Download as pdf or txt
Download as pdf or txt
You are on page 1of 106

PEGASUS AJANS

DÖRT ANLAŞMA
Toltek Bilgelik Kilabı
Don Miguel Ruiz

KİTABIN ÖZGÜN ADI


The Four Agreements
•A Toltec Wisdom Book•
Amber-Allen Publishing

TÜRKÇESİ
Nil Gün

YAYIN YÖNETMENİ
Nil Gün

YAYINA HAZIRLAYANLAR
Gülşen Sayın - Uğur Alkapar

KAPAK
Hakkı Şen

İstanbul 1999
ISBN 975-8363-04-2

BASKI
Kitap Matbaacılık Tel: 0212. 567 48 84

ÖTESİ YAYINCILIK
Sinan Ercan Cad. No: 34/33 Erenköy-İstanbul
Tel: 0216. 445 22 14 - 380 29 24 Faks: 0216. 416 48 31
email: kuraldisi@superonline.com
Sunuş

Toltek Bilgeliği, yalnızca efsanelerde ve hikâyelerde varolan ölü bir


gelenek değil, bugün hâlâ bir kısım Meksika Kızılderilileri tarafından
uygulanan canlı bir öğretidir.
Toltek bir din değildir. Bir felsefe değildir. Bir ideoloji değildir. Toltekler
bir yaşam sanatının uygulayıcısıdır.
Özellikle Carlos Castaneda’nın “Don Juan’ın Öğretileri” ile başlayan kitap
dizisi Toltek öğretisinin dünyada tanınmasını sağlamıştır.
Bir Toltek kendisini Doğa’nın ve Evren’in bir parçası olarak görür ve doğal
yasalara uyumlu bir yaşam sürmeyi amaçlar.
“Bilgi İnsanı” anlamına gelen Toltekler, 16. Yüzyıldan önce kendilerine
Wirrarika diyordu.
Toltek İspanyolcasında “o” zamiri için tek sözcük vardır. Toltekler “o”
derken kadın-erkek gibi cinsiyet ayrımı yapmadığı gibi cansız-canlı ayrımı da
yapmaz. (İngilizcede he, she, it gibi ayrımlar vardır.) Çünkü Tolteklere göre
her şey cinsiyetsiz ve canlıdır.
Yine de Güneş ve gücünün, Rüzgâr ve beklenmedik davranışlarının erkek,
Dünya ve sevgiyi öğretme derslerinin Su ve hayat verme yeteneğinin dişi
olduğu bilinir.
Resmi tarih Tolteklerin dokuzuncu ve on ikinci yüzyıllar arasında
yaşadığını söylese de, Tolteklerin kökeni tarihin karanlıklarına kadar uzanır.
Toltekler, Tula şehrinin dağılmasından sonra on ikinci yüzyılda birçok
kollara ayrılmıştır. Bunlardan en bilinenleri Wirrarika, Aztek ve Mayadır.
Toltek dünyasının en bilinen figürü Tüylü Yılanla sembolize edilen
“Quetzalcoatl”dır. Bu sembol Tula piramitlerinde yer aldığı gibi Atlantis
sembolü olarak da bilinir.
Bugün Maya-Toltek bilgilerindeki derin astronomi bilgilerinin isabetliliği
günümüz bilim insanlarını hâlâ şaşkınlığa düşürmektedir.
Toltek bilgileri çok boyutlu insan-evren ilişkilerini de içeriyor.
Bilimin ve spiritüel yaşamın birbirinden ayrılmadığı Toltek bilgileri, Maya
uygarlığının en üst boyutlara ulaşmasını sağlamıştır.
Toltek spiritüelliğinin en önemli özeliklerinden biri pragmatist olmasıdır.
Bir Wirrarika ile onu Hıristiyan yapmaya çalışan bir misyoner arasında
geçen şu konuşma ilginçtir:
Wirrarika: Biz Kızılderililerin birçok tanrıya inandığımız için aptal
olduğumuzu düşünüyorsun, öyle mi?
Oysa biz, siz beyazlar gibi inançlara sahip değiliz. Bizim yolumuz inanca
değil, görmeye dayanır. Siz ise bir kişinin peşinden sürü gibi gidiyorsunuz.
İsa’nın ne yaptığını, ne yapmadığını nereden biliyorsun? Onu tanıdın mı?
Misyoner: Hayır, kişisel olarak değil.
Wirrarika: Peki, onu tanıyan birini tanıyor musun?
Misyoner: Tabii ki hayır. O, iki bin yıl önce. yaşadı.
Wirrarika: İki bin yıl önce mi? Şaka mı yapıyorsun? Onun gerçekten
yaşayıp yaşamadığını nereden biliyorsun? Belki de İsa sadece bir efsanedir.
Misyoner: Tabii ki yaşadı. Onun sözleri İncil’de var.
Wirrarika: Oh, ama ben okumayı bile bilmiyorum. Bizim aptal
olduğumuzu söylüyorsun öyle mi? Dünyaya ve güneşe inandığımız için
aptalız öyle mi?
Sen sana söylenenlere inanıyorsun. Bana dünya hakkında kimsenin bir şey
söylemesine gerek yok. Onu her gün görüyorum! O her gün meyvelerini,
mısırını, fasulyesini, suyunu bana armağan olarak sunuyor. Ona
dokunabiliyor, üzerinde yürüyor ve yaşıyorum. Her gün Güneşin ısısını
hissediyor, ışığını, bilgisini, vizyonunu, öğretilerini alıyorum. Güneşe
inanmam gerekmiyor. Başımı kaldırıp ona bakmam yetiyor.
Senin İsa’n ne üretti? Bildiğim kadarıyla hiçbir şey. Oysa dünya her an
üretiyor! Bizi besliyor! Onun sayesinde yaşıyoruz. Aptal olan kim? Söyle
bana.
Bu ilginç konuşmada da görüldüğü gibi Toltekler görmeye, öğrenmeye,
uygulamaya önem veriyor; tapınma onlar için bir anlam ifade etmiyor.
Onlara göre dinlemeyi bilirsek, bize suyun, havanın, toprağın ve rüzgârın,
geyiğin, ağacın, taşın öğreteceği çok şey var.
Bugün modern insan, “doğaya tapınma” kültürlerine ilkel bir din formu
olarak bakıyor. Oysa bu, Batı kültürünün kendini beğenmiş tavırlarından
biridir. Batı kültürü, insanı her şeyin merkezine koyuyor. Doğayı kendisinden
aşağı, kaynaklarını sömüreceği, açgözlülüğünü doyuracağı bir nesne olarak
görüyor.
Daha... daha... daha fazla kazanmak için doymak bilmeyen hırsıyla
çevresine zarar verdiğini, bu zararın kendisi için bir intihar olduğunu
bilmiyor.
Oysa bu “ilkeller” kendilerini doğanın bir parçası olarak görüyor. Dünyaya,
güneşe, hayvana, ağaca her şeye canlı bir varlık olarak saygı duyuyor.
Doğayı yok etmenin kendisini yok etmek anlamına geldiğini biliyor.
“İlkellerin” doğaya gösterdiği saygıyı, Batı kültürü “tapınma” diyerek
aşağılıyor; kendi “paraya tapınma” kültürlerinin ve yaşamı tek boyutlu
algılamanın gerçek “ilkellik” olduğunun farkında bile olmadan.
Bir Toltek’ in dediği gibi;
“Biz ağaca baktığımızda onu dinler ve ondan çok şey öğreniriz. Siz
beyazlar, ağaçtan ne kadar kereste ve kâr elde edebileceğinizi hesaplarsınız.”
Dört Anlaşma kitabının yazarı Don Miguel Ruiz, Meksika’da doğdu ve
büyüdü.
İyileştirici (curandera) bir anne ve şaman (nagual) bir büyükbaba tarafından
ailenin geleneğine uygun olarak, iyileştirici ve öğretici olması için eğitildi.
Aile yüzyıllardır ezoterik Toltek Bilgisini nesilden nesle aktararak yaşamasını
sağlayan bir soydan geliyordu.
Ama Ruiz’e modern yaşam daha çekici geldi. Gelenekleri bir yana bırakıp,
tıp fakültesine gitmeyi seçti ve cerrah oldu.
Miguel Ruiz’in yaşamını bir “ölümle karşılaşma” deneyimi değiştirdi. 1970
yılının başında bir gece yarısı, arkadaşlarıyla arabada giderken direksiyonun
başında uyuyakaldı. Gözlerini açtığında arabanın beton bir duvara gömülmüş
olduğunu gördü.
İki arkadaşını arabadan çekip çıkarırken Ruiz yukarıdan kendisini
seyrediyordu.
Bu deneyim, onun için bir dönüm noktası oldu. Yoğun bir kendini-arayış
dönemine girdi. Kendisini Toltek Yolunu araştırmaya adadı. Annesinden ve
Meksika çölünde yaşayan büyük bir şamandan eğitim aldı. Büyükbabası
ölmüştü ama ona rüyalarında eğitim vermeye devam ediyordu.
Toltek geleneğinde nagual kişinin kendi bireysel özgürlüğüne ulaşmasında
rehberlik eden bir öğreticidir.
Don Miguel Ruiz, Eagle Knight soyundan gelen bir nagualdır. Yaşamını
Toltek bilgisini öğretmeye ve paylaşmaya adamıştır.
Bu kitap, içinizdeki Toltek’i harekete geçirirse ne mutlu size! Don Miguel
Ruiz’in yine yayınevimizden çıkacak olan ikinci kitabı Mastery of Love için
şimdiden kütüphanenizde ve yüreğinizde bir yer ayırın.
Sevgiyle hoşça olun.
Nil Gün
Ateş Çemberi ’ne;
Daha önce yaşamış olanlara,
Şu anda yaşayanlara,
Gelecekte yaşayacak olanlara...
Teşekkür

Öncelikle bana koşulsuz sevgiyi öğreten annem Sarita’ya; disiplini öğreten


babam Jose Luis’e; bana Toltek gizem kapısının anahtarını veren
büyükbabam Leonardo Macias’a ve oğullarım Miguel, Jose Luis ve
Leonardo’ya teşekkürlerimi sunarım.
Gaya Jenkins ve Trey Jenkins’e bu kitaba kendilerini adamalarından dolayı
derin şefkat ve takdirlerimi ifade etmek isterim.
Bana inanan yayıncım ve editörüm Janet Mills’e sonsuz minnettarlığımı
sunuyorum. Ray Chambers’a da yolumu aydınlattığı için minnettarım.
İnancı kalbimi ısıtan, sevgili arkadaşım, “muhteşem beyin” Gini Gentry’ye
de teşekkür etmek istiyorum.
Öğretileri desteklemek için zamanlarını, kalplerini ve kaynaklarını sunan
birçok insana da minnettarlığımı sunmak istiyorum. İşte bu insanların listesi:
Gae Buckley, Ted ve Peggy Raess, Christinea Johnson, Judy “Red”
Fruhbauer, Vicki Molinar, David ve Linda Dibble, Bemadette Vigil, Cynthia
Wootton, Alan Clark, Rita Rivera, Catherine Chase, Stephanie Bureau, Todd
Kaprielian, Glenna Quigley, Allan ve Rvei Hardinan, Cindee Pascoe, Tink ve
Chuck Cowgill, Roberto ve Diane Paez, Sin Gian Singh Khalsa, Heather Ash,
Larry Verews, Judy Silver, Carolyn Hipp, Kim Hofer, Mersedeh Kheradmve,
Diana ve Sky Ferguson, Ken Kropidlowski, Steve Hasenburg, Dara Salour,
Joaquin Galvan, Woodie Bobb, Rachel Guerrero, Mark Gershon, Collette
Michaan, Brvet Morgan, Katherine Kilgore (Kitty Kaur), Michael Gilardy,
Laura Haney, Marc Cloptin, Wendy Bobb, Ed Fox, Yari Jaeda, Mary Carroll
Nelson, Amari Magdelana, JaneAnn Dow, Russ Venable, Gu ve Maya
Khalsa, Mataji Rosita, Fred ve Marion Vatinelli, Diane Laurent, V.J. Polich,
Gail Dawn Price, Barbara Simon, Patti Torres, Kaye Thompson, Ramin
Yazdani, Linda Lightfoot, Terry Gorton, Dorothy Lee, J.J. Frank, Jennifer ve
Jeanne Jenkins, George Gorton, Tita Weems, Shelley Wolf, Gigi Boyce,
Morgan Drasnin, Eddie Von Sonn, Sydney de Jong, Peg Hackett Cancienne,
Germaine Bautista, Pilar Mendoza, Debbie Rund Caldwell, Bea La Scalla,
Eduardo Rabasa ve Kovboy.
Toltek
Sonsuzluğun ötesi içinizdedir.
Binlerce yıl önce, Meksika’nın güneyindeki Toltek “bilginin kadınları ve
erkekleri” olarak biliniyordu. Antropologlar Toltekleri bir ülke ya da ırk
olarak tanımlıyor. Oysa Toltek, kadim spiritüel bilgileri ve uygulamaları
araştırmak ve korumak için bir toplum oluşturan bilim insanları ve
sanatçılardı. Bu insanlar Teotihuacan’ın ustaları (nagual) ve öğrencileri
olarak bir araya gelmişti. Teotihuacan, Mexico City’nin dışında “İnsanın
Tanrı Olduğu” bir yer olarak bilinen çok eski bir piramitler şehridir.
Son bin küsur yıldır naguallar atalarından öğrendikleri bilgeliği gizlemek
ve varlıklarını büyük bir gizlilik içinde yürütmek zorunda kaldı.
Bir taraftan Avrupalıların topraklarını istila etmesi, diğer taraftan birkaç
çırağın, öğretileri kendi çıkarları uğruna sorumsuzca kullanması sonucu
ustalar, bu bilgileri bilgece kullanmaya hazır olmayan kişilerden ya da
bireysel kazanç uğruna bilerek yanlış kullanan insanlardan korumak gereğini
duydular.
Neyse ki, ezoterik Toltek bilgisi, değişik soylardan gelen naguallar
tarafından korunarak nesilden nesle aktarıldı. Yüzlerce yıldır gizli tutulan bu
saklı bilgilerin şimdi paylaşılma zamanı geldi.
Eski Toltek kehanetleri, içinde bulunduğumuz çağın bu bilgeliğe geri
dönmenin gerekli olacağı çağ olduğunu söylüyor.
Şimdi, Eagle Knight soyundan gelen bir nagual olan don Miguel Ruiz,
bizimle Toltek öğretilerini paylaşmak için görevlendirilmiş bir öğreticidir.
Toltek bilgisi, dünyanın dört bir yanında değişik ezoterik geleneklerde
öğretilen aynı temel gerçeğin birliğinden yola çıkar. Toltek bir din değildir
ama dünyaya gelmiş tüm spiritüel ustalara saygı duyar. Toltek öğretisi ruhu
kucaklar ama onu “yaşam sanatı” olarak tanımlamak daha doğru olur. Çünkü
mutluluk ve sevgiyi bilmenin yolunu kolay kılan bir öğretidir.
Sonsuzluğun ötesi içinizdedir.
Giriş
Sonsuzluğun ötesi içinizdedir.
Dumanlı Ayna

Üç bin yıl önce tıpkı sizin ve benim gibi bir insan dağlarla çevrili bir şehrin
yakınında yaşıyordu. İnsan, atalarının tıbbi bilgilerini öğrenerek sağaltıcı
olmak üzere eğitim görüyordu. Ama o, öğrendiği her şeyle tam bir fikir
birliği içinde değildi. Yüreğinde daha fazla bir şeylerin olması gerektiğini
hissediyordu.
Bir gün mağarasında uyurken rüyasında kendi bedeninin uyuduğunu gördü.
Yeni ay gecesinde mağarasından çıktı. Gökyüzü berraktı. Milyonlarca yıldızı
görebiliyordu. O anda içinde bir şeyler oldu.
Hayatının bir anda büyük bir dönüşüme uğradığını hissediyordu. Ellerine
baktı, bedenini hissetti ve kendi sesini duydu. “Ben ışıktan oluştum, ben
yıldızlardan oluştum.”
Başını kaldırarak tekrar gökyüzüne baktı. Yıldızların ışığını yaratanın
yıldızlar olmadığını fark etti. Işık yıldızları yaratıyordu.
“Her şey ışıktan oluştu” dedi “ve aradaki boşluk boş değil”. Varolan her
şeyin tek bir yaşayan varlık olduğunu biliyordu artık. Işık yaşamın bilgi
taşıyıcısı idi. Işık canlıydı ve tüm bilgiyi ihtiva ediyordu.
Yıldızlardan oluştuğu halde bu yıldızlar olmadığını da fark etti. “Ben
yıldızların arasında olanım” dedi. Yıldızlara tonal, yıldızların arasındaki ışığa
da nagual adını verdi. İkisinin arasındaki alanı ve uyumu yaratanın Yaşam ya
da Tasarlayan olduğunu anladı. Hayat olmaksızın, tonal ve nagual da
varolamazdı. Yaşam Mutlak Olan’ın her şeyi yaratan Yaratıcı’nın gücüdür.
Ve şunu keşfetti: Varolan her şey, tanrı dediğimiz tek Olan canlının,
değişik ifadeleridir. Her şey Tanrıdır. İnsanın algılaması, ışığın ışığı
algılamasından başka bir şey değildir. Maddenin bir ayna olduğunu da gördü.
Her şey, ışığı yansıtan ve bu ışıkla görüntüler yaratan bir aynadır. İllüzyon
dünyası, Rüya kendimizi olduğumuz gibi görmeyi engelleyen bir duman
gibidir. “Gerçek biz, saf sevgi, saf ışığız” dedi.
Bu derin farkındalık hayatını değiştirmedi. Artık gerçekten kim olduğunu
biliyordu. Etrafına bakındı. Diğer insanları ve doğayı, bir başka algıladığını
fark ettiğinde şaşkınlığa düştü. Her şeyde kendisini görüyordu. Her insan, her
hayvan, her ağaç, su, yağmur, bulutlar, toprak kendisiydi.
Hayat’ın, tonal ve nagual’i farklı farklı karıştırarak, milyarlarca farklı
Hayat’ın ifadelerini yarattığını gördü.
Bu birkaç saniye içinde her şeyi kavradı, her şeyi anladı. Çok
heyecanlanmıştı, yüreği huzurla dolmuştu. İnsanlarla keşfettiği şeyi
paylaşmak için sabırsızlanıyordu. Ama bildiklerini anlatabilecek sözler
bulamıyordu. Dili döndüğünce anlatmaya çalıştı ama diğerleri onu anlamadı.
Değiştiğini görüyorlardı. Çok güzel bir şey gözlerinden ve sesinden etrafa
yayılıyordu. Artık hiçbir şeyi ve hiç kimseyi yargılamadığını da fark ettiler.
Artık o diğerleri gibi değildi.
O herkesi çok iyi anlayabiliyordu ama hiç kimse onu anlayamıyordu. Onun
Tanrı’nın yeryüzündeki Kendisi olduğuna inandılar... Bunu işittiğinde güldü
ve şöyle dedi: “Doğru, Ben Tanrıyım. Ama siz de Tanrısınız. Siz ve ben
aynıyız. Hepimiz ışığın yansımalarıyız. Hepimiz Tanrıyız.” Yine de insanlar
onu anlamadı.
Kendisinin, tüm diğer insanların bir aynası olduğunu da keşfetti. İnsanlar,
kendisini görebileceği bir aynaydı; “Herkes bir aynadır” dedi. Herkeste
kendisini gördü ama hiç kimse onu kendileri gibi görmedi.
Herkesin rüya gördüğünü anladı. Ama farkındalıkları olmaksızın, gerçekten
kim olduklarını bilmeksizin rüya görüyorlardı. Onu, kendileri gibi
göremiyorlardı çünkü aynalar arasında sis duvarı, duman duvarı vardı. Bu sis
duvarı, ışığın yansımalarının yorumlarıyla örülmüştü -İnsanların Rüyasıyla.
Bir süre sonra tüm öğrendiklerini unutacağını da anladı. Gördüğü tüm
vizyonları hatırlamak istedi. Ve kendisine Dumanlı Ayna ismini koymaya
karar verdi. Böylece daima maddenin bir ayna olduğunu ve oradaki dumanın
bizi kim olduğumuzu bilmekten alıkoyduğunu hatırlayacaktı.
“Ben Dumanlı Ayna’yım. Çünkü her birinizde kendimi görüyorum, ama
aramızdaki dumandan ötürü birbirimizi tanımıyoruz. Duman Rüyadır, siz de
rüya gören aynasınız” dedi.
Gözler kapalı yaşamak kolaydır.
Görebildiğiniz tek şey yanlış yorumlardır...
-John Lennon
1

Ehlileşme ve Gezegenin Rüyası


Sonsuzluğun ötesi içinizdedir.
Şu anda gördüğünüz ve işittiğiniz her şey bir rüyadır. Şu anda rüya
görüyorsunuz. Beyniniz uyanıkken rüya görüyorsunuz.
Rüya, zihnin ana fonksiyonudur. Zihin günde yirmi dört saat rüya görür.
Beyin uyanıkken de uyurken de rüya görür. Aradaki fark: Beyin uyanık iken,
her şeyi lineer (sıra sıra) olarak algıladığımız somut bir çerçeve vardır.
Uykuya daldığımızda bu çerçeve olmadığı için rüyaların sürekli olarak
değişme eğilimi vardır.
İnsanlar her an rüya görüyor. Biz doğmadan önce doğan insanlar dışarıda
kocaman bir rüya yarattı. Buna toplumsal rüya ya da gezegensel rüya
diyeceğiz. Gezegensel rüya, milyarlarca bireysel rüyanın oluşturduğu kolektif
rüyadır. Bu küçük bireysel rüyalar bir araya geldiğinde aile rüyası, toplum
rüyası, şehir rüyası, ülke rüyası ve sonunda insanlık rüyasını yaratıyor.
Gezegensel rüya, tüm toplumsal kuralları, inançları, yasaları, dinleri, değişik
kültürleri, devletleri, okulları, sosyal olayları ve tatilleri içinde barındırıyor.
Biz, nasıl rüya göreceğimizi öğrenme kapasitesiyle dünyaya geldik. Bizden
önce doğan, daha önce yaşamış insanlar bize nasıl toplumsal rüyaya uygun
rüya görmemiz gerektiğini öğretiyor. Yeni bir insan doğduğunda, çocuğun
dikkatini toplumsal rüyanın sayısız kurallarına odaklıyoruz ve bu kuralları
onun zihnine empoze ediyoruz. Toplumsal rüya, nasıl rüya görmemiz
gerektiğini öğrenmemiz için Anne, Baba, okul ve dinleri kullanıyor.
Dikkat, algılamak istediğimiz şeyi ayırt edebilmek için gereken odaklanma
yeteneğidir. Aynı anda milyonlarca şeyi algılıyoruz. Ama dikkatimizi
kullanarak, algılamak istediğimiz şeyi zihnimizde ön planda tutmayı
sağlayabiliyoruz. Etrafımızdaki yetişkinler dikkatimize istedikleri çengeli
atıyor ve tekrar yoluyla zihnimize bilgiyi yerleştiriyor. Bildiğimiz her şeyi bu
yolla öğreniyoruz.
Dikkatimizi kullanarak, tüm realiteyi, tüm rüyayı öğrendik. Toplumda nasıl
davranmamız gerektiğini öğrendik: neye inanmalıyız, neye inanmamalıyız;
ne kabul edilebilir, ne edilemez; ne iyidir, ne kötüdür; ne güzeldir, ne
çirkindir; ne doğrudur, ne yanlıştır. Tüm bunlar, tüm bu bilgiler, tüm kurallar
ve kavramlar, dünyada nasıl davranmamız gerektiği bize sunulmak üzere
hazır bekliyordu.
Okula gittiğinizde, küçük sandalyelerinize oturdunuz ve dikkatinizi,
öğretmenin size öğrettiklerine verdiniz. Kiliseye gittiğinizde, dikkatinizi
papazın ya da vaizin söylediklerine verdiniz. Aynı sistem, Anne ve Babanız,
erkek ve kız kardeşleriniz tarafından da uygulanıyordu. Hepsi sizin
dikkatinize çengel atmaya çalışıyordu. Bu yolla diğer insanların dikkatini
üzerimizde toplamayı da öğrendik. Ve ilgi ihtiyacı geliştirdik. Dikkati
üzerimizde toplama (ilgi) çok rekabet gerektirebilir. Çocuklar ebeveynlerinin,
öğretmenlerinin, arkadaşlarının ilgisi için rekabet eder. “Bana bak! Bak, ne
yapıyorum! Hey, ben buradayım!” İlgi ihtiyacı gittikçe güçlenir ve
yetişkinlikte de devam eder.
Toplumsal rüya, dikkatimize çengelini atarak neye inanmamız gerektiğini
bize öğretir. Bu, konuştuğumuz dille başlar. Dil, insanlar arasındaki anlayış
ve iletişim kodudur. Her harf, her sözcük bir anlaşmadır. Buna, kitapta bir
sayfa diyoruz; sayfa sözcüğü anladığımız bir anlaşmadır. Kodu
anladığımızda, dikkatimiz odaklanır ve enerji bir insandan diğerine aktarılır.
Dilinizi konuşmak sizin seçiminiz değildi, dininiz ya da ahlaki değerlerinizi
siz seçmediniz. Onlar, siz doğmadan önce de vardı. Neye inanıp
inanmayacağımızı seçebilmek için bir olanağımız olmadı. Bu anlaşmaların en
küçüğünü bile biz seçmedik. Kendi ismimizi bile seçen biz değiliz.
Çocuk olarak, inançlarımızı seçme olanağımız olmadı, ama toplumsal rüya
bilgisi, insanlar aracılığıyla bize aktarıldığında anlaşmaya katıldık. Bir bilgiyi
depolamanın tek yolu, anlaşmaya katılmakla olur. Toplumsal rüya,
dikkatimize çengelini atabilir, ama anlaşmaya katılmazsak o bilgiyi
depolamayız. Katıldığımız anda ona inanırız. Buna inanç diyoruz. İnançlı
olmak, koşulsuz olarak inanmak demektir.
Çocuk olarak işte böyle öğreniriz. Çocuklar yetişkinlerin söylediği her şeye
inanır. Büyüklerin anlaşmalarına katılırız ve inançlarımız güçlenir. İnanç
sistemi tüm yaşam rüyamızı kontrol eder. Biz bu inançları seçmedik, belki
karşı çıkmış bile olabiliriz ama başkaldırıda direnebilmek için yeterince güçlü
değildik.
Sonuç, inançlara, anlaşmaya katılarak baş eğmektir.
Ben bu sürece insanları ehlileştirme süreci diyorum. Ehlileşme yoluyla
nasıl yaşayacağımızı ve nasıl rüya göreceğimizi öğreniyoruz. İnsan
ehlileştirmede; toplumsal rüyadan gelen bilgiler, içsel rüyaya ulaştırılarak,
tüm inanç sistemimiz yaratılır.
Önce çocuğa şeylerin ismi öğretilir: Anne, baba, süt, şişe. Gün be gün ev,
okul, kilise ve televizyon aracılığıyla nasıl yaşamamız gerektiği, ne tür
davranışların kabul gördüğü bize öğretilir. Toplumsal rüya bize nasıl insan
olacağımızı öğretir. “Kadın”ın ne olduğunu, “erkek”in ne olduğunu öğreniriz.
Tabii yargılamayı da öğreniriz: kendimizi yargılarız, başka insanları
yargılarız, komşuları yargılarız.
Çocuklar, kedi, köpek ve diğer hayvanların ehlileştirildiği gibi aynı yolla
ehlileştirilir. Köpeği ehlileştirmek için ceza-ödül yöntemini kullanırız. Çok
sevdiğimiz çocuklarımızı da aynı şekilde eğitiriz; Ceza-ödül sistemiyle. Anne
ve Babamızın istediği gibi davrandığımızda bize “iyi kızsın”, “iyi oğlansın”
denildi. Onların istediğini yapmadığımızda “kötü kız”, “kötü çocuk" olduk.
Kurallara aykırı davrandığımızda cezalandırıldık, kurallara uyduğumuzda
ödüllendirildik. Her gün defalarca cezalandırıldık ve defalarca
ödüllendirildik. Bir süre sonra hem cezalandırılmaktan hem de ödül
alamamaktan korkmaya başladık. Ödülümüz, ebeveynlerimizin,
kardeşlerimizin, öğretmen ve arkadaşlarımızın bize gösterecekleri ilgi ve
dikkatti.
Bir süre sonra ödül alabilmeye, insanların ilgisini üzerimizde toplamaya
ihtiyaç duyar hale geldik.
Ödül aldığımızda kendimizi iyi hissederiz ve bu ihtiyacımız olan ödülü
alabilmek için insanların bizden bekledikleri şekilde davranmayı sürdürürüz.
Cezalandırılma ve ödül alamama korkusuyla, kendimiz olmayan farklı bir
kişiliğe bürünürüz. Başkalarının bizi görmek istedikleri gibi biri olarak
onların onayını almaya çalışırız. Anne Babayı memnun etmeye çalışırız,
okulda öğretmenleri memnun etmeye çalışırız, kiliseyi memnun etmeye
çalışırız ve bir oyuncu olmaya başlarız. Kendimiz olmaktan korkarız, çünkü
kendimiz olduğumuzda reddedilmekten korkarız. Reddedilme korkusu,
yeterince iyi olamama korkusuna dönüşür. Sonunda olmadığımız biri haline
geliriz. Annenin inançlarının, Babanın inançlarının, toplumun inançlarının,
dinin inançlarının bir kopyası oluruz.
Tüm normal eğilimlerimiz, ehlileşme sürecinde kaybolur gider. Bir şeyleri
biraz olsun anlamaya başladığımız bir yaşa geldiğimizde, “hayır” sözcüğünü
öğreniriz. Yetişkinler bize, “Onu yapma, bunu yapma!” der. Biz de zıtlaşarak
“Hayır!” deriz. Karşı çıkarız çünkü özgürlüğümüzü korumak isteriz.
Kendimiz olmak isteriz, ama biz çok küçüğüzdür, yetişkinler ise büyük ve
güçlüdür.
Ama bir süre sonra korkmaya başlarız çünkü yanlış bir şey yaptığımızda
cezalandırılacağımızı biliriz.
Ehlileştirme öylesine güçlü olur ki, hayatımızın bir noktasında, artık
kimsenin bizi ehlileştirmesine gerek kalmaz. Artık Annenin, babanın, okulun
ya da kilisenin bizi ehlileştirmesine ihtiyaç kalmamıştır. Öylesine iyi
eğitilmişizdir ki, artık kendi ehlileştiricimiz kendimiz oluruz. Kendi kendini
ehlileştiren bir hayvan gibi oluruz. Artık, bize dayatılan inanç sistemine
uygun olarak kendimizi ehlileştirebiliriz. Kendi üzerimizde aynı ceza-ödül
sistemini kullanırız. İnanç sistemimizin kurallarına uygun
davranmadığımızda kendimizi cezalandırırız; “iyi kız”, “iyi erkek”
olduğumuzda kendimizi ödüllendiririz.
İnanç sistemi Yasa Kitabı gibi zihnimizi yönetir. Bu kitapta yazılanları hiç
sorgulamadan kendi gerçeğimiz olarak kabul ederiz. Tüm yargılamalarımızı
Yasa Kitabına uygun olarak yaparız. Bu yargılarımız, içsel doğamıza aykırı
olsa bile. On Emir gibi ahlaki yasalar bile ehlileştirilme sürecinde zihnimizde
programlanır. Yaptığımız her anlaşma Yasa Kitabında yer alır ve bu
anlaşmalar rüyalarımızı yönetir.
Zihnimizde herkesi ve her şeyi yargılayan bir yargıç vardır. Havayı, kediyi,
köpeği bile. İçsel yargıç, her şeyi Yasa Kitabına göre yargılar. Ne yapıp ne
yapmamamız gerektiği, ne düşünüp ne düşünmememiz gerektiği, ne hissedip
ne hissetmememiz gerektiği, her şey ama her şey bu Yargıcın tiranlığı
altındadır. Yasaya aykırı davrandığımız her hareketimizde, Yargıç suçlu
olduğumuza karar verir. Cezalandırılmamız ve utanç duymamız gerekir. Bu
suçlama yaşamımız boyunca her gün defalarca olur.
Bu yargılamalardan payını alan bir başka parçamız daha vardır. Bu
parçamıza Kurban denilir. Kurban, suçlamayı, suçluluk duygusunu ve utancı
taşımak zorundadır. Bu parçamız şöyle der: “Zavallı ben. Yeterince iyi
değilim, yeterince zeki değilim, yeterince güzel değilim, sevgiye layık
değilim, zavallı ben.” Büyük Yargıç buna katılır ve yanıt verir: “Evet,
yeterince iyi değilsin.” Ve tüm bunlar asla kendi başımıza inanmayı
seçmediğimiz inanç sistemine dayanır. Bu inançlar öylesine güçlüdür ki,
yıllar sonra bile, yeni kavramlarla karşılaşıp, kendi kararlarımızı kendimiz
vermeye çalıştığımızda bile, yine de bu inançların yaşamımızı kontrol ettiğini
görürüz.
Yasa kitabına aykırı olan her şey, solar pleksus bölgenizde (karın bölgesi)
rahatsız edici hisler yaratır. Buna korku denilir. Yasa kitabının kurallarını
ihlal etmek, duygusal yaralar açar ve kabuk bağlamış duygusal yaraların
kabuğunu koparır. Yasa kitabına aykırı davrandığınızda gösterdiğiniz tepki
duygusal zehir üretir. Çünkü Yasa Kitabındaki her şey “doğru olan”
olmalıdır. İnanç sisteminizle ilgili şüpheye düşürebilecek her şey sizin güven
duygunuzu tehdit eder. Yasa kitabı yanlış bile olsa size güven içinde
olduğunuz hissini verir.
Bu yüzden kendi inançlarımızı sorgulamak için büyük cesarete ihtiyaç
duyarız. Tüm bu inançları kendimizin seçmediğini bilsek bile, hepsiyle
uzlaştığımız, anlaşmayı kabul ettiğimiz de bir gerçektir. Bu anlaşma çok
güçlü olduğu için inançlarımızın doğru olmadığını kavramsal olarak anlamış
olsak bile, yine de kurallara karşı gelmek bizde suçluluk duygusu ve utanç
yaratır.
Tıpkı devletin yasa kitabının toplumsal rüyayı yönettiği gibi, inanç
sistemimizin Yasa Kitabı da bireysel rüyamızı yönetir. Bu kurallar,
zihnimizde varlığını sürdürür. Onlara inanırız ve içimizdeki Yargıç tüm
kararlarını bu kurallara göre alır. Yargıç mahkûm eder. Kurban suçluluk
duygusu ve cezasını çeker. Bu rüyada adaletin olduğunu kim söyleyebilir?
Gerçek adalet, her hatanın bedelini bir kez ödetir. Gerçek adaletsizlik, her
hatanın bedelini tekrar tekrar ödetir.
Bir hatanın bedelini kaç kez öderiz? Yanıt binlerce kezdir. İnsan, dünyada
aynı hatanın bedelini binlerce kez ödeyen tek hayvandır. Diğer hayvanlar her
yanlışlarının cezasını bir kez çeker. Ama biz? Bizim çok güçlü belleğimiz
var. Bir hata yaparız, kendimizi yargılarız, kendimizi suçlu buluruz,
kendimize ceza veririz. Eğer adalet varsa bu yeterlidir. Hatayı bir daha
yapmayız. Oysa hatamızı her hatırlayışımızda kendimizi yeniden yargılarız,
yeniden suçlu buluruz, ve kendimizi yeniden canlandırırız. Her
hatırlayışımızda tekrar ve tekrar, tekrar ve tekrar cezalandırırız. Eğer karımız
veya kocamız varsa ve o da bize hatamızı hatırlatıyorsa, bu ceza bir türlü
bitmez. Bu adil mi?
Eşimize, çocuklarımıza, ebeveynlerimize aynı hatanın bedelini kaç kez
ödetiyoruz? Onların yanlışını her hatırladığımızda, onları yeniden suçlarız.
Onlar tarafından haksızlığa uğradığımız için hissettiğimiz tüm duygusal
zehrimizi onlara akıtırız ve aynı hatanın bedelini onlara defalarca ödetiriz. Bu
mudur adalet?
Zihnimizdeki yargıç yanlış karar verir, çünkü inanç sistemimiz, Yasa Kitabı
yanlıştır. Tüm rüya sahte yasa üzerine kuruludur. Zihnimizde depoladığımız
inançların yüzde doksan beşi yalandır ve biz bu yalanlara inandığımız için acı
çekeriz.
Toplumsal rüyada insanların acı çekmesi, korku içinde yaşaması duygusal
dramalar yaratması normaldir. Toplumsal rüya hoş bir rüya değildir; bu rüya
şiddetin rüyasıdır, korkunun rüyasıdır, savaşın rüyasıdır, adaletsizliğin
rüyasıdır. İnsanların bireysel rüyaları farklılıklar gösterir, ama çoğunlukla bir
kâbustur. İnsanlık ailesine baktığımızda, yaşam çok zordur çünkü korkular
yaşamı yönetir. Dünyadaki insan toplumlarında gördüklerimiz; müthiş bir
ıstırap, kızgınlık, intikam, bağımlılıklar, sokaklardaki şiddet ve devasa
boyutlarda adaletsizliktir. Dünyadaki farklı ülkelerde bunlar farklı boyutlarda
var olabilir ama yine de toplumsal rüya korku tarafından yönetilir.
Toplumsal rüyayı, dinlerin tanımladığı cehennemle mukayese edersek aynı
olduklarını görürüz. Dinler, cehennemi bir cezalandırma yeri, korku dolu, acı
ve ıstırap çekilen bir yer, ateşin sizi yaktığı bir yer olarak tarif eder. Ateş,
korkudan kaynaklanan duygularla yaratılır. Öfke, kıskançlık, nefret
duygularını hissettiğimizde, içimizde bir ateşin bizi yaktığını hissederiz.
Cehennem rüyasını yaşarız.
Eğer cehennemi bir zihin durumu olarak düşünürseniz, o zaman
cehennemle kuşatılmış durumdayız. Başkaları, onların bize söyledikleri gibi
yapmazsak cehenneme gideceğimiz konusunda bizi ikaz edebilir. Kötü haber!
Biz zaten cehennemdeyiz, buna, bize cehenneme gideceğimizi söyleyenler de
dahil. Hiçbir kişinin, bir başka kişinin cehenneme gideceğini söylemeye
hakkı yoktur. Çünkü zaten cehennemdeyiz. Başkaları bizi daha da derin bir
cehenneme sokabilir tabii ki. Ama bu ancak bizim iznimizle olur. Her insanın
bireysel rüyası vardır. Bireysel rüyalar da çoğu kez korkularla yönetilir.
Kendi yaşamımızda cehennem rüyası görmeyi öğreniriz. Aynı korkular, her
insanda değişik yollarla ifade bulur tabii ki. Ama her birimiz kızgınlık,
kıskançlık, nefret, çekememezlik gibi negatif duyguları deneyimleriz.
Bireysel rüyamız, korkuların kıskacında geçen, bitmek bilmeyen bir kâbusa
da dönüşebilir. Bu kâbusu yaşamaya gerek yoktur. Haz dolu bir rüyayı da
yaşamak mümkündür.
İnsanlık, gerçeğin, adaletin ve güzelliğin arayışını sürdürüyor. Gerçeği
arıyoruz çünkü zihnimizde depoladığımız yalanlara inanıyoruz. Adaleti
arıyoruz çünkü sahip olduğumuz inanç sisteminde adalet yok. Güzelliği
arıyoruz, çünkü kişi ne kadar güzel olursa olsun, o kişinin güzelliğine
inanmıyoruz.
Her şey zaten içimizde olduğu halde, gerçeği adaleti ve güzelliği umutsuzca
dışarıda aramayı sürdürüyoruz. Arıyoruz, arıyoruz, arıyoruz. Bulunacak bir
gerçek yok. Başımızı nereye çevirirsek çevirelim, gerçeği her şeyde
görebiliriz. Ama zihnimizde depoladığımız anlaşma ve inançlar gerçeği
görmemizi engelliyor.
Gerçeği göremiyoruz çünkü körüz. Sahte inançlar gözlerimizi kör etmiş
durumda. Bu nedenle haklı olmaya ihtiyaç duyuyoruz. Başkaları haksız, biz
haklıyız. İnandığımız şeylere güven duymaya ihtiyaç duyuyoruz. Ve bu
inançlar, bizim acılarımızı yaratıyor. Adeta bir sisin içinde yaşıyoruz ve bu
sis burnumuzun ötesini görmemizi engelliyor. Bu sis bir rüya, sizin hayatla
ilgili bireysel rüyanız. Bu rüya kim olduğunuzla ilgili inanç ve
kavramlarınızdan, kendinizle, başkalarıyla hatta Tanrıyla yaptığınız
anlaşmalardan oluşuyor.
Tüm zihniniz sisin ta kendisi. Toltekler buna mitote diyor. Zihniniz binlerce
kişinin aynı anda konuştuğu ve kimsenin birbirini anlamadığı bir rüya. İnsan
zihninin durumu işte budur: Büyük mitote. Bu büyük mitote yüzünden
gerçekte kim olduğunuzu göremiyorsunuz. Hindistan’da buna mitote maya
diyorlar. Bu, illüzyon anlamına geliyor, kişiliğin “ben” sandığı şey.
Kendinizle ve dünyayla ilgili inandığınız her şey, zihninizdeki tüm
kavramlar ve programlamalar mitotedir. Gerçekten kim olduğumuzu
göremiyoruz; özgür olmadığımızı göremiyoruz.
Bu yüzden insanlar hayata karşı çıkıyor. Yaşamak insanların en büyük
korkusu. Ölüm, sahip olduğumuz en büyük korku değildir; en büyük
korkumuz yaşamak için risk almaktan korkmamızdır. Gerçekte kim
olduğumuzu ifade ederek yaşayabilme riskini almaktan korkuyoruz. Sadece
kendimiz olarak yaşamaktan korkuyoruz. Hayatımızı, başka insanların
taleplerini, beklentilerini karşılamaya çalışarak yaşamayı öğrendik. Başka
insanların bakış açılarına uygun olarak yaşamayı öğrendik. Çünkü kabul
edilmemekten, başkası için yeterince iyi olamamaktan korkuyoruz.
Ehlileştirme sürecinde, yeterince iyi olabilmeye çabalamak için zihnimizde
bir mükemmellik imgesi yaratırız. Herkes tarafından onaylanmak ve kabul
görmek için nasıl olmamız gerektiğine dair bir imaj yaratırız. Özellikle Anne,
Baba, Kardeşler, din adamları ve öğretmenlerimiz gibi bizi sevmesini
istediğimiz kişileri memnun etmeye çalışırız. Onların gözünde yeterince iyi
olabilmek için mükemmellik imajı yaratırız ama bir türlü bu imaja uygun
olamayız. İmajı biz yaratırız ama bu imaj gerçek değildir. Asla bu imaja
uygun mükemmellikte olamayız. Asla!
Mükemmel olmadığımız için de kendimizi reddederiz. Bu öz-reddedişin
boyutu, yetişkinlerin onurumuzu ne kadar etkin bir biçimde zedelediğiyle
doğru orantılıdır. Yeterince ehlileştirildikten sonra artık sorun başkaları için
yeterince iyi olmak değildir. Kendimiz için yeterince iyi değilizdir. Çünkü
kendi mükemmellik imajımıza uygun değilizdir. Olmayı arzu ettiğimiz gibi
olamadığımız için olmamız gerektiğine inandığımız gibi biri olamadığımız
için kendimizi affedemeyiz. Mükemmel olmadığımız için kendimizi
affedemeyiz.
Olmamız gerektiğine inandığımız gibi olmadığımızı biliriz. Bu yüzden
kendimizi sahte, riyakâr, dürüst olmayan biri gibi hissederiz. Kendimizi
gizlemeye çalışırız. Olmadığımız biri olduğumuz imajını vermeye, kendimizi
öyleymişiz gibi göstermeye çalışırız. Bunun sonucunda kendimizin suni
olduğunu hissederiz ve başkalarının bunu görmesini engellemek için sosyal
maskeler giyeriz. Başkalarının bizim göründüğümüz gibi olmadığımızı
keşfetmelerinden çok korkarız. Başkalarını da kendi mükemmellik
anlayışımıza göre yargılarız. Doğal olarak onların da asla bizim
beklentilerimizi karşılaması mümkün olmayacaktır.
Başkalarını memnun etmek adına onurumuzdan feragat ederiz.
Başkalarından kabul görmek adına bedenimize zarar vermeyi bile göze alırız.
Ergenlik çağında gençlerin, sırf diğer gençler tarafından reddedilmemek için
drug (uyuşturucu ve uyarıcı maddeler) kullanmaya başladıklarını görüyoruz.
Gençler esas problemin, kendilerini kabul etmemek olduğunun farkında
olmuyor. Kendilerini reddediyorlar çünkü göründükleri gibi değiller.
İstedikleri gibi olamadıkları için de utanç ve suçluluk duygusu hissediyorlar.
İnsanlar, olmaları gerektiğine inandıkları gibi olmadıkları için kendilerini
sonu olmayan bir cezaya mahkûm ediyor. Kendisini çok fazla horlayarak ve
taciz ederek cezalandıran insan bununla da yetinmiyor, başkalarını da onu
sömürmesi, horlaması ve kullanması için kullanıyor.
Ama hiç kimse bizi kendimizden daha fazla sömüremez, hiç kimse bize
kendimizin zarar verdiğinden daha fazla zarar veremez. Bize zarar veren,
içimizdeki Yargıç, Kurban ve inanç sistemimizdir. Evet, insanlar annelerinin,
babalarının, karılarının, kocalarının kendilerini sömürdüğünü, kullandığını,
suiistimal ettiğini söylüyor ama biz bunun çok daha fazlasını kendimize
yapıyoruz. İçimizdeki Yargıçtan daha kötü bir yargıç olamaz. Başkalarının
önünde bir yanlış yaptığımızda hatamızı kabul etmeyip örtbas etmeye
çalışırız. Ama kendi başımıza kalır kalmaz, Yargıç öylesine üzerimize gelir
ki, suçluluk duygusu öylesine güçlüdür ki, kendimizi aptal, kötü ve değersiz
hissederiz.
Tüm hayatınız boyunca hiç kimse, sizin kendimize verdiğiniz zarar kadar
sizi sömüremedi. Öz-zararınızın sınırı ölçüsünde başkalarının size zarar
vermesine izin verirsiniz. Eğer birisi size, sizin kendinize verdiğiniz zarardan
daha fazla zarar vermeye kalkarsa, sizi kendinizden fazla sömürmeye
çalışırsa, o insandan uzaklaşırsınız. Ama sizi sizden birazcık az sömürdükleri
ve zarar verdikleri sürece o ilişkiyi sürdürürsünüz ve sonuna kadar tolerans
gösterir ve katlanırsınız.
Kendinizi çok fazla horlayan biri iseniz, birisinin sizi dövmesine,
aşağılamasına, size pislikmişsiniz gibi davranmasına bile katlanırsınız. Niçin?
Çünkü inanç sisteminiz şöyle der: “Bunu hak ediyorsun. Bu kişi benimle
kalarak bana katlanıyor. Ben sevgi ve saygıya layık biri değilim. Ben değerli
biri değilim. Yeterince iyi değilim.”
Başkaları tarafından kabul görmeye ve sevilmeye her birimizin ihtiyacı var
ama öncelikle kendimizi kabul etmeyi ve sevmeyi bilmiyoruz. Kendimize
duyduğumuz öz-sevgi ne kadar çoksa, öz-zarar da o kadar az olur. Öz-zarar,
öz-reddedişten kaynaklanır. Öz-reddediş ise, mükemmellik imajına sahip
olup, asla bu ideale, bu mükemmelliğe erişememekten kaynaklanır.
Kendimizi reddetmenin nedeni mükemmellik imajına sahip olmamızdır. Bu
nedenle, kendimizi olduğumuz gibi kabul etmeyiz; bu nedenle başkalarını
olduğu gibi kabul etmeyiz.

YENİ BİR RÜYANIN BAŞLANGICI

Kendinizle, başka insanlarla, Tanrıyla, toplumla, anne babanızla, eşinizle,


çocuklarınızla, yaşam rüyanızla binlerce anlaşma yaptınız. Ama bunların
içindeki önemli anlaşmalar, kendinizle yaptığınız anlaşmalardır. Bu
anlaşmalarda kendinize kim olduğunuzu, ne hissettiğinizi, neye inandığınızı
ve nasıl davrandığınızı belirlediniz. Sonuca, kişiliğiniz diyorsunuz.
Bu anlaşmalarda şunları söylüyorsunuz: “Ben buyum. Bunlara inanıyorum.
Bazı şeyleri yapabilirim, bazı şeyleri yapamam. Bu gerçek, bu fantezi. Bu
mümkün, bu imkânsız.”
Tek bir anlaşma büyük bir problem yaratmaz, ama bizim acı çekmemize,
yaşamda başarısız olmamıza neden olan birçok anlaşmamız var.
Eğer doyumlu ve haz dolu bir yaşam sürmek istiyorsanız, korku-temelli
anlaşmalarınızı feshetme cesaretini göstermeniz gerekiyor. Bireysel gücünüze
sahip çıkmanız gerekiyor. Korku temelli anlaşmalar çok enerji emerek bizi
tüketir, sevgi temelli anlaşmalar ise az enerjiyle çok şey yaratır. Ve daima
ekstra enerjiye sahip oluruz.
Her birimiz bir miktar bireysel güç ile doğarız. Ve bu gücü her gün biraz
daha artırabiliriz. Ne yazık ki, tüm bireysel gücümüzü önce tüm yaptığımız
anlaşmaları yaratmakla, sonra da bunlara uymaya çalışmakla tüketiriz.
Sonuçta kendimizi güçsüz hissederiz. Sadece günlerimizi idare etmeye,
varolmaya yetecek kadar gücümüz kalır. Anlaşmalarımızı sürdürmek için
ziyan ettiğimiz gücümüz, bizi toplumsal rüya içinde tutsak kılar. Küçücük bir
anlaşmayı bile değiştirme gücünü kendimizde bulamazken tüm bireysel
rüyamızı nasıl değiştirebiliriz ki?
Eğer yaşamımızı yöneten anlaşmalarımızın farkında olursak ve yaşam
rüyamızdan hoşnut değilsek, anlaşmaları değiştirmemiz gerekir.
Nihayet anlaşmaları değiştirmeye hazır olduğumuz noktada, enerjimizi
çalan korku temelli anlaşmalarımızı değiştirmeye yardımcı olacak çok yönlü
dört anlaşma vardır.
Sizi tüketen her anlaşmayı bozduğunuzda, onu yaratmada kullandığınız tüm
enerji açığa çıkarak size geri döner. Eğer bu dört yeni anlaşmayı kabul
ederseniz, bu yeni anlaşmalar, eski anlaşmalarınızın tümünü değiştirmek için
gereken bireysel gücü de beraberinde getirecektir.
Dört Anlaşmayı yapabilmek için çok güçlü iradeye sahip olmanız
gerekiyor. Ama yaşamınızı bu anlaşmalar doğrultusunda yaşamaya
başlayabilirseniz, yaşamınızdaki dönüşüm şaşkınlık verici boyutlarda
olacaktır. Cehennem dramasının gözünüzün önünde kaybolduğuna tanık
olacaksınız. Cehennem rüyasının içinde yaşamak yerine, yeni bir rüya
yaratacaksınız.
Bireysel cennet rüyanızı.
Sonsuzluğun ötesi içinizdedir.
2
BİRİNCİ ANLAŞMA
Sonsuzluğun ötesi içinizdedir.
Kullandığınız Sözcükleri Özenle Seçin

İlk anlaşma dört anlaşmanın en önemlisidir ve aynı zamanda uyulması en


zor olan anlaşmadır. Sadece bu anlaşmayla bile dünyadaki cennet denilen
varoluş boyutuna erişebilirsiniz.
Birinci anlaşma, kullandığınız sözcüklerde kusursuz olabilmenizdir. Bu çok
basit görünüyor değil mi? Ama çok, çok güçlüdür. Neden sözcükleriniz?
Sözler sizin yaratma gücünüzdür. Sözleriniz, size doğrudan Tanrıdan gelen
armağandır. İncil, evrenin yaratılışından şöyle bahseder: “Önce söz vardı,
Tanrı sözdür, söz Tanrıdır.” Yaratıcı gücünüzü sözle ifade edersiniz. Her şeyi
söz aracılığıyla gerçek kılarsınız. Hangi dili konuşursanız konuşun, niyetiniz
söz aracılığıyla şekil bulur. Rüyalarınız, hissettikleriniz ve gerçekten kim
olduğunuz söz ile ifade bulur.
Söz, sadece bir ses ya da yazı sembolü değildir. Söz, bir güçtür; kendinizi
ifade etme ve iletişim kurma gücüdür. Sözle düşünürsünüz. Düşünmekte
kullandığınız sözlerle yaşamınızdaki olayları yaratırsınız.
Siz konuşabiliyorsunuz. Dünyada başka hangi hayvan konuşabiliyor? Söz,
insan olarak sahip olduğunuz en güçlü araçtır; söz büyü aracıdır. Ama iki
yanı keskin kılıç gibi, sözünüz en güzel rüyayı da yaratabilir, etrafınızdaki
her şeyi de yok edebilir.
Kılıcın bir yanı sözün kötüye kullanımıdır. Bu kullanım cehennemi yaratır.
Diğer yanı ise sözün mükemmel kullanımıdır. Bu da güzellik, sevgi ve
dünyadaki cenneti yaratır. Nasıl kullanıldığına bağlı olarak söz sizi
özgürleştirebilir ya da sizi bildiğiniz tutsaklığınızın çok ötesinde esareti altına
alabilir.
Söz öylesine güçlüdür ki, bir söz milyonlarca insanın yaşamını
değiştirebilir ya da yok edebilir. Yıllarca önce Almanya’ da bir adam, sözü
kullanarak, tüm ülke insanlarını manipüle etti. Sözünün gücüyle tüm ülkeyi
dünya savaşına soktu. Çok sayıda insanı korkunç boyutlarda şiddet
uygulamaya ikna etti.
Bu adam sözle halkın korkularını harekete geçirdi. Büyük bir patlama gibi
tüm dünyada öldürme ve savaş kol geziyordu. İnsanlar insanları yok etti
çünkü her biri diğerinden korkuyordu. Hitler'in korku temelli inançlara ve
anlaşmalara dayanan sözü, asırlar boyu hatırlanacaktır.
İnsan zihni, sürekli tohumların ekildiği verimli toprak gibidir. Tohumlar
düşünceler, fikirler ve kavramlardır. Söz tohum gibidir ve insan zihni son
derece verimlidir! Bir tohum, bir düşünce ekersiniz ve o büyür. Burada tek
problem şudur: Genellikle bu verimli toprağa korku tohumları ekilir.
Her insanın zihni verimlidir. Önemli olan oraya ne tür tohumun ekilip
üretildiğidir.
Hitler'i ele alalım: O etrafındaki zihinlere korku tohumları gönderdi. Bu
tohumlar çok güçlü büyüdü ve kitlesel yok ediş başarıldı.
Sözün olağanüstü gücünü anladığımızda, ağzımızdan ne tür bir güç
çıktığını da anlarız. Zihnimize ekilmiş bir korku ya da şüphe tohumu, ardı
ardına yaşam dramaları yaratabilir. Bir söz büyü gibidir. İnsanlar kara
büyücüler gibi sözü kullanıyor, düşüncesizce kullandıkları sözle birbirlerine
büyü yapıyor.
Her insan bir büyücüdür. Sözümüzle bir insana büyü de yapabiliriz, onu
büyüden de kurtarabiliriz. Fikirlerimizle sürekli insanlara büyü yapıyoruz.
Örneğin, bir arkadaşıma rastlıyorum ve aklıma gelen ilk düşüncemi ona
söylüyorum. Ona, “Hmmm! Yüzündeki renk, kanser olacak insanların
yüzündeki renk gibi” diyorum. Arkadaşım eğer sözümü dinlerse ve sözüme
inanırsa sözümle anlaşma yapmış olur. Ve bir seneden daha az bir zamanda
kanserden ölür.
Bu sözün gücüdür.
Ehlileştirme sürecinde ebeveynlerimiz ve kardeşlerimiz bizimle ilgili
düşüncelerini düşüncesizce söylediler. Biz bu düşüncelere inandık ve bu
düşüncelerle ilgili korkularla yaşadık. Bize yüzmede, sporda ya da yazmada
iyi olmadığımız söylendiğinde bu sözlere inandık.
Birisi bir kıza bakıp “Bu kız çirkin” derse kız bu sözü duyar ve çirkin
olduğuna inanır. Ve çirkin olduğu inancıyla büyür. Gerçekte ne kadar güzel
olursa olsun, bu anlaşmayı yaptığı sürece çirkin olduğuna inanacaktır. Kız,
çirkin sözünün büyüsü altındadır.
Bir söz, dikkatimize çapa atarak zihnimize girebilir ve tüm inanç sistemini
iyiye ya da kötüye doğru değiştirebilir.
Bir başka örnek: Aptal olduğunuza inanabilirsiniz ve buna kendinizi
bildiğiniz günden beri inanabiliyor olabilirsiniz. Bu anlaşma çok sinsice
olabilir ve öyle şeyleri size yaptırır ki, aptal olduğunuz konusunda iyice emin
olursunuz. Yaptığınız her minik hatada bile “Keşke zeki olsaydım. Bunu
yaptığıma göre gerçekten aptal olmalıyım” diye düşünürsünüz.
Zihin aptal çapasının inancı doğrultusunda size aptal olduğunuza dair
sayısız kanıt sunar.
Bir gün, bir kimse, zihninize yine bir başka sözle bir başka çapa atar. Bu,
aptal olmadığınıza dair bir çapadır. Bu insanın söylediğine inanırsanız, yeni
bir anlaşma yaparsınız. Sonuç olarak, artık kendinizi aptal hissetmezsiniz ve
aptalca davranamazsınız. Büyü bozulmuştur, sadece sözün gücüyle.
Ama aptal olduğunuza inanıyorsanız, birisi daha zihninize aptal olduğunuza
dair bir çapa atarsa ve “Evet, sen gerçekten tanıdığım en aptal insansın” derse
anlaşma daha da kuvvetli ve güçlü hale gelecektir.

Sözlerinizin arı olması çok önemlidir. İlk anlaşma “sözleriniz arı, kusursuz,
eksiksiz olmalıdır” dedik. (Be impeccable with your word -impeccable, saf,
arı, temiz, kusursuz, eksiksiz anlamına geliyor -Ç.N.)
Şimdi impeccable sözcüğünün ne anlama geldiğini irdeleyelim. Impeccable
“günahsız” demektir. impeccable, Latince “günah” anlamına gelen
pecatustan gelir. Impeccable “günahsız” demektir. Dinler günah ve
günahkârlardan bahseder. Şimdi “günah” sözcüğünün gerçekten ne anlama
geldiğini anlamaya çalışalım.
Günah kendi doğana karşı yaptığın her şeydir. Kendi varlığına karşı
hissettiğin, inandığın ya da söylediğin her şey günahtır. Herhangi bir şey için
kendini yargıladığında veya suçladığında kendine karşı olmuş olursun.
Günahsız olmak bunun tam zıddıdır. Saflık, arılık (impeccable) kendine
düşmanca davranmamaktır. Günahsız olmak demek davranışlarının
sorumluluğunu üstlenmek ama kendini yargılamamak ve suçlamamak
anlamına gelir.
Bu bakış açısıyla günah kavramı ahlaki veya dinsel bir şey olmaktan çıkar.
Sağduyunun sesine dönüşür.
Günah kendini reddediş ile başlar. Öz-reddediş işlediğiniz en büyük
günahtır. Dinsel terimle, öz-reddediş “ölümcül günah”tır. Çünkü kişiyi ölüme
götürür. Günahsız olmak ise yaşama yöneliktir.
Sözlerinizde günahsız olmak, sözleri kendinize karşı kullanmamaktır. Size
aptal olduğunuzu söylediğimde, görünüşte bu sözü size karşı kullanmış
olduğum izlenimini verir. Oysa gerçekte bu sözü kendime karşı kullanmış
olurum. Çünkü size aptal dediğimde, benden nefret edersiniz. Sizin benden
nefret etmeniz benim için iyi değildir. Bu nedenle, ben kızgınlık duyup,
kullandığım sözle size duygusal zehir akıttığımda, bu sözü kendime karşı
kullanmış olurum.
Eğer kendimi seven biriysem, bu sevgiyi davranışlarımla size de gösteririm
ve size sarf ettiğim sözlerde sevgimi ifade ederim. Bu davranış, benzer
davranış tepkisi yaratır. Sizi seversem, beni seversiniz. Size hakaret edersem,
bana hakaret edersiniz. Size şükran duyguları beslersem siz de bana benzer
duygular hissedersiniz. Size bencil davranırsam, siz de bana karşı bencil
davranırsınız. Sözümü sizin üzerinizde büyü yapmak için kullanırsam, siz de
büyünüzü üzerimde kullanırsınız.
Sözünüzü özenli bir seçicilikle kullanmak, “günahsız” sözler kullanmak
enerjinizin doğru kullanımıdır. Bu, enerjinizi sevgi ve gerçek olan yöne
doğru kullanmak anlamına gelir.
Kendinizle sözünüzde “günahsız” olacağınız doğrultusunda bir anlaşma
yaparsanız, sadece bu niyette olmanız bile, içinizde birikmiş olan duygusal
zehirlerden arınmanız için yeterli olacaktır. Gerçek, sizin ağzınızdan dile
geldiğinde sizi arındırır ve özgürleştirir.
Fakat bu anlaşmayı yapmak zordur. Çünkü biz tam zıddı bir şekilde
davranmayı öğrendik. Başkalarıyla iletişimimizde yalan söylemeyi alışkanlık
haline getirdik. Daha da önemlisi kendimizle olan iletişimimizde de yalan
söylüyoruz.
Sözümüzde “günahsız” değiliz.
Sözün gücü, cehennemde tümüyle yanlış kullanılır. Sözü, küfretmek,
suçlamak, utandırmak, yok etmek için kullanıyoruz. Bazen sözü doğru
kullandığımız da oluyor. Ama ne yazık ki sık değil. Genellikle sözü kendi
bireysel zehrimizi akıtmak için kullanıyoruz -kızgınlığımızı, kıskançlığımızı,
çekememezliğimizi ve nefretimizi ifade etmek için.
Söz saf büyüdür. Söz biz insanların sahip olduğu en güçlü armağandır. Ve
sözü kendimize karşı kullanıp duruyoruz. Sözle intikam planı yapıyor. Sözle
dünyada karmaşa yaratıyoruz. Sözü ırklar, ülkeler, insanlar, aileler arasında
nefret yaratmak için kullanıyoruz.
Sözü o kadar sık yanlışa, kötüye kullanıyoruz ki sürekli cehennem rüyasını
yaratıp bu rüyada yaşamaya devam ediyoruz.
Sözün kötüye kullanımıyla birbirimizi aşağıya doğru çekiyor, birbirimizi
korku ve şüphe kıskacında hapsediyoruz.
Söz büyüdür. İnsan sözü kullanma yetisine sahip bir büyücüdür. Sözün
gücünü yanlış biçimde kullanarak sürekli kara büyü yaptığımız söylenebilir.
Sözün büyü olduğunun farkında bile olmaksızın.
Zeki ve iyi yürekli bir kadın tanıyorum. Kadının çok sevdiği bir kızı vardı.
Bir gün kadın işten eve yorgun argın geldi. Kötü bir gün geçirmişti. Kendisini
gergin hissediyordu ve baş ağrısı çekiyordu. İstediği tek şey sessiz, sakin bir
ortamda biraz olsun dinlenebilmekti. Ama küçük kızı mutlu bir şekilde şarkı
söylüyor, hoplayıp zıplıyordu. Küçük kız annesinin ruh halinden habersiz,
kendi dünyasında, kendi rüyasında mutlu ve enerjikti. Kendisini çok iyi
hissediyor, neşeyle avazı çıktığı kadar bağırarak şarkı söylüyor ve koltukların
üzerinde hoplayıp duruyordu.
Küçük kızın gittikçe yükselen tonda söylediği şarkı ve hareketliliği
annesinin baş ağrısını iyice artırmıştı. Bir an geldi ve anne kontrolünü
kaybetti. Kızgınlıkla, küçük güzel kızına bağırdı. “Kes sesini! O çirkin sesini
kes. Sus ve otur!”
Gerçekte, annesinin o anda herhangi bir sese karşı toleransı sıfırdı. Gerçek,
küçük kızın sesinin çirkin olması değildi. Ama küçük kız annesinin sözüne
inandı. Ve o anda kendisiyle bir anlaşma yaptı. Küçük kız o andan itibaren
bir daha şarkı söylemedi. Çünkü sesinin çirkin olduğuna inanmıştı. Sesiyle
insanlara rahatsızlık vermemeliydi.
Okulda da içine kapanık, utangaç bir çocuk haline geldi. Derslerde bile
şarkılara katılmıyordu. Hatta başkalarıyla konuşmakta bile zorlanıyordu.
Yaptığı bir anlaşmayla küçük kız için her şey değişmişti. O artık sevgi ve
kabul görmek için duygularını bastırması gerektiğine inanıyordu.
Herhangi bir fikri işitip ona inandığımızda bir anlaşma yaparız. Ve bu
anlaşma inanç sistemimizin bir parçası olur.
Bu küçük kız büyüdü ve genç kız oldu ama sesi güzel olmasına rağmen bir
daha şarkı söylemedi. Tek bir büyü, onun hayatını derinden etkiledi. Tek bir
söz onun birçok kompleks edinmesine yol açtı. Ve bu büyü ona onu çok
seven birisi tarafından yapıldı: Kendi annesi.
Annesi, sözünün çocuğu üzerinde nasıl bir etki yarattığının farkında bile
olmadı. Kızının üzerinde kara büyü yaptığının farkında bile değildi. Anne
sözünün gücünü bilmiyordu. Bu yüzden onu suçlamak gerekmez. Anne,
kendi annesinin, babasının ve diğerlerinin değişik yollarla kendisine yaptığı
şekilde, öğrendiği şekilde davranmıştı.
Sözün yanlış kullanımı nesilden nesle aktarılır. Benzer şeyleri kendi
çocuklarımıza ne kadar sık yapıyoruz. Onlarla ilgili olumsuz birçok fikir
beyan ediyoruz. Ve çocuklarımız kara büyüyü yıllarca taşıyor. Kara büyüyü
bize yapanlar bizi seven insanlar oluyor. Ama ne yaptıklarının farkında bile
olmaksızın. Bu nedenle onları affetmeliyiz, onlar ne yaptığını bilmiyor.
Bir başka örnek: Sabah kendinizi çok mutlu hissederek uyanıyorsunuz.
Kendinizi harika hissediyorsunuz. Aynanın önünde bir iki saat kalıp, özenle
kendinizi güzelleştiriyorsunuz. Güzel ve mutlu bir şekilde caddede yürürken,
yakın bir arkadaşınızla karşılaşıyorsunuz. Arkadaşınız sizi baştan aşağı
süzerek şöyle diyor: “Ne oldu sana böyle? Bu elbiseyi çok mu aradın? Sana
hiç yakışmamış. Üzerinde kötü duruyor.” Bu söz, sizi cehenneme götürmek
için yeterli oluyor. Belki arkadaşınız, söylediği şeyleri sizi incitmek için
söyledi. Ve incitti.
Onun fikrini kabul ettiğiniz anda bu bir anlaşmaya dönüşür. Ve siz tüm
gücünüzü bu anlaşmaya yöneltirsiniz. Bir fikrin, kara büyüye dönüşmesi
böyle olur. Bu tür büyüleri bozmak zordur. Büyüyü bozmanın tek yolu
gerçeğe dayalı yeni bir anlaşma yapmaktır. Gerçek, sözünüzde “günahsız”
olmanız için gereken en önemli niteliktir.
Kılıcın bir yanındaki yalanlar kara büyüyü yaratır, diğer yanındaki gerçek,
kara büyüyü bozacak güce sahiptir.
Yalnızca gerçek bizi özgür kılacaktır.

Gündelik insan ilişkilerine baktığımızda sözümüzle birbirimize kaç kez


büyü yaptığımızı bir düşünün.
Kara büyünün en kötü şekli dedikodudur. Dedikodu, kara büyünün en kötü
halidir. Çünkü saf zehirdir.
Dedikodu yapmayı da anlaşmayla öğrendik. Çocukluk yıllarında,
yetişkinlerin sürekli dedikodu yaptıklarına şahit olduk. Yetişkinler başkaları
ile ilgili düşüncelerini fütursuzca beyan ediyordu. Onların tanımadıkları
insanlarla ilgili fikirleri bile vardı. Duygusal zehir, fikirlerle birlikte aktarılır.
Ve biz bunun, iletişimin normal yolu olduğuna inanarak büyürüz.
İnsan toplumlarında dedikodu iletişimin ana ekseni haline geldi. Hatta
birbirimize yakınlık hissetmenin bir yolu haline geldi.
Başkasının da kendisini bizim kadar kötü hissettiğini gördüğümüzde
kendimizi iyi hissediyoruz. Eski bilinen bir söz vardır: “Mutsuzluk arkadaş
arar.” Cehennemde acı çeken kişi yalnız başına olmak istemez. Korku ve acı
toplumsal rüyanın önemli bir parçasıdır.
İnsan zihnini bir bilgisayara benzetirsek, dedikoduyu bilgisayar virüsüyle
kıyaslayabiliriz. Bilgisayar virüsü yazılımında diğer kodlarda kullanılan, aynı
bilgisayar dili kullanılır ama kötü bir amaçla.
Bu kod hiç beklemediğiniz bir anda, siz farkında bile olmadan sizin
bilgisayar programınıza yerleştirilir. Virüs kodu bilgisayarınızın doğru işlem
yapmasını engeller ya da çalışmasını tamamen durdurur. Kodlar çelişkili
mesajlarla karmakarışık hale gelir ve iyi sonuç almak artık mümkün olamaz.
Dedikodu da aynı şekilde çalışır. Örneğin, yeni bir öğretmenle yeni bir
sınıfa başlıyorsunuz. Yeni bir derse başlayacağınız için heyecanlısınız. Dersin
ilk gününde o dersi o öğretmenden daha önce almış birisine rastlarsınız. Bu
kişi size şöyle der: “Oh, o öğretmen kendini beğenmiş aptalın teki! Hem
konusuna hakim değil, hem de sapığın teki. Dikkatli ol!”
Siz derhal bu sözlerin ve kişinin duygusal kodunun etkisi altında kalırsınız.
Oysa kişinin bu sözleri söylemesinin ardında yatan amacı bilmiyorsunuz. Bu
kişi belki o dersten kaldığı için kızgındır ya da korku ve önyargılarla
varsayımda bulunuyordur. Ama bilgiyi bir çocuk gibi sorgulamadan almayı
öğrendiğiniz için bir parçanız bu dedikoduya inanır ve sınıfa öyle girersiniz.
Öğretmen dersini anlatmaya başladıktan sonra içinizdeki zehrin kabardığını
hissedersiniz. Öğretmeni size dedikodu yapan kişinin gözüyle gördüğünüzün
farkında bile olmazsınız.
Daha sonra sınıftaki diğer öğrencilerle bu konuyla ilgili konuşmaya
başlarsınız. Onlar da öğretmeni aynı gözle görmeye başlar: aptal ve sapık.
Dersten nefret etmeye başlarsınız ve dersi bırakmaya karar verirsiniz. Bu
kararınızdan dolayı öğretmeni suçlarsınız. Oysa esas suçlu dedikodunun
kendisidir.
Tüm bu karmaşaya küçücük bir virüs neden olur. Küçücük bir yanlış bilgi
insanlar arasındaki iletişimi koparır. Bundan iletişimin iki yanında yer alan
tüm insanlar etkilenir ve zehirlenir ve bu zehir bulaşıcıdır.
Başkalarının size dedikodu yaptığı her an zihninize bilgisayar virüsü
soktuklarını düşünün. Bu da zihninizin gittikçe berraklığını yitirmesine neden
olur. Siz de bu dedikoduyu, virüsü başkalarına bulaştırırsınız. Çünkü kendi
karmaşanızı açıklığa kavuşturmanın ve zehirden biraz olsun kurtulmanın bu
yolla mümkün olacağını sanırsınız.
Şimdi bu modelin, dünyadaki tüm insanlar arasında sonu gelmeyen bir
zincir oluşturduğunu hayal edin.
Bunun sonucu olarak dünyadaki tüm insanlar bilgi ağındaki bilgileri
çarpıtılmış biçimde alır. Çünkü iletişim ağı zehirli ve bulaşıcı virüsle
tıkanmıştır.
Yine hatırlatacak olursak Toltekler bu bulaşıcı virüse mitote diyor. Yani
binlerce farklı ses zihinde aynı anda konuşmaya çalışarak zihinde müthiş bir
kaos yaratıyor.
Kara büyücülerin daha da kötüleri bilgisayar şifrelerini kıran bir “hacker”
gibi virüsü bilerek yayar. Sizin ya da bir başkasının birisine kızgın olduğu bir
anı düşünün. Bir kişiye kızgınsınız ve intikam almak istiyorsunuz. Derhal o
kişiyle ilgili olumsuz bir şeyi etrafınızdaki herkese anlatmaya başlarsınız.
Amacınız zehri yaymak ve o kişinin kendisini kötü hissetmesini sağlamaktır.
Yaydığınız zehir, kişinin sizinle iyi günlerinizde paylaştığı bir sır,
başkalarından duyduğunuz ya da bir zamanlar şahit olduğunuz olumsuz bir
şey ya da düpedüz iftira olabilir.
Çocukken bu davranışları düşüncesizce sergileriz. Ama büyüdükçe
çabalarımızda daha hesaplı kitaplı oluruz. İntikam almak istediğimiz kişiyi
bilinçli ve planlı bir şekilde ezmeye çalışırız. Sonra da kendimize yalan
söyleriz. Kendimizi haklı çıkarmak için kişinin bu cezayı hak ettiğine
kendimizi inandırırız.
Dünyaya bilgisayar virüsünün gözüyle baktığımızda en acımasız davranışı
bile haklı görmek kolaylaşır. Ama göremediğimiz şey şudur: Sözü yanlış
kullandığımız her an kendimizi cehennem bataklığının içine biraz daha
çekeriz.

Yıllar boyu hem başkalarının sözleri aracılığıyla dedikodu ve büyünün


etkisine gireriz, hem de kendimizle ilgili kendimizin söylediği sözlerle aynı
olumsuz etkiyi yaratırız.
İnsan sürekli kendisiyle konuşan bir varlıktır. Çoğu kez kendimize şu tür
sözler söyleriz: “Oh, şişman görünüyorum. Çirkinim. Yaşlanıyorum.
Saçlarım dökülüyor. Aptalım. Hiçbir şeyi anlayamıyorum... Asla yeterince iyi
olamayacağım, asla mükemmel olamayacağım. Budalanın tekiyim.
Başarısızım.” Sözü kendimize karşı nasıl kullandığımızı görüyor musunuz?
Sözün ne olduğunu ve sözün ne yaptığını anlamaya başlamamız gerekiyor.
Birinci anlaşmayı (Sözünüzü Özenlice Seçin) kavradığınızda, yaşamınızda
olabilecek tüm değişimleri de görmeye başlarsınız. Önce kendinizle olan
ilişkinizde değişim olur, sonra diğer insanlarla, özellikle sevdiğiniz kişilerle
olan ilişkileriniz derinden farklılaşır.
Şimdi düşünün. Haklı çıkmak adına, başkalarının sizin bakış açınızı
desteklemesini sağlamak adına kaç kez sevdiklerinizle ilgili dedikodu
yaptığınızı bir düşünün. Sevdiğiniz kişileri başkalarına çekiştirdiğiniz, onlarla
ilgili şikâyetlerde bulunduğunuz anları bir düşünün. Kaç kez kendi
düşüncenizin doğru olduğunu kanıtlamak uğruna sevdiğiniz biri hakkında
zehir saçarak başka insanların dikkatlerine çapa attınız.
Sizin fikirleriniz sizin bakış açınızdan başka bir şey değil. İlle de doğru
olması gerekmiyor. Fikirleriniz inançlarınızdan, egonuzdan ve bireysel
rüyanızdan kaynaklanıyor. Zehri yaratıyoruz ve başkalarına yayıyoruz çünkü
kendi bakış açımızın doğru olduğunu hissetmek istiyoruz.
Birinci anlaşmayı benimsersek ve sözümüzü özenle seçersek, bir süre sonra
zihnimiz ve bireysel ilişkilerimizdeki iletişimimiz duygusal zehirden
arınacaktır. Buna kedimiz, köpeğimiz ile kurduğumuz iletişim de dâhildir.
Sözlerinize gösterdiğiniz dikkat ve seçimlilik size bir şey daha
kazandıracaktır. Bağışıklık. Başkalarının negatif telkinlerine karşı bağışıklık
kazanacak ve size söylenen olumsuz sözlerden etkilenmez hale geleceksiniz.
Olumsuz fikirleri kabul etmek ancak olumsuz fikirlerin verimli olduğu bir
zihinde olabilir. Siz sözlerinizde saflığı ve gerçeği ifade ettiğiniz sürece,
zihniniz kara büyüden gelen sözler için verimli bir ortam oluşturmaz. Böyle
bir zihin sadece sevgiden gelen sözler için verimli olur.
Sözlerinizin saflık derecesini, öz-sevginizin boyutuyla ölçebilirsiniz.
Kendinizi ne kadar sevdiğiniz ve kendinizle ilgili ne hissettiğiniz, sözünüzün
kalitesi ve onurluluğuyla doğru orantılıdır.
Sözleriniz “günahsız” ise, kendinizi iyi hissedersiniz. Kendinizi mutlu ve
huzurlu hissedersiniz.
Cehennem rüyasını sadece sözlerinizde “günahsız” olma anlaşması yaparak
aşabilirsiniz. Şu anda bu tohumu zihninize ekiyorum. Tohumun gelişip
gelişmeyeceği, zihninizin sevgi tohumuna uygun ortamı olup olmamasına
bağlıdır. Kendinizle bu anlaşmayı yapmak size bağlı.
Bu tohuma bakın, onu besleyin, büyütün. Bu tohum zihninizde geliştikçe,
daha fazla tohumlar yaratacaktır. Ve sevgi tohumları, korku tohumlarının
yerini alacaktır.
Bu birinci anlaşma zihninizde sevgi tohumları için verimli ortam
oluşmasını sağlayacaktır.
' Eğer mutlu olmak istiyorsanız, özgür olmak istiyorsanız, cehennem
boyutunda varoluşunuzu aşmak istiyorsanız bu ilk anlaşmayı kendinizle
yapmalısınız.
Bu anlaşma çok güçlüdür. Sözlerinizi doğru kullanın. Sözlerinizi sevginizi
paylaşmak için kullanın. Beyaz büyüyü kullanın ve bunu kullanmaya
kendinizle başlayın. Kendinize ne kadar harika, ne kadar özgün ve büyük
olduğunuzu söyleyin. Kendinizi ne kadar sevdiğinizi söyleyin. Sözlerinizi
size acı veren küçük anlaşmalarınızı bozmak için kullanın.
Bunu yapabilirsiniz. Bu mümkün. Çünkü ben yaptım ve ben sizden daha iyi
değilim. Biz tıpatıp aynıyız. Aynı zihne ve aynı bedene sahibiz; biz insanız.
Eğer ben eski anlaşmaları bozup, yeni anlaşmalar yaratabildiysem, siz de
yapabilirsiniz. Eğer ben sözlerimde “günahsız” olabiliyorsam, neden siz
olamayasınız? Sadece bu anlaşma bile hayatınızı bütünüyle değiştirebilir. Sizi
bireysel özgürlüğe, büyük başarılara ve bolluk bilincine doğru götürebilir.
Tüm korkularınızı, haz ve sevgiye dönüştürebilir.
Bu anlaşmayla neler yaratabileceğinizi bir düşünün. Korku rüyasını aşarak
farklı bir rüya yaratabilirsiniz. Cehennemde yaşayan binlerce insanın arasında
bile cennette yaşayabilirsiniz. Çünkü artık cehenneme karşı bağışıklık
kazanırsınız. Cehennem size yaklaşamaz.
Sonsuzluğun ötesi içinizdedir.
İKİNCİ ANLAŞMA
Sonsuzluğun ötesi içinizdedir.
Hiçbir Şeyi Kişisel Algılamayın

Bundan sonraki üç anlaşma aslında ilk anlaşmadan doğar. İkinci anlaşma,


hiçbir şeyi kişisel algılamamaktır.
Etrafınızda olan biten hiçbir şeyi kişisel algılamayın. Daha önce verdiğimiz
bir örneği kullanalım. Sizi caddede gördüğümde, sizi tanımadığım halde
“Hey, sen bir aptalsın” dersem bu sizinle değil, benimle ilgilidir. Eğer bunu
kişisel algılarsanız, aptal olduğunuza bile inanabilirsiniz. Belki de şöyle
düşünürsünüz: “O aptal olduğumu nasıl biliyor? İçimi mi görüyor yoksa
herkes ne kadar aptal olduğumu görebiliyor mu?”
Kişisel algılamak, ancak söylenen şeye katılmakla mümkündür. Söylenen
şeyle anlaşma yaptığınız anda, zehir zihninize yayılır ve cehennem rüyasının
tutsağı olursunuz. Sizin bu tuzağa düşmenizin nedeni bireysel önemlilik
denilen şeydir.
Bireysel önemlilik ya da kişisel algılamak, bencilliğin en üst düzeydeki
ifadesidir. Çünkü her şeyin “kendimizle ilgili” olduğunu varsayarız. Eğitim
sürecimiz içinde, ehlileştirilme sürecimiz içinde her şeyi kişisel algılamayı da
öğreniriz. Her şeyin merkezinde kendimizin olduğunu düşünürüz. Ben, ben,
ben, daima ben!
Diğer insanlar merkeze sizi koyan hiçbir şey yapamaz. Yaptıkları her şey
kendileriyle ilgilidir. Herkes kendi rüyasını yaşar, kendi zihinlerinde
oluşturduğu rüyayı yaşar. Bu rüyalar bizim rüyamızdan tümüyle farklıdır.
Bir şeyi kişisel algıladığımızda, onların bizim dünyamızın nasıl olduğunu
bildiklerini varsayarız. Ve kendi dünyamızı onların dünyasına empoze
etmeye çalışırız.
Durumun son derece kişiselmiş gibi göründüğü anlarda bile, başkaları size
direkt olarak hakaret ediyor olsa bile, yine de sizinle ilgisi yoktur.
Söyledikleri ve yaptıkları şeyler, dile getirdikleri fikirler kendi zihinlerinde
yaptıkları anlaşmalar doğrultusundadır. Kişilerin bakış açıları, ehlileştirme
sürecindeki programlamalarından oluşur.
Birisi size, “Hey sen çok çirkinsin” dese bile, bunu kişisel algılamayın.
Çünkü gerçek şu ki, bu kişi kendi duygu, düşünce ve inançlarını ifade ediyor.
Bu kişinin size gönderdiği zehri kabul edip etmemek kişisel algılamayla
ilgilidir. Eğer zehri kabul ederseniz, onu size ait kılarsınız. Kişisel algılamak,
sizi kara büyücüler için kolay bir av haline getirir. Kara büyücüler sizi
küçücük bir fikirle kolaylıkla avlayabilirlerse, sizi istedikleri zehirle
besleyebilirler. Siz de söylenenleri kişisel algıladığınız için zehri afiyetle
yutarsınız.
Onların sizi besledikleri duygusal çöplük, artık sizin çöplüğünüz; haline
gelir. Oysa hiçbir şeyi kişisel algılamadığınız sürece cehennemin ortasında
bile zehirlere karşı bağışıklığa sahip olursunuz. Bu bağışıklık gücü, size
ikinci anlaşmanın armağanıdır.
Kişisel algıladığınızda, söylenenlerden rahatsızlık duyarsınız ve kendi
inançlarınızı savunarak tepki gösterirsiniz. Bu tepkiyle çelişkiler ve
çatışmalar yaratırsınız. Küçücük şeyleri bile büyütür, pireyi deve yaparsınız.
Çünkü haklı çıkmak ihtiyacını duyarsınız. Sizin haklı, başkalarının haksız
olmasını istersiniz.
Haklı olmak için, kendi fikirlerinizi onlara dayatmak için büyük çaba
gösterirsiniz.
Aynı şekilde, sizin hissettikleriniz ve yaptıklarınız da kendi bireysel
rüyanızın, kendi anlaşmalarınızın bir yansımasıdır. Sizin söyledikleriniz,
yaptıklarınız ve sizin fikirleriniz sizin anlaşmalarınız doğrultusundadır. Bu
fikirlerin benimle bir ilgisi yoktur.
Sizin benimle ilgili düşündüklerinizin, benim için bir önemi yoktur. Sizin
düşüncelerinizi ben kişisel algılamam. İnsanlar, bana “Miguel sen iyisin”
dediklerinde de kişisel algılamam, “Miguel sen en kötüsün” dediklerinde de
kişisel algılamam.
Siz mutluyken bana “Miguel, sen bir meleksin” diyeceğinizi bilirim. Ama
bana kızgın olduğunuzda “Oh Miguel, sen şeytanın tekisin! Çok kötüsün. Bu
tür şeyleri nasıl söyleyebilirsin?” dersiniz.
Her iki halde de söyledikleriniz beni etkilemez. Çünkü ben ne olduğumu
biliyorum. Kabul görmek, onaylanmak gibi bir ihtiyacım yok. Birisinin bana
kim ve ne olduğumu söylemesine ihtiyaç duymuyorum.
Hayır, hiçbir şeyi kişisel algılamıyorum. Sizin bakış açınız, sizin dünyanızı
yansıtır. Siz kendinizle uğraşırsınız, benimle değil. İnanç sisteminiz
doğrultusunda oluşturduğunuz fikirleriniz, daima kendinizle ilgilidir, benimle
değil.
Bana “Miguel, söylediklerin beni incitiyor” da diyebilirsiniz. Ama sizi
inciten benim söylediklerim değildir. Söylediklerim sizin yaralarınıza
dokunduğu için incinirsiniz. Sizi inciten sizsiniz.
Sizi incitmiş olduğumu da kişisel algılamam. Bu size inanmadığım ya da
güvenmediğim için değil, sizin dünyayı farklı gözlerle, kendi gözlerinizle
gördüğünüzü bildiğim içindir. Filmin tümünü zihninizde yaratan sizsiniz.
Bu filmde yönetmen de, yapımcı da başrol oyuncusu da sizsiniz. Diğer
herkes yardımcı oyuncudur. Bu sizin filminiz.
Filminizi, yaşamla yaptığınız anlaşmalara uygun olarak yaratırsınız. Sizin
bakış açınız sizin için kişiseldir. Sizin bakış açınız sizin gerçeğinizdir, başka
hiç kimsenin değil. Bu yüzden bana kızdığınızda, kendinizle uğraştığınızı
bilirim. Ben size kızmanız için bir mazeret olurum. Kızarsınız çünkü
korkuyorsunuz, çünkü korkularınızla uğraşıyorsunuz.
Korkunuz yoksa bana kızmanız da mümkün değildir. Korkunuz yoksa
benden nefret etmeniz de mümkün değildir. Korkunuz yoksa kıskanç ya da
üzgün olmanız da mümkün değildir.
Korkusuz yaşadığınızda, sevgiyle yaşadığınızda bu tür duygulara
yaşamınızda yer yoktur.
Bu tür duyguları hissetmediğinizde, doğal olarak kendinizi iyi
hissedersiniz. Siz kendinizi iyi hissettiğinizde etrafınızdaki her şey de iyidir.
Etrafınızda her şey iyi olduğunda, bu size mutluluk verir.
Etrafınızdaki her şeyi seversiniz, çünkü kendinizi seviyorsunuz. Çünkü
olduğunuz gibi olmaktan hoşnutsunuz. Çünkü kendinizle doyumlusunuz.
Çünkü hayatınızdan memnunsunuz. Yarattığınız filmden memnunsunuz.
Yaşamla yaptığınız anlaşmalardan memnunsunuz. Huzurlu ve mutlusunuz.
Her şeyin harika, her şeyin güzel olduğu bir boyutta yaşarsınız. Bu boyutta
algıladığınız her şeyle, her an sevişirsiniz.
İnsanlar ne yaparsa, ne söylerse, ne düşünürse düşünsün kişisel
algılamayın. Sizin ne kadar harika biri olduğunuzu söyleseler bile, bunu sizin
yüzünüzden söylemiyorlar. Sizin harika olduğunuzu kendinizin bilmesi
önemli. Size harika olduğunuzu söyleyen insanlara inanmaya ihtiyacınız yok.
Hiçbir şeyi kişisel algılamayın. Birisi başınıza silahı dayayıp tetiği çekse bile,
yine de kişisel değildir, bu uç boyutta bile.
Kendinizle ilgili düşüncelerin bile gerçek olması gerekmiyor. Bu nedenle
kendi zihninizde, kendinizle ilgili düşünceleri de kişisel algılamayın. Zihnin
kendisiyle konuşma yeteneği vardır.
Bunun yanı sıra başka boyutlardan gelen bilgileri işitme yeteneği de vardır.
Bazen zihninizde bir ses işitirsiniz ve bu sesin nereden geldiğini merak
edersiniz. Bu ses başka bir realite boyutundan gelmiş olabilir. Başka
boyutlarda da insan zihnine benzeyen canlı varlıklar vardır. Toltekler bu
varlıklara Allies (Dost) diyor. Avrupa, Afrika ve Hindistan’da bu varlıklara
Tanrılar deniliyor.
Zihnimiz, Tanrıların boyutunda da varoluşunu sürdürür. Zihnimiz bu
realitede de yaşar ve bu realiteyi algılar.
Zihin uyanık realiteyi gözlerle görür ve algılar. Zihin aynı zamanda gözle
görünmeyeni de görür ve algılar. Ama mantık bu ikinci algılamanın pek
farkında olmaz.
Zihin çok boyutlu bir yaşam sürer. Bazen zihninizden kaynaklanmayan
ama zihninizle algıladığınız fikirlere sahip olabilirsiniz. Bu seslere inanma ya
da inanmama seçimi sizindir. Söylenenleri kişisel algılamama seçiminiz de
vardır. Nasıl ki toplumsal rüya ile ilgili inançları ve anlaşmaları seçme
özgürlüğünüz varsa, kendi zihninizdeki seslere de inanıp inanmama
özgürlüğünüz vardır.
Zihin kendisiyle konuşabilir ve kendisini dinleyebilir. Zihnin de bedeniniz
gibi bölümleri vardır. Tıpkı bir elinizle diğer elinizi tutup onu
hissedebildiğiniz gibi zihin de kendi kendisiyle konuşabilir. Zihnin bir kısmı
konuşur, diğer kısmı dinler. Ama zihninizin binlerce parçası aynı anda
konuşmaya başladığında büyük problem yaşanır.
Buna mitote deniyordu, hatırlayın.
Mitote, aynı anda binlerce kişinin konuştuğu ve alışveriş yaptığı devasa bir
markete benzetilebilir. Bu markette insanların her birinin farklı düşünceleri
ve duyguları vardır. Her birinin bakış açıları farklıdır.
Zihnin programlanmasında yaptığımız tüm anlaşmalar çoğu kez birbiriyle
uyum içinde olmaz. Her anlaşma ayrı bir varlık gibidir. Her birinin kendi
kişiliği ve sesi vardır. Birbiriyle çelişen anlaşmalar, diğer anlaşmalarla da
çatışıp gittikçe büyüdüğünde zihinde büyük bir savaşa dönüşür. İnsanın ne
istediğini, nasıl istediğini ve ne zaman istediğini bilmekte zorlanmasının
nedeni mitotedir.
Anlaşmalar kendi aralarında anlaşmazlığa düştüğü için karmaşa yaşanır.
Zihnin bir bölümü bir şey isterken diğer bölümü tam zıddı olan şeyi ister.
Zihnin bir bölümü bazı düşünce ve davranışlara karşı çıkarken, diğer
bölümü de zıt düşünce ve davranışları destekleyebilir.
Tüm bu küçük, minik varlıklar içsel çelişkileri yaratır çünkü her biri
canlıdır ve her birinin kendine özgü sesi vardır.
Zihnin çelişkilerinin üstesinden gelmenin tek yolu, tüm anlaşmalarımızın
dökümünü yapmaktan geçer. Böylelikle çelişkinin nedenlerinin farkında
olabilir ve mitote kaosunu düzene sokabiliriz.

Hiçbir şeyi kişisel algılamayın. Çünkü kişisel algıladığınızda hiçbir şey


uğruna kendinizi acı çekmeye mahrum edersiniz.
İnsanlar farklı boyutlarda ve farklı açılarda acıların tiryakisi olur. Ve biz bu
bağımlılıkları sürdürebilmek için birbirimize destek veririz. İnsanlar
birbirlerinin acı çekmelerine destek vermek konusunda anlaşma içinde
davranıyor.
Eğer kullanılma, sömürülme veya aşağılanmaya ihtiyaç duyuyorsanız,
başkaları sizi kullanarak, sömürerek veya aşağılayarak size ihtiyacınızı
karşılamanız için yardım etmekte gönüllü olacaktır. Sizi taciz edecek
insanları bulmanız çok kolaydır.
Eğer acı çekmeye ihtiyaç duyan bir insanla birlikteyseniz, içinizdeki bir
şey, o kişiye acı verici davranışlarda bulunmanızı sağlayacaktır. Bu insanların
sırtlarında adeta şöyle bir not asılıdır: “Lütfen beni tekmele.” Bu insanların
istediği, acı çekme ihtiyaçlarını karşılayabilmek için, çektikleri acıya haklı
gerekçeler bulmaktır. Siz de davranışlarınızla o insanlara gereken haklı
nedeni vermiş olursunuz.
Acı çekme bağımlılığı, uygulamalı bir anlaşmadan başka bir şey değildir.
Her yerde size yalan söyleyen insanlarla karşılaşırsınız. Farkındalığınız
arttıkça, sizin kendinize de yalan söylediğinizi görmeye başlarsınız.
İnsanların size doğruyu söyleyeceklerini beklemeyin çünkü onlar kendilerine
de yalan söylüyor.
Siz kendinize güven duymayı öğrendiğinizde başkalarının size söylediği
şeylere inanıp inanmamayı seçme özgürlüğünü de kazanırsınız.
İnsanları kişisel algılamadan gerçekte oldukları gibi görebilmeyi
başardığımızda, asla onların söylediği ya da yaptığı şeylerden incinmeyiz.
Size yalan da söyleseler bundan incinmezsiniz. Çünkü onların korktukları
için yalan söylediklerini bilirsiniz.
İnsanlar kendilerinin mükemmel olmadığının sizin tarafınızdan
keşfedilmesinden korkuyor. Sosyal maskeden sıyrılmak acı vericidir.
Birisinin söylediği ve yaptığı şey arasında fark varsa ve siz davranışa değil,
söylenene kulak vermeyi seçerseniz, kendinize yalan söylemiş olursunuz.
Kendinize doğruları söyleyebilmek, sizin boş yere duygusal acı çekmenizi
engeller. Kendinize gerçeği itiraf edebilmek size acı verebilir ama bu acıyla
özdeşleşmeye ihtiyaç duymazsınız.
Gerçeği kabul etmek iyileşmenin başlangıcıdır ve bir süre içinde her şey
daha iyiye doğru düzelecektir.
Birisi size sevgi ve saygıyla davranmıyorsa, o kişinin sizden uzaklaşması
sizin için bir armağandır. Eğer sizden uzaklaşmıyorsa onunla birlikte uzun
yıllar acı çekmeniz, acıya katlanmanız kaçınılmaz olur. Böyle bir kişi
tarafından terk edilmek bile, size bir süre acı verebilir ama bir süre sonra
yüreğiniz iyileşecektir.
İşte o zaman gerçekten istediğiniz şeyi seçebilirsiniz. İşte o zaman doğru
seçimler yapabilmek için başkalarına değil, kendinize güvenmenin öneminin
bilincine varabilirsiniz.
Hiçbir şeyi kişisel algılamamayı bir alışkanlık haline getirdiğinizde
yaşamınızda birçok acıdan kaçınmanız da mümkün olur. Kızgınlığınız,
kıskançlığınız, fesat duygularınız yok olur. Kişisel algılamadığınızda
üzüntüleriniz bile kaybolur.
Bu ikinci anlaşmayı bir alışkanlığa dönüştürebilirseniz hiçbir şeyin sizi
cehenneme geri döndürmeyeceğini de görürsünüz. Kişisel algılamadığınızda
olağanüstü bir özgürlüğe kavuşursunuz. Kara büyücülere karşı bağışıklık
kazanırsınız. Ne kadar güçlü olursa olsun hiçbir büyü üzerinizde etki
yapamaz. Tüm dünya hakkınızda dedikodu yapsa bile, kişisel algılamadığınız
zaman bundan etkilenmezsiniz. Size gönderilen duygusal zehirleri
solumazsınız. Sizin tarafınızdan kabul görmeyen zehir göndericisi üzerinde
çok daha büyük etki yaratır.
İlk iki anlaşmayı hayatınızda uyguladığınızda, sizi cehennemde tutsak kılan
binlerce küçük anlaşmaların yüzde yetmiş beşini bozmuş olursunuz.
Bu anlaşmayı bir kâğıda yazın ve sürekli hatırlamak için buzdolabının
kapısına asın: Hiçbir şeyi kişisel algılama!
Kişisel algılamamayı alışkanlık haline getirdiğinizde sorumlu seçimler
yapabilmek için sadece kendinize güvenmeyi de öğrenirsiniz. Asla
başkalarının davranışlarından sorumlu değilsiniz. Sadece kendi
davranışlarınızdan sorumlusunuz.
Bunu gerçekten anladığınızda, başkalarının özensizce ve bilinçsizce
söylediği sözler ya da davranışlar sizi incitemez.
Bu anlaşmaya uyduğunuzda yüreğinizi tümüyle açarak dünyayı dolaşsanız
bile kimse size zarar veremez. O zaman alay edilme ya da reddedilme
korkusu olmadan istediğiniz kişiye “Seni seviyorum” diyebilirsiniz. O zaman
ihtiyacınız olan şeyi rahatlıkla isteyebilirsiniz. Suçluluk duygusu ya da öz-
yargılama olmaksızın “evet” ya da “hayır” diyebilirsiniz. Daima yüreğinizin
götürdüğü yere doğru gitmeyi seçebilirsiniz.
O zaman cehennemin ortasında bile içsel huzur ve mutluluğu
hissedebilirsiniz. Böyle bir boyutta cehennem ateşi sizi yakamaz.

Not: Bu konuda daha geniş bilgi için Kuraldışı Yayınlarından çıkan Kişisel
Algılamayın! kitabını öneririz. Y.N.
Sonsuzluğun ötesi içinizdedir.
ÜÇÜNCÜ ANLAŞMA
Sonsuzluğun ötesi içinizdedir.
Varsayımda Bulunmayın

Üçüncü anlaşma varsayımda bulunmamaktır. Her şeyle ilgili varsayımlarda


bulunma eğilimimiz vardır. Varsayımlarda bulunmanın problemi,
varsayımlarımızın gerçek olduğuna inanmamızdır. Onların gerçek olduğuna
yemin edebiliriz. Başkalarının neyi düşündüğüne ya da yaptığına dair
varsayımlarda bulunuruz. Varsayım teorilerimizi kişisel algılarız. Sonra da o
kişileri suçlar ve sözlerimizle duygusal zehir saçarak tepki gösteririz.
İşte bu nedenle varsayımda bulunduğumuz her şeyde problemlere de
davetiye çıkarırız. Varsayımda bulunuruz, yanlış anlarız, kişisel algılarız ve
hiç yoktan koskocaman bir drama yaratırız.
Yaşamınızdaki üzüntülerin ve dramaların kaynağında kişisel algılamak ve
varsayımda bulunmak vardır. Bu cümlenin gerçekliğinin üzerinde bir an
olsun düşünün.
İnsanlar arasındaki güç ve kontrol mücadelesi varsayımlarla ve kişisel
algılamalarla ilgilidir. Cehennem rüyamızın temelinde bu vardır.
Sadece varsayımlarımızla ve kişisel algılamalarımızla çok miktarda
duygusal zehir yaratırız, çünkü genellikle varsayımlarımızla ilgili
dedikodulara başlarız.
Dedikodunun, cehennem rüyasında insanların iletişim biçimi ve birbirlerine
zehir aktarım yolu olduğunu hatırlayın.
Çünkü doğrunun ne olduğunu bilmemekten, karşımızdaki kişiyi açıklığa
davet etmemekten korkuyoruz. Gerçeği duymaya cesaret edemediğimizde ya
da açıklama istemekten korktuğumuzda varsayımlarda bulunuyoruz. Sonra da
varsayımlarımızın doğru olduğuna inanıyoruz. Bu inançlarımızla
varsayımlarımızı savunarak, başkalarını yanlış ya da haksız kılmaya
çalışıyoruz.
Soru sormak daima varsayımlarda bulunmaktan iyidir. Çünkü varsayımlar
yaşamınıza acıları davet eder.
İnsan zihnindeki büyük mitote birçok kaos yaratır. Bu kaos her şeyi yanlış
yorumlamamıza ve her şeyi yanlış anlamamıza yol açar. Sadece görmek
istediğimizi görür, işitmek istediğimizi işitiriz. Olayları oldukları gibi
algılayamayız. Realiteye teğet bile geçmeyen rüyalar görme alışkanlığımız
var. Hayal gücümüzün ürünü olan rüyalarımızı realite olarak tanımlama
alışkanlığımız var.
Çünkü bir şeyi anlamadığımızda, varsayımlarda bulunarak ona anlam
vermeye çalışırız. Ama gerçek ortaya çıktığında rüya balonumuz patlar ve
gerçeğin hiç de düşündüğümüz gibi olmadığını anlarız.
Örneğin; bir alışveriş merkezinde yürürken, hoşlandığınız bir kişi gözünüze
ilişir. Bu kişi size tebessüm eder ve yoluna devam eder. Sadece bu tek
deneyimden nice varsayımda bulunabilirsiniz. Bu varsayımlarla kocaman bir
fantezi yaratabilirsiniz. Bu fanteziye gerçekten inanmak ve onu
gerçekleştirmek istersiniz.
Varsayımlarınız bütün rüyayı şekillendirmeye başlar. “Oh, bu kişi benden
hoşlandı” diye düşünmeye ve buna inanmaya başlayabilirsiniz. Zihninizde bu
kişiyle ilişkiye girdiğinizi, hatta evlendiğinizi bile hayal edebilirsiniz. Ama
bu fantezi sadece sizin zihninizde, sizin bireysel rüyanızda yer alır.
İlişkilerinizde varsayımda bulunmak problemlere davetiye çıkarmak
demektir. Genellikle partnerimizin bizim ne düşündüğümüzü bildiğini
varsayar ve ne istediğimizi söylemenin gerekli olmadığını düşünürüz.
Partnerimizin bizim istediğimiz şeyi yapacağını, çünkü onun bizi çok iyi
tanıdığını varsayarız. Eğer bizim beklediğimiz gibi davranmazsa buna çok
alınır ve inciniriz. “Ne istediğimi bilmeliydin” diye de şikâyet ederiz.
Bir başka örnek: Evlenmeye karar veriyorsunuz ve partnerinizin evliliğe
tıpkı sizin gibi baktığını varsayıyorsunuz. Evlenip birlikte yaşamaya
başladığınızda bu varsayımınızın hiç de doğru olmadığını anlıyorsunuz. Bu
durum aranızda birçok çelişki ve zıtlaşma yaratıyor ama yine de evlilikle
ilgili duygularınızı netleştirmek için bir çaba göstermeye yanaşmıyorsunuz.
Koca eve geldiğinde karısının kızgın olduğunu görüyor ama neden
kızdığını bilmiyor belki kadının kızgınlığı bir varsayımdan kaynaklanıyor.
Kocasına ne istediğini söylemek yerine, onun kendisini çok iyi tanıdığını
varsayıyor ve zihnini okumasını bekliyor. Bu beklentisi gerçekleşmediği için
de kocasına büyük öfke duyuyor.
İlişkide varsayımlar kavgalarımızın, zorluklarımızın, sevdiğimizi iddia
ettiğimiz kişileri yanlış anlamamızın nedenidir.
Her türlü ilişkide başkalarının bizim nasıl düşündüğümüzü bilmeleri
gerektiğini, bu yüzden bizim istediğimiz şeyleri tahmin edebileceklerini
varsayarız. Ama isteklerimiz otomatikman yapılmadığında, beklentilerimiz
gerçekleşmediğinde kırılır, incinir, üzülür “Bunu bana nasıl yapabildin?
Bilmeliydin” diye düşünürüz.
Varsayımda bulunduğumuz yetmiyormuş gibi partnerimizin istediğimiz
şeyi bildiği halde yapmadığını da varsayarız ve üst üste binen varsayımlarla
kocaman bir drama yaratırız.
İnsan zihninin çalışması ilginçtir. Kendimizi güvende hissedebilmek için
her şeye bir anlam vermeye, açıklamaya, her şeyi anlamaya çalışmaya ve
anladığımızın doğru olduğu konusunda haklı çıkmaya ihtiyaç duyarız.
Zihnimizde yanıt bekleyen milyonlarca soru vardır. Çünkü birçok şeyi
mantıklı zihin açıklayamaz. Yanıtın doğru olması önemli değildir; yanıtın
kendisi kendimizi güvende hissedebilmek için yeterlidir. İşte bu yüzden
varsayımlarda bulunuruz.
Birileri bize bir şey söylediğinde varsayımda bulunuruz, bir şey
söylemediğinde de varsayımda bulunuruz. Çünkü bilme ihtiyacımızı ancak
böyle doyuma ulaştırırız. Çünkü bu yolla iletişim kurmakla gelebilecek
risklerden sakınırız.
İşittiğimiz bir şeyi anlamadığımızda bile, anladığımıza dair varsayımda
bulunuruz. Ve varsayımlarla verdiğimiz anlama inanırız.
Anlamadığımız bir konuda her türlü varsayımda bulunuruz. Çünkü soru
sorma cesaretine sahip değiliz.
Bu varsayımlar çoğu kez çok hızlı ve bilinçsizce yapılır. Çünkü bu yolla
iletişim kurma anlaşmamız vardır. Çocuklukta yaptığımız anlaşmalardan
bazıları şöyle der: “Soru sormak güvenli değildir.” “Eğer birisi beni
seviyorsa, ne istediğimi, neler düşündüğümü ve hissettiğimi bilmelidir.”
Bu anlaşmaları kabul etmiş ve doğruluklarına inanmışızdır. Bir şeye
inandığımızda o konuda haklı olduğumuzu varsayarız. Haklılığımızı
kanıtlamak, inanç pozisyonumuzu savunmak uğruna ilişkilerimizi bozmayı,
yok etmeyi bile göze alırız.
Herkesin, hayatı bizim gibi algılaması gerektiğini ya da algıladığını
varsayarız. Başkalarının bizim gibi düşündüğünü, hissettiğini, yargıladığını
ve sömürdüğünü varsayarız. İnsanların en büyük varsayımı budur. İşte bu
yüzden başkalarının yanında kendimiz olmaktan korkarız. Çünkü herkesin
bizi yargılayacağını, suçlayacağını, kullanacağını ve sömüreceğini varsayarız.
Tıpkı kendimizin yaptığı gibi.
Bu yüzden başkalarına bizi reddetme şansını vermeden, biz kendimizi
reddederiz. Başkalarının bize yapacağı şeyi, bizim kendimize yapmamız daha
güvenlidir.
İşte insan zihni böyle çalışır.
Biz, kendimizle ilgili varsayımlarda da bulunuruz. Bu, içimizde muazzam
bir çelişki yaratır. “Bunu yapabileceğimi zannediyorum.” Bu varsayımı
yaptığınızı düşünelim ve sonra da bunu yapamadığınızda kendinize öfke
duyarsınız.
Yapabileceğiniz şeyleri abartmanız (yüksek tahminde bulunmanız) ya da
yapabileceğinizden çok daha düşük bir amaç edinmeniz, kendinize doğru
soruları sormak ve yanıtını almak için zaman ayırmamanızdan kaynaklanır.
Belki, bir durum için daha çok veri toplamanız gerekebilir. Belki, gerçekten
istediğiniz şeyi bilmek için kendinize yalan söylemekten vazgeçmeniz
gerekebilir.
Hoşlandığınız bir kişiyle bir ilişkiye girdiğinizde genellikle bu kişiden
neden hoşlandığınız, konusunda gerekçeler bulmaya çalışırsınız. Sadece
görmek istediğinizi görür ve o kişiyle ilgili hoşlanmadığınız şeyleri
yadsırsınız. Haklı olmak için kendinize yalan söylersiniz. Sonra da
varsayımlarda bulunursunuz. Bu varsayımlardan biri şudur:“Sevgimle bu
kişiyi değiştirebilirim.” Ama bu doğru değildir. Sevginiz hiç kimseyi
değiştiremez. Eğer birisi değişiyorsa değişmeyi seçtiği içindir, sizin onu
değiştirebilme gücünüzden değil.
Bir süre sonra ikinizin arasında bir şey olur ve incinirsiniz. Birdenbire daha
önce görmek istemediğiniz şeyleri görmeye başlarsınız. Üstelik şimdi
duygusal zehriniz gördüğünüz şeyi devasa boyutlara getirmiştir. Şimdi de
duygusal acınızın nedeni olarak o kişiyi suçlarsınız.
Sevginin mazur gösterilmeye ihtiyacı yoktur. Sevgi ya vardır ya yoktur.
Gerçek sevgi, diğer insanları değiştirmeye çalışmadan oldukları gibi kabul
edebilmektir. Eğer onları değiştirmeye çalışıyorsak, bu, onlardan gerçekten
hoşlanmadığımız anlamına gelir.
Şüphesiz eğer birisiyle birlikte yaşamaya karar verecekseniz, bu anlaşmayı
sizin tam olmasını istediğiniz gibi biriyle yapmanız daha iyidir.
Hiç değiştirmek istemediğiniz birini bulun zaten istediğiniz gibi olan biriyle
olmak, değiştirmeye çalışacağınız biriyle olmaktan daha kolaydır.
Aynı zamanda bu kişi sizi de olduğunuz gibi sevmelidir, sizi değiştirmeye
çalışmamalıdır. Eğer biri sizi değiştirmeye çalışıyorsa bu, sizi olduğunuz gibi
sevmediği anlamına gelir.
Öyleyse neden sizi olduğunuz gibi sevmeyen biriyle birlikte olmak
isteyesiniz ki?
Neysek o olduğumuzda, sahte bir kişilik, bir imaj sunmak zorunda
kalmayız.
Beni olduğum gibi seversen “Peki, gel.”
Beni olduğum gibi sevmezsen “Peki, güle güle. Başka birisini bul.”
Bu çok katı bir yaklaşım gibi gelebilir ama bu tür net, açık ve dolaysız bir
iletişim kurduğumuzda başkalarıyla yaptığımız bireysel anlaşmalar da net,
açık ve özenli olur.
Önce partnerinizle, sonra hayatınızdaki herkesle varsayımlara dayanmayan
bir ilişki kurduğunuzu düşünün. Kurduğunuz iletişim tümüyle değişecektir ve
ilişkileriniz, yanlış varsayımların yarattığı çelişkilerden dolayı
yıpranmayacaktır.
Kendinizi varsayımlardan kurtarmanın yolu soru sormaktan geçiyor.
İletişimin açık olmasına özen gösterin. Anlamadığınız bir şeyi sorun. Konu
zihninizde netleşene kadar soru sorma cesaretini gösterin. O zaman bile bir
durumla ilgili her şeyi bildiğinizi varsaymayın. Yanıtları aldığınızda gerçeği
bildiğinizi varsaymayın.
Aynı zamanda siz de ne istediğinizi söylemekten çekinmeyin. Herkesin size
evet ya da hayır demeye hakkı olduğu gibi sizin de sormaya hakkınız vardır.
Tıpkı sizin, bir soru ya da talebe evet ya da hayır deme hakkınız olduğu gibi.
Varsayımsız bir iletişim açık ve nettir, duygusal zehirden arınmıştır.
Varsayımsız bir iletişim özenli bir iletişimdir.
Açık bir iletişimle tüm ilişkileriniz değişecektir. Bu durumda her şey açık
ve net olduğu için varsayımda bulunma ihtiyacını da duymayacaksınız.
Eğer tüm insanlar bu şekilde iletişim kurabilselerdi yanlış anlaşılma, savaş
ve şiddet de ortadan kalkardı. Sadece açık ve net bir iletişimle tüm insani
sorunlar çözüme ulaşırdı.
Üçüncü anlaşmayı uygulayın, “Varsayımda Bulunmayın” demek kolaydır.
Ama bunun zor olduğunu da biliyorum. Zordur, çünkü genellikle tam zıddı
şekilde davranırız. Alışkanlıklarımız ve rutin davranışlarımız içinde
varsayımlarda bulunduğumuzu fark etmeyiz bile. Bu alışkanlıklarımızın
farkında olmak ve bu anlaşmanın önemini kavramak ilk adımdır.
Ama bu anlaşmanın önemini anlamak da yeterli değildir. Bilgi ya da fikir
zihninizde sadece bir tohumdur. Fark yaratacak olan şey aksiyondur, bilgiyi
hayata geçirmektir.
Pratik yapmak, bir şeyi tekrar tekrar uygulamak iradenizi güçlendirir,
tohumu besler ve yeni alışkanlığın yerleşmesi için sağlam bir temel oluşturur.
Birçok tekrardan sonra, bu yeni anlaşmalar sizin ikinci doğanız haline gelir.
O zaman, sözünüzün büyüsünün sizi kara büyücüden beyaz büyücüye nasıl
dönüştürdüğüne tanık olursunuz.
Beyaz büyücü sözü, yaratmak, vermek, paylaşmak ve sevmek için kullanır.
Bu anlaşmayı alışkanlığa dönüştürdüğünüzde tüm yaşamınız da
dönüşecektir.
Tüm rüyanızı dönüştürdüğünüzde, yaşamınızda sihir kendiliğinden oluşur.
Böylesi bir sihirli yaşamda istediğiniz her şey size kolaylıkla gelir. Çünkü ruh
içinizde özgürce dolaşır. Bu, niyetin ustalığı, ruhun ustalığı, sevginin ustalığı,
değer bilmenin ustalığı, yaşamın ustalığıdır. Bu ustalık, Toltek’in amacıdır.
Bu yol, bireysel özgürlüğün yoludur.
Sonsuzluğun ötesi içinizdedir.
5
DÖRDÜNCÜ ANLAŞMA
Sonsuzluğun ötesi içinizdedir.
Daima Yapabildiğinin En İyisini Yap

Bu anlaşma, diğer üç anlaşmanın kalıcı alışkanlığa dönüşmesini sağlayan


anlaşmadır. Dördüncü anlaşma ilk üçün aksiyonudur:
Daima yapabildiğinin en iyisini yap.
Her koşul altında, daima en iyisini yapın, ne daha fazla ne daha az. Ama
şunu daima hatırlamanızda yarar var: An, her an değiştiği için asla “en iyiniz”
olmayacaktır.
Her şey canlıdır ve her an değişim halindedir. Bu nedenle “en iyiniz” bazen
yüksek kaliteli olacaktır, bazen o kadar iyi olmayacaktır.
Sabah taze ve enerjik olarak yaptığınız “en iyi”, akşamın yorgunluğunda
yaptığınız “en iyi”den daha iyi olacaktır. “En iyiniz” sağlıklı ya da hasta
olmanıza göre değişecektir. Ayık ya da sarhoş olmanıza göre değişecektir.
Harika ve mutlu ya da üzgün, kızgın ya da kıskanç olmanıza göre “en iyiniz”
değişecektir.
Günlük yaşamınızda duygularınızın andan ana, saatten saate, günden güne
değişiklik göstermesi gibi, “en iyiniz” de zaman içinde değişime
uğrayacaktır.
Dört yeni anlaşmanızı yaşamınızda uyguladıkça “en iyiniz” de gittikçe “en
iyi” hale gelecektir.
Kalitesi nasıl olursa olsun, “en iyiniz”i yapmaya özen gösterin. Ne daha
fazla ne daha az. “En iyiniz”den daha fazla yapmak için kendinizi
zorladığınızda, gerekenden daha fazla enerji sarf etmiş olacağınız için “en
iyiniz” de yeterli olamayacaktır. Çok fazla kendinizi zorladığınızda bedeniniz
yorgun düştüğü için kendinize iyilik yapmış olmazsınız. Çünkü bu, amacınızı
gerçekleştirmenizi geciktirir.
“En iyiniz”den daha az yaptığınızda ise kendinizi yargılarsınız, suçluluk ve
pişmanlık duyarsınız. Kendinize saygı duymakta zorlanırsınız.
Sadece yapabildiğinizin en iyisini yapın; yaşamınızda, her koşulda ve her
anda.
Yorgun ve hasta olmanız önemli değildir. Eğer yapabildiğinizin en iyisini
yaparsanız kendinizi yargılamanız için mazeret bulamazsınız. Kendinizi
yargılamadığınızda suçluluk duygusu, suçlama ya da kendinizi cezalandırma
ihtiyacını da duymazsınız.
Daima yapabildiğinizin en iyisini yaptığınızda, üzerinizdeki büyük büyüyü
de etkisiz hale getirirsiniz.
Acısını aşmak isteyen bir adam, kendisine yardım etmesi için Budist
tapınağındaki bir Ustaya gider. Adam, Ustaya sorar: “Usta, eğer günde dört
saat meditasyon yaparsam, yüksek bilince ulaşmam ne kadar sürer?” Usta
adama bakar ve yanıt verir: “Eğer günde dört saat meditasyon yaparsan, belki
on yılda yüksek bilince ulaşabilirsin.”
Bundan daha iyi yapabileceğini düşünen adam yine sorar: “Oh, usta peki
günde sekiz saat meditasyon yaparsam yüksek bilince ulaşmam ne kadar
zaman alır?”
Usta adama bakar ve yanıt verir: “Eğer günde sekiz saat meditasyon
yaparsan, belki yirmi yılda yüksek bilince ulaşabilirsin.”
Adam şaşırır ve sorar: “Ama daha çok meditasyon yaptığımda, neden daha
uzun zaman alır?”
Usta tebessüm eder “Sen bu dünyaya hazzı ve yaşamı feda etmek için
gelmedin. Yaşamak, mutlu olmak ve sevmek için buradasın. Eğer iki saatlik
bir meditasyonda yapabileceğinin en iyisini yapabildiğin halde, sekiz saat
meditasyon yapmaya kalkarsan yorgun düşersin, amacından saparsın ve
yaşamdan haz alamazsın. Yapabildiğinin en iyisini yap. O zaman
meditasyonun süresinin değil, yaşamanın, sevmenin ve mutlu olmanın önemli
olduğunu anlarsın.

Yapabildiğinizin en iyisini yapmakla, yaşamı dolu dolu ve yoğun


yaşarsınız. Üretken ve kendinize karşı iyi olursunuz. Çünkü kendinizi,
ailenize, topluma, her şeye en iyi şekilde verirsiniz. Aksiyonun kendisi size
yoğun mutlu duygular yaşatacaktır.
Yapabildiğinizin daima en iyisini yaptığınızda harekete geçersiniz. Her
eylemi, her hareketi, her çabayı zevk aldığınız için yaparsınız, bir ödül
beklediğiniz için değil.
Oysa çoğu insan bunun zıddını yapar. Çoğu insan, sadece bir ödül
beklentisi olduğunda harekete geçer ama aksiyondan zevk almaz. İşte bu
yüzden yapabileceğinin en iyisini yapmaz.
Örneğin, çoğu insan, her gün, sadece maaş alacağı günün uğruna işe gider.
Yaptığı işten alacağı para onun için önemlidir. Bu insanlar cumartesi ve
pazarı iple çeker. Bir ödül için çalışırlar ve bunun sonucunda işlerinden zevk
almazlar. Mümkün olduğunca az şey yaparak ödülü almak isterler. Bu da
işlerini iyice zorlaştırır ve yapabileceklerinin en iyisini yapmanın hazzını asla
yaşayamazlar.
Bu insanlar hafta boyunca çok çalışır ve yaptıkları işi sevmeden yaparlar.
Harekete geçmek zorunda kaldıklarında kımıldar, bundan bir zevk almaz,
ama yapmak zorunda olduklarını hissederler.
Çalışmak zorundadırlar, çünkü kirayı ödemek ve ailelerini geçindirmek
zorundadırlar. Böylesine bir doyumsuzluk içinde maaşlarını aldıklarında da
mutlu olamazlar.
İki günlük dinlenme zamanları vardır. Bu iki günde istediklerini
yapabilirler; ama ne yaparlar dersiniz? Kaçmaya çalışırlar. İçki içip
kendilerini uyuştururlar, çünkü kendilerini sevmezler. Hayatlarını sevmezler.
Kendimizi sevmediğimizde kendimizi cezalandırmanın, duygularımızı
uyuşturmanın değişik yolları vardır.
Öte yandan, bir ödül beklentisi olmaksızın, yaptığımız her şeyin hakkını
verirsek, her aksiyondan haz aldığımızı da fark ederiz. Ödül yine gelir siz
ödüle bağımlı olmazsınız. Hatta bir beklentiniz olmadığında ödül fazlasıyla
gelir.
Yaptığımız işten zevk aldığımızda, daima yapabileceğimizin en iyisini
yaptığımızda hayattan gerçekten zevk alırız. Eğleniriz, can sıkıntısı ve
çaresizlik hissetmeyiz.
Yapabildiğinizin en iyisini yaptığınızda, Yargıca sizi suçlu bulması için bir
imkân da tanımazsınız. Yapabildiğinizin en iyisini yaptığınızda ve Yargıç sizi
Yasa Kitabına göre yargılamaya kaktığında savunmanız hazırdır:
“Yapabildiğimin en iyisini yaptım.”
Bunu rahatça söyleyebilirsiniz. Çünkü içinizde hiçbir keşke, hiçbir
pişmanlık yoktur. Bu yüzden daima “en iyimizi” yapmak önemlidir. Bu kolay
bir anlaşma değildir, ama sizi gerçekten özgür kılacak olan bir anlaşmadır.
“En iyisini” yaptığınızda, kendinizi kabul etmeyi de öğrenirsiniz. Bunun
için farkındalıkla hatalarınızdan ders almayı öğrenmeniz de gerekir.
Hatalarınızdan ders almayı öğrenmek, pratik yapmak, sonuçlara dürüstçe
bakabilmek ve yolunuza yine devam etmek anlamına gelir. Bu, sizin
farkındalığınızı geliştirir.
Yapabildiğinizin en iyisini yapmak, size iş gibi de gelmez. Çünkü
yaptığınız şey ne olursa olsun zevk alırsınız. Çünkü yapabildiğinizin en
iyisini yaptığınızı bildiğinizde sonuçlar beklediğiniz gibi olmasa bile, bu
sizde negatif duygular uyandırmaz. Hatalarınızdan ders alır ve yeni bir yol
denersiniz.
Yapabildiğinizin en iyisini yaparsınız, çünkü bunu yapmak zorunda
olduğunuzu hissetmeden, içinizdeki Yargıcı memnun etmeye çalışmadan,
başka insanları memnun etmeye çalışmadan, kendiniz zevk aldığınız için
yaparsınız.
Yapmak zorunda kaldığınız için yaptığınız bir şeyde en iyisini yapmanız
mümkün değildir. O zaman yapmamak daha iyidir. Ama her an
yapabildiğinizin en iyisini yapmak sizi mutlu kılar.
Aksiyon, hareketlilik, dolu dolu yaşamaktır. Aksiyonsuzluk, yaşamı
yadsımanın bir yoludur. Hareketsizlik, yıllar boyu her gün televizyonun
karşısında oturmaktır. Çünkü canlı olmaktan ve -kim olduğunuzu ifade etmek
için- risk almaktan korkarsınız.
Kim olduğunuzu ifade etmek aksiyona geçmektir. Kafanızda birçok harika
fikir olabilir, ama fikirleri hayata geçiren şey aksiyondur. Bir fikir aksiyona
geçmediğinde ifade yoktur, sonuç yoktur, ödül yoktur.
Bunun iyi bir örneği Forrest Gump hikâyesinde vardır. Forrest Gump’ın
büyük düşünceleri yoktu ama o adım attı. Gump mutlu bir insandı çünkü
daima yapabildiğinin en iyisini yapıyordu. O, bolca ödüllendirildi ama hiçbir
ödül beklentisi yoktu. Aksiyon, adım atmak, harekete geçmek, canlı olmaktır.
Canlı olmak, risk almak ve rüyanızı ifade etmektir.
Bu, kendi rüyanızı başkalarına empoze etmekten farklıdır. Çünkü herkesin
kendi rüyasını ifade etmeye hakkı vardır.
Yapabildiğinizin en iyisini yapmak, sahip olacağınız en iyi alışkanlıktır.
Ben, yaptığım her şeyde yapabildiğimin en iyisini yaparım ve hissederim. En
iyisini yapabilmek yaşamımda bir ritüele dönüşmüştür. Çünkü her şeyi bir
ritüele dönüştürmeyi seçtim.
Bu, seçtiğim herhangi bir inanç gibidir. Her şeyi bir ritüele dönüştürür ve
daima en iyisini yapmaya özen gösteririm.
Bir duş almak benim için ritüeldir. Bu ritüelde bedenime onu ne kadar
sevdiğimi söylerim. Bedenimde dolaşan suyu hisseder ve zevk alırım.
Bedenimin ihtiyaçlarını gidermek için elimden gelenin en iyisini yaparım.
Bedenime verebileceğimin en iyisini veririm, bedenim de bana
verebileceğinin en iyisini verir.
Hindistan’da puja denilen bir ritüel vardır. Bu ritüelde, Tanrıyı temsil eden
idol formlarını yıkar, besler ve sevgilerini ona verirler. Bu idol sembollerine
mantralarını tekrar ederler. İdolün kendisi önemli değildir. Önemli olan
ritüeli gerçekleştirirken “Seni seviyorum Tanrım” duygusunu
hissedebilmektir.
Tanrı hayattır. Tanrı yaşamın kendisinin ifadesidir. “Seni seviyorum
Tanrım” demenin en iyi yolu, yaşamınızı en iyisini yaparak yaşamanızdır.
“Teşekkür ederim Tanrım” demenin en iyi yolu, geçmişi özgür bırakarak,
anda yaşayabilmek, şimdi ve burada olabilmektir.
Yaşam sizden neyi alıyorsa, bırakın gitsin. Aktif bir teslimiyet duygusu
içinde geçmişi bıraktığınızda, anda dolu dolu, canlı olmanıza izin verirsiniz.
Geçmişi bırakmak demek, şu andaki rüyanızdan haz alabilmeniz demektir.
Eğer geçmişteki bir rüyada yaşarsanız, şu anda olandan haz alamazsınız.
Çünkü daima olduğundan daha farklı olmasını arzu edersiniz. Hiçbir şeyi ve
hiçbir kimseyi kaçırmaya zamanınız yok. Şu anda olandan zevk almamak
geçmişte yaşamaktır. Bu, yarı canlılık anlamına gelir. Bu, kendinize acımayı,
acı çekmeyi ve gözyaşlarını getirir.
Siz bu dünyaya mutlu olmak için geldiniz. Sevmek için, haz almak için,
sevginizi paylaşmak için geldiniz. Bunlar sizin yaşam hakkınız. Şu anda
yaşıyorsunuz. Bu haklarınızı kullanın ve yaşamdan zevk alın. İçinizden akıp
geçen yaşama tepki duymayın. Çünkü içinizden akıp geçen yaşam Tanrıdır.
Sizin varlığınız Tanrının varlığının kanıtıdır. Sizin varlığınız yaşamın ve
enerjinin kanıtıdır.
Tanrı için kanıt aramayın. Sadece olun, risk alın ve yaşamınızdan haz alın.
Önemli olan budur. Hayır demek istediğinizde hayır deyin. Evet demek
istediğinizde evet deyin. Sizin kendiniz olmaya hakkınız var. Ancak
yapabileceğinizin en iyisini yaptığınızda kendiniz olursunuz. En iyisini
yapmadığınızda, kendiniz olma hakkını elinizden alıyorsunuz.
Bu, zihninizde besleyip büyütmeniz gereken bir tohumdur. Bunun için
büyük bilgilere ya da büyük felsefi kavramlara ihtiyacınız yok. Başkalarının
sizi onaylamasına ihtiyacınız yok. Kendi yüceliğinizi, canlı olarak, kendinizi
ve başkalarını severek ifade ediyorsunuz.
Yaşamınızdaki canlılık, üretkenlik, sevecenlik Tanrının size “Hey, seni
seviyorum” demesidir.
İlk üç anlaşma, ancak yapabildiğinizin en iyisini yapabildiğinizde işlevsel
hale gelir. Daima sözünüzü özenle kullanabileceğinizi beklemeyin. Rutin
alışkanlıklarınız çok güçlüdür ve zihninize kazılmış olabilir. Ama yine de
yapabileceğinizin en iyisini yapabilirsiniz.
Hiçbir şeyi asla kişisel algılamayacağınızı beklemeyin. Sadece en iyisini
yapın.
Asla bir daha varsayımda bulunmayacağınız anı beklemeyin. Ama yine de
en iyisini yapabilirsiniz.
Yapabildiğinizin en iyisini yaptığınızda sözlerinizi özensiz kullanma,
kişisel algılama ve varsayımlarda bulunma alışkanlıklarınız gittikçe
zayıflayacak ve seyrekleşecektir.
Kendinizi yargılamaya, suçluluk duymaya ya da cezalandırmaya ihtiyaç
duymayacaksınız -bu anlaşmalara pek uymasanız bile.
Yapabildiğinizin en iyisini yaptığınızda, varsayımlarda da bulunsanız yine
de kendinizi iyi hissedeceksiniz. Kişisel algılasanız da, sözlerinizde özenli
olmasanız da yine de kendinizi iyi hissedeceksiniz.
Daima en iyisini yaptığınızda, dönüşümün ustası olacaksınız. Uygulama,
kişiyi ustalaştırır. En iyisini yaparak usta olursunuz.
Öğrendiğiniz her şeyi tekrar ederek öğrendiniz. Yazmayı, araba kullanmayı
hatta yürümeyi tekrarlayarak öğrendiniz. Konuştuğunuz dili tekrar ederek
öğrendiniz. Aksiyon ve tekrar farkı yaratır.
Bireysel özgürlük arayışında, kendinizi sevme arayışında yapabildiğinizin
en iyisini yaptığınızda aradığınız şeyi bulmak bir an meselesidir. Bu arayış,
hayal kurmakla ya da saatlerce meditasyon yaparak rüya görmekle olmaz.
Ayağa kalkın ve insan olun. Kadın ya da erkek olmanın onurunu hissedin
ve cinsiyetinize saygı duyun. Bedeninize saygı duyun, bedeninizden haz alın,
bedeninizi sevin, besleyin, temizleyin ve iyileştirin. Egzersiz yapın ve
bedeninizin kendisini iyi hissetmesini sağlayın. Bu, bedeniniz için bir
pujadır. Bu, siz ve Tanrı arasında bir iletişimdir.
Meryem’e, İsa’ya, Buda’ya tapınmanıza ihtiyacınız yok. Eğer bu idollere
tapınmak size kendinizi iyi hissettiriyorsa yapın, ama içinizden gelmiyorsa
suçluluk duymayın. Kendi bedeniniz Tanrının bir ifadesidir. Bedeninize saygı
gösterdiğinizde her şeyin değiştiğini de göreceksiniz.
Bedeninizin her parçasına sevgi gösterdiğinizde, zihninize sevgi tohumları
ektiğinizde, bu tohumlar büyüdüğünde tüm varlığınıza sevgi ve saygı
duyacak, yoğun bir onurluluk duygusunu ruhunuz, bedeniniz ve zihninizle
hissedeceksiniz.
O zaman her aksiyonunuzda Tanrıyı onurlandıracaksınız. Her
düşüncenizde, her duygunuzda, her inancınızda, hatta “doğru” ve “yanlış”
anlayışınızda bile Tanrıyı onurlandıracaksınız. Her düşünceniz, Tanrıyla
bütünleşmenin bir ifadesi olacaktır. Yaşadığınız rüya, yargılardan, kurban
olmaktan, dedikodu ve sömürüden özgür bir rüya olacaktır.
Bu dört anlaşmayı yaşama geçirdiğinizde cehennemde yaşamanız
olanaksızdır. OLANAKSIZ.
Sözlerinizde özenli olduğunuzda, hiçbir şeyi kişisel algılamadığınızda,
varsayımlarda bulunmadığınızda, daima yapabildiğinizin en iyisini
yaptığınızda harika bir yaşamınız olacaktır. Yaşamınızın kontrolü yüzde yüz
sizin elinizde, sizin yönetiminizde olacaktır.
Dört anlaşma dönüşüm ustalığının özetidir. Tolteklerin ustalıklarından
biridir. Bu, cehennemi cennete dönüştürme ustalığıdır. Toplumsal rüyayı,
bireysel cennet rüyasına çevirme ustalığıdır.
Bilgi hazırdır. Sadece sizin tarafınızdan kullanılmayı bekliyor. Dört
anlaşmayı öğrendiniz. Belki bilgisine sahiptiniz. Bu anlaşmaları yaşamınıza
katmaya ihtiyacınız var. Bu anlaşmaların anlamına ve gücüne saygı
duymanızın zamanı geldi.
Bu anlaşmaları yaşamınıza geçirmek için yapabildiğinizin en iyisini yapın.
Bu anlaşmaları bugün yapabilirsiniz: Dört Anlaşmayı uygulamayı
seçiyorum. Bu anlaşmalar öylesine basit ve mantıklı ki, bir çocuk bile bunları
anlayabilir.
Ama siz güçlü bir iradeye sahip olmalısınız. Bu anlaşmalara uymak için
tüm gücünüzü kullanmalısınız. Neden? Çünkü nereye gidersek gidelim,
yolumuz engellerle dolu olacaktır. Herkes bu yeni anlaşmalara kendimizi
adamamızı sabote etmeye çalışacaktır. Etrafımızdaki her şey bu anlaşmaları
bozmaya elverişli bir ortam oluşturacaktır.
Sorun şudur: Tüm diğer anlaşmalar toplumsal rüyanın anlaşmalarıdır. Bu
anlaşmalar canlıdır ve güçlüdür.
Bu nedenle yaşamınızdaki dört anlaşmayı koruyabilmek için büyük bir
savaşçı olmak zorundasınız. Mutluluğunuz, özgürlüğünüz, tüm yaşam
biçiminiz buna bağlıdır. Savaşçının amacı bu dünya cehennemini aşabilmek,
asla cehenneme geri dönmemektir.
Tolteklerin bize öğrettiği gibi ödülümüz, acı çekilen insanlık deneyimini
aşmak, Tanrının insan bedenindeki ifadesi olabilmektir.
Ödülümüz budur.
Bu anlaşmalara sadık kalabilmek için tüm gücümüzü kullanmalıyız.
Başlangıçta ben de bunu başarabileceğimi düşünmemiştim. Birçok kez
tökezledim ama ayağa kalkıp yürümeye devam ettim. Yine düştüm, yine
yoluma devam ettim. Kendime acımakla zaman kaybetmedim. “Düşebilirim
ama güçlü ve zekiysem yine ayağa kalkabilirim.”
Her düşüşten sonra ayağa kalkışım gittikçe daha kolay hale geldi. Oysa
başlangıçta ne kadar zordu.
Siz de düştüğünüzde kendinizi yargılamayın. Yargıcınıza sizi Kurbana
dönüştürebilme tatmini duymasına izin vermeyin.
Kendinize karşı dirençli olun. Her düşüşünüzde ayağa kalkın ve
anlaşmanızı yeniden yapın.
“Peki, sözlerimde özenli olma anlaşmamı bozdum. Yeniden başlayacağım.
Dört anlaşmaya yalnızca bugün uymaya özen göstereceğim” deyin.
Bugün anlaşmanızı bozarsanız yarın yeniden başlayın. Gittikçe anlaşmalara
çok daha kolaylıkla uyduğunuzu göreceksiniz. Bir gün hayatınızı dört
anlaşma doğrultusunda yaşadığınızı fark ettiğinizde, yaşamınızdaki büyük
dönüşümlerin hazzını da yaşıyor olacaksınız.
Sevginizin ve öz-saygınızın artması için dindar olmaya gerek yoktur. Bunu
kendiniz başarabilirsiniz. Ben yapabildiysem siz de yapabilirsiniz.
Dikkatinizi geleceğe değil, bugüne yöneltin. Anda yaşayın. Her günün
hakkını vererek yaşayın. Bu anlaşmalara uymak için yapabileceğinizin en
iyisini yapın.
Her şeyin gittikçe kolaylaştığını deneyimleyeceksiniz. Bugün yeni bir
rüyanın başlangıcı olsun.
Sonsuzluğun ötesi içinizdedir.
6
ÖZGÜRLÜĞÜN TOLTEK YOLU
Sonsuzluğun ötesi içinizdedir.
Eski Anlaşmaları Bozmak

Herkes özgürlük diyor. Dünyanın dört bir yanında farklı ırk, dil, din ve
ülkeden insan özgürlük için savaşıyor.
Ama özgürlük nedir? Amerika’da özgür bir ülkede yaşadığımızı
söylüyoruz. Peki, gerçekten özgür müyüz? Gerçekten kim olduğumuzu
olmakta özgür müyüz? Hayır, özgür değiliz. Gerçek özgürlük insan ruhuyla
ilgilidir. Bu, gerçekten kim olduğumuzu ifade edebilme özgürlüğüdür.
Bizi özgür olmaktan kim alıkoyuyor? Devleti suçluyoruz, havayı
suçluyoruz, ebeveynlerimizi suçluyoruz, dini suçluyoruz, Tanrıyı
suçluyoruz... Bizim özgür olmamızı gerçekten engelleyen kim? Biziz.
Özgürlüğün gerçek anlamı nedir? Bazen evlendiğimizde özgürlüğümüzü
yitirdiğimizi söyleriz. Boşanırız, yine özgür olamayız. Bizi durduran ne?
Neden kendimiz olamıyoruz?
Bir zamanlar özgürdük ve özgür olmayı seviyorduk, ama daha sonra
özgürlüğün ne olduğunu unuttuk.
İki üç yaşlarında bir çocuğa baktığımızda özgür bir insan görürüz. Bu insan
neden özgürdür? Çünkü o istediğini yapıyor. Tıpkı bir çiçek, bir ağaç, bir
hayvan gibi özgür. Çünkü henüz ehlileştirilmemiştir. İki yaşındaki bir insanın
yüzünde çoğu zaman kocaman bir tebessüm vardır. Bu insan dünyayı
keşfediyor ve eğleniyor. Oyun oynamaktan korkmuyor. Canı acıyınca,
acıkınca, ihtiyaçları karşılanmadığında korku duyuyor ama bu insan geçmiş
ve gelecekle ilgilenmiyor. Sadece anda yaşıyor.
Çok küçük bir çocuk duygularını ifade etmekten çekinmez. Sevgiyi
hissettiğinde sevginin içinde erir ve sevmekten korkmaz. Bu tanım sağlıklı
bir insanın tanımıdır.
Bir çocuk olarak gelecekten korkmayız ve geçmişten utanmayız. Doğal
insani eğilimlerimiz, hayattan zevk almak, oynamak, keşfetmek, mutlu olmak
ve sevmektir.
Peki, yetişkin insana ne oldu da bu hale geldi?
Neden böylesine farklılaşıyoruz?
Neden doğal ve özgür olamıyoruz?
Kurbanın bakış açısından, bizimle ilgili üzücü şeyler olduğunu
söyleyebiliriz.
Savaşçının bakış açısından, bize olanın normal olduğunu söyleyebiliriz.
Bize olan şey, Yasa Kitabına sahip olmamızdır. Büyük Yargıç ve Kurbanın
yaşamımızı yönetir duruma gelmesidir. Artık özgür olamayız çünkü Yargıç,
Kurban ve inanç sistemimiz, bize kendimiz olma izni vermez.
Zihnimiz çöplükle programlandıktan sonra artık mutlu olabilmemiz de
mümkün değildir.
İnsandan insana, nesilden nesle aktarılan bu eğitim zinciri insan toplumları
için son derece normal kabul edilir. Kendileri gibi olmanız için sizi eğiten
anne babanızı suçlamayın. Onların da bildiği buydu.
Başka ne öğretebilirlerdi ki? Onlar yapabildiklerinin en iyisini yapmaya
çalıştı. Bu süreçte size verdikleri zarar, kendi korkularından, kendi
inançlarından ve kendi ehlileştirilmişliklerinden kaynaklanıyordu. Aldıkları
programlama üzerinde hiçbir kontrolleri olmadığı için farklı davranmaları da
mümkün değildi.
Bu yüzden hayatınızda size zarar veren annenizi, babanızı, diğer insanları
ve en önemlisi kendinizi suçlamanız gerekmiyor. Ama zarara dur demenin
zamanı şimdidir.
Şimdi kendi anlaşmalarınızı kendiniz belirleyerek kendinizi Yargıcın
diktatörlüğünden özgürleştirme zamanıdır. Şimdi Kurban rolünden
özgürleşme zamanıdır.
Gerçek siz, hiç büyümemiş olan içinizdeki o küçücük çocuktur. Bazen
içinizdeki çocuk dışarıya çıkar. O anlarda kendinizi mutlu hissedersiniz.
Eğlenirken, oynarken, resim yaparken, piyano çalarken, kendinizi bir şekilde
ifade ettiğiniz anlarda çocuk dışarıdadır. Bu anlar yaşamınızın en mutlu
anlarıdır. Gerçek siz dışarıya çıktığında geçmişte takılmazsınız ve gelecekle
ilgili endişe duymazsınız. O anlarda çocuk gibi olursunuz.
Çocuk gibi olabilmeyi değiştiren bir şey vardır: sorumluluk. Bu durumda
Yargıç devreye girer: “Bir dakika, sorumluluklarını düşün, yapman gereken
şeyler var. Çalışmak zorundasın. Okula gitmek zorundasın. Hayatını
kazanmak zorundasın.”
Tüm bu sorumluluklar aklımıza geldiğinde yüzümüz değişir ve yeniden
ciddi bir surat takınırız. Çocukların, yetişkinleri oynadığı oyunları izlerseniz
o küçücük yüzlerinin değiştiğini görürsünüz. “Şimdi ben bir avukatım”
dediğinde hemen yüzü değişir. Yetişkin yüz taklidini yapar. Mahkemelere
gittiğimizde gördüğümüz yüz budur. Biz buyuz.
Biz hala çocuğuz ama özgürlüğümüzü yitirmiş bir çocuğuz.
Aradığımız özgürlük. Kendimiz olma özgürlüğü, kendimizi ifade edebilme
özgürlüğüdür.
Ama yaşamımızda yaptığımız şeylere baktığımızda çoğu yaptığımız
şeylerin başkalarını memnun etmek, kabul ve onay görmek için olduğunu
görürüz.
Kendimizi memnun etmek için ise çok az şey yaparız. Özgürlüğümüzün
başına gelen işte budur.
İnsanların her bin kişiden dokuz yüz doksan dokuzu tümüyle ehlileştirilmiş
bir yaşam sürer.
İşin garibi, özgür olmadığımızı fark etmeyiz bile. İçimizdeki bir ses bize
özgür olmadığımızı fısıldar ama bunun ne olduğunu, neden özgür
olmadığımızı anlayamayız.
Çoğu insan, hayatını Yargıcı ve Kurbanı keşfetmeden yaşar. Zihinleri
Yargıç ve Kurban tarafından yönetildiği için özgür olma şansları da yoktur.
Bireysel özgürlüğün ilk basamağı farkındalıktır.
Öncelikle özgür olabilmek için özgür olmadığımızın farkında olmamız
gerekiyor. Problemi çözebilmek için problemin ne olduğunun farkında
olmamız gerekiyor.
Farkındalık daima ilk basamaktır. Çünkü farkında olmadığınız bir şeyi
değiştiremezsiniz. Zihninizin yaralarla ve duygusal zehirle dolu olduğunun
farkında olmazsınız, yaraları temizlemeye ve iyileştirmeye de
başlayamazsınız, acı çekmeye devam edersiniz.
Acı çekmekten aldığınız özel bir zevk yoksa, buna, “Yeter artık!”
diyebilirsiniz. Bireysel rüyanızı iyileştirmek ve farklı bir rüyaya dönüştürmek
için bir yol arayabilirsiniz.
Toplumsal rüya, sadece bir rüya, gerçek bile değil. Rüyanın içine dalıp,
inançlarınızı sorgulamaya başlarsanız, size rehberlik yapan inançlarınızın
çoğunun gerçek olmadığını keşfedersiniz. Bunca yıl yaşadığınız dramaları,
çektiğiniz acıları bir hiç uğruna boşu boşuna çektiğinizi de anlarsınız. Neden?
Çünkü zihninize yerleştirilmiş inanç sistemi yalanlar üzerine inşa edilmiştir.
Bu yüzden kendi rüyanızın ustası olmak önemlidir. Bu yüzden Toltekler
rüya ustalarıdır. Hayatınız rüyanızın ifadesidir ve yaşam bir sanattır. Eğer
rüyadan zevk almıyorsanız istediğiniz an yaşamınızı değiştirebilirsiniz. Rüya
ustaları yaşamda başyapıt yaratır. Seçimler yaparak rüyayı kontrol etmesini
bilir. Her seçimin bir sonucu vardır. Rüya ustaları sonuçların farkındadır.
Toltek olmak bir yaşam yoludur. Bu yaşam yolunda liderler ve takipçiler
yoktur. Kendi gerçeğiniz vardır ve bu gerçeği yaşarsınız.
Bir Toltek bilgedir, çılgındır, cesurdur ve özgürdür.
Bir insanın Toltek olabilmesi için üç ustalığa sahip olması gerekir.
Birincisi, Farkındalık Ustalığıdır. Bu kim olduğunuzun tüm olanaklarınızla
birlikte farkında olabilmektir.
İkincisi, Dönüşüm Ustalığıdır. Nasıl değişebileceğimizi, ehlileştirilmekten
nasıl özgürleşebileceğimizi bilmek ve uygulamaktır.
Üçüncüsü, Niyet Ustalığıdır. Toltek bakış açısı ile Niyet, enerjinin
dönüşümünü sağlayan bir yaşam faktörüdür. Her şey olan “Tanrı”nın niyeti
yaşamın ta kendisidir. Tanrının koşulsuz sevgisidir. Niyet Ustalığı Sevgi
Ustalığıdır.
Toltekin Özgürlük Yolu, “ehlileştirilmişlikten özgürleşme” yolunun bütün
haritasını sunar. Toltekler, Yargıcı, Kurbanı ve inanç sistemini insan zihnini
ele geçiren bir parazite benzetir. Toltek bakış açısına göre ehlileştirilmiş tüm
insanlar hastadır. Çünkü bu insanların zihnini ve beyinlerini ele geçiren
parazit onları hasta yapar. Parazit, korkudan kaynaklanan negatif duygularla
beslenir.
Bir parazit nasıl tanımlanır? Parazit, üzerinde yaşadığı canlıdan beslenen;
beslendiği canlıya yararlı hiçbir katkıda bulunmayan; onun enerjisini emen;
onu adım adım çökerten bir canlıdır. Yargıç, Kurban ve inanç sistemi bu
tanıma aynen uyar. Bu üçlü, psişik ve duygusal enerjiden oluşan bir canlıdır.
Bu enerji canlıdır. Tabii ki bu enerji somut değildir. Ama duygular da somut
enerji değildir. Rüyalarımız da somut enerji değildir ama onların varolduğunu
biliriz.
Beynin fonksiyonlarından biri de somut enerjiyi duygusal enerjiye
dönüştürmektir. Beynimiz bir duygu fabrikasıdır. Zihnin ana fonksiyonu ise
rüya görmektir. Toltekler zihninizi kontrol eden parazitin -Yargıç, Kurban ve
inanç sistemi- bireysel rüyanızı da kontrol ettiğine inanır.
Parazit, zihniniz aracılığıyla rüya görür ve yaşamını sizin bedeninizde
sürdürür. Gıdası korku temelli duygularınızdır. Ne kadar fazla acı çekerseniz
ve drama yaratırsanız parazit o kadar iyi beslenir ve gelişir.
Aradığımız özgürlük, kendi zihnimizi ve kendi bedenimizi kullanabilmek,
yaşamımızı inanç sistemine göre değil, kendi isteğimize göre
yaşayabilmektir.
Zihnimizin Yargıç ve Kurban tarafından kullanıldığını, gerçek
“kendimiz”in bir köşeye sıkışmış olduğunu anladığımızda iki seçimimiz
vardır.
Seçimlerden biri, Yargıç ve Kurbana boyun eğip aynen yaşadığımız gibi
yaşamaya devam etmek, toplumsal rüyaya uygun bir yaşam sürmektir.
Diğer seçim ise, çocukken yaptığımızı yapmaktır. Küçük çocuklar
kendilerini ehlileştirmeye çalışan ebeveynlerine karşı çıkarlar.
Biz de başkaldırıp “Hayır!” diyebiliriz. Parazite karşı savaş açabiliriz.
Yargıca ve Kurbana savaş açabiliriz. Bağımsızlığımız için, kendi zihnimizi
ve beynimizi kullanma hakkımız için savaşabiliriz.
İşte bu nedenle Amerika’da, Kanada’dan Arjantin’e kadar tüm ŞAMAN
geleneklerinde, insanlar kendilerine savaşçı der. Çünkü Şamanizmde insanlar
zihindeki parazitle savaşır. Savaşçının gerçek anlamı budur. Savaşçı,
parazitin zihni işgal etmesine karşı savaşır. Savaşçı olmak daima savaşı
kazanmak anlamına gelmez. Kazanabiliriz de kaybedebiliriz de; ama daima
yapabildiğimizin en iyisini yaparız. Yeniden özgürleşebilme şansımızı ancak
böyle kullanırız. Bu yolu seçmek, en azından bize başkaldırının onurunu
hissettirir ve bizi çaresiz bir kurban olmaktan çıkarır.
Kendi ansal duygularımızın ya da başkalarının zehirli duygularının
esaretinden kurtuluruz. Düşmana yenilsek bile asla kolaylıkla teslim olan,
savaşmayan kurbanlardan biri olmayız.
En iyi durumda ise, savaşçı olmak bize toplumsal rüyayı dönüştürme ve
kendi bireysel rüyamızı cennet rüyasına çevirme olanağı verir.
Tıpkı cehennem gibi cennet de zihnimizdedir. Cennet haz duyduğumuz,
sevmekte özgür olduğumuz ve kendimiz olduğumuz bilinç boyutudur.
Yaşarken cennete ulaşabiliriz. Ölmeyi beklememiz gerekmiyor. Tanrı
daima anda yaşar ve cennet her yerdedir. Cenneti görebilmek için önce,
gerçeği gören ve duyan gözlere ve kulaklara sahip olmamız gerekiyor.
Gözlerin ve kulakların açılması için parazitten özgürleşmemiz gerekiyor.
Parazit bin başlı canavara benzetilebilir. Her baş korkularımızdan biridir.
Özgürleşmek için canavarı yok etmemiz gerekiyor.
Bunun birinci yolu parazitin başlarına tek tek saldırmaktır. Bu,
korkularımızla teker teker yüzleşmek anlamına gelir. Yüzleştiğimiz her korku
bizi biraz daha özgürleştirir.
İkinci yol ise paraziti beslemeye son vermektir. Parazite hiç gıda vermezsek
onu açlıktan ölmeye mahkûm ederiz.
Bunu yapmak için duygularımızı denetlemeyi öğrenmemiz gerekiyor.
Korku temelli duygularımızı ateşlemekten sakınmamız gerekiyor. Bu,
söylemesi kolay, yapması çok zor bir yoldur. Çünkü zihnimizi kontrol eden
Yargıç ve Kurban işimizi zorlaştırmaya çalışır.
Üçüncü çözüm yoluna ölümün inisiyasyonu (initiation of the dead) denilir.
Ölümün inisiyasyonu dünyadaki birçok gelenek ve gizemci okullarda yer
alan bir uygulamadır. Bu uygulamayı Mısır, Hindistan, Yunanistan ve
Amerika’da değişik ezoterik öğretilerde bulabilirsiniz. Ölümün inisiyasyonu
sembolik bir ölümdür. Bu ölümde fiziksel bedene zarar verilmeksizin parazit
öldürülür. Biz sembolik olarak “öldüğümüzde” parazit de ölür.
Bu yol ilk iki yoldan daha hızlıdır ama çok daha zordur.
Ölüm meleği ile yüzleşmek için büyük cesaretimizin olması, çok güçlü
olmamız gerekir.
Bu çözümlere şimdi daha yakından bakalım.

DÖNÜŞÜM SANATI
İKİNCİ DİKKAT RÜYASI
Şu anda yaşadığınız rüyanın, toplumsal rüyanın dikkatinize çapa atarak
sizin inanç sistemlerinizi beslemesi sonucu oluştuğunu öğrenmiştik.
Ehlileştirilme sürecine ilk dikkat rüyası da denilebilir. Çünkü yaşamınızın
ilk rüyasını yaratmak için dikkatiniz ilk kez bu şekilde kullanıldı.
İnançlarınızı değiştirmenin bir yolu tüm bu anlaşmalara ve inançlara
odaklanarak kendinizle yaptığınız anlaşmaları değiştirmekten geçer.
Bunu yapmak için ikinci kez dikkatinizi kullanırsınız. Böylece ikinci dikkat
rüyası yani yeni bir rüya yaratabilirsiniz.
Aradaki fark, siz artık masum değilsiniz. Çocukluğunuzda masumdunuz ve
seçiminiz yoktu. Ama artık çocuk değilsiniz. Artık neye inanmanız, neye
inanmamanız gerektiği arasındaki seçimi kendiniz yapabilirsiniz. İstediğiniz
her şeye inanmayı seçebilirsiniz. Buna kendinize inanmak da dahildir.
Bunun için ilk adım zihninizdeki sisin farkında olmaktır. Her an rüya
gördüğünüzün farkında olmaktır. Ancak farkındalıkla rüyanızı değiştirebilme
olanağını kullanabilirsiniz.
Eğer, tüm yaşam dramanızın inançlarınızın sonucu olduğunun
farkındalığına sahip olursanız ve inançlarınızın gerçek olmadığını bilirseniz,
o zaman yaşamınızı değiştirmeye başlayabilirsiniz.
Ama inançlarınızı kökünden değiştirebilmek için dikkatinizi neyi
değiştirmek istediğinize odaklamanız gerekiyor. Anlaşmaları değiştirmek için
hangi anlaşmaları değiştirmek istediğinizi bilmeniz gerekiyor.
Bundan sonraki basamak sizi mutsuz kılan, korku temelli, sınırlayıcı
inançlarınızın neler olduğunun farkındalığını geliştirmenizdir.
Tüm inançlarınızın kapsamlı bir dökümünü çıkarma süreci ile
dönüşümünüz de başlar.
Toltekler buna Dönüşüm Sanatı diyor.
Dönüşüm Ustalığı, sizi mutsuz kılan tüm korku temelli anlaşmaları
bozarak, zihninizi kendi seçtiğiniz biçimde yeniden programlamaktır.
Bunu yapabilmenin yollarından biri, dört anlaşma gibi alternatif inançları
oluşturmak ve benimsemektir.
Dört anlaşmayı kabul etme kararı almak, parazitten özgürleşmeniz için
sunduğunuz savaş deklarasyonudur.
Dört anlaşma size duygusal acılarınıza son verme olanağı sunar. Böylece
kendinize, yaşamınızdan zevk almanın ve yeni bir rüya başlangıcının kapısını
da açarsınız.
Yeni rüyanızın olanaklarını araştırmak sizin yapacağınız bir seçimdir.
Dört Anlaşma, size Dönüşüm Ustası olmanızda destek olmak için yaratıldı.
Dört Anlaşma ile, sizi kısıtlayıcı anlaşmalara son verebilir, bireysel
gücünüzü kazanabilir ve çok daha güçlenirsiniz.
Siz güçlendikçe anlaşmaları bozma gücünüz de artar. Bir an gelir ki Dört
Anlaşmanın bir yaşam biçimine dönüştüğüne şahit olursunuz. Tüm eski
anlaşmalarınızın özüne kolaylıkla ulaşırsınız.
Bu anlaşmaların özüne inmeye çöle gitmek diyorum. Çöle gittiğinizde
şeytanlarınızla yüz yüze gelirsiniz. Çölden geriye döndüğünüzde ise tüm
şeytanlarınız meleğe dönüşür.
Dört yeni anlaşmayı uygulamak gücünüzün büyük gösterisidir.
Zihninizdeki kara büyüleri bozmak büyük bireysel güç gerektirir.
Bozduğunuz her eski anlaşmada yeni bir güç kazanırsınız.
Önce küçük ve daha az güç gerektiren anlaşmaları bozmakla işe
başlayalım. Bu küçük anlaşmalar bozulduğunda bireysel gücünüz adım adım
artacaktır. Ve nihayet zihninizdeki büyük şeytanlarla yüzleşme gücüne
ulaşacaksınız.
Örneğin, “Şarkı söyleme!” denilen küçük kız şimdi yirmi bir yaşında ve
hâlâ şarkı söylemiyor. Bu inancı yenmesinin bir yolu “Pekala, kötü de
söylesem şarkı söylemeye çalışacağım” demekten geçiyor.
Genç kız şarkı söylerken, birisinin el çırparak ona “Oh, çok güzel
söylüyorsun” dediğini hayal edebilir. Bu, anlaşmayı bozmaya başlar ama
anlaşma hala oradadır. Ama şimdi biraz daha fazla güce ve cesarete sahip
olduğu için tekrar tekrar denemeye devam edecektir. Ta ki anlaşmayı bozana
kadar.
Bu yol, cehennem rüyasından kaçmanın bir yoludur. Ama size acı veren bir
anlaşmanın yerine sizi mutlu kılan yeni bir anlaşmayı koymanız gerekiyor.
Bu yerini doldurma, eski anlaşmanın geri gelmesini engeller. O zaman eski
anlaşma tümüyle yok olur çünkü yerinde yeni bir anlaşma vardır.
Zihninizde -çok sayıda- varolan güçlü inançlar bu yöntemi uygulamakta
gözünüzü korkutabilir. Bu nedenle adım adım ilerlemeniz ve kendinize sabır
göstermeyi bilmeniz gerekir çünkü bu yol yavaş bir süreçtir.
Şu andaki yaşam biçiminiz, yılların ehlileştirme ürünüdür. Ehliliğinizden
bir günde kurtulmayı beklemeyin.
Anlaşmaları bozmak zordur çünkü yaptığımız her anlaşmaya sözümüzün
gücünü (irademizi) koyarız.
Anlaşmayı değiştirmek için aynı miktarda güce ihtiyacımız vardır. Bir
anlaşmayı değiştirmek için o anlaşmayı yaparken kullandığınız güçten daha
azını kullanmak yeterli olmaz. Neredeyse tüm bireysel gücünüz, kendinizle
yaptığınız anlaşmaları korumak üzere yaptığınız yatırıma harcanır. Çünkü
anlaşmalarımız adeta bağımlılıklarımız gibidir.
Bağımlılıklar güçlü olduğu için onlardan kurtulmak da zordur.
Şu andaki mutsuz yaşamımıza da bağımlıyız. Kızgınlığa, kıskançlığa,
kendimize acımaya bağımlıyız. “Yeterli değilim. Yeterince zeki değilim.
Neden çaba göstereyim ki? Başkaları yapabilir ama ben yapamam. Çünkü
onlar benden daha iyi” türünden inançlara bağımlıyız.
Eski anlaşmalar tekrar edile edile güçlenir. Ve öylesine güçlenir ki artık
yaşam rüyamızı yöneten onlardır. Bu nedenle dört anlaşmayı yapabilmek için
tekrara başvurmamız gerekir. Bir şeyi tekrar etmek ona güç kazandırır. Yeni
anlaşmaları yaşamınızda tekrar tekrar uygulayarak en iyiniz daha iyiye doğru
gider.
Tekrar ustalık yaratır.

SAVAŞÇININ DİSİPLİNİ
KENDİ DAVRANIŞLARINIZI KONTROL ETMEK

Sabah erkenden uyandığınız bir günü düşünün. Canlılık ve enerji


dolusunuz. Kendinizi coşkulu ve mutlu hissediyorsunuz. Günü karşılamak
için müthiş bir enerjiniz var.
Ama kahvaltıda eşinizle büyük bir kavga yaşıyorsunuz. Bir duygu seli
dışarıya çıkıyor. Kızgınlık ve öfkeyle bireysel gücünüzün çoğunu
harcıyorsunuz. Kavgadan sonra kendinizi tükenmiş hissediyorsunuz. Odanıza
gidip ağlamak istiyorsunuz. Kendinizi o kadar yorgun hissediyorsunuz ki
odanıza gider gitmez yatağa adeta yığılıyorsunuz.
Gününüz bu duyguların etkisi altında geçiyor. Kendinizi enerjisiz
hissediyor ve keşke her şeyden uzaklaşabilsem, kaçıp gitsem diye
düşünüyorsunuz.
Her gün, gün boyunca kullanacağımız zihinsel, duygusal ve fiziksel
enerjiyle uyanırız. Eğer duygularımızın, enerjimizi tüketmesine izin verirsek,
yaşamımızı değiştirmek için ya da başkalarıyla paylaşacak enerjimiz kalmaz.
Dünyaya bakış açınız hissettiğiniz duygulara bağlıdır. Kızgın olduğunuzda
etrafınızdaki her şey size yanlış gelir. Hiçbir şey doğru değildir. Havaya bile
kızarsınız. Yağmur da yağsa, güneşli bir gün de olsa kızacak bir şey
bulursunuz. Hiçbir şey size haz vermez.
Üzgün olduğunuzda etrafınızdaki her şey size üzüntü verir ve ağlamak
istersiniz. Ağaçlar sizi hüzünlendirir, yağmur sizi hüzünlendirir, her şey
gözünüze çok hüzünlü gelir.
Bazen kendinizi çaresiz ve aciz hissedersiniz. Kendinizi korumak istersiniz,
çünkü kimin ne zaman size saldıracağını bilemezsiniz. Etrafınızdaki hiç
kimseye ve hiçbir şeye güven duymazsınız. Çünkü dünyayı korkunun
gözleriyle görürsünüz.
İnsan zihnini cildinizmiş gibi hayal edin. Sağlıklı bir cildiniz varsa
kendinize dokunmaktan, cildinizi okşamaktan zevk alırsınız. Deriniz bir
algılama kapısıdır ve dokunma duygusu çok güzeldir.
Şimdi cildinizin yaralandığını, kesildiğini ya da mikrop kaptığını düşünün.
Yaralı cildinize dokunduğunuzda canınız yanacaktır. Yaranızın üzerine sargı
bezi koymak ve cildinizi korumak isteyeceksiniz. O bölgenize dokunulmasını
istemeyeceksiniz. Çünkü canınız yanacaktır.
Şimdi tüm insanlarda cilt hastalığı olduğunu düşünün. Hiç kimse birbirine
dokunamayacaktır çünkü canları acıyacaktır. Ama herkesin cildi yaralı ve
hastalıklı olduğu için enfeksiyon “normal” görülecektir. Acı da “normal”
olarak algılanacaktır. Hepimiz bu durumu normal ve olması gereken buymuş
gibi algılamaya başlayacağız.
Eğer dünyadaki tüm insanların ciltleri hastalıklı, yaralı ve iltihaplı olsaydı
birbirimize nasıl davranacağımızı düşünebiliyor musunuz?
Birbirimize sarılmamız pek mümkün olmayacaktı, çünkü sarılmak bize acı
verecekti. Bu yüzden aramıza büyük mesafeler koymak zorunda kalacaktık.
İnsan zihni de tıpkı yaralı bir cilt gibidir. Her insanın yaralarla kaplanmış
duygusal bir bedeni vardır. Ve bu yaralar duygusal zehirle enfeksiyonel hale
gelmiştir -bize acı çektiren nefret, öfke, kıskançlık, üzüntü gibi duyguların
zehirleriyle.
Herhangi bir adaletsiz davranış, zihinde bir yara açar. Biz bu yaraya
duygusal zehirle tepki veririz. Çünkü neyin adaletsiz, neyin adil olduğuna
dair inançlarımız ve kavramlarımız vardır.
Zihin ehlileştirilme süreci içinde öylesine yaralanmış ve zehirle dolmuştur
ki, herkes bu yaralı zihni “normal” olarak tanımlar.
Herkes de olduğu için normal kabul edilen bu durum, gerçekte hiç de
normal değildir.
Toplumsal rüyamız son derece hastalıklı ve insanlar korku denilen
hastalıktan mustarip. Bu hastalığın semptomları bize acı çektiren tüm
duygulardır: öfke, nefret, üzüntü, kıskançlık ve kalleşlik.
Korku büyük boyutlara eriştiğinde, mantıksal zihin, fonksiyonunu yerine
getirmemeye başlar ve biz bu durumu akıl hastalığı olarak tanımlarız. Zihin
çok korku dolu, yaralar çok acı verici olduğunda psikotik davranışlar başlar.
Psikotik davranışlar, toplumsal rüya ile yapılan kontratların ani bir şekilde
feshedilmesidir; “normal”in dayanılmaz acısından kaçmanın bir yoludur.
Zihnimizin hasta olduğunu görebilirsek, tedavi de olabiliriz. Acı çekmek
zorunda değiliz. Önce duygusal yaraları açmak, zehri boşaltmak ve yarayı
iyileştirmek için gerçeği bilmeye ihtiyacımız var.
Bunu nasıl yaparız? Bize yanlış davrandığını düşündüğümüz kişileri
affederek. Onlar affedilmeyi hak ettikleri için değil, kendimizi sevdiğimiz
için. Adaletsizliğin bedelini tekrar tekrar kendimiz ödemek istemediğimiz
için.
Affetmek, iyileşmenin tek yoludur. Affetmeyi seçmek kendimize şefkat
duymak demektir. İçimizde birikmiş tepki ve kızgınlıklara “Yeter! Bana
kötülük yapan Yargıcın işine son veriyorum. Artık kendimi cezalandırmaya
ve incitmeye son veriyorum. Artık Kurban olmayacağım” diyebiliriz.
Affetmeye anne ve babamızdan başlayarak, kardeşlerimizi, arkadaşlarımızı
ve Tanrıyı affetmeye ihtiyacımız var.
Tanrıyı affettiğinizde kendinizi affetmiş olursunuz. Kendinizi affettiğinizde
öz-reddediş sona erer, öz-kabul başlar ve öz-sevgi öylesine büyür ve gelişir ki
nihayet kendinizi olduğunuz gibi kabul edersiniz.
Bu, özgür bir insan olmanın başlangıcıdır. Anahtar, affetmektir.
Birisini affettiğinizi nasıl anlarsınız?
O kişiyi gördüğünüz zaman artık duygusal reaksiyon göstermediğinizde.
O kişinin ismini duyduğunuzda duygusal tepki vermediğinizde.
Birisi yaralı yerinize dokunduğunda acı hissetmediğinizde. Çünkü artık
yara iyileşmiştir. İşte o zaman gerçekten affetmiş olduğunuzu bilirsiniz.
Gerçek, neşter gibidir. Gerçek acı verir çünkü yalan iltihabıyla kaplı bütün
yaraları açar ve temizler.
Yaraları neşterin geçici acısına katlanarak iyileştirebiliriz. Bu yaralara
yadsıma sistemi ya da savunma mekanizmaları diyoruz.
Yadsıma sistemi, yaraların üzerini örten kabuk gibidir. Yaraların daha fazla
zarar görmesini bir şekilde engeller. Böylece hala işlevselliğimizi
sürdürebiliriz.
Ama artık yaramız ve zehrimiz kalmadığında yalanlara da ihtiyacımız
kalmaz çünkü sağlıklı bir zihne, tıpkı sağlıklı bir cilt gibi rahatlıkla
dokunulabilir. Zihin temiz olduğunda dokunulmaktan da haz alır.
Çoğu insanın sorunu duygularının kontrolünü yitirmesidir. Duygular
insanın davranışlarını yönettiğinde, insan duygularını yönetemez hale gelir.
Kontrolümüzü yitirdiğimizde, söylemek istemediğimiz şeyleri söyleriz,
yapmak istemediğimiz şeyleri yaparız.
Bu nedenle, sözümüzde özenli bir spiritüel savaşçı olmak çok önemlidir.
Duygularımızı yönetmeyi öğrendiğimizde, bireysel gücümüz artar. Bu
güçle korku temelli anlaşmalarımızı değiştirebilir, cehennemden kaçıp kendi
bireysel cennetimizi yaratabiliriz.
Bir savaşçı nasıl olunur? Dünyanın her yerindeki savaşçıların belirli ortak
özellikleri vardır.
Bir savaşçı farkındalığa sahiptir. Bu çok önemlidir. Savaşta olduğumuzun
farkında olduğumuz için zihnimizin disipline ihtiyaç duyduğunun da farkında
olur.
Bu bir askerin disiplini değil, bir savaşçının disiplini olmalıdır. Asker
disiplininde dışarıdan birileri bize ne yapmamız gerektiğini söyler, savaşçı
disiplini ne olursa olsun kendimiz olmayı gerektirir.
Bir savaşçı kontrol etmeyi bilir. Başka bir insanı değil, kendi duygularını
kontrol etmeyi bilir. Duygularımızı kontrol etmeyi yitirdiğimizde
duygularımızı bastırırız, duygularımızın yönetimi bizde olduğunda değil.
Duyguların kontrolü, onları bastırmak anlamına gelmez.
Bir savaşçıyla bir kurban arasındaki fark, kurban duygularını bastırır,
savaşçı duygularını denetler. Kurban duygularını bastırır, çünkü duygularını
göstermekten, söylemek istediğini söylemekten korkar. Savaşçı duygularını
denetler ve onları doğru zamanda ifade eder. Ne daha önce ne daha sonra.
Bu nedenle savaşçılar sözlerinde özenlidir. Duygularını ve davranışlarını
yönetme konusunda tam bir kontrole sahiptir.

ÖLÜMÜN İNİSİYASYONU
ÖLÜM MELEĞİNİ KUCAKLAMAK

Bireysel özgürlüğe ulaşmanın son yolu kendimizi ölümün inisiyasyonuna


hazırlamaktır. Ölüm meleği bize gerçekten yaşamanın ne olduğunu
öğretebilir. Bu yolla her an ölebileceğimizin farkındalığına sahip oluruz;
yaşamak için yalnızca içinde bulunduğumuz şu ana sahip olduğumuzu biliriz.
Gerçek şu ki, yarın hayatta olup olmayacağımızı bilmiyoruz. Kim biliyor ki?
önümüzde daha uzun yıllar olduğunu düşünüyoruz. Peki var mı?
Eğer doktor bize bir haftalık ömrümüz kaldığını söylese ne yaparız? İki
seçimimiz var. Bir seçim, öleceğimiz için üzüntü ve acı çekmektir. Herkese
öleceğimizi söyler, “Zavallı ben öleceğim” diyerek büyük bir drama yaratırız.
Diğer seçim, her anı mutlu olarak, gerçekten haz aldığımız şeyleri yaparak
geçirmektir. Eğer yaşamak için bir haftamız kalmışsa bu seçimle hayatın her
anından zevk alabiliriz. Canlı olduğumuzu dolu dolu hissedebiliriz “Kendim
olacağım. Kalan zamanımı başkalarını mutlu etmeye çalışarak
tüketmeyeceğim. Benim hakkımda neler düşüneceklerinden korkmayacağım.
Bir hafta sonra öleceksem, hakkımdaki düşüncelerinin ne önemi var? Kendim
olacağım” diyebiliriz.
Ölüm meleği bize her günümüzü son günümüzmüş gibi yaşamayı
öğretebilir.
Her güne şöyle başlayabiliriz: “Uyanığım, güneşi görüyorum. Güneşe,
herkese, her şeye şükranımı sunacağım. Çünkü hâlâ yaşıyorum. Kendim
olmak için bir gün daha!”
Ben hayatı böyle görüyorum. Ölüm meleği bana bunu öğretti. Tümüyle
açık olmayı, korkacak bir şey olmadığını bilmeyi öğretti. İnsanlara sevgiyle
yaklaşmayı ve onları sevdiğimi söyleyebilmeyi öğretti. Çünkü bugün
sevdiklerime “seni seviyorum” demek için son günüm olabilir. Sizi tekrar
görüp görmeyeceğimi bilmiyorum. Bu yüzden de sizinle kavga etmek
istemiyorum.
Sizinle kocaman bir kavgaya giriştikten ve size bütün duygusal zehrimi
akıttıktan sonra siz yarın ölseniz ne olur? Oh Tanrım! Yargıç beni çok kötü
yargılar ve size söylediğim her şey için kendimi son derece suçlu hissederim.
Hatta size “seni seviyorum” demediğim için de suçluluk duyarım.
Beni mutlu eden sevgi, sizinle paylaşabildiğim sevgidir. Sizi sevdiğimi niye
yadsıyayım ki? Sizin, sevgime karşılık verip vermediğiniz önemli değildir.
Yarın siz ya da ben ölebiliriz. Beni şu anda mutlu eden şey, size “seni
seviyorum” diyebilmektir.
Hayatınızı bu şekilde yaşayabilirsiniz. Bunu yaparak, kendinizi ölümün
inisiyasyonuna hazırlamış olursunuz. Bu yolla, eski rüyanız tümüyle ölür.
Evet, parazitin anılarını hatırlarsınız ama parazit artık ölmüştür.
Ölümün inisiyasyonunda ölen parazittir. Yani Yargıç, Kurban ve inanç
sisteminiz ölür. Ama bu yol kolay değildir. Çünkü Yargıç ve Kurban tüm
güçleriyle sizinle mücadele edecektir. Onlar ölmek istemezler tabii. Bize,
bizim öleceğimiz inancını vermeye çalışırlar. Biz de ölmek istemediğimiz
için ölümden korkarız.
Toplumsal rüya içinde zaten ölü gibi yaşıyoruz. Ölümün inisiyasyonundan
geçen kişi harikulade bir armağan alır: Yeniden doğuş. Ölümden sonra yine
canlı olmak, yine kendimiz olmak.
Yeniden doğuş, yeniden çocuk gibi olmaktır; spontan ve özgün... ama bir
farkla; bu kez özgürlük bilgelikle gelir.
Özgür ve masum çocuğun yerini, özgür ve bilge -çocuk gibi-yetişkin alır.
Ehlileştirilmenin tutsaklığından özgür, duyguların yaralarından özgür
olarak zihniniz iyileşir.
Ölüm meleğine teslim olduğumuzda parazit ölür, biz yine sağlıklı bir zihin
ve berrak bir mantıkla canlı oluruz. O zaman zihnimizi özgürce kullanabilir
ve yaşamımızı özgürce şekillendirebiliriz.
Toltek yolunda bize ölüm meleğinin öğrettiği şey budur. Ölüm meleği bize
gelip şöyle der: “Burada gördüğün her şey benimdir, senin değil. Senin evin,
senin eşin, senin çocukların, senin araban, senin kariyerin, senin paran -her
şey benimdir. İstediğim an her şeyi senden alabilirim ama şimdilik bunları
kullanabilirsin.”
Ölüm meleğine teslim olmayı seçtiğimizde sonsuza dek mutlu oluruz.
Neden? Çünkü ölüm meleği yaşamın devam edebilmesi için geçmişi bizden
alır. Geçmiş olan her anı ölüm meleği almaya devam eder. Çünkü geçmiş
ölüdür ve biz canlı olan anda yaşamayı sürdürürüz.
Parazit geçmişin yükünü sırtımızda taşımamızı ister. Bu ağırlıkla
yaşamımızı zorlaştırmak ister. Yaşamın ağırlığını taşımaktan yaşayamayız
bile. Geçmişte yaşarken andan haz almamız ne mümkün?
Geleceği düşlerken geçmişin acılarını taşımanın ne gereği var?
Ne zaman anda yaşayacağız?
İşte ölüm meleğinin bize öğrettiği şey budur.
7
YENİ RÜYA
Sonsuzluğun ötesi içinizdedir.
Dünyada Cennet

Sizden yaşamınız boyunca öğrendiğiniz her şeyi unutmanızı istiyorum. Bu,


yeni bir anlayışın, yeni bir rüyanın başlangıcıdır.
Yaşadığınız rüya kendi yaratıcılığınızın eseridir. Kendi gerçeklik
algılamanızdır. Bu realiteyi istediğiniz an değiştirebilirsiniz.
Cehennemi yaratma gücünüz de var, cenneti yaratma gücünüz de.
Zihninizi, hayal gücünüzü, duygularınızı cennet rüyası yaratmak için
kullanabilirsiniz.
Sadece hayal gücünüzü kullanarak olağanüstü şeyler yaratabilirsiniz.
Farklı gözlerle dünyaya baktığınızı düşleyin.
Gözlerinizi açtığınızda dünyayı farklı algılayacağınızı bilin.
Şimdi gözlerinizi kapayın. Bir süre sonra gözlerinizi açın ve etrafınıza
bakın.
Ağaçlardan, gökyüzünden, ışıktan sevgi fışkırdığını göreceksiniz.
Etrafınızda olan her şeyde sevgiyi algılayacaksınız. Kendiniz ve diğer
insanlar da dâhil her şeyden sevgiyi direkt olarak algılayacaksınız. Üzgün ya
da kızgın insanlarda bile bu duygunun arkasında sevginin olduğunu
göreceksiniz.
Yeni bir yaşam sürdüğünüzü, yeni bir rüya gördüğünüzü düşleyin. Bu
yaşamda varoluşunuza mazeret bulmaya çalışmayacaksınız ve kendiniz
olmakta özgür olacaksınız.
Mutlu ve haz dolu olduğunuzu düşleyin. Kendinizle ve diğer insanlarla
uyumlu bir yaşam sürdüğünüzü düşleyin.
Kendi rüyalarınızı ifade etmekten korkmadığınız bir yaşam düşleyin.
Başkaları tarafından yargılanmaktan korkmadığınız, istediğiniz zaman
“evet”, istediğiniz zaman “hayır” diyebildiğiniz bir yaşam düşleyin.
Kimsenin fikrinden sorumlu olmadığınız, kimseyi kontrol etme ihtiyacı
duymadığınız, kimsenin sizi kontrol etmesine izin vermediğiniz bir yaşam
düşleyin.
Kimseyi yargılamadığınız, herkesi kolaylıkla affettiğiniz bir yaşam
düşleyin.
Haklı olma ihtiyacı duymadığınız, kimseyi haksız kılma ihtiyacı
duymadığınız bir yaşam düşleyin.
Kendinize ve başkalarına saygı duyduğunuz ve başkalarından saygı
gördüğünüz bir yaşam düşleyin.
Sevme korkusu ve sevilmeme korkusu olmadan yaşadığınızı düşleyin.
Reddedilme korkusu ve kabul görme ihtiyacı duymadığınız, özgürce “seni
seviyorum” diyebildiğiniz bir yaşam düşleyin.
Risk almaktan korkmadığınız ve yaşamı keşfetmenin hazzını duyduğunuz
bir yaşam düşleyin.
Yaşamaktan da ölmekten de korkmadığınız bir dünyayı düşünün.
Bunları düşlemenizi istiyorum. Çünkü bu düşledikleriniz tümüyle mümkün.
Bu cennet boyutu sadece sevme yeteneğiyle mümkündür.
Aşık olduğunuzda her şey size güzel gelir. Bulutlarda gezersiniz. Her yerde
sevgiyi görürsünüz. Bu boyutta sürekli yaşamak mümkün. Bu boyutta
yaşayan insanlar var.
Dünya çok güzel ve çok harika bir yer. Sevgiyi bir yaşam biçimi
yaptığınızda yaşam çok kolaylaşır. Dünyada cennetin varolduğunun
gerçekliğini bilirsiniz.
Her an sevecen olabilirsiniz. Bu bir seçimdir. Sevmek için bir neden
bulmanız gerekmiyor.
Sevmenin çok güzel bir nedeni de var. Çünkü sevmek sizi mutlu kılar.
İfade edilen sevgi sadece mutluluk üretir.
Sevgi size dinginlik ve iç barış verir.
Algılamanızı genişletir.
Her şeyi sevginin gözleriyle görebilirsiniz.
Sevginin her yerde olduğunun farkında olabilirsiniz.
Sevgiyle yaşadığınızda zihninizdeki sis yok olur. Mitote yok olur gider.
İnsanların binlerce yıldır aradığı şey bu.
Binlerce yıldır mutluluğu arıyoruz.
Mutluluk bir kayıp cennet.
İnsanların bu noktaya gelişi zihnin evriminin bir parçasıdır.
Cennet, insanlığın geleceğidir.
Böyle bir yaşam mümkün ve bu kendi elinizde.
Sevgi bilinciyle sürülen yaşama, Musa, Vaat Edilen Toprak; Buda,
Nirvana; İsa, Cennet dedi. Toltekler de Yeni Rüya diyor.
İçinizdeki parazit siz değilsiniz.
Parazitten kurtulun ve sevgiyi deneyimlemek için boşluk yaratın.
Yargıca ve Kurbana bağımlı olduğunuz sürece acı çekersiniz. Acı çekmek
size güvenli gelebilir, çünkü çok iyi bildiğiniz bir şeydir. Ama acı çekmek
gerekli değildir.
Acı çekiyorsanız, acı çekmeyi seçtiğiniz içindir.
Yaşamınızda acı çekmek için birçok neden, birçok mazeret bulabilirsiniz
ama asla iyi bir neden, gerçek bir neden bulamazsınız.
Aynı şey mutluluk için de geçerlidir.
Mutlu olmanızın tek nedeni mutlu olmayı seçmenizdir.
Acı da, mutluluk da bir seçimdir.
Cehennemde yaşamak da, cennette yaşamak da bir seçimdir. Ben cennette
yaşamayı seçiyorum.
Sizin seçiminiz ne?
DUALAR
Sonsuzluğun ötesi içinizdedir.
Lütfen şimdi gözlerinizi kapatın ve yüreğinizi açın.
Yüreğinizden gelen tüm sevgiyi hissedin.
Sözlerime zihninizle ve yüreğinizle katılmanızı istiyorum.
Sevginin güçlü bağlantısını hissetmenizi istiyorum.
Birlikte, yaratıcı ile bir olmayı deneyimlemek için çok özel bir dua
edeceğiz.
Dikkatinizi akciğerlerinize odaklayın.
Sadece akciğerleriniz var. Ciğerlerinizin iyice genişlediğini hissedin. İnsan
bedeninin en büyük ihtiyacı olan havayı içinize çekin.
Derin bir nefes alın ve ciğerlerinizin havayla dolduğunu hissedin. Havanın
sevgi olduğunu hissedin. Hava ile ciğerleriniz arasındaki sevgi bağını
hissedin.
Ciğerlerinizi sonuna kadar doldurun. Ve nefesinizi vermenin hazzını
hissedin.
Bedenin herhangi bir ihtiyacını karşıladığınızda bu bize haz verir. Nefes
almak bize haz verir. Sadece nefes almak bile mutlu olmamız için yeterlidir.
Yaşamanın, canlı olmanın hazzını hissedin. Sevgiyi hissetmenin hazzını
duyun.

ÖZGÜRLÜK DUASI

Evrenin yaratıcısı. Bugün bizimle sevgiyi paylaşmanı istiyoruz.


Gerçek adının Sevgi olduğunu biliyoruz. Seninle iletişim içinde olmak aynı
vibrasyonu, aynı titreşimi paylaşmak demek. Çünkü evrende varolan tek şey
sensin.
Bugün, bize senin gibi olmamız için, yaşamı sevmemiz için, yaşam olmak,
sevgi olmak için yardım et.
Bize senin gibi sevmemiz için yardım et.
Koşulsuz, beklentisiz, görevsiz, yargısız.
Kendimizi yargılamadan sevmemiz ve kabul etmemiz için bize yardım et.
Çünkü kendimizi yargıladığımızda suçlu buluyoruz ve cezalandırıyoruz.
Başkalarını koşulsuz sevmemiz için bize yardım et.
Onları yargılamadan kabul etmemiz için bize yardım et. Çünkü onları
yargıladığımızda suçlu buluyoruz ve cezalandırıyoruz.
Başkalarını reddettiğimizde kendimizi reddediyoruz, kendimizi
reddettiğimizde Seni reddediyoruz.
Yarattığın her şeyi koşulsuz sevmemiz için bize yardımcı ol.
Bugün yüreğimizi ve duygusal zehrimizi temizle.
Zihnimizi yargılardan özgürleştir. Böylece saf huzur ve saf sevgiyle
yaşayabilelim.
Bugün çok özel bir gün. Bugün yüreklerimizi yeniden açıyoruz ve
birbirimize “Seni seviyorum” diyoruz -korkmadan ve sevgiyi hissederek.
Bugün kendimizi sana sunuyoruz.
Bize gel, sesimizi, gözlerimizi, ellerimizi ve yüreklerimi kullan. Kullan ki
sevgiyi herkesle paylaşabilelim.
Yaratıcı. Bugün tıpkı Senin gibi olmamız için bize yardım et.
Bugün bize verilen her şey için şükranlarımızı sunuyoruz -özellikle
kendimiz olabilme özgürlüğümüz için.
Amin.

SEVGİ DUASI

Birlikte güzel bir rüyayı paylaşacağız. Her zaman görmek isteyeceğiniz bir
rüyayı.
Bu rüyada ılık, güzel bir yaz günündesiniz. Kuşların, rüzgârın ve minik
ırmağın sesini işitiyorsunuz. Irmağın kıyısına gidiyorsunuz. Kıyıda yaşlı bir
adam meditasyon yapıyor. Yaşlı adamın başının üzerinden rengârenk bir ışık
yayıldığını görüyorsunuz. Onu rahatsız etmemeye çalışıyorsunuz. Ama o,
varlığınızı hissediyor ve gözlerini açıyor. Gözleri sevgi ve kocaman tebessüm
dolu. Ona bu rengârenk ışığı nasıl yaydığını soruyorsunuz. Size de bunu
yapabilmeyi öğretmesini istiyorsunuz. O da, uzun yıllar önce aynı soruyu
kendi öğretmenine sorduğunu söylüyor.
Yaşlı adam size hikâyesini anlatmaya başlıyor:
“Öğretmenim göğsünü açtı, kalbini dışarı çıkardı ve yüreğinden güzel bir
alev aldı. Sonra benim göğsümü açtı, yüreğimi dışarı çıkardı ve küçük alevi
içine yerleştirdi. Yüreğimi yeniden göğsümün içine koydu. Yüreğim içine
girer girmez yoğun bir sevgi hissettim. Çünkü yüreğime koyduğu alev, kendi
sevgisiydi. Bu alev yüreğimde büyüdü, büyüdü kocaman bir ateş oldu. Bu
ateş yakmıyordu ama dokunduğu her şeyi arındırıyordu. Ateş bedenimin her
hücresine dokundu. Ve hücrelerim bana Sevgiyi geri verdi. Bedenimle bir
oldum ama Sevgim daha da büyüdü. Bu kez ateş tüm duygularıma dokundu
ve tüm duygularım güçlü ve yoğun Sevgiye dönüştü. Ve kendimi bütünüyle
ve koşulsuz sevdim. Ama ateş yanmaya devam ediyordu. Sevgimi
paylaşmaya ihtiyaç duyuyordum. Sevgimi ağaçlara dağıtmaya başladım. Bir
parça Sevgi koyduğum her ağaç bana Sevgiyi geri verdi. Ağaçlarla bir oldum.
Ama Sevgim yine durmadı, daha da büyüdü. Bir parça Sevgimi, her çiçeğe,
çimene, toprağa verdim. Onlar da bana Sevgilerini geri verdi. Ve bir olduk.
Sevgim daha da büyüdü, büyüdü,büyüdü ve dünyadaki her hayvana Sevgimi
verdim. Hayvanlar bana Sevgiyi geri verdiler ve Bir oldum. Ama Sevgim
büyümeye devam ediyordu.
Sevgimi her kristale, her taşa, metale, suya, okyanusa, nehirlere, yağmura,
karaya, havaya, rüzgâra verdim. Her şey bana sevgiyi geri verdi. Ve onlarla
Bir oldum.
Sevgim büyümeye devam etti.
Başımı gökyüzüne çevirdim, Sevgimi güneşe, yıldızlara, aya verdim. Onlar
da bana Sevgiyi geri verdi. Güneşle, ayla, yıldızlarla Bir oldum.
Sonra Sevgimi parça parça her insanın içine koydum. Ve tüm insanlıkla Bir
oldum.
Nereye gidersem gideyim, kiminle tanışırsam tanışayım, her bir insanın
gözlerinde kendimi gördüm. Çünkü ben her şeyin parçasıyım. Çünkü ben
seviyorum.”
Ve yaşlı adam göğsünü açarak yüreğini çıkarır, yüreğindeki bir alevi sizin
yüreğinize koyar. Artık siz de her şeyle Birsiniz: rüzgârla, suyla, yıldızlarla,
doğayla, hayvanlarla, insanlarla.
Yüreğinizden yayılan sıcaklığı ve ışığı hissediyorsunuz. Başınızın
üzerinden rengârenk bir ışık yayılıyor. Sevginin ışığını yayıyorsunuz ve şöyle
diyorsunuz:
“Evrenin yaratıcısı. Bana yaşam denilen armağanı verdiğin için teşekkür
ediyorum. Gerçekten ihtiyacım olan her şeyi bana verdiğin için teşekkür
ederim. Bu güzel bedeni ve zihni deneyimleme imkânı verdiğin için teşekkür
ederim. Tüm sevginle, saf ve sınırsız ruhunla, sıcak ve parlak ışığınla içimde
yaşadığın için teşekkür ederim. Gittiğim her yerde sevgini paylaşmak için,
sözlerimi, gözlerimi, yüreğimi kullandığın için teşekkür ederim. Seni olduğun
gibi seviyorum çünkü ben senin yarattığınım. Kendimi olduğum gibi
seviyorum. Yüreğimdeki sevgiyi ve huzuru hep korumama yardım et. Bu
sevgiyle yeni bir yaşam yaratmaya ve hayatımın geri kalan döneminde
sevgiyle yaşamama yardım et.
Amin
Don Miguel Ruiz, Toltek Bilgeliği geleneğinin bir ustasıdır. Eşsiz bilgi
birikimini workshop, konferans ve Meksika’da rehberlik ettiği Teotihuacan
gezileriyle paylaşır. “Piramit şehir” olarak bilinen bu yer, Toltekler tarafından
“İnsanın Tanrı Olduğu Yer” diye de tanımlanır. Bu şehirde don Miguel, eski
duru görücülerin, gerçeği arayanlara bilinçlerini yükseltirken rehberlik etmesi
için açtıkları yolu takip ediyor.
Daha fazla bilgi için:
SIXTH SUN
Joumeys of the Spirit
P.O. Box 1846
Carlsbad, CA 92018-1846
(800) 294-3203
www.miguelruiz.com

You might also like