeytanlaştırma”dan sonra gelen “kafirleştirme” sürecidir ve Allah’ın
davasını tüm dünyada temsil edenlere kumpası kuranların kaçacak delik aramaları ile sonuçlanır.

Devlet İslam’ı dayatan derin oligarşi, kılık değiştirerek AKP olarak arzı endam etti. Ebu Hanife İmamı
Azam, çok büyük bir müçtehitti, aynı zamanda ticaret yapardı. Zorba İslam halifesi ve yöneticilere
karşı son nefesine kadar hapishanede direndi, hayatını siyasal İslam’a fetva vermek istemediği için
işkence altında verdi. İslam tarihi boyunca, siyasilerin İslam âlimlerini, hocaları ve cemaatleri
304
yargılaması yeni değildir. Mevlana’nın babasından Mevlana Halid’e bir sürü tarihten örnek verebiliriz.
Kıskançlık ve korku damarını şeytan çok iyi kullanıyor ve bugün ülkemizde parti devletine ve gelecek
iktidarlara tehlikeli yetkiler verilmiş oluyor. MİT yasası ile İslam’ı ve eğitim hizmetlerini tüm dünyada
besleyen, büyüten, yayan ve ülkemizi güzel tanıtan cemaata global ve yerli fitne şebekesi AKP’nin
toplum üzerinde henüz bitmemiş kredisini kullanarak darbe vurmak istiyor.

Erdoğan’daki iktidar hırsı ve AKP’lilerin yedikleri tatlı devlet kaymağı uğruna, suçsuz yüz binlerce
insana acı çektirmek ayıptır, suçtur, günahtır. Vebali vardır. AKP’nin ve Erdoğan ailesinin yaptığı
tonlarca akılsızlıkların deşifre edilmesini bahane edip yolsuzluk ve rüşvetin üzerini örtmeye çalışmak,
bir cemaati seçim stratejisi çerçevesinde şeytanlaştırmak ve kafirleştirmek kin ve nefret suçudur. Kim
hükümeti devirmek üzere kumpas kurmuşsa, kim yasa dışı yollarla yatak odalarına girmişse, bulunsun
ve yargılanıp cezalandırılsın. Soytarılığa artık bir son verin! İddia edildiği üzere kim yurtdışı güçler
adına devlete karşı komplo içinde olmuşsa, Allah onun belasını versin!

RİSALE CEMAATLERİNİ VE NUR BASIMINI DEVLETLEŞTİRME

Müthiş bir kumpasta Risale-i Nur üzerinde oynanıyor. Cemaat ve Yeni Asya grubu dışında tüm Risale
cemaatleri kandırıldı. Risalelerin basılmasını bir tekelin denetimine veren Derin Oligarşi, sivil Nurcu
geleneğin altını oyuyor ve cemaatın vesile olduğu “sadeleştirme kini”ni ustalıkla kullanıyorlar. Nurlar
evrenselleşmiş eserlerdir. Basım-yayımından bugüne kadar iyi paralar kazanan Nurcu yayınevlerinin
ve bazı cemaatlerin kazançları kendilerine helal olsun. Ancak MİT elemanları pazarın kazancını olta,
yem olarak kullanmış, altın tepside hepsini üstadın talabesiyim diye yaygara kopartan bir grup
‘abiyim iddiacısı’na sundu. İştihaları kabarmış olabilir ama unuttukları bir kaç önemli mesele var.
Ahirette uyarmadı demesinler, Risaleleri siyasete alet etmek isteyenler hep aksi ile tokat yemiştir.

Evvela Mehmet Kırkıncı’dan başka üstadın yaşayan abisini kabul etmiyorum. Çoğu ilimsiz esnaf,
kimisi medresede okumuş, üstadı bir kaç defa ziyaret etmiş, o kadar. Onlara üstad miras bırakmadı ki
Risaleleri! Diyelim ki, Risale basımında Erdoğan ve AKP’ye oy verme karşılığında haksız hak
sağladınız. Üstadın vasiyetine ihanet ettiniz. Yarın öbür gün bu devlet senin sevmediğin birilerinin
eline geçerse ne yapacaksın? Risale yayınını devletin veya devletin seçtiği birilerinin
iznine/denetimine bağlamak tek kelimeyle körlüktür, şaşılıktır, basiretsizliktir! Davanız nedir, iman
hakikatlarını yaymak mı, yoksa satıştan kazanç meselesi mi?

Risalelerin telif hakkının bazı şahıslara veya devletin örgütlediği, denetimindeki bir komisyona
verilirken, Cemaatın dışlanmasıyla yayın hakkının ellerinden bandrol verilmeyerek alınması
planlanıyor. Bir kere satılan yüzde 80 oranında Risaleyi cemaatın insanları alıyorlar, hani şu Risale
okumuyor diye suçladıklarınız! Güya Risale basımımı ve toptekun Risale cemaaatlerini
devletleştirmede gaye sadeleştirilmiş Risalelerin satışını engellemekmiş! Saygın Abiler, ya kendilerini
böyle avutuyorlar veya kendi boyut ve kalıplarında hizmet eden Nur talebe vicdanını böyle
aldatıyorlar. Sonuçta, Risalelerin basımının devlet elinde tekelleşmesi, derin oligarşinin, MİT’in bir
fitne kumpası! Üstad, eserlerini milletin malı yaptı ama abiler şimdi devlet malı yapıyor ve bir kamu
malına daha tecavüz ediliyor. Siyasete vagon olmaktan rahatsız olmayan kimi Nurcular aşırı
siyasileştiler ve Nurculuğu devletleştirme teşebbüsüne ortak olmakla üstadın kemiklerini sızlatıyorlar.

Unutmayın! Hiçbir iktidar yeryüzünde kalıcı değildir; yarın bir başka iktidar gelir aynı şeyi bugün
yapanlara ve destek verdiği cemaatlere yapar. Zulme ortak olanlar eden bulur fetvasınca bugün
Hizmet’e dayak atanların desteklediği cemaatler ve gruplar aynı dayağı bir başkasından yiyecektir.
Aslında dayağı atan el devletin derin Oligarşinin elidir ve bu devlet bir ruh, bir zihniyet olarak her
dönemde bedenden bedene geçmektedir. Üstadın gayesi bu derin Süfyanizm elini, belini, dilini
kırmaktı, şimdi Risale cemaatleri Süfyanizm gemisine bindi, gidiyor bir kıyamete, daha ne yazsam
uyanırsız, bilemiyorum.

305
ERMENİ SOYKIRIMI

Sözde Ermeni soykırım tasarısını, tam 100 Amerikan miletvekilini tek tek ziyaret ederek durduranın
camia olduğunu ıskalayanı da Allah kahretsin! Sanırım cemaatın ABD’deki lobi gücünü AKP ve
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan kıskandılar. Yoksa Yeni Şafak, gazetesi böylesine ahmak bir
kumpasa imzasını atmazdı! Kamu diplomasinin kurucuları İbrahim Kalın ve Taha Özhan tarafından
kurulan SETA Vakfı’na Ermeni lobisiyle savaşması için aktarılan milyonlarca dolar devlet hibesi
yıllardır heba ediliyor. Sözde Ermeni yasa tasarısında ABD’de bulunan eski Türk federasyonu etkisiz
kalırken, cemaatın vakıf ve derneklerini aynı çatı altında toplayan federasyon hepsinden daha fazla
etkili oluyor. Çünkü diyalog çalışmaları sayesinde herkesi tanıyor, birebir insani ilişki kurabiliyorlar.

Türk devleti yıllardır ABD’de sözde Ermeni soykırım yasası engellensin diye Yahudi lobilerine
milyonlarca dolar kaptırır, cemaatın federasyonu bunu bedava yaptı ve kim daha vatansever iki sene
önce ortaya çıkmıştı. Camia, tam 15 gün sıkı çalışarak sözde Ermeni soykırım yasa tasarısını
engelemeyi 30 milletvekili görüşünü değiştirerek başardı. İşte diyalogun elde ettiği lobicilik gücü
budur ve tamamen Türkiye yararına kullanılmıştır. Herşeyi cemaatten beklemeye alışmış ve cemaatın
başarıları üstüne konmayı, tüm günahlarını da cemaat üstüne atmayı marifet sanan AKP yönetimi ve
Türk Dışişleri’nin görevi Ermeni soykırım tasarısını bertaraf etmek değil midir? Ne oldu şimdi?
Madem cemaat “paralel devlet”, “hain”, “casus”, “CIA ve MOSSAD oyuncusu”, bırakın ağlamayı,
medet ummayı da ciddi bir devlet gibi Ermenileri ABD, Fransa ve Kanada’da durdurun. Zira 2015
yılını sözde soykırımın 100. Yıldönümü saydıkları için çok daha sıcak geçecektir. Eğer Camia, Ermeni
tasarısında herhangi bir Amerikan senatörü veya milletvekilini ülkemize karşı kışkırtmışsa Allah
bizleri kahretsin; yoksa iftira atanları hak ettikleri cezaya uğratsın.

PKK ELİYLE CEMAATA OYUN

Genelkurmay’ın raporuna göre, AKP ve MİT içindeki karanlık bir şebeke, ‘PKK eliyle Cemaat’e
kumpas’ planı kurmuştu. PKK ile mücadelenin tamamen MİT ‘teki dar bir kadroya bırakılması,
Emniyet ve Jandarma’nın el çektirilmesi ile kumpas sahneye kondu. MİT ekibi terörle mücadeleden
çok ‘PKK eliyle Cemaat’e nasıl zarar veririz’e kafa yordular. Cemaat, hükümete zarar vermek için
PKK ile iş birliği yapıyor görüntüsü vermek için yalan haberler ve mizansen olaylar tertiplendi. Yerel
seçim telaşı içinde birçok kişi bu kumpas planını unuttu. Oysaki kumpas yol haritası adım adım
uygulanıyor. Bu zamana kadar Ergenekoncu askerler, derin oligarşi, MİT’deki hain şebeke ile CIA,
BND, MOSSAD ile PKK işbirliği olmasaydı, çoktan terörün kökleri kurutulmuştu.

Havuz medyasının amiral gemisi Sabah, 5 Nisan’da adı sanı duyulmamış bir internet sitesini
(Basnews) kaynak göstererek “Gülen’den PKK’ya mavi boncuk” başlıklı bir manşet haber yayınladı.
Haberde “Gülen örgütünün mart ayı ortasında Kandil’e bir mektup gönderdiği ve seçimde hükümete
baskı amacıyla iş birliği istediği” iddia ediliyordu. 17 Aralık’tan bu yana her gün yalan ve çarpıtma ile
çıkan Sabah’ın haberine Gülen’in avukatları sert tepki gösterdi. Çünkü avukatlara göre böyle bir
mektup olmadığı gibi içeriğine dair yazılanlar da tamamen iftiraydı.

Kumpasın biri bitiyor, öteki başlıyor. Cemaatı “Şia’ya paralel” sayan densizleri dikkate almak. cevap
yazmak bile akıllara ziyan! Bunca fitne planını yapacak zekayı AKP’de göremiyorum. Bunca kumpas
ancak 5 yılda Özel Harp ve MİT tarafından hazırlanabilir! Erdoğan, can havliyle zevahiri kurtarma
savaşı verirken, başta sessiz 300 küsur AKP miletvekili olmak üzere AKP tabanının gerçekleri
bilmediği ortada. Basiretler bağlanmış, derin oligarşi AKP’yi bitirecek pimi MİT yasası ile çekerken,
AKP’li dostlarımız halen ‘MİT cemaata operasyon yapacak’ zannı ile sevinç naraları atıyor. Zarara
kendi rızası ile girene acınmaz. Rüya yok mu diye sorup benle dalga geçenlere cevabım: Evet, dün
gece rüyamda gördüm Erdoğan’ı. MİT’in karanlık şebekesine, ‘beni infaz etmeyin, cumhurbaşkanı
olarak size daha iyi hizmet ederim, ne olur’ diye yalvarıyordu. Umudu kalmayınca, ‘ne olur, ben ettim,

306
siz etmeyin, bizi affedin’ diye ricada bulunacak bir elçi veya arabulucuyu cemaata gönderiyordu!
Kumpasların çirkinliğini biliyordu ama artık midesi kaldırmıyormuş…

Fransa yurtdışındaki okullarına neden dokunmamıştı?


EMRE DEMIR - ZAMAN, PARIS TEMSILCISI 15 Nisan 2014, Salı

Fransa’nın ikinci dinler savaşı olarak anılan 1882-1905 dönemi, kilise ve tüm dini cemaatlerin büyük
zulüm gördükleri bir dönem olarak tarihe geçti.

Bu dönemde dinle mücadele vaadiyle iktidara gelen hükümetler, Vatikan’la diplomatik ilişkileri kesti.
Dini cemaatlere ait on binlerce eğitim kurumunu, Kilise’ye ait manastırları kapattı. 60 bin din adamı
ülkeden kovuldu. Halkın direnişine rağmen silah zoruyla manastırlar basılarak din adamları ülkeden
sınır dışı edildi. Bretagne bölgesinde manastırların kapatılmasına direnen halkla jandarma çatıştı.
Ancak bu dönemde dini cemaatlerin dünyanın dört bir tarafına yayılmış okullarına dokunulmadı. Hatta
Katolik cemaatlerden gelen bağışların azalması nedeniyle devlet bu okullara maddi yardımı artırdı.

1878’de 38 milyon nüfuslu Fransa’da 56 bin din adamı, 160 bin kilise çalışanı vardı. 19. yüzyıl
boyunca dini cemaatler eşi görülmemiş bir büyüme yaşamış, bağışlar sayesinde eğitim, sağlık ve
insani yardım alanında tüm dünyaya yayılan binlerce kurum inşa etmişlerdi. 1882’de jakoben ve dinin
toplumsal hayattan silinmesini savunan Leon Gambetta’nın iktidara gelmesiyle Katolik cemaatler için
25 yıllık kara bir dönem başlamıştı. Gambetta, başbakan olarak mecliste yaptığı ilk konuşmada “Kilise
destekçileri, işte düşmanımız.” demişti. Özellikle ilk etapta o dönem en güçlü ve eğitimde aktif dini
cemaat Cizvitlerle sert bir mücadele yürütmüş, diğer cemaatlere ilk yıllarda dokunulmamıştı.
Gambetta, pazar günleri kiliselere giden memurların devletten ihracının yolunu açmış, Katolik
cemaatler tarafından yetiştirilmiş devlet memurlarına yönelik büyük bir tasfiye gerçekleşmişti. Ancak
1902’de iktidara gelen Emile Combes ise dini cemaatlerin tamamen kökünü kazıma vaadiyle
çoğunluğu Büyük Doğu Mason Locası üyelerinden oluşan bir hükümet kurmuştu. Combes hükümeti,
1902’den itibaren yüzlerce özel okulu “koşulları karşılamadığı” gerekçesiyle kapattı. Ancak bu
kapatma kararları Cizvit okullarını hedef alıyordu. Daha önceki laik hükümetlerle işbirliği yapan diğer
büyük dini cemaatlerin okulları eğitim faaliyetlerini sürdürüyordu. 7 Temmuz 1904’te ise Combes,
“Tüm dini cemaatlerin Fransa’da her türlü eğitim faaliyetini yürütmesi yasaktır.” maddesini içeren bir
yasa çıkardı. Bu yasa laikler ve Katolikler arasında ikiye bölünmüş ülkedeki 20 yıldır süren savaşın
sonu olarak yorumlandı.

On binlerce rahip ve rahibenin Fransa’da din adamlığının yasaklanması nedeniyle seküler hayata
geri döndüğü, günlük hayat kıyafetlerini giyerek gizli bir şekilde dinlerini yaşamaya devam ettiği
biliniyor. Ancak o yıl 30 bin din adamı eğitim faaliyetlerini sürdürmek amacıyla ülkelerini terk ederek
Kanada başta olmak üzere dünyanın dört bir tarafına yayıldı. “Büyük Sürgün” olarak anılan bu olay,
bugün dahi Katolik Kilisesi’nin en karanlık dönemi olarak hatırlanır. Combes’in iktidarda olduğu
1902-1905 yılları arasında toplamda 17 bin özel eğitim kurumu, hastane ve yardım kuruluşu kapatıldı.
60 bin din adamı ülkesini terk etmek zorunda kaldı.

‘VATİKAN AJANI’, ‘İÇ DÜŞMAN’...

Fransa’da devlet tüm gücüyle içeride dindar Katolikleri “Vatikan ajanı”, “dış güçlerin kuklası” ve “iç
düşman” olarak tanımlarken, paradoksal bir şekilde yurtdışında dini cemaatleri finanse etmeye ve
ortak hareket etmeye devam etti. Zira dini cemaatler, dünyada Fransız kültürünün yaygınlaşmasında
temel aktördü. Başbakan Leon Gambetta’ya göre laiklik sadece Fransa’ya aitti ve bir ihraç ürünü
değildi. Ancak hükümet içinde radikal milletvekilleri yurtdışındaki Katolik okullarının kapatılması için
diplomatik girişimde bulunmasını savunuyor ve devletin bu okullara finansal yardımda bulunmasını
“ikiyüzlülük” olarak tanımlıyordu. Dönemin milletvekillerinden Maurice Barres, yurtdışındaki
okulların kapatılmasını savunanları şu sözlerle eleştiriyordu: “Fransa’nın çıkarlarını Kilise’ye olan
307
nefretlerinden Fransa’nın rakiplerinin işbirlikçisi konumuna düştüklerinin farkında değiller.
Bilmiyorlar ki, bizim geri kalmış ve karanlık gördüğümüz o dindarlar Doğu’da ve Uzakdoğu’da Batı
medeniyetinin en büyük öncüleri konumundalar.”

Dışişleri Bakanlığı, bu okullara neden hâlâ para yardımı yapıldığına dair bir meclis soru önergesine
binaen hazırladığı raporda, bu okulları kuran ve işleten Katolik cemaatlerin dünyada Fransız dili ve
kültürünün yayılmasında devletten daha büyük rol oynadığını vurguluyor. Dışişleri Bakanlığı, ayrıca,
Fransız diplomasisi açısından da o dönemde dünyanın hemen hemen her ülkesine yayılmış Katolik
misyonerleri önemli bir rol oynadığını savunuyor. Bu tartışmalar üzerine Fransız devleti, dini
cemaatlerin kurduğu bu okulları kapatmak yerine 1902’de “Fransız Laik Misyonu” isimli bir kurum
oluşturarak devlet gücüyle yurtdışında okullar kurma kararı aldı. Devlet destekli bu laik okullar
Afrika’da Katolik okullarıyla kalitede rekabet edecek ve din karşıtı hümanist felsefeyi Afrikalılara
aşılayacaktı. Ancak büyük ümitlerle kurulan bu okullardan sadece Madagaskar’da açılanı kısa süreli
bir başarı elde edecekti. Diğer laik okulların tamamı dini cemaatlerin kurduğu okulların eğitim
kalitesini yakalayamadığı ve Fransa’dan Afrika ülkelerine gidecek öğretmenleri bulamadığı için kısa
sürede kapandı.

O dönemde Fransa açısından Osmanlı coğrafyasındaki Katolik cemaatler büyük önem taşıyordu.
Fransa’da 30 bin din adamının yurtdışına kaçtığı bu dönemde dünyadaki Katolik okullarına devlet
yardımı hiç azalmazken, Osmanlı İmparatorluğu sınırları içindeki misyoner okullarına yapılan
yardımlar yüzde 50’nin üstünde artış gösterdi. Fransa’da kilise ve din adamlarına yönelik cadı avının
zirveye ulaştığı 1903-1905 yılları arasında, Fransız Dışişleri Bakanlığı’nın Osmanlı
İmparatorluğu’ndaki Katolik okullarına yaptığı para yardımı büyük artış gösterdi. Fransa’daki zor
şartlar nedeniyle yurtdışındaki misyoner okullara Katoliklerin yardımları azalınca okulların eğitim
hayatına devam etmesi için Vatikan’la diplomatik ilişkilerini kesmiş Fransız devleti daha çok yardım
yapıyordu. Fransa, bu dönemde Osmanlı’daki Katolik azınlıkların koruyucusu statüsünü korumaya
devam etti. Din devleti olduğu gerekçesiyle Vatikan’la diplomatik ilişkilerini askıya alan Fransa,
Osmanlı İmparatorluğu topraklarında ortak bir diplomasi yürütmeye devam ediyordu. Fransız
devletinin ülke içinde bütün kurumlarına el koyduğu Cizvitler sadece Lübnan’da 1890-1904 arasında
okul sayısını 110’dan 188’e çıkarmıştı. Fransız diplomatlar, Katolik okullarının Müslüman dünyasında
Fransız menfaatlerini savunmanın tek yolu olduğunu savunuyordu.

Fransa’nın İstanbul Büyükelçisi Paul Cambon, Osmanlı’daki misyoner okullarda kısa bir sürede
Türk öğretmenlerin sayısının Fransız öğretmenlerin sayısını geçeceğine dikkat çekiyor ve maddi
yardımların artırılmasını talep etmişti. Dışişleri Bakanlığı Siyasi İşler Dairesi’nin 1905 tarihli bilgi
notunda şu ifadeler yer aldı: “Türkiye’de Katolik okullarına yapılan yardımlar gerçek anlamda siyasi
bir amaç taşıyor. Katolik din adamları bu ülkede sivil ve yargı bürokrasisini yetiştiriyor. Onların
yüzüstü bırakılması bilhassa Suriye’deki çıkarlarımıza zarar verir.” Kendi ülkelerinde tüm üyeleri sınır
dışı edilen ve kurumlarına el konulan Cizvitler, çok sayıda okula sahip oldukları Mısır’da Fransa’nın
Kahire Başkonsolosu’nun desteğiyle faaliyet yürütüyordu. Kahire Başkonsolosu, katıldığı bir okul
açılışında, “Fransız medeniyeti ve çıkarları için çalışan Cizvitleri selamlıyorum. Kendi ülkemizde
yaşanan gerilimleri bir kenara bırakmalı ve Mısır’da Fransa’nın iyiliği için birlikte çalışmalıyız.”
sözleriyle Cizvitleri dahi şaşırtmıştı.

ÜLKE MENFAATLERİ SÖZ KONUSU OLUNCA...

Tarihçi Jerome Bocquet, keskin laik hükümetlerin bu çelişkili gibi görünen kararının arkasında yatan
sebebi şu sözlerle açıklıyor: “Birçok Fransız diplomat Fransa’nın Müslüman ülkelerde nüfuzunu
artırmanın en etkili yolunun Katolik cemaatler tarafından açılan bu okullar olduğunun farkındaydı.
Kendi ülkelerinde irticacı ve gerici olarak nitelenen bu cemaatler, İstanbul Büyükelçisi ve Osmanlı
coğrafyasındaki başkonsoloslara göre Fransız düşüncesinin Müslüman aydın kesimlerinde yayılmasını
sağlıyordu.”
308
Elbette, 1882-1905 yılları arasında Fransa’da yaşanan bu büyük kavga Türkiye’de yaşanan süreçten
farklı hüviyetler taşıyor. Her şeyden önce Erdoğan iktidarı Gambetta-Combes hükümetleri gibi keskin
devletçi refleksler göstermekle birlikte katı laik ve din karşıtı bir hükümet değil. Bugün Erdoğan’ın
mutlak iktidarının hedef tahtasındaki Hizmet Hareketi gönüllüleri tarafından dünyanın dört bir
tarafında açılan okullar da, o dönemin Katolik okulları gibi misyonerlik gayesi gütmüyor. 21. yüzyılın
koşullarına uygun modern bir eğitim ve evrensel ahlaki değerleri aşılamayı amaçlıyor. Ancak güçlü bir
devlet geleneğine sahip Fransa’nın böylesine ağır bir cadı avı döneminde dahi yurtdışındaki okullara
milli çıkarları nedeniyle dokunmaması bugünün Türkiye’si için dersler taşıyor.

Fransa’da Katoliklerin bu kara dönemi Ders kitaplarında dahi anlatılmıyor. Ancak yüzlerce yıllık bir
eğitim geleneğini sürdüren Katolik okulları bugün Fransa’nın en prestijli ve başarılı eğitim kurumları
arasında yer alıyor. Fransa’da yüz yıldır “dini cemaatlerin kökünü kazıma” gibi söylemler de bir daha
gün yüzü görmedi.

NUR HAREKET[!]NDE SOSYOLOJİK ALGI(SIZLIK)- Salih Can

 Bu yazıda ki hissi görünümlü fakat akıl ve hikmet ile vicdanlara havale edilerek cevaplanması
istenilen sorular karşısında dostlar, şimdiye kadar ya kabul edip ‘Evet haklısın’ ya da sessiz
kalmayı tercih ederek ikrar yoluna gitti.

Bediüzzaman’ın Münazarat adlı eserinden ilginç bir cümleyle girizgah yapalım :

‘’ İslâmın kudsiyetini daima telkin eden ve ahkâm-ı diniyeyi iktidarlarınca tebliğ eden ve şimdi millet-i
İslâmiye mabeyninde en ziyade hürmet ve muhabbet ve merhamete müstehak olan bîçare ulemâyı,
zamana yakışacak ulemanın adem-i vücudundan neş’et eden kabahati ve günahıyla mahkûm etmek ve
o kabahat ve o günahı o bîçarelere haml etmek ahmaklık değildir de ya nedir? ‘’ (MÜNAZARAT)

Risale-i Nur’ların hayatımıza aksedişine dair sosyolojik açıdan bir takım sorularım var:

1- 2014 yılına girdik. Bediüzzaman’ın 100-110 yıl önceden çilesini çektiği ve gaye edindiği
Medresetüz-zehra okulu (okulları) hala görünürde bulunmamakta. #Hizmet kolejlerininde bildiğim
kadarıyla asla o okul olmadığına inanılıyorsa bu okul projesi ne zaman hayat bulacak?

2- Sosyologlar bir toplumun dönüşüm evresini 4 jenerasyonda (40 yıl) ifade etmektedirler. Buna göre
Bediüzzaman’ın vefatı sonrası (1960) 54 sene (yarım asır) geçmiş iken hala Medresetüz-zehra’nın –
hiç olmazsa örnek bir tane okul- teşekkül ettirilememesinin hikmeti varmıdır? nedir? Bu umumi bir
kusur (kusurumuz) ise hızlıca ne yapılmalıdır?

3- Eğer 2.soruya ‘’Az ve öz ihlaslı hakiki nur talebeleri hususi yerlere gelecekler ve bunun
neticesinde çok güzel hizmetlere vesile olacaklar’’ ise hani meslek-i nuriyenin esasatınca avamdan
havassa ve/veya ferdan ferda idi bu yol?

4- ‘’Evet bizler fert fert insanları yetiştirdik.. yetiştiriyoruz. Bu güzide insanlar Allah’ın izniyle belli
güzel yerlere gelecekler inanıyoruz buna. Ve Bediüzzaman’ın hedeflerini bir bir
gerçekleştirecekler.’’ diyorsanız 2014 senesine gelinmiş bu iş için sosyolojik açıdan geç kalınmış
değilmi?

5- Yoksa hayat merhalesine geçişi ve güzide insanların hususi yerlere gelecek olmasını -telaş
göstererek- şu an bir siyasi partinin elinemi bağladınız? Öyle ise bu hareketiniz düstur-u
nuriye’ye çok mu muvafık? İstiğna düsturuna ters değilmi?

309
6- İmanı yüce dağlar gibi bir talebeniz idareye gelecek olsa yine bahsettiğim nurun esaslarına ters
olmayacakmı?

7- Yoksa Hayat devresini dar dairede güzide, mutlu,ihlaslı keyfiyetli bir azınlığın yaşayacağınımı
iddia ediyorsunuz? Eğer öyleyse galibane diriliş ve geniş sahadaki birlik beraberlik nasıl
gerçekleşecektir? (İlk 3 soruyu unutmayın lütfen)

8- ‘Geniş sahadaki birlik veya hayat devresi bizi alakadar etmez biz ihlasımızı arttırıp imanımızı
kavileştiririz orası Allah’ın işi’deniyorsa bu sünnetullah-adetullah veya Peygamberimizin hayatının
yaprak yaprak her anındaki kutlu ve hedefe varan adımları ile münasip ve muvafık mı?

9- Günümüzde medya ve sanal alemde dolaşan bir takım iddialara göre -eğer var ise- Nur
fraksiyonlarının dıştan siyasi topuzlu ve suri ışıklı bir el ile cem edilmeye çalışılması
beklediğimiz bahar günlerini getirirmi? Getirir ise minnet altında ve mefluç (felçli) olmuş
olmazmıyız?

10- Keyfiyetli ve ihlaslı insanlar, çeşitli önemli yerlere gelmeden, gelse bile – çete ve örgüt –
denmeden İslam aleminin birlik olacağının müjdesini açıkça veren (ki bu birlik için mutlak ve
mutlak malî-mülkî-hukukî- vs… alanlarda ehil ve emin kişilerin lüzumuda göz önünde
bulundurulduğunda ) Bediüzzaman’ın gaye-i hayaline nasıl masadak olacaklar? Bu nasıl
olacak?

11- 10.soruya cevabınız ‘Bulutlu kapalı bir cevvi (havayı) bir anda dağıtıp güneşi gösterdiği gibi’ ise
bu örneğin realite planında açılımını yaparmısınız? (Umarız yine kişilere bağlı bir beklentiden
bahsetmezsiniz. Bunu derseniz şahs-ı maneviyi kişilere mahkum etmiş ve bir nevi başkaları gibi sizde
kurtarıcı beklentisine girmiş olmazmısınız? )

12- Bir başka açıdan yaklaşacak olursak örneğin İKTİSAT risalesi gibi bir şaheseri Nur talebeleri
ekonomik hayatımız açısından nasıl ve ne zaman ve hangi yolla tatbik edecekler? İktisat risalesi sadece
tefekkürî bir eser olarak irdelensin diyemi yazılmıştır? Çay eşliğinde okunmak içinmidir İktisat
risalesi?

13- İKTİSAT risalesinde doğan bir ekonomi politikası üretil(e)memişse hiç olmazsa numune
nev’inden bir faizsiz banka modeli sunmak kabil değilmidir? Zira Bediüzzaman hazretleri faizi yerden
yere vurmakta ve toplumsal kalkınmanın faizden arındırılmış bir sistem olacağını salık vermekte
değilmidir?

14- Risale-i Nur’un esaslı, nurlu ve ihlaslı insanları nazarında #hizmethareketi bildiğim kadarıyla
ne üstadın devamı olarak ele alınmakta ne de tam anlamıyla (belkide hiç) nur talebesi kabul
edilmemektedir. Peki nurun talebelerinin en iyi bildikleri kader boyutu ve hikmet açısından #hizmet
hareketine Allah’ın izin vermesi ve bu kadar tüm dünyaya teşmil etmesi sadece bir takım esnaflarla
ve karizmatik islamî önderlikle mi açıklanıyor? İsm-i Rahim ve Hakim muvacehesinde #hizmet
hareketinin var olup yaygınlaşmasının (Allah’ın buna müsaaede etmesinin ki Nur talebesi her şeyin
bu müsaaedeye ve izne bağlı olduğunu iyi bilir) hikmeti nedir?Yinede buna cevabınız varsa o zaman
insanlara alternatif bir hizmet modeli sunmak zorundasınız. Zira bu insanlar yıllardır okul,
yurt,hastane,üniversite,yardım kuruluşu vs.. açarak tüm Dünya’da dolaşıyorlar.

15- Malumdur ki risalelerde Allah’ın esma tecellileri anlatıldığı yerlerde yol kenarlarında ki kurumuş
ot ve dikenlerin üstlerinde tecelli eden Allahın ismini tüm arz’a yayılma ve heryere o ismi yansıtmak
için insanların ve hayvanların ve rüzgarların üzerinde çok uzak yerlere gittiği anlatılır. Bu çerçevede
#hizmet hareketini değerlendirip, Allah’ın bu insanlara izin verip Vüdd (sevgi muhabbet) nasip

310
ettiği bir topluluk olarak ele alınıp ve tüm dünyaya ismini yayması için gönderdiği gönül erleri
olarak ele alınması kardeşlik hakkı değilmidir?

16- Risale-i Nur’lar hayatın içine –çayın içindeki şeker gibi- nasıl yedirilip katılabilecek?

17- Bu hususta #hizmet hareketinin başlattığı OKUL-TUSKON-KİMSE YOKMU?-OKUMA


ODALARI – BANK ASYA gibi projeler CEHALET-FAKİRLİK-İFTİRAK düşmanları için alternatif
olamazlarmı? Bunu Bediüzzaman’ın ‘’bir şey bütünüyle elde edilmezse büsbütün terk de
edilmez’’ düsturunca değerlendiremezmiyiz? Bu projeleri hayat evresine taşıyamamışların destek
olmamasına gıbta damarları eğer engel olmuş ise hiç olmazsa bu müesseseler kapatılmaya çalışılırken
– hiç olmazsa- tavsiye babında ‘Bu kurumlar yüz akıdır. İlişilmemeli ‘’ diyerek görüş beyan etmeli
değimliydi? Abdullah Aymaz gibi Fenafi’r Risale bir insan bile ‘’Tamam bizi nur talebesi kabul
etmiyorsunuz Müslüman kardeşinizde mi değiliz?’’ diyerek veciz bir şekilde gönül koymadımı?

18- Hastalar risalesi okuyanlar Hastane yapmak için,bakımevleri açmak için neden bir araya gelmez?
Gelenlere ise neden mani olunur?

19- “Ve ma überriü nefsi innen nefse le


emmaratüm bis sui illa ma rahime rabbi inne rabbi ğafurur rahiym : (Bununla beraber) nefsimi
temize çıkarmıyorum. Çünkü nefis aşırı şekilde kötülüğü emreder; Rabbim acıyıp korumuş
başka. Şüphesiz Rabbim çok bağışlayan, pek esirgeyendir.” (Yusuf 12/53) ‘’âyet-i kerimesinin
sırrıyla nefs-i emmareme itimad edemem. Nefis kusursuz olmaz. Fakat şimdi bu zamanda ejderhalar,
ifritler hükmünde dinsizlik komitelerinin hücumları ve tahribatları zamanında, müdafaamda, bende
görünen o sinek kanadı kadar kusurları görmek, o hücum edenlere bir yardım hükmüne geçmektir. Ve
on adet muhtaçlardan beş altı biçareyi Nurun ilâçlarından mahrum etmektir.’’ Burada Ustad’ın dikkat
etmemizi istediği noktaya bugün Nurcular kendisi dikkat etmeden Hizmete alenen bir tavır içine
giriştikleri görülüyor.Hizmet hareketi tevazu ve mahviyetle mü’min kardeş gruplarıyla muameleye
dikkat etmesine karşın onlara darbe indirenlere sessiz kalmak veya destek olmak insanların
hizmetlerden aldıkları imanî,insanî,ahlakî hizmetlere ket vurmak demek olurki bu büyük bir vebaldir.
Nuriye Çeleğen’in beyan ettiği gibi ‘’Ablalara gitmeyi bırakan öğrencilerimi gördükçe bu büyük
vebali yüklenmenin nasıl bir hal olduğunu düşünüyorum’’ diyor kendisi.

NOT : Bediüzzaman’a aşağıda tevcih edilen sorular ve cevabı gayet manidar değilmi? Hizmet
Hareketini kader-hikmet boyutunda hiçbiryere koyamayanlara bakın Bediüzzaman gayet insaflı olarak
bu hususta neler diyor :

“Sual: Ulemâya pek çok itab edilir, hatta…


Cevap: Büyük, hem pek büyük bir insafsızlık
Sual: Neden?
Cevap: Ademin kabahatine vücut vermek kadar ahmaklıktır.
Sual: Ne demek?
“Cevap:

Bir zâtta ilim, adem-i hilim ile iktiranı cihetiyle, adem-i hilimden neş’et eden kabahati ile ilmi
mahkûm etmek ne derece eblehliktir. Öyle de, İslâmın kudsiyetini daima telkin eden ve ahkâm-ı
diniyeyi iktidarlarınca tebliğ eden ve şimdi millet-i İslâmiye mabeyninde en ziyade hürmet ve
muhabbet ve merhamete müstehak olan bîçare ulemâyı, zamana yakışacak ulemanın adem-i
vücudundan neş’et eden kabahati ve günahıyla mahkûm etmek ve o kabahat ve o günahı o
bîçarelere haml etmek ahmaklık değildir de ya nedir?”
“Evet, vücutlarından zarar gelmemiş, istediğimiz ulemanın ademinden gelmiştir.”
“Zira zekîler galiben mektebe gittiler. Zenginler, medresenin maişetine tenezzül etmediler.

311
Medrese de -intizam ve tefeyyüz ve mahreç bulunmadığından- zamana göre ulemayı
yetiştiremedi. Sakınınız! Ulemaya buğzetmek bir hatardır.”(1) (Munazarat)

Hizmet’e niye düşmanlar

DP-AP-ANAP sağ tabanı itibariyle değil, kendine has özellikleriyle AKP çizgisinin Hizmet hareketine
düşmanlığa da varabilen soğukluğu iki sebepten kaynaklanan bir hazımsızlığa dayanıyor.

Hizmet, 1970’lerin başından itibaren Türkiye sathında dalga dalga yayılırken, illerde ve ilçelerde
bazıları köylerden göçmüş, İslâm, İslâm’a hizmet denince öne çıkan ve nihayet büyük çoğunluğu
AKP’de karar kılan “İslâm hassasiyetli” bazı kesimler vardı. Günlük hayatlarında İslâm’ı iyikötü
yaşama gayretindeki bu kesimler, “sağ taban”ın Müslümanlığını yetersiz buluyor ve bir şekilde azçok
İslâm’a hizmet etmeye de çalışıyorlardı. Bunlar ve içlerindeki bilhassa orta veya yüksek tahsil
yapanları, İslâm’a hizmet ederken rahatlarını da çok bozmak istemiyor, dünyalarını da bir şekilde
güzel yaşama peşinde, gençlik çağlarında idealist (gibi) olsalar da, meslek sahibi olup, evlenip
dünyaya karışınca idealleri pörsüyen gruplardı. Hizmet ise, müntesiplerinin üstün gayretleri,
fedakârlıkları, hizmeti sadece Allah rızası için bir vazife olarak yapıp, Cennet’i bile hizmete aslî gaye
yapmayı ihlâsa uygun bulmayan samimiyetleri, İslâm’ı yaşamadaki daha derin hassasiyetleri ile evler,
yurtlar ve okullar açarak yayılmaya durunca söz konusu kesimlerin vicdan konforlarını bozdu.
Ankara’da Hizmet mütevellisinden bir zatın anlattığı şu küçük hadise, bu gerçeği bir yanı
itibariyle açıklamaya yetiyor: “İşimi babamla birlikte yürütüyoruz ve ortak kasadan herkes
ihtiyacına göre harcıyor. Babam da her yıl şu veya bu yere din adına bir miktar teberruda
bulunmaya çalışır. Senenin birinde dedi ki: ‘Oğlum, bu yıl biraz fazla verelim.’ ‘Ne kadar
verelim baba?’ dedim. ‘Bir milyon lira verelim!’ dedi. Babamın bir milyon lira vermeyi fazla
verme olarak gördüğü yıl ben Hizmet için 300 milyon lira vermiştim.” Bu çok büyük farkın sözü
edilen kesimlerin vicdanlarında kendilerine karşı meydana getirdiği rahatsızlık, nefislerinde imanın da
önüne geçebilen bir hazımsızlık ve kıskançlığa yol açtı.

Hizmet’e düşmanlığa varabilen soğukluğun ikinci sebebi ise şudur: Sözü edilen kesimler, uzun
soluklu, nefsin ve dünyanın rağmına, almaya değil vermeye ve fedakârlığa dayalı hizmete
koyulamayıp, 1960’lardan itibaren yayılmaya başlayan Türkiye İslâmcılığının da tesiri altında
siyasîleşmeye durdular. Siyasî yoldan “devlet”e sahip olmayı İslâm’a “gerçek, Tevhidî ve kestirme”
hizmet olarak görmek, Hizmet karşısında vicdanlarını da soğutuyordu. Artık kendilerini İslâm’a
hizmet yolunun sahipleri olarak görüyor, Hizmet ve benzeri hizmet cemaatlerini Tevhidî olmamak,
“düzenci” olmak, “Amerikan İslâm”ına kapılmak gibi suçlamalara tâbi tutuyor ve Hizmet dâhil, bütün
cemaatlerin kendilerini şartsız desteklemelerini, hattâ kendilerine biat etmelerini istiyorlardı. Devlet
kademelerinde yer almaya başladıkça da bir yandan “devletleşirken”, diğer yandan “tuttukları
bal” sebebiyle parmaklarını gittikçe artan miktarlarda yalamaya başladılar. Oysa Hizmet, ilk
günkü çizgisinde, aynı temel düsturları temelinde, tamamen kendi imkânlarıyla ve kendisi olarak bu

312
defa bütün dünyada yayılıyor ve her tarafta itibar görüyordu. Devlet kademelerindeki Hizmet
mensupları da parmaklarına bal bulaştırmamaya azamî gayret gösteriyorlardı. Bu da, AKP çizgisinde
daha bir vicdan rahatsızlığı ve nefsanî hazımsızlık meydana getirir oldu. Ve nihayet, Hizmet’ten
kurtulmadıkça rahat edemeyecekleri, vicdanlarını susturamayacakları sonucuna vardılar.

Bir şey unutuluyor: İnsan ne kadar tefessüh etse de, yaptığı kötülükler taşınması zor yük halinde
vicdana oturmaya devam eder ve ona kaybettirir. Kabil, bir prototiptir. 21 April 2014-ZAMAN

O BİZİM SAMSUNLU MEHMET ALİ HOCAMIZ-SALİH CAN

Gönlü ötelere açık ve müştak bir hak dostunun bizzat temessülen gördüğü bir hadisede 3 büyük
zatı görür. Hasan-ı Basri (ra), İmam-ı Azam Ebu Hanife (ra) ve Mevlana Celaleddin-i Rumi
(rh). Bu mübarekleri gördüğü için sevinir. Ellerinde bir defter vardır. Dikkatlice bakar ve
üzerinde birçok isim yazılı olduğunu görür. O isimlerin ahir zamanda İman ve Kur’an
hizmetlerinde olan ve olacakların isimleri olduğunu öğrenir. İsimlere dikkatlice nazar eder ve
okur. En başta Bediüzzaman Said-i Nursi’den başlayarak , o’nun saff-ı evvel talebeleri ve bilinen
ve sevilen abi ve ablaların isimlerini görür. Bu üç büyük kişi, isimler arasında bir kişiye temas
etmektedirler.O kişi ihlası ve sıddıkiyetiyle ve sadakatiyle bildiğimiz ( Allah beni onun bu
yönlerine şahitlerden yaz) Mehmet Ali Şengül’dür. Hizmet insanlarının Hocaefendi’nin hitabıyla
bildiği şekliyle ‘O sizin Samsunlu Mehmet Ali Hocanızdır’.

İsimler arasında üzerleri silinen isimler görür. Onların kim olduğunu merak eder fakat söylenmez.
Olurki tövbe kapısı açıktır ve tövbe ederler veya başka hikmetlere binaen isimler gösterilmez.

Samsunlu Mehmet Ali Hocamıza işaret eden zevat-ı muhterem, aynı zamanda nurani dairenin hayat
evresi ve sonrasında üzerinde yükseleceği özelliklere sahip insanlardır. Ve temessülende onlar
görünmüştür. Nasılki her zaman İmam-ı Ali (ra) ve Şeyh Abdülkadir-i Geylani’nin (ks)
pişdar,önder,rehber ve destekçi olduğu bu dava aynı zamanda bu 3 zat ile de – Allahu A’lem-
desteklenmektedir.

Samsunlu Mehmet Ali hocamızı görüp zorlada olsa elini öpüp duasını alma şerefine erdim. Bu zamana
kadar çok zatlar gördüm lakin mülayemet ve tevazunun abideleştiği bu ölçüde birisine şahit olmadım.

İhtilal yıllarında hapishanede yatar. İşkencelere uğrar. Az kişi bilir fakat fiziki işkenceye maruz kalır.
Hücre hapsinde kalır. Ayak altlarının derileri simsiyah biçimde soyulur (muhtemelen falakadan).
Kafası beton duvarlara çarpılır. Bunun neticesi olarak kafatası çatlar.

Birgün emniyet binasında 7.kattan birisinin düştüğünü görür. Esasen düşmemiş ama yukarıdan işkence
sonrası aşağıya atılmıştır. Raporu ise ‘intihar etti’ diye tutulur. Böyle bir ortamda ve mekanda aynı
yerde sorguya alınır. Herşey ve yol denenir. En son gözleri bağlanır ve bir pencereye çıkartılır. ‘Yukarı
kattan seni aşağıya atacağız ‘ derler.

Suçlu olmadığı için dediklerini kabul etmez. Kendi kendisine ECEL BİRDİR TEGAYYÜR ETMEZ
manasına ‘ÖLÜM BİR KERE BAŞIMA GELECEK’ der. Ve pencereden gözleri bağlı biçimde
aşağıya ittirilir. Sonradan yukarı kat olmadığı ve alt katta 1-2 metrelik bir cam olduğunu anlar.
Ölmemiştir ve gözleri bağlı bir şekilde yerde durmaktadır. Polislerin konuşmalarını duyar. Amirleri
‘Bu adam ölümü göze almış bırakın gitsin’ dediğini işitir. Ve serbest kalır.

Serbest kalır ama çile bitmez. Bu kez de Diyanetteki hocalık görevinden uzaklaştırılır. Tam 9 sene
görev yapamaz. 9 sene sonrasında iade-i itibar verilir ve görevine geri döner.

313
Kendi ifadelerinde 22 yaşında Fethullah Gülen Hocaefendi ile tanışır. Tahta kulubede Cuma namazı
sonrası ikindi namazına kadar hasbihal ve tanışıklık neticesi Hocaefendi’ye kendisinden ilim
öğrenmek istediğini söyler. Hocaefendi ise tevazuyla ‘Ben ilim öğretmiyorum ama istersen karşılıklı
ders müzakeresi yapabiliriz’ der. O gün bugündür Hocaefendi’nin sadık yarânıdır.

Münafıklar-ABDULLAH AYMAZ-ZAMAN

Muhyiddin Bey’in büyük dedeleri Türkiye’den Mekke’ye hicret etmiş, oradan Lübnan’a, Lübnan’dan
da Amerika’ya göç etmişler. Emlakçılık yapan Muhyiddin Bey’e ev kiralamak için birkaç gencimiz
başvurur.

Amerikalı yaşlı bir kadının bunlara uygun bir evi vardır. Ama kadıncağız “Yarın kirayı vermez evi
tahrip eder giderler, ben nasıl uğraşayım?” diyerek vermek istememektedir. Ömründe hiç kimseye
kefil olmayan Muhyiddin Bey’in kalbi bu gençlere ısındığı için hiç düşünmeden “Sen evi bunlara ver.
Ben her şeylerine kefilim.” der. Kadın, kendisini tanıdığı için hemen kabul eder. Altı ay sonra
kadıncağız, ağlayarak Muhyiddin Bey’e telefon eder. Kadın, “Ben şimdi ne yapacağım? Bunlar
gidiyor.” demektedir. Muhyiddin Bey, telaşlanır. Kadın, “Bunlar çok dürüst çocuklar. Kiralarını
veriyorlar. Evladım gibi, bütün ihtiyaçlarımı görüyorlar. Bunlar gidince ben ne yaparım? Bunlar gibi
çocuklar varsa, evimi onlara vereyim.” deyince meseleyi anlar.

Bir gün tıraş için gittiği İtalyan berberin, Kur’an meâli okuduğuna şâhit olur. Kendisine bunu,
gençlerin verdiğini anlar. Sonra der ki: “Dedem, babamdan dindardı. Babam, benden dindardı. Benim
çocuklarım ne olacak, diye düşünüyordum. Ama böyle insanların yaşadığı bir ülkede üzülmeme gerek
yok. Çocuklarımı bunlarla tanıştırayım.” Gerçekten iyice yakın olunca bakar ki, bunlar kimseye ‘gelin
bizden olun, bizi dinleyin sadece’ demiyorlar. Herkesin daha iyi olmasını istiyorlar.” Bunları bize
Muhyiddin Bey gözyaşları ile anlattı.

İşte bu yakınlaşmadan sonra Mısırlı doktorlarla bizi tanıştırdı. Peki önceki yazımda bahsettiğim, Dr.
Muhammed Kaf’ın uçarcasına Ürdünlü Çerkez Hoca’nın elinden kapıp “Bu benim. Ben böyle tefsir
görmedim!” dediği İşârâtü’l-İ’caz tefsirinde münafıklar hakkında neler neler yazılıydı?

Bakara Sûresi’nin başında sekiz âyet müminleri anlatıyor. Sonra iki âyet kâfirlerden bahsediyor. Ama
on üç âyet münafıkları vasıflarıyla anlatıyor. İşte, onlardan bu kadar uzun bahsedilmesinin sırrını da
Üstad Hazretleri şöyle izah ediyor:

Birincisi: Düşman meçhul olduğu zaman daha zararlı olur. Kandırıcı olursa daha habîs olur. Aldatıcı
olursa, fesadı daha şiddetli olur. Dâhilî olursa, zararı daha büyük olur. Çünkü dâhilî düşman, kuvveti
dağıtır, cesareti azaltır. Hâricî düşman ise bilakis bağlılığı artırır, safları sıklaştırır. Münafıklığın
İslâmiyet’e karşı cinayetleri pek büyüktür. İslâm âlemini zelzeleye maruz bırakan münafıklıktır.
Bunun içindir ki, Kur’an-ı Kerim, âyetlerle uzun uzun onlar üzerinde durarak bütün alçaklıklarını ve
ihanetlerini anlatmıştır.

“İkincisi:

“Üçüncüsü: Alaya alma, aldatma, ikiyüzlülük, hile, yalan, riya gibi kötü ahlâklar münafıkta vardır.
Kâfirde o derece yoktur. Onun için uzunca münafıklar hakkında bilgi verilmiştir.

314
“Dördüncüsü: Çoğunlukla münafıklar, ehl-i kitaptan; (okumuş-yazmış tabakadan) oldukları için,
şeytanî bir zekâ sâhipleri olup, daha hilekâr, daha sinsi ve desiseci olurlar. İşte bu durumdaki
münafıklar hakkında mânalı uzatma belâğatin tâ kendisidir.

“Eğer o münafık, bir yandan kendisine nasihat edenleri kandırmaya, öbür taraftan ‘Ben ıslah edici bir
insanım’ diye yaptıklarını haklı göstermeye çalışırsa, yani nasihat tesir etmezse, artık onun hastalığının
devası yoktur. Yalnız, onun fesadı halka sirayet etmesin diye, onun tuttuğu yolun zararlı ve fena
olduğunu ilân etmek lazımdır ki, herkes ondan korunmaya çalışsın.”

İşârâtü’l-İ’caz’dan kısa bir bölümünü aktarmaya çalıştığım ifadeler böyle… Peki yüz sene önce
yazılmış, çağları delen bu sözlerden bugün biz ne anlıyoruz? Şöyle bir etrafımıza bakalım. İslam’ı
yıkmak için çalışan birtakım garplılar kadar, hatta daha fazla şarkın münafıkları zararlı olmuştur. Bu
marazlı-garazlı nifak yumakları, ihanet sarmalları ile bizleri içten sarsmışlardır. Bütün bunlardan sonra
artık uyanmalıyız. Hadis-i şerifte beyan edildiği gibi “Bir Müslüman bir delikten iki defa ısırılmaz!..”
Öyle değil mi?

Hocaefendi’yi anlamak AHMET SELİM-ZAMAN-27.04.2014

Misafirlerimiz yeni gelmişti. Hatırlıydılar, önemliydiler, çoktan beri de görüşmemiştik. Karşılıklı


memnuniyet içinde hasbihale yeni başlamıştık ki, STV’den Hocaefendi’nin sünneti, hadisi anlatan sesi
yükseldi.

Bambaşka bir konuşmaydı. Heyecanlandığımı hissettim ve hemen, izin isteme kararına vardım:

- “Lütfen mazur görünüz. Ben arka odaya geçmek ve bu konuşmayı notlar alarak dinlemek
durumundayım...”

Ev halkı dahi şaşırdı. Böyle bir durum daha önce vuku bulmamıştı. Misafirlerim konusunda ne kadar
hassas olduğumu bilirlerdi. Bu alışılmış bir vaaz değildi. İlmî bir konferansa benziyordu. Tarifte
güçlük çekiyorum, daha fazla bir şeydi... Büyük bir tefekkür hazzı duyarak dinledim. “Belki ağır
gelecek. Ama ilmin ve tefekkürün bu seviyesine ve üslubuna da alışmanız gerekir!” der gibiydi.
Programdan sonra ilmine ve basiretine çok güvendiğim nâdir dostlarımdan biri telefon etti... “Dinledin
mi?” “Dinledim.” Aynı kanaati paylaşıyorduk. Dostumun ricası şuydu: “Bu konuşmanın kasetini temin
edebilirsek çok sevinirim.”

Hocaefendi “21. Asrın bir mütefekkir dervişidir, bir tefekkür çilekeşidir.” “İşte böyle olur” dedirten ve
yapılamayan bazı izahlara cevap teşkil edici özel halini vasıflandırma gayretiyle bu tâbirleri bilhassa
kullanıyorum.

Muradımı biraz açıklamaya çalışayım...

Ahvâl-i zaman, öyle bir hayat tarzı icbarı halinde bir atmosfer gibi insanları kuşatır ki; şekvâcı olan da
bazı tesirleri üzerinde taşımaktan kurtulamaz. Dün böyle değildi. Bugün dervişlik çok zor! Dervişlik,
‘gönül adamı’ olmanın safvetini yaşamaktır. Bir seciye, bir üslup halinde yaşamak... Mefhumu budur.
Hırkayı falan geçin.

Söylemek kolay. “Halk içinde Hak ile...” Fakat, büyüyen imtihanlar dolayısıyla, uygulamak çok zor.
Zaman değişti ve dahi zorlama tevil arayışları çok yoğunlaştı!..

“Vakit ve mecal yokluğu” şikayeti, hayat tarzı icbarından etkilenmenin malum tezahürleri arasındadır.
Bu aslında, insanın kendi kendisiyle baş başa kalmaktan kaçışının da tezahürüdür...

315
Hangi tevile sararsanız sarın, neticenin yaşanmasını önleyemezsin. Hayat tarzı icbarına yenik
düşmenin veya onun tesirinde kalmanın zaruri neticesi; tefekkür yokluğudur, tefekkür kifâyetsizliğidir.
Manevî muayyeniyetin kaideleri size bu mahrumiyeti yaşatır. Kurtulamazsınız! Gönül adamı olmadan
tefekkür yolcusu olunmaz. Bunu anlatabilmek için, birçok ‘usul’ makalesi yazdığımı herhalde
hatırlayacaksınız. Hocaefendi, izahlarının içinde adeta hal diliyle en sarp meselenin şerhini de izhar
ediyor.

Son derece hassas bir ruha sahip. Fakat o hassasiyetinden, muhabbetimiz adına dahi şikâyetçi
olamayız. Hakkımız yok. Onun gözleri yaşaracak, yüreği sıhhatini sarsacak; bütün bunlar yol nasibinin
gereği... Dua ederiz de, ‘nasıl?’ını bilmeyiz. Allah bilir, onu da, her şeyi de bilir.

Ama anlamaya çalışmalıyız. Bunu yapabiliriz. Bunu yapamazsak, işimizi çok zorlaştırmış oluruz.

‘Manevî nasip’le ilgili haksızlıklar, duyarsızlıklar, gayretullaha dokunur. Türkçesini söyleyeyim:


Allah’ın gücüne gider. Kul hakkı olmaktan çıkar. Ne teselli etmek haddimdir, ne de tezkiye etmek.
Ömrüm had bilmek çırpınışları içinde geçti. Allah’ın izniyle, bu türlü hatalara düşmem.

Ama yüreğimde bir sızı var... Bir tefekkür sızısı... Onun manasını, hem de bütün duygusallığımdan
sıyrılmaya çalışarak, belirtmek ihtiyacındayım. Tefekkür emekçisi bir yazar olarak bunu görev bildim.

Bu yazı 6 Ocak 1997’de yazıldı. Ben hâlâ aynı noktadayım. İlk defa açıklıyorum: Hocaefendi
hakkında 600 küsur sayfalık bir çalışmam var, titizliğimden tamamlayamıyorum. Belki de ölümümden
sonra neşrini vasiyet edeceğim, dünyevî bir beklentim olmadığını sarâhaten göstermek için. Giderken
“ben bunu anladım” diyeceğim.

NOT: “İftirâ öyle bir âfettir ki, içinde yalan, zulüm, bühtan, dalâlet, hıyânet, nankörlük, kalleşlik,
densizlik, fısk u fücur, fitne ü fesat, her türlü redâeti barındırır. Ve Hak- Hakikat Rüzgârı, her iftirayı
müfterinin alnına yapıştırır.”

Nasıl ve ne zamana kadar?

Seçimlerden sonra gittiğim bir şehirde bir arkadaş, ilk karşılaşmamızda “Hocam, sizi çok diri
gördük!” dedi. “Diri olmamam için bir sebep mi var?” dedim.

Kendine has çizgisi olan, reaksiyoner değil aksiyoner ve ferdiyet makamına mazhar bir Hizmet, kendi
yolunda karşılaştığı her durumda usule uygun davranmışsa, çıkan her netice hayırdır ve lehinedir.
Peygamber Efendimiz (s.a.s.) Uhud Savaşı öncesi gördüğü bir rüya üzerine -ki, peygamberlerin rüyası
vahye dâhildir- daha sonra Hendek Savaşı’nda yaptıkları gibi, Medine’de kalınıp, müdafaa savaşı
verilmesi taraftarıydı. Fakat İslâmî idarede istişare asla vazgeçilemez bir esas olduğu ve savaşa
katılacak her ferdin savaşla ilgili istişarede söz hakkı bulunacağı için ordusuyla istişare etti. Çoğunluk
cephe savaşı verme yönünde irade beyanında bulununca Efendimiz (s.a.s.), söz konusu rüyasına göre
belli bir mağlûbiyetin yaşanacağını bile bile istişareden çıkan karara uydu. Çünkü rüyasında bir
neticeyi görmüş, bir emir almamıştı. İstişare asla vazgeçilemez bir esastı. Dolayısıyla usulde bir hata
yapılmadı; başka sebeplerle kısmî bir mağlûbiyet yaşandı; fakat usule uygun davranıldığı için Uhud,
İslâm’ın gerçekleşme sürecinde Bedir’den asla daha geri değildir; Uhud, münafıkların, posaların,
içilmemesi gereken sulardan içenlerin, zayıf kalblilerin ayrışma sürecinin, dolayısıyla iman saflarında
bir tasfiyenin, bir safîleşmenin adıdır. Ve Cenab-ı Allah (c.c.), Uhud Savaşı münasebetiyle indirdiği
âyetlerde “İdarî meselelerde onlarla istişare et!” diyerek, bir defa daha istişareye vurguda bulundu.
Hizmet hareketi için önemli olan, kendisini daima iki endam aynasında kontrol edip, ona göre
ayarlamasıdır: Allah ile münasebet ve hizmet düsturlarından asla sapmama. Bu iki noktada hata varsa,
galibiyet gibi görünen sonuçlar mağlûbiyete dönüşür; hata yoksa, mağlûbiyet gibi görünen neticeler,
aslında galibiyettir.
316
Hizmet hareketi, bundan böyle de kendi aksiyoner çizgisinde yoluna devam edecektir. Meşrû
çizgide meşrû sebeplere riayette kusur etmeyecek, fakat neticenin daima yapılanlardan dolayı değil,
tamamen Allah’ın lütfu olduğu gerçeğini asla unutmayacaktır. Hz. İbrahim (a.s.), hanımı Hz. Hacer ve
oğlu Hz. İsmail’i (a.s.) “kuş uçmaz, kervan geçmez” Mekke toprağında bıraktığı zaman Hz. Hacer,
“Buraya bırakılmamızı emreden Allah, bize su da, ekmek de gönderir!” diyerek oturmadı. Derhal önce
su aramaya girişti; büyük bir heyecanla, bir defa gidip gelmesi etrafı görmesi için kâfi iken Safa ile
Merve arasında yedi defa koşturdu. Üzerine düşeni hakkıyla yapmıştı, ama Allah (c.c.), neticeyi onun
sa’yiyle vermedi; su, bebek İsmail’in ayaklarının altından, bir mucize olarak kaynayıverdi. Hendek
Savaşı’nda iman ordusu ya hendeği atlayıp düşmanı yenecek ve kuşatmayı kıracaktı -ki, mümkün
değildi; veya aylarca dayanacak ve düşmanın kuşatmayı kaldırmasını bekleyecekti. Şartlar ve imkânlar
bunun da mümkün olmadığını gösteriyordu. Fakat onlar, tek bir kişi kalmayıncaya kadar müdafaaya
devam etme azmindeydiler. Allah, bu niyetlerini ve sebatlarını gördü ve düşmanı kendi gönderdiği
kasırga, fırtına, toz ordularıyla mağlûp etti. Mü’minlere düşen, kendi yollarında yapmaları gerekeni
yapmaktır; zafer ise, daima Allah’ın lûtfu olarak ve umulmadık tarzda gelir ve o, bilhassa nihaî netice
adına balığın karnındaki Hz. Yunus (a.s.) misalinde olduğu gibi, ortada tutunacak sebebin kalmadığı
âna, dolayısıyla Tevhid nuru içinde Ehadiyet’in inkişafına, yani, mü’minlerin bütün kalbleriyle ve
ızdırar içinde Allah’a yönelebilmesine bakar. Yaşanacak süreç, yine aynı süreçtir.

Ali Ünal, Zaman, 28.04.2014

Ortak akıl kazanır! Faruk Arslan | Nisan 30, 2014

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, ne yapacağını şaşırdı, Anayasa Mahkemesi’ne de savaş açtı. Başkan
Haşim Kılıç’a, “Almanya imamı” diye manşet atılan Alman Cumhurbaşkanı Gauck’a ve Fethullah
Gülen Hocaefendi’ye söyledikleriyle Erdoğan popülistlikten çıktı, resmen çıldırdı. Yeni MİT yasası
devlette konsensusu bozdu. Milliyet, Sabah, Türkiye, Yeni Şafak, Star, Takvim, Akşam, Vatan ve
Habertürk’deki Alo Fatih hatları, Kılıç’ı dahi infaza, lince yeltendi. Sonuçta devletin ve şahsı
manevinin ortak aklı kazanacaktır, devleti rayından çıkaranlar yargı önünde er veya geç hesap
verecektir. MİT darbe ekibi ve sandık, yolsuzluğu aklayamaz.

Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın yaptığı “Paralel yapı iddiası delillerle ispat edilmeli”
çağrısına Erdoğan halen bir yanıt veremedi. Bütün dinlemeleri delilsiz Hizmet Hareketi’ne yıkan
Erdoğan, MİT, Ergenekon ile ortak AKP’nin kaset ve dinlemelerin merkezi haline geldiğini böyle
gizleyemez. AKP’de genel başkan yardımcılığı yapan eski Mersin Milletvekili Dengir Mir Mehmet
Fırat, “sürek avı var ve halk kasten ikiye bölünüyor” görüşünde.

Erdoğan’ın, kendisini ya da hükümeti eleştirenlere ‘sizin de galiba kasetiniz var’ diyerek, sindirme,
susturma veya konuşturmama çabası var. Adama sorarlar, başkalarının kasedinin olduğunu nereden
biliyorsun? Erdoğan’ın, Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç ile ilgili ‘şantaj kaseti var’ iddiası,
ülkeyi oynatan kaset patronunu anlayana, basireti olana, uyanmak isteyene gösterdi. Ertuğrul Günay,
Erdoğan’ı hükümeti eleştiren herkesi ‘sizin de kasetiniz var’ diyerek sindirmeye çalışmakla suçladı.

Yalan ve iftiralarına devam eden ve bühtanı marifet sananlar tevbe edeceklerine günahlarına gerekçe
uydurmakla, delil karartmakla meşgüller. Allah’ın koyduğu sınırlar ve şeriat Kur’an’da ve Hadis’te net
bellidir, kamudan çalmak suçtur, bunun hiç bir gerekçesi olamaz, suçlu elbette hesap vermelidir.

Askeri vesayetin irtica, mürteci, 163. madde, Kubilay sendromu toplum mühendisliği bugün cemaat
fobisi ve paralel iddiası ile yaşatılıyor. Hayatım zulmeden zalimlere başkaldırı ile geçti.18 yaşımda
Genelkurmay ve Milli Savunma Bakanlığı’nı irtica adlı bir suç yok diye dava ettim. Sovyetlerden yeni
çıkmış Azerbaycan’a 1991 sonu gittim ve 7 yıl kaldım, Sovyet tarzına karşı nasıl mücadele edilir iyi
317
bilirim, bugünlerde Sovyetlerin çöküş döneminden beter haldeyiz. Komünist Sovyet ülkelerinde neyin
hukuk içi, neyin dışı olduğuna 12 kişilik Polit Büro karar verir, medyada tek renk olurdu, aykırı
haindi!

Yeni MİT yasası ile gazetelere yayın yasağı getirildi ve yayıncılar hukuki baskı altına alındı. Devlet
hiç bir zamanı bu kadar alçalmamış ve ayrımcılık bu kadar belirgin olmamıştı. Küçükleşen MİT
gazetecilerine Cem ü cümbür cemaat fitneci diye yazarsanız yeni MİT yasası ile hapsi
boyluyacaksınız, bu şekilde kanunsuzluk yapanlara dur denemez. Geçmişte Kaşif Kozanoğlu gibi
MİTciler Mafya ile işbirliği yaptı, bu kanunla resmen mafyalaşır.

İnternet ve sosyal iletişim ağlarına erişimin kısıtlandığı, eleştiri yapan gazetecilerin işten çıkarıldığı
hatta yargılandığı karanlık bir dönem yaşıyoruz. Ortada tek sorun var ve cevabıda net. Kamu parasını
kimin çaldığı belli. Cemaatı günah keçisi yapmakla sorumlular yırtamazlar, adalet tecelli eder bir gün.
Hak ile batıl elbet ayrılacaktır.

Global ve yerli fitneciler, Hizmeti anlayamıyor. Çünkü şahıs merkezli değildir, lidere muhtaç değildir.
dışarıdan bakanlar bunu anlayamaz. Hizmetin temeli Kuran ve Hadistir, sahabe kültürüdür. Hocaefendi
ben ölsem bu hizmet yüz kat büyüyecek diyor ve çok samimi bu konuda, tevazu yapmıyor. Bu
hizmette şeyhlik ve müridlik yoktur, tarikat veya kült değildir, İslam’ın Sünneti Vel Cemaat ana
caddesidir, yan yollar elbette puslu hava durulduğunda ana yola çıkacaktır. Devletin baskıcı siyasal
İslam anlayışı tebliğ makamını yalancılıkla temsil edemez. İhlas, samimiyet ve kardeşlik bu hizmetin
üç temel ilacıdır, hayatımızın sonuna kadar nefisle mücadele sürecek, kimse mükemmel değildir.

Ahkam kesen, tepede sırça sarayda oturan teorisyen değilim, halkın tam içinden geliyorum.
Akademide kullandığım dil ile gazeteci dilim aynı değil elbette. Ate et ite ot vermem. 30 yıldır hizmeti
tanıyorum, bu yolda kamil insan,dava adamı, insan yetiştirmede Kuran ve hadis beraber gider. Risale
tefsiri Kuran yorumudur, şahısların yetişmesinde halen temeldir.

Global ve yerli şer komitesinin devirmeye çalıştığı cemaat değil ortak akıldır, milletimizin ve İslam’ın
emanetidir bu ortak akıl, dolayısıyla yıkamazlar, bilakis yıkılırlar.Yüz yıl önce İslam sancağı
düştüğünde şahsı manevi de yok edildi. Üstad Said Nursi temelini attı, Hocaefendi milyonlarca insanın
emeğiyle tüm dünyada yükseltti. Kurulmuş bu şahsı manevi, Gavz-ı azam konumundadır; Hocaefendi
milyonlarca insanın emeğini gasp edecek kendine çıkacak biri değil, hak hukuk iyi bilir.Hakkın
muhatabı batılın karşısında Hocaefendi gözükebilir, ancak tek başına bunun sahibi değil ki,
milyonlarca insanın katkısı bulunuyor.

Hocaaefendi sıfır merkezli bir lider ve kendini hep hiç görür. Zaten şahsı manevi Hizmet’in ortak
aklıdır, şer şebekesi hedefini biliyor ve yıkmak için şimdi Siyasal İslam’ın dünyevileşmiş yozlaşmış
“Yeşil” kılıfındaki AKP’yi kullanıyor. Global ve yerli hiç bir fitne şebekesinin gücü, Hizmet’e şer ve
çamur atmaya yetmez, gerçek ortaya çıkar. Kalemimiz armut toplamıyor.

Hizmet 165 ülkede hizmete Anadolu insanının tertemiz himmeti ve insan gücü ile gitti. Tam bağımsız
olan dünyadaki tek hareket olan Hizmet’i kıskanıyorlar ve devletleştirip ele geçirmeye çalışıyorlar.
Dün Uzanları çekinmeden yazdım ülkeyi 50 milyar soymuşlardı kaçtılar, AKP ekibi Uzanların beş
veya on katı soydu net bilemiyoruz, elbette hesap soracağız.

Hikmeti hükümet mantığı ile cemaata vur olmaz. Cemaat kurbanlık koyun değil ki kesin beni desin.
Cemaate bedel ödetmek değil, post ve rant davasıdır dertleri! Cemaat sadece milletin emanetini
koruyor ve saldırılara karşı üslubunu koruyarak savunma yapıyor. Gücü eline alan zulmetmek istiyor.
Ülkenin 157 milyarı soyuldu, bu yetimin, Allah’ın ve tabi ki kamunun, hepimizin hakkıdır.

Nereye gidiyoruz? Faruk Arslan | Mayıs 3, 2014


318
Türkiye’nin nereye doğru gittiği konusunda endişeli olanların sayısı her geçen gün artıyor. Yakın
geçmişte ülkemizde 2002’den beri demokratik ve ekonomik bir devrim olduğuna inanan ve AKP
hükümetini yere göğe koyamayanlar şaşkın! Kanadalı akademisyenler, Batılı karizmatik düşünürler,
politikacılar, gazeteciler, özellikle Türk olmayan müslüman entelektüeller ve Türkçe bilen Türkiye
uzmanları, otoriter, Gestapo tarzında yönetilen Hitlervari bir Türkiye veya yeni bir Baas rejimi
istemiyorlar. İslam ülkelerine model olarak pazarlanan ülke imajımız hızla eriyor. AKP’li yoldaşlara
göre: “Hiç birşeycik olmaz, hepsi liderimizi kıskanıyorlar, seçim galibiyetini çekemiyorlar!”

İstanbul’a gittiğimde uğradığım yerler vardır, nargilecilerin adresini bilmezseniz ülkenin nabzını
tutamazsınız! Zira muhafazakar liberal kimlikle dolaşan “entel dantel takımı tontonlar” buralarda vakit
öldürür, lümpenleştiklerinin farkında bile değillerdir! “Hikmeti hükümet” söylemleri, güzellemeler,
sövmeler, sevmeler nargileden çıkan dumana karışır, keyifler gıcır olsun, ekonomik kriz olmasın yeter!

İstanbul’dan gelen zenginler zümresinden bir dostumla Manhattan’da gezdik, anlattı: “Fatih semtinde
Atbaşı meydanı yeni gözde mekanlardan artık, yılların eskimeyen Tophane’de Çınaraltı müdavimleri
makam mansıp elde edince, cepler kaynağı belirsiz bol para görünce Beyazıt nargilecilerine takılırlar.
Piyer Loti ve Florya kafe müslüman sosyete mekanıdır, Ahmet Hakan bile Nişantaşı kafelerini bıraktı.
Sonradan görme muhafazakar lümpenlerinin İstanbul’da yeni yuvasi kubbe midir, gabbe midir bir
türlü adını belleyemedim, bir kuytu nargilecisi daha bulunuyor.” Nargileci siyasal İslamcılar acaba
yanıbaşlarında ezan okunurken Fatih veya Kılıç Ali Paşa camisine namaz kılmaya giderler mi diye çok
gözlemledim? Merak İşte! Başörtülü hanımların erkeklerle çok rahat konuşup nargile püfürdetmelerine
suizan etmemek için kendimi epey zorladım. Mudo’nun dondurmacısında gördüğüm manzaralar pes
dedirtti!

“Kahrolsun İsrail ve ABD” derken, coca colasını içen, ayağında adidas, gözünde raybon gözlük, tepki
lazımsa Rabia işareti yapıp, keyfine devam eden bir nesil gördüm. Bunlar için rüşvet, haraç, komisyon,
yolsuzluk, yalan, dolan, iftira, imarda usulsüzlük, devlet ihalesinden haksız kazançla İslami hizmetler
yapmak helal ve caizdi. Milletin alın teri ve himmetiyle 160 ülkede koşturanlar ise birden bire “vatan
haini”, “casus”, sigara bile içmeyenler “haşhaşin” olmuştu ama olsun diyorlardı, yeterki rahatları
bozulmasın!

12 Eylül öncesi de puslu havada ortak referans ve değer yargılarını kaybetmiştik. Demokratik
toplumun karşı karşıya olduğu ciddi bir tehdit! Ergenekon dava sürecinde de bir tarafın demokrasi için
fırsat gördüğü davalar, diğer taraf için iktidarın muhalifleri susturma aracıydı. Toplumu kamplaştıran
bir “Ahzab ordusu” var. Bir taraf çürüme diyor, diğeri istiklal savaşı, birinin hırsız dediğine, diğeri
hayırsever diyor!

Türkiye’de demokrasi ve ekonomik devrime gözlerini çeviren Müslüman Ülkeleri hayal kırıklığına
uğratması, AKP ve Erdoğan’a günah olarak yeter! Bir süredir öyle adımlar atılıyor ki, düne kadar AK
Parti’yi hararetle destekleyenden, artık sadece hayal kırıklığı ve eleştiri duyuyorsunuz. Birileri bizi biz
yapan değerlerin altını oyuyor. Çevremiz kaynıyor. Suriye’deki çözülmenin faturası, 130 binden fazla
cana mal oldu ve 6 milyon müslüman, hem kendi ülkesinde mağdur, hemde can havliyle kendini
dışarı atarak zoraki mülteci haline getirildi. Peki, Suriyeli muhaliflerin 25 bin Suriyeli kadına savaş
ganimeti fetvasıyla, anlık Muta nikahı ile tecavüz ettiğinizden haberiniz var mı? 15 yaşındaki Suriyeli
kızların bin dolara yokluk çeken babalarından satın alınıp Arap zenginlerine cariye veya hizmetci
olarak satıldığını biliyor musunuz? Sanki övünecek bir şeymiş gibi Erdoğan, “1 milyon Suriyeli
mülteciye kucak açtık” dedi, geri kalan beş milyon mülteci ne alemde haberi var mı?

Amerikalı ve İsrailliler Erdoğan’ın kendisine aşırı özgüvenini kullanarak ülkeyi Suriye’de çamura
batırdı, ideal müslüman ülke imajı çizildi. Batılıların Suriye’de ikiyüzlü davranmasına neden
şaşırıyoruz. Bosna’da 300 bin müslümanın katilleri onlar değil mi? Erdoğan tuzağa düşürüldü.
AKP’lilere bakacak olursanız Erdoğan’ı kandıran ve kızdıran Obama olmuş. Sanki El Nusracıya CIA
319
yardım edin demedi gibi davranınca çileden çıkmış Erdoğan! Kendisini halife sanmıştı, gaza geldi.
BOP liderliği elinden alınınca uyandı, bölgesel liderliği İran’a terk edip içe döndü! Meğerse Suriye’de
Türkiye aldatılmış, ABD ve İsrail Türk atını Suriye’ye sürüp bir taşla kuş katliamı yapmışlar. Peki,
bizim Dışişleri, MİT ve başbakan neden hala yaptıkları onca yanlışı savunuyor?

Yakın günlerde tez savunmamda bulunan Dr. İdrisa Pandit ile Suriye konusunu özel bir yemekte
konuşurken, Erdoğan’ın Suriye müslümanlarını Afganistanlaştırmasına değindi. Waterloo Üniversitesi
İslami Araştırmalar Merkezi Başkanı Dr. Pandit, Katar şeyhi ve Suudi Kralının paraları ile Suriye
müslümanlarını iç savaşta birbirine kırdıran Erdoğan’a çok kızgındı. Suriye’de Sarin gibi kimyasallar
dahil 2000 tır silah satılan muhalifler içindeki sözde El Kaidacı El Nusra örgütü ABD tarafından
Erdoğan’a çakılmıştı! Peki satılan silahlardan niye rant sağlandı? Dr. Bessa Momani Türkiye uzmanı
bir Kanadalı akademisyen, Global and Mail gibi en seviyeli yayın organındaki yazılarında Erdoğan’a
‘artık yeter’ dedi.

Son 12 yıldır AKP ve Erdoğan’ı destekleyen Batı’daki karizmatik Müslüman akademisyenler, Suriye
iç savaşındaki kan nedeniyle Erdoğan’ daha yüksek sesle suçluyorlar. Dr.Bessa Momani, açıkca, “10
yıl iyidiniz ama artık bırakma vakti geldi” diyor. Eski tabulardan kurtulmaya başlayan Türkiye
Erdoğan’ın iktidar hırsı nedeniyle yeni tabular üretti ve ötekileştirdiklerini kimse inanmasada siyaseten
“iç düşman” yerine koydu. Basın özgürlüğü açısından MİT yasası endişe verici. Twitter, youtube
yasağı, HSYK, MİT yasalarında hükümet hesap verme yükümlülüğünü zayıflatma çabalarıydı. Bunlar
ülkeme yakışmıyor, sırıtıyor.

Nereye mi gidiyoruz? Toplumumuz çözülüyor, ülkemizi yolsuzlukla batan Malezya yapmaya


çalışanlar kukla ve cambazlara ‘neme lazım’ diyoruz! Kanuni Süleyman’a Şeyhüİslam Yahya Efendi,
‘devlet neme lazım dendiğinde çöker’ demişti. Yeni Türkiye, hukuk ve demokrasiyi üzerine
kurulacaktır.

320
321
Bir kuş kadar hafif ve özgürüm

ÖZEL HABER TUĞBA KAPLAN 4 Mayıs 2014, Pazar

Yeni Şafak ve Haber7'deki yazılarına son verilen Prof. Dr. Osman Özsoy'un geçen hafta da Haliç
Üniversitesi'ndeki derslerine son verildi. Vicdanıyla hareket ettiğini söyleyen Özsoy, “Yarın utanacak
bir iş yapmadığım için huzurluyum. Bu vicdani rahatlık, geleceğe dair birçok plandan daha evla.”
diyor.

Prof. Dr. Osman Özsoy, 17 Aralık yolsuzluk ve rüşvet iddiası operasyonuyla hem Yeni Şafak
Gazetesi'ndeki hem de Haber7.com sitesindeki yazılarına son verildi. Geçen hafta ise 2002 yılından
beri emek verdiği öğrenci yetiştirdiği Haliç Üniversitesi'ndeki derslerine son verildi. Okula
alınmayınca sokakta ders yaptı. Siyasi otoriteye boyun eğmediği, iktidara angaje olmadığı için bu tarz
baskılara ve yıldırmalara maruz kalan Özsoy işten atılmasının arka planını, vicdanını değil de
cüzdanını tercih eden aydınları anlattı.

Yeni Şafak ve Haber7 yazılarınıza son verilme sebebi neydi?

Gazetenin genel yayın yönetmeni İbrahim Karagül'ü ziyaret etmiştim. Henüz 17 Aralık olmamıştı.
Yazılarla bir problem olduğunda rahatlıkla söyleyebileceğini de ifade ettim. Karagül “Bir sorun yok
Osman Bey, olursa da dağ gibi arkanda dururuz.” dedi. Aradan üç dört gün geçti ve insan
kaynaklarından arayıp yazılarıma son verildiği söylendi. Twitter' da okuyucularıma duyurdum bu
gelişmeyi ve “ Gazete yönetimini aşan bir üst iradenin buna neden olduğunu tahmin etmek güç değil.
Gazete yönetimi ve arkadaşlara kırgın değilim.” dedim. Düşünün o zaman ne ALO Fatih'lerden ne de
tapelerden haberimiz vardı. Ama ben bunun siyasi bir irade kararı olduğunu anladım. Görmediğimiz
bir iletişim hattı yaşanıyor medya dünyasında. Arka planda neler olup bittiğinden haberimiz olmuyor.
Kamuoyunun ruhu duymuyor. Bir gün sonra da Haber 7'nin genel yayın yönetmeni İbrahim Erdoğan
aradı. Sürecin zorluğundan ve hassaslığından dem vurarak yazılara seçimlere kadar ara verelim istedi.
Ben de ara vermek istemediğimi ya tamamen bitirmemiz gerektiğini yoksa da devam edeceğimi
söyledim. Bir yazı daha yazdıktan sonra Haber7'den arkadaşları zor durumda bırakmamak için
ayrıldım. Düşünün internet gazeteciliğinin ilk telifli köşe yazarıyken, siyasi baskı sonucu atıldım.

Peki, yazdığınız zaman diliminde girmeyen yazılarınız oldu mu?

“Hizmet Hareketi 28 Şubat'ta bile bu kadar baskı altında kalmamıştı” yazdım. Henüz 17 Aralık olayı
olmamıştı. Bu ifadeyi kesinlikle giremeyeceklerini söylediler. Yazıyı değiştirip gönderdim yine

322
girmediler. Yazının genel konsepti aykırıymış. Girmeyen bir diğer yazım ise “Fethullah Gülen
tutuklanır mı?” başlıklı yazımdı. 30 yıllık yazı hayatımda yayınlanmayan iki yazım gazeteye girmedi.
Bunu yazarken de 17 Aralık olmamıştı.

Hizmet Hareketi'ne yönelik dile getirilen baskıların sebebi 17 Aralık mı?

17 Aralık olmasaydı bile Başbakan Erdoğan, Hizmet Hareketi'ne yönelik operasyon hazırlığı
yapıyordu, motivasyonu tamdı. Hocaefendi'nin ısrarla Türkiye'ye davet edilmesi kaynaklara çok eskiye
dayanan nedenini çok da anlayamadığımız bir husumete dayanıyor. Erdoğan'ın Hizmet Hareketi'ne
karşı anlamakta zorlandığım bir düşmanlığı var. Ve bu yeni değil. 17 Aralık buna yüzde beş dahi etki
etmiş değil. Başbakan 17 Aralık darbedir diyor. Evet, darbe ama yolsuzluğa darbedir.

Prof. Dr. Osman Özsoy, Haliç Üniversitesi’nde fakülte binasına alınmadığı için dersini sokakta yaptı.

Haliç Üniversitesi'ndeki dersleriniz de iptal edildi. Bu yaşadıklarınızı nasıl yorumluyorsunuz?

Ocak ayının sonunda maaşımın dörtte birinin yatırıldığını gördüm. Haliç Üniversitesi'nin en eski
hocalarından biriyim. 2002'den beri oradayım. İlk kez bu muameleye maruz kaldım. 3 ay boyunca hep
böyle eksik yatırıldı. Sonra hukuki işlem başlattım. Ve geçtiğimiz hafta da sözleşmemin feshedildiği
bildirildi. Ben hocayken bir sözleşmem vardı zaten. Rektör vekili olunca yeni bir sözleşme daha
yapıldı. 17 Aralı'tan sonra önce maaşım düşürüldü sonra işime son verildi. Ama feshedilen eski
sözleşme, rektör vekilliği sözleşmem duruyor hâlâ. Onu feshederlerse ağır bir tazminat ödemek
zorundalar. Hukuk hilesiyle eski sözleşmeyi feshediyor.

Eğitimciye her yer derslik, her an eğitim

Derslerinize son verilme gerekçesi nedir?

Öğrenciler ve veliler şikâyetçiymiş. Derste anlattıklarımdan rahatsızlarmış. Öğrenci rahatsız olacak,


veli rahatsız olacak diye bir üniversite hocası dersin içeriğiyle ilgili söylemesi gereken bilimsel şeyleri
imtina etmez. Üniversitelerdeki kürsü dokunulmazlığı parlamentodaki kürsü dokunulmazlığından daha
az kutsal değildir.

Derste ne anlatıyordunuz?

Siyasal iletişim kampanyaları dersini adı. Seçim kampanyalarını ele alıyoruz. Bununla ilgili kitaplarım
bile var ve bugüne kadar kimse de rahatsız olmadı. Üniversitede verdiğim bir diğer ders ise beklenti
yönetimiydi. Böyle bir ders Türkiye'de ilkti ve bildiğim kadarıyla dünyada başka bir üniversitede
yok. Bu ülkenin en büyük yükü Başbakan'ın beklentilerini karşılamak. Onun beklentilerini
karşılamayanları ise tasfiye etmek. Bu da AK Parti'nin değil, Başbakan'ın kişisel ajandası. Ama sebep
bence bu değil.

Ne peki?

Tek bir seçenek var ama onun da gerçek olabileceğini düşünmek istemiyorum. Üniversite mütevelli
heyet başkanı Şişli'den AK Parti aday adayıydı. Rektör de iki dönem AK Parti vekilliği yapmış bir
isim. Ama buna dayanarak “Bu kararı süreçten yararlanarak ve rol kapmaya çalışarak, Başbakan'a
yaranmak için yapmışlardır” demek istemiyorum. İnsanlar şahsi beklentileri için, başkasına karşı
hakkaniyet duygusunu kaybetmemeli.

Dersi sokakta işlediniz. Haber verdiniz mi ‘Gelin dışarda ders yapacağım' diye?

323
Haber vermedim. Sözleşmemin feshedildiğini ve ders veremeyeceğimi öğrenince
Twitter'dan ‘Gerekirse dersi dışarda yaparım' yazdım. Ve öğrenciler geldi, gelmeyebilirlerdi
de. Yoklama listem normal ders saatimden daha kalabalıktı. Öğrencilerime de teşekkür ediyorum beni
bu mücadelemde yalnız bırakmadıkları için. Bu öğrenciler göreceksiniz Türkiye'yi dönüştürecekler.
Dayatmacı ruha başkaldırı ülkenin geleceği için dayatmacılık olsun diye değil yanlışa karşı dik duran
bir gençlik geliyor. O gün, üniversiteye gittiğimde içeri alınmayınca avukatımı aradım geldi ve tutanak
tuttu. Sözleşmem devam ediyor ve benim işimi yapmam lazım. Ben hocayım, bize her yer derslik her
an eğitim. Eğitimin imkânı, yeri, zamanı, konforu, çadırı, çimeni fark etmez.

Bu ülkenin aydınları vicdanını, değil cüzdanını düşünüyor

Bunların ötesinde sosyal aidiyetinizden kaynaklı olabilir mi yaşadıklarınız?

Kamuoyunda sosyal aidiyetiyle bilinen biriyim. Gazetenin genel yayın yönetmeni de imtiyaz sahipleri
de biliyordu ve 17 Aralık'a kadar da bir problem teşkil etmiyordu. Kaldı ki, Başbakan'ın damadı Berat
ve abisi Serhat Albayrak benim kolejden öğrencim. Ben başbakana kız verilecek kadar tertemiz bir
öğrenci teslim ettim. Beraat Albayrak kız verilecek kadar temiz bir çocuktu ama bugün adının karıştığı
iddialar hayli kirli. Eğer bundan sonraki süreçte adı geçen iddialar kanıtlanırsa, başbakana hakkımı
helal etmem. Bunun dışında benim Twitter mesajlarımdan ve televizyon programlarında söylediğim
şeylerden rahatsız oldukları haberi dekan bana iletti. ‘Keşke çıkmasa' gibi şeyler söylendiğini anlatınca
ben de ‘Böyle bir rahatsızlıkları varsa direkt arasınlar bana söylesinler.' dedim. İkincisi bir profesöre,
bir üniversite hocasına neyi nasıl söyleyeceğini kimse öğretemez, haddi de, hakkı da değildir. Bunu
yaparsanız insanlıktan, demokrasiden ve özgürlükten söz edilemez.

Üniversitelerde derslerin içeriğine müdahale söz konusu mu?

Bu hiçbir yerde olmaz. Mesela son dönemlerde Marmara Üniversitesi'nde panel konuşmacıları
hükümetin çok da haz etmediği konuşmacılardan oluşuyor diye iptal edilmiş. Daha önce konferanslar
da iptal edilmişti. Bu ancak Kuzey Kore'de olur diye düşünürken, bizim bilim ve ilim yuvalarımızda
yapılıyor.

Bu durumda akademik özgürlükten bahsedilebilir mi?

Namümkün. Akademik özgürlük durduğu an bilimsel üretim durur. Bilimin her alanını vurur bu. Fikir
işçiliği de yapamazsınız. O sebeple mevcut siyasi otoriteye boyun eğmiyorum ve en azından kendi
akademik özgürlük alanımı korumaya çalışıyorum.

İktidara angaje bir entelektüel olmayayım derken, işinizden oldunuz ama…

Namazda Fatiha'dan sonra istediğiniz kısa sureyi okuyabilecekken Kur'an-ı Kerim'den uzun bir sureyi
de okuyabilirsiniz. Ama Allah her rekâtta Fatiha okumanızı istiyor. Öncelikli olarak okumazsanız
namaz olmuyor. Fatiha Suresi 7. ayet. Bir ayetinde “Ancak Senden medet umarız Sana ibadet ederiz”
diyor. Ama insanlar patron bizi atarsa aç kalacağız zannediyor. Hâlbuki Allah bizim rızkımızı
çalıştığımız kurum vasıtasıyla bize veriyor. Çalıştığımız kurum bize rızkımızı vermiyor. Yani insanlar
inandıklarını zannediyorlar ama Allah'a teslim olmuş değiller. Müslümanlıkta teslimiyetle teslim
olmak aynı şey gibi görülebilir ama teslimiyet ayrı şey. Buradaki insanların korkaklığının temel sebebi
bu. Allah'ı yok sayarak tutturulmuş bir yaşam biçimi.

Yani aydınlar, akademisyenler vicdanıyla cüzdanı arasında mı kalıyor?

Hayır, arada kalmıyor, direkt cüzdanını düşünüyor. Tabii geçim derdi olanlara yönelik bir şey demek
istemiyorum ama eğer ahirette Allah'a hesap vereceğimizi düşünüyorsak ve buna kesin olarak iman
324
etmiş olsak, geçim derdimiz de olmaz. Aydın namusu diye bir şey var. Ülkenin aydınları yaşanan
hukuksuzluklara zamanında dik duramazlarsa bu ülke payidar olmaz, berbat olur, yerle yeksan olur.
Bir ülkenin aydını, gazetecisi korkuyorsa halkı da korkar. Korktukları için de kiralanmaları, satın
alınmaları daha kolay olur.

Gazeteci ve aydınların kiralık olduğunu mu iddia ediyorsunuz?

Türkiye'de ilk defa kiralık gazeteciler konusunu akademik makale haline getirdim. Çok uzak değil,
2005 Ocak'ta Irak işgalinden sonra ABD Başkanı Bush resmen açıklama yaptı. ‘ Artık gazeteci satın
almaya gerek yok, amacımıza ulaştık.' diye. Meğer Irak işgali öncesinde gazeteciler aracılığıyla
hazırlanmış zemin. Günümüzde çok sayıda gazetecinin ben bu durumda olduğu kanaatindeyim. Bugün
Türkiye'de kiralık gazeteciler devri. Yarın gün olup, devran döndüğünde ilk arkasını dönecek olan da
aklını, fikrini, kalemini satan, kiralayan aydınlar ve gazeteciler olacak. Biz bu tür alışkanlıklarımızdan
vazgeçtiğimiz ölçüde yarının Türkiye'si daha parlak olacak.

Peki, vazgeçebilecek miyiz?

İyi insanları cesur tavrı, kötü ama organize işleyenlerin tavrını bastırdığı zaman parlak Türkiye inşa
edilir. Kötülükler hiçbir zaman bitmeyecek ama iyi insanların organize olması ülkenin kaderini
değiştirecek. Ama yalaka bir çevre ve korkutulmuş bir toplum son bulmadıkça diktatörler beslenmeye
ve var olmaya devam eder. Yalaka çevre ondan nasiplenir. Nasiplendiği sürece otoriter lider yalaka
çevreyi kullanabildiği kadar kullanır. Kullanamaz hale geldiği anda tehdit eder. Mesela Başbakan'ın
uzun yıllar yanında siyaset yapan bir insana kasetinden dolayı gitti demesi de bir satıştır.

Başbakan Hocaefendi'ye hakaret ederken, 10 milletvekili çıksaydı, o konuşma devam etmezdi

Sizin yaşadıklarınızdan, sadece devlet kurumlarına baskı yapılmadığı anlaşılıyor...

Elbette. Sadece kamu kurumlarına değil nazlarının geçtiği özel sektör kurumlarına da camiaya yakın
isimleri tasfiye etmeleri konusunda direktifler gittiğini duydum. Mesela Kanal a özel bir kanal. Ama
Ankara haber temsilcisi Bedrettin Uğur'un işine son verilmesi gibi. Naz ve diş geçirme olayları
iktidarla ekonomik bir bağı olanlar adına daha kolay oluyor. Hizmet Hareketi'ne diş geçirememelerinin
temel sebebi kamu kaynaklarına yanaşmak suretiyle iş yapılmamış olması.

Ama Başbakan Hizmet Hareketi için ‘Ne istediler de vermedik' diyor...

Başbakan'ın şu söylemine şiddetle karşı durdum. O dönemde ‘Sayın başbakan, hizmetin adını
kullanarak eğer şahsi, kişisel beklentileri için birileri bir şey istediyse bunları açıklayın, biz de bilelim.
Eğer kendisi için değil de okul-yurt için, ülke ve millet için bir şey istediyse zaten kimin malını kime
veriyorsunuz?' diye yazdım. Devletin imkânlarını millete tahsis etmek lütuf değildir. Şimdi Türkçe
Olimpiyatları'na salon verilmiyor, programlar iptal ediliyor. Devletin salonları milletindir. Aslolan
devlet değil millettir. Türkçe Olimpiyatları'nı yaptırmayıp, Türk okullarını kapatacak kadar gözünü
karartması anlaşılır gibi değil. Bunlar ülke adına yapılan olumlu faaliyetler. Hizmet Hareketi'nin
kaderinde Müslüman bir düşman varmış ama bu düşmanlık ilginçtir başbakana nasip oldu.

Bundan sonra neler yapacaksınız? Geleceğe dair planınız nedir?

Bu süreçte sadece köşelerimi ya da üniversitedeki işimi kaybetmedim. 10'a yakın işimi kaybettim.
Ama bir kuş kadar hafif ve özgürüm. Yani benim neşemden hiçbir şey kaybolmadı. Olayları gülerek
ve tebessüm ederek karşılıyorum. Twitter'da lalelerle bir fotoğrafımı paylaşınca okuyucu ‘Başbakan
seni hapse atacak sen hâlâ lalelerle vakit geçiriyorsun' diye yorum yapmış. Zalimlerin karşısında asla
pes etmeyeceğimi, diktatörlerin yalaka bir çevre ve korkutulmuş toplumdan beslendiğini yazdım
325
cevaben. Başbakan grup toplantısında haftalar önce Hocaefendi'ye hakaret ederken, 10 milletvekili, 10
tane yiğit çıkıp da sustursaydı ‘Sayın başbakan' diye, Başbakan o konuşmaya devam edemezdi. Ama
ben hâlâ AK Parti içinde şahsiyetli milletvekillerinin olduğuna ve ülkenin kaderini değiştireceğine
inanıyorum. Eğer bu süreç içlerine sinmiyorsa tavırlarını ortaya koysunlar çünkü gelecekte çok
utanacaklar. Şu anda gayri kanuni kanunların çıkmasında el kaldıran tüm vekillerin gelecekte siyasi
hayatı yok. Kendilerini kullandırmasınlar çünkü insanlar kullandığı insanlara saygı duymazlar. Ben
yarın utanacağım bir iş yapmadığım için gayet mutlu ve huzurluyum. Bu vicdani rahatlık, geleceğe
dair birçok plandan daha evla.

Süfyan veya süfyaniyet-Ali ÜNAL-ZAMAN 5 Mayıs 2014, Pazartesi

Çok muhatap olduğum deccal/süfyan, Mehdî, Mesih sorularından süfyan sorusuna cevaptır:

Buharî’de yer alan bir hadis-i şerifte, bütün peygamberlerin, ümmetlerini deccal/süfyan hakkında
uyardığı belirtilir. Peygamber Efendimiz de (s.a.s.) deccal/süfyan fitnesine karşı, onu farklı
hadislerinde bütün cepheleriyle tanıtarak ümmetini ikaz buyurmuş ve ümmet, on dört asırdır onun
fitnesi karşısında Allah’a sığınagelmiştir. Kuşkusuz onu temsil eden şahıs veya şahıslar olmakla
birlikte, deccal, Hıristiyan dünyada Âhir Zaman’da başta Ulûhiyet’i inkâr mahiyetinde çıkacak akımın,
süfyan ise, bu akımın İslâm dünyasında nifak perdesi takmış biçiminin adıdır. Dolayısıyla, süfyan,
öncelikle Kur’ân’da münafıklar hakkındaki âyetlerden takip edilmelidir.

Deccal de, süfyan da, hadislerdeki tarifiyle, her şeyden önce tam bir yalancıdır ve öncelikle aldatma ile
iş görür. Zaten ona, hadiseleri insanlara karışık ve bâtılı süsleyerek hakikat gösterecek olmasından
dolayı bu ad verilmiştir. Bu aldatma işinde süfyana Türkler içinde hadisin ifadesiyle “70 bin
taylesanlı” (ulemâ-i sû’) destek olur. İlgili âyetler ve hadisler çerçevesinde bir psiko-analize tâbi
tuttuğumuzda, süfyanda üç temel sıfat karşımıza çıkar: Tatmin olmaz hırs, dehşetli kıskançlık ve sınır
tanımaz öfke, kin ve düşmanlık.

Müslim’de yer alan bir hadiste, süfyanı süfyan olmaya iten ilk faktörün öfke olduğu ifade buyrulur;
yani süfyan, bir öfke üzerine ortaya çıkar. Hırsı ise Cenab-ı Allah (c.c.) insana hayır işlemeye
doymasın diye vermiştir. Fakat insanda nefis dizgini ele geçirirse bu sıfatın mecrası değişir. İşte
kendisinde bu sıfatın mecra değiştirdiği süfyan, tatmin olmaz bir yükselme, makam, dünyalık
biriktirme, tanınma, beğenilme, kendinden bahsedilme hırsı içindedir. Elinin suyla delineceği hadisinin
işaret ettiği üzere o, çok büyük mal sahibidir ve israfa da, biriktirmeye de doymaz. Tatmin olmaz hırs,
dehşetli bir kıskançlığı besler. Evet, tatmin olmaz bir makam, yükselme ve beğenilme hırsı içindeki
süfyan, kendisiyle mukayese edilebilecek hiç kimsenin olmasını istemez. O, hırslarını tatmin yolunda
kendisine rakip olabilecek herkesi kıskanır ve bertaraf etmeye çalışır. Esasen onun hırsını tetikleyen,
biraz da, kendi önünde gördüğü veya öyle görülen bazılarına olan kıskançlığıdır. Hırs, kıskançlık ve
öfke/kin/düşmanlık sıfatlarının bir insanda bu ölçülerde birleşmesi konusunda bir zaman bir psiko-
analistin şöyle bir değerlendirmesini okumuştum: “Böyle birinin bilhassa çocukluğu travmalarla
geçmiştir. Arkadaşlarının sahip olduğuna sahip olamamış, onlar tarafından dışlanmış, ailede de sevgi
ve şefkat görmemiş birinde böyle sıfatlar bu derecelerde gelişir.”

Hırsı, kıskançlığı ve öfke, kin ve düşmanlığı ile yerin altına doğru bir kötülük anıtı olan süfyan, son
derece tehlikelidir. Ne var ki, peygamberler ve onların vârisi zatlar gibi, onların tam karşı kutbunu
temsil etmekle, nefret edenleri kadar meftunları da olur. Çünkü nifaktan ibaret, yalana, Kur’ân’da
Allah nazarında bütünüyle menfur bir iş olarak tavsif edilen, söz ile fiilin birbirini tutmamasına dayalı
mahiyetiyle aldatmada çok başarılıdır. İlgili âyetlerin tarifi içinde, zayıf gördüklerini ezen, fakat
arkasını dayadığı güçler karşısında ayak yalayan bir firavun-u zelîldir. Tam bir fâsit ve müfsit iken
ıslahçı olduğu iddiasındadır. Görünüşü hoşa gider ve giydirilmiş bir kütük gibi olduğu halde konuştuğu
zaman dinlenir. Ayrıca, biri ateş, diğeri su olan iki nehri vardır ki, taraftarlarını su olan nehirden içirir
ve ona katar. Hadiste ise, ona yetişecek olanların onun ateş gördüğü nehre girmesi tavsiye buyrulur.
326
İsrail ile asla bir kriz yok! Faruk Arslan Mayıs 4, 2014

Bugünlerde Batı dünyasındaki akademik seminer, konferans ve panellerde popüler soru şu: Suriye’de
mücadeleyi kim kazandı? İran “biz kazandık” diyor. Müslüman Kardeşleri Mısır’da kazığa oturtan,
Suriye’de yalnızlığa iten Suudiler ve Katar “biz kazandık” diyorlar. Parayı veren düdüğü çalar;
Türkiye rejimi önüne yattıklarının düdüklerini çalıyor, kaybediyor. Suriyelilerin ve insanlığın
kaybettiği kesin olan bu iç savaşta Türkiye ve Recep Tayyip Erdoğan’ın kaybetiği de kesin.

İsrail, haklı olarak asıl Suriye’de “biz kazandık” diyor. Beşar Esad tabi ki, “herşeye rağmen ayakta
kaldım ve kazandım” havasında. Hiç kimse Suriye’de Türkiye’nin kazandığını söylemiyor. Aksine 130
bin Suriyeli müslümanın kanı Ankara’ya fatura ediliyor. Kazanan bence İsrail, İngiltere ve Neocon
ABD konsorsiyumu, Rusya ve İran. Esad rejimine “Nusayristan” kurdurularak ayrılması başından beri
Neocon, İsrail ve Erdoğan’ın ortak planıydı. Esadı iktidardan uzaklaştırmak asla gerçek hedef olmadı.

Rusya, askeri üssünü mükemmel korudu ve geri adım atmadı. Rus Lider Putin’in eğer, “Suriye’ye
girerseniz Rusya’ya savaş açmış olursunuz” uyarısı olmasaydı, gaza gelen Erdoğan ekibi Suriye’ye
girer ve çok Mehmetçik kanını gereksiz yere döktürürdü. Başkasının planı ile Suriye’de Erdoğan
hükümetinin gaza getirilmesine hep karşı çıktım, çıkmaya da devam ediyorum.

Esad ile görüşmek için Şam’a tam 66 defa giden Ahmet Davutoğlu, bazen 7 saat aralıksız Esad ile
konuştuğunu 2012′de Toronto’da Konsolusluk açılışında tarafıma söylemişti. Eşi ile bile bu kadar çok
sohbet etmemiş Davutoğlu, nedense kanka oldukları Esad ailesiyle daha sonra papaz olduklarını itiraf
ederken, sıfır düşman politikasının nasıl herkes düşman noktasına geldiğini pek kavrayamamıştı. Oysa
Toronto’da 2012′de görüştüğüm Esad’ın yakınlarından bir istihbaratçı, ‘Erdoğan’ın İsrail ile işbirliği
yaptığını biliyoruz, kardeş müslüman kanı dökülmesi oyunu bu. Bu Yahudi oyununa evet derseniz sizi
af etmeyiz’ demişti de inanmamıştım. Şimdi inanıyorum. Aldatılan Ankara’nın yanlışa halen
direnmesini anlayamıyorum.

Suriye’de iç savaşta akan müslüman kanı İsrail’in işine çok yaradı. Üçe fiilen bölünen ülke zayıfladı,
İsrail’in güvenliği sağlanmış oldu. Suudi Arabistan Kralının RABITA üzerinden Suriye savaşı için
Erdoğan ve AKP’lilerin kurduğu vakıflara yolladığı rüşvet bağışları hesap edilemiyor.

Geçenlerde İranlı bir general açıkladı, herkesin dili tutuldu: “Sadece Katar şeyhinin Suriye savaşı için
Türkiye’ye ödediği meblag 40 milyar dolar. Bir defa da 5 milyar dolar gelen ödemeler bulunuyor.” Bu
iddianın yüzde 10′u bile doğru olsa büyük bir skandal koparması gerekirdi. Ama ne gam! Kimse
tınmıyor, Suriyelinin gözyaşını herkes ney gibi dinliyor.

Suriye’deki dökülen müslüman kanı halbuki pek büyük. 6 milyon mülteci zor durumda. 25 bin
tecavüze uğramış müslüman kadın var. Erdoğan’ı artık yurt dışında akademide savunamıyoruz.
Batıdaki karizmatik müslüman akademisyenler, Erdoğan ile İsrail’in ve MOSSAD’ın Suriye’deki
rolünü, Ankara ile derin işbirliğini fark etti, her yerde konuşuyorlar. Müslüman Kardeşlerin doğal
lideri sayılan Tarık Ramazan İsrail ile beraber Suriye ve Mısır’ı mahveden Erdoğan ile her yerde dalga
geçiyor. Elbette Ramazan. Mısır’ın liderliğine, daha sonra Müslüman dünyası önderliğine hazırlanıyor.

Kısacası Erdoğan “dış mihrak” diye isim vermeden “İsrail uşağı” olmakla Gülen grubunu haksız yere
suçlarken, İsrail ile çok sıkı ilişkiler kurdu ve bunu ustalıkla kamuoyundan gizledi. İftira ve bühtan
attığı her şeyi kendisi bizzat yapıyor. Yeni MİT yasası çıkartarak, Hizmet hareketine “casusluk ve
vatan hainliği” davaşı açtırmak isteyen ve hukuk sistemini bypass peşindeki Erdoğan hükümeti, kimin
talimatı ile neden İslami Hizmetleri tüm dünyada en güzel temsil edenlere savaş açmış olabilir? Global
bir fitne planı oynanıyor. bunu fark etmemek basiretsizliktir… Hariçteki aydın müslümanlar anladı,
darısı bizimkilerin başına!

327
Sakın bu fitnede talepkar güç İsrail ve New York’taki 14 kişilik Hahamlar Konseyi olmasın!
Filistin’de İsrail’in haksız yere yerleşim alanlarını genişletmesine Obama bile itiraz etti, Kanada
ayıpladı, Ankara’dan halen ses yok. İsrail’in en büyük korkusu Pakistan’dan sonra İran ve Türkiye gibi
müslüman bir ülkenin nükleer güce sahip olmasıydı. Kontrole aldılar. İsrail’in asla İran’a
saldırmayacağı ortada. 5 yıldır diş gösteriyor, sonuç yok. Sakın hedefleri 2 nükleer santral yapacak
ülkemizin nükleer güç elde etmesini engelleme çabası olmasın!

Belki küçük bir haberdi, gözlerden kaçmış olabilir. Hollanda’da atılan imzalarla İsrail, Türkiye’ye
uyguladığı turizm ambargosunu kaldırdı. Hemen iki taraftanda yapılan açıklamalarda yakında
ilişkilerde normalleşme olacak denildi. Fatih Altaylı’nın Teke Tek programında Erdoğan’ın danışmanı
Yalçın Akdoğan “İsrail’i hiç bir yerde veto etmediniz ama” sorusuna “uzun hikâye şimdi” diyerek
cevap vermedi. Aslında kısa hikaye, ilişkiler hiç bir zaman bozulmadı, sadece AKP tabanı kandırıldı.
Müslüman ülkelerde sahte bir kahraman Erdoğan imajı oluşturuldu.

Popülist Erdoğan, Gazze konuşmalarıyla Arap dünyasının saygısını kazandı, İsrailli politikacıları ekran
önünde haşlaması, ezik müslüman gururunu okşadı. Ancak ne Gazze’de zulüm sustu, nede Suriye ve
Irak iç savaşlarında kan durduruldu. Üstelik yanlış akıl vermelerle Mısır’da İhvanlar
kaybedildi. Erdoğan, devrilmeden 40 gün önce hem Mursi ile hem Sisi ile görüştü. MİT Müsteşarı ve
Dışişleri bakanını darbeden hemen önce gönderdi ama hep yanlış danışmanlık yaptılar. Neden acaba?

Bunun ispatı çok kolay. Davos’daki ‘Vanmünüt tiyatrosu’ndan sadece 3 hafta sonra İsrail’in OECD’ye
katılımına Türkiye “EVET” dedi! Nasıl ambargo uyguluyorlarsa artık, İsrail’in yıllardır hayali olan
üyelik gerçek oldu. Zaten Erdoğan programda tepkisini İsrail cumhurbaşkanı Şimon Perez’e değil
moderatore yaptığını aynı gün açıklayarak bir nevi İsrail’den özür dilemişti. Kamu diplomasi
sahtekarları, bu olayı tüm dünyada iyi pazarladı. Şimdi tükürdüklerini yutuyorlar, herkes Ankara’yı
yalancılıkla suçluyor.

Çakma Mavi Marmara krizinden sonra kriz yaşanan İsrail ile ticaret, dost ülkelerin parmaklarını
ısırtacak şekilde arttı. Öldürülen 9 masum Türk vatandaşı için tazminat görüşmeleri tam bir
soytarılıktı, esasen iyi bir bahaneydi. Sözde tazminat görüşmeleri adı altında meşrulaştırılan AKP ve
Telaviv dostluğu, görüşmelerde Suriye’nin konuşulması için gerekçe oldu. Zaten İsrailli yetkililer
hakkında açılan davalar nedense ret edildi, adam başı 100 bin dolar gibi komik bir tazminat
benimsendi, oda halen ödenmedi.

Geçtiğimiz yıl Kasım ayında, Davutoğlu Gazze’de ağlarken, Kahire’de CIA, MOSSAD, MİT, Mursi’li
Mısır, Katar neler görüştü neler! Kahire’de ki görüşmeye dair derin MOSSAD sitesi kabul edilen
DEBKA “Bu gurup gözünü Suriye’ye dikti” diye yazdı o tarihlerde! Yani AKP-İsrail Suriye’de hep
omuz omuzaydı! 2010′dan itibaren Lübnan’da Beka Vadisi’nde ilk önce Irak ve Türkiye’de yaşayan
Suriyeli muhalifler, MOSSAD, Özel Harp ve CIA ortak ekibi tarafından eğitildi.

Sadece Suriye konusunda değil Kürdistan planı konusunda da harfiyen İslam düşmanı Neoconların ve
Stratfor denilen Amerikan derin devletinin verdiği takvim ve program izleniyor. “Büyük Kürdistan”ı
İsrail, Almanya ve ABD, KCK ile MİT’e kurduruyor. Suriye ve Kuzey Irak ayağı tamamlandı. Türkiye
ayağı hazır, sıra İran’daki 7 milyon Kürdü ayaklandırmaya geldi. MİT, PKK yanlısı Kürt gruplara
Suriye’de devlet kurdurdu, PKK yanlısı olmayan Kürt liderler Bedo gibileri teker teker MİT’e bağlı
Özel harp elemanlarınca öldürüldü veya başka yöntemlerle etkisiz hale getirildi. “Barış projesi” adı
altında 2012’de bitirilen PKK tekrar diriltildi. 1978’den beri ülkemizde paralel devlet kurmayı
başarmış PKK adım adım bağımsız Kürt devletini organize etmeye yetkili kılındı. Diğer Kürtlerin
boyun eğmesi için silahların gölgesi kaldırılmadı. Liberal Kürtlerin sesi boğuldu, ülkemiz
Filistinleştirildi!

328
Özeti, İsrail ile asla bir kriz yok. AKP, Yahudi dostları ne derlerse onu yapıyorlar. En son örnek,
Filistin’in El-Minar dergisi, Türkiye’den askeri bir heyetin İsrailli subaylarla Suriye sınırını ziyaret
ettiğini yazdı. Dergiye göre Esat rejimini devirmek için Ankara ve Tel Aviv başından beri beraber
hareket ediyor. İç savaş kasıtlı çıkarıldı, silah sürsat ticareti yapıldı. 2000 tır silah MİT gözetiminde
Suriyeli muhalifler adı altında El Nusra dahil herkese silah sattı. Hata sarin gibi kimyasal silahlar
satıldıve El Nusra’ya teslim edildi. Kısacası Gazze’yi siyasi şov olarak kullanan Erdoğan Filistinliler
nazarında derin bir hayal kırıklığı meydana getirdi.

Açılım Tasfiyesi-İrfan SÖNMEZ

Kürdistanı kurmak için , aradaki engelleri ortadan kaldırma planı tıkır,tıkır işliyor. Muhsin Yazıcıoğlu
çözüm planını ölmeden birkaç ay önce öğrendi. Bu bir bölünme planıdır diyerek,tatbikata geçilmesi
halinde,” demir çarığımı giyer, sonuna kadar mücadele ederim,” diye tepki gösterdi. Etrafındakileri bu
sinsi plana karşı uyardı. Çok geçmeden kaza süsü verilmiş profosyonel bir suikastle ortadan kaldırıldı.
Helikopter’inin düştüğünü,Yazıcıoğlu’nun yaralı olduğu haberini alanlar, işlem yarım kalmasın diye
sevenlerinin bulmasını engellemek için ellerinden geleni yaptılar. Bulunduğunda artık çok geçti.
Önümüzdeki günlerde dosya kapatıldığında işlem tamamlanmış olacak.

Baykal, Kılıçdaroğlu ile mukayese edilmeyecek kadar yerli ve milli bir siyasetçidir. Açılım adı
altında neyin hedeflendiğini bilecek kadar siyasi tecrübeye ve bunu önlemek için mücadele etme
gereğini duyacak kadar duyarlılığa sahiptir. CHP’nin başında kalsa bu süreç bu kadar rahat ve engelsiz
olarak ilerleyemezdi. Baykal yeri göğü birbirine katardı. Bir kasetle devre dışı bırakıldı. Yerine
getirilen Kılıçdaroğlu AKP’nin planına uygun bir isim. Bugün yapılanları daha önce işte bizim çözüm
önerimiz diye Başbakan’a sunmuş, bu Apo’nun çözümü diye ret edilmişti. Kılıçdaroğlu vasıtasıyla,
CHP gittikçe Kürtçülüğe kayan bir parti haline getirildi. Atatürkçü,ulusalcı unsurlar etkisizleştirildi.
Başkanlık divanındaki son değişiklikte de sadece BDP çizgisine yakın isimler yerlerini muhafaza
ettiler. Baykal’ın tasfiyesi Kılıçdaroğlu’nun CHP’nin başına getirilmesi ile hem bir engel bertaraf
edildi, hem de Kürdistan’a gidecek yola yeni bir destekçi bulunmuş oldu. Kılıçdaroğlu bugüne kadar
açılım aleyhine tek bir laf etmedi. Bilakis, Tunceli mitinginde iktidara gelmeleri halinde sürecin
devam edeceğini söyledi.

Bu sürece taş koyacak unsurların başında MHP geliyordu. Siyasetini Milli bütünlük üzerine kuran bir
partinin ülkeyi felakete götürecek bir sürece yol vermesi mümkün değildi. 2011 seçimlerinde bazı
milletvekillerinin özel hayatlarıına ait kasetler patlatılarak MHP itibarsızlaştırıldı. Toplumu etkileme,
uyarma, yol gösterme imkanını büyük ölçüde kaybetti. Çirkin bir kumpasla, kolu kanadı kırık, kendi
yarasını sağaltmaya çalışan bir parti haline getirildi. Milliyetçilerin imajı Kürt ulusalcılığının önünü
açmak için kirletildi. Süreç hızla ilerlerken MHP’nin uyarılarına, MHP’yi dinlemez hale getirilen
toplum kulak asmadı.

Son olarak 17 Aralık bahanesi ile cemaate bir operasyon yapıldı. Cemaat-Hükümet kavgası aslında
yıllar öncesine dayanıyor. AKP’nin devlette kadrosu yoktu, vesayetten kurtulmak için cemaatin güç ve
kadrolarından istifade etti. Vesayetten kurtulduktan sonra fırsat kollamaya, cemaati yiyip yutmak için
bahane aramaya başladı. Açılım süreci başladığında çatışma su yüzüne çıktı. Cemaat kanın durmasını
istiyor ancak bu yöntemin ülkeyi bölünmeye götüreceğini biliyordu. Masa altındaki kavga hızlandı.
Oslo tutanakları medyaya düşünce iktidar direk cemaati adres gösterdi. Sonradan belgelerin
BDP’den sızdığı anlaşıldı. Bu süreçte cemaat cepheden dövüşmek yerine örtülü dövüşmeyi tercih etti.
329
İktidar, iki de bir süreci sabote ediyorlar diyerek cemaati tabanına şikayet etti. Az veya çok sürecin
direnç noktalarından birini de cemaat teşkil ediyordu.Bölgede bulunan okul, yurt ve dersanelerindeki
270 bin öğrenci bile ciddi bir engeldi. Cemaate giden PKK’ya, PKK’ya giden cemaate gitmiyordu.
Şimdi cemaatte tasfiye ediliyor.Dün Yiğit Bulut; “Kürdistan bizim için kazançtır,” dedi.

Bulut, Başbakan’ın baş danışmanı, söylediği sözler aynı zamanda Başbakan’ın düşüncelerini
yansıtıyor. Türkiye, terör örgütünün yapamadığını şimdi kendi eliyle yapıyor. Yazık ki daha hala
göstere, göstere gelen bu tehlikeyi görmeyen, görmek istemeyen bir sürü idraki iğdiş edilmiş
insan var.

Cehcah, Kahtânî ve Dehhâk kimdir? Faruk Arslan Mayıs 11, 2014

Yeşil 28 Şubat’ı yöneten, AKP hükümetini ve başbakan Erdoğan’ını kafalamış ‘Karanlık Oligarşi
Fitne Komitesi’nin iki hayali varmış: Fuat Avni’yi yakalamak veya Faruk Arslan’ı yakalayıp işkence
ile konuşturmak. Bana işkence yapmalarına gerek yok, zaten konuşuyorum ve yazıyorum. Bana
sormayı planladıkları soruları cevaplayayım da Kanada’ya kadar zahmet etmesinler. Fuat Avni kimdir
sorusundan daha fazla Cehcah, Kahtani ve Dehhak kimdir sorularını yanıtlamam için yanıp
tutuştuklarını öğrendim. Biraz filmi geriye saralım:

Nur kesiminde ayrı bir ekol olan Yazıcılar grubundan bir abinin yaptığı bir sohbetin vimeousunu dün
tweetledim, kıyamet koptu! Üstad Said Nursi’nin has talabelerinden Hüsrev Altınbaşak, Risale-i Nur
eserlerinin latin alfabesinde basılmasına 1956 yılında henüz üstadın sağlığında karşı çıkmış ve
Osmanlıca yazmaya 1960’da üstadın ölümünden sonra da devam etmişti. Yazıcılardan abi videoda
olayı net anlatıyor: Hüsrev abi ve halen yaşayan Enver bey, üstad vefat etmeden önce yanına gidiyor
ve ölümünden sonra kim ile istişare edelim diye soruyorlar. Üstad sadece üç isim veriyor: Zübeyir
Gündüzalp, Ahmet Feyzi Kul ve genç olan, henüz 22 yaşındaki Fethullah Gülen. Tahiri Mutlu ve
Hulusi abilerde zaten bunu bildikleri için emaneti sahibine vermişlerdi.

Şaşırdınız değil mi? Yazıcılar, Gülen Hocaefendi’nin hizmet metotlarını onaylamasa da, her zaman
cemaatine destek vermiştir. 1960 sonrası Nurcular, Okuyucular ve Yazıcılar olarak ikiye bölündü.
Eserleri latin alfabesinden okuyanlar Zübeyir Gündüzalp liderliğinde Kirazlı Mescit Sokağı olarak
bilinen istişare ekibini kurdu ve Yeni Asya grubunu oluşturdu. Hüsrev abi, İzmir ve Ege bölgesinde
Yazıcıların gizli yapılanmasını oluşturdu ve asla taviz vermedi. Gülen Hocaefendi, iki gruba da hep
saygı duydu, ancak Zübeyir abinin istişare heyetinde yer aldı. Yeni Asya grubu 1970’lerde Süleyman
Demirel’e angaje olup siyasete fazla karışınca mesafe koyan Gülen Hocaefendi, tebliğ makamını
temsil etmeyi o zamandan beri devraldı.

Yazıcı abinin yaptığı sohbette üstadın Said Özdemir’i huzurundan kovduğunu öğreniyoruz. Sürpriz
mi? Benim için değil. Menderes’e son 3 yılında üstadın gönderdiği uyarı mektuplarını Said Özdemir’in
ulaştırmadığı veya ulaştıramadığı için kızgın olduğunu biliyoruz. Peki, Özdemir’in Erdoğan’a oğlu
Kemallettin ile gidip, “üstadın ve eserlerin varisi benim, yayın hakkı benim” diye çirkin bir siyaset
yapması sürpriz mi? Benim için eski bir malumat ve hiç şaşırmadım. Daha fecisi, Erdoğan’a “İslam
Halifesi” ve “Mehdi” diye biat etmeleri! Bana sürpriz olan, Yazıcı abi, Hüsrev abinin üstattan
öğrendiği şu müthiş bilgiyi aktarıyor: “Özdemir ailesi Medine’den Ahlat’a göç etmiş bir Yahudi
dönmesi müslüman aşiret, ayrıca kesinlikle seyid değiller.” Peki, neden Seyid olduklarını iddia
ediyorlar? Bu tür iddialara karşı mesafeliyim. Yahudi dönmesi müslüman olunca Yahudi kalmaz ama
Seyid olmadığı halde iddiada bulunmak vebaldir! Bunu eğer seyidlik senetleri sağlamsa ispatlayıp,
topluma izah etmeleri gerekiyor.

330
Yazıcı abinin Gülen Hocaefendi’ye yönelik iftira, yalan ve bühtan kampanyasına karşı çıkmasının
vicdanen çok net bir nedeni var. Abi diyor ki, onun gibi İslam dünyasında 200 bin hadisi ezberinde
tutan, güçlü hafız olup Kur’an’ın tamamı ile sürekli namaz kılan, hitabeti çok güçlü olan, hizmeti tüm
dünyayı sarmış ikinci bir kişi göremiyorum. Bu saydığı özelliklerin Kahtani’de bulunduğunu dile
getiriyor ama net bilemediği bir eksiği ifade etmekten şöyle çekinmiyor: “Kahtani’nin anne taraftan
Seyyid, baba taraftan soyunun Hz. Ebu Bekir’e bağlanması gerekir, Gülen’in böyle bir kan bağı var mı
bilemiyorum.”

Adnan Oktar veya Harun Yahya mahlaslı adlı proje adamı, bu süreçte Erdoğan’ın yanında yerini aldı.
Ancak bir sohbetinde Fethullah Gülen Hocaefendi’yi “Hz. Mehdi’nin yardımcısı, Mehdi için zemin
hazırlayan Kahtani” ilan etmişti. Resmen fitne çıkartma peşinde. Burada sadece kendimi bağlayan,
şahsi görüşümü net açıklamalıyım. Fethullah Gülen Hocaefendi, asla Kahtani değildir, çünkü
Kahtani’nin elinde kılıç olacak, pek Hocaefendi gibi halim selim, yumuşak, müsamahalı, hoşgörülü
davranmayacak, zalimleri, münafıkları, fasıkları başka usüllerle yola getirecek. Bazı alimlere göre
Kahtânî’in adı Cehcah’tır. Ve saltanatı 20 yıl kadar sürecektir. Bazılarına göre, bu zat Hz. Mehdi’den
sonra çıkacak ve onun yolunu tâkip edecektir.

Görüşüme göre, Gülen, Kahtani’ye zemin hazırladı ve meyvelerini belki de göremeyecektir. Tesbitime
göre Gülen kalbin zümrüt tepelerinde üç önemli makamın sahibidir. Bunlardan en önemlisi “Hatemül
Enbiya Makamı”dır. Sadece Peygamber Efendimizin (SAV) sünnetine azami riayet edenlerin
ulaşabildiği bir ilim, hikmet, sevgi, rahmet ve merhamet makamıdır. Mesela Hasan Basri, Abdülkadir
Geylani, İmam Gazali, Muhyiddin Arabi, Mevlana Celaleddin Rumi, İmam Rabbani, Mevlana Halid
Bağdadi, Bediüzzaman Nursi’de bu makam vardı. Zaten gerçek İslam alimleri peygamberlerin
varisidir diye hadis bulunuyor.

İkincisi makamı, “Hz. Zülkarneyn Makamı”dır, kavmi ile arasında adaletle hüküm verir, Yecüc ve
Mecüc’e karşı ahirzamanda hakkı temsil edecek milleti bela ve musibetlerden korur. Kur’an’da bunun
kıssası var, okuyunuz. Üçüncü makamını bana rahmetli Mustafa Sungur abi 1992’de Bakü’de
söylemişti. 26 yaşında Gülen Hocaefendi İzmir’e ilk geldiğinde Bornova’da verdiği vaaza gitmiş ve
hemen ölü ruhları dirilten bu nefesin Ya Hay Ya Kayyum Ya Rahman Ya Rahim Ya Hakim ve “Hz.
İsa Makam”ını temsil ettiğini anlamıştı. Bu makam İslam tarihi boyunca hep yanlış anlaşılmış, bu
makam kimdeyse Niyazi Mısri gibi zulüm görmüştür. Ayrıntılar için ‘Münafık bir Üstad tanımıyorum’
adlı makalemi sitemden bulup okumanızı tavsiye ederim.

Elbette Gülen Hocaaefendi’de bulunan Hakkalyakin iman makamları bunlarla sınırlı değil. “Hz. Hızır
Makamı”, zaten hikmete, ilmi ledün denilen havas ilmine mazhar pek çok alimde bulunur. Hüsrev abi
Enver beye Gülen Hocaefendi’de bulunan makam ve özellikleri şöyle anlatmıştı: “Hz. Ebu Bekir gibi
sıddık, doğruluk timsali, takvalı, azameti gözeten bir gözüyaşlıdır. Hz. Ömer gibi adaletli, mert, hakkı
batıldan ayıran, karar vermede zorluk çekmeyendir. Hz. Osman gibi yumuşak huylu, af ve merhamet
sahibi, cömert, nazik, asil ve alicenaptır. Hz. Ali gibi cesur bir savaşçı, ilim kapısının sahibi, Sufilerin
önderi, kalp evini Hüda yapmış ehli velayettir. Muhyiddin Arabi’nin yakazaten üstadın Ceylan’ına
Şam’da 1960’da söylediği gibi üstadın misyonunu devralan kişi Muhammed Fethullah Dehhak’tır,
şahindir ama Arapcada gülendir.”

Müslim’in Ebu Hureyye’den rivâyet ettiği bir hadiste şöyle denilmektedir: “Kahtan’dan bir adam çıkıp
da elindeki asasıyla insanları idare etmedikçe kıyamet kopmaz.” (Buharî, Fiten 23; Müslim, Fiten 18)
Burada, Kahtânî’nin Mehdi’den sonra geleceğini ifade eden açık bir lafız yoktur. Fakat zayıf
rivâyetlerde, Kahtânî’nin Mehdi’den sonra geleceği ve ondan geri kalmayacağı söylenmektedir.

Yine Müslim’de geçen bir başka hadiste ise, ahirzamandaki bir bolluk ve refah dönemine işaret
edilmekte ve saymaksızın mal dağıtan bir halifeden bahsedilmektedir. Bazı kimseler, Hz. Ömer b.
Abdülaziz dönemindeki bolluğa bakarak bu hadisi ona tevil etmiştir. Ancak “Ümmetimin sonunda”
331
tabiri bu zenginliğin, ümmetin sonunda da olacağını göstermektedir. Aslında burada kastedilen
Halife’den maksat Mehdi’den başkası değildir. Netice olarak bütün bu hadis-i şeriflerden anlıyoruz ki,
adı ne olursa olsun, genel manada bir ıslahatçıdan, bir kurtarıcıdan bahsedildiği kesindir. Dolayısıyla
bu konuda Buharî ve Müslim’in rivayetlerini esas alacak olsak da hadislerde mehdi düşüncesinin
varlığı şüphe götürmeyen bir gerçektir.

Üstadın Büyük Mehdiyeti hakkın şahs-ı manevîsi olarak sunduğunu, üç döneme ayırdığını Risale
okuyanlar bilir, bilmiyorlarsa okumuyorlardır. Birinci görev olan iman hakikatları yayma davası, yani
tebliğ makamı, kıyamet kopana kadar devam edecektir. İman kurtarma davası daha büyük olduğundan
Nur talabeleri, O şahs-ı manevînin de bir mümessili, Nur şakirdlerinin tesanüdünden gelen bir şahs-ı
manevîsi ve o şahs-ı manevîde bir nevi mümessili olan Üstad Bediüzzaman’ı Mehdî-i Ahirzaman
biliyorlar.

Geniş daire olan içtimaî ve siyasî sahadaki Mehdiyetin ikinci ve üçüncü vazifesi, birinci vazifeye
nisbeten ikinci, üçüncü derecede olup ittihad-ı İslâmın kuvvetine dayanarak ve mehdiyete bağlı olarak
onun düsturlarını tatbik edecek zat ki, hadis lisanında“Cehcah” denir. Bu zat âlem-i İslâm vüs’atinde
hilafetin icraatını temsil eder. Mehdi’nin icraatçısı olacak bu veya benzeri zatlardır. Bunlar nur talebesi
olup Risale-i Nurun şahs-ı manevisini temsilen vazife yapacaklardır. Avâmın ahirzamanın büyük
mehdisi zannettikleri bu vazifedarlar olsa gerektir

Tâc’dan nakledilen 988. hadis meali şöyledir: “Cehcah adındaki bir adam idareyi ele alıncaya kadar
günler ve geceler (Süfyan’ın devre-i istibdadları ve dalalet karanlıkları) gitmiyecektir. (Müslim,
Tirmizi) Zübdet-ül Buhari Tercemesi 958. hadîsin haşiyesinde, Er-Raid Lügatı’nın beyanına göre
“Harbte na’ra atan kahraman” mânâsında olan “Cehcah” vasfıyla tavsif edilen bir zâtın geleceği
(Şarkavî Şerhi’nden naklen) şöyle ifade edilir :

“Bu kişinin adı Cehcah’tır. Çok kıymetli bir zat olup Mehdi’den sonra ortaya çıkacak, onun yolunu
tutacaktır. Çoban koyununu nasıl sürerse, Cehcah da cihangir olarak bütün ülkeleri idare edecek,
herkes ona boyun eğecektir.”(Şarkavi Şerhi) (Cehcah şahsın ismi değil vasfı olsa gerek, Bak: İbn-i
Hanbel 3,89)

Hadislerde Cehcah ve Kahtânî’nin Mevali’den yani Arap olmayan bir milletten çıkacağı da
kaydedilmiştir. Kısacası Gülen Hocaefendi’ye taaruz Kahtânî’nin gelişini hızlandırır. Kahtânî
geldiğinde zalimlere, münafıklara, fasıklara hiç acımayacaktır. Başka sorunuz var mıydı?

332
Soma lekesi çıkmaz

Soma faciası, ‘Yakoben’, baskıcı devletin çöküşüdür. Başımızdaki idarecilere Rabbimizin gazap
uyarısıdır. Toplumu kamplaştıran, bölen, ayrıştıran, ötekileştirenlere yeraltı Grizu patlamasıdır. Kin,
nefret, hased, kıskançlık, yalan, bühtan ve iftira politikası sandıkta aklanmadı, ama Soma’da kömür
karası aldığı canlarla yöneticilerin alnına yolsuzluğu sürdü. Bu leke artık çıkmaz. Üstad Said Nursi,
“kim Risale-i Nur hizmeti ile uğraşırsa yerin altı rahatsızdır, kaynar ve deprem olur, tabi felaket
sanılan ilahi cezalar gelir” demişti. 28 Şubat’da 17 Ağustos 1999 Marmara depremi için Yeni Asya
cemaati Lideri Mehmet Kutlular, “7.4 yetmedi mi?” dediği için cezalandırıldı.

Soma’da ölenlerin sayısını bile yalan söyleyerek 301’e bağlayan ve asla hesap vermeyen bir zihniyet
var karşımızda. ‘Olmaz’ dendiğinde ‘ben yaptım oldu’ diyen bir siyasi küstahlık…

28 Şubat iktidarı, 1999 depreminde yüzbini aşkın kayıp verdiğimizi ustalıkla kamuoyundan gizlemişti,
rapor edilen ölü sayısı 30 binde durdurulmuştu. O gün Başbakanlık muhabiriydim, net rakamı
biliyorum. Başbakanlıktan yüzbin ölü için kefen gönderilen emir, sipariş belgesini gördüm ama bunu
yazarsam bir daha başbakanlığa giremezsin dediler. Soma’da ölü sayısı büyük ihtimal 800’e yakın. Bu
facialardan ders alınmazsa tekerrür etmesi kaçınılmazdır.

“Yiğitlerin yoğurt yiyişine karışılmaz” ama akıntıya kürek çeken saati bozuk olanlara motor taksanız
bile kayık su aldığı için er geç gemileri batar. Geçmişin tozlu raflarında yaşayanlar, insan merkezli bir
sosyal hareketi başlatamazlar, yapmacık kıvılcımları söner, kaybetmeye mahkumdurlar. Parti devleti
ve bir partinin dini cemaatı ihlas ve samimiyetten yoksun olduğu, özveri ve fedakarlık değil çıkar
merkezli kurulduğu için Soma’da son bulur. Titanik gibi devasa gemi olsalar buz dağına çarparlar.
Arkalarındaki devletlü sürekli gaz pompalasa bile gerçek toplumla barışamazlar, cürümleri ancak
kendilerini yakar.

‘Top down order’ denilen tepeden inmeci Yakoben yönlendirmeler, ‘grassroot’ denilen ‘bottom up’,
aşağıdan yukarı çıkan toplum örgütlenmelerine direnemezler. Kendi mezarını kazan Firavun nasıl
Kızıldeniz’de boğulacağını kestiremez, nasıl Nemrud bir sinek ile kafasını taşlara vuracağını
bilemezse, diktatörlerin nereden düşeceği belli olmaz.

Hastalığımızın adı egoism, kendini beğenmişlik olan narsisizm ve modernite. Batılı modernite
düşüncesi Fransa’da ilk kez ortaya çıktığında bunun bir hastalık olduğunu ilk defa keşfeden Alman
şair, yazar ve düşünür Nietzsche idi. Karamsardı. Tüm izm`lerin ve siyasetin güce tapan elit sınıfın
elinde bir kontrol oyuncağı olduğunu biliyordu. Bir insan kendisi olmalıydı. Bir başkası gibi yaşayarak
mutlu olamazdı. Tarkan’ın şarkısı doğruydu: Başkası olma, kendin ol! Hem de sahici…

Bilim, teknoloji, bilgi, adalet ve doğruluk, hep yalandı! Lider ve kahraman yoktu, hepsi sahteydiler.
Çakmaydılar, birer çizgi roman kahramanıydılar ve süper kahramanlık safsataydı. Modernizmin süslü
yalanlarıydı bunlar…

Objektif kalarak gerçeklerle yüzleşmeli, tüm ideolojileri çöpe atmalıydık. Aksi hâlde modernite bizi
ısıracaktı. Öylesine bedenimizi, ruhumuzu esir alacaktı ki, yürüyen cenazeler, zombiler olacaktık…

Nietzsche haklı çıktı. Bilim adamı titresi yoktu, sadece bir yazardı. Üstelik iddia ettikleri için bilimsel
kanıtlar göstermiyordu. Sanat ruhu, estetik, incelik, gerçekçilik ve bunun sonucu hayattan zevk alma
esas olmalıydı. Bireysel özgürlüğümüzün moderniteye başkaldırısı sayesinde kendi prensiplerimizi
yapacak ve iç dünyamıza ulaşıp egolarımızı serbest bırakacaktık. Bu bir romantik manyaklık veya
ütopya değildi.

333
Afrika yüzyıllardır sömürüldüğünden beri, atom bombası Japonların tepesine atıldığından beri zaten
modernite koca bir fiyaskoya dönüştü. Centilmenlik hikâyeydi, modernite devam eden hayal
kırıklıklarının mutsuzluğu körüklediği bir girdaptı!

Modernitede büyük değil küçük doğruların olduğunu kabul eden Michel Foucault, postmodernite ile
her konsepte bir tanım giydirdi. Bu medeniyeti sunanlar yıllarca mesela cinselliği, kişisel kimliği
tanımlamadı. Suçluyu buldu: Medya!.. Mentalitelerimizi inşa eden medyanın yol açtığı hareketlilik
hiper gerçeklikti.

Artık lider ve kahramanlarımız yoktu, sanat ve spor dünyasından özendiğimiz aktörler, artistler vardı:
Kobe Bryant, Tom Cruise, Angelina Jolie veya Rihanna daha önemliydi. İşimizi kaybetmemiz,
ekonominin batması kimin umurundaydı, varsa yoksa Beyonce’nin son şarkısı, Nicholas Cage’in son
filmi…

1980’lerde başlayan akımla, iddialar, suçlamalar, komplo teorileri, itiraflar havada uçuştu. Bir olaya
farklı bakış açıları sayesinde gerçek veya adalet ile ilgilenemez hâle getirildik.

Hollywood sektörü, sanat dünyası, müzik çevreleri çıldırdı. Üretilen ürün gerçek dışı bir aktiflikteydi
ama tüketiliyordu. Kapitalizmin kültürel işgali, askerî ve ekonomik işgalden daha felaket sonuçlar
doğurdu: Kimliksizlik sorunu…

Her şey güç ve hegemonyanın devamı içindi. Para ve güç, elitin vazgeçilmez oyuncaklarıydı…

Nietzsche başından beri haklıydı. Postmoderniteciler, sonunda çareyi tüm modernite fikirlerini
reddetmekte buldu. Kurtarılamayacak, savunulamayacak kadar ölmüştü modernite.

Medya, bilgi verme değil bilgiyi gizleme, karartma, yok etme çabasındaydı. Oldukça ‘nihilist’ bir fikir
benimsendi: İnkâr et ve kurtul!

Sosyologlar için birden fazla doğru ve adalet vardı. Bir doğru ancak farklı bakış açılarıyla ortak bir
noktada paylaşılabilirdi. Gerçeği söylemek imkânsızdı, bu nedenle objektiflik adı altında bu güç
oyununda taraf tutmamak bilimseldi.

İşte bu dönemde son modernitede, Kanadalı gazeteci ve yazar Naomi Klein devreye girdi. Nietzsche
gibi bir akademisyen olamadı ama 1997’de yazdığı ‘Şok Doktrini’ adlı kitabıyla deyme sosyologlara
taş çıkarttı.

Şirketlerin globalleşmesiyle belirginleşen büyük sömürü hamlesine karşı çıktı. ‘Yeni liberalizm’ adı
altında pazarlanan son modernitenin dünyayı uçuruma sürüklediğini bariz delillerle ispatladı. ‘No
Logo’ adlı kitabında ise, marka ürün almaya sevk edilen tüketicinin aptal yerine konduğunu vurguladı.
3. Dünya Ülkelerinde sömürülen iş gücü ile 1. Dünya Ülkelerinde satılan ucuz ürünler, adaletsizliğin
daniskasıydı.

İştahı doymak bilmeyen çok milletli şirketlerin devletlerden daha güçlü hâle gelmesi, eşitsizlik,
sömürü ve hak gaspıyla oluyordu. Chicago Okulu ve yeni liberalizmin teorisyeni, ideoloğu Milton
Friedman’a savaş açtı. Güney Amerika ülkelerinde, Şili ve Arjantin’de yeni liberal modelle yok edilen
ülkeleri hatırlattı. CBC gazetecisi olan eşi Avi Lewis ile “The Take” adlı bir belgesel hazırladı.

Klein’in the Indipedence gazetesine Irak savaşından geçtiği haberler, köşe yazıları, özellikle ‘Bağdat
0’ makalesi, modernitenin, insanlığın tamamen öldüğünü haykırıyordu. İnsanlık yararına, mutluluğuna
çalışmayan bir süper güç ve temsil ettiği medeniyet koca bir yalandı!

334
Nietzsche, Foucault ve Klein, Mevlana’nın 800 yıl önce dile getirdiği ‘Ya olduğun gibi görün, ya
göründüğün gibi ol’ prensibinin bilerek veya bilmeyerek savunucuları oldular. ‘Kendin ol, bireysel
haklarını, kimliğini koru, modernitenin dayattığı haksızlığa, eşitsizliğe, tüketim çılgınlığına, zihin
kontrolüne, ayrımcılığa, zulme diren!’ dediler. Hem de sahici sahici…

Soma’da bir daha somurtmamak için özümüz gibi som altın olmalıyız. Aptal koyun sürüsü
olmadığımızı iktidara göstermeliyiz. Yeni Liberal politikalarla ülkemizin yabancı sermaye istilasında
olduğunu, faiz lobisi diye suçlanan yabancı bankalara Erdoğan’ın 24 bankamızı ve nice KİT
kurumlarını yerli ortaklarına toptan sattığını biliyoruz. IMF borcu sıfırlanırken halkımızın ve
şirketlerimizin IMF’ye borcumuzun üç katı borçlandırıldığını da biliyoruz. Populist yalanlara son
verin, hesap verin diyoruz. Yoksa Rabbimiz içimizdeki beyinsizler yüzünden topumuzu helak edebilir,
bela ve musbibetler tepemizden yağabilir.

17 Mayıs 2014

Nereye kadar gider?

Ülkemize kurulan rüşvet düzeni Sovyetler Birliği dağılmadan önceki kof yapıya benziyor, bir nesil
zehirlendi, bakalım bu çarpık, bozuk düzen nereye kadar gidecek!. Kimse yazmadığı için yine ben
yazmak zorunda kalıyorum. Soma’da bakalım gerçek suçluyu bulabilecek miyiz?

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, yetkisi olmadığı halde 2011′den beri Enerji Bakanlığı’nın verdiği
tüm ruhsat ve izinlerin haraç, komisyon, bağış veya rüşvet, ne derseniz artık, kendi üzerine aldı. Kimse
yazmıyor, deşifre etmiyor ve bu yanlışlığı yapana ‘kral çıplak’ demiyor. Bu bir delilik misyonu galiba!
Deli Dumrul vergileri arttı. Sadece ruhsat ve izinler değil Hazine arazilerine ait tüm kiralama ve
kullandırma izinleri de Erdoğan’da, yani bakanları adam yerine koyan yok zaten! Bu hakikatı AKP üst
düzeyinde bilmeyen yok ama taban bilmiyor olabilir.

Maden araştırma, özelleştirme ve ruhsatların imzası da bakanda değil, bildiniz Erdoğan’da bulunuyor.
Ülkemizde en fazla maden arayan yabancı sermaye olarak Kanadalı madencilere bir sorun, bin ah
işitin, sizlere rüşvet çarkı nasıl dönüyor detaylarıyla anlatsınlar. Bakanlık imzalı gizli devlet raporları
kaça peşkeş çekiliyor, nasıl AKP’lilerle ortak şirketler kurulmak zorunda, yüzde 10 haraç nereye
yatırılmak zorunda, hepsini biliyorlar. Bilmeyen, aptal yerine konan halkımız herhalde! Türkiye’de
uranyum ve altın arayan bir Kanadalı madencinin anlattıkları dudaklarımı uçuklattı!

Devletlü özelleştirdiği KİT kurumlarından haraç alıyor, taşeron firma acısını işçinin emeğinden
canından çıkıyorsa sosyal devlet ölmüştür. Beğenmediğiniz Çin kadar olamadınız. 2011′den beri
Çin’de tüm yabancı yatırımcılar işçilerini devlet sendikalı yapmak zorunda, maaşlar arttı, iş
güvenliğine sıkı denetim geldi. Almanya çoğu madenleri kapattı. Angela Merkel, bu adımı nedeniyle
çok tepki aldı ama halkın sağlığını koruma noktasında takdir topladı.

Ülkemizde insan emeği, insan canı halen çok ucuz. Sendikalar patrona çalışıyor. Kaçak ve çocuk ucuz
işçi yaygın, denetleyen rüşvet seviyor. Şıracı ile bozacı anlaşıyor. İşçi sağlığını koruyan maden üretimi
yapmak için makinelere, teknolojiye ciddi para yatırmak gerekiyor. Patronlar ucuza mal edecekleri bir
iş için bizde makinalara pahalı yatırım yapmıyorlar. Mesela, Avustralya’nın Emerald, Queensland
Şehri’nde bulunan bir kömür ocağında 2 Km derinde ve tam donanımlı makinalarla işçiler çalışıyorlar.
İnsanı tehlikeye atmadan kömür çıkartılıyor.

Soma Holding’in sahibi Alp Gürkan, basın toplantısında madene 3 yıldır hiç gelmediğini söyledi, ne
bir savcı ne gazeteciler neden diye sormadı. Benim aklıma hemen patron yoksa bir başkası mı sorusu
geldi. Alp Gürkan’ın arkasında kim var ve bu dokunulmazlığı nereden alıyor aklıma gelen öteki

335
sorulardı. AKP’lilerin kömür hediyeleri siparişlerinin yapıldığı Soma madeni gerçekte kimindir acaba?
Neden patronu işin başında durmuyor, bu ihaleyi almanın bedeli nedir?

Hürriyet’deki köşe yazısında Ahmet Hakan suçluyu buldu; elimizde kapı gibi bir kaza nedeni var:
Mucizevi maliyet indirimiyle kâr hırsını tatmin etmeye çalışan zalim ve bu alanı açan anlayışsız,
vicdansız devlet aklı. Hakan, Somada şirket, kar mucizesini nasıl gerçekleştirmiş olabilir? Yaşam
odası kurmayarak olabilir mi? Peki işçi ücretlerini kısarak olabilir mi? sorularını sordu. Madeni devlet
işletirken kömürün maliyeti 130 dolar imiş. Bu şirket işletmeye başlayınca kömürün maliyeti 24 dolara
inmiş. Nasıl ve neden? AKP’nin kapitalist mantıkla hareket etmesi, bu partiyi çoktan
muhafazakarlıktan çıkardı. Hükümet, suçu şirketin, Alp Gürkan’ın, özelde ise ölen müdürün üstüne
yıkarak kendi sorumluluğundan kurtulmaya çalışıyor. 17 Ağustos 1999 Marmara depreminde de suç
bir müteahhidin üstüne yıkılarak hükümet yırttığını sanmıştı!

Zaman yazarı Ali Bulaç ve Radikal yazarı Cüneyt Özdemir, AKP’nin kimsesizin kimsesi olmayı
terkettiğini ve zenginlerin, sermaye sahiplerinin, elitlerin ve devletin kimsesi olduğunu çok güzel
teşhis ettiler. Bulaç’ın yazısı o kadar harika idi ki, ders alacak olana kafiydi. Soma faciasının da AKP
ve Erdoğan’a ders olmadığını gözlemledik. Erdoğan, gerçek halk ile büyülü temasını, iletişim kurma
özelliğini kaybetmiş durumda. Tokatladığı genç konuştu diye AKP partizanları, goygoycuları sosyal
medyada gay fotoları ile bu fakir kimsesiz vatandaşı homoseksüel yaptılar. Hakaret, iftira, bühtan,
aşağılama çok adice yapıldı. Siyasi küstahlık ve ahlaksızlık diz boyu!

Soma’daki maden faciasının acısının yüreklerde en derinden hissedildiği anlardaki ‘dayak’ hadiseleri
meydana geldi. Acıya acı katan, gönülleri yaralayan bu görüntülerin mimarları Başbakan Erdoğan ile
birlikte danışmanı Yusuf Yerkel’di. Yerkel’in bir vatandaşı ‘protesto ettiği’ gerekçesiyle tekmelemesi,
insani açıdan ‘çirkin’ bir hadise olarak kayıtlara geçti. Batı medyasında manşetlere çıktı, duymayan
kalmadı. Neden kameraların olduğunu bile bile, hem de Başbakan’ın yolsuzluk soruşturmasından
sonra yıprandığı bir dönemde böyle bir olaya meydan vermişti? Başbakan’ın markette vatandaşı
tokatlamasında da Yusuf Yerkel’in ‘gaz’ ve telkinleri vardı. Dikkat edilirse, markete girerken
Başbakan’ın tam arkasında bulunan isim Yusuf Yerkel’di. Yerkel, Fatih Üniversitesi mezunuymuş, al
sana paralel ilişki! Yakında kurban ederler.

Erdoğan’ın toplumu bölen, ayrıştıran, kamplaştıran söylemine inat halkımız Soma’da tek yürek oldu.
Bank Asya, Somazedelerin kredi kartları borçlarını ödedi. Galatasaray ve Fenerbahçe yardım
kampanyası düzenledi. Körfez Dersaneleri de Somalının borçlarını sildi, Kimse Yok mu günlerdir
yardım etmek için mücadele ediyor. Ancak AKP borazanları bunları görmek, duymak istemiyor. Zaten
görmezden gelerek akıl almaz iftiralara devam ediyorlar. Soma’nın Erdoğan’a komplo veya darbe
girişimi olduğunu iddia edebildiler. Ne insaf ne vicdanları kalmış..

AKP ve Erdoğan artık ne Özal’ın ne Menderes’in izinde veya devamcısıdır. AKP, Müslüman
Kardeşlerin Türkiye türevidir. Ancak Suriye ve Mısır’daki ihvanları Katar şeyhi ve Suudi Kralından
aldığı milyar dolarlar hatrına satıp, onların yok oluşuna, idama edilişine, mahv edilmesine göz
yumacak kadar da çıkarcılardır. Soma’da yas var iken, Manisalı Bülent Arınç’ın düğünde şahitlik
yapmasına hiç şaşırmadım. Azeri Bakan Abid Şerifov Soma’ya ağlar, Bosna feryat eder, Fatih Terim
düğün iptal eder, Pakistan 3 gün yas ilan eder; her şeyi politika ve para sanan AKP’li kapitalistler
kendileri dışında bir suçlu ararken, öte yanda düğün yapar, eğlenir…

18 Mayıs 2014

336
Kürdistan’ın başkenti veya icra merkezi İstanbul mu oluyor?

PKK’ya yakın çevreler, AK Parti Hükümetinin Kürdistan’ın başkentinin Diyarbakır değil İstanbul
olması için gerekli kanunu çıkardığını ve uluslararası anlaşmalara imza attığını ileri sürüyorlar.
Kürdistan’ın özerk devlet yapısına ebelik yapması için İstanbul’da hem Avrupa Birliği hemde
Birleşmiş Milletler nezdinde ofis kurulmasına izin verildi. Dışişleri Bakanı Ahmet Davudoğlu
tarafından hazırlanan anlaşmayı Başbakan Recep Tayyip Erdoğan 11 Aralık 2013’de imzaladı
(http://www2.tbmm.gov.tr/d24/1/1-0870.pdf ) ve Bakanlar Kurulu onayına gönderdi. Onaylanan bu
yasa ile merkezi İstanbul olan tüzel bir kişilik kuruldu.

Yasa

BM Kalkınma Programı (BMKP) Başkanı Helen Clark ile Davutoğlu arasında ilk sözleşme New
York’ta 27 Eylül 2013 tarihinde imzalandı. Bu sözleşmenin yapılmasının ardından TBMM’den
geçirildi ve uluslararası yasa haline geldi. AB’in yerel yönetimlerde özerklik şartı getiren ikiz yasası
kadar tehlikeli olan bu anlaşma Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe girdi.

Hukuki alt yapısı kesinleşen BM Kalkınma Programı Avrupa ve Bağımsız Devletler Topluluğu
Bölgesel hizmet merkezinin İstanbul’da kurulması sağlandı. PKK kaynaklarına göre, bu kurum
Kürdistan’ın sorun yaşanmadan kurulmasına hizmet ediyor. Diplomatik zırh ile korunacak alanlara
sahip olan BMKP, bir yandan özerk bir Kürdistan devlet yapısı oluşturacak hakları elde ederken , öte
yandan Suriyeli mülteciler için büyük göçmen kampları oluşturmanın yasal zeminine kavuşuyor.

Böylece PKK’nın Lideri Abdullah Öcalan’ın Oslo’da önkoşul olarak direttiği anlaşmanın hayata
geçirilmesi, 17 Aralık 2013 Büyük Yolsuzluk ve Rüşvet operasyonu sonrası MİT tarafından başarıyla
uygulanan kara propaganda ve Erdoğan tarafından kopartılan anlamsız kin, nefret, iftira ve bühtan
fırtınası sayesinde sessizce sahneye kondu. Gerçek paralel devleti PKK’ya Kürdistan ile kurduran
hükümet, cemaat düşmanlığı ile hem kamuoyunun gözünü boyadı hemde ustalıkla hedef saptırdı.
ABD, AB ve BM’nin bundan sonra hep bir ağızdan merkezi İstanbul olan bir Kürdistan özerk bölgesi
kurulması yada İstanbul’un uluslararası özerk statüye kavuşturulması için dayatması bekleniyor.

En son olarak 28.04.2014 tarihinde Bakanlar Kurulu tarafından TBMM’ye sevk edilen 302239 sayılı
kararda, Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ve Bİrleşmiş Milletler İnsan İşler Eşgüdüm Ofisi arasında
Türkiye’de bir ülke ofisi kurulmasına ilişkin anlaşmanın onaylanmasının uygun bulunduğuna dair
kanun tasarısı sunuldu. (http://www.tbmm.gov.tr/guncel_tasari_teklifler.htm ) Ayrıca Türkiye ile AB
arasında Vize Serbestisi Diyaloğu Mutabakat Metni ve Geri Kabul Anlaşması da yapıldı. Bu anlaşma
Avrupa ülkelerinde bulunan eski PKK militanı AB vatandaşlarının ülkemizde oluşturulacak Kürdistan
özerk yapısında dokunulmazlık zırhı ile getirilip görevlendirilmesinde büyük önem taşıyordu.
(http://www.mfa.gov.tr/data/agreed%20minutes%20ve%20annotated%20roadmap.pdf)

337
This article’s intellectual property belongs to Faruk Arslan

BİRLEŞMİŞ MİLLETLER, AVRUPA VE BAĞIMSIZ DEVLETLER TOPLULUĞU’NA MERKEZİ


İSTANBUL OLMAK ÜZERE TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NDE ÖZERKLİK TANINMASININ
HUKUKİ ALT YAPISI ÖZETLE ŞUDUR:

1-) BİRLEŞMİŞ MİLLETLER KALKINMA PROGRAMI (BMKP) BAŞKANI HELEN CLARK İLE
DIŞIŞLERİ BAKANI AHMET DAVUTOĞLU ARASINDA NEWYORK’DA İMZALANAN
27.09.2013 TARİHLİ SÖZLEŞME UYARINCA MECLİSTEN GEÇEN VE KESİNLEŞEN BU
ULUSLAR ARASI YASA , İKİZ YASALAR VE AVRUPA YEREL YÖNETİMLER ÖZERKLİK
ŞARTI KADAR TEHLİKELİ OLUP PKK’NIN 2 DAYANAK YASASINA BİR YENİSİ DAHA
EKLEMİŞTİR.

2-) )PKK’NIN VE AB İLE ABD’NİN HEP BİR AĞIZDAN MERKEZİ İSTANBUL OLAN BİR
KÜRDİSTAN ÖZERK BÖLGESİNİN KURULMASI YADA İSTANBUL’UN ULUSLAR ARASI
ÖZERK STATÜYE KAVUŞTURULMASI SÖYLEMLERİNİ HAYATA
GEÇİREBİLECEKLERDİR.

3-)BU YASA İLE BİRLEŞMİŞ MİLLETLERİN GÖZETİMİNDE MERKEZİ İSTANBUL OLAN


BİR TÜZEL KİŞİLİK KURULACAKTIR. ADI DA B.MİLLETLER AVRUPA VE BAĞIMSIZ
DEVLETLER TOPLULUĞU BÖLGESEL HİZMET MERKEZİDİR. (BAĞIMSIZ
DEVLETLERDEN KASIT NEDİR? BİR DEVLETİN BAŞKA BİR DEVLET YADA DEVLETLER
TOPLULUĞUNA KENDİ TOPRAKLARINDA HUKUKEN BİR TÜZEL KİŞİLİK HAKKI
TANIMASI MÜMKÜN DEĞİLDİR. HİÇBİR ÜLKE BUNA İZİN VERMEZ. SADECE
ELÇİLİKLER VARDIR. ELÇİLİKLER DE TÜZEL KİŞİLİĞE SAHİP DEĞİLDİR.

4-)TÜRKİYE BİRLEŞMİŞMİLLETLER KALKINMA PROGRAMI (BMKP) AVRUPA VE


BAĞIMSIZ DEVLETLER TOPLULUĞUBÖLGE HİZMET MERKEZİ’NE (BDT-BHM)
İŞLEVLERİNİ YERİNE GETİREBİLMESİ İÇİN GEREKLİ TÜM AYRICALIKLARI,
BAĞIŞIKLIKLARI, MUAFİYETLERİ VE KOLAYLIKLARI SAĞLAYACAKTIR.

5-)AYRICA BİRLEŞMİŞ MİLLETLERİN 1946 DA İMZALANAN BM AYRICALIK VE


MUAFİYETLERİNE İLİŞKİN SÖZLEŞMEDEN DE BMKP-BÖLGESEL HİZMET MERKEZİ,
BİNALARI, FONLARI VE VARLIKLARIYLA BİRLİKTE PERSONELİ DE
FAYDALANACAKTIR.

6-)AYRICA 23 ŞUBAT 2011 TARİHLİ BİRLEŞMİŞ MİLLETLER VE TÜRKİYE ARASINDAKİ


TÜRKİYE’DE YAPILAN BM KONFERANSLARI VE TOPLANTILARINA DAİR AYRICALIK,
338
BAĞIŞIKLIK VE DİĞER HUSUSLARA İLİŞKİN ÇERÇEVE ANTLAŞMASINDAN DA
FAYDALANABİLECEKTİR.

7-)BMKP-BHM’NİN MERKEZİ BMKP İÇİN BÖLGESEL HİZMET İŞLEVLERİNİ YERİNE


GETİRMEK AMACIYLA İSTANBUL’DA KURULACAKTIR.

8-)BMKP-BHM TÜRKİYE’DE TÜZEL KİŞİLİĞE SAHİP OLUP BAĞIMSIZ OLARAK


SÖZLEŞME YAPMA, TAŞINIR TAŞINMAZ MAL EDİNME VE TASARRUFTA BULUNMA,
DAVA AÇMA EHLİYETİNE SAHİP OLACAKTIR. TEMSİLCİSİ BMKP-BHM BAŞKANIDIR.

BMKP-BHM’NİN DOKUNULMAZLIĞI VAR

9-)BMKP-BHM DOKUNULMAZ OLACAKTIR. NEREDE VE KİMİN ELİNDE BULUNURSA


BULUNSUN MAL VE VARLIKLARINA HER HUKUKİ SÜRECE KARŞI BAĞIŞIKLIĞI
VARDIR. YANİ HİÇBİR SURETTE MALLARINA EL KONULAMAZ. TEDBİR, HACİZ VEYA
İCRAİ İŞLEM YAPILAMAZ.

10-)TÜRKİYE’NİN HİÇBİR YETKİLİSİ VEYA GÖREVLİSİ VEYA KAMU YETKİSİ BULUNAN


KİŞİ BMKP-BHM BİNASINA HERHANGİ BİR GÖREVİ YERİNE GETİRMEK İÇİN DAHİ OLSA
GİREMEZ.(POLİS, HAKİM, İTFAİYECİ, VERGİ MEMURU, SAVCI, MİT, HATTA BAŞBAKAN)
GİREBİLMESİ İÇİN BMKP-BHM BAŞKANININ İZNİ GEREKİR.

11-)BMKP-BHM’NİN ARŞİVLERİ, BELGELERİ, KULLANIMINA SUNULAN EVRAKLARI VE


MALZEMELERİ TÜRKİYE’NİN NERESİNDE VE KİMİN ELİNDE BULUNURSA BULUNSUN
DOKUNULMAZDIR. İNCELENEMEZ. EL KONULAMAZ.

12-) TÜRKİYE’DEKİ YETKİLİ MAKAMLAR BMKP-BHM BİNASININ GÜVENİK VE


KORUNMASINI SAĞLAYACAK, BİNALARINA YETKİSİZ KİŞİLERİN GİRİŞİ YADA YAKIN
ÇEVRESİNDEKİ OLUŞACAK KARGAŞALARIN ÖNLENMESİNİ SAĞLAYACAKTIR.
YETKİLİ MAKAMLAR HER TÜRLÜ KORUMA VE GÜVENLİĞİ SAĞLAMADA ÖZEN
GÖSTERECEKTİR. (POLİS, ASKER VS.İLE HEM BİNA HEM ÇEVRESİ KORUNACAK)

13-)TÜRKİYEDEKİ YETKİLİ MAKAMLAR BMKP-BHM’NİN VE PERSONELİNİN


GÖREVLERİNİ VE İŞLEVLERİNİ YAPTIKLARI ESNADA HERHANGİ BİR MÜDAHALEYİ
ÖNLEMEK İÇİN GEREKLİ GÜVENLİK VE KORUMA SAĞLAMAK ÜZERE ETKİLİ VE
YETERLİ ÖNLEMLERİ ALACAKLARDIR.

KAMU HİZMETLERİ

14-)TÜRKİYEDEKİ YETKİLİ MAKAMLAR BMKP-BHM ‘YE EN AZ DİPLOMATİK MİSYONA


SAHİP KOŞULLARLA İHTİYAÇ DUYDUĞU ALTYAPI, ENERJİ VE İLETİŞİM HİZMETLERİ
GİBİ KAMU HİZMETLERİNE ULAŞIMINI SAĞLAMAK ZORUNDADIR.

15-)HÜKÜMET BMKP-BHM’YE SAĞLANAN KAMU HİZMETLERİNİN HEPSİNİ


DİPLOMATİK KOŞULLARA UYGUN ŞEKİLDE EN AZ ORANDA FİYATLANDIRARAK
SAĞLAYACAKTIR.

16-) BU SAĞLANAN KAMU HİZMETLERİNDEN FAYDALANIRKEN BMKP-BHM’YE


TÜRKİYEDEKİ TEMEL KAMU KURUM VE KURULUŞLARA TANINAN AYRICALIK VE
ÖNCELİK TANINACAKTIR.

İLETİŞİM KOLAYLIĞI
339
17-) BMKP-BHM’YE RESMİ HABERLEŞME YAPMASI İÇİN HER TÜRLÜ İLETİŞİM ARACI
İLE BASIN VE RADYO İLE İLETİŞİMİ İÇİN TÜM ÖNCELİKLER SAĞLANACAK VE EN AZ
DİPLOMATİK MİSYONLARA TANINAN KOLAYLIK VE AYRICALIKLARIN TAMAMI
TANINACAKTIR. AYIRICA HİÇBİR SURETTE VERGİ ALINMAYACAKTIR.

18-)HÜKÜMET KULLANILAN TÜM İLETİŞİM ARAÇLARINDA BMKP-BHM’YE RESMİ


HABERLEŞME VE İLETİŞİM DOKUNULMAZLIĞINI SAĞLAYARAK SANSÜR
UYGULAMAYACAKTIR.

19-)YAZILIM VE DİĞER PROGRAMLARI İŞLETMEYE, TELEKOMİNİKASYON DAHİL


(YAZILI-SÖZLÜ GÖRÜNTÜ, SES VEYA HER TÜRLÜ BİLGİNİN, KABLO RADYO, UYDU,
FİBER VEYA BAŞKA ELEKTRONİK ELEKTROMANYETİKYOL MARİFETİYLE
YAYINLANMASI, ÇEVİRİMİ VEYA SİNYALİN ALINMASI) HER TÜRLÜ HABERLEŞME
CİHAZINI KULLANMA, ŞİFRELİ HABERLEŞME YAPMA VE KURYE VE ÇANTALAR
VASITASIYLA YAZIŞMALAR GÖNDERİP ALMA HAKKINA SAHİP OLACAKTIR.

FONLAR, TAŞINIR VE TAŞINMAZ MALVARLIKLARI VE DİĞER MALLAR İLE RESMİ


TAŞITLAR

20-)BMKP-BHM FONLARI GAYRIMENKUL VE MENKULLERİ İLE DİĞER MALLARI


NEREDE VE KİMİN ELİNDE BULUNURSA BULUNSUN HER HUKUKİ SÜRECE KARŞI
BAĞIŞIKLIĞI VARDIR. YANİ HİÇBİR SURETTE MALLARINA EL KONULAMAZ. PARA
ALIŞVERİŞİ DENETLENEMEZ, MALİ DENETİM YAPILAMAZ, SINIRLAMA GETİRİLEMEZ,
ARANAMAZ, ALIKONAMAZ, İNCELENEMEZ, TEDBİR, HACİZ VEYA İCRAİ İŞLEM
YAPILAMAZ

21-)BMKP-BHM MÜLKİYETİ VE VARLIKLARI HER TÜRLÜ KISITLAMA, DÜZENLEME,


MALİ DENETİM, DENETİM VE MORATORYUMDAN MUAF OLACAKTIR. 22-)HÜKÜMET,
BMKP-BHM’NİN RESMİ KULLANIMI İÇİN VERGİSİZ OLARAK AKARYAKIT VE
MOTORYAĞI SAĞLAMAK ZORUNDADIR.

23-)BMKP-BHM’NİN ARAÇLARINA DİPLOMATİK PLAKA SAĞLANACAKTIR.

VERGİ RESİM İTHALAT VE İHRACAT KISITLAMALARINDAN MUAFİYET

24-)BMKP-BHM İTHALAT İHRACAT VE GÜMRÜK VERGİSİNE İLŞKİN YASAK VE


KISITLAMALARDAN MUAF OLUP TÜM VERGİLERDEN DE MUAFİYETE SAHİPTİR

BM TOPLANTILARINA KATILANLAR

25-)BİRLEŞMİŞ MİLLETLERİN VE DİĞER İLGİLİ ÖRGÜTLER TARAFINDAN YAPILAN TÜM


ÇALIŞMALARDA YAPILACAK SÖZ VE EYLEMLERDEN HUKUKİ SÜREÇTEN MUAFTIR
AYRICA GÖREVLERİNİ YERİNE GETİRİRLERKEN AYRICALIK BAĞIŞIKLIK VE
KOLAYLIKLAR SAĞLANACAKTIR.

BMKP-BHM’NİN RESMİ GÖREVLİLERİ

26-) BMKP-BHM’NİN RESMİ GÖREVLİLERİNİN TÜM YAZILARI SÖZLERİ VE EYLEMLERİ


GÖREVİ SON BULSA DAHİ HUKUKİ SÜREÇTEN MUAF OLUP YARGILANAMAZ.
TUTULAMAZ, GÖZALTINA ALINAMAZ, EŞYALARI ARANAMAZ, TUTUKLANAMAZ. (
SUÇÜSTÜ HALİ HARİÇTİR. ANCAK DERHAL BAŞKANINA HABER VERİLMESİ
ZORUNLUDUR.)
340
27-) BMKP-BHM’NİN RESMİ GÖREVLİLERİNİN KENDİLERİ EŞLERİ VE AİLELERİ TÜM
GELİR VE MALLARINA İLİŞKİN VERGİLERDEN MUAF TUTULACAKTIR.

28-) BMKP-BHM’NİN RESMİ GÖREVLİLERİNİN KENDİLERİ EŞLERİ, AİLELERİ VE DİĞER


AKRABALARI KAÇAK DAHİ OLSA YABANCILARI KAYIT İŞLEMLERİNDEN MUAFTIR.

29-) BMKP-BHM’NİN RESMİ GÖREVLİLERİNİN KENDİLERİ EŞLERİ VE AİLELERİNİN


RESMİ İŞLERİ YADA DİNLENME AMACIYLA YAPACAKLARI TÜM SEYEHATLERİ VE
HAREKETLERİ ASKERİ DENETİM DE DAHİL OLMAK ÜZERE TÜM KISITLAMALARDAN
MUAFTIR.

30-)ULUSLAR ARASI KRİZ SAVAŞ VS. GİBİ DURUMLARDA BMKP-BHM’NİN RESMİ


GÖREVLİLERİNİN KENDİLERİ EŞLERİ VE AİLELERİNE DİPLOMATİK KORUMA
SAĞLANACAKTIR.

31-) BMKP-BHM’NİN RESMİ GÖREVLİLERİNİN KENDİLERİ EŞLERİ VE AİLELERİ KİŞİSEL


KULLANIMLARI İÇİN DAHİ İTHALAT KISITLAMALARI DA DAHİL TÜM VERGİLERDEN
MUAFTIRLAR. AYRICA İSTEDİKLERİNİ İTHAL EDEBİLİRLER.

32-) BMKP-BHM’NİN RESMİ GÖREVLİLERİNİN KENDİLERİ EŞLERİ VE AİLELERİ


TÜRKİYEDE HAVALİMANLARINDA PASAPORT KONTROLÜ YAPILAMAZ VE
DİPLOMATİK ÖNCELİKLERİ VARDIR.

19 Mayıs 2014

Soma’da suçlu aranıyor!

Soma Holding işletmecisi CHP’li Alp Gürkan’ın Soma’dan para kazanma derdi olmadığı açık, 3 yıldır
madene uğramamasından belliydi. Suçun üstüne yıkılması mantıklı mı? Soma yemiyle AKP’den 70
milyarlık ihalesiz maden ruhsatı kaptığı da ortada! Elbette suçu var. Devletin kömür işletmesini
özelleştirip Soma Holding’e veren AKP, seçmeni ucuza mal ettiği kömürle avlama peşindeydi
yıllardır. Gürkan yüzde 15’e tav olmuş, zaten patron hiç kar etmiyordu! O halde suçlu kim?

Soma’da işçinin hayatını kurtarabilecek “yaşam odaları”nı yaptırmayan, sosyal tesislerden kısan, işçi
ücretlerini “insani” ölçüde yaptırmayan, yeterli eğitim vermeyen ve düzgün denetlemeyen devlet!
“Facia 3 ay sonra olsaydı, yaşam odası ünitesi tamamlanacaktı ve kimse ölmeyecekti” açıklaması bir
faciaydı. O halde 9 ay önce Enerji Bakanı Taner Yıldız’ın yaptığı “dünyaya model bir tesis açtık”
açıklamasını nereye koyacağız. Henüz Mart ayında tesisin denetlenmesi ve sağlam raporu alması
çakma değilde, sizce nedir Allah aşkına!

176 sayılı ILO sözleşmesini ısrarla imzalamayan ve haklı olgularla tehlikeye işaret eden CHP Soma
Önergesi’ni TBMM’de reddeden aktör AKP iktidarı değil miydi? “Fasa fiso önerge veriyorlar” diyen
AKP Milletvekili Şamil Tayyar değil miydi?

İki gündür maden ruhsatını imzalamayı bizzat Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın 2012′den beri
resmen bir kararname ile üstüne aldığını yazıyorum, ses yok, tepki yok, yok oğlu yok. Bu soruyu
başbakana soracak babayiğit bir gazeteci de mi kalmadı? Fırça yersiniz belki ama kamuoyu bu sorunun
yanıtını merak ediyor. Ruhsatı veren başbakan değil mi? Öyleyse sorumlu olamaz mı? Ne karşılığı
ruhsat verdiniz?

Madencilikten sorumlu Faruk Çelik, “maden ruhsatlarını bakanlık veriyor” diyerek istifa ateş topunu
Bakan Taner Yıldız üstüne attı. Peki, Yıldız’da haklı olarak,” izni ben imzalayamıyorum, bu izni
341
Başbakanlık veriyor ve Erdoğan imzalamak zorunda” derse, ne olacak? Başbakanda masumiyet
karinesi mi arayacağız? Yağdanlık yağan yazar Ahmet Taşgetiren gibi, “Erdoğan çok kalbi bir
insandır, millet için, vatan için gece gündüz demeden çalışıyor, mukaddes insandır, paraya elini hiç
sürmez, bağış alıyorsa ve aldırıyorsa Allah işleri, hayır işler içindir” diyerek soruşturmanın üstüne
soğuk bir bardak su mu içeceğiz?

TKİ, Çalışma ve Enerji Bakanlıklar’ında sorumluluk konusunda savcılıkça taksirleri görülen (ihmal)
zanlılar da tutuklamaya sevk edilmeliydi! Soma’da madene duvar örüldü ve olay yeri savcıya
gösterilmedi. Kaç kişinin öldüğünü bile tesbit edemedi savcılık. Valilik medyayı şehirden kovdu,
haber alma özgürlüğü kısıtlandı. Kara propaganda ve PR çalışması desen gırla gidiyor. Devlet
gazeteciliği yapılıyor. Gazetecilik yapana küfreden AKP partizanları çok sersem!

Soma’da yaşadığımız sadece acımasız kapitalizm bile değil, adaletsiz ve ahlaksız bir kara sömürü
düzeni! Başbakan, “ülke benim, halkın iradesi arkamda, istediğimi yaparım, herşeye hakimim”
diyorsa, hesap vermesini de bilmelidir? Alp Gürkan, koyu CHP’li ama maşallah 70 milyarlık madenler
ihalesini ihalesiz kapmayı başarmış! Bunu sanırım TÜRGEV türevi Erdoğan ailesi vakıflarına en fazla
bağış yapan olmasına borçlu! İşler nasıl yürüyor iyi biliyor, başbakan sağolsun, haraç, bağış, rüşvet
dediğiniz nedir ki!!! Alp Gürkan TÜRGEVe bağış yapıp devletten aldığı ihaleyle çalıştırdığı
madenciler derine doğru kazarken, İstanbul Maslak’ta yükselen “tower”ını yaptı! Kimsesizlerin,
fakirlerin, gariplerin sahibi iddiası ile yola çıkan AKP, patronları, elitleri el üstünde tutuyor ama
cemaata sövüp hakaret etmeyi de hiç ihmal etmiyor!

Maden ruhsatlarını vermek dahil ülkenin herhangi bir yerinde herhangi bir binanın izni için bile
Başbakanın desturu lazım oluyorda, neden Erdoğan facia olduğunda hiç sorumlu olmuyor? İnsanı
düşünmek, insana odaklanmak Müslümanlıktır. Fırsat bulduğunda kazıklayan, fırsat bulduğunda
malzemeden rahatlıkla çalan küfür içindedir diyen Kur’an ve sünnetdir. Bu ahlaki prensipleri
hatırlatınca neden hemen birden “casus”, “vatan haini”, “Yahudiyle elele satkın”, “paralelci”
oluyorsunuz? Yafta hazırda vicdani temeli, hukuki delili yok ki! Anlayabilen beri gelsin…

AKP, devleti resmen parti devleti ve vahşi bir kapitalist yaptı! Altyapı ve zihniyet sorunu nedeniyle de
denetleme sorunları yaşıyor. Soma İlahi bir uyarıydı! Çok mazlum ahı aldı AKP, ve Recep bey,
sonunda yerinaltı yandı, patladı! Kömürde sürümden kazanma hırsı ve ahlaksız bir sömürü anlayışı ile
birleşti. Soma’da facia nedeni, belki kömür işletmesini TKİ’den alıp özel sektöre veren özelleştirme
şartları olabilir. Acımasız rekabet ortamı olabilir. Ancak hiç bir gerekçe insanı ve insanlığı öldürmeyi
gerektirmez, hukuki siyasileştirip yargıdan kaçmayı gerektirmemeli…

Savcılık siyasal baskılarla suç sorumluluğunu ölen amirlerin üzerine yıkmamalı ve mahkeme de bu
çizgide hareket etmemelidir. Suçlu hayatta yaşıyor, aramızda dolaşıyor. Soma işçileri, hükümet
partisinin ilçe teşkilatları üzerinden işe alınıyordu. Başbakan’ın seçim mitinglerinde Somalılar
işverenin baskısıyla zoraki taşınıyordu. Madenin yüzde 85’ini kullanan AKP, yani kurmaya çok
hevesli oldukları parti devletidir… Gürkan yüzde 15 suçluysa yüzde 85 AKP suçlu!

Soma’da sürekli yanma ortamı vardı, yanmanın söndürülmesi için üretim bantlarının en az üç gün
durdurulması gerekiyordu ama asla bir gün bile durdurulmadı. Hükümetin seçim dönemlerinde
dağıttığı kömürler bu madenden çıkıyordu. Peki, neden üç gün bile durdurulmasına müsaade
edilmeden çıkartıldı kömürler? Henüz Mart ayında denetlenen, bu kadar tehlikeli iş yapıp da böyle bir
kazaya hazırlıklı olmayan bir işletme nasıl oldu da faaliyetlerine devam edebildi? Elbette devletin,
parti devleti AKP’nin, bakanın talimatı ile aralıksız maden çalıştırılıyordu. Madem parti devleti
kuruyorsun, hesap vereceksin…

Savcı şu soruları sordu mu? Gerçekten iddia edildiği gibi, Soma Holding TÜRGEV’e bağışta bulundu
mu? Seçimlerden önce dağıtılan kömürler için Soma Holding’e sadece 2011-2014 yılları arasında
342
naylon faturalarla 1 milyar TL hayali ödeme yapıldı mı? Madende birçoğu açılmamış gaz maskesi
bulundu mu? Bunun sebebi, 400 liralık para cezası olabilir mi? Ölürken bile para cezasından korktular
mı? Gaz maskeleri küflüyse, denetleyen devlette kusur, ihmal yok mu? Madenlerin kiralanmasında
yetki Başbakan’daysa, kiracılar, taşeronlar nasıl seçiliyor? Fiyat mı, haraç mı, siyasi yakınlık mı ön
plana çıkıyor? Soma’daki maden faciası için “darbe girişimi” diyen utanmazlar, Somalı madencilere
“darbeci” diyorsa, kin ve nefrete teşvik suçu değil midir?

21 Mayıs 2014

Zelzele zelil eder elbet!


Faruk Arslan | Mayıs 28, 2014 | 2014 Makaleleri, Gazetecilik Makalem, Genel | 1 Yorum

Zelzele zelil eder elbet!

AKP parti devletinde sayısız haksız rekabetler yaşanıyor, vergi yolsuzlukları, elektrik borcu ödememe
ayrıcalıkları gırla gidiyor. Bunlar normaldir diyorsanız, demek ki bu skandalları yazdığım için ben
suçluyum! Üstad Said Nursi, ne zaman Risale-i Nur hizmeti üzerinde oyunlar oynanır, kumpas
kurulur, başta deprem olmak üzere Allah’ın gazabı, şefkat ve zecr tokatları gelir diyor. Genel belalar
çoğunluğun hatasından dolayıdır.

343
Bugün
Süfyanizm Oligarşisi’nin fitnesi ve zulmü CHP dönemini solladı. 1952’den beri hiç bir dönemde
Risalelere basım yasağı getirilmedi, bandrol verilmeme gibi bir skandal yaşanmamıştı. Resmen 3 aydır
basılan Risaleler dağıtılamıyor. Yeni Asya grubuna el altından size de izin vereceğiz, niyetimiz
cemaata sadeleştirilmiş Risale bastırmamak demişler ama bu balona inanan yok.. Risale cemaatlerinde
herkes Said Özdemir ve oğlu Kemalettin’in Said Yüce ile beraber Erdoğan’la görüştüğünü ve
kendilerini Risalelerin ve üstadın varisi olarak pazarladıklarını biliyor. Bunun karşılığında Erdoğan’a
“Halife” ve “Mehdi” diye biat ettiklerini sağır sultan bile duydu. Boğazına kadar yolsuzluğa
batmışlarla Nurcuların siyaseten kirlenmesi ilk defa olmuyor.
344
Soma faciasının ardından Ege’dan başlayıp devam eden depremlerin ilahi bir uyarı olduğunu hükümet
kabul etmiyor. Yazanlarla dalga geçiyorlar ve hedef gösteriyorlar. Üstad yazmış Kastamonu
lahikasında ve Sözlerde, ne yapalım, yok mu sayalım! Soma faciası maden yolsuzluğunu ortaya
çıkardı. Peki, Sivas’ta yaşanan demir çelik yolsuzluğunu hiç duydunuz mu? Bir facia daha
yaşanmadan bari bunu evvelden yazayım.

Piyasada haksız rekabet ve devlete vurgun yapıldığı için demirçelik üreticileri Başbakan Erdoğan’a
Samsun’da iki ay önce şikayet dosyası sundu. Ancak 2 aydır hakkında suç duyurusunda bulunulan
şahıs ve işletme ile ilgili hiç bir denetleme ve kanuni işlem yapılmadı. Şimdi demirçelik üreticileri kara
kara düşünüyor. Sivas’ta halen yaşanan 1 katrilyonluk kaybı ben bile Kanada’dan çok rahat biliyor
iken, Erdoğan’ın duymamış olması imkansız! Acaba Soma’da olduğu gibi bir durum mu söz konusu?

Demirçelikcilerin kalın dosyasında, Sivas SIDER demirçelik tarafindan yapılan 1 katrilyonluk vurgun
belgeleniyor. Zeytinci Kralı, eski mafya babası Alaaddin Çakıcı’nın sağ kolu, Nesim Malki cinayetine
azmettiren Erol Evcil, Sivas Demirçelik patronuymuş. İlk defa duydum. Kaynağım sağlam bilgi diyor.
Sivas Demirçelik’in faturasız üretim ve satış ile 600 trilyonluk vergi kaçağı bulunuyor. 400 trilyonluk
elektrik ve su borcu işin cabası. Bu vergi kaçağı ayrıca anlamlı. Çünkü Sivas demirçelik inşaat demiri
üretiyor ve bu üründe ortalama kar marji % 5-10 bandı. Peki, kime satıyor demiri? Gizli patron Evcil
bu Sivas fabrikasından AKP inşaat ihalelerine faturasız mal satıyor ve bunun için de % 18 KDV ve
gelir vergisinden muaf tutulmuş! Tıpkı Soma’da olduğu gibi naylon fatura kesiliyor.

Süfyanizm Oligarşisi, hangi renge şekle girerse girsin hemen belli olur. Müslüman fişleme, iftira,
yalan, bühtan, kin, nefret, kıskançlık var. En temel özellikleri ise hırsızlık, kamu soygunu, talan ve
israf. Geçmişte 21 bankanın içini boşaltmışlardı. Şimdi halkı milyarlarca dolar bankalara
borçlandırdılar ve borç batağında yaşayan halkımız kafasını kaldırıp oyunu göremez hale geldi.

2000 Ağustos’unda “irticacı” diye fişlenen 30 bin devlet memurun atılıp ötekileştirilmesine
katkılarımla engel oldu Zaman gazetesi. Ancak Süfyanizm asla akıllanmadı. 28 Şubat sürecinde
yaşanan soygunun bir benzeri bugün yaşanıyor. O günlerde, “irtica bahane vurgun şahane” manşeti
atmıştım. Bugünde, “paralel bahane, vurgun, tasfiye şahane” diyebiliriz. Ege açıklarında meydana
gelen 6.5 büyüklüğündeki deprem sonrası insanın aklına 1999 depreminde Mehmet Kutlular’ın 3 yıl
mahkumiyet aldığı “7.4 yetmedi mi?” yazısı geldi. Yaşlı bir hanımın pankartını Kutlular köşesine
taşımış, “zulme yeter” diyen halkın sesine kulak vermişti.

17 Ağustos 1999 depreminde merkez üssü Gölcüktü. MGK’nın Süfyanizm Oligarşisinn 2 milyon
fişlemeyi tuttuğu kasa, 600 denizciyle batırıldı! Ancak ne gam! Süfyanizm Oligarşisi, 17 Ağustos
depremi ikazından ders çıkarmadı. Bir yıl sonra ‘Yargısız İnfaz’ adlandırdığım kanun hükmünde
kararnameyi hazırlayıp Ecevit kabinenesine zorla veya çaktırmadan imzalatmışlardı.

Bu skandalı ortaya çıkardım. Vicdanlı bir MHP milletvekili, “MHP Lideri Devlet Bahçeli duysa beni
ülkeden kovdurur” diye korka korka belgeyi bana Ankara ofisimizde vermişti. 17 Ağustos depreminde
yerin dibine batırılan fişlemelerle yargısız infaz yapamayan Süfyanizm Oligarşisi, 1 yıl içinde 30 bin
yeni fiş oluşturmuştu. İrticacı diye namaz kılanları memuriyetten atacaklardı. Yazdım ve Türkiye’yi
ayağa kaldırdım bu haberle. Bugün Erdoğan Soma’dan sonra Ege depreminin İlahi ikaz olduğu
uyarılarını kabul etmedi. Bakanlar Kurulu merkezli bir deprem mi bekliyor Allah ciddi mi değil mi
diye anlamak için?!

165 ülkede milletin ak alınteri himmetiyle Türkçe sevdalısı yetiştirenlere Süfyanizm’in Oligarşisi ile
takoz koyarsan, İlahi gazabı elbette ülkemize çekersin. Neden Türkçe olimpiyatı yok diye soruyorlar.
Yazıyorum nedenini ama çoğunluk inanmamış, inanamıyor. Ankara’dan gönderilen özel talimatla vize
vermemişler gelecek çocuklara. Fenerbahçe stadını Türkçe olimpiyatı finali için düşünmüşlerdi. Aziz
Yıldırım’ın gözü korkmuş, paralel ilan ederler, bulaşmayayım demiş, tırsmış. Stad verilmedi, hatta
345
düğün salonlarını bile aramış, tehdit etmiş AKP’li işgüzarlar veya işbozucular. Hadi diyelim günah
görmüyorsunuz, peki ayıp değil mi? Vicdanınız rahat mı?

Umumi musibetlerin geliş nedeni ile ilgili Kur’an’dan delil isteyenler Nuh Tufanı’nı okumuyorlar mı?
Hadisleri siyasi çıkarlara göre mi okuyorlar yoksa! Umumi musibetlerin çoğunluğun hatasından
geldiği bir İslami kaidedir. Bunu sadece Said Nursi söyleemiyor. Erdoğan tek suçlu değil, başta haksız
rekabete tepkisizler olmak üzere yanlışa dur diyemeyen hepimiz suçluyuz.

Yurt dışındaki Yunus Emre Merkezleri, alternatif biçimde 23 Nisan Türkçe olimpiyatı organize etmek
için yabancı çocuk hazırlayacaklar. Bu alanda çok başarılı olan Hizmeti, cemaatı devlet parasıyla taklit
ediyorlar. Kendi ceplerinden çıkmıyor ki, özveri, fedakarlık, çile, ızdırap, gözyaşı olsun! Parasını
verdik mi aynı ruhu yakalarız sanıyorlar. Yanıldıklarını anladıklarında geç olur.

Evet yanlış okumadınız, Başbakan Erdoğan hizmetin yüzakı olan Türkçe olimpiyatlarını kıskandı ve
rakip olarak 23 Nisan’ı kullanmaya karar verdi. Eski sponsor KOÇ’a teklif götürüldü. Eski tas, Eski
hamam yani… İzmir fuarında Türkçe olimpiyatı bir stand ile temsil edilecek bu yıl. Geçen yılki
coşkuyu kıskandılar. Ege depremi, Soma ile vurulduk ama haksız rekabet, ayrımcılık ve hukuksuzluk
ile tabi saydıkları felaketler arasında ilişki kurulmasına çıldırıyorlar. Hizmeti tanıyan herkes ihlas ve
samimiyetlerini biliyor, kimi kandırıyorsunuz?

Bu yıl mecburiyetten Türkçe olimpiyatları açılışı Etiyopya’da, yarı finali Polonya’da, finali
Almanya’da yapılacak. Her kategoride seçilen sadece 20 öğrenci yarışacak. MİT’in provakasyonla
çocuklara ülkemizde zarar vermesinden korkuldu. Bu nasıl bir acı, elem ve üzüntü verici bir durumdur.
Türkçe olimpiyatlarına gelmek isteyen 165 ülkeden 2000 Türkçe bilen, Türkiye sevdalısı çocuğa vize
verdirmeyenleri, elbette ZELZELE sallar ve ZELİL eder.

28 Mayıs 2014

346

You might also like